ANA SAYFA Blog Sayfa 10

Perge Antik Kenti: Helenistik Dünyanın İncisi

Perge

Perge, Efes gibi, Bergama gibi, yurdumuzda antik dönemin izlerini bugüne en mükemmel şekilde taşıyan yerlerden biri. Biraz merak, biraz hayal gücü; Aziz Paulus’u Sütunlu Cadde’de yürürken görebilirsiniz.

Perge Tarihi

Perge Perge, Antalya’nın 18 km doğusundaki Aksu ilçesi sınırlarında yer almakta… Aksu (Kestros) Çayı’ndan dolayı su ulaşımıyla öne çıkan Perge, antik dünyada, Likya ile Kilikya’nın arasında kalan Pamfilya’nın başkentiymiş ve öyküsü de Pamfilya’nın kaderini paylaşmış. Bölgedeki Karain, Beldibi, Öküzini gibi höyükler yerleşim tarihini Paleolitik döneme çekse de Perge Akropolisi kazılarında bulunan seramik parçaları MÖ 3000’lerde burada eni konu yerleşik bir hayatın geliştiği göstermekteymiş. Perge, Hititler döneminde ise önemli bir merkezmiş; Hattuşaş’ta yapılan kazılarda bulunan levhalarda Parha olarak geçen bölge, Hitit Kralı IV. Tuthalia ile Vasal Karalı Kurunta arasındaki antlaşmada eni konu gündem olmuş.

Yunan kolonizasyon dönemiyle ilgili fazla bir bulgu yok ama rivayetler çok. Strabon’a göre Perge, Troia Savaşı’ndan sonra Argoslu savaşçılar tarafından kurulmuş. Kent girişindeki levhada Mophos ve Kalkhas’ın adı geçtiğinden Perge’nin MÖ 1200’lerde Troia Savaşı’ndan dönen Akhaların şehri kurduğu düşünülmekteymiş. Iyon göçleriyle yeniden canlanan bölge, hakkında pek bir şey bilinmeyen Lydia döneminden sonra Pers hakimiyetine girmiş. Herodot’a göre Lydia kralı Croesus Perge’yi MÖ 567-547’de fethetmiş. Pers hakimiyeti sırasında ise bölge İyonya Satraplığı sınırları içinde kalmış. Ama Pamfilya için asıl hikaye Büyük İskender ile başka bir safhaya geçmiş. MÖ 333’te Makedonya’dan doğuya başlattığı seferle Anadolu’da Pers hakimiyetine son veren Büyük İskender, Perge’ye de gelmiş. Perge ise savaşa falan gerek yok deyip barış yoluyla şehri teslim etmiş.

Böylece Helenistik dönem de başlamış; bu dönemden Perge’ye kalanlar ise surlar ile kuleler olmuş. İskender Perge’den de, dünyadan da hızlıca gelip geçmiş ama sonrasında komutanlarının bölgeyi paylaşması sonucu Anadolu’ya hakim olan Seleukoslar ile Roma’nın hakimiyet çekişmeleri sonucu imzalanan Apameia Barışı’nda Perge Bergama/ Pergamon Krallığının payına düşmüş. Artık aklından ne geçiyorsa son Pergamon Kralı III Attolos, MÖ 133’te Krallığını Roma İmparatorluğu’na miras bırakmış; Romalılar da buralarda Asia Eyaletini kurmuşlar ama Pamfilya’nın ancak bir kısmı bu eyalet sınırları içinde kalmış. Cicero’ya göre Kilikya eyaletine bağlanan Pamfilya MÖ 49’da Ceasar tarafından Asia Eyaletine dahil edilmiş. Daha sonra Roma toprakları Octavianus ile Marcus Antonius arasında paylaşıldığında buralar Marcus’a kalmış; o da Ceasar’ın katillerini desteklediği için bölgeyi cezalandırmış ve Roma müttefikliğinden çıkarmış. Bu arada Galatia Kralı Amyntas bölgeye hakim olmuş ama MÖ 25’de ölümünden sonra Octavianus da ilk Roma İmparatoru olup duruma el koymuş ve bölgeyi tek bir eyalet haline getirmiş. Takvimler MÖ 11’i gösterdiğinde artık buraların ismi Pamfilya Eyaleti olarak geçmeye başlamış. MS 43’te ise İmparator Claudius Lycia et Pamphylia Eyaletini kurmuş. Aynı dönemlere rastlayan Hristiyanlığın ilk yıllarında Aziz Paulus, uzun yolculuklarının ilkine Perge’den başlamış. Pax Romana denen Roma Barışı döneminde serpilen şehir, bugün Perge olarak göreceğimiz tiyatro, stadyum, hamam gibi yapılarında hayat bulduğu dönem olmuş.

Perge’nin tarihi çok eskilere gitse de bugüne kalanlar daha çok Roma döneminin eserleri. Perge, Helen dünyasının önemli merkezleri arasındaymış ve Büyük İskender sonrası komutanlarının/diadokların çekiştikleri bir bölge olmuş. Sonunda Seleukosların hakimiyetiyle sonuçlanan bu süreci, Pergamonlarla yapılan mücadeleler izlemiş. Helen dünyasının çekişmeleri yerini Roma İmparatorluğu’nun istikrarına bırakınca Perge, serpilip gelişmiş. Hatta Helenistik döneme ait bazı surlar yıkılıp Agora ve Güney Hamamı inşa edilmiş.

Perge Hadrianus döneminde ise Perge resmen elden geçmiş. Bunda da en önemli rol, Perge’nin önemli ailelerinden Plancii ailesine aitmiş. Plancius Rutilius Varus Flaviuslar döneminde senatörlük yapmış ama esas öne çıkan kızı Plancia Magna olmuş. Belediye başkanı denebilecek ‘demiorgus’ unvanıyla şehrin en yetkili kişisi, Artemis Tapınağı Baş Rahibesi, İmparator Kültü Başrahibesi olan Placia Magna, Perge’nin imar edilmesinde büyük etkisi olmuş; böylece Kentin Kızı unvanını da kazanmış. Roma dönemi, Perge’nin gelişip güzelleştiği bir şehir olmuş.

Perge Roma İmparatorluğu’nun tökezlemeye başladığı dönemlerde doğudaki savaşlarda askeri üs olarak kullanılan Perge, daha sonra Pamfilya Metropolü olarak tanımlanmış. Probus döneminde ise Perge Pamfilya’nın ilk şehri olarak işaret edilmiş. İmparator III Gordianus tarafından ziyaret edilen şehir, 3 yy’da önemini kaybetmiş ve Isauralıların saldırılarıyla iyice yıpranmış. Kral Zenon ile birlikte tekrar öne çıkan şehir Bizans döneminde Side’den sonra Pamfilya’nın ikinci Piskoposluk merkezi olmuş. MS 5-6 yüzyıllarda tekrar parlayan Perge, kilise örgütlenmesinde metropolitlik merkezi olmuş. Bu dönemde Perge kiliselerle donatılmış. Daha sonra Arap saldırılarına maruz kalan şehirden bahsedilmez olmuş. I.Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde Türkiye Selçuklularının hakimiyetine giren bölgeye Teke Türkmenleri yerleştirilmiş. 1299’da Hamidoğullarının egemenliğinde olan giren Pamfilya 1422’de Osmanlıların eline geçmiş. Evliya Çelebi Pamfilya’ya gelmiş ve bu bölgede Tekke Hisarı denen bir yerden bahsetmiş. Ancak Perge’deki kazılarda sadece Akropol’de Türk-İslam dönemine ait çömlek parçaları elde edilmiş.

Perge Irkların ülkesi anlamına gelen Pamfilya’da iki şehir, Side ve Perge sürekli rekabet içinde olmuş. Bergama’dan başlayıp Side’de biten antik yolun ana duraklarından olması yanında, Havari Pavlos’un Kıbrıs’ın Baf Limanı’ndan gelip Perge’den başlayan hac yolculuğu da kentin önemini artırmaktadır.

Perge Anadolu kökenli bir isim olan Perge’de Roma döneminde bir çok tanrı kabul görse de Wenessa Preiia/Artemis Pergea olarak bilinen Perge Kraliçesi Artemis, şehrin ana tanrıçasıymış. Matematikçi Apollonius ve felsefeci Varus’un da memleketi olan Perge, 1946’da başlayan kazılarla gün yüzüne çıkmaya başlamış ama kazılar daha tamamlanmamış. Bu arada 2009’da Dünya Geçici Miras Listesine alınan Perge’nin ihtişamını daha iyi anlamak için Antalya Müzesi’ne de gitmekte fayda var.

Perge Ulaşım

Perge Antalya İline bağlı Aksu İlçesinde yer alan Perge’ye toplu taşıma ile gitmek isterseniz, AC03, AF04A, BA22, 527A, 528 numaralı otobüsleri kullanabilirsiniz. Şehrin iki ucu Kepez ve Lara’dan bu otobüslerle Aksu’ya ulaşabilirsiniz. Perge, Aksu ilçe merkezine yaklaşık 1,5 kilometre uzaklıkta; o kısmı yürüyebilirsiniz ya da taksiyi tercih edebilirsiniz. Perge ören yeri, haftanın her günü ziyaret edilebilir; Nisan-Ekim arası 08.30-19.30, Kasım-Mart arası 08.30-17.30 saatleri arasında açık. Giriş ücreti ise 50 TL, müze kart ile ücretsiz.

Görülecek Yerler

Perge’ye ulaştığınızda, daha şehrin içine girmeden büyüleneceksiniz çünkü solunuzda görkemli bir tiyatro, sağınızda ise belki de dünyanın en iyi korunmuş stadyumu sizi karşılayacak. Sonrasında adeta Anadolu’da Roma dönemine açılan bir kapıdan içeri girmiş olacaksınız…

Perge Tiyatro: Kocabelen Tepesi’nin yamacındaki Greko-Roman tarzındaki yapı, tüm antik tiyatrolar gibi, sahne binası, orkestra ve seyirci kısmı olmak üzere üç kısımdan oluşmakta. Tiyatronun sahne binası MS 170-190 arasında iki katlı yapılmış, MS 193-211 arasında ise üçüncü kat eklenmiş. Yarım daire şeklindeki auditoriumu olan yapı önce Yunan tarzında yapılıp sonra Roma tarzına dönüşmüş. Sahne bölümü 52 metre uzunluğunda olup Roma tarzında tasarlanmış. Orkestra bölümü ise çapından dolayı Efes ve Aizonai tiyatrolarından sonra Türkiye’de üçüncü büyük sahneye sahipmiş.

Perge 5 sahne kapısı olan tiyatronun önünde de bir nymphaeum yer almakta. 12000 kişi kapasiteli yapı, Anadolu’daki antik tiyatrolar içinde üç katlı sütun mimarisi ve sahne önünü süsleyen frizleri ile en gösterişli süslemelere sahip tiyatroymuş. Bu süslemelerin asıllarını görmek için Antalya Müzesi’ne giderseniz bu yoruma hak vereceksiniz; gerçekten her bir pano ayrı bir sanat eseri. Frizler, eğlence ve şenlikleriyle tanıdığımız Dionysos’un hayatını anlatmakta. Burası tiyatro oyunları yanında gladyatör mücadelelerine de ev sahipliği yapmış. Akustiği ise harika; siz seslenin, eski günlerin seyirci kahkahaları gladyatör çığlıklarına karışarak yankılansın.

Stadyum: MS 1 yüzyılın ikinci yarısında yapımına başlandığı düşünülen yapı, antik dünyadan günümüze kalan en iyi korunmuş stadyummuş. Bölgede bulunan kireç taşından yapılan stadyum, uzunluğu 234 metre, eni 34 metre olup 12000 kişilikmiş. Bir ucu açık dikdörtgen şeklindeki yapıda 11 oturma sırası bulunmakta ve kenarları 70 kemerle çevrelenmiş. Üzerlerinde dükkan sahibinin ve satılan malın cinsinin yazılı olduğu yazıtlardan dolayı, kemer boşluklarının dükkan olarak kullanıldığı düşünülmekte.

Akropol: Kentin kuzeyinde yer alan Akropol, Perge’deki ilk yerleşimin de merkezi. 60 metre yükseklikte olup güney yamacında bir patika ve kapı kalıntısı yer almakta, diğer taraflar doğal korunaklı olduğundan sur bulunmamaktaymış.

Perge Güney Hamamı: MS 1 -2 yüzyıl arasında eklemelerle, takviyelerle genişleyen devasa yapısıyla antik dönemden kalan en görkemli hamamlardan birini Perge’de göreceksiniz. Kazıları 1978-1985 yıllarında gerçekleştirilen Hamam, birbirine bitişik nizamda kuzeydoğudan güneybatıya uzanan eksende dört bölümden oluşmaktaymış. Önce duvarlarında taştan oturma yerleri bulunan apodyterium/ soyunma odasına girilmekte, sonra ısınma hareketlerinin yapıldığı palaestraya geçilip natatio denen temizlenme havuzuna ulaşılıyor. Hemen yanında apsidal planlı soğuklu/ frigidarium ve ılıklık/ tepidarium bulunmakta. En sonunda çökmüş durumdaki ısıtma sistemine sahip sıcaklık/ caldarium yer almakta. Soğukluk kısmından kemerli bir kapı ile geçilen kapı Cladius Peison Galerisi olarak isimlendirilen bölüme açılıyormuş. Hamam tabanı MS 4 yüzyılda mozaikle süslenmiş, duvarlara ise mermer döşenmiş. Güney Hamamının zenginlikleri bununla bitmiyor; yapılan kazılardan anlaşıldığına göre, bugün Antalya Müzesi’nde sergilenen Yunan mitolojisinin ana kahramanlarından Athena, Aphrodit, Nemesis, Hygeeia, Aaklepious, Genius yanında üç güzeller ve çeşitli rahibelere ait heykeller adeta Hamamı bir sanat galerisi havasına sokmuş olmalı.

Hellenistik Kapı: Kentin en eski ve en heybetli yapılarından olan kireçtaşından yapılmış simetrik iki oval kule, MÖ 3 yüzyılda yapılmış. Üç katlı olarak tasarlanan kuleler, şehrin korumasında önemli rol üstlenmiş. Roma döneminde eklemeler, süslemelerle zenginleşen kulelerin arasına kemerli ve oymalı bir kapı yapılmış. Kuleler, 23X30 metre boyutlarında nal şeklinde bir avluya açılmakta. Avluyu sınırlandıran duvarlarda ise, yazıtlı heykel kaidelerin yerleştirildiği 28 niş bulunmakta. Bir çeşit siyasi propaganda amaçlı kullanıldığı düşünülen bu yazıtlarda, Perge’nin efsanevi kurucuları ve kentin gelişmesine katkıda bulunan asillerin isimleri yazılıymış. Aslında renkli mermerle kaplı kulelerin avlusu MS 121’de şeref avlusu olarak kullanılmaya başlamış.

Perge Propylon: Roma mimarisinde önemli, kamu binalarına ön giriş olarak düzenlenen propylon/ anıtsal kapıların bir örneğini de Perge’de görebilirsiniz; tabii ne kaldıysa… Güney Hamamının doğusunda yer alan bu yapı, İmparator Septimius Severus döneminde Hamama eklenmiş. MS 197-211 tarihleri arasında hüküm süren Septimius Severus’un mimari tarzı güzel ama kendisi pek sinirli bir adammış belli ki; iktidar mücadelesine girdiği Percennius Niger’i desteklediler diye Byzantion’u, yani İstanbul’u şehir statüsünden çıkarıp Marmara Ereğlisi’ne /Perinthos bağlı bir köy haline getirmiş. Anıtsal Kapı’mıza dönersek; kazısı 1969’da tamamlanan kare şeklindeki Anıtsal Kapı, iki basamaklı bir zemin üzerine inşa edilmiş. Korint tarzı başlıklı sütunlarla çevrelenmiş olan yapının alınlığı ise bitki ve geometrik desenlerle süslenmiş.

Perge Septimius Severus Çeşmesi: Güney Hamamının doğusunda yer alan bu çeşme/ nymphaion, şehrin artan su ihtiyacını karşılamak için gerçekleştirilen bir çok yapıdan biri olup adını, burada bulunan İmparator Septimius Severus’un heykelinden almaktaymış. İki katlı olarak tasarlanan çeşme, daha önce yapılan beşik kemerle örtülü nişi de kendi bünyesine almış. Yarım daire şeklindeki kurnalarla desteklenen çeşme ‘Artemis Pergaia’ya, İmparator Septimius Severus’a, onun oğulları Marcus Aurelius Antoninus’a ve Geta’ya, ayrıca İmparatoriçe Julia Domna’ya ve Perga Kenti’ne ithaf edilmiş. Köşelerinde yarı insan-yarı balık triton, içlerde güneş ve ay tanrıları Helios ve Selene, Hermes, Artemis, Aphrodite, Eros, üç güzeller tasvirleriyle bezeli alınlık bir zamanlar Çeşmenin ön cephesini süslemiş, şimdi ise Antalya Müzesi’ni…

Perge Roma Kapısı: Roma döneminde yapılan 10 metre yükseklik ve 24 metre uzunluğundaki kapı, şehir surları üzerindeki kapılardan biri olup kuzey cephesinde, aralarında dikdörtgen küçük nişlerin bulunduğu beş niş mevcut. MS 2 yüzyıl sonu veya MS 3 yüzyıl başında yapılan kapının kuzey iç yüzü, MS 3 yüzyılda Suriye tarzı mermer alınlıkla donatılmış. Geriye kalanlar bile kapının muhteşemliğini sergilemekte…

Güney Bazilika: Büyük Konstantin zamanında Hristiyanlık Bizans’ta kabul edilince, IV. yüzyıldan itibaren Perge’de bundan pay almış; işte bu dönemden kalan Güney Bazilika’nın kazısı tamamlanmamış¸ doğu duvarları ve apsisi ayakta kalan basilika haç planlı yapılmış.

Perge Hadrianus Takı: Helenistik kulelerin kuzeyinde, Sütunlu Ana Cadde’nin başlangıç noktasındaki Hadrianus Takı, üç kemerden ve iki kattan oluşmakta. Tak, İmparator Hadrianus döneminde (MS 117-138), şehrin kızı unvanlı Plancia Magna tarafından yaptırılmış. Tak üzerindeki Yunanca ve Latince yazıtta yapının bir zamanlar Artemis Pergaia, Tykhe, Diva Matidia gibi tanrılar; Divus Augustus, Divus Nero, Divus Trainus, Hadrianus gibi imparatorlar; Mariaina, Plotina, Sabina gibi imparator eşlerinin heykelleriyle süslü olduğu yazılıymış.

Perge Gezi RehberiAgora: Perge, ızgara planlamaya dayalı kent modeli ile Anadolu Roma’sının en düzenli yerleşimlerindenmiş… Helenistik kapılarının doğusunda kalan Agora, Türkiye’deki ikinci büyük agoraymış; iç içe geçen üç kare olan yapının iç kısmı 51X51metre olup sıkıştırılmış topraktan oluşmaktaymış. Agoranın ortasında yuvarlak planlı tholos, kenarlarda sütunlu galerilerle çevrili kaldırım, galerin içinde de dükkanlar mevcutmuş. Agoranın dört portikosunun ortasında giriş yerleri bulunmaktaymış, zemin ise mozaik kaplı. Eğimli zemin nedeniyle de Agora’nın güneyi iki katlı. Agora döneminde sebze, et, balık yanında parfüm, mücevher gibi lüks malların da satıldığı bir yermiş, bu nedenle zamanla Macellum olarak isimlendirilmiş.

Perge Demetrius Apollonios Takı: Perge’nin iki ana caddesinin kesiştiği noktada bulunan tek kemerli takın yüksekliği 11 metre olup günümüze gelebilen kısmı kare pylon ayaklarıymış ama yapılan restitüsyonla ayağa kaldırılmış. Dorik ve İonik tarzların birlikte kullanıldığı yapı kesik alınlığa sahip. Tak’ın bir bölümünün kazısı Prof.Dr Jale İnan tarafından yapılmış olup ithaf yazıtına göre yapım tarihi MS 81-84 yıllarına denk gelmekteymiş ve ‘imparatorsever’ Apollonios oğlu Demetrios ve kardeşi Apollonios tarafından yaptırılıp Pamphylia Apollonu ile Kurtarıcı ve Sıoğınmacı Artemis Pergaia’ya adanmış.

Perge Kestros Çeşmesi: Sütunlu Ana Cadde’nin kuzeyinde, neredeyse şehrin bitişinde yer alan kireçtaşından yapılmış bu anıtsal çeşme iki katlı olup ilk katı 8.60 metre, ikinci katı 4.80 metre yüksekliğinde, 21 metre genişliğindeymiş. Çeşmenin iki yanında iki geçit vasıtasıyla agoraya çıkılmakta. Ön cephede bitişik nizam kanallar mevcut. Alt bölümde biri diğerlerinden büyükçe üç adet niş var, pencere görünümlü nişte ise nehir tanrısı Kestros’un heykeli çeşmeye ayrı bir güzellik katmakta. Ayrıca Zeus, Artemis, Apollon gibi tanrıların yanında biri çıplak biri giyinik iki Hadrianus heykeli de çeşmenin süsleri arasındaymış ama şimdi Antalya Müzesinde. Bu veriler ışığında Çeşme’nin yapımı MS 117-138 arasına tarihlenmekteymiş.

Palaestra-Gymnasium: Kentin kuzeybatısındaki Spor Akademisi-İdman Yurdu, Perge’deki diğer kamu yapıları gibi kireç taşından yapılmış. Kazısı tamamlanmamış yapı, iki katlı ve kare planlı. Diğer Roma gymnasiumlarından farklı olarak bağımsız bir yapı olarak yapılmış ve boyutları açısından Anadolu’nun en önemli palaestraları arasındaymış. Güney ve batı cephesinden girişi olup güneyde bir avlusu bulunmakta. Yazıtından yapının C.Julius Cornutus tarafından İmparator Nero’ya atfen yapıldığı belirtiliyormuş, buna göre binanın yapımı MS 1. yüzyılda gerçekleşmiş. İmparatorluk döneminde yapıya bir de su kemeri eklenmiş.

Caracalla Çeşmesi: Bırakın adına çeşme yapılması, ölürken bir tas su verilmeyecek bir tip olan Caracalla adına, Kentin batı caddesinin sonunda 15 metre uzunluğunda, 2.50 metre derinliğinde yapılmış olan çeşme 2014 kazılarında ortaya çıkarılmış. Yarım daire planlı olan çeşme 18 metrelik üç basamaklı bir platform üzerinde yer almakta. Bitişiğindeki kuzey hamamından gelen suların yunus biçimli kurnalara aktığı Çeşme, Antalya Müzesi’nde sergilenen Apollo, Asklepious, Helios, Aphrodit, Nemesis, Selena, Tyke gibi tanrıların, Dioskur ve Telesphorus gibi mitolojik kahramanların ve kardeş katili İmparator Caracalla’nın heykelleri ile süslüymüş.

Kuzey Hamamı: Batı caddesinin ucunda yer alan Kuzey Hamamı, beş bölümlü olup önünde avlusu bulunmakta.

Dükkan Örneği: Batı Caddesi’nin güney portikosunda yer alan dükkan hem boyutları hem de bugüne kalan taban mozaikleriyle dikkati çekiyor. 6X7.30 metre boyutlarındaki bölme, iki farklı yapım evresine sahipmiş. Renkli mermer kaplı duvarlar yanında buranın en büyük süksesi taban mozaikleri. Agamemnon, Akhiellus, Odysseus’un yer aldığı tablo Truva Savaşını konu almakta. Burası MS 2 yüzyılda dinsel amaçlı kurban yeri, MS 5-6 yüzyılda ayazma/şifahane olarak kullanılmış.

Sütunlu Yol: Geldik Perge’nin en özgün yanına… Bence Perge’nin en ikonik tarafı, ortasından kanal içinde su akan kenarları sütunlarla süslü, yerleri mozaik kaplı, kuzey-güney ve doğu-batı ekseninde devam eden ve birbirini kesen sütunlu bulvarları.

Demetrius Apollonios Takı’nın bulunduğu noktada birbirini kesip şehri dörde bölen iki bulvar, şehrin tarihinin de geçtiği yerler. Ana alter olan kuzey-güney bulvar, Hadrianus Takı ile Kestros Çeşmesi arasında 480 metrelik düz bir hat olarak uzanmakta; aradaki hafif kavislerin nedeni, önceden yapılan kamu binaları ve Hellenistik yola bağlanıyormuş.

Perge

Bulvarın bir yanında 6.50 metre, diğer yanında 5.50 metrelik yürüme alanları, arkasında ise 5 metre derinliğinde dükkanlar yer almaktaymış. Hadrianus döneminde yapıldığı düşünülen bulvar, Kestros Çeşmesi’nden akan suyun kestiği kanalla iki bölüme ayrılmış olup dönem araçlarının kullanımına da uygunmuş.

Perge Doğu-batı bulvarı ise 460 metre uzunluğunda ve 8 metre eninde olup doğu ve batı kapıları ve nekropolünü birbirine bağlayan bir yol. Bu caddenin Demetrius Apollonios takı ile Kuzey Hamamı arasında kalan kısmının iki tarafı sütunlarla bezeli olup sağ tarafta Palaestra gibi kamu binaları, sol tarafta ise dükkanlar yer almakta. Sol tarafta basamaklarla ulaşılan yürüme alanı ile bitişik nizam dükkan bölümleri arasında kanal uzanmakta.

Perge Perge’de kazılar sürmekte… Perge alanında Hıristyanlık döneminden kalan kilise kalıntıları yanında nekropol alanları, kazısı devam eden görkemli yapılan Perge’nin diğer keşif yerleri… Ama Perge’yi görkemini daha iyi görmek için Kestros Çeşmesi’nin yanından tepeye çıkıp Seyir Terasından kente bakmalısınız; büyüleneceksiniz.

Perge, eskinin parlak günlerinden kalanları gözlerimizin önüne sermekte ama bu parıltıyı daha ayrıntılı görmek isterseniz mutlaka Antalya Müzesi’ne uğrayın; Müze neredeyse Perge eserlerinin koleksiyonundan oluşuyor. Perge’nin heykel sanatında ne kadar yetkin bir bölge olduğunu da göreceksiniz. Perge Tiyatrosu Salonu, Caracalla Çeşmesi Salonu, Batı Caddesi Salonu, İmparatorlar ve İmparatoriçeler Salonu, Lahitler Salonunda Perge’nin heykel zenginliğini daha iyi anlayacaksınız, hayran olacaksınız.

Müze’nin en önemli eseri ise 2011 yılında üst yarısı A.B.D.’den getirilerek diğer yarısına kavuşturulan Yorgun Herakles Heykeli… MÖ 330-320 arasında heykel üstadı Lysippos’un yaptığı bronz heykel ‘Herakles Farnese’nin Roma dönemi kopyalarından biri olan eser, Prof Dr Jale İnan tarafından diğer örnekleri içinde en iyi replika olarak belirtilmiş.

Perge, gittiğinize değecek, gördüğünüzde hayran bırakacak; antik bir Roma kentini bugüne, gözlerimizin önüne seren, muhteşem bir yer… Keşke daha fazlası olsa, keşke asıl halini görsem diyeceksiniz.

Moskova’ya Özel Anım: Bolşoy Tiyatrosu’nda Gösteri Sonrası Bilet Paramı Nasıl Geri Aldım?

Bolsoy Tiyatrosu

Bolşoy Tiyatrosu’nda bir gösteri izlemek Moskova gezimizde mutlaka yapılacaklar listemizdeydi. 

İnternette yaptığım araştırmada cumartesi günü  saat 12.00 de ve akşam 19.00 da tarihi sahnede Giselle Balesi’nin olduğunu okumuştum.  O baleyi özellikle tarihi sahnede izleme heyecanını duyuyorduk. Biletler üç ay önce satışa çıkartılıyor ve o tarihte gişeden  bilet alma sansımız bulunmuyordu. Ancak kapıda karaborsa bilet alabilirdik. Akşam bilet bulamama riskine karşı öncelikle öğlen gösterisini denemek istedik. Bu arada Giselle balesini keyifle oturarak izleyeceğini düşünen ve ısrar eden beni hoş bir sürpriz bekliyordu.

Moskova

Bolşoy Tiyatrosu’nun önünde bilet satan kişileri bulduk. En ucuz biletin ne kadar olduğunu sorduk, üst balkonlardan izlemek bizim için yeterli idi. Pazarlığa kişi başı 2000 toplam 6000 Ruble diye başlayıp,  sonunda üç bilet 4000 Rubleye anlaştık. Biletlerin  parasını verip hepsini aldım. Satıcı biletlerin iki tanesinin yan yana birinin ayrı bir yerde olduğunu belirtti. Sinemayı, tiyatroyu yalnız izlemekten hoşlanmama rağmen, Bolşoy’dayız yerin ne önemi var diye düşünerek yan yana olan iki bileti  Nevin ve Zehra’ya verdim. 

Benim biletim dördüncü balkonda Zehra ve Nevin’in bileti ise üçüncü balkonda idi. Dördüncü kata tek başıma çıktım, salonun giriş kapısında çok şık ve kibar 70 yaşlarında bir görevli,  benim önümden yer göstermek için salona girdi. Üzerinde 8 yazan ayakta durulacak bir yere götürdü. Gözlerime inanamadım. Bu yer  sahneyi yandan gören, ayakta izlenebilecek  bir yer idi. Gösteriyi  ayakta izlemek için böyle bir yer olduğunu daha önce görmemiştim. Üstelik sabah Arbat Caddesi’ne 6 km’lik yürüyüş sonrası Giselle balesini ayakta izleyeceğimi hiç düşünmemiştim. Bizim katta bir sürü izleyici ayakta izliyordu. Yan üstten sahneyi görüyordum.

Moskova

Müzik başlayıp, sanatçılar sahneye çıktığı andan itibaren, ayakta izlediğimi unuttum ve gösteri beni farklı bir ortama çekti. İlk sahne bitince dışarıya çıktım koridorda güzel kahve kokusu geliyordu, kokuyu izleyerek kafeye gittim. Kafede çay, kahve, şarap, kurabiye her şey vardı. Hızla meyve salatası alıp bir koltuğa oturdum. On beş dakika dinlendim. İkinci sahne de harika idi. Salon müthiş etkileyici, orkestra ve sanatçıların performansı olağanüstü idi.

Çıkışta arkadaşlarıma yerlerinin nasıl olduğunu sorunca “çok güzeldi sahnenin tam karşısında oturarak izledik” dediler. Ben durumumu anlatınca çok güldüler. Keyifle tiyatronun kapısından çıktık. Şimdi dikkat Moskova’da  özel bir unvan kazandım sanırım, “Bolşoy Tiyatrosu’nda gösteri sonrası bilet parasını geri alan izleyici”. Tiyatrodan çıkarken Zehra “bak  bilet satanlar kapıda, onlara durumunu anlat” dedi. Ben de bilet satanların yanına yaklaştım, asıl bilet satan 40 yaşlarında kibar bir Rus idi, yanında İngilizcesi daha iyi olan birisi konuşuyordu. Bana ayakta bilet sattınız, hayatımda belki bir daha Bolşoy’da bale izleme şansım olmayacak, turistim sabah 6 km yürüdüm, öğleden sonra Tarih Müzesi’nde ayakta olacağım ve Moskova’da son günüm diye anlattım. İngilizce konuşan en “ucuz bilet tabi ki öyle olacak” dedi. Ben de üç bilet aldık, biri ayakta idi sadece bir biletin ayakta olduğunu söylemeli idiniz dedim. Asıl bileti satanın suçlandığını ve kafa salladığını gördüm. Beni haklı bulduğunu hissettim. İngilizce konuşan “peki ne istiyorsun dedi”,  aslında uyanık ve hazırcevap değilimdir ancak o anda bir şey isteyebileceğimi anladım.  Bilet paramı geri verin dedim. O da “hepsini mi” dedi, düşününce böyle bir baleyi ayakta da olsa izlediğimi düşünerek, sadece 1000 ruble dedim. Konuşmalarımızı sessizce dinleyen satıcı hemen 1000 rubleyi uzattı. Biz üçümüz şaşkınlıkla bakakaldık.  Hemen arkadaşlarıma haydi kızlar size öğlen yemeği ısmarlayayım dedim.

Bilet paramın bir kısmın geri alınca Bolşoy’da Giselle balesini izlemek Türk lirası ile 15 TL ye mal oldu ve  ilginç bir deneyim oldu. Aslını sorarsanız bilet parasını tam ödeyip oturarak izlemeyi tercih ederdim.

 
 
x
x

Hallstatt Gezi Rehberi: Avusturya’da Bir Masal Köyü

Hallstatt

Dünyanın en güzel köyleri ve en çok fotoğrafı çekilen yerleri arasında yer alan Hallstatt, Yukarı Avusturya’da Salzkammergut, yani göller bölgesinde, Hallstattler Gölü kıyısında, sırtını Alplere dayamış bir masal köyü. 

Hallstatt’ın geçmişi 12.000 yıl öncesine dayanmakta,  Avrupa’nın en eski yerleşim yerleri arasında sayılmaktadır. 7000 yıl önce bölgede yaşayanlar, Hallstatt Dağı’ndaki zengin tuz deposundaki tuzları çıkarmaya başlayarak köyü var etmişler. O tarihlerde Roma sadece bir köy iken, Hallstatt gelişmiş bir topluluk olarak varlığını sürdürmekteymiş. Ünlü mezarlık alanları, dünyanın en eski tuzlu su boru hattı ve en eski tuz madenleri burada yer almaktadır.

Hallstatt

Hallstatt 1997 yılında Unesco Dünya Kültür Mirası Listesi’ne girmiş. Günümüzde tarihini geleneklerini ve kasabalarını seven yerlileri tarafından korunan ve yaşayan bir köy olmaya devam ediyor. Köyün nüfusu yıllar içerisinde giderek azalmış. 2001 yılında 946, 2011 yılında 799 kişi yaşarken 2019’da 754 kişiye düşmüş.

Çinliler bu köyü o kadar sevmişler ki, 2012 yılında Çin madencilik şirketi Minmetals Corporation, Çin’in Gungdong Eyaletinde Huizhou’da tüm köyün tam ölçekli bir kopyasını inşa etmişler. Bunun da etkisiyle olsa gerek, köy Çinli turistlerin istilasına uğramış gibi görünüyor. Hallstatt China

Ulaşım

Hallstatt Salzburg ve Graz karayolu üzerindedir. Salzburg’a yaklaşık 73 kilometre ve 75 dakika, Graz’a ise 177 kilometre ve 2 saat 20 dakika sürüyor araba ile. Otobüs, tren ya da araba kiralayarak köye ulaşmak mümkün. Salzburg Haubtbahnof, merkez tren istasyonunun önünden kalkan 150 numaralı otobüs Hallstatt’a gidiyor. Biz Salzburg’dan Hallstatt’a tren ile gittik. Bir kez tren değiştirdik yolda. Seyahat tarihimizden yaklaşık 2 ay önce tren biletimizi, https://www.oebb.at/en/ sitesinden tek gidiş 9 Euroya aldık. Tren biletlerini erken alınca çok uygun fiyattan bulabilmek mümkün. Sonra tren ile Graz’a geçtik. Salzburg Hallstatt arası trenle 2 saat 12 dakika sürüyor.

Salzburg Graz arası “Salzkammergut” olarak adlandırılan  göller bölgesi. Bu bölgede 76 göl bulunmakta, Hallstatt Gölü de bu göllerden biri. Karayolu ve tren yolunda, diğer göllerin ve doğanın manzarası da inanılmaz güzel. Hallstat Gölü’nde veya köyde gezerken göreceğiniz manzaraların yanı sıra, yolculuk boyunca gözünüz, gönlünüz göl manzarası, yeşil ve Alp Dağları’nın manzarası ile şenlenecek. Trenden çektiğimiz bir kaç foto ile yolculuğumuza devam edelim.

Hallstatt İstasyonu’nda inip, yaklaşık 100 metre kadar yürüyerek gölün kenarına ulaşılıyor.

Hallstatt

Buradan tren saatlerine göre hareket eden küçük teknelerle, 7-8 dakika süren, tam karşıda köyün harika manzaralar eşliğinde köye ulaşılıyor.

Hallstatt

Tekne bilet ücreti tek yön 3 Euro. Eğer günübirlik geliyor ve elinizde valizleriniz varsa, iskelede 5 euro karşılığında valizlerinizi emanete bırakabilirsiniz. Diğer bir alternatif de, tuz madenine çıkılan finükiler binasındaki emanet dolapları. Bu arada dönüş için tren saatinize göre indiğiniz iskelede yazan tekne saatlerini kontrol etmeyi unutmayın. Ayrıca belirli bir saatten sonra İstasyon yönüne tekne kalkmamaktadır.

Hallstatt’da Gezilecek Yerler 

Yaklaşık 5 saat köyde gezdik, Hallstatt’ı gezmek için yeterli bir süreydi. Hallstatt ziyaretçileri genellikle günübirlik oluyor. Köyü bir uçtan bir uca baştan başa dolaşmak en fazla bir saatte yürüyerek tamamlanıyor. Kalan zamanda  fünikülerle çıkıp hem tuz madeni gezmek, hem de yukarıdan göl manzarasını seyretmek, göl kenarında yemek yemek, bir şeyler içmek için de yeterli geliyor. 

Köy son derece güzel, yemyeşil, yamaca kurulmuş evler, oteller göl manzaralı. Bu kadar güzel manzaralı yerde konaklamak isteyebilirsiniz, bu doğal güzellik ile gözünüzü ruhunuzu doyurmak isteyebilirsiniz. Şüphesiz otel fiyatları yüksek, hem çok popüler bir yer, hem de otel sayısı sınırlı. İşin doğrusu biz gitmeden önce acaba bir gece kalsak mı diye düşünmüş olmamıza rağmen otel fiyatlarını görünce ve bir haftalık sürede Viyana, Salzburg ve Graz’ı gezmek istediğimiz için Hallstat’a bir gün ayırdık doğru yaptığımızı da düşündük. Manzara çok güzel ancak o kadar çok turist nedeniyle köy halkını görmek, köy havasını hissetmek mümkün değil sanki. Böyle bir köyde yaşamak ister misiniz desek, yerel halkın azaldığı, sürekli sokaklarında turist dolaşan bir köyde yaşamak sanki doğal bir ortamdan çok film stüdyosunda yaşıyormuş duygusu uyandırabilir insanda. Tabi bu benim hissettiklerim, siz kararınızı verin.

Hallstatt Market Square 

Hallstatt

Hem küçük, hem çok sevimli, meydanı çevreleyen çiçeklerle süslenmiş tablolarda yer alacak güzellikte evleri ile hafızalarda kalıcı bir meydan. Göz alıcı mimarisi, küçük hediyelik eşya dükkanları, restoranlar ve güzel kafelerle çevrili bu meydan, hem yerel halk hem de turistler için popüler bir buluşma noktası, Hallstatt’ın ana merkezidir. Bu meydanda çeşitli konserler ve kültürel etkinliklerde düzenlenmektedir.

Tarihi 14. yüzyıla dayanan meydan yuvarlak formda inşa edilmiş. Tam ortada ise, Kutsal Holy Trinity-Baba, Oğul, Kutsal Ruh-sütunu bulunmaktadır. Meydanın hemen yanında Kültür Mirası Müzesi bulunmaktadır.

Hallstatt Tuz Madenleri 

Dünyanın en eski tuz madeni, aynı zamanda bir yeraltı tuz gölüne de açılıyor. Madene fünikilerle çıkabilirsiniz. Füniküler, köyün girişindeki otoparkın yakınında. Giriş ücreti yetişkinler için 26 Euro, çocuklar için ise 13 Euro. Bu finükilerle, köyün bir başka cazibe merkezi olan Skywalk’a da ulaşılıyor. 350 metre yükseklikteki bu gözlem noktasından köyü panoramik olarak izleyebilirsiniz. Biz tuz madenlerini gezmedik, sadece köy meydanından merdivenlerle belirli bir yere kadar çıkıp göl manzarasını izledik.

St. Michael Kilisesi ve Beinhaus Kemik Evi 

12. yüzyılda inşa edilen şapel, aynı zamanda dünyanın en ilginç mezarlıklarından birini bahçesinde barındırıyor. Göle hakim kilisenin içini gezdik, sonra göl manzaralı, rengarenk çiçeklerle kaplı park gibi görünen mezarlığı dolaştık. 

Durun, mezarlığın ilginçliği mezarlığın manzarası ve bakımlılığı ile sınırlı değil. Bu kadar eski bir yerleşim yerinin mezarlığı bu kadar küçük bir alanla sınırlı olabilir mi? Kilisenin bahçesine açılan bir kapının üzerinde Beinhaus  yazısı ve giriş ücreti yazıyordu. Dünyanın en ilginç mezar odası burası. Bahçedeki mezarlıkta yer kalmaması nedeniyle 1720 yılından itibaren, kafatasları ve kemiklerin mezarlardan çıkarılarak buraya taşındığı biliniyor. Bu mezar odasına giriş ücreti 1,5 Euro. Günümüzde Beinhaus’un içinde 1200’ün üzerinde kemik var ve kafataslarının 600’den fazlası aile adlarına göre boyanmış ve ayrılmış bir şekilde yerleştirilmiş. Aslında bu gelenek 1960 yılında bitmiş, yine de çok özel vasiyeti üzerine, 1995 yılında bir kadının kafatası son kez eklenmiş. Bir odada sadece kafatasları ile kalmak ne kadar ürkütücü geliyor değil mi? Biz de ailelerin izni ile çıkartılmış ve süslenmiş bile olsa kafataslarını görmek için içeriye adım adım atmaya cesaret edemedik. Ben internetten aldığım bir fotoyu ekleyeyim, siz karar verin kafatası odasını görüp görmemeye. 

  • Hallstatt.Net

Hallstatt Evanjelik Kilisesi 

Hallstatt

En fazla fotoğrafı çekildiği söylenen Evanjelik Kilisesi, köy meydanı Market Square’ın hemen yanında yer almaktadır. Kilise, önce 1785 yılında bir dua evi olarak inşa edilmiş. Evanjelistlere kilise ve siyasi yaşamda eşit haklar verilmesinden sonra, Hallstatt’da yaklaşık 500 kişi Protestan inancını savunmuş. Bu nedenle beş yıllık bir inşaatın ardından 1863 yılında kilise tamamlanmış.

Günümüzde kilise, düzenli olarak konserlere ev sahipliği yapıyor. İç dekorasyonu son derece sade olan kilisenin, dış güzelliği ise hayranlık uyandırıyor. Bizim gittiğimiz tarihte restorasyon yapılsa da içi gezilebiliyordu.

Hallstat Evleri

Hallstatt’da sadece sokaklarda dolaşıp, manzara seyretmek bile büyülüyor insanı. Yamaçlara konumlanmış, daracık sokaklar arasında, rengarenk çiçeklerle süslenmiş evler. Gerçek olmayan bir masal dünyası mı, film stüdyosu mu diye düşündürüyor insana.

Hallstatt Gölü’nde sandalla gezinti de yapılabiliyor. 

Yeme İçme

Hallstatt’da göl kenarında ve köy meydanında her bütçeye uygun restoranlar bulunmakta. Bu restoranlarda göl balıkları, pizza, şinitzel ve hatta döner yiyebilirsiniz.  

Hallstatt

Önce teknenin yanaştığı iskelenin hemen önünde, yer alan Türk dönerci büfesinden söz edelim. Karmez Döner günün her saatinde önü kalabalık ve tavuk döneri ile meşhur. Biz dönerci de yemeği düşünmedik, Avusturya’da Çinliler Türk dönercisinde yiyorlardı ne hoş görüntü. 

Tekneden inince sağ yönde deniz kenarında birkaç restoran yer almakta, öğle saatinde bu restoranların önünde bir orkestra müzik çalıyordu, bize önce çekici geldi burada yemek yemeği istedik ancak o bölgede epey zaman geçirmiştik, Market Square civarında göl kenarındaki yerleri görüp sonra oraya gelebileceğimizi düşünerek başka restoranlar arayışına girdik. Aslında en doğru restoran adresini Market Square’de birisine önereceği restoran olup olmadığını sorarak öğrendik. Bize dar bir sokağı gösterdi göle uzanan. Sokağa kafamızı uzatınca renkli, kareli masa örtüleri, ağaçlardan sarkan kağıt fenerler ve güzel göl manzaralı restoranı gördük. Görüntü karşısında boş gördüğümüz tek masaya doğru koştuk desem yerinde. 

Hallstatt

Özellikle bu restoranı ‘Gasthof Simony Restaurant‘ tavsiye etmek istiyorum. Tesadüfen bulduk, aslında oldukça popülermiş. 

Biz restoranda balık tattık tabi ki. Hallstatt Gölü temizliği, renginin yanı sıra balıkları ile ünlü. Gölden taze tutulan balıkları tatmadan olmaz değil mi? En iyisi menüyü paylaşayım, gölde çıkan balık çeşitlerini ve fiyatlarını bir arada görelim. Biz güzel Eylül gününde, bu kadar güzel bir köyde, göl kenarında göl balığı tatmaktan, oturmaktan çok mutlu olduk.

Bu arada Market Square’e açılan göle paralel yolda sokaktan atıştırmalık yerel tatlar da ilgi görüyor, önlerinde kuyruklar oluşmuş.

Son Söz

Sanki son söze gerek yok, fotoğraflar çok şeyi anlatıyor bu romantik, masal köyleri rotasında yer alan güzel köy için. Tek başına bir destinasyon değil tabi ki. Yakın bölgelere yapacağınız gezilerde yolunuzu buraya düşürmeye kesinlikle değer.  

St. Petersburg Gezi Rehberi: Büyülü Şehir

St. Petersburg

Dostoyevski’nin Suç ve Ceza, Çernişevski’nin “Nasıl Yapmalı, Gogol’ün Palto, Çehov’un Vişne Bahçesi, Gonçarov’un Oblomov, Puşkin’in Yüzbaşı’nın Kızı, Tolstoy’un Savaş ve Barış, Turgenyev’in Babalar ve Oğullar, Gorki’nin Ana, Şolohov’un Ve Durgun Akardı Don gibi Rus Edebiyatının klasikleri ile bu yazarların diğer romanları, lise yıllarımdan başlayarak beni biçimlendirdi, etkiledi. Lise ve üniversite öğrencisi olduğum yıllar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin henüz dağılmadığı, gizemini koruduğu ve çoğumuz için büyük merak uyandıran yıllardı. 25 Aralık 1991 tarihinde SSCB Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov’un istifa etmesi, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmasını tetiklemiştir. Sovyetler Birliği’ni oluşturan cumhuriyetlerin bağımsızlığını kazanmalarıyla onbeş yeni devlet kurulmuş, sınırlar açılmıştı. Özellikle Rusya mutlaka gidilmesi gereken, cazibesini hiç yitirmeyen bir ülke olarak yerini aldı benim yaşamımda.

St Petersburg’da düzenlenen bir konferansa konuşmacı olarak davet edilmem muhteşem bir olanak sundu bana. Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”, “Beyaz Geceler”, Çernişevski’nin “Nasıl Yapmalı”, Gogol’ün “Palto”, Andrey Belıy’in “Petersburg” eserlerinden tanıdığım, zihnimde canlandırdığım St. Petersburg’u, cadde ve sokaklarını, roman kahramanlarının peşine takılarak dolaştığım şehri artık yakından görecektim.

St Petersburg

St Petersburg, geniş bulvarları, köprüleri, dingin suları ve çarlık mimarisinin örnekleri, okuduğum yazarların oldukça ayrıntılı tasvirleri ve büyüleyici St Petersburg imgeleri ile gayet tanıdık bir şekilde karşıladı beni. St Petersburg’a ihtişamlı görüntüsünü veren şey şehrin mimari yapısı. Uzun geniş bulvarları, geniş alanları ve parkları, bahçeleri, eşsiz heykelleri, demir parmaklıkları, anıtları ve sarayları ile muhteşem.

42 ada üzerine kurulmuş şehrin hemen her yerinde, şehri sarıp sarmalayan ve şehri ikiye bölen Neva Nehri, onun kolları ve kanalları aklınızı başınızdan alıp götürüyor. Kuşkusuz bunlar üzerindeki çeşit çeşit, irili ufaklı köprüleri (Aniçkov, Aleksandra Nevskogo, Leytenanta Shmidta, Troitsky, Dvortsovyy, Sampsoniyevskiy, Grenaderskiy Volodarskiy köprülerden bazıları) de unutmamak gerek, boşuna Kuzeyin Venedik’i dememişler St. Petersburg’a. 342 köprüden 21’inin kanadı geceleri açılıyor.

Şehir tarihi, kültürel ve mimari önemi dolayısıyla UNESCO tarafından Dünya Kültürel Mirası kabul edilerek korumaya alınmış. Şehri gezerken de fark edildiği gibi, dünyada tarihini bir bütün olarak koruyan tek şehir olduğu söyleniyor. Bir açık hava müzesi gibi olan St Petersburg’da okuduğunuz Rus Klasiklerini düşünerek, köprüler aracılığıyla kanallar arasında gezmek, sokak müzisyenlerinin bazen hüzünlü, bazen keyifli şarkıların dinlemek ve hatta gizem dolu sokaklarında kaybolmak müthiş bir ayrıcalık.

St.Petersburg Putin’in şehri olan St. Petersburg’da Puşkin, Dostoyevski, Anna Akhmatova ve Rimsky-Korsakov de uzun yıllar yaşamış. Şehirde en çok dikkatimi çeken noktalardan biri çalışma yaşamında kadınların ön planda olması, inşaatlarda sıva yapan, çöp toplayan, toplu taşıma araçlarını kullanan, elinde megafon, bağırarak bot gezisinin anonsunu yapan kadınları görebilirsiniz, kısacası her işi, ama her işi yapıyor kadınlar. Ayrıca mağaza müdürlükleri, fabrika genel müdürlükleri, üretim müdürlükleri gibi meslekler için de Rusya’da kadınlar tercih edilmektedir.

St Petersburg

Gece gündüz, sürekli hareketli ve renkli olan St Petersburg, bu şehir hiç uyumaz mı? sorusunu getiriyor insanın aklına.

St.Petersburg “Kahraman kent” unvanına sahip olan St Petersburg (Leningrad) fazlasıyla hak ediyor bu unvanını, öyle ki film ve kitaplara konu olmuş. Aleksandr Buravsky’nin yönettiği Leningrad Kuşatması (2009) filmi ile Sarah Quigley’in Orkestra Şefi – Leningrad Senfonisi (2015) başlıklı romanı izlemeye ve okumaya değer.

Hitler’in Sovyetler Birliği’ni istila etme planının bir parçası olarak, şimdiki adı St Petersburg olan Leningrad’ın düşürülmesi amacıyla 8 Eylül 1941’de Leningrad Kuşatması başlamıştır. Şehrin politik ve askeri önemi Nazilerin Sovyetler Birliği’nde ilk olarak buraya girmesine neden olmuş, kuşatma 872 gün sürmüş ve Nazilerin yenilgisiyle 27 Ocak 1944’te sona ermiştir. Naziler, kente ve çevre yerleşimlerine ulaşan ikmal hatlarını kestiğinden, kışın sıcaklıklar -35 dereceye kadar düştüğünde, insanlar kaynatılmış deri kayışlardan yapılmış çorbaların yanı sıra atlar, kediler, köpekler, hatta sokakta donmuş cesetlerden alınan insan etiyle beslenirler.

Geçen bir yılın sonunda yani 1942’de şehrin sakinleri tam anlamıyla açlıktan kırılırken, Alman savaş makinelerinin gece gündüz havadan ve karadan dövdüğü şehirde beklenmedik bir şey olur. Rus otoriteleri hiçbir zaman gidişatı kabullenmemiş, cephedeki savunmanın yanı sıra Leningradlıların moralini yükseltmek ve Almanlara meydan okumak için ünlü besteci Şostakoviç’i bir beste yapmakla görevlendirirler. 9 Ağustos 1942’de Sovyet yaylım ateşiyle, Almanların olası engellemelerinin önüne geçmek ve müziğin sesinin duyulması için sessizlik sağlamak amacıyla, Nazi kuvvetleri geçici olarak susturulur. Yedinci Senfoni, açlıktan neredeyse ölmek üzere olan müzisyenlerden oluşan bir Radyo Orkestrası tarafından seslendirilir. Müziği cephedeki ön hatlara, hem Almanlara hem de Ruslara ulaştırmak için güçlü hoparlörler kullanılır. Mesaj açıktır: Leningrad yaşıyor! Duydunuz mu? Leningrad yaşıyor! Şostakoviç, senfonisiyle Leningrad’ın acısını notalara dökerek, tüm Sovyet halkına dayanma gücü verir. Dünya tarihinin en olağanüstü konseri için o günün seçilmesinin nedeni Hitler’in bu tarihte Leningrad’ı ele geçireceğini ilan etmiş olmasıdır. Savaştan sonra, esir alınan Alman subayları senfoniyi duyduklarında kenti asla düşüremeyeceklerini anladıklarını itiraf eder. Bir Alman askeri ise konsere ilişkin “Kahramanların senfonisini dinler gibiydik,” der. Daha fazla bilgiyi Orkestra Şefi: Leningrad Senfonisi kitabında bulabilirsiniz.

Naziler sert Sovyet direnci nedeniyle taarruzlarından sonuç alamamıştır. Dünya tarihinin bu 872 gün süren en kanlı ve korkunç kuşatması yaklaşık bir milyondan fazla sivilin hayatını kaybetmesine neden olmuştur.

St. Petersburg Lenin’in, devrimin zaferini deklare ettiği kent olması dolayısıyla da Rusya tarihinde özel bir öneme sahip. Kentin devrim sonrası Leningrad adını alması da bu yüzden.

Gezelim Görelim

St.Petersburg

St Petersburg’un temelleri, biz Türklerin “Deli, ” Rusların ise “Büyük” dedikleri Pedro tarafından Neva bataklığının üzerinde 1703 yılında atılmış. Büyük Pedro, Avrupa’yı özellikle Venedik’i gördükten sonra, Rusya’da da Avrupa benzeri bir şehir kurmayı amaçlamış, Avrupa’dan pek çok mimar getirterek şehri inşa ettirmiş. Böylece Avrupa ve Rus sentezi bir birleşimle, St. Petersburg’un güzel ve görkemli bina ve köprüleri ortaya çıkmış. Pedro’nun Rusya’nın taş ustalarını toplayarak, limana gelen her geminin taş getirmesini şart koşarak oluşturduğu ve o dönem herkesi şaşırtan, bir çılgınlık olarak görülen şehir, Rusya’nın kuzey batısında Neva Nehri’nin kollara ayrılarak Fin Körfezi’ne aktığı bataklık bölgede yükselmiş, 200 yıl Çarlık Rusyası’nın başkenti olmuş. Petersburg veya Petrograd olarak anılan kente, Lenin, devrimin zaferini bütün dünyaya buradan ilan etmesi ve Lenin’in ağabeyinin burada idam edilmesi nedenleriyle kente 1924 yılında Leningrad ismi verilmiş, SSCB’nin 1991′de parçalanma sürecine girmesiyle, yapılan halk oylamasında kentin adı St. Petersburg’a çevrilmiştir.

St.Petersburg St Petersburg sınırlı günler içinde gezilecek bir yer değil kuşkusuz. Uzun bir süre, belki de defalarca gitmek gerekir. St Petersburg’da, o kadar çok görülecek ve gezilecek yeri var ki.

Nevsky Bulvarı, Kazan Katedrali, St. Isaac Meydanı ve Katedrali, sayısız suikast teşebbüsünden kurtulduktan sonra kaderine yenik düşen ve bir bombayla hayatını kaybeden II. Aleksander’ın anısına yapılan Yeniden Diriliş Kilisesi, Hermitage Meydanı ve Müzesi, Peterhof Sarayı ve Bahçesi, Vasilyevsky Adası.

Nevksi Bulvarı (Nevsky Prospekt)

St.Petersburg Dört buçuk kilometre uzunluğundaki Nevski Bulvarı’nı özel kılan, her sınıftan insanın bir araya geldiği başlıca yer olması. Nevski Bulvarı, St. Petersburg’un içinden geçen Neva Nehri’nin yakınındadır. Birkaç nehirle de kesişmekte, her kesişme noktasında da köprüler bulunmaktadır. St Petersburg’un kurulmasından kısa bir süre sonra, Rusya’nın ilk tersanesinin bulunduğu sanayi bölgesini, “Aleksandro-Nevskaya Lavra” Manastırı’yla bağlanmak amacıyla inşa edilir, adını da, büyük Rus savaşçı ve Novgorod prensi Aleksandr Nevski anısına yaptırılan bu manastırdan alır.

St.Petersburg Nevski Bulvarı, St. Petersburg’un en eski ve önemli mimari yapılarıyla dolu. İhtişamlı binalar, katedraller, parklar, heykeller var. Nevski’de yer alan birbirinden görkemli yapılarda Alman Georg Johann Mattarnovi ve İsviçre’de doğmuş olan İtalyan Domenico Trezzini gibi dünyaca ünlü mimarların imzası bulunuyor.

Nevski Bulvarı üzerindeki Singer dikiş makinası markası olan Singer şirketinin 1904 yılında yapılan binası görülmeye değer. Başlangıçta Singer makinalarının satıldığı yer olan bina, artık farklı bir mekan. Giriş katındaki kitapçıyı gezmeye, birinci katındaki kafede bir şeyler içmeyi unutmayın.

St.Petersburg Hem Bulvar üzerinde hem de bulvara açılan sokaklarda Rus mutfağından olduğu gibi dünya mutfağından restoran ve kafelere rastlayabilirsiniz.

Bulvar üzerindeki muhteşem yapılardan biri kuşkusuz Kazan Katedrali.

Kazan Katedrali

St.Petersburg 1801 – 1811 yılları arasında Türk – Rus Savaşları döneminde yapılan bu Katedral, ismini Tataristan’ın Kazan şehrindeki büyük yangından sonra bulunan ve uğur getirdiğine inanılan Kazan aziz tasvirlerinden (ikon) alır. Katedral, Çar I. Alexandr, Türklerin Rus İmparatorluğu ile baş edemeyeceği bir dev olduğunu kanıtlamak için inşaatı başlatır, inşaat devam ederken Türk-Rus Savaşları, Rusların zaferi ile sonlanır. Bunun üzerine katedralin güney kolonlarının yapılmaması kararı alınır, Yalnızca Nevsky Bulvarı’na bakan kuzey kolonları inşa edilir. Dev sütunları ve ihtişamlı mimarisiyle ortaya çıkan yapı uzun süre katedral olarak kullanılır, Sovyetler Birliği döneminde ise müze haline getirilir.

St Isaac Meydanı ve Katedrali

St.Petersburg

Diğer görülmeye değer bir mekan ise, St. Isaac Meydanı ve Katedrali. Katedral ismini Deli Petro ile aynı günde doğan bir azizden almış. Yapımı kırk yıl süren katedral kırk sekiz sütun üzerine kurulmuş.

Dünyanın en büyük kubbeli yapılarından biri olarak kabul ediliyor. Kubbesinde yüz kilo altın kullanılan katedral; kubbesi, iç ve dış mimarisi, muhteşem tavan süslemeleri, heykelleri ve kapılarıyla gerçekten görülmeye değer.

İlk olarak, 1710 senesinde inşa edilir, 1712’de I. Petro ve Katerina bu kilisenin kubbesi altında evlenirler. Daha sonra, değişik tarihlerde iki kez yıkılıp yeniden yapılan kilise, şu anki durumuna 1818-1858 yılları arasında kavuşmuş. Katedral, 1937 yılından itibaren müze olarak kullanılmakta. 300 basamaklı kubbesine tırmanarak şehir panoramik olarak izlenebilmektedir.

Yeniden Diriliş Kilisesi / Saçılan Kanlar Kilisesi

St.Petersburg

Griboedov Kanalı’nın kenarında yükselen Yeniden Diriliş Kilisesi, beş kubbesiyle cıvıl cıvıl masal aleminden fırlamış gibi yükseliyor gökyüzüne.

Çar II. Alexander’ın 1881’de uğradığı suikastta ölümcül yara aldığı yere inşa edilen katedralin adı bu nedenle Yeniden Diriliş Kilisesi ya da halkın deyimiyle Saçılan Kanlar Kilisesi. Ayrıca, 7500 m2 mozaik kaplamasıyla, dünyada Amerika’daki St. Louis Katedrali’nden sonraki en geniş ikinci mozaik süslemesine sahip kilise, büyülenmemek elde değil. 5 kubbeli kilisenin en büyük kubbesi 81 metre ile Çar’ın öldüğü yılı, 67 metre yüksekliğindeki ikinci büyük kubbe ise Çar’ın öldüğü yeri temsil ediyor.

St.Petersburg

Kilise civarında hediyelik almak isteyenler için ufak tezgahlar var. Pek çok çekici ve güzel hediyelik eşya, uygun fiyatlarla alınabilir.

Hermitage Müzesi: Kışlık Saray

St.Petersburg St. Petersburg’a gidip Hermitage Müzesi’ni görmeden dönmek olmazdı. Devasa Saray Meydanı (Palace Square) üzerinde bulunan Hermitage Müzesi’nin karşısında şu an kullanılmakta olan Bakanlık binası ile meydanda dünyadaki en büyük tek parça tarihi Alexander sütunu bulunuyor, 1834 yılında yerleştirilmiş ve kendi ağırlığı ile durduğundan, çok rüzgarlı günlerde yere sabitlenmediği hissedilebiliyormuş.

Hermitage Müzesi, 3 milyondan fazla sanat eseriyle dünya üzerindeki en önemli sanat merkezlerinden biri olarak biliniyor, müzeyi her eseri görerek gezmek isterseniz birkaç ay ayırmamız gerektiği söyleniyor. 1764 yılında ünlü Rus Çariçesi II. Katerina’nın Berlin’den 225 parçalık resim koleksiyonunu getirtmesiyle kurulan Hermitage Müzesi, aynı zamanda tarih boyunca Rusya’nın en önemli yönetim merkezi olan Kışlık Saray olarak da bilinir.

Çok sayıda çar ve çariçeye ev sahipliği yapan Kışlık Saray, yeni sahipleri tarafından da yeni eserler eklenmesi nedeniyle korunmuş ve zenginleşmiş.

Ekim Devrimi sırasında Vladimir Lenin silahlı ayaklanmayı “Dün devrim için erkendi, yarın geç olabilir,” sözlerinin ardından bu sarayın dar merdivenlerinden kalabalıklar kışlık saraya girmiş… 1917 yılına kadar halkla alakası olmayan ve sadece saray halkının kişisel sanat galerisi olarak görev yapan eserler bölümü, 1917 Ekim devrimi ile sarayın tamamıyla birlikte müze haline getirilmiş.

Hem Ekim Devrimi sırasında hem de daha önceki yıllarda yaşanan savaşlar nedeniyle taşınma ve kaçırma gibi olaylar sırasında eser kayıpları yaşayan müze, buna rağmen İngiltere’deki British Museum’dan ve Fransa’daki Louvre Museum’dan sonra dünyanın en büyük ve en önemli 3 müzesinden biridir.

Müzenin tablo koleksiyonunda Rembrandt, Leonardo da Vinci, Michelangelo, Van Gogh, Raphael, Renoir ve Picasso’nun eserleri yer alıyor. Müzede, tabloların yanı sıra, resimler, gravürler, antik çağ eserleri, heykeller, Batı Avrupa dekoratif ve uygulamalı sanat eserleri, silahlar, sikkeler, madalyalar, arkeolojik eserler ve kitaplar da bulunur. Daha sonra, çarlara ve çariçelere ait bazı eşyalar, saklandıkları yerlerden çıkartılıp elden geçirilerek sergi koleksiyonuna dâhil edilmiş.

Hermitage Müzesi dış mimarisi, bahçe düzeni ve kapı girişlerinde bulunan heykelleriyle etkileyici bir müze. Sergilenen eserlerin çokluğundan dolayı birbiriyle bağlantılı beş binaya yayımlı, bunların başında kuşkusuz ana bina yani bir zamanlar Rus çarlarının yaşadığı Kışlık Saray geliyor. Bu, yeşil-beyaz saray, tüm güzelliği ve ihtişamıyla Neva Nehri’nin hemen kıyısında yer alıyor. İkinci Dünya Savaşı döneminde eserlerin bir bölümü trenlerle Moskova Devlet Müzesi’ne kaçırılmış, St. Petersburg sınırları içerisinde yaklaşık 306 müze bulunduğunu öğrendiğimde, ülkemdeki müzeler, ziyaretçi sayılarını, verilen önemi düşünmeden edemedim ve içim sızladı tabii ki.

Yeni evlenen çiftlerin gelinlik ve damatlıklarıyla Hermitage Meydanı’nda hatıra fotoğrafı çektirmeleri Rusya’da bir adetmiş. Ayrıca, müzisyenlere, dansçılara da rastlamak mümkün meydanda.

Müzeden çıkıp, meydanda sola dönüp küçük bir köprüden karşıya geçtiğinizde, köprünün çaprazında Puşkin’in özel eşyalarının sergilendiği ve müzeye dönüştürülen Puşkin’in Evi bulunuyor.

Puşkin’in Evi

Ünlü Rus Şairi Aleksandr Puşkin’in evi (6 Haziran 1799 – 10 Şubat 1837) şehir merkezinde yer alıyor. Şairin girmiş olduğu dramatik bir düelloda hayatını kaybetmesinden sonra yaşadığı ev müzeye çevrilmiş. Puşkin, George Charles d’Anthès adında bir Fransız delikanlısının karısı Natalya Puşkin’e kur yaptığını öğrenince kendisini düelloya davet eder. Düelloda Puşkin tarafından omzundan yaralanan d’Anthès, Puşkin’i karnından yaralar. İki gün can çekiştikten sonra ölür. Düelloda kullanacağı silahı almak için gümüşlerini sattığı iddia edilmektedir. Puşkin’in kütüphanesini, çalışma odasını ve düelloda karnından yaralanınca üzerine uzandığı ve iki gün sonra can verdiği kanepeyi görebilirsiniz.

Puşkin’in hayatını kaybettiği düelloya gitmeden önce son kez oturup kahve içtiği yer olan Literary Cafe (Edebiyat Kafe)’ye gitmeden olmazdı. Rusya edebiyat çevrelerinin gittiği bu kafenin girişinde Puşkin’in heykeli karşılıyor gelenleri.

Peterhof Sarayı ve Bahçeleri

St.Petersburg Büyük Petro’nun Peterhof’taki yazlık konutu inanılmaz gösterişli. 1709’da Poltava’da İsveçlilere karşı kazandığı büyük başarıdan sonra, Baltık kıyısında büyük bir saray yaptırmaya karar verir.

Peterhof Sarayı, 1714 – 21 yılları arasında inşa edilir. 1717’de Fransa’da Versailles Sarayı’nı gezen Büyük Petro, sarayın Versaille’dan daha gösterişli olmasını ister. 1714’de başlayan inşaat müthiş bir hızla devam eder ve Peterhof resmi olarak 1723 yılında açılır. Alman işgalinde zarar gören saray, yetenekli ustalar sayesinde bugünkü haline dönüştürülür.

Yazlık sarayın bahçesinin ihtişamı inanılmaz, altın heykeller, çeşmeler, akan sular.. Sanki bir açık hava sarayı inşa edilmiş. Her bir parça ayrı ayrı incelenebilir. Daha önce de belirttiğim gibi tek sefer gitmek kesinlikle yetmez. 64 adet fıskiyesi, otuz yedi yaldızlı bronz heykeli, devasa bahçeleri, çeşitli meyve ağaçları, fıskiyeleri, sincapları ve kuşları ile inanılmaz bakımlı bir bahçe. Sanki köşeden Çar ve Çariçe çıkacaklar ve gezeceklermiş gibi bakımlı bahçeler. Peterhof Sarayı’nın bahçesi muhteşem, körfeze kadar uzanıyor ve karşıda Finlandiya kıyılarını görebiliyorsunuz.

St.Petersburg

Kısıtlı süre içinde saray mı? bahçe mi? seçim yapmak zorunda kaldım. Bu büyük bahçenin içinde dolaşmak çok zaman alıyor, sarayın iç kısmına girmek için ise başka sefer demek zorunda kalıyorsunuz.

Peterhof Sarayı, 1941 – 1944 Leningrad Kuşatması sırasında Nazi orduları tarafından üs olarak kullanılmış, saldırı öncesi, bahçede yer alan heykellerin büyük kısmı, zarar görmemesi için halk tarafından sökülerek ve suya gömülerek saklanmış, savaştan sonra eski yerlerine yerleştirilmişler.

St Petersburg’u tekne ile Neva Nehri üzerinde gezmek şehrin başka güzelliklerini serdi önümüze.

St.Petersburg Özetle, gündüzü ayrı güzel, gecesi ayrı güzel bu şehir geçmişle bugünün arasında bir yolculuk yaşatıyor insana …

St. Petersburg, hayal gibi, masal gibi bir şehir Dostoyoveski’nin de söylediği gibi,

“Petersburg’da yok yok, desene?”
“Evet, kardeş, bu Petersburg’da yok yoktur!”
(Suç ve Ceza)

‘St. Petersburg Şehir Turunu’ Trip Advisor güvencesi ile aşağıdaki linkten alabilirsiniz.

Niagara Şelalesi: Ters Akan Şelale

Niagara

Hepimizin yaşamında görmeyi çok istediğimiz, hatta hayal ettiğimiz yerler vardır eminim. Benim de ziyaret etmeyi çok istediğim yerler var, hem de çok fazla. Yaşadığım sürece de bu hayalimden hiç ama hiç vazgeçmeyeceğim. Gezmenin farklı yerler görmenin, yeni kültürler tanımanın beni zenginleştirdiğini, dünyaya bakışımı değiştirdiğini biliyorum.

Marilyn Monroe ve Joseph Cotten (1953)’nın baş rollerini oynadığı Niagara filminde görüp hayran olduğum, Niagara Şelalesi de bunlardan biriydi ve ziyaret etme şansını yakaladım.

Niagara Falls

Niagara Şelalesi, hem coğrafi konum hem de görsel güzellik gibi özellikleriyle dünyanın en ünlü yerlerinden biridir. Niagara, ismini Kızılderililerden almış ve Onguiaahra sözcüğünden gelmekte i “Suların şimşeği” anlamını taşımaktadır. Şelalenin suyu taşlara çarparak geri geldiğinden, dünyanın tek ters akan şelalesi Niagara, Amerika Birleşik Devletleri ile Kanada arasındaki Niagara Nehri üzerinde, Kanada’nın Ontario eyaleti ile ABD’nin New York eyaleti arasında üç büyük şelaleden oluşmaktadır. Niagara Nehri, Kuzey Amerika’nın en büyük nehridir.

Niagara Şelalesi;
Horseshoe Fall (At nalı – 48 metre yükseklikten dökülür);
American Falls (Amerikan) ve
Bridal Veils Fall (Gelin Duvağı) şelalelerinden oluşmakta ve 50 metre yükseklikten dökülmektedir.

Bunların en büyüğü , At nalı Şelalesi diye bilinen Horseshoe Şelalesi Kanada’da, diğerleri ise ABD’de bulunur.

At nalı şeklinde olan şelale Kızılderililer tarafından şans olarak kabul edildiğinden, balayı çiftlerine uzun zamandan beri ev sahipliği yapmakta.

Kuzey Amerika’nın en büyük şelalesi olan Niagara Şelalesi’nden yarım dakikada 168.000 m³ su akmakta, zirveden aşağı akan su doyumsuz bir manzara oluşturmaktadır. Niagara, 10.000 yıl önce Kuzey Kutbu’ndan gelen buz kütlelerinin yol açtığı çöküntülerdir. Şelale, her yıl ortalama 20 milyon turist tarafından ziyaret edilmektedir.

Niagara, 1950 yılında yapılan bir antlaşma ile ABD ve Kanada arasında paylaşılmış ve Rainbow Köprüsü ile birbirine bağlanmaktadır. Köprünün sıra dışı bir statüsü bulunmakta, yani Kanada – New York arasında sınır oluşturmaktadır. Köprünün ortasına kadar olan kısmı Amerika Birleşik Devletleri, köprünün ortasından sonra kalan kısmı ise Kanada resmi sınırlarında kalmaktadır. Bu köprüden geçmek, aynı zamanda ülke değiştirmek anlamına gelmektedir.

Bilim adamlarına göre 12 bin yaşında olduğu belirtilen Niagara Şelalesi, genç bir şelale olarak kabul edilmektedir. Tamamen buzlarla kaplı olan son buzul çağında, buzulların erimesiyle bu bölgede büyük göller oluşmuş ve Niagara Şelalesi, bunlardan akan sulardan oluşmuştur.

Doğal güzellikleri ile bir turizm cenneti olan Niagara Şelalesi aynı zamanda önemli bir elektrik üretim merkezi. Niagara Nehri üzerinde Sırp asıllı Amerikalı bir bilim adamı olan Nikola Tesla tarafından kurulmuş hidroelektrik santralleri bulunmaktadır. Bu elektrik santralleri sayesinde hem ABD’ye hem de Kanada’ya elektrik üretilmekte. Bu santraller tarihte kurulan ilk alternatif santrallerdir.

İnci Yılmazlı’nın çevirdiği, Nikola Tesla Kendini Anlatıyor (2016) kitabında, Tesla’ya Niagara Şelalesi’nin nasıl ilham kaynağı olduğunu öğreniyoruz.
“ Niagara Şelalesi’yle ilgili bir metin beni çok etkilemişti. Şelalenin çalıştırabileceği kadar büyük bir çark yaptığımı hayal ettim. Amcama, günün birinde Amerika’ya giderek bu hayalimi gerçekleştireceğimi daha o zaman söylemiştim. Bu hayalim otuz sene sonra gerçekleşti ve ben zihnin anlaşılmaz gizemleri karşısında bir kez daha hayrete düştüm. ”

Niagara Falls

ABD ve Kanada sınırlarında bulunan kıyı bölgeleri her iki ülke tarafından halka açık park haline getirilmiş ve koruma altına alınmıştır. Queen Victoria Park Kanada tarafında, Niagara Falls State Park ise ABD tarafında bulunan parktır.
Niagara Şelaleleri’nde yapılabilecek en güzel şeylerden biri de Niagara Nehri üzerinde seferler düzenleyen özel teknelerden biriyle gezmekti.

Niagara Falls

Niagara Nehri’nde gezme olanağı sağlayan tekne turunun başladığı iskelenin adı Maid of the Mist (Sislerin Kızı)’dir. Tekne turları yaklaşık 35 – 40 dakika sürüyor.

Tekne turu ile, şelalenin tüm ihtişamını en yakın noktadan görebiliyor, sık sık oluşan muhteşem gökkuşağını seyredilebiliyorsunuz.

Gezi esnasında, tur şirketi ıslanma hatta sırılsıklam olma olasılığına karşı koruyucu yağmurluk veriyorlar. Yolculuk başlar başlamaz gürültülü sulara yakınlaştıkça havayı dolduran ince damlacıklar halindeki şiddetli su serpintisiyle sırılsıklam oluyor, Niagara suyunu tadabiliyorsunuz. Şelalenin iki kolundan dökülen suların kayalara çarpması ile bir su bulutu oluşuyor ve uzanıp gidiyor tepenizin üzerinde.

Son Söz

İhtişamını büyük bir asaletle taşıyan Niagara Şelalesi, doğanın gücü karşısında insanın ne kadar da aciz olduğunu bir kez daha gösteriyor ve sizi sizden alıp başka dünyalara götürüyor. Bu muhteşem manzarayı izlerken suyun kuvveti ve metrelerce yüksekten dökülürken ortaya çıkardığı sesi dinlemek bir harika. Suyun dökülürken çıkardığı ses, oluşan su buharı ve havaya uçan suların oluşturduğu gökkuşağı inanılmaz etkileyiciydi.

Üzerinden zaman geçmiş olmasına rağmen, bu doğa harikası uyanmak istemediğim bir düş kadar güzeldi, Doğa harikasının mistik havası mı? bu güzelliği dostlarımla birlikte paylaşmak mı? bilemedim ve yüzümde keyifli bir gülümseme ile, suyun serinliğini hissederek yazdım bu yazıyı.

Priştine Gezi Rehberi: Avrupa’nın En Genç Ülkesinin Başkenti

Priştine

Kosova’nın başkenti Priştine, tarihiyle, restorasyon geçirmiş tarihi eserleriyle, lezzetli mutfağıyla daha çok renkli alışveriş ve eğlencesiyle Balkan gezilerinin ilgi gören destinasyonlarından biri haline gelmeye başlamış son yıllarda. Priştine Kosova’nın en büyük, idari, kültürel, ticaret ve finans ağırlıklı şehridir.

Şehri Tanıyalım

Şubat 2008’de tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan eden Kosova’yı, Türkiye dahil sadece 115 ülke tanıdı. Sırbistan, Kosova’nın bağımsızlığını tanımıyor ve bu tutumu komşu ülke Bosna-Hersek, daha uzaklardan Brezilya ile Rusya ve Çin gibi daha güçlü ülkeler tarafından da destekleniyor. 

Birleşmiş Milletler Kosova Geçici Yönetimi altında Kosova Cumhuriyeti’ne bağlı bir il olan Priştine hala Sırbistan açısından kendi ülkelerine bağlı olarak gösterilmeye devam ediyor. Bunu Belgrad’ta TV’de yakından izledim . Televizyonda hava durumu sunulurken Priştine Sırbistan sınırlarında gösteriliyor idi. Siyasi ve etnik farklılıklar açısından oldukça hassas bir konu.

Priştine ülkenin kuzeydoğusunda Golyak Dağları’nın eteklerinde, Kosova Ovası’nda yer alıyor. Çoğunlukla Arnavutların yaşadığı Priştine’nin nüfusu yaklaşık 200 bin civarında. Kosova nüfusunun % 53’ünün 25 yaşın altında olduğu ve hatta ortalama yaşın 28 olduğunu belirten istatistikler var! Yani Cumhuriyetin kendisi genç olduğu gibi nüfusu da genç.

Şehirde çoğu Avrupa şehrindeki mimari ihtişam bulunmuyor, ancak Priştine Avrupa’nın en özgün şehirlerinden biri olarak bölgenin tarihini anlamak isteyenlere, alışveriş, eğlence ve gece hayatı arayanlara ilginç gelebilecek.  Ayrıca kentin Belgrad, Dubrovnik, Split ve Saraybosna gibi daha fazla bilinen Balkan destinasyonlarına yakınlığı, Priştine’yi bir geçiş noktası haline getiriyor.

Modern Priştine’de Yugoslavya döneminden kalan estetikten uzak apartman blokları da bulunuyor. Bu tuhaf, keskin hatlara sahip yapılar, Osmanlı tarihi yapılarıyla birleşerek şehre eklektik bir görünüm kazandırıyor. 

Şehrin merkezi birkaç bulvardan ve meydandan oluşuyor, turistik alanlar yürüyerek kolayca dolaşılabiliyor.  Şehirde dolaşırken tarihin ve ulusal kimliğin tuhaflıklarını gösteren anıtlarla da karşılaşacaksınız. Örneğin, Skanderbeg Heykeli, Türklerle savaşan ve Arnavutların ulusal kahramanının heykeli. Merkezde bulunan “Yenidoğan” anıtı da bu genç kentin hayal gücünü temsil ediyor.

Clinton adı verilmiş bir bulvara dikilmiş olan Bill Clinton Heykeli ve George W. Bush Bulvarı ile Amerikan hayranlığı ve minnettarlıklarını göstermenin ilginç bir yöntemi.

Clinton Bulvarı’nın batı tarafında, Kosova’nın en yeni ve en görkemli yapılarından Rahibe Teresa Katedrali yer almakta. Tarihi yapılar, kiliseden kuzeye doğru 20-30 dakikalık bir yürüyüş mesafesinde olan eski şehir bölgesinde bulunmaktadır. Bunlar arasında 1461 yılında inşa edilen Fatih Sultan Mehmet Camisi ve 2015 yılında Türkiye tarafından finanse edilerek, restore edilen Yaşar Paşa Camisi bulunuyor. Priştine’nin diğer bir cazibe merkezi, İmparatorluk Camisi’ne üç dakikalık yürüyüş mesafesinde bulunan Emin Gjiku Etnografya Müzesi.

Güneşli havalarda bölge halkı şehrin biraz dışında olan Germia Park’ta gezmeyi tercih ediyor. Parkta yürüyüş ve bisiklet parkurlarının yanı sıra büyük bir açık yüzme havuzu, kafe ve piknik alanları bulunmakta. Yolunuz düşerse ve yeşile doymak isterseniz uğrayın derim.

Dinamik bir şehir olan Priştine aynı zamanda alışveriş ve eğlencenin de adresi. Küçük alışveriş merkezleri, butik dükkanlar, mağazalar, kafeler, gece kulüpleri, restoranlarla günün her saati canlı bir ortamı var. Kafe kültürü oldukça gelişmiş, özellikle macchiato tercih edilen içecek. Kosova mutfağının Türkiye ile birçok ortak noktası olduğu ve geleneksel Balkan mutfağına özgü özellikle et yemekleri ve hamur işlerinin öne çıktığını söyleyebiliriz. Uluslararası sakinleri de olduğundan yerel mutfağının dışında uluslararası mutfakları da bulmak mümkün. Yerel halk büyük oranda gençlerden oluşunca gece eğlencesi de oldukça popüler. Şehir merkezinde sabahlara kadar dans edip, içkinizi yudumlayabileceğiniz renkli gece kulüpleri bulabilirsiniz.

Birleşmiş Milletler Gücü ülkede varlığını sürdürdüğü için şehirde güvenlik sorunu bulunmuyor. Ancak Kosova’nın statüsüyle ilgili siyasi karmaşıklıklar nedeniyle, Kosova’dan Sırbistan’a veya tam ters yöne seyahat etmeyi planlayanlar, Sırp kısıtlamaları nedeniyle mutlaka üçüncü bir ülkeden geçmesi gerekiyor. Benim de gezi rotamda Belgrad bulunduğundan araya Kuzey Makedonya gezisi koyarak bu sorunu aşmış oldum. Balkan ülkeleri arasındaki geçiş bazen çetrefilli olabiliyor dikkat etmek gerek.

Şehirde halkın geneli Arnavutça konuşuyor. Konuşmuyorlar ama sanırım büyük kısmı Sırpça da biliyor. Şehirde Türkçe bilenlerin sayısı Prizren kadar olmasa da oldukça fazla. Türk olduğunuzu anladıklarında Türkçe konuşmaya başlayabiliyorlar. Benim başıma böyle ilginç bir olay geldi. Havalimanından şehir merkezine giderken bindiğim taksinin şoförü Türk olduğumu öğrenince bana Türkçe müzik eşliğinde yolculuk yaptırdı. Halkı güler yüzlü, misafirperver ve kendinizi güvende hissettiriyor.

Ülkedeki para birimi Euro olduğundan biraz pahalıymış gibi gözükebilir. Ancak ortalama olarak kahve 1-2 Euro civarında ve çoğu yemek de 5-15 Euro civarında. Priştine’de şehir merkezinde musluk suyu içmek güvenli. 

Uzun zaman önce başkent sıfatı verilen şehirde, zaman içerisinde bulunduğu coğrafyaya da bağlı olarak Slav ve Batı tarzı bir anlayış ve yaşam tarzı egemen olmuş. 

Ulaşım

Priştine’nin Uluslararası Adem Jashari Havaalanı’na, Wizzair, Pegasus, EasyJet ve Air Berlin gibi şirketler uygun fiyatlı uçuşlar sunmaktadır. Türkiye’den THY ve Pegasus Havayolları’nın direk uçuşu bulunmaktadır.

Alternatif olarak daha çok ve sık uçuşun yapıldığı Kuzey Makedonya’nın başkenti Üsküp’ten otobüs, araba veya taksiyle trafiğe bağlı olarak 1-3 saat içinde Priştine’ye ulaşabilirsiniz.

Havaalanının şehir merkezine uzaklığı 18 km. Priştine Havaalanı ile şehir merkezi arasında otobüs seferleri bulunuyor. TrafikuUrban tarafından işletilen 1A numaralı otobüs ile yaklaşık 40 dakikada şehre ulaşılabilmektedir. Priştine Havalimanı’ndan son otobüs saat 21:00’de, şehirdeki ilk otobüs saat 03:00’de ve havaalanından da 04.00’de hareket etmektedir. Otobüsün son durağı “Stacioni i Autobusave” şehir merkezinin 2 km güneybatısında bulunuyor. Şehir merkezindeki duraklar ise Hotel Priştine (Garibaldi Sokağı/ Yeni Doğan-New Born Anıtı) ve Katedralja duraklarıdır. Otobüs biletleri şoförden alınabilir ve kişi başı bilet ücreti 3 € ‘dur.

Pegasus uçuşları geç saatlerde yapıldığından bu otobüsleri kullanma şansı olmayacaktır. Bu durumda taksi seçeneği kalıyor. Taksilerle ne kadar pazarlık ederseniz edin sanırım aralarında anlaştıkları için 20 Euro’dan daha az bir fiyat bulamayacaksınız. Benim gibi işi şansa bırakmamak için konaklayacağınız otelden havaalanı transferini önceden çözebilirsiniz.

Priştine’yi diğer Kosova şehirlerine ayrıca Kosova’yı Avrupa destinasyonlarına, Karadağ, Bosna, Arnavutluk ve Makedonya gibi komşu ülkelerde yakın şehirlere bağlayan düzenli otobüs seferleri de bulunmaktadır. Priştine’deki ana otobüs terminalinden Prizren’e her 15 dakikada otobüs kalmaktadır. Tek yön için 4 € olan bilet otobüs içinde alabilir. İki şehir arasındaki yol yaklaşık 1,5 saat sürmektedir.

Ünlü Sırp manastırlarının bulunduğu Peja’ya da otobüsle gidebilirsiniz. Priştine ile Peja arasındaki otobüsler her 20 dakikada bir ve tek yön 5 €. Ayrıca Peja ile Priştine arasında tren seferi bulunmakta. 2 saat civarındaki bu seyahat için tek yön bilet ücreti 3 €. 

Otogar merkezden yaklaşık 3 km uzakta, Rahibe Teresa Bulvarı’nın paralelindeki caddeden 7, 9 veya 9A numaralı otobüslere binebilirsiniz ve tek yön yolculuk için şoföre 0.40 Euro ödersiniz. Ya da yaklaşık 3 Euro’ya taksiyle otogara gidebilirsiniz. Tren istasyonu da, Rahibe Teresa Bulvarı’nın batısında, merkezi bir konumdadır.

Konaklama

Priştine görece ucuz bir destinasyon ancak oteller Balkanlardaki diğer şehirlere göre biraz pahalı olabilir. Kosova’nın uluslararası sakinleri ve turist sayısındaki artış ile Priştine’de her bütçe ve zevke uygun konaklama seçeneklerinde artış görülmeye başlamış. Konaklama maliyetini düşük tutmak istiyorsanız şehirdeki birkaç hostelden birinde rezervasyon yaptırabilirsiniz. İlk önerim benim de kaldığım ve Rahibe Teresa Meydanı’na yakın Prishtina Center Hostel olacak. Rahat yatakları, temizliği, ortak mutfağı ve özellikle güler yüzlü personeliyle konuklarını mutlu ediyor.

Merkezi konumdaki Hostel Han, Buffalo Backpackers diğer hostel seçenekleri arasında. Merkeze 800 metre mesafedeki White Tree Hostel, yenilenmiş yatakhaneleri, özel odaları, rahat bir kokteyl barı ve terasıyla güzel bir hostel.

Biraz daha yüksek fiyatı göze alırsanız Şehrin eski kesiminde tarihi camilerin ve müzelerin yakınında bulunan  Hotel Prima önerilmektedir. Ulpiana bölgesinde Rahibe Teresa Meydanı’nın hemen güneybatısında yer alan Hotel Nartel de uygun bir seçenek olacak.

Biraz lüks takılayım diyorsanız, şehirdeki beş yıldızlı Swiss Diamond Hotel’den başkasına bakmayın. Merkezi bir konumda bulunan otel, zengin odalara, yüzme havuzuna ve zengin bir açık büfe kahvaltısına sahip.

Gracanica Manastırı’nı ziyaret edecekseniz buraya yakın konumda bulunan Hotel Gracanica bir seçenek olabilir. Otel’n Priştine’ye ücretsiz otobüs servisi bulunuyor..

Yeme-İçme

Kosova mutfağı lezzetli, ucuz ve çok çeşitli. Arnavutluk’la olan siyasi ve kültürel bağların etkisi Kosova mutfağında da kendini gösteriyor. Gerçi Priştine’de 20 yıla yakın bir süredir bulunan uluslararası sakinlerden dolayı mutfak lezzetleri de bir ölçüde değişmiş. Bu da şehirde Avrupa, Asya ve tabi ki Balkan mutfaklarının ilginç bir karışımını bulacağınız anlamına geliyor. Balkanlarda en sevdiğim şey burek, içi beyaz peynir, ıspanak veya etle doldurulmuş börekleri taze taze alabileceğiniz çok sayıda fırın var. Neredeyse tüm lokantalarda ızgara et (qebapa veya salsiccia), kuzu pirzola, biber dolması, lahana sarması ve çeşitli burek veya Arnavutça Flija servis edilmektedir.

Yemek yanında genellikle ucuz olduğundan ayran içilmektedir. Ayrıca burada Balkan şarapları ve rakı ile birlikte, bölgesel şaraplar ve bira da üretilmektedir. Ulusal biraları olan Sabaja, Amerikan-Arnavut girişimi olan ilk mikro bira grubunundur. Bu şehirde Balkanların belki de en iyilerinden sayılan bazı restoranlarda geleneksel yemekleri tadabilirsiniz. Birkaç mekan önerisinde bulunarak ağız sulandıran bu bölümü kapatmak isterim.

Avrupa yemekleri için Kosova Müzesi’nin batısındaki restoran De Rada Brasserie önerilen yerlerden biri. Yine eski şehirde bulunan Restaurant Liburnia biraz pahalı ancak atmosferi çok sıcak, rustik bir dekor eşliğinde geleneksel ve uluslararası mutfakların en iyi çeşitlerini sunmaktadır. Osteria Basilico, muhtemelen kentteki en iyi makarna yiyebileceğiniz bir İtalyan restoranıdır.

Restaurant Pishat, geleneksel yemeklerin servis edildiği yerel halk arasında da popüler olan bir Balkan restoranıdır. Daha çok et yemekleri servis edilmekte. Vejetaryenler için mükemmel seçim Orta Doğu’dan lezzetli yemekler yiyeceğiniz bir Lübnan restoranı olan Babaghanoush olacaktır. Ucuz ve lezzetli sandviçler, salatalar veya çorbaların servis edildiği Papirun hızlı bir yemek için kesinlikle tavsiye edilmektedir.

Otantik bir deneyim için organik malzemelerin kullanıldığı, geleneksel yemekleri yiyebileceğiniz Tiffany adlı mekan önerilen bir diğer yerdir. Alkollü bir mekan olan Rönesans, yerli ve Arnavut mutfağını tadabileceğiniz bir diğer restorandır. Priştine’nin birkaç kilometre kuzeyindeki bir köyde yer alan Country House, şehir dışına çıkmaya değecek bir yerdir. 

Eğlence ve Etkinlikler

Priştine’nin uluslararası sakinleri ve yerel halkı, şehri geceleri eğlenceli bir yer haline getiriyorlar. Kentin dans kulüplerinde, çok sayıdaki tarz barlarında canlı müzik keyfi yaşanabilir. Popüler yerlerin arasında, merkezin hemen güneydoğusunda bulunan Sunshine Lounge Bar önerilmektedir. Şehirdeki en popüler barlar arasında canlı müziği ile Zanzi Jazz Bar bulunuyor. Ayrıca eksantrik dekoru ile yine canlı müziği ile meşhur olan Hamam Bar bir diğer önerilen eğlence mekanıdır. Canlı etkinliklerin yaşandığı bir başka yer ise bir rock kulübü olan Rockuzinë adlı işletmedir.

Priştine, yerel halkın, öğrencilerin ve uluslararası sakinlerin uğrak yeri olan çok sayıda güzel kafeye ev sahipliği yapmaktadır. Çeşitli pasta, börek ve keklerden oluşan lezzetleri ve kahve çeşitlerini denemeniz için önerilen yerler başkentin en havalı kafeleri olan Soma Kitap İstasyonu ve Dit’e Nat’tır. İyi bir macchiato’nun tadını çıkarmak için önerilen diğer yerler merkezi konumda bulunan Prince Coffee House ve Lulu’s Coffee & Wine olmaktadır.

Dit’e Nat (Gündüz ve Gece) 2009 yılında kurulan bir kitapçı, kafe, vejetaryen bar ve müzik evidir. Hem yerli halk hem de uluslararası sakinler için müzik, edebiyat ve filmlerin konuşulduğu ve tartışıldığı kültürel ve sosyal bir platformdur. 

Soma Kitap İstasyonu (Soma Book Station), Priştine’nin en en güzel kafelerinden biri. Ahşap iç mekanda kitaplarla ve tarihi fotoğraflarla çevrili bir ortamda entelektüelleri, sanatçıları ve öğrencileri kendine çeken popüler ve yaratıcı bir mekandır. Bu sevimli kafe, canlı müzik, film ve edebiyat tartışmalarına da ev sahipliği yapmaktadır.

Prince Coffee House’da kahveler, kek ve atıştırmalıklar sunmaktadır. Harika bir atmosfere ve şehirdeki en iyi kahveye sahip olan Lulu’s Coffee & Wine, modern tasarım, kitaplık, renkli sandalyeler ve çağdaş unsurlarla çok güzel dekore edilmiş. Lulu’da canlı caz müzik konserleri ve akustik konserler de düzenleniyor.

Başkentte yıl boyunca çok sayıda festival ve etkinlik de düzenlenmektedir. Priştine Caz Festivali, her sonbaharda önde gelen uluslararası ve yerel müzisyenlerin katıldığı en iyi müzik festivalidir. Yerli ve uluslararası yeni müzisyenler için eklektik bir tarzı olan DAM Fest her yıl düzenlenmektedir. Çağdaş ve deneysel müzik için de ReMusica Festivali her yıl gerçekleştiriliyor. Yaz aylarında Priştine Müzik, Şarap ve Bira Festivali çeşitli uluslararası ve yerel özgürlükleri ve eğlenceyi ziyaretçilere sunuyor. Her Ağustos ayında, Sunny Hill Festivali Germia Park alanında gerçekleştiriliyor.

Alışveriş

AVM tarzındaki büyük alışveriş merkezlerinin henüz yaygın olmadığı Priştine’de alışverişinizi genellikle geleneksel dükkanlar ve pazarlardan yapabilirsiniz. Zaten eski şehir bölgesini gezerken adeta Anadolu’daki bir şehri geziyormuş duygusuna kapılıyorsunuz. Benzer geleneksel kıyafetler, bakır eşyalar, seramik ve işlemeler ne ararsanız hepsi var. 

Rahibe Teresa Caddesi üzerinde birkaç hediyelik eşya dükkanı var. Buraya özel bir şey alayım derseniz, Neolitik dönemden kalma, bereketi, doğurganlığı simgeleyen bir tanrıça figürü olan Hyjnesha biblosu, qeleshe veya plis denilen yöresel bir şapka, içecek olarak da üzüm, armut ve ayva rakıları Priştine’den satın alınabilir.

Gezelim Görelim
Rahibe Teresa Caddesi

Rahibe Teresa Caddesi, restoranları, otelleri ve kafeleriyle kentin sosyal açıdan en gelişmiş yeridir. Yerel hayatı gözlemlemek ve gezmeye başlamak için kesinlikle en iyi yerdir. Yeme içme, alışveriş ve eğlence merkezi Rahibe Teresa Caddesi Priştine halkı için çok önemli bir yer, siyasi protestolar da burada gerçekleşiyormuş.

Burası aynı zamanda ağırlıklı olarak Bizans ve Osmanlı dönemlerinden kalma yapılar barındırmaktadır. Ayrıca Bulvarda Kosova’nın azizi olan Rahibe Teresa’nın ve Kosova’nın ulusunun ilk Cumhurbaşkanı İbrahim Rugova’nın heykelleri yer alıyor.

Trafiğe kapalı bu caddesi Grand Hotel ile başlıyor ve eski Union Hotel binasında bitiyor. Adı otel ama burada bir otel bulmayı beklemeyin çünkü bu yapı Benetton Mağazası’na dönüştürülmüş.

İskender Bey Heykeli

Priştine

Rahibe Teresa Caddesi’nin sonunda, Arnavutluk kadar Kosova’da da değer verilen bir lider, İskender Beyin büyük bir heykeli bulunuyor. 30 yıla yakın bir süre Osmanlı’ya karşı bu bölgeyi savunan İskender Bey, Osmanlının batıya doğru ilerleyişine mani olmuş.

Belçika, Makedonya ve Arnavutluk’ta da benzer heykelleri bulunan İskender Bey atı üzerinde, kılıcını çekmiş bir halde tasvir edilmiş. Tarihi şahsiyetin şu anki Arnavutluk sınırlarından daha büyük bir alana yayılmış bir vatan fikri varmış.

Bu yapı da Kosova Parlamento binası, ne kadar mütevazi değil mi!

Priştine

İskender Bey Heykeli’nin yanındaki sıra bina 1972 yılında inşa edilmiş olan eski Gërmia alışveriş merkeziymiş. Burası modernist mimarinin bir örneği olarak kabul edilmekte olup günümüzde vergi idaresine ev sahipliği yapmaktaymış. Yerine bir konser salonu yapılması kararı alınmış ancak Priştine halkı yıkılmaması için imza kampanyası başlatmış.

Priştine

Merkezin bir tarafında 1961 yılında yapılan 20 metre uzunluğunda Kardeşlik ve Birlik Anıtı bulunuyor.

Priştine

Kosova Ulusal Tiyatrosu

Priştine

1945 yılında Prizren’de amatör sanatçılar tarafından Bölge Halk Tiyatrosu adıyla kurulan bu tiyatro, kuruluşundan altı ay sonra başkent Priştine’ye taşınmış. Başlangıçta Yugoslavya tiyatrolarının profesyonel sanatçılarından destek alarak oyunlar sahnelenmiş. Komünist dönemde ise sadece Sırpça oyunların sergilenmesine izin verilmiş. Ulusal Tiyatro’da günümüzde Arnavutça oyunlar ve gösteriler ve Kosova Balesi  gösterileri bu binada yapılmaktadır.

Priştine Bulvar üzerinde son Kosova Savaşı’nda kaybolanlara adanmış bir anıt bulunuyor.

Rahibe Teresa Heykeli

Priştine

Bu bölgede heykellerini ve ismini sıkça göreceğiniz Rahibe Teresa Heykeli bu bulvarda küçük bir meydanın ortasında bulunuyor.

Newborn Anıtı

Priştine

Kosova, Avrupa’nın en genç ülkesi olarak bağımsızlığını 17 Şubat 2008’de ilan etmiştir. Kosova halkının birçok zorluğa katlanarak elde ettiği bağımsızlığı simgeleyen “Newborn” yani “Yenidoğan Anıtı’, bağımsızlığın ilan edildiği bu tarihte açılmış. Gençlik ve Spor Sarayı’nın önünde bulunan anıt için “newborn” kelimesinin seçilmesindeki amaç yeni bir devletin doğumunu ve günümüzde halen devam etmekte olan tanınma çabasını temsil ediyor. Anıtın yapıldığı günlerdeki ihtişamı kaybolsa da hala Ülke için sembolik bir önemi vardır.

Kosova’nın yeni, çağdaş ve güçlü bir devlet olduğuna vurgu yapan 9 ton ağırlığındaki anıt, ilk yapıldığında tamamen sarıya boyanmış. Kosova, halen 115 ülke tarafından bağımsız devlet olarak tanınmaktadır. Anıt, bağımsızlığın 5. yıldönümünde Kosova’yı resmi olarak tanıyan bu ülkelerin bayraklarıyla kaplanmış. Duvar olmaması gerektiği anlamına gelen “No Walls” ifadesinin baş harfleri dolayısıyla N ve W harfleri 2015 yılında yatırılmış. Bağımsızlığın 10. yıldönümünde “BO” harfleri “10” ile değiştirilmiş. Dolayısıyla hemen her 17 Şubat’ta Anıt görünüm değiştirmeye başlamış. Benim bulunduğum tarihte anıt yukarıdaki şekilde gözüküyordu.

Heroinat Anıtı

Heroinat Anıtı, savaş sırasında tecavüz edilen 20.000 kadın ve kızı temsil eden bir anıt. Anıt büyük bir 3D portre oluşturan 20.000 bronz madalyadan oluşuyor. Bu Anıtı tasarlayan Sanatçı Ilir Blakçori, “Bu savaş suçlarının çoğu hala ortaya çıkarılmamış durumda ve kurbanların bazıları her gün bu dehşet verici anılarla ve izlerle yaşamaya devam ediyor. Bu trajik kurban sayısını tespit ederek madalyalara dönüştürdüm. Hangi yaştan olursa olsun bu madalyalar her kadının bu ülkeye katkısına ve fedakarlığına adanmıştır.” demektedir. Yenidoğan Anıtının karşısında bulunan bu anıtı herkes görmeli.

Priştine Gençlik ve Spor Merkezi

Newborn Anıtının yanındaki rengarenk merdivenleri tırmandığınızda kendinizi devasa Gençlik ve Spor Sarayının önünde buluyorsunuz. 1977 yılında inşa edilen 10 bin metrekarelik alana sahip sarayda 2 spor alanı olan bir stadyum, 2 kongre merkezi, bir kitapçı, alışveriş merkezi ve park alanları bulunuyor. 

Binanın içini bilmiyorum ama dışı ilginç bir tasarıma sahip. Binanın inşası için Priştine halkı gelirlerinin yarısını bağışlamak zorunda kalmışlar.

Priştine

Binanın yan tarafında da ilginç figürlerin kullanıldığı büyük bir duvar resmi bulunuyor. Tam o tarafa yürüdüğümde kalabalık bir okul grubu buraya gelerek fotoğraf çektirmeye başladı, çok sevimliler değil mi!

Rahibe Teresa Katedrali 

Priştine

Bill Clinton Bulvarı üzerinde bulunan Priştine’nin en yüksek binalarından biri olan  Rahibe Teresa Katedrali 2007 yılında inşa edilmeye başlanmış ve 2010 yılında açılmış. Duvar resimleriyle süslenmiş bu etkileyici ve hacimli yapı için 1910’da komşu Makedonya’da doğmuş olan ünlü Arnavut rahibenin adı seçilmiş.

Kosovalıların büyük çoğunluğu Müslüman olsa da, şehirde uzun yıllardır şehirde yaşayan bir Katolik nüfus yaşıyor. Hatta hükümet ve Vatikan bunu Kosova’nın “Batı yanlısı” yöneliminin kanıtı olarak göstermeye çalışmaktadır. Sayıları Müslüman nüfusa göre çok az olan Katolik Hristiyanları için bu kadar büyük bir kilise inşa edilmesi toplumda oldukça tartışma yaratmış. Çünkü istatistiklere göre Kosovalıların % 95’i Müslüman. Şehirde çok sayıda cami olmakla birlikte hiçbiri bu Katedral kadar büyük değil.

Katedral, Rahibe Teresa’nın 100. doğum gününde kutsanmış ve 2015 yılında da Kosova, Avusturya ve Arnavutluk’tan oluşan üç ülkenin ortak tarihinin kutlandığı bir organizasyona ev sahipliği yapmış.

Rahibe Teresa Katedrali’nin içinde eşsiz altarı, sağlam sütunlarını ve vitray pencerelerini görebilirsiniz. Katedralin kulesinden şehrin manzarası harika gözüküyormuş, asansörle çıkış sadece 1 €.

Priştine Milli Kütüphanesi

Priştine

Sıra dışı mimarisiyle Kosova Ulusal Kütüphanesi Binası sadece kentin değil, tüm Kosova’nın en çok ilgi çeken ve muhtemelen en tartışmalı binalarından biri. Bazıları binayı mimari bir başyapıt olarak değerlendirirken, diğerleri dünyanın en çirkin binaları listesine almış. Tarihi 14. yüzyıla kadar uzanan Priştine Milli Kütüphanesi’nin bu binası Yugoslav Komünist mimarisinin son eserlerinden biri olarak 1982’de açılmış.

Modern, Bizans ve İslam mimarileri başta olmak üzere pek çok akımdan izler barındıran bina, farklı boyutlarda 99 kubbenin yerleştirildiği, dış yüzeyinin tamamen bir zincir veya balık ağı şeklinde metalle kaplı olduğu, 16.500 metrekarelik bir alandan oluşmaktadır. Binanın üstündeki kubbeler, Arnavutların geleneksel şapkasını veya Türk hamamındaki kubbeleri andırıyor.

Buraya kadar geldiyseniz Kütüphanenin içine de girmenizi tavsiye ederim. Agim Ramadani adresindeki Kütüphane Pzt-Cum 07:00-18:00 arası açıktır. Ancak ben Cumartesi günü gittiğimde de içeriye girebildim.

Kurtarıcı İsa Katedrali

Priştine

Kosova Ulusal Kütüphanesi’nin yan tarafında kaderine terkedilmiş inşaat halindeki Kurtarıcı İsa Katedrali var. Bu Sırp Ortodoks Katedrali’nin inşasına 1990’lı yıllarda başlanmış ve 1999’da bitirilmesi planlanmış. Ancak Kosova Savaşı sırasında inşaat tamamen durmuş ve bağımsızlık sonrasında da bu Katedral Miloseviç yönetimindeki Sırp idaresinin bir sembolü olarak görüldüğü için inşaat devam ettirilmemiş.

2017 yılında Kosova Temyiz Mahkemesi, Sırp Ortodoks Kilisesi’ne bulunduğu topraklarda hak tanımış. Kosova Hükümeti ise Priştine Üniversitesi’nin bölgesinde bulunan bu Katedrali bir çeşit Sırp istilası olarak gördüğünden kiliseyi tamamen yıkmak ve kurtulmak istiyormuş. Üniversite öğrencileri de buranın yıkılarak bir anıt yapılmasını veya mevcut kütüphanenin buraya doğru genişletilmesini istiyormuş. Ortada siyasi, dini, toplumsal bir sorun var ve inşaat öylece kendi haline bırakılmış. 

Kosova Ulusal Sanat Galerisi

Şubat 1979’da kurulan Ulusal Sanat Galerisi, Priştine Üniversitesi Kampüsünde, Kosova Ulusal Kütüphanesi’nin hemen arkasında bulunan bir sanat galerisidir. Ulusal Galeride, 20. yüzyıl ve günümüze kadar Kosovalı ve Arnavut sanatçılar tarafından yapılmış modern sanat eserleri sergilenmektedir. Sergiler düzenli olarak değişiyormuş.  Agim Ramadani 60 adresindeki Galeri Pzt-Cum 10:00-18:00, Cts-Paz 10:00-17:00 arası açıktır.

Bill Clinton Anıtı

ABD’nin eski başkanı Bill Clinton Sırbistan’ın Kosova’ya saldırması sırasında NATO’nun harekete geçmesini sağlamış ve Kosova’nın bağımsızlığını kazanmasında büyük bir rol oynamış. Bu nedenle ülkedeki pek çok şehirde caddelere ve meydanlara onun adı verilerek adeta bir tür kahraman olarak görülmüş. Başkent Priştine’de 2009 yılında Bill Clinton’ın adını taşıyan bir bulvarda kentte yaşayan Arnavut topluluğun önderliğinde 3 metrelik pirinç bir Bill Clinton Anıtı dikilmiş.

Priştine

Bağımsızlığı simgeleyen ve açılışını da Bill Clinton’ın yaptığı bu Heykel oldukça büyük ve etraftaki Komünist gri binalarla da oldukça tezat gözüküyor. Asıl komik olanı yakındaki bir giyim mağazasına da “Hillary” adının verilmiş olması!

Pazar Cami

Priştine

Adını yakınında kurulan pazardan alan Pazar Cami, kentin en eski yapısıdır ve Eski Şehrin girişinde bulunmaktadır. Cami, kentin 1389’da I. Kosova Savaşı sonucunda Osmanlılar tarafından fethedilmesinden sonra 15. yüzyılda inşa edilmiş. 1820’de ve 1902’de Sultan II. Abdülhamid’in emriyle onarılan Cami, inşa edildiğinden bu yana sapasağlam duran minaresinden dolayı “Taş Cami” olarak da adlandırılmaktadır.

Kosova Müzesi

Priştine

Bu bina, İmparatorluk ordusunun yönetim merkezi olarak kullanılması için Avusturya-Macaristan tarzında 1889’da inşa edilmiş. Kosova Müzesi ise 1949 yılında bu yapı içerisinde faaliyete geçmiş. Ülkenin kültürel varlıklarını korumak, onarmak ve insanlara sunmak amacıyla görev yapan Müze, sergilerini kronolojik olarak iki bölüme ayırmış durumdadır.

Aslında 1998’deki savaşa kadar bu müzede ülke tarihini aydınlatan pek çok değerli eser varmış ancak bunların büyük kısmı Sırplar tarafından Belgrad’a götürülmüş. Girişin ücretsiz olduğu Müzeye isterseniz bağışta bulunabiliyorsunuz. Kapıdan girdiğimde genç bir rehber beni karşıladı ve kısaca bilgi verdikten sonra gezmem için beni yalnız bıraktı. Müzeyi rehberli gezmek de mümkün ama ücretinin ne olduğunu bilmiyorum. Müzenin ilk katında seramik çömlek, heykel parçaları, amforalar gibi eski eserler bulunuyor.

Üst kata çıkarken merdiven başında zımba tabancasıyla yapılmış devasa bir Rahibe Teresa portresi görülüyor. Bu Portre adeta Müzenin gurur abidesi gibi bir şey.

Priştine

Üst kata çıkar çıkmaz hemen bir portreyle karşılaşıyorsunuz. 2013 yılında açılışı yapılan bu plaka Hoşgörü ve Mutabakat Haftasının bir parçası olarak Japon yetkililer tarafından Kosova’ya hediye edilmiş.

Bu katta da bir sürü savaş silahı, üniforma, eski kıyafetler, müzik aletleri, yer alıyor.

Yaşar Paşa Cami

Priştine

Şehrin önemli Osmanlı yapılarından biri olan Cami, Osmanlı döneminde kentin önde gelen isimlerinden Yaşar Mehmet Paşa tarafından 1834-1835 yıllarında inşa ettirilmiş. Tarihi Saat Kulesi ile Fatih Camisi’ne yakın bir konumda yer alan Caminin yapımında Kosova mimari stili kullanılmış.

Büyük Hamam

Priştine

Hamamın yapıldığı tarih tam olarak bilinmemekle birlikte Fatih Cami inşa edilirken orada çalışan işçilerin kullanması için caminin yanına padişahın emriyle yaptırıldığı belirtiliyor. 18 hamam kubbesi olan yapı kadın ve erkekler için eşit şekilde paylaştırılmış ve 1960’lara kadar orijinal işlevini görmüş. Ondan sonra hamam olarak kullanılmamış ve karakteristik özelliklerinin çoğunu kaybetmiş. Günümüzde yapı koruma altına alınmış.

Etnografya Müzesi

Priştine

Hamamın karşısında yine tarihi bir eser olan Etnografya Müzesi binası bulunmaktadır. Eski Şehir Bölgesinde bulunan Etnografya Müzesi, soylu bir kişi olan ve 1950’lerde sınır dışı edilene kadar burada yaşayan Emin Gjiku’nun aile evinde bulunuyor. 2006 yılında ziyarete açılan müzenin bahçesi çok güzel, yapı da muhteşem ötesi! Burada ana tema olarak yaşam döngüsü benimsenmiş. Müzenin stilize iç mekanında müzik aletleri, yerel halkın kullandığı kıyafet, araç ve gereçler, Kosova’nın en önemli el sanatlarından biri sayılan telkari mücevheratları, el dokuma halılar, aksesuar parçaları ile diğer eserler sergileniyor. 15 ila 20. yüzyıllardan kalma bu büyüleyici geleneksel koleksiyonda yer alan parçalar hakkında detaylı bilgi odalarda bulunan açıklamalarda yer almaktadır. Iliaz Agushi adresindeki bu Müze ben gittiğimde restorasyon nedeniyle kapalıydı. Normalde Sal-Sat 10:00-17:00, Paz 10:00-15:00 arası açık oluyormuş.

Saat Kulesi

Priştine

Fatih Camisi’nin karşısındaki Saat Kulesi halkın namaz ve esnafın çalışma saatlerini takip etmeleri için 19. yüzyılda Yaşar Paşa tarafından inşa ettirilmiş. Saat Kulesi, yanmış eski bir kulenin yerine bu yıkıntıdan toplanan tuğla ve kumtaşı kullanılarak inşa edilmiş. 26 metre uzunluğa sahip Kulenin tepesinde bir zamanlar Moldova’dan getirilmiş ve üzerinde “1764’te Jon Moldova Rumenin tarafından üretilmiştir” cümlesinin yazdığı, 2001 yılında çalınan bir çan bulunuyormuş. Bu yüzden Kuleye aynı yıl Fransız Barış Gücü askerleri tarafından bir saat yerleştirilmiş. Ancak maalesef bu saat çalışmıyor. Saat Kulesine çıkılabildiği belirtiliyor ama ben ne açık bir kapı ne de bir görevli gördüm.

Fatih Cami

Priştine

Ülke Sırbistan’a bağlıyken “Önemli Kültür Varlığı” olarak koruma altına alınan Fatih Cami, iç ve dış kısmındaki detaylı süslemeleriyle dikkat çekiyor. 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet’in emriyle inşa edilen dini yapı bu yüzden onun adını taşıyor.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki savaşlar sırasında bir dönem Katolik kilisesi olarak da kullanılmış. İkinci Dünya Savaşı sırasında oldukça hasar görmüş. Minaresi 1950’lerdeki depremden sonra yıkılmış ve yeniden inşa edilmiş. Bunlara rağmen Cami, büyük ölçüde orijinalliğini korumuş. Bölgede Osmanlı’ya karşı çıkartılan isyanın liderlerinden biri olan ünlü Arnavut Yazar Pjeter Bogdani’nin mezarı da bir dönem burada bulunuyormuş.

Caminin giriş kapısındaki süslemeler olağanüstüydü ve buranın fotoğrafını çekmek istedim. Girişte namaz vaktini bekleyenler bana laf söyleyecek oldu, birisi onları değil de sadece kapıyı çektiğimi söyleyerek onları sakinleştirdi. Onları çeksem ne olacak sanki, bu davranışı hiçbir kilisede göremezsiniz! Caminin girişi gibi iç kısmı da çok güzel süslenmişti. Bu süsleme geleneği Balkan ülkelerindeki camilerde çok yaygın. 

Eski Çarşı

Priştine Pazarı şehirdeki atmosferi yaşamak ve günlük yaşamı anlamak için muhtemelen en iyi yerlerden biri. Eski kentte Fatih Cami’nin arka tarafında kurulan bu büyük Pazar yerinde sadece meyve ve sebze satılmıyor. Çeşit çeşit baharatlar, bir sürü mutfak ve banyo eşyaları, ünlü markaların taklit tekstil ürünleri, el aletleri yani ne ararsanız var.

Hatta yasal olarak açık alanda sigara satılmaması gerektiği halde burada bir çok sigara tezgahı da gördüm. Pazarın yanındaki sokaklar da yine geleneksel kıyafet satan dükkanlarla dolu. Hiçbir şey almayacak olsanız da mutlaka bu pazara gelip yerli halkı gözlemleyin.

Öğle saatinde Pazar yerine yakın, bir esnaf lokantasına daldım. Menüsü köfte ağırlıklı bir yerdi ve ben de köfte ayran istedim. 1,45 Euro ödedim ve öğle yemeğim oldukça ucuza mal olmuştu. Aman aman çok lezzetli bir köfte değildi ama idare edecektim artık. Yemekten sonra Pazarın aşağısında bulunan küçük dükkanların olduğu bir bölgeyi gezdim. Çeyizciler, bakırcılar, kuyumcular, gelinlik ve nişan kıyafetleri ne ararsanız vardı. Yemek sonrası keyif kahvesini Papilloni Kafede içtim. Türk kahvesi güzeldi ve 0,50 Euro fiyatıyla da oldukça uygundu.

Priştine’de gezemediğim yerlerden de kısaca bahsederek bu geziye nokta koyayım. Daha çok zamanım olsaydı Priştine’nin yakın çevresini de dolaşmak isterdim. Bunlar arasında önceliğim Gracanica Manastırı, Marble Cavei Ulpiana Arkeolojik Sit Alanı, Sultan 1. Murat Türbesi olurdu.

Son Söz

Avrupa’nın en genç ülkesi, Balkanlar’ın kalbindeki Kosova, ziyaretçilerini dağ kasabaları, yürüyüş fırsatları ve Orta Çağ sanatıyla inşa edilmiş 13. yüzyıl Sırp manastırlarıyla ödüllendiren, güler yüzlü insanlarıyla, sakinliğiyle, mimari eklektikliğiyle, eğlencesiyle şaşırtan bir ülke.

Son yıllarda turistlerin ilgisini çeken bölgeye Türkiye’den de ekonomik uçak biletleriyle vizesiz uçup, ucuza alışveriş yapabilir, gezebilir, yiyip içebilir, yakınlarındaki diğer Balkan şehirlerini keşfedebilir ve yakın tarihe kısa bir yolculuk yapabilirsiniz.

Benim için Priştine sadece bir gün ayırdığım bir şehir oldu. Bence yetti, bu dolaşması kolay eklektik şehre. Ancak bundan sonraki gezi durağım bir başka Kosova şehri olan Prizren’e adeta bayıldım. Kosova’da sadece bir şehir gezme programı yapanlar için öncelikli Prizren’i görmelerini öneririm. Zamanı ve bütçesi yeterli olanlara da Priştine’ye gitmenizi, kendi maceranızı yaşayıp kendi deneyiminizi ve görüşünüzü oluşturmanızı öneririm.

Konya Gezi Rehberi: Gez Dünyayı, Gör Konyayı

“Gez dünyayı, gör Konya’yı” denilirmiş. Doğru; çağımızda da Konya gezginler için bir cazibe merkezi. Gerçi ‘Hanya’yı Konya’yı görürsün’de demişler ama bizim görmek istediğimiz sadece Konya’nın güzellikleri. Bu günlerde Konya’nın mottosu  ‘İslam Dünyası Turizm Başkenti’ olmuş. Ama Konya’nın bunun ötesinde de vereceği şeyler var.

Tabii Konya denince akla ilk gelen Mevlana… Hoşgörü felsefesiyle İslam sınırlarını aşıp tüm dünyayı kucaklayan, sadece din adamı kimliğiyle değil felsefesiyle de gönüllere ulaşan  Mevlana, Konya’nın olmazsa olmazı. Zaten Konya’da her yerde rastlayacaksınız izlerine. Şehir lambalarından lokanta dekorasyonlarına kadar her yerde Mevlana ve Mevlevilikle ilgili şeyler karşınıza çıkacak.

İslam Dünyası için Konya önemli ama Türk Dünyası için de çok önemli bir yer. Türklerin Ön Asya’daki varlıklarının bir imparatorluğa dönüştüğü ilk merkezlerden biri Konya. Selçukluların (İznik sonrasında) başkenti. Mevlana ile birlikte Konya’ya damgasını vuran bir unsur da Anadolu Selçuklularından kalan eserler. Onun için Konya, çok rahat bir Selçuklu başkenti olarak da tanıtılabilir.

Ve tabii Anadolu’daki Türk beylikleri içinde özel yeri olan Karamanoğulları’nın da merkezi Konya. Osmanoğulları’na ciddi rakip olan, Grek harfleriyle Türkçe yazan ve Türkçe dışında başka dil konuşulmasını yasaklayan Anadolu’nun Hristiyanlığı seçmiş Türkleri olan Karamanlılar…

Konya’nın Hristiyanlar için de sunabileceği şeyler var. Günümüzde Tarsus, Yalvaç, İzmir hattında ciddi bir Haç yolu olarak sunulabilecek bölgedeki önemli merkezlerden biri Konya.

Tarih öncesi dönemler için de önemli bir yer merkez Konya çevresi. Yani bilebildiğimiz tarihin başlangıç noktalarından biri olup hala önemli bir merkez olmayı sürdüren bir şehirden bahsediyoruz.

Bir de şehir hikayeleri var tabii. Konya bu açıdan da çok zengin; Türkiye’de hakkında en çok geyik dönen şehirlerden biri de belki Konya’dır. Malum en çok içki tüketilen şehrimizin Konya olduğuna dair bir rivayet döner durur ortalıkta. Doğru değil tabii; Konya muhafazakar bir şehir, kendi yazılmamış kuralları olan ve bu kuralları uygulayan bir yer. Alkollü içki servis eden yerler neredeyse yok, bırakın alkollü lokantayı, alkollü içki satan yerler bile sınırlı. Şehrin gündelik sosyal hayatında alkole pek yer yok. Bu durumda en çok içki tüketen şehir olabilmesi için, akşam evlere çekilince herkesin deli gibi içki içmesi gerek. Bunun için de az sayıdaki tekel bayilerinin önünde uzun kuyruklar olması gerek. Yani yok öyle bir şey. Konya’daysanız bunu veri olarak almanız gerek; yani etli ekmeğinizi ayranla yiyeceksiniz. Ancak benim gördüğüm kadarıyla Konya, muhafazakarlığının içinde farklı yaşam biçimlerine de yer açan bir şehir, ne de olsa Mevlana’nın memleketi; Kısacası Şehrin kendine has bir ahengi var.

Artık gezimize başlayabiliriz. Önce şehir hakkında bazı bilgiler.

Tarihi

Hemen her yerde olduğu gibi, Konya’nın da ismi bir efsaneye dayanıyor.  Efsaneye göre, eski çağlarda şehri tehdit eden bir canavarı öldüren kahraman için bir anıt yaptırılmış, bu anıta da İkonion denmiş. Bu isim zamanla İcconium’a, oradan da türlü değişimlerle Konia’ya kadar uzanmış.

Konya tarih öncesi çağlardan beri insanlığın ilgi odağı olmuş bir yer.  İlk yerleşim neolitik çağa kadar uzanıyor. Çatalhöyük’te neolitik ve kalkolitik çağa ait yerleşim izleri bulunmakta. Konya merkeze yaklaşık 50 km mesafede olan Çatalhöyük’te MÖ 6000 li yıllardan beri yaşam olduğu anlaşılmış. Alaaddin Tepesi ve Karahöyük’te de ilk tunç çağına ait bulgulara rastlanmış.

Bölgede MÖ 1300’da civarında Hitit etkisi olduğu belirlenmiş. Daha sonra Frigler ve Kimmerler bölgeye hakim olmuş. MÖ 7 yüzyılda Lidyalıların, MÖ 6 yüzyılda Perslerin egemenliğinden sonra Büyük İskender’in Pers İmparatorluğu’nu yıkmasından sonra MÖ 334 yılında Makedonya Krallığına bağlanmış. MÖ 1.yüzyıl ve sonrasında Pontus ve Roma İmparatorluğu arasında sürekli el değiştiren Konya, MS 7. yüzyıl başlarında Sasaniler ve Arapların etkisine girmiş.

Daha sonra ise 1071 yılı itibariyle Anadolu’ya akınlar düzenleyen Türklerin ilerlemesi sonucu,  Alparslan’ın komutanlarından Kutalmışoğlu Süleyman Şah Konya ve yöresini fethetmiş. Böylece Anadolu Selçuklu Devleti’nin topraklarına katılan Konya, başkent İznik’in I.Haçlı Ordusu tarafından alınmasından sonra yeni Selçuklu başkenti olmuş. Bu dönemde Konya sadece siyasi bir başkent değil, Bahaeddin Veled, Mevlana Celaleddin, Kadı Burhaneddin, Kadı Sıraceddin, Sadreddin Konevi, Şahabeddin Sühreverdi, Muhyiddin Arabi gibi alimler, düşünürler, mutasavvıfların toplandığı kültürel başkent de olmuş.

1097 yılından 1308 yılına kadar Anadolu Selçuklu Devleti’nin egemenliğinde kalan Konya, Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından sonra Karamanoğulları Beyliği’nin hakimiyetine girmiş. 1465 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından ortadan kaldırılan Karaman Beyliği’nden sonra Konya, Osmanlı toprağı olmuş. Fatih Sultan Mehmet, 1470 yılında dördüncü eyalet olarak Karaman Eyaletini kurmuş, başkenti de Konya yapmış. Tanzimat döneminde bu eyaletin ismi Konya Eyaleti olarak değiştirilmiş. O tarihlerde Konya,  dünyanın 69. büyük şehriymiş.

İstiklal Savaşı sırasında Batı Cephesi Akşehir’de kurulmuş. Mondros Ateşkes Anlaşması’yla Konya İtalyanlar tarafından işgal edilse de 20 Mart 1920 tarihinde işgalden kurtulmuş.

Konya, Cumhuriyet döneminde Türkiye’nin tahıl ambarlığından sanayi merkezi olmaya doğru ivme kazanmış, üniversitelerle canlanmış, geçmişten gelen kültürünü çağımıza yansıtacak projelerle turizm cazibesi artıran, geleneksel ile moderniteyi içine barındırıp, sürekli büyüyen önemli bir şehir olmuştur.

Genel Bilgiler

Konya Türkiye’nin en büyük yüzölçümlü ili. Karaman’ın il olup Konya’dan ayrılmasından sonra bile  40.838 km2 lik yüzölçümüyle, Avrupa’da bazı ülkelerden daha büyük alana sahip.  Anadolu’nun neredeyse ortasından başlayıp güneybatıya doğru uzanan ilin nüfusu ise 2.161.300 kişi. 31 ilçeye sahip Şehrin en kalabalık ilçesi, merkez ilçe konumundaki Selçuklu. Meram ve Karatay, diğer merkez ilçeleri.

Akdeniz’den 250 km uzaklıkta olmasına rağmen deniz seviyesinden yüksekliği ortalama 1016 metreye ulaşmaktaymış. Topraklarının % 38i ovalardan, %35i dağlardan, %27 si platolardan oluşan Konya’nın en büyük ovaları Konya ve Ereğli ovalarıymış. Platoları ise, Cihanbeyli, Obruk ve Taşeli platoları. Konya’nın önemli bir nehri yok ancak bir çok doğal ve baraj gölüne sahip. Tuzgölü’nün yanı sıra, Konya’nın doğal gölleri, Beyşehir, Akşehir, Suğla,  Akgöl, Küçük (Kulu Gölü), Acıgöl, Hotamış Gölü, Küçükhasan Gölü, Ilgın (Çavuşçu) Gölü, Terzihan Gölü, Köpek Gölü ve Devecipınar Gölü. Obruk Gölleri Obruk Yaylası üzerinde. Ayrıca Altınapa, Apa, Sille, Ayrancı, May baraj gölleri bulunmakta. Konya’nın güney doğusu dağlık, Orta Toroslardaki Aydos Dağı 3430 metre ile Konya’nın en yüksek noktasıymış.

Yer altı kaynakları açısından da, özellikle demir, bakır, çinko, krom, linyit açısından zengin olan Konya’da muhtelif maden ocakları bulunmakta. Ayrıca Konya merkez ve bir çok ilçede organize sanayi bölgeleri mevcut.

Gezilecek Yerler

Bu bilgilerden sonra gezmeye başlayabiliriz. Gezilecek yerleri belli gruplara ayırdım Kalkış noktamız ise Alaaddin Tepesi… Şehrin tam ortası olarak kabul edebileceğimiz yer, çoğu toplu taşım aracının da başlangıç noktası. Alaaddin Tepesi’nin çay bahçeleri, parklar, havuzlarla süslü Mevlana Cami’sine bakan taraf bizim kalkış noktamız. Tabii ilk istikametimiz Mevlana Türbe Camisi ve adı Mevlana ile anılan Şems Tebriz-i Camisi.

Mevlana Cami ve Türbesi – Şems-i Tebriz-Cami

Sırtınızı Alaaddin Tepesi’ne verdiğinizde biraz ileride Mevlana Türbesi’nin turkuaz çinilerle döşeli Türbesi sanki kulağınıza fısıldayacak; ‘Gel, umutsuzluk dergahı değil, bizim dergahımız’… Hiçbir araca ihtiyacınız yok, Mevlana Caddesi’nde 15 dakikalık yürüyüşle orada olacaksınız. Zaten Konya’da görmek isteyeceğiniz çoğu yer, Alaaddin Tepesi çevresi ve Mevlana Caddesi  üzerinde. Bu yürüyüş rotası üzerinde  sağ kaldırımda, Mevlana ve Şems Tebriz-i nin ilk karşılaştıkları yerde, o kavuşmanın anısına camekan içinde sekiz kulplu bir şamdan konmuş. Yine de yürümem diyorsanız Alaeddin Tepesi’nden geçen mavi renkli Adalet hatlı tramvay sizi Mevlana’ya götürecektir.

Yol boyunca size biraz Mevlana’dan bahsedeyim… Asıl adı Muhammed Celaleddin olan ve ‘Efendimiz’ anlamındaki lakabını Konya’da genç yaşında din dersleri okuturken kazanan Mevlana, 1207 yılında bugün ki Afganistan’ın Belh şehrinde doğmuş. Mevlana’nın annesi Belh emirinin kızı Mümine Hatun, babaannesi Harzemşah prensesi Melike-i Cihan Emetullah Sultan’mış. Babası ise Alimlerin Sultanı olarak ün yapan Muhammed Bahaeddin Veled. Hazreti Muhammed soyuyla bağlantısı olduğu belirtilen Bahaeddin Veled, bazı kaynaklara göre tasavvuf ilmiyle uğraşmasını çekemeyenlerin baskısı, bazı kaynaklara göre Moğol istilasından kaçmak için Belh’i terketmiş, Hac’a gitmiş, sonra da yanında oğlu Mevlana’yla muhtelif yerlerde konakladıktan sonra Konya’ya yerleşmiş. Babası Mevlana’nın ilk mürşidi, O’na Allah yolunu öğretip tasavvuf usulünce hakikatleri ve sırları gösteren yol göstericisiymiş. Mevlana babasının isteğiyle 18 yaşındayken ilk eşi Gevher Banu ile evlenmiş. Babasının ölümünden sonra Mevlana babasının makamına geçmiş.

Konya

Mevlana yedi yıl süren Halep ve Şam gezilerinden sonra 3 kez en az 20 günlük çile çıkarmış. Bundan sonra Mevlana’nın tamamen kemale erdiği kabul edilmiş. Bu arada Mevlana ilk eşinin ölmesinden sonra Kerra Hatun ile evlenir. O dönemde Mevlana 38 yaşındayken 60 yaşındaki Şems Tebrizi ile karşılaşmış ve bu, Mevlana’nın Hakk yolculuğunda bir dönüm noktası olmuş. Denilir ki, Mevlana Şems Tebrizi’nin gönül aynasında kendini görür ve kendi güzelliğine aşık olur; Mevlana gönlündeki Allah aşkını Şems Tebrizi’de yaşar. Bu arada Mevlana felsefesinin ritüelleri ortaya çıkar. Hatta rivayete göre, bir gün Mevlana’yı kendi etrafında dönerek sema yaparken gören bir esnaf, tüm çalışanlarını aynı şekilde kendi etraflarında döndürür, Mevlana’nı sema ritüelinin doğuşu böylece oluşur. Ancak bu arada Konya’da Mevlana’nın Şems Tebrizi’den sonra değişen halinden memnun olmayanlar ve bundan Şems Tebrizi’yi sorumlu görenler de vardır. Sonuçta  Şems Tebrizi Konya’dan ayrılır ama Mevlana bundan sonra dünyayla tüm ilişkisini kesince Mevlana’nın büyük oğlu gider, Şems Tebrizi’yi bulur ve Konya’ya geri dönmesine ikna eder.

Mevlana Camii ve Türbesi, her gün açık. 15 Nisan-Eylül sonu arası 09.00- 18.30 arası, Ekim-14 Nisan arası 09.00-16.40 arası ne zaman isterseniz Mevlana’nın çağrısına icabet edebilirsiniz. Giriş ücretsiz. Müze olarak kullanılan mekan, Selçuklu döneminde gül bahçesi iken, bahçe Sultan Alaeddin Keykubat tarafından Mevlana’nın babası Sultanü-l Bahaeddin Ulema Veled’e hediye edilmiş. Kendisi 12 Ocak 1231 tarihinde ölünce de buraya defnedilmiş, ancak Mevlana, gök kubbeden daha iyi bir türbe mi olur diye babasını mezarının üzerine türbe yaptırmamış. Daha sonra burası Mevlana’nın dergahı olmuş. Mevlana öldüğünde ise, oğlu Sultan Veled Mevlana’nın mezarı üzerine türbe yaptırılması yönündeki istekleri kabul etmiş. Yeşil Türbe anlamına gelen Kube-i Hadra denilen türbe dört kalın sütun üzerine Mimar Tebrzili Bedrettin’e yaptırılmış. Bu tarihten 19 yüzyıl sonuna kadar da mimari eklemeler devam etmiş. Dergah ve zaviyelerin yasaklanmasından sonra burası 1926 yılında ‘Konya Asar-ı Atika Müzesi’ olmuş, 1954 yılında ise adı Mevlana Müzesi olarak değiştirilmiş.

Müzenin alanı 18.000 m2 imiş. Müzeye ‘Dervişan Kapısı’ndan girilmekte. Avluda Ahmet Eflaki, Hürrem Paşa Türbesi, Sinan Paşa Türbesi, Hasan Paşa Türbesi ve Fatma Hatun Türbesi bulunmaktadır. Ayrıca derviş odaları da bu avluya bakmaktadır. Avlunun diğer ucunda Üçler Mezarlığına açılan Hamuşan (susmuşlar) Kapısı vardır. Matbah, semahane, mescit bölümleri ile Mevlana ve aile fertlerinin mezarlarının bulunduğu bölüm de avluya açılan diğer kısımlardır. Avluda Yavuz Sultan Selim’in yaptırdığı üzeri kapalı şadırvan ile ‘Şeb-i Arus’ havuzu ve selsebil adı verilmiş çeşme dikkate değer. Kur’an-ı Kerim’ güzel sesle ve usulüne uygun olarak okumak anlamına gelen Tilavet adındaki kısımda, önceden Kur’an-ı Kerim okumaları yer almaktaymış, şimdi ise hat sanatına ayrılmış bir kısım. Burada Mahmud Celalettin, Mustafa Rakım, Hulusi, Yesarizade gibi devrilerinin ünlü hattatlarının eserleri bulunmakta.

Türbe salonuna Sokullu Mehmet Paşa’nın oğlu Hasan Paşa’nın 1599 yılında yaptırdığı gümüş kapıdan giriliyor. Burada Mevlana’nın ünlü eserlerinden Mesnevi ve Divan-ı Kebir’ın eski nüshaları sergilenmekte. Türbe salonunda yükseltilmiş bir bölümle ayrılan bir kısımda 6 Horasan erinin sandukaları vardır. Türbe  odasının diğer tarafındaki yükseltilmiş kısımda ise Mevlana ve babası Bahaeddin Veled’in soyundan gelen, onu kadınlara ait olmak üzere 55 adet, Mevlevilikte makam sahibi olmuş kişilere ait 10 adet olmak üzere toplam 65 adet mezar bulunmakta. Yeşil kubbenin altında Mevlana ve oğlu Sultan Veled’in mezarları yer almakta.  Salonda en büyük mezar Mevlana’nın babasına ait ama en gösterişli olanı Mevlana’nın; bu bölüm çini süslemeleri ve hat eserleriyle çok etkileyici. Mevlana’nın ardından oğlunun mezarları gelmekte. Buradaki iki mezar çini kaplı. Zaten ziyaretçilerin en açık görebildiği alan da burası.

Türbe salonunda önünde kuyruklar olan bir yer de ‘Sakal-ı Şerif’… Cam bir kutunun içindeki ‘Sakal-ı Şerif’i görmek için, kutuya yerleştirilmiş büyütece gözünüzü denk getirmeniz gerekiyor. Ama kutu kenarlarındaki dört küçük hava deliği önünde insanlar kuyruktaydı, dualar okuyup o deliklerden içeri üflüyorlardı. Ben uzaktan bakabildim. 

Çerağ kapısından girilen Mescid’te çok değerli halılar ve ahşap kapı örnekleri sergilenmekte. Vitrinlerde ise değerli hat, tezhip örnekleri bulunmakta.

16 yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılan Semahane’de naat kürsüsü, müzisyenlerin oturdukları mutrib hücresi, mahlifler orijinal halleriyle korunurken duvarlarında halılar, vitrinlerde de madeni ve ahşap objeler sergilenmekte.

Avluya bakan ve III.Murat tarafından 1584 yılında yaptırılan 17 adet derviş hücresi, bugün postniş ve mesnevihan hücreleri olarak orijinal eşyalarıyla döşenmiştir, bazı hücreler de Mevlevilere ve dergaha ait çeşitli eşyalar sergilenmekte.  Burada dikkati çeken objelerden biri, Şems Tebriz-i’ye ait olduğu belirtilen bir serpuş ve  Sultan Veled’e ait olduğu belirtilen pamuklu kumaşı üzerinde fetih suresi, Kelime-i Tevhid ve tılsımlı yazılar ile güneş motifinin bulunduğu tılsımlı gömlek dikkat çekici. Bir de dervişlerin sabır tespihi…O tespih sırasında sabretmenin ne kadar zor olduğunun en büyük kanıtı bence.

Dergahın yemek ihtiyacının karşılandığı Matbah 1584 yılında III Murat tarafından yaptırılmış; burada yemek pişirme ve Mevlevilerin yemek yeme adabı ve sema talimlerine yönelik mankenli sergi bulunmakta. Ayrıca dervişlerin semazenlik eğitimine yönelikte mankenli sergi görülebilir. Bu arada hatırlayalım, Mevlana Müzesi’nin yaklaşık 1 km uzağında Mevlana Kültür Merkezi var ve her cumartesi burada sema gösterisi düzenlenmekte.

Dünyayı sarmalayan o hoşgörü felsefesinin yoğrulduğu yerden ayrılmakta zorlanıyor insan. Ama sırada Mevlana’nın ruh eşi Şems Tebriz-i’nin Cami ve Türbesi var. Mevlana’ya geldiğiniz yoldan geri dönerken sağ tarafta karşınız çıkan (İplikçi Cami’nin karşısında) alana girin, Şerafettin Cami’yi geçip ilerleyince önünüze bir park, parkın içinde de bir camii göreceksiniz. Şems Tebrizi’nin (bazılarına göre temsili) türbesi orası. Bu Caminin yapımı 13 yüzyıla tarihlenmekte. Bugünkü yapı Abdürrezzakoğlu Emir İshak Bey tarafından genişletilmiş haliymiş. Türbe mescit ile bitişik, mezarın üzerinde de bir serpuş bulunmakta. Türbe mescide, ince işçiliğe sahip ahşap bir kemerle açılmakta. Tavanda ise geometrik desenler var. Mescidin üstü Selçuklu kümbet külahı ile kaplanmış. Burası, Mevlana Camii ve Türbesine göre çok daha ufak ve sade bir yapı.

Gelelim Şems Tebriz-i’ye; 1185 yılında Tebriz’de doğan Şems Tebrizi, Melik Dad oğlu Ali isimli birinin oğluymuş. Dinin güneşi anlamına gelen Şemseddin lakabıyla anılan Tebrizi küçük yaşlardan itibaren manevi ilimlerle ilgilenmiş, Tebrizli Ebubekir Sellad’a mürtid olmuş, farklı din alemlerinden feyz almak için sürekli seyahat halinde olmuş, bu nedenle kendisine Şemseddin Perende (Uçan Şemseddin) denirmiş. Manevi bir işaret üzerine Mevlana’ya ulaşmış ve üç buçuk yıl süren birliktelikleri süresince Mevlana’da yeni ufuklar açılmasına neden olmuş ve O’nu kamil bir Hakk aşığı yapmayı başarmış.

Yukarda bahsetmiştik, Şems Tebrizi Konya’ya ve Mevlana’ya geri dönmüş, Şems Tebrizi’nin yokluğuyla sarsılan Mevlana için bu hayata dönüş gibi bir şey olmuş. Ancak Şems Tebrizi’nin dönüşüne sevinmeyen bir çok kimse de varmış, bunların arasına Mevlana’nın küçük oğlu da dahilmiş. Sonuçta Şems Tebrizi bir gün yok olmuş, bazı rivayete göre bu düşmanlığa karşı sessizce şehirden ayrılmış, bazısına göre çekemeyenler tarafından öldürülmüş ve başı kesilerek kuyuya atılmış. Yani bir ihtimal, Konya’daki türbe gerçekten Şems Tebrizi’ye ait olmayabilir. Zira, Niğde’deki kesik baş türbesi de Şems Tebrizi’ye izafe edilmekteymiş. Ayrıca Tebriz’de Geçil Mezarlığında ve aynı bölgedeki Hoy’da, Pakistan’daki Multon şehrinde de Şems Tebrizi türbe ve makamları bulunmaktaymış. Ben, orayı Şems Tebrizi’nin Türbesi niyetine ziyaret ettim.

Şems Tebrizi, Mevlana’nın önündeki perdeyi kaldıran kişi olarak gösteriliyor ve Mevlana’nın derin dünyası bugün tüm dünyaya ışık tutuyor. Yoğun maneviyatı dışında  Mevlana’nın dünyasında gündelik hayata da yer var, hele Mesnevisinde öyle öyküler var ki, insan o günün Konya’sını merak etmeden duramıyor.

Türlü rivayetler, muhtelif söylentiler olabilir ama Mevlana’nin insanların iç dünyalarına sunduğu ışık yüzyıllar ötesinden parlamakta; mühim olan bu. Bu ışık, benim kişisel öykümde de, her fırsatta beni Mevlana’ya getirecek gibi görünüyor.

Alaaddin Tepesi – Alaaddin Cami – Seyir Köşkü

Alaaddin Tepesi, Konya’nın tam merkezi demiştik. Burası Şehrin belki de en güzel parkı. Geçmişin görkemini yaşarken, bir yandan da hemen yanı başınızdaki çılgın şehir karmaşasına bulaşmadan parkın serinliğinin tadını çıkarabilirsiniz.

Buradaki en önemli yer şüphesi Alaaddin Cami… Burası Konya’da Anadolu Selçuklularından kalan en eski ve en büyük camiymiş. Caminin yapımına Selçuklu Sultanı Rükneddin Mesud I döneminde başlanılmış, Kılıçaslan II döneminde inşası sürdürülmüş, 1221 yılında Sultan Alaeddin Keykubad I tarafından da tamamlanmış. Dikdörtgen tarzda ve üstü çatılı bir yapı. İçerisinde Bizans dönemine de ait 41 adet sütun bulunmakta. Cami içinde kullanılan malzemeler arasında eski çağ kitabeleri, Grekçe parçalar, kilise yapı malzemeleri varmış. İç tavan kütüklerle desteklenmiş. Minberdeki ahşap işçiliği dikkat çekici; abanoz ağacından birbirine geçmiş parçalardan oluşmakta, 1155 yılında Ahlatlı Mengum Berti tarafından yapılmış. Mihrabın çini işçiliği de ayrıca dikkate değer. Mihrabın kubbesi de çinilerle süslenmiş.  Geniş cami içi ahşap işçiliği ve çini süslemeciliği açısından dönemin en nadide örnekleri olarak kabul ediliyormuş. Yapıya giriş doğudaki kapıdan oluyor ancak kuzey tarafında üç kapısı daha bulunmakta. Cami’de halen restorasyon devam etmekteydi. Cami avlusunda II.Kılıç Aslan ve I.İzzettin Keykavus tarafından yaptırılan iki kümbet var; ilki ongen, ikincisi sekizgen. Restorasyondan dolayı kümbetlere giriş yoktu ama önceki gelişlerimde gezmiştim. Caminin minaresi ise Osmanlı döneminde yapılmış. Cami yanında şu an restorasyondan dolayı kapalı olan Kılıçaslan veya Alaaddin Köşkü olarak bilinen seyran yapısı bulunmakta. Burası iç kale surlarının üstünde 1190’lı yıllarda II.Kılıçaslan tarafından yaptırılmış. 1960 yılında ise beton bir şemsiye ile koruma altına alınmış. Yapılan kazılarda çıkan dönemin en güzel çinilerin bir kısmı bugün Karatay Müzesi’nde görülebilir.

Tepenin kalan bölgeleri yürüyüş alanlarına, çay bahçelerine, çiçekliklere ayrılmış. Mevlana Caddesi’ne bakan tarafta ise bir şelale şeklinde havuzlar bulunmakta. Sıcak yaz günlerinde soluklanmak için gayet güzel bir yer. Ayrıca buranın önündeki durak, kullanacağımız otobüslerin ana noktası…

Şimdi Alaaddin Tepesi çevresinden çok ayrılmadan Konya’daki (Mevlana Müzesi dışındaki) müzeleri gezelim.

Müzeler

Alaaddin Tepesi çevresinde önemli iki müze var, bunlar Selçuklu döneminin medreseleri, ayrıca o dönemin en güzel yapı örneklerinden.

Karatay Medresesi – Müzesi

Alaaddin Tepesinin kuzey tarafında yer alan Müze, her gün  15 Nisan- 02 Ekim tarihlerinde  09.00-19.00 saatleri, 03 Ekim-14 Ekim tarihlerinde 09.00-17.00 saatleri arasında açık olup giriş 5,-TL. II.İzzettin Keykavus döneminde Emir Celaleddin Karatay tarafından 1251 yılında yaptırılmış Medreseye, Selçuklu tarzı taş işçiliğiyle bezeleri ana kapıdan giriliyor. Medresenin tavan kubbesi örtülü ama havalandırma aralığı bulunmakta, geçiş güneş motifleri ile süslü. Karatay Medresesi’nde hadis ve tefsir eğitimi verilmekteymiş. Medrese kapısında yapımı ile ilgili bir kitabe var. Medrese içindeki hücre kapılarında ise ayet-i kürsi, besmele yer almakta. Kubbeye geçişte ise, İsa, Musa, Davut, Muhammed peygamberlerin ve ilk dört halifenin isimleri bulunuyor.  Osmanlı döneminde de kullanılan Medrese, 19 yüzyıl sonunda terk edilmiş.

Anadolu Selçuklu döneminin çiniciliğinde önemli bir yeri olan Medrese, 1955 yılından itibaren çini müzesi olarak kullanılmakta. Medresede kullanılan çiniler turkuaz, siyah ve lacivert renkte. Karatay Medresesi’nde, Medresenin kendi çinileri yanında, II.Kılıçarslan Köşkü ve Kubad Abad Sarayı’ndan çıkarılan çiniler de yer almakta. Selçuklu dönemine ait özellikle stilize hayvan desenli çiniler ve güneş motifli kubbe görülmeye değer.

İnce Minare

Alaaddin Tepesinin batısında yer alan Medrese, Sultan II.Keykavus döneminde vezir Sahip Ata Fahreddin Ali tarafından 1264 yılında hadis ilmi öğretilmek üzere inşa edilmiş. Tek eyvanlı avlusu kapalı tarzda. Yapının ön cephesi kesme taştan olup özellikle taç kapının taç işçiliği hayranlık uyandırıcı . Kubbe çevresindeki kasnaktan ışık alıyormuş. Yapıya adını veren minaresi ise,  kaidesi kesme taş kaplama, minare ise tuğla örülü olup turkuaz çinilerle süslü. Yapı 1956 yılında taş ve ahşap işçiliği müzesinde dönüşmüşmüş. Müzede Selçuklu ve Karamanoğlu Devrine ait taş ve mermer üzerine oyma tekniği ile yazılmış inşa ve tamir kitabeleri, Konya Kalesi’ne ait yüksek kabartma rölyefler, çeşitli ahşap malzemeye oyma tekniği ile yapılmış geometrik ve bitkisel motiflerle bezenmiş kapı ve pencere kanatları, ahşap tavan göbeği örnekleri ve mermer üzerine işlenmiş mezar şahidesi ve sandukalar teşhir edilmekte. Başkenti Konya olan Selçukluların sembolü çift başlı kartal ve kanatlı melek figürlerinin en güzel örnekleri de bu Müzede görebilirsiniz. Müze  her gün 15 Nisan- 02 Ekim tarihlerinde 09.00-18.40, 03 Ekim-14 Nisan tarihlerinde  09.00-16.40 saatleri arasında açık.

Şimdi Alaaddin Tepesinden uzaklaşıp diğer müzelere gidelim…

Atatürk Müzesi

Alaaddin Tepesi’nin yanındaki Zafer Mahallesi’nde  Atatürk Caddesi üzerinde bulunan 1921 yapımı bu iki katlı bina, Vali Konağı olarak kullanılıp ziyaretleri sırasında Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e tahsis edilirmiş.  Atatürk, Konya’yı ilki 03.08.1920, son defa 20.11.1937 tarihinde olmak üzere 13 defa ziyaret etmiş. Taş ve tuğladan yapılmış bina, 1928 yılında Konyalılar tarafından Atatürk’e hediye edilmiş, 1940 yılında İl Özel İdaresi tarafından satın alınmış, 1963 yılına kadar Vali Konağı olarak kullanılmış, sonra da Müze olmuş.

Pazartesi hariç her gün 08.30-17.30 arası ziyarete açık ve ücretsiz. Atatürk’ün bu evde yazdığı günlük, kullandığı eşyalar, kahve takımından daktiloya kadar objeler, Konya’daki günlerine ait resimler ve Atatürk’ün kullandığı elbiseler görülebilir.

Arkeoloji Müzesi

Sahibata Mahallesi’nde, Atatürk Heykeli’nden başlayan Sahibata Caddesi üzerinde bulunan Arkeoloji Müzesi, 1901 yılında açılmış, İstanbul Arkeoloji Müzesi’nden sonra ikinci arkeoloji müzesiymiş, bugünkü yerine de 1961 yılında taşınmış. Müze  pazartesi hariç 15 Nisan- 02 Ekim tarihlerinde 09.00-18.40,  03 Ekim-14 Nisan tarihlerinde  09.00-16.40 saatleri arasında açık.

Arkeoloji Müzesi’nde, Prehistorik dönem, Demir Çağı, Roma dönemine ait eserler yer almakta. Benim en çok ilgimi çekenler ise mozaikler oldu. Türkiye’nin Mozaik Müzeleri yazısını hazırlarken gezdiğim bazı müzelerden çok daha fazla mozaik esere sahip. Tabii neolitik dönemden Çatalhöyük başta olmak üzere Erbaba, Süberde’den çıkan objeler de yabana atılamaz. Hele Çatalhöyük’ten gelen boyalı el izleri, çağlar öncesinden bize uzanan bir el gibi. Bunun yanında muhteşem lahitler, Frig kapları, Roma mücevherleri de ilgiyi hak ediyor. Müze bahçesinde ise, mezar döşemeleri, yazıtlar bulunmakta; özellikle Aziz Paul’ün geçtiği şehirler olan Icanium (Konya), Lystra ve Derbe yazıtları dikkate değer.

Etnoğrafya Müzesi 

Arkeoloji Müzesi’nin yanında bulunan  Etnoğrafya Müzesi, 1975 yılında hizmete açılmış. Bodrum katta halılar zemin katta ise, Konya çevresine ait el sanat ürünleri sergilenmekte. Koleksiyon kapsamında çakmaklı ve kapsüllü tabanca tüfekten hat sanatı örneklerine, mutfak eşyalarından anahtar ve kilit takımlarına, süs malzemelerinden giyim eşyalarına uzanan bir sergi bulunmakta. Müze  her gün 15 Nisan- 02 Ekim tarihlerinde 09.00-19.00,  03 Ekim-14 Nisan tarihlerinde  08.00-17.00 saatleri arasında açık ve giriş ücretsiz.

Müze-i Hümayun

Anadolu’nun ilk müzelerinden olan Müze-i Hümayun 1901 yılında tek katlı, iki odalı taş ve tuğladan yapılmış bir bina. Alaeaddin Tepesi yakınlarında Ankara Caddesi üzerindeki bina restore edilip yeniden hizmete sunulmuş ancak henüz ziyarete açık değil, bina üzerinde ‘….imam hatip okuluna kayıt ve nakilleri başlamıştır’ yazılı bir afiş bulunmakta, o nedenle  kullanım amacını anlayamadım.

İzzet Koyunoğlu Müzesi

Kerimdede Mahallesinde bulunan Müze, şehir merkezine biraz uzak, Karatay Belediyesi’nin önünden geçen dolmuşlarla gidebilirsiniz. Ayrıca Mevlana Kültür Merkezi’nden de yürüyerek gidebilirsiniz. Ahmet Rasih İzzet Koyunluoğlu’nın 1913 yılından itibaren kurmaya başladığı müze ve kütüphanesinden oluşturulmuş bir koleksiyon. Müze aslında A.R.İ. Koyunluoğlu’nun konağının etrafında şekillenmiş bir kompleks.

Zaten Müze avlusunda, bir zamanlar yaşadığı ev hala duruyor. İki katlı, cumbalı bu kagir yapı, A.R.İ.Koyunluoğlu’nun isteği üzerine Konya Evi olarak döşenmiş, öyle sergilenmekte. Avlusunda, ocak, tandır, fırın gibi unsurlar var. Ayrıca avlunun parçası olduğu bahçe de, çeşitli dönemlere ait taş ve mermer kaideler, lahitler, toprak eşyalar, büst ve heykeller yer almakta. Söz konusu ev koruma altına alınıp çevresiyle birlikte istimlak edilerek İzzet Koyunluoğlu Kütüphane ve Müzesi 1984 yılında hizmete girmiş.

Müzede neler yok ki; mamut kemiğinden volkan bombalarına, hat eserlerinden eski paralara, Türkiye’nin ilk fotoğrafçısından Roma dönemi heykelciklerine kadar türlü bölümlerden oluşuyor. Kütüphanede, eski el yazması kitapları yanında kâğıt, hat, minyatür, tezhip, tezyinat, cilt ve ciltbend  sanatlarının seçkin örneklerini de görebilirsiniz. Müze bölümünde Tabiat Tarihi, Anadolu Medeniyetleri, Etnoğrafya, Arşiv ve Hat Salonları bulunmakta.

Müzede Foto Hasan Behçet’e ayrılan bölüm özellikle ilginç; Türkiye’nin ilk fotoğrafçısıymış, 1900’lerin ilk yıllarından kalan siyah beyaz resimler hem o dönem hakkında fikir veriyor, hem de bir an için o insanlarla sanki bir temas kurmuş oluyorsunuz. Müzenin Hat Salonunu da kaçırmayın, çok etkileyici ve zarif.

Parklar

Konya çok yeşil bir şehir. Türkiye’nin yeşil unvanlı diğer şehirlerine rakip olabilecek kadar parklar, bahçeler, yeşillikler ile süslü şehir. Bir çok park var şehirde ama bunların içinde Alaaddin Tepesi’nin ayrı bir yeri var, yHem Selçuklu döneminin nadide eserlerini barındırması, hem şehrin merkezinde olması, hem de bakımlı, çiçeklendirilmiş bir yer olması nedeniyle ilk tercih olabilecek yerlerden. Ama başka parklar da var.

Kültür Parkı 

Kültür Parkı da, Alaaddin Tepesi gibi şehrin tam merkezinde ve ana ulaşım duraklarına yakın bir yer, hatta Alaaddin Tepesi’nin devamı olarak bile görülebilir. 2000’li yıllardan beri Konya’ya gidip geldiğim için burasının yapılış aşamasına tanık oldum. Şimdi özellikle yaz geceleri Konya’nın, kaçış noktası, soluk alacağı bir yer olmuş. Alaeddin Tepesinden Hacı Veyiszade Camii’ye kadar uzanan alanı kapsayan alanda göletler, gül bahçeleri, kafeler, lokantalar, hatta Selçuklu kümbeti bile var. Parkın diğer tarafı Alaaddin Tepesi, öbür tarafı da Şehir Meydanı. Şehir Meydanı’nda bir Selçuklu miğferi heykeli var, ama biraz Yıldız Savaşları’ndaki Darth Vader’in miğferi gibi olmuş; çehresiz olması mı, çehre yerine başka sembolize unsurlar konmasından mı, bilemedim.

Kyoto Japon Bahçesi

Burası şehir merkezine biraz uzak. Kosova Mahallesinde Veysel Karani Sokak üzerinde. Alaaddin Tepesinden kalkan yeşil (H3) tramvayı ile gidebilirsiniz. Kendi isminde durağı var. Japon mimarisinin hakim olduğu 30 000 m2 alana yayılan park, türlü yeşillikler ve çiçeklerle bezeli. Kardeş şehir olduğu Kyoto Belediyesi’ne danışılarak Japon kültürü ve  mimari tarzına uygun olarak düzenlenen ve 2010 yılında açılan Parkın içinde köprülerle geçişi sağlanan birbirine bağlı iki gölet ve bir havuz, seyir terasları, kamelyalar, bir de lokanta var; hepsi Japon mimari tarzında. Parka girince gerçekten Japon havasını solumuş olursunuz ama ortam tamamen Anadolu; sanmayın ki suşiler sarılıyor, tavalarda tempuralar kızartılıyor. Hayır, her kamelyada leğen leğen kısırlar, mercimek köfteleri, semaverler; çayırlara uzanan insanlar Japon Bahçesi’nin keyfini çıkarıyorlar. Lokantada öyle; etli ekmek, tandır baş yemek… Araya noodle sıkıştırmışlar ama o da siparişten 45 dakika sonra bile gelmemişti. Teknik bir sorun oluşmuş; sanırsın termik santral işletiyorlar, tek müşteri benim, onlarca garson ama ortada servis yok. O kadar zaman sonra yemeği göremeden kalktım. Yani bahçe Japon ama içerik nereli, onu bilemem…

Meram Bağları 

Konya deyince akla gelen bir diğer yer de Meram bağları… Tabii, artık burayı  Meram bağları değil Meram lokantaları olarak anmak gerek. Buraya Alaaddin Tepesi’nden kalkan 2,4 numaralı otobüslerle gidebilirsiniz. Aslında her iki otobüste aynı yerden geçiyorlar, birinin gidiş yolu diğerinin geliş yolu oluyor.4 numaralı otobüsün geçtiği yolda, orta sınıftan üst orta sınıfa uzanan yerleşim yerleri, villalar, ara sıra da konsept restorantlar var. 2 numaralı otobüs ise şık kafelerin,  gösterişli lokantaların, butik mağazaların olduğu yer, yani şehrin daha ciks bölgesi…Ama gelinen yer aynı; Meram çayının genişlediği piknik ve gezinti alanı…Konya’ya yaklaşık 6 km mesafede olan Meram, eski Konya’nın yazlık alanı gibiymiş, yazın Konyalılar buradaki konaklarına göç ederlermiş. Şimdi ise akşam eğlencesi için bile gelinebilecek bir yer. Ama dönüşümü Meramdaki hamamdan anlayın, Karamanoğlu Beyliği’nden kalan 1424 yılına ait hamam bile lokanta olmuş.

Konya

Eh tabii, eşeğin aklına karpuz kabuğu düştü…Meram denince akla gelen bir şey de Konya’nın oturak alemleri. Konu, Sabahattin Ali’nin Gramofon Avrat isimli kitabında ve bu kitap esas alınarak Yusuf Kurçenli’nin 1987 yılı yapımı filminde işlenmiş. Türkan Şoray’ın Hakan Balamir ile baş rollerini paylaştığı film, 1930 yılların Konya’sını ve oturak alemlerini dansçı Cemile üzerinden anlatır. 

Tropikal Kelebek Bahçesi

Burası Konya’nın biraz uzağında, Sille Parsana Mahallesi’nde…Kültürpark’ın önündeki duraktan kalkan 47 numaralı otobüsle yarım saatte ulaşabilirsiniz. Pazartesi hariç her gün 9.30-18.30 saatleri arasında gezilebilir. Ben buraya gittim ama benim küt bakış açımla anlatsam hiç bir şeye benzemeyecek. Siz en iyisi burayı arkadaşım Neriman Yaşar’in kaleminden okuyun; büyüleneceksiniz…Yazı linkte.

Konya Kelebek Vadisi

Mengüç Caddesi

Açık havada dolaşabileceğiniz, kahve-nargile içebileceğiniz, yemek yiyebileceğiniz, eski Konya havasını soluklayabileceğiniz bir sokak. Mevlana Müzesi’nin yanındaki Üçler Mezarlığı’nın arkasında bir sokak.  2010 yılında Belediye tarafından 500 yıl öncesinin Konyası’nı yeniden yaşatmak amacıyla projelendirilmiş.  Restore edilmiş eski Konya evleri, şimdi lokanta ya da kafe olarak hizmet veriyor. Keyifli bir yer, özellikle yaz akşamlarında…

Konya çok yeşil bir yer, bir çok bahçesi var. Artık sıra camilerde, medreselerde, türbelerde, kümbetlerde…

Camiler, Türbeler, Kümbetler, Medreseler, Hamamlar

Meraklısına 

Bu bölümü ‘Meraklısına’ adı altında yazıyorum çünkü bir gezi için biraz fazla cami, türbe, hamam, medrese gezdim. Bunların bir kısmı atlanabilecek yerler. Zaten Konya’daki en çarpıcı cami ve türbeleri yazının önceki bölümlerinde anlatmıştım. Ama yine de bunlar dışında kalıp hararetle görmenizi tavsiye edeceğim yerler var. Ben gezdiğim yerleri anlatayım ama özellikle beğendiklerimi ayrıca belirteyim. Bir de ben özellikle Selçuklu ve biraz da Osmanlı mirası yerleri gezime esas aldım. Yani 1900’ler sonrası pek yok bu yazıda. Yoksa mesela camilerden bahsedeceksek, Konya’nın siluetine damgasını vuran Hacı Veyiszade  Camii’den bahsetmek gerekirdi. Gittim, gezdim tabii ama yeni bir Camii burası, 1996 yılında ibadete açılmış. Ama yazının konsepti dışında kaldığı için  yeni yapılara  ‘bizimle değilsin’ diyorum.

Sahib Ata Cami ve Külliyesi

Selçuklu Veziri Hacı Ebubekirzade Hüseyinoğlu Sahib Ata Fahreddin Ali tarafından 1258 yılında Gıyaseddin Keyhüsrev sultanlığı döneminde yaptırılan külliye, cami, hamam, türbe, hanigah, çeşme ve dükkanlardan oluşmakta. Larende Caddesi üzerinde olup Etnoğrafya ve Arkeoloji Müzesi ile yan yana. Cami, eski Konya surunun Larende kapısında olduğu için Larende Cami olarak da tanınıyormuş. 1871 yılında yıldırım düşmesi sonucu hasar gören cami aynı yıl tekrar yapılmış. Ayrıca Cami, 1702, 1825, 1848 yıllarında onarılmış. Taç kapıda mimarların ismi geçiyor; Amele Körük ve Bin Abdullah olarak iki kayıt var, bu Ortodoks iken Müslüman olan ve Sahip Ata’nın bir çok eserinde imzası bulunan bir mimarmış.

Caminin minaresi, Külliyenin ana giriş kapısında yer almakta, ayrıca çeşme de burada. Minare üstündeki kırmızı, turkuaz renkli çinilerle yapılan geometrik süslemeler göz alıcı. Tuğla çıkma minare üzerindeki bu çini döşemeleriyle Konya içindeki diğer camilerden ayrılıyor. Külliyenin kapısı da Selçuklu kapılarının güzel bir örneği. Turkuaz çinilerle örgü ve geometrik desen süslemeleri, kapının sivrileşen ana girişinin yanında göz alıcı bir şekilde yükselmekte.

Külliyenin Hanigahı ise, yapının doğusundaki Selçuklu taç kapısından girilmekte. Hanigah (Hankah), Farsça eşik anlamına gelmekteymiş ve genellikle büyük bir şeyhin türbesinin etrafında şekillenen tarikat yapıları, dergahlarmış. Hanigah mimarı belli değilse de 13 yüzyıla ait Selçuklu tekke ve hankahlarının bilinen  en büyüğüymüş. Hanigah bugün ise Sahib Ata Vakıf Müzesi olarak açık, giriş ücretsiz. Hanigahın girişi Selçuklu mimari özelliklerini taşıyan görkemli bir kapı. İçi dört ana bölüme ayrılmış tuğla ve çini örgülü. Aradan geçen yolun karşısında ise hamamı bulunmakta. Tarihi dokusunu bilemem ama hamamda kese ve masaj muhteşem. (Bu arada diğer bir tarihi hamam seçeneği de Şerafettin Camisi’nin arkasındaki Mahkeme Hamamı; tarihi kısmını pek anlamadım).

İplikçi Cami 

Mevlana Caddesi üzerindeki Cami, 1201 yılında Şemsettin Altınoba tarafından yaptırılmış, Somuncu Ebubekir tarafından genişletilmiş. 1951-1960 yılları arasında Klasik Eserler Müzesi olan yapı, 1960’da tekrar ibadete açılmış. Dikdörtgen tuğla örgülü Cami, tek minareli ve bence çok sade ama bir o kadar da etkileyici. Hakkında dillendirilen efsanelere kulak asmayın, sadece İplikçiler çarşısında bulunduğu için bu ismi taşıyormuş.

Caminin bulunduğu yerde önceden Altunaba Medresesi bulunmaktaymış, bu Medresenin vakfının mütevellisinin isminin İplikçi Necibüddin Ayaz olması da bu ismin nedeni olarak görülüyor. (Efsaneye göre, bu Camiyi yaptıran çok zengin kişi, cami yapımında kimseden yardım alınmasın da sevabı tamamen benim olsun diyormuş; mahallenin takıntılı kadınlarından biri de  ben de katkıda bulunayım, sevaba dahil olmak istiyorum, diyormuş ama teklifi sürekli reddediliyormuş, iplikçi olan bu kadın bakmış ki sözünü dinleyen yok, bir gece ipliklerini kırpıp kırpıp harca katmış ve cami bu şekilde tamamlanmış. Camii bitince bir gece bir derviş cami banisinin rüyasına girip bu caminin sevabı sana değil, iplikçi kadına yazıldı çünkü ipliklerini harca kattı, demiş. Şimdi nedir bu; E be kadın, git sen de başka bir cami yaptır, ne karışırsın adamcağızın işine, dur bu namazın bir kısmını da ben kılayım sevabı paylaşalım diyor musun, paran yoksa bütçene göre bir iş yap, olmadı ipliklerini çeyiz hazırlayan gariban kızlara ver, o da sevap… Ya o derviş; neden her şey bittikten sonra ortaya çıkıyorsun, oh işte, sevap senin olmadı diyorsun, baştan uyarsana. Adamcağız bir cami yaptırmaya kalkmış, her iki dünyadan da yapmadıklarını bırakmamışlar. Sevmedim ben bu efsaneyi.)

Şeyh Sadreddin Konevi Cami ve Türbesi

Sadreddin Konevi 13. Yüzyılda Konya’da yaşamış büyük ilim, fikir ve tasaavuf üstadı olup zamanında Konya’nın en büyük alimi ve şeyhi imiş. Aslında 1208 yılında Malatya’da doğmuş. Zenginliğinin yanında bilgin, edip olan ve Konya’nın velilerinden olduğuna inanılan Hace-i Cihan’ın oğlu Ali Han’ı iyileştirmesinden sonra Konya Meram Çeşmekapı Konağ’ında müderrisliğe başlamış. Ölümünden sonra 1274 yılında burası cami ve türbe olarak düzenlenmiş.

Ekberiye geleneğinin kurucusu ve  temsilcisi olan ve Şeyhi Kebir olarak da anılan Şeyh Sadreddin Konevi’nin zamanı Anadolu’nun Moğol istilasına uğradığı ve siyasetin karışık olduğu dönemler. Vasiyeti meşhurmuş; Sadreddin Konevi vasiyetinde Selçuklu devletinin yıkılışına kadar varacak olan karışıklıkları ‘Yakında burada bir takım fitneler zuhur edecek’ şeklinde haber vermiş.

Meram’ın Şeyh Sadreddin Mahallesinde olan camii ve türbe bir bahçe içinde yer almakta. Türbe Selçuklu kümbetlerini andıran bir kafes içinde olup açık türbe şeklinde.

Mahmudiye Medresesi 

Kültür Parkın arkasına düşen yapı Ali Gav Zaviyesi olarak da biliniyor. Kitabesi olmadığından kim tarafından, ne zaman yaptırıldığı bilinemese de, yapı tekniğinden 12-13 yüzyılda yapılmış bir Selçuklu eseri olduğu düşünülüyormuş. Dikdörtgen planlı, tek katlı, taş örülü ve kapalı tür medreselerdenmiş. Ali Gav’ın Selçukluların Konya’yı  kuşatması sırasında bir türlü alınamayan kaleye öküz postuna bürünüp sığırlarla birlikte kale içine sızıp, akşam kale kapısını açan Ali isimli bir asker olduğuna inanılıyor (Farsçada gav, öküz demekmiş). Sultan II Mahmud döneminde aslına uygun olarak restore edilip Mahmudiye adını almış. Sultan Ali Gav’ın  türbesi yapı içinde yer almaktayken, bina dışında da bir Bektaşi şeyhi olan Ali Kemter Baba’nn türbesi bulunmakta. Avlusunda su sistemi olan Medrese 2013 yılında da restorasyon geçirmiş. Halen Konya Meslek Edindirme Kurslarına ev sahipliği yapmakta.

Şerafettin Cami

Mevlana Caddesi’nde Hükümet Konağı ile Şems Tebrizi Cami arasında kalıyor. İplikçi Cami’nin karşısı. 12 yüzyılda Şeyh Şerafettin tarafından yapılmış, 1636 yılında tamamen yıkılarak Çavuş oğlu Mehmet Bey tarafından yeniden inşa edilmiş. Böylece Osmanlı mimarisinin tüm özelliklerini taşıyan bir camiye dönüşmüş. Tek minaresi sonradan eklenmiş. Cami gövdesi kesme taşlarla örülü olup üstünde büyük bir kubbesi var, güney tarafında yarım bir kubbesi bulunmakta. Kenarlar altı sütun üstündeki yedi küçük kubbe ile örtülmüş. Cami içinde yazı ve nakış süslemeleri dikkate değer. Caminin caddeye bakan kısmında Şeyh Şerafettin’in türbesi bulunmakta; Selçuklu kümbeti şeklinde olan Türbe ile Osmanlı tarzındaki Caminin yan yana uyumu görülmeye değer.

Kapu Cami

Bedesten çevresinde Sarraflar Caddesi’ndeki Cami, Konya’da Osmanlı döneminden kalan en büyük camiymiş. Eski Konya Kalesi’nin kapılarından birinin yanında yapıldığı için bu isimle anılıyormuş. Düzgün kesme taşlarla yapılan  Cami, Mevlana’nın torunlarından Şeyh Hüseyin Çelebi 1658 yılında yaptırmış. Daha sonra yıkılan Cami, 1811 yılında Konya Müftüsü Esenlerlizade Seyyid Abdurrahman Efendi tarafından yeniden yaptırılmış. Cami 1867 yılında yanmış ve 1868 yılında yeniden yaptırılmış. Cami bünyesi ve çevresinde muhtelif dükkanlar bulunmakta. Mihrabındaki çiniler göz alıcı.

Aziziye Cami

Aziziye Mahallesinde Bedestenin tam ortasında bulunan Cami, Konya’daki önemli Osmanlı camilerinden. Aynı yerde 1671-1676 yılları arasında IV.Mehmet’in kızlarından Hatice Sultan’ın eşi Damat Mustafa Paşa tarafından yaptırılan Yüksek Cami yanınca yerine Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevniyel Sultan tarafından yeniden yaptırılmış. Cami kesme taştan, altı mermer sütunlu, iki yan duvarında beş girişi olan ve yivli minareleri ile dikkati çeken Osmanlı tarzı barok-rokoko tarzında bir yapı. Minare ve değişik şerefeleriyle bu tarzın en ilginç örneklerinden birini oluşturmakta.

Selimiye Cami 

Mevlana Müzesi’nin batısındaki Cami, 1558 yılında II. Beyazıt Konya’da şehzadeyken yapımına başlanmış 1567 yılında tamamlanmış. Cami, klasik Osmanlı mimarisinin Konya’daki en önemli temsilcisi. Gerçekten İstanbul’daki heybetli selatin camilerinden hiç farkı yok. Kuzey tarafındaki altı sütuna yapılmış yedi kubbesi dikkat çekici. Tek şerefeli iki minaresi var. Ahşap kapıların sağındakinde, ‘Mescit i Mümin suda balık gibidir’ , solundakinde ise ‘Münafık kafeste bunalan kuş gibidir’ ibareleri bulunmakta.

Tahir Paşa Cami

Alaaddin Tepesi’nin yakınında Abdülaziz Mahallesindeki bu Cami, Osmanlıların kuruluşu sırasında önemli bir rol oynayan Dursun Fakih’in oğlu tarafından yaptırılmış ancak 1885 yılında Tahir Paşa tarafından tadilattan geçirtildiği için onun ismiyle anılmaya başlamış. Cami minaresi daha sonra yapılmış. İlginci cami sütunlarından birinde Yunanca yazılar olması. Ayrıca sütunlardaki yaprak kabartmalarının da Bizans stili güvercin kabartmalarından bozularak yapıldığı belirtiliyor.  Osmanlının ilk hutbesinin 1389 yılında bu Camide okunduğu belirtiliyor. Bir rivayet de Fatih Sultan Mehmet’in burada Cuma namazı kıldığı yönünde. Bir özelliği de bahçesinde açık kütüphanesinin olması.

Sahip Ata Cami (Bu Cami, Arkeoloji Müzesinin yanında)  haricinde buraya kadar anlattıklarım Alaaddin Tepesi çevresinde ya da Mevlana Müzesine giden yol üzerinde olan camilerdi. Yani kısa bir Konya gezisinde, her durumda gözünüze çarpacak, merakınızı uyandıracak yapılardı. Bunları gördüğünüzde Konya’daki camiler, medreseler hakkında oldukça bilginiz olmuş olacak. Şimdi biraz şehrin derinliklerine dalacağız ya da ufak, daha göze çarpmayan yapılara uğrayacağız. Eğer zamanınız varsa buraları da ziyaret edebilirsiniz.

Piri Mehmet Paşa Cami ve Zaviyesi

Mengüç Sokağı çevresinde olan bu Cami Yavuz Sultan Selim’in son, Kanuni Süleyman’ın ilk sadrazamı olan Piri Mehmet Paşa tarafından 1523 yılında yaptırılmış. Burası, Konya’daki en eski Osmanlı eserlerinden. Tek kubbeli caminin son cemaat yeri üç minik kubbeyle örtülü. Taş ve tuğladan oluşan binanın minaresi de aynı malzemeden. Caminin hemen yanında Siyavuş Paşa Türbesi bulunmakta. Siyavuş Paşa’nın kimliği açık değilmiş; II Keykavus’un oğlu olduğuna dair inanışlar var. Kümbet şeklindeki türbe cami ile bitişik. Camiye bağlı 12 odalı medrese ise bugün baharatçıların, antikacıların mekanı durumunda.

Fakıh Baba Cami ve Türbesi

Şeker Fabrikasının güneyinde yer alan 13 yüzyıl Selçuklu yapısı olan Fakih Baba Külliyesi, Meram’a giden 4 numaralı otobüs yolunun üzerinde. Dönemin mutasavvıflarından Hoca Fakih Baba 1221 yılında öldüğünde buraya gömülmüş.  Avlu duvarında yan yana çeşme, sarnıç ve sebil bulunmakta. Cami kısmı çatılı bir yapı olup içinden türbe kısmına geçilmekte. Türbenin üstü ise kubbeli.  Caminin Osmanlı döneminde ait olduğu düşünülmekte ve minaresiz. Avlusunda mezarlar bulunan Külliyenin yanında ise 1248 yılına tarihlenen Celaleddin Karatay’ın kardeşi  Kemaleddin Rumtaş tarafından yaptırılan Karatay Mescidi denilen kubbeli bir yapı bulunmakta. Araştırmalar bu bölgenin o dönemler, şimdi Şeker Fabrikasının sınırları içinde kalan Şekerfuruş türbesini de içine alacak şekilde cami, dergah, ev, medreseden oluşan geniş bir külliye olduğunu gösteriyormuş.

Horozlu Han

Horozlu Han, Selçuklu dönemine ait bir kervan saray. Burası Konya’ya 7 km mesafede, eski kervan yolu üzerinde Konya’ya en yakın kervansaraymış. Gitmek isterseniz Alaaddin Tepesinden 44 numaralı otobüse binip Yeni Ayakkabıcılar Sitesinde iniyor, oradan da karşıya geçiyorsunuz. Mermer kitabesi yazısızmış ancak buranın 1246-1249 yılları arasında yaptırıldığı düşünülmekte; banisi de II.Keykavus’un atabeyi Emir Esedüddin Rüzbe…Zaten Kervansaray’ın ismi de Rüzbe’nin zaman içinde dönüşmüş haliymiş. Kemerli geçişlerle ayrılmış bölümlerden oluşan Kervansaray’ın sade taş işçiliğinin hakim olduğu taç kapısının  bazı yerleri, eksik bırakılmış gibiymiş. Bu durum yazısız kitabe ile birleştirilince buranın Rüzbe’nin öldürüldüğü tarihe yakın bir zamanda yapıldığına işaretmiş. Burası şehir merkezi civarında Selçuklulardan kalan bir kervansaray, o açıdan önemli. Ancak buraya şehirden ulaşmak zor. Ayrıca ben gittiğimde tadilattaydı. Karar sizin.

Tavus Baba Türbesi ve Has Bey Mescidi

Meram Bağları olarak bilinen bölgede olan Tavus Baba Türbesi ve Has Bey Mescidi birbirine geçişli bir bahçe içindeler. Tavus Baba Türbesi, I.Alaaddin Keykubat döneminde Konya’ya gelen Şeyh Tavus Mehmet el-Hindi’ye aitmiş. Kendisi hakkında bilgi olarak, Tavus Baba’nın doğayı coşturacak kadar etkili ney üflediğini okudum. Hatta Mevlana’nın kendisi ney üflerken kaldığı yerin yakınına gelip kendisini dinlediği, bir gün beklediği ney sesi bir türlü gelmeyince bakmaları için birilerini gönderdiği, gidenlerin de o mütevazı odada bir avuç tavus kuşu tüyü gördüğü yönünde bir rivayet var. O tüyler oraya gömülür ve burası Tavus Baba Türbesi olarak kabul edilir.

Has Bey Mescisi ise birkaç basamak aşağıda ve 1424 yılında Hacı Hasbeyoğlu Mehmed tarafından yaptırılmış.  Önünde duran tabelada ‘ Meram Tavus Baba Mescid’ine bitişik olarak inşa edilmiş olan tek kubbeli Daru’l-huffaz (hazırlık okulu) nun bitişik olduğunu mescidden önce yaptırılmış olduğu mimari izlerinden anlaşılmaktadır. Daru’l-huffaz’ın cephesi ait pencerelerin kemer hizasına kadar kesme taştan, üzeri ise tuğladan yapılmıştır. Doğu cephesinde bulunan giriş kapısı bir taç kapı anlayışında yaptırılmıştır. Taç kapı iki yanda yüzeyden içeriye iki kademeli iç bükey, düz silme kuşağıyla çevrelenmiştir. Kapı nişinin iki yanında küp başlıklı zikzaklarla oyulmuş sutünçeleri bulunmaktadır. Mescidin mihrabı, dış kapıda olduğu gibi iki yanı küp başlıklı düz sutünçelerle sınırlandırılmış, mukarnası çevreleyen kemerin ” Ayete’l Kürsi ” yazılı kuşakla çevrilmiştir.’ denilmektedir. Tek kubbeli Hafız Okulu yanındaki bölümden yüksek ahşap sütunlu girişiyle çatılı Camiye giriliyor. Meram ağaçlığının arasında olan bu Cami ve Türbe, Meram’a gittiğinizde uğrayacağınız bir yer.

Şazibey Cami (Akcami)

Konya Kültür Park Alanının hemen köşesinde yer alan küçük bir cami. 2007 yılında orijinaline uygun olarak restore edilen caminin ne zaman yapıldığına dair kesin bilgi yok. En önemli özelliği, caminin giriş kapısının minarenin altında olması.

Şifahane (Sakahane Mescidi)

Davutağa Mescidi olarak da bilinen ve  Kültür Park Alanının hemen yanında yer alan bu küçük yapının ne zaman yapıldığı tam olarak bilinmese de Selçukluların son dönemine tarihleniyor. Günümüzde kapısında ‘Konya Müftülüğü, Aile ve Dini Rehberlik Bürosu, İrfan Mektebi’ yazılı bir tabela var.

Süt Tekkesi Çeşmesi

Kültür Park Alanının kenarında mahalle halkı tarafından 1878 yılında yaptırılan bir çeşme; kitabesi de var.

Beşarebey Mescidi

Kültür Park civarında yer alan Beşarebey Mescidi, giriş kapısının üzerindeki kitabeye göre Emir-i Ahır Başarabey tarafından 1219 yılında yaptırılmıştır. 2017 yılı itibariyle restorasyondaydı.

Turgutoğlu Türbesi

Turgutoğullarından Ahmet Bey tarafından 1431 yılında yaptırılan Türbe, Şeyh Sadreddin Konevi Caminin bünyesinde bulunuyor. Selçuklu türbe mimarisi özelliklerine hakim türbenin içinde sanduka bulunmamakta.

Hoca Hasan Cami

Meram İlçesi, Beyhekim Mahallesinde kitabesi bulunmayan bu Caminin 12 yüzyılda yapıldığı düşünülüyor. Kare planlı ve kubbeli olan Cami, tuğla örgülü, minaresinde laciveret ve turkuaz çiniler görülmekte. Bu Caminin en ilginç yanı minaresi; kare tuğla örgülü kaide üzerinde yükselen minaresi şerefeden sonra silindirik bir şekil almakta.

İshak Paşa Türbesi

Şems Tebrizi Camisinin bahçesinde bulunan türbenin kesin yapım tarihi bilinmemekle birlikte 13 yüzyıla tarihlenmekte.  1510 yılında Abdülrezzakoğlu Emir İshak Bey tarafından mescitle birlikte düzenlenip genişletilmiş. Küçük bir yapı olan Türbenin cami kubbesi tarzındaki çatısında yer alan piramitsel çıkıntılar dikkat çekici.

Hacı Hasan Cami 

Valilik binasının yan tarafına düşen Cami,1800 yılında yapılmış kırma çatılı bir yapı. Tek şerefeli bir minaresi olup sade bir cami. Kapı yanlarındaki iki aynı tarzdaki çeşmesi tek göze çarpan süslemesi.

Zenburi Mescidi

Karatay İlçesinde Zenburi Mahallesinde bulunan bu küçük caminin kesin yapılış tarihi ve banisi bilinmemekte. Şerefesinden itibaren yıkılan minaresinden dolayı Kütük Minare Mescidi  olarak da bilinmekte.  Minarede minik çini parçaları da göze çarpmakta.

Hasbey Dar’ül Huffazi

1421 yılında Karamanoğlu Mehmet II devrinde Mehmet Bey tarafından hafız evi olarak yaptırılmış küçük ama muhteşem taş işçiliği olan bir yapı. Kubbesinde çini süslemeleri ve piramitsel çıkıntılarıyla çok hoş bir görüntüsü var. Yeri Alaaddin Tepesi’nin hemen arkasına düşen Gazialemşah Mahallesinde.

Erdemşah Mescidi

1220 yılında Selçuklu devlet adamlarından Şemseddin Erdemşah tarafından taş duvar üstüne tuğla kubbe şeklinde yapılmıştır. Kale-i Celp Mahallesinde bulunan Mescid kapalıydı, içini göremedim.

Sırça Medrese

Meram’daki Medrese, 1242 yılında Selçuklu Emiri Bedreddin Muslih tarafından Muhammed-et Tusi’ye yaptırılmış. Ziyarete kapalıydı ama ismini göz alıcı çinilerinden alıyormuş. Ancak ön cephedeki taş işçiliği de göz ardı edilecek gibi değil. Medrese içindeki öğrenci odaları 19 yüzyılda yıkılmış. Halen Mezar Anıtları Müzesi olarak kullanılmakta, tabii açık yakalarsanız.

Kadı Mürsel Cami

Alaaddin Tepesinin alt tarafına düşen  Gazi Alemşah Mahallesindeki bu Cami kitabesinden  Karamanoğlu Mehmed Bey zamanında 1409 yılında Hacı Mustafa oğlu Mürsel tarafından yaptırıldığı anlaşılmakta. Kitabenin yanında ise küfi hat ile kazınmış  güneş saati var.

Tahir ile Zühre Mescidi

Meram’da Gedavet Parkında bulunan kitabesiz bu mescid aynı zamanda Arzu ile Kanber veya Dön Baba Mescidi olarak da biliniyormuş. Sahip Ata Fahreddin Ali tarafından 13 yüzyıl sonunda yaptırıldığı düşünülmekteymiş. Dikdörtgen ve tuğla örülü yapının kapı ve pencere çevresi çini süslemeciliğine sahip.

Kadı Hacı Efendi Daru’l Kurrası

Şems Tebrizi Mahallesindeki  yapı 1428 yılında yapılmış,  kare şeklinde ve üstünde sekizgen bir taş kasnaktan sonra kubbesi başlamakta. Bu küçük yapı, halen (asıl amacına uygun olarak) Kur’an kıraati, tevcit üzerine eğitimlerin verildiği bir yer.

Zevle Sultan Türbesi ve Mescidi

Alaaddin Tepesinin batısında bulunan bu türbe ve mescid bir Selçuklu dönemi yapısı ama yapılış tarihi ve kimin tarafından yaptırıldığı bilinmemekte. Zelve Sultan’ın kimliği hakkında da bir bilgi yokmuş.

Tacül Vezir Türbesi

Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev devri emirlerinden Tacü’l Vezir olarak bilinen Taceddin Seyid Mehmet tarafından 1239-1240 yıllarında yaptırılmış. Sekizgen olan türbenin yanında eskiden medrese bulunmaktaymış, ancak günümüze ulaşmamış. Kültür Parkın sonunda bulunan türbe yanında eski bir kiliseye ait olduğu düşünülen  sütun parçaları ve başlıkları bulunmakta.

Asmalı Hatip Sultan Cami

Mevlana Müzesinin gül bahçesi kısmında yer alan cami Osmanlıların son dönemlerinden kalma küçük, çatılı bir bina. 1821 yılında yapılan ve süslemeleri olmayan cami, tek şerefeli bir minareye sahip.

Amber Reis Cami

Anıt Alanındaki Cami 1911 yılında Konya Valisi Arifi Paşa zamanında aynı isimli caminin yerine yaptırılmış olup çatı altı ile pencereleri arasındaki turkuaz çinileriyle dikkat çekici.

Tercüman Cami

Şems Tebrizi mahallesindeki minaresiz kare tuğla örülü minik cami. Hakkında pek bir bilgi yok.

Ateşbaz Veli Türbesi

Meram Yolu üzerinde Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesinin arkasına düşen  bir bölge de olan Türbe, Mevlana’nın müridlerinden İzzeddinoğlu Yusuf’a ait olup 1285 yılında yaptırılmış. Kızıl taşlarla örülü türbe sekizgendir. Unvanı hakkında rivayetler mevcut; ateş oyunları yaptığı da söyleniyor Mevlana’nın aşçısı olduğu da…

Üçler Mezarlığı

Mevlana Müzesinin hemen arkasında Üçler Mezarlığı var. Buradaki sanduka şeklindeki üç Selçuklu mezarından dolayı bu isim verildiği söylenmekte; haçlılara şehit düşen üç genç kız için yapılmış mezarlarmış. Bu mezarlardan üç taş alanın da özellikle izdivaç isteklerinin kabul gördüğü yolunda bir inanış var, dileğiniz gerçekleştiğinde taşı geri getirmek şartıyla. Ama artık bu mezarlar tüm taşlardan temizlenmiş durumda. Bunun dışında bu Mezarlık bünyesinde İstiklal Savaşı Şehitliği de bulunmakta. Ayrıca bir çok Mevlevi üstadının mezarı da buradaymış.

Aziz Pavlus Kilisesi

Hristiyanlığın yaygınlaşmasında önemli rolü olan Aziz Pavlus anısına, 1910 yılında Assomptionistes rahipleri tarafından yaptırılmıştır. Alaaddin Tepesinin karşısında olan Kilise halen faaliyette olmasına rağmen ben hiç açık görmedim.

20.yy ve Cumhuriyet Dönemi Yapıları

Konya her dönem önemli bir merkez olduğu için, Osmanlı İmparatorluğunun son dönemi Cumhuriyetimizin ilk dönemlerine ait de bir çok yapı görülmeye değer.

Tren Garı Evleri

Konya Hızlı Tren Garı’nın yanında, Alman evleri olarak bilinen yapılar 1896 yılında Almanlar tarafından inşa edilmiş. Demiryolu personeli için yapılan binalar yeni restorasyondan geçmiş, şimdi şehrin yeni cazibe merkezi olması için hizmete açılmayı bekliyorlar.

Konya Valilik Binası

Mevlana Caddesi üzerindeki meydanda yer alan Hükümet Konağı Binası, 1885-1886 yılları arasında vali Said Paşa döneminde yapılmış, taşlar ise Konya Dış Kalesinden sağlanmış.

Sanayi Mektebi

Osmanlının son dönemlerinde çağdaşlaşma ve eğitime verilen önemin bir göstergesi olarak Sultan II Abdülhamit döneminde 1898 yılında Konya Valisi Avlonyalı Ferit Paşa tarafından yapımına başlanıp 1901 yılında tamamlanan ve öğretime açılan, Mevlana Caddesi üzerinde bir yapı. Binanın bazı kitabeleri kaybolmuş, bir kısmı üstü sıvayla kaplandığı için bugüne kadar gelebilmiş, bir tanesinin üzerinde ‘Padişahım Çok Yaşa’ yazısı varmış. Binanın çinileri dönemin Kütahya Çini Fabrikası öğrencilerinden Mehmet Efendiye ait. Bugün İl Özel İdare Müdürlüğü olarak kullanılmakta. 

Atatürk Anıtı

Atatürk’ün Sarayburnu Gülhane Parkında yapılan heykelinden sonra yapılan ikinci heykeli. Konya Belediyesi tarafından 1926 yılında Heinrich Krippel’ yaptırılmış. Kaidesi 6,50 metre, heykel ise 2,80 metre boyundadır. Ferit Paşa Caddesi üzerinde, caddenin Amber Reis Caddesi ile kesiştiği noktaya yakın yerde.

Konya’da bu döneme ait diğer dikkate değer yapılar Selçuklu Üniversitesi Rektörlük Binası, Hükümet konağı yanındaki Merkez Telekom Binası, Mevlana Caddesi üzerindeki Yapı Kredi Bankası Merkez Şubesi, İsmet Paşa İlk Öğretim Okulu gibi yapılardır.

Sille

 Konya’nın 8 km kuzeybatısında yer alan Sille’ye Alaaaddin Tepesinden 64 numaralı otobüsle ulaşabiliyorsunuz. Yarım saatlik bir yolculuktan sonra tamamen farklı atmosferi olan bu şirin köye ulaşıyor. Burası son dönemlerdeki restorasyonlarla bir turizm cazibe merkezi haline getirilmeye çalışılıyor. Hak ediyor da.

Tarihi MÖ yy’a uzanan Kral Yolu üzerindeki Sille’de ,Aziz Paul’un izlerini, Aya Elenia Kilisesi’ni, kaya mezarlarını, Ak Manastır, Ak Hamam, Mevlana’nın yedi gün ve gece kaldığı su kaynağını, Zaman Müzesini, Çay Camiyi, Tepe Camiyi gezip kısaca her dönemden, kültürden izler bulacaksınız. Sille ayrı bir yazı konusu, linkte yer alan,

 Sille – Konya’nın Bir Başka Yüzü  yazım ilginizi çekecektik.

Günümüz Konyası

Konya sürekli gelişen, bu arada çehresi de sürekli değişen bir şehir. 2000’li yılların başında yaptığım ziyaretlerde daha çok şantiyeyi andıran yerler şimdi dört başı mamur alanlar olmuş. Demiştik; Konya yeşil bir şehir, şehir gelişirken yeşilini de muhafaza etmiş. Bu çağdaş görünüm içinde karşınıza sık sık çıkan kümbetler, bir Selçuklu medresesi, bir Osmanlı camisi şehre çok güzel bir hava katıyor. Ama bu arada şehrin silüeti hızla değişiyor.

Kule Sitesi, Bera İş Merkezi gibi yapılar, Konya görüntüsüne ayrı bir renk katmış. Hele Kule’nin tepesindeki Mevlana Türbesini andıran bitiş, güzel bir sentez olmuş. Modern Konya’dan bir görüntü de Torku Stadyumunun ilginç yapısı.  Konya kendi özünü koruyarak modernleşiyor.

Ama bu arada şehrin merkezi denilecek bazı yerlerde, özellikle Şems Tebrizi Mahallesinin arka bölümleri ile kentsel dönüşüm geçiren ve neredeyse Alaaddin Tepesinin iki arka sokağında bulunan Gazialemşah ve Kale-i Celp mahallelerinin çehresi tamamen değişik. Buralarda neredeyseTürkçe bile konuşulmuyor, tüm dükkanlarda arapça afişler, konuşulan dil arapça. İki sokak ile Arabistan’a ama fakir bir versiyonuna geçmiş oluyor insan. İç içe geçmiş iki dünya gibi. Biraz ötede ki Nalçacı ise sanki şehrin canlı, gösterişli bölgesi. İstanbul’un Bağdar Caddesi, Ankara’nın Tunalısı, İzmir’in Alsancağı gibi… Tabii alkolsüz hali. Şık kafeler, ciks haller burada. Keza Meram Yolu da Konya’nın hipster bölgesi.

Konya kendi tarzını yaratan bir şehir. Grafitileri bile kendi tarzına uydurmuş. Sonuçta Konya  bir gezgine çeşitli seçenekler sunuyor, siz gelin hangisini isterseniz onun tadını çıkarın.

Ulaşım

Ben Konya’ya Ankara’dan hızlı trenle ile gittim. Konya’ya tren, otobüs veya uçakla ulaşmak mümkün. Havaalanından Alaaddin Tepesine 44  numaralı otobüsle, Zafer’e 10A tramvay hattıyla ulaşabilirsiniz.

Otobüs terminali ile Alaaddin Tepesi arasında 10A tramvay hattı, havaalanı arasında 102A-44G otobüs hattı, tren garı arasında 85B otobüs hattı işlemekte.

Tren garı ile Alaaddin Tepesi arasında 67A, 73A, 4B otobüs hattı, Havaalanı arasında ise 67-44 otobüs hattı işlemekte.

Şehir içinde gezilerinizi,  1 TL tutarına alacağınız Konya hattına yapacağınız yükleme ile tüm toplu taşım araçlarını her bir kullanım için 1.90 TL’dan yapabilirsiniz.

Konaklama

Konya’da tüm ünlü otel zincirleri mevcut. Hilton, Mevlana Kültür Mekezi civarında. Ramada, Riksos, Dedeman, Anemon gibi otel zincirleri ise merkeze biraz mesafeli. Ben önceki gidişlerimde Bera Otelde kalmıştım ama son zamanlarda Alaaddin Tepesinin hemen yanındaki Selçuk Otel’de kaldım. Burası Mevlana ve Şems Tebrizi isminde yan yana ama  iki farklı otel olarak hizmet veriyor. İkisi de dört yıldızlı ama Şems Tebrizi biraz daha konforlu bir yer, hem iki otelin de kahvaltı servisi Şems Tebrizi kısmında.

Alışveriş

Konya’da alış veriş yapacaksanız tabii ki tarihi Bedesten’i tercih edin, hem tarihi dokuyu teneffüs edersiniz, hem bu sırada bir çok görülmeye değer cami, medreseyi görürsünüz hem de Konya’ya özgü istediğiniz şeyleri bulabilirsiniz. Ayrıca Kültür Park bünyesinde Konya El Sanatlarını sunan ve satan yerde el işi çini tabaklar, panolar, çeşitli hediyelik eşyalar bulabilirsiniz. Ama illa AVM diyorsanız; Kule Site, M1Tepe AVM, Kipa AVM gibi yerler sizi tatmin edecektir. AVM’lerin çoğu yeşil tramvay hattı üzerinde.

Yeme İçme

Konya’ya özgü akla gelen ilk yemek etli ekmek… Aslında kıymalı pideye benzeyen bu yemeği farklı yerlerde denedim; bazısı tam kıymalı pide şeklindeydi, bazısı kıymalı pidenin yağlı versiyonuydu, bazısı ise kıymalı pidenin sanki yufkayla yapılmış hali gibiydi. Ben bu son halini beğendim, Mevlana Caddesi üzerinde Nezih Lokantasında bulabilirsiniz.

Diğer bir lezzet ise tandır… Ağır ateşte tadını çıkara çıkara pişirilen bu yemek konusunda size Hacı Şükrü’yü tavsiye edebilirim. Merkeze yakın, küçük bir lokanta. Otantik dekorasyonu içinde istediğiniz miktarda eti servis ediyorlar.  Mevlana Müzesi yakınlarındaki Konya Mutfağı’da hem Konya’nın ünlü bamya çorbasını, hem de diğer özel yöresel yemekleri bulabileceğiniz bir lokanta.

Balık derseniz; ben Ankara Caddesi üzerindeki Taka Lokantasını denedim. Çifte kümbetlerin arasında havuzlu, ağaçlı, keyifli bir yer. Balık yanında başka seçenekler de var. Öyle meze, ara sıcak aramayın, balık seçenekleri bile sınırlı ama sırf ortam için bile gidilebilir.

Dondurma için ise Ankara Caddesindeki Asıl Dondurmacısını tavsiye ederim. Sırf orası için yürüme rotasını değiştirmelisiniz.

İçkili lokanta Konya’da pek yok, gar çevresinde bir yer gördüm (Riba Restoran) ama denemedim. Ayrıca Meram’da da alkol servis edilen lokanta varmış, gitmedim. Ancak Alaaddin Tepesi çevresinde birkaç tekel bayisi var.

Son Söz

Başlangıçta demiştik; ‘Gez dünyayı, gör Konyayı’… Bence de Konya mutlaka görülmeli. Gerek dünyayı kucaklayan geniş gönül dünyası ile Mevlana’nın peşinden gitmek için, gerekse Anadolu Selçuklularının  izlerini takip etmek için; İç Anadolu’da günden güne değişen bir şehrin hayatına tanık olmak için, Sille’de ortadan yok olan asıl sakinleri ile aslında ne kadar ortak geçmişimizin olduğunu anlamak için, iç huzuru bulmak için, Meram’da coşmak için, doğaya koşmak için, etli ekmek yemek için, tandırı tatmak için, ete doymak için Konya görülmeli. Anlatması bizden gitmesi sizde

San Marino Gezi Rehberi: Bir Demokrasi Hikayesi

Evet, San Marino’nun bir hikayesi var; hikaye yüzyıllar önceden başlamış ama konusu hala güncel. Neyse ki en azından San Marinolular için mutlu süren bir hikaye. Ama dışarda kalan bazıları için düşündürücü, iç burkucu, umutsuzluk verici olabilir. Sonuçta konu aynı yere gelip dayanıyor; büyüklük mü önemli, işlevsellik mi?Yalnız bu sefer, bu soru devletler için… Neyse, bir gezi yazısında iç bayıcı olmaya, bilmişlik yapmaya da gerek yok. Bu nedenle, ‘gitmiş de acaba nereleri görmüş, ne yemiş, nerde yemiş’ kısmına gelmek isteyenleri bekletmemek için, konu başlığının içeriğini en sona bırakıyorum. Sadece bir ip ucu vereyim; Şehrin en önemli meydanına Piazza della Liberta (Özgürlük Meydanı) adını veren bu minik devletin gerçekten bize anlatacağı bir hikayesi var.

Bu şehir zaten hikayelerle, efsanelerle dolu. Ama önce oraya gitmemiz gerek, gitmişken gezmek, şehrin tadını çıkarmak gerek. Sonra biraz bilmişlik yaparım, ister okursunuz ister okumazsınız.

Ulaşım

San Marino’ya doğrudan ulaşabileceğiniz bir havaalanı yok, tren istasyonu da… Sadece kara yoluyla ulaşılabiliyor. Ben San Marino’ya Bologna’dan gittim; Bologna tren istasyonundan önce İtalya’nın Bodrum’u sayılabilecek Rimini’ye gitmek gerekiyor. Biletitalia’dan tren saatlerini öğrenebileceğiniz gibi, tren biletini de alabilirsiniz. Bilet 9,50 euro. İstasyonda trene binmeden önce biletinizi onaylatın; İstasyonda peronlara giden kapı kenarındaki yeşil  renkli makinelere biletinizi sokunca onaylanıyor. Bu önemli;  yoksa 65 euro ceza kesiliyor ama biraz mırıldanırsanız 5 euro ile atlatıyorsunuz.  Tren biletleri alındıkları tarihten itibaren 2 ay geçerli olduğu için, tekrar kullanımları önlemek amacıyla bu yola gidiliyor herhalde ama bizim sisteme  uygun olmadığından unutulabilir. Rimini’ye yaklaşık bir buçuk saatte varılıyor, sonra tren istasyonu çıkışının hemen karşısındaki duraktan San Marino otobüsüne biniliyor. Otobüs biletini tren istasyonun  solundaki turizm ofisinden alabileceğiniz gibi, otobüste şoförden de alabiliyorsunuz. Bilet 5 euro ve yol yarım saat sürüyor.

Otobüs yemyeşil bir doğanın içinden geçip döne kıvrıla Monte Titano’yu çıkarken bir süre sonra uzaktan San Marino’nun üç kulesini görünce, insan sanki bugünden sıyrılıp Orta Çağ’a geçiyormuş gibi hissediyor.

Bu duygu otobüs Marino Calcigni Alanı’nda durduğunda artıyor. Burası San Marino’nun dış eteklerinde kalan bir alan. Bu arada hiç kimlik kontrolü yapılmadan giriliyor şehre. Yok, ben illa pasaportumda San Marino’nun damgasını da görmek istiyorum derseniz turistik amaçlı bir mühür vuruluyor, ufak bir meblağ karşılığında. Benim pasaportumun değiştirilme süresi geldi zaten, hiç uğraşmadım o yüzden.

Merdivenlerle veya asansörle yukarı çıkıp Porta San Francesco  (S.Francesco Kapısı)‘ya geldiğinizde artık Orta Çağ’ın bugüne düşen  gölgesini tamamen hissetmiş oluyorsunuz. Şehre giriş kapısı olan Porta San Francesco 1361 yılında yapılmış, 1451 yılında tamamen baştan inşa edilmiş ve 1581 yılında restore edilmiş. Kale duvarında San Marino ve Feltresca ailesinin armaları kazılı. Zamanında  bu kapıdan içeri yetkisiz kişilerin silahla girmesi yasakmış. Kapı bir Orta Çağ yapısı ama giriş duvarına yapılmış bir heykel (metal bir fil başı) çalışması Orta Çağ’ı bugüne bağlıyor. Aslında bu da San Marino hakkında bir ön bilgi veriyor. Şehrin her yanında çağdaş sanatçıların heykelleri var.

Aslında burada, daha ilerlemeden, soluklanıp bazı bilgileri paylaşmak lazım. San Marino diyorum; bu bir şehir ismi ama aynı zamanda bir ülkenin de adı: San Marino Cumhuriyeti… San Marino, dünyanın en küçük bağımsız devletlerinden, Avrupa’nın ise üçüncü küçük ülkesi; 60,57 km2 yüz ölçümü genelde dağlık bir alana yayılmış durumda. Temel sanayisi taş ocakları ve taş işçiliği ancak bunun yanında turizm de gittikçe önem kazanan bir sektör. Ayrıca tüm İtalya’ya hakim olan seramik işçiliği ile süt ve peynir ürünleri burada da görülüyor. Ülkede euro kullanılıyor. İtalyanca konuşuluyor ve Katolikler. San Marino, Titano Dağ’ında, denizden 750 metre yukarıda. San Marino Cumhuriyeti bir şehir devleti, başkenti de San Marino. Şehir dokuz bölgeye ayrılmış durumda. Borgo Maggiore’de bu bölgelerden biri ve San Marino’nun hemen altında kurulu; San Marino’dan Borgo Maggiore’ye bir teleferikle inmek mümkün.

Otobüsle  gelirken Borgo Maggiore’nin içinden geçiliyor. Daha turistik kalan başkentin yayılma ve yaşam alanı gibi. San Marino Cumhuriyeti, tamamen İtalya toprakları ile çevrilmiş durumda. Denize en yakın noktası,  22 km uzaklıktaki Rimini.

Şehrin kuruluşu bir efsaneye dayanıyor. Buna göre, Dalmaçya’dan Rimini’ye çalışmak üzere gelen Marino isimli Hristiyan bir taş ustası ve onun etrafında toplananların, Roma İmparatoru Diocletian’ın işkencelerinden kaçmak üzere 301 yılında Titano Dağı’na çıkıp orada yerleşmeleriyle San Marino’nun ilk temelleri atılmış. Titano Dağı ise dönemin soylu ailelerinden olan Donna Felicissima’nın Hristiyanlığı seçerken Marino’ya hediye ettiği bir alanmış. Bu topluluk hakkında ilk yazılı kayıt, 5 ve 6. yüzyıllar arasında yaşayan  Eugippio isimli bir rahibin yazdıkları… 885 yılında, devlet arşivlerinde de olan Feretnano Sözleşmesi ise, Titano Dağ’ındaki özgür bir  örgütlenme yapısının ispatı niteliğindeymiş; bu belgede dağ sakinleri üstünde, Kilise dahil hiç bir kişi ya da kurumun bir imtiyaz veya hak sağlayamayacağı belirtilmekteymiş. San Marino 9. yüzyılda özerklik kazanmış, 11. yüzyılda bir şehir devleti haline gelmiş. Devlet arşivlerinde de olan ilk yazılı yasa 1295 yılında kaleme alınmış ve en sonuncusu ise 1600 yılında yazılmış, bu da San Marino Cumhuriyeti’nin anayasasını oluşturmaktaymış. Böylece San Marino 13. yüzyılda öncü bir cumhuriyet olarak örgütlenmiş. Kısacası San Marino, şiddetten kaçan  insanların özgür yaşamak için kurdukları bir yurt olmuş; özgür yaşamak için neredeyse ilk kuruluşundan beri demokrasinin esas alındığı  bir sistem benimsenmiş.

Bu konuya yine döneriz, şimdi San Marino’yu gezmeye devam edelim. San Francesco Kapısı’ndan girip sola dönünce önce San Francesco Kilise ve Müzesi’ne varılıyor. 1351 yılında yapımına başlanılan Kilise, Murata’daki eski bir kiliseden sökülen parçalarla inşa edilmiş. Kilise bünyesinde bir de müze bulunmakta. Roman Katolik Psikoposluğu’na bağlı kilisede, Guercine ve  Raphael’in resimleri mevcut. Dini temalı resim ve fresklerin bulunduğu müzede, ayrıca çağdaş sanat akımlarından da resim ve fotoğraflar bulunmaktadır.

San Francesco Müzesi’ne giriş 3 euro ama burada satılan 10 euroluk kartı alırsanız bu Müze de dahil toplam 5 adet yeri görebiliyorsunuz; bunlardan ikisi, San Marino’nun olmazsa olmazı kuleler, diğer ikisi ise Museo di Stato (Milli Müze) ve Palazzo del Governo (Hükümet  Binası). Zaten bunlarda neredeyse San Marino şehrinde göreceğiniz tüm yerleri  kapsıyor. San Franscesco Müzesi’nin  hemen alt tarafında İşkence Müzesi var ama ben o hataya bir iki defa düştüm; artık işkenceymiş, vampirmiş (San Marino’da Vampir Müzesi de var), seksmiş, şehvetmiş, öyle müzelere gitmiyorum. Ayrıca bir de ilginçlikler müzesi (Curiosity Museum) var; dünyanın en’li durumlarını içeriyormuş. Müze broşüründen anladığım kadarıyla dünyanın en büyük yumurtası, en uzun boylu kişisi vs falan var içinde. Dünyanın en huysuz gezgini olarak yürüyüp geçiyorum önünden.

San Marino şehri, zikzak patikalarla tepeye doğru çıkan yollardan oluşuyor. Yollar sonunda kulelere varılıyor. Ama biz kaldığımız yerden devam edelim. San Francesco Müzesi’nin  bulunduğu Plazza P. Ferretraro’dan yukarı Via Basilicius boyunca yürüyünce San Marino’daki yaşam hakkında da bazı bilgiler edineceksiniz. Burası turistik bir bölge;  lokantalar, kafeler, dondurmacılar, çeşitli hediyelik eşya dükkanları boyunca yürürseniz Piazza Titano’ya varırsınız. Burada Milli Müze (Museo di Stato) var.  San Marino kartı bu Müzeyi kapsıyor, bu nedenle ücret ödemeden giriyorum. Müze, 19. yüzyılın ikinci yarısında, bir çok yerden gelen bağışlarla oluşturulmuş. Şimdiki mekanı Palazzo Pergani-Belluzi’de. Müzede San Marino Cumhuriyeti topraklarında bulunan objeler yanında artık her müzenin olmazsa olmazı, eski Mısır’a ait eserler de var. Bu antik Mısır neymiş, San Marino Müzesi’ne kadar dünyanın dört bir yanına  objeleri dağıldığı halde Kahire Müzesi gibi müthiş bir müze kurulmasına yetecek eser geriye kalmış. Müzenin önemli bir eseri, ülkenin 9 bölgesinden biri olan Domagnano’da yapılan kazılardan geriye kalanlar (çoğu kaçırılmış); bir kaç parça altın mücevher dönemin elbiseleri içindeki bir kadın resmi üzerine yerleştirilmiş bir şekilde sergileniyor.

Müzede neolitik çağdan, demir çağına uzanan objeler, Poggio Castellano ve Tanaccia kazılarından elde edilen objeler, San Marino, Saint Chiara  kiliselerinden alınan eşyalar, 16. yüzyıldan 19. yüzyıla uzanan dönemden bir çok sanatçıya (Michele Giambono, Baccio Bardinelli, Tiburzio Passertti)  ait resim ve heykeller yer almakta. Palazzo del Governo’da bir kaide üstünde yer alan Özgürlük Heykeli’nin bir versiyonu da Müze de görülebilir. Mısır, Etrüsk, Yunan ve Roma uygarlıklarından da bazı parçalar burada sergilenmekte.

Müze, San Marino’nun geçmişi hakkında oldukça aydınlatıcı olan bir yer ama yine de çok şey beklemeyin. Küçük, çok iddialı olmayan bir yer. Ama esas Müze görevlilerinin ilgisi ilginçti. Kendi ürettiği bir şeyi tanıtan insanlarda görülen memnuniyet, onlarda da vardı. Gayet yardımcı oldukları gibi, bir de Müze hakkında çok ayrıntılı bir belgeyi hediye ettiler.

Buraya kadar gelmişken Palazzo Valloni‘ye de bir göz atın. Şehrin kütüphanesi olarak görev yapan bu Saraya, dışından, hatta kapısından bir baktıktan sonra Kaleye doğru tırmanmaya devam edelim.

Şimdi  San Marino’nun en önemli alanına Piazza della Liberta’ya geliyoruz.  Burada Özgürlük Heykeli ve Palazzo del Governo olarak bilinen, belediye olarak da görev yapan hükümet binası bulunmaktadır.

Burası 16. yüzyıla ait bir sarayın yerine yapılan ve  1894 yılında tamamlanan bir bina; binanın açılışında Carducci, ‘sonsuz özgürlüklerimiz için’  diye başlayan bir konuşma yapmış. Bu kuruluşundan beri  adeta San Marino’yu özetleyen bir motto. Binanın içinde konsey ve dinleyici odaları bulunmakta, duvarlarda ise dönemim sanatçılarının eserleri var.  Bir duvarda, Aziz Marino elinde Palazzo del Governo olmak üzere dururken resmi bulunmakta. Ayrıca Francesco Azzuri tarafından yapılan San Marino’nun bronz bir heykeli de görülebilir. Binanın önünde de Galetti tarafından yapılan Özgürlük Heykeli bulunmakta.

Buradan düz gidersek önce Giardino dei Liburni (Liburni Bahçesi) ve Cave dei Balestrieri (Okçu Ocağı)’ye varıyoruz. Yukarıda Hükümet Binası yer alıyor. Kale surlarına dayanan ve içinde çeşitli çağdaş sanatçının heykelinin yer aldığı bir alan burası. İlerledikçe yine heykellerle süslü bir terasa varılıyor. Buradan hem manzaranın, hem şehrin tarihi dokusunun, hem de birbirinden ilginç heykellerin tadını çıkarabilirsiniz.

Buradan yukarı kıvrılınca önce Basilica del Santo Parish’e varılıyor. Eski bir kilisenin yerine, neo klasik tarzda 1838 yılında tamamlanan Kilisede, Aziz Marino’nun kemiklerinin saklandığı altın bir kap ve bir heykeli ile muhtelif İtalyan sanatçılarının resimleri bulunmakta.

Kilisenin hemen sağında Aziz Peter Kilisesi var ancak ziyarete açık olmadığından içini göremedim. Buradan aşağı kıvrılırsanız Porta della Rupe’ye  (Kaya Kapı) varırsınız. Buranın devamında ormanlık içinden geçen ve Borgo Maggiore’ ye varan bir yol mevcut. Buraya gelmeden hemen önce de Saint Chiara Manastırı’nın bahçesi ve binası görülebilir.

Burada ayrıca Ara dei Volontari Anıtı görülebilir. 1845-1918 yıllarındaki bağımsızlık mücadelelerine katılan gönüllülerin isimlerinin yer aldığı obeliske iki yandan merdivenlerle ulaşılmakta.

Bu civar, turistlerin daha az ziyaret ettiği bir yer olduğu için daha sakin bir alan ve Orta Çağ havasını taşıyan binalarla çevrili taş yollardan gidiliyor. Vaktiniz olursa bir yürüyüş yapın derim.

Şimdi sıra San Marino’nun en cazip bölgesine, 3 kuleye geldi. Bunun için yolu takip ederek yukarı tırmanmamız gerekmekte. Sayısı azalsa da yine şık lokantalar, kafeler ve hediyelik eşya satan  dükkanlardan geçerek, dik bir yokuşu tırmandıktan sonra ilk kuleye varıyoruz. Kule yolunda manzaraya dikkat edin, ilerde Rimini’nin sahili size hoş bir görüntü sunuyor.

Titano Dağı’nın zirvesinde, şehrin silüetine de damgasını vuran üç kule yer almakta; Guaita, Cesta ve Montale kuleleri. Bunların ilk ikisi ziyarete açık.  Yoldan yokuş  yukarı tırmandıktan sonra ağaçlık arazi ile birlikte kuleler de başlıyor. Bu kaleler, zaman zaman ihmal sonucu, özellikle kaldırım döşemek için taşları sökülüp tahrip olmuşsa da yirminci yüzyıl başında restorasyona alınmış. İlk kule, Guaita’nın 10.yy da yapıldığı tahmin ediliyor. 1371’deki Kardinal Anglico’nun bir yazısında, San Marino’daki üç kuleden bahsedilmekteymiş; bu nedenle farklı zamanlarda yapılan bu kulelerin ilkinin inşaatının onuncu yüzyıla denk düştüğü kabul edilmekte. İlk kale, 1416, 1479, 1482, 1549 ve 1615 yıllarında restore edilmiş.  Kalenin içinde zindan ve küçük bir şapel var. Zindan 1960’ların sonuna kadar kullanılmış, sonra Kulenin geçmişi ile ilgili bir sergi alanına dönüştürülmüş. Kalede yer alan ve Kral Vittorio Emanuele II ve Vittorio Emanuele III tarafından verilen toplar, milli günlerde kullanılmaktaymış.

İkinci kule Cesta’ya ağaçlıklı bir yoldan gidiliyor, ilk kuleden yaklaşık 500 metre mesafede ve Titano Dağı’nın daha dik bir yamacında. Yolda minik kafeler, hediyelik dükkanlar var. 13 yüzyılın ilk yarısında yapılan kule, daha geniş bir alana yayılmış durumda. Kulenin içinde Eski Silahlar Müzesi de bulunmakta; burada Orta Çağ’a ait 535 adet silah sergilenmekte, 1898 yılından sonra yapılan silahlar bu kısımda yer almıyor. Bu müzeye ait yaklaşık 1000 adet  silah ise, Borgo Maggiore’deki Silah Enstitüsü’ne taşınmış. Müzede 500 yıllarından kalma kılıç, kalkan, ok gibi savaş araçlarından 1850’lerde kullanılan Napolyon tarzı silahlara kadar bir çok savaş eşyası bulunuyor. Bu arada bahsetmekte fayda var; Orta Çağ’da bölgedeki şehir devletleri arasında San Marinolu okçularının ustalıkları dillere destanmış ve savaşlarda destek niteliğinde komşu şehirlere de okçu gönderiyorlarmış. Yani kendi sınırlarını korumakta oldukça mahirlermiş. 1543 yılında San Marino’nun 661 kişilik bir ordusu bulunmaktaymış. Sonra tüfek icat olmuş mertlik bozulmuş.

Şehir de bir de yeni silahlar müzesi vardı ama halen 225 kişilik ordusu, idari personel de dahil 700 kişilik polis kadrosu olan bir yerin yeni silahlar konusunda sergileyecek bir şeyleri olması pek aklıma yatmadı, o nedenle gitmedim. Paris’teki savaş müzesi müthiş bir müzedir. Öyle bir örneği gördükten sonra, hele artık ordusu sadece asayişi sağlamakla görevli bir yerin, yeni silahlar konusunda ziyarete değer bir müzesi olması inandırıcı gelmedi bana.

İkinci kuleden sonra, ormanlık bir araziden geçilerek, 300 metre sonra üçüncü kuleye, Montale’ye varılıyor ama sadece çevresini gezebiliyorsunuz, içine giremiyorsunuz. Buranın yapım yılı tam bilinmiyor; sanki başlanmış da yarım bırakılmış bir yer gibi. Bu arada San Marinolular, özellikle Orta Çağ’da özgürlüğünü koruyabilmek için, sırasında içine kapandığı dağ şehrinde, hayatın idamesi için yağmur suyuyla beslenen bir çok sarnıç kurmuş. Bunlara kule civarında da rastlanılabilir.

Kulelerden aşağı inince Saint Quirino Kilisesi’ne geliyorsunuz. 15. yüzyıl ortalarında yapılan Kilisenin sade, sakin bir havası var.

Böylece San Marino etrafında bir daire çizerek görülecek yerleri tamamlamış oluyoruz. Porta Murati Nuova Kapısı’ndan geçerek şehrin merkezine dönebiliriz.

Tabii Liburni Bahçesi’nin hemen yanındaki teleferik durağından Borgo Maggiore’ye inip orayı da gezmek isteyebilirsiniz.

Yeme İçme

Milli Müze’ye gelmeden, solda müthiş manzaralı Miramonti’de bir veda camparisi almayı tercih ettim.  Nefis manzaralı bir kafe, üstelik fiyatları da çok makul. Günübirlik bir gezi olduğu için daha fazla kafe, restoran hakkında bilgi edinemedim ama Miramonti’den, yediğim, içtiğim ve ödediğimden çok memnun ayrıldım.

Alışveriş

San Marino’dan ne alsam, derseniz San Marino pullarının özel bir önemi varmış, ilgilenirseniz… Seramik eşyalar var. Şarap, peynir, tahmin edileceği üzere, mevcut. Tatlı olarak Torta di Tre Monti (Üç Zirve Keki) ünlüymüş ama denemek aklıma bile gelmedi. Genelde fiyatlar makul  ama bir iki parça seramik eşya ve magnet dışında bir şey almadım.

San Marino ve Demokrasinin Anlamı

San Marino, çok partili temsili demokrasi ile yönetilmektedir ve rejim, demokratik cumhuriyettir. Dokuz idari bölgeye ayrılan San Marino’da her bölge bir kale olarak nitelendirilir ve her bir kalenin yerel konseyi bulunmaktadır. Her konseyin başında iki yıllığına seçilen ve captain denilen başkan bulunmaktadır. Bu konseylerin toplamı, Büyük ve Genel Konseyi oluşturmaktadır; Konsey üyeleri halk tarafından beş yıllığına seçilirler. Bu yürütme organıdır. Konseyden, İki Kaptan Naipliği, Naiplik Deneticileri, Meclis, 12 Konsül seçilir. Kaptan Naipliği altı aylık dönemler için seçilir ve yönetim organının başıdır. Kararlar, karşılıklı mutabakatla alınır ve üyeler üç yıl geçmeden  tekrar seçilemezler. 12 Konsül ise yargı organı gibi işlemektedir.

San Marino’nun idari biçimi, çoğu akademisyence dünyanın en mükemmel demokrasisi olarak nitelendirilmiştir. Bunun en büyük nedeni, yönetici kesimin sık aralıklarla ve halk tarafından seçilerek değiştirilmesidir. Napoleon bile burayı işgal etmemiş, San Marino’yu örnek alınacak bir cumhuriyet olarak nitelemiş ve korunması gereken bir yer olarak görmüştür.

Özgürce yaşamak için yola çıkan atalarının izinde bağımsızlıklarını korumak için asırlardır verdikleri mücadelenin sonunda elde ettikleri demokratik sisteme bağlılıkları ile bu küçücük ülke, bize devletin işlevinin ne olduğunu hatırlatır gibi; bireylerinin hayatını korumak ve güzelleştirmek… Demokrasiyi araç olarak kullanıp güç kazandıkça totalilerleşen ve tüm halkı devletin, dolayısıyla kendisinin hizmetçisi olarak gören, çok daha görkemli geçmişlere sahip koskocaman ülkelerin yanında, bu küçük ülke titizlikle demokrasinin bayrağını dalgalandırmakta. Şimdi küçük ve az nüfuslu bir ülkede demokrasinin uygulanmasının ne kadar kolay olduğundan bahsedebilirsiniz ya da tören kıtasından hallice bir ordusu olan bir ülkenin hangi demokrasiyi nasıl koruyabileceğinden, güvenliği başka ülkelerin insafına kalan bir ülkenin demokrasisinin de başka ülkelerin insafına kalacağından dem vurabilirsiniz… Ama bunun ötesinde önemli olan bir nokta; insanların niyetleri… Kendi içlerinde kimse diktatör olmak için uğraşmıyor ya da böyle bir kişiye prim verilmiyor, demokratik bir yönetim biçimi yaratıp kendi vatandaşlarının daha özgür yaşaması için uğraşıyorlar, devletleri bunun için var. Görkemli tarihlerine rağmen neticede geldiği nokta (devlet vatandaşları için vardır yerine) ‘vatandaşlar devletleri için vardır’ sonucuna ulaşan ülkelerin vatandaşları, o görkemli geçmişlerinin vara vara çıkışsız bir totaliter rejime varmasını nasıl sindirebilirler.

Bir devletin sınırlarının büyüklüğü, eğer o devlet gerçek işlevini yerine getirmiyorsa, vatandaşlarını bir makinenin dişlisi olarak görüyorsa, neye yarar ki? Devletler,  işlevlerini yerine getirdiklerinde, vatandaşlarının hayatını, güvenliğini, refahını iyileştirdiğinde gerçekten büyük bir devlet olur bence.

Son Söz

Hiç kimse sadece San Marino’yu görmeye oralara gitmez ama Kuzey-doğu İtalya turunuzun bir gününü San Marino’ya ayırın;  vatandaşlarının iradesini esas alan devletlerdeki, rahat ve güvenli hayatlar süren insanların sakinliğine, huzuruna ve sıcaklığına tanık olun. Mutlaka daha görkemli kiliseler görmüşsünüzdür, daha zengin müzeler… Ama arada tarihsel kopukluklar olsa da, demokrasiyi düstur edinen minik bir ülkenin,  şanlı tarihlere sahip koca koca  ülkelerden gelenlere anlatacağı özgürlük hikayelerine kulak verin. Dönerken de içinizde bir burukluk oluşursa, hiç dert etmeyin; otobüs kalkış durağının hemen yanında San Marino şarapları satan bir dükkan var.

İtalya tren biletlerinizi aşağıdaki linkten alabilirsiniz.

 

Bangkok Gezi Rehberi: Çok Kaotik, Çok Mistik

Bangkok

Bangkok Tayland’ın başkenti ve ülkenin en büyük şehri. Son yıllarda dünyanın en çok turist çeken şehri olarak kaydedilmekte.

Bangkok farklı bir şehir. Büyük, kaotik, enerjik, karmaşık, mistik, zengin, fakir, kirli, birçok kelime ile tanımlanabilir… Ancak farklı dokusu, havası ile bir kez sevenlerin tekrar tekrar gitmek isteyeceği bir şehir. Benim Uzakdoğu’da,  her ne kadar ürkerek olsa da gittiğim ilk şehir Bangkok idi. Bangkok ile Uzakdoğu’ya ilk adımı atmam ile  Uzakdoğu’daki tüm ülkelerin tarihine, kültürüne, dinine, sanatına ilgim arttı. Sonraki yıllarda her kış Uzakdoğu’da 2-3 ülkeyi programıma aldım. Beş yıl sonunda Uzakdoğu’da çok sayıda ülke gördüğümü, insanlarını daha iyi tanıdığımı, ayırt edebildiğimi, tarihleri hakkında çok bilgilendiğimi ve Budizm ve Hinduizm ile tanıştığımı söyleyebilirim. Tabi Bangkok gezim bir kez ile kalmadı. İkinci kez Bangkok’u gezdim, tekrar gider misiniz sorusuna cevabım ise; hiç bıkmadan, sıkılmadan tekrar tekrar gidebileceğim bir ülke Tayland. Her seferinde farklı lezzetler bulabileceğimi biliyorum. Üstelik Tayland sadece başkent Bangkok ile tanınacak bir ülke değil, doğası ve deniz turizmi  için sayısız adaları, plajları ile Phuket, kuzeyde ormanları, mistik ve tarihi havası ile Chiang Mai, Chiang Rai sayılabilecek sınırlı yerler arasında.

Niçin Bangkok

  • Bangkok çok değişik, enerjisi çok yüksek bir şehir.
  • Her türden arayışlar içindeki turistlere hitap ediyor. O karmaşanın içindeki büyük metropolde ne ararsanız var.
  • En önemlisi vizesiz. Bu mistik ülkeye elinizi kolunuzu sallayarak giriyor sunuz. Havaalanında bir form doldurmak yeterli.
  • Uzakdoğu’yu tanımak için çok iyi bir başlangıç noktası.
  • Tarih ve farklı dinleri daha yakından tanımak istiyorsanız tarihi eski şehir, saraylar, kutsal budist tapınakları ile mistik bir havaya sokuyor gelenleri.
  • Alışveriş tutkunu iseniz sokak pazarları, yüzen otantik pazarlar, lüks alışveriş merkezleri sizi bekliyor. Chatuchak Market ve Siam Square size her çeşit ürünü ucuza alma keyfi yaşatacaktır. Yalnız pazar alışverişlerimiz de sıkı pazarlığı unutmuyoruz.
  • Tayland mutfağı zengin, farklı. Uzakdoğu mutfağına alışmak için en doğru ülke. Dünyanın en büyük ve zengin sokak mutfağı Bangkok’ta. Benim gibi ilk gidişinizde sokakta yemek yemekten kaçınabilirsiniz, ikinci gidişte  tercihiniz sokakta ucuza karnınızı doyurmak olabilir.
  • Spa ve masaj cenneti. Türkiye’de yaptıracağınız Tayland masajının dörtte bir fiyatına usta ellerden masaj hizmeti alabilirsiniz.
  • Bu arada gece hayatı ve çılgın eğlenceler sizi bekliyor. Daha önceki yıllarda Tayland gezisi zihinlerde sadece bu tür eğlenceleri canlandırıyordu. Ancak ülkenin son yıllarda turist çekme politikası ve ülkeye gelen turist sayısının artması ile Tayland’ın sadece gece yaşamından ibaret olmadığını tüm dünyaya duyurdu.
  • Tayland hala çok ucuz bir ülke. Her gelir grubundan turiste hitap ediyor. Konaklama ve yeme içme fiyatları hiç bütçenizi zorlamayacak.
  • Tayland’da İngilizce çok yaygın, turiste alışkın halk ile kolay iletişim kurabilirsiniz.
  • Tayland’da tropikal iklim hakim her mevsim sıcak, iki mevsim var. Kuru ve yağışlı mevsim. Kasım-Nisan arası kuru sezon, Mayıs-Ekim arası yağışlı mevsim. Rahat dolaşabilmek için en uygun zamanın kuru sezon olduğu açık. Bu da Türkiye’de kış ortasında  insanlar kalın kabanları ve botları ile dolaşırken siz yazlık şortlarınız ve parmak arası terlikle sokaklarda olacaksınız.

Ulaşım

Bangkok Uzakdoğu’da ulaşım açısından bir transfer noktası, Türkiye’den THY’nın direkt uçuşu yanı sıra, bir çok yabancı havayolundan uygun fiyatlı aktarmalı uçuş bulmak mümkün. Biz İstanbul Bangkok uçuşumuzu İran Mahan Havayolları ile yaptık.

Daha önce hiç uçmadığımız Majhan Havayolu’nda bizi cezbeden uçuş fiyatıydı. Dört yıl önce THY ile son derece yüksek fiyatla Bangkok’a uçmuştum. Uçak çok dolu idi orta sırada rahat olamayan bir yolculuk yapmıştım. Bu kez tam tersi oldu. Tahran’a kadar uçak dolu değildi, dört kişilik koltukta uyuyarak gittik. Uçaklar airbus ve çok rahat, yemekler ve servis oldukça memnuniyet vericiydi. Asıl bizi endişelendiren Tahran Havaalanı’nda 5 saatlik bekleme idi. Bu sürede Mahan Havayolları’nın kendi salonunda iki saat oturma izni var. Tahran Havaalanı temiz bir havaalanı sadece kadınların başlarını görüntüde örtmeleri gerekiyor. Uçağın Tahran Bangkok uçuşu altı saat sürdü ve zamanında ve rahat bir yolculuk ile Bangkok’a ulaştık.

Bangkok’ta iki havaalanı; Suvarnabhumi ve Don Mueang Havaalanları bulunuyor. Suvarnabhumi Havaalanı daha çok uluslararası uçuşlarda kullanılıyor. Önce Suvarnabhumi Havalananı’ndan şehir merkezine ulaşım yollarına bakalım. Birinci yol tren ile; Havaalanından Phaya Thai İstasyonu’na tren ile ulaşım buradan Skytrain veya metro ile otelinize ulaşabilirsiniz, bilet istasyondan alınıyor.  Skytrain ana caddelerin üzerinde yüksekten geçen iki hattı olan bir tren. Şehrin yeni bölgesindeki toplu ulaşım bu tren ile sağlanıyor.

Otobüsle ulaşım için S1 otobüsü ile  Suvarnabhumi’den Khaosan Caddesi’ne gidebilirsiniz. Otobüsler 7 Numaralı çıkıştan her yarım saatte bir kalkıyor 6.00-20.00 saatleri arasında.

Taxi ile havaalanından şehir merkezine ulaşılabilir, maliyeti 400 baht civarında olacaktır, ancak taksi şoförünün taksimetreyi açması için zorlamanız gerekecektir. Aslında en iyisi taksi şoförleri ile pazarlıkla uğraşmamak için Grap, yani Tayland’ın Uberi kullanın. Biz nerede ise hiç taksi kullanmadık Bangkok’ta. Yine de ihityaç duyarsanız aklınızda olsun.

Tayland’da ülke içi veya Uzakdoğu’da başka ülkelere uçuşunuz olacaksa Don Mueang Havaalanı’na yolunuz düşebilir. Bizim için aynı durum oldu. Gidişte Suvarnabhumi Havaalanı’na inerken  Myannmar’a Don Mueang Havaalanı’ndan uçtuk.

Don Mueang Havaalanı’nda tren veya metro ulaşım bulunmuyor. Otobüs veya taksi ile en yakın tren istasyonu Mo Chit’e ulaşılabilir. A1 otobüsü her 15 dakikada bir kalkıyor (7.30-23.30 saatleri arasında) ve 30 baht ücreti. Mo Chit İstasyonu’ndan sizi merkeze götürecek skytraine binebilirsiniz.

Yine havaalanından A2, A3, ve A4 otobüsleri ile doğrudan şehirde belirli merkezlere ulaşabilirsiniz. Ücreti 30-50 baht arasında.

Havaalanında taksiyle şehre ulaşım maliyeti 350 baht civarında olacaktır.

Bangkok içinde trafik çok yoğun ve kaotik olsa da, ulaşım  kolay. Skytrain ve metro ile tüm şehirde rahatlıkla dolaşılabiliyor. Toplu ulaşımın yanı sıra Uzakdoğu’nun geleneksel ulaşım aracı tuk tuk ile ucuza ve şehrin canlılığını hissederek dolaşabilirsiniz. Tuk tuk benim Uzakdoğu’da favori ulaşım aracım. Taksi de bir seçenek ancak taksi şoförlerinin taksimetre açmasını sağlamak ya da iyi pazarlık etmek gerek.

Bu arada Havaalanlarında ulaşımınıza yetecek kadar para bozdurmayı unutmayalım. Bangkok’ta her yerde ülke parası Baht geçiyor.

Konaklama

Bangkok’ta turistlerin konaklamada rahat edecekleri sekiz bölge bulunmaktadır. Sukhumvit, Siam, Silom, Pratunam, Chinatown,  Old City (Rattanakosin), Chao Phraya Nehri kıyısı  ve Chatuchak. Siam ve Sukhumvit ulaşım kolaylığı, alışveriş yerlerine yakınlığı ve yeme içme yerleri açısından en çok tercih edilen bölgeler. Söylemeye gerek yok her fiyattan ve kaliteden konaklama seçeneklerini booking.com veya Uzakdoğu için bazen daha uygun fiyatın bulunabileceği agoda.com dan rezervasyon yapılabilir.

Birçok ülke gezmiş ancak bugüne kadar hostelde kalmamıştım. Burada ilk kez bir hostelde kaldık. Bizim önceliğimiz Bangkok’a ulaşır ulaşmaz Myanmar Elçiliği’ne başvurup şehirde kalacağımız üç gün içerisinde Myanmar vizemizi almak idi. Silom bölgesinde, Myanmar Elçiliği’ne yakın bir hostelde kaldık. Hostel beklentimizin üzerinde temiz ve ulaşımı kolay bir yerdeydi. İki kişilik ve içerisinde banyosu olan bir oda ayırtınca otelden farkı kalmadı. Hostele gecelik iki kişilik oda için 27 dolar ödedik.

Gezelim Görelim

Chao Phraya Nehir Turu

İlk gün nehir kıyısı ile gezimize başladık. Bangkok’un içinden geçen Chao Phraya Nehri önemli bir çekim merkezi. Nehir Bangkoklular için ulaşımda kullanılan bir yol, turistler için de gezinti yolu. Üzerinde çok sayıda iskele bulunmaktadır.

Bangkok Daha önce Bangkok’ta bulunduğum için en uygun fiyatlı nehir gezisi konusunda deneyimim vardı. Nehir gezisi yapmak için birinci yol, küçük az sayıda kişi alan long tail adı verilen teknelerle nehir ve kanallar gezisi 1000 bahta mal oluyor. İkinci yol daha büyük bir tekne ile nehri başından sonuna gidip dönmek 40 gidiş, 40 dönüş 80 baht. Turist olarak iskeleye gittiğiniz an hemen bu  iki tekneye davet eden kişiler yaklaşıyor yanınıza, fiyatlar da makul görünüyor ve hemen tekneye binmek isteyebilirsiniz. Sakın bu yolu denemeyin.

Bangkok

Aynı iskeleden asıl Taylandlıların ulaşım amaçlı ve bilen turistlerin kullandığı tekneler kalkıyor, o tekneler ile hiç tekneden inmeden veya istediğiniz iskelede inerek 13 baht gidiş 13 baht dönüş fiyatı ile nehir turu yapabilirsiniz. Bizim İstanbul’da çingene vapurları ile turistik gezi yapmak gibi. 

Bangkok

İlk iskele Central Pier otelimize yürüme mesafesindeydi. İlk günkü tekne gezisi sadece çevremizi tanıma, halkla birlikte yolculuk yapma, iskeleleri tanıma amaçlıydı. Tekneden inmeden gidip döndük. 

Grand Palace ve Wat Phra Kaew

Bangkok

Bangkok’ta ikinci gün Büyük Saray ve tapınaklar günü idi.  Sabah ilk durak Central Pier’den tekneye bindik. Büyük Saray nehir kenarında dokuzuncu iskeleye yakın olduğundan bu iskelede inip saraya yürüdük.

Saraya giriş ücreti 500 baht, 8.30-15.30 saatleri arasında açık, kompleks 2 saatte dolaşılabilir.

İçeri girer girmez sağda bir binanın önünde uzun bir kuyruk gördük. Kuyruk saraya girmeye uygun kıyafeti olmayanlara kıyafet alma kuyruğu. Kıyafet için sadece deposit yatırıp çıkışta iade alınıyor. Bangkok’ta saray ve tapınaklara kısa etek, şort ve askılı kıyafet girişmesi yasak.

Büyük Saray (Grand Palace) Bangkok’ta görülecekler listesinde ilk sıralarda yer almaktadır. Büyük Saray  1782 yılında yapılmış ve kraliyet ailesi 1925 yılına kadar bu sarayda yaşamış. Günümüzde kraliyet ailesi Dusit Sarayı’nda yaşamaktadır. Büyük Saray önemli törenlerde kullanılmakta ayrıca bazı merkezi idari binalar da bu komplekste yer almaktadır.

Ayrıca çok gösterişli binalar, bakımlı bahçeler büyük avlular ve tapınaklar yer alıyor.

Bu alandaki en önemli tapınak Wat Phra Kaew diğer adı ile Emerald Buda Tapınağı. Tayland’ın en kutsal Budist tapınağındaki  Buda zümrütten yapılmış. Buradaki Buda yılda üç kez mevsimlere göre tören ile kıyafet değiştiriyor. Çok haşmetli ve etkileyici bir tapınak.

Wat Pho – the Temple of the Reclining Buddha

Wat Pho veya Yatan Buda Tapınağı Büyük Saray’in hemen güneyinde yer alıyor. Tapınakta 400 adet altın Buda bulunmakta, en çarpıcı Buda ise 46 metre uzunluğunda, altından yapılan yatan Buda mutlaka görülecekler arasında.

Bangkok

Wat Pho geniş bir alanda bakımlı bahçesi ve içerisindeki Buda heykeli sayısı ile etkileyici bir kompleks.

Bangkok

Burada içeride kapalı bölümlerde olduğu gibi koridorlar, bahçede her yerde 394  adet Buda sergilenmekte. Ülkenin birçok yerinden getirilen altın Budalar olduğu gibi bir bölümü de burada yapılmış. Her boyda heykellerin arasında en büyüğü 46 metre boyunda Yatan Buda  heykeli.

Ayrıca dini bir tören vardı. Budist rahipler koro ile ilahilerini okurken oradan ayrıldık.

Bangkok

Bu kutsal tapınakta video ile kısa bir gezinti yapabiliriz.

Tapınağın giriş ücreti 200 baht, 8:00-18:30 saatleri arasında her gün ziyaret edilebilir.

Wat Arun

Bangkok

Wat Pho Tapınağı’nın tam karşısında nehrin diğer kıyısında Bangkok’un en güzel ve en önemli Budist tapınaklarından biri Wat Arun yükseliyor. Wat Arun Budist tapınak ancak adını Hindu Tanrı Aruna’dan alıyor.  Burası da Bangkok’ta mutlaka görülmeliler arasında yer alıyor.

Wat Arun nehrin batı yönünde, sekizinci iskelenin karşısında ancak tekneler bu iskeleye uğramıyorlar. Wat Arun için sekizinci iskelede iniliyor, bu iskeleden sadece Wat Arun’a çalışan daha küçük tekneler ile karşı kıyıya tapınağa geçilebiliyor. Bu teknelerin ücreti düşük, gidiş dönüş 5 baht.

Bangkok Wat Arun’un mistik, görkemli, huzurlu ortamında zaman geçirip güneşi batırdık.

Wat Arun ve Wat Pho Tayland’ın sekiz adet olan birinci sınıf kraliyet tapınakları arasındadır. Bangkok gezisinde mutlaka görülecekler listesinde yer almalılar her iki tapınak da.

ChinaTown

Saray ve tapınaklar gezimizin sonunda güney yönüne giden tekneye binerek beşinci iskelede indik.

Bangkok

Amacımız Çin mahallesine gitmek idi. Çin mahallesi canlı hareketli ve görülmesi önerilen özel bölgelerden biri. İskeleden içeriye doğru yürüyerek mahalleye ulaştık.

Ana cadde kalabalık, hareketli, çok sayıdaki dükkanların yanı sıra sokakta yemek yiyecek yerler çok fazlaydı. Çin mahallesi ayrıca sokak yemekleri ile de ünlü.

Biz de Bangkok’taki bir akşam yemeğimizi Çin mahallesinde yemeği tercih ettik.

Yeni Şehir Siem Meydanı

Bangkok

Bangkok’un yeni ve hareketli bölgesi Siam Meydanı. Çok renkli Bangkok’da başka bir tat.

Bangkok

Siam zengin, ev fiyatlarının en yüksek, eğlence ve alışveriş merkezlerinin yoğun oldu yer.  New York 5. Avenue gibi. Bangkok’un zengin, modern yüzü. O bölgede Platinium ve Central World alışveriş merkezlerini hızla dolaştık.

Biraz sokaklarda yürüdük ve akşam yemeğimizi ilk kez sokakta yemeğe karar verdik. Burada yediğimiz yemek restoran fiyatının üçte biri idi. Kişi başına 80 baht ödedik. Yani en lüks semte bir akşam yemeğini sokakta yerseniz 2,5 dolara geliyor.

Yüzen Pazar

Üçüncü günümüzün programı yüzen pazar ile başladı. Bir gün önce otelden bu tur için rezervasyonumuzu yaptırdık. Tüm günlük tur fiyatı 500 baht. Sabah saat 7.10 da değişik ülkelerden turistlerin de olduğu bir minibüs otelden bizi aldı.

Bangkok Damnoen Saduak Floating Market Bangkok’ta en ünlü görülmesi gereken bir pazar. Bangkok’ta bazı yüzen pazarlara nehirden kanal turu alarak gitmek mümkün, ancak bölgenin en ünlü ve en büyük yüzen pazarı şehirden 90 km uzaklıkta ve kara yolu ile ulaşılabiliyor.

Bir saat süren bir kara yolu yolculuğu ile nehir kenarına ulaştık. Orada arabadan inerek long tail dedikleri 8-9 kişilik küçük teknelere bindik. Tekne dar kanallarda bir süre yol aldı ve pazar yerine ulaştı.

Bangkok Kanalın iki yanında tezgahlar yer alıyor, aynı anda teknelerdeki satıcılar da kanalda geziyordu. Kıyıda ve çok sayıdaki teknelerde her türlü şey bulunabiliyor. Kıyafetler, hediyelik eşyalar, ahşap oymalar, taze sebzeler ve çeşitli yiyecekler. Bu değişik ortamda epeyce dolaşıp, ufak tefek şeyler satın aldık. Bu yerel pazar turistlere yönelik olduğundan, fiyatlarda halk pazarlarından daha yüksek doğal olarak. Fiyatını sorduğunuz herhangi bir şey için satıcılar son derece yüksek bir fiyat söylüyor, siz kafanızı hayır diye sallayıp uzaklaşırsanız hemen hesap makinesini size uzatıp vermek istediğiniz fiyatı yazmanızı istiyorlar. İstediğiniz ürünü onların söylediği fiyatın en az yarısına veya üçte birine satın alabilirsiniz.

Bangkok Tur kapsamında daha sonra bir meyve bahçesine gittik. Orada aynı zamanda çeşitli aktiviteler yapmak mümkündü. Burada fillerle küçük bir tur yapabilirsiniz, timsahlarla veya kaplanlarla resim çektirebilirsiniz, tüfek ile atış yapabilirsiniz veya yeşillikler içerisinde çayınızı kahvenizi içebilirsiniz. Dönüş yolunda geleneksel ahşap oymacılığı yapan bir atölyeyi ziyaret ettik. 

Chatuchak Market

İster alışveriş tutkunu olun, isterseniz düşkün olmayın alışverişe yine de yolunuzu Chatuchak Market’ten geçirmenizi öneririm. Geniş bir alana kurulan pazarda ne ararsanız bulabilirsiniz. Otantik, yerel kıyafetler, biblolar, gıda ürünleri yanında taklit çok çeşitli ürünler. Üstelik fiyatlar da yüzen pazara göre daha ucuz. Oldukça kalabalık olan bu pazarda hiç aklınıza gelmeyen şeylerle eliniz kolunuz dolu çıkacağınızdan eminim. Pazarın girişinde büyük bir yeme içme alanında da ucuz atıştırmalıklar, yemekler tadabilirsiniz.  Kamphaeng Phet 2 Rd  adresinde yer alan bu özel pazar çarşamba-perşembe (7:00-18:00), cuma  akşamı 18:00-24:00, cumartesi-pazar (9:00-18:00) saatleri arası açık.

Thai Masajı

Tayland’da Thai masajı yaptırmadan dönülmez değil mi? Biz de son gün kendimize masaj hediye ettik. Dolaşırken çok yerde Thai masajı ve ayak masajı ilanları görmüştük. Fiyatlar 300 bahttan başlıyordu.

Fiyatları Türkiye’ye göre çok ucuz ancak hem hijyenik, hem de güvenilir bir yeri nasıl bulmalı sorusunun cevabını otele sorarak aldık. Myanmar Elçiliği’ne yakın “Health Land”. Binayı dışarıdan görünce lüks bir yer olduğunu anladık. İçeride güzel, şık döşenmiş, temiz sıcak bir ortam karşıladı bizi. Kapının girişinde kocaman bir panoya fiyatlar yazılıydı. En ucuz masaj 1500 bahttan başlıyor. Fiyatları görünce acaba biraz yüksek fiyatlı bir yere mi geldik diye düşündük.

Çevreme bakınırken, kibar bir kadın yaklaştı. Masaj yaptırmak istediğimizi, ancak panodaki masajların ikişer saatlik olduğunu, bizim bir saatlik masaj istediğimizi ve biraz da pahalı bulduğumuzu ifade ettim. Bayan bir dakika dedi ve başka bir katalog uzattı. Bu katalogda bir saatlik masajlar vardı ve fiyatlar 300 bahttan başlıyordu. Belki daha düşük fiyat beklentimiz olduğunu ifade etmesek, kapıda yazan fiyatlara razı olacaktık. Hemen anlaştık ve güzel bir masaj ile günü taçlandırdık. 

Yeme-İçme

Bangkok dünyanın en iyi sokak yemeklerine sahip şehri ilan edilmiş. Günün her saati, her köşe başında tezgahlarda değişik kokular, lezzetler görülüyor. Bu nedenle bu konu ayrı bir yazı konusu, bizim deneyimlerimizle birlikte Thai mutfağından söz ettiğim yazıyı linkten okuyabilirsiniz.

Tayland Sokak Lezzetleri

Son Söz

Bangkok’ta her yaş, gelir grubundan, farklı deneyimler yaşamak isteyenler farklı tatlar bulacaktır. Bizim için tarih, kültür, sokaklar ön planda idi. Büyük Saray, kutsal Budist Tapınakları ve yüzen pazar en çok ilgimizi çeken yerleriydi.

Diğer yandan şehir çok büyük, kalabalık, nehir kenarında yüksek lüks otellerin yanında eski kazıklar üzerinde evler görülüyor. Fakirlik ve zenginlik yanyana. Geniş caddeler ve alışveriş merkezleri şehrin bazı bölümlerinde yer alıyor. Şehir merkezinde ana caddelerin üzerinden geçen skytrain ile yolculuk yaparken, ne kadar hızlı ve rahat ulaşım aracı diye düşünüyorsunuz. Ancak aynı yolda aşağıdaki caddede yürürken şehrin görüntüsünü bozan, apartmanların üçüncü dördüncü katı gibi yükseklikte geçen trenin, şehrin dokusunu bozduğunu düşünüyorsunuz.

Tayland ülkeye girişte vize istemiyor. Turizmde çok yol kat etmiş. Dünyanın her ülkesinden çok sayıda turist var. Asıl ününü seks turizmi ile yapmıştı ancak sokaklarda her yaştan, her ülkeden turistler  görülüyor.

8 milyon nüfuslu ve dünyanın her yerinden turist çeken Bangkok’un son derece canlı gece hayatı var. Barlar, klubler neler neler… Bu konu başlı başına bir yazı konusu. Bu konuda yazıyı da Bangkok’ta gecelere akmış kişilerin detaylı yazması daha doğru.

Bu yazıda 3-4 gün Bangkok’ta gezecek ve ilk kez gelmiş  turistlerin öncelikle görmesi gereken yerleri kendi sıralamamıza göre yazdım. Bu genel Bangkok yazısının yeni ülkelere ilgi uyandırması dileğiyle…

‘Bangkok Şehir Turunu’ Trip Advisor güvencesi ile aşağıdaki linkten alabilirsiniz.

 

Kayaköy Gezi Rehberi: Hayalet Köy

Kayaköy Muğla’nın Fethiye ilçesine bağlı antik çağlardan kalan bir miras. Bu topraklarda yaşayanlardan M.Ö. 3. yy’dan lahitler, kaya mezarları, kalıntılar günümüze ulaşmış. Likya Uygarlığı’nın Karmylassos şehrinin üzerine kurulmuş Kayaköy.

Bu topraklardan Likya Uygarlığı, Büyük İskender, Romalılar geçmiş. 1284 yılında Menteşe Oğulları’nın hüküm sürdüğü topraklar, 1424 yılında Osmanlı hakimiyetine girmiş.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde 19.yy ikinci yarısında azınlıklara verilen toprak ve vergi avantajları ile Rumlar buraya gelip güney Ege’nin en büyük Rum köyünü kurmuşlar.

Bugün Fethiye’de en çok ziyaret edilen ören yerleri arasında yer alan Kayaköy’de ne Likyalıların ne Romalıların izlerini arıyoruz. Bu ören yerinde bizi karşılayan 100 yıla yakın süredir kimsenin yaşamadığı, çatısız, kapısız, penceresiz, sadece taş duvarları ile hüzünlü, ıssız, terkedilmiş, bir hayalet köy.

Kayaköy

19.yy’da Rumlar, kurdukları ve yaşadıkları bölgeyi Levissi Köyü, Türkler de Kayaköy olarak adlandırmışlar.

Türkler ve Rumlar bu topraklarda komşuluk etmişler. Dağın yamacında eğimli bölgeye yerleşen Rumlar zanaat, bakırcılık, kalaycılık, marangozluk ve ticaretle uğraşıyorlarmış. Ovaya yerleşen Türkler de tarım ve hayvancılık faaliyetlerinde bulunuyorlarmış. Bu komşuluk uzun yıllar devam etmiş, ta ki 1923 yılındaki mübadeleye kadar. Mübadele kararı ile Rumlar kalplerini doğup, büyüdükleri bu topraklarda bırakarak ayrılmak zorunda kalmışlar. Kayaköy’e köy desek de belde zengin ve nüfusu kalabalıkmış, Osmanlı kayıtlarına göre 1912 nüfusu 6500 olarak geçmektedir. Kayaköy’den ayrılan Rumlar, Kayaköy’ün adını yaşatmak için Yunanistan’da yerleştirildikleri bölgeye de Nea Levissi‘yi (Yeni Kayaköy) adını vermişler. Rumların yerine yerleştirilen Batı Trakya’dan yine mübadele ile gelen Türklerin bir kısmı bölgeye yerleşmiş ancak daha sonra dağın yamacından ovaya inmişler veya başka bölgelere göç etmişler. Böylece tarihi alan tekrar terk edilmiş ve sahipsiz kalmış. Nerede ise 100 yıldır yaşam olmayan terk edilmiş alan bugün korumaya alınmış müze olarak ziyarete açılmış.

Korumaya alınmış dedik ise restorasyon, düzenleme beklemeyin. O gün bugün çivi çakılmamış. Ziyaretçiler yaşam olmayan, büyük ölçüde tahribat görmüş taş evlerin, okulların, hastanelerin, dükkanların yer aldığı hayalet şehrin sokaklarında hüzünle dolaşabiliyorlar.

Ulaşım

Kayaköy Fethiye merkeze 14 km uzaklıkta, özel araçla Fethiye içinden veya Ölü Deniz üzerinden 25 dakikada ulaşabilirsiniz. Yine Fethiye’den ve Hisarönü’nden sık kalkan minibüslerle kolay ulaşılmaktadır.

Kayaköy’ü Gezelim

2020’de Kasım ayında güzel bir sonbahar sabahında gezdiğimiz Kayaköy’ü birlikte dolaşalım.

Biz sonbahar keyfini yaşamak için kaldığımız Köyceğiz’den bir günümüzü Kayaköy ve Ölüdeniz için ayırdık. Öğlene doğru Kayaköy’e ulaştık. Kayaköy  2-3 saatte gezilebiliyor. 

Kayaköy ören yerinin hemen girişindeki düzlükteki kafeler ve restoranlarda sadece köyün manzarasını karşıdan izleyip oturabilirsiniz. Köy manzarasına hakim kafe ve restoranlarda çay, kahve içip, gözleme veya yemek yiyebilirsiniz.

Kafelerin olduğu alanda fayton, at veya deve ile şüphesiz asıl terkedilmiş yamaçtaki köyde değil civarda tur atabilirsiniz.

Ancak madem terkedilmiş şehre geldik, biz bu şehrin insansız, sessiz, hüzünlü sokaklarında dolaşıp,  panoramik manzarasını görmeliydik.

Kayaköy daha önceki yıllarda serbestçe dolaşılırken, artık bir ören yeri. Yamacın eteklerinde doğudan ve batıdan iki yönden müze kart ile ücretsiz veya 10 TL ile giriş yapabilirsiniz. Kayaköy’ü yaz döneminde (1 Nisan-1 Ekim) 09:00 – 20:00, kış döneminde (1 Ekim-1 Nisan) 8.30-17.30 saatleri arasında haftanın her günü ziyaret edebilirsiniz.

Biz doğu tarafından Panayia Pirgiotissa Kilisesi (Aşağı Kilise) yönünden giriş yaptık. Mutlaka en tepedeki şapele çıkıp, hem köyün tüm manzarasını hem de Ölüdeniz yönünü görmelisiniz diyerek bizi yönlendiren Müze görevlisine teşekkürler. 

Girişte sağda Panayia Pirgiotissa Kilisesi karşılıyor. Dış duvarları sağlam, çatısı kapalı, yıkık duvarlı evlere göre iyi konumda görünen kilisenin kapısına doğru yöneldik, ancak koca bir kilit kapamıştı kapıyı.

Köyde bulunan iki kilise de kilitli ziyaret edilemiyor. Aşağı kilise köydeki tüm binalara göre en iyi konumda olanı, nedeni ise 1960 yılına kadar cami olarak kullanılması imiş. Ancak şu anda içeriye girilemiyor.

Taxiarhis Kilise’si (Yukarı Kilise) ise şehrin merkezinde  bulunuyor. İçeriye giriş yasak, ancak yıkık duvarların arasından girilebiliyor.

Köyün dar taş sokaklarından yukarıya doğru tırmanmaya başlayabiliriz.

Dağın yamacına yerleşen, evler hepsi güneş görecek, birbirinin görüntüsünü kapatmayacak şekilde planlanmış. Köyde bazı kaynaklar 1000, bazıları 2000 ev olduğunu yazmakta ise de, müze broşürüne göre 350-400 var, evler 50 metrekare büyüklükte, iki katlı, birinci katı genellikle ahır veya kiler olarak kullanılıyor, üst katı bir veya iki odadan oluşuyormuş. Evlerin içinde ocak bulunuyor, çatılardan oluşturulan sistem ile yağmur suları sarnıçlarda biriktiriliyormuş. İçme suyu ise köydeki iki çeşmeden sağlanıyormuş. Evlerin ahşap çatıları, kapıları ve pencereleri doğanın tahribatı ve zamana karşı koyamamış. 1957 yılında yaşanan depremin yanı sıra, define arayanların tahribatı ile  bugün nerede ise sadece taş duvarları kalmış, kapısız, bacasız, harabe evlerin avlularından, ocaklarından, yollarından incir ağaçları çıkmış. Ocağına incir ağacı dikilmesi atasözümüz burada anlam bulmuş demek ki. Ocak tütmeyince incir ağaçları sarıyormuş ocakları, evleri.

Köyde kızlar ve erkekler için ayrı iki okul, hastane, eczane, gümrük binası, dükkanlar bulunuyormuş. Bugün sadece yarım duvarları kalmış rüzgara karşı iki yel değirmeni bulunuyor.

Aşağı Kilise’ye yakın kapıdan girip sağ taraftaki tepeye bakınca göreceksiniz, en yüksek noktadaki şapeli. Aşağıdan bakınca tırmanmak gözünüzü korkutmasın. Taş kaplı sokaklardan yumuşak bir tırmanış ile şapele ulaşabilirsiniz.

KayaköyKöyde 14 şapel varmış, en yüksek noktadaki bu şapel  de bakımsız durumda beklendiği gibi.

Ancak tepenin panoramik görüntüsü nefes kesici. Çıktığınız yönde terk edilmiş şehir ayaklarınızın altında uzanmakta.

Kayaköy

Diğer yönde ise sürpriz bir manzara var. Yamaç aşağı yeşilliklerin bittiği noktada masmavi Ölü Deniz Yönü Manzarası.

Kayaköy

Hayalet köyün evlerinin baktığı ovada bugün yaşam sürüyor.

Kayaköy

Kayaköy, UNESCO tarafından Dünya Dostluk ve Barış Köyü olarak kabul ediliyor.

1988 yılında Muğla Belediyesi Mimarlar Odası ve Türk-Yunan Dostluk Derneği’nin ortak projeleriyle Kayaköy Barış ve Dostluk Köyü olarak ilan edilmiş.  Hayalet köy bu tarihten itibaren 3. derece kentsel ve arkeolojik sit alanı olarak koruma altına alınmıştır.

Bu arada bu etkileyici doku Hollywood film yapımcılarının da ilgisini çekmiş, 2014 yapımı Russel Crowe’nun başrolünü oynadığı, Yılmaz Erdoğan ve Cem Yılmaz’ın da rol aldığı, Türkçeye Son Umut olarak çevrilen  ‘The Water Diviner’ filminin bazı sahneleri Kayaköy’de çekilmiş.

Yeşilçam Sinemasının korku filmi seven yönetmenlerinden de Hayalet Köyü film platosu olarak kullananlar olmuş.

Kayaköy Hayalet Köyü gezenler, yakın mesafede iki yeri daha ziyaret edebilirler. Af Kule Manastırı sadece üç km uzaklıkta, ancak patika yolda tırmanmayı göze almak gerekiyor, yine Gemile Koyu 6 km uzaklıkta. Yeşil ve mavinin bütünleştiği bu koy da bu kadar yakında iken görülebilir.

Bize sorarsanız, biz bu iki özel yere zaman ayıramadık, Kasım ayında Ölü Deniz’de deniz keyfi yapmayı tercih ettik.

Muğla ve Fethiye Türkiye’nin en çok turist çeken yerleri arasında ilk sıralarda. Gezmeyi sevenlerin her durumda buralarda görecekleri tarihi yerler, yürüyecekleri rotalar, yüzecekleri denizler, tırmanacakları dağlar olacaktır. Çok bir şey söylemeye gerek yok ister Kayaköy’de konaklayıp, isterseniz, Fethiye, Köyceğiz, Dalyan hatta Akyaka, Marmaris daha sayamadığım birçok yerde konaklasanız dahi yolunuzu Kayaköy’den geçirmeniz son derece kolay. Böylesine güzel yamaçta, yeşillikler arasında panaromik ve özenle inşa edilmiş evlerin terkedilmiş. insansız, hüzünlü kaderini görmeye ve öyküsünü dinlemeye değer.

Kaynakça:

http://www.marmaracografya.com, Yrd. Doç. Dr. Recep BOZYİĞİT, Dr. Tahsin TAPUR, Güneybatı Anadolu’da terkedilen bir yerleşim merkezi:Kayaköy,2010

www.kulturportali.gov.tr/turkiye/mugla/gezilecekyer/kayakoy

https://muze.gov.tr/