Belgrad, Tuna Nehri denince hemen akla gelen şehirlerden değil, halbuki onlar kadar (Budapeşte, Viyana ) büyük, önemli ve görkemli. Onlar kadar güzel olup olmadığı görmek içinse, gitmek, kendi gözlerimizle görmek gerek.
Öte yandan Belgrad, özellikle Osmanlı tarihi açısından önemli bir yer. Belgrad’ın Osmanlı İmparatorluğu’na katıldığı dönem,  Osmanlının yıldızının gökyüzünde olanca haşmetiyle parladığı, İmparatorluğun gücünün zirveye ulaştığı bir dönem.  Belgrad’ın Osmanlı hakimiyetinden çıkışı ise, duraklama ve gerilemenin, Kanuni Esasi ile, Tanzimat Fermanı,  ilan edilen Meşrutiyetler ile geciktirilse de, kaçınılmaz çöküşe dönüştüğü bir dönem.
Belgrad’ı  öne çıkaran bir de, efsaneleşen eğlence hayatı var; Sava Nehrinin her iki kıyısında yer alan yüzen kafeler, barlar, lokantalarla, kafana denen meyhane-tavernalarla felekten bir tatil çalmanın peşinde olanlar için de gidilmesi gerek bir yer.

Ulaşım

Belgrad Sırbistan’ın başkenti; şimdilik vizesiz ve Türkiye’ye çok yakın, yaklaşık 1 saat 20 dakikada Belgrad’ın Nikola Tesla Havaalanı’na varılıyor.  Havaalanından toplu taşıma ile şehir merkezinde,  Savalama’daki ana tren istasyona ve (Sava Katedrali’ne yakın) Slavija Meydanı’na ulaşılabiliyor; A1 ve 72 numaralı otobüslerle. Havaalanı çıkışında taksiye binebilirsiniz ama  önce ‘gelen yolcu’ bölümdeki yerden ön ödemeli taksi isteyin, gideceğiniz yere göre bedel, peşin alınıyor ve efsaneleşen kazıkçı Belgrad’lı şoförlerle muhatap olmuyorsunuz; gerçi benim taksi şoförleriyle ilgili deneyimlerim hiç öyle değil.

Havaalanı şehre 15 kilometre uzaklıkta, banliyölerden, sanayi bölgelerinden geçip Yeni Şehir (Novi Beograd) üzerinden şehir merkezine varıyoruz.  İşte o an, bir görünüp bir kaybolan Tuna ve Sava nehirlerinin manzarası insanı çarpıyor. Evet  Belgrad  bir Tuna şehri, hem de diğer Tuna şehirlerinden farklı olarak iki nehrin, Tuna ve Sava’nın birbirine kavuştuğu noktada.  Bu manzara, şehre damgasını vuruyor.

Belgrad’ta şehir içi ulaşım otobüs ve tramvaylarla sağlanıyor. Şehirde, hele kışın, turistik gezi otobüsleri olmadığı için, şehir içi toplu taşımacılık daha çok önem kazanıyor. Gerçi çoğu yer yürüme mesafesinde ama toplu taşımaya da ihtiyaç duyuluyor. Araçlara tek biniş 150 dinar ama günlük biletler alınabiliyor. Bir günlük bilet 290 dinar, 3 günlük bilet 740 dinar, 5 günlük bilet 1040 dinar tutuyor. Ayrıca bizde de uygulanan tekrar doldurmalık kart da alınabilir, kartın ücreti 250 dinar, istediğiniz kadar doldurtabilirsiniz ama bu seçenek kısa süreli geziler  için gereksiz olabilir. Belgrad’ta Cumhuriyet Meydanı’ndan başlayan bedava yürüyüş turları var; hatta konulara göre ayrılmışlar (Şehir merkezi, Zemun, Yeni Belgrad gibi) Bir de ücretli  yürüyüş turları var (Komunist Belgrad, Belgrad’ın yeraltı sırları, pub turu gibi). Ayrıca yarım saatliği 50 Euro olan taksiler var; Şehirde yarım saatlik tur attırıyorlar, bu süre içinde istediğiniz yerde uzun süre kalabilirsiniz tabii. 

Konaklama 
Önce otel. Ben Villa Forever Oteli’nde kaldım. Daha çok hostel yapısında.  Gayet küçük, temiz ve şehir merkezine çok yakın, kahvaltı da yeterli. Ama Otelin güzel bir hizmeti vardı, havaalanından taksi ile alıyorlar, 17 Euro karşılığı… Zaten havaalanından merkeze yaklaşık 15 Euro tutuyor deniliyor. Aklınızda bulunsun.
Gezilecek Yerler
Otelden şehrin merkezine geçiyorum. Hava soğuk ama neyse ki yağış yok… Gezerken, şehrin ana merkezi Kalemegdan, sonra şehrin yürüyerek ulaşılan yerleri, en son da bir araç kullanılarak gezilecek yerleri göreceğiz. Ana bulvara çıkınca, hemen havaya giriyor insan. Osmanlının hüküm sürdüğü yerlere gidenlere denir ya, bizden geriye ne kalmış diye…
Geliyoruz Belgrad…Siz bana takılın, otobüs bileti fiyatına gezdireyim sizi.

Kalemegdan 


Gezimize Belgrad’ın olmazsa olmazı Kalemegdan’ı görerek başlayalım. Belgrad’ta tek bir yer görecekseniz bu Kalemegdan olmalı ve sonrasında Mihaliova Caddesi’nde yapacağınız bir yürüyüş. Bu yürüyüşü sonraya bırakıp Kalemegdan’a doğru yönelelim.
 Meraklısına
Kalemegdan yukarı kısım ve aşağı kısım olarak ikiye ayrılıyor. İlk yerleşim ise korunma ve savunma amaçlı olarak üst kısımda, tepede görülüyor. Kalemegdan’ın üst kısmı, aslında neolitik dönemden beri bir yerleşim alanı. Ama ilk izler Keltler’e ait; bölgeye gelen Traklara üstünlük kuran Keltler’in MÖ 2.  yüzyılda burada tarım yaptığına dair bulgular elde edilmiş. Roma İmparatorluğu’nun askeri üssü olarak da kullanılan alan daha sonra Bizans etkisine girmiş. 442 yılında Hun istilalarından nasibini alan, hatta Atilla’nın mezarının burada olduğu söylencesinin yayılmasına neden olan dönemden sonra 539 yılında tekrar Bizans hakimiyeti başlamış. 577 yılında Slavların, 582 yılında Avarların akınlarından sonra Bizanslar tekrar  Şehri ele geçirmiş. 8 ve 9. yüzyıllar arasında bir dönemden itibaren Şehrin ismi ‘Beyaz Şehir/Beolgrad’ olarak kullanılmaya başlamış. 878 yılında Papa John VIII’in Bulgar Prens Boris’e yazdığı bir mektupta ilk defa Beograd (Beyaz Şehir) ismi geçmiş. Bizans hakimiyetindeyken  bir çok kez Haçlılar ordusunun gazabına uğrayan şehir, bir dönem Slavların elinde kalsa da 15. yüzyıla kadar Macarlar hakimiyetinde kalmış. 1404 yılında Bizanslılar tarafından Belgrad Slavların başkenti olarak belirlenmiş.  Despot Stefan’ın ölümü olan 1427 tarihine kadar Belgrad, müreffeh bir dönem yaşamış, bu dönemde Belgrad (Kalemegdan) üst ve alt kısım olarak ayrılmış, kale duvarları ve köprüler onarılıp yenileri yapılmış. 1440 tarihinde ise ilk defa Osmanlı akıncıları ile tanışan Şehir, 1456 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından kuşatılmış ama alınamamış. Ancak 1521 yılında Kanuni Sultan Süleyman Şehri ele geçirmiş. 1688 yılından sonra Şehirde Avusturya etkisi artmış. 1867 yılına kadar Belgrad, Osmanlılar ile  Avusturyalılar arasında el değiştirmiş durmuş ancak 1867’de, Şehir Osmanlılar tarafından  Prens  Mihailo Obrenovic’e  teslim edilmiş. Sonra Belgrad’ta Avusturya hakimiyeti başlamış. Sonra isyanlar, suikastlar, savaşlar, ayrılmalar…II Dünya Savaşı sonrası 1945’te Mareşal Josip Broz Tito, Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşunu açıklamış, başkenti Belgrad olan ülkenin adı 1963 yılında Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti olarak değişmiş. 1992 yılında dağılan ülke topraklarında yoğun acılar yaşandığını hatırlıyoruz. 1999 yılında Kosova savaşını takiben NATO tarafından bombalanan Belgrad, acılarını hala hatırlıyor. Ülke 2006 yılından beri ise Sırbistan Cumhuriyeti olarak tanınıyor.
Bölgede 800’lü yıllardan beri bulunan Sırplar, 1217’de Krallık, 1346’da Krallık, 1459’da Despotluk olarak yönetildikten sonra Osmanlı hakimiyetinde yaşamışlar.1878 yılında bağımsız krallık, 2006 yılında ise cumhuriyetle yönetilen bir ülke kurmuşlar.
Kaleye girmeden Belgrad’ın belki de en büyük ve güzel parkı sizi karşılayacak. Burası önceden Kale’yi şehirden ayıran boş alan olarak düşünülmüş ama 19 yüzyıl ortalarında buranın askeri önemi kaybolunca Avrupadakileri örnek alarak bir park yapılması planlanmış. 1867 tasarımı yapılan Park, Sava Nehri’ne kadar uzanan  Büyük Kalemegdan ve Dorcol semtine kadar uzanan Küçük Kalemegdan olarak ikiye ayrılmış halde planlanmış. Bugün parkta spor alanları, çocuk parkı, havuzlar ve heykeller, konser alanı, müzeler, galeriler, hayvanat bahçesi gibi bölümler yer almakta.

Örneğin burada bir sanat galerisi (Pavilion Cvijeta Zuzoric) bulunmakta. 16 yüzyılda yaşayan Dubrovnikli kadın şair adına 1928 yılında açılan galeri, art deco tarzında yapılmış ve halen çeşitli koleksiyonlara ev sahipliği yapmakta.
Ben de girdim, gördüm ve çıktım-Anlamıyorum ben bu işlerden..
Parkta ayrıca balıkçı çeşmesi ve Fransa’ya Şükran heykeli de görülebilir. Fransa’ya Şükran Heykeli, Ivan Mestrovic tarafından yapılmış ve Fransa’nın I.Dünya savaşı sırasındaki yardımlarına duyulan şükran nedeniyle, 1930 yılında, I.Dünya savaşının bitiminin on ikinci yılında sergilenmeye başlamış. Heykelin üstünde yer alan bronz, eli kılıçlı kadın heykeli Fransa’yı temsil ediyormuş. Burada önceden  Balkan Savaşları kahramanı  Karadjordjevic’in heykeli varmış ancak o heykel 1915’te Avusturya bombaları sonucu yıkılmış.
Daha sonra Karadjorke (Kara George) Köprüsü’nden geçerek Kale’nin dış avlusuna giriliyor. Bu bölüme bir de tam karşı tarafta 1840-1860 yıllarına tarihlenen Dış İstanbul Kapısı’ndan giriş bulunmakta.

Meraklısına
Kara George, Osmanlılara karşı isyan hareketini başlatanlardan…1806 yılında Kalenin alınmasında etkili olan Kara George’a atfen bu Köprüye adı verilmiştir; daha sonra kapı kapatılmış ve fakat 2.Dünya Savaşı ertesinde yeniden açılmıştır.  Bu alanda,  Dış İstanbul Kapısı ile Kara George Kapısı arasında Tabya Karakolu binası bulunmakta, 2.Dünya Savaşında askeri üs olarak kullanılan binanın 18 yüzyılda vezir Mustafa Paşa’nın ikametgahı olduğu düşünülmekte.
Kara George Köprüsünün altındaki avluda ise,  tenis sahaları ve dinazor  heykellerinin görüldüğü Doğal Tarih Müzesi var.
Bu bölümde ilgi çekici bir yer de Askeri Müze. 1878 yılında Prens Milan Obrenovic tarafından kurulan Müzede, 30.000 adetten fazla parça sergilenmekte. Bunlar arasında arkeolojik buluntular, muhtelif dönemlere ait silahlar, askeri uniformalar, madalyalar var.  Müzenin dış alan sergisinde daha çok ağır silahlar bulunuyor, II.Dünya Savaşı dönemimdeki tanklar, toplar falan. Müze içinde de antik dönemden bugüne çeşitli silahlar, askeri giysiler, madalyalar görülebilir. Sırplar tarafından düşürülen  US F-117,  Müzenin önemli parçalarından. Kral  Aleksandar I Karadordevic’e yapılan saldırı sırasında giydiği elbiselerin sergilendiği bölüm Sırplar için önemli olsa gerek. Ama  bizler için en önemlisi, Osmanlı döneminden kalan silahlar ve askeri elbiseleri…
Daha sonra 1750’li yıllarda yapılmış İç İstanbul Kapısı ile Kalenin iç avlusuna giriliyor. Burası da bir köprü ile 17 yüzyıl yapımlı Saat Kule Köprüsü’ne bağlanıyor. Köprünün hemen yanında 17 yüzyılda Andrea Cornaro tarafından inşa edilmiş Saat Kulesi bulunmaktadır. Artık Kale’nin içindeyiz.

Meraklısına; Kale; MS 1 yüzyılın sonlarına doğru IV Lejyonun karargahı olarak Romalılar tarafından  yapılmış. Romalılardan geriye kalan nehir tarafındaki savunma duvarları, o da kaç kere yıkılıp onarılmış. Bir de tam da ne zaman yapıldığı bilinmeyen ama Romalılara atfedilen Roma Kuyusu. 60 metre derinliğinde, 3,40 metre eninde olan Kuyu, son şeklini 18 yüzyıl başında Avusturya hakimiyeti sırasında almış.  Çift spiral merdivenle  su seviyesine inilen Kuyu, pek de hayırla anılmıyor…

Kalenin dış ve iç bölümlerine giriş sağlayan  10 kapı var; bunlar yukarı Kale’de… Bir de Kalenin aşağısında yer alan  6 kapı bulunmakta. İç ve Dış İstanbul Kapıları, Kalenin en önemli giriş-çıkış noktaları ve Kale’deki Osmanlı izlerinden…  Bir ilgi çekici Kapı da, 17 yüzyılda yapılan Defterdar Kapısı; tabii, maliyeciler öyle her kapıdan geçmezler, bu da sadece dik bir merdivenle ulaşılabilen bir kapı… 

Galiba despotlar da her kapıdan geçmiyor; bir de Despot Kapısı var, 1404-1427 yıllarında yapılmış. Despot Stefan Kulesinin hemen yanında.  Eh despot olur da, zindanı olmaz mı; bir de Zindan Kapısı var. Despot Kapısından bir köprüyle geçilen Zindan Kapısı, iki yuvarlak kule arasında ve bu Kapıda bir köprüyle Leopol Kapısına bağlanmakta. 18 yüzyılda Osmanlılar tarafından zindan olarak kullanılan kulelerden dolayı buraya bu isim verilmiş.  

İsimler aynen böyle: Defterdar, Zindan, Despot… Bence en güzelleri İç İstanbul ve Despot Kapılarıydı… Despot Kapısının beyaz taşları, Şehre ismini de vermiş; beyaz şehir anlamına gelen Belgrad’ın beyazlığı bu taşların  renginden geliyormuş.

Kale içi, geniş, bol ağaçlıklı bir alan, artık gezi bölgesi gibi kullanılıyor. Kale’nin en çarpıcı yanı ise manzarası…  Sava ve Tuna’nın birbirine  karıştığı noktaya yukarıdan bakan Kale’nin manzarası büyüleyici; tam iki nehrin birbirine karıştığı yerde, üstünde pek bir yerleşim olmayan Veliko Ratno Ostro  (Büyük Savaş Adası) olması, manzarayı iyice etkileyici kılıyor. Artık ruh durumuna göre, Kale’de manzaraya karşı bir çilingir sofrası da kurulsa, sabaha kadar ‘mehtaplı gecelerde hep seni andım’ı söyle dur…
Ben gündüz vakti gittim ve hava dondurucu, mehtaplı geceyi görecek halim yok, onun için oradaki anıt ve yapıları görmeye yöneliyorum. 1740-1789 yılında yapılmış Saat Kulesi’ni görmemek mümkün değil;  Kapısı da hemen altında. (Yanında da Barok Kapı var ve sonra İç İstanbul Kapısı…) Kale içinde göze çarpan bir yapı da,  1716 yılında Petrovaradin Savaşında ölen Damat Ali Paşa’nın Türbesi… Bu Türbede ayrıca Tepedelenli Selim Paşa ve Çeşmeli Hasan Paşa’nın naaşları da varmış.
Kale içindeki bir Osmanlı yapıtı da, Sırp kökenli Sokullu Mehmet Paşa tarafından 1577 yılında yaptırılan ÇeşmeÇeşmenin hemen yanında da, 1456 yılında Osmanlıların Belgrad kuşatması sırasında kahramanlık gösterip kuşatmayı başarısız kılan Stefan  Lazarevic anısına yapılmış surun kalıntıları var. Ama Lazarevic erken sevinmiş;  100 yıl geçmeden Kanuni Süleyman gelip  alacak buraları nasılsa.

Hoş, 1867 yılında da Osmanlılar Belgrad’tan çekilecek. Sultan Abdülaziz’in fermanı İç İstanbul kapısı önünde okunarak,Şehrin anahtarı Prens Mihailo’ya teslim edilecek  ve Osmanlının Belgrad üzerindeki hakimiyeti bitmiş olacak. O günün anısına yapılan  Şehrin Anahtarının Teslimi Anıtı, Kale içinde görülebilir.

Kalenin belki de en dikkat çekici anıtı ise, 1. Dünya Savaşı sırasında Yunan cephesinde gösterilen başarıların anısına 1928 yılında Ivan Mestrovic tarafından yapılan   14 metre yüksekliğindeki Pobednik Anıtı (Zafer Anıtı).  Bir elinde kılıç bir elinde güvercin olan bu heykel, fazla çıplak bulunarak Şehir merkezinden buralara taşınmış ama bence iyi olmuş; bu nefis manzaranın keyfini en çok o çıkarıyor, bir yandan da Şehrin siluetine katkısı oluyor.
Sokullu Mehmet Paşa Çeşmesinin ilerisindeki Defterdar Kapısından, Kalemegdan’ın aşağı kısmına inilebilir. Aşağıya inen yolda iki kilise mevcut. Ruzika Kilisesi (Crkva Ruzika), Stefan Lazarevic zamanında aynı yerde bulunan Sırp Ortodoks kilisenin 1521 yılında Osmanlılar tarafından yıkılmasından sonra inşa edilen barut deposunun 1867 yılında tekrar kiliseye çevrilmesiyle ortaya çıkmış. Sırp askerleri için yapılmış. Kilise girişinde iki askerin heykeli bulunmakta; biri Sırp İmparator Stefan Dosan’ın dönemine tekabül eden 14 yüzyılın ilk yarısından bir asker, diğeri ise 1912-1913 Balkan savaşlarına katılan askerlerden… Ben gittiğimde Kilise içinde bir tören vardı. Özellikle Kilise önünden Sava-Tuna manzarası insanı hidayete erdirecek cinsten.
Kilisenin hemen yanında ise Crkva Svete Petke (Aziz Petka Şapeli) var. Mucizevi özelliklere sahip bir aziz olan Petra için yapılan minik bir Sırp Ortodoks Kilisesi,  Belgrad gezim boyunca tadilatta olmayan, içerisini tam olarak görebildiğim kiliselerden… Freskoları, duvar süslemeleri abartılı ve ilginç.  Aziz Petka’nın bulunduğu yerden çıkan suyun iyileştirici etkisi olduğu düşünülüyor, bu nedenle bir görevli biteviye şekilde bir  kazandan pet şişelere su dolduruyordu.  Bu Şapel/Kilise, eski yapının yerine 1937 yılında yeniden yapılmış olan bina.
Burada ayrıca 15 yüzyılın ikinci yarısında, Nebosja Kulesiyle aynı dönemde, taş ve tuğladan  yapılan, içinde 15 kadar top konulabilen Jaksic Kulesi görülebilir. Buranın önünde bir çelenk var. Burası da 1915’de ölen askerlerin kemiklerinin konduğu yermiş.
Artık buradan tamamen düzlüğe iniyoruz, aşağı şehirdeyiz. Burada bir Osmanlı Hamamı,  askeri mutfak, barut deposu var. Askeri mutfak Osmanlılarca 19 yüzyılın ilk yarısında askerlerin ihtiyacı için yapılmış. Barut deposu  1718 yılında Avusturyalılar tarafından yapılmış.
Hamam ise 19 yüzyılda Osmanlılar tarafından yapılmış ama daha çok Sırp askerleri tarafından kullanılmış, şimdi ise planetarium olarak kullanılıyor.
Düzlüğün sağında 1718 ve 1736 yılları arasında, bölgeye yeni bir hava vermek için barok tarzında yapılan Kanaja Kapna VI (VI.Carlo Kapısı) ile alandan dışarı çıkılıyor, buradan düz ilerleyince Vidin Kapısı’ndan aşağı şehirden çıkmış oluyorsunuz. Hemen yan tarafta hayvanat bahçesinin duvarı var.
Bu alanda dikkati çeken bir yapı da, Nehir’e yakın tarafta, hatta aradan geçen otobanın öbür tarafında kalan Nebojsa Kulesi. Şu an adeta  Belgrad tarihi veya savaş müzesi gibi kullanılan kule, 1460’lı yıllarda Türklere karşı mücadele için, ağır silah kulesi olarak yapılmış. Yapıldığı dönemin mimarisini gayet iyi yansıtan bir yapıymış. 1521 yılındaki Osmanlı kuşatması sırasında Kule tahrip olmuş,  daha sonra Kanuni Sultan Süleyman tarafından imar edilmiş, o dönemde Kulenin adı Beyaz Kule imiş. Savunma konusundaki önemini kaybedince zindan olarak kullanılmış. 18 yüzyıl sonunda ise Osmanlı zulmünün simgesi haline gelmiş.  Kuleye giriş 200 dinar ama bence dışarıdan görmek yeterli; içerdeki görseller internetten bile ulaşabileceğiniz şeyler, bilgiler de öyle, ayrıca Kulenin çıkışı yok; püfür püfür bir Sava havası alayım deseniz, mümkün değil…
Böylece Kalemegdan gezimiz bitiyor, gezdik, dolandık ve yorulduk. Ama bir yanımızda yükseklerdeki kale çıkışı, bir yanımız vızır vızır otoban. Şimdi ne olacak? Ya titreyen dizlerinizle o tepeyi geri çıkacaksınız ya da otobanda uzun bir yürüyüş veya otostop… Ama hayır, çaresiz değilsiniz,  kurtarıcınız burada; sırtınızı Kaleye verirseniz hemen VI Carlo Kapısı, sonra da Vidin kapısından çıkarsanız hayvanat bahçesi duvarına varırsınız, onun yanında da 5 numaralı tramvayın son durağı sizi beklemekte.  Ya da solunuzdaki  Sava Kapısı’na doğru yürürseniz, orada da 2 numaralı tramvayın son durağı bulunmakta. 
 
Şehir İçi Gezilecek Yerler
Kalemegdan ayrı tutulursa, Şehrin merkezinde yer alan ve yürüyerek görülebilecek yerleri bir araya topladım. Aslında burası Şehrin hem en eski hem de en canlı merkezi… Yürüyüş yapmak ve şehrin nabzını tutmak için en güzel yer. Kalemegdan ve Aziz Michael Kilisesinin bulunduğu bölge, Şehrin en eski bölgelerinden. Yine Şeyh Mustafa Türbesinin bulunduğu, Dositej Lisesi civarı da en eski şehir  yerleşim bölgelerinden biriymiş. Belgrad’ın Osmanlı hakimiyetine girdiği dönemde Şehir Tuna-Sava nehirleri ve şehrin kale duvarları arasında kalan bölge imiş, bu bölge de şehrin kıyıları oluyormuş.
Şimdi Kalemegdan Parkı’ndan başlayıp Knez Mihailova boyunca yürüyecek, oradan da Taş Meydan’a kadar ilerleyeceğiz. Bütün bu gezi (Kalemegdan ‘da dahil) bir gününüzü almaz; ancak aklınızda bulunsun, kışın bir çok yer kapalıydı, özellikle Eski Saray, Yeni Saray’ı görmek isterseniz tur saatlerini öğrenmeniz gerekir,  süre de buna göre sarkabilir. Öte yandan Kalemegdan tüm gününüzü bile alabilecek bir sayfiye alanı, sadece gezip görmek amacınız olduğu varsayımıyla bu süre verilmiştir, sonra benden hesap sorulmaya…
Knez Mihailova (Prens Mikail) Caddesi, bir turist için neredeyse bir ana üs konumunda, bu nedenle otel seçiminizi de bu caddeye göre yapmanızda fayda var. Kalemegdan Parkından başlayıp Terazije Caddesine kadar uzanan, trafiğe kapalı bu cadde, Sırp mimarisiyle harmanlanmış neo klasik, neo Bizans, art nouveau yapılara ev sahipliği yapmakta.  Belgrad toplu taşımacılığının ana noktalarından biri olan Republike Meydanının, Milli Müzenin, Etnografya Müzesinin, Milli Tiyatronun, Belgrad Katedralinin de hemen bu cadde etrafında olduğu düşünülürse, Knez Mihailova’nın bir turist için önemi daha açık ortaya çıkar. Cadde bir merkez olmanın dışında, kendi başına da bir yaşam alanı. Noel öncesi olduğundan renkli, minik hediyelik dükkanların yanında, şık kafeleri, barları, tavsiye edilebilecek nitelikte  lokantaları, dünyaca ünlü markaların (diğer şehirlere göre daha mütevazi) mağazaları, sokak sanatçıları, sahafları, antikacıları ile sizi oyalayacaktır.  Sanki Beyoğlu’dan şık, Nişantaşından sönük bir bulvar… Bulvara açılan yan sokaklar ise, yine ilginç yerlere götürecektir; örneğin Belgrad’ın en eski sokaklarından Kralija Petra Sokağı’na ya da (I.Kosova Savaşında Sultan Murat Hüdâvendigâr’ı öldürdüğü düşünülen Sırp asilzadesi) Milos Obilic Anıtına- görmek ister misin bilmem tabii… Burası sizin hem gezilerinizin kalkış noktası hem de eğlence ve alış veriş merkezlerinizden olacak.
 
Knez Mihailova’yı kesen Vuka Karaddizica Sokağından Studentski Trg’a çıkabilirsiniz. Burasının önemi nedir; sizi şehrin her tarafına taşıyacak bir sürü otobüs hattının başlangıç yeri burası. Ayrıca isminden de anlaşılacağı üzere, üniversite bölgesi. Burada Belgrad Sinematek’i, Belgrad Senfoni Orkestrası ve Etnoğrafya Müzesi yer alıyor. Müze, Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyet’ini oluşturan farklı bölgelere ait köy ve şehir hayatına yönelik eserleri içermekte; giyim, takı, ev eşyası koleksiyonları ve gündelik hayat canlandırmaları mevcut, giriş 150 dinar, kısıtlı zamanınız varsa atlanabilecek bir yer.

Knez Mihailova’dan düz devam ederseniz, Şehrin kalbi denebilecek Trg Republike’ya varacaksınız. Burası insanların doğal buluşma yeri (Taksim, Kızılay, Konak  gibi). Meydanda Prens Mihailo’nun  at üstünde bir heykeli bulunmakta.
Bu alan Belgrad’ın ünlü yürüyüş turlarının da başlangıç noktası; gönüllülerce gerçekleştirilen bu turlar kış döneminde Şehirdeki tek turistik turdu.  Meydanın ana noktasında bulunan art nouveau tarzındaki Milli Müze (Narodni Muzej)  Müzede 1190’lardan kalma Kiril el yazması Miroslav İncili,  Ayrıca 1844 yılında kurulmuş Müze’de Rubens, Van Gogh, Modrian, Picasso, Renoir, Monet gibi bir çok sanatçıya ait eser de mevcut. Müzenin hemen karşısında ise Milli Tiyatro binası yer almakta.

Bu arada Trg Republike’de, Knez Mikailova tarafında turizm danışma ofisi ve yanında Sırp El Sanatları sergi ve satışının yapıldığı yer var. El ürünü objelerden antika eşyalara kadar geniş bir yelpazesi var, mutlaka bakın derim.
 
Knez Mihaliova sonunda Terazije Caddesi başlayacak ve muhteşem Hotel Moskva binası dikkatinizi çekecektir. 
Terazije, eski şehrin merkezi olarak kabul edilmekte; ismini ise 200 yüzyıl öncesinden şehrin su ihtiyacını karşılayan su kulelerinden almaktaymış. Bugün bu kuleler yok ama bir tane çeşme var. Terzije’den devam ederseniz,   Şehir Meclisi (Skupstina Grada) ve Başkanlık Sarayı (Predsednistvo) binalarını göreceksiniz. Eski Saray olarak da bilinen Şehir  Meclisi, 1882-1884 yıllarında akademist tarzın bir örneği olarak   Obrenovic Hanedanının ikamet binası olarak yapılmış. Bu bina, bir kral ve kraliçenin katline tanık olmuş; sert yönetimi nedeniyle pek sevilmeyen Kral Aleksandar Obrenovic, eşiyle birlikte burada öldürülmüş.  1911-1912 yılları arasında yapıldığı için Yeni saray olarak da bilinen Başkanlık Sarayı ise, Kral Aleksandar Karacorcaviç’in ikametgahı olarak yapılmış. Söz konusu binalar, yaz döneminde belli gün ve saatlerde ziyarete açılıyormuş.
 
Esas önemli olan bu binaların yüzyüze baktığı, Kralja Aleksandra Bulvarı üzerindeki Narodna Skupstina’yı (Milli Meclis) göreceksiniz.  Neo Barok tarzında 1938 yılında yapılan bu binanın görkemi, diğer iki binayı gölgede bırakıyor. Bina, Yugoslavya Parlamentosu ve daha sonra Sırbistan ve Karadağ Ulusal Meclis Binası olarak kullanılmış. 1901 yılında mimar Ilkica tarafından tasarlanan Binanın inşaatına 1907 yılında başlanmış. Daha sonra Yugoslavya ve Sırbistan Karadağ tarafından kullanılan bina, 1990’ların sonu 2000’li yılların başında yaşananlar sonrasında, 2006 yılında,  beşinci bağımsız devlet olarak kurulan Sırbistan’ın  Meclis Binası olmuş. Binanın önünde bulunan ‘Kara Atların Oyunu’ isimli heykeller  ise Toma Rosandic tarafından 1937-1938 yıllarında yapılmış.
Meclis önünde  bir tahta paravan üstünde, 1999 yılındaki Nato baskınında yaşamını yitirenlerin resimleri bulunmakta, yani kendi kahramanlarının. Her ülke, tarihi kendi gözlüklerinden okuyor; onlar da o acımasız süreçte yapılanları kendi bağımsızlık savaşı olarak görüyor herhalde, ölenleri de şehit…
Şehrin sokaklarında dolanırken bağımsızlık mücadelesindeki kahramanlarına ait resimler graffiti olarak duvarlarda da görülebiliyor…
 
Bu binaların oluşturduğu Trg Nikole Pasica Meydanı, noel nedeniyle ışıltılı, renkliydi.  Bu noktada, Broadway tarzı oyunların sergilendiği Terezijama Pozoristena yer alması, bölgenin canlılığını da artırıyor olmalı. Burada Terazije üstünde yürürseniz, Kraljia Milana, Resavska ve Masarivko caddelerinin kesiştiği yerde şehrin bir diğer simgesi 101 metre yüksekliğindeki Beogradanka’ yı (Belgrad Sarayı) görürsünüz. Bakın yürüyüp geçin, yüksek bir bina işte…
Buradan yolumuza devam edersek, Tasmajdan (Taş Meydan) ve Crkva Svetog Marka (Aziz Mark Kilisesi)’ne varıyorsunuz. Aziz Mark Kilisesi,1932-1939 yıllarında Krstic Kardeşler tarafından Sırp-Ortodoks tarzında Aziz Mark anısına yapılmış, ilk ayin 1941 yılında düzenlenmiş. İkinci Dünya Savaşında hasar gören Kilise, 1948 yılında hizmete açılmış. 
62 metre uzunluğunda, 45 metre eninde, 60 metre yüksekliğinde olan Bina, tadilattaydı; zaten iç dekorasyonu esas alındığında hiç tamamlanmamış bir yer. Hazine dairesi önerilen yerlerden, ancak tadilat nedeniyle kapalıydı. Kilise altında, önemli kişilere ait mezarlar varmış ama tabii oraya da inmek mümkün değildi.  Burada ayrıca katledilen Aleksandar Obrenovice ve eşinin de mezarları bulunmaktaymış.
Merkezde, Knez Mihaliova civarında görülecek bir katedral daha var, bu da şehrin silüetine katkısı olan  Saborna Crkva (Aziz Mikail Kilisesi).  Kalemegdan civarındaki, Kutsal Baş melek Mikail ve Cebrail’e adanan geç barok ve klasisizm tarzındaki Katedral,  Milos Obrenovic’’in isteği üzerine Kwerfeld tarafından tasarlanıp inşası 1837-1845 yıllarında tamamlanmış. 
Katedral girişinde Sırp dilinin iki ustası, Vuk Stefanovic Karadzic ile Dositej Obradovic’in mezarları bulunmakta. Katedral içinde ise, Prens Milos Obrenovic ve iki oğlu, Prens Milan ve Prens Mihailo ile bazı dini büyüklerin mezarları bulunmakta. Ayrıca iki Orta Çağ kahramanı, 1389 yılındaki Kosova Savaşında Osmanlılarca öldürülen Prens Lazar ve Prens Stefan Stiljanovic’in türbeleri de burada.
Katedralin karşısında ise patrikhane ve yanında Konak Kneginje Ljubice (Prenses Ljubica’nın Konağı) bulunmakta. Şehrin eski merkezinde yer alan  Konak, 19 yüzyılın ilk yarısının mimari özelliklerini taşımakta  ve Prenses’in yaşam alanını esas alıp dönemin soylularının hayatından örnekler sunmakta ;  

Bölgede bir de Fresko Müzesi (Galerija Fresaka) var ki, ziyaretçilerin girmesine izin verilmez, diyerek tavrını açık olarak koymuş; iyi, eş dost akraba hısım kendiniz gezin müzenizde.
Merkezde ayrıca Eğitim Müzesi ile 19 yüzyıl Sırp edebiyat dili reformisti Vuc Stefanovic ile Sırbistan’ın ilk Eğitim Bakanı Dositej Obradovic’in anısına tasarlanmış  Vuk ve Dositej Müzesi var; onlara da ben gitmedim.
Merkezde özellikle bizlerin ilgisini çekecek iki yer daha var. Hemen Kalenegdan parkına yakın Bayraklı Camii (Bajraklı Dzamija) ve  Şeyh Mustafa Türbesi. 1575 yılı civarına  tarihlenen Bayraklı Camii’nin kimin tarafından yapıldığı bilinmiyor. Camii, Pasarofça Anlaşmasından sonra 22 yıl boyunca kilise olarak kullanılmış,  Belgrad Osmanlılar tarafından geri alınınca tekrar cami olarak ibadete açılmış.  Belgrad’ın Osmanlıların elinden çıkmasından sonra,  Sırp hükümeti tarafından müslüman cemaate tahsis edilen camii, zamanında 250 civarında caminin bulunduğu Belgrad’ta geriye kalan tek ibadete açık cami imiş. En son 2004 yılında Kosova olayları sırasında saldırı gören Cami, hala ayakta ve Belgrad’taki %3 civarındaki müslüman topluluğa hizmet vermekte imiş. Ben gittiğimde kapalıydı, içini göremedim. Şeyh Mustafa  Türbesi ise, 18 yüzyılda yaşayan Şeyh için yapılmış; Şeyh  geleceği görebilme ve şifa dağıtma yeteneklerine sahipmiş.
Buraya kadar gelmişken buradan Şehrin bohem bölgesi olarak tanınan Skadarlija’ya geçmeniz  çok kolay olur. Hem biraz dinlenirsiniz hem de keyfinize göre kahve, içki, yemek molası verirsiniz. Internette dolanan  Skadarlija ile Paris’in Montmartre’ı arasındaki benzetmeyi esas almayın, hayal kırıklığına uğrarsınız, burası daha çok Montmartre’ın prematür kardeşi gibi… Burası 19 yüzyılda bohem bir atmosfere sahipmiş, sanatçılar, ressamlar, yazarlar… Hatta burada Sırp şair Djura Jaksic’in evi de görülebilir, şimdi ise otel olarak kullanılıyor. 
Hoş, sanırım burada artık sanatçılardan çok aşçılar önemli çünkü şimdilerde daha çok Sırp mutfağının seçkin örneklerini sunan lokantalar, tavernalar, barlar, kafeler  hakim. Belgrad’ın en iyi lokantalarından biri sayılan Seşir Moj (Şapkam) burada, ayrıca Dva Jelena (İki Geyik) , Tri Seşira (Üç Şapka) kayda değer lokantaları…Belki de gece daha çok tadı çıkabilecek bir yer, onun için akşam gezmelerine saklayabilirsiniz. Yani bir bakıma, entel havalı lokanta bölgesi gibi bir yer olmuş, adeta bir Asmalımescit.. 

Burası 400 metre uzunluğunda arnavut kaldırımlı araç trafiğine kapalı bir yol, Cumhuriyet Meydanının (Trg Republike) hemen altında Skardaska Caddesinin etrafında Şehrin eski bir bölgesi… Genelde hep canlı Dusanova Caddesi (Cara Dusana) ile Despot Stefan Bulvarını (Bulevar Despota Stefana)  bağlayan bir  yol.  Bu yolun Dusanova Caddesindeki ucunda Beograd Sebil denilen çeşme bulunmakta, karşıda ise içinde yiyecek,  içecek, çiçek, giyecek dahil, her şeyin satıldığı açık halk pazarı Skadarlija Pijaca  var. Skadarlija’ya yürüyebilirsiniz ama  Dusan Caddesi bitiminde, pazarın önünden 2, 5,10  numaralı tramvaylar geçiyor; Despot Stefan Bulvarındaki ucuna ise,  16, 27 E,  35, 43 , 58, 95, 96 numaralı otobüsler geçiyor.

Şehir içinde uğrayacağımız bir bölge de Savamala… Burası 1830’lu yıllarda Prens Milos  Obrenovic’in Kale ve Osmanlı yerleşimi dışında bir yerleşim merkezi kurulması yönündeki emri nedeniyle yerleşime açılmış, 19 yüzyıldaki ihtişamlı günlerinin ardından mezbeleliğe dönmüş bir alan; yeni yeni restorasyon çalışmaları sürüyor. Bizim Karaköy gibi… Buranın adı Sava ve Türkçe Mahalle kelimelerinin kaynaşmasından geliyormuş… Ana caddesi Karadordeva Caddesi. Bölgedeki barok, art nouveau tarzdaki binalar buranın geçmiş hakkında ip uçları veriyor, şimdi ise ucuz lokantalara,  kafelere,  dükkanlara ev sahipliği yapıyor. Ayrıca burası rakım olarak  Sava Nehrinden aşağıda olduğu için sık sık sel baskınlarına maruz kalmış.  Şehrin merkezinden buraya gelirken, Knez Mihailova’dan aşağıya doğru indiğinizde Şehrin çehresi hemen değişecek, salaşlık, köhnelik gözünüze çarpacaktır, adeta bizim Tahtakale havasında işportacılar, seyyar satıcılar, döküntü dükkanlar arasından Sava nehrinin kenarındaki  Savamala’ya ineceksiniz. Yanınızdan bir sürü göçmen de koşturacaktır çünkü indiğinizde göreceğiniz park da göçmenlere bedava yiyecek ve içecek dağıtılmakta… İki köprü arasındaki (Brarkov Most ve Stari Savski Most) bu bölge bizim için önemli; şehirler arası otobüs ve tren terminalleri burada.  Havaalanından da buraya geliyorsunuz. 
Bölgede bir değişim göze çarpıyor; eski Belgrad Kooperatif binası, çağdaş Sırp mimarisi hakkında bir fikir verirken, klasizim etkisindeki Bristol Oteli, Balkan şehir mimari örneği Manak Evi burada dikkate değer yapılar. Yeni yeni sanat galerileri, lokanta, klüp, bar ve kafeler de buraya canlılık getirmekte. Bu bölgeden geçen otobüs çok, tramvaylar da öyle, bizim hayat kurtaran 2 numaralı tramvayımız da buradan geçiyor.
Ötelere Gidiyoruz
Bu bölümde, yürüyerek gitmekte zorlanabileceğiniz yerler var. Ama buraya kadar geldik, aramızda bir hukuk oluştu, tabii ki sizleri yormayacağım, bildiğim her şeyi anlatacağım, nasıl gidebileceğinizi tarif edeceğim.
Merkezin dışına düşen yerlerden ben Sava Kilisesi, Ada Ciganlija ve Zemun’a gittim. Sizler hızınızı alamazsanız gidebileceğiniz Yugoslav  Tarihi Müzesi (Muzej Istorje Jugoslavije), Çiçek Evi-Tito Anıtı,  Nikola Tesla Müzesi, Beyaz Saray (Beli Dvor), Prens Milos’un Konağı, Avala Kulesi ve ne manaysa Afrika Sanatı Müzesi var.
En yakınından başlayalım… Bir Sırp Ortodoks kilisesi olan ve 12 yüzyılda yaşayan Sırp Ortodoks kilisesinin kurucusu Aziz Sava’ya adanan  Sava Kilisesi.
Meraklısına
Sava nehrinden 64 metre, deniz seviyesinden 134,50 metre yüksekte, Vracar platosunda kurulduğu için nerdeyse şehrin her tarafından görülebilmekte. (Aziz Sava’nın  asıl adı Rastko imiş ve kendisi Nemanjic hanedanının kurucusu Sırp Prensi Nemanja’nın en küçük çocuğu imiş. Hatta 1990-1992 yıllarında Zahumlje’yi yönetmiş ama gençliğinden beri keşişmiş, Hilandar ve Zica manastırlarını kurmuş ve İstanbul Patriği tarafından tanınan ilk Sırp başpsikopu olmuş). Burası, 1595 yılında Osmanlı paşası Koca Sinan Paşa tarafından Aziz Sava’nın kalıntılarının yakıldığı yer olarak kabul ediliyor, o nedenle önemli. Sırp-Bizans  özelliklerini taşıyan kilise içindeki haç, 12 metre uzunluğunda ve Yunan tarzı imiş. İç alanı 3850 m2 olan Kilisenin, dünyanın, hadi o olmadı, Balkanların en büyük ortodoks kilisesi olduğuna dair bilgiler var. 44 metre yüksekliğinde 4 çan kulesine sahip.  Bence 6 yüzyılda yapılan Ayasofya Müzesi (İlk kuruluş olarak kilise), buradan çok daha büyük ve heybetli duruyor. Kilisenin yapım fikri 1878’de ortaya çıkmış ama yapımına ancak 1936 yılında başlanmış; ancak Dünya Savaşı, 1990 dönemi çatışmaları, Yugoslavya hükümet politikası nedeniyle sık sık inşaası kesintiye uğramış,  hala da yapımı sürüyor. Kilise aynı anda 10.000 kişiyi alabiliyormuş, 3 koro bölmesi varmış. Kilisenin altında ise, hazine ve patrik mezarları ve Aziz Prens Lazar Kilisesini  içeren bölümler var.
Sava Kilisesi’nin  bahçesinde, Osmanlılara karşı mücadele eden milli kahramanları Karacorcelakablı Corce Petroviç’in Heykeli var. Kilisenin hemen yanında da Milli Kütüphane Binası bulunmakta.
Sava Katedralinin yanında ise Sava Şapeli var. İlginç, küçük bir kilise.
Meraklısına; Dikkatimi çeken  bir husus da, Türk ziyaretçilerin bir kısmının Sava Kilisesi hakkında ‘Ne kadar da camilerimize benziyor’ yaklaşımı. Evet, camilere benziyor, daha çok da İstanbul’un  fethinden sonra Bizans kültürüyle karşılaşan Osmanlıların yaptığı camilere. Fetih öncesi camilere, Anadolu’nun çoğu yerinde rastlamışsınızdır, neredeyse çatılı, damlı binalardır (Fetih öncesi camilerin en güzel örneklerinden Bursa ve Divriği’deki Ulu Camilerdir bence), fetih sonrası camilerde böyle yuvarlak hatlar, kıvrımlar, kubbeler görülüyor ve cami mimarisi bu yönde evriliyor.
Sava Kilisesi’nde dikkatimi çeken bir şey de ibadet ritüelleriydi; Kilisenin kapısından giren eşikte baş selamı verdikten sonra haç çıkarıyor. Haç çıkarma işlemi baş, işaret ve orta parmakları birleştirip  bazen alna ve dudaklara götürülerek,  bazen de doğrudan alın,  omuzlar şeklinde gerçekleştiriliyor. Kilisenin içine girene kadar bu  merasim bir kaç kez tekrarlanıyor. Ama asıl önemlisi, ikonalar ve freskoların karşısına gelince yapılanlar; reverans yapar gibi hafifçe eğilip yerden bir şey yakalıyormuş gibi kol hafifçe sallanıyor, sonra haç çıkarma işlemi tekrar yapılıyor, sonra ikonalar iki yanağından öpülüyor. Aman o Hazreti İsa, Hazreti Meryem ikonalarını, freskolarını ne öptüler, ne sevip okşadılar, anlatamam; artık günahları neyse, ya da yukarıdan ne istiyorlarsa dönüp dönüp öpüyorlardı, sonra mum yakıyorlardı. Her dinin kendi ritüeli var, hepsinin amacı bir, onun için tuhaf diyemeyeceğim ama bana farklı geldi.
,
Sava Kilisesi’ne, Terazije’den dümdüz Trg Slavija’ya kadar yürüdükten sonra Kralja Milana’dan devam ederek ulaşabilirsiniz, uzun bir yürüyüş olur.  Otobüs ya da tramvayla gitmek isterseniz, 9,10, 14,30,31,33,39,42,47,48,59,78,E7,E9 numaralı otobüs veya tramvaylar sizi oraya götürecektir. 2 numaralı tramvay ise, Trg Slavija’dan geçmekte.
Bu bölgede,  Taş Meydan’a doğru giderseniz Krunska üzerinde Nikola Tesla Müzesi var. Nikola Tesla, Belgrad’ın gurur kaynağı, Havaalanına bile ismini vermişler. 1856 yılında Smilijan’da doğan  Tesla, 1943 yılında New York’ta ölmüş. Yani Belgrad’la pek alakası yok ama alternatif akım, yüksek frekans, uzaktan kumada, radyo dalgaları gibi bir çok konuda çalışması bulunan Tesla, Belgrad’ın fahri hemşerisi gibi… Müzede kendisine ait eşyalardan bilimsel çalışmalarına kadar geniş bir seçki sergileniyormuş. Ben Müzeye bilerek gitmedim; hem artık Belgrad’taki müzelerin açık olup olmadığını anlayamıyorum hem de bilimle aram hoş değil, ne anlarım o deneylerden, aletlerden…
Artık biraz doğayla bütünleşme, biraz nehir keyfi sürme zamanı. Aga Ciganlija’ya da gitmeden olmaz. 16 nehir adasından biri olan ve 7 kilometre uzunluğundaki Ada Ciganlija, yanındaki Ada  Medica ile birlikte 800 hektarlık bir alanı kapsıyormuş. Most Gazela Köprüsü’ne yakın olan Ada içinde 4-6 metre derinliğinde, 4,2 km uzunluğunda bir de göl var ve bir sürü plaj. Burası yazın hayat bulan bir yer; plajları, spor alanları, barları, lokantaları ile gayet canlı bir dinlenme alanı iken kışın sadece yürüyüş yapılan bir park. Ada, yapay bir uzantı ile karaya bağlanmış. Her mevsim güzel derler ya, öyle  bir yer, kışın da kendine özgü bir güzelliği var. Hemen şehrin yanı başında. Ama yürüme mesafesi değil. Radnicka üstündeki Ada bağlantısına,  23, 37,51,52,53,55,56,58,85,89,91,92,511,551 numaralı otobüslerle gelebilirsiniz. Kışın  hava iyiyse yürüyüş yapacak kadar zaman yeterli ama yazın tüm günü geçirebileceğiniz bir yer.

 

Şehrin ana kısmında gezdiğim yerler bunlar. Şehre 16 kilometre uzaktaki Avala Kulesi’ne gitmedim, 511 metre yüksekten şehri seyretme imkanı sunuyormuş ama kış havasında göz gözü göremezken bu sis pus içinde 16 km öteden göreceğim pek bir şey olmaz diye düşündüm. Kulenin yanında 1934-1938 yılları arasında inşa edilmiş Meçhul Asker Anıtı da bulunmaktaymış. Ayrıca  Dedinje bölgesindeki Yugoslavya Tarih Müzesi, Çiçekler Evi olarak da geçen Tito  Anıtı da gitmediğim yerler arasında. 1918-2006 yıllarında varlığını sürdüren  Yugoslavya’nın tarihi ilgi çekici olabilirdi.  Çiçeklerevi ise, 1975 yılında Tito’nın hizmeti için yapılan bir yer ancak Tito’nun mezarını da içermekte.  Dvorski Kompleksi ve Prens Milos’un Konağı da aynı bölgede Topciderski Parkı’nda yer almakta.
Şimdi Novi Beograd’a (Yeni Şehir)  geçelim ve  oradaki Zemun bölgesine.
Meraklısına; Burası Belgrad’ı oluşturan 17 belediyeden biri, önem kazanması 100 yıl önce Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun etkisiyle olmuş. Gerçi eski ve orta taş çağlarında avcı ve toplayıcı topluluklara ev sahipliği yaptığı yönünde bulgular var; tarımla uğraşan toplulukların ilk yerleşimi de MÖ 6200’e kadar gidiyormuş. Hatta Avrupa’da ilk işlenmiş bakır objesi olarak kabul edilen insanımsı bir figür olan Vinca Leydisi de Zemun’da bulunmuş. MS 1 yüzyılda Keltler’in bu bölgede Taurunum isimli bir kent kurduğu biliniyor. Daha sonra Roma, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluklarının idaresine giren bölge, 18 ve 19 yüzyılda önemli bir ticari merkez haline gelmiş. Bu arada 18 yüzyıl sonunda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Belgrad’ı Zemun’a bağlayınca Zemun birden başkent olarak bulmuş kendini. 1918 yılında Sırplar, Hırvatlar,Slovenlerin oluşturduğu yeni bir krallığa bağlanan kent, 1934 yılında  tekrar Belgrad’a bağlanmış. Bu nedenle Balkan havasından çok bir Orta Avrupa görünüme sahip bir bölge burası.  Bir ara mafyalarıyla ünlü olan bölge, şimdi şirin bir sahil kasabası, eğlencenin dibine vurulan bir merkez havasında. Burası yüzen barları, kafeleri, ünlü lokantalarıyla adından söz ettiriyor.
Bense Zemun’da  karşımda akan Tuna Nehri ve kıyılarını yaladığı Veliko Ratno Ostrvo Adası manzarası eşliğinde içtiğim Türk kahvesini hatırlayacağım. Bu arada Belgrad’ta bazıları özel Belgrad kahvesi diyor, bazıları Türk kahvesi diyor ama bizim kahvemizi büyük fincanlarda içiyorlar.  
Zemun’da Aziz Oca Nikolaja Kilisesi,  Blazene Device Marje Kilisesi, Bogorodicna Kilisesi var. Ayrıca yahudi cemaati azalınca önce kültür merkezi, sonra lokanta yapılan bir sinagog.  Öte yandan burada, Osmanlı hakimiyeti döneminden kalan tek yer, 17 yüzyıldan kalma Prens Savoylu Eugene’in kaldığı ev ilginç olabilir. 1762 yılında yapılan Kalamata ailesine ait ev de tarihi olaylara ev sahipliği yapmış bir yer. Ama buranın en önemli yeri, eski adı Janos Hunyadi Kulesi olan Milleniyum Kulesi … Gardos bölgesinde olan ve 1896 yılında önceden burada bulunan bir kale burcunun yerine yapılan Kule, Macar hakimiyetinin kutlamaları için düşünülmüş.  200 dinara girilen Kulenin tek numarası, döner merdivenlerle çıkılan terastan görülen manzara… Ama puslu havada ne gördün desen, son baharın sisli tonları derim, ilerde hayal meyal Belgrad’tan kilisenin kuleleri… Kalenin bir yanı gözünüze çarpsa da hakim olan resim sonbahardı, güzel miydi, evet güzeldi… Kulenin girişinde Cubrilo Sanat Gelerisi de bulunmakta, ilgilenirseniz.
Buraya  Brankov Most Köprüsü’nden geçip Nikole Tesla Bulvarı’ndan devam ederek gelebilirsiniz;   bu rotadan gelen 15,84, 704E, 707 numaralı otobüsler sizi Zemun’a getirecektir. Yeni Şehire bu rotada geldiğinizde, görülecek bir müze var:  Çağdaş Sanatlar Müzesi (Muzej Savremene  Umetnossi)… 
Buraya gelmişken Novi Beograd’a da bir göz atmakta fayda var. Burada göze çarpan birbirinin aynısı üç gri gökdelen… Bence görüntü kirliliği… Burası ağır sanayi bölgesine de bir geçiş.  Ancak burada ayrıca sanatçı grupları da yaşamakta. Çin Mahallesi ve ünlü bir bit pazarı var. Bu bölgenin belki de en ilginç yanı alışverişleriniz için düşüneceğiniz AVM’ler. Hemen Brankov Most Köprüsü’nün  yeni şehire girdiği yerde bulunan Usce AVM bunlardan biri; ben bir tek buna gittim.  78 numaralı otobüsle tam önünde inersiniz. Ama bölgede Mercator AVM ile Delte City AVM’de var.
Usce Parkı çok güzel bir alan, bol ağaçlı, yürüyüş ve bisikletle gezme yolları var, Çağdaş Sanatlar Müzesi’ne kadar uzanıyor. Bu alanda bir çok lokanta, cafe, bar var, neredeyse hepsi kapalı bu mevsimde. Bu tarafta ve karşı kıyıda yaza hazırlanan yüzen barları görebilirsiniz.
Şehri Gezerken
Sırplarla ilişkilerimizde önyargılar hakim. Nedenleri de vardır elbet. Örneğin, 1961 yılında Nobel ödülü alan Sırp kökenli Ivo Andric’in Drina Köprüsü, zalim Türk imajını pekiştiren bir roman. Eh, yüzyıllar süren Osmanlı hakimiyeti de güllük gülistanlık geçmemiştir elbette, geriye bazı ön yargılar kalmıştır. Sırplar hakkında ön yargılarda, yakın tarihteki acılı olaylarla beynimize kazınmış olmalı; soğuk, donuk, hatta acımasız.  Gezdim, dolaştım,  yedim, içtim ve gördüm ki,  birbirinden farklı ama bir o kadar da benzer insanlarız. Mesela bir sürü ortak kelimemiz var: Çok bariz olarak ‘haydi’ kelimesini kullanıyorlar, ayrıca konak, badem,  şal, torba (çanta anlamında) …  E, Avrupa’da alaturka tuvaleti başka nerede görebilirsiniz ki. Sonra sokak kedileri; belki bir Cihangir kadar abartılı değil ama şehrin parçası olacak kadar fazla diyelim. Ve beyaz peynir, kalıp kalıp, çeşit çeşit beyaz peynir.
Koca şehir, türlü türlü insan yaşıyor elbette.  Habis ruhlarla da karşılaştım (bir otoparktan geçerken bekçi bariyeri neredeyse üstüme indiriyordu, kahkahalar atarak), yardımsever  insanlarla da (geleneksel yolumu kaybetmelerimin birinde, navigasyondan otelimi bulup hiç üşenmeden beni otele götüren kişi mesela).  Sonra taksi şoförü; kafam zaten bir dünya, Euro ve dinarı karıştırınca, beni havaalanına götüren şoföre bahşiş olarak verdiğim 200 Euroyu bana, Ankara’ya ulaştıran şoför ve otel çalışanları için ne desem az.
Belgrad’ta bir çok Türk markası var ama Türkçe olarak  Kahramanmaraş dondurması yazısını görünce, Belgrad’ta yoğun bir Türk nüfusu olduğunu düşündüm. Bu arada AVM’lere gittiğiniz de (ya da Kneze Mihailova’da) LC Waikiki, Coton, Little Big, Tudors, hatta çakma koku dükkanı D&P ile karşılaşabilirsiniz.
Gezilerde heyecan arayanlara müjde; her yerde büyüklü küçüklü kumarhane var, hatta bir iki makinelik yerler bile var. Kapalı yerlerde sigara içilebiliyor, Türkiye’nin o günlerini unutmuşum,  şaşırdım. Kafana denen meyhane, tavernaları var, müzikler farklı olabilir ama eğlence aynı.

Yemekler ise, et ağırlıklı. Knez Mihailova üstündeki Kolarac’ta ‘ cevabcici su lukom’ dedikleri bizim İnegöl köfte benzeri bir köfte yedim;

Skardarlija’daki lokantaların çoğu tavsiye ediliyor, ben  Dva Jelena’ya gittim, içi peynir ve kremalı, dışı pastırma sarılı tavuk yedim, krema ve peynire rağmen bu da kuruydu. Belki  Belgrad’taki en güzel yemek, otelimle aynı sokakta, Marsala Birjuzava üstündeki otantik havalı Mikan’da yediğim etti. Burada at eti de servis ediliyor ama benim hiç işim olmaz atla, eşekle.

İçecek olarak tüm Balkanlarda rastlayacağınız, oraların aromalı rakısı diyebileceğim rakiyayi deneyebilirsiniz. Ben ballısını sevdim.

Alışveriş

Yeni şehirdeki alışveriş merkezlerini geçiyorum. Benim tek tavsiyem Kneze Nihaliova’daki Sırp El Sanatları satan toplu satış yerleri. Biri turizm danışma bürosunun hemen yanında. Burada türlü Sırp el işi eşyalar (seramik, cam, örgü işleri, rakiya, şarap) bulabileceğiniz gibi, silahtan porselene, çeşitli antika eşyalar da bulabilirsiniz.

Peki, Belgrad’a Yine Gelinir mi
İşte zor kısım. Belgrad kendi başına nefis bir şehir, doğayla bütünleşmiş havasına kayıtsız kalmak mümkün değil. Ama gezmesi zor bir şehir. Belki kış yanlış bir dönemdi.
Şimdi soruyu tekrar bir düşünelim. Belki şöyle cevaplayabiliriz;
Doğa harika ama Avrupa’nın yeni eğlence merkezi olarak reklamı yapılan bir yerin, kışın şalteri kapatması çok makul görülecek bir şey değil (Berlin, Amsterdam, Londra, Paris gibi diğer Avrupa eğlence merkezlerinin kış halini düşünün). O ünlü yüzen barların hepsi ıskartada, tadilat görüyor. Bazı müzeler ve kiliseler tadilatta. Nehirler şehri olan Belgrad’ta nehir turları (kışın) yapılmıyor. Turistlerin kurtarıcısı turistik otobüs turları yok. Şehir orman ve nehirle bütünleşmiş durumda ama toplu taşımacılık yetersiz olduğu için bu ağaçlık arazide bir yerden bir yere ulaşmak oldukça yorucu olabiliyor  Eğlenceymiş; az geldi İstanbul’un, Ankara’nın, İzmir’in eğlencesi de buralara taşınacağız. Ada Ciganlija’da yüzme keyfi ise başka konu; Akdeniz’in mavi, berrak sularını bırak gel buraya, Sava’nın bulanık sularında yüz, bravo, iyi plan. Kısacası, Belgrad mı? Sanmıyorum.
Ya da;
Belgrad, çok acılar çekmiş bir şehir, haklısını haksızını düşünmek anlamsız, acıdan payını almış, şimdi kendini yeniden kurmaya çalışan bir yer, hem de bunu eğlenerek, hayata keyifle bakarak yapıyor. Ortak ne kadar çok şeyimiz var, şaşarsınız, öyle tanıdık şeyler yaşayabilirsiniz ki, ben hep buradaydım diyebilirsiniz. Hem bildik, hem değişik lezzetler hoşunuza gidecek. Hem tanıdık, hem farklı ezgilerde efkarlanıp neşeleneceksiniz. Ayrıca yetmedi mi gördüğünüz müzeler, katedraller, kaleler; bu sefer de bunları görmeyiverin, Belgrad’ın verecek bunlardan fazla şeyi var.  Eminin gelecek yazdan aklınızda kalan  bilmem ne zamanından kalma bir kutsal kitap ya da bir kilise freskosu olmayacak. Ama belki de temmuz sıcağında içiniz ısınırken ayaklarınız Tuna’nın serin sularında, gözlerinizde huzurlu bir dalgınlık, içinizde bir Balkan havası ‘bugün güzel bir gündü’ deyişinizi hatırlayacaksınız gelecek yazdan.
Tercih sizin…

 

1 COMMENT

Yorumunuzu Buraya Yazabilirsiniz

Yorumunuzu Giiniz
Please enter your name here