ANA SAYFA Blog Sayfa 10

Kuzey İskoçya: Highlands – Ormanlar, Dağlar, Göller ve Nehirler Arasında Yolculuk

kuzey iskocya

İskoçya dağları, nehirleri ve gölleriyle zengin bir doğaya sahip, etrafı denizle çevrili muhteşem bir coğrafya… Ülke, kuzeyden güneye üç ana bölgeye; dağlık bir bölge olan Highlands, deniz seviyesine yakın olan Central Belt ve tepelik bir araziden oluşan Southern Uplands olarak ayrılmış.

İskoçya nüfusunun büyük kısmı başta Edinburgh, Glasgow ve Stirling şehirleri olmak üzere Central Belt bölgesinde yerleşmiş. İskoçya’ya bağlı 130’u yerleşim bölgesi olan 790 ada bulunuyor. İskoçya’nın en güzel şehirlerinden Edinburgh yazımı okumak isterseniz,
Edingburgh Gezi Rehberi

Highlands ülkenin kuzey ve batı bölgesinde genelde dağlık olan arazi, göller, nehirler ve yemyeşil ormanlarıyla bir cennet görünümü sunuyor. Bu bölge geçmişte İskoçya’nın tarihi kalbiymiş. Tarih boyunca birçok savaşın ve mücadelenin yaşandığı toprakların bugünkü ıssızlığı şaşırtıcı geliyor. İngiliz baskısı ve doğanın zorlamasına dayanamayan bölge halkı endüstri devrimiyle birlikte şehirlere göç etmiş.

 

İyi ki de böyle olmuş diyeceğim. İnsan eli değen çoğu yer bozulurken burası daha bakir ve muhteşem kalmış. Highlands’in sessizliğiyle ve temiz havasıyla insanı dinlendiren, huzuru yaşatan, şarkı söyleme isteği yaratan harika bir doğası var. Doğa fotoğrafı çekmek isteyenler için ise apayrı bir platform. Gözünüzün yakaladığı her kareyi çekme isteği duyuyorsunuz.

Zaten İskoçya kısaca yeşili ve su alanlarının çokluğuyla özetlenebilir. Her yer yemyeşil, adım başı göl, nehir veya gölete denk gelebiliyorsunuz. İngiltere’nin su ihtiyacının büyük kısmı İskoçya’daki su kaynaklarından sağlanıyormuş. İskoçya çok fazla yağmur alan bir bölge İngiltere’den bile daha fazla yağış alıyormuş. Yaz aylarında dahi günlük güneşlik hava bir anda değişip, bardaktan boşalırcasına yağmur yağabiliyormuş. Şansıma İskoçya’da bulunduğum sürede böyle bir yağmura denk gelmedim. Sadece Edinburgh’dan ayrılacağım gün hava kapalıydı ve arada bir çiseliyordu.

İskoçya doğal güzellikleri ve muhteşem coğrafyasının yanı sıra şatolar, kaleleri ile tarihi zenginliklere de sahip. Bir zamanlar soylu ailelerin sahip olduğu şatolar ve kartal yuvası gibi inşa edilmiş kaleler bugün hem film endüstrisine ilham veriyor hem de ülke turizmine hizmet ediyor.

Bunları görebilmek için dilerseniz Edinburgh veya Glasgow’dan günübirlik veya 3–5 gün konaklama seçenekli turlara katılabiliyorsunuz. Direksiyonu sağdan kullanmaya cesaretiniz varsa araba kiralayarak dolaşmak en keyiflisi olabilir.

Hadi artık ScotlineTours’dan aldığım 12 saat süren ve 372 km katettiğimiz günübirlik turla Highlands’i gezelim.

Bir gün önce Royal Mile’da bir seyahat acentasından 46 pound ödeyerek Longness Turuna kayıt yaptırmıştım. Otobüs saat 8’de bu caddeden hareket etti. Neredeyse dolu olan otobüste arka taraflarda boş bulduğum pencere kenarında bir koltuğa oturdum.

Şoförümüz aynı zamanda rehberimizdi ve yol boyunca hem çevreyi tanıttı hem de İskoç hikayeleri ve tarihinden anlattı. Otobüstekilerin ülkelerini sorup hiç İngiliz olmadığını öğrenince konuşması rahat olacak anlamında bir söz etti.

Seyahat güzergahımız oldukça geniş bir alanı kapsıyordu. Loch Lomond ve Fort William üzerinden Inverness’e kadar gidip Cairngorms Dağları’nın eteğinden ve Perth üzerinden Edinburgh’a dönecektik. Bu nedenle çoğunlukla otobüsten dışarıyı seyredip çok fazla mola veremedik.

Edinburgh’un merkezindeki çok katlı binalara karşın şehirden çıkınca daha sevimli müstakil evleri görmeye başladık. Glasgow yol ayrımını geçtikten sonra at başları göründü. Hazırlıklı olmadığımdan fotoğraflarını çekemediğimden webden bulduğum bir fotoğrafları paylaşabiliyorum. İskoçya’nın Falkirk’deki dinlenme bölgesi “The Helix”in bir parçası olan “The Kelpies”, çelik konstrüksiyondan yapılmış 30 metre yüksekliğinde dev iki at kafasına verilen isim. Kelpies masallarda anılan, İskoçya efsanelerinde at şeklinde beden bulmuş 10 at gücündeki su perilerini ve İskoçya’nın “Highlands” olarak anılan sert doğasını temsil ediyormuş. 2014 yılında açılan 600 ton ağırlığındaki heykellerin özellikle gece aydınlatılmış hali farklı güzel görünüyor.

Falkirk’ü geçip bir süre yol aldıktan sonra tarihi Stirling kasabasına ulaştık. Stirling, Forth Nehri kıyısında bulunan Orta Çağ’dan kalma tarihi bir kasaba ve büyük bir tepe üzerinde bulunan kaleden oluşmaktadır. Stirling Edinburgh’a yaklaşık 80 kilometre uzaklıkta. Kasabaya hakim iki tepeden birinde Stirling Kalesi, diğerinde ise William Wallace Anıtı var. Ancak Stirling kalesi otobüsün diğer tarafında kaldığı için fotoğrafını çekemedim. Burada tarihi bir zaferin kazanıldığı bir de köprü varmış. Biz gezme şansı bulamadık ama gidecekler için kısaca görülecek yerleri sıralamak isterim. 12. Yüzyıldan kalan bir Orta Çağ kilisesi olan Dunblane Katedrali her tarafında kullanılan geleneksel olmayan hayvan kabartmaları ve muhteşem vitray pencereleri ile görülmeye değermiş. Kısa bir yürüyüş mesafesinde muhteşem manzarası ile Falloch Şelalesi bulunuyormuş.

Tabi ki burada İskoçya’daki en önemli kalelerden birisi olan Stirling Kalesini es geçmemek gerekiyor. Kale bir zamanlar İskoç kraliyet ailesine ev sahipliği yapmış. Kalenin her bir bölümündeki kostümlü anlatıcılar, kale alanından çıkarılan iskeletler, duvarlarda yazılmış gizli şifreler burayı etkileyici bir atmosfere büründürmüş. 1300’lü yıllarda İngiltere Krallığı’na karşı büyük zaferler elde eden ve İskoçya tacını giyen İskoçya’nın kahramanı Robert Bruce, “Cesur Yürek” Braveheart filminde hayatı canlandırılan Stirling savaşı ile ulusal kahraman ilan edilen William Wallace ve İskoçyalılar’ın kraliçesi Mary Stuart ile meşhur olan kalenin mutlaka gezilmesi öneriliyor. Bizim böyle bir şansımız olamadı maalesef! Yine bir internet fotosu olacak.

İskoçya’nın en sevilen kahramanı olan Sir William Wallace için Abbey Craig’in tepesine bir anıt dikilmiş. Burası adeta bir müze gibiymiş; çünkü Wallace’ın kılıcı gibi bazı önemli eşyalar da sergileniyormuş. Sir William Wallace İngiltere’ye karşı direniş kuvvetlerine öncülük yapan bir şövalyeymiş. Çok uzun boylu olduğu ve Robin Hood efsanesine de kaynaklık ettiği söyleniyor. Wallace’ın son sözü “Özgür İskoçya” olmuş. Bu da bir internet fotosu.

Bu kasabadaki 1800’lerden kalan Eski Şehir Hapishanesi de oldukça ilginç bir yermiş. Hatta burada yer yaştan ziyaretçiye hapishane oyunu oynatıyorlarmış. Bir diğer görülecek yer Smith Sanat Galerisi ve Müzesiymiş. Müzede dünyanın en eski futbolu gibi çok ilginç eşyalar sergileniyormuş. Hayvanseverler için Blair Drummond Safari Park bulunuyormuş. “Game of Thrones, Winterfell, Monty Python and the Holy Grail ve Outlander” gibi hit serilerde kullanılan 14. yüzyıldan kalma Doune Kalesi muhteşem Lomond Gölü manzarasıyla ve Orta Çağ ruhunu yansıtan dekorasyonuyla görülmeyi hak ediyormuş. Stirling’de ayrıca viski tatmak isteyenler için Deanston Distillery damıtımevi varmış. Bu demek oluyor ki bu taraflara en aşağı 4-5 gün zaman ayırmak gerekiyor.

Yeri gelmişken bu viski konusuna da şöyle bir girelim. İskoç viskisinin özelliği sadece arpa maltından yapılıyor olmasıymış. Amerikan viskileri ise arpanın yanı sıra mısır, buğday, çavdar veya maltlanmamış arpa kullanılarak da yapılabiliyormuş. Bourbon viskiler içleri yakılmış meşe ağacından yapılmış fıçılarda iki yıl bekletildikten sonra şişeleniyormuş ve böylece bu fıçıların kendine özgü kokusu ve tadı viskiye de geçiyormuş. İskoç viskilerinin bir diğer özelliği de viski yapımında bu bölgede bulunan kaynak sularının kullanılmasıymış. Çünkü Highlands bölgesindeki kaynak suları inanılmaz derecede saf ve lezzetli olduğundan viski kalitesini de olumlu şekilde etkiliyormuş. Hatta viski üreticilerinin neredeyse tamamı damıtımhaneleri bir akarsunun yanı başına konumlandırmış.

İskoçya’da yaklaşık 150 civarında damıtımhane/viski üreticisi varmış ve bunlardan bazılarını sadece randevu alarak gezebiliyormuş. Turların gezdirdiği damıtımhanelerde ise önce viskinin öyküsü anlatılıyor ve sonra imalat aşamaları yerlerinde gösteriliyormuş. En sonunda da tadım yaptırılıyormuş. Bizim turun kapsamında viski gezisi olmadığından otobüsten binalarını görmekle yetindik ve yola devam ettik.

Aberfoyle’un eşsiz manzaraları ve rehberimizin anlatımı eşliğinde bir süre yolculuğumuz devam etti. Kısa bir süre sonra da Kilmahog’a ulaştık. İnek ve koyunların olduğu bir çiftlikte mola verdik.

Uzun tüyleriyle İskoç inekleri çok değişik görünüyordu.

Şansımıza o gün hava pırıl pırıldı ve kır manzarası muhteşem gözüküyordu. Tertemiz havası, yemyeşil kırlarıyla ve huzur verici sessizliğiyle köy büyüleyiciydi. Daha bunlar neymiş ki sonrasında gördüğüm manzaralar beni benden aldı götürdü diyebilirim.

Buradaki hediyelik eşya mağazasını da şöyle bir gezdim. İskoç yünleriyle yapılmış giyecekler gerçekten çok kaliteli ama bir o kadar da pahalıydı.

Fort William’ın batısında yarım saatlik mesafede bulunan ve Glenfinnan isimli kasabanın hemen kuzeyinde bulunan aynı isimli Glenfinnan Viyadüğü (Glenfinnan Viaduck) bulunduğu yer itibariyle görülesi bir manzara oluşturuyor.

Ancak bu Viyadüğü meşhur eden bu görüntüsü değilmiş. Harry Potter filminde bir sahnede kullanılan buharlı trenin (The Jacobite) üzerinden geçmesi olmuş. Hatta burası daha çok “Harry Potter Köprüsü” olarak biliniyormuş. Jacobite Buharlı Treni de daha çok Hogwarts Ekspres’i olarak biliniyormuş. Harry Potter filmleri ile bu tren ve Highlands’in engebeli ama bir o kadar da güzel doğası tüm dünyaya tanıtılmış. Bir film nelere kadir görüyorsunuz!

Pencereden bir o yana bir bu yana bakarak seyrettiğim manzara doyumsuzdu. Otobüsün penceresinden keşke hep burada yaşasam dedirtecek manzaralar bizi bekliyordu. Cep telefonumla ve arada cam olmasına rağmen çektiğim şu fotoğraflara bakar mısınız!

Britanya’daki göller arasında önemli bir tatlı su kaynağı Loch Lomond gölüne ulaştık. Göl, fiyordu andıran bir yapıda olduğundan bu yapıdaki göllere verilen genel bir ad olan Loch olarak adlandırılıyor ve üzerinde 30 civarında ada bulunuyormuş.

Göl merkezi İskoçya ile Highlands arasında bir sınır gibi kabul ediliyormuş. Loch Lomond ve Trossachs Milli Parkı 2002 yılında kurulmuş ve buradaki eko sistem koruma altına alınmış. Loch Lomond 36,4 km uzunluğunda ve genişliği de 1 ve 8 km aralığında. Göl, doğu kıyısında Ben Lomond ve güneyinde de çoğunlukla İskoç Munro yükseltileri olmak üzere tepelerle çevrilmiş.

Loch Lomond Britanya’daki en muhteşem doğal güzellikleri arasında yer alan popüler bir tatil bölgesi…

Müzikal bir film olan Royal Wedding’deki “You’re All the World to Me” şarkısında “You’re Loch Lomond when autumn is the painter!” yani “Sonbahar ressam olduğunda sen Loch Lomond’sun!” denilerek çok muhteşem bir betimleme yapılmış.

Milli Parkın çok farklı bir coğrafyası var. 21 adet munro yani tepeler, 2 orman parkı, 22 göl ve vahşi hayata ev sahipliği yapan 50’nin üzerinde özel doğa koruma alanından oluşuyormuş. Loch Lomond ve Milli Park’da yapacak pek çok etkinlik bulunuyor; tarihi buharlı gemilere binerek gölde gezinti yapmak, kano ve kayak kiralamak, küçük köyleri gezmek, Rob Roy’un mezarını görmek, macera parkında eğlenmek, tırmanış yapmak veya bisiklet sürmek gibi.

Biz tabi tüm bu güzellikleri otobüsün içerisinde izlemek durumunda kaldık ve yola devam ettik. Biraz yol aldıktan sonra bu defa gezimizin en güzel yerlerinden biri olan Glencoe Vadisi’ne geldik. İki tarafı dağlarla çevrili ortasında göl ve ırmaklar olan, yemyeşil ağaçların süslediği nefis bir yer. Özellikle Braveheart filmiyle çok ünlenen bu vadide her mevsimde yürüyenleri ve tırmanış yapanları görebiliyorsunuz. Glencoe köyü Loch Leven’in kenarı ile meşhur vadinin ağzı arasına muhteşem bir şekilde konuşlanmış.

Glen, İskoç Galcesinde dar vadi demekmiş. Glencoe, dağları ve nehirleri ile Highlands’ın en çok ziyaret edilen bölgelerinden biri. Ben Nevis, 1344 metre uzunluğuyla Britanya Adası’nın en yüksek dağı ve The Ben adıyla da biliniyormuş. Ben Nevis’in zirvesine dağcılar tırmanışı yapabiliyormuş. Vadi ise İskoç dağcılarına ev sahipliği yapıyormuş ve tırmanış yapanlar ile hiking yapanlar arasında çok popüler. Vadinin adı burada bulunun Coe Nehri’nden geliyormuş.

İskoçya tarihinde belki de en çok bilinen Klan savaşı ve katliamı burada yaşanmış. 1692’de İngiltere Kralına bağlılık yemini etmekte geç davranan MacDonald Klanı mensuplarının büyük bir kısmı Campbell klanı tarafından Glencoe Vadisi’nde katledilmiş. 300. yılına özel İskoç grubu Nazarteh’in Glencoe Massacre adlı şarkısını dinledik. Şarkının sözleri dinleyen insanı bir an için o güne götürüp kralın ve adamların nasıl insanlık dışı bir suç işlediğini insana hatırlatıyordu.

Haziran ayının sonunda olmamıza rağmen dağların zirvesine yakın kar öbekleri görülebiliyordu.

Bir süre sonra artık deniz ve yelkenli görüntüleri eşliğinde Fort William’a ulaştık. Körfezde bulunan İskoçya’daki en uzun deniz göleti Loch Linnhe’nin en ucunda kurulan Fort Williams hiking, trekking, climbing, skiing gibi outdoor sporların yapıldığı bir merkez. Kayak yapılabilen ve teleferikle çıkılabilen Ben Nevis dağı ve Glenceo çok yakında olduğu için özellikle tercih edilen bir kasaba. Burası İskoçya’nın Highlands bölgesinde Inverness’ten sonra en büyük ikinci yerleşim yeri. Nevis ve Lochy nehrinin ağzında kurulmuş görülmesi gereken çok güzel bir yer.

Yakınlarda olan Ben Nevis ve Munro dağlarına trekking ve tırmanma turları düzenleniyormuş. İskoçya’nın popüler hiking rotaları olan the West Highland Way ve The Three Lochs Way rotaları burada bulunuyormuş.

Teknelerin görüntüsü sanki bir tatil beldesine gitmişsiniz hissi uyandırıyor. Gulf stream akıntılarının etkisiyle deniz suyunun sıcaklığı da denize girilebilme süresini uzatıyormuş.Güzel deniz manzaraları eşliğinde yola devam ettik. McAndie Court kasabasının içinden geçtik.

Uzun yolculuğumuzun sonunda otobüsten inebildik ve Spean Bridge köyünde yemek molası verdik. Otobüsten inenler doğruca restoranta koştular, ben yanımda soğuk sandviç getirmiştim. Sadece 1,10 pound ödeyerek orta boy bir kahve aldım. Herkes yemeğinin hazırlanmasını beklerken restorantın önündeki tahta sıralara oturarak yemeğimi çabucak bitirdim. Hemen çevre araştırmalarını yapmaya başladım.

Highlands’de nereye giderseniz gidin mutlaka 1800’lerin başlarında Thomas Telford tarafından yapılan köprülerle ve diğer yapılarla karşılaşılıyormuş. Spean Bridge Köprüsü de 1819 yılında Spean Nehri üzerine inşa edilmiş. Spean Bridge çok ilgi çekici bir köy ve bu yüzden özellikle yaz aylarında burada çok yoğun bir trafik oluyormuş. Aslında Highlands’deki önemli şehirlere ve kasabalara giden yol ayrımı da tam burada bulunuyormuş.

Köyün kendisi de çok güzel düzenlenmiş. Turistik olması nedeniyle büyük bir park alanı, Turist Danışma Merkezi ve yemeğimizi yediğimiz Spean Bridge Hotel hepsi gelenleri ağırlamak için hazırlanmış. Spean Bridge aynı zamanda Fort William’a uzanan bir de demiryolu istasyonuna sahip. İstasyon binaları ise Eski İstasyon Restoranı’na çevrilmiş.

Köyün güneyindeki arazi ormanlık olmakla birlikte kuzey tarafında Ben Nevis ve Aonach Mor’un muhteşem manzarasını ve sol tarafta the Grey Corries Sıradağları’nı görmek mümkün.

Nehrin kuzey tarafındaki manzara muhteşem Kilmonivaig Kilisesi ve mezarlığı da doğaya eşlik ediyor.

Biraz daha kuzeyde ise tepede Scott Sutherland tarafından dizayn edilen ve 1952 yılında buraya yerleştirilen Commando Memorial adında bronz bir anıt bulunuyormuş. Bu anıt II. Dünya Savaşında bu bölgede eğitim yapan elit komando birliklerinin birçok üyesini anmak üzere yapılmış. Yine bir web fotoğrafı koymak zorundayım.

Komando Temel Eğitim Merkezi de Loch Arkaig’e doğru Achnacarry Kalesindeymiş şimdi yerinde muhteşem bir müze olan Clan Cameron Müzesi bulunuyormuş. Spean Bridge Hotelinde de komandolar ile bunların Lochaber’deki rollerine ilişkin eşya ve materyaller sergileniyor. Bunları gördüm ama ilgimi çekmediği için bir kare fotoğrafını bile çekmemişim.

Yaklaşık bir saat kadar verdiğimiz mola sonrası yola devam ettik. Böylece canavarı kendisinden daha ünlü olan ince uzun Loch Ness gölünün başında bulunan Fort Augustus’a ulaşmış olduk. Burası Lochness’in güney batısında yer alıyor.

Muhteşem manzaralar eşliğinde bisiklete binebilirsiniz ya da en popüler yol olan Great Glen Way boyunca yürüyüş yapabilirsiniz.

Ayrıca Caledonian kanalların havuzlarında suyun yükselmesini izleyip gölde tekne turu yapabilirsiniz.

Nakliye ve ulaşım için Atlas Okyanusu üç göl ve 1882’de yapılan 60 mil uzunluğundaki Caledonian Kanalı ile Inverness’ten Kuzey Denizi’ne bağlanmış. Deniz taşıtlarının LochLinn‘den Atlantik Okyanusu’na geçişi suyun kademeli yükseltilmesi ile sağlanmış. Kanal LochNess ve Kuzey Denizi arasında da geçit oluyormuş.

Nefis görüntüler eşliğinde sürdürdüğümüz yolculuğumuz artık meşhur Loch Ness’i bir tarafına alarak devam etmeye başlamıştı. Highlands bölgesinde yer alan bir vadi set gölü olan LochNess, Deniz seviyesinden 15.8 metre yukarıda olan Loch Ness, 56.4 kilometrekare alanı, 40 kilometre maksimum aralığı ve 230 metre maksimum derinliği ile İskoçya’nın ikinci en büyük gölü. Loch Ness beş nehirden beslenmektedir.

Ancak bu gölün bu kadar meşhur olmasını sağlayan kahverengi suları ve eşsiz manzarası değil bu gölde yaşadığı düşünülen Loch Ness Canavarı ya da kısaca Nessie adında gizemli bir yaratık olmuş. Canavar yapılan birçok aramaya rağmen bulunamamış ama canavarın varlığına inananlar onun gölün derinliklerindeki mağaralara saklandığını ve çamurlu sular yüzünden görülemediğini iddia etmişler. İlk kez altıncı yüzyılda görüldüğü rapor edilmiş olsa da, 1934 yılında Londralı bir jinekolog olan Dr. Robert Kenneth Wilson’ın çektiği fotoğraflarla dünyanın gündemine girmiş. Otoriteye karşı çıkanların canavara yem edilmek üzere asılması için gölün kenarındaki Urquhart Kalesi’nde göle doğru yerleştirilen “L”şeklindeki demir bir çubuk bu gizemli canavar hikayesine nasıl inanıldığını göstermekteymiş.

Popülerliği her geçen gün artan Loch Ness Canavarı “Nessie” hakkında sayısız kitap yazılmış, belgesel ve dramatik filmler çevrilmiş, şarkılarda yer verilmiş ve hatta bilgisayar oyunları tasarlanmış. İskoçya ve özellikle Loch Ness civarında yaşayanlar bu hikayenin ekmeğini yemeye devam ediyorlar. Çünkü Nessie artık tam bir ticaret metası haline gelmiş, oyuncaklar, anahtarlıklar, magnetler, t-shirtler, kitaplar, magnetler ne ararsanız her şeyin üzerinde sevimli görüntüsüyle Nessie resmi var. Bizde de Van Gölü canavarı hikayesi ortaya atılmıştı ama bırakın yabancı turist çekmeyi kendi insanımız bile merak edip oraya gitmedi!

Gölün kenarında sürdürdüğümüz seyahatimize bir yol ağzında mola verdik. Bu arada şoförümüz ve aynı zamanda rehberimiz gölde tekneye binmek isteyenlerin isimlerini toplamıştı. Gölde açık havada fotoğraf çekmek için 19 pound vermek istemediğim için tekne gezisine katılmadım. Otobüstekilerin yaklaşık yarısı geziye gitti. Rehber tekneye kadar onları götürdü ve kalanlara beklemesini söyledi. Bu arada otobüsümüz tam Urquhart Kalesi’nin üst kısmında durmuştu. Buradan güzel Loch Ness gölü manzarası eşliğinde kalenin bir çok fotoğrafını çektim.

Urquhart Kalesi, Loch Ness Gölü kenarında bulunan ve bir zamanlar İskoçya’nın en büyük Orta Çağğ kalelerinden biri, 13. yüzyılda yapılmış, 14. yüzyılda İskoç Bağımsızlık Savaşı’nda önemli rol oynamış.

Kale zaman içerisinde çok fazla zarar görmüş ve en iyi durumda kalan kısmı 5 katlı olan Grant Tower olmuş. İskoçya’nın en çok ziyaret edilen kalelerinden biri Urquhart Kalesi.

Rehberimiz geri döndükten sonra tekne gezintisine katılmayanları otobüse çağırdı ve göl etrafında bir süre gittikten sonra bir otelin önünde durduk.

Clansman Hotel tam göl kenarındaydı ama arada çok işlek bir yol vardı. Yolun diğer tarafına da göl kenarına inilmemesi için telli bir bariyer çekilmişti. Tekne gezisine katılmadığımız için yaklaşık 1 saat bizi oraya hapsetmişlerdi resmen. Neyse ki çok büyük bir hediyelik eşya mağazası bulunuyordu ve ayrıca yemek yemek isteyenler için bir de restoran vardı.

Mağazayı karış karış inceledim ve üzerinde Highlands of Scotland yazan resimli bir kupayı 5 pound ödeyerek aldım. Hotelin girişinde bir dondurmacıdan 2,40 pound ödeyerek dondurmamı aldım. Vakit gelince otobüse yerleşip teknelerin yanaştığı yere doğru gittik. Diğer yolcularımızın gelmesini beklerken çevreyi de görme fırsatımız oldu.

Gelen tekneyi ve gölü de fotoğraflayarak gezimizin Loch Ness aşamasını da tamamlamış olduk. Tekrar otobüse bindik ve bundan sonra artık Edinburgh’a kadar hiç ayağımız toprağa değmedi.

Bir süre sonra zaten Loch Ness’e çok yakın olan Inverness’e vardık. Burası kuzeyin merkezi olarak bilinen, Avrupa’nın en hızlı gelişen şehirleri arasında yer alan ve Highlands’in en büyük şehri. Şehir doğuda Ness Nehri’nin Kuzey Denizi’ne ulaştığı ağızda kurulduğundan bir sular şehri görünümünde.

Tarihte iki büyük savaşa sahne olan şehir Victorian tarzı yapıları ve viski imalatı ile meşhurmuş. Yürüyerek kolayca dolaşılabilecek şehirde Old High Church, St. Andrews Cathedral ve Inverness Kalesi gezilebilir. İlginç bir bilgi de Shakespeare’in ünlü eseri Macbeth’e konu olan İskoç kralı I. Macbeth’in kendisinden önce kral olan I. Duncan’ı Inverness Kalesi’nde öldürdüğü belirtiliyor.

Şehri şöyle bir gördük ve yola devam ettik ve 1056 metre uzunluğunda olan Kessock Köprüsü’nün yanından geçtik.

Inverness şehrinin yakınlarındaki Culloden Savaş Alanından geçerken rehberimiz savaşla ilgili bilgiler verdi. Inverness yakınlarında bulunan “Culloden Moor” kırsal alanında Fransız destekli olan ve Katolik kilisesinin yayılmasını isteyen Jakobit isyancı Highland İskoçları ile İngiliz Kraliyet ordusu ve onlara destek veren Lowland İskoç orduları arasında yapılan meydan savaşını 16 Nisan 1746 tarihinde İngiliz kraliyet ordusu kazanmış ve böylece isyan sona ermiş. Culloden Muharebesi Britanya adasında yapılan son askeri çatışma olmuş ve İskoç milliyetçileri tarafından hala hazin bir şekilde anılmaktaymış.

Doğa manzaraları eşliğinde The Cairngorm Dağları’na doğru yol aldık. Doğa Anne Cairngorms’a ayrıcalıklı davranmış. Neden mi, çünkü burada Birleşik Krallık’da bulunan en yüksek altı dağdan beşi ve 3000 feet’in üzerinde yüksekliğiyle 55 Munro bulunuyormuş. Milli Park’da çok antik doğal ağaçların bulunduğu büyük bir orman, şelaleler ve vahşi hayvanlar görülebiliyormuş.

Birleşik Krallıkta kayak için tercih edilen yer Cairngorms. Ayrıca dağ bisikletçileri, yürüyüşçüler, tırmanış yapanlar için özel rotalar belirlenmiş. Muhteşem manzarası konusunda zaten söylenecek söz yok.

Cairngorms dağlarından biri olan Ben Macdui Dağı ile ilgili gizemli bir hikaye de bulunuyor. Profesör Norman Collie’nin 1925’de yayınladığı kitabında Ben Macdhui’nin zirvesinden geri dönerken arkasında sisler içinde tuhaf bir ses duyduğunu, seslerden ürktüğü için koşmaya başladığını ama sesin onu yine de takip ettiğini anlatmış. Böylece bugüne kadar devam eden ve üstüne birçok hikaye ve makale yazılan Big Grey Man (Büyük Gri Adam) efsanesi doğmuş. Bu gizemli ses kimilerine göre o dağda yaşayan bir yerli kimilerine göre ise sisin yarattığı bir illüzyondan başka bir şey değilmiş.

Gün sonunda yolculuğumuz Edinburgh’a son buldu. Kuzey İskoçya bölgesini kelimelere sığdırıp anlatmak çok zor. Bölgeye en aşağı 2-3 gün ayırmak gerekiyor. Bizim bir günlük gezimiz biraz hızlandırılmış bir gezi oldu. Daha uzun zaman geçirmek, kırlarda gezinmek, kısa mesafe bir tırmanış yapmak, doğanın sesleri altında konaklamak isterdim.

Doğayı seviyorsanız Highlands denilen bölge tam size göre bir yer. Her an her yerde karşınıza çıkacak irili, ufaklı gölleriyle, yemyeşil uzanan ova ve vadileriyle, billur gibi sularıyla her yandan fışkıran şelaleleriyle, değişik türde bitki örtüleri bulunan ormanlarıyla, ince ince süzülen çakıl taşlı dereleriyle, sıra sıra uzanmış taşlı veya ağaçlı dağları ve tepeleriyle, orijinal İskoç inekleriyle, koyunları ve keçileriyle, her an göz göze gelebileceğiniz geyik ve diğer hayvanlarla burası adeta el değmemiş, cennet misali bir bölge. Giderseniz emin olun seversiniz.

Zagreb Gezi Rehberi: Hırvatistan’ın Keşfedilecek Başkenti

Zagrep

Hırvatistan’ın başkenti ve 1 milyondan fazla nüfusu ile en büyük şehri olan Zagreb, ülkenin kuzeydoğusunda yer alıyor. Denizden uzakta iç tarafta olduğundan sahildeki diğer şehirlere göre biraz sönük kalıyor. Medvednica Dağı’nın eteklerinde bulunan şehir dört mevsimi de yaşıyormuş ve yeşili dışında iklimiyle biraz Ankara’ya benziyor sanırım.

Bu bölgede yerleşim ilk defa 1. yüzyılda başlamış ve Zagreb ismi de 1094 yılında anılmaya başlanmış. 1242 yılında Cengiz Han tarafından şehir işgal edilse de kısa sürede toparlanarak gelişmesini sürdürmüş. Şehrin asıl kuruluşu 1851 yılında Kaptol ve Gratec şehirlerinin birleşmesiyle olmuş ama bunlar hiç barış içinde yaşayamamışlar. I. Dünya Savaşı’nda şehir oldukça hasar görmüş. Hasar gören binalar restore edilerek şehir planlı ve çok güzel bir şekilde tekrar inşa edilmiş. Şehirde Osmanlı İmparatorluğu, Nazi Almanyası ve Komünist Yugoslavya’nın etkilerini görmek mümkün.

Dünyada nereye giderseniz gidin mutlaka öğrenecek yeni bir şey bulup büyüleniyorsunuz. İşte Hırvatistan’ın başkenti Zagreb de böyle bir şehir oldu benim için. Kravat ve dolmakalemi ilk bulan ve kullananların Hırvatlar olduğunu biliyor muydunuz? Ben de bilmiyordum ve öğrenince özellikle kravat için çok şaşırdım. Kılık kıyafet işlerinde hep Fransızların öncü olduğunu düşünmüşümdür. İlk defa Hırvat askerleri 17. yüzyılda Otuz Yıl Savaşları sırasında kravatı Fransa’ya getirmiş ve onlar da böylece kravat kullanmaya başlamış. Mürekkep doldurulan veya tüyü değiştirilen ilk kalem yani bildiğimiz dolmakalem ise 20. yüzyılda Zagreb’de Slavodjub Penkala tarafından icat edilmiş.

Şehirle ilgili bu kısa bilgiden sonra isterseniz artık Zagreb şehrinin noel ışıklandırmalarıyla adeta bir masal şehrini andıran büyülü dünyasına adım atalım!

Ulaşım

Zagreb’in güzel bir şehir olduğunu duymuştum ve ilkbaharda gitmeyi düşünmüştüm ancak uçak biletinin bu mevsimde çok pahalı olduğunu görünce vazgeçmiştim. Aralık ayı için Zagreb gidiş Lubliyana’dan dönüş uçak biletini 420 Liraya bulunca hemen aldım. Aralık ayında iki şehirde de noel pazarlarını yaşadım bu tarihi seçerek.

Biraz rötarla Saat 21:00 civarında Zagreb’e ulaştık. Havaalanında ilk işim bir döviz bürosu bulmak oldu. Zaten çok küçük bir havalimanı ve bir tane büro var. Dışarı çıktığımda buz gibi bir hava ve karlı bir meydan beni bekliyordu. Merkeze gitmek için üzerinde Crotia Airlines yazan belediye otobüsüne bindim. Yolculuk için 30 Kuna ödedim. Bu otobüsler gün içinde yarım saatte bir kalkıyormuş. Vakti gelince hareket etti ve yaklaşık 1 saat karlı yollarda gittik. Otogarda tramvay ile Ban Jelacic Meydanı’na ulaştım.

Cumartesi akşamıydı ve deyim yerindeyse sokaklarda insan seli halinde adım atacak yer yoktu. Meydanı buldum ama bu sefer kalacağım hosteli bulamıyordum. Önce elimdeki adres tarifine göre bir caddeye girdim ve sonuna kadar yürüdüm. Bulamayınca meydana geri döndüm ve bir polise adresi sordum. Polis bile zil zurna sarhoştu ve adresi anlayamadı. Bir restoranın önünde bekleyen taksilere yaklaştım ve adresi gösterdim, beni arabaya bindirip kısa bir mesafede olan ve önünden defalarca geçtiğim sokağa götürdü. Maalesef adreste Tomiceva olarak gözüken sokak ismi tabelada tam yazılmamış ve Tomi yazılı olduğundan ben anlayamamışım. Taksi şoförü bu kadar kısa mesafe için benden bir de 50 Kuna almaz mı!

Hostel merkezi bir yerdeydi, kapıdan içeri girdiğimde vur patlasın çal oynasın eğlence devam ediyordu. O ne dans o ne içmektir öyle! Gürültüden resepsiyonistin ne dediğini anlamadım bile. Sadece 12 de barın kapandığını ve bir şey istersem yardımcı olacağını söylediğini anlayabildim. Odama çıktım ve kapıyı kartla açtım. İçeride uyuyanlar vardı. Hemen hazırlanıp uyumak niyetiyle yattım. Ancak uyumak ne mümkün müzik sesinden yer yerinden oynuyor, gençler bağıra çağıra odalarına girip çıkıyorlardı.

Gezelim Görelim

İlk günün sabahında önce çok yakın olan Ban Jelacic Meydanı’na gitmeye karar verdim. Meydana doğru yürürken akşama göre daha sakin olan, tüm ihtişam ve güzelliğini sabahın bu erken saatinde açıkça ortaya koyan Zagreb’in en önemli caddesi Ilica Caddesi’ni de ulaştım.

zagrep

Ilica Caddesi Zagreb’te ev fiyatlarının ve kiraların en yüksek olduğu bir caddeymiş. Gerçi caddeyi boydan boya yürüyünce ve meydandan uzaklaştıkça daha sıradan binalar, mağazalar ve cafelerin bulunduğunu gördüm. Kiraların ve ev fiyatlarının yüksek olduğu bölge sanırım meydana yakın olan yerler. Cadde 5.5 km uzunlukla Zagreb’in en uzun üçüncü caddesiymiş. Ilica Caddesi’nde mağazalar, cafeler, restorantlar ve işyerleri bulunuyor. Zagreb’e gelenlerin bu caddeyi es geçmeleri zaten mümkün değil. Noel ışıkları ve süsleriyle daha güzel ve büyülü hale gelmiş bu caddeye tam da bu mevsimde gelmenizi öneririm.

Trg Bana Josipa Jelacica Meydanı (Ban Josip Jelacic Square) sabah olmasına karşın oldukça kalabalıktı. Zagreb’in merkez meydanı olan Ban Jelacic Meydanı çok büyük bir alana yayılmış gözüküyor.

Bir tarafında büyük bir gösteri platform kurulmuş ve noel nedeniyle çeşitli etkinlikler yapılıyordu. Benim meydana ulaştığımda küçük çocuklar noel şarkıları söylüyorlardı. Hepsi o kadar sevimliydi ki bir süre durup onları izlemek istedim.

Bu platformun arkasında ve meydanın diğer tarafında noel pazarları kurulmuştu. Pazarda hem hediyelik ürün satışları yapılıyordu hem de ayaküstü yeme ve içme standları kurulmuştu.

zagrep

Meydanın tarihi 17.yüzyıla kadar gidiyor ve ilk adı Harmica olarak kaynaklarda yer almış. Meydan, eski kent merkezi Gradec ve Kaptol’un ve Dolac Pazarı’nın güneyinde yer alıyor. Meydanın etrafını süsleyen binalar da tarihi 17. ve 18. yüzyıla kadar uzanan ve oldukça hoş gözüken yapılar. Bu bölge günün her saati hareketli. Meydana yakın bir noktada Turist Information bürosu bulunuyor bilgi ve şehir haritanızı alabilirsiniz. Meydan halkın buluşma noktası.

Ban Jelacic Meydanı’nın ortasında Zagreb’in en önemli eserlerinden olan Ban Josip Jelacic Heykeli bulunuyor. 1866 yılında yapılan, at üzerinde heybetli bir şekilde yükselen Asker heykeli Josip Jelacic’e aitmiş. Ülke Hapsburg hanedanlığının yönetimi altındayken ülke yönetiminin başında olan Ban Josip Jelacic kağıt üzerinde bu hanedanlık için çalışıyor gözükerek aslında gizli gizli Hırvatistan’ın bağımsızlığını çalışıyormuş. Bu yüzden de ülkede ulusal kahraman olarak kabul ediliyormuş.

Heykel yıllarca anlaşmazlık konusu olmuş ve sürekli yer değiştirmiş. Orijinal olarak heykel kuzeye bakıyormuş. Böylece kılıcıyla Macaristan’ı işaret ettiği ve onun 1848 yılında Macaristan’ı ele geçirmesinin anısına heykelin sembolik olarak dikildiği iddia edilmekte. 1947’de komünist rejim bu heykelin Hırvatistan milliyetçiliğinin sembolü olduğunu iddia ederek yerinden kaldırmış. 1990 yılında Yugoslavya dağıldıktan sonra heykel meydana dönmüş ama bu sefer yönü güneye bakıyormuş.

Zagrep

Meydanda platformun karşısında Mandusevac Çeşmesi bulunuyor ve noel nedeniyle çok güzel süslenmiş. Eskiden bu çeşmede şehrin kuruluşuyla bağlantılı bir efsanesi olan doğal bir su kaynağı varmış. 19. yüzyılda meydana kaldırım döşenirken su kaynağı yer altına gömülmüş. 1986 yılında su kaynağının halen kurumamış olduğu keşfedilince çeşme inşa edilmiş.

Mandusevac Çeşmesi’ne bozuk para attığınızda dileklerinizin gerçekleşeceğine inanılıyormuş. Diğer inanışa göre de çeşmenin suyunu içerseniz hayatınızın kalanında Zagreb’i hiç unutmaz ve tekrar gelirmişsiniz.

Buna benzer çeşmeler pek çok yerde bulunuyor. En meşhuru ise bizim de gittiğimiz Roma’daki Aşk Çeşmesi tabii ki!

Çeşmenin yanındaki yeme içme standları çok güzel süslenmiş. Yapay karla kaplı ağaçlar ve kapıların önünde fotoğraf çektirmek için herkes yarış halindeydi.

Zagrep

Zagreb Katedrali (Zagrebačka Katedrala) Süslü kapıdan çıktıktan sonra biraz yokuş tırmandım ve işte orada Zagreb’in sembollerinden biri olan Zagreb Katedrali karşıma çıktı. Kaptol bölgesindeki bu Roma Katolik Katedrali Hırvatistan’ın en uzun yapısı ünvanının yanında, Avrupa’nın bu bölgesindeki tarihi en eski gotik kiliselerden de biriymiş.

Kilisenin tarihi oldukça çalkantılı olmuş. 1093 yılında Kral Ladislaus piskoposluğun yerini değiştirerek buraya taşımış ve mevcut kilisenin katedral olmasını istemiş. 1242 yılında kilise Moğol saldırıları sonucunda yıkılmış ve birkaç yıl sonra yeniden yapılmış. Bu yapı 15. yüzyıla kadar o haliyle kullanılmış ve Osmanlıların bölgeye saldırısı nedeniyle bu yüzyılda etrafına savunma kalesi inşa edilmiş. Bu kalenin bazı duvarları halen görülebiliyor.

Ancak esas tahribat 1880 yılındaki deprem nedeniyle olmuş. Hatta katedralin sağında kalan kale duvarındaki saat deprem sırasında durmuş ve bir daha da çalıştırılamamış. Katedralin restorasyonu Neo-Gotik tarzda yapılmış. Bu restorasyon sırasında yapıya daha önce mevcut olan kule yerine batı tarafına 108 metre yüksekliği olan 2 kule eklenmiş. Ancak restorasyonda kullanılan taşlar o kadar kalitesizmiş ki katedralin tekrar restore edilmesi için 30 yıl önce çalışmalara başlanmış. Kulelerden birisi halen restorasyon halkası içindeydi.

Katedral Hırvatistan’ın en önemli kültürel mirası kabul edildiğinden anıtsal yapı olarak koruma altına alınmış. Katedralin Fransa’daki St. Urban Kilisesi‘nden ilham alındığı belirtiliyor.

Katedralde görülmesi gereken en önemli eser 9. yüzyıldan kalma bilinen en eski Slav alfabesi olan Glagolythic alfabesi imiş. Orijini konusunda farklı yorumlar bulunmakla birlikte en yaygın kabul edileni, bu alfabeyi Hıristiyanlığı bölgede yaymak için Cyril ve Methodius kardeşlerin oluşturdukları olmuş. Bu alfabenin kullanımı 16. yüzyıldan itibaren azalmış ve 19. yüzyılda tamamen son bulmuş.

Altarın arkasında bir aziz kabul edilen kardinal Aloysius Stepinac’ın mezar taşı vardı. İnsanlar buraya gelip dua ederek kabulü için küçük notlar bırakıyorlarmış. Ben de Katedral ziyaretimde altara yakın bir yere oturdum ve mezarın etrafında ibadet edenleri izlemeye başladım. Bu sırada ilginç bir olayla karşılaştım. Yaşlı bir adam pantolonunun paçalarını dizini çıplak bırakacak şekilde katlamıştı ve dizlerinin üzerinde elindeki kitabı okuyarak sürünüyordu. Böyle ibadeti hiç görmemiştim ve adam mezar etrafında tam bir tur yapana kadar onu izledim. Bravo adama, yaşına rağmen pes etmeden sürünmeyi tamamladı. Mezarı öpenler ve ağlayanlar bu ibadetin yanında çok basit kaldı!

Katedralin dışına çıkıp meydandaki sütunu ve çeşmeyi incelemeye başladım. Meydandaki Kutsal Bakire Meryem ve Dört Melek Sütunu’nunda, altın renkli dört meleğin çevrelediği Meryem Ana heykeli bulunuyor. Bu 4 melek ise Hıristiyanlıktaki inanç, umut, saflık ve tevazuyu sembolize ediyormuş.

Dolac Pazarı, Sütun ve çeşmeyi de gördükten sonra geldiğim yola dönüp sağa doğru yürümeye başladım. Böylece Dolac Pazarını da bulmuş oldum. Pazar oldukça kalabalıktı ve sebze-meyve türü taze ürünlerin yanı sıra hediyelik eşyalar, el yapımı işlemeler vardı. Şehre yakın köy ve kasabalardan çiftçiler, yetiştirdikleri doğal ürünleri her gün bu pazar yerinde satışa sunuyorlarmış. Çevrede birçok kafe ve restoran da bulunuyor.

Tarihi pazar 1918 yılından sonra bölgenin ticari ve sosyal yönü geliştiğinden kurulmuş. Dolac Market, hafta içi 7-15 , cumartesi günleri 7-14, pazar günleri 7-13 saatleri arasında açıkmış. Merdivenlerin başında pazar yerini sembolize eden hoş bir heykel bulunuyordu.

Merkeze yakın yerde bulunan ve Zagreb’in en renkli sokaklarından biri olan Opatovina Sokağı da gezi güzergahımdaydı. Her iki tarafında cafelerin sıralandığı bu sevimli sokak özellikle akşamları çok kalabalık oluyormuş. Yemek fiyatları da kapı önüne koydukları menülere göre oldukça uygun sayılır. Bu sokağı kesen bir diğer sevimli sokak ise Skalinska Sokağı. Burada da yine kalabalık kafeleri görmek mümkün.

Zagrep

Zagreb’de kaldığım yerin merkeze çok yakın olmasının avantajını doyasıya yaşadım. Hostelin hemen yanıbaşında olan fünikülere binmek istedim. Vakit kaybetmemek için uzamış bir kuyruğu beklemeyi göze alamayınca yanındaki merdivenleri tırmanmaya başladım. Sonunda tepeye ulaşınca harika bir Zagreb manzarası beni bekliyordu.

Bir süre dolaştıktan sonra karşıma Kırık Kalpler Müzesi çıktı. Zamanımı etkin kullanmak açısından müzeye hemen girmek istedim.

Zagrep

Kırık Kalpler Müzesi (Museum of Broken Relationships) Olinka Vistica ve Drazen Grubisic adlı iki yerel sanatçının bir arkadaşlarının 4 yıllık bir ilişkisinden ayrılması sonrası yaşadığı aşk acısına ithafen bir sanat projesi olarak başlattığı Zagreb Kırık Kalpler Müzesi, 2010 yılından beri Cirilometodska ul Caddesi’ndeki binada faaliyet gösteriyormuş. Bu müze dünyanın her yerinden insanların önceki ilişkilerinden veya yarım kalmış aşklarından ellerinde kalan eşyaları bağışlamaları ile oluşturulmuş. Ayrıca aile sorunu yaşayan kişilerin de bağışta bulunması mümkünmüş. Bu koleksiyon, Almanya, Makedonya, Sırbistan, İngiltere ve ABD gibi bazı ülkelerde de sergilenmiş. Müzeye çok fazla ilgi olunca 2017 yılında bu müzeye benzer bir müze Los Angeles şehrinde kurulmuş. Müze özgün düşünce anlayışını ortaya koyması açısından Kenneth Hudson Ödülüne layık görülmüş.

Aslında çok büyük bir müze değil ve kısa sürede gezilebiliyor. Bağış eşyalarının yanında buna ilişkin hikayeler de bulunuyor ve bunları okumak zaman alıyor. Başlangıçta hepsini okumaya çalıştım ama sonra çoğu hikayenin ilgimi çekmediğini anlayınca okumaktan vazgeçtim. Öyle büyütülecek bir durum yok ve üzücü olan çok az sayıda hikaye var. Çoğu çocukça veya saçma denecek hikayeler. Yine de bu müzenin özgünlüğünü kabul edelim.

St. Mark’s Kilisesi, Müzeden sonra hemen ilerisinde gözüken St. Mark’s Kilisesi’ne yöneldim. Zagreb’in bir diğer simge yapısı, Trg Sv. Marka Caddesi’nde bulunan ve 13. yüzyılda yapılmış renkli St. Mark’s Kilisesi, Zagreb’in en eski yapılarından biri.

İlk olarak Romaneks tarzda inşa edilmiş ve bundan sadece güney duvarındaki bir pencere ile çan kulesi yeni yapıda kullanılabilmiş. Daha sonra 14. yüzyılda yapıya gotik öğeler de eklenmiş ve böylece güney kapısıyla en değerli halini kazanmış. Bu kapı üzerindeki figürler Ortaçağ’ın en meşhur heykeltraşlarından Parler tarafından yapılmış. Kuzey-batı duvarında ise Zagreb’ın bilinen en eski şehir amblemi seramik olarak yapılmış. Bunun yanı sıra Hırvatistan, Slovenya ve Dalmaçya bayrakları ile üçlü krallık sembolize edilmiş. Doğal afetler nedeniyle kilise hasar görmüş. Bu nedenle 14. yüzyılda yapılan kiliseden fazla bir şey kalmamış. Kilise genelde kapalı oluyormuş ve noel zamanında açılıyormuş. Geldiğim dönem açısından şanslıydım ve içeriyi gezebildim.

Kilisenin bulunduğu Gornji Grad (Yukarı Şehir/Medvescak) bölgesi Zagreb’in Orta Çağ eserlerinin daha yoğun bulunduğu bir bölge. 17 ve 18. yüzyıl mimarisinin en güzel eserlerini barındıran Yukarı Şehir’de, başta gezmiş olduğum Zagreb Katedrali, St. Mark Kilisesi ve Kırık Kalpler Müzesi olmak üzere tarihi binalar, müzeler, cafeler, restorantlar, hediyelik eşya dükkanları ve Hırvatistan Parlamentosu bulunuyor. Tepe olduğundan çok güzel panaromik manzarası var.

Zagrep

Gördüğünüz gibi yine dilek kilitleri karşıma çıktı. Burası şehrin en hareketli, en turistik, en görülesi bölgelerinden biri. Hükümet merkezi olan Gradec ile Katolik merkezi Kaptol yerleşimleri bu bölgede olduğundan hem dini hem de idari bir bölge.

Tepede Noel süsleri de ayrı güzeldi.

Kentin merkezi olan Gornji Grad’da bir anıtsal mezarlık varmış. Mirogoj Mezarlığı’nı Zagreb’de bulunduğum sürede aramama karşın bir türlü bulamadım. Aslında o kadar yakın bir yerde değilmiş. Katedralin yanındaki otobüs durağından 106 no’lu otobüse binmek gerekiyormuş. Ya da Trg Bana Meydanı’ndan Mihaljevac yönünde 14 no’lu tramvaya binip 4. durakta iniliyormuş. Neyse artık iş işten geçti.

Görmek isteyenler için kısaca bahsedeyim. Katolik, Ortodoks, Müslüman, Yahudi, Protestan gibi pek çok dine ait mezarların bulunduğu Mirogoj, gerek alan kullanımı açısından, gerek bir sanat galerisi gibi düzenlenen anıt mezarları ile Hırvatistan tarihinin anlatıldığı bir kitap gibi çok önemli bir yer olarak kabul ediliyormuş. Mezarlıkta önemli şahsiyetlerin mezarları da bulunmaktaymış.

Tkalciceva Caddesi, ikinci gün farklı sokaklara girip çıkarken Zagreb’in İstiklal Caddesi’ne benzer sokağı Tkalciceva Caddesi’ni buldum. Çok güzel kafeler ve restoranlar vardı.

Caddeyi boydan boya yürüyerek gezdiğim sırada ilginç bir olaya şahit oldum. Adamın birisi elinde temizleme bezi ve spreyleri ile posta kutularını silip parlatıyordu. Sanırım noel zamanı olduğu için insanlar yakınlarına ve sevdiklerine kart ve hediye gönderiyorlar diye bu kutuları temiz tutmaya özen gösteriyorlar.

Aksi gibi bu caddeyi gezerken aç değildim ve bu yüzden herhangi bir yere oturmadım. Fiyatları herkesin bütçesine uygun olan yerler vardı. Hatta adı Lokma olan bir Türk kafe de gördüm.

İşkence Müzesi, Meydana gideceğim sırada gözüm bir müze tabelasına ilişti. Müzenin adı Museum of Torture yani İşkence Müzesiydi. Aslında yaptığım programda bu müze yoktu; ama birden burayı gezmek istedim. Girişi bile ürkütücüydü.

Karanlık bir ortama girerek 50 kuna olan giriş ücretini ödedim. Çok çok ilginç bir müzeydi ve insanın içini ürpertiyordu. İşkence aletlerinin kullanımını gösteren videonun sesi de rahatsız edici, korkunç ve ürkütücü bir şekilde ortamda yankılanıyordu. İşkence Müzesi antik zamanlardan günümüze kadar işkencede kullanılan benzersiz, çeşitli aletlerin sergilendiği bir müze.

1792’de kullanılan Berger mekanizmasına sahip bir giyotinin tam ölçekli bir replikası görülebiliyor. Demir Kız aleti ise Orta Çağ’da bilinen en zalim işkence aletiymiş.

Şiddet ve işkence ile ilgili çeşitli zamanlarda söylenmiş özlü sözler de girişte yer alıyordu ve bunlardan en beğendiğimi aktarayım istiyorum.

You can chain me,
you can torture me,
you can even destroy
this body, but you will
never imprison my mind
Mahatma Gandhi

Müzeyi gezerken içim karardı ve insanların ne kadar zalim, vicdansız ve gaddar olabileceklerini örnekleriyle görmüş oldum. Demek ki filmlerde falan bu aletlerin kullanımını izlerken bu kadar gerçekçi bir gözle bakmamışım. Kendimi dışarı zor attım.

Aşağı Şehir (Donji Grad) Bölgesi, Müzeden çıkışta Donji Grad bölgesine doğru yürüdüm.

Zagrebliler Donji Grad bölgesine kısaca merkez diyorlarmış. 19. yüzyılda gelişmeye başlayan Aşağı Şehir, daha çok hükümet binalarının, ticaret ve iş merkezlerinin bulunduğu bir bölge. Sanat galerileri, parklar, müzeler, tiyatrolar, opera binaları ve alışveriş caddeleri ile şehrin sanat ve kültür merkezi de olduğundan canlılığını her daim koruyan bir bölge Bu bölgeyi bir gün sonra gezeceğim Arkeoloji Müzesi’nin yerini bulmak amacıyla karış karış gezdim diyebilirim.

Lenuci At Nalı veya Zagreb’in Yeşil At Nalı olarak isimlendirilen bir sistem dahilinde bu bölgede tam olarak 8 meydan bulunuyormuş. Yeşil kelimesi tam anlamıyla karşılığını bulmuş çünkü bu meydanların tamamı aynı zamanda parkmış. Lenuci ise ilk Hırvat şehir plancısı Milan Lenuci’nin adıymış ve bu meydanların yanı sıra Ban Jelacic, Dolac, Kaptol Meydanlarını ve Maksimir Parkın bir kısmını da bu kişi planlamış.

Yürürken ilk olarak Sanat Pavilyonu‘nu gördüm. Bu bina o kadar estetik gözüküyordu ki ilk bakışta Tiyatro Binası olabileceğini düşünmüştüm. Sanat Pavilyonu Hırvatistan’ın ilk ve en önemli sergi merkeziymiş ve her yıl yerel ve uluslararası pek çok sanatçının eserleri sergileniyormuş. Binanın diğer tarafında ise çok büyük bir meydan olan Kral Tomislav Meydanı bulunuyordu. Buraya güzel bir paten alanı kurulmuş. 

Zagrep

Hayranlıkla paten kayanları izleyerek yürümeye devam ettim ve büyük bir heykelin önüne ulaştım. Büyük atlı heykel, ilk Hırvat kralı olan Tomislav’a ait olup 1938 yılında yapılmış ve ancak 2. Dünya Savaşı’ndan sonra 1947 yılında bu meydana yerleştirilmiş.

Tomislav, Macaristan saldırılarından ülkeyi koruyan ve bütün Hırvat topraklarını bir devlet altında birleştiren bir lider olduğundan Hırvatlar için büyük öneme sahipmiş. Ancak tahta geçtikten 3 yıl sonra bilinmeyen gizemli bir şekilde ölmüş.

Heykelin önündeki caddenin karşısında uzun ve büyük bir yapı Zagreb’in Merkez Tren İstasyonu Glavni Kolodvar. Zagreb’in başkent olduğu 1862 yılında buraya ilk tren gelmiş ve o zamandan beri Avrupa’nın Viyana ve Budapeşte gibi ticaret ve kültür merkezleriyle tren bağlantısı sağlanmış. Bu nedenle 1892 yılında bu istasyon inşa edilmiş. Karşıya geçip içine de şöyle bir baktım ancak dış görünümünün aksine sıradan bir istasyonla karşılaştım.

Zagrep

Yön tabelasında Botanik Bahçesini gördüğümden o tarafa doğru yürüdüm. Uzun süre yürüdükten sonra burayı bulduğumda hayal kırıklığı yaşadım. Çünkü ana kapı kilitliydi ve Nisan ayında açılacağı yazılıydı.

Şehrin güneyinde, Mihanovic Caddesi’nde bulunan Botanik Bahçesi‘nin planı (Botanicki Vrt), 1889 yılında yapılmış. Bugün park artık Bilim Fakültesine ait olup tarihi, kültürel ve turistik değerine ilaveten artık araştırmaya da hizmet etmekteymiş.

Zagrep

On bin tür bitkiye ev sahipliği yapan, içerisinde göletler, köprüler, yapay mağaralar ve tepeler bulunan Botanik Bahçesi 1971 yılından bu yana doğa ve mimari anıt olarak kabul ediliyormuş. Demir parmaklıklar arasından ancak böyle birkaç foto alabildim.

Nisan’a kadar kapalı tabelasını görünce bir diğer görülmesi önerilen Maksimir Parkın da aynı şekilde kapalı olabileceğini düşünerek programımdan çıkardım. Lubliyana’da tanıştığım ve Zagreb’de Erasmus programıyla bulunan Şeyma bu parkın kapalı olmadığını ve gezebileceğimi söylediğinde çok üzüldüm.

Botanik Bahçesi’nin kapısından ana meydana doğru dönerken bilmediğim cadde ve sokaklara girmeye başladım. Bu arada bir de ne göreyim bizim Büyükelçilik binamız. Sanki yıllarca gurbetteymişim gibi bayrağımızı görünce heyecanlandım.

Sonra küçük bir meydanın köşesinde Nicola Tesla Heykeli‘yle karşılaştım. Sırp kökenli olan Amerikalı elektro fizikçi ve mühendis Tesla, dünya bilim tarihini kökten değiştiren deneylere ve icatlara imza atmış bir bilim adamı. Elektriğin kablosuz olarak taşınabileceğini deneysel olarak Londra fuarını aydınlatarak ispatlamış bir dahidir. Hırvatlar da bu bilim adamına çok önem vermişler ve hatta adına bir müze de oluşturmuşlar.

Ana meydana doğru yürürken Cvjetni Meydanı’na ulaştım. Çiçekçilerle ve hoş cafelerle çevrili bu küçük meydan Zagreblilerin buluşmak ve bir kahve içmek için tercih ettikleri bir yermiş. Meydanın bir geleneği varmış. Halk özellikle cumartesi günleri en güzel kıyafetlerini giyerek, meydandaki cafelere oturup kahve içerlermiş. Zaten dışarıda kahve içme kültürü Zagreb’de çok yaygınmış ve en ciddi iş konuşmaları bile böyle kahve içilerek yapılıyormuş.

Zagrep

Bu meydanda 1866 yılında inşa edilen Ortodoks Kilisesi bulunuyor.

Gric Tüneli, Tünel tabelasını takip ederek eski şehrin altında yer alan 350 metre uzunluğundaki Gric Tüneli’ne girdim. Burası 1943 yılında bombalardan kaçmak için bir sığınak vazifesi görmüş. Geçen yüzyılın sonlarında da Hırvatistan bağımsızlık savaşında bir kez daha şehir sakinlerine güvenli bir çatı olmuş. Bugün ise artık sakin ve serinletici bir geçit olarak işlev görmekte ve turistik olarak ziyaret edilmekte.

Biraz yürüyünce çok renkli bir koridorla karşılaştım. Sanırım noel nedeniyle değişik bir sergi vardı. Büyük boyutlarda kitaplar ve evler renkli ışıklarla ışıl ışıldı.

Zagrep

Buradan farklı bir yoldan tepeye çıkmış oldum. Akşam gün batımında Zagreb farklı güzel.

Yürürken çok hoş bir sokakta yer alan tarihi taş kapıyla karşılaştım. Bu kapı 13. yüzyılda yapılmış. Kapıdan geçerken ışıkların gözüktüğü yerde bir de şapel bulunuyor. 

Artık yorulduğumdan dinlenmek istiyordum. Bu nedenle bir gün önce girmek istediğim ancak kalabalık olduğundan kapısından döndüğüm Ilica Caddesindeki Vincek Pastanesine gittim.

Zagrep

Pastane çıkışında aşağı tarafa doğru yürürken karşıma bütün haşmetiyle Hırvatistan Ulusal Tiyatrosu çıktı.

Hırvatistan Ulusal Tiyatrosu, (Hrvatsko Narodno Kazaliste) seçkin opera, bale ve tiyatro performansları sunmasının yanı sıra mimari yapısıyla da dikkatleri üzerine çekiyor. Neo-barok ve rokoko tarzında yapılan tiyatro binası, 1895 yılında son tuğlaya gümüş bir çekiçle vuran Avusturya Macaristan İmparatoru Franz Joseph tarafından açılmış.

Tiyatronun önünde Hayat Çeşmesi Heykeli bulunuyor. 

Tiyatronun önünde büyük bir balonun içinde müzisyenler performans sergiliyordu. Ben de uzun süre oturup gerçekten çok yetenekli olan bu gençleri izledim.

Zagreb Üniversitesi Tiyatronun tam karşısında bulunan Zagreb Üniversitesi binası 1669 yılında inşa edilmiş ve güney-doğu Avrupa’nın en eski ve en büyük üniversitesiymiş.

Zagrep Mimara Müzesi, Üniversitenin ilerisinde antik zamanlardan 20. yüzyıla kadar 3700 farklı eserin sergilendiği bir Güzel Sanatlar Müzesi, Mimara Müzesi bulunuyor. 

Sırada Arkeoloji Müzesi vardı.

Zagreb Arkeoloji Müzesi (Arheoloski Muzej), Zagreb’in en eski müzesiymiş. 1880 yılında müze için bütün Hırvatistan’da sistematik kazı çalışmaları yapılmış. Koleksiyon aynı zamanda hediye ve bağışlarla yenilenmiş. Bugün Yunan, Mısır ve Roma dönemlerine ait yaklaşık 450 bin parçalık bir koleksiyonu bulunmaktaymış. Müzede; tarih öncesi dönemler, Hırvatistan, Mısır, Yunanistan, Romalılar, Bizans İmparatorluğu ve daha birçok farklı kültüre ait eserler yer alıyor.

Müzenin zengin bir Mısır koleksiyonu bulunuyor. İlk olarak mumyalama sırasında ölü bedenden çıkarılan organların konulduğu kanopik vazoları gördüm. Bunlar adeta sanat eseri gibi yapılmış ve öleni temsil edecek öğeler eklenmişti. Geçenlerde bir yarışmada hangi organın mumyadan çıkarılmadığı sorusu sorulmuş ve kalbin çıkarılmadığını öğrenmiştim. O zaman bu bilgi bana çok ilginç gelmişti ve araştırdığımda Mısırlılar için beynin hiç önem taşımadığını, hayatın kalp ile başlayıp kalp ile bittiğine inandıklarını gördüm.

Her lahitin üzerine ölen kişinin tasviri yontuluyormuş. Ölüyü öteki dünyaya olan seyahatleri sırasında her türlü saldırı ve kötülükten koruduklarına inandıklarından küçük heykellerle çeşitli ziynet eşyalarını ve bunlarla birlikte iç organların konulduğu kanopik vazoları lahitin içine mumyanın yanına koyarlarmış. Ayrıca ölenin Tanrı Osiris’in sorularına cevap verebilmesi için bir de ölüler kitabı konulurmuş.

Bana Müzede en ilginç gelen yer Zagreb Mumyasının da bulunduğu bu Etrüks odası oldu. Etrükslerin kullandıkları eşyaların yanısıra kumaşın sarılı olduğu artık taşlaşmış olan kadın ceseti de burada sergileniyordu.

Mısır bölümünü gezip alt kata indim. Bu katta Hırvatistan bölgesinde yapılan kazılarda çıkarılan buluntular sergileniyordu. 6. yüzyılda bölgede yaygın olarak kullanılan siyah figür tekniğiyle yapılan eşyalar burada sergilenmekte.

Müzenin bir diğer bölümünde de üzerinde yazı olan mezar taşları ve Yunan heykelleri bulunuyor.

Arkeoloji Müzesi, Zrinjevac Meydanı’nda bulunuyor. Meydan ağaçlarıyla, özellikle yaz aylarında burada yapılan festivalleriyle ve çeşmeleriyle meşhurmuş. Meydanda üç çeşme varmış ve en ilginç olanı “Mantar” olarak adlandırılıyormuş. Bu çeşme 1893 yılında yapılmış ancak suyunun taşarak yürüyüş yollarına akması nedeniyle espri konusu edilmiş. 1975 yılında restore edilerek düzgün hale getirilmiş. Bu çeşmeleri noel pazarı standları nedeniyle aralardan görebilmem mümkün olmadı.

Meydanda bir de 1884 yılında ordu doktoru olan Adolf Holzer tarafından bağışlanan Meteoroloji Sütunu varmış ve ben maalesef bunu da gözden kaçırmışım. Bu sütun halen çalışıyor ve insanlara sıcaklık, hava basıncı, nem ve zaman konusunda bilgi veriyormuş. Ancak Dünya Meteoroloji Örgütü’nün standartları kullanılmadığından doğruluğu tartışmalıymış.

Buradan hemen Lotrscak Kulesi’ne doğru yürüdüm. 20 Kuna olan giriş ücretini ödeyerek merdivenleri tırmanmaya başladım.

Lotrscak Kulesi, (Kula Lotrscak) Latince ismi “Hırsızlar Çanı” anlamına gelen kule,13. yüzyılda inşa edilmiş. Rivayete göre Osmanlıların  kuşatması sırasında Lotrscak Kulesinden top atışı yapılmış ve bir gülle güya Sava Nehri’ni de aşıp Osmanlı ordusu karargahına gelmiş. Hatta paşaya öğle yemeği için götürülen tavuk tabağına düşmüş. Bunu gören Osmanlı paşası bu kadar uzaktan gülle fırlatabilen Zagreblilerden korkarak şehri istila etmekten vazgeçmiş. O günden bu yana o günün anısına her gün öğle saatlerinde kulenin tepesinden top atışları yapılıyormuş. Lotrscak Kulesi savunma amaçlı yapılmış ama günümüzde sanat galerisi olarak kullanılıyor ve şehrin tepesinde olduğu için Zagreb’i panoramik olarak görmek için mükemmel bir mekan..

Kule Pazartesi hariç her gün 11.00-19:00 saatlerinde açıkmış.

Diğer Gezilecek Yerler

Zagreb’i üç dolu gün adım adım gezmeye çalışsam da gezemediğim veya vakit darlığı nedeniyle gezmek istemediğim yerlerden de bahsetmek isterim.

Bunlardan ilki Ilica Caddesi üzerindeki Neboder (Gökdelen)  16.katında Zagreb Eye, şehri 360 derecelik seyir imkanı tanıyan yüksek bir bina katı.

Mazuranic Meydanı’nda bulunan Etnografya Müzesi ve ADU (Tiyatro Akademisi), Marulic Meydanı’ndaki Hırvatistan Devlet Arşivleri Binası, Strossmayer Meydanı’ndaki Güzel Sanatlar ve Bilim Akademisi ve Modern Galeri görülebilir.

Gitmeyi çok istediğim halde hem uzak hem de havanın yağmurlu olmasından dolayı programımdan çıkardığım en önemli yer Plitvice Gölü Ulusal Parkı oldu.

Zagreb’in yakınında günübirlik gidilebilecek bir diğer tarihi yer ise Trakoscan Kalesi. Burası yaklaşık 12. Yüzyıl dolaylarında inşa edilmiş ve birçok ünlü ailenin konutu olmuş.

Zagreb’de Yeme İçme

Yeme içme konusunda çok fazla öneride bulunamayacağım. Zagreb’de bulunduğum sürede yemek olarak pizza ve deniz ürünleri dışında özel bir yemeklerini denemedim. Her bütçeye göre yemek mümkün. Bize yakın yemekleri olduğu için damak tadı anlamında sorun yaşanmaz diye düşünüyorum. Birkaç önemli noktadan da bahsedersek restoranlarda masaya getirilen ekmeğe ayrı ücret alınıyor ve bahşiş isteğe bağlı olarak verilebiliyor.

Pastane ürünleri görüntü olarak bile bir harika! Ürünlerini tattığım iki pastaneyi kısaca tanıtmak isterim:

Vincek Pastanesi, Zagreb’in en iyi pastalarının, kurabiyelerinin ve dondurmalarının satıldığı Ilica Caddesi’ndeki yerde çeşitli şekillerde renk renk pastalara bakmak bile insanın iştahını açıyordu. Zagreb’in Zagrebacka kremsnita isimli geleneksel pastasını denedim. Bir pasta dilimine 20 kuna ücret ödedim. Bu pastanede kredi kartı geçmiyor ve masaya servis yapılmıyor. İç dekorasyonu çok sade ve çok büyütülecek bir şey yok. Yediğim pasta da lezzetleydi.

Amelie Cake Shop‘un Zagreb’de 3 şubesi varmış, benim gittiğim Zagreb Katedrali’ne yakın olanıydı. İç mekanı çok geniş olmamakla birlikte dekorasyonu güzeldi. Cheesecake ve kahve siparişi verdim. Gerçekten methettikleri kadar varmış ve bu zamana kadar yediğim en lezzetli cheesecake olduğunu söyleyebilirim. Eğer yolunuz Zagreb’e düşerse mutlaka Amelie’ye gidin derim. Fiyat olarak Vincek’ten bir tık daha pahalı olsa da buna değer.

Licitar isimli zencefilli bir kekleri de meşhurmuş ve aşk ile şefkatin sembolüymüş.

Son Söz

Zagreb, aslında çok yakınımızda keşfedilmeyi bekleyen bir mücevher gibi duruyor. Ne yazık ki bazı gözde turizm merkezlerine verilen değer buraya verilmemiş. Henüz çok turistik olup bozulmadığı ve kalabalığa boğulmadığı daha iyi olmuş bile denebilir. Şehri baharda ve yazın gezmek isteyebilirsiniz, yine de noelde süslenmiş, pazarları kurulmuş ve insanların her gece sokaklarda eğlendiği bir şehri de seveceğinizi düşünüyorum.

Bir Kent Lizbon, İki Film: Gezgin Filmleri

Kentlere Sinemadan bakmak bize ne anlatır; ya da filmleri izlemeden nerede çekilmiş diye merak eder miyiz? Size Lizbon’da çekilmiş, baş rolünde Lizbon’un olduğu farklı iki filmi tanıtmak istiyorum…

Bir filmle kente bakacağız, diğer filmle kenti göreceğiz. Bakmak ve görmek diye neden ayırdığımı filmlerden söz edince anlayacaksınız.

Filmlerimizden  İsviçreli yönetmen Alain Tanner ‘in 1983 yılında çektiği Dans La Ville Blanche -Beyaz Kentte, Bruno Ganz Teresa Madruga, Julia Vonderlinin  oynamış. 6-19 Nisan 1987 tarihlerinde 6. Uluslararası İstanbul Sinema Günleri’nde gösterilmiş ilk kez, daha sonra da Ankara’da İspanyol Filmleri seçkisinde Alain Tanner özel bölümünde gösterilmiş.

Beyaz Kentte filminin ilk sahnesinden itibaren sisli puslu bir Lizbon görüyoruz ve kente sığınan ya da kentte kaybolmak isteyen bir denizcinin peşine takılıp Lizbon’un arka sokaklarında, karanlık barlarında, köhne otellerinde geziyoruz. Bir yandan da muhteşem bir mehtap eşliğinde limanda dolaşıyoruz, deniz kenarına gidiyoruz, tramvayla yolculuk yapıyoruz, merdivenli sokaklarında yürüyoruz. Oyuncumuz kente sadece bakıyor, çünkü denizlerde dolaşmaktan yorgun, sadece sığınıyor oraya nerede olduğunun onun için bir önemi yok, bunu film boyunca hissediyoruz. Almanya’da yaşayan sevgilisine aşık olduğunu anlatan mektuplar yazıyor. Böylece duygularından ve kentte neler hissettiğinden haberdar oluyoruz. Oyuncumuz sadece bakıyor kente ama filmin sonunda ben Lizbon’a mutlaka mehtap varken gitmeli diye düşündüm ve okyanusa saatlerce bakabilirim gibi geldi. Merdivenli dar sokaklarında dolaşırken zaman zaman İstanbul’u anımsadım. Filmi izlemek isterseniz.

 

Diğer filmimiz Polonyalı yönetmen Andrzej Jakimovski’nin 2012 tarihli Imagine-Hayallerin Ötesinde filmi. Film, 6-17 Nisan 2018 tarihlerinde 37. İstanbul Film Festivali’nde Dünya Festivallerinden bölümünde gösterilmiş. Filmin başrol oyuncuları  Alexandra Maria Lara, Edward Hogg ve Melcior Derouet harika oynamışlar.

Filmde farklı eğitim sistemini benimsemiş görme özürlü bir öğretmenin Lizbon’da bir körler okulundaki sınıfına ve eğitim sistemine eşlik ediyoruz. Onunla birlikte Lizbon’un sıcak, aydınlık sokaklarına çıkıyoruz ve Lizbon’u bambaşka bir yönüyle görüyoruz, bakmıyoruz. Ara sokaklarda küçük kafeler olduğunu gün boyu insanların o kafelerde oyunlar oynadığını, sohbet ettiğini keşfediyoruz. Yine tramvayla dolaşıyoruz sokaklarda, yine merdivenli sokaklarda yürüyoruz. Bu keşiflerimizde görme özürlü insanların rehberliğinde dolaştığımızı bazen unutuyor, hissetmiyoruz.

Öte taraftan, aslında Lizbon’luların bir kısmının kör olduğunu anlıyoruz. Yaşadıkları şehre o kadar yabancılaşmışlar ki limana arkalarını dönüp bir liman kentinde yaşadıkları unutmuş görünüyorlar. Limana gitmek isteyen görme özürlü oyuncularımıza bir yol tarifi veriyorlar, birkaç tramvay değiştirmeleri gerekiyor sanki. Sonra görüyoruz, bulundukları yerden yürüyerek kolayca limana gidebiliyorlar.

Filmi izlemek isterseniz.

 

Portekiz ve Lizbon’a gitme arzusu uyandıran iki güzel filmi izledikten sonra,  işte böyle muhakkak Lizbon’a gidiyoruz; tramvayla sokaklarını geziyoruz, merdivenli daracık sokaklarında yürüyoruz, yürüyerek limana ulaşıyoruz, akşam da mehtaba bakıp nefis bir Portekiz şarabı içiyoruz. Tabii ki tüm bunları yaparken bakıp, görmeyi asla ihmal etmiyoruz. İyi seyirler.

New York: Manhattan’dan Orta Çağ Dünyasına Bir Gezi

new york

Dünyanın ‘Big Apple’ı; New York… Onun kalbi de Manhattan. Dünyada neredeyse kimsenin kayıtsız kalamayacağı, ismine en azından filmlerden aşina olduğumuz gökdelenler ormanı. Göğe uzanan devasa yapılarıyla, ne kadar önemsiz olduğumuzu yüzümüze vuran şehir; milyarlarcası geldi, bir o kadar da gelip geçecek dercesine umursamaz. Ama bir yandan da bu dünyadaki en önemli varlık sensin deyip sırtımızı sıvazlayan, makinenin bir dişlisi olduğumuzu unutturan yer.

Aslında yeni sayılacak bir şehir. Avrupalıların buraya ilk adım atmaları 1554 yılına tarihleniyor. O dönemde  Fransız donanmasında bulunan İtalyan kaşif Giovanni Verrazzona buraya Fransa’da bir şehre atfen Nouvelle Angouleme adını vermiş. Ama çok geçmeden Hollandalıların hakim olduğu yere, Nieuw Amsterdam adını takmışlar. Sıra İngilizlere gelmiş; 1664 yılında burayı fetheden İngilizler şehre York ya da New York demeye başlamışlar. Böylece modern zamanların efsanesi olacak bir metropolün ilk yapı taşları atılmış olmuş.  Bu arada New York’un en can alıcı yeri olan Manhattan, Peter Minuit tarafından 1626 yılında Lenape yerlilerinden bugünün parasıyla yaklaşık 1000 dolara tekabül eden Avrupa’dan getirdiği  öte beri karşılığı satın alınmış. Bugün Manhattan’da nohut oda bakla sofa kıvamında daireler 2-3 milyon dolardan satılıyor. Nereden nereye…

Manhattan

Yazıya başlamadan Orta Çağ’ı belirlemekte fayda var. Genel olarak Orta Çağ MS 375 civarındaki kavimler göçü ile başlatılıyor, ya da MS 476 yılında Batı Roma’nın çöküşü ile… Orta Çağ’ın bitişi ise bizim için Fatih Sultan Mehmet’in 1453 yılında İstanbul’u almasıyla gerçekleşti. Bu tarihi Avrupa’nın deniz aşırı yerleri keşfetmelerine bağlayanlar da var, 1517 yılında Protestan Reformizminin başlamasına kadar uzatanlar da… Bu durumda yazımızda Orta Çağ olarak MS 5-15 yüzyıllarını esas almamız uygun olur sanırım.

Manhattan’da dolaşırken sizi Orta Çağ dünyasına götüreceğim bu yazıda. O dönemi oturan boğalar,  yan duran çitalar kıvamında kızılderililerle geçiren Manhattan’ın Orta Çağ konusunda vereceği pek bir şey olamaz gibi geliyor insana. Ama var. Kendi kısa geçmişini başka milletlerin kültürünü, zenginliğini aktararak kapatmaya çalışan ABD, bu konuyu da çözmüş. Ha, şu an A.B.D bir kültür ihracatçısı, o başka ama geçmişi olmadığı için, başka kültürlerin geçmişte yaşadıklarını içselleştirmeyi başarmış.

Manhattan

Mesela New York’un en eski yapılarından biri olan  Trinity Kilisesi, 1790 yılı yapımı… Dev, cam binalarla çevrili bu tarihi bina, tezatlıktan doğan bir güzellik yakalıyor; bu Manhattan’ın ruhu. Ama bunun ötesinde Manhattan’da Orta Çağ’a ait bir iz bulmak mümkün değil.

Manhattan

Onun için Manhattan’da Orta Çağ dünyasına gezimizi, buradaki üç müze üzerinden yapacağız. Bu gezi sonunda, bir parça Kuzey Amerika Kızılderililerine sardırmış durumdaydım. Ama ne yapayım, gördüklerim bunlardı, şimdi de siz okuyacaksınız. Ne diyeyim, ben müzelerin yalancısıyım.

Orta Çağ’a yolculuğumuzda bize yol gösterecek müzeler The Cloister, Metropolitan Museum ve National Museum of the American Indians. Bu gezi ile yukarıdan aşağıya Manhattan’ı kat edeceğiz… Önce Cloister.

The Cloister    

Manhattan

Cloister, Manhattan’ın kuzeyinde Hudson Nehri, Bronx kıyıları ve New Jersey ormanları ile çerçevelenmiş harika bir manzara ortamında sizi Avrupa’nın Orta Çağ’ına götürüyor. Burası meşhur Metropolitan Müzesi’nin bir bölümü aslında. Cloister binası, görüntüsüyle bile bizi Orta Çağ’a davet eder gibi heybetli ama aslında binanın Orta Çağ’la falan ilgisi yok.

Manhattan

Aslında çoğunlukla George Grey Barnard’ın koleksiyonuna dayanan objeler ilk önce, 1914 yılında Fort Washington Bulvarı’nda bir binada sergilenmekteymiş. John D. Rockefeller Jr desteğiyle 1925 yılında bu sergi Müze tarafından alınmış. Daha sonra bu sergi için daha geniş bir alan ihtiyacı doğunca buranın biraz daha kuzeyindeki alan Rockefeller tarafından alınıp Müzeye bağışlanmış. Bu alanın bir kısmında, Cloister’a giriş niteliğinde harika bir park oluşturulmuş; Fort Tyron Park geniş yeşillikleriyle, türlü çeşitli çiçekleriyle, kocaman gölgeli ağaçlarıyla ve harika manzarasıyla, her ne kadar Central Park’ın gölgesinde kalsa da, New Yorklulara metropol içinde bir doğa ortamı sunuyor. Ama bu park yetmemiş, Cloister’ın tam karşısındaki New Jersey ormanlık alanını da Rockefeller satın alıp, Cloister’ın gördüğü manzara hiç bozulmasın diye Müzeye bağışlamış. Rockefeller, kendi koleksiyonundan, özellikle tek boynuzlu goblen işlemeleri de Müzeye bağışlamış.

Manhattan

Cloister 1938 yılında halka açılmış. Cloister’a hakim olan Orta Çağ havası Avrupa’daki bazı Orta Çağ romanesk ve gotik manastırlarından esinlenerek sağlanmış; kronolojik olarak özellikle 9. yüzyıla ait  Saint Michel de Cuxa, 12. yüzyıla ait Saint Guilhem le Desert, Trie sur Baise, 13. yüzyıl sonuna ait Bonnefont en Comminges gibi Fransa’daki manastırları yapının esin kaynağı olmuşlar. Bir diğer dikkat çeken nokta da, Cloister bahçelerinin tamamen Orta Çağ’a ait bitkilerle ve o döneme ait bahçe nizamıyla düzenlenmiş olması. Orta Çağ manastır bahçeleri konusunda çok fazla bilgi bulunmasa da, bu konuda Saint Gall Manastırı önemli bir kaynak oluşturmuş.

Manhattan

Cloister’ın adresi; 99 Margaret Corbin Drive, Fort Tryon Park, New York, NY10040… Buraya otobüsle gelecekseniz Penn Station’dan kalkan M4 ile gelebilirsiniz, Cloister son durak.  Metroyla gelecekseniz ‘Uptown’ yönünde  A metrosuna bineceksiniz, 190.th Street durağında inip dışarı çıktığınızda Fort Washington Bulvarı takip ederek muhteşem Fort Tryon Park’tan geçip işaretleri takip ederek Müzeye varacaksınız.

Manhattan

Cloister’ın önerilen giriş ücreti 25 dolar ama ben  o kadar değil de bu kadar vermek istiyorum, diyebiliyorsunuz. Ben giriş için 10 dolar ödedim. Aynı gün içinde yapabilirseniz Metropolitan Müzesini ve/veya yine Metropolitan Müzesi bünyesindeki çağdaş sanat koleksiyonlarının sergilendiği Beuer Müzesi’ni gezmek de bu ücrete dahil. Müze galerileri ve bahçeleri rehberli turlarla gezilebilmekte; Müze giriş ücreti bunu da kapsıyor.

Cloister haftanın 7 günü açık; Mart-Ekim aylarında 10.00-17.15, Kasım-Şubat aylarında 10.00-16.45 saatleri arasında ziyaret edebilirsiniz. Müzenin koleksiyonunda, genelde Batı Avrupa’daki Orta Çağ manastırlarından getirilmiş vitraydan, resimli el yazma kitaplara, heykellerden goblenlere, resimlerden metal objelere kadar bir çok eser bulunuyor. Bunlar arasında 15.yüzyıla ait resimli saatler kitabı The Belles Heures of Jean de Evreux , 12. yüzyıldan kalma  Saint Edmunds Manastırı’ndan ince işçiliğe sahip fildişi haç, Ebreichsdorf Avusturya’dan kale şapeline ait vitray camlar, Strasburg Katedrali’nden 13. yüzyıla ait taş işçiliği dikkat çeken Meryem Heykeli, 15 yüzyıldan kalma Robert Campin’e ait Merode eserleri özellikle dikkate değer.

Manhattan

Müzede birbirine geçmeli 13 bölüm var.  Romanesk Salonda, Fransa’daki 12-13 yüzyıldan kiliselere ait taş kapıları İspanyol freskoları ve Fransız heykellerinin oluştuğu bir salona açılıyor.

Fuentiduena Şapel’inde İspanya’daki  12. yüzyıldan San Martin at Fuentiduena Kilisesinin mihrap bölümü görülebilir.

Manhattan

Saint Guilhem Kilisesi ise, 12 yüzyıldan Fransa’daki Saint Guilhem le Desert kilisesinin ortaçağ yapısına Roma tarzının uydurulduğu heykel işçiliği yanında, İtalya, Fransa ve  Endülüs İspanya’sından gelen heykelleri barındırmakta.

Langon Kilisesi bölümünde ise, Fransa’daki 12.yüzyıldan Notre Dame du Bourg at Langon Kilisesi’nin yapı parçalarından isli vitray camları, taş ve ahşap heykeller yer almakta.

Manhattan

Pontaut Chapter House, rahip ve rahibelerin günlük toplantılarını yaptıkları yeri temsilen romanesk tarzda bir bölüm; Pontaut Manastırı da 12 yüzyılda Fransa’da kurulan Benedikt bir manastır. 16 yüzyıldaki din savaşları sırasında hasar gören yapı, 1791 yılında  Fransa’da yerli halka satılmış, 1932 yılında da New York’a getirilmiş.

Manhattan

Cuxa Cloister ise yine Fransa Pirenelerindeki 12 yüzyıldan Saint Michel de Cuxa Benedikt Manastırı’na ait pembe taştan yapılmış bölümler içermekte. Bu bölüm Judy Black Bahçesi’ne açılmakta; Orta Çağ manastır bahçelerinde yer alan gerek süs bitkileri gerek şifalı bitkilerden oluşturulan bahçede, nefis manzaraya karşı soluklanabilirsiniz.

Manhattan

Erken Gotik Salonuna geçtiğimizde ise, Hudson Nehri’ne bakan pencereleri süsleyen 13. yüzyıla ait Fransa, İngiltere ve Almanya’dan getirilen vitray camlar dikkatinizi çekecek. Ayrıca salondaki heykeller ve resimler, dönemin İspanya, Fransa ve İtalya’nın muhteşem katedrallerinin havasını yansıtmakta.

Dokuz Kahraman Goblen Salonunda, 1400’lerden kalan dokuz goblen tabloda  Antik Dünya, Yahudi ve Hristiyan kahramanları resmedilmiş.

Gotik Şapel, 14 yüzyıl Avusturya vitray süslemeli kilise camlarının Fransa ve İspanya’dan getirilen soylu mezar taşlarına eşlik ettiği bir kısım.

Manhattan

Vitray Salonunda vitray camların aydınlattığı odada Orta Çağ’a ait günlük objeler bulunmakta.

Tek Boynuzlu At Goblenleri Salonunda, 1500 yıllarında Paris’te tasarlanıp Brüksel’de dokunan tek boynuzlu atın yakalanma, avlanma sahnelerini içeren goblen tablolar sergilenmekte. Tek boynuzlu at, İsa’yı temsil etmekteymiş.

Boppard Salonu ise 15. yüzyıldan Almanya’da Boppard am Rhein’daki Carmelite Manastırı’na ait vitraylar dikkat çekici. Ayrıca dini ve din dışı objeler de salonda görülebilir.

Manhattan

Merode Salonunun vurgusu ise erken Hollanda resminin önemli örneklerinden olan Merode Sunak Resmi. Robert Campin tarafından yapılan resim, Cebrail’in Meryem’e müjdeyi vermesini konu ediniyor ve üç parçalı bir yapıt. Salonda geç Orta Çağ dönemine ait diğer eşyalar da görülebilir.

Geç Gotik Salon ise Fransa’da 15. yüzyıla ait manastır pencerelerinin aydınlattığı odada Almanya, İspanya, İtalya kiliselerinden sunaklar, heykeller ve Burgos Katedrali’nden goblen tablo barındırmakta.

Manhattan

Bonnefort Cloister, Fransa’daki Bonnefort en Comminges Manastırı’na atfen olsa da, salondaki objeler genel olarak bölgedeki diğer manastırlardan derlenmiş. Bu bölümde Orta Çağ’da yetiştirilen 250 çeşit otun olduğu bir bahçeye açılmakta, manzara ise harika.

Trei Cloister, Trie Sur Baise bölgesinde bulunan Carmelite Manastırı için yapılan taş işçiliği dikkat çekici. Bu bölümden çıkılan bahçede ise Orta Çağ’da goblenlere işlenen çiçek türleri yetiştirilmekteymiş.

Manhattan

Ve Hazine, Orta Çağ kiliselerinin ve zamanın soylularının zenginliğini yansıtan altın, gümüş, fildişi, ipek işçiliği ile süslenmiş objeleri barındırmakta. 9. yüzyıldan 15 yüzyıla uzanan bir süreçteki Avrupa Orta Çağı’na ait resimli el yazması kitaplar, mücevherat, sofra örtüleri ve oyun kartları gibi hem dini hem gündelik eşyalar da görülebilir.

Manhattan

Burası kesinlikle yarım günlük bir geziyi hak eden bir yer. 9-15. yüzyıl arasındaki dönemde bir yolculuğa harika Hudson Nehri manzarası katarak, Fort Tyron Park’ında doğayla kaynaşarak, Müze kafetaryasında Orta Çağ havasında kahve keyfi yaparak bunu tam güne uzatmak da sizin elinizde…

Manhattan

Metropolitan Museum  

Manhattan

Cloister’ın da bağlı olduğu  Metropolitan Müzesi de, Central Park’ın 5. Avenue tarafında yer alıyor, adresi; ‘1000, 5th Avenue, New York’.  Cloister’dan M4 otobüsü doğrudan getiriyor, 84 sokak’ta ineceksiniz, metro ise daha karışık, A hattını alıp sonra B veya C hatlarına geçmeniz gerekecek. Şehrin diğer noktalarından buraya gelmek için ise bulunduğunuz yere göre 4,5,6 numaralı metrolar ile, M1, M2, M3, M4 numaralı otobüsleri kullanabilirsiniz.

Metropolitan Müzesi’ne önerilen giriş fiyatı da 25 dolar, ancak siz istediğiniz kadar ücret ödeyebiliyorsunuz.  Müze her gün açık, Pazar-Perşembe 10.00-17.30 saatleri, Cuma- Cumartesi 10.00-21.00 saatlerinde ziyaret edebilirsiniz.

Manhattan

Central Park’taki yerinde 1880 yılında hizmete açılan Müze, ‘Dünyanın her köşesinden 5000 yıllık sanat’  olarak kendini tanımlıyor. Gerçekten de öyle; British Museum, Louvre, Hermitage gibi belki onlardan hemen sonra sayılabilecek devasa bir müze. Burada Avrupa’dan Okyanusya ülkelerine, Afrika’dan Asya steplerine kadar türlü uygarlıkların izlerine rastlayabilirsiniz.

Manhattan

Bir binada tüm dünyaya ve tarihe uzanabiliyorsunuz. Ama bizim konumuz Orta Çağ… Ne güzel ki, Müze’ye girer girmez Orta Çağ bölümü karşımıza çıkıyor, tabii dönemin tüm haşmetiyle yaşandığı Avrupa’nın Orta Çağ bölümü. Ama biz her bölümde, Orta Çağ eserlerine göz atacağız.

Manhattan

Avrupa Orta Çağ’ı bölümünde Bizans eserleri, Antakya hazineleri, Orta Çağ sanatı, resimli el yazmaları, Geç Orta Çağ seküler sanat bölümleri dikkate değer. Özellikle Geç Orta Çağ seküler sanatı bölümünde  metal tabak süslemesi olarak kocasını döven kadın motifi olayın ne kadar detaya indiğinin en güzel örneği.

Manhattan

Avrupa bölümünde, 550. yüzyıldan başlayarak muhtelif dönemlere ait Yunan Mozaikleri, Bizans takıları, dini merasim eşyaları, haçlar, gümüş kitap kapakları, kuzey İspanyadan merasim haçları, savaş gereçleri, Fransa’dan aziz heykelleri, Almanya’dan  Meryem Ana heykelleri, Ermenistan’dan taş haçlar, Sicilya’dan değerli taş ve cam ürünleri, Hollanda’dan goblen işlemeler, Floransa’dan fildişi altar süslemeleri, muhtelif kilise vitrayları, Endülüs dünyasına ait  kitaplar, seramikler sizi Avrupa’nın Orta Çağı’na götürecek.

Manhattan

Ön Asya ve Orta Doğu bölümünde, Orta Çağ’ın bu bölgede hem büyük karmaşa hem de ileri bir uygarlık içinde yaşandığının kanıtları sergilenmekte. Ardarda kurulan devletlere ait çeşitli örnekler arasında elbette öncelikle Selçuklu ve Osmanlı eserleri gözümüze çarpacak. İznik çinilerinin parladığı bir bölüm Koç Ailesinin desteğiyle kurulmuş. Çiniler yanında değerli halılar, Kur’an el yazmaları, Kanuni dönemine ait seramikler, Mevlevi merasim eşyaları, taş ve ahşap işçiliğinin hakim olduğu objeler bize Anadolu’nun Orta Çağı’nı gösterecek.

Ayrıca İran’ın cam seramik kapları, ahşap işlemeli kapılar, taş oymacılığının hakim olduğu eserler, çini mihraplar, deri üstüne resimler; 12 yüzyıl Suriye’sinden kil eşyalar, cam işleri, mezar taşları, Rakka’nın ünlü turkuaz siyah çinileri; Irak’tan Abbasi döneminden tabaklar, taş oymalar; Yemen’den 13. yüzyıl metal eşyaları; Mısır’dan Memluklardan cam işçiliği insanı hayrete düşürecek. Kaçırılmaması gereken bir eser de, Mısır’dan Abbasi döneminden 8. yüzyıla ait enfes kemik ve dört çeşit ahşap karışımı mozaik bir tablo.

Uzak Doğu’ya uzanırsak Çin, Japon, Güneydoğu Asya ülkelerinden türlü buda heykelleri bu bölümün en önemli eserleri. Çin’den Yuan Hanedanlığı’na ait 13.yüzyıl seramik vazoları, porselen tabakları, kırmızı lake panolar, duvar tabloları yanında daha eski dönemlerden kalma heykeller, mutfak eşyaları göreceksiniz.

Yine Hindistan’ın muhtelif bölgelerinden taş işlemeciliği, fildişi eşyalar, metal işler, buda heykelleri sizi 7. yüzyıla kadar götürecek. Buna Sri Lanka,Vietnam, Tayland, Java, Nepal, Tibet, Pakistan, Kore, Japonya’dan gelen objeler de eklenince Orta Çağ’ın aslında ne kadar renkli yaşandığını göreceksiniz. Taş, ahşap, fil dişi, bambu, kağıt gibi türlü malzemelerin ince ince işlendiği eserler, heykeller, masklar, gündelik eşyalar size Orta Çağ’ın sadece Avrupa’da yaşanmadığını gösterecek.

Metropolitan Müzesi çok zengin bir müze; antik dönemlerden, yeni çağdan, modern dünyadan bir çok esere ev sahipliği yapıyor. Mısır tapınağından Okyanusya totemlerine, Madagaskar maskelerinden 19-20 yüzyıl Avrupa resimlerine kadar ne ararsanız var.

 

Bir tam günü hak ediyor müze, hatta cuma ve cumartesi günleri, türlü fiyat seçeneklerine uygun kafeleri ve lokantalarından da yararlanarak akşam 21’e kadar rahat rahat gezebilirsiniz.

National Museum of the American Indian

Manhattan

Şimdi Manhattan’ın güney ucuna yöneliyoruz ve Kızılderili Müzesi diyebileceğimiz müzeye gidiyoruz. Manhattan’ın en aşağısında; ‘1 Bowling Green, New York, NY 10004’ adresindeki Müzeye 2 ve 3 numaralı metrolarla Wall Street durağından, 4 ve 5 metrolarla Bowling Green durağından, 1 numaralı metroyla South Ferry durağından ulaşılabiliyor. Müze her gün 10-17 saatlerinde açık ve giriş ücretsiz.

Özellikle binaya dikkat edin, belki de bu Müzeden aklınızda en çok bina kalacak. Beaux Art akımın en güzel örneklerinden olan bina, 1907 yılında gümrük binası olarak yapılmış. Dış cephede Roma ticaret tanrısı Merkür’ün heykelleriyle süslü binanın girişinde Asya, Avrupa, Afrika ve Amerika’yı temsilen dört kadın heykeli mevcut. Bina içerisinde de deniz ile ilgili bir çok süsleme dikkat çekici. Kızılderili Müzesi bu binanın bir katını oluşturmakta.

Müzede arkeolojik ve etnografik eserlerin çoğu Kuzey Amerika’dan, bunun yanında Meksika ve Orta Amerika, Güney Amerika ve Karayiplerden de eserler mevcut. Orta ve Güney Amerika’ya ait arkeolojik eserlerin bir kısmı Orta Çağ’dan. Kuzey Amerika eserleri genellikle etnografik; güderi giyim eşyaları, deri çadırlar, oklar, yaylar, av tuzakları var. Orta ve Güney Amerika’ya ait eserler arasında, gündelik kullanım eşyaları yanında taş işçiliğinin hakim olduğu objeler, masklar, heykeller, kaplar bulunmakta.  Bunun yanında fotoğraf arşivi, basın arşivi ve baskı arşivi ile Müze zenginleştirilmiş. Burası özellikle tavsiye edeceğim bir müze değil ama yolunuz düşerse bir göz atın derim.

Üç müze sonrasında Orta Çağ’ı Avrupa’nın ve Orta Doğu’nun yoğun yaşadığını ve ne çok eser kaldığını düşünüyorum, bu zamana ulaşamayanlar da bundan fazladır belki de…  Antik dünyadan kalan yedi harikadan günümüze sadece Giza Piramidi’nin ulaşabildiğini, Rodos Heykeli, Babilin Asma Bahçeleri, Artemis Tapınağı, Zeus Heykeli, İskenderiye Feneri ve  Bodrum Mausoleim’um kaybolup gittiğini düşünürsek, kayıplarımız kalanlardan daha çok gibi. Orta Çağ denince, Türkiye’de en başta dönemin şahikası Ayasofya geliyor aklıma, sonra kaybolup giden onca Bizans Sarayı, sonra Topkapı Sarayı, Selçuklu yadigarı Divriği Ulu Cami, Bursa Ulu Cami, kervansaraylar, medreseler, külliyeler… Keza Orta Doğuda da, Orta Çağ ile birlikte hakim olan İslam’ın sanata, mimariye yansıyan yanları… Avrupa’da ünlü Notre Dame Kilisesi (Fransa), Canterbury Katedrali (İngiltere),  Burgos Katedrali (İspanya), Elisabeth Katedrali (Almanya), San Francesca Basilikası (İtalya) Orta Çağ’dan kalanlara en iyi örneklerden. Uzak Doğu’da yeni dünya harikaları listesine doğrudan  giren muhteşem Wat Angkor’un başı çektiği türlü tapınaklar, 1420 yılında açılan Çin’deki Yasak Şehir, dönemler ötesi Çin Seddi, devasa Buda heykelleri, Tibet tapınakları… Orta Asya’da Özbekistan sınırlarında kalan Semerkant, Buhara gibi şehirlerdeki medreseler, özellikle Semerkant’taki 1417 yılına tarihlenen Uluğ Bey Medresesi…

Manhattan

Orta Çağ’da dünyaya damgasını vuran bölgeler, yazımıza konu müzelere de damgasını vuruyor. Avrupa, Ön Asya, Orta Doğu, Uzak Doğu neredeyse en önemli bölümleri oluşturmakta. Buna Orta Çağ’ı kısmen yakalayan Güney Amerika’nın İnka, Orta Amerika’nın Aztekleri de eklemek gerek; bu uygarlıklardan geriye kalan  piramitler, tapınaklar bu gün de bizleri büyülüyor.

Peki geri kalan yerler, özellikle yazımız açısından önemli olan Kuzey Amerika’dan geriye ne kalmış dersek, deri giyim eşyaları, çadırlar, av eşyaları var sadece… Gerisi yok. Ama dedim ya, ben müzelerin yalancısıyım, oralarda ne gördüysem onu anlattım.

Manhattan’daki müze gezilerimin bende bıraktığı izler bunlar. Vaktiniz varsa, yolunuz düşerse, tavsiye ederim, siz de ziyaret edin bu müzeleri. Bakalım, sizde ne gibi izler bırakacak?

Ukrayna Gezi Rehberi: Karadeniz’in Karşı Yakası

ukrayna

Doğu Avrupa’da yer alan Ukrayna, topraklarının tamamı Avrupa’da bulunan en geniş ülke olma özelliğini taşımaktadır. Kuzeybatısında Beyaz Rusya, kuzey ve kuzeydoğusunda Rusya, batısında Macaristan, Polonya ve Slovakya, güneybatısında da Moldova ve Romanya ile komşu, güneyde Karadeniz ve Azak Denizi’ne kıyısı bulunan Ukrayna, yarı başkanlık sistemi ile yönetilen üniter bir devlettir.

Ülkenin başkenti Dnipro Nehri kıyısında bulunan Kiev (Kyiv) şehridir.

Bu topraklarda İskitler, Hunlar, Hazar Kağanlığı, Kıpçaklar, Peçenekler, Kumanlar, Oğuzlar, Slavlar, Altınordu Devleti, Osmanlı İmparatorluğu ve Sovyetler Birliği hüküm sürmüş. II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası tarafından işgal edilmiş ve yaklaşık 500 bini Yahudi olmak üzere 5-8 milyon civarında Ukraynalı yaşamını yitirmiştir. Ukrayna tarihindeki en önemli olaylardan biri de 26 Nisan 1986 tarihinde gerçekleşen Çernobil Reaktörü kazasıdır. Bu felaketten ötürü yaklaşık 350.000 kişi olay yerinden uzaklaştırılmıştır.

Ukrayna, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla 1991 yılında bağımsız bir ülke olmuştur. Ülkenin ilk yıllarında ekonomik ve siyasi açıdan oldukça ciddi sorunlarla karşılaşılmıştır. Diğer bağımsızlığını ilan eden SSCB devletleri gibi Ukrayna’daki üretim sektörü Rusya ve diğer devletlere bağımlıydı. Başlangıçta çalıştırılamayan ve atıl kalan fabrika ve işletmeler zamanla canlandırılmış ve ülke ekonomisi giderek düzelmeye başlamıştır. Bugün Ukrayna, Rusya askeri güçlerinin ardından Avrupa’daki en büyük ikinci silahlı kuvvetlere de sahiptir.

Verimli düz ovaların da bulunduğu ülkede kuzeyden güneye doğru uzanan ve Polissya olarak da bilinen ağaçlık ve bataklık bölgeleri büyük bir alanı kaplamaktadır. Diğer yerlerde ise gür ormanlara ve bozkır arazilere sıklıkla rastlanır. En yükseği 2061 metre ile Ukrayna Karpatları olan ülkenin yüzde 5’lik bölümü dağlardan oluşmaktadır. Ukrayna’nın en uzun nehri 2200 km ile Dnipro Nehridir. Ormanlar, nehirler, göller ve yeraltı kaynakları açısından oldukça zengin varlığa sahip olan Ukrayna’da toprakların önemli bir bölümünde tarım yapılmaktadır. Ülkenin başlıca geçim kaynakları tarım, hayvancılık, turizm ve sanayi olarak gösterilmektedir. Halkın büyük çoğunluğu düşük gelirli olmakla birlikte devletin sağladığı sosyal desteklerle genel bir refah seviyesi yakalanmış durumdadır. Ukrayna dünyanın dördüncü en yüksek okur yazarlık oranına sahip ülkesidir.

Resmi para birimi “UAH” olarak kısaltılan “Grivna”,

Resmi dili ise Rusçaya çok benzeyen ve Doğu Slav dilleri arasında bulunan “Ukraynaca”dır.

Ülkenin nüfusu yaklaşık olarak 44 milyon kişidir. Yüzde 70’i şehirlerde yaşayan halk büyük orandaki Ukraynalıların yanı sıra Almanlar, Kırım Tatarları, Ermeniler, Rumenler, Polonyalılar, Bulgarlar ve giderek artan sayıda Türklerden oluşuyor. Gezerken adım başı göreceğiniz kiliselerden de anlaşılacağı üzere Hristiyanlık ülkedeki en yaygın din.

Niçin Ukrayna?

  • Türk vatandaşlarına vize uygulamayan ve hatta pasaportsuz çipli kimliğinizle giriş yapabileceğiniz bir ülke Ukrayna. Ancak bu girişte pasaport polisi rezervasyonlarınız gibi bilumum sorular sual edildikten sonra uygun bulunması halinde girişe onay verilmektedir.
  • Türkiye’den ulaşım kolay, İstanbul, Kiev uçuşu 1,5 saat sürmektedir, ayrıca Ankara, İzmir Antalya’dan başkent Kiev’e THY ve Pegasus direk uçuşlar bulunmaktadır.
  • İlgi alanları farklı her yaş, cins ve kültür grubundan gezginin beklentilerini karşılayan, farklı güzelliklerle onları buluşturan ve mutlu eden ülkede hem huzuru hem de eğlenceyi bir arada bulmak mümkündür.
  • Ukrayna’nın turistik şehirlerinde gün boyunca parkları, tarihi yerleri, anıtları ve müzeleri dolaştıktan sonra geceleri eğlencenin keyfini sürebilirsiniz. Ukraynalılar kendileri de eğlenmeyi seviyorlar. Şehirlerde bulunan gece kulüplerinde neredeyse sabahın ilk saatlerine kadar eğlence devam ediyor.
  • Ukrayna eğlenmek için gidilecek bir destinasyon olduğu kadar sakin, huzur dolu, kültürel bir tatil için de doğru adres olacaktır. Yeşil alanları oldukça fazla olan ülkede sadece parklarda vakit geçirip dinlenebilirsiniz.
  • Başta Kiev olmak üzere Lviv, Odessa, Kharkiv gibi şehirlerinde bulunan tarihi eserleri, anıtları ve müzeleri ise söylemeye bile gerek yok.
  • Ukrayna, biri Karpatlar’ın ilkel kayın ormanları olan doğa alanında ve altısı kültürel alanda olmak üzere toplam yedi adet UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki eserlere ev sahipliği yapmaktadır.
  • Ukrayna parası Grivna’nın değeri giderek artış göstermesine karşın halen Türk Lirasına göre daha değersiz bir para birimidir. Ukrayna’da gezerken kolaylık olması bakımından 2019 yılı için hesaplamak istediğiniz Grivna tutarını kafadan dörde bölün ve yaklaşık TL tutarını bulun. (100 Grivna*0,23= 23 TL)

İklimi

Ukrayna çok büyük bir alanı kapsadığından genelleme yapmak çok da doğru olmayabilir. Bununla birlikte Ülkede karasal ve ılıman bir iklimin hakim olduğu söylenebilir. Mayıs Ekim arası Ukrayna’ya seyahat etmek için tercih edilebilecek en ideal zamandır. Yaz ayları genel olarak gündüzleri ılık, akşamları serin, kış aylarında ise özellikle orta kesimlerde hava soğuk ve sert geçer.

Türkiye’den Ulaşım

Türkiye’den ulaşımın en kolay olduğu ülkelerden biri olan Ukrayna’ya hava, kara ve deniz yolu ile ulaşım sağlanabilir. Hızlı ve daha konforlu bir ulaşım yolu olmasından dolayı Türkiye ile Ukrayna arasında yapılan yolculukların hemen hemen tamamı havayolu ile gerçekleştirilmektedir. İstanbul’dan başkent Kiev’e uçakla 1,5 saat süren bir yolculukla ulaşmak mümkündür. Ülkemizde İstanbul, Ankara, İzmir ve Antalya şehirlerinden Ukrayna’nın başkenti Kiev’e THY, Pegasus Havayolları, Ukrayna Havayolları ve Atlas Jet Havayolları tarafından doğrudan uçuşlar bulunmaktadır. Ayrıca bu havayollarının bazıları Lviv, Odessa, Kharkiv ve Kherson şehirlerine de doğrudan uçuşlar düzenlemektedir. İstanbul-Odessa arasında feribot seferleri de yapılmaktadır.

Ukrayna İçinde Ulaşım

Ukrayna’nın şehirleri arasında oldukça yaygın demiryolu ulaşımın veya otobüsü tercih edebilirsiniz. Özellikle trenler ucuz ve güvenilir bir ulaşım aracı olduğundan yerel halk tarafından yaygın kullanılmaktadır. Trenler hızlı trenler ve normal trenler olarak farklı fiyat ve konfor tiplerine sahiptir. Seyahat edeceğiniz güzergahla ilgili detaylı bilgiye Ukrainian Railways https://www.uz.gov.ua/en/ sayfasından ulaşabilirsiniz. Ancak biletler çok hızlı tükendiğinden planlamanızı aylar öncesinden yapmanız önerilir. Otobüsler ise trenlere göre daha az tercih ediliyor. Yine de zorunlu kalırsanız kullanabilirsiniz.

Havayoluyla ülkeye gelenler için öncelikle havaalanı ulaşımı önem taşımaktadır. Özellikle Kiev gibi büyük şehirlerde havaalanından merkeze ulaşım oldukça kolaydır. Taksiler, otobüsler ve matruşkaların yanı sıra belirli saatlerde hareket eden servis araçları bulunmaktadır. Uber veya Uklon kullanılması da oldukça yaygın ve ucuz bir uygulamadır. Belirtilen ulaşım araçları her şehirde geçerli olmayabilir. Gideceğiniz şehre ve havaalanına göre ulaşım yöntemlerine daha detaylı bakmanız önerilir.

Ukrayna’da şehir içinde metro, troleybüs, otobüs, tramvay ve matruşkalar, yaygın olarak kullanılan toplu taşıma araçlarıdır.

Metro sadece Kiev, Kharkiv ve Dnipro olmak üzere üç büyük şehrinde bulunmaktadır. Ucuz ve güvenilir olan toplu taşıma araçları ile şehirlerin her yerine kolayca ulaşabilirsiniz. Biletleri küçük büfelerden veya troleybüslerde kondüktörden, otobüslerde ise şoförden satın alabilirsiniz. Metro biletlerini ise girişte bulunan makinelerden veya gişeden almanız mümkündür. Ancak makineden bilet almak istiyorsanız yanınızda küçük tutarda Grivna olmasına dikkat edin. Tek binişlik otobüs ve metro biletler Ukrayna’daki en popüler ulaşım araçlarından biri, bizdeki dolmuş tarzında çalışan matruşkaların büyük kısmı özel sektöre aittir. Bu araçlarda ana duraklar dışında istediğiniz yerde inebilirsiniz.

Bunların dışında şehir taksilerini de kullanılabilir. Ukrayna’da taksi ile ulaşım, diğer Avrupa şehirlerine göre oldukça ucuz sayılır. Ancak özellikle büyük şehirlerde yabancı olduğunuzu anlayan taksi şoförlerinin sizi kazıklama ihtimali de oldukça yüksektir. Bu nedenle gideceğiniz yere göre önce pazarlık yapmanız önerilir.

Konaklama

Ukrayna’da her bütçeye ve konfora uygun konaklama seçeneği bulunmaktadır. Özellikle Kiev, Odessa, Lviv, Kharkiv ve Yalta gibi turistik şehirlerde, Avrupa standartlarında hizmet sunan çok sayıda otel vardır. Dört ve beş yıldızlı otellerin yanı sıra uygun konaklama alternatifi sunan hostellere, kırsal bölgede bir çiftlikte konaklamanın yanında kamp alanında konaklamaya, ev kiralamadan tutun da pansiyon tipi konaklamaya kadar çok çeşitli ve geniş bir skalada ve bütçeye göre alternatifler mevcuttur. Airbnb veya booking.com üzerinden yapılan erken oda veya ev rezervasyonlarında zaman zaman otelden daha uygun fiyat bulmak mümkün olmaktadır.

Yeme-İçme

Ukrayna sadece doğal zenginliklerden, tarihi yerlerden ve sanat eserlerinden ibaret değildir. Bu topraklarda yaşamış onlarca halkın buluşmasıyla ortaya çıkan zengin, birbirinden farklı ve lezzetli yemeklerin de mutlaka tadına bakmalısınız.

Ukrayna mutfağı ülkenin tarihine koşut olarak çoğunlukla Sovyet mutfağının etkilerini taşımaktadır. Ukrayna’da tahıl, et ve süt ürünleri, yumurta, meyve ve sebze, kuru yemiş, bitkisel yağ ve deniz ürünleri gibi oldukça geniş bir yelpazede taze ve oldukça lezzetli gıda üretimi gerçekleştirilmektedir. Ülkenin iklim koşullarına uygun olarak şalgam, pancar, patates ve lahana üretimi oldukça fazladır.

Eski Sovyet ülkelerinde meşhur olan borsch çorbası Ukrayna’da da yaygın tüketilmektedir. Birçok restoranda ana yemek öncesi borsch çorbası ikram ediliyor. İçinde lahana ve pancar bulunan ve tat olarak bizim damak tadımıza uygun olan borsch çorbası oldukça doyurucudur.
Smetana (ekşi krema) ve yanında sarımsaklı ekmekle servis edilir ve mutlaka denenmesi gereken bir yemektir.

Vareniki Ukrayna’nın mantı yemeği, bizim mantılardan daha büyük olan hamurların içine patates, et gibi bizimkine benzer malzemeler koyulduğu gibi kiraz gibi tatlı bir malzemeyle de doldurulabiliyor. Özellikle bayramlarda ve özel günlerde sofranın baş aktörü olan oldukça doyurucu Vareniki denemeniz önerilir.

Kiev Tavuğu da halkın oldukça fazla tükettiği yemeklerin başında gelmektedir. Tavukgöğsü, galeta unu ve yumurtaya bulanarak kızartılıp sunulmaktadır. Bunu biz de yapıyoruz ama bu kadar lezzetli olmuyor. Muhtemelen organik malzemeler kullanıldığı için bu fark ortaya çıkıyor. Biz bu yemeği Kiev’de merkezde bulunan Chicken Kyiv restoranda denedik ve çok
memnun kaldık.

Golubtsy, pirinç ve etle doldurulmuş lahana yani bizim de bildiğimiz lahana sarması ünlü bir Ukrayna yemeğidir.

Chebureki yani çiğ börek aslında bir Tatar yemeğidir. Bizim de iç malzemesine göre çok sevdiğimiz çiğ böreği özellikle kahvaltılarda yemek için Gürcü yemeği olan ekşi krema ya da domates sosuyla servis edilen yumruk büyüklüğündeki Khinkali’yi denemeden dönmeyin.

Syrniki, ekşi krema, reçel, bal ya da elma sosuyla servis edilen kızarmış pan kektir. Kahvaltıda ya da tatlı olarak tercih edilebilir, kesinlikle tatmaya değer. Konakladığım yerlerde kahvaltıda tatma imkanı buldum ve çok beğendim.

Perohy, Varenikiye benzer hamur topları üzerine vişne ve üzüm suyu konularak yapılan bir çeşit tatlıdır.

Zhale, meyve jöleleriyle servis edilen bir çeşit tatlıdır.

Kutia, bayramlarda ve özel günlerde haşhaş, fındık ve balla yapılan bir çeşit tatlıdır.

Kuru meyvelerden yapılan babka, sarmısaklı ve baharatlı pampuhski veya karabuğdaydan yapılan ekmek gibi çok çeşitli ekmekler denenebilir.

Baharat ve meyve karışımıyla yapılan Vodka olan Horilka veya Gorilka Ukrayna’ya özgü özel bir içecektir.

Slav ırkının çokça tükettiği Medovutka bal ve alkol kullanılan bir vodka türüdür.

Alkol tüketmem diyorsanız Ukrayna’nın geleneksel içeceklerinden olan kefir var.

Yerel mutfağın dışındaki seçenekler olarak; şehrin her yerinde dönerciler gibi Türk mutfağına dair yerleri bulmak mümkündür. Fast food arayanlar için Freshline ve McDonald’s gibi şehrin her yerinde bulunan fast food restoranları var.

Alışveriş

Ukrayna’da alışveriş yapabileceğiniz çok sayıda hediyelik eşya dükkanı, mağaza ve kent pazarı vardır. Özellikle kent pazarları ucuzluk ve çeşit olarak daha popüler hale gelmiştir. Bu pazarlarda birbirinden ilginç kıyafetler ve hediyelik eşyaları bulabilirsiniz. Vyshyvanka adında çiçek detaylı, nakışlı ve el işlemesi giysiler Ukrayna’nın ulusal kostümüdür. Bunları bazen bir gömlek, bazen bir elbise, bazen bir etek şeklinde kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı demeden hemen herkesin üstünde görebiliyorsunuz. Bayramlarından birine Lviv’de şahit olmuştum ve halk bu güne özgü yerel kıyafetleri ile geziyordı. Bu elbiseleri 12 farklı çiçekle yapılan Vinok çelengi ile de tamamlayabilirsiniz.

Ukrayna’da dokuma tezgahları ile hala el yapımı dokuma yapılmaktadır. Özellikle Rivne Bölgesi’nde yer alan Krupove olmak üzere ülkenin bazı bölgelerinde dokunan böyle bir ürün bulursanız almayı düşünebilirsiniz. Ukrayna’ya özgü bir müzik enstrümanı olan sopilka flütünü de bir anı olarak veya müzik tutkunu bir arkadaşınız için bir hediye olarak alabilirsiniz.

Bizim vatandaşlarımızın alışveriş tutkusu tabi sigara ve alkol üzerine olacaktır. Oldukça uygun fiyatlarla alabileceğiniz bu iki ürün grubu için de Duty Free yerine fiyat ve çeşit olarak daha uygununu bulabileceğiniz büyük marketlere bakmanızı öneririm.

Ukrayna’da Gezilecek Önemli Şehirler

Ukrayna’nın doğusu da batısı da kendine özgü çok sayıda turistik yerleşime sahiptir. Ülkenin batı kısmındaki şehirler Prag tarzı mimarileri ve pitoresk tarzları ile dikkat çekmektedir. Doğusundaki şehirler ise endüstriyel ve anıtsal yapıları ile tanınır. Odessa gibi güneyindeki şehirler ise sahil şehri olmanın avantajıyla her zaman ışıltılı ve büyüleyicidir. Seyahat planlamanızda yardımcı olabilmesi için Ukrayna’nın en çok ziyaret edilen turistik şehirlerini kısaca gözden geçirelim. Her şehrin yanında bulunan linkten detaylı gezi rehberilerini okumanız halinde Ukrayna’nın birçok şehrini beğenip yeni yılda gezi programınıza almak isteyeceğinizden eminim.

Kiev

Dünyanın en yeşil başkentlerinden biri olarak gösterilen ve geniş parklarıyla ünlü Kiev’de çok sayıda turistik lokasyon bulunmaktadır. Ukrayna’yı ilk kez ziyaret edecek gezginler için burası iyi bir başlangıç noktası olabilir. Ülkenin başkenti olmasının yanı sıra en büyük şehri de olan Kiev’de yaklaşık 3 milyon kişi yaşıyor. Avrupa’nın en eski yerleşim yerlerinden biri
olan Kiev’de yaşam bazı tarihçilere göre M.Ö. 482 yılına kadar uzanıyor.

Şehrin en önemli merkezi noktası olan;

*Özgürlük Meydanı’nda (Maidan Nezalezhnosti) Kiev gezinize başlayarak UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan eserler arasında bulunan

*Aziz Sofya Katedrali,
*Altın Kapı, Mariyinsky Sarayı,
*Pechersk Lavra,
*Andrevski Spusk

gibi daha adlarını yazamadığım sayısız turistik yeri gezebilirsiniz.

Ukrayna’da canlı gece hayatı ve eğlence denilince akla gelen ilk yer Kiev olacaktır. Sayısız gece kulübü, bar, tavernalar ve şovlar eğlenmek, dans etmek, yiyip içmek isteyenlerin hizmetine sunulmuş.

Kiev, 1960 yılında inşa edilen dünyanın en derin metro istasyonuna da sahiptir. Derinliğini gözünüzde canlandırabilmeniz için yürüyen merdivenlerle neredeyse 5 dakikaya yakın bir süre iniş ve çıkış yaptığımızı söylemem gerekir.

Detaylı Kiev Gezi Rehberi – Ukrayna’nın Renkli Başkenti yazımızı okuyabilirsiniz.

Lviv

Ukrayna’nın büyük şehirleri arasında bulunan Lviv, son yıllarda turist sayısını en çok artıran şehirler arasında bulunmaktadır. Ülkenin adeta kültür başkenti olan Lviv, Ukrayna’nın kuzey batısında Polonya sınırına yakın bir konumda yer alıyor. Bu nedenle de mimari tarzı itibarıyla Polonya ve Çek Cumhuriyetini çok andırıyor. Opera, bale, tiyatro ve konser salonları ve müzelerle birlikte şehirdeki muhteşem kültürel ve sanatsal atmosfere ilave olarak Lviv, Dünyada kişi başına düşen kafe sayısının en fazla olduğu şehir olarak da gösteriliyor. Şehirdeki kafe sayısının 1500’den fazla olduğu belirtiliyor. Turistik olarak popüler hale gelmesinden sonra Lviv aynı zamanda Ukrayna’nın en pahalı şehri haline gelmiştir.

Şehirde gezilecek başlıca yerler arasında bulunmaktadır.

*Lviv Kalesi,
*Opera Binası,
*Eczacılık Müzesi,
*Potocki Sarayı,
*Dominikan Katedrali,
*Boim Şapeli,
*St George Katedrali
*Pazar Meydanı

Detaylı Lviv Gezi Rehberi-Ukrayna Kültür Başkenti yazımızı okuyabilirsiniz.

Kharkiv

Ülkenin en büyük ikinci şehri olan Kharkiv, Ukrayna kültürünü yansıtan en önemli şehirlerden biridir. Şehir özellikle gece hayatı ve eğlenceli mekanları ile öne çıkmaktadır. Ancak Kharkiv, sadece gece hayatı ile sınırlı bir şehir değil. Doğal, kültürel ve tarihi dokusu da son derece dikkat çekici olan şehir’de, özellikle tarihi ve turistik anlamda değer taşıyan yapılar, anıtlar, eserler ve yeşil alanlar bulunmaktadır. Dört imparatorluğa ev sahipliği yapmış şehrin Orta Çağ’a kadar giden tarihi mimarisi korunmaya çalışılmış, bazıları yeniden yapılmış veya restore edilmiştir.

Üniversiteleri sayesinde öğrenci nüfusu oldukça fazla olan şehir özellikle okulların açık olduğu dönemde çok daha hareketli. Şehirde gezilecek başlıca yerler arasında;

*Shevchenko Parkı
*Tarih Müzesi,
*Annunciation Katedrali
*Assumption Katedrali
*Pokrovsky Katedrali
*Botanik Bahçesi
*Kharkiv Hayvanat Bahçesi

bulunmaktadır.

Detaylı Kharkiv Gezi Rehberi- Hem Tarihi Hem Eğlenceli Ukraynalı     yazımızı okuyabilirsiniz.

Lutsk

Çok fazla bilinmeyen ve bu nedenle de bakir kalabilmiş bir şehir olan Lutsk, Ukrayna’nın geleneksel yapısını yansıtmasının yanı sıra Avrupa’nın modern dokusunu da aktaran şirin ve gezmesi kolay bir turistik destinasyon. Lutsk’ta her tür gezgin bir şeyler bulabilir. Dinlenmeyi ve huzuru sevenler, eski şehrin ve merkezdeki caddelerin atmosferinin tadını çıkarmak için kafelerde oturup güzel parklarında gezebilir, yürümeyi ve ara sokaklarındaki sürprizleri keşfetmek isteyenler saatlerce dolaşabilir, tarihi ve mimarlığı sevenler geçmişe dair birçok anıtı bulabilir, sanat tutkunları ise sanat galerileri ve çok sayıda festivalin olduğunu öğrenmekten kesinlikle mutlu olacaktır.

Şehirde gezilecek başlıca yerler arasında;

*Tiyatro Meydanı
*Kutsal Trinity Ortodoks Katedrali
*Lesya Ukrainka Caddesi
*Aziz Peter ve Aziz Paul Katolik Kilisesi
*Lubart Kalesi
*Luteryan Kilisesi
*Chimeras’lı Ev
*Müzeler

bulunmaktadır.

Detaylı Lutsky Gezi Rehberi- Ukrayna’da Küçük Roma yazımızı okuyabilirsiniz.

Rivne

Ukrayna’nın en eski şehirlerinden biri olan pitoresk ve sakin Rivne şehri, köklü tarihi ve kültürel değerleri ile görmeyi ve tanımayı hak eden bir destinasyon. Zor geçmişine rağmen, Rivne eşsiz cazibesini korumayı başarabilmiş. Caddelerinde yürürken, tarihi binalarına hayran kalırken ve ilginç atmosferini eski bir kafeden izlerken bunu hissedebiliyorsunuz. Gri ve kasvetli bir Sovyet kentinden renkli, temiz ve geleceğe adım atan bir Ukrayna şehrine dönüşmeyi başarmış. Rivne, bölgedeki diğer yerleri keşfetmek için bir üs olarak da kullanılabilir. Reklamı çokça yapılan “Aşk Tüneli” arabayla sadece 30 dakika uzaklıktadır. Turistlerin neredeyse tamamını Rivne’ye getiren asıl neden yakın mesafede bulunan Klevan’daki Aşk Tüneline gitmektir. Peri masalına benzer şekilde büyümüş, ağaçların gölgelediği demiryolu hattı, bölgede “mutlaka görülmesi gereken” bir yer olarak karşımıza çıkıyor.

Şehirde gezilecek başlıca yerler arasında;

*Pokrovsky Katedrali,
*Bağımsızlık Meydanı,
*Soborna Caddesi,
*Rivne Ukrayna Müzik ve Drama Tiyatrosu,
*Tiyatro Meydanı,
*Aziz Anthony Kilisesi,
*Anıtlar, olağanüstü bir mimariyle yapılmış konutlar,
*Shevchenko Parkı,
*Molodi Parkı
*Müzeler

bulunmaktadır.

Detaylı Rivne Gezi Rehberi-Ukrayna’nın Küçük Şehri yazımızı okuyabilirsiniz.

Odessa

Ukrayna’nın en büyük liman kenti ve Karadeniz’in incisi Odessa, ülkenin en büyük dört şehrinden biridir. Odessa, tarih boyunca Karadeniz’in en işlek limanlarından biri olmuştur. Günümüzde de Ukrayna’nın deniz ticareti ve gemi inşa tesisleriyle öne çıkan Odessa, bunların yanı sıra gezilecek tarihi yerleri, plajları, yemyeşil doğası ile adeta Karadeniz kıyısında bir cennet gibidir.

*Potemkin Merdivenleri,
*Deribasivskaya Caddesi,
*Privoz Pazarı,
*Şehir Bahçesi,
*İstanbul Park,
*Arcadia Plajı,
*Tek Duvarlı Ev

Odessa’nın önemli gezi noktaları arasında bulunmaktadır.

Yukarıda saydığımız Ukrayna gezinizde görmenizi tavsiye ettiğimiz, turistlerin ilgisini çeken başlıca şehirlerin dışında, yedi asırlık ünlü meşe ağacı ve Khortytsa Adası ile bilinen Zaporijya, Donetsk Demir Figürleri Parkı, Donetsk Sanat Müzesi ve Mertsalov’un Palmiyesi gibi müzeleri, devasa parkları ve heybetli yapıları ile öne çıkan Donetsk, ismini üzerinde bulunduğu nehirden alan, tarihi ve doğal güzellikleri ile sakin Dnipro, Türk Kuyusu, Türk Köprüsü, Türk Çeşmesi gibi Türk kültürüne ait önemli eserlerin bulunduğu Çernivtsi, Massandrovsky Plajı, Lenina, Çehov’un Evi ve Alexander Nevsky Katedrali, Tarih ve Edebiyat Müzesi gibi gezilecek yerleri olan ancak bir kıyı şehri olduğundan daha çok yaz turizmiyle öne çıkan Yalta Ukrayna’nın gezilebilecek diğer şehirleri arasında bulunmaktadır.

Son Söz

Ukrayna, ülkemizde aslında herkesin bir şekliyle bildiği ama buna karşın az tanınan bir ülkedir. Renkli gelenekleriyle, dost canlısı halkıyla, zengin tarihi ve kültürel yapısıyla, canlı ve eğlenceli gece hayatıyla öne çıkan Ukrayna, bir sonraki seyahatinizde sizin de seyahat planlarınıza girebilir. Başkasından dinlemeyi bırakın ve siz de en kısa sürede bir bilet alıp Ukrayna şehirlerinin kültürel ve tarihi dokusunu bizzat yaşayarak hoşça vakit geçirin.

Gülten İşçimen’in yazılarını http://gezininadresi.blogspot.com/ adresinden okuyabilirsiniz.

Şanlıurfa Gezi Rehberi: İnsanlık Tarihine Yolculuk

sanliurfa

Peygamberler Şehri Urfa… Niçin peygamberler şehri? Kaç Peygamber buralarda yaşamış? UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne rekor bir hızla alınan Göbekli Tepe nasıl bir yer? Dünya tarihinde en eski yerleşim yeri olarak gösterilen toprakları görmek, anlamak, özet olarak yazıya dökmek kolay değil. Geziye başlamadan sorularımız çok fazla.

Şanlıurfa iki milyonu aşan nüfusu ile Türkiye’nin dokuzuncu büyük şehri. Kent merkezinin nüfusu bir milyon dolayında. Nüfusun % 45’i köylerde yaşıyor.

Şanlıurfa’da kara iklimi hakim, yazlar sıcak, kışlar soğuk. Toprakların % 60‘ı ekili, % 38’i ise çayır ve mera. Orman yok denecek kadar az (% 1’den az). Konum olarak Güneydoğu Toroslar’ın orta kısmının güney eteklerinde yer alıyor. Kuzeydeki dağlar yüksek değil, şehir ovaya kurulu.

Fıstık, ekili alanların çoğunu kaplıyor.  Son yıllarda daha da artmış, Türkiye fıstık üretiminde dünyada İran ve A.B.D.’den sonra 3. sırada. Arkeolojik kazılarda M.Ö. 7000 yılına dek uzanan fıstık fosillerinin bulunması yörede fıstık üretiminin çok eskilere dayandığını gösteriyor. Mezopotamya’da  dokuz ili kapsayan GAP Projesi Şanlıurfa’yı da içine alıyor.  GAP de planlanan 22 barajın 15’i tamamlanmış.  Barajlar bölgenin hayatını değiştirirken, tarihi pek çok alan da sular altında kalmış.

Ekonomi  tarıma, turizme, hayvancılığa dayanıyor,  tarıma dayalı sanayi bulunuyor. Fırat Nehri’nde yaşayan (şimdi Atatürk Baraj Gölü’nde) Refetus kaplumbağaları,  boyu 1 metreye yaklaşan çöl varanı, çizgili sırtlan (nesli tükenmiş olabilir), kelaynak kuşları, ceylanlar, keklikler bölgede  doğal yaşamın temsilcileri.

Rivayete göre Enoch insanlara şehir kurmayı öğretir. Onun devrinde kurulan 180 şehrin en küçüğü Urhai (Orhay) dir. Enoch, Hermes, Uhnud ve İdris Peygamber’in aynı kişi olduğu düşünülüyor. Urfa Nuh tufanından önce kurulmuş. Tufanla birlikte tüm dünya gibi yok olmuş. Tufan sonrası Babil’de hüküm süren Nemrut’un kurduğu üç şehirden  biri Urfa’dır. Şehrin ilk sahipleri Arami-Süryaniler  şehre Urhai veya Orhay derken, daha sonra gelen Helenler Edessa (suyu bol anlamında) ve Kaliruha (suyu güzel çeşme)  olarak adlandırmışlar. Arapların  gelişi ile şehir Ruha adını almış, Osmanlı döneminde Urfa, 1984’de çıkarılan bir kanunla da Şanlıurfa olmuştur.

Hz. Adem’den son Peygamber Hz. Muhammed’e kadar dünyaya 124 bin, başka bir rivayete göre 224 bin peygamberin geldiği düşünülüyor.  Bunların sadece 25 tanesinin adı Kuran’da geçiyor. Bunlardan Hz. İbrahim, Hz. Eyyub, Hz.Elyasa, Hz.Şuayb, Hz. Nuh, Hz.Musa , Hz. Lut, Hz. Yakup olmak üzere sekiz peygamber bu topraklarda yaşamış.

Diyarbakır üzerinden karayolu ile geldiğimiz Şanlıurfa’da gezmeye başlıyoruz.

Arkeoloji Müzesi Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi Türkiye’nin kapladığı alan açısından en büyük,  barındırdığı eserler açısından beşinci büyük müzesi. Otuz bin metrekarelik binada 14 ana sergi salonu, 33  canlandırma alanı var. Müze yapılmadan önce hangi eserlerin sergileneceği belirlenip, bunlara uygun bir tasarım ile müze yapılmış. 1965 den beri hizmet veren müzenin yeni modern binaya geçiş yılı 2015 yılı.

Müzede eserler kronolojik bir sırayla sergileniyor. İlk Salon Paleolitik Dönem’e ait. Sonra Neolitik Dönem Salonları geliyor (M.Ö 10000-6500).  Kültürlerin ve yolların kavşak noktası Şanlıurfa‘da önce Atatürk, sonra Birecik Barajı yapımı nedeniyle  arkeolojik kurtarma kazılarına hız verilmiş. Nevali Çori, Göbekli Tepe, Gürcü Tepe, Akarçay Tepe’den Neolitik Dönem’e ait pek çok eser ve canlandırma müzede mevcut.

Çanak Çömleksiz Neolitik Dönem’e ait insanlık döneminin korunagelmiş en eski heykeli Balıklıgöl Heykeli de burada. Kireçtaşından yapılma 1.80 boyunda heykelin siyah obsidyen gözleri dikkat çekici.

Neolitik Dönem Salonu’nda  Göbekli Tepe’nin imitasyonu var.

M.Ö. 10000 yıllarına dayanan en az Göbekli Tepe kadar önemli Nevali Çori, Atatürk Barajı suları bu antik yeri yok etmeden önce ortaya çıkarılmış. O dönem insanlarının avcı toplayıcı topluluklar olduğunu gösteren başka bir yerleşim yeri. Burada bulunan tapınakta ki dikilitaşların  Göbekli Tepe deki gibi stilize insan heykelleri olduğu düşünülüyor.

Yine Akarçay Tepe’de yapılan kazılarda M.Ö. 8000 yılına ait konutlar bulunmuş. Müzede bunlar canlandırılmış.

Müzede Kalkolitik (M.Ö. 6000-3300) Dönem eserleri de var. Çebi Tarlası, Hacı Nebi Höyük, Kurban Höyük bu dönemin öne çıkan höyükleri.  Devrik ağızlı pişmiş toprak kapların bu dönemde asgari ücret ödemeleri için kullanıldığı düşünülüyor.

Tunç Dönemi (M.Ö. 3300-1110) höyükleri, Titriş, Lidar ve Kurban Höyük. En güzel pişmiş toprak kaplar bu dönemde.

Demir Çağı’na (M.Ö. 1100-330) ait Harran Höyüğü’nde çivi yazısı ile yazılmış Babil Nabunid Stelleri var.

Helenistik-Roma-Bizans Salonu’nda M.Ö 281 –M.S 244 döneminden heykeller, seramik kaplar, takılar, Roma Caddesi canlandırması bulunuyor.

Müze İslami Dönem Salonu ile bitiyor.  Hem mimari açıdan,  hem sergilenen eserler özellikle Neolitik Dönem eserleri açısından mutlak görülmesi gereken bir müze.

Halepli Bahçe Mozaik Müzesi Arkeoloji Müzesi’nden Halepli Bahçe Mozaik Müzesi’ne gidiyoruz. Urfa mozaikler şehri. Şimdiye dek 100’den fazla mozaik bulunmuş. Ancak çoğu kayıp veya özel koleksiyonda.  Bazı eserler de İstanbul Ayasofya Müzesinde.

Halepli Bahçe Mozaiklerinin en önemli özelliği, savaşçı Amazon Kraliçelerinin isimleriyle beraber mozaiğe resmedilmiş olmaları. Dünyada bunun başka bir örneği yok. Mozaik yapımında kullanılan Fırat Nehri taşlarının ebatları bazı mozaiklerde 4 milimetreye dek küçülüyor.

Amazon Mozaği’nde ana sahnede  dört Amazon kraliçesi, Penthesileia,  Antiope, Hippolyte,  Melanipe, savaşçı amazon kadın kıyafetleri ile tek göğüslü, yaya veya at üstünde resmedilmişler. Ares’in kızı kraliçe Penthesileia vahşi bir hayvana okunu fırlatmak üzere. Penthesileia, Aşil (Akhilleus) tarafından öldürülür. Aşil öldürdüğü kadına aşık olur. Antiope iki ağızlı balta ile av sahnesine katılır. Hipplute elindeki kılıcı bir panterin boynuna saplamakta, bu arada köpeklerinden biri pantere, diğeri devekuşuna saldırmaktadır. Bu av sahnesinde leopar ve aslanın korkusu, acı çekme hali, akan kanları ve gölgeleri çok başarılı resmedilmiş. Melanipe at sırtında elinde mızrağı aslana saplamaktadır.

Avlanan Amozonların her parçası günümüze sağlam kalmadığı için imitasyonla da canlandırılmışlar.

Pek çok mozaiğin bulunduğu müzede dikkat çeken eserlerden biri de M.S. 194 yılına ait. 1998’de Amerika Dallas Müzesi’ne götürülen, 2012 yılında ülkemize iade edilen Orpheus Mozaiği 2015 yılından beri burada sergileniyor. Antik Yunan Mitolojisinde müzik, şiir gibi kavramlarla özdeşleştirilen Orpheus’un vahşi hayvanları ehlileştirme sahnesi betimlenmiş.

Balıklı Göl, Mozaik Müzesi’nden çıkıyor, Balıklı Göl’e gidiyoruz. 150 metre uzunluğunda, 30 metre genişliğinde bir havuz. Derinlik 3-5 metre. Hali-ür Rahman gölü de deniyor. Hz. İbrahim’den, Halil-ür Rahman (Allah’ın sadık dostu) sıfatıyla da bahsediliyormuş. Göl hakkında, ayrıntılarında farklılıklar olan ancak ana teması aynı olan efsaneler var. Ana konu; Nemrut’un yaptırdığı putlara tapmayı red eden ve baş kaldıran İbrahim’in yakılış öyküsü.

Zalimliği gittikçe artan, çevresine korku ve dehşet saçan Nemrut’a falcılar, o yıl doğan bir erkek çocuğun kendini öldüreceğini söylerler. Bunun üzerine Nemrut askerlerini etrafa salarak o yıl doğan tüm çocukları öldürtür. Hz. İbrahim’i annesi saklar. Yıllar sonra büyüyen Hz.İbrahim, putlara tapmanın saçmalığına isyan ederek Nemrut’a karşı çıkar. Çocuğu olmayan Nemrut’un evlatlığı Zeliha ise Hz İbrahim’e aşıktır. Nemrut, Hz.İbrahim’i yaktırmak için gölün bulunduğu alana odunları yığdırır ve bir ateş yaktırır. Tepedeki kaleye iki büyük sütun yaptırır, arasına gerilen bir sistemle Hz.İbrahim’i ateşe atar.

Bu sütunların kutsal olduğuna inanılıyor. Eğer yıkılırsa evrenin alt üst olacağı gibi de bir inanç oluşmuş. Hz.İbrahim’in ateşe atıldığı yer göle, odunlar balıklara döner. Hemen yanı başında Zeliha’nın gözyaşlarından oluşan, bazı efsanelerde  Zeliha’nın da mancınıkla buraya atılması sonucu oluşan bir göl daha var, Aynzeliha Gölü.

Hz. İbrahim’in iki eşi vardır. Hacer ve Sare.  Hacer’den olan oğlu Hz.İsmail’in soyundan Peygamber Efendimiz, Sare’den olan oğlu olan Hz.İshak  soyundan Beni İsrail Peygamberleri gelmiştir.

Halil-ür Rahman Cami Balıklı  Göl (Halil-ür Rahman külliyesi) kompleksinde Halil-ür Rahman Camisi de yer alıyor. Halk arasında “Döşeme Cami” diye isimlendiriliyor. 504 yılında Hz.Meryem adına inşaa edilen kilise 800’lü yıllarda Abbasiler tarafından camiye dönüştürülmüş. Yıllar boyunca pek çok restorasyon görmüş.

Rızvaniye Camisi Külliyede bulunan diğer bir cami Rakka Valisi Rıdvan Ahmet tarafından yaptırılan Rızvaniye Camisi.

Fırfırlı Cami  aslında yapım tarihi bilinmeyen “On İki Havariler Kilisesi”. Bazılarına göre hristiyanlık açısından büyük önem taşıyan Van Bölgesindeki Varak Manastırı’nda bulunan “Varak Haçı”  1092 yılında buraya getirilmiş. 1956 yılında camiye çevrilen yapının çok güzel bir taş işçiliği var. Tepesine konan rüzgar gülünden dolayı “Fırfırlı Cami” deniyor.

Ulu Cami  1175 yılında eski bir kiliseden (Kızıl Kilise) camiye çevrilmiş. Sekizgen minare, kilisenin çan kulesinden bozma. Cumhuriyet döneminde minareye eklenen saat şehrin ilk ve tek saat kulesi. Caminin harim kısmında bir kuyu var. Bir inanışa göre  Hz. İsa’nın Kral Abgar’a (Sogmatar’da adı geçen, cüzzam nedeniyle İsa’dan yardım isteyen ve İsa’nın yüzünü sildiği ve siluetinin çıktığı mendili gönderdiği kral; Hristiyanlığı kabul ederek, Sin inancında olanlara darbe vurmuş), havarisi Thomas ile gönderdiği mendil bu kuyuya bırakılmış. Bu nedenle caminin içindeki kuyunun suyu şifalı kabul ediliyor. Caminin kuzey batı kısmı mezarlık. Halidi Tarikatından birileri   gömülü.

Reji Kilisesi Kilise 6. yüzyıla ait bir kilise kalıntısı üzerine 1861 de inşaa edilmiş. Hz. İsa’nın iki havarisinin ismini taşıyor. Aziz Petrus ve Aziz Paulus Kilisesi. 1924 yılına Urfalı süryanilerin Halep’e göçlerine kadar kullanılmış. 1924 yılından itibaren Tekel İdaresi burayı önce tütün fabrikası sonra üzüm deposu alarak kullanmış. Tekel kelimesinin Fransızca karşılığı Regie (Reji) olduğundan Reji Kilisesi deniyor. !998 de restore edilmiş. 2002 den beri kültür merkezi olarak kullanılıyor. Reji Kilisesi Elli Sekiz Meydanı’nda.

Elli Sekiz Meydanı adını burada bulunan bir hamamın yıkılması sonucu 58 kişinin hayatını kaybetmesinden alıyor. Bu Meydanda Reji Kilisesi dışında Şeyh Saffet Tekkesi, Şeyh Saffet Çeşmesi, Muhammed Muhiyiddin Türbesi ve Musevilere ait bir ibadethane var. Bu nedenle Şanlı Urfa’nın dinler  ve kültürler arası hoşgörü sembolü olduğunun bir örneği olarak bu meydan gösteriliyor. Elli Sekiz Meydanı’ndan yürüyerek 15 dakikada Haşimiye Meydanı’na, 20 dakikada Balıklı Göle ulaşılabiliyor.

Şanlıurfa sokaklarını fotoğraflayarak yürürken, 1919-1921 yılları arasında Ermeni Yetimhanesi olarak kullanılmış, 1960 yılında İmam Hatip okuluna çevrilmiş binanın önünden geçiyoruz.

Haşimiye Meydanı Şanlıurfa önemli kervan yolları üzerinde olduğu için özellikle Osmanlı döneminde 16-18. yy’da inşaa edilen pek çok han ve çarşıya sahip. Burası eskiden Anadolu’nun en önemli ticaret merkezlerinden biriymiş. Osmanlı İmparatorluğu zamanında Şanlıurfa’daki üstü kapalı çarşıların toplam alanı, Edirne’den sonra ikinci sırada imiş. Kazaz Pazarı (Bedesten), Sipahi Pazarı, Kınacı Pazarı, Kasap Pazarı, Keçeci Pazarı,Kovacı Pazarı, Çadırcı Pazarı,Çulcu Pazarı, Saraç Pazarı, Attar Pazarı  v.b. isimleri taşıyan bir sürü alışveriş yeri var.

Biz Haşimiye Meydanı’nda güney cephesi  Bedesten, batı cephesi Sipahi Pazarı ile bitişik Arasa Hamamı, doğusunda İsotçu Pazar Caddesi olan Gümrük Han’a kahve içmeye gidiyoruz. Şanlıurfa’nın en eski hanı ve en önemli kültürel miraslarından biri. Çevredeki dükkanlardan alışveriş yapıyoruz. Urfa’dan alınabilecekler  acı kırmızı toz biber, biber salçası, fıstık, çay (Sri Lanka’dan kendilerinin ithal ettiklerini söylüyorlar). Fiyatlar Ege Bölgesinden farklı değil. Hatta Urfa biber salçası İzmir’de marketlerde daha ucuz.

Sabah Göbekli Tepe yolundayız. Artık Şanlıurfa  çevresini gezeceğiz.

Göbekli Tepe, Neolitik Dönem kültürünün son yıllarda keşfedilen en önemli merkezi. Şanlıurfa  şehir merkezinden 13 km uzaklıkta. Sırları henüz çözülmemiş bir dağ kutsal alanı. Neolitik Dönem insanlarının görkemli mimariye, aynı zamanda büyük bir sembol hazinesi ve ayrıntılı bir işaret diline sahip olması arkeologları şaşırtmış. Henüz sırları tam çözülemeyen Göbekli Tepe’nin keşfi ile birlikte Neolitik Döneme ait bilinen tüm düşünceler değişmiş. Göbekli Tepe ayrı bir yazı konusu, 

Neolitik Döneme Ait Bir Kült Merkezi Göbeklitepe                       linkinden okuyabilirsiniz.

Harran, Şanlıurfa’ya 44 km uzaklıkta bir ilçe. Bizim buraya gelişimiz ilçe merkezi için değil. Suriye sınırına yakın olan bu kurak ova binlerce yıllık tarihiyle zengin ve köklü bir kültürün ev sahibi. Tevratta Haran olarak geçen yerin burası olduğu söyleniyor. Kentin kuruluşu Nuh Peygamber’in torunu Kaynana veya Hz. İbrahim’in kardeşi Aran’a (Haran) bağlanıyor. Adı Sümerce ve Akatça’da seyahat veya kervan anlamına gelen “haran-u” sözcüğünden geldiği belirtiliyor.  Bazı kaynaklar kesişen yollar anlamına geldiğini söylüyor. Harran medeniyetlerin doğduğu ve buluştuğu bir yer. M.Ö. 7000 den beri kesintisiz devam eden bir yaşam var burada. Halaf, Ubeyd, Uruk, Hitit,  Hurri,  Mittanni,  Assur, Babil, Helenistik, Roma, Bizans, Emeviler, Abbasiler, Fatimiler, Zengiler, Eyyubiler, Selçuklular  …Bunların hepsinden bir iz var. Hz. İbrahim’in Kenan iline buradan göçtüğü Tevrat ve Kuran’da belirtiliyor. Harran bu anlamda hem Yahudilerin hem Arapların anayurdu. Eskiden yemyeşil olan bölge, kuruyan Cüllab ve Deysan Irmakları sonrası yeşilden mahrum kalmış. Ancak GAP ile eski günlerine dönmeye hazır. Dünyanın ilk üniversitesinin kurulduğu, yine dünyanın en önemli üç felsefe ekolünden birinin doğduğu topraklardayız.

Harran Üniversitesinde, ünlü tıp ve matematik bilgini Sabit bin Kurra, dünya-ay arası uzaklığı ilk olarak doğru hesaplayan El-Battani, atom ve cebirin mucidi Cabir bin Hayyan  bu topraklarda bilime katkıda bulunmuşlar. Bu topraklar İslam Rönesansının bir parçası olmuş. Ovayı  dümdüz diye anlatmak yetersiz. Sadece höyüklerin dikkat çektiği bir sonsuzluktayız. Bugünkü Harran Üniversitesi bu höyüklerle pek ilgilenmiyor. Ama elbet bir gün bu toprakların altını merak edecek insanlar bu üniversitelere gelecek. Harran M.S 639 yılından beri Müslüman hakimiyetinde. 14 yüzyıldır kesintisiz bu vasfı sürdüren bir yer. Halkın çoğu etnik olarak Arap kökenli.

Harran Ulu Cami  Türkiye’de İslam mimarisi ile yapılmış en eski cami. M.S.  744-750 tarihleri arasında Emeviler devrinde Halife II. Mervan tarafından yaptırılmış. Son Emevi Halifesi II. Mervan başşehri Şam’dan Harrran’a taşımış. 104×107 metre ebadında, 12 bin kişinin ibadet yapacağı bir alanı kaplıyor. Doğu cephesi, şadırvanı, mihrabı ve minaresinin bir bölümü korunan cami restorasyonda. Minarenin 105 basamaklı ahşap merdiveni aslına uygun yeniden yapılmış. II. Mervan burada 10 milyon dirhem altın harcıyarak kendine bir saray da yaptırmış. Sarayın uzaktan gördüğümüz kale surlarının içinde olduğu tahmin ediliyor. Burada Roma dönemine tarihlenen bir kale varmış. Şimdi sadece küçük bir kısmı ayakta.

Harran  Kümbet Evleri  Puglia’ya Trulli Evlerini görmeye gitmeye gerek yok, Harran’ın Kümbet Evleri var. 150-200 yıl önce inşaa edilmiş. Bölge 1979’dan beri arkeolojik ve kentsel SİT alanı. Kasabada 100’den fazla, tüm bölgede 960 tane kümbet ev olduğu söyleniyor. Konik külahlar 30-40 kerpiç tuğla dizisi ile örülmüş. Evlerin yüksekliği içeriden en fazla 5 metre. Yüksek konik külahlar yazları sıcak havanın yükselmesi nedeniyle ortamı serin tutuyor. Bazı kubbe grupları içeriden kemerlerle birbirine bağlanarak geniş mekanlar elde edilmiş.Kubbelerin yan duvarlarında belli aralıklarla yerleştirilmiş tuğla çıkıntılar var. Bunlar kubbe tamiri gerektiğinde ya da soğuk havada ,yağmurda tepede bulunan deliği kapatmak gerektiğinde tırmanma amaçlı kullanılıyor. Bu kubbenin tepesindeki açıklık baca ve ışıklık fonksiyonu görüyor.

Evlerin içini yöresel kıyafetleri satmak, çay kahve ikram etmek gibi turistik alanlara çevirmişler. Yöre halkı bu evlerde tavukların daha çok yumurtladığına, atların daha uysal olduğuna inanıyor.

Günümüzdeki Harran köklü ve ihtişamlı tarihini yansıtmaktan çok uzak olsa da; Surların içindeki kerpiç evlerinde yaşayan, çoğu Arapça konuşan halkı, renkli kıyafetli kadınları, puşili erkekleri ile Türkiye’nin belki de en egzotik köşelerinden biri.

Tektek Dağları  Şimdi Milli Park olarak korunan  Tektek Dağları  çevresinde dolaşacağız. Harran’ın yakın çevresi, kuzeyi GAP nedeniyle sulanabilen verimli bir ova. Ancak yanlış tarım politikaları, kimyasal kullanımı  nedeniyle toprakta tuzlanma başlamış. Harran’ın doğusunda  ise değişik bir coğrafya var.  Ceylan, çizgili sırtlan, çöl varanı, Fırat kaplumbağası, sürmeli kız kuşu, çizgili ishak kuşu gibi sıra dışı bir faunası; Mezopotamya sümbülü, Karacadağ çiğdemi, geven, kırmızı kantaronu, beyaz ve sarı peygamber çiçeği gibi endemik bitkileri nedeniyle bu bölge Milli Park olarak koruma altında.  Aynı zamanda kültürel değerleri ile de dikkat çekici. Biz bunlardan bazılarını göreceğiz.

Bazda Mağaraları İlk durağımız Bazda Mağaraları. Harran-Han el-Barur yolunun 16.kilometresinden itibaren yolun her iki tarafında  pek çok tarihi taş ocağı var. Bazda Mağarası bu taş ocaklarının en görkemlisi. Geniş bir alana yayılan dağdan Harran Ulu Cami, Şuayp Şehri ve diğer yapılarda kullanılmak üzere 8. yüzyıldan itibaren taş çıkarılmış. Bunların sonucunda çok sayıda tünel ve galeri oluşmuş.

Şuayp Şehri Özkent Köyü’nde. Harran’a 38 kilometre. Şehir geç Roma dönemine tarihlenen (M.S 4.-5. Yüzyıl) bir yerleşim yeri. Epeyce geniş bir alana yayılmış, etrafı yer yer izleri görülen surlarla çevrili bir şehirmiş. Bu şehirdeki evler tipik Roma evleri tarzında yapılmış.  Üçgen alınlıklı, çatılı evlerin  etrafı duvarla çevrili bir avlusu var. Evin altında  ana kayaya oyulmuş bir kiler bulunuyor. Her evin avlusunda bir su kuyusu var. Evlere girişler avlu duvarlarında yer alan kapılardan. Bu kapılar ise ızgara planlı sokaklara açılmakta. Çok sayıda ki kaya mezarı üzerine kesme taşlardan yapılar yapıldığını görüyoruz, üzülüyoruz.

Hz. Şuayb Peygamber’in bir dönem burada yaşadığı rivayeti nedeniyle buraya Şuayb adı verilmiş.  Hz. Şuayb  Hz. İbrahim soyundandır.  Hicaz  ve Filistin arasındaki bölgede Medyen halkının peygamberidir.  Medyen halkı  Tevrat’ta Midianlılar diye anılan kavimdir. Yine Tevrat Midianlıların Hz. İbrahim soyundan olduğunu belirtir. Tevrat’a   göre Hz. Musa,  Mısır’dan kaçtıktan sonra Midianlılara sığınır ve 40 yıl onların arasında yaşar, başrahipleri Yetro’nun kızıyla evlenir. İki oğlu olur. Yetro yaşamı boyunca damadını destekler.  Zamanla Midianlılar Musa’ya düşman olur. Musa halkını serbest bırakması  için Firavuna gitmeden önce karısı ve iki oğlunu Yetro’ya bırakır. Bu öyküde Kuran da anılan Şuayb ile  Tevrat’ta  geçen Yetro aynı kişi  kabul ediliyor. Midianlılar ise Harran yöresindeki Mittaniler mi? bilinmiyor.  Ama olayların ortaya çıkışı yani Musa Peygamber’in öyküsü ile Mittani Krallığı kronolojik olarak uyumlu.

Yeraltı dehlizleri ile dolu bu etkileyici şehirde henüz hiçbir arkeolojik kazı yapılmamış. İsrail’in  bu işe talip olduğu, izinlerin  alındığı ama son anda politik oy kaygıları nedeniyle izinlerin iptal edildiği söyleniyor. Arapçada “Eski İnsan Şehri” anlamına gelen Şuayb, eskiden Harran Ovası’nda yaşayanların yazlıklarının olduğu bölgeymiş. Tektek Dağları’ndaki pek çok yerleşim yerinde Süryanice yazıtlar bulunmasına karşın Şuayb’ta Süryanice yazılı sadece bir mezar taşı bulunmuş. Kim bilir  arkeolojik kazılar başlayınca karşımıza ne gibi sürprizler çıkacak.

Soğmatar Şuayb Şehri’nden ayrılarak Tektek Milli Parkı’nda yer alan Soğmatar’a yönümüzü çeviriyoruz.  Şuayb  Soğmatar arası 15 kilometre, Harran Soğmatar arası ise 53 kilometre. Roma Dönemi’ne (M.S. 2.yy) tarihlenen bölge, Abgar Krallığı döneminde Harranlıların Tektek Dağları Bölgesinde Ay ve Gezegen Tanrıları için tapındıkları bir kült merkezmiş. Bu bilimsel olarak da kanıtlanmış. Tarihçi el-Biruni’ye göre Harran yakınlarında Süryanice Selemi Sin (Ay putu-muhtemelen Soğmatar) isimli bir köyde Harraniler yaşamaktaymış. Harraniler 7 gezegenin ruhlarına tapıyorlarmış (Ay, Güneş, Mars, Venüs, Jüpiter, Merkür, Saturn). A’yana, Avazi Baba, Solon, Şit, İdris Peygamberleri kabul ediyorlar. İki kutsal kitapları var. Günlük ve din dilleri Süryanice.

Tanrılar her şeye egemen, kusursuz, ezeli ve ebedi karakterlerdi. Yedi gök varlığı babalar, yerdeki elementler (ateş, hava ,su, toprak) analardı. Her ikisinin birleşmesi ile hayvanlar, bitkiler, diğer canlılar doğmuşlar. Ay ve güneş başta olmak üzere 7 gezegenin ruhu yeryüzündeki varlıklara aktarılırdı. Bu nedenle astroloji Harrani dininde önemli bir yer tutar. Harraniler bu dünyadan başka bir dünyanın varlığına inanmazlar. Kendilerini zamanın yok ettiğine inanırlar. Sevap ve ceza bu dünyadadır. Yapılan kötülüklerin karşılığı gam, keder, sıkıntı, eziyet şeklinde kişiye yansır. Dine giriş töreni tapınaklarda, rahipler tarafından erkek çocuklarına uygulanır. Yedi gün süren ayin sonunda kutsal bir şarap töreni yapılır. Günün üç vakti önemlidir.  Güneş doğarken, doruk noktasındayken, batarken. Yılda 30 gün oruç tutarlar. Gök cisimleri için kurban olarak koyun, sığır,keçi keserler ama etini yemezler. Kurban kesmek için gezegenlerin özel konumunu beklerler. Kurbanların iç organlarını inceleyerek gelecek için özel anlamlar çıkarırlar.

Şahitler huzurunda evlenirler, akraba evliliği ve çok eşlilik yasaktır. Boşanma hakim kararı ile mümkün olup, mirastan kadın ve erkek eşit pay alırlar. Törenler dışında içki içilmez. (Selahattin Eyyubi Güler’den alıntıdır)

V.Abgar ile birlikte yörede Hrististiyanlık kabul edilir. Cüzzam olan V.Abgar, Hz.İsa’dan yardım ister. İsa’da ona yüzünü sildiği, siluetinin çıktığı bir mendil gönderir. İsa’nın ölümünün hemen sonrası V. Abgar Hristiyan olur.

Soğmatar Arapça “Suk el Matar” (suk=sokak,çarşı matar=yağmur) kelimelerinden geliyor. Köyün günümüzdeki adı da Yağmurlu. Bir zamanlar 300 dolayında tatlı su kuyusu varken, bugün hemen hemen tamamı kurumuş. Köyde yapılan yüzeysel araştırmalar Kalkolitik  Dönem’e dek gidiyor (M.Ö  5 bin). Buralarda da henüz bir arkeolojik kazı yapılmamış.

Bulunan Aramice bir yazıt, Büyük İskender sonrası Hellenistik Dönemi işaret ederken, anıt mezarlar M.Ö. 4.-3. yüzyılları gösteriyor.

V. Abgar’ın Hristiyanlığı 177 yıllarında kabul etmesi Harran halkına darbe olmuş. Halkın bir kısmı ulaşımı zor bölgelere kaçmış. Ay Tanrısı Sin ve diğer gezegenlere olan inanç, Mezopotamya kültürünün temel inancıdır. Hititler, Mittaniler, Asurlular, Babiller dönemlerinde Sin Tapınakları vardır. Simgesi hilal, boğa ve üç ayaklı iskemle olan Sin inancının kutsal merkezlerinden biri Soğmatar’dır. Soğmatar geç dönemde ortaya çıkan bir Sin inanç merkezidir.

Şehrin girişinde yer alan höyük, Kalkolitik Dönem’den beri şehrin ana yerleşim yeri. 190’lü yılların başında, höyüğün üzerinde bir Orta Çağ kalesinin olduğu fotoğrafla belgelenmiş. Ancak buraya 20. yy yerleştirilen bir Arap aşireti kalenin taşlarını sökerek, satıp ya da kendileri için kullanıp kaleyi yok etmişler.

Önce Musa Kuyusu’nu görmeye gidiyoruz. Kuyu bir köylünün bahçesinde ve kapalı. Şuayb susuz bir kuyudan atlarını sulamaya çalışırken, Musa asası ile yere vurur ve kuyu su dolar. İşte o kuyu, bu kuyuymuş. Bugün pek  bir şeye benzemese de öykü bu.

Daha sonra bir Sin tapınağı olan Pognon Mağarası’na gidiyoruz. Henri Pognon 1900’lü yılların başında Bağdat Konsolosu olan, yöreyi iyi bilen ve araştıran birisi. Höyüğün üzerindeki kaleyi fotoğraflayan, mağarayı bilim dünyasına ilk tanıtan kişi olduğu için mağara onun adıyla anılıyor. Mağaranın duvarlarındaki nişlerde kişilere ait kabartmalar ve süryanice yazılar var.

Soğmatar küçük bir kutsal alan. Burada birçok kaya mezarı var. Kutsal tepeye bakan, çoğunluğu dairesel planlı 9 yapı kalıntısı muhtemelen gezegenleri temsil ediyorlar. 20. yüzyılın başında büyük ölçüde korunmuş olan bu mezarların günümüzde sadece ikisini görebiliyoruz.

Soğmatar’daki son ziyaret yerimiz Kutsal Tepe. Tepe’ye güneşin batışını izlemek için tırmanıyoruz. Tepede süryanice yazılmış 10 yazıt var. Başında güneş tasvirini çağrıştıran ışınlı haleli bir komutan kabartması ve Ay Tanrısı Sin’in büstü olan kabartmaları fotoğraflıyoruz.

Tepe’de Mezopotamya Ovası’nın muhteşemliğini, Tektek Dağları’nı seyrediyor, ülkemize, topraklarımıza bir kez daha hayran oluyorum.

Senemağar  Hava kararmaya başladı ama Senemağar’ı da görmek istiyoruz. Senem Mağarası olarak da anılan Senemağar 5-10 haneli küçük bir mezrada. Burada Geç Roma döneminden kalma yapılar (M.S. 5. yüzyıl) var. Eski bir pagan kültü üzerine kurulmuş bir Hristiyan manastırını düşündürüyor. Bu yapılar mezradaki konutlarla iç içe geçmiş. Tarihi eser, ev,mağara, ahır karışmış.

Yapıları arka kısmındaki kaya kütlesi içine biri kilise olan çok sayıda mekan oyulmuş. Burada insanlar hala tezek kullanıyorlar. Sanki bir film platosu.

Senemağar’da tepenin eteklerinde, düzlükte tarlalar arasında oyulmuş, dipsiz görünen, benim ürktüğüm bir güvercinlik var. Yörenin çocukları korkusuzca başındalar. Etrafında koruyucu bir bariyer yok.

Kararan hava ile birlikte Şanlıurfa’ya  dönüşümüz başlıyor. Hava soğudu, yağmur başladı. Biz Tektek Dağları milli parkında bir günde ancak bu kadar yer gezebildik. Bu milli parkta görülecek 20’den fazla yer var. Bunları bir daha ki gezimize saklıyoruz.

Konaklama 
Şanlıurfa’da konaklanabilinecek pek çok yer var. Biz “Elçi Konağı”ında kaldık. Elçi Konağı, sıcak samimi personeli dışında konfor sunmayan tarihi bir konak. Şanlıurfa’da alkol bulunduran nadir mekanlardan.

Yeme-İçme

Şanlıurfa mutfağı genelde yağın alışkın olduğumuzdan fazla kullanıldığı bir mutfak. Seyahatlerde barsak bozukluğu yaşayabilirsiniz. Bizim arkadaşlarımızdan bu şanssızlığı yaşayan oldu.

Biz bir öğlen yemeğini tarihi bir handan restore edilerek lokanta haline getirilen Cevahir Restoran’da yedik. Lebeni çorbası, Urfa kebap, Şıllık tatlısından oluşan yemek güzeldi. İkinci gün öğlen yemeğimizi Harran Kümbet Otel’de yedik. Yemeklerimiz patlıcan çeşitleri ağırlıklı idi. Diğer yemeklerimiz oteldeydi.

Antakya ve Gaziantep Mutfakları arasında ortak noktalar olsa da, benim tercihim Antakya ve Gaziantep Mutfakları.

Son günümüzde kahvaltı sonrası Balıklı Göl’e doğru yürüyoruz. Urfa’dan ayrılma vakti. Urfa’nın kalbinde, Urfa Kalesi eteklerinde bulunan Balıklı Göl’de bir gezinti yapıyor, Urfa’ya veda ediyoruz.

Dönüş yolunda toplumlarda dinin ne kadar önemli olduğunu konuşuyoruz. Örgütlenme çoğunlukla din çevresinde. Kiliseler, katedraller, tapınaklar, camiler…. Bilim ve din iki farklı boyut. Bilim anlamamızı, din anlamlandırmamızı sağlıyor. Bilim aydınlatıyor, din ısıtıyor. Bu topraklarda daha çok az arkeolojik kazı yapılmış. İlerleyen yıllarda Şanlıurfa’dan daha çok söz edilecek.

Gence Gezi Rehberi: Azerbaycan’ın Görmeden Geçilemeyecek Şehri

gence

Atatürk’ün adını önemli bir bulvarlarına verdiklerini gördüğümde beni çok mutlu eden Azerbaycan’ın düzenli ve sakin şehri Gence. Bu şehir dost, yardımsever, kardeş, hoşgörülü ve samimi insanların diyarı.

Gence bir milyonun üzerinde nüfusuyla Azerbaycan’ın ikinci büyük şehri olup tarihi 5. Yüzyıla kadar gitmekte. Gence adı “geniş, bol” anlamına gelen “gan” sözcüğünden geliyor. “Dede Korkut Hikayeleri’nde” de Gence’den sıklıkla söz edilmekteymiş. Nüfusun %98’ini Azerbaycan Türkleri oluşturuyor, az sayıda Rus, Ukraynalı ve Tatar nüfusu da bulunmakta.

1578-1590 Osmanlı-İran Savaşı ile 1578’de Osmanlının eline geçen Gence, 1606’da Şah I. Abbas tarafından geri alınmış. Gence Hanlığı, Nadir Şah’ın öldürülmesinin ardından kurulan hanlıklardan biri olmuş. Bölgede hüküm süren hanlık 19. yüzyılda Kafkaslara inen Rusların Gence Hanı Cevad Han’ı öldürmesi ile son bulmuş.

1804 yılında şehrin ismi Çar’ın eşinin ismi olan Yelizavetpol olarak değiştirilmiş. 1918 yılında eski ismine kavuşan Gence, 1918 – 1920 yılları arasında Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’ne başkentlik yapmış. Azerbaycan’ın ilk parlamentosunun toplandığı bina, şimdilerde Azerbaycan Devlet Aqrar yani Tarım Üniversitesi olarak faaliyet göstermekte. 1935-1989 yıllarında da Bolşevik lider Sergey Kirov’a atfen Kirovabad ismini almış. Gence, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsızlığını kazanan Azerbaycan’ın en önemli şehirlerinden biri.

Şehir Kür Nehri’nin güneyinde verimli toprakları ile  zengin bir bölgede yer alıyor. Gence uzun süre Azerbaycan’ın sanayi merkezlerinden birisi olmuş. Batı Azerbaycan’ın ekonomik merkezi olarak ülke için büyük değer taşıyor. Özellikle metalurji konusunda dev tesislere sahip. Şehrin yakınlarındaki madenlerden çıkarılan cevherler bu tesislerde işleniyor. Özellikle alüminyum ve bakır madenleri ön plana çıkmış. Şehirde ayrıca porselen sanayi ve ipekçilik de gelişmiş. İpek böcekçiliği ve kozadan ipek üretimi Gence’de geleneksel bir iş kolu. Tabii ki, tarım ürünleri ve şarap yapımı gibi diğer tarımsal faaliyetler de şehirde sürdürülüyor.

Bir zamanlar Kafkasların en popüler halı pazarlarından birine sahip olan Gence, geometrik desenli, düğümlü el dokuması halıları ile ün yapmış. Kafkas halılarının en güzel örneklerinin dokunduğu bu bölgede, Şirvan, Karabağ ve Kazak halıları yanında Anadolu halıları da üretiliyor.

Azerbaycanlılar Türkçe konuşuyor ancak hem şive hem de kelimelerin farklı anlamları olmaları nedeniyle konuşmalarının çoğunu anlaşılamıyor. Onlar Türk televizyonu izledikleri için bizi anlamakta sorun yaşamıyorlar. Bazen konuştuklarını anlayabilmek için bir kaç kere tekrarlatma gereği duyduğumu itiraf etmeliyim. Bazı kelime ve cümlelerini yazarsam durum daha anlaşılır olur sanırım.

Merhaba – Salam
Teşekkür ederim – Saghol
Pardon – Uzr isteyirem
Lütfen – Khaish edirem
Evet – Beli
Hayır – Yokh
Para – Pul
Yardım edin – Komek edin
Anlamadım – Basha dushmedim
Bu kaçadır – Bu necheyedir

Kelime anlamlarıyla ilgili birkaç da fıkra gibi gerçek konuşmalardan bahsediliyor. Bunu da sohbetini yaptığım Şeki şehrinde anlatacağım. Şimdi hep beraber Gence’ye gidelim.

Kırmızı Köprü adı verilen Gürcistan-Azerbaycan sınır kapısından geçtikten sonra bir anda etrafımı döviz bozduran satıcılar çevirdi. Zaten ben de ulaşımda kullanmak üzere Azerbaycan para birimi  Manat almak zorundaydım. Yolun biraz ilerisindeki banklarda yolcular araçlarını bekliyorlardı. Ben de banka oturarak beklemeye başladım. Birazdan üç kişi Gence’ye gitmek üzere araca bir araca bindik. Şoför beni kalacağım pansiyona kadar götürebileceğini ve bunun için de ilave olarak 5 Manat alacağını söyledi. Zaten Gence’de taksiye bineceğim için bu teklifini kabul ettim. 

Pansiyon turistik Cevat Han Caddesi üzerindeydi. Bana güzel büyük bir oda ayırmışlar. Aylar önce rezervasyon yaptırdığım için   2 gece için sadece 35 Manat ödedim.

Biraz odada dinlendikten sonra çevreyi gezmeye çıktım.Taksiden indiğim tarafa doğru yürüdüm ve karşıma Şair Nizami Gencevi Heykeli çıktı.

12. yüzyılda yaşayan Nizami Gencevi, Selçuklular devrinde İran’ın en büyük şairi imiş. Beş adet mesnevinin birleşmesine “hamse” adı veriliyor. Nizami ilk kez beş mesnevî yazarak ortaya bir Hamse çıkarmış. Bu mesneviler İran ve Türk şairlerince örnek alınmış. Azerbaycan’da ve özellikle Gence’de 12. yüzyıldan bugünlere kadar önemini kaybetmeyen Nizami, meşhur “Leyla ile Mecnun” mesnevisinin yazarı. Şairin bir başka ünlü eseri de “Hüsrev ile Şirin”. Şair eserlerinin çoğunu Farsça yazmış. Gence’de doğan ve bu yüzden Gencevi soyadını alan şaire Genceliler çok önem veriyorlar. Şehirde Nizami’nin heykeli, anıtı ve mezarı var. 

Heykelin birkaç fotoğrafını çektikten sonra ileride gözüken Kiliseye doğru yürüdüm.

Ahmad Jamil Caddesinde bulunan Lutheryan Kilisesi günümüze oldukça sağlam bir şekilde kalmış. 1826-1828 Rus-İran ve 1828-1829 Rus-Türk savaşı sonrasında Almanlar Gence’ye ilerlemiş. Bu Lutheryan Kilisesi Almanlar tarafından 1885 yılında yaptırılmış. 1897 yılında 103 Alman Gence’de yaşıyormuş. Kilise 1941 yılına kadar bir ibadete açıkmış, günümüzde ise “Devlet Kukla Tiyatrosu” olarak kullanılmakta.

Biraz ileride güzel bir sürprizle karşılaştım. Genceliler Atatürk’e verdikleri değeri en büyük bulvarlarından birine ismini vererek göstermişler. Yanında da büyük puntolarla büstünü de ekleyerek “Bu Bulvar Türk Halkının büyük oğlu Atatürk’ün adını taşıyor” yazmışlar. Gerçekten çok duygulandım bravo onlara!

Pazar günü şehri keşfetmek için yollara düştüm. Bir gün önce gittiğim rotanın tam tersi istikametine doğru yürüdüm. Böylece kendimi bir anda tarihi merkezin ortasında buldum. Ancak ortalık toz dumandı. Opera Binası‘nın restorasyonu yapılıyordu. Opera Binası tozun toprağın arasında yine de çok güzel gözüküyordu. İki tarafındaki kulelerin tepesinde ve binanın ön yüzünde heykeller ve heykellerle bezenmiş fıskiyeler bulunuyor.

Opera Binasının hemen önündeki alanda Şah Abbas Kompleksi bulunuyor. Bunlardan Cuma Cami önemli bir kültür mirasıymış. İran Şahı I.Abbas 1606 yılında Gence’yi ele geçirdiğinde kenti yakıp yıkmış. Yeni şehrin 8 km uzakta bir yere kurulmasını ve orada bir cami inşa edilmesini emretmiş. Ancak Genceliler eski yerleşim yerinden göç etmeyi kabul etmemişler. Bunun üzerine, Şah Abbas camiyi bugünkü yerine yaptırmış. Zarifçe gökyüzüne süzülen çifte minareleriyle Cuma Cami Gence’nin en çok ziyaret edilen yerlerinden biri. Caminin külliyesinde bir hamam, medrese ve mezarlık bulunmakta.

Kırmızı tuğladan yapılmış olan Cuma Cami mimari olarak çok güzel ve ilgi çekici işlemeleri de görülmeye değer. Caminin içinde köşelere de idare odaları yerleştirilmiş.

Caminin hemen yanında Gence için çok önemli bir kahraman,  Cevat Han Türbesi bulunmakta. Nadir Şah’ın ölümünden sonra bölgedeki İran hakimiyeti zayıflamış. İran Türkleri bağımsız 20 hanlık kurmuşlar. Ancak 18. yüzyılın sonundan başlayarak 20. yüzyılın başına kadar Rus Çarlığının Güney Kafkasya’yı işgali nedeniyle bu hanlıklar hep Ruslarla mücadele etmek zorunda kalmışlar. İşte Ruslarla ilk karşılaşan Gence Hanı da Cevat Han olmuş. Cevat Han 30 bin kişilik Rus ordusuna karşı Gence’yi bir avuç silahlı kuvveti ile savunmuş. Rus ordusunun aylarca süren tecridine rağmen Gence’yi terk etmeyen Cevat Han, bu kararlılığını Rus Komutanı Sifyanov’a gönderdiği mesajda şöyle ifade etmiş: “Gence’nin anahtarlarını size vermektense ölmeyi tercih ederim. Gence’yi almak için hem benim hem de oğullarımın cesetleri üzerinden geçmeniz gerekir.” Maalesef eşitsiz koşullarda yapılan savaş sonrasında Cevat Han ve üç oğlu şehit düşmüş ve Gence de 1804’de Rus ordusu tarafından işgal edilmiş. İşte Cevad Hanın mezarı bu tuğlayla örülmüş türbede bulunuyor.

Yine bu komplekste Çökek Hamamı bulunmakta. Hamam kadın erkek girişleri farklı taraftan yapılacak şekilde inşa edilmiş.

Bu kompleks kentin en önemli sembollerinden biri olup turistlerin uğrak noktası olarak bilinmekte.

Burayı da gezdikten sonra Opera Binasının önünden daha ileriye doğru yürüyerek Atatürk Bulvarına ulaştım. İki caddenin kesiştiği noktada Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti Parlamentosu’na ilk kez 1918 yılında ev sahipliği yapmış güzel bina bulunuyordu. Gence bir dönem başkent de olduğu için haliyle parlamento da burada toplanıyormuş. Bugün bina Azerbaycan Devlet Tarım Üniversitesi olarak kullanılmakta.

Cadde üzerinde bir müze gördüm ve bağımsızlık adını görünce bari burayı gezeyim dedim.

Kapıyı açmaya çalıştım ama açılmadı. Yan taraftaki binaya girerek müzenin açık olup olmadığını sordum. Bir görevli dışarı çıkıp müzenin penceresine eliyle vurdu ve bir kız kapıya geldi. Aslında müze kapalıymış ancak şehir dışından gelen misafirleri gezdirmek için orada bulunuyormuş. Beni de kırmadı ve bütün müzeyi coşkulu bir anlatımla gezdirdi. Yüzü ve yüreği güzel bu Genceli kızımıza şükranlarımı sunuyorum.

Müzede Atatürk resmi ve Türk başbakanlarla çeşitli ziyaretlerde çekilmiş fotoğraflar da vardı. Büyük ve eşsiz bir savaş kazanarak yeni bir ülke kurmuş olan Atatürk’ümüzü kendi Cumhurbaşkanları Haydar Aliyev’le eşdeğer tutan yaklaşımlarıyla fotoğraflar yan yana konmuş. Şüphesiz ki her ülkenin kendi ataları, kendi büyükleri, kurucuları onlar için değerlidir ama Atatürk’ün yeri bir başka tabii ki.

Şimdi çok azını buraya koyabildiğim müze fotoğraflarına bakalım isterseniz.

Buradan çıktıktan sonra yakınlardaki Han Bağı tarihi parka doğru yürüdüm. Yürürken Azerbaycanlı bir grup kadının arasından birisi yanıma yaklaşarak benimle sohbet etmeye başladı. Bizi çok sevdiklerinden, dizilerden falan aklınıza ne gelirse anlattı. Uzun uzun konuştuktan sonra veda edip ayrıldı. Azerbaycanlılar çok candan ve güleryüzlü insanlar.

Kısa bir yürüyüş sonrasında parka ulaştım. Han Bağı sadece Azerbaycan’ın değil Kafkasların en eski parklarından biri. Park 1700 yılında kurulmuş ve Gence’nin son hanı Cevad Han’ın anısına  “Han Bağı” olarak isimlendirilmiş. Bugün 7 hektarlık bir alanda yerel ve yurt dışından getirilen pek çok bitkiye ev sahipliği yapayor park. Şehrin merkezinde olduğu için insanların nefes alacağı, dinleneceği ve çocuklarını gezdirebileceği bir alan olmuş.

Parkın içinde 350 kişilik bir tiyatro, 2 şadırvan ve dekoratif ağaçlar var. Parkta ayrıca, Azerbaycan’ın ünlü kadın şairi Nigar Rafibeyli ve Sovyetler Birliği kahramanı İsrafil Mammadov’un anıtları yer alıyor.

Şah Abbas Camisi’nden ileriye doğru yürüdüğümde Haydar Aliyev Meydanı’na ulaştım.

Bu Meydanın bir tarafında da Gence’nin görkemli Hükümet Binası bulunuyordu.

Yolun sağ tarafında önündeki heykellerle çok şık gözüken Akademi Müzesi.

Gence Devlet Üniversitesi binasının güzelliğine bakar mısınız!

Yol üstünde şehrin ilgi çekici tarihi eserlerinden olan Kervansaray‘a ulaştım. Restorasyon nedeniyle içini gezemedim.

Yolun başında bulunan polislere Rus Kilisesi’nin yerini sordum. Onlar da birkaç kişiye sorarak bana yolu tarif ettiler. Türkçe konuşunca hemen herkes çok yardımcı oluyor.

Biraz sapa bir noktada bulunan kiliseyi en nihayet buldum. Şehirde yaşayan Ortodokslardan kalan Rus Ortodoks Kilisesi kentte görülebilecek az sayıdaki Hristiyan mimari örneklerinden biriymiş. Alexander Nevsky  Kilisesi 1887 yılında inşa edilmiş. Eski bir mezarlık bölgesinde inşa edilmiş.

Kilise Bizans mimari stilinde yapılmış ve inşasında plinfa tuğlalar kullanılmış. 1931 yılında kilise kapatılmış ve 1935-1938 yılları arasında yerel tarih müzesi olarak kullanılmış. 1946 yılında kilise yeniden ibadete açılmış. Kilisenin içindeki ilk döneme ait ikonalar iyi korunmuş durumda. Bunlardan en önemlisi Aziz Alexander Nevsky ve Mary Magdelene’nin ikonalarıymış. Şansızlığıma bakın ki hafta sonu olduğu için kapalıydı ve içini göremedim. Kilise  giriş ücreti 5 Manat.

Dönüş yolunda Şişe Ev karşıma çıktı. Şişe ev ya da Butulka Ev’in ilginç bir mimari yapısı bulunmakta. Binanın yapımında tuğla ile birlikte 48.000 cam şişe kullanılmış.

Gence’de oturan İbrahim Jafarov 1966-1967 yıllarında değişik ebat ve şekillerde cam şişeler kullanarak evi inşa etmiş. Bunun yanında ayrıca Soçi’den getirilen renkli taşlar da evin yapımında kullanılmış. İbrahim Jafarov bu evi II. Dünya Savaşı’nda kaybolan erkek kardeşinin anısına inşa etmiş. Evin saçaklarında bir erkek resmi kullanılmış, kardeşine ait olsa gerek. Her yıl yüzlerce turist bu evi görmek için burayı ziyaret ediyormuş. Evin içinin de dışı gibi ilgi çekici bir tarzda inşa edildiği söyleniyor ancak zamanım olmadığı için evin içini görme şansım olmadı.

Akşam olmak üzereydi ve Haydar Aliyev Parkı‘na gitmeyi planladım. Haydar Aliyev Park Kompleksi Azerbaycan ve Kafkasların en büyük, dünyadaki parklarda da beşinci en büyük park olarak gösteriliyor. Toplam alanı 450 hektar. Parkın girişinde 38 metre yüksekliğinde bir zafer takı bulunuyor.

Komplekste neler mi var? Cafeler, eğlence merkezleri, dinlenme alanları, bisiklet kiralama, çocuk eğlence alanları, konser alanları gibi çok çeşitli etkinlik alanları.

Park bu kadar büyük olunca, gezmek için gezinti araçları da bulunuyor. Uzun süre yürüdüm ve bir müzik sesi duyunca o tarafa yöneldim. Amfi şeklinde açık bir alanda sahnede bir grup çalıyordu.

Burası da Haydar Aliyev Kültür Merkezi.

Parkın içinde çok sayıda Maraş dondurmacısı vardı ve birinden dondurma alarak yürümeye başladım. Zafer Takı ışıklandırıldığında da ayrı bir güzelliği vardı.

Ertesi gün Gence’de son günüme Mahsati Ganjavi Merkezi ile başladım.  Kültür Merkezine giriş ücreti 2 Manat olup yine rehber eşliğinde gezdim.

Ettarlar Caddes’inde bulunan Mahsati Ganjavi Merkezi’nde Mahsati zamanıyla ilgili ulusal kıyafetlerin sergilendiği salonlar, sanat galerileri, Mahsati Ganjavi’ye atfedilen çeşitli görüntüler ve onun rubayileri bulunmakta Minyatürler ve sanat çalışmaları bir projektörle sergilenmekte.

Burayı gezdikten sonra Tarih Müzesini de gezeyim istedim. Artık çok vaktim kalmadığından adeta koşar adımlarla müzeye doğru gittim. Gence Tarih ve Etnoğrafya Müzesi Atatürk Prospekti 244 numarada bulunuyor. Kapıyı açtığımda ortalıkta hiç kimse bulunmadığından seslenmek zorunda kaldım. İçerilerden bir adam çıktı, üst katın kapalı olduğunu ancak alt katı gezdirebileceğini söyledi. Rehberlik yaparak her şeyi uzun uzadıya anlattı. Çok ilginç eserleri görme şansım oldu.

Tarih Müzesine fotoğraf çekmek için 2 Manat dahil toplam 4 Manat verdim.

Gezimizin sonunda biraz da resimlerle Gence sokaklarında dolaşalım.

Gence sokaklarında dolaşırken asıl ilgimi çeken birbirinden hoş heykellerdi.

Son Söz
Ülkemizde çok bilinmeyen bu güzel şehri gezmeye doyamadım. Bizim kültürümüze yakın, neredeyse aynı dili konuştuğumuz, samimi ve dostane insanlar tanıyabileceğiniz ve ülkemize de yakın olan Gence şehri seyahat seçenekleriniz arasında iyi bir tercih olabilir. Gitmenizi ve görmenizi öneririm.

Kiev Gezi Rehberi: Ukrayna’nın Renkli Başkenti

Kiev Gezi Rehberi

Avrupa’nın tarihi şehirleri olarak öncelikle akla Roma, Paris, Londra, Prag, Viyana gibi şehirler geliyor. Ancak, zengin tarihi, harika mimarisi, görkemli kiliseleri, hareketli caddeleri, lezzetli mutfağı ve henüz turist kalabalığına boğulmamış, Arnavut kaldırımlı sokaklı bir şehri ziyaret etmek istiyorsanız, Ukrayna’nın renkli başkenti Kiev’i düşünmelisiniz.

Kiev Doğu Avrupa’nın en eski şehirlerinden biri. 5. yüzyılda burası bir Slav ticaret merkeziymiş. Şehir, tarihi boyunca Hazarlar, Vikingler, Moğollar, Litvanya Büyük Dükalığı, Polonya, Rusya İmparatorluğu ve SSCB’nin egemenliği altına girmiş. Dinyeper (Ukraynaca Dnipro) Nehri kenarına kurulu olan Kiev Ukrayna’yı ilk kez ziyaret edecekler için iyi bir başlangıç noktası olabilir.

Kiev (Kyiv), Ukrayna’nın başkenti, politik, ekonomik, teknolojik, eğitim ve kültür merkezi. Kiev’de 3 milyonluk nüfusun yaklaşık % 85’i Ukrayna etnik kökeninli, % 12’si Rus. Şehirde Ermeniler, Azeriler, Belaruslular, Yahudiler, Gürcüler, Polonyalılar, Rumenler ve Tatarlar olmak üzere azınlık gruplar da var.

Aslında bizim de kullandığımız “Kiev” adı kentin Rusça adıymış. Şehrin her yerinde Ukraynaca kabul edilen resmi adı “Kyiv” (Київ) kullanıyor, asla “Kiev” adını kullanmıyorlar.

Kiev, özellikle de SSCB’den ayrıldıktan sonra Slav kökeninden ödün vermeden batının değerlerini benimsemiş, bunu eşsiz tarihiyle de birleştirebilen bir şehir olmuş. Zaten Kiev caddelerinde ve sokaklarında yürürken birçok çağın iç içe geçtiğine tanık oluyorsunuz. Ortodoks katedrallerinin ve kiliselerinin yanı sıra Sovyet mimarisiyle yapılmış binaları ve imparatorluk saraylarını bir arada.

Kiev

Dünyanın en yeşil başkentlerinden biri olarak geniş parklarıyla ünlü Kiev’de hemen her turistin seveceği çok güzel manzaralar bulunmaktadır.

Ukrayna’da gece hayatı, eğlence, yeme ve içme denilince akla gelen ilk yer de pek tabi ki Kiev olacaktır. Sayısız gece kulübü, popüler barlar, tavernalar, restoranlar, kafeler ve diskolar sınırsız eğlence sunmakta. Ukraynalılar hafta sonu partilerini seviyorlar.

Kiev turistik bir şehirden beklediğiniz hemen her şeye sahip. Tarihi eserleri, doğal güzellikleri, mükemmel alışveriş olanakları ve eğlenebileceğiniz bir sürü aktivite var. Ayrıca düşük bir bütçeyle birçok Avrupa şehrine göre çok lüks birkaç gün geçirebileceğiniz bir şehir.

Türklerin yurt dışında en çok rağbet gösterdikleri şehirlerin başında Kiev gelmektedir. Türkiye ile Ukrayna arasında yapılan vizesiz ve pasaportsuz seyahat antlaşması nedeniyle ülkeye giren Türklerin sayısında son yıllarda ciddi bir artış olmuştur. Ülke parası Türk Lirasına göre daha az değerli olduğundan hem gezerken hem de lezzetli yemeklerini ve içeceklerini tadarken daha rahat hareket etmemizi sağlıyor.

İklimi
Kiev nemli bir karasal iklime sahiptir. Prag ve Paris ile aynı enlemde olmasına rağmen, Sibirya’nın etkisiyle kışlar daha soğuk geçiyor. Kar örtüsü genellikle Kasım ayının sonundan Mart ayının sonuna kadar kalkmıyor. Ayrıca kışın özellikle Ocak ayında yüksek nem nedeniyle hava daha soğuk hissediliyor.

Kış ayları çok soğuk geçmekle beraber yaz ve bahar ayları gayet sıcak ve güzeldir. Yazları ortalama sıcaklık 25°C- 16°C olduğundan ılık bir havası olduğu söylenebilir. Isının yükseldiği bu aylar yılın en yağışlı dönemidir. Kısaca Kiev’i kış mevsimi dışında ziyaret etmek uygun olacaktır.

Vize Koşulları
Türk vatandaşları, pasaport veya çipli T.C. kimlik kartlarıyla Ukrayna’ya vizesiz seyahat edebilmektedirler. Ukrayna’da kalış sürelerinin, son 180 gün içerisinde toplam 90 günü geçmemesi gerekmektedir.

Ülkeye girişte pasaport veya çipli T.C. kimlik kartına ilave belgeler de istenebilmektedir; dönüş uçak bileti, ziyaret amacı, seyahat için yeterli miktarda döviz bulundurulması (kalış süresine 5 gün daha eklenir ve her gün için kişi başı günlük 50 ABD Doları nakit bulundurulmalıdır).

Bununla birlikte giriş evraklarının eksiksiz olması ülkeye giriş garantisi sağlamamaktadır.

Kiev Ulaşım
Kiev’de iki uluslararası havaalanı bulunmaktadır. Her iki havaalanından belediye otobüsü, Matruşka isimli özel minibüsler ve taksi ile ulaşım mümkün. Kiev’e havayolu dışında tren ve otobüsle birçok Avrupa şehrinden seferler düzenlenmektedir.

Kiev’de şehir içi ulaşım alternatifleri de çok sayıda. Belediye otobüsü, tramvay ve özel minibüslerin yanı sıra üç hatlı gelişmiş bir metro ağı da bulunmaktadır.

Daha detaylı ulaşım bilgisini aşağıdaki linkte bulabilirsiniz.

Kiev Ulaşım

Konaklama
Kiev uygun fiyatlı pansiyonlardan 5 yıldızlı otellere kadar sayısız konaklama seçeneği sunmaktadır. AirBnb ve booking.com üzerinden Ibis, Fairmont, Radisson Blue gibi lüks otellerde, büyük zincir otellerde, hostellerde bir oda veya daire kiralayabileceğiniz gibi butik otel ve apartmanlar da bulabilirsiniz.

Gezelim Görelim
Gezeceğimiz yerleri birbirine yakınlıklarına göre sıralayarak anlatmak istiyorum ki sizin için de bir gezi rehberi olsun.

Nezalezhnosti Meydanı – Maidan Nezalezhnosti

Şehrin merkezi ve kalbi olarak tanımlanan Maidan Nezalezhnosti (Bağımsızlık Meydanı), Kiev’in ana şehir meydanlarından biri ve yerel halkın buluşma yeridir. Şehirdeki neredeyse tüm etkinlikler bu meydanda yapılıyormuş. Bu Meydan geçmişte Yüksek Koru olarak adlandırılan bir alan üzerine inşa edilmiş. ‘Maidan’ kelimesi Türkçedeki “Meydan” kelimesine benziyor.

Bu bölge, 1800’lü yıllarda yerleşim yeri olarak kullanılıyormuş, II. Dünya savaşı sonrasında Lenin tarafından meydan haline getirilmiş. Ünlü meydan, Ukrayna’nın yakın tarihine ışık tutan pek çok gösteri, eylem ve mitinglere sahne olmuş. 1990’lardaki bağımsızlık öncesi protestolara ve 2004 yılındaki ünlü Turuncu Devrimine de şahitlik etmiş. Fakat bunların hepsini, 2013-2014’te hükümet güçleri tarafından meydanın kuşatılarak birçok insanın öldürüldüğü Euromaidan Devrimi gölgede bırakmış.

Meydanın odak noktasında, Ukrayna barok ve imparatorluk stillerinin bir karışımıyla inşa edilen ve çiçekli bir dal kaldıran Slav tanrısı Berehynia’yı gösteren 61 metre yüksekliğindeki Bağımsızlık Sütunu bulunmaktadır. Sütun 2001’de Ukrayna’nın bağımsızlığının 10. yıldönümünü anmak için inşa edilmiş.

Bağımsızlık Meydanı’ndaki Lach Gates, 2001 yılında Orta Çağ şehir kapılarından birinin anısına yapılmış bir anıttır. En tepede, kentin sembolü ve koruyucu azizi olan Başmelek Mikail’in heykeli var. Lach kapıları Orta Çağ Kiev’in bilinen üç kapısından biriymiş, diğerleri ise Altın Kapı ve Yahudi (Lviv) Kapılarıdır.

Kiev

Mamai Anıtı (Statue Of Cossack Mamay), Ukrayna’lı folklorik bir kahraman için yapılmış. Kobza adındaki müzik enstrümanı Ukrayna ruhunu, atı özgürlük ve sadakati, silahlar ise insanların gücünü sembolize ediyormuş.

Meydanda, şehrin kurucuları sayılan 4 efsanevi karaktere adanmış Kiev Kurucuları Anıtı (Monument of Founders of Kyiv) yer alıyor.

Kiev

Kiev’in sembollerinin, anıt ve heykellerinin, tarihi yapıların yer aldığı Bağımsızlık Meydanı‘nda bunların dışında, Flower Clock, Globus Contemporary Art Gallery, Underground Globus Shopping Centre, önceden Moskva isimli Hotel Ukrayina, Ukrayna Çaykovski Ulusal Müzik Akademisi, Merkez Postane Binası ve Ukrayna Ticaret Birlikleri Federasyonu Binası görülebilir.

Maidan hafta sonları konserler ve popüler gece fıskiyesi şovu ile birlikte eğlence merkezi oluyor. Meydana toplanan halk, gıda ve hediyelik eşya satan satıcılar, performans sergileyen amatörler, kanatlı melek heykellerinin dikkatli bakışları altında salınan gençler, paten sürenler, yılan dolayanlar, aşıklar, serseriler yani ne ararsanız burada görebiliyorsunuz.

Bu etkinliklerden bazıları gerçekten çok güzel bir müzik dinletisi olabiliyor.

Khreshchatyk Caddesi

Kiev
Kiev’in ana caddesi Khreshchatyk Bessarabska Meydanı ve Avrupa Meydanı arasındaki bulunuyor ve Bağımsızlık Meydanı da bu caddeye bitişiktir.

Kiev’in ana iş merkezlerinin, birçok resmi binanın, ünlü markaların mağazalarının, butiklerin, kafelerin, restoranların, barların, Stalin döneminden Sovyet tarzı binaların ve diğer tarihi yapıların bulunduğu bu cadde şehrin en önemli cazibe merkezlerinden birisi sayılıyor.

II. Dünya Savaşı sırasında geri çekilen Sovyet ordusu buradaki binaları kazarak içlerine buraya ayak basan Alman askerleri için ölümcül bubi tuzakları yerleştirmiş. Bu nedenle çoğu bina patlamış ya da yanmış. Bu binalar daha sonra o zamanki Stalinist tarzında yeniden inşa edilmiş.

Khreschatyk Caddesi Avrupa’nın en kısa ana caddesi, 1,3 kilometre uzunluğunda, ama kısa olmasına karşın oldukça geniş bir caddedir. Cadde, hafta sonları ve resmi tatillerde araç trafiğine kapatılıyor, cadde üzerinde çeşitli etkinlikler, performanslar ve yarışmalar gerçekleştiriliyor. Cadde kenarında sıralanan kafe ve büfelerden birinde ara sıra durarak hem güzel kahvelerinden içip hem de burada halkı gözlemleyebilirsiniz. Bu caddeye gitmek için Maidan Nezalezhnosti veya Khreshchatyk metro durağında inmelisiniz. Cadde üzerinde turistler için yerleştirilmiş yön tabelalarını göreceksiniz.

İsterseniz Khreshchatyk boyunca sırayla güney, batı, kuzey ve doğu yönlerinde yer alan ilgi çekici yerleri görelim.

Bessarabska Meydanı

KievTarihi 19. yüzyıla kadar giden Bessarabsky Kapalı Çarşısı, bir kısmı 19. yüzyıla tarihlenen dükkan ve ofislerin oluşturduğu kompleks ile çağdaş sanatın sergilendiği Pinchuk Art Centre’in bulunduğu Bessarabsky Mahallesi, yeraltı alışveriş merkezi olan Metrohrad, Merkez Mağazası (TsUM), küçük ve dar bir ticaret ve konut caddesi olan Kiev Passage, Belediye Meclisi Binası (Kyivrada) bulunmaktadır.

Yevropeyska Meydanı – Avrupa Meydanı

Otel Dnipro, UNIAN Haber Ajansı Binası, Ukrayna Evi (Ukrayinskyi Dim) konferans ve sergi salonu, 19. yüzyıldan kalma Kiev Filarmoni Binası, Pereyaslav Antlaşması’nın imzalanmasıyla Rusya ve Ukrayna’nın birleşmesine adanmış Halkların Dostluğu Anıtı bulunmaktadır.

Kiev’deki ilk gününüzde şehrin ana caddesi olan Khreshchatyk’la gezmeye başlayabilirsiniz. Şehrin en meşhur meyve ve sebze pazarını görmek istiyorsanız doğruca Khreshchatyk Caddesi’nin sonundaki Bessarabsky Pazarı’na gidebilirsiniz.

Bessarabsky Pazarı

1910-1912’de inşa edilmiş tarihi pazarda et ve et ürünleri, ekmek, falafel, çeşitli meyve ve sebze satan tezgahlar, dereotu, sirke, domates, sarımsak ve hatta minik kabaklardan yapılmış turşular gibi ürünler satılmaktadır.

Pinchuk Art Centre
Pazarın yakınında Pinchuk Art Centre’e de uğrayabilirsiniz. Müze Doğu Avrupa’nın en büyük özel müzelerinden biri olarak gösteriliyor. 3.000 metrekarelik binada, dev kafalardan 3 boyutlu optik illüzyonlara kadar her şeyi içeren değişik sergileri keşfedebilirsiniz. İngilizce konuşan rehberler, sergilerle ilgili sorularınızı yanıtlamak için her odada hazır bulunmaktadır. Bu arada en üst kattaki kafeden mükemmel Kiev manzarasını izlemeyi de kaçırmayın. Merkez salı-pazar 12:00-21:00 saatlerinde açıktır.

Brodsky Synagogue

Kiev1898 yılında inşa edilen Kiev kentindeki en büyük ikinci sinagogdur. Sovyetler Birliği ve savaş yıllarında bu bina farklı amaçlar için kullanılmış ve 2000 yılında tekrar sinegog olarak hizmet vermeye başlamış.

Kapıdan bir güvenlik masası bulunuyor. Gezmek istediğimi söyleyince uzun kapri pantalon giymeme rağmen belime bağlamam için bir örtü verdiler.

Stadyum
Bu bölgede bir de büyük bir stadyum bulunuyor. Sanırım Dinamo Kiev takımının stadı.

Kiev

Middle Way Heykeli

KievTarasa Shevchenka Bulvarı’nın sonunda, bir zamanlar Kiev’in son Lenin heykeli bulunuyormuş. 2013’ün sonlarında Euromaidan protestocuları tarafından heykel aşağı indirilmiş ve küçük parçalara ayrılmış. 2014 yılında bu heykelin yerine “Orta Yol” olarak adlandırılan ve “dostluk ve işbirliğini” sembolize eden dev mavi bir el heykeli yapılmış.

Shevchenka Meydanı

KievBöyle yürüyerek Shevchenka Meydanı’na kadar geldim. Meydanın ortasına kocaman bir top heykeli yerleştirilmiş.

Ukrainian House

KievAvrupa Meydanı’nda 1982 yılında Lenin Müzesi olarak açılan büyük beş katlı beyaz bina, 1993 yılında “Ukrainian House” adını alarak Sergi ve Konferans Merkezi olarak kullanılmaya başlanmış.

Kiev Philharmonic of Ukraine (Merchants Assembly)

Kiev

1882 yılında Rus tüccarlar için inşa edilen 2 katlı, tuğla ve klasik tarzda bir kulüp evidir. 1934’de inşa edilen asimetrik ve klasik tarzda bir diğer yapı ile park tarafına bağlanmıştır. Orijinal iç dizaynı hemen hemen hiç değiştirilmeden günümüzde Filarmoni Binası olarak kullanılmaktadır.

Friendship of Nations Monument-Halkların Dostluğu Anıtı
Parkın içinden yokuş yukarı yürüdüğünüzde tam tepede konumlanmış büyük bir kemer anıt göreceksiniz. Sovyet döneminde inşa edilen Halkların Dostluğu Kemeri, SSCB’nin 60. yıldönümünü ve Kiev’in bir şehir olarak 1500. yıldönümünü kutlamak için 1982’de yapıldığında Ukrayna ve Rusya’nın Yeniden Birleşmesi Anıtı olarak adlandırılmış. Dinyeper Nehri’ne bakan büyük bir alanda bulunan dev metal parabol kemer, antikomünist yasaları kabul edilmekle birlikte bir şekilde bunun dışında kalmış ve yıkılmaktan kurtulmuş. Bir platform üzerinde bulunan kemerin altında iki kişiden oluşan dev bir heykel seti var. Sol taraftaki adam, Ukraynalıların sosyalist-gerçekçi bir temsilidir, sağ taraftaki ise açıkça daha güçlü, iri yarı bir Rusu göstermektedir. Her ikisi de dayanışma için kollarını kaldırmışlar. Kemerin 2017 yılında gittiğimdeki görüntüsü soldaki fotoda yer almaktadır. Ancak Kasım 2018’de eylemciler Ruslarla olan anlaşmazlıklarına vurgu yapmak için kemerin ortasına çatlak gibi görünen bir çıkartma eklemişler. Sağdaki foto ise yeni halini göstermektedir.

Yüksek konumu nedeniyle nehrin muhteşem bir manzarasını izleyebileceğiniz bir seyir terası bulunmaktadır.

Kiev

Heavenly Hundred Park

Kiev
Köprünün diğer tarafında bir park ve ortasında büyük bir heykel bulunuyor. Park Heavenly Hundred Park olarak adlandırılmış çünkü 2013-2014 yıllarında burada trajik olaylar gerçekleşmiş. Parkta bulunan yön tabelalarını takip ederek Su Müzesini ve Magdeburg Hakları Anıtını görebilirsiniz.

Lypky Bölgesi
Buradan tekrar Khreshchatyk Caddesi’ne dönelim. Eski Kiev mimarisini tanımak için Pecherskyi Bölgesi’nde tarihi bir semt olan ve adı 18. yüzyılın ortalarında bu alana dikilen ıhlamur ağacı korusu ile ilişkilendirilen Lypky semtini hep beraber gezmeye başlayalım. Bu lüks yerleşim bölgesi, her dönem zengin tüccarlardan soylulara, parti yetkililerinden politikacılara kadar üst düzey görevlilerin yaşadığı bir semt olmuş. Süslü 19. yüzyıl konaklarından neo-Rönesans’a ve Stalin tarzına kadar, Kiev mimarisinin tüm dönemlerine tanıklık etmek için bu bölgede mutlaka yaya olarak gezmek gerekiyor.

Yürümeye Khreshchatik Caddesi’nde Maidan Nezalezhniosti metro istasyonundan başlayalım. Ukrayna Müzik Akademisi’nin büyük binasının önünden geçen Gorodetskogo Caddesi’ne çıkınca, caddeyi çevreleyen birkaç binanın son derece süslü cephelerine hayranlık uyandırıyor.

Kiev

Cadde, 1898 yılında inşa edilmiş olan Ivan Franko Ulusal Akademik Drama Tiyatrosu binasının bulunduğu bir meydana çıkar.

Tiyatronun hemen önünde 19. ve 20. yüzyıllarda yaşayan ünlü yazar ve şair Ivan Franko’nun ve ünlü Ukraynalı komedyen M.Yakovchenko’nun heykelleri ile bir çeşmenin yer aldığı küçük bir park bulunmaktadır.

Institutskaya Street
Institutskaya Street, Kiev’in en güzel Bizans tarzı binalarından birine ev sahipliği yapıyor. 1905 yılında kurulan Ukrayna Ulusal Bankası’na ait bu görkemli bina, günümüze kadar değişmeden korunmuş zengin bir dekorasyona sahip. Cephesi, mermer sütunlarla ve zarif süslü tasarımlarla bezenirken, bina köşelerinde dev grifonların heykelleri ile süslenmiş.

Doms Khimerami (Canavarlı Ev)

Kiev

Institutskaya Caddesi’nden yakındaki Bankovaya Caddesi’ne yürüyün. Bu caddedeki en dikkat çekici yapı “Dom s Khimerami”. Cumhurbaşkanlığı Binası’nın yakınında yer alan ev 1901-1903 yılları arasında özel ikametgah olarak inşa ettirilmiş. Bahçesindeki ve iç kısmındaki dış cephesinde çok sayıda canavar figürünün olduğu ilginç bir görüntüye sahip olan binanın tasarımında Art Nouveau akımından etkilenilmiş. Çok sayıda sahip değiştiren bina, şimdilerde Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın bir parçası olarak hizmet ediyormuş. Sıra dışı binada, gergedanlar, aslanlar, yayın balığı, kartallar, kurbağalar, deniz kızları gibi efsanevi ve gerçek yaratıkların heykelleri bulunmaktadır. Egzotik veya efsanevi hayvan figürleri çatıda oturuyor, duvarlarda sürünüyor veya girişlerin üzerinde asılı duruyor.

Yaratıkların çoğu aslında mimarın avcılık ganimetlerinden antilop, gergedan, timsah gibi hayvanların tasvirleriymiş. Binanın içinde de bu hayvanların doldurulmuş birçok prototipi varmış. Yaratıklar sadece binayı süslemekle kalmayıp aynı zamanda mimarının hayranı olduğu ve o zamanlar devrim niteliğinde olan yapı malzemesi betonu tanıtmak için yapılmış.

Geceleri daha güzel görünen ve zaman içerisinde hakkında çok sayıda efsane ürettilen binada halen törenler ve resmi etkinlikler yapıldığı için içeri girilmesine genelde izin verilmemektedir. Ev ve bulunduğu sokak genelde kapalıdır. Müzede bazı cumartesiler Kiev Tarih Müzesi tarafından 75 UAH ücretle grup turları düzenlenmeymiş.

Pryanichny Domik (Zencefilli Ev)
Bankovaya Caddesi’nde ilginç, dört katlı, güzel, gotik tarzı binadır. Bu muhteşem binanın cephesi oldukça süslü. Başlıca dikkat çeken özelliği, sürgülü bambu tavanı. Judaik geleneğine göre festival zamanı açık havada yaşanması gerektiğinden evin sahibi bu şekilde yaptırmış. Günümüzde bu bina Yazarlar Birliği’ne aittir. Evin bahçesinde Avrupa mutfağı ile ünlü pahalı bir “Sad” (Bahçe) restoran var.

Dom Plachushchey Vdovy (Ağlayan Dul Kadın Evi)
Kısa bir yürüyüşten sonra başkentteki en muhteşem villalardan birinin bulunduğu Lyuteranskaya (Lutheran) Caddesi’ne çıkacaksınız. Ev 1907 yılında inşa edilmiş. Ön cephesini at kestanesi yaprakları bulunan bir kadının yüzünün süslemekte. Yağmur yağdığında gözyaşlarının taş yanaklarından aşağıya doğru aktığı görülüyormuş. Bu ev şehirdeki Art Nouveau tarzının en güzel örneklerinden biri olarak kabul edilmektedir.

Foto: tripadvisor.com

Aziz Catherine Church

Caddede ayrıca 1857 yılında inşa edilmiş olan Aziz Catherine Kilisesi bulunmaktadır. Mükemmel iç akustiğiyle ünlü, basitleştirilmiş Gotik tarzında inşa edilmiş, Kiev’deki tek Lutheran tapınağıdır.

Chocolate House

Foto: Konspat.com

Kısa bir yürüyüşle, iki katlı “Shokoladny Domik” yani Çikolata Evini göreceğiniz Shelkovichnaya (Amerikan dutu) Caddesi’ne gidebilirsiniz.

Bu garip ama “tatlı” isim, binanın cephesinin yoğun kahverengi rengiyle bağlantılıdır ve sayısız heykel dekorasyonu nedeniyle zarif bir çikolata çubuğuna benzemektedir. Zengin Lypky semtinde 1901 yılında inşa edilmiş olan bu kendine özgü neo-Rönesans konağı, gösterişli iç mekanlarıyla dikkat çekmekteymiş. Günümüzde bina, Kiev Rus Sanat Müzesi’nin bir şubesine ev sahipliği yapıyormuş.

Altın Kapı-Golden Gate (Zoloti Vorota)


11. yüzyıldan kalma Kiev surlarının ana girişleri olan antik kapıların modern bir kopyası olan Golden Gate’Kiev Prensliği’nin kurucusu Yaroslav Mudri’nin emriyle 1017-1024 yılları arasında inşa edilmiş. Konstantinopolis’in Altın Kapısı’ndan model alınarak inşa edilen kapı, her iki taraftan uzanan surlarla antik kentin ana girişi olmuş. 12 metre yüksekliğindeki bu yapı, zenginler, politikacılar ve yurt dışından gelen elçiler için onursal giriş olarak kullanılmış.

Altın Kapı, 1240’daki Moğol saldırılarında ciddi hasar görmesine rağmen, 18. yüzyıla kadar yine de kullanılmaya devam etmiş. Güneş üzerinden doğduğu için yerel halkın “Gökyüzü Kapısı” ismini verdiği bu yapının neredeyse büyük kısmı yıkıldığı için 1982’de Sovyet yetkililerce aslına yakın şekilde tekrar yapılmış. Asıl kapı parçaları iç kısımda korunmuş olmasına rağmen bugün gördüğünüz kapı büyük ölçüde bu tarihte yapılmıştır.

Büyük Prens Cesur Sviatoslav’nin 10. yüzyıldan kalma orijinal mührü gibi birkaç eski eser de burada sergilenmektedir. 29 metre yüksekliğindeki pavilyonun tepesine de tırmanılabiliyor. 40A, Vladimirskaya str. adresindeki Müze, Mayıs-Ekim aylarında 10:00–18:00 arası açık olup Zoloti Vorota metro istasyonunda inebilirsiniz. Bilet fiyatları yetişkin/öğrenci 40/15 UAH.

Zoloti Vorota’nın yanındaki heykel ise, bilge Yaroslav’a aitmiş, ancak nedendir bilmiyorum ama insanlar buna “Kiev pastası anıtı” diyorlarmış.

Ulusal Opera

Ulusal Opera (National Opera of Ukraine) 1867 yılında açılmış. Barok tarzı binasının görkemli mimarisi, ses akustiği, tiyatro ve operanın hem klasik hem de modern danslarıyla ziyaretçilerini büyüleyen opera evinde Ukrayna-Rus balesi ağırlıklı olmak üzere yıl içerisinde pek çok performans sergileniyormuş. Volodymyrska 50 adresindeki Opera Evinde bir gösteri izleyemeseniz bile, sadece mimarisi için binayı görmeye değer. Tüm bunların dışında bina içerisinde bulunan Güzel Sanatlar Müzesini gezerek çok değerli resim ve ikon koleksiyonlarına göz atabilirsiniz.

Saint Sophia’s Cathedral – Aziz Sofya Katedrali

İstanbul’daki büyük Ayasofya Kilisesi’nden sonra böyle adlandırılan Aziz Sofya Katedrali (Saint Sophia’s Cathedral) Ukrayna ve Avrupa’nın sanat ve mimari şaheseri olarak Kiev’in en eski ayakta kalan kilisesidir. Prens Yaroslav’ın Kiev’i Peçeneklere karşı korumadaki zaferini kutlamak ve Hristiyanlığı yüceltmek için 1017–1031 yıllarında yapılmış. İlk başta Bizans tarzında inşa edilmiş ama sonraki yıllarda barok tarzına dönüştürülmüş. Kiev Rus döneminde ilk okulu ve kütüphaneyi barındıran bir kültür merkezi olmuş. Kraliyet Sarayı’nın bitişiğinde olduğundan aynı zamanda taç giyme törenlerinin ve diğer kraliyet törenlerinin düzenlendiği, antlaşmaların imzalandığı ve yabancı saygın kişilerin kabul edildiği bir yer olmuş.

Sovyetler döneminde tarihsel açıdan değersiz bulunarak 1936’da bir kısmı yıkılan kilise, 2000’de Ukrayna hükümetinin bağımsızlık sonrası projesi olarak aslına uygun şekilde restore edilmiş. Bu görkemli 13 kubbeli kutsal yapı, kentte Bizans mimarisinden izler taşıyan yapıların başında geliyor. 1000 yıllık geçmişinde Ortodoks ve Katolik topluluklar tarafından kullanılan kilise günümüzde müze olarak hizmet veriyor. UNESCO, Katedrali 1990’da Dünya Mirası Listesi’ne ekleyerek koruma altına almış.

Binanın altın kubbeleri ve 76 metre yüksekliğindeki düğün pastasına benzer çan kulesi 18. yüzyıl barok eklemelerdir. Kiev’in 360 derecelik manzarasını izlemek için Katedralin çan kulesine tırmanmaya değer.

İç kısımdaki mozaiklerin ve fresklerin çoğu orijinal. Her bir mozaiğin İngilizce açıklaması vardır. En etkileyici yer merkezi apsise hükmeden 6 metre yüksekliğindeki Virgin Orans, insanlığın kurtuluşu için yalvaran ve dünya kilisesinin bir sembolü olan Bakire’nin kendine özgü bir Ortodoks kavramıdır.

Diğer bir görmeye değer eser Yaroslav ve ailesinin orta nefin her iki tarafındaki grup portreleridir. Prens Yaroslav’ın kendisi buraya gömülmüş, ancak kemiklerinin II. Dünya Savaşı sırasında geri çekilen Alman ordusuyla birlikte Kiev’den ayrılan işbirlikçi bir rahip tarafından ABD’ye kaçırıldığına inanılıyor. Ukrayna hükümeti, geri getirilmesiyle ilgili müzakerelerde bulunuyormuş. Prensin boş mezarı giriş katında, ana girişin en sol köşesinde bulunmaktadır.

Katedralin diğer önemli özellikleri arasında, 18. yüzyıldan kalma dökme demir karo zeminler; Kiev Rus zamanında Kiev’i betimleyen muhteşem bir model; Sovyetler tarafından 1937’de yıkılmadan önce yakındaki St Michael Altın Kubbeli Manastırı’ndan kurtarılmış antik ikonlar ve orijinal fresk parçalarını içeren üst kattaki sanat galerileri vardır. Katedralle ilgili dini eserler18. yüzyılda yemekhane olarak hizmet veren ve şimdi müzeye dönüştürülen kısmında yer alıyor.

Zoloti Vorota metro durağında inip bu Kiliseye kolaylıkla ulaşabilirsiniz. Katedral ve Müzeler 10:00-18:00, kompleks ve çan kulesi 09:00-19:00 arasında hizmet vermektedir. Fiyatı Kompleks/Katedral/Çan Kulesi için 20/80/40 UAH olarak uygulanmaktadır. Kombine bilet alırsanız hepsini 100 UAH ödeyerek görebilirsiniz.

Sofiyska Meydanı

Kilisenin hemen önündeki, birçok etkinliğinde  düzenlendiği yer Sofiyska Meydanıdır.

Bohdan Khmelnytsky Monument

Sofiyska Meydanı üzerinde Kazak kahramanı Bohdan Khmelnytsky’nin bir heykeli bulunmaktadır. 1888 yılında inşa edilen anıt, Sophia Katedrali’nin hem çan kulelerini hem de St.Michael Manastırı’nı birleştiren eksende neredeyse Sophia Meydanı’nın tam ortasında yer almaktadır. Şehrin en meşhur anıtı ve simgesi bir anıttır.

Holodomor Kurbanları Anıtı


Ayasofya’dan Aziz Michael Kilisesi’ne yürürken göreceğimiz anıt. Kilisenin girişinin hemen sağ tarafında Stalin’in insanlık dışı politikalarının aykırı bir hatırlatması bulunmaktadır. Buna, Holodomor Kurbanları Anıtı adı verilmiştir. 1932-33 yıllarında 10 milyon Ukraynalı bu politikaların sonucu olarak açlıktan ölmüş.

Meydanda ayrıca Prenses Olga, Havari Andrew, Aziz Cyrill ve Aziz Mephodius’un heykelleri bulunmaktadır.

St. Michael’s Golden-Domed Monastery (Aziz Michael’ın Altın Kubbeli Manastırı)

Kiev gezisinde mutlaka görülmesi gereken bir yer. Dinyeper Nehri’nin kıyısında yer alan tarihi manastırda büyük bir Katedral, yemekhane ve çan kulesi vardır. Görkemli bir mimari tarza sahip olan kompleksin katedrali ve yemekhanesi hem Bizans hem de barok etkilerini sergiliyor.

Aziz Sofya Kilisesi’ne göre kuzeydoğuda kalan bir uçurumun kenarında yer alan St. Michael Altın Kubbeli Katedral ilk olarak 1108-1113 yılları arasında inşa edilmiş. Zaman içerisinde çevresine barok stilde binaların inşa edildiği katedralin manastır olarak kullanılan binası belirli aralıklarla yıkım ve yeniden inşa süreçleri geçirmiş. Katedral 1935 yılında SSCB zamanında yıkılmış ve Ukrayna’nın bağımsızlığını kazanmasının ardından 2001 yılında yeniden inşa edilmiş.

Katedralin içinde, yıkılmasından önce korumaya alınarak Moskova ve St. Petersburg müzelerine götürülen benzersiz mozaikler ve duvar resimleri var. Altın kubbelerinin arasında Baş melek Mikail’e adanmış bir anıtın da bulunduğu yapı mozaikleri ve freskleri ile özel bir yer.

Bizi bu Kilise kadar komplekste bulunan tuvaleti de şaşkına çevirdi! Hayatımda hiç böylesini görmedim.

St Michael’s Monastery Museum
Aziz Michael Altın Kubbeli Manastırı’nın büyüleyici tarihi, manastırın çan kulesinde bulunan müzede Ukraynaca ve İngilizce olarak ayrıntılı şekilde açıklanmaktadır. Müze ayrıca, 1934’te Sovyetler tarafından yıkılan komşu Tryokhsvyatytelska Kilisesi’nin tarihini de açıklamaktadır. Müze, Salı-Pazar günleri 10:00-19:00 saatleri arası açıktır. Bilet ücreti 14 UAH’dır.

Ministry of Foreign Affairs – Dışişleri Bakanlığı


Pl Mykhaylivska 1 adresindeki Dışişleri Bakanlığı, Sovyetler tarafından 1934’te Stalin’in yıktığı, Kiev’in en kutsal yapılarından biri olan Tryokhsvyatytelska Kilisesi’nin yerine inşa edilmiş.

St. Michael Altın Kubbeli Katedralin solundan başlayarak arkaya doğru, Podil’in ticari bölgesinde, nehir kenarına dik bir yamaçtan geçen şirin bir füniküler bulacaksınız. Bu ulaşım şehirdeki en eğlenceli toplu taşıma yolculuğudur. Fünikülerle ilgili detaylı bilgiyi ulaşım bölümünde bulabilirsiniz.

Andriyivsky Uzviz (Andriyivski Yokuşu)

Tarihi dokusu, Dinyeper Nehri manzaralı kafeleriyle Andriyivski Uzviz, Kiev’deki en eski ve en güzel sokaklardan biridir. Efsaneye göre, buradaki tepeye bir aziz gelmiş ve bir haç dikerek “Bu noktada büyük bir şehir kurulacak” kehanetinde bulunmuş. Bu aziz Havari Andrew’muş ve böylece Kiev’in en ilginç adlı caddesi oluşmuş.

Andriyivski Uzviz, Kiev’in ana mahalleleri ve geçmişte şehrin yönetildiği aristokrat Yukarı Şehirle halkın yaşadığı ticari alt bölge olan Podil’i birbirine bağlayan önemli bir geçitmiş. 19. yüzyılın sonlarında cadde bugünkü görünümünü kazanmış ve o zamandan beri değişmeyen, iki ve üç katlı taş binalardan oluşmaktadır. 

Paris Montmarte hissi veren ve Kontraktova Meydanı’ndan vul Volodymyrska’ya kadar çıkan dik Arnavut kaldırımlı bir caddedir. Yol boyunca kafeleri, restoranları, sanat galerilerini, Ortodoks ve Ukrayna temalı her türlü hediyelik eşya tezgahlarını görebilirsiniz. Günümüzde bu dik ve kıvrımlı cadde, konserlerin, sanat festivallerinin ve sergilerin düzenlendiği geleneksel bir yer olmuş. Andriyivski Uzviz, aynı zamanda Kiev’deki bohem hayatın görüleceği sanatçıların buluşma yerlerinden biridir. Burada sanatçıları görebilir ve şarkıcıların ve aktörlerin performanslarını izleyebilirsiniz.

Caddenin zirveye yakın noktasında, havari efsanesini kutlayan beş kubbeli, haç şekilli barok bir şaheser olan çarpıcı altın ve mavi renkleriyle St Andrew’s Kilisesinin sizi karşılıyor olmasıdır. 

Kilisenin yanından uzanan bir sokakta ressamların eserlerini sergilemeleri için standlar yapılmış. Biraz ilerisinde de şehri kuş bakışı seyredebileceğiniz bir seyir platformu bulunmaktadır.

St Andrew’s Church – Aziz Andrew Kilisesi

Andriyivsky Uzviz’de yürürken tepede bulunan altın ve mavi renkli barok şaheseri görmemek mümkün değildir. Şehrin en eski bölgesi olan Podol semtinde bulunan Kilise, St Petersburg’daki Kış Sarayını da tasarlayan İtalyan mimar Bartolomeo Rastrelli tarafından Rus İmparatoriçesi Elizabeth’in isteği üzerine 1754 yılında inşa edilmiş. Beş kubbeli, haç şeklindeki kilise geleneksel Ukrayna tarzının muhteşem bir yorumunu yapıyormuş.

Maalesef son yıllarda kilisenin temeli kaymaya başlamış ve kilise ziyarete kapatılmış. 2018 sonbaharında bu kiliseyi İstanbul Patrikhanesi’ne devretme kararı alınmış ve bu durumun da kilisenin restorasyonunu hızlandırabileceği belirtiliyor. İçine giremeseniz de şehir ve Dinyeper Nehri’nin muhteşem manzarası için platformun üstündeki basamaklara tırmanabilirsiniz.

National Museum of Ukrainian History

Buradan uzaklaşmadan bu ünlü caddenin bittiği tepede Ulusal Tarih Müzesini de gezelim.

Ukrayna tarihini ele alan bu büyük müze, ziyaretçilerine Taş Devrinden doğuda Rusya ile devam eden savaşa kadar Ukrayna’nın geçmişinin tüm aşamalarında fantastik bir gezinti sunuyormuş. En ilginç sergi ise modern devrimlerle doğuda Rusya ile yapılan savaşa dair fotoğrafların ve basın açıklamalarının bulunduğu en üst kattaymış. Pazartesi-Cuma 10:00-18:00, Cumartesi-Pazar 11:00-19:30 arası açık olup ücreti yetişkin/öğrenci 50/30 UAH ve tur ücreti de 240 UAH’dır.

Church of Tithes

Kiev’in panoramik manzarasını da görebileceğiniz bu geniş alanda eskiden Church of Tithes yani Church of Our Lady kilisesi varmış ama bugün sadece bu kilisenin kalıntıları görülebiliyor. Ayrıca girişte Ridzvo Manastırı bulunmaktadır.

Bahçede bir de kayalara kazılmış eski bir yazıt bulunmaktadır.

Podil (Podol) Bölgesi
Podol, zanaatkarların ve balıkçıların yaşadığı eski bir Kiev semtidir. Bu bölgede şehrin tarihinde önem taşıyan birçok cazibe noktası bulunmaktadır. Kontraktova Meydanı’yla başlayan bu uzun liste Meydandaki Samson Çeşmesi, Florovsky Manastırı, Aziz Andrew Kilisesi, Ulusal Çernobil Müzesi, I. Peter’in Evi, Tüccarlar Meydanı ve Kiev Belediyesi Akademik Opera ve Balesi Çocuk ve Gençlik Tiyatrosu ile devam eder.

Kontraktova Meydanı
Meydanın muhteşem bir manzarası vardır. Kiev’deki en eski meydan olan bu alanın tarihi 1798 yılına kadar uzanıyormuş. Rus fuarlarına ev sahipliği yapan, tüccarlara ve müşterilere hizmet veren bir yer olmuş. Tatar-Moğol istilasının ardından Yukarı Şehir yıkıldığı için bu meydan bir süre şehir merkezi olarak da hizmet etmiş. Geniş ve güzel Kontraktova Meydanı, her biri farklı bir hikayesi olan harika binalarla çevrilidir.

Samson Çeşmesi
Kontraktova Meydanı 1749’da yapılmış Samson Çeşmesi’ne de ev sahipliği yapmaktadır. Bolşevik döneminde, bu çeşme yıkılmış ve 1981’de yeniden inşa edilmiş. Bugün çeşme, dört ayak üzerine oturan, kubbeli, köşk benzeri dairesel bir görüntüye sahiptir. Kubbenin tepesinde, orijinal St. Andrew heykelinin bir kopyası var. Çeşme içinde, İbranice İncil’de adı geçen eski İsraillilerin son hakimlerinden biri olan Samson’un neredeyse gerçek boyutta ahşap bir heykeli su akıtmaya devam ediyormuş. Çeşme sayısız efsaneye konu olmuş. Bu efsanelerden biri “Samson suyu”nu içenlerin sonsuza dek Kiev’de kalacağını söylüyormuş!

Foto:Trip.com

Chornobyl Museum  

Foto: wikipedia.org

Küçük ve mütevazı bir müze ama Kiev’de olduğunuzu anlamak için kesinlikle gidilmesi gereken bir yerdir.

26 Nisan 1986’da Chernobyl Nükleer Enerji Santralinde bir reaktörün patlamasının ardından itfaiyeciler, askerler, mühendisler, çalışanlar ve köylüler olmak üzere yarım milyondan fazla kişi etkilenmiş ve bunun sonuçları günümüzde de halen hissedilmektedir.

Müze, bu nükleer felaketle ilgili bilimsel, sosyal ve eğitsel bir bakış açısı sergilemektedir. Toplam 1,100 metrekarelik üç salona yayılmış olan bu Müzede belgeler, enstalasyonlar ve görsel medya da dahil olmak üzere 7.000 sergi malzemesi bulunmaktadır.

Prov Khoryva 1 adresindeki Müze Pazartesi-Cumartesi 10:00-18:00 arası açıktır ve bilet ücreti 10 UAH.

Tüm bu yürüyüşlerden artık yorulduysanız, bir metro bileti alın ve sizi artık bir yeraltı metro turuna götüreyim.

Kiev Metrosu

1960 yılında inşa edilen Kiev Metrosu SSCB’de yapılan Moskova ve St Petersburg metrolarının ardından üçüncü metrodur. 50 istasyon ve 3 ana hattan oluşan Kiev metrosu önemli bir özelliğe sahiptir. Kiev’in coğrafyası nedeniyle metro inşaatında toprak seviyesine kadar inilmesi gerekmiş ve böylece Arsenalna metro durağı dünyanın en derin metro istasyonu olmuş. Şehrin Sviatoshynsko-Brovarska hattındaki Arsenalna İstasyonu 105,5 metre kadar derine iniyor ve yolcuların platforma ulaşmak için iki yürüyen merdiven kullanması gerekiyor. Yürüyen merdivenlerle yolculuk yaklaşık beş dakika sürüyor.

Görülmesi gereken diğer metro istasyonları ise, Zoloti Vorota, Vokzalna ve Universytet gibi çok sayıda altın rengi ve mermer kullanılan, adeta müze ve saray içlerine benzeyen daha eski istasyonlardır.

Ebedi Zafer Parkı


Metroyla geziniz bittiğinde, Hotel Salute’nin hemen yanında bulunan Ebedi Zafer Parkı’na gidin. Burada Kiev’in sembollerinden biri olan görkemli 102 metrelik “Anavatan” (Rodina-Mat) heykelini göreceksiniz.

Rodina Mat (Motherland)


“Rodina Mat” aslında kelimenin tam anlamıyla ‘Ulusun Anası’ anlamına geliyormuş. Rodina Mat, II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanya’sının istilasına karşı Sovyetler Birliği’nin vatan savunmasını ve galibiyetini anmak için inşa edilmiş. 1981’de Sovyet lideri Leonid Brejnev açılışını yapmış, SSCB’de inşa edilen ikinci ve en son Ulusun Anası Anıtı olmuş.

Rodina Mat, ayakta duran, sol elinde bir kalkan ve sağ elinde bir kılıç taşıyan bir kadının titanyum heykelidir. Elindeki 16 metrelik kılıç ile birlikte toplam yüksekliği 102 metre, ağırlığı 560 tondur. Anıtın kalkanında çekiç ve orakla süslenmiş Sovyetler Birliği’nin amblemi bulunuyor. Bu kalkan, 2015 yılında yürürlüğe giren antikomünist yasaları nedeniyle son yıllarda tartışmalara yol açmış.

Heykel bir çift manzara platformuna sahiptir. Kalkanının tepesinde olan üst platform 91 metre yükseklikte ve asansör bir seferde sadece iki ziyaretçiyi götürebilmektedir. Bu nedenle uzun kuyruklar oluşmaktadır. Daha büyük bir asansör tarafından çıkarılan ve 36.6 metrede bulunan daha alçakta başka bir platform daha bulunmaktadır. Heykelin platformlarına 10:00-16:00 arası çıkabilirsiniz. Asansör alçak platform için 50 UAH, yüksek platform için 200 UAH’tır.

Ukrayna Tarihi Müzesi
Heykelin yakınında II. Dünya Savaşı’nda Ukrayna Tarihi Müzesi bulunuyor. Rodina Mat’ın etrafındaki bölge oldukça popülerdir ve II. Dünya Savaşı kurbanlarının anısına yakılan sonsuz ateş de dahil olmak üzere, komünist döneme ilişkin ilgi çekici kalıntılar bulunmaktadır.

Burası çeşitli eski tanklar, helikopterler ve uçaksavar silahlarının bulunduğu, Lavra’ya giden alt geçidin içinde ve çevresinde Sovyet realist heykellerinin sıralandığı güzel bir bahçedir.

Rodina Mat, Dinyeper Nehrinin batı kıyılarının tepesinde bulunmaktadır. Savaş ve Sovyet tarihine olan ilginiz ne olursa olsun, buradan Nehir manzarası muhteşemdir ve sadece bunun için bile buraya gelmelisiniz.

Bu bölge Lavra’ya oldukça yakın bir mesafededir. Vul Lavrska 24 adresindeki “Anavatan” (Rodina-Mat) alanına gelmek için Kiev şehir merkezinden Maidan’ın güney doğusuna doğru 4 km yürümelisiniz. Ancak yürümek istemiyorsanız Arsenalna metrosunun karşısındaki duraktan 24 numaralı otobüse veya 38 numaralı troleybüse binerek buraya gelebilirsiniz.

Great Patriotic War Museum

Anavatan Heykeli’nin bulunduğu alan aynı zamanda Büyük Vatanseverlik Savaşı Müzesi’ne de ev sahipliği yapıyor. Rodina Mat’ın hemen yanında yükselen Müze, 1974 yılında II. Dünya Savaşı sırasında yürütülen Büyük Vatanseverlik Savaşı sırasında Kiev’i savunanları ve ölenleri onurlandırmak için inşa edilmiş.

Açık ve kapalı iki alandan oluşan Müzede Dünya Savaşında kullanılan silah envanteri başta olmak üzere belgelerden, fotoğraflardan, kişisel eşyalardan ve Naziler tarafından katliamlarda kullanılan araçlardan oluşan 300.000 parçalık bir koleksiyon sergileniyor.

Müze, Pazartesi-Cuma 10:00-18:00, Cumartesi-Pazar 11:00-19:00 arası açıktır. Ücreti yetişkin/öğrenci 20/5 UAH ve audioguide/İngilizce rehberlik 50/100 UAH’dır.

Pechersk Lavra – Caves Monastery 

Buradan isterseniz Kiev’in bir diğer UNESCO mirası olan Pechersk Lavra’ya gidelim. Lavrska St, 15 adresindeki Manastır, Arsenalna metro istasyonundan bir kaç durak ötede bulunmaktadır. 15 dakikalık yürüyüşle ya da metrodan sonra tramvaya binip 2 durak sonra inerek gidebilirsiniz.

Bulunduğu bölgeye adını veren Pechersk Lavra kurulduğu dönemde Doğu Avrupa’daki Ortodokslar için önemli bir dini merkez konumundaymış. Turistler ve Ortodoks hacılar, Dinyeper Nehrinin üstündeki 28 hektarlık çimenlik tepelerin üzerinde bulunan Pechersk Lavra’ya akın ediyorlar.

“Lavra”, manastır anlamına gelirken, pecherska “mağaralar” anlamına geliyormuş. Yunanlı Aziz Antonius, bu Lavrayı, Ortodoksluğun Kiev Rus’unun resmi dini olarak kabul edilmesinden sonra 1051 yılında kurulan kapsamlı bir dini kompleks olmuş.

Mağara sistemi içerisinde koridorları, kalıntıları, şapelleri ve evleri içermektedir. Bunların yanı sıra bir dizi katakomb kazılmış. Rahipler öldüklerinde vücutları mumyalanmadan, mağaraların serin ve kuru atmosferi ile doğal olarak korunuyormuş.

Bu arada yer üstündeki Manastır da giderek zenginleşmiş. Dormition Katedrali, 1073 – 1089 yılları arasında Kiev’in ikinci büyük Bizans esintili kilisesi olarak inşa edilmiş ve manastır, Kiev Rus’unun entellektüel merkezi olmuş. Burada din kitapları ve ikonlar üretilmiş, inşaatçılar ve sanatçılar yetiştirilmiş. Tatarlar tarafından 1240 yılında yıkılan Lavra, 18. yüzyılda baskın olan barok etkisiyle yeniden inşa edilmeden önce bir dizi yangınlar yaşamış. 1926’da müze haline getirilmiş, ancak 1988’de kısmen Ukrayna Ortodoks Kilisesi’ne (Moskova Patrikhanesi) iade edilmiş.

Üst lavra olarak bilinen kompleksin bir bölümü devlet tarafından bir müze olarak yönetilmektedir. Mağara kompleksini içeren alt lavra, Moskova Patrikhanesi tarafından idare edilmektedir. Lavra Nisan-Eylül aylarında 09:00-19:00, Ekim-Mart aylarında 09:00-18:00, Mağaralar 08:30-16:30 arası açık olup giriş ücreti Üst Lavra için 25 UAH’dır, Alt Lavra ise ücretsizdir.

Kompleksin bahçesinde bir de dev bir yumurta vardı.

Katakombları görmek için mağaralara da girdik, ancak kadınlar başı ve tüm vücudu kapatan çarşaf gibi bir örtüyü kullanmak zorundalar ve fotoğraf çekemiyorsunuz. Burayı gezmeyi tamamladıktan sonra bu bölgede bulunan Mikrominyatür Müzesini de gezebiliriz.

Mykola Syadristy Microminiatures Museum
Mykola Syadristy Microminiatures Müzesi’nde küçük bir sanat dünyasını mikroskopla izleyebilirsiniz. Yukarı Lavra’nın güneyindeki Büyük Çan Kulesi’nin altında bulunan, Mikro Minyatür Müzesi’nde Rus ressam Nikolai Siadristy’nin küçük kreasyonlarından bazıları, dünyanın en küçük kitabı, insan saçının kırkta biri genişliğinde telleri olan bir balalayka, bir haşhaş tohumundan 20 kat daha küçük çalışan bir elektrik motoru, bir iğnenin gözüne altından yapılmış bir deve kervanı ve altın at nalı ile donatılmış bir pire burada görülecekler arasındadır. Her biri o kadar küçüktür ki, onları görmek için mikroskop gerekir. Müze, Çarşamba-Pazartesi günleri 09:00-13:00 ve 14:00-19:00 saatleri arasında açık olup ücreti yetişkin/öğrenci için 50/ 25 UAH’dır. İçeride fotoğraf çekmek yasaktı ama Müzenin görevlisi bizim Türk olduğumuzu öğrenince coşkuyla bize bir Atatürk heykeli gösterdi.

Ebedi Zafer Parkı
Lavrska Caddesi ile Dinyeper Yokuşu arasında yer alan Park, Eski Kiev-Pecherska kalesi ve Zafer Meydanı ile çevrilidir.1957 yılında Parkın içinde 27 metrelik granit bir dikilitaş olan Ebedi Zafer Anıtı açılmış.

1945’te Nazi Almanyasına karşı kazanılan Zafer’in 30. yıldönümü onuruna Lavra sokağından Meçhul Asker Mezarı’na kadar giden kahraman şehitler sokağı oluşturulmuş. 1984 yılında, Ukrayna’nın Nazi işgalcilerinden kurtarılmasının 40. yıldönümü vesilesiyle park yeniden inşa edilmiş. II. Dünya Savaşında ölenler için yapılan Meçhul Asker Mezarındaki Ebedi Ateş, Kiev’in en tanınmış yerlerinden biridir.

Buradan Kiev’in en önemli olmasa da en güzel katedrallerinden biri olan Aziz Vladimirskaya Katedraline gidelim.

Mariyinsky Sarayı


Dinyeper Nehri kıyısındaki bir tepede bulunan Mariyinsky Sarayı, Rus İmparatoriçesi Elizaveta Petrovna’nın isteğiyle 1744-1752 yılları arasında inşa edilmiş. İmparatoriçe şehri o kadar çok sevmiş ki imparatorun ikametgahı için bir saray inşa edilmesini istemiş.

Ne yazık ki, Elizaveta bu sarayda hiç yaşayamamış ve Sarayın ilk sakini II. Catherine olmuş. Saray, kraliyet ailesinin ve soyluların temsilcileri için bir ikametgah görevi görmüş ve buraya önemli ziyaretler yapılmış. Savaş döneminde Kiev Bağımsızlık Komitesi’nin Karargâhı olarak kullanılan yapı günümüzde Ukrayna Cumhurbaşkanı’nın resmi tören binası olmuş.

Mariyinsky Park
Kiev parklarla dolu bir şehir ve Mariyinsky Park kesinlikle en iyilerinden biri. 1874 yılında kurulmasının ardından ismi uzun süre “Tsarsky” olarak anılan Mariyinsky Park’a devrimin ardından yakınındaki saraydan da esinlenilerek şu anki adı verilmiş. Etrafında çok sayıda resmi binanın bulunduğu park, sakin atmosferiyle yürüyüş yapmak ve fotoğraf çekmek için ideal.

Parkta, Ekim Devrimi’nin Kahramanları ve Ocak İsyanı’na katılanların anıtlarıyla askeri mücadelelerde yer alan çeşitli Ukraynalıların mezarlarını içeren sayısız anıt ve çeşme bulunmaktadır.

Peyzazhna Aleya


Son yıllarda Kiev, Doğu Avrupa’da sokak sanatının başkenti haline gelmiş. Peyzaj Geçidi de Kiev’de ziyaret edebileceğiniz modern heykeller, duvar resimleri ve yaratıcı mozaik oyun alanları ile dolu sokak sanatının sergilendiği bir alan. Alice Harikalar Diyarı esintileri de dahil olmak üzere her türlü ilginç heykelle dolu olan vadide, mozaik fayanslarla kaplı tavşan, kurbağa ve kedi gibi hayvan formunda bir sürü ilginç banklar, bir fil çeşmesi ve bir zebra heykeli vardır.

Günümüzde Kiev’in sokak sanatına yakın zamanda yaşanan siyasi olaylar ve Ukrayna kimliği damgayı vurmuş. Kiev’in duvarlarında dünyaca ünlü sanatçıların eserlerini görebilirsiniz.

Baby Yar

Babi Yar, Alman işgali sırasında 29 Eylül 1941’de Nazi birliklerinin 34.000 Yahudiyi öldürdükleri bir vadidir. Bu toplu katliamın, Holokost sırasında yaşanan katliamların en büyüğü olduğu söyleniyor. Naziler sonrasında da bu bölgeyi Syrets toplama kampına dönüştürmüş ve etnik, dini ve politik kökenli binlerce kişiyi öldürmüş. Buraya gömülü toplam insan sayısının 100.000 civarında olduğu tahmin ediliyor. Hikayenin tamamını, Oleny Telihy Caddesindeki kuzeydoğu park girişinin yakınındaki açık alanda, hem Ukraynaca hem de İngilizce afişlerde görebilirsiniz. Bu vadide Sovyet işgali sırasında başka katliamlar da yapılmış.

Bu Site yıllar içinde çok tartışmalara yol açmış ve Sovyetlerin Babyn Yar trajedisini en nihayet kabul edip 1976’da bir anıt yapmalarına kadar aradan onlarca yıl geçmiş. Ancak karmaşık figürlerden oluşan ve kendileri dışında hazırlanan bu anıt Yahudi cemaatini kızdırmış. Anıtta Yahudilerden bahsedilmeyerek, yalnızca ‘faşizmin Sovyet kurbanlarından’ bahsedilmiş.. Tartışmalı Sovyet Anıtı ve Baby Yar, Dorohozhychi metro durağında inerek ve vul Melnykova’nın güneyine bitişik parkta görülebilir.

Çok büyük bir alan anıtlarla dizayn edilmiş.

İsterseniz Nehir kıyısına gidelim ve birkaç yer görelim.

St. Nicholas Naberezhny
Denizcilere ve iş için nehirde seyahat eden insanlara adanmış Nehir kenarındaki Kilise 1863 yılında inşa edilmiş. Kilise, vul Grygoria Skovorody 12 adresindedir. Gittiğimde içeride bir evlilik merasimi vardı ve bu yüzden içini göremedim.

Biraz ileride yolcu gemilerinin ve feribotların yanaştığı Kiev Vokzalı görüyoruz. Bu Meydan Kiev’in ilk postanesinin olduğu yer olduğundan Poshtova yani Posta Meydanı olarak adlandırılmış.

Balık tutanları ve nehri seyrederek Dnipro İstasyonu’na kadar yürümeye devam ediyoruz. Ancak biraz uzun süreceğinden dilerseniz metroyla bu mesafeyi aşabilirsiniz.

Dnipro Metro İstasyonu


Dnipro Kiev Metrosu’nun Sviatoshynsko-Brovarska Hattı üzerindeki bir istasyondur. İstasyonun kendisi muhtemelen sadece Kiev’de değil, eski SSCB’nin tümünde de en belirgin tasarımlardan biri olmuş.

Benim ilgimi çeken köprünün üzerinde her iki tarafta bulunan ve 1965 yılında yapılmış olan heykellerdi. Kuzeydeki kız heykeli elindeki güvercinleri serbest bırakırken güneydeki erkek heykeli elindeki Sputnik uydusunu uçuruyor. Bu heykeller, yapılan bu istasyonu Sovyetler Birliği’nin geleceğine açılan bir kapı olarak barış ve teknolojik başarının sembolü olarak göstermişler.

Nehir kıyısından yürümeye devam ediyoruz ve Kiev’in sembolleri arasında gösterilen bir anıta ulaşıyoruz.

The Monument to the Founders of Kyiv

Efsaneye göre Kiev, kardeşler Kyi, Schek, Horyv ve kız kardeşleri Lybid tarafından kurulmuş. Rus arşivlerine göre, Dnipro Nehri’nin kıyılarına gelen kardeşler doğadan büyülenmişler ve bölgeye yerleşmeye karar vermişler. Kyi Borychiv Tepesi’ne yerleşmiş, kardeşi Schek, Schekovytsia Tepesi’ni seçmiş ve Horyv ise köyünü Khoryvytsia Tepesi’ne kurmuş. Kiev’liler daha sonra Lybid’i onurlandırmak için şehrin içinden akan küçük bir nehre onun adını vermişler. Böylece 3 Kardeş tarafından bu üç tepede Kiev şehri kurulmuş. Bu gördüğümüz anıt ta şehrin kuruluşunun 1500. yılı anısına 1982 yılında yapılmış.

Daha önce gittiğimde etrafındaki havuz suyla doluydu ve daha güzel gözüküyordu. Son gidişimde havuzu boş ve bakımsız gördüm.

İlk kez gittiğimde benim de şahit olduğum bu anıtla ilgili güzel bir gelenek de varmış. Düğün günü yeni evliler buraya gelir, uzun ve mutlu bir evlilik hayatı için anıta çiçek bırakırmış. Evli bir çiftler ise tekneden nehre bir buket çiçek atabildiği takdirde evliliklerinin mutlu olacağına inanılıyormuş.

Bu oldukça uzun yazıda iki kez gezdiğim Kiev’de gördüğüm önemli yerleri yazmaya çalıştım. Yazamadığım ve göremediğim yerler kaldı şüphesiz.

Kiev’de sayısız kilise ve katedral bulunmaktadır ve vaktiniz varsa diğer kiliseleri de gezebilirsiniz. Ben en önemlilerini gezebildim.

Kiev özellikle parkları ve yeşil alanlarıyla da ünlü bir başkent. Hayvanat bahçesi, Hyrdopark , botanik bahçesi ve diğer parklara zaman ayırabilirsiniz.

Ayrıca çok sayıda müze bulunmakta ilgi alanınıza göre seçebilirsiniz.

Ayrıca Kiev’e iki saatlik uzaklıkta Çernobil faciasının yaşadığı Pripyat şehrine bir tur alabilirsiniz.

Yeme İçme
Kiev’de yeme içme seçenekleri oldukça fazladır. Hem yerel mutfaktan hem de uluslararası mutfaklardan seçenekleriniz bulunmaktadır.

Eski Sovyet ülkelerinde meşhur olan borsch çorbası Ukrayna’da da oldukça yaygın tüketilmektedir. Birçok restoranda ana yemek öncesi borsch çorbası ikram ediliyor. İçinde lahana ve pancar bulunan ve tat olarak bizim damak tadımıza uygun olan borsch çorbası oldukça doyurucudur. Smetana (ekşi krema) ve yanında sarımsaklı ekmekle servis edilir ve Kiev’de mutlaka denenmesi gereken bir yemektir.

Vareniki Ukrayna’nın mantı yemeği, bizim mantılardan daha büyük olan hamurların içine patates, et gibi bizimkine benzer malzemeler koyulduğu gibi kiraz gibi tatlı bir malzemeyle de doldurulabiliyor. Özellikle bayramlarda ve özel günlerde sofranın baş aktörü olan Vareniki doyurucu ve Kiev’de denemeniz önerilir.

Kiev Tavuğu da halkın oldukça fazla tükettiği yemeklerin başında gelmektedir. Tavukgöğsü, galeta unu ve yumurtaya bulanarak kızartılıp sunulmaktadır. Bunu biz de yapıyoruz ama bu kadar lezzetli olmuyor. Muhtemelen organik malzemeler kullanıldığı için bu fark ortaya çıkıyor. Biz bu yemeği merkezde bulunan Chicken Kyiv isimli restoranda denedik ve çok memnun kaldık.

Golubtsy, pirinç ve etle doldurulmuş lahana yani bizim de bildiğimiz lahana sarması ünlü bir Ukrayna yemeğidir.

Chebureki yani çiğ börek aslında bir Tatar yemeğidir. Bizim de iç malzemesine göre çok sevdiğimiz çiğ böreği özellikle kahvaltılarda yemek için şehrin her noktasında bulabilirsiniz.

Gürcü yemeği olan ekşi krema ya da domates sosuyla servis edilen yumruk büyüklüğündeki Khinkali’yi denemeden dönmeyin.

Syrniki, ekşi krema, reçel, bal ya da elma sosuyla servis edilen kızarmış pankektir. Kahvaltıda ya da tatlı olarak tercih edilebilir, kesinlikle tatmaya değer. Konakladığım yerlerde kahvaltıda tatma imkanı buldum ve çok beğendim.

Perohy, Varenikiye benzer hamur topları üzerine vişne ve üzüm suyu konularak yapılan bir çeşit tatlıdır.

Zhale, meyve jöleleriyle servis edilen bir çeşit tatlıdır.

Kutia, bayramlarda ve özel günlerde haşhaş, fındık ve balla yapılan bir çeşit tatlıdır.

Kuru meyvelerden yapılan babka, sarmısaklı ve baharatlı pampuhski veya karabuğdaydan yapılan ekmek gibi çok çeşitli ekmekler denenebilir.

Baharat ve meyve karışımıyla yapılan Vodka olan Horilka veya Gorilka Ukrayna’ya özgüözel bir içecektir.

Slav ırkının çokça tükettiği Medovutka bal ve alkol kullanılan bir vodka türüdür.

Alkol tüketmem diyorsanız Ukrayna’nın geleneksel içeceklerinden olan kefir var.

Yerel mutfağın dışındaki seçenekler olarak; şehrin her yerinde dönerciler gibi Türk mutfağına dair yerleri bulmak mümkündür. Fast food arayanlar için Freshline ve McDonald’s gibi şehrin her yerinde bulunan fast food restoranları var.

Şimdi hem denediğim hem de denemediğim memnuniyeti yüksek birkaç restoran, kafe ve bar önerisinde bulunmak isterim.

Geleneksel Ukrayna “borsch” tadı istiyorsanız Pechersk bölgesinde Lipskaya Caddesi’nde bulunan pahalı ama oldukça ünlü bir restoran olan “Lipsky Osobnyak” tavsiye edilmektedir. Restoran ayrıca yemekleri 18-19. yüzyıl tariflerine göre pişirmesi ile de ünlüymüş.

Bekhterevskiy Provulok’ta konutlar arasında bir bahçede bulunan ve yaratıcı vejetaryen yemekler sunan Shankara isimli restoranın yemekleri muhteşemmiş. Hafta sonları, bazen yiyecekler hemen tükendiğinden oraya biraz erken gitmeye çalışın.

Altın Kapı’ya yakın Yaroslava isimli restoran Yaroslaviv Val’a birkaç dakika yürüme mesafesindedir. Ukrayna dekoruna sahip tarihi restoran, 60 yılı aşkın süredir lezzetli ev yapımı turtalar ve hamur işleri sunmaktadır. Balık turtalarını (rasstegai), lahanalı etli turtalarını ve vejeteryanlar için ıspanaklı turtalarını öneriliyor. Ancak tatlıları da unutmayın. Haşhaşlı turta, tarçınlı rulo ve turtaları, kiraz, erik ve yaban mersini gibi meyvelerle dolu turtaları ev yapımı kakao içerek deneyebilirsiniz.

Merkeze çok yakın olan Very Well Cafe çok memnun kaldığımız bir yer oldu. Ancak her zaman dolu olan tesis için önceden rezervasyon yapmayı ihmal etmeyin.

Shevchenko bölgesi, Vladimirskaya Caddesi, 11 adresindeki bir Gürcü Restoran olan Chachabar restoranı gerçekten çok memnun kaldığımız bir yer oldu ve Kiev’e tekrar gittiğimde burayı bularak bir daha yemeklerini deneme fırsatı buldum.

Globus Yeraltı Çarşısı’nda bulunan bir restoranı şiddetle önermek istiyorum. Kısa adı “OB” olan “Ostannya Barykada” restoranın ambiansı hem de yemekleri müthiş.

Akşamları içki ve yemek için, Kiev’in yeni ama çılgınca popüler olan “bir euro bar” ı Biliy Naliv’e göz atın. Elma şarabından istiridyeye kadar her şeyi yaklaşık 1 euroya alabiliyorsunuz. Elma şarabı, ılık elma tarçınlı punch gibi içeceklerin yanında sosisli sandviç, eritilmiş raclette peyniri, limon sıkılmış istiridye ile tavuklu ve elmalı böreklerini deneyebilirsiniz.

Yerel Ukrayna mutfağı sunan Kostol’na Caddesi’ndeki şık restoran Pache’yi ziyaret edebilirsiniz. Vanilyalı Napolyon pastasını ahududu sosu ile deneyin.

Drunk Cherry (Pyanaya Vishnya) aslında Lviv menşeli bir işletme, Kiev’de üç bölgede ev yapımı vişneli içecekler sunuyor. Vişne likörlerinin dışında alkollü vişneli çikolatalarını ve vişneli kekini deneyebilirsiniz.

Нrushevs’kogo, Mykhaila Hrushevskoho Caddesi, 1/2 adresindeki True Taste Coffee House’da kahve içip tatlı yedik ve oldukça memnun kaldık.

Alışveriş
Alışveriş yapmak, Kiev’e bir gezi planlarken aklınıza gelebilecek ilk şey olmayabilir. Yine de alışverişi programınıza alabilirsiniz. Birçok uluslararası markanın koleksiyonları şehirde neredeyse yarı fiyatına satılmaktadır. Ayrıca tasarım butiklerini de bulabilirsiniz. Alışveriş fırsatları sadece kıyafetler ile sınırlı değil, elektronik ve kozmetik ürünleri de daha uygun fiyatlı alınabilir.

Kiev’deki alışveriş merkezlerinde ilginç eklemeler görebilirsiniz. Mesela Ocean Plaza, 1000’den fazla deniz canlısını barındıran bölgedeki en büyük akvaryuma da ev sahipliği yapıyor.

Ülkeye özgü hatıra olarak geleneksel Ukrayna halk tasarımlarıyla süslenmiş bir Paskalya yumurtası olan bir pysanka alabilirsiniz.

Lviv Çikolatasını şehrin her yerinde bulabilirsiniz Lviv Handmade Chocalade Shop’da bir mola verip tadını çıkarın!

Cumartesi günleri Kiev’in ünlü bit pazarlarından birine gidebilirsiniz. Lisova metro istasyonunun yanındaki bit pazarı kıyafetler ve aksesuarlar için iyi bir tercih olabilir. Petrivka tren istasyonunun yanındaki pazar ise biblolar, Sovyet hatıraları, oyuncaklar, kitaplar ve hediyelik eşyalar için daha iyidir.

Kiev alışveriş mekanları açısından zengin. İsteyen AVM’lerdeki mağazalarda alışveriş yaparken, isteyen de ara sokaklardaki küçük dükkanları, pazarları ve açıkta kurulan tezgahları tercih edebilir. Özellikle Andriyivsky Yokuş’unda yerel sanatçıların tablolarını, ahşap oyma işlerini, bibloları, takıları, işlemeli kıyafetleri ve bilumum hediyelik eşyayı bulacağınız yol boyu tezgahlar kurulmaktadır.

Ukrayna’ya yaptığınız geziden benzersiz bir şey getirmek istiyorsanız, bir Vyshyvanka bulmanızı şiddetle tavsiye ederim. Geleneksel işlemeli Ukrayna giysileri çağdaş renkler ve tasarım öğeleriyle daha güzel hale getirilmiş.

Son Söz
Kiev, Dyneper Nehri’nin kıyısında yer alan büyülü ve muhteşem bir şehir. Sovyetler Birilği’nin dağılması sonrası bağımsızlığına kavuşan Ukrayna’nın başkenti Kiev amodern hayatı benimsemiş bir şehir ve ziyaretçilerine de sunacak çok şeyi var. Şehirdeki eklektik kültür ve sanatla tarihi ve turistik yerleri, çarpıcı asırlık kiliseleri, görkemli Sovyet binaları, muhteşem anıtları, harika sokak sanatları, uygun fiyatta ve çeşitteki alışveriş olanakları, canlı gece hayatı ile renkli bir şehir.

Bizim için ulaşımı kolay, sık uçak seferleri ile uygun fiyatlı uçak bileti alabileceğimiz, vize gerekmeyen sadece kimlikle bile giriş yapabileceğimiz bir ülke. Yurt dışına ilk kez çıkacaklar için önerebileceğimiz gibi, bir çok ülke gezmiş ancak bu kadar yakında ve çok yönlü şehri görmeyi ihmal etmiş gezginlere de hemen programlarına almalarını önerebileceğimiz bir şehir.

Kiev halkı misafirperver ve yardımsever. Ancak ingilizce konuşan sayısı sınırlı. Turizm potansiyeli her gün genişleyen şehirde Kril alfabesi yanında latin alfabesi ile yönlendirme tabelaları da yerleştirilmiş.

Kısaca Kiev ve Ukrayna tekrar tekrar gezilebilecek bir ülke…

‘Kiev Turları’nı Trip Advisor güvencesi ile aşağıdaki linkten alabilirsiniz.

 

Gülten İşçimen’in yazılarını http://gezininadresi.blogspot.com adresinden okuyabilirsiniz.

Buenos Aires Gezi Rehberi: Tangonun Başkenti

buenos aires

Arjantin Latin Amerika’nın en gelişmiş ve en varlıklı ülkelerinden biri. Yaklaşık olarak Türkiye’nin dört katı büyüklüğünde bir ülke. Coğrafi olarak altı, idari olarak 23 il ve 1 özerk kente (başkent Buenos Aires) ayrılmış. Kuzeyinde yağmurlu subtropikal iklim hakimken, güneyinde sub kutupsal bir iklim hakim. Topraklarının büyük bir kısmı kıraç ya da yarı-kıraç. Tarıma uygun topraklar %10, otlaklar %52, ormanlık arazi %19. Kırk dört milyon nüfusu ile Güney Amerika’nın ikinci büyük ülkesi. Nüfusun %92’si Katolik inanca sahip, resmi dil İspanyolca, okur-yazar oranı % 97. Başkanlık tipi Cumhuriyet ile yönetiliyor.

Arjantin’in başkenti Buenos Aires, resmi sayımlara göre 4-5 milyon civarında, varoşlarla birlikte 14 milyon nüfusu ile çok kalabalık bir şehir. Arjantin’in finans, sanayi ve ticaret merkezi olan şehir, yaşam kalitesi açısından dünyada 91. sırada. Tüm Latin Amerika gibi yoğun İspanyol, Portekiz izleri var. Güney Amerika’nın en önemli limanına ev sahipliği yapan şehir, Güney Amerika’nın Paris’i olarak da anılıyor. Kültürel aktiviteler açısından dünyada ilk üçte kabul ediliyor.

Bu kadar genel bilgiden sonra gezimiz başlıyor.

Arjantin’e 2012 Aralıktan beri THY sefer yapıyor. Biz Air France ile Paris’ten Buenos Aires’e 13 saat uçtuk. Buones Aires Ezeiza Hava Limanı’na yerel saat ile 8.00-9.00 sıralarında vardık.

Hemen Tigre Nehri’nde bir motor gezintisine çıkıyoruz. Delta boyunca yol alıyoruz. Eski yerleşim yerleri hakkında bilgi ediniyoruz. Küreselleşme bu işte… Çok zenginler ve çok fakirler…

Tigre Nehri’nin iki yakasında da bu örnekleri görüyoruz. Tigre uzun, en geniş yeri 200 km olan bir nehir. Buenos Aires de bu nehrin Atlas Okyanusu’na döküldüğü La Plata denilen yerde kurulu. Bu bulanık nehrin iki kıyısında her türlü yapıyı görmek mümkün. Okullar, kiliseler, oteller, evler.

Nehrin iki yakası tahta iskeleler ile kaplı. Kıyıdaki bir okuldan çocuklar el sallıyor. Buralarda ilkbahar. Hayat canlı ve bu bulanık suyun iki yakası da oldukça hareketli.

Bu geziden sonra Puerto Madero’ya gidiyoruz. Burası Buenos Aires’in yeni inşa edilmiş modern gülümseyen yüzü. Dünyanın varsıl kesimlerinin, kitlelere sunduğu, yükselen trendler olarak benimsetmeye çalıştığı, gökdelenlerle kaplı bir liman bölgesi. Burada ki şahane öğle yemeğinde masamıza gelen yaklaşık 250-350 gr ağırlığındaki biftekler, Arjantin’de yiyeceğimiz yemekler hakkında bir fikir veriyor.

Buenos Aires’de ikinci gün şehrin Recoleta bölgesine gidiyoruz. Bu bölge üst gelir grubundaki kişilerin yaşadığı bir bölge. Mağazalardan, yollardan, parklardan belli.. Zenginlerin gömüldüğü şık bir mezarlığı var.

Her ne kadar fakirlikten gelse ve zenginlerden pek hoşlanmasa da Eva Peron da buraya gömülmek istemiş. Eva Peron, çok fakir bir ailenin beş çocuğunun en küçüğü, annesi nikâhlı olmadığı bir adamdan çocukları doğuruyor. Daha sonraları babası nikâhlı eşi için onları terk ediyor. 15 yaşında bir müzisyenle Buenos Aires’e kaçıyor, artist olmak için. Amacına ulaşıyor sahnelere adım atıyor. Bir şekilde yolu Albay Juan Peron ile kesişiyor ve hemen onun metresi oluyor. 1944 de evleniyor. 1946 da eşinin başkan olması ile first lady olan Eva, hiçbir politik bilgisinin olmamasına rağmen sadece duydukları ile ülkenin her konusuna el atıyor, popülist politikaları ile halkın sevgilisi oluyor. Kocası onun gölgesinde kalıyor. Çok seveni ve çok nefret edeni olan, 33 yaşında serviks kanserinden hayatını kaybeden bu ihtiraslı kadın için pek çok şarkı, müzikal ve film yapıldı. Müzeyi gezerken Madonna’nın Evita müzikalindeki ‘Don’t cry for me Argentina’ şarkısı kulaklarımda çınlıyor.

Buraya niçin gömülmek istediğini düşünüyorum. Sağlığında kendisini kabul etmek istemeyen küçümseyen insanların, ölünce ses çıkaramayacağını bildiği için mi? Gerçi Peronistler buraya gömülmek zorunda kaldığını, kendisinin sağken böyle bir mezar yeri almadığını söylüyorlar. Yine de mezarında taze çiçekler olan ender mezarlardan bir tanesi.

Öğleden sonra Şehrin bir başka bölgesindeyiz Palermo ve Belgrano. Buraya Evita Müzesi’ni görmeye gidiyoruz. Bina 20.yy da yapılmış şık bir yapı. Aristokrat bir aileye aitmiş, 1948 de Eva Peron bu binayı alarak evsizler için barınak yapmış. Peronistler iktidardan düşünce bir süre kullanılmayan bina daha sonra müze olarak kullanılmaya başlamış. 32-33 yaşlarında hayata veda eden korkunç ihtiraslı, başarılı ve hala pek çok seveni olan bu kadının hayatını dinliyoruz.

Henüz kimsenin pek şikâyet etmediği öyle yemeğimiz yine aynı. Biftek, enpadana (Güney Amerika’nın meşhur böreği) ve dondurma.

Öğleden sonra Buenos Aires’in belki de en güzel, bir o kadarda tehlikeli bölgesindeyiz. San Telmo ve La Boca. Burası Avrupalıların Buenos Aires’e ilk geldikleri eski liman bölgesi 16-19. YY arası kolonyal ofisler buradaymış. Şimdi ise sosyo-ekonomik açıdan alt gelir gruplarının yaşam bölgesi. Maradona buradan yetişme. Uzaktan Rus Ortodoks Kilisesini görüyoruz.

El Caminito’da yani açık hava müzesindeyiz, renkli çinkodan derme-çatma yapıları ile çok ilginç.  Parlak boyalı evleri, yerel sanatçıların sattıkları eserleri, tango, birbirine karışan müzikler ile yaşam çok canlı.

Tango yapanlar, bira ve şaraplarını içenler, turistik eşyalara bakanlar… Bende hatıra olsun diye kendim için bu gezideki tek alışverişimi yapıyor, kübik bir resim alıyorum.

Oturup, bir şeyler içerken tango seyrediyoruz. Bol bol fotoğraf alıyoruz. Her yaştan, her milletten erkekler tangocu kızlarla resim çektiriyor.

Avrupa’nın savaş, ekonomik sıkıntılar, açlık ile boğuştuğu yıllar, büyük umutlarla yeni kıtaya göç ile İtalya, Portekiz, Fransa, Macaristan, İspanya‘dan gelen Avrupalıların umutlarının umutsuzluğa dönüşü, hayal kırıklıkları. Alışkın olmadıkları koşullar, sonuçta kötü yola düşen kadınlar, içki kadehlerinde, kadın kokularında teselli arayan erkekler, olumsuzluklara başkaldırı veee tangonun doğuşu. Yalnızlık ve hüzne karşı tutku ve aşkın dansı.

Daha sonra şehrin diğer bir bölgesine gidiyoruz. Plaza De Mayo ve Microcentro.

Burası Buenos Aires’in kalbi. Casa Rosada diye isimlendirilen Başkanlık Sarayını, mimarisi ile hayranlık uyandıran Ulusal Banka’yı, Meydanda sömürge döneminden kalan tek bina olan (Arjantin’in İspanya’ya karşı bağımsızlık ilanına ilişkin en önemli toplantılarının yapıldığı yer) bağımsızlığın sembolü olan Cabildo de Buenos Aires ve Catedral Metropolitana’yı fotoğraflıyoruz.

Plaza De Mayo Annelerini anıyoruz. 1976-1983 yılları arasında ülkeyi yöneten askeri rejim döneminde yaklaşık 30 bin kişinin öldürüldüğü söyleniyor. 13 Nisan 1977 günü bu meydanda toplanan 14 beyaz başörtülü kadın çocuklarının akıbetini öğrenmek için, ortadaki piramidin çevresinde ikişer tur atarak eyleme başlıyorlar. Yıl sonunda sayıları 300’ü buluyor. Coplanıyor, bazıları kaçırılıp öldürüyorlar ama onlar yılmıyor. 1978 de eylemleri yasaklanınca, kiliselerde toplanmaya başlıyorlar. Bu anneler cuntaya karşı direnişin fitilini ateşliyorlar. 1982 de Arjantin’in Falkland Savaşı’nı kaybetmesi Cuntanın devrilmesine yol açıyor. 1990′ larda cuntacılar suçu birbirlerinin üzerine atıyorlar. Genelkurmay bu kayıplardan dolayı resmen özür diledi. Bugün bu vahşete neden olanlar tüm Arjantin halkı tarafından ve tüm dünya tarafından lanetlenmekte. Cunta onlara “Perşembenin Delileri” adını takmıştı. Bugün cuntacıların adları ve resimleri bulundukları yerlerden kaldırılıyor. Ve Plaza De Mayo anneleri, (yaşları 84 den fazla) son anne kalıncaya dek bu eylemi sürdüreceklerini söylüyor.

Otelimiz dünyanın en geniş caddesi Avenida 9 de Julio üzerinde. Caddenin genişliği 140 metre. Fotoğraf makinem ile tüm gidiş ve gelişleri alacak bir pozisyon yakalayamadım. Caddenin ortasında 68 metre yüksekliğindeki dikili taş bulunuyor. Caddenin hepsini tek bir yeşil ışıkta geçmek mümkün değil.

Cafe Tortini’yi bulmak için otelden çıkıyoruz. Benim düşünceme göre en iyi yazarlar, çelişkilerin derin olduğu ortamlarda iyi gözlem yapan insanlardan çıkıyor. 14 milyon nüfusunun yaklaşık 8 milyonu varoşlarda yaşayan Buenos Aires bu iş için çok uygun.

Güney Amerika ve edebiyat deyince aklıma ilk gelenler Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez, ikincisi de Arjantinli Jorge Luis Borges. Bu yazıyı okuyan gezi meraklılarına hemen Borges ’in Anlar şiirini okumalarını, sonra yazıyı okumaya devam etmelerini öneriyorum. Evet, artık ben de “ Çok az şeyi ciddiyetle yapıyorum ”.

Eğer,yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
İkincisinde daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi
Ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır,daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim bir çok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım.
Yeniden başlayabilseydim eğer,yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar.Siz de anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında su, şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer,hiçbir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder,güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım,bir şansım olsaydı eger.
Ama işte 85’indeyim ve biliyorum…
ÖLÜYORUM….
Arjantin-1985

Cafe Tortini 1858 yılında açılmış bir kafe, şehrin en eski kafeteryalarından biri olup, 19. yy sonlarında yazarların, ressamların kısaca sanatçıların buluşma yeri. Sevdiğim şairlerden biri olan İspanyol Lorca‘da Arjantin’de bulunduğu yıllarda buraya sıklıkla gelirmiş. Cafe Tortini’yi ararken hafif kararan hava ile birlikte parlayan ışıkları ile Teatro Avenida karşımıza çıkıyor. Sonunda Cafe Tortini’yi buluyorum. Cafe Tortini’nin kapısında bir kuyruk var. İçeriden dışarıya birileri çıktıkça içeri müşteri alıyorlar.  

Her zaman ‘Bir şehri öğrenmenin en iyi yolu sokaklarında kaybolmaktır’ sözünü söylemişimdir. Ama burada sokaklar çok tehlikeli. Buenos Aires sokakları evsiz-sokakta yatanlar, gözünüzün içine bakarak sizi takip eden, çalamayacaklarını anlayınca birbiri ile işaretleşen çeteler ile kaplı.

Burada bulunduğumuz süre içinde üç dört protesto gösterisi, bir kapkaç olayının canlı tanığı oldum. Türkiye, İstanbul hele İzmir güvenlik açısından büfeye konacak bir yer.

Aslında Arjantin’de fark ettiğim bir gerçek daha var. Burası Güney Amerika’nın ikinci gelişmiş ülkesiymiş. Zincir oteller de aldığımız hizmeti bir kenara koyarsak biz çok daha gelişmiş bir ülkeyiz. Converse, Adidas, Guess,vb. marka fiyatları Türkiye ile nerede ise tıpatıp aynı. Tabii marka sahibi aynı malı dünyanın başka bir yerinde neden daha ucuza satsın.

Ertesi sabah Buenos Aires yakınlarında bir çiftliğe gidiyoruz. Gaucho yaşamını (Arjantin kovboyu) içinden gözleyeceğiz. Pek de iştahlı değilim. Böyle turistik-yapay gösterilere merakım yok. Tesadüfen bizimle birlikte olan Avrupalı bir grubun yaptığı sohbet göğsümüzü kabartıyor. Golf meraklısı olan grup, dünyada gördükleri en iyi golf sahalarının Antalya‘da olduğunu söylüyorlar. Çiftlikte öğle yemeği olarak yine asado alıyor, bir çeşit acı yeşil çay olan mate tadıyor, folklorik dansları, at gösterilerini izliyoruz.

Dönünce yine kendimizi sokaklara atıyoruz. İlk durağımız Palacio Barolo. 1919 yılında yapılmaya başlanan bu neogotik yapı Dante’nin Komedya (1360 yılında başına başkası tarafından İlahi kelimesi eklenen ve tüm dünyada İlahi Komedya diye tanınan şiir) adlı şiirinden esinlenerek inşa edilmiş. Gerçi Dante’nin bu eserinin içerdiği semboller dünyada hala yorumlanmaya çalışılıyor.

Yapı 100 metre yüksekliğinde. İlahi Komedya’da cehennem, araf, cennet bölümlerinin her biri 33 kanto (İtalyan şiirinde kıta anlamı) dan oluşuyor. Bir de giriş bölümünü eklersek 100 ediyor. Yapı bu nedenle 100 metre. Yapının aşağıdan yukarı özellikleri bu şiiri yorumlamak üzerine. En üst katta yer alan cenneti temsil eden aydınlık oda bir kubbe ile taçlandırılmış.

Yaşları 15-16 civarında olan 5-6 çocuktan oluşan, bizi takip eden çocuk çetesi eşliğinde Kongre Sarayı’na doğru yürüyoruz. Kongre Sarayı’nın tam önünde yasal bir sendikanın toplantısının yapıldığı bir çadır kurulu.

Daha sonra sıkça rastladığımız tango salonlarının birisinin önünden geçerken Türkçe’yi çok iyi bilen bir Arjantinli ile karşılaşıyoruz. Babası Anadolu’nun güneyinde doğmuş, sonradan Yunanistan’a göç etmiş.

Bir şeyler içmek için Cafe Tortini’ye doğru giderken girdiğimiz müzik mağazasından Elektro Tango ve Piazzolla ‘nın Jazz tangolarından birer adet seçiyorum. Bir yandan da acelemiz var. Akşama Tango gecesine yetişeceğiz. Bugün son gecemiz.

Son günümüzde öğleden sonra Buenos Aires’ten ayrılıyoruz. Kahvaltıdan sonra San Martin Meydanı’na doğru yürüyüşe geçiyoruz. Burası İtalyan ve Fransız mimari tarzının hakim olduğu, güzel yapılarıyla ünlü bir meydan.

Bizden iki gün önce buraya gelen ve kafasına silah dayanarak soyulan arkadaşımız sürekli bizi güvenlik konusunda ikaz ediyordu. Meydanda polis diye bağıran, bir ses duyuyoruz. Bir turist hırsızını kendi yakalamış, yere yatırmış, bağırıyor. Ama ne kimse yaklaşıyor, ne polis geliyor… Korkuyorum ve biri çocuk dört kişilik grubu geriye dönmek için ikna ediyorum. Geriye dönerken 15-20 dakika boyunca gelmeyen polis hala ortalarda yok. Gelince gasba uğrayan arkadaş anlatıyor. Başvurduğu karakol yapacak bir şey olmadığını dikkatli olması gerektiğini söylemiş, hepsi bu.

Dönerken yolda otelimiz ile arasında 3-5 bina bulunan Teatro Colon’u görüyoruz. Burası birinci sınıf müzikallerin sergilendiği özel bir yapı.1908 yılında Verdi’nin Aidası ile kapılarını açmış. Pek çok büyük sanatçı Maria Callas,Richard Strause gibi burada performans göstermiş. Ön yüzü Fransız Rönesans Tarzı.

Buenos Aires’ten ayrılma vakti geldi. Direnişin, başkaldırının sembolü olan meydanlar, romantizm kokan, tango müzikleri ile dolu olan kafeler, rengarenk çiçeklerle bezenmiş ancak evsizlerin yoğun olduğu caddeler hafızalarımızda yerini alıyor.

Arjantin’de Buones Aires’te başlayan gezimiz Patagonya’ya kadar uzandı. Arjantin rotamız haritada görülmektedir.


Patagonya gezi yazılarımızı okumak isterseniz.

Dünyanın Sonuna Gemi ile Yolculuk ve Patagonya Macerası; Ulusal Parklara Yolculuk

Kaş Gezi Rehberi: Doğa ve Tarih Elele

Kaş Akdeniz kıyısında, Antalya iline bağlı güzel, sakin, huzurlu, çekici ve bir kez gelenin tekrar tekrar gelmek isteyeceği sevimli bir belde. Kaş’ın masmavi, turkuaz plajlarında harika bir deniz tatili yapabilirsiniz. Ancak, Kaş’ta tatil imkanları sadece deniz ile sınırlı değil. Kaş’ın tarihi dokusu, günümüze ulaşan antik şehirler, kalıntılar ve lahitler tarihe az ilgi duyanları bile etkileyecek zenginlikte. Şehrin ortasında, sokak başında kral mezarları ve lahitler sizi karşılıyor. Yine şehirde deniz kenarındaki antik tiyatroda güneş batırmak da bir ayrıcalık… Gerek tarihi ve kültürel zenginliği, gerek doğası, tertemiz denizi, çok sayıdaki plajları, su altı sporları, yamaç paraşütü gibi spor aktiviteleri ile tüm yıl ilgi gören bir ilçemiz.

Tarihi M.Ö. 6000 yılına uzanan Kaş, Likya Uygarlığı’ndaki adı ile “Antiphellos”, önemli bir liman kenti imiş. Şehir Likya ve Karya yollarının kesişim noktasında yer alıyor. Roma döneminde önem kazanan şehir, Bizans döneminde de piskoposluk merkezi olmuş. Daha sonra Arap akınlarına maruz kalmış, Anadolu Selçuklu Beyliği, Tekeoğulları Beyliği yönetiminde kalmış. Yıldırım Beyazıt döneminde de Osmanlı topraklarına katılmış. 1970’li yıllara kadar ulaşım sorunu nedeni ile turist akınına uğramayan Kaş doğal yapısını korumuş.

Ulaşım

Kaş’a Muğla Dalaman Havaalanı’ndan (140 km) veya Antalya Havaalanı’ından (180 km) ulaşmak mümkün. Dalaman’dan ulaşım daha çok tercih ediliyor. Denize paralel giden Fethiye-Kaş yolu boyunca yeşilin ve mavinin her tonunu sunan manzaralı bir yolculuk sizi bekliyor…

Kaş – Gezilecek Yerler

Kaş’ı önce video ile gezmek isterseniz…

 

Kaş gezilecek yerler sadece ilçenin merkezi ile sınırlı değil. Gezip görülecek o kadar çok tarihi yer, plaj, köy ve yayla var ki! Biz Kaş merkezde 6 gece kaldık. Fethiye’den Antalya’ya kadar tüm kıyıyı da dolaştık. Yine de bu güzel beldede daha çok zaman geçirebilmiş olmayı isterdik. Bazı tarihi şehir ve müzeleri ziyaret edebildik. Plajların ve koyların büyük bir çoğunluğunda denize girebildik. Özel olarak seçtiğimiz lokantalarda yöresel lezzetleri tattık.

Gezimize merkezdeki plajlardan başlayalım.

Küçük Çakıl

Küçük Çakıl plajı tam şehrin merkezinde; adı gibi küçük ve çakıllı, halka açık bir plaj. Çevreden karışan soğuk su kaynağı nedeni ile bölgeye göre deniz suyu biraz soğuk. Sıcak Kaş günlerinde bu serinlik aranan bir özellik olabilir. Plajın hem sağında hem solunda oturup bir şeyler atıştıracak iki kafeterya bulunmaktadır.

Büyük Çakıl

Büyük Çakıl, yine merkezde, yürüyerek ulaşılabilecek bir plaj. Küçük Çakıl’a 15-20 dakika yürüyüş mesafesinde, Küçük Çakıl gibi çakıllı, ancak daha geniş bir plaj. Burada da soğuk su kaynakları denizi serinletiyor. Birden çok işletmeden hem şezlong kiralamak hem de atıştırmak mümkün.

Hidayet Koyu

Çukurbağ Yarımadası’nda, Kaş’ın en gözde koylarından, 2015 öncesi doğal, bol zeytin ağaçlı olan bu koy bu tarihte açılan Blanca Beach ile klasik bir “Beach Club” haline dönüşmüş. Koyun eski halini bilenler artık koyun doğallığını yitirmiş olduğunu belirtiyorlar. Bu meşhur, temiz ve masmavi koyda denize girdik. Eylül ortası olmasına rağmen oldukça kalabalıktı.

Belediye Halk Plajı

Belediye, Hidayet Koyu’nun yanındaki geniş ve ferah koyu halk plajı olarak düzenlemiş. Giriş ücretsiz, kafeterya ise uygun fiyatlı. Halk plajının hemen yanına Belediye ayrıca Kadınlar Plajı yapma ihtiyacı duymuş nedense!

İnceboğaz

Kaş merkezden Çukurbağ Yarımadası’na giderken yolun en daraldığı noktada yer alan bir plaj. Bir tarafı açık denize bakıyor; diğer tarafı ise Marina yönünde…

Limanağzı

Kaş merkezde en çok beğendiğimiz koylardan biri Limanağzı oldu. Büyük Çakıl Plajı’ndan sonra zorlu bir yürüyüşle ulaşılabiliyor. Ancak daha kolay yolu limandan kalkan dolmuş teknelerle ulaşmak. Yarım saatte bir kalkan tekneler 20 TL ve 15-20 dakikada Limanağzı’na ulaşılıyor. Burada dört ayrı işletme bulunuyor. Nuri’s Beach, Bilal’ın Yeri, Delos ve La Moda. Biz Nuri’s Beach’i tercih ettik. Minimum 40 TL harcama karşılığı şezlong ücretsiz…

Limanağzı’ndaki diğer plajlar da cazip görünüyordu. Herhangi biri tercih edilebilir.

Çukurbağ Yarımadası

Çukurbağ Yarımadası’nda kıyı boyunca sıralanmış otellerin plajları da yüzülecek yerler arasında bir seçenek olabilir. Yarımadada kaldığımız Lycia Butik Otel’in Meis Adası manzaralı özel plajında yüzme şansı bulduk.

Kaputaş Plajı

Ülkemizin en güzel koylarından birisi olan Kaputaş Plajı Kaş ile Kalkan arasında; Kaş’a 20 km, Kalkan’a ise 7 km mesafede. Plaja karayolundan 187 basamak ile iniliyor. Araçlar ancak ana yol üzerine park edilebiliyor. Yoldan geçerken büyüleyici görüntü sizi plaja davet ediyor. Kumsalı hem kumlu, hem çakıllı, denizi soğuk su karışması nedeni ile biraz serin, suyun berrak mavisi çok çekici. Biz Kaş ile Fethiye arasındaki yolculuğumuzda uzun deniz molasını Patara’da verip, Kaputaş’a yoldan bakıp geçmeyi planlamıştık. Ancak arabayı park edip kıyıya yaklaşınca o basamakları inip denize dalmaktan başka seçenek olmadığını anladık. Bu dünya harikası plajda yüzmeden olmazdı. Deniz hemen derinleşen bir yapıda, açık bir koy olduğundan öğleden sonraları dalgalanması ile birlikte kendini suyun akışına bırakıp köpükler arasında kıyıya ulaşmak müthiş bir zevk!

Patara Plajı

Kaş’ın batısında 43 km mesafedeki Patara Plajı da mutlaka görülecek yerler arasında. Plaj 12 km.lik uzunluğu ile Türkiye’nin en uzun sahili. Patara Plajı Likya’nın önemli antik kentlerinin içinde yer alıyor. Patara şehri bir dönem başkent olmuş. Kazıları devam eden antik kentin kapısı, tiyatrosu, feneri, meclis binası gibi yapılarının yanından geçerek antik kenti gezip plaja da uğrayıp masmavi, dalgalı denizinde yüzme keyfini kaçırmayın.

Kaş Merkez

Kaş merkezinde yer alan en çarpıcı yerlerden biri antik şehir Antiphellos…Bugüne kadar gelen, kayadan oluşmuş bu Kral Mezarı M.Ö. 4. yy’a tarihleniyor. Üzerinde aslan figürleri de bulunan lahit Uzun Çarşı Sokağı’nın başında yer alıyor.

Kaş Uzun Çarşı gece ve gündüz gezilebilen, hediyelik eşyaların satıldığı güzel bir sokak…

Limanın hemen karşısındaki Cumhuriyet Meydanı çay bahçeleri ve lokantalarla çevrelenmiş. Burası hem yürüyüş yapmak, hem de oturup nefeslenmek ve yemek için uygun yerler barındırıyor. Meydandaki yerlerin fiyatları da Uzun Çarşı’nın sonunda sıralanan lüks lokantaların yer aldığı bölgeye göre çok daha uygun.

Merkezden Çukurbağ Yarımadası’na giden yolda yer alan antik tiyatronun Helenistik dönemde yapıldığı tahmin ediliyor. Yüzü denize dönük, ayrı bir sahnesi olmayan tiyatro 4000 seyirci kapasitesine sahip. Günümüzde de konser ve gösterilerde kullanılmaktadır.

Kaş’ta değişik aktiviteler yapma seçeneklerinin olduğunu belirtmiştim.

En ilginç olanları arasında yamaç paraşütü yer almakta. Kaş’taki ilk günümüzde Lycia Yamaç Paraşütü şirketinden aldığımız tur ile eşsiz bir deneyim yaşadık. Bir Hocanın eşliğinde olan bu uçuşta tüm Kaş manzarasını yukarıdan izleyip yarım saat sonra limana iniş yaptık.

Kaş’ta yapılacak diğer önemli bir aktivite ise su altı dalış yapmak. Su altı batıklar, mağaralar ve su altı florası ile Türkiye’nin en özel dalls merkezleri Kaş’ta bulunmaktadır. Tabi ünlü Likya Yolu yürüyüş rotasının da Kaş’tan geçtiğini belirtelim. Dağ bisikleti, jeep safari turları da diğer spor aktiviteleri arasında…

Kaş’ta unutulmayacak görüntülerden biri güneş batışı saatlerinde yakaladığımız kareler. Güneş batımını her akşam değişik yerlerde izledik. Burada özellikle Çukurbağ Yarımadası’nın en batısında yakaladığımız iki kareyi paylaşmak istedim.

Kaş merkezinde sakin, huzurlu, bol plajlı ve yemekli zaman geçirirken çevre gezileri de yapmak gerek…

Demre

Öncelikle Demre günübirlik olarak programda yer almalı. Demre Kaş merkeze 46 km uzaklıkta, Antalya’ya bağlı, 25.000 nüfuslu bir bölge. İsmi biliniyor; ancak Kaş ve Kalkan gibi kişilerin konaklayıp tatil yaptıkları bir belde olarak duyulmuyor. Bunu şehrin içine girince hissettik. Klasik iç Anadolu kasabaları gibi yapılaşmış. Hele sevimli Kaş’tan sonra gidince şehir kimliksiz bir kasaba gibi göründü gözümüze; çok katlı apartmanların yer aldığı geniş caddeler yeşillikten yoksundu.

Geçmişi M:Ö. 5. yy.’a uzanan Demre’deki antik Myra kenti Likya ye Roma döneminde önemli bir uygarlık merkezi. Demre’de bu tarihi kenti, kaya mezarlarını ve antik tiyatroyu görmek mümkün. Biz Myra’ya çıkamadık. Demre’de Aziz Nicholas Kilisesi, Likya Uygarlıklar Müzesi ve Kekova tekne turuyla tüm günümüzü geçirdik.

Aziz Nicholas Kilisesi

Öncelikle St. Nicholas Kilisesi’ni gezdik. Akdenizli denizcilerin ve çocukların koruyucusu Noel Baba olarak tanınan Aziz Nicholas adına yapılmış kiliselerin ilki ve en önemlisi olan bu kilisede Azizin mezarı da bulunmaktadır.

Maalesef kemikleri sonradan yurt dışına kaçırılmış. Yapımına M.S. 5. yy’da Bizans döneminde başlanan kilise Ortodokslar için bir haç yeri olup dünyanın her yerinden ziyaretçisi bulunuyor.

Demre’nin yeşilinin azlığına örnek olarak bu kadar önemli bir kilisenin bulunduğu meydana bakalım. Her yer taş ve koca koca levhalar ile görüntü kirliliği…

Kekova Tekne Turu

Kekova Batık Şehir tekne gezisi de Kaş gezisinin olmazsa olmazı.

Kaş’ta limandan kalkan teknelerle veya Demre’den bu tura başlayabilirsiniz. Kaş Limanı’ndan Batık Şehre tekne ile ulaşmak 1 saat 20 dakika sürüyor. Bu deniz yolculuğunda  Üçağız ve Çayağzı limanlarından başlayan turlarla aynı rota izlenmesinin yanı sıra fazladan iki koyda yüzme molası veriliyor. Kaş’ta konaklayanlar için Ergun Kaptan’ın tüm gün süren, yemekli ve özellikle müziksiz turlarını almanızı önerebilirim. Tur rezervasyonunuzu linkten  Boat Trip Turkey veya telefonla (90 542 731 23 58) yaptırabilirsiniz.

Kekova tekne turu, öncelikle Likya döneminden kalma ve MS 2. yy da deprem nedeniyle bir kısmı sular altında kalan batık şehir, tarihi Simena antik kenti (Kaleköy), Üçağız Köyü, denizin içindeki lahitler ve güzel koyları ile kaçırılmaması gereken bir tur. Kekova tekne turunu Kekova Gezi Rehberi yazımda daha detaylı okuyabilirsiniz. 

Likya Uygarlıklar Müzesi

Kaş gezisinde programa alınması gereken müze. Demre’de henüz 2016 yılında açılan müze modern müzecilik anlayışı ile düzenlenmiş. Antik Myra kentinin liman mahallesi Andriake antik Akdeniz’in en büyük ve en korunaklı limanıymış. Son yıllarda kazı yapılan limanda bir yandan kazılar sürerken ayakta kalmış olan Granarium (Tahıl Ambarı) restore edilerek müzeye dönüştürülmüş.

Son derece güzel düzenlenmiş salonlarda Likya uygarlığı, tarihi, ekonomisi, sosyal yaşamı ve din kültürü tanıtılmakta. Kazı alanı da zaten açık hava müzesi olarak dolaşılabilir. Kilise, sinagog ve limanın yanı sıra yeraltı sarnıcı da düzenlenmiş ve ziyarete açılmış. Kaş geziniz sırasında bu küçük güzel müzeyi de programınıza almanızı öneriyorum.

Xanthos

Likya uygarlığının en uzun süreli başkenti olan Xanthos UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer almaktadır. Erken arkaik ve klasik dönemin yanı sıra Roma ve erken Bizans dönemlerinde önemli bir kent olmuş.

Zenginliği ile gözde olan kent M.Ö. 546 yılında Perslerin, bundan 400 yıl sonra da Romalı Brutus’un saldırısına uğramış. Perslerin saldırısında kenti savunamayacağını anlayan erkeklerin, kadın ve çoçuklan Likya Akropolüne sokup, orada yangın çıkartmaları ve kendilerinin de savaşarak ölmeleri bu şehrin tarihinde hüzünlü bir öykü olarak anlatılıyor. İşgal sırasında kentte bulunmayan aileler ve şehre göç edenlerce tekrar kurulan şehir yüz yıl sonra büyük bir yangın felaketi yaşamıştır. Roma ve Bizans egemenliği döneminde de şehrin mimari olarak zenginleşmesi devam etmiş. Ancak 7. yy’da Arap işgalinden sonra şehir terk edilmiştir. İngiltere British Museum’da bu şehirden götürülen Likya sanatının çokgüzel örnekleri sergilenmektedir.

Konaklama

Kaş’ta konaklama seçenekleri mevcut. Asıl güzelliği Kemer, Belek gibi herşey dahil beş yıldızlı lüks otel konseptinin buraya hakim olmaması. Şehir merkezinde küçük oteller ve pansiyonlar bulunuyor. Çok sayıda butik otel Çukurbağ Yarımadası’nda toplanmış. Kaş merkeze 7 km uzaklıktaki bu yarımadadaki şık ve sevimli butik oteller yarımadanın iki yönünde deniz kenarında yer alıyorlar. Biz de konaklamamızı Lycia Butik Otel’de yaptık. Meis Adası manzaralı, Kaş gibi sakin, huzurlu, temiz ve güzel otelimizden çok memnun kaldık.

Yeme İçme

Kaş birçok tatil kasabasından yeme içme açısından da farklı. Kaş gezimiz Eyül ayında daha sakin bir dönemde diye rahat davranıyorduk. Kaş restoranlarının ünlü olduğunu, iyi bir yerde yemek için önceden rezervasyon yaptırılması gerektiğini okumuş olmamıza rağmen bu mevsimde istediğimiz restoranda yer bulamayacağımızı düşünmemiştik. İlk iki gecemiz için bir gün balık, ikinci gün et lokantası diye planlayıp sonraki günler için daha esnek davranmak istemiştik. İlk gece Uzun Çarşı’nın sonundaki dik sokakta sıralanan meyhaneleri dolaşmaya başladık. İlk restoran Ruhi Bey net bir şekilde rezervasyon olmadan alamayacağını söyledi. Voyn da dolu idi; en kenarda sıkış tıkış bir yerde masa verebildiler. Daha ferah bir masa arayışı ile Nereid Meyhanesi’ne gittik; orada da nerede ise son masada yer bulabildik.

İkinci gece ise her yerde yazan ve çevrede sorduğumuz kişiler tarafından da mutlaka denenmesi gereken lokanta olarak önerilen Zaika’ya gittik. Orası da o gün ve sonraki üç gün için yerleri olmadığını belirttiler. Neyse ki ancak üç gün sonra Zaika’da yer bulup ünlü kebaplarını tatma şansını yakalayabildik.

Zaika’nın yanında yer alan Müptela da hem et hem balık ürünleri açısından zengin.

Kaş’ta hep zihinlerimizde kalacak bir manzara eşliğinde en zengin yemeğimizi otelimiz Lycia’da yedik. Bu fotoğrafı da paylaşmadan geçemeyeceğim.

Son Söz

Kaş gerçekten doğal, özgün, farklı, denizi, plajları, tarihi ile özel bir belde. Gidilmeli ve görülmeli. Çok katlı binalar yapılmış olmasına rağmen çarpık yapılaşma ile kasabanın dokusu bozulmamış. Beş yıldızlı ve her şey dahil oteller henüz yerleşmemiş. Çok çeşitli tatil alternatifleri ve çevre gezileri seçeneği sunuyor. Talep yüksek olduğu için konaklama ve yeme içme fiyatları bazı sahil beldelerine göre daha yüksek olabilir. Kaş’a gelip tatil yapanların Kaş tutkunu olacağını düşünüyorum. Akdeniz’in bu güzel kasabası tatil programlarında ön sıralarda yer almalı.