ANA SAYFA Blog Sayfa 10

Aki Matsuri: Japonya’da Sonbahar Hasat Festivali

Aki-Matsuri

Japonya’da dünyadaki bir çok ülkeye göre çok daha fazla festival kutlanır. Mevsim değişiklikleri, tanrılara şükretmeli tarihi olayları anma festival konuları arasındadır. Bu festivallerin en önemlilerinden biri olan ‘Aki Matsuri’ ülkenin her yerinde çok geniş katılımla kutlanır.

Aki Matsuri; Aki sonbahar, Matsuri ise festival…

Aki Matsuri Sinturizm dini ile bağlantılıdır. Festivalde çeşitli ritüellerle pirinç hasatı için tanrılara şükredilir. Sonbaharın gelişi ve pirinç hasatı şarkılarla, dualarla, her yaştan mahalle halkının katılımıyla hep birlikte kutlanır.

Ülkenin geçmişten günümüze temel besini olan pirinç için çeltik ekimi ilkbaharda başlar, yazın başaklar dolar, Sonbahar ise bu değerli ürünümüzün hasat zamanıdır.

Pirincin tarladaki yolcuğu hasat ile bitmesiyle festival başlar, her yerde ‘ do don ga dön ‘ Japon davulu taiko’nun sesi duyulur. Günler öncesinden festival provalarına başlanır. Genellikle gençlerin çaldığı davul sesine, ilkokul çocuklarının çaldığı flüt sesi eşlik eder.

Festival her şehirde yörenin geleneklerine göre kutlanır. Bizim yaşadığımız Osaka’da kutlamalar yaguralar ile yapılır. Yaguralar ağaçtan yapılmış tapınak maketleridir. Her semtin bir yagurası vardır. İki dev tekerlekli, yaklaşık iki ton ağırlığındaki maketler, festival zamanı o güne özel şarkılar söylenerek kalın urganlarla çekilir. Yaguralar çocuk, büyük her yaştan kişilerin elbirliği ile Sinturizm tapınağına taşınır.

Festival hazırlıklarına bir ay öncesinden başlanır. Her yaş grubunun görevleri belirlenir. Tamamıyla gönüllü bir etkinliktir. Finansal kaynağı bağışlarla karşılanır. Bireysel bağışların yanı sıra serbest meslek grupları, işletmelerden toplanan bağışlarla fon oluşturulur. Yapılan bağışların miktarı ve bağışçıların isimleri her semtteki bir tür halk evinin panosuna asılır.

Festival üç gün sürer. Birinci gün büyüklerin gözetiminde çocuklar yagurayı ‘Wasshoi Wasshoi‘ diyerek çekerler semtin sokaklarında. Anneler, babalar, büyük anneler, büyük babalar, küçük çocuklar hep birlikte yagurayı takip ederler.

Her semtin bir logosu vardır. Güvenlik ve mahallenin kimliğini belirlemesi açısından yagurayı çeken gençlerin üzerinde bu logoların bulunması zorunludur.

Semtin sokakları kağıt fenerler ile süslenir, geceleri ışıklandırılır. İlk günün gecesi şehirdeki tüm yaguraların katıldığı fener alayı düzenlenir. Trafik felce uğradığı için hoşlanmayanlar olsa da günümüzde, geleneği korumak isteyenler heyecanla katılırlar festivale.

İkinci gün yaguralar sıra ile kendilerine verilen saatte Sinturizm tapınağına götürülür. Tüm yaguralar tapınağın merdivenlerini aşıp meydanda toplanırlar. Tapınak alanında gösteriyi izlemeye giden şehir halkı kendi semtinin yagurasının merdivenleri tırmanışına alkışlar ile destek verir.

Toplanılan alanda çocukların sevdikleri yiyeceklerden oluşan tezgahlar kurulur. Çocuklar için oyun alanları hazırlanır.

Geçmiş yıllarda bayram havasındaki bu geleneksel kutlamalarda özellikle kadınlar kimonolarını giyerlermiş. Günümüzde geleneksel kıyafetlerini giyenler azalsa da genç kızların saçları özel örgülüdür.

Üçüncü gün ‘mikoshi ‘ günüdür. Bu kez Sinturizm tapınağında yaguradan küçük, içinde kutsal ruh olduğuna inanılan maketler hazırlanır. Bu maketler sadece genç erkeklerin omuzlarında denize taşınır. Kutsal ruh denizde yıkanarak kötü ruhlardan arındırılır. Her yıl Sinturizm tapınağından iki semtin mikoshileri denizin içine taşınır. Bu yıl sahildeki törenlere katılma sırası bizim ve yan semtin mikoshilerinde idi. Semtimizin gençleri omuzlarında mikoshi ile yarı bellerine kadar sulara daldılar. Neşe içinde şarkılarla, danslarla, tanrının ruhunun arınma törenini gerçekleştirdiler.

Mikoshi günü Sinturizm tapınağının rahibi de festivale katılır. Geçmişte rahip geleneksel kıyafeti ile ata binip tapınaktan deniz kenarına kadar mikoshiye eşlik edermiş. Günümüzde ise bu geleneği rahip, takım elbisesini giyerek arabası ile gitmek şeklinde gerçekleştirmektedir…

Karada başlayıp denize kadar uzanan festival bu yıl da eğlenceli, canlı, çok güzel bir şekilde tamamlandı. Törenler tamamlanınca, yaguralar her tapınakta hazırlanmış özel odalarda gelecek yılki Aki Matsuri’ye kadar dinlenmeye alındı.

Bu arada polis ekibinin her yıl olduğu gibi özel ekip kurarak toplumun can güvenliğini canla başla koruduğunu da belirtelim.

Törenler sonrası ailece eve dönüp bugüne özel hazırladığımız suşiler ile biz de bu yıl bayram havasında kutladığımız Aki Matsuri’yi anılarımız arasına yerleştirdik.

Festival sayesinde Japon geleneksel kültürünü toplum olarak birlikte koruma duygusunu yoğun yaşadık. Semt sakinleri olarak çeşitli görevler üstlendik. İlkokul çocuklarının, gençlerin, mahallenin yaşlılarının hepsinin görevleri ayrıydı. Ekonomik durumuna göre kişiler parasal katkıda bulundular. Festival boyunca hep birlikte dua ettik, şarkılar söyledik, dans ettik. Günlük koşuşturmamız sırasında görüşemediğimiz, selamlaşamadığımız komşularımızı gördük, hal hatır sorduk, sohbet ettik. Bizim semtte bu kadar çocuk ve genç var mıydı diye şaşırdığım oldu…

Atalarımız festivallerin bugünlere aktarılmasını sağlamışlar, gençlerimiz de geleneklerimizin devamı için ellerinden geleni yaparak toplum bilincimizi, birlikteliğimizi korumak için değerli katkı sağlıyorlar.

Yazımızın başında Japonya’da mevsim değişikliklerinin festivallerle kutlandığını belirtmiştik. Blogda Japonya Günlükleri yazı serimizde İlkbahar Festivallerini anlatan yazılarımızı okuyabilirsiniz.

Japonya’da Sakura Kiraz Çiçekleri İle Bahar

Japonya’da Baharın Müjdecisi Ume Çiçekleri

Varna Gezi Rehberi: Bulgaristan’ın Deniz Başkenti

Varna

Farklı yıllarda iki kez geldim, bu küçük şirin Karadeniz şehrine. Varna öyle planlı ve programlı bir şekilde anlatılacak bir yer değil, yaşadıklarınızla değil hissettiklerimizle anlatılabilir ancak.

Varna çok özeldir benim için. Neden mi? Tabii ki Nazım Hikmet’ten dolayı. Nazım’ın hasret dolu şiirlerinden duymuştuk Varna adını yıllar yıllar önce. Varna’dan yazdığı şiirlerinin çoğu, diğer şiirleri gibi aklımızda, yüreğimizde..

Vapur
Yürek değil be, çarıkmış bu, manda gönünden,
teper ha babam teper
paralanmaz
teper taşlı yolları.
Bir vapur geçer Varna önünden,
uy Karadeniz’in gümüş telleri,
bir vapur geçer Boğaz’a doğru.
Nazım usulcacık okşar vapuru,
yanar elleri …

N. Hikmet, 27 Mayıs 1957

Varna’ya ilk gelişim bir kongre içindi, on yıl sonra proje toplantısı için geldiğim Varna, bu süre içinde oldukça farklılaşmış, değişmiş gelişmiş şehir. Hem kendi özgün yapısını korumuş hem de caddeleri, sokakları ve binaları restore edilmiş.

Nazım’ın ellerinin, yüreğinin yandığı yer burası. Kuşkusuz N. Hikmet’in, Varna’da iken yazdığı, ‘Vapur’ dışında da şiirleri var. ‘Memet’, ‘Mavi Liman’, ‘Ceviz Ağacı’… Hepsi de ruhumuza dokunup, hasretin izlerini taşıyor.

Nazım Hikmet Varna’da çok sevdiği memleketine bir adım kadar yakındır, ama bir o kadar uzak. İçi hasret dolu bir şekilde sokaklarında dolaşırken bu şehirde adeta memleketinde gibi hisseder kendini.

Sofra
Şu Varna deli etti beni,
divâne etti.
Sofrada domates, yeşil biber, kalkan tavası,
radyoda “Ha uşaklar!” Karadeniz havası,
rakı kadehte aslan sütü, anason,
uy anason kokusu!
Ahbapça, kardeşçe konuşulan dilim…
A be islâh be, islâh be hâlim…
Şu varna deli etti beni
divâne etti…
N. Hikmet, 1957, Varna

Aklımda Nazım şiirleri ile gezdim Varna’yı. Varna’da denizi izlerken Nazım’ın yüreği memleket ve Memed’inin hasretiyle yanan elleriyle okşayan vapurları aradı gözlerim.

Çeşitli nedenlerle (tedavi ya da dinlenme amaçlı) dört kez geldiği Varna için “Neden Varna?” diye sorulduğunda Nazım, “Buradan boğaza giden vapurları okşuyor, memlekete selam gönderiyor ve memleket havasını buradan soluyorum” diye yanıt verir. Bir başka söyleşide ise, “Varna’da kendimi memleketime daha yakın hissediyorum. Kokusu, denizi, toprağı… Bana iyi geliyor” diyerek, memleket özlemini anlatır.

Varna Bulgaristan’ın Karadeniz kıyısında en büyük liman kenti, Sofya ve Plovdiv’den sonra üçüncü büyük kenti. 

Uzun yıllar Osmanlı toprakları olan Bulgaristan’ın tarihi şehir başkenti Sofya ve sanat şehri Plovdiv’i okumak isterseniz.

Sofya Gezi Rehberi: Uzak Kaldığımız Yakın

Plovdiv (Filipe) Gezi Rehberi: 2019 Avrupa Sanat Başkenti

Parkları, çocukları, yaşlıları ve martılarıyla cıvıl cıvıl bir şehir Varna.

Denizden biraz uzaklaştıkça şehrin tarihi merkezinin içine Slivnitsa Bulvarı kafelerin, otellerin yer aldığı bir bulvar. Çocuklar, yaşlılar, martılarla cıvıl cıvıl bir bulvar. Bu bulvarın yayalara açık olan ana meydan Knyaz Boris (Kırmızı Boris) Caddesi. Buradaki tarihi binalar her ne kadar bakımsız olsa da ayrı bir güzelliğe ve asilliğe sahipler…

Binalar bakımsız ama bir boya-badana ile “idare eder” duruma gelmişler. Buradaki diğer bina 35 numaradaki Saint Nikolay Kilisesi, büyük, güzel Bulgaristan’daki en büyük Ortodoks kilisesi.

Çocuklar bahçelerde, trafiğe kapalı alanlarda neşe ile koşarken oynarken, yaşlılar banklarda sohbet ediyor. Martılar ise insanlar arasında olmaktan mutlu, nasıl olmasınlar ki ellerindeki yiyecekleri kaşla göz arasında kapıp, ilerde keyifle yiyorlar.

Varna`nın doğal güzellikleri, tarihi, arkeolojik, mimari ve kültür anıtları insanın başını döndürüyor. Çok sayıda Antik dönem ile Erken Orta Çağ döneminden kalma Yunan, Roma ve Bizans anıtları mevcuttur. Kuşkusuz, Osmanlı İmparatorluğu’nun izlerini de görüyoruz. Tüm bu farklı uygarlıklar, şehrin her yanını tarihi eserlerle süslenmesini de beraberinde getirmiş. Bulgarlar da, bu zengin kültürel mirası korumuş ve günümüze kadar getirmiş.

Varna Bulgaristan’ın doğusunda ve Karadeniz kıyısında yer alan Varna, 3.818 km² yüzölçümüne sahip, nüfusu 494.216 (2016) dır. Varna’nın nüfusu şehri ziyaret eden turistler sayesinde yaz mevsiminde 4 kat artmakta. Bulgaristan’ın üçüncü en büyük ve Burgaz şehrinden sonra ikinci büyük limanına sahip olan şehrin en önemli geçim kaynağı turizm ve liman işletmeciliği.

Avrupa’yı Asya`ya bağlayan önemli demiryolu, havayolu ve denizyolu üzerindeki kavşak olması nedeniyle bulunduğu konum itibarıyla stratejik olarak önemli bir yere sahip.

Varna, 8 üniversiteye sahip. Teknik Üniversite, Tıp Üniversitesi, Ekonomi Üniversitesi, Serbest Üniversite ve Deniz Harp Okulu bunlardan bir kaçı, böylece bir eğitim merkezi durumuna gelmiş. Bu yüksek öğretim kurumlarında yerli öğrencilerin yanı sıra dünyanın değişik ülkelerinden de öğrenciler eğitim alıyor.

Varna, tarihteki en eski ve büyük altın hazinenin bulunduğu şehir olarak biliniyor M.Ö 4000 – M.Ö 4200) Dünyanın en eski altınlarının olduğu hazine Varna Gölü’nün kuzey kısmında ve şehir merkezine 4 km mesafede 1972’de liman civarında yapılan kazılarda 3 binden fazla altın parçaya sahip bir nekropolis ortaya çıkartılmış. Nekropol ya da nekropolis arkeolojik şehirlerde mezarlıkların ve toplu mezar yerlerinin bulunduğu bölgeye verilen isimdir ve Yunanca nekros-polis ölü(ler) şehri demektir. Yaklaşık 5000 yıllık olduğu düşünülen hazinenin parçaları Varna Arkeoloji Müzesi’nde ve Sofya’da National History Museum’da sergilenmektedir.

M.Ö. 580 – 560 yıllarında eski Yunanlılar (Miletliler) tarafından kurulmuş, o zamanki adı Odesos (deniz şehri ya da su şehri) olan şehir, M.S. 2. yüzyılda Roma istilasıyla önemli bir garnizona dönüşür. Şehir, Roma İmparatorluğu çağında çok gelişir. Kalıntıları bulunan büyük Roma hamamları bu dönemde inşa edilir. Daha sonra Avar akınlarıyla gücünü kaybeden şehir Bizans İmparatorluğu’nun bir limanı haline gelir ve Varna ismini alır. Varna ilk kez 1389’da Osmanlı’nın eline geçer ama elinde tutamaz. 2. Murat komutasındaki Osmanlı ordusu 1444’te Haçlı ordusuna karşı Varna Savaşı’nı kazanır, böylece yaklaşık 545 yıl sürecek Osmanlı hakimiyeti başlar bölgede. Varna, 16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlı’nın Karadeniz’deki en önemli limanı haline gelir. Böylece, ticari ve kültürel anlamda gelişir şehir.

Çarlık Rusya’sının desteğiyle Bulgaristan’da ulusal kurtuluş hareketi alevlenir, bu arada Osmanlı Devleti de gerilemeye başlar ve 93 Harbi’nden yenilgiyle çıkar. Bulgaristan, Çarlık Rusyası tarafından 1878 yılında içişlerinde bağımsız prenslik olarak, 1908 senesinde ise tam bağımsız çarlık olarak tanınır. Komünist yapılanma Eylül 1944’te Kızıl Ordu’nun şehre girmesiyle başlar. Bu dönemde Varna Bulgaristan’ın en önemli ticari – askeri limanı ve bölgenin başlıca turizm merkezi haline gelir.

Osmanlıların 450 yıldan fazla kalmasının izlerini halkın günlük yaşamında, geleneklerde, dilde görüyoruz. O kadar çok ortak noktamız var ki. Maalesef bu döneme ait izleri resmi kayıtlarda, müzelerde çok fazla göremedik. Ancak, tarihinde çeşitli uygarlıkları barındıran Varna’da uygarlıkların izlerini her yerde görebiliyorsunuz. Tarihi alanları yanı sıra doğal güzellikleriyle de dikkat çeken Varna güzellikleri içinde barındırıyor.

Bulgarcada yaklaşık 6 bin Türkçe sözcük kullanıldığını biliyor muydunuz? Varnalı yazar Turhan Rasiev’in Bulgarcada yer alan Türkçe sözcükler hakkında hazırladığı kitaba göre, Türkçe sözcüklerin en fazla yemek ve yaşamla ilgili olduğu görülüyor “ Akıl, bol, kef, çarşıya, barabar, mente, komşiya, meraklıya, bereket, pişman, rezil, borç, çorba, inat, pazar” bunlardan bazıları.

Deniz Bahçesi – (Sea Garden – Primorski)

Promorski park demek. Ancak boydan boya sahil şeridinde uzanan Deniz Bahçesine park demek haksızlık aslında. 1878’de açılan ve kıyı boyunca 8 km. uzanan bu park Avrupa’nın en büyük parklarından biri. Şehirle sahil şeridini birbirinden ayırıyor. Park aslında bir koruluk gibi, bir uçtan bir uca ağaçlarla kaplı.

Varna sahilinde kilometreler boyunca uzanan, Balkanların en büyük manzaralı parkı olarak bilinen “Sea Garden”, deniz müzesinden akvaryuma, ünlü Bulgarların heykellerinden, Copernicus Rasathanesi ve Gözlemevi ve açık hava tiyatrosuna kadar pek çok müze ve mekânı içinde barındırıyor.

Varna

Sea Garden çocuklu aileler için de ideal bir gezi alanı. Parkta yer alan kafelerde çayınızı, kahvenizi yudumlarken çocuğunuzu gönül rahatlığıyla oyun alanına bırakabilirsiniz. Ayrıca parkın içinde yer alan ve her gün ziyarete açık olan hayvanat bahçesinde 72 çeşit hayvan bulunuyor. Aslanlar, kaplanlar, lamalar, pelikanlar, develer, maymunlar, siyah kuğular ve daha nicesi bu hayvanat bahçesinde koruma altında.

Plajın kenarından geçerken kumlara sere serpe uzanmış güneşlenen, yüzen, ikindi sıcağında şezlonglarda kestiren insanları görünce içim gitti, denize koşasım geldi. Ancak deniz keyfini bastırıp gezi planımı uygulamaya devam ettim.

Öğle üzeri parkın içi bir hareketliydi ki sormayın. Sanki millet işi gücü bırakmış buraya koşmuştu. Belli ki Varna’nın kalbi Primorski Park’ta atıyordu. Mayolusu, giyinmişi, bisiklete bineni, koşanı, plaja gideni, plajdan döneni bu parktaydı. Özellikle çocuklar için park büyük bir oyun alanı gibiydi.

Copernicus Rasathanesi ve Gözlemevi günün her saatinde eğitim amaçlı kullanılıyor. Öğrenci ve öğretmenlerin heyecanlı çalışmalarını kıskançlıkla izledim, içim buruldu.

Çapı 10.5 metre olan yarım küre şeklindeki kubbe “Gökyüzü Tiyatrosu” olarak adlandırılmakta. Bu kubbede ayın, güneşin ve gezegenlerin yıldızlar arasındaki yeri anlatılmakta, 5500 yıldız izlenebilmekte. Devasa teleskoplarla gökyüzünü izlemek de müthiş keyifliydi.

Parkın bazı yerlerinde kademeli inişlerle bazı yerlerinde merdivenlerle kumsala iniliyor. 7 km uzunluğundaki kumsalda kafeler, plajlar yer alıyor. Plaja bu kocaman parkın içinden geçerek denize gidiliyor.

Yaz turizminin gözde rotalarından biri olan Altın Kumlar (Golden Sands-Zlatni Pyasatsi), Bulgaristan’ın en ünlü tatil bölgesi olarak biliniyor. İnce kumlu tertemiz plajları, ormanın yeşilinin denizin maviliğine karıştığı büyüleyici manzarasıyla turistlerin uğrak noktası haline gelen Altın Kumlar’da pek çok otel ve pansiyon bulunuyor. Beldeye ulaşmak için Varna merkezinden hareket eden trenler veya otobüsler kullanılabiliyor.

Varna Varna Katedrali uzun yıllar boyunca Varna şehrini sembolize etmek için ve randevulaşmak için genç aşıkların kullandıkları buluşma yeri. Katedral olağan üstü mimarisi ve hala ibadete açık olması dikkate alındığında tarihe hem imza atmış hem de meydan okumuş yapılar arasında yerini almış.

Katedralin ardından Varna da gerçekten sanatın içinde kendinize yer bulmak isterseniz katedralin karşısında konumlanmış Varna Opera binasının duvarlarında 100 yıllık afişleri görebilirsiniz. Binada hala opera gösterileri izlenebilmekte. Ayrıca, Varna’daki yaz opera festivali geleneksel olarak Varna sakinleri ve turistler için en çok aranan yaz etkinliklerinden biri haline gelmiş. Varna, Avrupa`da en eski müzik festivallerden biri olan Uluslararası Varna Yazları Müzik Festivali`nin başkenti kabul ediliyor, ilki de 1926 senesinde düzenlenmiş.

Varna Varna’da Bulgaristan’ın her yerinde göreceğiniz ‘Bulgarian Rose‘ mağazalarından biri operanın tam karşı köşesinde yer alıyor. Dünyanın sayılı gül yağı üreticilerinden olan Bulgaristan’ın ihraç ürünleri burada satılıyor, gülden ve lavantadan yapılan her türlü kozmetik mis gibi kokuları ve rengarenk paketleri ile sizi bekliyor.

Operanın yan sokağı, Rusçuk Sokağı ve buradaki tezgahlarda sebzeler, meyveler kadınların yetiştirip ya da yapıp sattıkları ürünler, ördükleri işledikleri çoraplar ve basit örtülerin satıldığı Rusçuk Sokağı Pazarı bulunuyor. Kesinlikle gezilmeli bu rengarenk pazar, kadınların gücünü ve üretkenliğini de gösteriyor.

Görülmesi gereken bir başka yer ise şehir merkezinden 10 dakikalık bir yürüyüşle Varna Arkeoloji Müzesi, 1901 yılında kurulan ve resmi olarak 1906’da açılan müze 3 kattan oluşuyor. İçeride bilet için ödediğiniz paranın yanı sıra fotoğraf çekme parası da ödemeniz gerekiyor, yoksa fotoğraf çekmenize izin vermiyorlar. Toplantı ekibi ile birlikte gezdiğimiz sınırlı süre içinde fotoğraf çekmeye zamanımız da olmadı.

Varna

Müzede, Varna ve Bulgar tarihi için yapılan çalışmaları da yer alıyor. Açıldığı dönemde küçük bir binada hizmet veren Varna Arkeoloji Müzesi, 1983 yılında 2150 metrekarelik sergi alanına sahip olan – aslında 1898 yılında kız lisesi olarak yapılan – yeni binasına taşınmış.

Antik çağda Odessos adıyla bilinen Varna’da yaşamış medeniyetlere ait 100 binden fazla obje ve anıtı görebilirsiniz müzede, burada dünyanın ilk altınının yanı sıra insan varlığının ilk izlerinden kıymetli mücevherlere dek yüzlerce koleksiyon sergileniyor. 1972’de Varna gölü kuzeyindeki 294 mezarda bulunan 3000’i aşkın altın objeyi içeren ve “Varna Hazinesi” olarak isimlendirilen eserler müzedeki en önemli parçaları oluşturuyor. M.Ö.6000 yıllarından Khalkolitik diğer bir deyişle, Bakır+Taş çağına ait olan bu eserler, Dünya da bakır çağının başlarında ilk işlenmiş altınlar bunlar. Salonlar salonlara, çağlar çağlara açılıyor müzede. 500 yıllık egemenlik kalan yalnızca bunlar. Osmanlı devrine gelince toplamı yirmiyi ancak bulabilen İznik işi seramik parçalardan başka bir şey göremiyoruz yazık ki.

Balkanlarda ulus devletlerin kuruluşu Osmanlı geçmişi ile büyük bir kırılma yaşanmasına, Osmanlı geçmişinin reddine, Osmanlı mirasının tasfiye edilmesine, temizlenmesine neden olmuş, Avrupalılaşmanın, modernleşmenin ön koşulu olarak görülmüş. Aslında, bu bir modernleşme sorunu olmaktan çok, din taassubu ve ulusçuluğun telkin edilmesiyle ortaya çıkan bir zorunluluk olduğu görülüyor. Bulgar aydınları ve devlet adamları Osmanlı hâkimiyetini, Hıristiyan Bulgar kültürünün bastırıldığı ve gelişiminin engellendiği bir esaret ve zulüm dönemi olarak kabul etmişler. Özetle, bu müzede Yontma Taş Devri’nden Osmanlı İmparatorluğu’na uzanan hızlandırılmış bir tarih yolculuğunda buluyorsunuz kendinizi.

Osmanlı mirasının tasfiye edilmesine camilerde de karşılaşıyoruz. 17. yüzyılda Balkanlar’a yaptığı seyahat esnasında Evliya Çelebi Varna’ya uğradığında 41 cami ve mescit olduğunu Seyahatnâmesi’nde yazmış, ancak birbirini izleyen savaşlar sırasında ve özellikle 1828-1829 Rus-Türk Savaşı’nda şehirdeki bir çok İslâm eseri zarar görmüş ya da yıkılmış. Varna’nın Türk idaresinde bulunduğu son dönemlerde şehirde 20 dolayında cami ibadete açık tutulmuş. Günümüzde ise Varna’da üç cami ibadete açık. Bunlar, Aziziye, Hayriye ve Sessevmez Camileri. Aziziye Camii şu an ibadete her gün açıktır.

Son Söz

Varna şehri ıhlamur kokuları altında dolaşabileceğiniz, martıların elinizdeki pizzayı kapıp götürebileceği, güler yüzlü nazik insanlarla dolu, eski ve gururlu bir Avrupa şehri.

Tarihi dokusuyla birlikte çağdaş dünya düzenine de ayak uyduran şehrin fotoğraf karelerine sığdıramayacağımız kadar çok görülecek yeri var. 5 günlük Varna gezimde hem toplantı, hem gezme ikisi bir araya geldiğinde yazabildiklerim bunlar. Deniz Müzesi, Roma Hamamları, Tarih Müzesi, Dormition Katedrali, Taş Ormanı ve daha niceleri tekrar tekrar Varna’ya gitmek  için yeter de artar bile. Tabii Nazım Hikmet’in kaldığı yerlerden biri olan Bor Oteli’ni ziyaret etmek de var bir daha ki sefere. Bor kelimesi Bulgarcada “çam ağacı” anlamına gelir. Nazım bu otelde Memet, Mavi Liman, Gülhane Parkı ve Bor Oteli şiirlerini yazar. Yazımı Nazım’ın burada yazdığı bir şiiri ile bitirmek istiyorum. Sağlıkla kalın, seyahatte kalın.

Bor Oteli
Şu Varna’da uyumanın yolu yok geceleri,
uyumanın yolu yok
yıldızların bolluğundan,
yakınlığından parlaklığından,
kumlukta hışırtısından dalgaların,
sedefleriyle,
çakıllarıyla,
tuzlu yosunların hışırtısı;
denizde bir yürek gibi atan motor sesinden,
İstanbul’dan çıkıp Boğaz’ı geçip odamı dolduran anıların yüzünden
kimisinin gözü yeşil,
kimisinin bilekleri kelepçeli
kimisinin bir mendil var elinde,
lavanta çiçeği kokuyor mendil.
Şu Varna’da uyumanın yolu yok, gülüm
Şu Varna’da, Bor Oteli’nde.
Nazım Hikmet

Adatepe Köyü Gezi Rehberi: Kazdağları’nda Zeus’un İzinden

Adatepe

Komşu Köyde Gezgin Olmak

İnsan normalde yanı başındaki köye gezgin olur mu? Seneler boyu dost ziyaretine, eğlenceye ve kültürel etkinliklere katılmaya, orayı görmek isteyen eş dost akrabayı gezdirmeye gittiği bir köye gezgin olur mu? Olmaz sanırdım ama www.gezginimgezgin.com gibi beğenilen bir iletişim kanalına yazma görevi başa düştüğünde oluyormuş. Ben de bu görev aşkıyla, kuş uçuşu 3 kilometre, karayolu ile 8 kilometre süren bu zorlu(!) yolu kat ederek Adatepe adlı güzelim köyü “gezgin” gözüyle ziyaret ettim.

Yaşadığım ve burada daha önce yazısını yazdığım Yeşilyurt ile Adatepe kardeş köyler… Bu tespiti belirleyen bulgular nedir derseniz, köklü yerleşim merkezleri olmaları ki, bu çok önemli; çok kültürlülük, benzer Kuzey Ege mimarisi, ki bu da çok önemli; bir de iki köy halkının da herkese ve doğal olan her şeye kucak açan insanlar olması… Bu dört unsuru barındıran iki komşu köyü değil Türkiye’de, Dünya üstünde kaç yerde bulabilirsiniz bilemiyorum, ama burada olmuş ve iyi ki de olmuş.

Yeşilyurt yazımı okumak isterseniz; Yeşilyurt Gezi Rehberi: Efsane Dağın Eteğinde Bir Köy

Gelelim Adatepe’nin coğrafyasının ve yaşam kültürünün anlatılmasına. Normalde gezi yazıları önce tarihi bir giriş ile başlar ama ben bu yazıda bu tarihi araştırmayı okuyucuya bırakıp hemen köyü gezmeye başlamayı tercih ettim.

Adatepe’ye Nasıl Ulaşırız?

Çanakkale-İzmir karayolu Küçükkuyu’nun içinden geçer. Hangi yönden gelirseniz gelin, Uysal Market ile yanındaki Uysal Restoran’ın tam karşısından çıkan ve “Zeus Altarı 2 km” yazan kahverengi levhanın gösterdiği yola sapın. Levha 2 km der ama aldanmayın, yol 4.5 km kadar kıvrıla kıvrıla zeytinliklerin arasından deniz seviyesinden 300 metre civarı yükselir. Arada sert virajlar vardır ama güzel bir yoldur.

Adatepe

Köye girişte sağ tarafta Zeus Altarı tabelasını görürsünüz, önerim hemen girmeyin. Önce köyü gezin ve içinize sindirin, sonra ayrılmadan burayı görün.

Köyde Neler Var?

Köye girişte yol daralır, ilk gelen kimi gezginin de içi daralabilir, ama bu dar yol kısadır. Azıcık sabırla bu yol biter ve sonra Adatepe Köyü’nün meydanına varırsınız. Meydanda otomobilinizi park edecek geniş bir alan mevcuttur.

Bu meydanda ilk bakışta birbiri ile iç içe gibi görünen iki mekanın herhangi birinde soluklanmak ve yeme içme molası için oturabilirsiniz ama yılların tecrübesi ile benim tercihim bu yerlerin 100 metre kadar uzağındaki Dut Dibi olur. Bu kadar senedir gider gelirim, lezzet/fiyat/güleryüz üçlemesinde hiç yanılmadım. Nefis bir aile işletmesidir, siz yeme içme ile meşgulken ailenin fertleri gönlünüzü fethetmeyi mutlaka becerecektir.

Köyü gezmeye meydandan camiye giden ve hafif bir eğimle yükselen taş döşeli yoldan başlamanızı öneririm. Bu yolda yürürken güzelim evleri, yeni açılan Margu Restaurant&Cafe’yi, Ida Blue Otel ve Hünnap Han’ı göreceksiniz. Yolun bitimine doğru köy camii karşınıza çıkar. Cami Kuzey Ege mimarisi özellikleri gösteren, avlusunda Osmanlı döneminden kaldığını tahmin ettiğim birkaç mezar barındıran sade ama zarif bir görünümdedir ve yakın zamanda onarılmıştır.

Adatepe Cami bölgesinden ayrılınca biraz batıya doğru yönelirseniz yol sizi biraz Köyün dışına doğru götürecektir. Ancak güzel taş evler etrafınızda anıt güzelliğinde boy göstermeye devam eder. Yürüdükçe yol sizi yüksek bir kayalığa doğru yönlendirecektir. Üşenmeyip 500 metre kadar yürür ve Koca Kayası diye adlandırılan bu yüksekliğe çıkarsanız harika bir köy ve ardında hem İda Dağları, hem de uzaklardan Edremit Körfezi manzarası zahmetinizin ödülü olacaktır. Burada oturup biraz soluklanmanızı ve doğal bir harika olan bu manzarayı içinize sindirmenizi öneririm, buna kesinlikle değer…

Aşağı inip geldiğiniz yoldan tekrar Köye yöneldiğinizde bu defa ayrımdan sağa doğru giderseniz camiye değil, karakteristik bir yapı olan ilkokul binasına ulaşacaksınız. Köy ilkokulu yörenin klasik taşları ile yapılan bir bina olmanın ötesinde oldukça estetik bir güzelliğe sahiptir.

Köy nüfusunun önce mübadele ile, daha sonra da aşağıdaki Küçükkuyu’ya göç ile azalmasından önce eğitim tam kapasite ile devam edermiş. Hatta çevre köylerden bile öğrenciler, eğitimin kalitesi nedeniyle buraya gelmeyi tercih ederlermiş. Ancak, yıllar içinde Köyün nüfusu giderek azalınca öğrenci sayısı da doğal olarak azalmış ve 1985 yılında ilkokul eğitime kapanıp kaderine terk edilmiş. Daha sonra, Köyde yaşayan ve ülkemizin akademik/ entelektüel çevreleri ile yakın bağlantıları olan idealist insanların öncülüğünde bu güzel yapı, 1999 yılından itibaren yaz aylarında Taş Mektep Seminerleri adı altında hem yetişkin eğitimine hem de tatile imkan veren bir oluşuma ev sahipliği yapmaya başlamış. (http://www.adatepetasmektep.com/) Halen devam eden bu güzel etkinlikler Köyün tanıtımına büyük katkıda bulunmaktadır.

Okulun güzel binasını bırakıp geziye başladığınız yere, yani köy meydanına doğru yüz metre gibi süren tatlı bir meyille inerken yine sağlı sollu taş binalar gözünüzü okşayacak. Meydanı ardınızda bıraktığınızda ise, mübadele öncesi Rum mahallesi olarak bilinen bölgeye geleceksiniz.

Bu mahalledeki evler ve diğer yapılar da köyün ana mimari karakteristiğine birebir uygundur. Bunun yanı sıra, bu mahalle köye girerken gördüğünüz Zeus Altarına ve ormanlık alana bitişiktir. Bu durumda artık Köyün adı en çok bilinen ve medyada en çok yer alan kısmına gitme vakti gelmiş demektir.

Zeus Altarı

Girişten Altara kadarki mesafe 790 metredir (kapısındaki tabelada böyle yazdığı için tam olarak bu kadar net rakam verebiliyorum).

Yürüyüş yolunda solunuzda köyün güzel manzarası da eşlik edecek size.

Adatepe

Çam ormanının içinden giden zevkli bir yürüyüş yolu ile hedefe vardığınızda, emin olun, hayatınızda gördüğünüz en güzel manzaralardan biriyle, muhteşem Edremit Körfezi ile karşılaşacaksınız.

Bulunduğunuz yerin altında boylu boyunca soldan sağa uzanan 100 km civarı bir spektrumun engin bir görüş alanı yarattığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bundan ötürü de mitolojide tanrılar tanrısı Zeus’un Troya Savaşı’nı buradan yönettiği belirtilir (coğrafi olarak burası ile Troya arasında pek ilişki olmasa bile, hikaye böyle).

Adatepe

Neyse, biz manzarayı anlatmaya dönelim. Bu geniş spektrumu soldan seyretmeye başladığınızda alt tarafta Altınoluk yer alır. Körfezin karşısında ise Burhaniye, Ören, sıra sıra tatil köyleri ve beldeleri, Madra Dağları, Ayvalık Cunda Adası’nın arka tarafları ve en sağda Midilli Adası yer almaktadır. Altarın hemen altında ise Küçükkuyu uzanır.

Adatepe

Bütün bu muhteşem manzaraya ise göz alabildiğine zeytinlikler eşlik eder (ve aralara serpişmiş tatil siteleri, ne yazık ki…). Altarın bulunduğu küçük kayalık insana büyük bir havalimanının kontrol kulesindeymiş hissi verir, ya da elinizi uzatsanız bu geniş coğrafyada bir yere kolayca dokunabilecekmişsiniz hissi… İşte böyle bir yer Zeus Altarı.

Adatepe

Yaz kış ziyaretçisi eksik olmaz, hele gün doğumlarında ve batımlarında iyice güzel olur. Ben bu zamanlarda defalarca orada bulundum, hatta bir seferinde dolunayın bütün körfezi nasıl pırıl pırıl yaptığına şahit oldum ki, anlatılmaz yaşanır.

Adatepe

Zeus Altarı sonrası bu güzelim köydeki gezimiz bitiyor. Adatepe Köyü küçük bir köy, geçmişin yüzyıllara yayılan güzel izlerini hala barındıran kimlikli, içinde yaşayanlara da ziyaretçilerini de bunu hemen hissettiren bir yerleşim merkezi. Son dönemlerde sıklıkla kullanılan “butik köy” tanımlamasına itibar etmeyin, çünkü suni değil, geçmişi son derece dopdolu harika bir Batı Anadolu köyü. Ondan da öte üzerine bol bol araştırma yapıp fikirler yürütebileceğiniz bir tarih ve doğal yaşam alanı. Böyle güzel ve özel bir altyapısı olmasaydı bu kadar yıldır felsefe, sanat, kaliteli hayat ve estetik öncelikli Taş Mektep Seminerleri ayakta kalabilir miydi?

Perge Antik Kenti: Helenistik Dünyanın İncisi

Perge

Perge, Efes gibi, Bergama gibi, yurdumuzda antik dönemin izlerini bugüne en mükemmel şekilde taşıyan yerlerden biri. Biraz merak, biraz hayal gücü; Aziz Paulus’u Sütunlu Cadde’de yürürken görebilirsiniz.

Perge Tarihi

Perge Perge, Antalya’nın 18 km doğusundaki Aksu ilçesi sınırlarında yer almakta… Aksu (Kestros) Çayı’ndan dolayı su ulaşımıyla öne çıkan Perge, antik dünyada, Likya ile Kilikya’nın arasında kalan Pamfilya’nın başkentiymiş ve öyküsü de Pamfilya’nın kaderini paylaşmış. Bölgedeki Karain, Beldibi, Öküzini gibi höyükler yerleşim tarihini Paleolitik döneme çekse de Perge Akropolisi kazılarında bulunan seramik parçaları MÖ 3000’lerde burada eni konu yerleşik bir hayatın geliştiği göstermekteymiş. Perge, Hititler döneminde ise önemli bir merkezmiş; Hattuşaş’ta yapılan kazılarda bulunan levhalarda Parha olarak geçen bölge, Hitit Kralı IV. Tuthalia ile Vasal Karalı Kurunta arasındaki antlaşmada eni konu gündem olmuş.

Yunan kolonizasyon dönemiyle ilgili fazla bir bulgu yok ama rivayetler çok. Strabon’a göre Perge, Troia Savaşı’ndan sonra Argoslu savaşçılar tarafından kurulmuş. Kent girişindeki levhada Mophos ve Kalkhas’ın adı geçtiğinden Perge’nin MÖ 1200’lerde Troia Savaşı’ndan dönen Akhaların şehri kurduğu düşünülmekteymiş. Iyon göçleriyle yeniden canlanan bölge, hakkında pek bir şey bilinmeyen Lydia döneminden sonra Pers hakimiyetine girmiş. Herodot’a göre Lydia kralı Croesus Perge’yi MÖ 567-547’de fethetmiş. Pers hakimiyeti sırasında ise bölge İyonya Satraplığı sınırları içinde kalmış. Ama Pamfilya için asıl hikaye Büyük İskender ile başka bir safhaya geçmiş. MÖ 333’te Makedonya’dan doğuya başlattığı seferle Anadolu’da Pers hakimiyetine son veren Büyük İskender, Perge’ye de gelmiş. Perge ise savaşa falan gerek yok deyip barış yoluyla şehri teslim etmiş.

Böylece Helenistik dönem de başlamış; bu dönemden Perge’ye kalanlar ise surlar ile kuleler olmuş. İskender Perge’den de, dünyadan da hızlıca gelip geçmiş ama sonrasında komutanlarının bölgeyi paylaşması sonucu Anadolu’ya hakim olan Seleukoslar ile Roma’nın hakimiyet çekişmeleri sonucu imzalanan Apameia Barışı’nda Perge Bergama/ Pergamon Krallığının payına düşmüş. Artık aklından ne geçiyorsa son Pergamon Kralı III Attolos, MÖ 133’te Krallığını Roma İmparatorluğu’na miras bırakmış; Romalılar da buralarda Asia Eyaletini kurmuşlar ama Pamfilya’nın ancak bir kısmı bu eyalet sınırları içinde kalmış. Cicero’ya göre Kilikya eyaletine bağlanan Pamfilya MÖ 49’da Ceasar tarafından Asia Eyaletine dahil edilmiş. Daha sonra Roma toprakları Octavianus ile Marcus Antonius arasında paylaşıldığında buralar Marcus’a kalmış; o da Ceasar’ın katillerini desteklediği için bölgeyi cezalandırmış ve Roma müttefikliğinden çıkarmış. Bu arada Galatia Kralı Amyntas bölgeye hakim olmuş ama MÖ 25’de ölümünden sonra Octavianus da ilk Roma İmparatoru olup duruma el koymuş ve bölgeyi tek bir eyalet haline getirmiş. Takvimler MÖ 11’i gösterdiğinde artık buraların ismi Pamfilya Eyaleti olarak geçmeye başlamış. MS 43’te ise İmparator Claudius Lycia et Pamphylia Eyaletini kurmuş. Aynı dönemlere rastlayan Hristiyanlığın ilk yıllarında Aziz Paulus, uzun yolculuklarının ilkine Perge’den başlamış. Pax Romana denen Roma Barışı döneminde serpilen şehir, bugün Perge olarak göreceğimiz tiyatro, stadyum, hamam gibi yapılarında hayat bulduğu dönem olmuş.

Perge’nin tarihi çok eskilere gitse de bugüne kalanlar daha çok Roma döneminin eserleri. Perge, Helen dünyasının önemli merkezleri arasındaymış ve Büyük İskender sonrası komutanlarının/diadokların çekiştikleri bir bölge olmuş. Sonunda Seleukosların hakimiyetiyle sonuçlanan bu süreci, Pergamonlarla yapılan mücadeleler izlemiş. Helen dünyasının çekişmeleri yerini Roma İmparatorluğu’nun istikrarına bırakınca Perge, serpilip gelişmiş. Hatta Helenistik döneme ait bazı surlar yıkılıp Agora ve Güney Hamamı inşa edilmiş.

Perge Hadrianus döneminde ise Perge resmen elden geçmiş. Bunda da en önemli rol, Perge’nin önemli ailelerinden Plancii ailesine aitmiş. Plancius Rutilius Varus Flaviuslar döneminde senatörlük yapmış ama esas öne çıkan kızı Plancia Magna olmuş. Belediye başkanı denebilecek ‘demiorgus’ unvanıyla şehrin en yetkili kişisi, Artemis Tapınağı Baş Rahibesi, İmparator Kültü Başrahibesi olan Placia Magna, Perge’nin imar edilmesinde büyük etkisi olmuş; böylece Kentin Kızı unvanını da kazanmış. Roma dönemi, Perge’nin gelişip güzelleştiği bir şehir olmuş.

Perge Roma İmparatorluğu’nun tökezlemeye başladığı dönemlerde doğudaki savaşlarda askeri üs olarak kullanılan Perge, daha sonra Pamfilya Metropolü olarak tanımlanmış. Probus döneminde ise Perge Pamfilya’nın ilk şehri olarak işaret edilmiş. İmparator III Gordianus tarafından ziyaret edilen şehir, 3 yy’da önemini kaybetmiş ve Isauralıların saldırılarıyla iyice yıpranmış. Kral Zenon ile birlikte tekrar öne çıkan şehir Bizans döneminde Side’den sonra Pamfilya’nın ikinci Piskoposluk merkezi olmuş. MS 5-6 yüzyıllarda tekrar parlayan Perge, kilise örgütlenmesinde metropolitlik merkezi olmuş. Bu dönemde Perge kiliselerle donatılmış. Daha sonra Arap saldırılarına maruz kalan şehirden bahsedilmez olmuş. I.Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde Türkiye Selçuklularının hakimiyetine giren bölgeye Teke Türkmenleri yerleştirilmiş. 1299’da Hamidoğullarının egemenliğinde olan giren Pamfilya 1422’de Osmanlıların eline geçmiş. Evliya Çelebi Pamfilya’ya gelmiş ve bu bölgede Tekke Hisarı denen bir yerden bahsetmiş. Ancak Perge’deki kazılarda sadece Akropol’de Türk-İslam dönemine ait çömlek parçaları elde edilmiş.

Perge Irkların ülkesi anlamına gelen Pamfilya’da iki şehir, Side ve Perge sürekli rekabet içinde olmuş. Bergama’dan başlayıp Side’de biten antik yolun ana duraklarından olması yanında, Havari Pavlos’un Kıbrıs’ın Baf Limanı’ndan gelip Perge’den başlayan hac yolculuğu da kentin önemini artırmaktadır.

Perge Anadolu kökenli bir isim olan Perge’de Roma döneminde bir çok tanrı kabul görse de Wenessa Preiia/Artemis Pergea olarak bilinen Perge Kraliçesi Artemis, şehrin ana tanrıçasıymış. Matematikçi Apollonius ve felsefeci Varus’un da memleketi olan Perge, 1946’da başlayan kazılarla gün yüzüne çıkmaya başlamış ama kazılar daha tamamlanmamış. Bu arada 2009’da Dünya Geçici Miras Listesine alınan Perge’nin ihtişamını daha iyi anlamak için Antalya Müzesi’ne de gitmekte fayda var.

Perge Ulaşım

Perge Antalya İline bağlı Aksu İlçesinde yer alan Perge’ye toplu taşıma ile gitmek isterseniz, AC03, AF04A, BA22, 527A, 528 numaralı otobüsleri kullanabilirsiniz. Şehrin iki ucu Kepez ve Lara’dan bu otobüslerle Aksu’ya ulaşabilirsiniz. Perge, Aksu ilçe merkezine yaklaşık 1,5 kilometre uzaklıkta; o kısmı yürüyebilirsiniz ya da taksiyi tercih edebilirsiniz. Perge ören yeri, haftanın her günü ziyaret edilebilir; Nisan-Ekim arası 08.30-19.30, Kasım-Mart arası 08.30-17.30 saatleri arasında açık. Giriş ücreti ise 50 TL, müze kart ile ücretsiz.

Görülecek Yerler

Perge’ye ulaştığınızda, daha şehrin içine girmeden büyüleneceksiniz çünkü solunuzda görkemli bir tiyatro, sağınızda ise belki de dünyanın en iyi korunmuş stadyumu sizi karşılayacak. Sonrasında adeta Anadolu’da Roma dönemine açılan bir kapıdan içeri girmiş olacaksınız…

Perge Tiyatro: Kocabelen Tepesi’nin yamacındaki Greko-Roman tarzındaki yapı, tüm antik tiyatrolar gibi, sahne binası, orkestra ve seyirci kısmı olmak üzere üç kısımdan oluşmakta. Tiyatronun sahne binası MS 170-190 arasında iki katlı yapılmış, MS 193-211 arasında ise üçüncü kat eklenmiş. Yarım daire şeklindeki auditoriumu olan yapı önce Yunan tarzında yapılıp sonra Roma tarzına dönüşmüş. Sahne bölümü 52 metre uzunluğunda olup Roma tarzında tasarlanmış. Orkestra bölümü ise çapından dolayı Efes ve Aizonai tiyatrolarından sonra Türkiye’de üçüncü büyük sahneye sahipmiş.

Perge 5 sahne kapısı olan tiyatronun önünde de bir nymphaeum yer almakta. 12000 kişi kapasiteli yapı, Anadolu’daki antik tiyatrolar içinde üç katlı sütun mimarisi ve sahne önünü süsleyen frizleri ile en gösterişli süslemelere sahip tiyatroymuş. Bu süslemelerin asıllarını görmek için Antalya Müzesi’ne giderseniz bu yoruma hak vereceksiniz; gerçekten her bir pano ayrı bir sanat eseri. Frizler, eğlence ve şenlikleriyle tanıdığımız Dionysos’un hayatını anlatmakta. Burası tiyatro oyunları yanında gladyatör mücadelelerine de ev sahipliği yapmış. Akustiği ise harika; siz seslenin, eski günlerin seyirci kahkahaları gladyatör çığlıklarına karışarak yankılansın.

Stadyum: MS 1 yüzyılın ikinci yarısında yapımına başlandığı düşünülen yapı, antik dünyadan günümüze kalan en iyi korunmuş stadyummuş. Bölgede bulunan kireç taşından yapılan stadyum, uzunluğu 234 metre, eni 34 metre olup 12000 kişilikmiş. Bir ucu açık dikdörtgen şeklindeki yapıda 11 oturma sırası bulunmakta ve kenarları 70 kemerle çevrelenmiş. Üzerlerinde dükkan sahibinin ve satılan malın cinsinin yazılı olduğu yazıtlardan dolayı, kemer boşluklarının dükkan olarak kullanıldığı düşünülmekte.

Akropol: Kentin kuzeyinde yer alan Akropol, Perge’deki ilk yerleşimin de merkezi. 60 metre yükseklikte olup güney yamacında bir patika ve kapı kalıntısı yer almakta, diğer taraflar doğal korunaklı olduğundan sur bulunmamaktaymış.

Perge Güney Hamamı: MS 1 -2 yüzyıl arasında eklemelerle, takviyelerle genişleyen devasa yapısıyla antik dönemden kalan en görkemli hamamlardan birini Perge’de göreceksiniz. Kazıları 1978-1985 yıllarında gerçekleştirilen Hamam, birbirine bitişik nizamda kuzeydoğudan güneybatıya uzanan eksende dört bölümden oluşmaktaymış. Önce duvarlarında taştan oturma yerleri bulunan apodyterium/ soyunma odasına girilmekte, sonra ısınma hareketlerinin yapıldığı palaestraya geçilip natatio denen temizlenme havuzuna ulaşılıyor. Hemen yanında apsidal planlı soğuklu/ frigidarium ve ılıklık/ tepidarium bulunmakta. En sonunda çökmüş durumdaki ısıtma sistemine sahip sıcaklık/ caldarium yer almakta. Soğukluk kısmından kemerli bir kapı ile geçilen kapı Cladius Peison Galerisi olarak isimlendirilen bölüme açılıyormuş. Hamam tabanı MS 4 yüzyılda mozaikle süslenmiş, duvarlara ise mermer döşenmiş. Güney Hamamının zenginlikleri bununla bitmiyor; yapılan kazılardan anlaşıldığına göre, bugün Antalya Müzesi’nde sergilenen Yunan mitolojisinin ana kahramanlarından Athena, Aphrodit, Nemesis, Hygeeia, Aaklepious, Genius yanında üç güzeller ve çeşitli rahibelere ait heykeller adeta Hamamı bir sanat galerisi havasına sokmuş olmalı.

Hellenistik Kapı: Kentin en eski ve en heybetli yapılarından olan kireçtaşından yapılmış simetrik iki oval kule, MÖ 3 yüzyılda yapılmış. Üç katlı olarak tasarlanan kuleler, şehrin korumasında önemli rol üstlenmiş. Roma döneminde eklemeler, süslemelerle zenginleşen kulelerin arasına kemerli ve oymalı bir kapı yapılmış. Kuleler, 23X30 metre boyutlarında nal şeklinde bir avluya açılmakta. Avluyu sınırlandıran duvarlarda ise, yazıtlı heykel kaidelerin yerleştirildiği 28 niş bulunmakta. Bir çeşit siyasi propaganda amaçlı kullanıldığı düşünülen bu yazıtlarda, Perge’nin efsanevi kurucuları ve kentin gelişmesine katkıda bulunan asillerin isimleri yazılıymış. Aslında renkli mermerle kaplı kulelerin avlusu MS 121’de şeref avlusu olarak kullanılmaya başlamış.

Perge Propylon: Roma mimarisinde önemli, kamu binalarına ön giriş olarak düzenlenen propylon/ anıtsal kapıların bir örneğini de Perge’de görebilirsiniz; tabii ne kaldıysa… Güney Hamamının doğusunda yer alan bu yapı, İmparator Septimius Severus döneminde Hamama eklenmiş. MS 197-211 tarihleri arasında hüküm süren Septimius Severus’un mimari tarzı güzel ama kendisi pek sinirli bir adammış belli ki; iktidar mücadelesine girdiği Percennius Niger’i desteklediler diye Byzantion’u, yani İstanbul’u şehir statüsünden çıkarıp Marmara Ereğlisi’ne /Perinthos bağlı bir köy haline getirmiş. Anıtsal Kapı’mıza dönersek; kazısı 1969’da tamamlanan kare şeklindeki Anıtsal Kapı, iki basamaklı bir zemin üzerine inşa edilmiş. Korint tarzı başlıklı sütunlarla çevrelenmiş olan yapının alınlığı ise bitki ve geometrik desenlerle süslenmiş.

Perge Septimius Severus Çeşmesi: Güney Hamamının doğusunda yer alan bu çeşme/ nymphaion, şehrin artan su ihtiyacını karşılamak için gerçekleştirilen bir çok yapıdan biri olup adını, burada bulunan İmparator Septimius Severus’un heykelinden almaktaymış. İki katlı olarak tasarlanan çeşme, daha önce yapılan beşik kemerle örtülü nişi de kendi bünyesine almış. Yarım daire şeklindeki kurnalarla desteklenen çeşme ‘Artemis Pergaia’ya, İmparator Septimius Severus’a, onun oğulları Marcus Aurelius Antoninus’a ve Geta’ya, ayrıca İmparatoriçe Julia Domna’ya ve Perga Kenti’ne ithaf edilmiş. Köşelerinde yarı insan-yarı balık triton, içlerde güneş ve ay tanrıları Helios ve Selene, Hermes, Artemis, Aphrodite, Eros, üç güzeller tasvirleriyle bezeli alınlık bir zamanlar Çeşmenin ön cephesini süslemiş, şimdi ise Antalya Müzesi’ni…

Perge Roma Kapısı: Roma döneminde yapılan 10 metre yükseklik ve 24 metre uzunluğundaki kapı, şehir surları üzerindeki kapılardan biri olup kuzey cephesinde, aralarında dikdörtgen küçük nişlerin bulunduğu beş niş mevcut. MS 2 yüzyıl sonu veya MS 3 yüzyıl başında yapılan kapının kuzey iç yüzü, MS 3 yüzyılda Suriye tarzı mermer alınlıkla donatılmış. Geriye kalanlar bile kapının muhteşemliğini sergilemekte…

Güney Bazilika: Büyük Konstantin zamanında Hristiyanlık Bizans’ta kabul edilince, IV. yüzyıldan itibaren Perge’de bundan pay almış; işte bu dönemden kalan Güney Bazilika’nın kazısı tamamlanmamış¸ doğu duvarları ve apsisi ayakta kalan basilika haç planlı yapılmış.

Perge Hadrianus Takı: Helenistik kulelerin kuzeyinde, Sütunlu Ana Cadde’nin başlangıç noktasındaki Hadrianus Takı, üç kemerden ve iki kattan oluşmakta. Tak, İmparator Hadrianus döneminde (MS 117-138), şehrin kızı unvanlı Plancia Magna tarafından yaptırılmış. Tak üzerindeki Yunanca ve Latince yazıtta yapının bir zamanlar Artemis Pergaia, Tykhe, Diva Matidia gibi tanrılar; Divus Augustus, Divus Nero, Divus Trainus, Hadrianus gibi imparatorlar; Mariaina, Plotina, Sabina gibi imparator eşlerinin heykelleriyle süslü olduğu yazılıymış.

Perge Gezi RehberiAgora: Perge, ızgara planlamaya dayalı kent modeli ile Anadolu Roma’sının en düzenli yerleşimlerindenmiş… Helenistik kapılarının doğusunda kalan Agora, Türkiye’deki ikinci büyük agoraymış; iç içe geçen üç kare olan yapının iç kısmı 51X51metre olup sıkıştırılmış topraktan oluşmaktaymış. Agoranın ortasında yuvarlak planlı tholos, kenarlarda sütunlu galerilerle çevrili kaldırım, galerin içinde de dükkanlar mevcutmuş. Agoranın dört portikosunun ortasında giriş yerleri bulunmaktaymış, zemin ise mozaik kaplı. Eğimli zemin nedeniyle de Agora’nın güneyi iki katlı. Agora döneminde sebze, et, balık yanında parfüm, mücevher gibi lüks malların da satıldığı bir yermiş, bu nedenle zamanla Macellum olarak isimlendirilmiş.

Perge Demetrius Apollonios Takı: Perge’nin iki ana caddesinin kesiştiği noktada bulunan tek kemerli takın yüksekliği 11 metre olup günümüze gelebilen kısmı kare pylon ayaklarıymış ama yapılan restitüsyonla ayağa kaldırılmış. Dorik ve İonik tarzların birlikte kullanıldığı yapı kesik alınlığa sahip. Tak’ın bir bölümünün kazısı Prof.Dr Jale İnan tarafından yapılmış olup ithaf yazıtına göre yapım tarihi MS 81-84 yıllarına denk gelmekteymiş ve ‘imparatorsever’ Apollonios oğlu Demetrios ve kardeşi Apollonios tarafından yaptırılıp Pamphylia Apollonu ile Kurtarıcı ve Sıoğınmacı Artemis Pergaia’ya adanmış.

Perge Kestros Çeşmesi: Sütunlu Ana Cadde’nin kuzeyinde, neredeyse şehrin bitişinde yer alan kireçtaşından yapılmış bu anıtsal çeşme iki katlı olup ilk katı 8.60 metre, ikinci katı 4.80 metre yüksekliğinde, 21 metre genişliğindeymiş. Çeşmenin iki yanında iki geçit vasıtasıyla agoraya çıkılmakta. Ön cephede bitişik nizam kanallar mevcut. Alt bölümde biri diğerlerinden büyükçe üç adet niş var, pencere görünümlü nişte ise nehir tanrısı Kestros’un heykeli çeşmeye ayrı bir güzellik katmakta. Ayrıca Zeus, Artemis, Apollon gibi tanrıların yanında biri çıplak biri giyinik iki Hadrianus heykeli de çeşmenin süsleri arasındaymış ama şimdi Antalya Müzesinde. Bu veriler ışığında Çeşme’nin yapımı MS 117-138 arasına tarihlenmekteymiş.

Palaestra-Gymnasium: Kentin kuzeybatısındaki Spor Akademisi-İdman Yurdu, Perge’deki diğer kamu yapıları gibi kireç taşından yapılmış. Kazısı tamamlanmamış yapı, iki katlı ve kare planlı. Diğer Roma gymnasiumlarından farklı olarak bağımsız bir yapı olarak yapılmış ve boyutları açısından Anadolu’nun en önemli palaestraları arasındaymış. Güney ve batı cephesinden girişi olup güneyde bir avlusu bulunmakta. Yazıtından yapının C.Julius Cornutus tarafından İmparator Nero’ya atfen yapıldığı belirtiliyormuş, buna göre binanın yapımı MS 1. yüzyılda gerçekleşmiş. İmparatorluk döneminde yapıya bir de su kemeri eklenmiş.

Caracalla Çeşmesi: Bırakın adına çeşme yapılması, ölürken bir tas su verilmeyecek bir tip olan Caracalla adına, Kentin batı caddesinin sonunda 15 metre uzunluğunda, 2.50 metre derinliğinde yapılmış olan çeşme 2014 kazılarında ortaya çıkarılmış. Yarım daire planlı olan çeşme 18 metrelik üç basamaklı bir platform üzerinde yer almakta. Bitişiğindeki kuzey hamamından gelen suların yunus biçimli kurnalara aktığı Çeşme, Antalya Müzesi’nde sergilenen Apollo, Asklepious, Helios, Aphrodit, Nemesis, Selena, Tyke gibi tanrıların, Dioskur ve Telesphorus gibi mitolojik kahramanların ve kardeş katili İmparator Caracalla’nın heykelleri ile süslüymüş.

Kuzey Hamamı: Batı caddesinin ucunda yer alan Kuzey Hamamı, beş bölümlü olup önünde avlusu bulunmakta.

Dükkan Örneği: Batı Caddesi’nin güney portikosunda yer alan dükkan hem boyutları hem de bugüne kalan taban mozaikleriyle dikkati çekiyor. 6X7.30 metre boyutlarındaki bölme, iki farklı yapım evresine sahipmiş. Renkli mermer kaplı duvarlar yanında buranın en büyük süksesi taban mozaikleri. Agamemnon, Akhiellus, Odysseus’un yer aldığı tablo Truva Savaşını konu almakta. Burası MS 2 yüzyılda dinsel amaçlı kurban yeri, MS 5-6 yüzyılda ayazma/şifahane olarak kullanılmış.

Sütunlu Yol: Geldik Perge’nin en özgün yanına… Bence Perge’nin en ikonik tarafı, ortasından kanal içinde su akan kenarları sütunlarla süslü, yerleri mozaik kaplı, kuzey-güney ve doğu-batı ekseninde devam eden ve birbirini kesen sütunlu bulvarları.

Demetrius Apollonios Takı’nın bulunduğu noktada birbirini kesip şehri dörde bölen iki bulvar, şehrin tarihinin de geçtiği yerler. Ana alter olan kuzey-güney bulvar, Hadrianus Takı ile Kestros Çeşmesi arasında 480 metrelik düz bir hat olarak uzanmakta; aradaki hafif kavislerin nedeni, önceden yapılan kamu binaları ve Hellenistik yola bağlanıyormuş.

Perge

Bulvarın bir yanında 6.50 metre, diğer yanında 5.50 metrelik yürüme alanları, arkasında ise 5 metre derinliğinde dükkanlar yer almaktaymış. Hadrianus döneminde yapıldığı düşünülen bulvar, Kestros Çeşmesi’nden akan suyun kestiği kanalla iki bölüme ayrılmış olup dönem araçlarının kullanımına da uygunmuş.

Perge Doğu-batı bulvarı ise 460 metre uzunluğunda ve 8 metre eninde olup doğu ve batı kapıları ve nekropolünü birbirine bağlayan bir yol. Bu caddenin Demetrius Apollonios takı ile Kuzey Hamamı arasında kalan kısmının iki tarafı sütunlarla bezeli olup sağ tarafta Palaestra gibi kamu binaları, sol tarafta ise dükkanlar yer almakta. Sol tarafta basamaklarla ulaşılan yürüme alanı ile bitişik nizam dükkan bölümleri arasında kanal uzanmakta.

Perge Perge’de kazılar sürmekte… Perge alanında Hıristyanlık döneminden kalan kilise kalıntıları yanında nekropol alanları, kazısı devam eden görkemli yapılan Perge’nin diğer keşif yerleri… Ama Perge’yi görkemini daha iyi görmek için Kestros Çeşmesi’nin yanından tepeye çıkıp Seyir Terasından kente bakmalısınız; büyüleneceksiniz.

Perge, eskinin parlak günlerinden kalanları gözlerimizin önüne sermekte ama bu parıltıyı daha ayrıntılı görmek isterseniz mutlaka Antalya Müzesi’ne uğrayın; Müze neredeyse Perge eserlerinin koleksiyonundan oluşuyor. Perge’nin heykel sanatında ne kadar yetkin bir bölge olduğunu da göreceksiniz. Perge Tiyatrosu Salonu, Caracalla Çeşmesi Salonu, Batı Caddesi Salonu, İmparatorlar ve İmparatoriçeler Salonu, Lahitler Salonunda Perge’nin heykel zenginliğini daha iyi anlayacaksınız, hayran olacaksınız.

Müze’nin en önemli eseri ise 2011 yılında üst yarısı A.B.D.’den getirilerek diğer yarısına kavuşturulan Yorgun Herakles Heykeli… MÖ 330-320 arasında heykel üstadı Lysippos’un yaptığı bronz heykel ‘Herakles Farnese’nin Roma dönemi kopyalarından biri olan eser, Prof Dr Jale İnan tarafından diğer örnekleri içinde en iyi replika olarak belirtilmiş.

Perge, gittiğinize değecek, gördüğünüzde hayran bırakacak; antik bir Roma kentini bugüne, gözlerimizin önüne seren, muhteşem bir yer… Keşke daha fazlası olsa, keşke asıl halini görsem diyeceksiniz.

Moskova’ya Özel Anım: Bolşoy Tiyatrosu’nda Gösteri Sonrası Bilet Paramı Nasıl Geri Aldım?

Bolsoy Tiyatrosu

Bolşoy Tiyatrosu’nda bir gösteri izlemek Moskova gezimizde mutlaka yapılacaklar listemizdeydi. 

İnternette yaptığım araştırmada cumartesi günü  saat 12.00 de ve akşam 19.00 da tarihi sahnede Giselle Balesi’nin olduğunu okumuştum.  O baleyi özellikle tarihi sahnede izleme heyecanını duyuyorduk. Biletler üç ay önce satışa çıkartılıyor ve o tarihte gişeden  bilet alma sansımız bulunmuyordu. Ancak kapıda karaborsa bilet alabilirdik. Akşam bilet bulamama riskine karşı öncelikle öğlen gösterisini denemek istedik. Bu arada Giselle balesini keyifle oturarak izleyeceğini düşünen ve ısrar eden beni hoş bir sürpriz bekliyordu.

Moskova

Bolşoy Tiyatrosu’nun önünde bilet satan kişileri bulduk. En ucuz biletin ne kadar olduğunu sorduk, üst balkonlardan izlemek bizim için yeterli idi. Pazarlığa kişi başı 2000 toplam 6000 Ruble diye başlayıp,  sonunda üç bilet 4000 Rubleye anlaştık. Biletlerin  parasını verip hepsini aldım. Satıcı biletlerin iki tanesinin yan yana birinin ayrı bir yerde olduğunu belirtti. Sinemayı, tiyatroyu yalnız izlemekten hoşlanmama rağmen, Bolşoy’dayız yerin ne önemi var diye düşünerek yan yana olan iki bileti  Nevin ve Zehra’ya verdim. 

Benim biletim dördüncü balkonda Zehra ve Nevin’in bileti ise üçüncü balkonda idi. Dördüncü kata tek başıma çıktım, salonun giriş kapısında çok şık ve kibar 70 yaşlarında bir görevli,  benim önümden yer göstermek için salona girdi. Üzerinde 8 yazan ayakta durulacak bir yere götürdü. Gözlerime inanamadım. Bu yer  sahneyi yandan gören, ayakta izlenebilecek  bir yer idi. Gösteriyi  ayakta izlemek için böyle bir yer olduğunu daha önce görmemiştim. Üstelik sabah Arbat Caddesi’ne 6 km’lik yürüyüş sonrası Giselle balesini ayakta izleyeceğimi hiç düşünmemiştim. Bizim katta bir sürü izleyici ayakta izliyordu. Yan üstten sahneyi görüyordum.

Moskova

Müzik başlayıp, sanatçılar sahneye çıktığı andan itibaren, ayakta izlediğimi unuttum ve gösteri beni farklı bir ortama çekti. İlk sahne bitince dışarıya çıktım koridorda güzel kahve kokusu geliyordu, kokuyu izleyerek kafeye gittim. Kafede çay, kahve, şarap, kurabiye her şey vardı. Hızla meyve salatası alıp bir koltuğa oturdum. On beş dakika dinlendim. İkinci sahne de harika idi. Salon müthiş etkileyici, orkestra ve sanatçıların performansı olağanüstü idi.

Çıkışta arkadaşlarıma yerlerinin nasıl olduğunu sorunca “çok güzeldi sahnenin tam karşısında oturarak izledik” dediler. Ben durumumu anlatınca çok güldüler. Keyifle tiyatronun kapısından çıktık. Şimdi dikkat Moskova’da  özel bir unvan kazandım sanırım, “Bolşoy Tiyatrosu’nda gösteri sonrası bilet parasını geri alan izleyici”. Tiyatrodan çıkarken Zehra “bak  bilet satanlar kapıda, onlara durumunu anlat” dedi. Ben de bilet satanların yanına yaklaştım, asıl bilet satan 40 yaşlarında kibar bir Rus idi, yanında İngilizcesi daha iyi olan birisi konuşuyordu. Bana ayakta bilet sattınız, hayatımda belki bir daha Bolşoy’da bale izleme şansım olmayacak, turistim sabah 6 km yürüdüm, öğleden sonra Tarih Müzesi’nde ayakta olacağım ve Moskova’da son günüm diye anlattım. İngilizce konuşan en “ucuz bilet tabi ki öyle olacak” dedi. Ben de üç bilet aldık, biri ayakta idi sadece bir biletin ayakta olduğunu söylemeli idiniz dedim. Asıl bileti satanın suçlandığını ve kafa salladığını gördüm. Beni haklı bulduğunu hissettim. İngilizce konuşan “peki ne istiyorsun dedi”,  aslında uyanık ve hazırcevap değilimdir ancak o anda bir şey isteyebileceğimi anladım.  Bilet paramı geri verin dedim. O da “hepsini mi” dedi, düşününce böyle bir baleyi ayakta da olsa izlediğimi düşünerek, sadece 1000 ruble dedim. Konuşmalarımızı sessizce dinleyen satıcı hemen 1000 rubleyi uzattı. Biz üçümüz şaşkınlıkla bakakaldık.  Hemen arkadaşlarıma haydi kızlar size öğlen yemeği ısmarlayayım dedim.

Bilet paramın bir kısmın geri alınca Bolşoy’da Giselle balesini izlemek Türk lirası ile 15 TL ye mal oldu ve  ilginç bir deneyim oldu. Aslını sorarsanız bilet parasını tam ödeyip oturarak izlemeyi tercih ederdim.

 
 
x
x

Hallstatt Gezi Rehberi: Avusturya’da Bir Masal Köyü

Hallstatt

Dünyanın en güzel köyleri ve en çok fotoğrafı çekilen yerleri arasında yer alan Hallstatt, Yukarı Avusturya’da Salzkammergut, yani göller bölgesinde, Hallstattler Gölü kıyısında, sırtını Alplere dayamış bir masal köyü. 

Hallstatt’ın geçmişi 12.000 yıl öncesine dayanmakta,  Avrupa’nın en eski yerleşim yerleri arasında sayılmaktadır. 7000 yıl önce bölgede yaşayanlar, Hallstatt Dağı’ndaki zengin tuz deposundaki tuzları çıkarmaya başlayarak köyü var etmişler. O tarihlerde Roma sadece bir köy iken, Hallstatt gelişmiş bir topluluk olarak varlığını sürdürmekteymiş. Ünlü mezarlık alanları, dünyanın en eski tuzlu su boru hattı ve en eski tuz madenleri burada yer almaktadır.

Hallstatt

Hallstatt 1997 yılında Unesco Dünya Kültür Mirası Listesi’ne girmiş. Günümüzde tarihini geleneklerini ve kasabalarını seven yerlileri tarafından korunan ve yaşayan bir köy olmaya devam ediyor. Köyün nüfusu yıllar içerisinde giderek azalmış. 2001 yılında 946, 2011 yılında 799 kişi yaşarken 2019’da 754 kişiye düşmüş.

Çinliler bu köyü o kadar sevmişler ki, 2012 yılında Çin madencilik şirketi Minmetals Corporation, Çin’in Gungdong Eyaletinde Huizhou’da tüm köyün tam ölçekli bir kopyasını inşa etmişler. Bunun da etkisiyle olsa gerek, köy Çinli turistlerin istilasına uğramış gibi görünüyor. Hallstatt China

Ulaşım

Hallstatt Salzburg ve Graz karayolu üzerindedir. Salzburg’a yaklaşık 73 kilometre ve 75 dakika, Graz’a ise 177 kilometre ve 2 saat 20 dakika sürüyor araba ile. Otobüs, tren ya da araba kiralayarak köye ulaşmak mümkün. Salzburg Haubtbahnof, merkez tren istasyonunun önünden kalkan 150 numaralı otobüs Hallstatt’a gidiyor. Biz Salzburg’dan Hallstatt’a tren ile gittik. Bir kez tren değiştirdik yolda. Seyahat tarihimizden yaklaşık 2 ay önce tren biletimizi, https://www.oebb.at/en/ sitesinden tek gidiş 9 Euroya aldık. Tren biletlerini erken alınca çok uygun fiyattan bulabilmek mümkün. Sonra tren ile Graz’a geçtik. Salzburg Hallstatt arası trenle 2 saat 12 dakika sürüyor.

Salzburg Graz arası “Salzkammergut” olarak adlandırılan  göller bölgesi. Bu bölgede 76 göl bulunmakta, Hallstatt Gölü de bu göllerden biri. Karayolu ve tren yolunda, diğer göllerin ve doğanın manzarası da inanılmaz güzel. Hallstat Gölü’nde veya köyde gezerken göreceğiniz manzaraların yanı sıra, yolculuk boyunca gözünüz, gönlünüz göl manzarası, yeşil ve Alp Dağları’nın manzarası ile şenlenecek. Trenden çektiğimiz bir kaç foto ile yolculuğumuza devam edelim.

Hallstatt İstasyonu’nda inip, yaklaşık 100 metre kadar yürüyerek gölün kenarına ulaşılıyor.

Hallstatt

Buradan tren saatlerine göre hareket eden küçük teknelerle, 7-8 dakika süren, tam karşıda köyün harika manzaralar eşliğinde köye ulaşılıyor.

Hallstatt

Tekne bilet ücreti tek yön 3 Euro. Eğer günübirlik geliyor ve elinizde valizleriniz varsa, iskelede 5 euro karşılığında valizlerinizi emanete bırakabilirsiniz. Diğer bir alternatif de, tuz madenine çıkılan finükiler binasındaki emanet dolapları. Bu arada dönüş için tren saatinize göre indiğiniz iskelede yazan tekne saatlerini kontrol etmeyi unutmayın. Ayrıca belirli bir saatten sonra İstasyon yönüne tekne kalkmamaktadır.

Hallstatt’da Gezilecek Yerler 

Yaklaşık 5 saat köyde gezdik, Hallstatt’ı gezmek için yeterli bir süreydi. Hallstatt ziyaretçileri genellikle günübirlik oluyor. Köyü bir uçtan bir uca baştan başa dolaşmak en fazla bir saatte yürüyerek tamamlanıyor. Kalan zamanda  fünikülerle çıkıp hem tuz madeni gezmek, hem de yukarıdan göl manzarasını seyretmek, göl kenarında yemek yemek, bir şeyler içmek için de yeterli geliyor. 

Köy son derece güzel, yemyeşil, yamaca kurulmuş evler, oteller göl manzaralı. Bu kadar güzel manzaralı yerde konaklamak isteyebilirsiniz, bu doğal güzellik ile gözünüzü ruhunuzu doyurmak isteyebilirsiniz. Şüphesiz otel fiyatları yüksek, hem çok popüler bir yer, hem de otel sayısı sınırlı. İşin doğrusu biz gitmeden önce acaba bir gece kalsak mı diye düşünmüş olmamıza rağmen otel fiyatlarını görünce ve bir haftalık sürede Viyana, Salzburg ve Graz’ı gezmek istediğimiz için Hallstat’a bir gün ayırdık doğru yaptığımızı da düşündük. Manzara çok güzel ancak o kadar çok turist nedeniyle köy halkını görmek, köy havasını hissetmek mümkün değil sanki. Böyle bir köyde yaşamak ister misiniz desek, yerel halkın azaldığı, sürekli sokaklarında turist dolaşan bir köyde yaşamak sanki doğal bir ortamdan çok film stüdyosunda yaşıyormuş duygusu uyandırabilir insanda. Tabi bu benim hissettiklerim, siz kararınızı verin.

Hallstatt Market Square 

Hallstatt

Hem küçük, hem çok sevimli, meydanı çevreleyen çiçeklerle süslenmiş tablolarda yer alacak güzellikte evleri ile hafızalarda kalıcı bir meydan. Göz alıcı mimarisi, küçük hediyelik eşya dükkanları, restoranlar ve güzel kafelerle çevrili bu meydan, hem yerel halk hem de turistler için popüler bir buluşma noktası, Hallstatt’ın ana merkezidir. Bu meydanda çeşitli konserler ve kültürel etkinliklerde düzenlenmektedir.

Tarihi 14. yüzyıla dayanan meydan yuvarlak formda inşa edilmiş. Tam ortada ise, Kutsal Holy Trinity-Baba, Oğul, Kutsal Ruh-sütunu bulunmaktadır. Meydanın hemen yanında Kültür Mirası Müzesi bulunmaktadır.

Hallstatt Tuz Madenleri 

Dünyanın en eski tuz madeni, aynı zamanda bir yeraltı tuz gölüne de açılıyor. Madene fünikilerle çıkabilirsiniz. Füniküler, köyün girişindeki otoparkın yakınında. Giriş ücreti yetişkinler için 26 Euro, çocuklar için ise 13 Euro. Bu finükilerle, köyün bir başka cazibe merkezi olan Skywalk’a da ulaşılıyor. 350 metre yükseklikteki bu gözlem noktasından köyü panoramik olarak izleyebilirsiniz. Biz tuz madenlerini gezmedik, sadece köy meydanından merdivenlerle belirli bir yere kadar çıkıp göl manzarasını izledik.

St. Michael Kilisesi ve Beinhaus Kemik Evi 

12. yüzyılda inşa edilen şapel, aynı zamanda dünyanın en ilginç mezarlıklarından birini bahçesinde barındırıyor. Göle hakim kilisenin içini gezdik, sonra göl manzaralı, rengarenk çiçeklerle kaplı park gibi görünen mezarlığı dolaştık. 

Durun, mezarlığın ilginçliği mezarlığın manzarası ve bakımlılığı ile sınırlı değil. Bu kadar eski bir yerleşim yerinin mezarlığı bu kadar küçük bir alanla sınırlı olabilir mi? Kilisenin bahçesine açılan bir kapının üzerinde Beinhaus  yazısı ve giriş ücreti yazıyordu. Dünyanın en ilginç mezar odası burası. Bahçedeki mezarlıkta yer kalmaması nedeniyle 1720 yılından itibaren, kafatasları ve kemiklerin mezarlardan çıkarılarak buraya taşındığı biliniyor. Bu mezar odasına giriş ücreti 1,5 Euro. Günümüzde Beinhaus’un içinde 1200’ün üzerinde kemik var ve kafataslarının 600’den fazlası aile adlarına göre boyanmış ve ayrılmış bir şekilde yerleştirilmiş. Aslında bu gelenek 1960 yılında bitmiş, yine de çok özel vasiyeti üzerine, 1995 yılında bir kadının kafatası son kez eklenmiş. Bir odada sadece kafatasları ile kalmak ne kadar ürkütücü geliyor değil mi? Biz de ailelerin izni ile çıkartılmış ve süslenmiş bile olsa kafataslarını görmek için içeriye adım adım atmaya cesaret edemedik. Ben internetten aldığım bir fotoyu ekleyeyim, siz karar verin kafatası odasını görüp görmemeye. 

  • Hallstatt.Net

Hallstatt Evanjelik Kilisesi 

Hallstatt

En fazla fotoğrafı çekildiği söylenen Evanjelik Kilisesi, köy meydanı Market Square’ın hemen yanında yer almaktadır. Kilise, önce 1785 yılında bir dua evi olarak inşa edilmiş. Evanjelistlere kilise ve siyasi yaşamda eşit haklar verilmesinden sonra, Hallstatt’da yaklaşık 500 kişi Protestan inancını savunmuş. Bu nedenle beş yıllık bir inşaatın ardından 1863 yılında kilise tamamlanmış.

Günümüzde kilise, düzenli olarak konserlere ev sahipliği yapıyor. İç dekorasyonu son derece sade olan kilisenin, dış güzelliği ise hayranlık uyandırıyor. Bizim gittiğimiz tarihte restorasyon yapılsa da içi gezilebiliyordu.

Hallstat Evleri

Hallstatt’da sadece sokaklarda dolaşıp, manzara seyretmek bile büyülüyor insanı. Yamaçlara konumlanmış, daracık sokaklar arasında, rengarenk çiçeklerle süslenmiş evler. Gerçek olmayan bir masal dünyası mı, film stüdyosu mu diye düşündürüyor insana.

Hallstatt Gölü’nde sandalla gezinti de yapılabiliyor. 

Yeme İçme

Hallstatt’da göl kenarında ve köy meydanında her bütçeye uygun restoranlar bulunmakta. Bu restoranlarda göl balıkları, pizza, şinitzel ve hatta döner yiyebilirsiniz.  

Hallstatt

Önce teknenin yanaştığı iskelenin hemen önünde, yer alan Türk dönerci büfesinden söz edelim. Karmez Döner günün her saatinde önü kalabalık ve tavuk döneri ile meşhur. Biz dönerci de yemeği düşünmedik, Avusturya’da Çinliler Türk dönercisinde yiyorlardı ne hoş görüntü. 

Tekneden inince sağ yönde deniz kenarında birkaç restoran yer almakta, öğle saatinde bu restoranların önünde bir orkestra müzik çalıyordu, bize önce çekici geldi burada yemek yemeği istedik ancak o bölgede epey zaman geçirmiştik, Market Square civarında göl kenarındaki yerleri görüp sonra oraya gelebileceğimizi düşünerek başka restoranlar arayışına girdik. Aslında en doğru restoran adresini Market Square’de birisine önereceği restoran olup olmadığını sorarak öğrendik. Bize dar bir sokağı gösterdi göle uzanan. Sokağa kafamızı uzatınca renkli, kareli masa örtüleri, ağaçlardan sarkan kağıt fenerler ve güzel göl manzaralı restoranı gördük. Görüntü karşısında boş gördüğümüz tek masaya doğru koştuk desem yerinde. 

Hallstatt

Özellikle bu restoranı ‘Gasthof Simony Restaurant‘ tavsiye etmek istiyorum. Tesadüfen bulduk, aslında oldukça popülermiş. 

Biz restoranda balık tattık tabi ki. Hallstatt Gölü temizliği, renginin yanı sıra balıkları ile ünlü. Gölden taze tutulan balıkları tatmadan olmaz değil mi? En iyisi menüyü paylaşayım, gölde çıkan balık çeşitlerini ve fiyatlarını bir arada görelim. Biz güzel Eylül gününde, bu kadar güzel bir köyde, göl kenarında göl balığı tatmaktan, oturmaktan çok mutlu olduk.

Bu arada Market Square’e açılan göle paralel yolda sokaktan atıştırmalık yerel tatlar da ilgi görüyor, önlerinde kuyruklar oluşmuş.

Son Söz

Sanki son söze gerek yok, fotoğraflar çok şeyi anlatıyor bu romantik, masal köyleri rotasında yer alan güzel köy için. Tek başına bir destinasyon değil tabi ki. Yakın bölgelere yapacağınız gezilerde yolunuzu buraya düşürmeye kesinlikle değer.  

St. Petersburg Gezi Rehberi: Büyülü Şehir

St. Petersburg

Dostoyevski’nin Suç ve Ceza, Çernişevski’nin “Nasıl Yapmalı, Gogol’ün Palto, Çehov’un Vişne Bahçesi, Gonçarov’un Oblomov, Puşkin’in Yüzbaşı’nın Kızı, Tolstoy’un Savaş ve Barış, Turgenyev’in Babalar ve Oğullar, Gorki’nin Ana, Şolohov’un Ve Durgun Akardı Don gibi Rus Edebiyatının klasikleri ile bu yazarların diğer romanları, lise yıllarımdan başlayarak beni biçimlendirdi, etkiledi. Lise ve üniversite öğrencisi olduğum yıllar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin henüz dağılmadığı, gizemini koruduğu ve çoğumuz için büyük merak uyandıran yıllardı. 25 Aralık 1991 tarihinde SSCB Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov’un istifa etmesi, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmasını tetiklemiştir. Sovyetler Birliği’ni oluşturan cumhuriyetlerin bağımsızlığını kazanmalarıyla onbeş yeni devlet kurulmuş, sınırlar açılmıştı. Özellikle Rusya mutlaka gidilmesi gereken, cazibesini hiç yitirmeyen bir ülke olarak yerini aldı benim yaşamımda.

St Petersburg’da düzenlenen bir konferansa konuşmacı olarak davet edilmem muhteşem bir olanak sundu bana. Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”, “Beyaz Geceler”, Çernişevski’nin “Nasıl Yapmalı”, Gogol’ün “Palto”, Andrey Belıy’in “Petersburg” eserlerinden tanıdığım, zihnimde canlandırdığım St. Petersburg’u, cadde ve sokaklarını, roman kahramanlarının peşine takılarak dolaştığım şehri artık yakından görecektim.

St Petersburg

St Petersburg, geniş bulvarları, köprüleri, dingin suları ve çarlık mimarisinin örnekleri, okuduğum yazarların oldukça ayrıntılı tasvirleri ve büyüleyici St Petersburg imgeleri ile gayet tanıdık bir şekilde karşıladı beni. St Petersburg’a ihtişamlı görüntüsünü veren şey şehrin mimari yapısı. Uzun geniş bulvarları, geniş alanları ve parkları, bahçeleri, eşsiz heykelleri, demir parmaklıkları, anıtları ve sarayları ile muhteşem.

42 ada üzerine kurulmuş şehrin hemen her yerinde, şehri sarıp sarmalayan ve şehri ikiye bölen Neva Nehri, onun kolları ve kanalları aklınızı başınızdan alıp götürüyor. Kuşkusuz bunlar üzerindeki çeşit çeşit, irili ufaklı köprüleri (Aniçkov, Aleksandra Nevskogo, Leytenanta Shmidta, Troitsky, Dvortsovyy, Sampsoniyevskiy, Grenaderskiy Volodarskiy köprülerden bazıları) de unutmamak gerek, boşuna Kuzeyin Venedik’i dememişler St. Petersburg’a. 342 köprüden 21’inin kanadı geceleri açılıyor.

Şehir tarihi, kültürel ve mimari önemi dolayısıyla UNESCO tarafından Dünya Kültürel Mirası kabul edilerek korumaya alınmış. Şehri gezerken de fark edildiği gibi, dünyada tarihini bir bütün olarak koruyan tek şehir olduğu söyleniyor. Bir açık hava müzesi gibi olan St Petersburg’da okuduğunuz Rus Klasiklerini düşünerek, köprüler aracılığıyla kanallar arasında gezmek, sokak müzisyenlerinin bazen hüzünlü, bazen keyifli şarkıların dinlemek ve hatta gizem dolu sokaklarında kaybolmak müthiş bir ayrıcalık.

St.Petersburg Putin’in şehri olan St. Petersburg’da Puşkin, Dostoyevski, Anna Akhmatova ve Rimsky-Korsakov de uzun yıllar yaşamış. Şehirde en çok dikkatimi çeken noktalardan biri çalışma yaşamında kadınların ön planda olması, inşaatlarda sıva yapan, çöp toplayan, toplu taşıma araçlarını kullanan, elinde megafon, bağırarak bot gezisinin anonsunu yapan kadınları görebilirsiniz, kısacası her işi, ama her işi yapıyor kadınlar. Ayrıca mağaza müdürlükleri, fabrika genel müdürlükleri, üretim müdürlükleri gibi meslekler için de Rusya’da kadınlar tercih edilmektedir.

St Petersburg

Gece gündüz, sürekli hareketli ve renkli olan St Petersburg, bu şehir hiç uyumaz mı? sorusunu getiriyor insanın aklına.

St.Petersburg “Kahraman kent” unvanına sahip olan St Petersburg (Leningrad) fazlasıyla hak ediyor bu unvanını, öyle ki film ve kitaplara konu olmuş. Aleksandr Buravsky’nin yönettiği Leningrad Kuşatması (2009) filmi ile Sarah Quigley’in Orkestra Şefi – Leningrad Senfonisi (2015) başlıklı romanı izlemeye ve okumaya değer.

Hitler’in Sovyetler Birliği’ni istila etme planının bir parçası olarak, şimdiki adı St Petersburg olan Leningrad’ın düşürülmesi amacıyla 8 Eylül 1941’de Leningrad Kuşatması başlamıştır. Şehrin politik ve askeri önemi Nazilerin Sovyetler Birliği’nde ilk olarak buraya girmesine neden olmuş, kuşatma 872 gün sürmüş ve Nazilerin yenilgisiyle 27 Ocak 1944’te sona ermiştir. Naziler, kente ve çevre yerleşimlerine ulaşan ikmal hatlarını kestiğinden, kışın sıcaklıklar -35 dereceye kadar düştüğünde, insanlar kaynatılmış deri kayışlardan yapılmış çorbaların yanı sıra atlar, kediler, köpekler, hatta sokakta donmuş cesetlerden alınan insan etiyle beslenirler.

Geçen bir yılın sonunda yani 1942’de şehrin sakinleri tam anlamıyla açlıktan kırılırken, Alman savaş makinelerinin gece gündüz havadan ve karadan dövdüğü şehirde beklenmedik bir şey olur. Rus otoriteleri hiçbir zaman gidişatı kabullenmemiş, cephedeki savunmanın yanı sıra Leningradlıların moralini yükseltmek ve Almanlara meydan okumak için ünlü besteci Şostakoviç’i bir beste yapmakla görevlendirirler. 9 Ağustos 1942’de Sovyet yaylım ateşiyle, Almanların olası engellemelerinin önüne geçmek ve müziğin sesinin duyulması için sessizlik sağlamak amacıyla, Nazi kuvvetleri geçici olarak susturulur. Yedinci Senfoni, açlıktan neredeyse ölmek üzere olan müzisyenlerden oluşan bir Radyo Orkestrası tarafından seslendirilir. Müziği cephedeki ön hatlara, hem Almanlara hem de Ruslara ulaştırmak için güçlü hoparlörler kullanılır. Mesaj açıktır: Leningrad yaşıyor! Duydunuz mu? Leningrad yaşıyor! Şostakoviç, senfonisiyle Leningrad’ın acısını notalara dökerek, tüm Sovyet halkına dayanma gücü verir. Dünya tarihinin en olağanüstü konseri için o günün seçilmesinin nedeni Hitler’in bu tarihte Leningrad’ı ele geçireceğini ilan etmiş olmasıdır. Savaştan sonra, esir alınan Alman subayları senfoniyi duyduklarında kenti asla düşüremeyeceklerini anladıklarını itiraf eder. Bir Alman askeri ise konsere ilişkin “Kahramanların senfonisini dinler gibiydik,” der. Daha fazla bilgiyi Orkestra Şefi: Leningrad Senfonisi kitabında bulabilirsiniz.

Naziler sert Sovyet direnci nedeniyle taarruzlarından sonuç alamamıştır. Dünya tarihinin bu 872 gün süren en kanlı ve korkunç kuşatması yaklaşık bir milyondan fazla sivilin hayatını kaybetmesine neden olmuştur.

St. Petersburg Lenin’in, devrimin zaferini deklare ettiği kent olması dolayısıyla da Rusya tarihinde özel bir öneme sahip. Kentin devrim sonrası Leningrad adını alması da bu yüzden.

Gezelim Görelim

St.Petersburg

St Petersburg’un temelleri, biz Türklerin “Deli, ” Rusların ise “Büyük” dedikleri Pedro tarafından Neva bataklığının üzerinde 1703 yılında atılmış. Büyük Pedro, Avrupa’yı özellikle Venedik’i gördükten sonra, Rusya’da da Avrupa benzeri bir şehir kurmayı amaçlamış, Avrupa’dan pek çok mimar getirterek şehri inşa ettirmiş. Böylece Avrupa ve Rus sentezi bir birleşimle, St. Petersburg’un güzel ve görkemli bina ve köprüleri ortaya çıkmış. Pedro’nun Rusya’nın taş ustalarını toplayarak, limana gelen her geminin taş getirmesini şart koşarak oluşturduğu ve o dönem herkesi şaşırtan, bir çılgınlık olarak görülen şehir, Rusya’nın kuzey batısında Neva Nehri’nin kollara ayrılarak Fin Körfezi’ne aktığı bataklık bölgede yükselmiş, 200 yıl Çarlık Rusyası’nın başkenti olmuş. Petersburg veya Petrograd olarak anılan kente, Lenin, devrimin zaferini bütün dünyaya buradan ilan etmesi ve Lenin’in ağabeyinin burada idam edilmesi nedenleriyle kente 1924 yılında Leningrad ismi verilmiş, SSCB’nin 1991′de parçalanma sürecine girmesiyle, yapılan halk oylamasında kentin adı St. Petersburg’a çevrilmiştir.

St.Petersburg St Petersburg sınırlı günler içinde gezilecek bir yer değil kuşkusuz. Uzun bir süre, belki de defalarca gitmek gerekir. St Petersburg’da, o kadar çok görülecek ve gezilecek yeri var ki.

Nevsky Bulvarı, Kazan Katedrali, St. Isaac Meydanı ve Katedrali, sayısız suikast teşebbüsünden kurtulduktan sonra kaderine yenik düşen ve bir bombayla hayatını kaybeden II. Aleksander’ın anısına yapılan Yeniden Diriliş Kilisesi, Hermitage Meydanı ve Müzesi, Peterhof Sarayı ve Bahçesi, Vasilyevsky Adası.

Nevksi Bulvarı (Nevsky Prospekt)

St.Petersburg Dört buçuk kilometre uzunluğundaki Nevski Bulvarı’nı özel kılan, her sınıftan insanın bir araya geldiği başlıca yer olması. Nevski Bulvarı, St. Petersburg’un içinden geçen Neva Nehri’nin yakınındadır. Birkaç nehirle de kesişmekte, her kesişme noktasında da köprüler bulunmaktadır. St Petersburg’un kurulmasından kısa bir süre sonra, Rusya’nın ilk tersanesinin bulunduğu sanayi bölgesini, “Aleksandro-Nevskaya Lavra” Manastırı’yla bağlanmak amacıyla inşa edilir, adını da, büyük Rus savaşçı ve Novgorod prensi Aleksandr Nevski anısına yaptırılan bu manastırdan alır.

St.Petersburg Nevski Bulvarı, St. Petersburg’un en eski ve önemli mimari yapılarıyla dolu. İhtişamlı binalar, katedraller, parklar, heykeller var. Nevski’de yer alan birbirinden görkemli yapılarda Alman Georg Johann Mattarnovi ve İsviçre’de doğmuş olan İtalyan Domenico Trezzini gibi dünyaca ünlü mimarların imzası bulunuyor.

Nevski Bulvarı üzerindeki Singer dikiş makinası markası olan Singer şirketinin 1904 yılında yapılan binası görülmeye değer. Başlangıçta Singer makinalarının satıldığı yer olan bina, artık farklı bir mekan. Giriş katındaki kitapçıyı gezmeye, birinci katındaki kafede bir şeyler içmeyi unutmayın.

St.Petersburg Hem Bulvar üzerinde hem de bulvara açılan sokaklarda Rus mutfağından olduğu gibi dünya mutfağından restoran ve kafelere rastlayabilirsiniz.

Bulvar üzerindeki muhteşem yapılardan biri kuşkusuz Kazan Katedrali.

Kazan Katedrali

St.Petersburg 1801 – 1811 yılları arasında Türk – Rus Savaşları döneminde yapılan bu Katedral, ismini Tataristan’ın Kazan şehrindeki büyük yangından sonra bulunan ve uğur getirdiğine inanılan Kazan aziz tasvirlerinden (ikon) alır. Katedral, Çar I. Alexandr, Türklerin Rus İmparatorluğu ile baş edemeyeceği bir dev olduğunu kanıtlamak için inşaatı başlatır, inşaat devam ederken Türk-Rus Savaşları, Rusların zaferi ile sonlanır. Bunun üzerine katedralin güney kolonlarının yapılmaması kararı alınır, Yalnızca Nevsky Bulvarı’na bakan kuzey kolonları inşa edilir. Dev sütunları ve ihtişamlı mimarisiyle ortaya çıkan yapı uzun süre katedral olarak kullanılır, Sovyetler Birliği döneminde ise müze haline getirilir.

St Isaac Meydanı ve Katedrali

St.Petersburg

Diğer görülmeye değer bir mekan ise, St. Isaac Meydanı ve Katedrali. Katedral ismini Deli Petro ile aynı günde doğan bir azizden almış. Yapımı kırk yıl süren katedral kırk sekiz sütun üzerine kurulmuş.

Dünyanın en büyük kubbeli yapılarından biri olarak kabul ediliyor. Kubbesinde yüz kilo altın kullanılan katedral; kubbesi, iç ve dış mimarisi, muhteşem tavan süslemeleri, heykelleri ve kapılarıyla gerçekten görülmeye değer.

İlk olarak, 1710 senesinde inşa edilir, 1712’de I. Petro ve Katerina bu kilisenin kubbesi altında evlenirler. Daha sonra, değişik tarihlerde iki kez yıkılıp yeniden yapılan kilise, şu anki durumuna 1818-1858 yılları arasında kavuşmuş. Katedral, 1937 yılından itibaren müze olarak kullanılmakta. 300 basamaklı kubbesine tırmanarak şehir panoramik olarak izlenebilmektedir.

Yeniden Diriliş Kilisesi / Saçılan Kanlar Kilisesi

St.Petersburg

Griboedov Kanalı’nın kenarında yükselen Yeniden Diriliş Kilisesi, beş kubbesiyle cıvıl cıvıl masal aleminden fırlamış gibi yükseliyor gökyüzüne.

Çar II. Alexander’ın 1881’de uğradığı suikastta ölümcül yara aldığı yere inşa edilen katedralin adı bu nedenle Yeniden Diriliş Kilisesi ya da halkın deyimiyle Saçılan Kanlar Kilisesi. Ayrıca, 7500 m2 mozaik kaplamasıyla, dünyada Amerika’daki St. Louis Katedrali’nden sonraki en geniş ikinci mozaik süslemesine sahip kilise, büyülenmemek elde değil. 5 kubbeli kilisenin en büyük kubbesi 81 metre ile Çar’ın öldüğü yılı, 67 metre yüksekliğindeki ikinci büyük kubbe ise Çar’ın öldüğü yeri temsil ediyor.

St.Petersburg

Kilise civarında hediyelik almak isteyenler için ufak tezgahlar var. Pek çok çekici ve güzel hediyelik eşya, uygun fiyatlarla alınabilir.

Hermitage Müzesi: Kışlık Saray

St.Petersburg St. Petersburg’a gidip Hermitage Müzesi’ni görmeden dönmek olmazdı. Devasa Saray Meydanı (Palace Square) üzerinde bulunan Hermitage Müzesi’nin karşısında şu an kullanılmakta olan Bakanlık binası ile meydanda dünyadaki en büyük tek parça tarihi Alexander sütunu bulunuyor, 1834 yılında yerleştirilmiş ve kendi ağırlığı ile durduğundan, çok rüzgarlı günlerde yere sabitlenmediği hissedilebiliyormuş.

Hermitage Müzesi, 3 milyondan fazla sanat eseriyle dünya üzerindeki en önemli sanat merkezlerinden biri olarak biliniyor, müzeyi her eseri görerek gezmek isterseniz birkaç ay ayırmamız gerektiği söyleniyor. 1764 yılında ünlü Rus Çariçesi II. Katerina’nın Berlin’den 225 parçalık resim koleksiyonunu getirtmesiyle kurulan Hermitage Müzesi, aynı zamanda tarih boyunca Rusya’nın en önemli yönetim merkezi olan Kışlık Saray olarak da bilinir.

Çok sayıda çar ve çariçeye ev sahipliği yapan Kışlık Saray, yeni sahipleri tarafından da yeni eserler eklenmesi nedeniyle korunmuş ve zenginleşmiş.

Ekim Devrimi sırasında Vladimir Lenin silahlı ayaklanmayı “Dün devrim için erkendi, yarın geç olabilir,” sözlerinin ardından bu sarayın dar merdivenlerinden kalabalıklar kışlık saraya girmiş… 1917 yılına kadar halkla alakası olmayan ve sadece saray halkının kişisel sanat galerisi olarak görev yapan eserler bölümü, 1917 Ekim devrimi ile sarayın tamamıyla birlikte müze haline getirilmiş.

Hem Ekim Devrimi sırasında hem de daha önceki yıllarda yaşanan savaşlar nedeniyle taşınma ve kaçırma gibi olaylar sırasında eser kayıpları yaşayan müze, buna rağmen İngiltere’deki British Museum’dan ve Fransa’daki Louvre Museum’dan sonra dünyanın en büyük ve en önemli 3 müzesinden biridir.

Müzenin tablo koleksiyonunda Rembrandt, Leonardo da Vinci, Michelangelo, Van Gogh, Raphael, Renoir ve Picasso’nun eserleri yer alıyor. Müzede, tabloların yanı sıra, resimler, gravürler, antik çağ eserleri, heykeller, Batı Avrupa dekoratif ve uygulamalı sanat eserleri, silahlar, sikkeler, madalyalar, arkeolojik eserler ve kitaplar da bulunur. Daha sonra, çarlara ve çariçelere ait bazı eşyalar, saklandıkları yerlerden çıkartılıp elden geçirilerek sergi koleksiyonuna dâhil edilmiş.

Hermitage Müzesi dış mimarisi, bahçe düzeni ve kapı girişlerinde bulunan heykelleriyle etkileyici bir müze. Sergilenen eserlerin çokluğundan dolayı birbiriyle bağlantılı beş binaya yayımlı, bunların başında kuşkusuz ana bina yani bir zamanlar Rus çarlarının yaşadığı Kışlık Saray geliyor. Bu, yeşil-beyaz saray, tüm güzelliği ve ihtişamıyla Neva Nehri’nin hemen kıyısında yer alıyor. İkinci Dünya Savaşı döneminde eserlerin bir bölümü trenlerle Moskova Devlet Müzesi’ne kaçırılmış, St. Petersburg sınırları içerisinde yaklaşık 306 müze bulunduğunu öğrendiğimde, ülkemdeki müzeler, ziyaretçi sayılarını, verilen önemi düşünmeden edemedim ve içim sızladı tabii ki.

Yeni evlenen çiftlerin gelinlik ve damatlıklarıyla Hermitage Meydanı’nda hatıra fotoğrafı çektirmeleri Rusya’da bir adetmiş. Ayrıca, müzisyenlere, dansçılara da rastlamak mümkün meydanda.

Müzeden çıkıp, meydanda sola dönüp küçük bir köprüden karşıya geçtiğinizde, köprünün çaprazında Puşkin’in özel eşyalarının sergilendiği ve müzeye dönüştürülen Puşkin’in Evi bulunuyor.

Puşkin’in Evi

Ünlü Rus Şairi Aleksandr Puşkin’in evi (6 Haziran 1799 – 10 Şubat 1837) şehir merkezinde yer alıyor. Şairin girmiş olduğu dramatik bir düelloda hayatını kaybetmesinden sonra yaşadığı ev müzeye çevrilmiş. Puşkin, George Charles d’Anthès adında bir Fransız delikanlısının karısı Natalya Puşkin’e kur yaptığını öğrenince kendisini düelloya davet eder. Düelloda Puşkin tarafından omzundan yaralanan d’Anthès, Puşkin’i karnından yaralar. İki gün can çekiştikten sonra ölür. Düelloda kullanacağı silahı almak için gümüşlerini sattığı iddia edilmektedir. Puşkin’in kütüphanesini, çalışma odasını ve düelloda karnından yaralanınca üzerine uzandığı ve iki gün sonra can verdiği kanepeyi görebilirsiniz.

Puşkin’in hayatını kaybettiği düelloya gitmeden önce son kez oturup kahve içtiği yer olan Literary Cafe (Edebiyat Kafe)’ye gitmeden olmazdı. Rusya edebiyat çevrelerinin gittiği bu kafenin girişinde Puşkin’in heykeli karşılıyor gelenleri.

Peterhof Sarayı ve Bahçeleri

St.Petersburg Büyük Petro’nun Peterhof’taki yazlık konutu inanılmaz gösterişli. 1709’da Poltava’da İsveçlilere karşı kazandığı büyük başarıdan sonra, Baltık kıyısında büyük bir saray yaptırmaya karar verir.

Peterhof Sarayı, 1714 – 21 yılları arasında inşa edilir. 1717’de Fransa’da Versailles Sarayı’nı gezen Büyük Petro, sarayın Versaille’dan daha gösterişli olmasını ister. 1714’de başlayan inşaat müthiş bir hızla devam eder ve Peterhof resmi olarak 1723 yılında açılır. Alman işgalinde zarar gören saray, yetenekli ustalar sayesinde bugünkü haline dönüştürülür.

Yazlık sarayın bahçesinin ihtişamı inanılmaz, altın heykeller, çeşmeler, akan sular.. Sanki bir açık hava sarayı inşa edilmiş. Her bir parça ayrı ayrı incelenebilir. Daha önce de belirttiğim gibi tek sefer gitmek kesinlikle yetmez. 64 adet fıskiyesi, otuz yedi yaldızlı bronz heykeli, devasa bahçeleri, çeşitli meyve ağaçları, fıskiyeleri, sincapları ve kuşları ile inanılmaz bakımlı bir bahçe. Sanki köşeden Çar ve Çariçe çıkacaklar ve gezeceklermiş gibi bakımlı bahçeler. Peterhof Sarayı’nın bahçesi muhteşem, körfeze kadar uzanıyor ve karşıda Finlandiya kıyılarını görebiliyorsunuz.

St.Petersburg

Kısıtlı süre içinde saray mı? bahçe mi? seçim yapmak zorunda kaldım. Bu büyük bahçenin içinde dolaşmak çok zaman alıyor, sarayın iç kısmına girmek için ise başka sefer demek zorunda kalıyorsunuz.

Peterhof Sarayı, 1941 – 1944 Leningrad Kuşatması sırasında Nazi orduları tarafından üs olarak kullanılmış, saldırı öncesi, bahçede yer alan heykellerin büyük kısmı, zarar görmemesi için halk tarafından sökülerek ve suya gömülerek saklanmış, savaştan sonra eski yerlerine yerleştirilmişler.

St Petersburg’u tekne ile Neva Nehri üzerinde gezmek şehrin başka güzelliklerini serdi önümüze.

St.Petersburg Özetle, gündüzü ayrı güzel, gecesi ayrı güzel bu şehir geçmişle bugünün arasında bir yolculuk yaşatıyor insana …

St. Petersburg, hayal gibi, masal gibi bir şehir Dostoyoveski’nin de söylediği gibi,

“Petersburg’da yok yok, desene?”
“Evet, kardeş, bu Petersburg’da yok yoktur!”
(Suç ve Ceza)

‘St. Petersburg Şehir Turunu’ Trip Advisor güvencesi ile aşağıdaki linkten alabilirsiniz.

Niagara Şelalesi: Ters Akan Şelale

Niagara

Hepimizin yaşamında görmeyi çok istediğimiz, hatta hayal ettiğimiz yerler vardır eminim. Benim de ziyaret etmeyi çok istediğim yerler var, hem de çok fazla. Yaşadığım sürece de bu hayalimden hiç ama hiç vazgeçmeyeceğim. Gezmenin farklı yerler görmenin, yeni kültürler tanımanın beni zenginleştirdiğini, dünyaya bakışımı değiştirdiğini biliyorum.

Marilyn Monroe ve Joseph Cotten (1953)’nın baş rollerini oynadığı Niagara filminde görüp hayran olduğum, Niagara Şelalesi de bunlardan biriydi ve ziyaret etme şansını yakaladım.

Niagara Falls

Niagara Şelalesi, hem coğrafi konum hem de görsel güzellik gibi özellikleriyle dünyanın en ünlü yerlerinden biridir. Niagara, ismini Kızılderililerden almış ve Onguiaahra sözcüğünden gelmekte i “Suların şimşeği” anlamını taşımaktadır. Şelalenin suyu taşlara çarparak geri geldiğinden, dünyanın tek ters akan şelalesi Niagara, Amerika Birleşik Devletleri ile Kanada arasındaki Niagara Nehri üzerinde, Kanada’nın Ontario eyaleti ile ABD’nin New York eyaleti arasında üç büyük şelaleden oluşmaktadır. Niagara Nehri, Kuzey Amerika’nın en büyük nehridir.

Niagara Şelalesi;
Horseshoe Fall (At nalı – 48 metre yükseklikten dökülür);
American Falls (Amerikan) ve
Bridal Veils Fall (Gelin Duvağı) şelalelerinden oluşmakta ve 50 metre yükseklikten dökülmektedir.

Bunların en büyüğü , At nalı Şelalesi diye bilinen Horseshoe Şelalesi Kanada’da, diğerleri ise ABD’de bulunur.

At nalı şeklinde olan şelale Kızılderililer tarafından şans olarak kabul edildiğinden, balayı çiftlerine uzun zamandan beri ev sahipliği yapmakta.

Kuzey Amerika’nın en büyük şelalesi olan Niagara Şelalesi’nden yarım dakikada 168.000 m³ su akmakta, zirveden aşağı akan su doyumsuz bir manzara oluşturmaktadır. Niagara, 10.000 yıl önce Kuzey Kutbu’ndan gelen buz kütlelerinin yol açtığı çöküntülerdir. Şelale, her yıl ortalama 20 milyon turist tarafından ziyaret edilmektedir.

Niagara, 1950 yılında yapılan bir antlaşma ile ABD ve Kanada arasında paylaşılmış ve Rainbow Köprüsü ile birbirine bağlanmaktadır. Köprünün sıra dışı bir statüsü bulunmakta, yani Kanada – New York arasında sınır oluşturmaktadır. Köprünün ortasına kadar olan kısmı Amerika Birleşik Devletleri, köprünün ortasından sonra kalan kısmı ise Kanada resmi sınırlarında kalmaktadır. Bu köprüden geçmek, aynı zamanda ülke değiştirmek anlamına gelmektedir.

Bilim adamlarına göre 12 bin yaşında olduğu belirtilen Niagara Şelalesi, genç bir şelale olarak kabul edilmektedir. Tamamen buzlarla kaplı olan son buzul çağında, buzulların erimesiyle bu bölgede büyük göller oluşmuş ve Niagara Şelalesi, bunlardan akan sulardan oluşmuştur.

Doğal güzellikleri ile bir turizm cenneti olan Niagara Şelalesi aynı zamanda önemli bir elektrik üretim merkezi. Niagara Nehri üzerinde Sırp asıllı Amerikalı bir bilim adamı olan Nikola Tesla tarafından kurulmuş hidroelektrik santralleri bulunmaktadır. Bu elektrik santralleri sayesinde hem ABD’ye hem de Kanada’ya elektrik üretilmekte. Bu santraller tarihte kurulan ilk alternatif santrallerdir.

İnci Yılmazlı’nın çevirdiği, Nikola Tesla Kendini Anlatıyor (2016) kitabında, Tesla’ya Niagara Şelalesi’nin nasıl ilham kaynağı olduğunu öğreniyoruz.
“ Niagara Şelalesi’yle ilgili bir metin beni çok etkilemişti. Şelalenin çalıştırabileceği kadar büyük bir çark yaptığımı hayal ettim. Amcama, günün birinde Amerika’ya giderek bu hayalimi gerçekleştireceğimi daha o zaman söylemiştim. Bu hayalim otuz sene sonra gerçekleşti ve ben zihnin anlaşılmaz gizemleri karşısında bir kez daha hayrete düştüm. ”

Niagara Falls

ABD ve Kanada sınırlarında bulunan kıyı bölgeleri her iki ülke tarafından halka açık park haline getirilmiş ve koruma altına alınmıştır. Queen Victoria Park Kanada tarafında, Niagara Falls State Park ise ABD tarafında bulunan parktır.
Niagara Şelaleleri’nde yapılabilecek en güzel şeylerden biri de Niagara Nehri üzerinde seferler düzenleyen özel teknelerden biriyle gezmekti.

Niagara Falls

Niagara Nehri’nde gezme olanağı sağlayan tekne turunun başladığı iskelenin adı Maid of the Mist (Sislerin Kızı)’dir. Tekne turları yaklaşık 35 – 40 dakika sürüyor.

Tekne turu ile, şelalenin tüm ihtişamını en yakın noktadan görebiliyor, sık sık oluşan muhteşem gökkuşağını seyredilebiliyorsunuz.

Gezi esnasında, tur şirketi ıslanma hatta sırılsıklam olma olasılığına karşı koruyucu yağmurluk veriyorlar. Yolculuk başlar başlamaz gürültülü sulara yakınlaştıkça havayı dolduran ince damlacıklar halindeki şiddetli su serpintisiyle sırılsıklam oluyor, Niagara suyunu tadabiliyorsunuz. Şelalenin iki kolundan dökülen suların kayalara çarpması ile bir su bulutu oluşuyor ve uzanıp gidiyor tepenizin üzerinde.

Son Söz

İhtişamını büyük bir asaletle taşıyan Niagara Şelalesi, doğanın gücü karşısında insanın ne kadar da aciz olduğunu bir kez daha gösteriyor ve sizi sizden alıp başka dünyalara götürüyor. Bu muhteşem manzarayı izlerken suyun kuvveti ve metrelerce yüksekten dökülürken ortaya çıkardığı sesi dinlemek bir harika. Suyun dökülürken çıkardığı ses, oluşan su buharı ve havaya uçan suların oluşturduğu gökkuşağı inanılmaz etkileyiciydi.

Üzerinden zaman geçmiş olmasına rağmen, bu doğa harikası uyanmak istemediğim bir düş kadar güzeldi, Doğa harikasının mistik havası mı? bu güzelliği dostlarımla birlikte paylaşmak mı? bilemedim ve yüzümde keyifli bir gülümseme ile, suyun serinliğini hissederek yazdım bu yazıyı.

Priştine Gezi Rehberi: Avrupa’nın En Genç Ülkesinin Başkenti

Priştine

Kosova’nın başkenti Priştine, tarihiyle, restorasyon geçirmiş tarihi eserleriyle, lezzetli mutfağıyla daha çok renkli alışveriş ve eğlencesiyle Balkan gezilerinin ilgi gören destinasyonlarından biri haline gelmeye başlamış son yıllarda. Priştine Kosova’nın en büyük, idari, kültürel, ticaret ve finans ağırlıklı şehridir.

Şehri Tanıyalım

Şubat 2008’de tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan eden Kosova’yı, Türkiye dahil sadece 115 ülke tanıdı. Sırbistan, Kosova’nın bağımsızlığını tanımıyor ve bu tutumu komşu ülke Bosna-Hersek, daha uzaklardan Brezilya ile Rusya ve Çin gibi daha güçlü ülkeler tarafından da destekleniyor. 

Birleşmiş Milletler Kosova Geçici Yönetimi altında Kosova Cumhuriyeti’ne bağlı bir il olan Priştine hala Sırbistan açısından kendi ülkelerine bağlı olarak gösterilmeye devam ediyor. Bunu Belgrad’ta TV’de yakından izledim . Televizyonda hava durumu sunulurken Priştine Sırbistan sınırlarında gösteriliyor idi. Siyasi ve etnik farklılıklar açısından oldukça hassas bir konu.

Priştine ülkenin kuzeydoğusunda Golyak Dağları’nın eteklerinde, Kosova Ovası’nda yer alıyor. Çoğunlukla Arnavutların yaşadığı Priştine’nin nüfusu yaklaşık 200 bin civarında. Kosova nüfusunun % 53’ünün 25 yaşın altında olduğu ve hatta ortalama yaşın 28 olduğunu belirten istatistikler var! Yani Cumhuriyetin kendisi genç olduğu gibi nüfusu da genç.

Şehirde çoğu Avrupa şehrindeki mimari ihtişam bulunmuyor, ancak Priştine Avrupa’nın en özgün şehirlerinden biri olarak bölgenin tarihini anlamak isteyenlere, alışveriş, eğlence ve gece hayatı arayanlara ilginç gelebilecek.  Ayrıca kentin Belgrad, Dubrovnik, Split ve Saraybosna gibi daha fazla bilinen Balkan destinasyonlarına yakınlığı, Priştine’yi bir geçiş noktası haline getiriyor.

Modern Priştine’de Yugoslavya döneminden kalan estetikten uzak apartman blokları da bulunuyor. Bu tuhaf, keskin hatlara sahip yapılar, Osmanlı tarihi yapılarıyla birleşerek şehre eklektik bir görünüm kazandırıyor. 

Şehrin merkezi birkaç bulvardan ve meydandan oluşuyor, turistik alanlar yürüyerek kolayca dolaşılabiliyor.  Şehirde dolaşırken tarihin ve ulusal kimliğin tuhaflıklarını gösteren anıtlarla da karşılaşacaksınız. Örneğin, Skanderbeg Heykeli, Türklerle savaşan ve Arnavutların ulusal kahramanının heykeli. Merkezde bulunan “Yenidoğan” anıtı da bu genç kentin hayal gücünü temsil ediyor.

Clinton adı verilmiş bir bulvara dikilmiş olan Bill Clinton Heykeli ve George W. Bush Bulvarı ile Amerikan hayranlığı ve minnettarlıklarını göstermenin ilginç bir yöntemi.

Clinton Bulvarı’nın batı tarafında, Kosova’nın en yeni ve en görkemli yapılarından Rahibe Teresa Katedrali yer almakta. Tarihi yapılar, kiliseden kuzeye doğru 20-30 dakikalık bir yürüyüş mesafesinde olan eski şehir bölgesinde bulunmaktadır. Bunlar arasında 1461 yılında inşa edilen Fatih Sultan Mehmet Camisi ve 2015 yılında Türkiye tarafından finanse edilerek, restore edilen Yaşar Paşa Camisi bulunuyor. Priştine’nin diğer bir cazibe merkezi, İmparatorluk Camisi’ne üç dakikalık yürüyüş mesafesinde bulunan Emin Gjiku Etnografya Müzesi.

Güneşli havalarda bölge halkı şehrin biraz dışında olan Germia Park’ta gezmeyi tercih ediyor. Parkta yürüyüş ve bisiklet parkurlarının yanı sıra büyük bir açık yüzme havuzu, kafe ve piknik alanları bulunmakta. Yolunuz düşerse ve yeşile doymak isterseniz uğrayın derim.

Dinamik bir şehir olan Priştine aynı zamanda alışveriş ve eğlencenin de adresi. Küçük alışveriş merkezleri, butik dükkanlar, mağazalar, kafeler, gece kulüpleri, restoranlarla günün her saati canlı bir ortamı var. Kafe kültürü oldukça gelişmiş, özellikle macchiato tercih edilen içecek. Kosova mutfağının Türkiye ile birçok ortak noktası olduğu ve geleneksel Balkan mutfağına özgü özellikle et yemekleri ve hamur işlerinin öne çıktığını söyleyebiliriz. Uluslararası sakinleri de olduğundan yerel mutfağının dışında uluslararası mutfakları da bulmak mümkün. Yerel halk büyük oranda gençlerden oluşunca gece eğlencesi de oldukça popüler. Şehir merkezinde sabahlara kadar dans edip, içkinizi yudumlayabileceğiniz renkli gece kulüpleri bulabilirsiniz.

Birleşmiş Milletler Gücü ülkede varlığını sürdürdüğü için şehirde güvenlik sorunu bulunmuyor. Ancak Kosova’nın statüsüyle ilgili siyasi karmaşıklıklar nedeniyle, Kosova’dan Sırbistan’a veya tam ters yöne seyahat etmeyi planlayanlar, Sırp kısıtlamaları nedeniyle mutlaka üçüncü bir ülkeden geçmesi gerekiyor. Benim de gezi rotamda Belgrad bulunduğundan araya Kuzey Makedonya gezisi koyarak bu sorunu aşmış oldum. Balkan ülkeleri arasındaki geçiş bazen çetrefilli olabiliyor dikkat etmek gerek.

Şehirde halkın geneli Arnavutça konuşuyor. Konuşmuyorlar ama sanırım büyük kısmı Sırpça da biliyor. Şehirde Türkçe bilenlerin sayısı Prizren kadar olmasa da oldukça fazla. Türk olduğunuzu anladıklarında Türkçe konuşmaya başlayabiliyorlar. Benim başıma böyle ilginç bir olay geldi. Havalimanından şehir merkezine giderken bindiğim taksinin şoförü Türk olduğumu öğrenince bana Türkçe müzik eşliğinde yolculuk yaptırdı. Halkı güler yüzlü, misafirperver ve kendinizi güvende hissettiriyor.

Ülkedeki para birimi Euro olduğundan biraz pahalıymış gibi gözükebilir. Ancak ortalama olarak kahve 1-2 Euro civarında ve çoğu yemek de 5-15 Euro civarında. Priştine’de şehir merkezinde musluk suyu içmek güvenli. 

Uzun zaman önce başkent sıfatı verilen şehirde, zaman içerisinde bulunduğu coğrafyaya da bağlı olarak Slav ve Batı tarzı bir anlayış ve yaşam tarzı egemen olmuş. 

Ulaşım

Priştine’nin Uluslararası Adem Jashari Havaalanı’na, Wizzair, Pegasus, EasyJet ve Air Berlin gibi şirketler uygun fiyatlı uçuşlar sunmaktadır. Türkiye’den THY ve Pegasus Havayolları’nın direk uçuşu bulunmaktadır.

Alternatif olarak daha çok ve sık uçuşun yapıldığı Kuzey Makedonya’nın başkenti Üsküp’ten otobüs, araba veya taksiyle trafiğe bağlı olarak 1-3 saat içinde Priştine’ye ulaşabilirsiniz.

Havaalanının şehir merkezine uzaklığı 18 km. Priştine Havaalanı ile şehir merkezi arasında otobüs seferleri bulunuyor. TrafikuUrban tarafından işletilen 1A numaralı otobüs ile yaklaşık 40 dakikada şehre ulaşılabilmektedir. Priştine Havalimanı’ndan son otobüs saat 21:00’de, şehirdeki ilk otobüs saat 03:00’de ve havaalanından da 04.00’de hareket etmektedir. Otobüsün son durağı “Stacioni i Autobusave” şehir merkezinin 2 km güneybatısında bulunuyor. Şehir merkezindeki duraklar ise Hotel Priştine (Garibaldi Sokağı/ Yeni Doğan-New Born Anıtı) ve Katedralja duraklarıdır. Otobüs biletleri şoförden alınabilir ve kişi başı bilet ücreti 3 € ‘dur.

Pegasus uçuşları geç saatlerde yapıldığından bu otobüsleri kullanma şansı olmayacaktır. Bu durumda taksi seçeneği kalıyor. Taksilerle ne kadar pazarlık ederseniz edin sanırım aralarında anlaştıkları için 20 Euro’dan daha az bir fiyat bulamayacaksınız. Benim gibi işi şansa bırakmamak için konaklayacağınız otelden havaalanı transferini önceden çözebilirsiniz.

Priştine’yi diğer Kosova şehirlerine ayrıca Kosova’yı Avrupa destinasyonlarına, Karadağ, Bosna, Arnavutluk ve Makedonya gibi komşu ülkelerde yakın şehirlere bağlayan düzenli otobüs seferleri de bulunmaktadır. Priştine’deki ana otobüs terminalinden Prizren’e her 15 dakikada otobüs kalmaktadır. Tek yön için 4 € olan bilet otobüs içinde alabilir. İki şehir arasındaki yol yaklaşık 1,5 saat sürmektedir.

Ünlü Sırp manastırlarının bulunduğu Peja’ya da otobüsle gidebilirsiniz. Priştine ile Peja arasındaki otobüsler her 20 dakikada bir ve tek yön 5 €. Ayrıca Peja ile Priştine arasında tren seferi bulunmakta. 2 saat civarındaki bu seyahat için tek yön bilet ücreti 3 €. 

Otogar merkezden yaklaşık 3 km uzakta, Rahibe Teresa Bulvarı’nın paralelindeki caddeden 7, 9 veya 9A numaralı otobüslere binebilirsiniz ve tek yön yolculuk için şoföre 0.40 Euro ödersiniz. Ya da yaklaşık 3 Euro’ya taksiyle otogara gidebilirsiniz. Tren istasyonu da, Rahibe Teresa Bulvarı’nın batısında, merkezi bir konumdadır.

Konaklama

Priştine görece ucuz bir destinasyon ancak oteller Balkanlardaki diğer şehirlere göre biraz pahalı olabilir. Kosova’nın uluslararası sakinleri ve turist sayısındaki artış ile Priştine’de her bütçe ve zevke uygun konaklama seçeneklerinde artış görülmeye başlamış. Konaklama maliyetini düşük tutmak istiyorsanız şehirdeki birkaç hostelden birinde rezervasyon yaptırabilirsiniz. İlk önerim benim de kaldığım ve Rahibe Teresa Meydanı’na yakın Prishtina Center Hostel olacak. Rahat yatakları, temizliği, ortak mutfağı ve özellikle güler yüzlü personeliyle konuklarını mutlu ediyor.

Merkezi konumdaki Hostel Han, Buffalo Backpackers diğer hostel seçenekleri arasında. Merkeze 800 metre mesafedeki White Tree Hostel, yenilenmiş yatakhaneleri, özel odaları, rahat bir kokteyl barı ve terasıyla güzel bir hostel.

Biraz daha yüksek fiyatı göze alırsanız Şehrin eski kesiminde tarihi camilerin ve müzelerin yakınında bulunan  Hotel Prima önerilmektedir. Ulpiana bölgesinde Rahibe Teresa Meydanı’nın hemen güneybatısında yer alan Hotel Nartel de uygun bir seçenek olacak.

Biraz lüks takılayım diyorsanız, şehirdeki beş yıldızlı Swiss Diamond Hotel’den başkasına bakmayın. Merkezi bir konumda bulunan otel, zengin odalara, yüzme havuzuna ve zengin bir açık büfe kahvaltısına sahip.

Gracanica Manastırı’nı ziyaret edecekseniz buraya yakın konumda bulunan Hotel Gracanica bir seçenek olabilir. Otel’n Priştine’ye ücretsiz otobüs servisi bulunuyor..

Yeme-İçme

Kosova mutfağı lezzetli, ucuz ve çok çeşitli. Arnavutluk’la olan siyasi ve kültürel bağların etkisi Kosova mutfağında da kendini gösteriyor. Gerçi Priştine’de 20 yıla yakın bir süredir bulunan uluslararası sakinlerden dolayı mutfak lezzetleri de bir ölçüde değişmiş. Bu da şehirde Avrupa, Asya ve tabi ki Balkan mutfaklarının ilginç bir karışımını bulacağınız anlamına geliyor. Balkanlarda en sevdiğim şey burek, içi beyaz peynir, ıspanak veya etle doldurulmuş börekleri taze taze alabileceğiniz çok sayıda fırın var. Neredeyse tüm lokantalarda ızgara et (qebapa veya salsiccia), kuzu pirzola, biber dolması, lahana sarması ve çeşitli burek veya Arnavutça Flija servis edilmektedir.

Yemek yanında genellikle ucuz olduğundan ayran içilmektedir. Ayrıca burada Balkan şarapları ve rakı ile birlikte, bölgesel şaraplar ve bira da üretilmektedir. Ulusal biraları olan Sabaja, Amerikan-Arnavut girişimi olan ilk mikro bira grubunundur. Bu şehirde Balkanların belki de en iyilerinden sayılan bazı restoranlarda geleneksel yemekleri tadabilirsiniz. Birkaç mekan önerisinde bulunarak ağız sulandıran bu bölümü kapatmak isterim.

Avrupa yemekleri için Kosova Müzesi’nin batısındaki restoran De Rada Brasserie önerilen yerlerden biri. Yine eski şehirde bulunan Restaurant Liburnia biraz pahalı ancak atmosferi çok sıcak, rustik bir dekor eşliğinde geleneksel ve uluslararası mutfakların en iyi çeşitlerini sunmaktadır. Osteria Basilico, muhtemelen kentteki en iyi makarna yiyebileceğiniz bir İtalyan restoranıdır.

Restaurant Pishat, geleneksel yemeklerin servis edildiği yerel halk arasında da popüler olan bir Balkan restoranıdır. Daha çok et yemekleri servis edilmekte. Vejetaryenler için mükemmel seçim Orta Doğu’dan lezzetli yemekler yiyeceğiniz bir Lübnan restoranı olan Babaghanoush olacaktır. Ucuz ve lezzetli sandviçler, salatalar veya çorbaların servis edildiği Papirun hızlı bir yemek için kesinlikle tavsiye edilmektedir.

Otantik bir deneyim için organik malzemelerin kullanıldığı, geleneksel yemekleri yiyebileceğiniz Tiffany adlı mekan önerilen bir diğer yerdir. Alkollü bir mekan olan Rönesans, yerli ve Arnavut mutfağını tadabileceğiniz bir diğer restorandır. Priştine’nin birkaç kilometre kuzeyindeki bir köyde yer alan Country House, şehir dışına çıkmaya değecek bir yerdir. 

Eğlence ve Etkinlikler

Priştine’nin uluslararası sakinleri ve yerel halkı, şehri geceleri eğlenceli bir yer haline getiriyorlar. Kentin dans kulüplerinde, çok sayıdaki tarz barlarında canlı müzik keyfi yaşanabilir. Popüler yerlerin arasında, merkezin hemen güneydoğusunda bulunan Sunshine Lounge Bar önerilmektedir. Şehirdeki en popüler barlar arasında canlı müziği ile Zanzi Jazz Bar bulunuyor. Ayrıca eksantrik dekoru ile yine canlı müziği ile meşhur olan Hamam Bar bir diğer önerilen eğlence mekanıdır. Canlı etkinliklerin yaşandığı bir başka yer ise bir rock kulübü olan Rockuzinë adlı işletmedir.

Priştine, yerel halkın, öğrencilerin ve uluslararası sakinlerin uğrak yeri olan çok sayıda güzel kafeye ev sahipliği yapmaktadır. Çeşitli pasta, börek ve keklerden oluşan lezzetleri ve kahve çeşitlerini denemeniz için önerilen yerler başkentin en havalı kafeleri olan Soma Kitap İstasyonu ve Dit’e Nat’tır. İyi bir macchiato’nun tadını çıkarmak için önerilen diğer yerler merkezi konumda bulunan Prince Coffee House ve Lulu’s Coffee & Wine olmaktadır.

Dit’e Nat (Gündüz ve Gece) 2009 yılında kurulan bir kitapçı, kafe, vejetaryen bar ve müzik evidir. Hem yerli halk hem de uluslararası sakinler için müzik, edebiyat ve filmlerin konuşulduğu ve tartışıldığı kültürel ve sosyal bir platformdur. 

Soma Kitap İstasyonu (Soma Book Station), Priştine’nin en en güzel kafelerinden biri. Ahşap iç mekanda kitaplarla ve tarihi fotoğraflarla çevrili bir ortamda entelektüelleri, sanatçıları ve öğrencileri kendine çeken popüler ve yaratıcı bir mekandır. Bu sevimli kafe, canlı müzik, film ve edebiyat tartışmalarına da ev sahipliği yapmaktadır.

Prince Coffee House’da kahveler, kek ve atıştırmalıklar sunmaktadır. Harika bir atmosfere ve şehirdeki en iyi kahveye sahip olan Lulu’s Coffee & Wine, modern tasarım, kitaplık, renkli sandalyeler ve çağdaş unsurlarla çok güzel dekore edilmiş. Lulu’da canlı caz müzik konserleri ve akustik konserler de düzenleniyor.

Başkentte yıl boyunca çok sayıda festival ve etkinlik de düzenlenmektedir. Priştine Caz Festivali, her sonbaharda önde gelen uluslararası ve yerel müzisyenlerin katıldığı en iyi müzik festivalidir. Yerli ve uluslararası yeni müzisyenler için eklektik bir tarzı olan DAM Fest her yıl düzenlenmektedir. Çağdaş ve deneysel müzik için de ReMusica Festivali her yıl gerçekleştiriliyor. Yaz aylarında Priştine Müzik, Şarap ve Bira Festivali çeşitli uluslararası ve yerel özgürlükleri ve eğlenceyi ziyaretçilere sunuyor. Her Ağustos ayında, Sunny Hill Festivali Germia Park alanında gerçekleştiriliyor.

Alışveriş

AVM tarzındaki büyük alışveriş merkezlerinin henüz yaygın olmadığı Priştine’de alışverişinizi genellikle geleneksel dükkanlar ve pazarlardan yapabilirsiniz. Zaten eski şehir bölgesini gezerken adeta Anadolu’daki bir şehri geziyormuş duygusuna kapılıyorsunuz. Benzer geleneksel kıyafetler, bakır eşyalar, seramik ve işlemeler ne ararsanız hepsi var. 

Rahibe Teresa Caddesi üzerinde birkaç hediyelik eşya dükkanı var. Buraya özel bir şey alayım derseniz, Neolitik dönemden kalma, bereketi, doğurganlığı simgeleyen bir tanrıça figürü olan Hyjnesha biblosu, qeleshe veya plis denilen yöresel bir şapka, içecek olarak da üzüm, armut ve ayva rakıları Priştine’den satın alınabilir.

Gezelim Görelim
Rahibe Teresa Caddesi

Rahibe Teresa Caddesi, restoranları, otelleri ve kafeleriyle kentin sosyal açıdan en gelişmiş yeridir. Yerel hayatı gözlemlemek ve gezmeye başlamak için kesinlikle en iyi yerdir. Yeme içme, alışveriş ve eğlence merkezi Rahibe Teresa Caddesi Priştine halkı için çok önemli bir yer, siyasi protestolar da burada gerçekleşiyormuş.

Burası aynı zamanda ağırlıklı olarak Bizans ve Osmanlı dönemlerinden kalma yapılar barındırmaktadır. Ayrıca Bulvarda Kosova’nın azizi olan Rahibe Teresa’nın ve Kosova’nın ulusunun ilk Cumhurbaşkanı İbrahim Rugova’nın heykelleri yer alıyor.

Trafiğe kapalı bu caddesi Grand Hotel ile başlıyor ve eski Union Hotel binasında bitiyor. Adı otel ama burada bir otel bulmayı beklemeyin çünkü bu yapı Benetton Mağazası’na dönüştürülmüş.

İskender Bey Heykeli

Priştine

Rahibe Teresa Caddesi’nin sonunda, Arnavutluk kadar Kosova’da da değer verilen bir lider, İskender Beyin büyük bir heykeli bulunuyor. 30 yıla yakın bir süre Osmanlı’ya karşı bu bölgeyi savunan İskender Bey, Osmanlının batıya doğru ilerleyişine mani olmuş.

Belçika, Makedonya ve Arnavutluk’ta da benzer heykelleri bulunan İskender Bey atı üzerinde, kılıcını çekmiş bir halde tasvir edilmiş. Tarihi şahsiyetin şu anki Arnavutluk sınırlarından daha büyük bir alana yayılmış bir vatan fikri varmış.

Bu yapı da Kosova Parlamento binası, ne kadar mütevazi değil mi!

Priştine

İskender Bey Heykeli’nin yanındaki sıra bina 1972 yılında inşa edilmiş olan eski Gërmia alışveriş merkeziymiş. Burası modernist mimarinin bir örneği olarak kabul edilmekte olup günümüzde vergi idaresine ev sahipliği yapmaktaymış. Yerine bir konser salonu yapılması kararı alınmış ancak Priştine halkı yıkılmaması için imza kampanyası başlatmış.

Priştine

Merkezin bir tarafında 1961 yılında yapılan 20 metre uzunluğunda Kardeşlik ve Birlik Anıtı bulunuyor.

Priştine

Kosova Ulusal Tiyatrosu

Priştine

1945 yılında Prizren’de amatör sanatçılar tarafından Bölge Halk Tiyatrosu adıyla kurulan bu tiyatro, kuruluşundan altı ay sonra başkent Priştine’ye taşınmış. Başlangıçta Yugoslavya tiyatrolarının profesyonel sanatçılarından destek alarak oyunlar sahnelenmiş. Komünist dönemde ise sadece Sırpça oyunların sergilenmesine izin verilmiş. Ulusal Tiyatro’da günümüzde Arnavutça oyunlar ve gösteriler ve Kosova Balesi  gösterileri bu binada yapılmaktadır.

Priştine Bulvar üzerinde son Kosova Savaşı’nda kaybolanlara adanmış bir anıt bulunuyor.

Rahibe Teresa Heykeli

Priştine

Bu bölgede heykellerini ve ismini sıkça göreceğiniz Rahibe Teresa Heykeli bu bulvarda küçük bir meydanın ortasında bulunuyor.

Newborn Anıtı

Priştine

Kosova, Avrupa’nın en genç ülkesi olarak bağımsızlığını 17 Şubat 2008’de ilan etmiştir. Kosova halkının birçok zorluğa katlanarak elde ettiği bağımsızlığı simgeleyen “Newborn” yani “Yenidoğan Anıtı’, bağımsızlığın ilan edildiği bu tarihte açılmış. Gençlik ve Spor Sarayı’nın önünde bulunan anıt için “newborn” kelimesinin seçilmesindeki amaç yeni bir devletin doğumunu ve günümüzde halen devam etmekte olan tanınma çabasını temsil ediyor. Anıtın yapıldığı günlerdeki ihtişamı kaybolsa da hala Ülke için sembolik bir önemi vardır.

Kosova’nın yeni, çağdaş ve güçlü bir devlet olduğuna vurgu yapan 9 ton ağırlığındaki anıt, ilk yapıldığında tamamen sarıya boyanmış. Kosova, halen 115 ülke tarafından bağımsız devlet olarak tanınmaktadır. Anıt, bağımsızlığın 5. yıldönümünde Kosova’yı resmi olarak tanıyan bu ülkelerin bayraklarıyla kaplanmış. Duvar olmaması gerektiği anlamına gelen “No Walls” ifadesinin baş harfleri dolayısıyla N ve W harfleri 2015 yılında yatırılmış. Bağımsızlığın 10. yıldönümünde “BO” harfleri “10” ile değiştirilmiş. Dolayısıyla hemen her 17 Şubat’ta Anıt görünüm değiştirmeye başlamış. Benim bulunduğum tarihte anıt yukarıdaki şekilde gözüküyordu.

Heroinat Anıtı

Heroinat Anıtı, savaş sırasında tecavüz edilen 20.000 kadın ve kızı temsil eden bir anıt. Anıt büyük bir 3D portre oluşturan 20.000 bronz madalyadan oluşuyor. Bu Anıtı tasarlayan Sanatçı Ilir Blakçori, “Bu savaş suçlarının çoğu hala ortaya çıkarılmamış durumda ve kurbanların bazıları her gün bu dehşet verici anılarla ve izlerle yaşamaya devam ediyor. Bu trajik kurban sayısını tespit ederek madalyalara dönüştürdüm. Hangi yaştan olursa olsun bu madalyalar her kadının bu ülkeye katkısına ve fedakarlığına adanmıştır.” demektedir. Yenidoğan Anıtının karşısında bulunan bu anıtı herkes görmeli.

Priştine Gençlik ve Spor Merkezi

Newborn Anıtının yanındaki rengarenk merdivenleri tırmandığınızda kendinizi devasa Gençlik ve Spor Sarayının önünde buluyorsunuz. 1977 yılında inşa edilen 10 bin metrekarelik alana sahip sarayda 2 spor alanı olan bir stadyum, 2 kongre merkezi, bir kitapçı, alışveriş merkezi ve park alanları bulunuyor. 

Binanın içini bilmiyorum ama dışı ilginç bir tasarıma sahip. Binanın inşası için Priştine halkı gelirlerinin yarısını bağışlamak zorunda kalmışlar.

Priştine

Binanın yan tarafında da ilginç figürlerin kullanıldığı büyük bir duvar resmi bulunuyor. Tam o tarafa yürüdüğümde kalabalık bir okul grubu buraya gelerek fotoğraf çektirmeye başladı, çok sevimliler değil mi!

Rahibe Teresa Katedrali 

Priştine

Bill Clinton Bulvarı üzerinde bulunan Priştine’nin en yüksek binalarından biri olan  Rahibe Teresa Katedrali 2007 yılında inşa edilmeye başlanmış ve 2010 yılında açılmış. Duvar resimleriyle süslenmiş bu etkileyici ve hacimli yapı için 1910’da komşu Makedonya’da doğmuş olan ünlü Arnavut rahibenin adı seçilmiş.

Kosovalıların büyük çoğunluğu Müslüman olsa da, şehirde uzun yıllardır şehirde yaşayan bir Katolik nüfus yaşıyor. Hatta hükümet ve Vatikan bunu Kosova’nın “Batı yanlısı” yöneliminin kanıtı olarak göstermeye çalışmaktadır. Sayıları Müslüman nüfusa göre çok az olan Katolik Hristiyanları için bu kadar büyük bir kilise inşa edilmesi toplumda oldukça tartışma yaratmış. Çünkü istatistiklere göre Kosovalıların % 95’i Müslüman. Şehirde çok sayıda cami olmakla birlikte hiçbiri bu Katedral kadar büyük değil.

Katedral, Rahibe Teresa’nın 100. doğum gününde kutsanmış ve 2015 yılında da Kosova, Avusturya ve Arnavutluk’tan oluşan üç ülkenin ortak tarihinin kutlandığı bir organizasyona ev sahipliği yapmış.

Rahibe Teresa Katedrali’nin içinde eşsiz altarı, sağlam sütunlarını ve vitray pencerelerini görebilirsiniz. Katedralin kulesinden şehrin manzarası harika gözüküyormuş, asansörle çıkış sadece 1 €.

Priştine Milli Kütüphanesi

Priştine

Sıra dışı mimarisiyle Kosova Ulusal Kütüphanesi Binası sadece kentin değil, tüm Kosova’nın en çok ilgi çeken ve muhtemelen en tartışmalı binalarından biri. Bazıları binayı mimari bir başyapıt olarak değerlendirirken, diğerleri dünyanın en çirkin binaları listesine almış. Tarihi 14. yüzyıla kadar uzanan Priştine Milli Kütüphanesi’nin bu binası Yugoslav Komünist mimarisinin son eserlerinden biri olarak 1982’de açılmış.

Modern, Bizans ve İslam mimarileri başta olmak üzere pek çok akımdan izler barındıran bina, farklı boyutlarda 99 kubbenin yerleştirildiği, dış yüzeyinin tamamen bir zincir veya balık ağı şeklinde metalle kaplı olduğu, 16.500 metrekarelik bir alandan oluşmaktadır. Binanın üstündeki kubbeler, Arnavutların geleneksel şapkasını veya Türk hamamındaki kubbeleri andırıyor.

Buraya kadar geldiyseniz Kütüphanenin içine de girmenizi tavsiye ederim. Agim Ramadani adresindeki Kütüphane Pzt-Cum 07:00-18:00 arası açıktır. Ancak ben Cumartesi günü gittiğimde de içeriye girebildim.

Kurtarıcı İsa Katedrali

Priştine

Kosova Ulusal Kütüphanesi’nin yan tarafında kaderine terkedilmiş inşaat halindeki Kurtarıcı İsa Katedrali var. Bu Sırp Ortodoks Katedrali’nin inşasına 1990’lı yıllarda başlanmış ve 1999’da bitirilmesi planlanmış. Ancak Kosova Savaşı sırasında inşaat tamamen durmuş ve bağımsızlık sonrasında da bu Katedral Miloseviç yönetimindeki Sırp idaresinin bir sembolü olarak görüldüğü için inşaat devam ettirilmemiş.

2017 yılında Kosova Temyiz Mahkemesi, Sırp Ortodoks Kilisesi’ne bulunduğu topraklarda hak tanımış. Kosova Hükümeti ise Priştine Üniversitesi’nin bölgesinde bulunan bu Katedrali bir çeşit Sırp istilası olarak gördüğünden kiliseyi tamamen yıkmak ve kurtulmak istiyormuş. Üniversite öğrencileri de buranın yıkılarak bir anıt yapılmasını veya mevcut kütüphanenin buraya doğru genişletilmesini istiyormuş. Ortada siyasi, dini, toplumsal bir sorun var ve inşaat öylece kendi haline bırakılmış. 

Kosova Ulusal Sanat Galerisi

Şubat 1979’da kurulan Ulusal Sanat Galerisi, Priştine Üniversitesi Kampüsünde, Kosova Ulusal Kütüphanesi’nin hemen arkasında bulunan bir sanat galerisidir. Ulusal Galeride, 20. yüzyıl ve günümüze kadar Kosovalı ve Arnavut sanatçılar tarafından yapılmış modern sanat eserleri sergilenmektedir. Sergiler düzenli olarak değişiyormuş.  Agim Ramadani 60 adresindeki Galeri Pzt-Cum 10:00-18:00, Cts-Paz 10:00-17:00 arası açıktır.

Bill Clinton Anıtı

ABD’nin eski başkanı Bill Clinton Sırbistan’ın Kosova’ya saldırması sırasında NATO’nun harekete geçmesini sağlamış ve Kosova’nın bağımsızlığını kazanmasında büyük bir rol oynamış. Bu nedenle ülkedeki pek çok şehirde caddelere ve meydanlara onun adı verilerek adeta bir tür kahraman olarak görülmüş. Başkent Priştine’de 2009 yılında Bill Clinton’ın adını taşıyan bir bulvarda kentte yaşayan Arnavut topluluğun önderliğinde 3 metrelik pirinç bir Bill Clinton Anıtı dikilmiş.

Priştine

Bağımsızlığı simgeleyen ve açılışını da Bill Clinton’ın yaptığı bu Heykel oldukça büyük ve etraftaki Komünist gri binalarla da oldukça tezat gözüküyor. Asıl komik olanı yakındaki bir giyim mağazasına da “Hillary” adının verilmiş olması!

Pazar Cami

Priştine

Adını yakınında kurulan pazardan alan Pazar Cami, kentin en eski yapısıdır ve Eski Şehrin girişinde bulunmaktadır. Cami, kentin 1389’da I. Kosova Savaşı sonucunda Osmanlılar tarafından fethedilmesinden sonra 15. yüzyılda inşa edilmiş. 1820’de ve 1902’de Sultan II. Abdülhamid’in emriyle onarılan Cami, inşa edildiğinden bu yana sapasağlam duran minaresinden dolayı “Taş Cami” olarak da adlandırılmaktadır.

Kosova Müzesi

Priştine

Bu bina, İmparatorluk ordusunun yönetim merkezi olarak kullanılması için Avusturya-Macaristan tarzında 1889’da inşa edilmiş. Kosova Müzesi ise 1949 yılında bu yapı içerisinde faaliyete geçmiş. Ülkenin kültürel varlıklarını korumak, onarmak ve insanlara sunmak amacıyla görev yapan Müze, sergilerini kronolojik olarak iki bölüme ayırmış durumdadır.

Aslında 1998’deki savaşa kadar bu müzede ülke tarihini aydınlatan pek çok değerli eser varmış ancak bunların büyük kısmı Sırplar tarafından Belgrad’a götürülmüş. Girişin ücretsiz olduğu Müzeye isterseniz bağışta bulunabiliyorsunuz. Kapıdan girdiğimde genç bir rehber beni karşıladı ve kısaca bilgi verdikten sonra gezmem için beni yalnız bıraktı. Müzeyi rehberli gezmek de mümkün ama ücretinin ne olduğunu bilmiyorum. Müzenin ilk katında seramik çömlek, heykel parçaları, amforalar gibi eski eserler bulunuyor.

Üst kata çıkarken merdiven başında zımba tabancasıyla yapılmış devasa bir Rahibe Teresa portresi görülüyor. Bu Portre adeta Müzenin gurur abidesi gibi bir şey.

Priştine

Üst kata çıkar çıkmaz hemen bir portreyle karşılaşıyorsunuz. 2013 yılında açılışı yapılan bu plaka Hoşgörü ve Mutabakat Haftasının bir parçası olarak Japon yetkililer tarafından Kosova’ya hediye edilmiş.

Bu katta da bir sürü savaş silahı, üniforma, eski kıyafetler, müzik aletleri, yer alıyor.

Yaşar Paşa Cami

Priştine

Şehrin önemli Osmanlı yapılarından biri olan Cami, Osmanlı döneminde kentin önde gelen isimlerinden Yaşar Mehmet Paşa tarafından 1834-1835 yıllarında inşa ettirilmiş. Tarihi Saat Kulesi ile Fatih Camisi’ne yakın bir konumda yer alan Caminin yapımında Kosova mimari stili kullanılmış.

Büyük Hamam

Priştine

Hamamın yapıldığı tarih tam olarak bilinmemekle birlikte Fatih Cami inşa edilirken orada çalışan işçilerin kullanması için caminin yanına padişahın emriyle yaptırıldığı belirtiliyor. 18 hamam kubbesi olan yapı kadın ve erkekler için eşit şekilde paylaştırılmış ve 1960’lara kadar orijinal işlevini görmüş. Ondan sonra hamam olarak kullanılmamış ve karakteristik özelliklerinin çoğunu kaybetmiş. Günümüzde yapı koruma altına alınmış.

Etnografya Müzesi

Priştine

Hamamın karşısında yine tarihi bir eser olan Etnografya Müzesi binası bulunmaktadır. Eski Şehir Bölgesinde bulunan Etnografya Müzesi, soylu bir kişi olan ve 1950’lerde sınır dışı edilene kadar burada yaşayan Emin Gjiku’nun aile evinde bulunuyor. 2006 yılında ziyarete açılan müzenin bahçesi çok güzel, yapı da muhteşem ötesi! Burada ana tema olarak yaşam döngüsü benimsenmiş. Müzenin stilize iç mekanında müzik aletleri, yerel halkın kullandığı kıyafet, araç ve gereçler, Kosova’nın en önemli el sanatlarından biri sayılan telkari mücevheratları, el dokuma halılar, aksesuar parçaları ile diğer eserler sergileniyor. 15 ila 20. yüzyıllardan kalma bu büyüleyici geleneksel koleksiyonda yer alan parçalar hakkında detaylı bilgi odalarda bulunan açıklamalarda yer almaktadır. Iliaz Agushi adresindeki bu Müze ben gittiğimde restorasyon nedeniyle kapalıydı. Normalde Sal-Sat 10:00-17:00, Paz 10:00-15:00 arası açık oluyormuş.

Saat Kulesi

Priştine

Fatih Camisi’nin karşısındaki Saat Kulesi halkın namaz ve esnafın çalışma saatlerini takip etmeleri için 19. yüzyılda Yaşar Paşa tarafından inşa ettirilmiş. Saat Kulesi, yanmış eski bir kulenin yerine bu yıkıntıdan toplanan tuğla ve kumtaşı kullanılarak inşa edilmiş. 26 metre uzunluğa sahip Kulenin tepesinde bir zamanlar Moldova’dan getirilmiş ve üzerinde “1764’te Jon Moldova Rumenin tarafından üretilmiştir” cümlesinin yazdığı, 2001 yılında çalınan bir çan bulunuyormuş. Bu yüzden Kuleye aynı yıl Fransız Barış Gücü askerleri tarafından bir saat yerleştirilmiş. Ancak maalesef bu saat çalışmıyor. Saat Kulesine çıkılabildiği belirtiliyor ama ben ne açık bir kapı ne de bir görevli gördüm.

Fatih Cami

Priştine

Ülke Sırbistan’a bağlıyken “Önemli Kültür Varlığı” olarak koruma altına alınan Fatih Cami, iç ve dış kısmındaki detaylı süslemeleriyle dikkat çekiyor. 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet’in emriyle inşa edilen dini yapı bu yüzden onun adını taşıyor.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki savaşlar sırasında bir dönem Katolik kilisesi olarak da kullanılmış. İkinci Dünya Savaşı sırasında oldukça hasar görmüş. Minaresi 1950’lerdeki depremden sonra yıkılmış ve yeniden inşa edilmiş. Bunlara rağmen Cami, büyük ölçüde orijinalliğini korumuş. Bölgede Osmanlı’ya karşı çıkartılan isyanın liderlerinden biri olan ünlü Arnavut Yazar Pjeter Bogdani’nin mezarı da bir dönem burada bulunuyormuş.

Caminin giriş kapısındaki süslemeler olağanüstüydü ve buranın fotoğrafını çekmek istedim. Girişte namaz vaktini bekleyenler bana laf söyleyecek oldu, birisi onları değil de sadece kapıyı çektiğimi söyleyerek onları sakinleştirdi. Onları çeksem ne olacak sanki, bu davranışı hiçbir kilisede göremezsiniz! Caminin girişi gibi iç kısmı da çok güzel süslenmişti. Bu süsleme geleneği Balkan ülkelerindeki camilerde çok yaygın. 

Eski Çarşı

Priştine Pazarı şehirdeki atmosferi yaşamak ve günlük yaşamı anlamak için muhtemelen en iyi yerlerden biri. Eski kentte Fatih Cami’nin arka tarafında kurulan bu büyük Pazar yerinde sadece meyve ve sebze satılmıyor. Çeşit çeşit baharatlar, bir sürü mutfak ve banyo eşyaları, ünlü markaların taklit tekstil ürünleri, el aletleri yani ne ararsanız var.

Hatta yasal olarak açık alanda sigara satılmaması gerektiği halde burada bir çok sigara tezgahı da gördüm. Pazarın yanındaki sokaklar da yine geleneksel kıyafet satan dükkanlarla dolu. Hiçbir şey almayacak olsanız da mutlaka bu pazara gelip yerli halkı gözlemleyin.

Öğle saatinde Pazar yerine yakın, bir esnaf lokantasına daldım. Menüsü köfte ağırlıklı bir yerdi ve ben de köfte ayran istedim. 1,45 Euro ödedim ve öğle yemeğim oldukça ucuza mal olmuştu. Aman aman çok lezzetli bir köfte değildi ama idare edecektim artık. Yemekten sonra Pazarın aşağısında bulunan küçük dükkanların olduğu bir bölgeyi gezdim. Çeyizciler, bakırcılar, kuyumcular, gelinlik ve nişan kıyafetleri ne ararsanız vardı. Yemek sonrası keyif kahvesini Papilloni Kafede içtim. Türk kahvesi güzeldi ve 0,50 Euro fiyatıyla da oldukça uygundu.

Priştine’de gezemediğim yerlerden de kısaca bahsederek bu geziye nokta koyayım. Daha çok zamanım olsaydı Priştine’nin yakın çevresini de dolaşmak isterdim. Bunlar arasında önceliğim Gracanica Manastırı, Marble Cavei Ulpiana Arkeolojik Sit Alanı, Sultan 1. Murat Türbesi olurdu.

Son Söz

Avrupa’nın en genç ülkesi, Balkanlar’ın kalbindeki Kosova, ziyaretçilerini dağ kasabaları, yürüyüş fırsatları ve Orta Çağ sanatıyla inşa edilmiş 13. yüzyıl Sırp manastırlarıyla ödüllendiren, güler yüzlü insanlarıyla, sakinliğiyle, mimari eklektikliğiyle, eğlencesiyle şaşırtan bir ülke.

Son yıllarda turistlerin ilgisini çeken bölgeye Türkiye’den de ekonomik uçak biletleriyle vizesiz uçup, ucuza alışveriş yapabilir, gezebilir, yiyip içebilir, yakınlarındaki diğer Balkan şehirlerini keşfedebilir ve yakın tarihe kısa bir yolculuk yapabilirsiniz.

Benim için Priştine sadece bir gün ayırdığım bir şehir oldu. Bence yetti, bu dolaşması kolay eklektik şehre. Ancak bundan sonraki gezi durağım bir başka Kosova şehri olan Prizren’e adeta bayıldım. Kosova’da sadece bir şehir gezme programı yapanlar için öncelikli Prizren’i görmelerini öneririm. Zamanı ve bütçesi yeterli olanlara da Priştine’ye gitmenizi, kendi maceranızı yaşayıp kendi deneyiminizi ve görüşünüzü oluşturmanızı öneririm.

Konya Gezi Rehberi: Gez Dünyayı, Gör Konyayı

“Gez dünyayı, gör Konya’yı” denilirmiş. Doğru; çağımızda da Konya gezginler için bir cazibe merkezi. Gerçi ‘Hanya’yı Konya’yı görürsün’de demişler ama bizim görmek istediğimiz sadece Konya’nın güzellikleri. Bu günlerde Konya’nın mottosu  ‘İslam Dünyası Turizm Başkenti’ olmuş. Ama Konya’nın bunun ötesinde de vereceği şeyler var.

Tabii Konya denince akla ilk gelen Mevlana… Hoşgörü felsefesiyle İslam sınırlarını aşıp tüm dünyayı kucaklayan, sadece din adamı kimliğiyle değil felsefesiyle de gönüllere ulaşan  Mevlana, Konya’nın olmazsa olmazı. Zaten Konya’da her yerde rastlayacaksınız izlerine. Şehir lambalarından lokanta dekorasyonlarına kadar her yerde Mevlana ve Mevlevilikle ilgili şeyler karşınıza çıkacak.

İslam Dünyası için Konya önemli ama Türk Dünyası için de çok önemli bir yer. Türklerin Ön Asya’daki varlıklarının bir imparatorluğa dönüştüğü ilk merkezlerden biri Konya. Selçukluların (İznik sonrasında) başkenti. Mevlana ile birlikte Konya’ya damgasını vuran bir unsur da Anadolu Selçuklularından kalan eserler. Onun için Konya, çok rahat bir Selçuklu başkenti olarak da tanıtılabilir.

Ve tabii Anadolu’daki Türk beylikleri içinde özel yeri olan Karamanoğulları’nın da merkezi Konya. Osmanoğulları’na ciddi rakip olan, Grek harfleriyle Türkçe yazan ve Türkçe dışında başka dil konuşulmasını yasaklayan Anadolu’nun Hristiyanlığı seçmiş Türkleri olan Karamanlılar…

Konya’nın Hristiyanlar için de sunabileceği şeyler var. Günümüzde Tarsus, Yalvaç, İzmir hattında ciddi bir Haç yolu olarak sunulabilecek bölgedeki önemli merkezlerden biri Konya.

Tarih öncesi dönemler için de önemli bir yer merkez Konya çevresi. Yani bilebildiğimiz tarihin başlangıç noktalarından biri olup hala önemli bir merkez olmayı sürdüren bir şehirden bahsediyoruz.

Bir de şehir hikayeleri var tabii. Konya bu açıdan da çok zengin; Türkiye’de hakkında en çok geyik dönen şehirlerden biri de belki Konya’dır. Malum en çok içki tüketilen şehrimizin Konya olduğuna dair bir rivayet döner durur ortalıkta. Doğru değil tabii; Konya muhafazakar bir şehir, kendi yazılmamış kuralları olan ve bu kuralları uygulayan bir yer. Alkollü içki servis eden yerler neredeyse yok, bırakın alkollü lokantayı, alkollü içki satan yerler bile sınırlı. Şehrin gündelik sosyal hayatında alkole pek yer yok. Bu durumda en çok içki tüketen şehir olabilmesi için, akşam evlere çekilince herkesin deli gibi içki içmesi gerek. Bunun için de az sayıdaki tekel bayilerinin önünde uzun kuyruklar olması gerek. Yani yok öyle bir şey. Konya’daysanız bunu veri olarak almanız gerek; yani etli ekmeğinizi ayranla yiyeceksiniz. Ancak benim gördüğüm kadarıyla Konya, muhafazakarlığının içinde farklı yaşam biçimlerine de yer açan bir şehir, ne de olsa Mevlana’nın memleketi; Kısacası Şehrin kendine has bir ahengi var.

Artık gezimize başlayabiliriz. Önce şehir hakkında bazı bilgiler.

Tarihi

Hemen her yerde olduğu gibi, Konya’nın da ismi bir efsaneye dayanıyor.  Efsaneye göre, eski çağlarda şehri tehdit eden bir canavarı öldüren kahraman için bir anıt yaptırılmış, bu anıta da İkonion denmiş. Bu isim zamanla İcconium’a, oradan da türlü değişimlerle Konia’ya kadar uzanmış.

Konya tarih öncesi çağlardan beri insanlığın ilgi odağı olmuş bir yer.  İlk yerleşim neolitik çağa kadar uzanıyor. Çatalhöyük’te neolitik ve kalkolitik çağa ait yerleşim izleri bulunmakta. Konya merkeze yaklaşık 50 km mesafede olan Çatalhöyük’te MÖ 6000 li yıllardan beri yaşam olduğu anlaşılmış. Alaaddin Tepesi ve Karahöyük’te de ilk tunç çağına ait bulgulara rastlanmış.

Bölgede MÖ 1300’da civarında Hitit etkisi olduğu belirlenmiş. Daha sonra Frigler ve Kimmerler bölgeye hakim olmuş. MÖ 7 yüzyılda Lidyalıların, MÖ 6 yüzyılda Perslerin egemenliğinden sonra Büyük İskender’in Pers İmparatorluğu’nu yıkmasından sonra MÖ 334 yılında Makedonya Krallığına bağlanmış. MÖ 1.yüzyıl ve sonrasında Pontus ve Roma İmparatorluğu arasında sürekli el değiştiren Konya, MS 7. yüzyıl başlarında Sasaniler ve Arapların etkisine girmiş.

Daha sonra ise 1071 yılı itibariyle Anadolu’ya akınlar düzenleyen Türklerin ilerlemesi sonucu,  Alparslan’ın komutanlarından Kutalmışoğlu Süleyman Şah Konya ve yöresini fethetmiş. Böylece Anadolu Selçuklu Devleti’nin topraklarına katılan Konya, başkent İznik’in I.Haçlı Ordusu tarafından alınmasından sonra yeni Selçuklu başkenti olmuş. Bu dönemde Konya sadece siyasi bir başkent değil, Bahaeddin Veled, Mevlana Celaleddin, Kadı Burhaneddin, Kadı Sıraceddin, Sadreddin Konevi, Şahabeddin Sühreverdi, Muhyiddin Arabi gibi alimler, düşünürler, mutasavvıfların toplandığı kültürel başkent de olmuş.

1097 yılından 1308 yılına kadar Anadolu Selçuklu Devleti’nin egemenliğinde kalan Konya, Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından sonra Karamanoğulları Beyliği’nin hakimiyetine girmiş. 1465 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından ortadan kaldırılan Karaman Beyliği’nden sonra Konya, Osmanlı toprağı olmuş. Fatih Sultan Mehmet, 1470 yılında dördüncü eyalet olarak Karaman Eyaletini kurmuş, başkenti de Konya yapmış. Tanzimat döneminde bu eyaletin ismi Konya Eyaleti olarak değiştirilmiş. O tarihlerde Konya,  dünyanın 69. büyük şehriymiş.

İstiklal Savaşı sırasında Batı Cephesi Akşehir’de kurulmuş. Mondros Ateşkes Anlaşması’yla Konya İtalyanlar tarafından işgal edilse de 20 Mart 1920 tarihinde işgalden kurtulmuş.

Konya, Cumhuriyet döneminde Türkiye’nin tahıl ambarlığından sanayi merkezi olmaya doğru ivme kazanmış, üniversitelerle canlanmış, geçmişten gelen kültürünü çağımıza yansıtacak projelerle turizm cazibesi artıran, geleneksel ile moderniteyi içine barındırıp, sürekli büyüyen önemli bir şehir olmuştur.

Genel Bilgiler

Konya Türkiye’nin en büyük yüzölçümlü ili. Karaman’ın il olup Konya’dan ayrılmasından sonra bile  40.838 km2 lik yüzölçümüyle, Avrupa’da bazı ülkelerden daha büyük alana sahip.  Anadolu’nun neredeyse ortasından başlayıp güneybatıya doğru uzanan ilin nüfusu ise 2.161.300 kişi. 31 ilçeye sahip Şehrin en kalabalık ilçesi, merkez ilçe konumundaki Selçuklu. Meram ve Karatay, diğer merkez ilçeleri.

Akdeniz’den 250 km uzaklıkta olmasına rağmen deniz seviyesinden yüksekliği ortalama 1016 metreye ulaşmaktaymış. Topraklarının % 38i ovalardan, %35i dağlardan, %27 si platolardan oluşan Konya’nın en büyük ovaları Konya ve Ereğli ovalarıymış. Platoları ise, Cihanbeyli, Obruk ve Taşeli platoları. Konya’nın önemli bir nehri yok ancak bir çok doğal ve baraj gölüne sahip. Tuzgölü’nün yanı sıra, Konya’nın doğal gölleri, Beyşehir, Akşehir, Suğla,  Akgöl, Küçük (Kulu Gölü), Acıgöl, Hotamış Gölü, Küçükhasan Gölü, Ilgın (Çavuşçu) Gölü, Terzihan Gölü, Köpek Gölü ve Devecipınar Gölü. Obruk Gölleri Obruk Yaylası üzerinde. Ayrıca Altınapa, Apa, Sille, Ayrancı, May baraj gölleri bulunmakta. Konya’nın güney doğusu dağlık, Orta Toroslardaki Aydos Dağı 3430 metre ile Konya’nın en yüksek noktasıymış.

Yer altı kaynakları açısından da, özellikle demir, bakır, çinko, krom, linyit açısından zengin olan Konya’da muhtelif maden ocakları bulunmakta. Ayrıca Konya merkez ve bir çok ilçede organize sanayi bölgeleri mevcut.

Gezilecek Yerler

Bu bilgilerden sonra gezmeye başlayabiliriz. Gezilecek yerleri belli gruplara ayırdım Kalkış noktamız ise Alaaddin Tepesi… Şehrin tam ortası olarak kabul edebileceğimiz yer, çoğu toplu taşım aracının da başlangıç noktası. Alaaddin Tepesi’nin çay bahçeleri, parklar, havuzlarla süslü Mevlana Cami’sine bakan taraf bizim kalkış noktamız. Tabii ilk istikametimiz Mevlana Türbe Camisi ve adı Mevlana ile anılan Şems Tebriz-i Camisi.

Mevlana Cami ve Türbesi – Şems-i Tebriz-Cami

Sırtınızı Alaaddin Tepesi’ne verdiğinizde biraz ileride Mevlana Türbesi’nin turkuaz çinilerle döşeli Türbesi sanki kulağınıza fısıldayacak; ‘Gel, umutsuzluk dergahı değil, bizim dergahımız’… Hiçbir araca ihtiyacınız yok, Mevlana Caddesi’nde 15 dakikalık yürüyüşle orada olacaksınız. Zaten Konya’da görmek isteyeceğiniz çoğu yer, Alaaddin Tepesi çevresi ve Mevlana Caddesi  üzerinde. Bu yürüyüş rotası üzerinde  sağ kaldırımda, Mevlana ve Şems Tebriz-i nin ilk karşılaştıkları yerde, o kavuşmanın anısına camekan içinde sekiz kulplu bir şamdan konmuş. Yine de yürümem diyorsanız Alaeddin Tepesi’nden geçen mavi renkli Adalet hatlı tramvay sizi Mevlana’ya götürecektir.

Yol boyunca size biraz Mevlana’dan bahsedeyim… Asıl adı Muhammed Celaleddin olan ve ‘Efendimiz’ anlamındaki lakabını Konya’da genç yaşında din dersleri okuturken kazanan Mevlana, 1207 yılında bugün ki Afganistan’ın Belh şehrinde doğmuş. Mevlana’nın annesi Belh emirinin kızı Mümine Hatun, babaannesi Harzemşah prensesi Melike-i Cihan Emetullah Sultan’mış. Babası ise Alimlerin Sultanı olarak ün yapan Muhammed Bahaeddin Veled. Hazreti Muhammed soyuyla bağlantısı olduğu belirtilen Bahaeddin Veled, bazı kaynaklara göre tasavvuf ilmiyle uğraşmasını çekemeyenlerin baskısı, bazı kaynaklara göre Moğol istilasından kaçmak için Belh’i terketmiş, Hac’a gitmiş, sonra da yanında oğlu Mevlana’yla muhtelif yerlerde konakladıktan sonra Konya’ya yerleşmiş. Babası Mevlana’nın ilk mürşidi, O’na Allah yolunu öğretip tasavvuf usulünce hakikatleri ve sırları gösteren yol göstericisiymiş. Mevlana babasının isteğiyle 18 yaşındayken ilk eşi Gevher Banu ile evlenmiş. Babasının ölümünden sonra Mevlana babasının makamına geçmiş.

Konya

Mevlana yedi yıl süren Halep ve Şam gezilerinden sonra 3 kez en az 20 günlük çile çıkarmış. Bundan sonra Mevlana’nın tamamen kemale erdiği kabul edilmiş. Bu arada Mevlana ilk eşinin ölmesinden sonra Kerra Hatun ile evlenir. O dönemde Mevlana 38 yaşındayken 60 yaşındaki Şems Tebrizi ile karşılaşmış ve bu, Mevlana’nın Hakk yolculuğunda bir dönüm noktası olmuş. Denilir ki, Mevlana Şems Tebrizi’nin gönül aynasında kendini görür ve kendi güzelliğine aşık olur; Mevlana gönlündeki Allah aşkını Şems Tebrizi’de yaşar. Bu arada Mevlana felsefesinin ritüelleri ortaya çıkar. Hatta rivayete göre, bir gün Mevlana’yı kendi etrafında dönerek sema yaparken gören bir esnaf, tüm çalışanlarını aynı şekilde kendi etraflarında döndürür, Mevlana’nı sema ritüelinin doğuşu böylece oluşur. Ancak bu arada Konya’da Mevlana’nın Şems Tebrizi’den sonra değişen halinden memnun olmayanlar ve bundan Şems Tebrizi’yi sorumlu görenler de vardır. Sonuçta  Şems Tebrizi Konya’dan ayrılır ama Mevlana bundan sonra dünyayla tüm ilişkisini kesince Mevlana’nın büyük oğlu gider, Şems Tebrizi’yi bulur ve Konya’ya geri dönmesine ikna eder.

Mevlana Camii ve Türbesi, her gün açık. 15 Nisan-Eylül sonu arası 09.00- 18.30 arası, Ekim-14 Nisan arası 09.00-16.40 arası ne zaman isterseniz Mevlana’nın çağrısına icabet edebilirsiniz. Giriş ücretsiz. Müze olarak kullanılan mekan, Selçuklu döneminde gül bahçesi iken, bahçe Sultan Alaeddin Keykubat tarafından Mevlana’nın babası Sultanü-l Bahaeddin Ulema Veled’e hediye edilmiş. Kendisi 12 Ocak 1231 tarihinde ölünce de buraya defnedilmiş, ancak Mevlana, gök kubbeden daha iyi bir türbe mi olur diye babasını mezarının üzerine türbe yaptırmamış. Daha sonra burası Mevlana’nın dergahı olmuş. Mevlana öldüğünde ise, oğlu Sultan Veled Mevlana’nın mezarı üzerine türbe yaptırılması yönündeki istekleri kabul etmiş. Yeşil Türbe anlamına gelen Kube-i Hadra denilen türbe dört kalın sütun üzerine Mimar Tebrzili Bedrettin’e yaptırılmış. Bu tarihten 19 yüzyıl sonuna kadar da mimari eklemeler devam etmiş. Dergah ve zaviyelerin yasaklanmasından sonra burası 1926 yılında ‘Konya Asar-ı Atika Müzesi’ olmuş, 1954 yılında ise adı Mevlana Müzesi olarak değiştirilmiş.

Müzenin alanı 18.000 m2 imiş. Müzeye ‘Dervişan Kapısı’ndan girilmekte. Avluda Ahmet Eflaki, Hürrem Paşa Türbesi, Sinan Paşa Türbesi, Hasan Paşa Türbesi ve Fatma Hatun Türbesi bulunmaktadır. Ayrıca derviş odaları da bu avluya bakmaktadır. Avlunun diğer ucunda Üçler Mezarlığına açılan Hamuşan (susmuşlar) Kapısı vardır. Matbah, semahane, mescit bölümleri ile Mevlana ve aile fertlerinin mezarlarının bulunduğu bölüm de avluya açılan diğer kısımlardır. Avluda Yavuz Sultan Selim’in yaptırdığı üzeri kapalı şadırvan ile ‘Şeb-i Arus’ havuzu ve selsebil adı verilmiş çeşme dikkate değer. Kur’an-ı Kerim’ güzel sesle ve usulüne uygun olarak okumak anlamına gelen Tilavet adındaki kısımda, önceden Kur’an-ı Kerim okumaları yer almaktaymış, şimdi ise hat sanatına ayrılmış bir kısım. Burada Mahmud Celalettin, Mustafa Rakım, Hulusi, Yesarizade gibi devrilerinin ünlü hattatlarının eserleri bulunmakta.

Türbe salonuna Sokullu Mehmet Paşa’nın oğlu Hasan Paşa’nın 1599 yılında yaptırdığı gümüş kapıdan giriliyor. Burada Mevlana’nın ünlü eserlerinden Mesnevi ve Divan-ı Kebir’ın eski nüshaları sergilenmekte. Türbe salonunda yükseltilmiş bir bölümle ayrılan bir kısımda 6 Horasan erinin sandukaları vardır. Türbe  odasının diğer tarafındaki yükseltilmiş kısımda ise Mevlana ve babası Bahaeddin Veled’in soyundan gelen, onu kadınlara ait olmak üzere 55 adet, Mevlevilikte makam sahibi olmuş kişilere ait 10 adet olmak üzere toplam 65 adet mezar bulunmakta. Yeşil kubbenin altında Mevlana ve oğlu Sultan Veled’in mezarları yer almakta.  Salonda en büyük mezar Mevlana’nın babasına ait ama en gösterişli olanı Mevlana’nın; bu bölüm çini süslemeleri ve hat eserleriyle çok etkileyici. Mevlana’nın ardından oğlunun mezarları gelmekte. Buradaki iki mezar çini kaplı. Zaten ziyaretçilerin en açık görebildiği alan da burası.

Türbe salonunda önünde kuyruklar olan bir yer de ‘Sakal-ı Şerif’… Cam bir kutunun içindeki ‘Sakal-ı Şerif’i görmek için, kutuya yerleştirilmiş büyütece gözünüzü denk getirmeniz gerekiyor. Ama kutu kenarlarındaki dört küçük hava deliği önünde insanlar kuyruktaydı, dualar okuyup o deliklerden içeri üflüyorlardı. Ben uzaktan bakabildim. 

Çerağ kapısından girilen Mescid’te çok değerli halılar ve ahşap kapı örnekleri sergilenmekte. Vitrinlerde ise değerli hat, tezhip örnekleri bulunmakta.

16 yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılan Semahane’de naat kürsüsü, müzisyenlerin oturdukları mutrib hücresi, mahlifler orijinal halleriyle korunurken duvarlarında halılar, vitrinlerde de madeni ve ahşap objeler sergilenmekte.

Avluya bakan ve III.Murat tarafından 1584 yılında yaptırılan 17 adet derviş hücresi, bugün postniş ve mesnevihan hücreleri olarak orijinal eşyalarıyla döşenmiştir, bazı hücreler de Mevlevilere ve dergaha ait çeşitli eşyalar sergilenmekte.  Burada dikkati çeken objelerden biri, Şems Tebriz-i’ye ait olduğu belirtilen bir serpuş ve  Sultan Veled’e ait olduğu belirtilen pamuklu kumaşı üzerinde fetih suresi, Kelime-i Tevhid ve tılsımlı yazılar ile güneş motifinin bulunduğu tılsımlı gömlek dikkat çekici. Bir de dervişlerin sabır tespihi…O tespih sırasında sabretmenin ne kadar zor olduğunun en büyük kanıtı bence.

Dergahın yemek ihtiyacının karşılandığı Matbah 1584 yılında III Murat tarafından yaptırılmış; burada yemek pişirme ve Mevlevilerin yemek yeme adabı ve sema talimlerine yönelik mankenli sergi bulunmakta. Ayrıca dervişlerin semazenlik eğitimine yönelikte mankenli sergi görülebilir. Bu arada hatırlayalım, Mevlana Müzesi’nin yaklaşık 1 km uzağında Mevlana Kültür Merkezi var ve her cumartesi burada sema gösterisi düzenlenmekte.

Dünyayı sarmalayan o hoşgörü felsefesinin yoğrulduğu yerden ayrılmakta zorlanıyor insan. Ama sırada Mevlana’nın ruh eşi Şems Tebriz-i’nin Cami ve Türbesi var. Mevlana’ya geldiğiniz yoldan geri dönerken sağ tarafta karşınız çıkan (İplikçi Cami’nin karşısında) alana girin, Şerafettin Cami’yi geçip ilerleyince önünüze bir park, parkın içinde de bir camii göreceksiniz. Şems Tebrizi’nin (bazılarına göre temsili) türbesi orası. Bu Caminin yapımı 13 yüzyıla tarihlenmekte. Bugünkü yapı Abdürrezzakoğlu Emir İshak Bey tarafından genişletilmiş haliymiş. Türbe mescit ile bitişik, mezarın üzerinde de bir serpuş bulunmakta. Türbe mescide, ince işçiliğe sahip ahşap bir kemerle açılmakta. Tavanda ise geometrik desenler var. Mescidin üstü Selçuklu kümbet külahı ile kaplanmış. Burası, Mevlana Camii ve Türbesine göre çok daha ufak ve sade bir yapı.

Gelelim Şems Tebriz-i’ye; 1185 yılında Tebriz’de doğan Şems Tebrizi, Melik Dad oğlu Ali isimli birinin oğluymuş. Dinin güneşi anlamına gelen Şemseddin lakabıyla anılan Tebrizi küçük yaşlardan itibaren manevi ilimlerle ilgilenmiş, Tebrizli Ebubekir Sellad’a mürtid olmuş, farklı din alemlerinden feyz almak için sürekli seyahat halinde olmuş, bu nedenle kendisine Şemseddin Perende (Uçan Şemseddin) denirmiş. Manevi bir işaret üzerine Mevlana’ya ulaşmış ve üç buçuk yıl süren birliktelikleri süresince Mevlana’da yeni ufuklar açılmasına neden olmuş ve O’nu kamil bir Hakk aşığı yapmayı başarmış.

Yukarda bahsetmiştik, Şems Tebrizi Konya’ya ve Mevlana’ya geri dönmüş, Şems Tebrizi’nin yokluğuyla sarsılan Mevlana için bu hayata dönüş gibi bir şey olmuş. Ancak Şems Tebrizi’nin dönüşüne sevinmeyen bir çok kimse de varmış, bunların arasına Mevlana’nın küçük oğlu da dahilmiş. Sonuçta Şems Tebrizi bir gün yok olmuş, bazı rivayete göre bu düşmanlığa karşı sessizce şehirden ayrılmış, bazısına göre çekemeyenler tarafından öldürülmüş ve başı kesilerek kuyuya atılmış. Yani bir ihtimal, Konya’daki türbe gerçekten Şems Tebrizi’ye ait olmayabilir. Zira, Niğde’deki kesik baş türbesi de Şems Tebrizi’ye izafe edilmekteymiş. Ayrıca Tebriz’de Geçil Mezarlığında ve aynı bölgedeki Hoy’da, Pakistan’daki Multon şehrinde de Şems Tebrizi türbe ve makamları bulunmaktaymış. Ben, orayı Şems Tebrizi’nin Türbesi niyetine ziyaret ettim.

Şems Tebrizi, Mevlana’nın önündeki perdeyi kaldıran kişi olarak gösteriliyor ve Mevlana’nın derin dünyası bugün tüm dünyaya ışık tutuyor. Yoğun maneviyatı dışında  Mevlana’nın dünyasında gündelik hayata da yer var, hele Mesnevisinde öyle öyküler var ki, insan o günün Konya’sını merak etmeden duramıyor.

Türlü rivayetler, muhtelif söylentiler olabilir ama Mevlana’nin insanların iç dünyalarına sunduğu ışık yüzyıllar ötesinden parlamakta; mühim olan bu. Bu ışık, benim kişisel öykümde de, her fırsatta beni Mevlana’ya getirecek gibi görünüyor.

Alaaddin Tepesi – Alaaddin Cami – Seyir Köşkü

Alaaddin Tepesi, Konya’nın tam merkezi demiştik. Burası Şehrin belki de en güzel parkı. Geçmişin görkemini yaşarken, bir yandan da hemen yanı başınızdaki çılgın şehir karmaşasına bulaşmadan parkın serinliğinin tadını çıkarabilirsiniz.

Buradaki en önemli yer şüphesi Alaaddin Cami… Burası Konya’da Anadolu Selçuklularından kalan en eski ve en büyük camiymiş. Caminin yapımına Selçuklu Sultanı Rükneddin Mesud I döneminde başlanılmış, Kılıçaslan II döneminde inşası sürdürülmüş, 1221 yılında Sultan Alaeddin Keykubad I tarafından da tamamlanmış. Dikdörtgen tarzda ve üstü çatılı bir yapı. İçerisinde Bizans dönemine de ait 41 adet sütun bulunmakta. Cami içinde kullanılan malzemeler arasında eski çağ kitabeleri, Grekçe parçalar, kilise yapı malzemeleri varmış. İç tavan kütüklerle desteklenmiş. Minberdeki ahşap işçiliği dikkat çekici; abanoz ağacından birbirine geçmiş parçalardan oluşmakta, 1155 yılında Ahlatlı Mengum Berti tarafından yapılmış. Mihrabın çini işçiliği de ayrıca dikkate değer. Mihrabın kubbesi de çinilerle süslenmiş.  Geniş cami içi ahşap işçiliği ve çini süslemeciliği açısından dönemin en nadide örnekleri olarak kabul ediliyormuş. Yapıya giriş doğudaki kapıdan oluyor ancak kuzey tarafında üç kapısı daha bulunmakta. Cami’de halen restorasyon devam etmekteydi. Cami avlusunda II.Kılıç Aslan ve I.İzzettin Keykavus tarafından yaptırılan iki kümbet var; ilki ongen, ikincisi sekizgen. Restorasyondan dolayı kümbetlere giriş yoktu ama önceki gelişlerimde gezmiştim. Caminin minaresi ise Osmanlı döneminde yapılmış. Cami yanında şu an restorasyondan dolayı kapalı olan Kılıçaslan veya Alaaddin Köşkü olarak bilinen seyran yapısı bulunmakta. Burası iç kale surlarının üstünde 1190’lı yıllarda II.Kılıçaslan tarafından yaptırılmış. 1960 yılında ise beton bir şemsiye ile koruma altına alınmış. Yapılan kazılarda çıkan dönemin en güzel çinilerin bir kısmı bugün Karatay Müzesi’nde görülebilir.

Tepenin kalan bölgeleri yürüyüş alanlarına, çay bahçelerine, çiçekliklere ayrılmış. Mevlana Caddesi’ne bakan tarafta ise bir şelale şeklinde havuzlar bulunmakta. Sıcak yaz günlerinde soluklanmak için gayet güzel bir yer. Ayrıca buranın önündeki durak, kullanacağımız otobüslerin ana noktası…

Şimdi Alaaddin Tepesi çevresinden çok ayrılmadan Konya’daki (Mevlana Müzesi dışındaki) müzeleri gezelim.

Müzeler

Alaaddin Tepesi çevresinde önemli iki müze var, bunlar Selçuklu döneminin medreseleri, ayrıca o dönemin en güzel yapı örneklerinden.

Karatay Medresesi – Müzesi

Alaaddin Tepesinin kuzey tarafında yer alan Müze, her gün  15 Nisan- 02 Ekim tarihlerinde  09.00-19.00 saatleri, 03 Ekim-14 Ekim tarihlerinde 09.00-17.00 saatleri arasında açık olup giriş 5,-TL. II.İzzettin Keykavus döneminde Emir Celaleddin Karatay tarafından 1251 yılında yaptırılmış Medreseye, Selçuklu tarzı taş işçiliğiyle bezeleri ana kapıdan giriliyor. Medresenin tavan kubbesi örtülü ama havalandırma aralığı bulunmakta, geçiş güneş motifleri ile süslü. Karatay Medresesi’nde hadis ve tefsir eğitimi verilmekteymiş. Medrese kapısında yapımı ile ilgili bir kitabe var. Medrese içindeki hücre kapılarında ise ayet-i kürsi, besmele yer almakta. Kubbeye geçişte ise, İsa, Musa, Davut, Muhammed peygamberlerin ve ilk dört halifenin isimleri bulunuyor.  Osmanlı döneminde de kullanılan Medrese, 19 yüzyıl sonunda terk edilmiş.

Anadolu Selçuklu döneminin çiniciliğinde önemli bir yeri olan Medrese, 1955 yılından itibaren çini müzesi olarak kullanılmakta. Medresede kullanılan çiniler turkuaz, siyah ve lacivert renkte. Karatay Medresesi’nde, Medresenin kendi çinileri yanında, II.Kılıçarslan Köşkü ve Kubad Abad Sarayı’ndan çıkarılan çiniler de yer almakta. Selçuklu dönemine ait özellikle stilize hayvan desenli çiniler ve güneş motifli kubbe görülmeye değer.

İnce Minare

Alaaddin Tepesinin batısında yer alan Medrese, Sultan II.Keykavus döneminde vezir Sahip Ata Fahreddin Ali tarafından 1264 yılında hadis ilmi öğretilmek üzere inşa edilmiş. Tek eyvanlı avlusu kapalı tarzda. Yapının ön cephesi kesme taştan olup özellikle taç kapının taç işçiliği hayranlık uyandırıcı . Kubbe çevresindeki kasnaktan ışık alıyormuş. Yapıya adını veren minaresi ise,  kaidesi kesme taş kaplama, minare ise tuğla örülü olup turkuaz çinilerle süslü. Yapı 1956 yılında taş ve ahşap işçiliği müzesinde dönüşmüşmüş. Müzede Selçuklu ve Karamanoğlu Devrine ait taş ve mermer üzerine oyma tekniği ile yazılmış inşa ve tamir kitabeleri, Konya Kalesi’ne ait yüksek kabartma rölyefler, çeşitli ahşap malzemeye oyma tekniği ile yapılmış geometrik ve bitkisel motiflerle bezenmiş kapı ve pencere kanatları, ahşap tavan göbeği örnekleri ve mermer üzerine işlenmiş mezar şahidesi ve sandukalar teşhir edilmekte. Başkenti Konya olan Selçukluların sembolü çift başlı kartal ve kanatlı melek figürlerinin en güzel örnekleri de bu Müzede görebilirsiniz. Müze  her gün 15 Nisan- 02 Ekim tarihlerinde 09.00-18.40, 03 Ekim-14 Nisan tarihlerinde  09.00-16.40 saatleri arasında açık.

Şimdi Alaaddin Tepesinden uzaklaşıp diğer müzelere gidelim…

Atatürk Müzesi

Alaaddin Tepesi’nin yanındaki Zafer Mahallesi’nde  Atatürk Caddesi üzerinde bulunan 1921 yapımı bu iki katlı bina, Vali Konağı olarak kullanılıp ziyaretleri sırasında Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e tahsis edilirmiş.  Atatürk, Konya’yı ilki 03.08.1920, son defa 20.11.1937 tarihinde olmak üzere 13 defa ziyaret etmiş. Taş ve tuğladan yapılmış bina, 1928 yılında Konyalılar tarafından Atatürk’e hediye edilmiş, 1940 yılında İl Özel İdaresi tarafından satın alınmış, 1963 yılına kadar Vali Konağı olarak kullanılmış, sonra da Müze olmuş.

Pazartesi hariç her gün 08.30-17.30 arası ziyarete açık ve ücretsiz. Atatürk’ün bu evde yazdığı günlük, kullandığı eşyalar, kahve takımından daktiloya kadar objeler, Konya’daki günlerine ait resimler ve Atatürk’ün kullandığı elbiseler görülebilir.

Arkeoloji Müzesi

Sahibata Mahallesi’nde, Atatürk Heykeli’nden başlayan Sahibata Caddesi üzerinde bulunan Arkeoloji Müzesi, 1901 yılında açılmış, İstanbul Arkeoloji Müzesi’nden sonra ikinci arkeoloji müzesiymiş, bugünkü yerine de 1961 yılında taşınmış. Müze  pazartesi hariç 15 Nisan- 02 Ekim tarihlerinde 09.00-18.40,  03 Ekim-14 Nisan tarihlerinde  09.00-16.40 saatleri arasında açık.

Arkeoloji Müzesi’nde, Prehistorik dönem, Demir Çağı, Roma dönemine ait eserler yer almakta. Benim en çok ilgimi çekenler ise mozaikler oldu. Türkiye’nin Mozaik Müzeleri yazısını hazırlarken gezdiğim bazı müzelerden çok daha fazla mozaik esere sahip. Tabii neolitik dönemden Çatalhöyük başta olmak üzere Erbaba, Süberde’den çıkan objeler de yabana atılamaz. Hele Çatalhöyük’ten gelen boyalı el izleri, çağlar öncesinden bize uzanan bir el gibi. Bunun yanında muhteşem lahitler, Frig kapları, Roma mücevherleri de ilgiyi hak ediyor. Müze bahçesinde ise, mezar döşemeleri, yazıtlar bulunmakta; özellikle Aziz Paul’ün geçtiği şehirler olan Icanium (Konya), Lystra ve Derbe yazıtları dikkate değer.

Etnoğrafya Müzesi 

Arkeoloji Müzesi’nin yanında bulunan  Etnoğrafya Müzesi, 1975 yılında hizmete açılmış. Bodrum katta halılar zemin katta ise, Konya çevresine ait el sanat ürünleri sergilenmekte. Koleksiyon kapsamında çakmaklı ve kapsüllü tabanca tüfekten hat sanatı örneklerine, mutfak eşyalarından anahtar ve kilit takımlarına, süs malzemelerinden giyim eşyalarına uzanan bir sergi bulunmakta. Müze  her gün 15 Nisan- 02 Ekim tarihlerinde 09.00-19.00,  03 Ekim-14 Nisan tarihlerinde  08.00-17.00 saatleri arasında açık ve giriş ücretsiz.

Müze-i Hümayun

Anadolu’nun ilk müzelerinden olan Müze-i Hümayun 1901 yılında tek katlı, iki odalı taş ve tuğladan yapılmış bir bina. Alaeaddin Tepesi yakınlarında Ankara Caddesi üzerindeki bina restore edilip yeniden hizmete sunulmuş ancak henüz ziyarete açık değil, bina üzerinde ‘….imam hatip okuluna kayıt ve nakilleri başlamıştır’ yazılı bir afiş bulunmakta, o nedenle  kullanım amacını anlayamadım.

İzzet Koyunoğlu Müzesi

Kerimdede Mahallesinde bulunan Müze, şehir merkezine biraz uzak, Karatay Belediyesi’nin önünden geçen dolmuşlarla gidebilirsiniz. Ayrıca Mevlana Kültür Merkezi’nden de yürüyerek gidebilirsiniz. Ahmet Rasih İzzet Koyunluoğlu’nın 1913 yılından itibaren kurmaya başladığı müze ve kütüphanesinden oluşturulmuş bir koleksiyon. Müze aslında A.R.İ. Koyunluoğlu’nun konağının etrafında şekillenmiş bir kompleks.

Zaten Müze avlusunda, bir zamanlar yaşadığı ev hala duruyor. İki katlı, cumbalı bu kagir yapı, A.R.İ.Koyunluoğlu’nun isteği üzerine Konya Evi olarak döşenmiş, öyle sergilenmekte. Avlusunda, ocak, tandır, fırın gibi unsurlar var. Ayrıca avlunun parçası olduğu bahçe de, çeşitli dönemlere ait taş ve mermer kaideler, lahitler, toprak eşyalar, büst ve heykeller yer almakta. Söz konusu ev koruma altına alınıp çevresiyle birlikte istimlak edilerek İzzet Koyunluoğlu Kütüphane ve Müzesi 1984 yılında hizmete girmiş.

Müzede neler yok ki; mamut kemiğinden volkan bombalarına, hat eserlerinden eski paralara, Türkiye’nin ilk fotoğrafçısından Roma dönemi heykelciklerine kadar türlü bölümlerden oluşuyor. Kütüphanede, eski el yazması kitapları yanında kâğıt, hat, minyatür, tezhip, tezyinat, cilt ve ciltbend  sanatlarının seçkin örneklerini de görebilirsiniz. Müze bölümünde Tabiat Tarihi, Anadolu Medeniyetleri, Etnoğrafya, Arşiv ve Hat Salonları bulunmakta.

Müzede Foto Hasan Behçet’e ayrılan bölüm özellikle ilginç; Türkiye’nin ilk fotoğrafçısıymış, 1900’lerin ilk yıllarından kalan siyah beyaz resimler hem o dönem hakkında fikir veriyor, hem de bir an için o insanlarla sanki bir temas kurmuş oluyorsunuz. Müzenin Hat Salonunu da kaçırmayın, çok etkileyici ve zarif.

Parklar

Konya çok yeşil bir şehir. Türkiye’nin yeşil unvanlı diğer şehirlerine rakip olabilecek kadar parklar, bahçeler, yeşillikler ile süslü şehir. Bir çok park var şehirde ama bunların içinde Alaaddin Tepesi’nin ayrı bir yeri var, yHem Selçuklu döneminin nadide eserlerini barındırması, hem şehrin merkezinde olması, hem de bakımlı, çiçeklendirilmiş bir yer olması nedeniyle ilk tercih olabilecek yerlerden. Ama başka parklar da var.

Kültür Parkı 

Kültür Parkı da, Alaaddin Tepesi gibi şehrin tam merkezinde ve ana ulaşım duraklarına yakın bir yer, hatta Alaaddin Tepesi’nin devamı olarak bile görülebilir. 2000’li yıllardan beri Konya’ya gidip geldiğim için burasının yapılış aşamasına tanık oldum. Şimdi özellikle yaz geceleri Konya’nın, kaçış noktası, soluk alacağı bir yer olmuş. Alaeddin Tepesinden Hacı Veyiszade Camii’ye kadar uzanan alanı kapsayan alanda göletler, gül bahçeleri, kafeler, lokantalar, hatta Selçuklu kümbeti bile var. Parkın diğer tarafı Alaaddin Tepesi, öbür tarafı da Şehir Meydanı. Şehir Meydanı’nda bir Selçuklu miğferi heykeli var, ama biraz Yıldız Savaşları’ndaki Darth Vader’in miğferi gibi olmuş; çehresiz olması mı, çehre yerine başka sembolize unsurlar konmasından mı, bilemedim.

Kyoto Japon Bahçesi

Burası şehir merkezine biraz uzak. Kosova Mahallesinde Veysel Karani Sokak üzerinde. Alaaddin Tepesinden kalkan yeşil (H3) tramvayı ile gidebilirsiniz. Kendi isminde durağı var. Japon mimarisinin hakim olduğu 30 000 m2 alana yayılan park, türlü yeşillikler ve çiçeklerle bezeli. Kardeş şehir olduğu Kyoto Belediyesi’ne danışılarak Japon kültürü ve  mimari tarzına uygun olarak düzenlenen ve 2010 yılında açılan Parkın içinde köprülerle geçişi sağlanan birbirine bağlı iki gölet ve bir havuz, seyir terasları, kamelyalar, bir de lokanta var; hepsi Japon mimari tarzında. Parka girince gerçekten Japon havasını solumuş olursunuz ama ortam tamamen Anadolu; sanmayın ki suşiler sarılıyor, tavalarda tempuralar kızartılıyor. Hayır, her kamelyada leğen leğen kısırlar, mercimek köfteleri, semaverler; çayırlara uzanan insanlar Japon Bahçesi’nin keyfini çıkarıyorlar. Lokantada öyle; etli ekmek, tandır baş yemek… Araya noodle sıkıştırmışlar ama o da siparişten 45 dakika sonra bile gelmemişti. Teknik bir sorun oluşmuş; sanırsın termik santral işletiyorlar, tek müşteri benim, onlarca garson ama ortada servis yok. O kadar zaman sonra yemeği göremeden kalktım. Yani bahçe Japon ama içerik nereli, onu bilemem…

Meram Bağları 

Konya deyince akla gelen bir diğer yer de Meram bağları… Tabii, artık burayı  Meram bağları değil Meram lokantaları olarak anmak gerek. Buraya Alaaddin Tepesi’nden kalkan 2,4 numaralı otobüslerle gidebilirsiniz. Aslında her iki otobüste aynı yerden geçiyorlar, birinin gidiş yolu diğerinin geliş yolu oluyor.4 numaralı otobüsün geçtiği yolda, orta sınıftan üst orta sınıfa uzanan yerleşim yerleri, villalar, ara sıra da konsept restorantlar var. 2 numaralı otobüs ise şık kafelerin,  gösterişli lokantaların, butik mağazaların olduğu yer, yani şehrin daha ciks bölgesi…Ama gelinen yer aynı; Meram çayının genişlediği piknik ve gezinti alanı…Konya’ya yaklaşık 6 km mesafede olan Meram, eski Konya’nın yazlık alanı gibiymiş, yazın Konyalılar buradaki konaklarına göç ederlermiş. Şimdi ise akşam eğlencesi için bile gelinebilecek bir yer. Ama dönüşümü Meramdaki hamamdan anlayın, Karamanoğlu Beyliği’nden kalan 1424 yılına ait hamam bile lokanta olmuş.

Konya

Eh tabii, eşeğin aklına karpuz kabuğu düştü…Meram denince akla gelen bir şey de Konya’nın oturak alemleri. Konu, Sabahattin Ali’nin Gramofon Avrat isimli kitabında ve bu kitap esas alınarak Yusuf Kurçenli’nin 1987 yılı yapımı filminde işlenmiş. Türkan Şoray’ın Hakan Balamir ile baş rollerini paylaştığı film, 1930 yılların Konya’sını ve oturak alemlerini dansçı Cemile üzerinden anlatır. 

Tropikal Kelebek Bahçesi

Burası Konya’nın biraz uzağında, Sille Parsana Mahallesi’nde…Kültürpark’ın önündeki duraktan kalkan 47 numaralı otobüsle yarım saatte ulaşabilirsiniz. Pazartesi hariç her gün 9.30-18.30 saatleri arasında gezilebilir. Ben buraya gittim ama benim küt bakış açımla anlatsam hiç bir şeye benzemeyecek. Siz en iyisi burayı arkadaşım Neriman Yaşar’in kaleminden okuyun; büyüleneceksiniz…Yazı linkte.

Konya Kelebek Vadisi

Mengüç Caddesi

Açık havada dolaşabileceğiniz, kahve-nargile içebileceğiniz, yemek yiyebileceğiniz, eski Konya havasını soluklayabileceğiniz bir sokak. Mevlana Müzesi’nin yanındaki Üçler Mezarlığı’nın arkasında bir sokak.  2010 yılında Belediye tarafından 500 yıl öncesinin Konyası’nı yeniden yaşatmak amacıyla projelendirilmiş.  Restore edilmiş eski Konya evleri, şimdi lokanta ya da kafe olarak hizmet veriyor. Keyifli bir yer, özellikle yaz akşamlarında…

Konya çok yeşil bir yer, bir çok bahçesi var. Artık sıra camilerde, medreselerde, türbelerde, kümbetlerde…

Camiler, Türbeler, Kümbetler, Medreseler, Hamamlar

Meraklısına 

Bu bölümü ‘Meraklısına’ adı altında yazıyorum çünkü bir gezi için biraz fazla cami, türbe, hamam, medrese gezdim. Bunların bir kısmı atlanabilecek yerler. Zaten Konya’daki en çarpıcı cami ve türbeleri yazının önceki bölümlerinde anlatmıştım. Ama yine de bunlar dışında kalıp hararetle görmenizi tavsiye edeceğim yerler var. Ben gezdiğim yerleri anlatayım ama özellikle beğendiklerimi ayrıca belirteyim. Bir de ben özellikle Selçuklu ve biraz da Osmanlı mirası yerleri gezime esas aldım. Yani 1900’ler sonrası pek yok bu yazıda. Yoksa mesela camilerden bahsedeceksek, Konya’nın siluetine damgasını vuran Hacı Veyiszade  Camii’den bahsetmek gerekirdi. Gittim, gezdim tabii ama yeni bir Camii burası, 1996 yılında ibadete açılmış. Ama yazının konsepti dışında kaldığı için  yeni yapılara  ‘bizimle değilsin’ diyorum.

Sahib Ata Cami ve Külliyesi

Selçuklu Veziri Hacı Ebubekirzade Hüseyinoğlu Sahib Ata Fahreddin Ali tarafından 1258 yılında Gıyaseddin Keyhüsrev sultanlığı döneminde yaptırılan külliye, cami, hamam, türbe, hanigah, çeşme ve dükkanlardan oluşmakta. Larende Caddesi üzerinde olup Etnoğrafya ve Arkeoloji Müzesi ile yan yana. Cami, eski Konya surunun Larende kapısında olduğu için Larende Cami olarak da tanınıyormuş. 1871 yılında yıldırım düşmesi sonucu hasar gören cami aynı yıl tekrar yapılmış. Ayrıca Cami, 1702, 1825, 1848 yıllarında onarılmış. Taç kapıda mimarların ismi geçiyor; Amele Körük ve Bin Abdullah olarak iki kayıt var, bu Ortodoks iken Müslüman olan ve Sahip Ata’nın bir çok eserinde imzası bulunan bir mimarmış.

Caminin minaresi, Külliyenin ana giriş kapısında yer almakta, ayrıca çeşme de burada. Minare üstündeki kırmızı, turkuaz renkli çinilerle yapılan geometrik süslemeler göz alıcı. Tuğla çıkma minare üzerindeki bu çini döşemeleriyle Konya içindeki diğer camilerden ayrılıyor. Külliyenin kapısı da Selçuklu kapılarının güzel bir örneği. Turkuaz çinilerle örgü ve geometrik desen süslemeleri, kapının sivrileşen ana girişinin yanında göz alıcı bir şekilde yükselmekte.

Külliyenin Hanigahı ise, yapının doğusundaki Selçuklu taç kapısından girilmekte. Hanigah (Hankah), Farsça eşik anlamına gelmekteymiş ve genellikle büyük bir şeyhin türbesinin etrafında şekillenen tarikat yapıları, dergahlarmış. Hanigah mimarı belli değilse de 13 yüzyıla ait Selçuklu tekke ve hankahlarının bilinen  en büyüğüymüş. Hanigah bugün ise Sahib Ata Vakıf Müzesi olarak açık, giriş ücretsiz. Hanigahın girişi Selçuklu mimari özelliklerini taşıyan görkemli bir kapı. İçi dört ana bölüme ayrılmış tuğla ve çini örgülü. Aradan geçen yolun karşısında ise hamamı bulunmakta. Tarihi dokusunu bilemem ama hamamda kese ve masaj muhteşem. (Bu arada diğer bir tarihi hamam seçeneği de Şerafettin Camisi’nin arkasındaki Mahkeme Hamamı; tarihi kısmını pek anlamadım).

İplikçi Cami 

Mevlana Caddesi üzerindeki Cami, 1201 yılında Şemsettin Altınoba tarafından yaptırılmış, Somuncu Ebubekir tarafından genişletilmiş. 1951-1960 yılları arasında Klasik Eserler Müzesi olan yapı, 1960’da tekrar ibadete açılmış. Dikdörtgen tuğla örgülü Cami, tek minareli ve bence çok sade ama bir o kadar da etkileyici. Hakkında dillendirilen efsanelere kulak asmayın, sadece İplikçiler çarşısında bulunduğu için bu ismi taşıyormuş.

Caminin bulunduğu yerde önceden Altunaba Medresesi bulunmaktaymış, bu Medresenin vakfının mütevellisinin isminin İplikçi Necibüddin Ayaz olması da bu ismin nedeni olarak görülüyor. (Efsaneye göre, bu Camiyi yaptıran çok zengin kişi, cami yapımında kimseden yardım alınmasın da sevabı tamamen benim olsun diyormuş; mahallenin takıntılı kadınlarından biri de  ben de katkıda bulunayım, sevaba dahil olmak istiyorum, diyormuş ama teklifi sürekli reddediliyormuş, iplikçi olan bu kadın bakmış ki sözünü dinleyen yok, bir gece ipliklerini kırpıp kırpıp harca katmış ve cami bu şekilde tamamlanmış. Camii bitince bir gece bir derviş cami banisinin rüyasına girip bu caminin sevabı sana değil, iplikçi kadına yazıldı çünkü ipliklerini harca kattı, demiş. Şimdi nedir bu; E be kadın, git sen de başka bir cami yaptır, ne karışırsın adamcağızın işine, dur bu namazın bir kısmını da ben kılayım sevabı paylaşalım diyor musun, paran yoksa bütçene göre bir iş yap, olmadı ipliklerini çeyiz hazırlayan gariban kızlara ver, o da sevap… Ya o derviş; neden her şey bittikten sonra ortaya çıkıyorsun, oh işte, sevap senin olmadı diyorsun, baştan uyarsana. Adamcağız bir cami yaptırmaya kalkmış, her iki dünyadan da yapmadıklarını bırakmamışlar. Sevmedim ben bu efsaneyi.)

Şeyh Sadreddin Konevi Cami ve Türbesi

Sadreddin Konevi 13. Yüzyılda Konya’da yaşamış büyük ilim, fikir ve tasaavuf üstadı olup zamanında Konya’nın en büyük alimi ve şeyhi imiş. Aslında 1208 yılında Malatya’da doğmuş. Zenginliğinin yanında bilgin, edip olan ve Konya’nın velilerinden olduğuna inanılan Hace-i Cihan’ın oğlu Ali Han’ı iyileştirmesinden sonra Konya Meram Çeşmekapı Konağ’ında müderrisliğe başlamış. Ölümünden sonra 1274 yılında burası cami ve türbe olarak düzenlenmiş.

Ekberiye geleneğinin kurucusu ve  temsilcisi olan ve Şeyhi Kebir olarak da anılan Şeyh Sadreddin Konevi’nin zamanı Anadolu’nun Moğol istilasına uğradığı ve siyasetin karışık olduğu dönemler. Vasiyeti meşhurmuş; Sadreddin Konevi vasiyetinde Selçuklu devletinin yıkılışına kadar varacak olan karışıklıkları ‘Yakında burada bir takım fitneler zuhur edecek’ şeklinde haber vermiş.

Meram’ın Şeyh Sadreddin Mahallesinde olan camii ve türbe bir bahçe içinde yer almakta. Türbe Selçuklu kümbetlerini andıran bir kafes içinde olup açık türbe şeklinde.

Mahmudiye Medresesi 

Kültür Parkın arkasına düşen yapı Ali Gav Zaviyesi olarak da biliniyor. Kitabesi olmadığından kim tarafından, ne zaman yaptırıldığı bilinemese de, yapı tekniğinden 12-13 yüzyılda yapılmış bir Selçuklu eseri olduğu düşünülüyormuş. Dikdörtgen planlı, tek katlı, taş örülü ve kapalı tür medreselerdenmiş. Ali Gav’ın Selçukluların Konya’yı  kuşatması sırasında bir türlü alınamayan kaleye öküz postuna bürünüp sığırlarla birlikte kale içine sızıp, akşam kale kapısını açan Ali isimli bir asker olduğuna inanılıyor (Farsçada gav, öküz demekmiş). Sultan II Mahmud döneminde aslına uygun olarak restore edilip Mahmudiye adını almış. Sultan Ali Gav’ın  türbesi yapı içinde yer almaktayken, bina dışında da bir Bektaşi şeyhi olan Ali Kemter Baba’nn türbesi bulunmakta. Avlusunda su sistemi olan Medrese 2013 yılında da restorasyon geçirmiş. Halen Konya Meslek Edindirme Kurslarına ev sahipliği yapmakta.

Şerafettin Cami

Mevlana Caddesi’nde Hükümet Konağı ile Şems Tebrizi Cami arasında kalıyor. İplikçi Cami’nin karşısı. 12 yüzyılda Şeyh Şerafettin tarafından yapılmış, 1636 yılında tamamen yıkılarak Çavuş oğlu Mehmet Bey tarafından yeniden inşa edilmiş. Böylece Osmanlı mimarisinin tüm özelliklerini taşıyan bir camiye dönüşmüş. Tek minaresi sonradan eklenmiş. Cami gövdesi kesme taşlarla örülü olup üstünde büyük bir kubbesi var, güney tarafında yarım bir kubbesi bulunmakta. Kenarlar altı sütun üstündeki yedi küçük kubbe ile örtülmüş. Cami içinde yazı ve nakış süslemeleri dikkate değer. Caminin caddeye bakan kısmında Şeyh Şerafettin’in türbesi bulunmakta; Selçuklu kümbeti şeklinde olan Türbe ile Osmanlı tarzındaki Caminin yan yana uyumu görülmeye değer.

Kapu Cami

Bedesten çevresinde Sarraflar Caddesi’ndeki Cami, Konya’da Osmanlı döneminden kalan en büyük camiymiş. Eski Konya Kalesi’nin kapılarından birinin yanında yapıldığı için bu isimle anılıyormuş. Düzgün kesme taşlarla yapılan  Cami, Mevlana’nın torunlarından Şeyh Hüseyin Çelebi 1658 yılında yaptırmış. Daha sonra yıkılan Cami, 1811 yılında Konya Müftüsü Esenlerlizade Seyyid Abdurrahman Efendi tarafından yeniden yaptırılmış. Cami 1867 yılında yanmış ve 1868 yılında yeniden yaptırılmış. Cami bünyesi ve çevresinde muhtelif dükkanlar bulunmakta. Mihrabındaki çiniler göz alıcı.

Aziziye Cami

Aziziye Mahallesinde Bedestenin tam ortasında bulunan Cami, Konya’daki önemli Osmanlı camilerinden. Aynı yerde 1671-1676 yılları arasında IV.Mehmet’in kızlarından Hatice Sultan’ın eşi Damat Mustafa Paşa tarafından yaptırılan Yüksek Cami yanınca yerine Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevniyel Sultan tarafından yeniden yaptırılmış. Cami kesme taştan, altı mermer sütunlu, iki yan duvarında beş girişi olan ve yivli minareleri ile dikkati çeken Osmanlı tarzı barok-rokoko tarzında bir yapı. Minare ve değişik şerefeleriyle bu tarzın en ilginç örneklerinden birini oluşturmakta.

Selimiye Cami 

Mevlana Müzesi’nin batısındaki Cami, 1558 yılında II. Beyazıt Konya’da şehzadeyken yapımına başlanmış 1567 yılında tamamlanmış. Cami, klasik Osmanlı mimarisinin Konya’daki en önemli temsilcisi. Gerçekten İstanbul’daki heybetli selatin camilerinden hiç farkı yok. Kuzey tarafındaki altı sütuna yapılmış yedi kubbesi dikkat çekici. Tek şerefeli iki minaresi var. Ahşap kapıların sağındakinde, ‘Mescit i Mümin suda balık gibidir’ , solundakinde ise ‘Münafık kafeste bunalan kuş gibidir’ ibareleri bulunmakta.

Tahir Paşa Cami

Alaaddin Tepesi’nin yakınında Abdülaziz Mahallesindeki bu Cami, Osmanlıların kuruluşu sırasında önemli bir rol oynayan Dursun Fakih’in oğlu tarafından yaptırılmış ancak 1885 yılında Tahir Paşa tarafından tadilattan geçirtildiği için onun ismiyle anılmaya başlamış. Cami minaresi daha sonra yapılmış. İlginci cami sütunlarından birinde Yunanca yazılar olması. Ayrıca sütunlardaki yaprak kabartmalarının da Bizans stili güvercin kabartmalarından bozularak yapıldığı belirtiliyor.  Osmanlının ilk hutbesinin 1389 yılında bu Camide okunduğu belirtiliyor. Bir rivayet de Fatih Sultan Mehmet’in burada Cuma namazı kıldığı yönünde. Bir özelliği de bahçesinde açık kütüphanesinin olması.

Sahip Ata Cami (Bu Cami, Arkeoloji Müzesinin yanında)  haricinde buraya kadar anlattıklarım Alaaddin Tepesi çevresinde ya da Mevlana Müzesine giden yol üzerinde olan camilerdi. Yani kısa bir Konya gezisinde, her durumda gözünüze çarpacak, merakınızı uyandıracak yapılardı. Bunları gördüğünüzde Konya’daki camiler, medreseler hakkında oldukça bilginiz olmuş olacak. Şimdi biraz şehrin derinliklerine dalacağız ya da ufak, daha göze çarpmayan yapılara uğrayacağız. Eğer zamanınız varsa buraları da ziyaret edebilirsiniz.

Piri Mehmet Paşa Cami ve Zaviyesi

Mengüç Sokağı çevresinde olan bu Cami Yavuz Sultan Selim’in son, Kanuni Süleyman’ın ilk sadrazamı olan Piri Mehmet Paşa tarafından 1523 yılında yaptırılmış. Burası, Konya’daki en eski Osmanlı eserlerinden. Tek kubbeli caminin son cemaat yeri üç minik kubbeyle örtülü. Taş ve tuğladan oluşan binanın minaresi de aynı malzemeden. Caminin hemen yanında Siyavuş Paşa Türbesi bulunmakta. Siyavuş Paşa’nın kimliği açık değilmiş; II Keykavus’un oğlu olduğuna dair inanışlar var. Kümbet şeklindeki türbe cami ile bitişik. Camiye bağlı 12 odalı medrese ise bugün baharatçıların, antikacıların mekanı durumunda.

Fakıh Baba Cami ve Türbesi

Şeker Fabrikasının güneyinde yer alan 13 yüzyıl Selçuklu yapısı olan Fakih Baba Külliyesi, Meram’a giden 4 numaralı otobüs yolunun üzerinde. Dönemin mutasavvıflarından Hoca Fakih Baba 1221 yılında öldüğünde buraya gömülmüş.  Avlu duvarında yan yana çeşme, sarnıç ve sebil bulunmakta. Cami kısmı çatılı bir yapı olup içinden türbe kısmına geçilmekte. Türbenin üstü ise kubbeli.  Caminin Osmanlı döneminde ait olduğu düşünülmekte ve minaresiz. Avlusunda mezarlar bulunan Külliyenin yanında ise 1248 yılına tarihlenen Celaleddin Karatay’ın kardeşi  Kemaleddin Rumtaş tarafından yaptırılan Karatay Mescidi denilen kubbeli bir yapı bulunmakta. Araştırmalar bu bölgenin o dönemler, şimdi Şeker Fabrikasının sınırları içinde kalan Şekerfuruş türbesini de içine alacak şekilde cami, dergah, ev, medreseden oluşan geniş bir külliye olduğunu gösteriyormuş.

Horozlu Han

Horozlu Han, Selçuklu dönemine ait bir kervan saray. Burası Konya’ya 7 km mesafede, eski kervan yolu üzerinde Konya’ya en yakın kervansaraymış. Gitmek isterseniz Alaaddin Tepesinden 44 numaralı otobüse binip Yeni Ayakkabıcılar Sitesinde iniyor, oradan da karşıya geçiyorsunuz. Mermer kitabesi yazısızmış ancak buranın 1246-1249 yılları arasında yaptırıldığı düşünülmekte; banisi de II.Keykavus’un atabeyi Emir Esedüddin Rüzbe…Zaten Kervansaray’ın ismi de Rüzbe’nin zaman içinde dönüşmüş haliymiş. Kemerli geçişlerle ayrılmış bölümlerden oluşan Kervansaray’ın sade taş işçiliğinin hakim olduğu taç kapısının  bazı yerleri, eksik bırakılmış gibiymiş. Bu durum yazısız kitabe ile birleştirilince buranın Rüzbe’nin öldürüldüğü tarihe yakın bir zamanda yapıldığına işaretmiş. Burası şehir merkezi civarında Selçuklulardan kalan bir kervansaray, o açıdan önemli. Ancak buraya şehirden ulaşmak zor. Ayrıca ben gittiğimde tadilattaydı. Karar sizin.

Tavus Baba Türbesi ve Has Bey Mescidi

Meram Bağları olarak bilinen bölgede olan Tavus Baba Türbesi ve Has Bey Mescidi birbirine geçişli bir bahçe içindeler. Tavus Baba Türbesi, I.Alaaddin Keykubat döneminde Konya’ya gelen Şeyh Tavus Mehmet el-Hindi’ye aitmiş. Kendisi hakkında bilgi olarak, Tavus Baba’nın doğayı coşturacak kadar etkili ney üflediğini okudum. Hatta Mevlana’nın kendisi ney üflerken kaldığı yerin yakınına gelip kendisini dinlediği, bir gün beklediği ney sesi bir türlü gelmeyince bakmaları için birilerini gönderdiği, gidenlerin de o mütevazı odada bir avuç tavus kuşu tüyü gördüğü yönünde bir rivayet var. O tüyler oraya gömülür ve burası Tavus Baba Türbesi olarak kabul edilir.

Has Bey Mescisi ise birkaç basamak aşağıda ve 1424 yılında Hacı Hasbeyoğlu Mehmed tarafından yaptırılmış.  Önünde duran tabelada ‘ Meram Tavus Baba Mescid’ine bitişik olarak inşa edilmiş olan tek kubbeli Daru’l-huffaz (hazırlık okulu) nun bitişik olduğunu mescidden önce yaptırılmış olduğu mimari izlerinden anlaşılmaktadır. Daru’l-huffaz’ın cephesi ait pencerelerin kemer hizasına kadar kesme taştan, üzeri ise tuğladan yapılmıştır. Doğu cephesinde bulunan giriş kapısı bir taç kapı anlayışında yaptırılmıştır. Taç kapı iki yanda yüzeyden içeriye iki kademeli iç bükey, düz silme kuşağıyla çevrelenmiştir. Kapı nişinin iki yanında küp başlıklı zikzaklarla oyulmuş sutünçeleri bulunmaktadır. Mescidin mihrabı, dış kapıda olduğu gibi iki yanı küp başlıklı düz sutünçelerle sınırlandırılmış, mukarnası çevreleyen kemerin ” Ayete’l Kürsi ” yazılı kuşakla çevrilmiştir.’ denilmektedir. Tek kubbeli Hafız Okulu yanındaki bölümden yüksek ahşap sütunlu girişiyle çatılı Camiye giriliyor. Meram ağaçlığının arasında olan bu Cami ve Türbe, Meram’a gittiğinizde uğrayacağınız bir yer.

Şazibey Cami (Akcami)

Konya Kültür Park Alanının hemen köşesinde yer alan küçük bir cami. 2007 yılında orijinaline uygun olarak restore edilen caminin ne zaman yapıldığına dair kesin bilgi yok. En önemli özelliği, caminin giriş kapısının minarenin altında olması.

Şifahane (Sakahane Mescidi)

Davutağa Mescidi olarak da bilinen ve  Kültür Park Alanının hemen yanında yer alan bu küçük yapının ne zaman yapıldığı tam olarak bilinmese de Selçukluların son dönemine tarihleniyor. Günümüzde kapısında ‘Konya Müftülüğü, Aile ve Dini Rehberlik Bürosu, İrfan Mektebi’ yazılı bir tabela var.

Süt Tekkesi Çeşmesi

Kültür Park Alanının kenarında mahalle halkı tarafından 1878 yılında yaptırılan bir çeşme; kitabesi de var.

Beşarebey Mescidi

Kültür Park civarında yer alan Beşarebey Mescidi, giriş kapısının üzerindeki kitabeye göre Emir-i Ahır Başarabey tarafından 1219 yılında yaptırılmıştır. 2017 yılı itibariyle restorasyondaydı.

Turgutoğlu Türbesi

Turgutoğullarından Ahmet Bey tarafından 1431 yılında yaptırılan Türbe, Şeyh Sadreddin Konevi Caminin bünyesinde bulunuyor. Selçuklu türbe mimarisi özelliklerine hakim türbenin içinde sanduka bulunmamakta.

Hoca Hasan Cami

Meram İlçesi, Beyhekim Mahallesinde kitabesi bulunmayan bu Caminin 12 yüzyılda yapıldığı düşünülüyor. Kare planlı ve kubbeli olan Cami, tuğla örgülü, minaresinde laciveret ve turkuaz çiniler görülmekte. Bu Caminin en ilginç yanı minaresi; kare tuğla örgülü kaide üzerinde yükselen minaresi şerefeden sonra silindirik bir şekil almakta.

İshak Paşa Türbesi

Şems Tebrizi Camisinin bahçesinde bulunan türbenin kesin yapım tarihi bilinmemekle birlikte 13 yüzyıla tarihlenmekte.  1510 yılında Abdülrezzakoğlu Emir İshak Bey tarafından mescitle birlikte düzenlenip genişletilmiş. Küçük bir yapı olan Türbenin cami kubbesi tarzındaki çatısında yer alan piramitsel çıkıntılar dikkat çekici.

Hacı Hasan Cami 

Valilik binasının yan tarafına düşen Cami,1800 yılında yapılmış kırma çatılı bir yapı. Tek şerefeli bir minaresi olup sade bir cami. Kapı yanlarındaki iki aynı tarzdaki çeşmesi tek göze çarpan süslemesi.

Zenburi Mescidi

Karatay İlçesinde Zenburi Mahallesinde bulunan bu küçük caminin kesin yapılış tarihi ve banisi bilinmemekte. Şerefesinden itibaren yıkılan minaresinden dolayı Kütük Minare Mescidi  olarak da bilinmekte.  Minarede minik çini parçaları da göze çarpmakta.

Hasbey Dar’ül Huffazi

1421 yılında Karamanoğlu Mehmet II devrinde Mehmet Bey tarafından hafız evi olarak yaptırılmış küçük ama muhteşem taş işçiliği olan bir yapı. Kubbesinde çini süslemeleri ve piramitsel çıkıntılarıyla çok hoş bir görüntüsü var. Yeri Alaaddin Tepesi’nin hemen arkasına düşen Gazialemşah Mahallesinde.

Erdemşah Mescidi

1220 yılında Selçuklu devlet adamlarından Şemseddin Erdemşah tarafından taş duvar üstüne tuğla kubbe şeklinde yapılmıştır. Kale-i Celp Mahallesinde bulunan Mescid kapalıydı, içini göremedim.

Sırça Medrese

Meram’daki Medrese, 1242 yılında Selçuklu Emiri Bedreddin Muslih tarafından Muhammed-et Tusi’ye yaptırılmış. Ziyarete kapalıydı ama ismini göz alıcı çinilerinden alıyormuş. Ancak ön cephedeki taş işçiliği de göz ardı edilecek gibi değil. Medrese içindeki öğrenci odaları 19 yüzyılda yıkılmış. Halen Mezar Anıtları Müzesi olarak kullanılmakta, tabii açık yakalarsanız.

Kadı Mürsel Cami

Alaaddin Tepesinin alt tarafına düşen  Gazi Alemşah Mahallesindeki bu Cami kitabesinden  Karamanoğlu Mehmed Bey zamanında 1409 yılında Hacı Mustafa oğlu Mürsel tarafından yaptırıldığı anlaşılmakta. Kitabenin yanında ise küfi hat ile kazınmış  güneş saati var.

Tahir ile Zühre Mescidi

Meram’da Gedavet Parkında bulunan kitabesiz bu mescid aynı zamanda Arzu ile Kanber veya Dön Baba Mescidi olarak da biliniyormuş. Sahip Ata Fahreddin Ali tarafından 13 yüzyıl sonunda yaptırıldığı düşünülmekteymiş. Dikdörtgen ve tuğla örülü yapının kapı ve pencere çevresi çini süslemeciliğine sahip.

Kadı Hacı Efendi Daru’l Kurrası

Şems Tebrizi Mahallesindeki  yapı 1428 yılında yapılmış,  kare şeklinde ve üstünde sekizgen bir taş kasnaktan sonra kubbesi başlamakta. Bu küçük yapı, halen (asıl amacına uygun olarak) Kur’an kıraati, tevcit üzerine eğitimlerin verildiği bir yer.

Zevle Sultan Türbesi ve Mescidi

Alaaddin Tepesinin batısında bulunan bu türbe ve mescid bir Selçuklu dönemi yapısı ama yapılış tarihi ve kimin tarafından yaptırıldığı bilinmemekte. Zelve Sultan’ın kimliği hakkında da bir bilgi yokmuş.

Tacül Vezir Türbesi

Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev devri emirlerinden Tacü’l Vezir olarak bilinen Taceddin Seyid Mehmet tarafından 1239-1240 yıllarında yaptırılmış. Sekizgen olan türbenin yanında eskiden medrese bulunmaktaymış, ancak günümüze ulaşmamış. Kültür Parkın sonunda bulunan türbe yanında eski bir kiliseye ait olduğu düşünülen  sütun parçaları ve başlıkları bulunmakta.

Asmalı Hatip Sultan Cami

Mevlana Müzesinin gül bahçesi kısmında yer alan cami Osmanlıların son dönemlerinden kalma küçük, çatılı bir bina. 1821 yılında yapılan ve süslemeleri olmayan cami, tek şerefeli bir minareye sahip.

Amber Reis Cami

Anıt Alanındaki Cami 1911 yılında Konya Valisi Arifi Paşa zamanında aynı isimli caminin yerine yaptırılmış olup çatı altı ile pencereleri arasındaki turkuaz çinileriyle dikkat çekici.

Tercüman Cami

Şems Tebrizi mahallesindeki minaresiz kare tuğla örülü minik cami. Hakkında pek bir bilgi yok.

Ateşbaz Veli Türbesi

Meram Yolu üzerinde Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesinin arkasına düşen  bir bölge de olan Türbe, Mevlana’nın müridlerinden İzzeddinoğlu Yusuf’a ait olup 1285 yılında yaptırılmış. Kızıl taşlarla örülü türbe sekizgendir. Unvanı hakkında rivayetler mevcut; ateş oyunları yaptığı da söyleniyor Mevlana’nın aşçısı olduğu da…

Üçler Mezarlığı

Mevlana Müzesinin hemen arkasında Üçler Mezarlığı var. Buradaki sanduka şeklindeki üç Selçuklu mezarından dolayı bu isim verildiği söylenmekte; haçlılara şehit düşen üç genç kız için yapılmış mezarlarmış. Bu mezarlardan üç taş alanın da özellikle izdivaç isteklerinin kabul gördüğü yolunda bir inanış var, dileğiniz gerçekleştiğinde taşı geri getirmek şartıyla. Ama artık bu mezarlar tüm taşlardan temizlenmiş durumda. Bunun dışında bu Mezarlık bünyesinde İstiklal Savaşı Şehitliği de bulunmakta. Ayrıca bir çok Mevlevi üstadının mezarı da buradaymış.

Aziz Pavlus Kilisesi

Hristiyanlığın yaygınlaşmasında önemli rolü olan Aziz Pavlus anısına, 1910 yılında Assomptionistes rahipleri tarafından yaptırılmıştır. Alaaddin Tepesinin karşısında olan Kilise halen faaliyette olmasına rağmen ben hiç açık görmedim.

20.yy ve Cumhuriyet Dönemi Yapıları

Konya her dönem önemli bir merkez olduğu için, Osmanlı İmparatorluğunun son dönemi Cumhuriyetimizin ilk dönemlerine ait de bir çok yapı görülmeye değer.

Tren Garı Evleri

Konya Hızlı Tren Garı’nın yanında, Alman evleri olarak bilinen yapılar 1896 yılında Almanlar tarafından inşa edilmiş. Demiryolu personeli için yapılan binalar yeni restorasyondan geçmiş, şimdi şehrin yeni cazibe merkezi olması için hizmete açılmayı bekliyorlar.

Konya Valilik Binası

Mevlana Caddesi üzerindeki meydanda yer alan Hükümet Konağı Binası, 1885-1886 yılları arasında vali Said Paşa döneminde yapılmış, taşlar ise Konya Dış Kalesinden sağlanmış.

Sanayi Mektebi

Osmanlının son dönemlerinde çağdaşlaşma ve eğitime verilen önemin bir göstergesi olarak Sultan II Abdülhamit döneminde 1898 yılında Konya Valisi Avlonyalı Ferit Paşa tarafından yapımına başlanıp 1901 yılında tamamlanan ve öğretime açılan, Mevlana Caddesi üzerinde bir yapı. Binanın bazı kitabeleri kaybolmuş, bir kısmı üstü sıvayla kaplandığı için bugüne kadar gelebilmiş, bir tanesinin üzerinde ‘Padişahım Çok Yaşa’ yazısı varmış. Binanın çinileri dönemin Kütahya Çini Fabrikası öğrencilerinden Mehmet Efendiye ait. Bugün İl Özel İdare Müdürlüğü olarak kullanılmakta. 

Atatürk Anıtı

Atatürk’ün Sarayburnu Gülhane Parkında yapılan heykelinden sonra yapılan ikinci heykeli. Konya Belediyesi tarafından 1926 yılında Heinrich Krippel’ yaptırılmış. Kaidesi 6,50 metre, heykel ise 2,80 metre boyundadır. Ferit Paşa Caddesi üzerinde, caddenin Amber Reis Caddesi ile kesiştiği noktaya yakın yerde.

Konya’da bu döneme ait diğer dikkate değer yapılar Selçuklu Üniversitesi Rektörlük Binası, Hükümet konağı yanındaki Merkez Telekom Binası, Mevlana Caddesi üzerindeki Yapı Kredi Bankası Merkez Şubesi, İsmet Paşa İlk Öğretim Okulu gibi yapılardır.

Sille

 Konya’nın 8 km kuzeybatısında yer alan Sille’ye Alaaaddin Tepesinden 64 numaralı otobüsle ulaşabiliyorsunuz. Yarım saatlik bir yolculuktan sonra tamamen farklı atmosferi olan bu şirin köye ulaşıyor. Burası son dönemlerdeki restorasyonlarla bir turizm cazibe merkezi haline getirilmeye çalışılıyor. Hak ediyor da.

Tarihi MÖ yy’a uzanan Kral Yolu üzerindeki Sille’de ,Aziz Paul’un izlerini, Aya Elenia Kilisesi’ni, kaya mezarlarını, Ak Manastır, Ak Hamam, Mevlana’nın yedi gün ve gece kaldığı su kaynağını, Zaman Müzesini, Çay Camiyi, Tepe Camiyi gezip kısaca her dönemden, kültürden izler bulacaksınız. Sille ayrı bir yazı konusu, linkte yer alan,

 Sille – Konya’nın Bir Başka Yüzü  yazım ilginizi çekecektik.

Günümüz Konyası

Konya sürekli gelişen, bu arada çehresi de sürekli değişen bir şehir. 2000’li yılların başında yaptığım ziyaretlerde daha çok şantiyeyi andıran yerler şimdi dört başı mamur alanlar olmuş. Demiştik; Konya yeşil bir şehir, şehir gelişirken yeşilini de muhafaza etmiş. Bu çağdaş görünüm içinde karşınıza sık sık çıkan kümbetler, bir Selçuklu medresesi, bir Osmanlı camisi şehre çok güzel bir hava katıyor. Ama bu arada şehrin silüeti hızla değişiyor.

Kule Sitesi, Bera İş Merkezi gibi yapılar, Konya görüntüsüne ayrı bir renk katmış. Hele Kule’nin tepesindeki Mevlana Türbesini andıran bitiş, güzel bir sentez olmuş. Modern Konya’dan bir görüntü de Torku Stadyumunun ilginç yapısı.  Konya kendi özünü koruyarak modernleşiyor.

Ama bu arada şehrin merkezi denilecek bazı yerlerde, özellikle Şems Tebrizi Mahallesinin arka bölümleri ile kentsel dönüşüm geçiren ve neredeyse Alaaddin Tepesinin iki arka sokağında bulunan Gazialemşah ve Kale-i Celp mahallelerinin çehresi tamamen değişik. Buralarda neredeyseTürkçe bile konuşulmuyor, tüm dükkanlarda arapça afişler, konuşulan dil arapça. İki sokak ile Arabistan’a ama fakir bir versiyonuna geçmiş oluyor insan. İç içe geçmiş iki dünya gibi. Biraz ötede ki Nalçacı ise sanki şehrin canlı, gösterişli bölgesi. İstanbul’un Bağdar Caddesi, Ankara’nın Tunalısı, İzmir’in Alsancağı gibi… Tabii alkolsüz hali. Şık kafeler, ciks haller burada. Keza Meram Yolu da Konya’nın hipster bölgesi.

Konya kendi tarzını yaratan bir şehir. Grafitileri bile kendi tarzına uydurmuş. Sonuçta Konya  bir gezgine çeşitli seçenekler sunuyor, siz gelin hangisini isterseniz onun tadını çıkarın.

Ulaşım

Ben Konya’ya Ankara’dan hızlı trenle ile gittim. Konya’ya tren, otobüs veya uçakla ulaşmak mümkün. Havaalanından Alaaddin Tepesine 44  numaralı otobüsle, Zafer’e 10A tramvay hattıyla ulaşabilirsiniz.

Otobüs terminali ile Alaaddin Tepesi arasında 10A tramvay hattı, havaalanı arasında 102A-44G otobüs hattı, tren garı arasında 85B otobüs hattı işlemekte.

Tren garı ile Alaaddin Tepesi arasında 67A, 73A, 4B otobüs hattı, Havaalanı arasında ise 67-44 otobüs hattı işlemekte.

Şehir içinde gezilerinizi,  1 TL tutarına alacağınız Konya hattına yapacağınız yükleme ile tüm toplu taşım araçlarını her bir kullanım için 1.90 TL’dan yapabilirsiniz.

Konaklama

Konya’da tüm ünlü otel zincirleri mevcut. Hilton, Mevlana Kültür Mekezi civarında. Ramada, Riksos, Dedeman, Anemon gibi otel zincirleri ise merkeze biraz mesafeli. Ben önceki gidişlerimde Bera Otelde kalmıştım ama son zamanlarda Alaaddin Tepesinin hemen yanındaki Selçuk Otel’de kaldım. Burası Mevlana ve Şems Tebrizi isminde yan yana ama  iki farklı otel olarak hizmet veriyor. İkisi de dört yıldızlı ama Şems Tebrizi biraz daha konforlu bir yer, hem iki otelin de kahvaltı servisi Şems Tebrizi kısmında.

Alışveriş

Konya’da alış veriş yapacaksanız tabii ki tarihi Bedesten’i tercih edin, hem tarihi dokuyu teneffüs edersiniz, hem bu sırada bir çok görülmeye değer cami, medreseyi görürsünüz hem de Konya’ya özgü istediğiniz şeyleri bulabilirsiniz. Ayrıca Kültür Park bünyesinde Konya El Sanatlarını sunan ve satan yerde el işi çini tabaklar, panolar, çeşitli hediyelik eşyalar bulabilirsiniz. Ama illa AVM diyorsanız; Kule Site, M1Tepe AVM, Kipa AVM gibi yerler sizi tatmin edecektir. AVM’lerin çoğu yeşil tramvay hattı üzerinde.

Yeme İçme

Konya’ya özgü akla gelen ilk yemek etli ekmek… Aslında kıymalı pideye benzeyen bu yemeği farklı yerlerde denedim; bazısı tam kıymalı pide şeklindeydi, bazısı kıymalı pidenin yağlı versiyonuydu, bazısı ise kıymalı pidenin sanki yufkayla yapılmış hali gibiydi. Ben bu son halini beğendim, Mevlana Caddesi üzerinde Nezih Lokantasında bulabilirsiniz.

Diğer bir lezzet ise tandır… Ağır ateşte tadını çıkara çıkara pişirilen bu yemek konusunda size Hacı Şükrü’yü tavsiye edebilirim. Merkeze yakın, küçük bir lokanta. Otantik dekorasyonu içinde istediğiniz miktarda eti servis ediyorlar.  Mevlana Müzesi yakınlarındaki Konya Mutfağı’da hem Konya’nın ünlü bamya çorbasını, hem de diğer özel yöresel yemekleri bulabileceğiniz bir lokanta.

Balık derseniz; ben Ankara Caddesi üzerindeki Taka Lokantasını denedim. Çifte kümbetlerin arasında havuzlu, ağaçlı, keyifli bir yer. Balık yanında başka seçenekler de var. Öyle meze, ara sıcak aramayın, balık seçenekleri bile sınırlı ama sırf ortam için bile gidilebilir.

Dondurma için ise Ankara Caddesindeki Asıl Dondurmacısını tavsiye ederim. Sırf orası için yürüme rotasını değiştirmelisiniz.

İçkili lokanta Konya’da pek yok, gar çevresinde bir yer gördüm (Riba Restoran) ama denemedim. Ayrıca Meram’da da alkol servis edilen lokanta varmış, gitmedim. Ancak Alaaddin Tepesi çevresinde birkaç tekel bayisi var.

Son Söz

Başlangıçta demiştik; ‘Gez dünyayı, gör Konyayı’… Bence de Konya mutlaka görülmeli. Gerek dünyayı kucaklayan geniş gönül dünyası ile Mevlana’nın peşinden gitmek için, gerekse Anadolu Selçuklularının  izlerini takip etmek için; İç Anadolu’da günden güne değişen bir şehrin hayatına tanık olmak için, Sille’de ortadan yok olan asıl sakinleri ile aslında ne kadar ortak geçmişimizin olduğunu anlamak için, iç huzuru bulmak için, Meram’da coşmak için, doğaya koşmak için, etli ekmek yemek için, tandırı tatmak için, ete doymak için Konya görülmeli. Anlatması bizden gitmesi sizde