ANA SAYFA Blog Sayfa 5

Pinnawala Fil Yetimhanesi: Sri Lanka

Pinnawala

Hint Okyanusu’nun incisi olarak bilinen Sri Lanka’nın başkenti Kolombo’da düzenlenen Uluslararası Yükseköğretim Kalite Güvencesi Ajansları Ağı (INQAAHE) toplantısına katılacağımı öğrendiğimde yaşadığım heyecan inanılmazdı. İlk defa bu kadar doğuya gidecektim.

İslam inancına göre Hazreti Adem cennetten kovulunca Sri Lanka’ya indirilmiş, Sri Lankalılar Hazreti Adem’in dünyaya yabancı olmasın diye cennetten bir parça olan bu topraklara indirildiğine inanıyor. Hazreti Adem’in dünyaya indirilmesi anlatılırken Serendip – beklenmedik şeyler ülkesi (serendipity–“hoş tesadüf”, “beklenmedik anda gelen mutluluk”), çay deyince Seylan olarak bildiğimiz Sri Lanka tropik ormanlarla kaplı ve Hindistan’ın güneyinde yer alan küçük bir ada. Yaklaşık 450 yıl Seylan olarak anılan ülkenin bu isminin anlamı, bir rivayete göre nehirlerin taşmasıyla meydana gelen sellerden dolayı “akmak” anlamından gelmektedir. Seylan, 1972’ye kadar ülkenin resmî ismi iken, bu tarihte Budistlerin de baskısı ile “Kutsal Toprak” anlamında Sanskritçe bir ifade olan “Sri Lanka” olarak değiştirilmiş.

Tüm Asya ülkeleri gibi Sri Lanka da uzun bir sömürge tarihine sahip. İlk olarak 1505’te Portekizlilerin ardından 1638’de Hollandalıların sömürge süreçlerini yaşamış. İngiliz sömürge idaresi ise bu topraklara 1796’da gelmiş. İngilizlerin izleri ülkede hâlâ canlı aslında. En çok çayı, baharatları ve değerli taşlarıyla ünlü bir ülke. Sri Lanka’nın tarihi yaralarla dolu. Hükümet güçleri ve Tamil Kaplanları arasında uzun yıllar süren savaş (1983–2009) Tamil Kaplanlarının kaybetmesi ile son bulmuş ama yaşanan bu çok çetin iç savaş, bu cennetten parça beldeyi tarumar etmiş, turizm ile yaralarını sarmaya çalışan Sri Lanka’nın 2012 yılında ziyaretçi sayısı sadece 450 bin iken, 2018 yılında 2,3 milyona ulaşmış. Çok daha büyük bir sıçrama yapmayı planlıyorken, 29 Nisan 2019’da gerçekleştirilen ve 260 kişinin ölümüyle sonuçlanan terör saldırısı bu süreci olumsuz etkiledi.

Sri Lanka sadece çayları ile değil, değerli ya da yarı değerli taşları (ametist, akik, blue topaz, ay taşı, yakut gibi), baharatları, tropikal meyveleri ve tabii tuk tuk denen ulaşım araçları ile de ünlü. Tuk tuk motosiklet ile taksi arası, yani motosikletli taksi.

Sri Lanka’da din çok önemli. % 70 Budist, % 20 Hindu, % 8 Müslüman, % 2 Hristiyan ve diğer dinlere mensup bireylerden oluşuyor. Aynı sokakta kilise, cami, Hindu ve Budist tapınakları yan yana. En önemli özellikleri, bütün inançlara aynı derece saygı gösteriyor olmaları. Sizden de aynı oranda saygı bekliyorlar. Bu ülkede her şey bir öğreti. Tapınaklara ayakkabısız girmek, lotus (nilüfer) çiçeğini ellerinde incitmeden tutmak, fillerin canlarını yakmıyorsan sana saldırmadığını, tam tersine elinden meyve yediğini görmek gibi.

Lotus (nilüfer) çiçeği, birçok Doğu kültüründe büyük sembolik ağırlığa sahiptir ve dünyanın en kutsal bitkilerinden biri olarak kabul edilir. Nilüfer çiçeğinin diğer bitkilerden farklı bir yaşam döngüsü var. Kökleri çamura saplanmıştır. Her gece nehir suyuna dalar ve çamurda sığınak bulur, ertesi sabah, yapraklarındaki mumsu koruma tabakası nedeniyle, mucizevi bir şekilde pırıl pırıl yeniden çiçek açar. Pek çok kültürde bu süreç, çiçeği yeniden doğuş ve ruhsal aydınlanma ile ilişkilendirilir. Günlük yaşam, ölüm ve yeniden ortaya çıkış süreciyle, çiçeğin böyle bir sembolizme sahip olmasına şaşmamalı. Bir nilüfer tohumu susuz binlerce yıl dayanabiliyor ve iki yüzyıl sonra filizlenebiliyor. Çiçeğin bu büyüleyici yaşama isteği hayranlık verici değil mi?

Bu anlamlardan dolayı nilüfer çiçeği, bazı kültürlerde sıklıkla ilahi figürlerin yanında görülür. Mısırlılar için çiçek evreni temsil ederken, Hindu kültüründe tanrı ve tanrıçaların nilüfer tahtlarında oturduğu söylenir. Bir efsaneye göre, Buda, yüzen bir nilüferin tepesinde görünmüş ve bebek Buda’nın bastığı her yerde bir nilüfer çiçeği açmış. Nilüfer çiçeği, renklerine göre de farklı anlamlar taşıyor. Beyaz bir nilüfer çiçeği, zihnin ve ruhun saflığını; kırmızı olanı, şefkat ve sevgiyi ifade ederken, mavi nilüfer çiçeği sağduyuyu, bilgeliği ve mantığı ifade ediyor. Pembe nilüfer çiçeği, Buda’nın tarihini ve Buda’nın tarihi efsanelerini; mor bir lotus çiçeği maneviyat ve mistisizmi ifade ediyor. Son olarak, altın nilüfer çiçeği ise özellikle Buda’da tüm başarılarını temsil eder.

Tabii ki Sri Lanka ile ilgili anlatılacak o kadar çok şey var.  Ancak altı gün kaldığımız Kolombo’yu toplantıdan kalan zamanlarımızda gezmeye ve tanımaya çalıştık. Ancak, program düzenleyicilerin hazırladığı bir günlük gezi turunda Pinnawala Fil Yetimhanesi ile Keleniya Tapınağı bizim inanılmaz bir gün geçirmemizi sağladı. Bu yazıda sadece Pinnawala Fil Yetimhanesi’ni anlatacağım.

Detaylı Sri Lanka Gezi Rehberi-Hint Okyanusu’nun İncisi yazımızı linkten okuyabilirsiniz.

Pinnawala Fil Yetimhanesi

Dünden bugüne pek çok kültürde, iyi şansın sembolü olarak kabul gören, cüsseleri büyük ancak bu cüsselerine rağmen son derece duygusal olan fillerin, insanlara benzer duygulara sahip oldukları biliniyor. Filler, antik Çin’de güç, bilgelik, doğurganlık ve dayanıklılığın sembolü olarak kabul edilirken, Hindu düşünce şekline göre ise, kadim bilgi, bilgelik, hafıza, yetenek, sağlık, doğurganlık, korunma, güç ve şansı sembolize eder. Çin, Hindistan ve Afrika ülkelerinde fil kraliyet gücünün amblemini taşır. Hükümdarların savaşlarda filleri kullanması, fillere ve fil simgesine önem vermesi ve aralarında hediyeleşmede en azından bir kere de olsa fil sembolü olan bir eşya göndermesi bu nedenle olsa gerek. Fil Buda’nın da yedi hazinesinin biri ve Budizm’de kutsal olarak sayılıyor.

Fil, diğer kültürlerde kutsal kabul edilmese bile harikulade oldukları düşünülür ve hayranı çoktur. Harold Pearl ile Helen Aberson’ın kitabından ve 1941 yapımı animasyondan 2019 yılında yeniden uyarlanan Dumbo filminin konusu olan yeni doğmuş, koca kulaklı sevimli fili nasıl unutabiliriz. Kim bilir kaçımız sevdiklerimize fil hediye ettik? Kim bilir kaçımızın evinde duvarımızda/kapılarımızda asılı ya da sehpalarımızda/dolaplarımızda duran fil bibloları bulunuyor? Günümüzde fil özellikle ev dekorasyonunda bilgelik ve pozitif şansı temsil ediyor. Tabii ki, fil dişinden yapılmış fillerden ve hediyelerden uzak duruyorum. Her gün fildişi için yaklaşık 100 filin öldürüldüğünü biliyor muydunuz?

Sri Lanka’dan birkaç hediyelik eşya alayım derseniz, her şeyin fillerle ilgili olduğunu görüyorsunuz. Çünkü bu ülkede filler çok önemli.

Sri Lanka’da bu heybetli hayvanlar için bir de yetimhane bulunuyor. Pinnawala Fil Yetimhanesi’ne giderken çok heyecanlıydık tabii ki.

Bu yetimhanede, ülkenin dört bir yanından toplanan bir şekilde ailesini (filler aile olarak yaşıyor ve aile olarak ölüyorlar, bir anne fil kendi yavrusu dışında başka bir yavru filin bakımını asla üstlenmiyor) ya da yolunu kaybederek yalnız kalmış, avcıların elinden kurtarılmış, mayın patlaması ya da farklı nedenlerden yaralanan, hastalanan ve çeşitli yerlerden nakillerle gelen filler devletin bakımı altında yaşıyor.

Ormanda kaybolmuş yetim bebek fillerin ya da yaralı yetişkin fillerin çiftçilerin çeltik tarlasına girip, ortalığı talan etmeleri üzerine çiftçilerin mağduriyetini önlemek amacıyla kurulan yetimhanenin amacı bu filleri tekrar hayata tutundurmak olmuş.

Sri Lanka Yaban Hayatı Koruma Bakanlığı tarafından başkent Kolombo’ya 112 kilometre uzaklıktaki Rambukkana kentine bağlı kasabada Maha Oya Nehri’ne bitişik 25 dönümlük bir hindistancevizi arazisinde kurulmuş, 1978’de yetimhane Ulusal Zooloji Bahçeleri tarafından Yaban Hayatı Koruma Bakanlığı’ndan devralınmış. 5 küçük file ev sahipliği ile başlayan süreç, zaman içerisinde sayı artmış yetimhane bugün çoğunluğu dişi olan 93 file ev sahipliği yapmakta (http://nationalzoo.gov.lk/elephantorphanage).

Yetimhanede 50 bakıcı çalıştırılırken filler, özel bir güvenlik birimi tarafından korunuyor. Bakıcılar “Mahut (mahout) – fil eğitmeni” olarak isimlendiriliyor. Mahut, bir aile mesleği ve bir mahout fil bakımına çocukken başlıyor ve hayatı boyunca tek bir hayvanla çalışıyor. (https://tr.qaz.wiki/wiki/Mahout)

Pinnawala’daki birkaç dönümlük bir alanda gün boyunca sürü halinde serbestçe dolaşması ve çiftleşmesi için fillere fırsat tanınıyor. İlk bebek fil 1984 yılında doğmuş, bugün ise üçüncü kuşak torunları bulunuyor.

Günde iki kez yapılan beslenmede turistler de bakıcılara yardımcı olabiliyor. Filler, öğleden önce ve sonra yetimhaneye 400 metre uzaklıktaki Maha Oya Nehri’nde su içmeleri ve banyo yapmaları için getiriliyor. Günde iki kez, 400 metrelik yolu, o koca cüsseleriyle salına salına hediyelik eşya satan dükkanların önünden gidişleri var ki görmeye değer. Biz de sabah rutinlerini izledik.

Filler muz yaprağı ve bambu yiyorlar genellikle. Ancak, meyvelere de hayır demiyorlar. Yetimhanedeki bebek filler süt ve meyve ile beslenirken, yetişkin bir fil günde 50 kilogram ot, ince dal, yaprak ve meyve yiyip, yaklaşık 200 litre su içiyor. Eğer isterseniz, buradan bir fil evlatlık edinerek, yıl boyunca tüm masraflarını karşılayabilirsiniz. Ama yanınıza alıp götürmek yok, sizin adınıza burada bakımı yapılıyor.

Pinnawala Fil Yetimhanesi bir çok bilim insanının ya da aktivistlerin dikkatini çekmiş, bir çok araştırma yapılmış, hakkında önemli sayıda kitap ve araştırma makalesi birkaç dilde yayınlanmış. Pinnawala’daki filler profesyoneller ve amatörler tarafından bir çok kez filme alınıp, videoya çekilmiş, fotoğraflanmış. Kuşkusuz, bunların içinde Pinnawala Fil Yetimhanesi’ni öven, destekleyen görüşler olduğu gibi, kesinlikle karşı çıkan ve eleştiren görüşler de var. “Sri Lanka’daki Pinnawala Fil Yetimhanesini neden ziyaret etmemelisiniz?” başlıklı paylaşımlarla karşılaşabilirsiniz. Parkta dolaşırken, şahit olunan fillere davranış biçimini onaylamayanlar olduğu gibi, fillerin zincirlenmesini doğru bulmayanlar da var. Filelerin bazılarının suda uzanmaya zorlanmaları da diğer bir eleştiri konusu. Ancak, Pinnawala Fil Yetimhanesinin filler için ideal bir ortam olmasa da hayvanlar için güvenli bir sığınak sağladığına inananların sayısı oldukça fazla. Beyaz okul kıyafetleri ile öğretmenleri ile birlikte yetimhaneyi seyreden öğrencilerin heyecanı da görülmeye değerdi.

Yol boyunca kortej halinde ilerleyen filleri izlemek, yemek yemelerine ve nehirde banyo keyfi yaparken görmek oldukça keyifli ve inanılmaz bir deneyimdi. Şu an salgın (Covid-19) ile nedeniyle geçici olarak ziyaretçilerin filleri beslemesine izin verilmiyor.

Son Söz

Bağımsızlığını kazanmadan önce Portekiz, Hollanda ve İngiltere egemenliğinde kalan Sri Lanka’da antik kentler, Budist tapınakları ve UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ndeki tarihi yerleri görmek için tekrar ziyaret edeceğim Sri Lanka’yı. Sri Lanka dönüşü yaşama bir başka açıdan bakmayı öğrendim. Yoksulluk, açlık çok belirgin ama herkes mutlu ve son derece saygılı. İç savaşın yıprattığı bir çok şeyde zarara uğramış bu ülkede tek zarar görmemiş şey galiba insanların yüreğindeki cömertlik ve temizlik. Ben bu ülkeden ve insanlarından çok etkilendim. Andrew McCarthy’nin dediği gibi “ne kadar uzağa gidersem kendime o kadar çok yakınlaşıyorum.”

Pinnawala Fil Yetimhanesi ise sanki insanlığın günah çıkardığı bir yer gibi, ailesi ölen, ormanda yaralı bulunan, avcılar tarafından yaralanan, terör saldırılarından etkilenen fillerden başka bir deyişle, insanın zarar verdiği bir canlıya, yine insanların özür dilediği bir yer gibi.

Yararlanılan Kaynak
Berkmoes, R. V., Mahapatra, A. Mayhew, B. & Stewart, I. (2018). Sri Lanka travel guide. ISBN: 9781786572578

Visits: 3

Laos Gezi Rehberi: Bin Filin Ülkesi

Laos

Güneydoğu Asya’nın henüz bakir, yozlaşmamış, sakin, huzurlu ülkesi Laos son yıllarda diğer Hindiçin ülkeleri kadar olmasa da, turistlerin ilgisini çekmeye başlamıştır. Denize kıyısı olmayan küçük ülkesi Laos, Türkiye’nin üçte biri büyüklüğünde, altı milyon nüfuslu bir ülke. Laos  Tayland, Çin, Vietnam ve Kamboçya ile sınır komşusudur. 

Laos kendi dillerinde “Bin Filin Ülkesi” anlamına geliyor. Ülkede 2000 den fazla fil varmış. Ülke topraklarının 3/4 den fazlası dağlık. Dünyanın en fakir ülkelerinden. Çin, Vietnam, son yıllarda da Japonya’dan yardım alıyor. Ülkenin topraklarının % 5’inde yapılan tarımla, nüfusun % 80’i geçiniyor. 2005 yılından itibaren liberal politikalara geçilmiş. Hatta 2011 de borsa bile açılmış. Asgari ücret 70 Amerikan Doları. Öğrenim paralı, notları iyi olan çalışkan çocuklar veya torpilliler üniversiteye gidebiliyor. Sağlık hizmetleri paralı, devlet memurları ücretsiz yararlanabiliyor. Özel kliniklerin çok pahalı olduğunu söylüyorlar. Zengin aileler sağlık sorunlarında Tayland’a gidiyorlarmış.

Meraklısına
Laos’u gezmeden önce Çinhindi ve Mekong Nehri’ni bilmek önemli. Hindiçin veya Çinhindi ülkeleri Güneydoğu Asya da; Çin’in güneyi, Hindistan’ın doğusunda. Bu ülkeler Myanmar, Tayland, Malezya’nın kuzeyi (yarımada Malezya’sı), Laos, Kamboçya ve Vietnam. Ama tarihi süreçte Çinhindi kavramı genelde Fransız sömürgesi olan Kamboçya, Laos ve Vietnam için kullanılıyor. Çinhindi ülkeleri için Mekong Nehri ve deltası çok önemli.

Mekong Nehri Güneydoğu Asya’nın en uzun, dünyanın onuncu uzun nehri (4200 km). Tibet’ten 5000’li rakımdan doğuyor. Çin-Myanmar-Laos-Tayland-Kamboçya-Vietnam yani altı ülkede akıyor. Yaklaşık 3000 metre yükseklikteki kayalık boğazlar arasından geçerek Laos’a giriyor. Dünyanın en geniş çağlayanlarını oluşturuyor (yaklaşık 10 km). Kamboçya’dan geçtikten sonra Vietnam’ın güneyinden Güney Çin Denizi’ne dökülüyor. Nehrin geçtiği topraklar verimli. Laos ve Kamboçya’nın başkentleri nehir kıyısında.

Bu bölgenin 6 ayı yağışlı, 6 ayı kuru mevsim. Bu bölgede kış mevsimi yok. Bu nehrin bir özelliği ters akabilmesi. Nisan ayında sıcaklık artması ile Himalayalar’da karların erimesi, mayısta Musonlarla gelen yağmurlar, bu nehre katılan irili ufaklı derelerin ve bu nehrin taşmasına neden oluyor. Pek çok köye ulaşım sağlanamıyor. Mekong Nehri  Kamboçya’da Tonle Sap Gölü ile buluşuyor. Fazla sularını buraya boşaltıyor. Tonle Sap Güneydoğu Asya’nın en büyük gölü olup, bu esnada 3-4 misli büyüyor. Kasım ayında Himalayalar’da don oluyor, Mekong’a akan su azalıyor. Muson yağışları bitiyor. Akarsu artık yatağında akmaya başlıyor. Su seviyesi nehirden yüksek kalan gölün suyu Mekong’a, oradan Güney Çin Denizi’ne gidiyor. Bu olayın dünyada bir benzeri yok.

Mekong Nehri ilginç bir drenaj sistemine sahip. Nehrin suyunun kapladığı alan Türkiye’nin yüzölçümü kadar. Daha önce bahsettiğimiz altı ülke bu nehrin kısmen de olsa havzasında. Bu havzada 60 milyon kişi yaşıyor. Nehirde birçok endemik canlı var. Ayrıca özellikle Laos’da fazla olan hidroelektrik santralleri ile bu bölgenin enerji ihtiyacı karşılanıyor.

Laos 1989 yılına dek tüm ziyaretçilere kapılarını kapatmış. Yeni yeni dışarı açılan bir ülke. 2002 yılına dek yerli pop grupları da yasakmış. Neden halkın manevi olarak kirlenmemesi… Tek partili sosyalist bir cumhuriyet ile yönetiliyor.

Fransa’nın Hindiçin’deki sömürgelerini kaybetmesinden sonra, Amerika Kamboçya, Laos ve Vietnam’ın komünist olmasını önlemek amacıyla 1961 yılında Komünist akımlarla savaşmak üzere 11.000 kişilik bir gizli ordu kurulmasını onaylar. Bu ordunun askerleri Laos’taki Hmong azınlığından seçilir. 1962 yılında imzalanan Cenevre Anlaşması gereği bu ordunun dağıtılmasına karar verilir. CIA orduyu desteklemeye devam eder. Ordunun varlığı Amerikan Kongresi’nden gizlendiği için bütçeden kaynak aktarılamaz. Asker sayısı 30.000’i geçince CIA bölgede uyuşturucu yetiştirilmesi ve satılmasını teşvik eder. Gizli ordunun Generali Vang Pao’nun kendi laboratuvarında ürettiği eroin Amerika’da satılan ilk markalı uyuşturucudur. Eroin üretim ve sevkinde Taylandlı gönüllüler ve dağılan Çin kuvveti askerleri de rol alır. CIA, Burma afyon yetiştirmek için uygun bir yer olduğundan oradan da afyon alır. Burma, Laos, Çin ve Tayland’ın dağlık bölgeleri CIA’nin uyuşturucu üretim merkezi haline gelir. Bölge altın üçgen olarak anılmaya başlar. CIA dünyanın en büyük gizli ordusunu Amerikalılara uyuşturucu satarak finanse eder. Operasyonlara 1973 yılında ABD’nin Vietnam’dan çekilmesi ile son verilir. Gizli ordunun mensuplarından Amerika’ya kaçamayanlar 30 seneyi mülteci kamplarında geçirirler. Bu arada ek bilgi ABD 1974 ‘te Türkiye’ye afyon üretimini kontrol etmediği gerekçesiyle ambargo koymuştu. Uzakdoğu afyon tüketimi ile bağlantısı daha derin bir araştırma konusu olsa gerek.

ABD 1964-1973 yılları arasında her sekiz dakikada bir Laos’u bombalamış. Bu yıllarda yüzlerce yeni bomba denemiş ve geliştirmiş. Bu bombaların çoğu içinde 600 küçük bombanın bulunduğu küme bombaları. Bunların bazıları patlamaya ayarlanıyor. Patlamayanlar daha sonra bölgede yaşayan sivil halk için büyük tehlike teşkil ediyor. ABD 1997 yılına dek atılan bombaların yerini vermeyi reddetmiş. Bu nedenle savaş bittikten 20 yıl sonra bile bombaların civarında yaşayan Laoslular ölmeye devam etmiş. Bugün ülkede yarım milyon ton patlamamış bomba olduğu düşünülüyor. 1970’de yılda 600 kişi bu şekilde hayatını kaybederken, bu günlerde yılda 100 kişi bu şekilde hayatını kaybediyor. Amerika bombaların yerini açıklasa da bomba temizlemek çok zaman alıyor; ülkenin % 95’inin temizlenmesi için 60 seneye ihtiyaç var. Yani 1965’de atılan bir bomba 2065’de de can almaya devam edecek.

Luang Prabang Laos’un eski kraliyet başkenti. Aynı  zamanda ruhani merkezi. 2008 New York Times Gazetesi tarafından dünyada görülmesi gereken yerler listesinde ilk sırada, UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer alıyor. Mekong Nehri ve Nam Khan Nehri’nin birleştiği yarımadada kurulmuş. Şehirde 70‘e yakın tapınak ve 2000 dolayında Budist rahip var. Her Lao hayatında en az 3 ay rahip oluyor.

Biz Kamboçya’nın Siem Reap şehrinden Laos Havayolları’na ait küçük bir uçakla 1.5-2 saat uçtuk. Aradaki mesafe 750 km dolayında Luang Prabang’a inince doğruca yemeğe gittik.

Yemekten sonra gece pazarına çıktık. Akşam kurulan gece pazarında genelde kadınlar satış yapıyor. Saf pamuklu giyecek bulmak gelişmiş ülkelerde zor. Bu gece pazarında bol.

The Grand Luang Prabang otelde kalıyoruz. Mekong Nehri kenarında son derece şık ve güzel bir otel.

Luang Prabang’ın nüfusu merkez olarak 100 bin dolayında. Luang Prabang başkent  Vientiane’den daha mistik bir şehir. İnsanda tekrar gelme hissi uyandırıyor. Tıpkı Cusco (Peru) gibi.

Sabah önce Rahiplerin törenine yetişmek istiyoruz. Araba ile şehir merkezine gidiyoruz. Halk çoluk, çocuk yaşlı demeden sokaklara çıkmış, örtülerini yayıp oturmuş, yanlarına tencere, kutu v.s almış bekliyor. Uzaktan safran rengi kıyafetleri içerisinde, yalınayak, düzgün tek sıra halinde rahiplerin geldiğini görüyoruz. Hepsi ellerinde büyükçe, yuvarlak tasa benzer kaplar taşıyorlar. Rahipler böyle tek sıra halinde yürüyerek, halkın kaldırımlarda serdikleri örtülerin üzerinde bulunan çeşitli yiyecekleri toplamaya başlıyorlar. Herkes rahiplerin kabına yiyecek koyuyor. Bir kaşık pirinç, bir bisküvi gibi. Bu törenin amacı ne olabilir? Dünyanın her tarafında benzer duygular yaşanıyor diye düşünüyorum. Yardımlaşma, birliktelik duygusunu güçlendirip, gelenekselleştirme… Dünyanın hangi köşesinde olursa olsun böyle merkezler; iyilik, insanlık, dürüstlük gibi duygular arayan insanların uğrak yeri oluyor. Richard Gere, Angelina Jolie yoksa buralarda ne arasınlar… Gün ışığı ne muhteşem bir yerde olduğumuzu bize gösteriyor. Yemyeşil doğası, iki katlı yapıları ve güler yüzlü insanların ülkesi.

Gezmeye başlıyoruz. Wat Sene, Ulusal Müze, Wat Xieng Thong (Altın Şehir Tapınağı), Wat Visoun, Wat Aham, Wat Mai’yi ziyaret ediyoruz.

Wat Sene 1718’lerde, Wat Xieng Thong 1560’larda yapılmış. Ulusal Müze 1904 yılında yapımına başlanan Fransız mimari tarzı ile yapılmış olan kral sarayında. 1975 yılında kral iktidardan düşünceye dek burada yaşamış. Müzede fotoğraf çekmek yasak. Ben fotoğraf çekmek için kullandığım telefonumu kaptırdım. Hemen aldılar, çıkışta çektiğim fotoğraf silinmiş olarak geri verdiler. Saraya girerken ayakkabılar çıkarılıyor. Kapıdan girdikten sonra karşınıza çıkan ilk yer Kralın kabul salonu. Ortada tahtı var, arka taraflar özel yaşam alanları. Wat Xieng Thong da 1975 yılına dek kralların taç giyme töreni yapılıyormuş.

70‘e yakın tapınağın bulunduğu bu şehirde Tapınakları gezerek Mekong Nehri kıyısına geliyoruz.

Pac Ou Mağarası’na gidiyoruz. Burası irili ufaklı bir sürü Buda heykelinin olduğu bir mağara.

Öğle yemeğini de Mekong Nehri kıyısında tam bu mağaraların karşısında bulunan bir lokantada yiyoruz.

Daha sonra tekneyle yolumuza devam ediyoruz. Mekong Nehri kıyısındaki köyler ve yaşam.

İlk önce Ban Xanghai Köyü… Altın yaldızlı bir tapınağı ve turistik 3-5 tezgahı olan sakin bir yer.

Tekneyle yolumuza devam.. Bir sonraki durağımız Ban Phanom. Burası daha büyük ve gelişmiş bir köy. Tezgahlarda buraya özgü bir kağıt yapıyorlar. İpekten yapılmış atkıları da pek şık. Tabii alıyoruz.

Transfer vaktimiz yaklaşıyor. Havaalanına doğru gidiyoruz.  Laos’un başkenti Vientiane’ye uçacağız. Laos Havayollarının uçak filosu küçük. Bir gün önce 48 kişinin öldüğü uçak kazası nedeniyle seferlerde aksama var. Biz yeni alınan tek Boing ile Vientiane’ye uçup, Vientiane Plaza Otel’e yerleşiyoruz.

Vientiane  Prabang arası 425 kilometre. Vientiane ismi Sandal Ağacı Şehri anlamında. Şehir Lao, Tay, Çin, Vietnam, Fransız ve Amerikan kültürel etkilerini taşıyor. 200 bin üzerinde bir nüfusu var. Yemek sonrası yürüyüşe çıkıyor, Mekong Nehri kıyısına iniyoruz. Binlerce insan, bir gürültü, bir kalabalık…

Küresel şirketler buralarda bir istikbal görüyorlar herhalde…Kozmetik markaları bangır bangır anonslarla buradalar. Mekong Nehri kıyısında bir dans klubü bile var, çamurun içinde olsa da. Ben bu geceden çok irkildim. Filmlerden izlediğimiz uyuşturucu kullanan insan tiplerinden etrafta o kadar çok var ki… Etrafta uykuda gezer gibi dolaşan bir sürü tip… Yalnız gördükleri erkeklere prezervatif veren yaşını tahmin edemediğiniz küçük kızlar…

Ertesi gün Budha Parkı’na gitmek üzere yola çıkıyoruz. Şehrin 25 kilometre dışında, yolu çok bozuk. Araba devrilmesinden korkutacak derecede. Zaman zaman Mekong Nehri’ni sağ tarafta kalıyor. Nehrin karşısı Tayland.

Budha Parkı 1958 yılında Luang Pu isimli bir Budist rahip tarafından inşa edilmiş. Betondan yapılma olan park Şiva, Vişnu, Arcuna, Budha tasvirleri ile süslü. Garip, ilginç; insan-hayvan-tanrı-şeytan figürleri ile dolu dev heykeller var. Parkın en ilgi çekici yeri; Dünya, Cennet, Cehennemi tasvir eden dev balkabağı görünümündeki heykel. Ağzı konumundaki kapıdan girerek, üst katlara çıkabiliyorsunuz. Labirent görünümlü merdivenler sizi cehennemden cennete götürüyor.

Parkta iki yüzden fazla heykel içinde en ilginçlerinden biri 120 metre uzunluğunda yatan Budha.

Budha Parkı’ndan sonra şehre dönüyor, ülkenin en büyük tapınağı olan That Luang‘a (Stupa) gidiyoruz. Ülkenin sembolü olan bu tapınak aynı zamanda Laos Budizm’inin de sembolü. Laoslular için gurur kaynağı olan bu tapınağı ülkenin paralarının üzerinde de görebilmek mümkün. Altın renginde, dikdörtgen duvarlar şeklinde yükselen, bir çeşit piramit benzeri bir yapı.

Laolar hırsızlık yapmamak, ailelerini onurlandırmak, aç kalmamak gibi nedenlerden tapınaklara geliyorlarmış. Çalmak, öldürmek, yalan söylemek, ırza geçmek, içki yasak. Saat 15 den sonra sadece sıvı tüketerek nefislerini terbiye eden rahipler bilmiyoruz buna kadar uyuyorlar?

Daha sonra Wat Si Saket’e gidiyoruz. 1818 de inşaa edilen bu tapınak, Fransızlar tarafından 1924 ve 1930 da iki kez restore edilmiş. Bu tapınak aynı zamanda müze. Duvarları buda imajı taşıyan gümüş ve seramik heykelcikler ile dolu.

Patuxai Anıtı kentin sembolü. Paris’te Champs-Elysees Caddesi üzerinde yer alan Paris’Arc de Triomphe (Zafer Anıtı) benzeri. 14 Temmuzu Paris’te geçiren biri olarak merakla benzeri yapıya tırmanıp, Viantiane’yi fotoğrafladım. Budist süsleme sanatı ile yapılmış dört kapısı bulunan anıtın tavanında Vişnu, Brahma, Indra tanrılarını tasvir eden süslemeler var. Anıtın beş kulesi “düşüncelilik, dostluk, esneklik, dürüstlük, onur ve refah” şeklindeki Budist ilkesinin temsilcileriymiş. 1957-1968 yılları arasında, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Laos’un Fransa’dan bağımsızlığını alırken ölen askerlerine ithafen yapılmış. Dış mimarisine göre, iç mimarisi daha özensiz. İçi hediyelik eşya pazarına dönüştürülmüş. Anıt fotoğraf çekmek, parkı ve başkenti yukarıdan görmek için uygun bir yer.

Patuxai Parkı, içinde bulunan havuzu, bunu çevreleyen palmiye ağaçları ile hoş bir yer.

Parkın sonunda dünya barışını simgeleyen, üzerinde tüm dünya ülkelerinin bayraklarının olduğu, Endonezya tarafından Laos’a hediye olarak gönderilen bir gong yer alıyor.

Başkanlık Sarayı gayet modern.

Bugün Vientiane’den ayrılacağız. Buradan tekrar Mekong Nehri kıyısına dönüyoruz. Gece gördüğümüz Mekong kıyısından daha güvenli. Şunu belirtmek isterim. Ben bu zamana değin buralarda yerel halktan kaynaklanan hiçbir saldırı veya tedirgin edici davranışla karşılaşmadım. Tedirginliğim tamamen seyrettiğim filmlerden ve okuduğum kitap-yayınlardan kaynaklanıyor. Yoksa kimsenin bizimle ilgilendiği, saldırdığı filan yok.

Nehir kıyısında halk kahramanı Chao Anouvong’un yüzü nehre dönük kocaman bir heykeli bulunuyor.

Çin ve Çinhindi ülkelerinde sık gördüğümüz sokak yemeklerinin yapıldığı seyyar lokantalar her yerde.

Havaalanına giderken düşünüyorum, bir daha Laos’a gelir miyim? Luang Prabang’a evet. Doğası, güleryüzlü insanları, sakinliği ve pozitif enerjisi ile hayran kaldığım bir şehir oldu.

Visits: 3

Lizbon Gezi Rehberi: Kaşifler ve Denizciler Kenti

Lizbon

Edebiyat dünyasının en prestijli ödülü olan Nobel Ödülü‘nü almasıyla değil, kazandığı ödüle verdiği tepkiyle iz bırakan, hayranı olduğum ve kitaplarını okumaya doyamadığım Portekizli yazar Jose Saramago’nun memleketine gitmek çok heyecan vericiydi. 1998 yılında Nobel’i kazanan Jose Saramago ödülü aldığı ilan edildiği sırada Frankfurt Kitap Fuarı’ndan ayrılmış, havaalanına doğru giderken fuara tekrar davet edilmiş. Saramago, yetkililere “bırakın karıma gideyim” deyince tarihe “karısını Nobel’e tercih eden adam” olarak geçmiş.

Lizbon’a gitmeden önce okuduğum Pascal Mercier’in “Lizbon’a Gece Treni” adlı kitabı, bir lisede Antik diller öğretmeni olan Raimund Gregorius , bir gün duyduğu bir sözcüğün ve bir doktorun defterine yazdığı tümcenin büyüsüne kapılarak dersin ortasında, sınıfı terk eder ve Lizbon’a doğru, doktorun izini sürmek üzere yola çıkışını anlatır. Duyduğu sözcük Potuguês’tir, büyüsüne kapıldığı tümce ise “içimizdekilerin çok küçük bir kısmını yaşıyorsak gerisine ne oluyor?” dur. 57 yaşında yılların (henüz bir çok şey yapılmadan) ilerlemiş olduğunu fark eden Raimund Gregorius, hem Portekizce öğrenir, hem de Prado adlı bu doktorun yaşamında yer alan kişilerle görüşür ve onun bazı mektuplarını okuyarak özgürlük, aile, âşk, arkadaşlık üzerine bir hesaplaşma sürecine girer. Lizbon’un o kendine özgü güney ışığında kahramanın kendine yeni bir yaşamın kapılarını açtığını görüyor, hatta Gregorius’la beraber bu heyecan verici, yürek burkucu yolculuğa sizi de katıyor, Akdeniz insanın sıcaklığını hissediyorsunuz. Bu kitaptan aklımda kalanlar, Lizbon toplantısını inanılmaz heyecanlı kıldı. Aslında Lizbon’a gitmek için çok nedenim vardı, doktora yaptığım yıllardan tanıdığım, gurbette çok şey paylaştığım Joaquina ve Zita ile yıllar sonra yüz yüze gelmek de çok heyecan vericiydi.

Kaşifler diyarı ve Portekiz’in başkenti Lizbon, Tejo Nehri’nin Atlantik Okyanusu’na döküldüğü noktada, nehrin iki yakasını kaplayacak şekilde ve İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulmuş. Lizbon, kendine özgü karakteri ve atmosferi ile ilk bakışta çok etkiliyor. Bir Avrupa ülkesi ama mimari öğelerde çok fazla Arap etkisi görülüyor. Portekiz’deki binaların dışında ve iç süslemelerinde en güzel çinileri görebilirsiniz. Arnavut kaldırımlı yolları, karmaşık sokakları, çılgın yokuşları ve tramvayları ile çarpıyor insanı, öyle ki tekrar tekrar gitmek istiyorsunuz Lizbon’a. Şehri, yürüyerek çok rahat gezebiliyorsunuz. Lizbon sokakları bir kadın olarak rahatça gezebileceğiniz bir yer. Rahatsız edilmeden, geç saatlere kadar kafe ve restoranlarda oturabiliyor, metroda yolculuk yapabiliyorsunuz. Bir başka deyişle, kadın dostu bir şehir. Lizbon bir çok Avrupa başkentinin aksine alçakgönüllü bir duruş sergiliyor, elli üç mahalleden (freguesias) oluşuyor.

1 Kasım 1755 günü tarihteki en yıkıcı depremlerden birini yaşamış ve o zaman nüfusu yaklaşık 200 bin olan Lizbon, 60.000 ile 100.000 kişi arasında kayıp yaşamış. Ayrıca, depremin yol açtığı binâ yıkımlarının neden olduğu yangınlar ve tisunamiden dolayı Portekiz’de, İspanya’da ve Fas’ta da yaklaşık 50 bin kişinin öldüğü tahmin edilmektedir. O dönemde Avrupa’nın en büyük dördüncü şehri olan Lizbon‘un neredeyse tüm yerleşim alanları kullanılmaz hale gelmiş. Lizbon depreminin sonuçları Portekiz’i de olumsuz etkileyerek, Portekiz’de politik tansiyonun yükselip, ekonominin çökmesine yol açmış. Lizbon’daki binaların % 85’ini harap eden deprem köşkler, kütüphâneler ve birçok binanın yıkılmasına neden olmuş. Lizbon Katedrali, Sao Paulo, Santa Catarina ve Sao Vicente de Fora bazilikaları ve Misericórdia Kilisesi de zarar görmüş. Depremde harâbeye dönen bir başka yer olan Carmo Rahibe Manastırı’nın çatısı çökmüş kalıntısı, depremi hatırlatması için korunmuş durumdadır.

Lizbon evlerinin cepheleri, rutubetli soğuğu yüzünden “Azulejos” dedikleri fayans kaplanarak inşa edilmiş. Renk renk, çeşit çeşit desenler beni benden aldı. Sokak isimleri bile bu fayanslar üzerine yazılı. Kenar mahallerindeki pencerelerinde, balkonlarında çamaşırlar asılı evlerin bulunduğu ara sokaklarda gezmek, fotoğraflar çekmek müthiş keyifli.

Bu sokaklarda Fado ezgilerini de duyabilirsiniz. Fado, bir Portekiz halk şarkısı türü. Fado (Latincesi fatum, kader, alın yazısı), özellikle Lizbon ve Coimbra kentlerinde icra edilen bir müzik akımıdır. 1800’lü yıllarda balıkçı, kaşif, denizci olan sevgililerini, eşlerini denize uğurlayan ve onların geri dönmesini umutla bekleyen 19. yüzyıl Portekiz kadınlarının bekledikleri sevgililerinin, eşlerinin geri gelmemesi üzerine denize karşı yaktıkları ağıtlar. Özlem ağıtları da denebilir.

“Senin ülken okyanus oldu artık. Yalnızlığım beni hüzne bürüyor. Ruhum kelimelere dönüşüyor ve melodiler dudaklarımdan dökülüyor senin arkanda.”

Fado, karşılıksız aşk temasının yanında, sosyal sorunlar, yitirilen bir geçmişe duyulan özlem ya da daha iyi bir gelecek gibi konuları da işlemektedir. Portekizlilerin milli müziği haline gelen Fado, Kasım 2011’de UNESCO tarafından İnsanlığın Kültürel Mirası Listesi’ne alındıktan sonra cazibesi daha da artmış. Alfama semtinde 1998 yılında açılan Fado Müzesi’nde müzik aletleri, notalar, afişler, gazeteler, giysiler ve fado ile ilgili çeşitli malzemelerden oluşan yaklaşık 14 bin parçadan oluşan bir koleksiyon bulunuyor. Müzede her zaman bir sergi olduğu gibi, gitar kursları çeşit çeşit etkinlikleri ve fado gösterileri ile ziyaretçilerini bekliyor.

Portekiz tarihi incelendiğinde bir çok uygarlığın gelip geçtiğini görüyorsunuz. Milattan önce 1200’lerde Romalılar tarafından kurulmuş, Fenikeliler, Kartacalılar, Grekler, Romalılar, Vizigotlar ve Araplar (Emeviler) olmak üzere pek çok farklı milletin bir araya gelmesi ile tarihini oluşturmuş. Bu da Lizbon mimarisine ayrı bir kimlik ve renk katmış. 18. yüzyılda Araplar tarafından getirilen çinicilik, binaları kaplamış ve şehre kimliğini vurmuş. Kocaman meydanlarında, köşe başlarında ya da hiç beklemediğiniz anda karşınıza çıkan heykeller sakın şaşırtmasın sizi. Heykeller özgünlüğüyle şehrin ruhunu yansıtmış, Lizbon’a ayrı bir kimlik katmış.

Mozaik bir tabloyu andıran sokaklar, kaldırımlar ve meydanlar da ayrı bir güzellik katıyor şehre.

Portekiz’e Salazar yönetimi damgasını vurmuş. İşçi mücadeleleri, ayaklanmalar, isyanlar, siyasi cinayetler ve ekonomik kriz ile siyasi istikrarsızlık ve I. Dünya Savaşı’na katılım ile şiddetlenen sorunlar sonrası, 1926’da Portekiz’de Antonio de Oliveira Salazar önderliğindeki ordu darbe ile iktidarı ele geçirir. 1968 yılına kadar iktidarda kalan, belki de dünyanın en uzun soluklu diktatörü Salazar, muhafazakar ve milliyetçi akımları arkasına alarak, faşist ve gerici bir rejim inşa eder, 1933 yılında yeni anayasa ile Yeni Devleti (Estado Novo) kurar. Ülkenin dini değerlerini savunabilmek ve yaşatabilmek için modernleşmenin kesin çizgilerle kontrol altında tutulması gerektiğine inan Salazar, Yeni Devletin merkezine Hıristiyanlık karşıtı bir sistem olarak tanımladığı komünizmi ve özgürlükleri koyar.

Salazar ulusa seslenişinde “Rus devrimi medeniyet karşıtı, Hıristiyanlık karşıtı bir sistem. Günümüzün büyük sapkınlığı. Biz komünizme, sosyalizme ve özgürlükçü sendikacılığa, ailenin bölünmesine, çözülmesine neden olan her şeyin karşısındayız… Özgürlükten yana değiliz” diyerek, niyetini açıkça belli eder. Salazar’a ülkeyi 41 yıl tek başına nasıl yönettiğini sorduklarında, “Tres F ile ” yani “3 F ile” diye yanıt vermiş; Fado (müzik), Fatima (din) ve Football (futbol). Salazar yeni devletinin temelini, diktatörlüğünün (1926-1974) simgesi olmuş ve 3F olarak bilinen Futbol, Fado ve Fatima’ya emanet eder.

Salazar futboldan hoşlanmamasına, Fadoyu depresif ve gayri ahlaki bulmasına rağmen diktatörlüğünü pekiştirmek için elinden geleni yapar. Rejimini daha muhafazakar tabana oturtmak isteyen Salazar, dini değerleri temsil eden Fatima’yı komünizmin karşısına koyar (Meneses, 2009). Bir diktatörün ülkeyi yönettiği üç mekanizmadan biri olarak futbolu görmesi elbette ki tesadüf değil. Bunun tarihte çok örnekleri bulunuyor. Sanırım, futbol, dün ve bugün olduğu gibi kuvvetle muhtemel yarın da siyasetle iç içe olacak olgulardan biri.

Katoliklerin haç yeri olarak kabul edilen Fatima Portekiz’de bir kasaba, Lizbon’a 120 kilometre uzaklıkta. İsmini Arapçadan alıyor, Hz. Muhammed’in kızının ismi. Söylenceye göre, Endülüsler döneminde, İber Yarımadası’ndaki Hıristiyanlar, Müslümanların yarımadadaki varlıklarını yok etmek için Fatima isimli bir Arap prensesi kaçırırlar ve bir kontla evlendirirler. Hıristiyanlığı kabul eden prenses Fatima, Oriana adıyla vaftiz edilir; bölgeye de atalarının anısına Fatima adı verilir. Burada Meryem Ana’yı gördüğünü iddia eden üç çocuktan birine, Meryem Ana’nın üç sır verdiğine inanılıyor.

Portekiz’de 25 Nisan 1974 günü şiddet kullanılmadan gerçekleştirilen Karanfil Devrimi (Portekizce, Revolução dos Cravos), Portekiz’in otoriter bir diktatörlükten demokrasiye geçişini sağlayacak iki yıllık bir değişim döneminin başlangıcı olmuştur.

Karanfil Devrimi ile Portekiz’de diktatörlük ve sömürgelerindeki savaşlar bitmiş, Portekizliler bu özgürlüğün tadını çıkarıyor gibiler. Bu dönemle ilgili izlenebilecek çok keyifli filmle, İspanyol yönetmen Carlos Saura’nın, 2007 yapımlı Fadolar; Maria de Medeiros’un 1999 yapımı Nisan Devrimi bunlara örnek verilebilir.

Devrimin 24 Nisan 1974 tarihindeki Eurovision Şarkı Yarışmasında Portekiz’i temsil eden Paulo de Carvalho’nun ”E depoi do adeus” isimli parçasının çalınmasıyla başladığını, ertesi gün 25 Nisan 1974 saat 12:15’te Zeca Afonso’nun Ulusal Radyo kanalında seslendirdiği Grandola, Villa Morena adlı şarkısının çalınmasıyla verilen gizli sinyalle de Silahlı Güçler Hareketi‘nin darbeyi başlattığını biliyor muydunuz? Lizbon Çiçek Pazarı’nda bolca bulunan karanfillerin sokağa dökülen halk tarafından askerlerin silah ve tank namlularına sokulması, bu görüntülerin de tüm dünyaya duyurulması darbenin adının “Karanfil Devrimi” olmasına neden olmuş.

Horoz figürü her yerde karşınıza çıkıyor. Hediyelik eşya satan mağazaların hepsinde irili ufaklı ‘horoz’ şeklinde biblo, buzdolabı süsü, şarap açacağı, çanta, masa örtüleri gibi ürünler görüyorsunuz.

Horoz efsanesinin hikayesini öğrenmeden dönmek olmazdı. Efsaneye göre, 14. yüzyılda Lizbon’da yaşayan bir rahip, hac görevini yerine getirmek üzere uzun bir yolculuğa çıkar. Yolu üzerindeki Barcelos’ta bir hana uğrar, hanın sahibinin karısı, rahibe aşık olur. “Din adamıyım” diyerek kadını reddeder. Reddedilen hancının karısı, rahibe tuzak kurar. Kilisenin şamdanlarını çalar, rahibin yatağının altına koyar, sonra da rahibi hırsızlıkla suçlar. Zindana atılan rahip, her gün yalvarır, suçsuz olduğunu söyler ancak kimseyi inandıramaz. Yargıcın karşısına çıkarılır. O sırada yemeğini yiyen yargıç, rahiple alay ederek “eğer beni inandırmak istiyorsan bana bir mucize yarat” der. O anda yargıcın yediği tavuk horoz olup ötmeye başlar. Rahip de sonra aziz olur. Aynı zamanda, Hıristiyan inancına göre Hz. İsa gibi uyandırıcı bir görev yaptığı için de horoz çok seviliyor.

Lizbon’u temsil eden bir diğer şey de nostaljik tramvay. Lizbon’un neredeyse her yerini bu tramvaylarla gezmek mümkün. Daracık parke taşlı yollarda zar zor ilerleyen tramvay, eski binaların çevrelediği daracık sokakları, aralıkları keşfetme fırsatı sunuyor.

Kitapseverler için Lizbon’da görülebilecek ilginç yerlerden biri de Bertrand Kitapçısı. 1732 yılından beri hizmet veren kitapçı Guinness Rekorlar Kitabı’na “günümüzde hala açık olan dünyanın en eski kitapçısı” olarak girmiş. Bence, görülmeye ve zaman geçirmeye değer.

Jose Saramago’nun müzeye Nobelli Portekizli yazar Jose Saramago’nun müzeye dönüştürülmüş evi içinde kütüphanesi bulunuyor. Yazarla ilgili birçok bilgi edinebileceğiniz gibi, kitaplarına dair çeşitli taslaklar da görebilmeniz mümkün ve çeşitli etkinlikler düzenleniyor.

Portekiz’in 750 yıllık başkenti Lizbon yaklaşık 550.000 nüfusu, ortaçağ izleri taşıyan yapıları, köprüleriyle her ne kadar bir Akdeniz kenti olsa da, Akdeniz’den de bir o kadar uzak aslında, sanki Avrupa Kıtasının Güney Amerika’ya açılan kapısı gibi. Alfama, Baixa – Chiado, Barrio Alto, Belem ve Rossio Meydanı en bilinen yerleri Lizbon’un.

Alfama

Büyük depremde ayakta kalabilmiş Lizbon’un en eski mahallesi olan bölge adını Arapça Al-Hamma’dan alıyor. Yaşanmışlıkları barındıran eski sokakların, evlerin bulunduğu Alfama’da Endülüs etkisi açıkça hissediliyor, şehrin tarihi ve kültürel zenginliğini gözler önüne seriyor. Fadonun da doğduğu bölge. Böyle olunca da en güzel fado mekanları burada. Yokuşlu dar sokakları, restore edilmeden kullanılan rengarenk apartmanları, sokak aralarında asılı çamaşır ipleri ve çamaşırlarıyla, top oynayan çocukları ayrı bir güzellik katıyor bölgeye. Sao Jorge kalesi, Se Katedrali ve Santa Engracia Kilisesi de burada yer alıyor. Günümüzde, Avrupalı, Amerikalı entelektüellerin yaşamak için tercih ettikleri bir yer haline gelmiş. Onca çarpıklığın arasında sokaklar o kadar güzel görünüyor ki, fotoğraf çekmeyi sevenler müthiş kareler yakalayabilir bu bölgede. Özellikle de evlerin kapılarını.

İlk yerleşimin MÖ 2. yüzyılda yapıldığı tepede bulunan Sao Jorge Kalesi (şehrin kalesi) Lizbon’u tam tepeden izleyebileceğiniz noktalardan biri.

M.Ö. 48’den sonra etrafı surlarla çevrilen kale 10. Yüzyılda, Emeviler döneminde yeniden inşa edilmiş.

Kaleye çıkarken görebileceğiniz sağdaki katedral, Lizbon Katedrali’dir.

Lizbon’un ayakta kalan en eski yapısı olan katedral, büyük depremden yıkılmadan kurtulan nadir yapılardan bir. Şehir, 11. yüzyılda Hıristiyanların eline geçtikten sonra burada bulunan cami yıkılarak onun kalıntıları üzerine inşa edilmiş, sonraki yıllarda ise restore edilmiş, bu nedenle de dış cephesinde oldukça farklı mimariler barındırıyor.

Baixa-Chiado

Lizbon’un en hareketli yaşayan mahallesi. Depremden sonra bu bölge yeniden planlanmış ve tarihte bilinen ilk planlı kentleşme olarak biliniyor. Bir çok sokaktan ve yokuştan oluşuyor. Akşama doğru inanılmaz hareketleniyor. Mağazalar, kafeler, restoranlar burada yer alır. Lizbon’un en eski (1905) ve ünlü kafelerinden biri de Café A Brasileira. Café A Brasileira, Portekizli ünlü Şair Fernando Pessoa’nın edebiyatçı arkadaşlarıyla buluşmak ya da yazmak için uğradığı mekânlardan biriymiş. Kafenin sokağa bakan masalarında Fernando Pessoa’nın bronzdan oturur pozisyonda bir heykeli bulunuyor. “Huzursuzluğun Kitabı” romanında “Hayatla aramda ince bir cam var. Açıkça görmeme ve anlamama rağmen dokunamıyorum hayata” diyen, yalnızlığını her fırsatta vurgulayan Pessoa’nun heykeli, binlerce meraklı bakışlar altında duruyor meydanda, yaşarken hissettiği yalnızlığa inat.

Lizbon tepeli ve yokuşlu bir şehir olduğu için mahalleler birbirlerine asansörlerle bağlanmış durumda. Eyfel Kulesi’ni yapan Gustave Eiffel’in çırağı, Portekiz asıllı Fransız Mimar Raul Mesnier de Ponsard tarafından inşa edilen, meşhur asansör Elevador da Santa Justa da bu bölgede yer alıyor. Elevador de Santa Justa, 1900’lü yıllarda Baixa ve Bairro Alto’yu birbirine bağlamak için kurulan bir asansör. Aynı zamanda Carmo Lift olarak da biliniyor. Yapıldığı dönemde özellikle hayvanları tepenin üzerinde bulunan bu meydana çıkarmak için kullanılıyormuş. Lizbon’a tepeden bakmak isterseniz bu asansörle yukarı çıkabilirsiniz. Asansöre binilen alt kısım Baixa, yukarı çıkılan kısım ise Bairro Alto/Chiado Bölgesi.

Bu asansörden inip de karşı caddeye yürüdüğünüzde karşınıza Özgürlük Bulvarı (Avenina de Liberdade) çıkar. Caddenin bir ucu açık iken diğer ucu denize çıkıyor. Üzerinde de saat bulunan bir Zafer Takı var. Caddenin iki yanı mağazalar, kafeler, restoranlar, restore edilmiş binalarla dolu. Araç trafiğine kapalı olan caddede kahvenizi yudumlarken sokak müzisyenlerinin performanslarını dinleyebilirsiniz.

Barrio Alto

Rossio Tren Garı’nın arkasına düşen şehrin geleneksel restoranlarıyla, geleneksel alışveriş merkezleriyle dolu mahallesi. Bir anlamda, bohem şehir yaşantısına ev sahipliği yapıyor. Lizbon alt ve üst şehir olarak iki bölüm olarak ikiye bölünmüş. Barrio Alto, kentin daha pahalı üst kısmı. Semtin içinden geçen çok uzun ana caddenin, her iki yanında, içinde kafeler olan keyifli parklar, küçük butikler, fado kulüpleri ve Portekiz’in sömürgecilik döneminde tropikal bölgelerden getirilen çok farklı anıtsal seyirlik ağaçlar bulunuyor. Kaldırımları özellikle dikkat çekici. Ağaçların kökleri parke kaldırımlara hoş kavisler veriyor. Dar sokaklarda birçok bar var. Barlar genelde ufak, 4-5 masalık. Çünkü lokantalar çok küçük. İç kısımlarına sadece birkaç masa sığıyor. Gece 12’den sonra Erasmus Corner denen sokak köşesinde aşırı kalabalık Erasmus öğrencilerini sabaha kadar eğlenirken görebilirsiniz.

Portekiz tam bir deniz mahsülü cenneti ancak Saramago gibi ünlü yazarların romanlarına bile konu olmuş sardalyanın yeri ayrıdır. Çünkü tarih boyu denizcilikle uğraşan fakir Portekizli nüfus, denizden çıkan kaliteli balıkları satarken, kendi hep sardalyaya talim edermiş. Her yıl haziran ayında Lizbon’da sardalya festivali yapılmakta, tüm şehir bir ay boyunca hem eğlenmekte hem de bolca sardalya yemekte. Zaten şehirde dolaşırken bir çok yerde ve hatta hediyelik eşya dükkanlarında bile konserve halinde sardalyalar görebilirsiniz.

Belem

Cumhurbaşkanlığı resmî konutunun da yer aldığı Belem, Portekiz’in denizcilik tarihinde önemli bir yere sahip. Burada the Jerónimos Manastırı önemli yerlerden biri. Vasco da Gama’nın 1497’de Hindistan baharat yolunu açmasıyla, hazineyi muazzam bir zenginlikle doldurmuş.

Bu nedenle de, Jeronimos Manastırı bu baharat serveti sayesinde bol para ve harcamayla yapılmış. Manastırda pek çok Portekiz Kral ve Kraliçesinin mezarının yanı sıra, Portekiz milli kahramanı ve halk şairi Camoes ile ünlü kaşif Vasco da Gama’nın mezarları Manastırın girişinde karşılıklı olarak yer almaktadır.

Denizcilik Müzesi (Museu de Marinha ) ve Belem Kulesi (Torre Belem) denizcilik tarihine tanıklık etmek için görülebilecek yerlerden. Belem Kulesi, Lizbon şehrinin sembollerinden biri haline gelmiştir. Portekiz Kralı I. Manuel’in talimatıyla 1515-1521 yılları arasında Tejo nehrinin kıyısında bir kale olarak düşünülerek inşa edilmiştir. Daha sonra deniz feneri, hapishane, gümrük kontrol noktası olarak kullanılmıştır. Denizciler için yolculuklarının başlangıç noktası ve Portekiz’in Keşifler Çağı’nın sembolü olmuştur.

Dünyaca ünlü Belem turtasını da unutmamak gerekir. Dışı çıtır hamur, içi muhallebi, üstü bol tarçın ya da pudra şekeri dökülerek yenen sıcak bir lezzet. 1837 yılında kurulan Belem Pastanesi sadece turta satarak başlıyor hayata ve dünyaca ünleniyor.

Lizbon’da hemen hemen her köşe başında bu turta satılıyor ancak, söylenene göre Belem Pastanesi’nde hafta içi 20 bin, hafta sonu ise 40 bin adetten fazla satılıyor. Buradaki turtaların farklılığının 200 yıldan fazladır sır gibi saklanan tarifinden kaynaklandığı, dünyada bu özel tarifi bilen 6 kişinin olduğu, rivayetlere göre bu kişiler aynı anda uçağa binmezler, aynı arabayla yolculuk etmez hatta aynı anda aynı yemeği bile yemezlermiş. Pastanede turtalar gizli mutfaklarda sadece bu tarifi bilen şefler tarafından hazırlanır, bu alanlar da daima şefler tarafından özel anahtarla açılırmış.

Rossio Meydanı

Orta Çağ’dan bu yana bölgenin ana meydanlarından biri. Meydan, Lizbonlular tarafından Pedro IV Meydanı olarak adlandırılır. Portekiz Kralı IV. Pedro’nun bronz heykeli meydanın tam ortasında bulunmaktadır Geçmişte bu meydanda pek çok ayaklanma, kutlama, boğa güreşi ve katliam yapılmış. Günümüzde ise, mitinglerde ve kutlamalarda kullanılan Rossio Meydanı, hem turistlerin yoğun ilgi gösterdiği hem de yerli halkın buluşma noktalarından biri. Carmo Rahibe Manastırı ve Carmo Kilisesi de meydanın yakınlarında gezilebilecek yerlerden.

Son Söz

Sarı renk ve tonlarının hakim olduğu, sokaklarından Fado sesleri yükselen, sarı tramvayların şehri Lizbon. Sıcacık sarmalıyor sizi, oldukça basit, ama bir o kadar da zevkli bir şehir Lizbon. Sıcacık atmosferi, kendine özgü karakteri ve tarihine sahip çıkışı ile ziyaret etmek için yeterince neden veriyor insana.

Yürüyerek gezilecek bir şehir olan Lizbon’da her ne kadar yokuşları, merdivenleri inip çıksanız da bir türlü yorulmuyorsunuz. Çıktığınız merdiven ya da yokuşların sonunda karşılaştığınız manzara büyülüyor ve yorgunluğunu unutturuyor insana.

Lizbon, ses kirliliğinin olmadığı bir şehir. Ne trafikte korna sesi duyuyorsunuz ne de kafe ve mağazalardan bir müzik sesi. Bu nedenle, José Saramago’nun Lizbon için söylediği “mırıldanan büyük bir sessizlik sadece…” sözünü çok iyi anladım Lizbon sokaklarını gezerken.

Vasco da Gama ve Magellan ile tarihin seyrini değiştiren bu güzel ülkenin güzel şehri Lizbon maalesef bağımlılık yapan şehirlerden bir tanesi. Pascal Mercier ile başladığım yazımı onun tümceleriyle “bir yerden ayrıldığımızda orada bizden bir şeyler kalır. Dönmüş olsak da orada kalırız. Ve içimizde bazı şeyler vardır ki sadece oraya dönerek bulabiliriz.” Lizbon’da bıraktıklarımızla yeniden kavuşmak dileğiyle …

Lizbon turlarını Trip Advisor güvencesi ile aşağıdaki linkten alabilirsiniz.

Yararlanılan Kaynaklar

Christiani, K. (2015). Lonely Planet Pocket Lisbon (Travel Guide).Lonely Planet Pub.
Jack, M. (2007). Lisbon: City of the Sea. I.B.Tauris Pub.
Meneses, F. (2009). Salazar: A Political Biography. Enigma Books

Visits: 3

Napoli Gezi Rehberi: İtalya’nın Haşarı Çocuğu

Napoli

Roberto Saviano’nun Camorra mafyasını anlatan kitabı ‘Gomorra’, Carlo Ponti’nin “Dün, Bugün ve Yarın” ve Sophia Loren’nin ‘İtalyan Usulü Evlilik’ filmleri, konuları Napoli’de geçen yapıtlar. Napoli ile ilgili olarak tüm bildiklerim bunlardan edindiklerimden ibaretti.

Napoli “Yaşam Boyu Öğrenme Enstitüsü”nün 2011’de konuşma yapmak üzere yaptığı davet üzerine tanıştım Napoli ve Napoli’lerle… Napoli’ye ulaştığımda valizimin gelmediğini öğrendim. Pazar günü olduğundan kayıp bildirimi yapmak için uzun süre kimseyi bulamadım. Bir saatlik bir uğraştan sonra, birilerine ulaşmıştım, ancak, rahat ve lakayt bir biçimde kayıtları almaları valizime kavuşabilme umutlarımın kaybolmasına neden oldu. Ancak, sunum dosyalarım yanımda olduğuna göre diğerlerini çözerim herhalde diyerek, kalacağımız otele giderek, o zaman ev sahibi olarak gördüğüm sonradan çalışma arkadaşlığı ve dostlarım olan Napolilerle tanıştım.

Valizi bulmak için gösterdikleri çaba, akşam “çoraba ihtiyacın olabilir, çorap getirdim”, “kreme ihtiyacın olabilir krem getirdim”, “diş fırçan var mı? diyerek tek tek kapımı çalmalarını; sabaha karşı valizim teslim edildiğinde resepsiyondaki çocuğun sevincini; beni sabah farklı kıyafetle gören Napolili meslektaşlarımın alkışlarını hep gülümseyerek hatırlarım.

Napoli

Oysa ki, gitmeden önce Napoli hakkında okuduklarım hep uyarı niteliğindeydi, “aman dikkat”. “kapkaça ve kapkaççılara karşı”, “trafikte karşıdan karşıya geçerken”, “şehirdeki çöplere”, “kalabalığa” aman dikkat. Ya da, şehirde yapacak bir şey olmadığı, geçiş için kullanılabileceği yazıyordu. Oysa, Napoli beni benden aldı ve “aklım Napoli’de kaldı” diyerek döndüm. Daha sonra, birlikte proje yürütme davetleri ve Napoli “Yaşam Boyu Öğrenme Enstitüsü” danışma kurulunda yer almamı istemeleri, bana defalarca Napoli’ye gitme şansı ve olanağı verdi. Ancak, şunu kabul etmek lazım ki; ilk bakışta düzensiz, kirli ve karmaşık bir şehir. Ama kısa bir süre sonra, bu karmaşa içindeki hareketlilik, neşeli insanları, Napoli’nin tarihi, eski evleri ve dar sokakları, mahalle aralarında ipe dizilmiş çamaşırları, kaderine terk edilmiş binaları hayranlığınızı kazanmanıza neden oluyor, Napoli’nin evlerden ziyade sokaklara taşmış yaşamıyla.

Dikkatimi çeken bir başka nokta ise şehirde, arabaların çarpık, vuruk olmasıydı. Trafik düzeni olmadığı için, trafik kazaları oranı yüksek. Napolilerin araçlarının zarar görmesi çok da umurlarında değil, düzeltmek için çaba göstermiyorlar. Bu nedenle de, lambaları ve dikiz aynaları olmayan, çarpık kapalı arabalar hemen her yerde Napoli’de.

Napoli

Kısacası, o kadar da korkulacak bir şehir değil Napoli. Napoli’yi gezerken bir yanda eski krallık çağının görkemiyle bir yanda da Akdeniz’in kayıtsız ve mutlu yoksulluğuyla karşılaşıyorsunuz…

“Vedi Napoli e poi muori – Napoli’yi görmeden ölme” dedirtiyor insana.

İtalya’nın güneybatısında Vezüv Yanardağı ve Campi Flegri olarak adlandırılan iki volkanik bölge arasında yer alan Napoli, Campania Bölgesi’nin başkentidir. M.Ö. 750 yıllarında Yunanlılar tarafından keşfedilmiş. Şehrin adı, yunanca “Neopolis”, “Yenişehir” anlamındadır.

Yüzyıllarca yabancılar tarafından yönetilen Napoli, 763 yılında bağımsızlığını ilan etmiştir. Napoli, 20. yüzyılda da hükümetin ihmalinin kurbanı olmuş, İtalya’nın üvey evladı muamelesi görmüş, en güzel limonların yetiştirildiği; en güzel zeytinyağına sahip bu şehre sahip çıkılmamış, meydan da mafyaya kalmıştır. Okuma oranı düşük ve işsizlik oranı yüksek bu şehirde, ara sokaklar neredeyse tamamen mafyanın kontrolünde. Mafya devlete karışmadıkça devlet de mafyaya karışmıyor. Öyle ki, katıldığım bir panelde, panelistler arasında yer alan bir sendika üyesi, Avrupa Birliği Projesi ile halkı mafyaya karşı bilinçlendirme konusunda neler yaptıklarını, ne tür eğitimler verdiklerini anlatmıştı.

Napoli’nin tarihi şehir merkezi, UNESCO Dünya Mirasları koruma listesine alınmış, kiliseleri, mimarisi ve sanatsal yönü ile kendisine hayran bırakmaktadır. Napoli limanı, yakınlarında bulunan pek çok Akdeniz adasına giden feribotların merkez limanıdır. Akdeniz’in ve Avrupa’nın da en büyük limanlarından biridir.

Meşhur İtalyan pizzasının doğduğu yerdir, Napoli. Öyle ki, Napoli’de her yıl Eylül ayında kutlanan en önemli festival, Pizzafest bayram havasında geçer. Ye, Dua et, Sev filminde film kahramanı Elizabeth Gilbert (Julia Roberts)’ın Napoli’deki pizza yeme sahnesini gülümseyerek hatırlarım hep.

Pizzanın üne kavuşması 1889 senesine dayanıyor. İtalyan halkının vazgeçilmez lezzeti olarak yüzyıllarca tüketilen pizza, mozzarella peyniri ve domates ile birlikte yoksulların yiyeceği olarak ortaya çıkmış. Ancak, bir gün kraliçenin sarayda yoksul yiyeceği pizzayı yemek istemesi üzerine, yoksul yiyeceğinin nasıl yapıldığını bilmeyen saray aşçılarını, pizza ustası arayışına iter ve hızlıca yapılabilmesi için Esposito’ya sipariş verilir. Esposito, İtalyan bayrağının renklerini içersin diye mozarella peyniri, domates ve fesleğen ile yaptığı pizzayı kraliçeye sunar. Pizzanın ismini soran kraliçeye heyecandan pizzanın adını unutan ve jest yapmak isteyen usta heyecanla, pizzanın ismini Margherita olarak tanıtır. Kraliçe Margherita, Esposito’ya yazdığı teşekkür mektubunda tadını çok beğendiği pizzadan “Pizza Margherita” şeklinde bahseder. Söz konusu mektup, tüm halk tarafından duyulur ve yoksul yiyeceği pizza saray mutfağındaki yerini alır. İlgili mektup, hala bugünkü adı “Pizzeria Brandi” olan pizza dükkânının camında sergilenmektedir. Pizzeria Brandi, margherita pizzayı, buffalo sütünden yapılmış mozzerella peyniri eşliğinde sunuyor. Masalar, sandalyeler, duvarlar ve tabii ki taş fırın ilk günkü haliyle korunmaya çalışılmış, duvarlar burayı ziyaret eden İtalya’nın ünlü sanatçılarının fotoğraflarıyla süslenmiş.

Napoli

Mafya ve pizzadan sonra Maradona şehirde tapılan bir isim. Napoli’yi şampiyon yapan gerçek bir kahraman olarak görülür, Maradona. 1984 yazında Napoli’ye transfer olan Maradona, burada yeniden efsaneleşmiş, Napoli’yi de efsaneleştirmiş.

Maradona, Napoli’de oynadığı yedi sene içerisinde Napoli’yi sıradan bir takım olmaktan çıkarıp, o dönemde, Kuzey – Güney çekişmesinde Milan, Juventus gibi güneyin takımları karşısında ezilen Napoli’yi, A serisinde her sezon zirve mücadelesine oynayan güçlü bir takım haline getirmiş.

Kendilerini İtalya’da ayrık otu gibi gören Napoliler, -ki kendi dilleri olarak İtalyanca yerine Napolitano’yu görüyorlar- İtalya’dan intikamlarını İtalya – Arjantin maçında Arjantin’i destekleyerek almışlardır. Üzerinde Maradona formaları ile çocukları, sokak ya da bazı restoran duvarlarındaki eski Maradona posterleri Maradona’nın Napoli için futbolcudan fazlası olduğunu anlıyorsunuz.

Ancak yıllar geçtikçe Maradona’nın kariyeri yükseldiği gibi hızla son bulmuş. Camorra adlı mafya örgütü ile içli dışlı olması, seks skandallarına adını yazdırması, kokain ve alkol kullanmaya başlaması kötü sonu getirmiş. Her ne kadar kötü bir son olsa da Napoli yerel halkı için Maradona halen bir efsane, herkes halen Maradona’yı delicesine seviyor.

Napoli

Yukarıda da söz ettiğim gibi, Napoli sokakları, iki bina arasında gerilmiş ipler üzerinde sıra sıra çamaşırları ve pencerelerindeki rengarenk çiçeklerle dolu binalarıyla görmeye değer. Çamaşırlar asılı binalarla dolu sevimli ara sokakları ayrı cezbediyor insanı. Rivayete göre, giysilerdeki günahların güneş tarafından buharlaştırılacağına; bir de büyük veba salgınları döneminden kalan bir alışkanlıkla güneşin giysilerdeki mikropları kıracağını inanıyorlar. Ne zaman o giysilere ihtiyaçları olursa o zaman ipten alıyorlar.

Napoli Napoli’nin canlı meydanı Piazza Plebiscito çevresindeki sokaklarıyla (Via Toledo – Via Chiaia) cıvıl cıvıl. Bir zamanlar otopark olarak kullanılmış olan bu geniş meydan, bugün araç trafiğine kapalı. Plebiscito “referandum” demek. Plebiscito Meydanı, 1863’de Napoli Krallığının Birleşik İtalya’ya katılma kararı nedeniyle verilmiş bir isim. Roma’daki Pantheon’u andıran görünümüyle San Francesco di Paola Kilisesi de bu meydanda bulunuyor. Kilise üzerindeki grafitiler çok hoş görünmese de yine de etkileyici.

Napoli

Meydanda İtalya’nın ve dünyanın en tanınan ve en eski opera evi olan Teatro San Carlo bulunuyor. 4 Kasım 1737’de ilk açılışı yapılan San Carlo Tiyatrosu Avrupa’nın hala kullanılan en eski lirik opera binalarından biri olup Napoli eski şehri ile UNESCO Dünya Mirasları Listesi’ne girmiştir. Binanın içi herhangi bir gösteriye katılmaksızın da gezilebiliyor. Bir ziyaretimde Puccini’nin Tosca, bir diğer ziyaretimde ise La Bohéme operalarını izleme şansını yakaladım. Muhteşemdi, inanılmazdı. Opera izlemeye şık bir kıyafetle gitme zorunluluğu var. Binanın içi, eserlerin sahneye konuşu çok etkileyiciydi. 300 yıllık bir bina, binanın korunması için yapılanlar, ülkemizde sanata verilen değerle karşılaştırılınca “burnumun direği sızladı” desem yalan olmaz.

Napoli

Piazza Plebiscito’nun girişinde ünlü Gambrinus Caffe 1860 yılından beri hizmet veriyor. Bu tarihi mekanın içi çeşitli sanatçılar tarafından dekore edilmiş. Napoli’ye gelip de buraya uğramamak olmaz. Kahvesi ve tiramisu tatlısı oldukça güzel. İçerdeki kahve kokusunu duymanız gerek. Bir rivayete göre bu ünlü kafe mafya tarafından işletiliyormuş.

Napoli

Ayrıca, Piazza Plebiscito Meydanı’nda Napoli’nin ünlü şans biberlerinden alabilirsiniz. Bu biberler, kurutulmuş kırmızı biberlerin plastiklerinin iplerle birbirine bağlanması ile oluşturulmuş, anahtarlık, kolye ya da duvar aksesuarı olarak bulabileceğiniz bir şans objesi. Üzerinde taşıdığınızda ya da evinizde yüksek bir yere astığınızda, bereket ve şans getirdiği, kötü ruhları sizden uzaklaştırdığına inanılıyor. Burası ev yapımı makarnalar ile limoncello, meloncello gibi içecekleri uygun fiyatlarla bulabileceğiniz bir yer.

Napoli

Kilisenin solundan aşağıya doğru deniz kenarına inip biraz kuzeye yürürseniz küçük bir ada üstüne inşa edilmiş Castel dell’Ovo (Yumurta Kalesi) karşınıza çıkıyor. Ada, Yunanlıların milattan önce 600’ lü yıllarda ilk olarak buraya gelip, şehri buradan kurmalarıyla ilk yerleşim yerini oluşturmuş. Bugünkü görünümüne 15. yüzyılda kavuşmuş. Bu kaleye yumurta kalesi (Castel dell’Ovo) denmesinin nedeni bir efsane. Büyü ve kehanetleri ile meşhur Romalı ozan Virgil, bu kalenin inşası sırasında sihirli bir yumurtayı kalenin temellerine yerleştirdiğinden ve eğer bu yumurta kırılırsa Napoli’nin başına felaketler geleceğini söylemiş. Gökyüzünün açık olduğu bir günde kalenin en üstüne çıkarsanız Napoli ve Vezüv’ün manzarasının keyfini çıkarabilirsiniz.

Bu bölge Lungomare olarak isimlendiriliyor, bölge trafiğe kapalı, paten yapan, bisiklete binen gençler, akşam yemeği için süslenmiş hanımefendi ve beyefendileri görebilirsiniz burada. Yanyana restoranlar, barlar lokantalar tam keyif yapılacak yerler. Özellikle de tango severler için sahildeki Cafe Vanilla’da çalan tango eşliğinde caddede tango yapan çiftler görülmeye değer.

Napoli

Napoli’nin araba trafiğine kapalı bir başka tarihi mahallesi Spaccanapoli, şehri bıçak gibi ikiye böler. Anlamı da “Napoli’yi bölen cadde” anlamındadır. Napoli’nin bu bölgesi, kirli, tehlikeli olarak bilinir. Ancak, küçük, dolambaçlı, parke taşlı sokaklar, kiliseleri, taş duvarların yanına konumlanmış mini mini masalarıyla kahve satan dükkanları, kafeleri, küçük pizzacıları, hediyelik eşya dükkanları ve cadde üzerinde eskiden kalan dar ve kıvrımlı sokaklarıyla görülmeye değer. Bence Napoli’yi biraz daha iyi anlamak, Napoli’nin bütünü hakkında fikir sahibi olmak için görülmesi gereken yerlerinden biri.

Napoli’nin çevresinde Pompei, Capri Adası, Sorento gibi gezilebilecek farklı yerler var. Ben sadece Pompei’ye gidebildim. Gerisi artık bir dahaki sefere.

Günahlar Şehri: Pompei

Vezüv Yanardağı’nın eteklerinde bulunan yerleşim yeri Pompei (taşlaşmış insanların yeri demek), M.S 79’da yanardağın patlamasıyla yok olmuş. “Tanrı onları zevke olan düşkünlükleri nedeniyle cezalandırdı” şeklinde inançlar var. Eskiden ülkenin en varlıklı insanlarının yaşadığı bu bölgede, varlığın getirdiği azgınlık ve şımarıklık ve sapkın davranışlar artmış. İmparator bile kendi kız kardeşlerine aşık olarak, yapılabilecek en sapkın hareketi yapar hale gelmiş. Yemek yemek asillerin en büyük eğlencelerinden biri haline gelmiş öyle ki, tekrar tekrar yemek için, yemekten sonra kaz tüylerini kullanarak kendilerini kustururlarmış.

Napoli

Yanardağın patladığı gün her şey normal giderken, şehirde bir deprem olur, ancak Pompei halkı bunu çok dikkate almaz. Vezüv Dağı’ndan hafiften şehre doğru gelen külleri de umursamayan halk, küllerin arkasından gelen güçlü ve yoğun kül tabakası ile karşılaştığında felaketin önemini anlar. Paniğe kapılanlar hızla deniz kenarına doğru koşarken, bir kısmı da evlerine kapanır. Ancak, deniz çok hareketlidir, dalgalar insan boyutlarını aşmış, gemileri fırlatmıştır. Buradaki insanların üzeri yoğun kül yağmuru ve kızgın taşlarla kaplanır. Evde kalanların sonu da farklı olmaz. Etrafı saran yoğun kükürt dumanından, etkilenerek dışarı çıkar ve üzerlerine kızgın taşlar düşer. Bu felakette yaklaşık 20 bin nüfuslu şehirde kimse kurtulamamıştır. O anda hangi hareket halinde iseler, o halleriyle (çocuğu ile birlikte kaçmaya çalışırken, elleri ile başını tutmuş, rıhtıma doğru koşmaya çalışan, sokak kapısını açmaya çalışan uyuyan insan bedenleri, kadın), yaşanan felaket gözler önündedir.

Napoli

Burası yüzyıllarca lavların altında kalarak korunmuş, yapılan kazılarla bazilika, restoranlar, hamamlar, ekmek fırını, adliye binası, pazar alanı, zengin ailelerin evleri, esir pazarı gibi ortaya çıkarılmış.

Özetle, Una Notte a Napoli şarkısını Pink Martini’den her dinleyişimde Napoli aklıma geliyor ve gülümsüyorum. Napoli, pizzaları, kahveleri, mafyası, doğal ve tarihi güzellikleri ve sanki, Vezüv yanar dağının yaklaşık iki bin yıl önce yaptıklarını unutmadan, yaşamdan keyif almayı ön plana çıkaran Napolilerle, Sophia Loren’in şehri görülmeye değer.

 

Visits: 1

Moskova Gezi Rehberi: Muhteşem Moskova

Moskova

Moskova görkemli, mağrur bir şehir; her köşesinde haşmetli, gotik, klasik bir çok kilise, katedral, saray, heykel, ve köprüleri ile. Geniş ve temiz sokakları, müzeleri, dünyanın en güzel sanat galerisi şeklinde yapılmış metro istasyonları şehrin unutulmazları arasında. Şehir adını içinden geçen Moskva Nehri’nden almakta.

Moskova Rusya Federasyonu’nun başkenti. Şehir merkez nüfusu 13 milyon civarında. Avrupa’da İstanbul’dan sonra en kalabalık nüfusa sahip şehir. Moskova Ekim Devrimi sonrası 1918’de başkent ilan edilmiş, bugün Rusya’nın siyasi ve finansal merkezidir. Dünyanın  en pahalı şehirleri arasındadır.

Ulaşım

Moskova’ya İstanbul’dan direk uçuş bulunmaktadır. İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan uçağımız saat 11.50’de kalktı. Moskova’da dört adet uluslararası havaalanı bulunmaktadır. Bizim Pegasus Havayolları uçağımız Domodedova Havaalanı’na saat 15.30 da indi. Otelimizi özellikle merkezde ayırtmıştık.

Havaalanından merkeze Aeroexpress tren veya otobüs ile ulaşmak mümkün. Üç kişi olunca taksi ile ulaşım maliyeti de yüksek olmamakta. Havaalanında dışarıya çıkmadan taksi için bir banko bulunmakta; oraya başvurunca gideceğiniz yere göre fiyatı hesaplayıp taksi çağrılıyor. Taksiye 1650 ruble ödedik. Neşeli ve sıcak kanlı taksi şoförü yol boyunca güzel Rus müzikleri çaldı, İngilizce bilmemesine rağmen beden dili ile yolda Moskova’yı tanıtmaya çabaladı.

Konaklama

Moskova’da Tverskaya Caddesi No.8’de Amelia Aparts’ta yer ayırtmıştık. Gezilerimizde konaklayacak yer için temel kriterimiz, merkezi bir yerde uygun fiyatlı olmasıdır. Taksi şoförü bizi o caddeye getirince gözlerimize inanamadık; çünkü Tverskaya Caddesi’nin Moskova’nın en ünlü ve zengin caddesi olduğunu biliyorduk. Numaralar bloklara veriliyor; binalar büyük, temiz, hoş görünüyordu. Taksi şoförü 8 numara yazısını görünce bizi arabadan indirdi, biz blogun köşesine doğru yürüyerek binanın girişini bulmaya çalıştık. Bu arada iki gün önce 18 derece olan hava sıcaklığı 2 dereceye inmişti. Bu soğuk havada köşede bekleyen bir genç “Siz Türkiye’den mi geliyorsunuz, sizi bekliyordum!” deyince şaşırdık. Apartın sahibi imiş. Booking.com’dan bir gün önce aparta tahmini ulaşım saatimizi sormuşlardı. Ev sahibi olmasa daireyi bulmamız pek mümkün görünmüyordu. Ev sahibi bizi blogun arkasına geçirdi. Binanın ön yüzü çok bakımlı iken, arka tarafı o kadar lüks görünmüyordu; giriş kapısı arka taraftaydı. Rusların yaşadığı apartmanın bir dairesiydi. Eski ama temiz daire, iki oda mutfak ve banyodan oluşuyordu. İki odada televizyon, mutfakta tüm ihtiyaçlarımızı karşılamaya uygun teçhizat ve internet bağlantımız vardı. Apart için dört gece üç kişi toplam 20.000 Ruble ödedik. Moskova’da otel fiyatları yüksek olduğundan böylesine merkezi bir apart için ödediğimiz rakam oldukça makul bir fiyattı.

Gezelim Görelim

Bu yazıda dört gece ve gündüz dolu dolu gezdiğimiz Moskova’da gezilecek yerleri günlere göre sıraladım. Tabii ki Moskova’yı dört günde gezmek, bu muhteşem şehre sınırlı bir süre ayırmak demek. Ancak gitmeden önce dersimizi çalışıp, mutlaka görülmesi gereken yerleri iyi planladık. Yazıda da günlere göre gezdiğimiz yerleri sıralayarak, Moskova’ya dört gün ayıracaklar için rehber olabilecek şekilde yazmaya çalıştım. 

Kızıl Meydan Gece Görüntüsü

Apartımıza yerleşmemiz tamamlandığında hava kararmıştı. Ancak uzun zamandır hayallerimizi süsleyen Moskova’ya ulaşmıştık ve Kızıl Meydan’a sadece 15 dakika yürüme mesafesinde uzaklıktaydık. Kızıl Meydan’ı gece gezmek üzere kendimizi dışarıya attık. Kısa bir yürüyüş ile Diriliş Kapısı’ndan geçerek Kızıl Meydan’a girdik. Işıl ışıl aydınlatılmış Meydan’a hayranlıkla bakakaldık; sanki masal diyarına gelmiştik. Bir taraftan da kar yağıyordu.

Kızıl Meydan Moskova’nın tarihi boyunca ve günümüzde en ünlü meydanıdır. Gösteriler, mitingler, törenler, tarihteki idamlar bu meydanda yapılmıştır. Meydan ismini Rusça kızıl anlamında olan “krasnaya” sözcüğünden almaktadır. Bu kelimenin aynı anda güzel anlamına geldiği, aslında güzel meydan olarak isimlendirildiği belirtilmektedir. Meydan 15. yy’da Kremlin duvarları yapıldıktan sonra düzenlenmiş. Kızıl Meydan Unesco Dünya Mirasları Listesi’nde yer almaktadır.

Moskova

Sağ tarafta kırmızı renkli Tarih Müzesi, solda mavi pembe renkli Kazan Kilisesi, onun yanında kocaman tarihi bina tamamen ışıklandırılmıştı.

Gum Alışveriş Merkezi, tam karşıda Moskova’nın simgesi rengarenk Aziz Basil Kilisesi; kilisenin sağ tarafında meşhur Kremlin Sarayı’nın duvarları ve Lenin Mozolesi yer almakta idi. Meydanın gece görüntüsü nefes kesici idi. Işıl ışıl ve meydanın en büyük tarihi binası Gum Alışverişi Merkezi akşam saatinde gezebileceğimiz binaydı. Gösterişli Gum binasının 125 yıl önce yapımına başlanmış, üç yılda yapımı tamamlanmış, Neo Rus tarzı bir yapı. Tavanları cam, çelik ve taştan yapılmış. İç içe geçmiş galerilerde dünyanın ünlü markalarının dükkanları yer almakta. Kızıl Meydan’a çıkan kapısında sol altta yer alan ‘tarihi tuvalet’ ise dünyada bir alışveriş merkezinde görülebilecek en güzel tuvalet. Tarihi dekorasyonu, içinde çalan Rus müziği ve temizliği nedeni ile diğer tuvaletlere göre yüksek bir ücret ödense bile görmeye değer bir yer. 

Aziz Basil Kilisesi

İkinci gün sabahı, Moskova’da uyanmanın keyfi ile hemen hazırlanıp öncelikle Kızıl Meydan’ı gündüz ve detaylı gezmek için yola çıktık.

Tüm günümüzü geçireceğimiz Kızıl Meydan’ın girişinden başlayalım gezimize.

Moskova

Kızıl Meydan’da her ülkeden çok sayıda turist vardı. Kar yağmaya devam ediyordu. Meydanda önce Aziz Basil Kilisesi’ni ziyaret ettik. Binanın dışı çok renkli ve çekici idi; kilisenin önünde bol miktarda foto çektik. Sonra kilisenin içini detaylı gezdik. Dışarıya çıktığımızda kar yağışı tipiye dönüşmüştü; zor yürüyorduk: Buna rağmen Kremlin Müzesi’ne doğru keşfimiz devam etti. İzmir’den Ekim ayının ortasında 23 dereceli parlak güneşli günde ayrılıp ertesi gün, Moskova’da kar görmek bizi çok keyiflendirdi.

Moskova

Kızıl Meydan’ın güney kanadında yer alan kilise, sadece Kızıl Meydan’ın değil, Moskova’nın simgesi gibidir. Her biri ayrı yükseklikte 8 kule ve içerisinde 11 bölümden oluşmaktadır. III İvan, Rusların deyimi ile Büyük İvan veya bizim tarih kitaplarındaki adı ile Korkunç İvan, 15. yy’da Rusya’yı Kazak ve Mogol işgalinden kurtarmanın anısına bir katedral yaptırmak ister. Katedrali İtalyan Mimar Barma tasarlar. III. İvan kilisenin bitiminde çok beğenir ve dünyanın başka köşesinde benzer bir yapı olmasın diye mimarın gözlerini oydurur. 1555-1561 yılları arasında inşa edilmiştir. Katedralin sekiz kulesinin her biri başka bir zaferi ifade etmektedir. En yüksek bina altın kaplamalı… Yapıldığı tarihte tüm kulelerin altın kaplı olduğu, 1670 yılında diğer kulelerin boyandığı belirtilmektedir. Katedral müze olarak hizmet vermektedir; giriş ücreti 100 Ruble.

Kremlin Sarayı

Kremlin Sarayı’nın merkezi Katedral Meydanı şehrin en önemli tarihi meydanıdır. Orta Çağ sanatçılarının en önemli eserlerini kapsayan ve hala korunan bir meydandır. Meydanda yer alan kiliselerden ‘Meryem’in Göge Yükşeliş Kilisesi’nde kraliyet ailesine ait sanat eserleri yer almaktadır. “Bildiri Kilisesi”nde Büyük İvan’ın tacı sergilenmektedir.

Moskova

Kremlin içinde yer alan hazine bölümünde tarihi değerli parçalar bulunmaktadır. Çarın hazineleri, Çarın tören kıyafetleri, silahlar, açık arabaları, atlarda kullanılan aksesuarlar, Ortodoks Rus Kiliseleri din adamlarının kıyafetleri, sanatçıların altın ve gümüş çalışmaları ve diğer ülkelerden hediyeler. 4. yy’dan 20. yy’a kadar olan döneme ilişkin çok değerli dört binden fazla parçanın sergilendiği müze görülmesi gereken bir bölümdür.

Bazı turlarda Kremlin bahçelerindeki kiliseler gezilirken, bilet almanın zor olacağı belirtilerek Hazine Bölümü gezilememektedir. Bu bölümün biletlerini internetten almak mümkün. Ayrıca her saat içeriye girilememektedir. 10:00, 12:00, 14:30 ve 16:30’da turlar başlamaktadır. Büyük İvan Çan Kulesi’ne de girişler saat başı olmaktadır. Bu arada Çar Çanı’ndan söz etmek gerekiyor.

Çar Çanı

Dünyanın en büyük çanı, 202 ton, 6,14 metre yüksekliğinde, 6,6 metre genişliğindedir. Çar Çanı çan kulesinin içinde değil, yanında yer almaktadır. Bu çan hiç çalmamış. 1787 yılında çan tamamlandıktan sonra çıkan yangında demirden yapılan çanın yangın ve hava koşulları nedeni ile bir parçası kopmuş.

Kremlin Sarayı perşembe günü dışında her gün açık. Bilet fiyatları gezilecek yere göre değişmekte…

Kremlin Sarayı Bahçesi ve Katedraller Meydanı: 500 Ruble

Hazine Bölümü (Armory Chamber): 700 Ruble

Büyük Çan Kulesi: 250 Ruble

Bilet satış bölümünde camda dört ayrı tur ve ayrı fiyatı vardı. Bilet satan kişiye farklılıkları sorduğumuzda İngilizce bilmediği için açıklama yapamadı. O arada bilet alan bir Rus bize yardımcı oldu.

Bir bilet Kremlin Sarayı’nın bahçesi ve kiliseleri gezmek için, diğer bilet hazine bölümünü gezmek için, biri sadece elmas bölümü için, sonuncusu da Ivan Çanı’na çıkmak için; bu arada çanın restorasyon nedeni ile kapalı olduğunu öğrendik. Kremlin Sarayı’nın bahçesi, kiliseleri ve hazine bölümü biletlerini aldık. Bu arada bir noktayı belirtmem gerek; bahçe ve kiliseler biletleri her saat alınabilirken, hazine bölümü biletleri belirli saatte satılıyor. Bizim bulunduğumuz saatlerde 14.30 için hazine bileti satılacak diye yazılmıştı o bileti almak için! Gişe önünde 20 dakika beklemek zorunda kaldık.

Bizim için Hazine Bölümü (Armoury Chamber) de çok ilgi çekici idi. İlk kez bir müzede kralların ve kraliçelerin bindiği açık arabaları (carriages) yakından gördük. Filmlerden tanıdığımız o açık arabaların ne kadar ihtişamlı olduğunu görmek etkileyici idi. Biz Türkler için ilginç bir bölüm de Osmanlıların gönderdiği hediyelerdi. Küçük Kaynarca Anlaşması sonrasında Sultan I. Abdülhamit ve Sultan III. Selim’in gönderdiği değerli hediyeler arasında örtüler, kılıç, kalkan, at üzengileri, taşlarla ve kıymetli metaller ile süslenmişlerdi. Ayrıca çok gösterişli kostümler yer almakta idi.

Arbat Caddesi 

Üçüncü günümüzde Moskova’da ünlü ve turistik Arbat Caddesi ile güne başlamak istedik.

Arbat Caddesi geniş, ferah, hediyelik eşya dükkanları ve kafelerin olduğu bir cadde. Sabahın erken saati olması ve soğuk nedeniyle sokakta fazla kişi yoktu. Caddede birkaç hediyelik eşya dükkanına uğrayıp bir baştan bir başa yürüdük. Caddenin sonundan taksiye binip Bolşoy Tiyatrosu’na gittik.

Bolşoy Tiyatrosu  

Bolşoy Tiyatrosu, dünyanın en ünlü opera bale ve klasik müzik salonlarından biri. Biletleri üç ay önce satışa çıkartılıyor. Metro istasyonu: Ohotnii Ryad, Teatralnaya veya Ploshad Revolutsii  

Bolsoy Tiyatrosu’nda bir bale veya opera izlemek, gezimizi planlarken mutlaka yapılacaklar listemize alınmıştı. Biletler üç ay önce satışa çıkıyordu; ancak bizim daha erken bilet alma şansımız olmadığı için kapıda karaborsa satıcılardan bileti almak zorunda idik. Hem öğlen hem de akşam Giselle Balesi gösterisi bulunuyordu. Biz öğlen için üç bilet aldık. Hayallerimizden birini gerçekleştirmiştik. Dünyanın en ünlü opera bale ve klasik müzik salonlarından birinde en ünlü balelerden birini izleme şansına kavuşmuştuk. Bu arada iki arkadaşım sahneyi güzel gören koltuklardan bale izlerken, ben en kenarda ve ayakta izlemek zorunda kalmıştım. Her ne olursa olsun harika bir gösteri idi. Bu arada bu kadar kötü bir yerde izlemek zorunda kaldığım için bilet paramın bir bölümünü geri aldım. Hiç olacak bir şey gibi gelmiyor değil mi? Bu anım ayrı bir yazı konusu okumak isterseniz:

Bolşoy Balesi’nde Bilet Paramı Nasıl Geri Aldım?

Bale gösterisi sonrası, öğleden sonra Tarih Müzesi’ne gideceğimiz için Kızıl Meydan’da yer alan binaya doğru yürümeye başladık. Tam Kızıl Meydan’ın girişinde Diriliş Kapısı’nın önünde kalabalık ve festival havası vardı. Ortada büyük bir masa üzerinde yiyecekler, küçük sevimli kulübelerde hediyelik eşyalar ve yemekler vardı. Ortada büyük bir pastanın önünde herkes pasta alıyordu ve para ödemiyordu. İzmir’de lokma dağıtılması gibi parasız mı dağıtıyorlar acaba diye düşündük. Zehra pastaya doğru yöneldi. Biraz sonra elinde üç tabak pasta ile döndü; gerçekten parasız dağıtıyorlarmış. Hava bir gün önceki gibi soğuk ve karlı değildi, hatta hoş bir güneş vardı; dışarıya masalar kurmuşlardı. Bir büfede satılan pilav ve et alıp kahve yemek ve tatlımızı yedik. Sonra günün özelliğini bir Rus’a sorduk. Bugünün Kazaklar için özel bir gün olduğunu o nedenle böyle bir şenlik olduğunu söyledi. Biz de birkaç hediyelik eşya aldık ve bu güzel şenliği paylaştık.

Öğleden sonra programımızda Tarih Müzesi yer alıyordu.

Tarih Müzesi

Kızıl Meydan’ın Diriliş Kapısı’ndan girişinde sağ tarafta kuzey yönünde yer alan Tarih Müzesi kırmızı etkileyici bir bina. Müze 1872 yılında kurulmuş. Müzede tarih öncesi çağdan günümüz Rusya’sına kadar sayısı milyona ulaşmış değeri ölçülemeyen eserler bulunmakta. Soyluların özel antika koleksiyonları için de birkaç oda ayrılmıştır.

Lenin Mozolesi

Dördüncü günümüze Lenin Mozolesi ile başladık. Lenin Mozolesi, Kızıl Meydan’ın merkezinde yer almaktadır. Sovyetler Birliği’nin kurucusu Lenin’in mumyalanmış vücudu görülebilmektedir. Fotoğraf çekmek yasaktır. Giriş ücretsizdir. Saat 10.00 ile 13.00 arasında pazartesi ve cuma günleri dışındaki beş gün açıktır.

Mozolenin önünde turistlerin yanı sıra çok sayıda Rus uzun kuyrukta bekliyordu. Kuyruk hızla ilerliyordu; çünkü tek sıra halinde Mozoleye giriyorsunuz ve hiç durmadan ilerliyorsunuz. Mozolenin içerisi loş bir ışıkla aydınlatılmıştı, Lenin gösterişli bir sandığın içerisinde kırmızı örtülerin ortasında mumyalanmış vücudu ile canlı gibi yatıyordu. Çok etkileyici güzel bir sunum idi. Dünyanın değişik ülkelerinde ülke kahramanlarının mozolelerini ziyaret etmiştim; ancak Lenin’in uyur gibi tüm vücudunu görmek oldukça etkileyici geldi.

Lenin Mozolesi’nden sonra sırada ünlü şairimiz Nazım Hikmet’in mezarı vardı.

Novodeviçi Mezarlığı ve Nazım Hikmet Mezarı

Nazım Hikmet’in mezarı, Novodevic Manastırının bahçesindeki mezarlıkta bulunmaktadır. Novodevic Manastırı 1500 yıllarının başında inşa edilmiştir. Yanındaki mezarlık, birçok ünlü kişinin mezarının bulunduğu Rusya’nın en ünlü mezarlığıdır. Gogol, Antov Cehov, Boris Yeltsin ve birçok ünlü burada yatmaktadır. Ünlü şairimiz Nazım Hikmet’in de mezarı buradadır. Saat 9.00-17.00 arası ziyarete açıktır. Ulaşmak için inilecek metro istasyonu: Sportivnaya

Novodovic Manastırı ve Novodovic Mezarlığı‘nın olduğu bölgeye nasıl ulaşacağımızı internetten araştırdık. Sportivnaka Metro Durağı’nda inip sağa doğru 6-7 dakikalık yürüyüş ile kolay ulaştık. Nazım Hikmet ve birçok ünlü sanatçı ve düşünürün mezarının yer aldığı mezarlık heykel açık hava müzesi gibi idi. Nazım Hikmet’in güzel heykelinin tam önünde sevgili Vera’sının mezarı bulunmaktadır.

Moskova

Mezarda Nazım’ın mezarında başka mezarlara göre çok sayıda taze çiçek ve anlamlı notlar gördüm. Yani çok sayıda Türkün mezarı ziyaret edip çiçek bırakması çok duygulandırıcı. Ne mutlu Nazım’a! Memleketinde yatamıyor, ama onu seven Türkler ziyaretini ve çiçeğini eksik etmiyor. Bir daha gitme şansım olursa taze çiçek götürmeyi unutmayacağım.

Puşkin Müzesi

Nazım’ın mezarı sonrası metro ile Puşkin Müzesi’ne geldik. Puşkin Müzesi Moskova’da Avrupa sanat eserlerinin sergilendiği en büyük müze. Müze Rus İmparatoru III. Alexsander adına Devlet Güzel Sanatlar Müzesi olarak yaptırılmış, 1937 yılında modern Rus edebiyatının önderi, ünlü şair, yazar Aleksandr Puşkin’in 100 ölüm yıl dönümünde onun adı verilmiş. Müzenin yapımına 1898 tarihinde başlanmış ve 1912’de tamamlanmıştır. Müzede Antik Mısır, Roma, Yunan ve Avrupalı ressamların orijinal eserleri olduğu gibi, dünyanın ünlü Yunan ve Roma heykellerinin kopyaları da bulunmaktadır. Türkiye’den kaçırılan Truva Hazineleri de burada sergilenmektedir.

*moscovery.com

Pazar günü saat 14.00’te müzeye ulaştık. Müzenin önünde dışarıya sokağa uzamış çok uzun bir kuyruk vardı. Kuyrukta pek turist yok; daha çok Moskovalılar çocukları ile bekliyordu. Bu kuyrukta sabırlı ve sebatkar Rus halkını tanımış olduk. Çok sayıda 6 yaştan başlayan çocuklar aileleri ile bir Pazar günü 0 derece havada sabır ile kuyruk bekliyorlardı. Kuyruk yavaş ilerliyordu ve tam iki saat kuyrukta bekledik. Moskova’da beni en çok etkileyen görüntülerden biri ailelerin çocukları ile bu soğukta kuyrukta iki saat beklemeleri ve müzenin içerisindeki görüntü idi. İçeriye girdiğimizde aslında müzenin çok kalabalık olmadığını, ferah ve rahat gezilebildiğini, çocukların bir heykelin veya resmin karşısına geçip yerde oturarak resim yaptıklarını görmek, sanat, kültür eğitiminin nasıl verilmesi gerektiğini anlamamızı sağladı. Bizde son yıllarda aileler pazar günlerini her yaştaki çocuklarını alıp alışveriş merkezlerinde geçirmekteler.

Metro İstasyonları Turu

Gün sonunda sıra metro turuna geldi. Moskova’da 200’den fazla metro istasyonu var. Özel dekore edilen metro istasyonları asıl olarak ortadaki kahverengi renkli metro hattında yer almaktadır. Mutlaka görülmesi gereken 12 istasyon bulunmaktadır.

Moskova

Organize turlarda metro turu bulunmakta. Ancak bu turu biz her özel metro istasyonunda inip, gezip, eserleri inceleyip fotoğraflarını çekerek gerçekleştirdik. Aslında bir rehberimiz olsa idi belki temaları açıklayabilirdi. En az zorlayan etap bu oldu, biraz dinlenme fırsatı bulduk. Moskova gezinizde bu 12 istasyonu gezmeyi unutmayın. Tam bir sanat galerileri turu olacaktır.

Yeme İçme

Tverskaya Caddesi’nin Moskova’nın en lüks caddesi olduğunu belirtmiştim. İlk gece bu caddede bir restoranda oturmak istedik; Cadde üzerinde suşi restoran gördük. Hemen oraya girdik, temiz, hem şık hem sade bir restoran idi. Çok lezzetli suşiler yedik. İlk gece Moskova’da Japon suşisi yemek ilginç ama Rus yemeklerini tatmak için zamanımız olduğunu düşünüp susiyi tercih ettik. Votka ve suşi Rusların favorileri arasında yer alıyormuş.

Moskova’nın özel yemekleri arasında olan borç çorbası denenmeye değer. Borç çorbası bildiğimiz lahana çorbası; ancak kırmızılığı içine konan kırmızı pancardan kaynaklanmakta.

Moskova’da Ne Alınır?

Havyar, Votka, Peynir, Balık Fümeler, Sigara, Matruşka

Son Söz

Moskova gezimiz başlıktaki anlamı gibi muhteşem geçti. Moskova bugüne kadar gezdiğim şehirler arasında beni  en çok etkileyen şehirler arasında yerini aldı. Moskova sokakları çok temiz, sokakta sigara içen sayısı çok değil. Caddelerde büyük çöp kutusu göremiyorsunuz. Nerede ise iki gün yerde sigara izmariti görmemiştik. Bir alt geçidin önünde yerde izmarit gördük. O arada bir turist sigara izmaritini yere attı; o anda ortaya çıkan bir Rus polis turistin sigarasını yerden aldırtıp yanda küçük bir çöp kutusuna atmasını sağladı.

İkinci gün otelimize dönerken bir marketten bir şeyler almak istedik. Caddede sigara satan bir dükkana sorduk; bize blok numarası ile güzelce tarif etti. Ancak o bloğun önünden birkaç kez geçmemize rağmen göremedik. Sonunda tekrar bir gence sorduk, o da Türkçe bilen bir Özbek çıktı ve bizimle marketin önüne gelip gösterdi; biz hala anlayamamıştık. Market kafe ve eczane şeklinde görünüyordu. Çünkü süpermarket alt katta imiş. Yani sistem hala tüketim mallarını çok gösterişli bir şekilde sunmaya çaba göstermiyor. Diğer bir deyişle, tüketimi körüklemek için çaba sarf etmiyorlar. Ya da asıl gelir kaynakları turizm gelirlerinden çok petrol ve doğal gaza dayandığı için turizm sektörüne ayrıca ağırlık verilmiyor diye düşünülebilir.

Rusya’da sigara çok ucuz. Türkiye’deki fiyatın yarısına istediğiniz sigarayı alıyorsunuz. Bu kez dönüşte havaalanından sigara almak yerine sigaralarımızı Moskova’dan aldık.

Moskova halkı sessiz, sakin ve turistlere mesafeli davranış gösteriyorlar diye düşünüyorum. Henüz turiste ilgi gösterip, mal satma çabasında değiller. Orta yaşın üzerinde İngilizce bilen az kişiye rastlıyorsunuz. Çok içe kapanık bir toplum; turiste alışkın değiller belli ki…

Kiril Alfabesi kullandıkları için kendi başına dolaşmak Latin alfabesi kullanan diğer ülkelerde dolaşmak kadar kolay olmuyor.

‘Moskova Şehir Turu’ nu Trip Advisor güvencesi ile aşağıdaki linkten alabilirsiniz.

 
 



 

 

 

 

 

 

 

Visits: 4

Urbino Gezi Rehberi: Rönesans Kenti

Urbino

Urbino’nun adını ilk olarak 2007’de Cem Akaş’ın Everest Yayınlarından çıkan ‘Gitmeyecekler için Urbino’ isimli kitabını okuduğumda duymuştum. Şehri tanıtan, turistik bir kitap değildi, aksine okuru düşsel seyahatlere yönlendirip, Urbino’nun dar sokaklarında dolaştırıyordu, daha sonra, Denemeleri ile bildiğimiz Montaigne’in 1580-1581 yıllarında Avrupa’yı dolaşarak İtalya’ya kadar gittiği ve sonra Fransa’ya döndüğü yaklaşık iki yıllık seyahatinin notlarından oluşan ve diğer dillerde ‘İtalya Seyahati Günlüğü’ olarak yayınlanan kitap, 2012 yılında Yapı Kredi Yayınları arasından Yol Günlüğü olarak yayınlandı. Bu kitabı okurken Urbino ile bir kez daha karşılaştım.

Urbino ile üçüncü karşılaşmam ise “Napoli Yaşam Boyu Öğrenme Enstitüsü”nün bir toplantısını Urbino Üniversitesi ile birlikte düzenlenmesi ve beni konuşmacı olarak davet etmeleri üzerine oldu.

Önce Bologna’ya gidip oradaki dostlarımla birlikte tren ve otobüs ile üç saatlik bir yolculuktan sonra ulaştık Urbino’ya. 2 saatlik tren yolculuğu sonrası Pesaro İstasyonu’na gelip, 45 dakikalık bir yolculuk gerektiren otobüse binmek gerekiyor. Otobüsü beklerken, derme çatma kafede bir kahve içebilirsiniz.

Urbino tam da Montaigne’in “Yol Günlüğü”nde söz ettiği gibi, bir dağın tepesinden aşağıya doğru (eteğine) uzanan, başka hiçbir yere benzemeyen, dar sokakları ile bol inişli çıkışlı bir yer. 

Urbino’da “Urbino Üniversitesi”, “Urbino Güzel Sanatlar Akademisi” ve “Urbino Yüksek Sanat Enstitüsü” olmak üzere üç tane yüksek öğretim kurumu bulunuyor. Urbino Üniversitesi, 1506 yılında Duke Guidobaldo tarafından kurulan “Collegio dei Dottori” den ortaya çıkmış.

Urbino

Matematik, Fizik, Mantık, Metafizik ve Teoloji bölümleri ile kurulan koleje 1671 yılında Hukuk Fakültesi eklenmiş, 1862 yılında da bağımsız bir devlet üniversitesi haline gelmiş. Günümüzde ise 8 fakültesi ile İtalya ve dünyanın çeşitli ülkelerinden gelmiş 13.500 öğrencisi bulunuyor.

Üniversitenin tüm fakültelerinin tarihsel binaları sizi büyülüyor, hatta laboratuarları bile kurulduğu halleriyle duruyor. Üniversiteye müthiş bir güzellik katıyor. Urbino Yüksek Sanat Enstitüsü’nden mezun olan öğrenciler tarihi eserlerin, fresklerin restorasyonlarını yapıyorlar. İtalya’daki tarihsel yapı düşünüldüğünde, tarih ve sanat tarihi mezunlarına ne kadar çok ihtiyaç olduğunu tahmin edebilirsiniz. Öte yandan çeşitli uygarlıkların beşiği olan ülkemizde tarihe ve tarihi eserlere verilen değer ile Tarih ve Sanat Tarihi Bölümü öğrencilerine verilen değer de doğru orantılı gibi geldi bana. O nedenledir ki, bu bölümlerin mezunları pedagojik formasyonla bir yıl içinde öğretmen olmak için canhıraş bir çaba içine giriyorlar. Neyse, bu bölümlerin restorasyon atölyelerini ziyaret etmek, çok güzel bir deneyim oldu benim için.

Urbino öğrenci ve turistler için şekillenmiş sakin, ama, gerçekten sakin bir şehir. Şehirde bir trafik yok, kalabalık yok, koşturmaca yok, her şey ağır çekim bir film sahnesi gibi gidiyor. Şehirde birçok şey öğrenci ve turistler için. Dar sokakları, müze gibi duran evleri ve pencere ya da balkonlardan sarkan çiçekleri ile beni çok etkiledi Urbino. Aslında erken Rönesans dönemini anlatan açık hava tiyatro sahnesi gibi bir şehir, öyle ki, gidip bu yüzyıla ait olan elbiselerinizi değiştirip, o döneme ait elbiseler giymek istiyorsunuz. Kısaca, İtalya’nın ortasında gerçek dışı bir yer. Evlerin kapılarının güzelliğini de unutmayayım, kapı fotoğrafları çeken ve biriktiren biri olarak.

Urbino

Rönesans Kenti Urbino’nun Hikayesi

Urbino

Bologna’ya üç, Roma’ya dört saat uzaklıkta, İtalya’nın Marche bölgesinde yüksek tepelere kurulmuş, bol yokuşlu, etrafı surlarla çevrili, ressamları, mimarlarıyla İtalyan Rönesans’ına liderlik yapmış küçük ve tarihi bir şehir Urbino. Hem Avrupalılar hem de İtalyanlar için oldukça önemli. Çünkü, karanlık çağlarını Urbino’nun yetiştirdiği sanatçılarla atlatmaya çalışmışlar. Rönesans’ın sanat hareketini başlatan sanatçılar, bilim adamları burada yetişmiş, bunun yanında, bir çok Rönesans sanatçısının çıraklık dönemi burada geçmiş. Tüm bunlar da şehrin ruhunu oluşturmuş.

Urbino, Rönesans İtalya’sının bilim ve askeri merkezi olarak öne çıkmış, böylece de Rönesans’a öncülük eden bir şehir olarak tarihe adını Roma, Floransa, Venedik ve Milano’nun yanına altın harflerle yazdırmış.

Urbino ilk çağlarda İtalya’nın yerli halklarından Umberlerin tarafından kurulmuş (ismi de buradan gelmektedir), M.Ö 3. yüzyılda Romalılar tarafından işgal edilmiş, daha sonra 9. yüzyılda kilisenin yönetimine girmiş, 12. yüzyılda da İtalyan Rönesans’ının en büyük destekleyicilerinden Montefeltro ailesine bırakılmış, ailenin, şehre sanat ve edebiyat anlamında büyük katkıları olmuş. 15. Yüzyılda Düklük Merkezi olmuş ve bu dönemde sanat ve edebiyat merkezi olarak doruğa ulaşmış. Düklük 17. Yüzyılda Papalık Devletlerine, 1860’da da İtalya Krallığı’na katılmış.

Rönesans resminin ustalarından Piero della Francesca burada isim yapmış, ünlü ressam / mimar Raffaello’nun doğduğu şehir. İzlerini her yerde görebiliyorsunuz. Urbino’lu Raffaello olarak söz ediliyor, bir çok kaynakta. 1483’te Urbino’da doğduğu ev bugün bir müze olarak ziyarete açılmış. Müzede Rafaello’ya ait resimler ile Rafaello’nun kişisel eşyaları bulunuyor. Ayrıca kendisi gibi ressam olan babasının eserleri de burada sergileniyor.

Urbino

İnanılmaz Rönesans mimarisiyle, Urbino’nun UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alması hiç de şaşırtıcı değil. Ayrıca, Urbino 2019 Avrupa Kültür Başkentliği’ne aday olarak gösterilmiştir.

Palazzo Ducale (Dükalık Sarayı)

15. yüzyılın ikinci yarısında, Dük Federico da Montefeltro tarafından inşa edilen Palazzo Ducale ya da Dükalık Sarayı, Urbino’nun en önemli sembolüdür. Bir başka özelliği ile, İtalya’da inşa edilen ilk düklük sarayı olması. Saray yüksek tavanları, dini figürlerden oluşan resimleri ile, yani tablolar ve heykellerde İsa, Meryem ve havariler dikkat çekiyor. Saray 500 – 600 yaşayanı ve hizmetkarlar için inşa edilmiş oldukça büyük. Özellikle yer altı (bodrum) odaları görülmeye değer. Hizmetlilerin kaldığı odalar, mutfaklar, kilerler, banyolar, buzdolabı yerine kullanılan buz odaları ve Dük için Roma hamamları biçiminde hazırlanan banyolar bulunuyor.

*https://commons.wikimedia.org/

İtalyan düşünür Machiavelli’nin bir nedenle saraya geldiği, bu ziyaretten etkilendiği ve sarayın, Machiavelli’nin dünyaca ünlü “Prens” başlıklı eserine esin kaynağı olduğu söylenir.

Sarayın içinde yer alan Ulusal Marche Sanat Galerisi içerisinde erken Rönesans dönemine (quattrocento) ait bir çok tablo ve eser bulunuyor.

Ulusal Marche Sanat Galerisi (National Gallery of the Marche Renaissance Art Collection)

1912 yılından beri Düklük Sarayı, Ulusal Marche Sanat Galerisi’ne ev sahipliği yapıyor. Sarayın yenilenen 80 odasında, Rönesans’ın en önemli koleksiyonundan 15. Yüzyıla ait parçalar burada sergilenmektedir. Urbino’lu Raffaello’nun bazı çalışmaları da burada. Urbino Dükü, Federico da Montefeltro ve karısı Battista Sforza’nın Piero della Francesca tarafından yapılmış portreleri İtalyan Rönesans’ının en önemli çalışmalarından biri olarak kabul edilir. Bunlardan başka, Francesca’nın “Hz. İsa’nın Kırbaçlanması”, Raffaello’nun “İskenderiyeli Azize Katerina”sı, Tiziano “Son Akşam Yemeği” ve “Hz. İsa’nın Dirilişi” gibi resimler Rönesans resminin en önemli örneklerinden olarak Ulusal Marche Sanat Galerisi’nde yer almakta.

Urbino

Dükün Sarayı’nın tam yanında yer alan San Domenico Katedrali de görülmeye değer.

San Domenico Katedrali

Urbino

1063’te yaptırılan katedral “Gökyüzüne Çekilmiş Bakire Meryem”e adanmış. 15’inci yüzyılda, Dük Federico da Montefeltro’nun isteğiyle yeniden yapılan katedral, 1789’da yaşanan büyük depremle kubbesi çökünce, bu kez neoklasik üslupla Urbino Üniversitesi tarafından yenilenmiş. 1986’dan beri de Başpiskoposluk Merkezi olarak kullanılıyor.

Urbino

Sanzio Tiyatrosu (Teatro Sansio)

Urbino

Sanzio Tiyatrosu, 1845 yılında inşa edilmeye başlamış 1853 de tamamlanmıştır. 1970 yılında özellikle iç mekanda yenileme çalışmaları başlatılan tiyatro, 30 yıl aradan sonra 1982 de yeniden açılmıştır. Tarihsel tiyatro binasının içi, son derece modern, günümüz modern tiyatro ya da opera salonlarından farksız. Birkaç katlı, seyirci bölgeleri ve localardan oluşmakta. Buralardaki süslemelerin ihtişamı inanılmaz.

Albornoz Kalesi (Fortezza Albornoz), Botanik Bahçesi de mutlaka görülmesi gereken yerler arasında ancak, ben size Urbino’nun meydanlarından söz etmek istiyorum.

Meydanlar (Piazza)

Meydanlar Urbino’lular için önemli, bu küçük kentte sosyalleşme alanları olarak görülmekte, sosyal etkinliklerin gerçekleştirildiği binaların da meydan etrafında olması alanların önemini artırmış.

Urbino’nun en önemli meydanları: Rinascimento Meydanı (Piazza Rinascimento), Cumhuriyet Meydanı (Piazza della Republica) ve Dük Federik Meydanı (Piazza Duca Federico).

Urbino

Meydanlarda kahve içebileceğiniz, yemek yiyebileceğiniz kafe ve restoranlar bulunmakta. Meydanlar hareketli, keyifli ve Urbino’nun turizm ve üniversite kenti olduğunu çok açık gösteriyor. Etrafındaki dükkanlarda alış veriş yapılabilirsiniz. Hediyelik eşya dükkanlarında en çok karşılaştığınız figür ise Pinokyo. Bartolucci Şirketleri tarafından satılan hepsi el yapımı minyatür Pinokyolar çocukluğumuzu hatırlatıyor bize.

Urbino klasiği Crescia (Kreşa)’yı katedralin hemen karşısındaki küçük büfede, ya da bir kafede yiyebilirsiniz. Crescia, sert bir katmere benziyor ama içine konan patlıcan, patates ya da peynirle muhteşem oluyor. Eğer sıcak çikolata severseniz, La Locandiera Urbino.

Daracık sokakları ile Urbino, eskiden yaşanmış hayatları ve tarihi hissettiriyor. Garip bir hüzün kaplıyor içinizi. Kimler yaşadı? Orta Çağ karanlığından çıkmak için nasıl mücadele ettiler? Ne bedeller ödediler? gibi sorular uçuşuyor zihninizde.

İlkçağlarda kurulan bir şehirde tarihi eserlere verilen önem ve korunması medeniyetin ne demek olduğunu gösteriyor bize. Buraları görmek, kendimizi hatta kendi coğrafyamızı tanımamıza hatta sorgulamamıza neden oluyor. Aramızda kaç yüzyıl fark olduğu, tokat gibi çarpıyor suratımıza. Yıkılan heykelleri, cumhuriyetin binalarını düşündükçe Urbino gelir aklıma içim sızlayarak. Tarihimizi ve tarihi eserleri yok sayan bir zihniyete sahip yöneticilerin gelip buraları görmesi lazım.

Yeryüzünden çok uzakta, herkesin unuttuğu bir şehir, tarif etmek oldukça zor. Ama bir o kadar da sizi avucunun içine alan, huzur veren hatta bulutların içinde bir şehir. Tepeye kurulduğu için bulutların içinde hissediyorsunuz.

Urbino

Sonuç olarak, insanlarının telaşsız halleri, sakinlikleri ve yüzlerinden eksik etmedikleri gülümsemeleri şehre mi yansımış? Yoksa şehrin sakinliği ve rahatlığı mı insanlara yansımış? Bilemedim.

 

Visits: 0

Aki Matsuri: Japonya’da Sonbahar Hasat Festivali

Aki-Matsuri

Japonya’da dünyadaki bir çok ülkeye göre çok daha fazla festival kutlanır. Mevsim değişiklikleri, tanrılara şükretmeli tarihi olayları anma festival konuları arasındadır. Bu festivallerin en önemlilerinden biri olan ‘Aki Matsuri’ ülkenin her yerinde çok geniş katılımla kutlanır.

Aki Matsuri; Aki sonbahar, Matsuri ise festival…

Aki Matsuri Sinturizm dini ile bağlantılıdır. Festivalde çeşitli ritüellerle pirinç hasatı için tanrılara şükredilir. Sonbaharın gelişi ve pirinç hasatı şarkılarla, dualarla, her yaştan mahalle halkının katılımıyla hep birlikte kutlanır.

Ülkenin geçmişten günümüze temel besini olan pirinç için çeltik ekimi ilkbaharda başlar, yazın başaklar dolar, Sonbahar ise bu değerli ürünümüzün hasat zamanıdır.

Pirincin tarladaki yolcuğu hasat ile bitmesiyle festival başlar, her yerde ‘ do don ga dön ‘ Japon davulu taiko’nun sesi duyulur. Günler öncesinden festival provalarına başlanır. Genellikle gençlerin çaldığı davul sesine, ilkokul çocuklarının çaldığı flüt sesi eşlik eder.

Festival her şehirde yörenin geleneklerine göre kutlanır. Bizim yaşadığımız Osaka’da kutlamalar yaguralar ile yapılır. Yaguralar ağaçtan yapılmış tapınak maketleridir. Her semtin bir yagurası vardır. İki dev tekerlekli, yaklaşık iki ton ağırlığındaki maketler, festival zamanı o güne özel şarkılar söylenerek kalın urganlarla çekilir. Yaguralar çocuk, büyük her yaştan kişilerin elbirliği ile Sinturizm tapınağına taşınır.

Festival hazırlıklarına bir ay öncesinden başlanır. Her yaş grubunun görevleri belirlenir. Tamamıyla gönüllü bir etkinliktir. Finansal kaynağı bağışlarla karşılanır. Bireysel bağışların yanı sıra serbest meslek grupları, işletmelerden toplanan bağışlarla fon oluşturulur. Yapılan bağışların miktarı ve bağışçıların isimleri her semtteki bir tür halk evinin panosuna asılır.

Festival üç gün sürer. Birinci gün büyüklerin gözetiminde çocuklar yagurayı ‘Wasshoi Wasshoi‘ diyerek çekerler semtin sokaklarında. Anneler, babalar, büyük anneler, büyük babalar, küçük çocuklar hep birlikte yagurayı takip ederler.

Her semtin bir logosu vardır. Güvenlik ve mahallenin kimliğini belirlemesi açısından yagurayı çeken gençlerin üzerinde bu logoların bulunması zorunludur.

Semtin sokakları kağıt fenerler ile süslenir, geceleri ışıklandırılır. İlk günün gecesi şehirdeki tüm yaguraların katıldığı fener alayı düzenlenir. Trafik felce uğradığı için hoşlanmayanlar olsa da günümüzde, geleneği korumak isteyenler heyecanla katılırlar festivale.

İkinci gün yaguralar sıra ile kendilerine verilen saatte Sinturizm tapınağına götürülür. Tüm yaguralar tapınağın merdivenlerini aşıp meydanda toplanırlar. Tapınak alanında gösteriyi izlemeye giden şehir halkı kendi semtinin yagurasının merdivenleri tırmanışına alkışlar ile destek verir.

Toplanılan alanda çocukların sevdikleri yiyeceklerden oluşan tezgahlar kurulur. Çocuklar için oyun alanları hazırlanır.

Geçmiş yıllarda bayram havasındaki bu geleneksel kutlamalarda özellikle kadınlar kimonolarını giyerlermiş. Günümüzde geleneksel kıyafetlerini giyenler azalsa da genç kızların saçları özel örgülüdür.

Üçüncü gün ‘mikoshi ‘ günüdür. Bu kez Sinturizm tapınağında yaguradan küçük, içinde kutsal ruh olduğuna inanılan maketler hazırlanır. Bu maketler sadece genç erkeklerin omuzlarında denize taşınır. Kutsal ruh denizde yıkanarak kötü ruhlardan arındırılır. Her yıl Sinturizm tapınağından iki semtin mikoshileri denizin içine taşınır. Bu yıl sahildeki törenlere katılma sırası bizim ve yan semtin mikoshilerinde idi. Semtimizin gençleri omuzlarında mikoshi ile yarı bellerine kadar sulara daldılar. Neşe içinde şarkılarla, danslarla, tanrının ruhunun arınma törenini gerçekleştirdiler.

Mikoshi günü Sinturizm tapınağının rahibi de festivale katılır. Geçmişte rahip geleneksel kıyafeti ile ata binip tapınaktan deniz kenarına kadar mikoshiye eşlik edermiş. Günümüzde ise bu geleneği rahip, takım elbisesini giyerek arabası ile gitmek şeklinde gerçekleştirmektedir…

Karada başlayıp denize kadar uzanan festival bu yıl da eğlenceli, canlı, çok güzel bir şekilde tamamlandı. Törenler tamamlanınca, yaguralar her tapınakta hazırlanmış özel odalarda gelecek yılki Aki Matsuri’ye kadar dinlenmeye alındı.

Bu arada polis ekibinin her yıl olduğu gibi özel ekip kurarak toplumun can güvenliğini canla başla koruduğunu da belirtelim.

Törenler sonrası ailece eve dönüp bugüne özel hazırladığımız suşiler ile biz de bu yıl bayram havasında kutladığımız Aki Matsuri’yi anılarımız arasına yerleştirdik.

Festival sayesinde Japon geleneksel kültürünü toplum olarak birlikte koruma duygusunu yoğun yaşadık. Semt sakinleri olarak çeşitli görevler üstlendik. İlkokul çocuklarının, gençlerin, mahallenin yaşlılarının hepsinin görevleri ayrıydı. Ekonomik durumuna göre kişiler parasal katkıda bulundular. Festival boyunca hep birlikte dua ettik, şarkılar söyledik, dans ettik. Günlük koşuşturmamız sırasında görüşemediğimiz, selamlaşamadığımız komşularımızı gördük, hal hatır sorduk, sohbet ettik. Bizim semtte bu kadar çocuk ve genç var mıydı diye şaşırdığım oldu…

Atalarımız festivallerin bugünlere aktarılmasını sağlamışlar, gençlerimiz de geleneklerimizin devamı için ellerinden geleni yaparak toplum bilincimizi, birlikteliğimizi korumak için değerli katkı sağlıyorlar.

Yazımızın başında Japonya’da mevsim değişikliklerinin festivallerle kutlandığını belirtmiştik. Blogda Japonya Günlükleri yazı serimizde İlkbahar Festivallerini anlatan yazılarımızı okuyabilirsiniz.

Japonya’da Sakura Kiraz Çiçekleri İle Bahar

Japonya’da Baharın Müjdecisi Ume Çiçekleri

Visits: 0

Varna Gezi Rehberi: Bulgaristan’ın Deniz Başkenti

Varna

Farklı yıllarda iki kez geldim, bu küçük şirin Karadeniz şehrine. Varna öyle planlı ve programlı bir şekilde anlatılacak bir yer değil, yaşadıklarınızla değil hissettiklerimizle anlatılabilir ancak.

Varna çok özeldir benim için. Neden mi? Tabii ki Nazım Hikmet’ten dolayı. Nazım’ın hasret dolu şiirlerinden duymuştuk Varna adını yıllar yıllar önce. Varna’dan yazdığı şiirlerinin çoğu, diğer şiirleri gibi aklımızda, yüreğimizde..

Vapur
Yürek değil be, çarıkmış bu, manda gönünden,
teper ha babam teper
paralanmaz
teper taşlı yolları.
Bir vapur geçer Varna önünden,
uy Karadeniz’in gümüş telleri,
bir vapur geçer Boğaz’a doğru.
Nazım usulcacık okşar vapuru,
yanar elleri …

N. Hikmet, 27 Mayıs 1957

Varna’ya ilk gelişim bir kongre içindi, on yıl sonra proje toplantısı için geldiğim Varna, bu süre içinde oldukça farklılaşmış, değişmiş gelişmiş şehir. Hem kendi özgün yapısını korumuş hem de caddeleri, sokakları ve binaları restore edilmiş.

Nazım’ın ellerinin, yüreğinin yandığı yer burası. Kuşkusuz N. Hikmet’in, Varna’da iken yazdığı, ‘Vapur’ dışında da şiirleri var. ‘Memet’, ‘Mavi Liman’, ‘Ceviz Ağacı’… Hepsi de ruhumuza dokunup, hasretin izlerini taşıyor.

Nazım Hikmet Varna’da çok sevdiği memleketine bir adım kadar yakındır, ama bir o kadar uzak. İçi hasret dolu bir şekilde sokaklarında dolaşırken bu şehirde adeta memleketinde gibi hisseder kendini.

Sofra
Şu Varna deli etti beni,
divâne etti.
Sofrada domates, yeşil biber, kalkan tavası,
radyoda “Ha uşaklar!” Karadeniz havası,
rakı kadehte aslan sütü, anason,
uy anason kokusu!
Ahbapça, kardeşçe konuşulan dilim…
A be islâh be, islâh be hâlim…
Şu varna deli etti beni
divâne etti…
N. Hikmet, 1957, Varna

Aklımda Nazım şiirleri ile gezdim Varna’yı. Varna’da denizi izlerken Nazım’ın yüreği memleket ve Memed’inin hasretiyle yanan elleriyle okşayan vapurları aradı gözlerim.

Çeşitli nedenlerle (tedavi ya da dinlenme amaçlı) dört kez geldiği Varna için “Neden Varna?” diye sorulduğunda Nazım, “Buradan boğaza giden vapurları okşuyor, memlekete selam gönderiyor ve memleket havasını buradan soluyorum” diye yanıt verir. Bir başka söyleşide ise, “Varna’da kendimi memleketime daha yakın hissediyorum. Kokusu, denizi, toprağı… Bana iyi geliyor” diyerek, memleket özlemini anlatır.

Varna Bulgaristan’ın Karadeniz kıyısında en büyük liman kenti, Sofya ve Plovdiv’den sonra üçüncü büyük kenti. 

Uzun yıllar Osmanlı toprakları olan Bulgaristan’ın tarihi şehir başkenti Sofya ve sanat şehri Plovdiv’i okumak isterseniz.

Sofya Gezi Rehberi: Uzak Kaldığımız Yakın

Plovdiv (Filipe) Gezi Rehberi: 2019 Avrupa Sanat Başkenti

Parkları, çocukları, yaşlıları ve martılarıyla cıvıl cıvıl bir şehir Varna.

Denizden biraz uzaklaştıkça şehrin tarihi merkezinin içine Slivnitsa Bulvarı kafelerin, otellerin yer aldığı bir bulvar. Çocuklar, yaşlılar, martılarla cıvıl cıvıl bir bulvar. Bu bulvarın yayalara açık olan ana meydan Knyaz Boris (Kırmızı Boris) Caddesi. Buradaki tarihi binalar her ne kadar bakımsız olsa da ayrı bir güzelliğe ve asilliğe sahipler…

Binalar bakımsız ama bir boya-badana ile “idare eder” duruma gelmişler. Buradaki diğer bina 35 numaradaki Saint Nikolay Kilisesi, büyük, güzel Bulgaristan’daki en büyük Ortodoks kilisesi.

Çocuklar bahçelerde, trafiğe kapalı alanlarda neşe ile koşarken oynarken, yaşlılar banklarda sohbet ediyor. Martılar ise insanlar arasında olmaktan mutlu, nasıl olmasınlar ki ellerindeki yiyecekleri kaşla göz arasında kapıp, ilerde keyifle yiyorlar.

Varna`nın doğal güzellikleri, tarihi, arkeolojik, mimari ve kültür anıtları insanın başını döndürüyor. Çok sayıda Antik dönem ile Erken Orta Çağ döneminden kalma Yunan, Roma ve Bizans anıtları mevcuttur. Kuşkusuz, Osmanlı İmparatorluğu’nun izlerini de görüyoruz. Tüm bu farklı uygarlıklar, şehrin her yanını tarihi eserlerle süslenmesini de beraberinde getirmiş. Bulgarlar da, bu zengin kültürel mirası korumuş ve günümüze kadar getirmiş.

Varna Bulgaristan’ın doğusunda ve Karadeniz kıyısında yer alan Varna, 3.818 km² yüzölçümüne sahip, nüfusu 494.216 (2016) dır. Varna’nın nüfusu şehri ziyaret eden turistler sayesinde yaz mevsiminde 4 kat artmakta. Bulgaristan’ın üçüncü en büyük ve Burgaz şehrinden sonra ikinci büyük limanına sahip olan şehrin en önemli geçim kaynağı turizm ve liman işletmeciliği.

Avrupa’yı Asya`ya bağlayan önemli demiryolu, havayolu ve denizyolu üzerindeki kavşak olması nedeniyle bulunduğu konum itibarıyla stratejik olarak önemli bir yere sahip.

Varna, 8 üniversiteye sahip. Teknik Üniversite, Tıp Üniversitesi, Ekonomi Üniversitesi, Serbest Üniversite ve Deniz Harp Okulu bunlardan bir kaçı, böylece bir eğitim merkezi durumuna gelmiş. Bu yüksek öğretim kurumlarında yerli öğrencilerin yanı sıra dünyanın değişik ülkelerinden de öğrenciler eğitim alıyor.

Varna, tarihteki en eski ve büyük altın hazinenin bulunduğu şehir olarak biliniyor M.Ö 4000 – M.Ö 4200) Dünyanın en eski altınlarının olduğu hazine Varna Gölü’nün kuzey kısmında ve şehir merkezine 4 km mesafede 1972’de liman civarında yapılan kazılarda 3 binden fazla altın parçaya sahip bir nekropolis ortaya çıkartılmış. Nekropol ya da nekropolis arkeolojik şehirlerde mezarlıkların ve toplu mezar yerlerinin bulunduğu bölgeye verilen isimdir ve Yunanca nekros-polis ölü(ler) şehri demektir. Yaklaşık 5000 yıllık olduğu düşünülen hazinenin parçaları Varna Arkeoloji Müzesi’nde ve Sofya’da National History Museum’da sergilenmektedir.

M.Ö. 580 – 560 yıllarında eski Yunanlılar (Miletliler) tarafından kurulmuş, o zamanki adı Odesos (deniz şehri ya da su şehri) olan şehir, M.S. 2. yüzyılda Roma istilasıyla önemli bir garnizona dönüşür. Şehir, Roma İmparatorluğu çağında çok gelişir. Kalıntıları bulunan büyük Roma hamamları bu dönemde inşa edilir. Daha sonra Avar akınlarıyla gücünü kaybeden şehir Bizans İmparatorluğu’nun bir limanı haline gelir ve Varna ismini alır. Varna ilk kez 1389’da Osmanlı’nın eline geçer ama elinde tutamaz. 2. Murat komutasındaki Osmanlı ordusu 1444’te Haçlı ordusuna karşı Varna Savaşı’nı kazanır, böylece yaklaşık 545 yıl sürecek Osmanlı hakimiyeti başlar bölgede. Varna, 16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlı’nın Karadeniz’deki en önemli limanı haline gelir. Böylece, ticari ve kültürel anlamda gelişir şehir.

Çarlık Rusya’sının desteğiyle Bulgaristan’da ulusal kurtuluş hareketi alevlenir, bu arada Osmanlı Devleti de gerilemeye başlar ve 93 Harbi’nden yenilgiyle çıkar. Bulgaristan, Çarlık Rusyası tarafından 1878 yılında içişlerinde bağımsız prenslik olarak, 1908 senesinde ise tam bağımsız çarlık olarak tanınır. Komünist yapılanma Eylül 1944’te Kızıl Ordu’nun şehre girmesiyle başlar. Bu dönemde Varna Bulgaristan’ın en önemli ticari – askeri limanı ve bölgenin başlıca turizm merkezi haline gelir.

Osmanlıların 450 yıldan fazla kalmasının izlerini halkın günlük yaşamında, geleneklerde, dilde görüyoruz. O kadar çok ortak noktamız var ki. Maalesef bu döneme ait izleri resmi kayıtlarda, müzelerde çok fazla göremedik. Ancak, tarihinde çeşitli uygarlıkları barındıran Varna’da uygarlıkların izlerini her yerde görebiliyorsunuz. Tarihi alanları yanı sıra doğal güzellikleriyle de dikkat çeken Varna güzellikleri içinde barındırıyor.

Bulgarcada yaklaşık 6 bin Türkçe sözcük kullanıldığını biliyor muydunuz? Varnalı yazar Turhan Rasiev’in Bulgarcada yer alan Türkçe sözcükler hakkında hazırladığı kitaba göre, Türkçe sözcüklerin en fazla yemek ve yaşamla ilgili olduğu görülüyor “ Akıl, bol, kef, çarşıya, barabar, mente, komşiya, meraklıya, bereket, pişman, rezil, borç, çorba, inat, pazar” bunlardan bazıları.

Deniz Bahçesi – (Sea Garden – Primorski)

Promorski park demek. Ancak boydan boya sahil şeridinde uzanan Deniz Bahçesine park demek haksızlık aslında. 1878’de açılan ve kıyı boyunca 8 km. uzanan bu park Avrupa’nın en büyük parklarından biri. Şehirle sahil şeridini birbirinden ayırıyor. Park aslında bir koruluk gibi, bir uçtan bir uca ağaçlarla kaplı.

Varna sahilinde kilometreler boyunca uzanan, Balkanların en büyük manzaralı parkı olarak bilinen “Sea Garden”, deniz müzesinden akvaryuma, ünlü Bulgarların heykellerinden, Copernicus Rasathanesi ve Gözlemevi ve açık hava tiyatrosuna kadar pek çok müze ve mekânı içinde barındırıyor.

Varna

Sea Garden çocuklu aileler için de ideal bir gezi alanı. Parkta yer alan kafelerde çayınızı, kahvenizi yudumlarken çocuğunuzu gönül rahatlığıyla oyun alanına bırakabilirsiniz. Ayrıca parkın içinde yer alan ve her gün ziyarete açık olan hayvanat bahçesinde 72 çeşit hayvan bulunuyor. Aslanlar, kaplanlar, lamalar, pelikanlar, develer, maymunlar, siyah kuğular ve daha nicesi bu hayvanat bahçesinde koruma altında.

Plajın kenarından geçerken kumlara sere serpe uzanmış güneşlenen, yüzen, ikindi sıcağında şezlonglarda kestiren insanları görünce içim gitti, denize koşasım geldi. Ancak deniz keyfini bastırıp gezi planımı uygulamaya devam ettim.

Öğle üzeri parkın içi bir hareketliydi ki sormayın. Sanki millet işi gücü bırakmış buraya koşmuştu. Belli ki Varna’nın kalbi Primorski Park’ta atıyordu. Mayolusu, giyinmişi, bisiklete bineni, koşanı, plaja gideni, plajdan döneni bu parktaydı. Özellikle çocuklar için park büyük bir oyun alanı gibiydi.

Copernicus Rasathanesi ve Gözlemevi günün her saatinde eğitim amaçlı kullanılıyor. Öğrenci ve öğretmenlerin heyecanlı çalışmalarını kıskançlıkla izledim, içim buruldu.

Çapı 10.5 metre olan yarım küre şeklindeki kubbe “Gökyüzü Tiyatrosu” olarak adlandırılmakta. Bu kubbede ayın, güneşin ve gezegenlerin yıldızlar arasındaki yeri anlatılmakta, 5500 yıldız izlenebilmekte. Devasa teleskoplarla gökyüzünü izlemek de müthiş keyifliydi.

Parkın bazı yerlerinde kademeli inişlerle bazı yerlerinde merdivenlerle kumsala iniliyor. 7 km uzunluğundaki kumsalda kafeler, plajlar yer alıyor. Plaja bu kocaman parkın içinden geçerek denize gidiliyor.

Yaz turizminin gözde rotalarından biri olan Altın Kumlar (Golden Sands-Zlatni Pyasatsi), Bulgaristan’ın en ünlü tatil bölgesi olarak biliniyor. İnce kumlu tertemiz plajları, ormanın yeşilinin denizin maviliğine karıştığı büyüleyici manzarasıyla turistlerin uğrak noktası haline gelen Altın Kumlar’da pek çok otel ve pansiyon bulunuyor. Beldeye ulaşmak için Varna merkezinden hareket eden trenler veya otobüsler kullanılabiliyor.

Varna Varna Katedrali uzun yıllar boyunca Varna şehrini sembolize etmek için ve randevulaşmak için genç aşıkların kullandıkları buluşma yeri. Katedral olağan üstü mimarisi ve hala ibadete açık olması dikkate alındığında tarihe hem imza atmış hem de meydan okumuş yapılar arasında yerini almış.

Katedralin ardından Varna da gerçekten sanatın içinde kendinize yer bulmak isterseniz katedralin karşısında konumlanmış Varna Opera binasının duvarlarında 100 yıllık afişleri görebilirsiniz. Binada hala opera gösterileri izlenebilmekte. Ayrıca, Varna’daki yaz opera festivali geleneksel olarak Varna sakinleri ve turistler için en çok aranan yaz etkinliklerinden biri haline gelmiş. Varna, Avrupa`da en eski müzik festivallerden biri olan Uluslararası Varna Yazları Müzik Festivali`nin başkenti kabul ediliyor, ilki de 1926 senesinde düzenlenmiş.

Varna Varna’da Bulgaristan’ın her yerinde göreceğiniz ‘Bulgarian Rose‘ mağazalarından biri operanın tam karşı köşesinde yer alıyor. Dünyanın sayılı gül yağı üreticilerinden olan Bulgaristan’ın ihraç ürünleri burada satılıyor, gülden ve lavantadan yapılan her türlü kozmetik mis gibi kokuları ve rengarenk paketleri ile sizi bekliyor.

Operanın yan sokağı, Rusçuk Sokağı ve buradaki tezgahlarda sebzeler, meyveler kadınların yetiştirip ya da yapıp sattıkları ürünler, ördükleri işledikleri çoraplar ve basit örtülerin satıldığı Rusçuk Sokağı Pazarı bulunuyor. Kesinlikle gezilmeli bu rengarenk pazar, kadınların gücünü ve üretkenliğini de gösteriyor.

Görülmesi gereken bir başka yer ise şehir merkezinden 10 dakikalık bir yürüyüşle Varna Arkeoloji Müzesi, 1901 yılında kurulan ve resmi olarak 1906’da açılan müze 3 kattan oluşuyor. İçeride bilet için ödediğiniz paranın yanı sıra fotoğraf çekme parası da ödemeniz gerekiyor, yoksa fotoğraf çekmenize izin vermiyorlar. Toplantı ekibi ile birlikte gezdiğimiz sınırlı süre içinde fotoğraf çekmeye zamanımız da olmadı.

Varna

Müzede, Varna ve Bulgar tarihi için yapılan çalışmaları da yer alıyor. Açıldığı dönemde küçük bir binada hizmet veren Varna Arkeoloji Müzesi, 1983 yılında 2150 metrekarelik sergi alanına sahip olan – aslında 1898 yılında kız lisesi olarak yapılan – yeni binasına taşınmış.

Antik çağda Odessos adıyla bilinen Varna’da yaşamış medeniyetlere ait 100 binden fazla obje ve anıtı görebilirsiniz müzede, burada dünyanın ilk altınının yanı sıra insan varlığının ilk izlerinden kıymetli mücevherlere dek yüzlerce koleksiyon sergileniyor. 1972’de Varna gölü kuzeyindeki 294 mezarda bulunan 3000’i aşkın altın objeyi içeren ve “Varna Hazinesi” olarak isimlendirilen eserler müzedeki en önemli parçaları oluşturuyor. M.Ö.6000 yıllarından Khalkolitik diğer bir deyişle, Bakır+Taş çağına ait olan bu eserler, Dünya da bakır çağının başlarında ilk işlenmiş altınlar bunlar. Salonlar salonlara, çağlar çağlara açılıyor müzede. 500 yıllık egemenlik kalan yalnızca bunlar. Osmanlı devrine gelince toplamı yirmiyi ancak bulabilen İznik işi seramik parçalardan başka bir şey göremiyoruz yazık ki.

Balkanlarda ulus devletlerin kuruluşu Osmanlı geçmişi ile büyük bir kırılma yaşanmasına, Osmanlı geçmişinin reddine, Osmanlı mirasının tasfiye edilmesine, temizlenmesine neden olmuş, Avrupalılaşmanın, modernleşmenin ön koşulu olarak görülmüş. Aslında, bu bir modernleşme sorunu olmaktan çok, din taassubu ve ulusçuluğun telkin edilmesiyle ortaya çıkan bir zorunluluk olduğu görülüyor. Bulgar aydınları ve devlet adamları Osmanlı hâkimiyetini, Hıristiyan Bulgar kültürünün bastırıldığı ve gelişiminin engellendiği bir esaret ve zulüm dönemi olarak kabul etmişler. Özetle, bu müzede Yontma Taş Devri’nden Osmanlı İmparatorluğu’na uzanan hızlandırılmış bir tarih yolculuğunda buluyorsunuz kendinizi.

Osmanlı mirasının tasfiye edilmesine camilerde de karşılaşıyoruz. 17. yüzyılda Balkanlar’a yaptığı seyahat esnasında Evliya Çelebi Varna’ya uğradığında 41 cami ve mescit olduğunu Seyahatnâmesi’nde yazmış, ancak birbirini izleyen savaşlar sırasında ve özellikle 1828-1829 Rus-Türk Savaşı’nda şehirdeki bir çok İslâm eseri zarar görmüş ya da yıkılmış. Varna’nın Türk idaresinde bulunduğu son dönemlerde şehirde 20 dolayında cami ibadete açık tutulmuş. Günümüzde ise Varna’da üç cami ibadete açık. Bunlar, Aziziye, Hayriye ve Sessevmez Camileri. Aziziye Camii şu an ibadete her gün açıktır.

Son Söz

Varna şehri ıhlamur kokuları altında dolaşabileceğiniz, martıların elinizdeki pizzayı kapıp götürebileceği, güler yüzlü nazik insanlarla dolu, eski ve gururlu bir Avrupa şehri.

Tarihi dokusuyla birlikte çağdaş dünya düzenine de ayak uyduran şehrin fotoğraf karelerine sığdıramayacağımız kadar çok görülecek yeri var. 5 günlük Varna gezimde hem toplantı, hem gezme ikisi bir araya geldiğinde yazabildiklerim bunlar. Deniz Müzesi, Roma Hamamları, Tarih Müzesi, Dormition Katedrali, Taş Ormanı ve daha niceleri tekrar tekrar Varna’ya gitmek  için yeter de artar bile. Tabii Nazım Hikmet’in kaldığı yerlerden biri olan Bor Oteli’ni ziyaret etmek de var bir daha ki sefere. Bor kelimesi Bulgarcada “çam ağacı” anlamına gelir. Nazım bu otelde Memet, Mavi Liman, Gülhane Parkı ve Bor Oteli şiirlerini yazar. Yazımı Nazım’ın burada yazdığı bir şiiri ile bitirmek istiyorum. Sağlıkla kalın, seyahatte kalın.

Bor Oteli
Şu Varna’da uyumanın yolu yok geceleri,
uyumanın yolu yok
yıldızların bolluğundan,
yakınlığından parlaklığından,
kumlukta hışırtısından dalgaların,
sedefleriyle,
çakıllarıyla,
tuzlu yosunların hışırtısı;
denizde bir yürek gibi atan motor sesinden,
İstanbul’dan çıkıp Boğaz’ı geçip odamı dolduran anıların yüzünden
kimisinin gözü yeşil,
kimisinin bilekleri kelepçeli
kimisinin bir mendil var elinde,
lavanta çiçeği kokuyor mendil.
Şu Varna’da uyumanın yolu yok, gülüm
Şu Varna’da, Bor Oteli’nde.
Nazım Hikmet

Visits: 7

Adatepe Köyü Gezi Rehberi: Kazdağları’nda Zeus’un İzinden

Adatepe

Komşu Köyde Gezgin Olmak

İnsan normalde yanı başındaki köye gezgin olur mu? Seneler boyu dost ziyaretine, eğlenceye ve kültürel etkinliklere katılmaya, orayı görmek isteyen eş dost akrabayı gezdirmeye gittiği bir köye gezgin olur mu? Olmaz sanırdım ama www.gezginimgezgin.com gibi beğenilen bir iletişim kanalına yazma görevi başa düştüğünde oluyormuş. Ben de bu görev aşkıyla, kuş uçuşu 3 kilometre, karayolu ile 8 kilometre süren bu zorlu(!) yolu kat ederek Adatepe adlı güzelim köyü “gezgin” gözüyle ziyaret ettim.

Yaşadığım ve burada daha önce yazısını yazdığım Yeşilyurt ile Adatepe kardeş köyler… Bu tespiti belirleyen bulgular nedir derseniz, köklü yerleşim merkezleri olmaları ki, bu çok önemli; çok kültürlülük, benzer Kuzey Ege mimarisi, ki bu da çok önemli; bir de iki köy halkının da herkese ve doğal olan her şeye kucak açan insanlar olması… Bu dört unsuru barındıran iki komşu köyü değil Türkiye’de, Dünya üstünde kaç yerde bulabilirsiniz bilemiyorum, ama burada olmuş ve iyi ki de olmuş.

Yeşilyurt yazımı okumak isterseniz; Yeşilyurt Gezi Rehberi: Efsane Dağın Eteğinde Bir Köy

Gelelim Adatepe’nin coğrafyasının ve yaşam kültürünün anlatılmasına. Normalde gezi yazıları önce tarihi bir giriş ile başlar ama ben bu yazıda bu tarihi araştırmayı okuyucuya bırakıp hemen köyü gezmeye başlamayı tercih ettim.

Adatepe’ye Nasıl Ulaşırız?

Çanakkale-İzmir karayolu Küçükkuyu’nun içinden geçer. Hangi yönden gelirseniz gelin, Uysal Market ile yanındaki Uysal Restoran’ın tam karşısından çıkan ve “Zeus Altarı 2 km” yazan kahverengi levhanın gösterdiği yola sapın. Levha 2 km der ama aldanmayın, yol 4.5 km kadar kıvrıla kıvrıla zeytinliklerin arasından deniz seviyesinden 300 metre civarı yükselir. Arada sert virajlar vardır ama güzel bir yoldur.

Adatepe

Köye girişte sağ tarafta Zeus Altarı tabelasını görürsünüz, önerim hemen girmeyin. Önce köyü gezin ve içinize sindirin, sonra ayrılmadan burayı görün.

Köyde Neler Var?

Köye girişte yol daralır, ilk gelen kimi gezginin de içi daralabilir, ama bu dar yol kısadır. Azıcık sabırla bu yol biter ve sonra Adatepe Köyü’nün meydanına varırsınız. Meydanda otomobilinizi park edecek geniş bir alan mevcuttur.

Bu meydanda ilk bakışta birbiri ile iç içe gibi görünen iki mekanın herhangi birinde soluklanmak ve yeme içme molası için oturabilirsiniz ama yılların tecrübesi ile benim tercihim bu yerlerin 100 metre kadar uzağındaki Dut Dibi olur. Bu kadar senedir gider gelirim, lezzet/fiyat/güleryüz üçlemesinde hiç yanılmadım. Nefis bir aile işletmesidir, siz yeme içme ile meşgulken ailenin fertleri gönlünüzü fethetmeyi mutlaka becerecektir.

Köyü gezmeye meydandan camiye giden ve hafif bir eğimle yükselen taş döşeli yoldan başlamanızı öneririm. Bu yolda yürürken güzelim evleri, yeni açılan Margu Restaurant&Cafe’yi, Ida Blue Otel ve Hünnap Han’ı göreceksiniz. Yolun bitimine doğru köy camii karşınıza çıkar. Cami Kuzey Ege mimarisi özellikleri gösteren, avlusunda Osmanlı döneminden kaldığını tahmin ettiğim birkaç mezar barındıran sade ama zarif bir görünümdedir ve yakın zamanda onarılmıştır.

Adatepe Cami bölgesinden ayrılınca biraz batıya doğru yönelirseniz yol sizi biraz Köyün dışına doğru götürecektir. Ancak güzel taş evler etrafınızda anıt güzelliğinde boy göstermeye devam eder. Yürüdükçe yol sizi yüksek bir kayalığa doğru yönlendirecektir. Üşenmeyip 500 metre kadar yürür ve Koca Kayası diye adlandırılan bu yüksekliğe çıkarsanız harika bir köy ve ardında hem İda Dağları, hem de uzaklardan Edremit Körfezi manzarası zahmetinizin ödülü olacaktır. Burada oturup biraz soluklanmanızı ve doğal bir harika olan bu manzarayı içinize sindirmenizi öneririm, buna kesinlikle değer…

Aşağı inip geldiğiniz yoldan tekrar Köye yöneldiğinizde bu defa ayrımdan sağa doğru giderseniz camiye değil, karakteristik bir yapı olan ilkokul binasına ulaşacaksınız. Köy ilkokulu yörenin klasik taşları ile yapılan bir bina olmanın ötesinde oldukça estetik bir güzelliğe sahiptir.

Köy nüfusunun önce mübadele ile, daha sonra da aşağıdaki Küçükkuyu’ya göç ile azalmasından önce eğitim tam kapasite ile devam edermiş. Hatta çevre köylerden bile öğrenciler, eğitimin kalitesi nedeniyle buraya gelmeyi tercih ederlermiş. Ancak, yıllar içinde Köyün nüfusu giderek azalınca öğrenci sayısı da doğal olarak azalmış ve 1985 yılında ilkokul eğitime kapanıp kaderine terk edilmiş. Daha sonra, Köyde yaşayan ve ülkemizin akademik/ entelektüel çevreleri ile yakın bağlantıları olan idealist insanların öncülüğünde bu güzel yapı, 1999 yılından itibaren yaz aylarında Taş Mektep Seminerleri adı altında hem yetişkin eğitimine hem de tatile imkan veren bir oluşuma ev sahipliği yapmaya başlamış. (http://www.adatepetasmektep.com/) Halen devam eden bu güzel etkinlikler Köyün tanıtımına büyük katkıda bulunmaktadır.

Okulun güzel binasını bırakıp geziye başladığınız yere, yani köy meydanına doğru yüz metre gibi süren tatlı bir meyille inerken yine sağlı sollu taş binalar gözünüzü okşayacak. Meydanı ardınızda bıraktığınızda ise, mübadele öncesi Rum mahallesi olarak bilinen bölgeye geleceksiniz.

Bu mahalledeki evler ve diğer yapılar da köyün ana mimari karakteristiğine birebir uygundur. Bunun yanı sıra, bu mahalle köye girerken gördüğünüz Zeus Altarına ve ormanlık alana bitişiktir. Bu durumda artık Köyün adı en çok bilinen ve medyada en çok yer alan kısmına gitme vakti gelmiş demektir.

Zeus Altarı

Girişten Altara kadarki mesafe 790 metredir (kapısındaki tabelada böyle yazdığı için tam olarak bu kadar net rakam verebiliyorum).

Yürüyüş yolunda solunuzda köyün güzel manzarası da eşlik edecek size.

Adatepe

Çam ormanının içinden giden zevkli bir yürüyüş yolu ile hedefe vardığınızda, emin olun, hayatınızda gördüğünüz en güzel manzaralardan biriyle, muhteşem Edremit Körfezi ile karşılaşacaksınız.

Bulunduğunuz yerin altında boylu boyunca soldan sağa uzanan 100 km civarı bir spektrumun engin bir görüş alanı yarattığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bundan ötürü de mitolojide tanrılar tanrısı Zeus’un Troya Savaşı’nı buradan yönettiği belirtilir (coğrafi olarak burası ile Troya arasında pek ilişki olmasa bile, hikaye böyle).

Adatepe

Neyse, biz manzarayı anlatmaya dönelim. Bu geniş spektrumu soldan seyretmeye başladığınızda alt tarafta Altınoluk yer alır. Körfezin karşısında ise Burhaniye, Ören, sıra sıra tatil köyleri ve beldeleri, Madra Dağları, Ayvalık Cunda Adası’nın arka tarafları ve en sağda Midilli Adası yer almaktadır. Altarın hemen altında ise Küçükkuyu uzanır.

Adatepe

Bütün bu muhteşem manzaraya ise göz alabildiğine zeytinlikler eşlik eder (ve aralara serpişmiş tatil siteleri, ne yazık ki…). Altarın bulunduğu küçük kayalık insana büyük bir havalimanının kontrol kulesindeymiş hissi verir, ya da elinizi uzatsanız bu geniş coğrafyada bir yere kolayca dokunabilecekmişsiniz hissi… İşte böyle bir yer Zeus Altarı.

Adatepe

Yaz kış ziyaretçisi eksik olmaz, hele gün doğumlarında ve batımlarında iyice güzel olur. Ben bu zamanlarda defalarca orada bulundum, hatta bir seferinde dolunayın bütün körfezi nasıl pırıl pırıl yaptığına şahit oldum ki, anlatılmaz yaşanır.

Adatepe

Zeus Altarı sonrası bu güzelim köydeki gezimiz bitiyor. Adatepe Köyü küçük bir köy, geçmişin yüzyıllara yayılan güzel izlerini hala barındıran kimlikli, içinde yaşayanlara da ziyaretçilerini de bunu hemen hissettiren bir yerleşim merkezi. Son dönemlerde sıklıkla kullanılan “butik köy” tanımlamasına itibar etmeyin, çünkü suni değil, geçmişi son derece dopdolu harika bir Batı Anadolu köyü. Ondan da öte üzerine bol bol araştırma yapıp fikirler yürütebileceğiniz bir tarih ve doğal yaşam alanı. Böyle güzel ve özel bir altyapısı olmasaydı bu kadar yıldır felsefe, sanat, kaliteli hayat ve estetik öncelikli Taş Mektep Seminerleri ayakta kalabilir miydi?

Visits: 0

Perge Antik Kenti: Helenistik Dünyanın İncisi

Perge

Perge, Efes gibi, Bergama gibi, yurdumuzda antik dönemin izlerini bugüne en mükemmel şekilde taşıyan yerlerden biri. Biraz merak, biraz hayal gücü; Aziz Paulus’u Sütunlu Cadde’de yürürken görebilirsiniz.

Perge Tarihi

Perge Perge, Antalya’nın 18 km doğusundaki Aksu ilçesi sınırlarında yer almakta… Aksu (Kestros) Çayı’ndan dolayı su ulaşımıyla öne çıkan Perge, antik dünyada, Likya ile Kilikya’nın arasında kalan Pamfilya’nın başkentiymiş ve öyküsü de Pamfilya’nın kaderini paylaşmış. Bölgedeki Karain, Beldibi, Öküzini gibi höyükler yerleşim tarihini Paleolitik döneme çekse de Perge Akropolisi kazılarında bulunan seramik parçaları MÖ 3000’lerde burada eni konu yerleşik bir hayatın geliştiği göstermekteymiş. Perge, Hititler döneminde ise önemli bir merkezmiş; Hattuşaş’ta yapılan kazılarda bulunan levhalarda Parha olarak geçen bölge, Hitit Kralı IV. Tuthalia ile Vasal Karalı Kurunta arasındaki antlaşmada eni konu gündem olmuş.

Yunan kolonizasyon dönemiyle ilgili fazla bir bulgu yok ama rivayetler çok. Strabon’a göre Perge, Troia Savaşı’ndan sonra Argoslu savaşçılar tarafından kurulmuş. Kent girişindeki levhada Mophos ve Kalkhas’ın adı geçtiğinden Perge’nin MÖ 1200’lerde Troia Savaşı’ndan dönen Akhaların şehri kurduğu düşünülmekteymiş. Iyon göçleriyle yeniden canlanan bölge, hakkında pek bir şey bilinmeyen Lydia döneminden sonra Pers hakimiyetine girmiş. Herodot’a göre Lydia kralı Croesus Perge’yi MÖ 567-547’de fethetmiş. Pers hakimiyeti sırasında ise bölge İyonya Satraplığı sınırları içinde kalmış. Ama Pamfilya için asıl hikaye Büyük İskender ile başka bir safhaya geçmiş. MÖ 333’te Makedonya’dan doğuya başlattığı seferle Anadolu’da Pers hakimiyetine son veren Büyük İskender, Perge’ye de gelmiş. Perge ise savaşa falan gerek yok deyip barış yoluyla şehri teslim etmiş.

Böylece Helenistik dönem de başlamış; bu dönemden Perge’ye kalanlar ise surlar ile kuleler olmuş. İskender Perge’den de, dünyadan da hızlıca gelip geçmiş ama sonrasında komutanlarının bölgeyi paylaşması sonucu Anadolu’ya hakim olan Seleukoslar ile Roma’nın hakimiyet çekişmeleri sonucu imzalanan Apameia Barışı’nda Perge Bergama/ Pergamon Krallığının payına düşmüş. Artık aklından ne geçiyorsa son Pergamon Kralı III Attolos, MÖ 133’te Krallığını Roma İmparatorluğu’na miras bırakmış; Romalılar da buralarda Asia Eyaletini kurmuşlar ama Pamfilya’nın ancak bir kısmı bu eyalet sınırları içinde kalmış. Cicero’ya göre Kilikya eyaletine bağlanan Pamfilya MÖ 49’da Ceasar tarafından Asia Eyaletine dahil edilmiş. Daha sonra Roma toprakları Octavianus ile Marcus Antonius arasında paylaşıldığında buralar Marcus’a kalmış; o da Ceasar’ın katillerini desteklediği için bölgeyi cezalandırmış ve Roma müttefikliğinden çıkarmış. Bu arada Galatia Kralı Amyntas bölgeye hakim olmuş ama MÖ 25’de ölümünden sonra Octavianus da ilk Roma İmparatoru olup duruma el koymuş ve bölgeyi tek bir eyalet haline getirmiş. Takvimler MÖ 11’i gösterdiğinde artık buraların ismi Pamfilya Eyaleti olarak geçmeye başlamış. MS 43’te ise İmparator Claudius Lycia et Pamphylia Eyaletini kurmuş. Aynı dönemlere rastlayan Hristiyanlığın ilk yıllarında Aziz Paulus, uzun yolculuklarının ilkine Perge’den başlamış. Pax Romana denen Roma Barışı döneminde serpilen şehir, bugün Perge olarak göreceğimiz tiyatro, stadyum, hamam gibi yapılarında hayat bulduğu dönem olmuş.

Perge’nin tarihi çok eskilere gitse de bugüne kalanlar daha çok Roma döneminin eserleri. Perge, Helen dünyasının önemli merkezleri arasındaymış ve Büyük İskender sonrası komutanlarının/diadokların çekiştikleri bir bölge olmuş. Sonunda Seleukosların hakimiyetiyle sonuçlanan bu süreci, Pergamonlarla yapılan mücadeleler izlemiş. Helen dünyasının çekişmeleri yerini Roma İmparatorluğu’nun istikrarına bırakınca Perge, serpilip gelişmiş. Hatta Helenistik döneme ait bazı surlar yıkılıp Agora ve Güney Hamamı inşa edilmiş.

Perge Hadrianus döneminde ise Perge resmen elden geçmiş. Bunda da en önemli rol, Perge’nin önemli ailelerinden Plancii ailesine aitmiş. Plancius Rutilius Varus Flaviuslar döneminde senatörlük yapmış ama esas öne çıkan kızı Plancia Magna olmuş. Belediye başkanı denebilecek ‘demiorgus’ unvanıyla şehrin en yetkili kişisi, Artemis Tapınağı Baş Rahibesi, İmparator Kültü Başrahibesi olan Placia Magna, Perge’nin imar edilmesinde büyük etkisi olmuş; böylece Kentin Kızı unvanını da kazanmış. Roma dönemi, Perge’nin gelişip güzelleştiği bir şehir olmuş.

Perge Roma İmparatorluğu’nun tökezlemeye başladığı dönemlerde doğudaki savaşlarda askeri üs olarak kullanılan Perge, daha sonra Pamfilya Metropolü olarak tanımlanmış. Probus döneminde ise Perge Pamfilya’nın ilk şehri olarak işaret edilmiş. İmparator III Gordianus tarafından ziyaret edilen şehir, 3 yy’da önemini kaybetmiş ve Isauralıların saldırılarıyla iyice yıpranmış. Kral Zenon ile birlikte tekrar öne çıkan şehir Bizans döneminde Side’den sonra Pamfilya’nın ikinci Piskoposluk merkezi olmuş. MS 5-6 yüzyıllarda tekrar parlayan Perge, kilise örgütlenmesinde metropolitlik merkezi olmuş. Bu dönemde Perge kiliselerle donatılmış. Daha sonra Arap saldırılarına maruz kalan şehirden bahsedilmez olmuş. I.Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde Türkiye Selçuklularının hakimiyetine giren bölgeye Teke Türkmenleri yerleştirilmiş. 1299’da Hamidoğullarının egemenliğinde olan giren Pamfilya 1422’de Osmanlıların eline geçmiş. Evliya Çelebi Pamfilya’ya gelmiş ve bu bölgede Tekke Hisarı denen bir yerden bahsetmiş. Ancak Perge’deki kazılarda sadece Akropol’de Türk-İslam dönemine ait çömlek parçaları elde edilmiş.

Perge Irkların ülkesi anlamına gelen Pamfilya’da iki şehir, Side ve Perge sürekli rekabet içinde olmuş. Bergama’dan başlayıp Side’de biten antik yolun ana duraklarından olması yanında, Havari Pavlos’un Kıbrıs’ın Baf Limanı’ndan gelip Perge’den başlayan hac yolculuğu da kentin önemini artırmaktadır.

Perge Anadolu kökenli bir isim olan Perge’de Roma döneminde bir çok tanrı kabul görse de Wenessa Preiia/Artemis Pergea olarak bilinen Perge Kraliçesi Artemis, şehrin ana tanrıçasıymış. Matematikçi Apollonius ve felsefeci Varus’un da memleketi olan Perge, 1946’da başlayan kazılarla gün yüzüne çıkmaya başlamış ama kazılar daha tamamlanmamış. Bu arada 2009’da Dünya Geçici Miras Listesine alınan Perge’nin ihtişamını daha iyi anlamak için Antalya Müzesi’ne de gitmekte fayda var.

Perge Ulaşım

Perge Antalya İline bağlı Aksu İlçesinde yer alan Perge’ye toplu taşıma ile gitmek isterseniz, AC03, AF04A, BA22, 527A, 528 numaralı otobüsleri kullanabilirsiniz. Şehrin iki ucu Kepez ve Lara’dan bu otobüslerle Aksu’ya ulaşabilirsiniz. Perge, Aksu ilçe merkezine yaklaşık 1,5 kilometre uzaklıkta; o kısmı yürüyebilirsiniz ya da taksiyi tercih edebilirsiniz. Perge ören yeri, haftanın her günü ziyaret edilebilir; Nisan-Ekim arası 08.30-19.30, Kasım-Mart arası 08.30-17.30 saatleri arasında açık. Giriş ücreti ise 50 TL, müze kart ile ücretsiz.

Görülecek Yerler

Perge’ye ulaştığınızda, daha şehrin içine girmeden büyüleneceksiniz çünkü solunuzda görkemli bir tiyatro, sağınızda ise belki de dünyanın en iyi korunmuş stadyumu sizi karşılayacak. Sonrasında adeta Anadolu’da Roma dönemine açılan bir kapıdan içeri girmiş olacaksınız…

Perge Tiyatro: Kocabelen Tepesi’nin yamacındaki Greko-Roman tarzındaki yapı, tüm antik tiyatrolar gibi, sahne binası, orkestra ve seyirci kısmı olmak üzere üç kısımdan oluşmakta. Tiyatronun sahne binası MS 170-190 arasında iki katlı yapılmış, MS 193-211 arasında ise üçüncü kat eklenmiş. Yarım daire şeklindeki auditoriumu olan yapı önce Yunan tarzında yapılıp sonra Roma tarzına dönüşmüş. Sahne bölümü 52 metre uzunluğunda olup Roma tarzında tasarlanmış. Orkestra bölümü ise çapından dolayı Efes ve Aizonai tiyatrolarından sonra Türkiye’de üçüncü büyük sahneye sahipmiş.

Perge 5 sahne kapısı olan tiyatronun önünde de bir nymphaeum yer almakta. 12000 kişi kapasiteli yapı, Anadolu’daki antik tiyatrolar içinde üç katlı sütun mimarisi ve sahne önünü süsleyen frizleri ile en gösterişli süslemelere sahip tiyatroymuş. Bu süslemelerin asıllarını görmek için Antalya Müzesi’ne giderseniz bu yoruma hak vereceksiniz; gerçekten her bir pano ayrı bir sanat eseri. Frizler, eğlence ve şenlikleriyle tanıdığımız Dionysos’un hayatını anlatmakta. Burası tiyatro oyunları yanında gladyatör mücadelelerine de ev sahipliği yapmış. Akustiği ise harika; siz seslenin, eski günlerin seyirci kahkahaları gladyatör çığlıklarına karışarak yankılansın.

Stadyum: MS 1 yüzyılın ikinci yarısında yapımına başlandığı düşünülen yapı, antik dünyadan günümüze kalan en iyi korunmuş stadyummuş. Bölgede bulunan kireç taşından yapılan stadyum, uzunluğu 234 metre, eni 34 metre olup 12000 kişilikmiş. Bir ucu açık dikdörtgen şeklindeki yapıda 11 oturma sırası bulunmakta ve kenarları 70 kemerle çevrelenmiş. Üzerlerinde dükkan sahibinin ve satılan malın cinsinin yazılı olduğu yazıtlardan dolayı, kemer boşluklarının dükkan olarak kullanıldığı düşünülmekte.

Akropol: Kentin kuzeyinde yer alan Akropol, Perge’deki ilk yerleşimin de merkezi. 60 metre yükseklikte olup güney yamacında bir patika ve kapı kalıntısı yer almakta, diğer taraflar doğal korunaklı olduğundan sur bulunmamaktaymış.

Perge Güney Hamamı: MS 1 -2 yüzyıl arasında eklemelerle, takviyelerle genişleyen devasa yapısıyla antik dönemden kalan en görkemli hamamlardan birini Perge’de göreceksiniz. Kazıları 1978-1985 yıllarında gerçekleştirilen Hamam, birbirine bitişik nizamda kuzeydoğudan güneybatıya uzanan eksende dört bölümden oluşmaktaymış. Önce duvarlarında taştan oturma yerleri bulunan apodyterium/ soyunma odasına girilmekte, sonra ısınma hareketlerinin yapıldığı palaestraya geçilip natatio denen temizlenme havuzuna ulaşılıyor. Hemen yanında apsidal planlı soğuklu/ frigidarium ve ılıklık/ tepidarium bulunmakta. En sonunda çökmüş durumdaki ısıtma sistemine sahip sıcaklık/ caldarium yer almakta. Soğukluk kısmından kemerli bir kapı ile geçilen kapı Cladius Peison Galerisi olarak isimlendirilen bölüme açılıyormuş. Hamam tabanı MS 4 yüzyılda mozaikle süslenmiş, duvarlara ise mermer döşenmiş. Güney Hamamının zenginlikleri bununla bitmiyor; yapılan kazılardan anlaşıldığına göre, bugün Antalya Müzesi’nde sergilenen Yunan mitolojisinin ana kahramanlarından Athena, Aphrodit, Nemesis, Hygeeia, Aaklepious, Genius yanında üç güzeller ve çeşitli rahibelere ait heykeller adeta Hamamı bir sanat galerisi havasına sokmuş olmalı.

Hellenistik Kapı: Kentin en eski ve en heybetli yapılarından olan kireçtaşından yapılmış simetrik iki oval kule, MÖ 3 yüzyılda yapılmış. Üç katlı olarak tasarlanan kuleler, şehrin korumasında önemli rol üstlenmiş. Roma döneminde eklemeler, süslemelerle zenginleşen kulelerin arasına kemerli ve oymalı bir kapı yapılmış. Kuleler, 23X30 metre boyutlarında nal şeklinde bir avluya açılmakta. Avluyu sınırlandıran duvarlarda ise, yazıtlı heykel kaidelerin yerleştirildiği 28 niş bulunmakta. Bir çeşit siyasi propaganda amaçlı kullanıldığı düşünülen bu yazıtlarda, Perge’nin efsanevi kurucuları ve kentin gelişmesine katkıda bulunan asillerin isimleri yazılıymış. Aslında renkli mermerle kaplı kulelerin avlusu MS 121’de şeref avlusu olarak kullanılmaya başlamış.

Perge Propylon: Roma mimarisinde önemli, kamu binalarına ön giriş olarak düzenlenen propylon/ anıtsal kapıların bir örneğini de Perge’de görebilirsiniz; tabii ne kaldıysa… Güney Hamamının doğusunda yer alan bu yapı, İmparator Septimius Severus döneminde Hamama eklenmiş. MS 197-211 tarihleri arasında hüküm süren Septimius Severus’un mimari tarzı güzel ama kendisi pek sinirli bir adammış belli ki; iktidar mücadelesine girdiği Percennius Niger’i desteklediler diye Byzantion’u, yani İstanbul’u şehir statüsünden çıkarıp Marmara Ereğlisi’ne /Perinthos bağlı bir köy haline getirmiş. Anıtsal Kapı’mıza dönersek; kazısı 1969’da tamamlanan kare şeklindeki Anıtsal Kapı, iki basamaklı bir zemin üzerine inşa edilmiş. Korint tarzı başlıklı sütunlarla çevrelenmiş olan yapının alınlığı ise bitki ve geometrik desenlerle süslenmiş.

Perge Septimius Severus Çeşmesi: Güney Hamamının doğusunda yer alan bu çeşme/ nymphaion, şehrin artan su ihtiyacını karşılamak için gerçekleştirilen bir çok yapıdan biri olup adını, burada bulunan İmparator Septimius Severus’un heykelinden almaktaymış. İki katlı olarak tasarlanan çeşme, daha önce yapılan beşik kemerle örtülü nişi de kendi bünyesine almış. Yarım daire şeklindeki kurnalarla desteklenen çeşme ‘Artemis Pergaia’ya, İmparator Septimius Severus’a, onun oğulları Marcus Aurelius Antoninus’a ve Geta’ya, ayrıca İmparatoriçe Julia Domna’ya ve Perga Kenti’ne ithaf edilmiş. Köşelerinde yarı insan-yarı balık triton, içlerde güneş ve ay tanrıları Helios ve Selene, Hermes, Artemis, Aphrodite, Eros, üç güzeller tasvirleriyle bezeli alınlık bir zamanlar Çeşmenin ön cephesini süslemiş, şimdi ise Antalya Müzesi’ni…

Perge Roma Kapısı: Roma döneminde yapılan 10 metre yükseklik ve 24 metre uzunluğundaki kapı, şehir surları üzerindeki kapılardan biri olup kuzey cephesinde, aralarında dikdörtgen küçük nişlerin bulunduğu beş niş mevcut. MS 2 yüzyıl sonu veya MS 3 yüzyıl başında yapılan kapının kuzey iç yüzü, MS 3 yüzyılda Suriye tarzı mermer alınlıkla donatılmış. Geriye kalanlar bile kapının muhteşemliğini sergilemekte…

Güney Bazilika: Büyük Konstantin zamanında Hristiyanlık Bizans’ta kabul edilince, IV. yüzyıldan itibaren Perge’de bundan pay almış; işte bu dönemden kalan Güney Bazilika’nın kazısı tamamlanmamış¸ doğu duvarları ve apsisi ayakta kalan basilika haç planlı yapılmış.

Perge Hadrianus Takı: Helenistik kulelerin kuzeyinde, Sütunlu Ana Cadde’nin başlangıç noktasındaki Hadrianus Takı, üç kemerden ve iki kattan oluşmakta. Tak, İmparator Hadrianus döneminde (MS 117-138), şehrin kızı unvanlı Plancia Magna tarafından yaptırılmış. Tak üzerindeki Yunanca ve Latince yazıtta yapının bir zamanlar Artemis Pergaia, Tykhe, Diva Matidia gibi tanrılar; Divus Augustus, Divus Nero, Divus Trainus, Hadrianus gibi imparatorlar; Mariaina, Plotina, Sabina gibi imparator eşlerinin heykelleriyle süslü olduğu yazılıymış.

Perge Gezi RehberiAgora: Perge, ızgara planlamaya dayalı kent modeli ile Anadolu Roma’sının en düzenli yerleşimlerindenmiş… Helenistik kapılarının doğusunda kalan Agora, Türkiye’deki ikinci büyük agoraymış; iç içe geçen üç kare olan yapının iç kısmı 51X51metre olup sıkıştırılmış topraktan oluşmaktaymış. Agoranın ortasında yuvarlak planlı tholos, kenarlarda sütunlu galerilerle çevrili kaldırım, galerin içinde de dükkanlar mevcutmuş. Agoranın dört portikosunun ortasında giriş yerleri bulunmaktaymış, zemin ise mozaik kaplı. Eğimli zemin nedeniyle de Agora’nın güneyi iki katlı. Agora döneminde sebze, et, balık yanında parfüm, mücevher gibi lüks malların da satıldığı bir yermiş, bu nedenle zamanla Macellum olarak isimlendirilmiş.

Perge Demetrius Apollonios Takı: Perge’nin iki ana caddesinin kesiştiği noktada bulunan tek kemerli takın yüksekliği 11 metre olup günümüze gelebilen kısmı kare pylon ayaklarıymış ama yapılan restitüsyonla ayağa kaldırılmış. Dorik ve İonik tarzların birlikte kullanıldığı yapı kesik alınlığa sahip. Tak’ın bir bölümünün kazısı Prof.Dr Jale İnan tarafından yapılmış olup ithaf yazıtına göre yapım tarihi MS 81-84 yıllarına denk gelmekteymiş ve ‘imparatorsever’ Apollonios oğlu Demetrios ve kardeşi Apollonios tarafından yaptırılıp Pamphylia Apollonu ile Kurtarıcı ve Sıoğınmacı Artemis Pergaia’ya adanmış.

Perge Kestros Çeşmesi: Sütunlu Ana Cadde’nin kuzeyinde, neredeyse şehrin bitişinde yer alan kireçtaşından yapılmış bu anıtsal çeşme iki katlı olup ilk katı 8.60 metre, ikinci katı 4.80 metre yüksekliğinde, 21 metre genişliğindeymiş. Çeşmenin iki yanında iki geçit vasıtasıyla agoraya çıkılmakta. Ön cephede bitişik nizam kanallar mevcut. Alt bölümde biri diğerlerinden büyükçe üç adet niş var, pencere görünümlü nişte ise nehir tanrısı Kestros’un heykeli çeşmeye ayrı bir güzellik katmakta. Ayrıca Zeus, Artemis, Apollon gibi tanrıların yanında biri çıplak biri giyinik iki Hadrianus heykeli de çeşmenin süsleri arasındaymış ama şimdi Antalya Müzesinde. Bu veriler ışığında Çeşme’nin yapımı MS 117-138 arasına tarihlenmekteymiş.

Palaestra-Gymnasium: Kentin kuzeybatısındaki Spor Akademisi-İdman Yurdu, Perge’deki diğer kamu yapıları gibi kireç taşından yapılmış. Kazısı tamamlanmamış yapı, iki katlı ve kare planlı. Diğer Roma gymnasiumlarından farklı olarak bağımsız bir yapı olarak yapılmış ve boyutları açısından Anadolu’nun en önemli palaestraları arasındaymış. Güney ve batı cephesinden girişi olup güneyde bir avlusu bulunmakta. Yazıtından yapının C.Julius Cornutus tarafından İmparator Nero’ya atfen yapıldığı belirtiliyormuş, buna göre binanın yapımı MS 1. yüzyılda gerçekleşmiş. İmparatorluk döneminde yapıya bir de su kemeri eklenmiş.

Caracalla Çeşmesi: Bırakın adına çeşme yapılması, ölürken bir tas su verilmeyecek bir tip olan Caracalla adına, Kentin batı caddesinin sonunda 15 metre uzunluğunda, 2.50 metre derinliğinde yapılmış olan çeşme 2014 kazılarında ortaya çıkarılmış. Yarım daire planlı olan çeşme 18 metrelik üç basamaklı bir platform üzerinde yer almakta. Bitişiğindeki kuzey hamamından gelen suların yunus biçimli kurnalara aktığı Çeşme, Antalya Müzesi’nde sergilenen Apollo, Asklepious, Helios, Aphrodit, Nemesis, Selena, Tyke gibi tanrıların, Dioskur ve Telesphorus gibi mitolojik kahramanların ve kardeş katili İmparator Caracalla’nın heykelleri ile süslüymüş.

Kuzey Hamamı: Batı caddesinin ucunda yer alan Kuzey Hamamı, beş bölümlü olup önünde avlusu bulunmakta.

Dükkan Örneği: Batı Caddesi’nin güney portikosunda yer alan dükkan hem boyutları hem de bugüne kalan taban mozaikleriyle dikkati çekiyor. 6X7.30 metre boyutlarındaki bölme, iki farklı yapım evresine sahipmiş. Renkli mermer kaplı duvarlar yanında buranın en büyük süksesi taban mozaikleri. Agamemnon, Akhiellus, Odysseus’un yer aldığı tablo Truva Savaşını konu almakta. Burası MS 2 yüzyılda dinsel amaçlı kurban yeri, MS 5-6 yüzyılda ayazma/şifahane olarak kullanılmış.

Sütunlu Yol: Geldik Perge’nin en özgün yanına… Bence Perge’nin en ikonik tarafı, ortasından kanal içinde su akan kenarları sütunlarla süslü, yerleri mozaik kaplı, kuzey-güney ve doğu-batı ekseninde devam eden ve birbirini kesen sütunlu bulvarları.

Demetrius Apollonios Takı’nın bulunduğu noktada birbirini kesip şehri dörde bölen iki bulvar, şehrin tarihinin de geçtiği yerler. Ana alter olan kuzey-güney bulvar, Hadrianus Takı ile Kestros Çeşmesi arasında 480 metrelik düz bir hat olarak uzanmakta; aradaki hafif kavislerin nedeni, önceden yapılan kamu binaları ve Hellenistik yola bağlanıyormuş.

Perge

Bulvarın bir yanında 6.50 metre, diğer yanında 5.50 metrelik yürüme alanları, arkasında ise 5 metre derinliğinde dükkanlar yer almaktaymış. Hadrianus döneminde yapıldığı düşünülen bulvar, Kestros Çeşmesi’nden akan suyun kestiği kanalla iki bölüme ayrılmış olup dönem araçlarının kullanımına da uygunmuş.

Perge Doğu-batı bulvarı ise 460 metre uzunluğunda ve 8 metre eninde olup doğu ve batı kapıları ve nekropolünü birbirine bağlayan bir yol. Bu caddenin Demetrius Apollonios takı ile Kuzey Hamamı arasında kalan kısmının iki tarafı sütunlarla bezeli olup sağ tarafta Palaestra gibi kamu binaları, sol tarafta ise dükkanlar yer almakta. Sol tarafta basamaklarla ulaşılan yürüme alanı ile bitişik nizam dükkan bölümleri arasında kanal uzanmakta.

Perge Perge’de kazılar sürmekte… Perge alanında Hıristyanlık döneminden kalan kilise kalıntıları yanında nekropol alanları, kazısı devam eden görkemli yapılan Perge’nin diğer keşif yerleri… Ama Perge’yi görkemini daha iyi görmek için Kestros Çeşmesi’nin yanından tepeye çıkıp Seyir Terasından kente bakmalısınız; büyüleneceksiniz.

Perge, eskinin parlak günlerinden kalanları gözlerimizin önüne sermekte ama bu parıltıyı daha ayrıntılı görmek isterseniz mutlaka Antalya Müzesi’ne uğrayın; Müze neredeyse Perge eserlerinin koleksiyonundan oluşuyor. Perge’nin heykel sanatında ne kadar yetkin bir bölge olduğunu da göreceksiniz. Perge Tiyatrosu Salonu, Caracalla Çeşmesi Salonu, Batı Caddesi Salonu, İmparatorlar ve İmparatoriçeler Salonu, Lahitler Salonunda Perge’nin heykel zenginliğini daha iyi anlayacaksınız, hayran olacaksınız.

Müze’nin en önemli eseri ise 2011 yılında üst yarısı A.B.D.’den getirilerek diğer yarısına kavuşturulan Yorgun Herakles Heykeli… MÖ 330-320 arasında heykel üstadı Lysippos’un yaptığı bronz heykel ‘Herakles Farnese’nin Roma dönemi kopyalarından biri olan eser, Prof Dr Jale İnan tarafından diğer örnekleri içinde en iyi replika olarak belirtilmiş.

Perge, gittiğinize değecek, gördüğünüzde hayran bırakacak; antik bir Roma kentini bugüne, gözlerimizin önüne seren, muhteşem bir yer… Keşke daha fazlası olsa, keşke asıl halini görsem diyeceksiniz.

Visits: 2