ANA SAYFA Blog Sayfa 11

Lviv Yeme, İçme ve Gece Hayatı

Ukrayna mutfağı gerçekten çok lezzetli. Bu konuda detaylı bilgiye Kiev yazımda yer vermiştim. Bunları tekrar etmek istemiyorum. Bu yazıda Lviv için bir kısmını kendimin de deneyimlediğim mekan önerilerinde bulunacağım.

Bu mekanların büyük kısmı turistlere odaklanmış olsa yine de denemeye değer. Bunlardan en ünlüsü Lviv’in ilk grill restoranı olan Valova Caddesi’nde Bernardine Kilisesi’nin arkasındaki avluda bulunan Meat and Justice Restoranıdır. Burası Orta Çağ temalı bir restoran olup etrafta bol bol işkence aletleri varmış. Hatta denk gelirseniz küçük gösteriler de yapıyorlarmış.

Lychakivska Caddesi’nde bulunan Dido Restoran deneyip çok memnun kaldığımız bir et restoranı oldu.

Botanik bahçesi konseptli harika bir restoran olan Baczewski Restoran menülerinde tavşan, ördek dana biftek gibi çok çeşitli yemeklerin yanı sıra geleneksel Borscht çorbaları da bulunuyor.

Kryjivka adlı yeraltı barına girmek için önce biraz Ukrayna tarihini bilmek gerekiyor. 2. Dünya Savaşı sırasında Ukrayna İsyan Ordusu (UPA) adlı bir askeri birlik, Naziler, Polonyalılar ve Sovyetler Birliğine karşı gerilla savaşı yaparken birbirlerini tanımak için ‘Heroyam Slava’ gibi gizli kodlar kullanmışlar. Kryjivka’yı ziyaret etmek istiyorsanız bu Milliyetçi temalı bara girmek için bu şifreyi kullanmalısınız!

Latin Katedrali’ne yakın konumda bulunan Amadeus Restaurant iyi yorumlar alan bir restoran.

Valentino Restaurant, Ostapa Nyzhankivskoho Caddesindeki bir İtalyan restoranıdır.

Pizza Celentano Ristorante, İtalyan mutfağı arıyorsanız bir diğer uygun restoran olacak.

Kumpel, şehrin en lüks ve en güzel restoranlarından.

Mons Pius, şehrin tam merkezinde biraz salaş ama atmosferi çok güzel bir restoran.

Akhali, mükemmel bir Gürcü restoranı.

Green Garden, çok iyi suşi ve tavada kızartma yapan ve güzel bir atmosferi olan uygun fiyatlı bir yer.

Om Nom Nom, mükemmel ve çok uygun fiyatlı vegan mutfağı olan bir mekan.

36Po, Kamyanytsya Hyelazynivska Caddesi’nde bulunan olumlu yorumlar almış bir restorandır.

Galiçya mutfağı temalı restoran “Trapezna Idey”, Valova Caddesinde Fikirler Müzesi girişindeki küçük bir bira mahzeninde yer almaktadır.

The Most Expensive Galician Restaurant, kapı görevlisinin onayından geçerek girdiğiniz masonik hissiyatı veren bir restoran.

Arsenal Ribs and Spirits, Orta Çağ Arsenal binasının bodrum katında bulunan ve Ukraynacada Rebernia denilen bal ve hardal kaplı yumuşak, sulu etle diğer kebapları yiyebileceğiniz en iyi yer.

Rynok Meydanı’nda bulunan Restaurant Mafia’nın yiyecek içecek çeşidi bol ve ortamı güzel.

Sadece yerel yemeklerin sunulduğu, açık büfe zincir bir restoran olan Puzata Khata, her zaman dolu oluyor ve burada gerçekten lezzetli ve ucuz yemek yiyebilirsiniz. Eski şehre yakın ancak tam olarak eski şehirde olmayan iki Puzata Khata restoranı Rynok Meydanı’ndan 5 dakika yürüyüş mesafesindedir. Biri Shevchenko Bulvarı’nda, diğeri Tadeusha Kostyushko Caddesi’nde bulunmaktadır.

1853 yılında icat edilen modern Gaz Lambasının mucidi Ignacy Lukasiewicz Lviv’de yaşamış. Virmenska Caddesindeki Gasova Lampa adlı restoran da gaz yağıyla çalışan lambaların mucidinin anısına açılmış. İçeride çok çeşitli bir sürü gaz lambası var.

Japon mutfağını seviyorsanız Lviv Yappi Sushi’ye gidebilirsiniz.

Lviv Croissants lezzetli sandviçleri bulabileceğiniz bir yer.

Burger Joint çok lezzetli burger yiyebileceğiniz bir mekan, denemeyle sabittir.

En büyüğü Rynok Meydanı’nda bulunan Coffee Manufacturer Lviv’de değişik bir konsept uygulanıyor. Madenci kaskıyla alt katlara gidebiliyor ve kaynak makinesiyle yapılan değişik kahveleri içebiliyorsunuz.

1683 yılında açılan bu kafede aynı zamanda kahve ve hediyelik eşya satışları da var.

Benim gibi çay sevenler Victoria Tea House’ta yerel çayları ve pastaları deneyebilir.

Strudel House, çok lezzetli strudel yiyebileceğiniz bir mekan.

Sirnik Cafe, çok lezzetli börek ve pastalar yiyeceğiniz bir fırın ve kafe, mutlaka gidin.

Rynok Meydanı’nda yer alan Atlas adlı nostaljik kafede oturup bir yandan kahvenizi yudumlayıp bir yandan pastanızı yerken Rynok Meydanı’nın canlı kalabalığını izleyebilirsiniz.

Güzel bir kahve için Boim Şapeli ve Latin Katedralinin karşısındaki Svit Kavy’ye gidin. Svit Kavy, güzel iç mekanı, hoş yaz terası ve 30’dan fazla kahve çeşidi ile ünlü bir mekan. Geleneksel Lviv peynirli kekinden sipariş edin.

Lviv Handmade Chocolate şehirdeki en güzel el yapımı çikolata yiyebileceğiniz bir yer. Alt katta çikolata ustalarının çikolata yapmalarını canlı olarak izleyebilirsiniz.

Rynok Meydanı’nda bulunan Drunk Cherry’de sadece vişne likörü satılıyor.

Pravda Beer Theatre’da kendi ürettikleri biraları satıyorlar ve ayrıca yemek servisleri de bulunuyor.

Cafe Na Bambetli, nostaljik atmosferi olan güzel bir kafe.

Cukiernia, harika pastaları olan ve antika eşyalarla çok güzel dekore edilmiş bir mekan. Kahvaltı yaptığımız bu mekan bizim de çok memnun kaldığımız bir yer oldu.

Glory Cafe’de kahve içen Kawiarnia Mikolasha, güzel ve eski stil bir kafe.

Rynok Meydanı’nın arka caddelerinden biri olan Sırp Caddesinde Masoch Cafe bulunabilir. Mekanın adı yaklaşık 200 yıl önce Lviv’de doğduğu bilinen Leopold Ritter von Sacher-Masoch’tan geliyor. Bu şahıs olağan dışı cinsel davranıştan zevk almış ve “mazoşizm” kelimesi de aslında onun isminden geliyormuş. Kafe de bu tema üzerine dekore edilmiş, dilerseniz garsonun sizi öpüp kırbaçlaması mümkün ve tüm içeceklerin cinsiyetle ilgili isimleri de varmış.

Lviv Dublin İrish Pub, klasik bir İrlanda Pub örneği.

Ukrayna birası denemek istiyorsanız Obolon (özellikle Bile) ya da Lvivske gerçekten çok iyi!

Lviv Festivalleri ve Eğlence

Lviv

Lviv gezi zamanlamanızı bir konsere veya festivale denk getirmeye çalışın. Lviv boşuna “Festival Kraliçesi” olarak anılmıyor. Şehirde hemen her ay festival, geçit töreni ve eğlence vardır. Livi’deki konaklamanız süresince hangi festivallerin gerçekleştiğini öğrenmek için Rynok Meydanı’ndaki Turist Danışma Merkezine uğrayın.

Kış mevsimi, geleneksel Ukrayna kırsalının özel Noel ruhunu ve lezzetli Çikolata Festivalini gözler önüne seriyor. Bahar mevsimi, Paskalya Yumurtası (Pysanka) Festivali ile başlar, “Lviv On a Plate” Gastronomi Festivali ile mideleri şenlendirir, Weather-Vanes Festivali ile eğlenir ve Mayıs’taki aralıksız şenliklerle son bulur (Lviv Şehir Günü Geçit Töreni, Rascal (Batyar) Günü ve Uluslararası Virtiöz Klasik Müzik Festivali). Dünya Vyshyvanka Günü, Ukrayna ulusal kostümü olan nakışlı gömlek Vyshyvanka’nın orijinal geleneklerini korumak ve kutlamak için düzenlenen uluslararası bir bayramdır.

Yaz mevsimi, dünyanın en ünlü caz müzisyenlerinin de katıldığı Alfa Caz Festivali, Wiz-Art Kısa Film Festivali ve Uluslararası Folklor Festivali Etnovyr gibi birçok festival ile dopdolu geçer. Ukrayna’daki en popüler yaz festivali Rynok Meydanı’nda yapılan Zakhid festivalidir. Bir diğer ünlü festival haziranda düzenlenen klasik otomobiller yarışı Leopolis Grand Prix festivalidir. Bu yarışlar ilk olarak 1930’da gerçekleştirilmiş. Grand Prix’ye katılacak araçların en az 25 yıllık, orijinal parçalara sahip ve göze hitap edecek kadar güzel olmaları gerekiyormuş. Klasik arabaların sokaklara çıkmasıyla Lviv, tam bir şölen alanına dönüşüyormuş.

Sonbaharda Kahve Festivali kutlanmaktadır. Geleneksel olarak bu festivaller şehir merkezinde veya genellikle Lviv Opera Tiyatrosu, Filarmoni ve Shevchenkivsky Salonu’nda kutlanır.

Geleneksel düğün ritüellerinden, ilginç St. Catherine Gününe kadar, Batı Ukraynalılar eski, anlamlı, sevgi dolu ve bazen garip kutlamalar yaparlar.

Lviv’in kalbi olan Svobody Bulvarı’ndaki tarihi S.Krushelnytska Opera Binası’nda çeşitli opera ve bale gösterileri düzenleniyor. Biletler 50 ila 80 Grivna arasında değişiyor. Opera ve baleye düşkün olmasanız bile bu muhteşem mekanı görmek için birkaç saatinizi ve bir miktarı Grivma ödemeyi göze alın.

Lviv Org ve Oda Müziği Salonunda org müziği dinleyebilirsiniz. Bu bina 17. yüzyılda St. Magdalena Kilisesi ve Manastırı olarak inşa edilmiş ve ancak 1960’larda kültürel bir kurum olarak çalışmaya başlamış. Salon halen çeşitli müzik performanslarına, Roma Katolik Kilisesi için pazar ayinine ve yıllık Eski Müzik Festivaline ev sahipliği yapmaktadır. Müzik salonunun görkemli orgu Ukrayna’daki en büyük orgdur. Stepana Bandery Caddesindeki Org ve Oda Müziği Konser Salonu, Lviv merkezinin biraz dışında, Politeknik Üniversitesi’ne yakın bir yerde bulunmaktadır. Org müzik konserleri cumartesi ve pazar, akşam saat 5.00’de yapılmaktadır ve Ekim’in başında da Eski Müzik Festivali gerçekleştirilmektedir.

Ukraynacayı anlamasanız bile Les Kurbas Tiyatrosu’nda bir oyun izleyebilirsiniz. Bu küçük tiyatro salonu 1988’de kurulmuş ve ülkedeki en iyi modern tiyatro gruplarından birini temsil ediyormuş. Tiyatro, Les Kurbas Caddesi’nde ve cuma, cumartesi ve pazar günleri 19:00’da gösterileri gerçekleştirmektedir.

Gelelim şehirdeki sabahlara kadar süren gece eğlencelerine. Ben gitmedim ama gidenlerin referansıyla birkaç yer aktarayım. Rafinad People gece kulübü hem restoran hem de striptiz club şeklindeymiş. Fashion Club şehrin en lüks kulübü olarak aynı zamanda bir restoranmış. Lüks olduğu için kıyafet önemli tabi. Metro Club bir diğer gece kulübü ve işletmecisi de Türkmüş. Havalimanına yakın olan Sankoff Club bir diğer önerilen mekan. Ukraynalılar genel olarak eğlenmeyi çok seviyorlar. İşte bu da geç bir saatte sokaklara taşan bir barın görüntüsü.

Havalar biraz ısındığında, Lviv sokakları müzisyenler, canlı müzik yapan gruplar ve sanatçılar ile dolmaya başlıyor. Bunlar Şehre özel bir çekicilik katıyorlar ve banklarda oturarak canlı müziğin keyfini çıkarıyorsunuz. Yerel halk aniden kalkıp dans etmeye başlarsa şaşırmayın. Bunları şehir merkezinde hemen her yerde görebilirsiniz. Ancak, en popüler noktalar Halytska Caddesi ve Serbska Caddesi.

Rynok Meydanı’ndaki Cafe Diana yakınında tango veya salsa dansı da yapabilirsiniz. Belediye Meclisi binasının önündeki geleneksel tango/salsa dans sahnesi, sizi Lviv’e aşık edecek büyüleyici anlardan bir tanesi olacak. Tanrıça Diana’nın fıskiyesi önündeki kalabalığa katılın ve canlı atmosferin tadını çıkarın. Bu dans partileri cumartesi ve pazar günleri saat 18:00’den sonra gerçekleşmektedir.

Dans benim işim değil, müzik sevmem diyorsanız Opera Binasının önündeki yerli halktan kişilerle satranç oynayabilirsiniz. Daha çok cumartesi ve pazar günleri öğleden sonra cadde satranç oyuncuları ile dolup taşıyormuş. Aralık ayından itibaren Rynok Meydanı patencileri ağırlıyormuş ve her yaştan ziyaretçi için heyecan verici bir atraksiyon gerçekleştiriliyormuş.

Hayvanların bu şekilde kullanılmasından hoşlanmıyorum ama gitmek isterseniz Lviv’de bir de sirk var.

Bunların hiçbirini yapmayıp şehrin sokaklarında aylak aylak dolaşabilirsiniz. Sizi bilmem ama benim en sevdiğim şeydir böyle sokaklarda kaybolmak. Meydanlara kurulu pazarları gezebilir ya da şehrin her köşesinde bulunan parklarda çimlere uzanıp ruhunuzu dinlendirebilirsiniz. Lviv evlerinin ve bahçelerinin efsanelerini dinleyebilirsiniz. Yeraltı labirentinin, küçük dolambaçlı sokakların, büyüleyici meydanların, meraklı anıtların hepsinin özel hikayeleri vardır. Zengin doktor kızının ve fakir köylünün düğünü, şehrin belediye binasının altındaki uçan tabutların efsaneleri, şehrin ana manastırları arasındaki gizli geçitler gibi hikayeleri dinlediğinizde emin olun hiç sıkılmayacaksınız!

Nepal Gezi Rehberi: Barış Ülkesi

Nepal değişik ülkeleri görmüş, yeni renkler, farklı kültürler, farklı inançlar arayanlar ve en önemlisi dünyanın en yüksek zirvelerine sahip Himalayalar’a tırmanmak isteyenler için özel bir destinasyon. Hayatında ilk kez yurt dışına çıkacaklara Nepal’i görülecek ilk ülke olarak tavsiye etmek uygun olmayabilir. Ancak gezginler için görülmesi gereken bir coğrafya.

Nepal dünyanın en az gelişmiş ve 1000 doların altında kişi başı milli geliri ile dünyanın en yoksul ülkelerinden. 1960’lı yıllarda özellikle hippilerin ilgi gösterdiği ülke, 1996-2006 yılları arasında ülkede yaşanan iç savaş nedeni ile içe kapanmış. Ancak 2008 yılından sonra krallık rejiminden cumhuriyete geçilmesi ve uygulanan politikalar nedeni ile son yılların popüler ülkeleri arasında yerini almaya başlamış.

Nepal yıllardır kendini günümüzde en az kullanılan terimler arasında olan barış ülkesi sloganı ile tanımlamış. Dünyanın en büyük iki ülkesi Çin ve Hindistan ile sınır komşusu olan, bir yanda da Tibet ve Himalaya sıradağları ile sınırlanan, üstelik denize açılmayan bir ülkenin sömürge ve işgal altında yaşamamak için bu slogan benimsemesi çok önemli.

Niçin Nepal?

Kişisel olarak Avrupa’da ve Uzakdoğu’da birçok ülkede bulunup, Hindistan’da Hindu kültürü ile tanıştıktan sonra sıraya aldığım bir ülke oldu Nepal.

2018 yılı Şubat ayında Hindistan gezisi yapmıştık. Hindistan Seyahat Planlaması yazımı okuyabilirsiniz. Nepal’i Hindistan’dan sonra gezerek ortak kültüre sahip ve Hindu inancını benimsemiş iki ülkeyi birlikte değerlendirme şansım oldu. Karşılaştırmalı olarak Nepal hakkında bilinmesi gerekenleri görelim.

*Nepal, Hindistan’ın bir bölgesi mi acaba diye düşünenler olabilir. Nepal Federal Demokratik Cumhuriyeti bağımsız bir ülke.

*Hindistan bir milyar üç yüz milyonun üzerindeki nüfusu ile dünyanın en fazla nüfusuna sahip ikinci ülkesi iken, Nepal otuz milyon yaşayanı ile küçük bir ülke. Her iki ülkede Hindu inancı yaygın, Hindistan’da yaşam biçimi de tamamen bu inanç doğrultusunda şekillenmiş. Nepal nüfusunun % 80’i Hindu, % 10’u budist ve %10’u diğer dinlere inanmakta. Nepal’in farklı bir yönü, Budizm’in kurucusu Siddharta M.Ö 563 yılında Nepal’in Lumbuni şehrinde doğmuş, felsefesini bu bölgede yaymış. Bu nedenle Nepal’de Hinduizm ve Budizm iç içe ve büyük bir uyum içinde yaşamakta. İki din birbirini ve yaşam tarzını birlikte etkilemiş. Hatta Hindu ve Budist tapınakları tarih boyunca aynı meydanda yan yana inşa edilmiş.

*Hindistan’ın kalabalığı, pisliği, tozu, sokaklardaki sürekli korna sesi rahatsız edici gelmişti. Nepal’in başkenti Katmandu da kalabalık, kaotik ve tozlu olmasına rağmen, sokaklarda Hindistan’daki kadar çok inek ve inek pisliği görmedik. Ortalıkta domuzlar da dolaşmıyordu. Maymunlar da daha çok belli tapınaklarda mutlu yaşıyorlardı.

*Sokaklarda çok fazla sayıda motor var, dikkatli yürümek gerek. Ancak Hindistan gibi sürekli korna çalınmıyor, hatta bazı yerlerde korna çalmanın yasak olduğunu gösteren trafik işaretleri bile konmuş. Özellikle sessiz, sakin, yeşil Pokhara’da bu işareti gördüm.

*Her iki ülkede de sokağa tükürmek ayıp karşılanmıyor, kadın erkek sokağa tükürenler sizi şaşırtmasın.

*Yemek kültürleri benzer, ancak Hindistan’da hijyen bence sıfır, ilk kez o kadar pislik gördüğümden nerede ise hiç yemek yiyememiştim, Nepal’de ise daha temiz görünüşlü restoranlarda rahatlıkla yemek yiyebildik. Sadece sokaktaki tezgahlardan bir şey tatmadık.

*Nepal coğrafyasının en büyük özelliği, dünyanın çatısı Himalayalar’ın en yüksek 10 dağının 8’i ve 8848 metre yüksekliği ile dünyanın en yüksek dağı Everest’in bu ülkenin sınırları içinde olması. Dağcılar, trekkingciler için cazip bir ülke. Ayrıca Budizm öğretisinin doğduğu yer olması nedeni ile yoga ve meditasyon merkezleri de özel.

*Ayrıca ormanlık bölge Chitwan’da safari yapabilirsiniz. Her ne kadar bengal kaplanlarını görme bir efsane olsa da jeep ve fil safarisi, kano ile timsahların arasında kano turu, kuş gözleme, orman içi yürüyüşler gibi farklı aktiviteler mümkün.

*Nepal’in 2015 yılında 8,1 şiddetinde geçirdiği deprem sonucunda özellikle Katmandu’da birçok tapınak zarar görmüş. Ancak hem ülke kaynakları hem de tüm dünyadan sağlanan yardımlar ile bu tapınaklar renovasyona girmiş veya kalıntılar toplanmış . Bu deprem sonrası kamu otoritelerinin ve halkın bilinçlendiğini, yolların çevrenin ve tarihi yerlerin daha temiz tutulması için özen gösterdikleri de tartışılıyor. Rehberlerimize bu konuyu özellikle sorduğumda deprem sonrası turizme ve turistik yerlere özel önem verildiğini söylediler. Ya da Hindistan’ı görmeyenler Katmandu’yu kirli, bakımsız bulurken ben Hindistan deneyimi yaşadığım için daha temiz bir ülke ile karşılaştığımı düşünüyorum.

*Bu arada bayrağından da söz edelim, Nepal dünyada dikdörtgen olmayan bayrağa sahip sınırlı ülkelerden, dünya da İsviçre ve Vatikan kare bayrağa sahipken, Nepal bayrağı üst üste iki üçgenden oluşan formu ile dünyanın en ilginç bayrağı.

*Nepal çok renkli. Nepal Krallığının kültürel ve dini merkezleri mimarisi, dokusu, mistik ruhu etkileyici. Çok tanrılı Hinduizmin her tanrı için ayrı, birbirinden özel tapınaklarının yanı başında budist tapınakları inşa edilmiş meydanları açık hava müzesi gibi. Ancak müze sözü ile sadece gezilen turistlere ayrılınan yerler değil halkın dualarını ettiği, sunaklarına sunumlarını bıraktıkları, huzur içinde oturdukları zaman geçirdikleri yerler. Asıl güzeli halk ile birliktesiniz.

*Nepal halkı utangaç, sakin, huzurlu sizi gözleri gülerek namaste diye karşılıyor. Turiste son derece saygılılar. Hindistan’ın kalabalığında, kargaşasında güvenli hissedemeyebilirsiniz. Ancak Nepal’inen büyük ve en kalabalık şehri Katmandu’da bile sokakta her saat güvenli dolaşabildik. Ne taciz, ne gasp, ne kazıklanma, ne aldatılma korkusu yaşamadık. Hatta yüksek sesle konuşan, bağıran bir kişi bile görmedik.

*Zaman zaman sizinle fotoğraf çektirmek isteyebilirler. Onların fotoğrafını çekmek isterseniz de gülerek poz veriyorlar.

Çocuğu, genci, yaşlısı Nepallilerin doğallığı, bakışlarının güzelliği fotoğraflara yansıyor.

Siyasi Tarihi

Nepal topraklarında M.S. 4. yy’da Hint Prenslikleri kurulmuş, bir dönem Çin İmparatorluğu saldırıları yaşanmış, 1201 yılında Malla Hanedanlığı toprakları geri alıp krallığını kurmuş, 12-15 yy arasında Malla Krallığı ülkeyi kalkındırmış ancak 15.yy da oğullar arasında ülke Katmandu, Bakhtapur ve Patan olarak üç ayrı krallığa bölünmüş, 18. yy’da tekrar bu krallıklar Nepal Krallığı altında birleşmiş. 1811-1816 arası İngiltere ile savaşılmış, İngiltere’nin ülkede gücü artmış. Birinci Dünya Savaşı ve sonrası İngiltere Nepal gençlerini kendi savaştığı ülkelerde Gurka askeri olarak kullanmış. Ülke 1990 yılına kadar mutlak monarşi, 1990 sonrası parlamenter monarşi ile yönetilmiş. 1996-2006 yılları arasında halk ve Maocu kuvvetler ile Nepal Krallığı’na karşı 10 yıl süren iç savaş başlamış. Savaşta Amerika ve Hindistan’ın kraliyeti desteklemesi çok sayıda silah yardımı yapmasına rağmen savaşın galibi Çin’in desteklediği Maocu halk cephesi olmuş. 2006 yılında anlaşma sağlanmış ve 2008 yılından bu yana ülke Cumhuriyet rejimine geçmiş. Bu arada 2001 yılında ülkenin en trajik olayı yaşanmış. Prens Dipendre, Kral Brendra, Kraliçe ve ailenin 11 üyesini öldürüp sonra da kendisi intihar etmiş. Ülkede hala bu konu tam açıklığa kavuşmamış, olayı gerçekleştirenin Prens olup olmadığı kesin değil. Kral Brendra’nın tüm aile üyeleri öldürülürken kendi ailesinden hiç kimsenin zarar görmediği Kralın erkek kardeşi yeni kral olarak tahta oturmuş.

Para Birimi
Nepal Para birimi Nepal Rupisi, uluslararası kodu NPR. Bizim bulunduğumuz Ocak /2019’da 1 $ =110 Rupi civarındaydı. Alışverişlerde dolar olarak ta fiyat veriyorlar genellikle 1$, 100 Rupi olarak çeviriyorlar. En iyisi dolarınızı bozdurup rupi üzerinden alışveriş yapmak. Kredi kartı çoğu yerde kullanılıyor ancak kredi kartı ile alışverişte dükkanlarda ve otellerde % 4 komisyon kesiliyor.

Dil
Nepal’de çok sayıda etnik grup var ve çok sayıda dil kullanılıyor. Ancak İngilizce bilen sayısı çok iletişim sorunu yaşanmıyor.

Vize
Nepal diplomatik pasaporta sahip olanlar dışındaki Türk vatandaşlarından vize istiyor, ancak vizeyi kolaylıkla havaalanında hiç bir belgeye ihtiyaç olmadan almak mümkün. Sadece paranızı hazırlamak yeterli. Vize ücretleri 15 günlük 25 dolar, 30 günlük 40 dolar, 90 günlük 100 dolar. Vize için önce vezneye para yatırıp sonra bilgilerinizi girmek için makinelerin başında kuyruğa giriyoruz. İşlem zor değil yine de takıldığınız bölümde dolaşan bir görevliden yardım istenebiliyor. Yanınızda vesikalık foto getirmeniz dahi gerekmiyor, yeni teknoloji ile makineler fotoğrafınızı da çekip forma ekliyor.

Ulaşım

Katmandu’ya şüphesiz en kolay ancak en pahalı ulaşım THY’nin direk uçuşu, İstanbul’dan gidiş 7 saat dönüş 8 saat sürüyor. THY’den daha düşük fiyatlı aktarmalı uçuşlar Katar Havayolları, Emirates, Fly Dubai, Air Arabia ile yapılabilir.

Uçak 8000 metre yükseklikte iken nerede ise aynı hizada görünen dünyanın en yüksek sıradağları Himalayalar’ın manzarası hangi firma ile uçarsanız uçun nefes kesici olacaktır. Öncelikle pencere kenarı ve kanat üstü olmayan Himalayalar’ı göreceğiniz bir koltuk seçin.

Katmandu Uluslararası Tribhuvan Havaalanı oldukça küçük, pistte uçaktan inip yürüyerek içeriye geçebiliyoruz. Vize formunu doldurduktan sonra polis kontrol noktasından içeri giriyoruz. Yine daha önce karşılaşmadığımız bir deneyim; vize işlemleri için epeyce bir zaman kaybettikten sonra bavullarımızı alacağımız bantların olduğu bölüme geçişte de uzun kuyrukta beklemek zorunda kaldık. Nihayet bantların başına geldiğimizde en az bir saat geçmiş ancak İstanbul uçuşunun olduğu bantta bavullarımız görünmüyordu. Yarım saat bandın başında bekledikten sonra bir görevliye bavullarımızı sorduk. Görevli kalabalık alanda ortalıkta bir yere konulan bavullarımızı gösterdi. İlk kez böyle bir durumla karşılaştık, vize almak ve içeri girmek için o kadar çok zaman geçirmişiz ki, İstanbul uçuşu bavulları banttan alıp ortalığa bırakmışlar, Doha’dan gelen uçağın bavullarını yerleştirmişler bantlara. Ancak bavulunuzu kaybetmeniz olası değil, kaos içinde işleyen bir sistemleri var.

Bavullarımıza kavuştuktan sonra artık otele ulaşma zamanı gelmişti. Katmandu Havaalanı şehir merkezine 6-7 km mesafede. Biz otelimizi Thamel Meydanı’nda ayırtmıştık. Merkezi bir yer olmasına rağmen havaalanında taksi pazarlığı ile uğraşmak istemediğimizden otelden 7 dolar karşılığı transfer istemiştik. Havaalanı çıkışında ismimizi görünce rahatladık. Havalaanında taksi kiralamak isteyenler için de ayrı bir büro ayrılmış taksilerle pazarlık yapmak zorunda kalmadan buraya başvurabilirsiniz.

Havaalanının şehir merkezine uzaklığı 6-7 km olmasına rağmen trafik yoğunluğu nedeni ile bu mesafe bir saate yakın sürebiliyor, özellikle dönüş uçuşlarında bu süreyi dikkate almak gerek. Nepal’de resmi tatil cumartesi günü bizim gidiş ve dönüşümüz cumartesi günü olduğu için yolumuz çok uzun sürmedi.

Katmandu’da şehir içi ulaşımda öncelikle taksiyi önerebiliriz. Fiyatlar makul, biz dört kişi olduğumuzdan ulaşım maliyeti oldukça düştü. Ancak taksiler çoğunlukla taksimetre açmıyor, binmeden önce sıkı bir pazarlık yapmak gerekiyor. Tabii önde bisikletli sürücülü araçları rikşa da kısa mesafelerde tercih edilebilir. Ayrıca halkın kullandığı otobüslere de binilebilir. Son derece ucuz 20-30 NPR’ye seyahat edilebilir ancak çok kalabalık olduğunu görünce cesaret edip halk otobüslerini deneyemedik.

Konaklama

Nepal’de konaklama uygun fiyatlı. Öncelikle dikkat edilmesi gereken konu sıcak su ve klima olması. Katmanduda otellerin çoğu Thamel Meydanında. Burası ara sokaklarında dükkanları, restoranları, kafeleri ile turistik ve canlı bölge. Asıl ana cadde yerine caddeye açılan yan sokaklardaki bir otelde daha sessiz bir odada kalabilirsiniz. Üç yıldızlı otellerde oda başına 25-30 dolar fiyatla kahvaltı dahil güzel bir hizmet alabilirsiniz. Bizim tercihimiz de bu şekilde oldu. Katmandu’daki otelimizi memnun kalmazsak diye önce iki gecelik ayırtmıştık, memnun kaldığımız için 8 gece aynı otelde kaldık. Pokhara ve Chitwandaki otellerimiz de yine üç yıldızlı merkezi temiz otellerdi. Pokharada Lakeside Road bölgesinde turistik oteller yer alıyor. Hem göl kenarı, hem de temiz, canlı turistik bölge. Chitwan da da orman kenarında güzel oteller seçilebilir. Chitwandaki otelimizde kahvaltının yanı sıra öğle ve akşam yemekleri dahildi.

Hangi Mevsim Gezilir?

Nepal gezisi için Eylül, Ekim, Kasım ve Mart Nisan Mayıs havanın 25 derece civarında olduğu en uygun aylar, Haziran, Temmuz Ağustos Muson yağmurları nedeni ile gidilmemesi gereken aylar. Gelelim Aralık, Ocak ve Şubat ayları havanın en soğuk aylar olması nedeni ile önerilmeyen mevsim. Ancak biz Ocak ayında gittik ve çok soğuk olacağını düşünmüştük. beklentimizin aksine gündüz 17-20 derece arasında bir sıcaklıkta, güneşli havada dolaştık, gece gündüz hiç üşümedik. Turistlerin yoğun olmadığı mevsim olmasının da avantajını yaşadık. Yine de en uygun sezonda gitmeyi tercih edebilirsiniz.

Gezi Planlaması

Nepal gezimiz için ayırabileceğimiz maksimum süreyi ayırdık. Toplam 14 gece kaldık. Bu sürenin 8 gününü Katmandu’da geçirdik. Şehirde görülmesi gereken yerlerin çoğunu gördük, ayrıca Bhaktapur, Patan, Kiktapur şehirleri, Narangot köyüne günübirlik geziler yaptık. Programımıza aldığımız diğer iki şehir Pokhara ve Chitwan için kaldığımız otelden tur aldık. Her iki tur için toplam 250 dolar ödedik. Böyle turları Thamel Meydanı’nda çok sayıda bulunan seyahat acentalarından da almak mümkün biz otelden almayı tercih ettik. Ya da otelinizi kendiniz ayırtıp, belediye otobüs biletlerini de satın alıp kolaylıkla programınızı kendiniz yapabilirsiniz. Katmandu’dan Pokhara’ya çok sayıda otobüs gidiyor, hepsinin kalkış saati aynı, sabah 7’de hareket ediyorlar. Biz her yönü ile turdan memnun kaldık. Pokhara’da üç gece kaldık tüm şehir turu yaptık, ayrıca iki arkadaşımız tüm gün rehberli yürüyüş turuna katıldı. Bu turu Pokhara da bir seyahat acentasından aldılar.

Chitwan Milli Parkı’nda Safari için üç gece sabah, öğlen akşam yemekleri dahil olan yemyeşil güzel bir otelde kaldık. Turumuzun tek zorlu yönü otobüs ile yolculuk oldu. Katmandu’dan Pokhara’ya 8 saatten uzun, Pockhara Chitwan arası 5 saat, Chitwan Katmandu arası da 6 saat sürdü. Nepal’in kırsalını daha iyi görme fırsatı tanıdığı için manzara açısından güzeldi. Ancak yollar dar, tozlu otobüsler turist otobüsü olmasına karşın yeterince konforlu değil. Bu nedenle en azından Katmandu Pokhara arasını uçakla yapmanızı öneriyorum. Tabii maliyet çok artacak, otobüs 10 dolar iken uçak 120 dolar civarında.

Nepal’e ne kadar süre ayırmalı sorusuna gelince, biz Katmandu’ya 8 gün ayırdık, zaman sınırı olanlar için 4-5 günde birçok yer gezilebilir, Pokhara’da 3 gece kaldık rahat gezdik, Chitwan’da 3 gece konakladık, safari turu için 2 günde bir çok aktivite yapılabilir. Kısaca bizim gezdiğimiz şehirler için 9-10 gün yeterli olabilir, dağcılar ve trekkingçiler bu sürenin üzerine ayrı tırmanma ve yürüyüş turları için 3 gün veya bir haftalık süreler ekleyebilirler.

Nepal Gezilecek Yerler

Nepal’de Katmandu, Patan, Bhaktapur gibi Katmandu Vadisi’nde yer alan şehirler tarihi, mimari tarzına hayran kalacağınız meydanları, tapınakları ile sizi kendine bağlarken, Pokhara da doğa, sukunet, yeşil ruhunuzu dinlendirecek, Chitwan’da orman içinde doğal yaşamındaki hayvanlarla birlikte olabileceksiniz. Dağcılar için ise dünyanın en yüksek zirvelerine tırmanma hayallerini gerçekleştirebilecekleri ülke Nepal.

Katmandu; Nepal’in başkenti ve en kalabalık şehri.

*Thamel Meydanı; oteller, dükkanlar, restoranlar, kafelerin olduğu canlı, hareketli turistik alan
*Asan Bölgesi; Yerel halkın alışveriş yaptığı özgün pazar yeri.
*Durbar Meydanı; En önemli meydanı, eski kraliyet sarayı, hem hindu hem budist tapınakların yer aldığı tarihi meydan
*Pathupatnath Tapınağı; Hindu tapınaklarının yer aldığı, hac mekanı, ayrıca hindu inancına göre ölü yakma törenlerinin yapıldığı en kutsal mekan
*Boudhanath Stupa; Budistler için dünyanın en kutsal mekanları arasında hac yeri
*Swayambhunath Stupa, Maymun Tapınağı
*Narayanhiti Kraliyet Sarayı Müzesi; 20 yy. da yapılmış kraliyet ailesinin yaşadığı bugün müzeye çevrilen yer.

Katmandu Yakını Şehirler

*Bhaktapur; Bhaktapur krallığının başkenti
*Patan; Patan krallığının başkenti
*Kiktapur ; Tarihi, doğal, kutsal şehir
*Narangot ; Himalaya dağlarının en geniş açılı ve en güzel manzarası ile güneş doğuşu, batışı ve yürüyüş için güzel bir köy

Katmandu ve çevresini detaylı olarak Katmandu Gezi Rehberi – Mistik Nepal yazımızda okuyabilirsiniz. 

Pokhara

Katmandu’ya 200 km uzaklıkta, Nepal’in ikinci büyük şehri. Doğal güzellikleri yanı sıra özellikle dağcılar, trekkingçiler için görülmesi kalınması gereken bir şehir.

Pokhara’yı detaylı olarak Pokhara Gezi Rehberi – Yeşil ve Sakin Nepal yazımızda okuyabilirsiniz.

Chitwan Ulusal Parkı

Unesco Dünya Mirasları Listesi’nde yer alan Asya’nın en iyi doğal yaban alanları arasında. Orman içinde safari turları ile çeşitli hayvanlarla tanışmak mümkün. Chitwan Safari Turumuzu detaylı okumak isterseniz.  Vahşi Nepal – Chitwan Ulusal Park’ta Safari   yazımızı okuyabilirsiniz.

Yeme İçme

Nepal yemekleri Hint yemeklerine benziyor. Köri ve kişniş ağırlıklı kullanıyor. Daha çok sebzeli, tavuklu çeşitler karşınıza çıkacak. Yine de Nepal yemeklerine alışamayanlar için dünya mutfaklarından yemekler bulmak mümkün. En popüler yemekleri Hindistan da olduğu gibi Daal bhaat tarkaari.

Diğer yemek Çin’de, Gürcistanda da yaygın olan buharda pişmiş mantı Momo. Bizim mantıya benzer hamur içinde sebze, tavuk veya et konmuş buharda pişirilmiş ya da kızarmış yiyebileceğiniz popular yemek. Mutlaka deneyin. İçkiye gelince Nepalde içki çok pahalı. Yerel biraları, Nepal, Everest, Gorka markalı. Dışarıda içerseniz ortalama 5 dolar, markette ise 2,5 dolardan başlıyor.

Sabah kahvaltılarını otellerde aldık. Açık büfe bizde ki kadar zengin olmasa da zeytin dışında birçok şeyi bulabildik.

Bu arada Nepale özgü Masala çayı da denemeye değer.

Gece hayatı olarak gece klübleri beklemeyin, restoran ve barlarda yerel müzik eşliğinde oturabilirsiniz. Biz otelimize yakın olduğu için tercih ettiğimiz bir restoranda yerel dansçıları izlepe şansına sahip olduk.

Alışveriş

Nepal’e dağcılık için gelen çok turist olduğundan outdoor malzemeler Türkiye’ye göre daha uygun fiyatlı. Yak koyunu yününden yapılan yak kaşkollar battaniyeler, kaşmir kıyafetler, şallar da güzel. Değerli taşlar ve gümüş takılar da ilginizi çekebilir. Asıl özgün evinize asmak için Budizm öğretisini yansıtan Mandala ve Tanka resimleri alabilirsiniz. Alışverişinizi Katmandu Thamel Meydanı ve Pokhara Lakeside bölgesi turistlerin alışveriş yapacağı çok sayıda dükkanın bulunduğu yerler. Genel kuralımızı hatırlayıp, pazarlık yapmayı unutmuyoruz.

Nepal özel bir ülke. Nepal gezisi planlamak isteyenler için genel bilgiler vererek özellikle gezilecek yerlerden çok Nepal’i kültürü, tarihi, ekonomisi, halkı ile ayrı bir yazıda tanıtmak istedim. Avrupa’da Amerika’da bir ülke için böyle bir tanıtım yazısına ihtiyaç duyulmayabilir. Ancak, böylesine farklı bir ülkeye gezi planlamadan önce büyük resmi görmek faydalı olabilir. Nepal gezi kararını verdikten sonra daha ayrıntılı bilgiler içeren şehir gezi rehberlerini okumanızı öneririm.

Son Söz

Nepal’in gördüğümüz üç şehri de birbirinden farklı özellikleriyle öne çıkıyor; tarihi, mistik ve kaotik Katmandu, doğal ve sakin Pokhara, maceracı Chitwan. Ayrıca iki elini birleştirip sıcak, gülen gözlerle ve saygıyla sizi namaste diyerek selamlayan dingin, huzurlu insanları da içinizi ısıtıyor. Herkese hitap etmeyen bu uzak ülkeye gelmişseniz meraklı ve değişik kültürlere açık bir gezgin olarak zaten tüm şehirlerini keşfetmek ve tanımak isteyeceksiniz. Fazla söze gerek yok…

‘Nepal Turları’nı Trip Advisor güvencesi ile aşağıdaki linkten alabilirsiniz.

Stockholm Gezi Rehberi: Buzlar Kraliçesi

Stockholm’u bir cümleyle tarif etsem; neredeyse bozulmamış, doğa harikası olarak aklınıza gelebilecek hemen tüm güzellikler içinde, geçmişinden kalan izleri de keyifle taşıyan, hafif mesafeli ama çok cazibeli bir metropol, derim. Bu tanımda neler eksik kalır, anlattıkça görelim…

Aslında Stockholm, öyle aman aman gideyim, diye yanıp tutuştuğum bir yer değildi. Bunun bir nedeni her daim soğuk iklimi ve onun getirdiği kapalı, bulutlu, depresif olduğunu düşündüğüm havası ise bir nedeni de efsanevi pahalılığıydı sanırım. Ama öte yandan İskandinavya’nın en güzel şehirlerinden olması, kutuplara bu kadar yakın olup böyle doğal güzelliklere sahip olması aklımı kurcalıyordu. Ayrıca kim Viking efsanelerine kayıtsız kalabilir ki… Öte yandan (hangi yaş dilimindeyseniz onun çağrıştırdığı türden) özgürlükler ülkesi  olarak yayılan ünü, bol sarışınlık, beyaz geceli-kara gündüzlü bol  kutup muhabbeti,  eh ergenlikten kalma Abba ve Dancing Queen falan da düşünüldüğünde… Daha ne olsun, Stockholm öne çıktı ve yola koyuldum. Stockholm’e gittiğimde Mayıs ayının ilk yarısıydı.

Önceden Stockholm ile kitapları karıştırdım, internet bloglarına göz attım haritalardan çalıştım. Tek başına yolculuk yapıyorsam, tek kabusum:  ya oteli bulamazsam…. Uçak biletini aldıktan sonra, nasılsa odada oturmayacağım, yatmadan yatmaya kalacağım düşüncesiyle fiyatına da dikkat ederek internet üzerinden oteli ayırttım. Evet, göreceli olarak ucuzdu buna karşılık odamın penceresi yoktu, odalar Japon tarzında aydınlatılıyormuş; ne olduğunu bilmiyordum, acı tecrübelerle öğrendim.

Stockholm’ün adalardan oluştuğu ve ormanlarla dolu olduğu aklımda kalmış; Şehrin üçte biri orman, üçte biri suymuş. Uçak inişe geçtiğinde bunun ne kadar doğru olduğunu gördüm; aşağıda onlarca, yemyeşil ada görünüyordu.

Stockholm’un havaalanı Arlanda; Havaalanında ilk dikkati çeken şey, duvarlarda İsveç’in dünya çapında şöhret kazanmış politikacılarının, aktör ve aktristlerinin, yönetmenlerinin,  yazarlarının, sanatçılarının, sporcularının resimlerinin olmasıydı. Başta Kral Carl Gustav ve Kraliçe Silvia olmak üzere kraliyet ailesi üyeleri, belki onlardan daha çok tanınan Björn Borg, Roxette ve Abba üyeleri, Bergmanlar, Liv Ullman, Lena Olin, Lasse Hallström, Skarsgardlar benim tanıdıklarım.

Havaalanı Şehre yaklaşık yarım saat uzaklıkta. Oteli bulacağım ya, önceden çalışmıştım. Ön bilgilerim şöyle: Arlanda’dan şehir merkezine otobüs veya tren ile gidilebilir. Otobüsle yaklaşık 30 dakika süren yolculukla, hızlı tren ile 20 dakika civarında ancak çok daha pahalı. Havaalanı ile şehir merkezi arasında işleyen iki otobüs firması var; biletleri ise Havaalanından çıkmadan otomatik makinelerden alınabiliyor. Bilet ise 200 kron civarında.

Bunları biliyorum ancak ben bambaşka bir yol seçtim, daha doğrusu sürüklendim.  Uçaktan inip bavulları alınca hemen bir Stockholm Travelcard aldım. Bu kart ile hem şehir içindeki tüm yolculukları ücretsiz yapabiliyorsunuz, hem de çoğu müzelere ücretsiz veya indirimli  girebiliyorsunuz. Kartları, 48, 72 veya 120 saatlik alabiliyorsunuz. Ancak oldukça pahalı bir kart bu. Bu kart ile deniz, otobüs, metro, tramvay, ne varsa sınırsız kullanabiliyorsunuz ve çoğu müzeye bir giriş ücretsiz.  Neyse bu kartı alınca, havaalanından şehre ücretsiz gidebileceğimi düşündüm ve durakta beklemeye başladım (Durak, Havaalanı çıkışındaki ilk durak) Ancak otobüs gelince bu  kartla otobüse binemeyeceğimi söylediler. Havaalanından şehir merkezine olan taşıma özel bir hizmetmiş, kart ise (şehir belediyesi ile ilgili) toplu taşıma araçlarında geçerliymiş. Ama bu kart ile ücretsiz şehre gidebilmenin bir yolu varmış. Otobüsle Stockholm’ün banliyösüne gidip oradan trene binebilirmişim. Kartımın avantajlarından yararlanmak hırsı gözümü bürümüş olmalı; önce Stockholm’ün bir kasabasına gittim, oradan trenle Merkez İstasyonu’na vardım. Yarım saatlik yolu bir saatte aldım ama etrafı geze dolana Stockholme vardım. Ama beyhude gezmelerim daha bitmemiş. Sırada otelimi bulmak vardı.

Rezervasyon yaptırırken Otel, Merkez İstasyonu’nun hemen yanı olarak görünüyordu. Merkez İstasyonu, Şehrin (ana karadaki kısmının) neredeyse ortasında, ancak çok katmanlı, köprülerle merdivenlerle yolların altlı üstlü birbirinden ayrıldığı, kesiştiği, gayet karmaşık bir yerinde. İstasyonun hemen yanında olduğu söylenen oteli bulmak epey süremi aldı. Bavulu sürüye sürüye oteli ararken, ilk heyecanla avını arayan bir şahin gibi süzülürken vakit geçip yoruldukça kümesini bulmaya çalışan yorgun bir kaza döndüğümü hissettim. Ama buldum. Gerçekten Merkez İstasyonunun hemen yanındaymış.

Odayı bulmak ise ayrı bir sorun. Tam bir  seri üretim oteli. Resepsiyondaki işler bittikten sonra, o bavul bir de bitmeyen tükenmeyen, birbirine açılan koridorlardan da sürüldü.

Oda ise bambaşka bir hayal kırıklığı. Kapı resmen bir depoya açıldı; minicik bir alan. Ve Japon aydınlatması; bir stor ve arkasından yansıyan ışık oluyormuş, sürekli bir batan güneş havası..

Neyse işin güzel yanına bakmalı. İçerde Japon aydınlatması olsa da dışarda Stockholm güneşi beni bekliyor (gezi boyunca ki ender güneşli günlerden biriydi).  Yeni bir yerdeyim, gezilecek, keşfedilecek bir sürü yer var. Saat daha çok erken. Hayat dışarıda, boş ver odanın ufaklığını, dedim ve attım kendimi dışarı. Bu arada Merkez Tren İstasyonu’nun (ve Otelimin) hemen yanında çok gösterili bir kumarhane gördüm ama kumar hakkında çok bir bilgim olmadığından ayrıntı veremeyeceğim.

Önce Stockholm’e gelmeden şehir hakkında öğrendiklerimi gözden geçireyim. Stockholm, Malaren Gölü ile Baltık Denizi’nin birleştiği noktada, 57 köprü ile bağlanan 14 ada üzerinde kuruluymuş. Şehirde 38 park varmış (İnanırım). Şehrin üçte biri orman, üçte biri su. Çevrede yaklaşık 1000 tanesinde yaşamın sürdüğü 24 000 ada varmış. Ama  benim için önemli olan ada sayısı 2 veya 3. Benim otelim ve Merkez Tren İstasyonu ‘City’ denilen ana karada. Belediye binasının bulunduğu Kungsholmen’de ana kara parçasında, Merkez İstasyonun hemen solunda, Barnhusviken nehrinin öbür tarafında. Gezinin olmazsa olmazı olan eski şehir Gamla Stan, karaya köprülerle bağlanmış küçük bir ada. Gamla Stan’ın sağında, yine karanın bir parçası olan Blasieholmen bölgesi mevcut; burası da Merkez İstasyonun sağında kalıyor. Skeppsholmen ise, yine köprülerle Blasieholmen’e bağlı bir ada. Ona, yine bir köprüyle geçilen yavru adası Kastellholmen var. Buranın hemen sağında ise, Djurgarden (Hayvanatbahçesi) var; bir ada. Buralar gezimin esas noktaları olacak; bütün müzeler, önemli binalar, kiliseler burada. Eğer vaktim kalırsa Gamla Stan’dan köprüyle geçilen Södermam Adasına da giderim.

Bu arada önemli bir not. Mayıs ortasında gittiğim halde, Stockholm yaz havasına girmemişti; hem iklim olarak hem ruh olarak. Şehir de bir kaç ilgimi çeken yer, haziran ortasında açılacaktı, onları kaçırdım.  Ayrıca Milli Müze  tadilat gördüğü için 2017’ye kadar kapalıydı.

Önce Gamla Stan. Öğleden sonrayı orada geçireyim istedim. Gezim boyunca her gün neredeyse bir kez uğradım. Yazacaklarım, toplam gözlemlerimin özeti; En baştan söyleyeyim,  zamanınız yoksa, Stockholm’de  tek bir yere gidebilecekseniz, orası Gamla Stan olmalı.  Kısa bir köprüyle ana karaya bağlı olan Gamla Stan, Stockholm’ün  ilk yerleşim yeri. Hikayesi 1250’lere gidiyor; Baltık Denizi’nden Malaren Gölü’ne uzanan dar geçidi korumak için kurulan bir kalenin etrafındaki yerleşim alanından oluşan bir yer. Efsanesi de var; akıntıların yönünü ve gemilerin yanaşabileceği en uygun limanın yerini tespit etmek için denize bırakılan kütükler, hem şehrin yerini hem de adını belirlemiş (Stock, kütük; holm ise ada oluyor). Gamla Stan, Orta Çağ izlerini taşıyan bir yer, pek çok ev hala orijinal renklerinde, 17 yüzyıl evleri, kırmızı, 18 yüzyıl evleri sarı, daha yeni binalar ise gri renkliymiş. Gamla Stan’da en önemli binalar İsveç kral ile kraliçesinin ikametgah olarak kullandığı Kraliyet Sarayı, Parlamento binası, Nobel Müzesi  ve  Storkyrkan Kilisesi ve Tyska Kilisesi. Gamla Stan’ın hemen soluna, bir köprüyle kendisine bağlanmış daha küçük bir ada var: Riddarholmen… Orada da Nobility House ve Riddarholmen Kiliseleri var. Gamla Stan ile ana kara arasında da, yine köprüyle Gamla Stan’a bağlı bir küçük ada daha var. Ve tabii bu adaların kıyılarında, harika şehir manzaraları var.

Gamla Stan’a yürüyerek de, metroyla da gittim, ulaşımı çok kolay. Adanın çevresini gezmek de bir keyif.  Adaya girdiğinizde kıyıdan giderseniz önce Kungsholmen ve Belediye Binası (Rathaus) manzarasını göreceksiniz, yürüdükçe Langholmen ve Sodermalm adaları eşliğinde göl manzarası sizi karşılayacak.

Adanın ucundan sola kıvrıldığınız da ise, Skeppsholmen  ve diğer adaları göreceksiniz. Hemen koyun ucunda ise Grand Hotel ve Milli Müze‘nin muhteşem binaları. Adanın kıyısında ise uzun bir yürüyüş yolu.

Her hangi bir noktadan içeri saptığınızda ise, Gamla Stan’ın Orta Çağ havası hemen  çarpacak sizi. Rengarenk boyalı, birbirine yaslı evler, dar sokaklar… Ancak aklınıza Prag gelmesin, ya da bir önceki gezi yazımda anlattığım köhne ama görkemli Palermo binalarını düşünmeyin; sokak aralarındaki evlerin bir çarpıcılığı yok, sıradan geliyor insana ama taşıdıkları tarih göz alıcı elbette…

Bu dar sokakların hangisini takip ederseniz edin yolunuz Stortorget alanına çıkacaktır. Burası adanın merkezi. Alanda 1778 tarhli bir çeşme bulunmakta. Çeşmenin çevresi,  1520’lerde Danimarka kralının İsveç soylularına uyguladığı ‘İsveç  kan banyosu’ olarak da bilinen katliamla ilgili sahneler içeriyor.

Alanın hemen karşısında Nobel Müzesi bulunuyor (Nobelmuseet).  Yazmıştım, uçaktan iner inmez ilk işim bir Stockholm kart almak olmuştu, böylece Müzeye ücretsiz giriyorum. Müze, Nobel ödülü kazanan kişilerle ilgili bilgilerle dolu, resimlendirilmiş, üstü cilalanmış bir arşiv gibi. İlgiliyseniz uzun zaman geçirebilirsiniz. Ben  kısaca gezip çıktım. Müzenin binası daha ilginç. Çevresinde hala izleri görünen bir cezaevinin bulunduğu yerde, daha sonra borsa binası olarak işleyecek bu bina yapılmış; Borsa binası yapımına 1667’de karar verilmiş ama binanın bitmesi 1778 yılını bulmuş. 1990 yılına kadar da borsa binası olarak kullanılmış. 2001 yılında ise Nobel Müzesi’ne dönüştürülmüş.

Adada iki kilise var. Storkyrkan ve Tyska Kyrkan… Storkyrkan, Saraya (Royal Palace) gelmeden hemen önce. 1279 yapımı katedrali açık bulmak, açık bulunca da girebilmek bir şans.  09-16 saatleri arası açık yazsa da bir kaç kez kapısından döndüm, açık olduğunda da ya tören ya da prova vardı, içeri giremedim. Ama gezgin vazgeçer mi? Hayır. Burası Lutheran bir kilise ve dini törenlerin yapıldığı en önemli yer. Küçük bir şapel olarak yapılan yer 14 yüzyılda daha büyük bir kiliseye dönüştürülmüş. Kilisenin her ne kadar gotik bir tarzı varsa da sonradan yapılan restorasyonlarla geç barok etkiler öne çıkmış. Kilisede bir çok önemli yapıt olsa da en dikkati çekeni Aziz George’un Ejderhayla Savaşı isimli ahşap ve ren geyiği boynuzundan yapılmış heykel. Aynı heykelin büyüğü metal olarak meydanda da bulunuyor.

Daha aşağıda olan Tyska Kyrkan ise 16 yüzyılda yapılmış, Alman Rönesansı ve barok stilinin hakim olduğu bir kilise.

Gamla Stan’ın hemen yanındaki minik adada bulunan Riddarholmen ise ziyarete haziranda açılacakmış. Soyluların ölülerinin defnedildiği  yer olarak önemli bir yermiş ve  Stockholm’deki tek Orta Çağ manastırıymış.

Gamla Stan ile Riddarholmen Adası arasındaki yolda Soylular Evi (Riddarhuset) binası var. 17 yüzyıl yapımı olan binanın içi mimari açıdan ilgi çekiciymiş  ama içine giremedim ki. Yine kendine özgü çalışma saatlerinden dolayı. Bir şekilde ben oraya gittiğimde ziyaret saati geçmiş oluyor, ziyaret saati ise de bir nedenle ziyaretçi kabulüne ara verilmiş oluyordu.  Bana taktılar, diye bir parayona bile geliştirdim ama sonuçta olmadı; bilemem ben niye giremedim ve niye bu kadar girmek istedim bu binaya… Adada Wrangelska ve Stenbockska malikaneleri de var ama ziyarete açık değiller.

Gamla Stan’da Saraya girmeden adayı biraz daha dolaşıyorum. Adayı boylamasına kesen üç paralel cadde var, en canlısı Vasterlangatan; üstünde lokantalar, barlar, hediyelik eşya satan dükkanlar, dondurmacılar. Cam işçiliği önemli, bir sürü cam eşya satan dükkan var. Bu sokak üstünde 41 numarada da Cafe Kakbrinken var, dondurmalarını deneyin; Stockholm’ün soğuğu bana vız gelir diyorsanız… Adada ayrıca Para müzesine gittim (Kungliga Myntkabinettet, Royal Coin Cabinet), nasıl olsa kartım var, en az bir kez girebilirim; 10 yüzyıldan günümüze türlü çeşitli paralar. Ben, herhangi bir yeri biraz eşelesen türlü antik paraların fışkırdığı topraklardan geliyorum, ne kadar ilgimi çekebilirse o kadar çekti ilgimi.  Adada Postane Müzesi falan da var ama ücretsiz olsa bile ilgim dışındaydı. Parlemontoyu gezebilirdim ama bir sonraki tur saatini beklemek zorundaydım. Hem Saray vardı daha.

Neyse zaten Gamla Stan ve çevresinin en önemli yeri, Saray (Royal Palace). İşte orayı tadını çıkara çıkara gezdim. Saray (Kungliga Slottet/Royal Palace), bir çok binadan oluşan bir kompleks. Aslında Sarayın yerinde 13 yüzyılda savunma kaleleri varmış. Daha sonra burası kralların yaşam yeri olmuş ve bir rönesans sarayına dönüşmüş. Ancak 1697’deki yangından sonra aynı yerde İtalyan tarzının İsveç tarzıyla dengelendiği yeni bir saray yapılmış.

Yeni sarayda ilk Kral Adolf Fredrik 1754 yılında yaşamaya başlamış. Artık burası kraliyet ailesi için bir yaşam yeri değil, daha çok turistik bir merkez. Sarayın 608 odası var. Her odayı göremiyoruz elbette ama gördüklerimiz de bize yetiyor.  

Kraliyet ailesi tarafından kullanılmasa da resmi işler ve ziyaretler için kullanılan bölümler bulunuyor. Saray’da farklı işlevleri olan daireler var, devlet dairesi, misafirler dairesi, Bernadotte hanedanı adıyla anılan harika tavan resimleri olan daireler bunlardan bazıları ve ziyarete de açıklar. Saray salonlarının dekorasyonu ve duvar süslemeleri etkileyici. Hatta Sarayda verilen yemeklerin temsili masaları da görülebilir. Saray kapsamında, Saray kilisesini, 3.Gustav’ın antikalarını, hazine dairesini, Saray silahlarını, Sarayın yapıldığı dönemden önceki hali hakkında fikir alabileceğiniz Kronor Müzesini bulabilirsiniz. Resim çekmek yasaktı ama özellikle hazine dairesinde, krallığın sembolü olmuş bol mücevherli eşyalar görülmeye değerdi.  3.Gustav’in antikaları arasında da, kendisinin İtalya gezisinden getiridiği objeler dikkati çekiyor. Saray Kilisesinde ise, 17 yüzyıla ait bronz taç ile 2 adet kristal taç gözünüze takılacaktır. Saray silahlığında ise, silahlar, zırhlar, madalyalar, askeri elbiseler görülebilir.

Şimdi gerçek düşüş. Saraydan benim izbe, karanlık odama. Bu oda, insanı intihar ettirir; sonunda mutsuz bir ruh olarak dolaşacağım otel koridorlarında.

Dolaşmaktan söz ediyorsak şimdi sırada Djurgarden var. Oraya da epey bir zaman ayırmanız gerekecek. Djurgarden ulaşılmaz gibi görünüyor ama gidiş çok kolay. Uzun bir yürüyüşle de gidebilirsiniz ama 44,69 ve 76 numaralı otobüslerle, 7 numaralı tramvay buradaki önemli ziyaret yerlerine götürecektir sizi.  Ayrıca Djurgards (Djurgardsbron) Köprüsü ile karaya bağlanıyor.1897 tarihli köprü, metal dekoratif süsleriyle etkileyici.

Bu ada kendi başına gezmek için harika bir yer, birbirine bağlanan parklar, spor alanları, piknik yerleri. Ama önce Nordiska Müzesi. Bir Rönesans sarayı olan bina 1907’den beri müze. Müzenin girişinde obeliskler var.  Müze’de İsveç’in 1500’lerden bugüne günlük hayatından kesitler görebiliyorsunuz. Etnoğrafya müzesi anlayışının çok daha genişletilmiş hali.

Müzeye Kral Gustav Vasa’nı heykelinin ve resminin olduğu geniş bir salondan giriliyor. Müzede gündelik giyim kuşamdan pahalı mücevherlere, çocuk oyun odalarından ziyafet sofralarına kadar herşey var.  İsveç hayatıyla ilgili bir sürü şey görebilirsiniz, ilginize göre ayrıntılı bilgi alabilirsiniz. Bu muhteşem görsel şölen, Stockholm kartıyla ücretsiz.

Kartla ücret girilen bir başka yer ise Skansen. Dünyanın ilk açık hava müzesi. 1891 yılında açılan müze, hızla sanayileşen dünyaya bir zamanlar insanların nasıl yaşadığını göstermek amacıyla kurulmuş.  İsveç’in değişik yerlerinden getirilmiş 150 civarında tarihi bina var. Binalar dönemin köy yaşamını olduğu kadar dönemin şehir yaşantısını da gösteriyor. Tabii İsveç doğal yaşamına uygun olan bitkiler ve hayvanlar da bulunuyor Müzede. Dönemin kiliseleri, çiftlik evleri, depoları, imalatçıları, esnafı, dükkanları, olmayan yok… etrafta tavuklar, koyunlar dolanıyor. Tam bir pastoral güzellik. Her an bir yerden İsveçin Heidi ve Peter’i fırlayabilir. İçim bayıldı benim. Zaten Şehrin her tarafı ağaç,su, doğa. Bir de bunun içinde bir köy hayatı, bana fazla geldi. Bana şehir hayatı, betonlar, binalar verin. Hiç sevmem  küçük sahil kasabasına yerleşme muhabbetlerini. Ama çoluk çocuk geziyorsanız uygun bir yer. Hatta  alanda işleyen bir mini tren bile var, bindirin  herkesi içine. Siz de biraz kafanızı dinleyin.

Adada belki de Şehrin en ilginç müzesi Vasa Museet var; kartla ücretsiz. 1628 yılında donanmanın gururu olarak yapılan savaş gemisi Vasa,

Djurgarden’da denize indirildikten 100 metre sonra 30 adet mürettebatıyla birlikte batmış. Gemi 1960’larda ancak çıkarılmış. Müze de 1990 yılında açılmış. Gemi neredeyse olduğu gibi durduğu için gerçekten çok büyüleyici.  Gemi donanımı ve eşyaları aracılığıyla o günleri izleyebiliyorsunuz. Ayrıca geminin daha küçük bir maketi, video filmleri ile gemiyi bütünsel olarak da inceleyebiliyorsunuz. Yoksa devasa bir gemi. Gerçekten etkileyici.

Adada ayrıca ABBA müzesi de var ama Stockholm kart kapsamında değildi ve gerçekten pahalıydı, yakşalık 200 SEK, yani 70 TL civarında. Abba’nın kıyafetlerini görmek için verilir mi o para, zaten Abba ile büyümüş bir nesiliz, hem o allı pullu, pelerinli yırtmaçlı giysilerden daha cafcaflısını Zeki Müren giymişti zamanında, zaten biliyoruz. Ben o parayla ABBA’nın tüm albümlerini alırım dedim ve girmedim. Sonuçta money,money,money, always sunny  yani. Adada sanat kolleksiyonlarının toplandığı Waldemarsudde , Thielska Galleriert gibi  daha küçük müzeler var  ama akşam oldu, artık her yer kapanıyor, hem ne resim müzelerinden geçtim, İsveçli ressamlar da eksik kalsın, zaten yazmayınca veya resim çekmeyince aklımda kalmıyorlar, hem de, inanır mısnız, karanlık inimi, otel odamı özledim (yoruldum,odaya mecbur kaldım da diyebiliriz). Adadaki diğer ilgimi çekmeyen Bioloji Müzesi ve Vaxholm Fortress Müzesini de anarak otelime dönüyorum.

Ama sırada şehir ve uzantıları var; Blaise Holmen, Skepps Holmen ve Kungs Holmen… Blaise Holmen, Gamla Stan’ın sağındaki kara uzantısı, Skepps Holmen’da ona köprüyle bağlı adaydı. Bahsetmiştim, orada Milli Müze var ama kapalı; Rembrandt, Rubens, Goya, Remoir, Degas, Gaugin resimlerine ev sahipliği yapıyormuş. İyi güzel de böyle bir müze, neden Milli Müze oluyor, bilemedim. İsveç kronlarını bastırdık aldık, o nedenle milli diyorlar herhalde.

Skepps Holmen Adası, karaya üzeri taçlarla süslenmiş bir köprüyle bağlanıyor. Köprüden Gamla Stan’ın harika manzarasını seyredebilirsiniz.

Adada ise Uzak Doğu Müzesi ve Modern Sanatlar Müzesi  (Moderna Museet) var. Ben Modern Sanatlar Müzesi’ne gittim. Müzenin önünde Louise Bourgeois yapıtı Maman’nın benzeri  bir heykel vardı. Ben orijinalini (seri parçası)  Bilbao’da Guggenheim Müzesinde görmüştüm. Bu nedir, bilemedim.  Modern sanat  anlayabildiğim bir dal olmadığı için yorum yapamayacağım. Ama Müzedeki eserlerden bir iki resim koyayım, siz beğenirseniz Müze önceliğiniz olur.

Djurgarden’ın karşısına tekabül eden kara parçası Östermalm olarak adlandırılıyor. Parklar, geniş kırlık alanlarla dolu bir yer. TV kulesi de orada. 4,56,76 numaralı otobüsle Kuleye kadar gidebiliyorsunuz. Çıkabiliyorsunuz da. Harika bir manzara var. Kahve molası için harika bir seçim.

Östermalm’da  bir sürü müze var; Etnoğrafya Müzesi, Denizcilik Müzesi, Teknoloji Müzesi… Bunların hepsi neredeyse bir bölgede toplanmış müzeler. Ben bunlar yerine Tarih Müzesi‘ni (Historiska Museet) tercih ettim; bu Müze diğerlerinden çok daha şehir merkezine yakın.  1943 yılında açılan Müze, İsveç tarihine bir bakış sunuyor. İlk çağlardan başlayan, erken orta çağı da içeren, Vikinglerle ilgili bir çok eşya barındıran Müze’nin en parlak kısmı ‘Altın Oda’.  Burada sergilenen her şey altın.

Şehir merkezinde önemli  dört kilise var: Jacobs Kyrka, Klara kyrka, Adolf Fredriks Kyrka, Hedvig Elenora Kykra.  Jacobs Kyrka, yaya yolcuların korucusu olan Aziz Jacob’a adanmış bir kilise. Klara Kyrka ile birlikte 16 yüzyılda yapımına başlanmış. Klara Kykra ise Merkez Tren istasyonuna çok yakın, daha çok evsizlerin uğrak yeri olmuş bir kilise. Hedwig Elenora ise resmi olarak 1737 yılında, denizcilere hizmet veren bir kilise olarak açılmış. Öyle görmezsem eksik kalır denecek bir şey bulmadım bu kiliselerde, o nedenle resimsiz geçiyorum.

Merkezde gezdiğim bir müze de Hallwylska Museet. 1892 yılında Kontve Kontes von Hallwyl malikanesi olarak yapılan bina, ailenin ölümünden sonra 1930 yılında daha sonra ailenin paha biçilmez kolleksiyonlarını da içeren bir müzeye dönüştürüldü. Ana salondaki duvarlar goblen dokumalarla döşenmiş olup kenarları 24 karat altınla taçlandırılmış.

Burada tavsiye edeceğim bir diğer müze ise, Medelhavsmuseet (Akdeniz ve Orta Doğu Müzesi). Müzede sergilenen parçaların neredeyse bildik olacağını düşünür insan. Bir kısmı gerçekten öyle ama Kıbrıs’ta bulunan mantar gibi değişik malzemelerden yapılan insan figürleri şaşırttı beni.

Müzenin hemen yanında Şehrin tiyatrosu, Grand Hotel gibi muhteşem binalar yanyana dizilmişler. Burada soluklanabileceğiniz harika bir park var: Kungstradgarden… Burada konserler, gösteriler de düzenleniyor. Heykeller, havuzlar, kafeler, lokantalar, çiçek bahçeleri; tam bir şehir eğlence alanı oluşturuyor.

Dinlendikten sonra sırada, Armemuseum (Askeri Müze) var. Şöyle bir göz atıp çıkın çünkü  yanında Saluhall var. İşte burası da modern bir gastronomi müzesi. Neler yok ki, etler, şarküteriler, balıklar, deniz ürünleri, peynirler; burası Cennetin mutfak bölümü olmalı.

Şehirde dolaşırken yolunuz Kungsgatan’dan geçecektir. Şehrin en canlı caddesi, alış veriş, dolaşmak, oyalanmak için birebir. Cadde üstünde Konserthaus ve Kungstornen’e dikkat edin. Konser salonu, nordik tarzda bir Yunan mimari anlayışına sahip, önündeki heykel ise çok  güzel. Kungstornen (Kral kuleleri) caddenin iki yanında yükselen 16 katlı iki kule, Amerika tarzı cadde anlayışıyla yeniden düzenlenen cadde üzerinde inşa edilmiştir. Simetrik görünen ancak biri diğerinden çokaz daha geniş olan kulelerib biri dişi biri erkek olarak kabul edilmiş.

Stockhom, bir kültür şehri aynı zamanda.  Cam bir kare kulenin merkezde olduğu Kulturhuset, Şehrin kültür merkezi. Hemen yanındaki  devlet tiyatrosu binası, bir çok sanat gösterisine ev sahipliği yapmakta. Benim ziyaretim sırasında alanda inşaat devam etmekte olduğundan çevreyi gezerken zorlandım ama burası, şehrin kültür ve sanat olaylarının yer aldığı bir nokta.

Bahsedilmeden geçilmeyecek bir yer de, Stadshuset (Belediye Binası). 1923 yılında tamamlanan bina İskandinav Gotik ve İtalyan tarzının bileşimi olarak tarif ediliyor. Binada bir toplantı odası ve 250 çalışma odası yer almaktadır, ayrıca Mavi ve Altın odalar bulunmaktadır. Bina, Nobel yemeğinin verildiği yer olması itibariyle de önemli. Binanın göle bakan kısmında bir avlu ve göle açılan bir kapısı var. Kapıların iki ucunda bir erkek ve bir kadın figürleri bulunmakta, heykellerin adı da ‘Dans’. Kırmızı tuğla yapının içinde evlenme salonu, Nobel yemeği salonu bulunmakta.Bina rehberle gezdiriliyor. Altın salonda ise, duvarlarda altın yaldızlı panolar bulunmakta. En büyük panoda ise, nedense yoluk saçlı bir kadın, bir elinde krallık asası, bir elinde katedral, kucağında Belediye Binası olmak üzere bir tahtta oturmakta. Efendim kadının solunda ABD-New York’taki özgürlük anıtıyla temsil edilen batı dünyası, sağında ise İstanbul-Ayasofya ile temsil edilen doğu dünyası. Resim diyormuş ki, alın New York’u, koyu üstüne İstanbul’u, nafile; Stockholm dünyanın en güzel şehridir, hiç biri Stockholm ile yarışamaz. Haa, orada dur bi güzel kardeşim. New york’a bir şey diyemem, yankieler konuşsun ama iş İstanbul’a geldi mi, bir duracaksın. Bir kere Stockholm’ü temsil ediyor dediğiniz kadın bir acuze. İkincisi tamam Stockholm çok güzel bir şehir; parlattığınız gölle, adalarla, ormanlarla gerçekten doğa harikası bir yer ama İstanbul da yüzyıllardır yakıla yıkıla, devrile, yuvarlana asla çirkinleştirilememiş, binlerce yıllık tarihiyle tüm görkemiyle ayakta duran bir  bir şehir. Bir yanda aman üstüme bir şey  bulaşmasın der gibi mesafeli  bir tutum, bir yanda dibine kadar yaşanarak damıtılmış güngörmüş bir hava. Yani Stockholm bakımlı, alımlı, biraz makyaj güzeli,  güzel ama donuk bir kadınsa, İstanbul  da yorgun ve uykusuz geçirdiği bir gecenin ardından darmadağın ama hala harikulade bir halde yataktan kalkan bir kadın.  Neyi neyle karşılaştırıyorsun. Stockholm, kuzeyin sarışın soğuk mesafeli hanfendisiyse, İstanbul işveli, cilveli, hayatın tam ortasından bir kadın. Orası İngrid Bergmansa, burası Türkan Şoray… Hadi bakalım.

Neyse, sinirimi yatıştırmak için bir gemi turuna çıkıyorum. Riddar Holmen’i kıtaya bağlayan köprünün yanından da, Grand Hotel önünden de göl turları düzenleniyor. Mevsimden dolayı çok çeşitli turlar yoktu.  Benim aldığım tur, Djurgarden’in çevresini dolanan bir turdu ama güzeldi. Karadan gördüğün her yeri bir de feribotla gördüm.. Södermalm’a kıyıdan baktım.  Gamla Stan’a köprüyle bağlanan bu adaya sonra bir de karadan gittim, Gamla Stan’ı yukarıdan seyrettim, sokaklarını dolaştım. Daha bohem, gündelik yaşamın göz önünde olduğu sokaklar gördüm.  Sonra Globe diye, aslında dünya şeklinde bir asansörün olduğu kuleye gidip onunla gökyüzüne doğru çıktım. Şehri daha da yukarıdan döne çevrile, her açıdan gördüm. Globe’un olduğu yerde konser salonları da var, şimdi unuttum, benim de aşina olduğum birilerinin konseri varmış o gece, sabahın köründe kuyruğa girmiş ergenler.

Drottninggatan yayalara ayrılmış tarihi merkeze uzanan alışveriş caddesi, orada dolandım. Alışveriş için ayrıca Sibyllegatan, Sturegatan, Bibliotekgatan sokakları da dikkate değer. Stockholm’de bir de metro istasyonlarındaki düzenlemelere dikkat edin, neredeyse her biri bir  enstalasyon çalışması. Biraz da durağın konseptiyle ilgili çeşitli malzemeden çok güzel çalışmalar yerleştirmişler duraklara.

Bu arada, Stockholm’de yemekler de çok pahalı. En ucuz yemek, suşi. Ama hergün yenecek bir şey de değil. Benim aklımda kalan tek lokanta, Rydbergs oldu, biraz da hemen yanındaki küçük parktan dolayı.Geyik etinden yapılmış İsveç köftesi yedim. Ne bileyim, oraya kadar gitmişken denemekte fayda var ama özleyeceğim bir şey değil. (Ikea köftesini ile de karşılaştırılmamalı, o da haksızlık olur).

Haa isterseniz bir sürü Türk lokantası var, yabancılık çekmezsiniz.  Hatta Fenerbahçenin derneği bile vardı.

Stockholm’de hatırı sayılır bir Türk, Kürt, Süryani nüfus var. Gezmek isteyip de gezemediğim yerlerin başında, şehrin dışındaki Drottningholm Sarayı geliyor. 1622 yılında yapılan sarayda yer alan o dönemim ünlülerinin portreleri arasında Abdülmecid’in de resmi varmış, görmek isterdim. Ayrıca heykeltraş Carl Milles evi ve atölyesini görebilirdim, bahçesinde eski Yunan ve Roma heykelleri varmış. Ancak herşey birden olmuyor.

Stockholm’den ne alınır derseniz, cam ve ahşap tasarım eşyaları çok önemli. Bu tür objeler alınabilir, fiyatlara dikkat. Dalahorse denilen tahta at figürü çok popüler, şehrin meydanlarında bile var. Kosta Boda, Orrefors camda iddialı markalar ama pahalı da. Tasarım ürünleri çok güzel, özellikle mutfak eşyalarında. Deri ve örgü giysi ve eşyalar da önemli. Ben bir İskandinav kazağı aldım mesela ama ödediğim fiyattan dolayı bir sonraki gezimi iptal etmek zorunda kaldım. Cam tasarımlar çok güzel. Bir vitrinde bir avize gördüm, beyaz opak bir cam, kenarları damla şeklinde akikle çevrili, muhteşemdi ama herhalde ona kefen parası falan da yetmez. Siz en iyisi magnetlere odaklanın, pek güzeller.

Stockholm bir konfor şehri, hayat kendiliğinden akıyor, sürprizi, şaşırtmacası pek yok. Bizim gibi hayatın dehşetengiz hızlı ve şaşırtmacalı aktığı, gittikçe kuralsızlığın hakim olduğu  bir yerin yanında Stockholm, sakin, huzurlu, neredeyse beklenmedik hiçbir şeyin olmadığı bir yer. Bir gün metro istasyonunun giriş bariyerlerinden geçerken, göçmen olduğu belli, 2-3 delikanlı para ödemeden engellerin üstünden atlayarak geçti.  Tam o anda, bariyerden geçen İsveçli bir genç ise bu olay karşısında şaşırdı, sendeledi, bocaladı. Bir ihtimal hayatının en büyük macerasını yaşadı o an, ilerde torunların anlatacak bir hikayesi oldu. O kadar durgun ve sürprizsiz akan bir yaşam var ki oralarda, bu küçücük olay bile bir macera gibi kalıyor. Her şey planlı, beklenen şekilde gelişiyor. Şimdi aman ne sıkıcı falan demiyorsunuzdur, umarım. Refah devleti biraz da budur arkadaşlar.

Ancak kuralcılığı biraz abartılmış. Herhalde hayatlarındaki bu dengeyi sağlamak için en basit şeylerde bile kurallar var. Örnek mi; Kapalı bir bina içinden, kapı önünde duran havaalanına giden otobüslere bineceğim. Bu ne kadar zor olabilir ki? Hayır, biz içerdeyiz, otobüs 5 metre ötemizde, dışarıda ancak arada iki kapı var. Tek tek önce bir kapıyı açıyoruz, bavulla birlikte geçiyorken kapıyı kapatıyoruz ve ikinci kapının açılmasını bekliyoruz. Sonra ikinci kapı açılıyor ve biz otobüse gidebiliyoruz. Böylece 3-5 kişinin otobüse binmesi dakikaları buluyor. Şimdi ne sıkıcı diyebilirsiniz; gerçekten sıkıcı, anlamsız (Bence).

Stockholm, rahat, huzurlu ve güzel bir şehir ve  gerçekten buzlar kraliçesi… Hem kuzey kutbu çevresinin bir ihtimal en güzel şehri, hem  de gerçekten büyüleyici ama aynı zamanda ürpertici… Bir daha gider misin, derseniz; bilmem, pek sanmam.  Bence bir gezgin için Stockholm’ü  bir kez görmek  güzel ve gerekli ama aynı zamanda yeterli de.

Kekova Tekne Turu: Tekne ile Tarih Yolculuğu

Antalya ve Kaş arası, tarihi, doğası, denizi ile ziyaretçilerine çok zengin seçenekler sunan bir rota. Kekova tekne turu da bu zenginliğin parçası olarak Antalya ve Kaş gezilerinde mutlaka programa alınması gereken bir tur. İlgi alanınız ne olursa olsun bu tur bambaşka, büyüleyici ve unutulmaz bir deneyim.

Kekova turu, batık şehir başta olmak üzere, günümüzde yerleşim bulunan iki tarihi köy, tertemiz, berrak ve korunaklı koylardan oluşuyor.

Önce tura nereden başlayabileceğimizi görelim. Kekova turuna birden fazla yerden başlanabilir. İlk seçenek; Kaş’tan kalkan teknelerle 1 saat 20 dakika süren bir yolculukla Batık Kent’e ulaşmak. Kaş’ta kaldığımız için Kaş’tan tekneye binmek bizim de öncelikle düşündüğümüz seçenek oldu. Karayolu ile Demre’ye ulaşmak 45-50 dakika sürüyor, bu süreyi denizde geçirmek daha keyifli olabilirdi. Kaş’tan başlayacak tekne turları için özellikle Ergun Kaptan’ın  teknelerinin rehberlik hizmeti, lezzetli yemekleri ve özellikle müziksiz tekne turu ile iyi bir seçenek olduğunu belirtebilirim. Kaptan Ergun’un nefis Kaş ve Kekova tekne turları ile ilgili detaylı bilgi almak için Boattripturkey web sitesini ziyaret edebilirsiniz. Kaptan Ergun Instagram hesabından veya +90 542 731 23 58 telefon numarasından kendisine ulaşabilirsiniz.

İkinci seçenek, Kaş’tan kalkan dolmuşlar veya kendi aracınız ile Kaş’a 33 km uzaklıkta olan Üçağız köyüne ulaşıp tekneye binmek. Üçüncü seçenek ise Demre’de Çayağzı iskelesinden tekne kiralamak. Biz üçüncü seçeneği tercih ettik. Bu tercihimizin nedeni Demre’de Aziz Nicholas Kilisesi ve Likya Uygarlıklar Müzesi’ni aynı gün içinde görmek isteğimizden kaynaklanıyordu.  Demre Çayağzı’nda 12 kişilikten 100 kişiliğe kadar değişik boylarda tekne kiralamak mümkün. Kaptanımız İlyas Yıldırım’ın teknesini öğleden sonrası için kiraladık. 12 kişilik tekne tüm gün yemek dahil kiralanabiliyor, ya da 100 kişilik teknelerde yemek dahil günlük tur alınabilir. Bizim için yemek ve yüzme molalarından çok bölgeyi gezmek daha önemliydi. Yarım gün içinde tüm görülecek yerleri gördük sayılabilir.

Kaş tatilimiz sırasında Demre’ye bir gün ayırdık. Sabah 2006 yılında açılan Likya Uygarlıkları Müzesi ve St Nicolas Kilisesi’ni (Noel Baba) gezdik.

6 saat kadar süren tekne turunda ise uğradığımız yerleri sırası ile gezelim.

Kekova’yı video ile gezmek isterseniz.

 

Kekova Adası – Batık Şehir (Dolichiste) kıyılarından gezimize başladık. Batık şehir diye adlandırılan bölümde antik şehir kalıntıları kıyıdan görünebiliyor. Işık Ülkesi olarak adlandırılan ve tarihi M.Ö 4. yy’a kadar giden Likya Uygarlığı’nda yerleşim yeri olan batık şehrin M.S 2. yy’da yaşanan deprem ile bir bölümü sular altında kalmış.

Şu anda adada yerleşim bulunmuyor, ayrıca kazı çalışmaları da yapılmamış. Kıyıdan şehrin kalıntıları görünüyor. Tekneler batık şehir kıyılarında durmadan ağır ağır fotoğraf çekebileceğiniz kadar bir sürede geçiyor. Kıyıya çıkmak ve dalmak yasak. Sadece bir ucunda, tersane koyunda yüzmeye ve kıyıya çıkmaya izin var. Tekneyle geçtiğimiz kıyının altında da şehir kalıntıları bulunuyor.

Kekova bölgesinde iki yerleşim yerinden biri olan Kaleköy (Simena) batık şehrin tekne ile dolaştığımız kıyının tam karşısında…

Likya kenti antik Simena’nın karşıdan görüntüsü bile çok etkileyici. Şehrin kıyılarının bir kısmı sular altında kalmış iken diğer yanda en tepede kale surlan bulunmakta. Doğal sit alanı ilan edilmiş köyde evler pansiyon hizmeti vermekte, ayrıca çok sayıda restoran ve kafeler de bulunmakta. Köyde yapılaşma izni yok, ancak var olan evlerin taşı, sıvası, kapısı ve her yeri tarih tabi ki.

Kıyıda en etkileyici olan görüntülerden birisi denizin içinde yer alan, resimlerde sık sık karşımıza çıkan lahit. Dayanamayıp hemen suya dalıp yürüyerek lahit yanına ulaşabilirsiniz. Nerede ise üç insan boyunda, denizin içinde duran bu tarihi lahide dokunmak, yanında yüzmek hoş bir duygu…

Köyün kıyısından bakınca karşıdan görünen zirvedeki haşmetli Orta Çağ kale surları tepeye davet ediyor. Evlerin, kafelerin ve merdiven kenarında el ürünlerini satan köy halkının yanından geçip kaleye çıktık.

Kale giriş ücreti müze kartınız yoksa 10 TL. Kaleye girince sağda yer alan tarihi kilise camiye dönüştürülmüş ve ibadete açılmış. Sol tarafta da Likya döneminde yapılmış sadece 7 oturma sırası olan 300 kişilik küçük bir anfitiyatro denize hakim manzarası ile yer alıyor. Kalenin kuzey yönündeki yamaçta nekropol tepeden görünüyor.

Kalenin tepesinden görülen karşıdaki batık kent, arka tarafta Üçağız ve köyün kendi liman manzarası tam anlamı ile doyumsuz.

Kaleköy’e sadece tekne ile ulaşılabiliyor. Köyde yaşayan ilköğrenim çağındaki çocuklar bile tekne ile yakındaki Üçağız köyüne okula gidiyorlarmış.

Üçağız (Theimussa), günümüzde yerleşim olan sakin bir balıkçı köyü. Köyün içinde antik kent kalıntıları, çevresinde lahitler ve kaya mezarları bulunmakta. Üçağız Koyu’nda tekneler demirlemekte.

Sakin ve huzurlu bir tatil hayal edenler için Üçağız köyü ideal. Burada çok sayıda pansiyon da bulabilirsiniz. Balık lokantaları ve kafeler de köye özgü… Kaleköy’ün aksine buraya kara yolu ile ulaşım mümkün. Yazının başında belirttiğim gibi tekne turuna başlamak için de uygun bir liman.

Kekova tekne gezisinde olmazsa olmaz, keyifle gezilecek üç yerden söz ettim. Biz Kaleköy’ü adım adım dolaşıp, kaleye de gittik. Ancak Üçağız Köyü’nde demir atıp köyü dolaşamadık. Daha bol zamanımız olsaydı köye zaman ayırabilirdik. Ancak tura öğleden sonra başladığımız için bu güzel köyü gezmeye zamanımız kalmadı.

Akvaryum Koyu, tekne turlarının çoğunda yüzme molası verilen temiz ve berrak denizi ile güzel bir koy.

Tersane Koyu, batık şehir, yani Kekova Adası’nın batısında teknelerin demirlemesine izin verilen tek koy. Kıyıya çıkıp tarihi kalıntıları da yakından görmek mümkün.

Gökkoya Koyu, gece kalacak teknelerin demirlediği doğal korunaklı bir koy. Çevredeki ticari tekneler bile fırtınalı günlerde burada kalmayı tercih ediyorlarmış. Teknelerin ışıklarının yandığı gece görüntüsü de ayrı güzel.

Hamidiye Koyu, Balkan Savaşı sırasında Hamidiye Gemisi’nin onarım için kaldığı koy; adını bu gemiden almış.

Kekova

Burç Koyu, sıcak ve soğuk suyun karıştığı bir koy.

Kekova

Esmeralda Koyu da yüzme molası verilen güzel koylardan biri.

Korsan Mağarası, yine turlarda uğranılan güzel bir mağara. Küçük tekne ile içine girebilmek mümkün oluyor.

Kekova

Son Söz

Doğası, iklimi başka güzel, üç tarafı denizlerle çevrili, tarihi dünya üzerinde kurulan en eski medeniyetlere uzanan ülkemde, birçok sahil kasabasında tekne gezisine katıldım. Ancak Kekova Tekne Gezisi mutlaka yapılması gereken tekne gezileri içinde en ön sıralara geldi. Denizi başka mavi, doğası başka güzel, bir kıyıda batık şehir, karşı kıyıda kayalar üstünde kurulmuş kalede yaşayan uygarlıklar, birbirinden güzel doğal koylar ve mağaralar ile  Kekova’yı mutlaka görün diyorum. 

Doğanın çok cömert davrandığı , mavisi ile yeşili ile tarihi zenginliği, sular altında kalan ve halen yerleşim bulunan Kekova’ya ve güzel koylarına sadece tekne ile ulaşım mümkün.

Kiev Ulaşım

Uçakla Kiev’e Ulaşım: Kiev’de iki uluslararası havaalanı bulunmaktadır.

Boryspil Havaalanı: Kiev’in ana havaalanı, şehir merkezinin 29 km doğusundadır. Uluslararası uçuşların çoğu bu havaalanından yapılmaktadır. Türkiye’den Kiev’e THY ve Ukrayna Havayolları ile hemen her gün birden çok sayıda uçuş bulunmaktadır.

Havaalanından Matruşka minibüsleri veya Sky Bus havaalanı otobüsleri ile 1 saatte şehir merkezine ulaşılabilmekte. Sky Bus 10-15 dakika aralıklı, 24 saat çalışıyor.

Sky Bus otobüsüyle Kharkivska (yeşil hat) metro istasyonuna kadar 60 Grivna ,“Kyiv-Pasazhyrskyi” isimli Kiev Güney Tren Garına kadar 100 Grivna ödeyerek gidebilirsiniz. Güney tren garı şehir merkezine daha yakındır. Gardan şehir merkezine birçok minibüs gitmektedir.

Havaalanından matruşkalar ile şehir merkezine gidebilirsiniz. Hareket saati kesin değil, minibüs dolunca hareket etmektedirler.

Şehir merkezi havaalanından taksiyle yaklaşık 300 Grivna tutuyor. Bunun üzerinde istenen rakamlar olabilir pazarlık yapmak gerekiyor.

Şehirdeki ikinci havaalanı Zhuliany Havaalanı (IEV), şehir merkezinin 8 km güneybatısında. Burası Wizz Air, Pegasus gibi bütçe dostu havayolları tarafından kullanılmaktadır. Zhulhany Havaalanı Kiev merkezine çok yakın olduğu için ulaşım daha kolay ve ucuz. Ancak gündüz saatlerinde bu havaalanını kullanırsanız durum böyledir. Bizim Ankara’dan Pegasus uçuşumuz gibi gecenin bir yarısı Zhuliany’ye inerseniz mecburen taksi kullanmanız gerekecektir. Ulaşım yollarına sırayla bakalım isterseniz.

1-Uluslararası A terminalinin önünden 9 numaralı servis otobüsüne 8-10 Grivna arası ücret ödeyerek Güney Kiev Tren Garına ulaşabilirsiniz (Zhuliany Havaalanı-Metro istasyonu Lva Tolstogo Meydanı).

2- Merkeze gitmek için Kiev toplu taşıma araçlarını da kullanabilirsiniz. Shuliavska metro istasyonuna gitmek için 22 no’lu troleybüs (Havaalanı – Metro istasyonları Shuliavska, Dorohozhychi, Syrets) ya da 565 (213) ve 482 no’lu otobüsler kullanılabilir. Dorogozhychi metro istasyonuna gitmek için 22 no’lu troleybüs ve 565 (213) no’lu otobüs kullanılabilir. Lukyanivska metro istasyonuna gitmek için 496 ve 499 no’lu otobüsler kullanılabilir ve bunlar merkez tren istasyonunda da durur. Podil bölgesine (Kontraktova Ploshcha metro istasyonu) gitmek için merkez tren istasyonunda da duran 302 no’lu otobüse ve Vasylkivska metro istasyonu için 75 no’lu otobüse binebilirsiniz.

3- Minibüs “Marshrutka” rotaları ile Kiev şehir merkezinin yanı sıra Kiev içindeki birçok noktaya da transfer yapabilirsiniz. Biletinizi hem Uluslararası Terminal A’da hem de Terminal D’de mevcut olan bilet kiosklarından veya sürücüden alabilirsiniz.

4- Minibüslerin çalışma saatleri 06:30-22:30 olup metro da sabah 6’dan gece 12’ye kadar çalışmaktadır.Toplu taşıma araçlarını kullanamadığınız gece saatlerinde taksi kullanmak zorunda kalıyoruz. Birçok şehirde olduğu gibi havaalanından çıktığınız zaman etrafınızı taksiciler saracaktır. Sıkı pazarlık yapın ve asla bu yüksek ücreti vermeyin. Ya da havaalanından çıkın ve biraz ileride, hava alanına giremeyen taksileri bulun. Onlar sizi daha ucuza şehir merkezine götüreceklerdir.

5-Havaalanı-şehir merkezi ve şehir içi ulaşımınızda Uber, Uklon (Ukrayna’ya özel taksi uygulaması) nı kullanabilirsiniz. Havaalanlarında ücretsiz wi-fi bulunduğundan özellikle Zhuliany Havaalanı’ndan çıkmadan taksi istemeniz uygun olacaktır. Bu uygulamalar ile şehir merkezine ulaşım yaklaşık 150 Grivna tutmaktadır.

Trenle Kiev’e Ulaşım: Merkez tren istasyonu, Kiev’in merkezinde yer alıyor. Ana tren terminali Kyiv Passazhyrskyi. Tren İstasyonu Bağımsızlık Meydanı’na 4.2 kilometre uzaklıkta. Tren Garına M1 metro hattının Vokzalna durağından ulaşabilirsiniz.

Ukrayna şehirlerinin çoğuna ve Prag, Varşova, Bükreş, Budapeşte ve Belgrad gibi uluslararası güzergahlara tren ulaşımı bulunmaktadır. Kiev merkez tren garından hızlı trenle ya da yataklı trenle birçok şehre, kasabaya, köye ulaşabilirsiniz. Ukrayna resmi tren sitesinden tren link inceleyebilirsiniz. Ödemeyi online kredi kartıyla yapabileceğiniz gibi tren garına gidip gişelerden nakit veya kredi kartıyla biletleri satın alabilirsiniz. Ancak 1-2 ay öncesinden bilet almanızda fayda var. Çünkü şehirlerarası yolculuklarda tren fazlasıyla tercih edilmektedir. Tren biletleri için link; Ukrayna Tren

Otobüsle Kiev’e Ulaşım: Ukrayna’da gelişmiş otobüsle ulaşım sistemi bulunmaktadır. Avrupa’nın birçok yerinden uluslararası otobüsler, Moskovska Meydanı’ndaki Kiev Merkez Otobüs Terminali’ne gelmektedir. Kiev Merkez Otobüs Terminali Demiivska metro istasyonu yakınında bulunmaktadır.

Otobüsle ulaşım için otobüs link .Ukrayna Otobüs

Kiev Şehir içi Ulaşım: Kiev’de otobüsler ve troleybüsler belediyeye ait toplu taşıma araçlarıdır. Matruşka minibüsler ise özeldir. Şehir içi ulaşım sırasında özel otobüslere ve dolmuşlarda ücret şoföre verilmektedir. Belediye otobüsü, tramvay, troleybüslede ise biletler kondüktörden satın alınıyor. Kiosklardan alınan biletler ise araç makinelerde damgalatıyorsunuz. Bunu yapmazsanız ve kontrole denk gelirseniz para cezası ödemek zorunda kalırsınız.

Kiev’de toplu ulaşım ücretleri 7-10 Grivna arasındadır. Şehir otobüsleri sabah saat 6’dan gece saat 11’e kadar çalışıyor. Tek biniş metro bileti ise 8 Grivnadır. Kiev metro kartını 7 Grivnaya alarak gişeden ya da otomatik makinelerden para yüklüyorsunuz. 10 biniş ve üzeri yükleme yaptığınızda ücret indirimli olmaya başlıyormuş.

Taksi: Taksilere binmeden önce mutlaka pazarlık yapmanızı öneririm. Ortalama olarak her 10 km’de bir yaklaşık 100 Grivna ödemeniz uygundur. Resmi olmayan taksiler de yaygın ve daha ucuzlar.

Kiev Füniküler: Ukrayna’da sadece Odessa ve Kiev’de füniküler bulunmaktadır. Tarihi Yukarı Şehir bölgesini aşağıdaki ticari Podil bölgesine bağlayan ve 1905 yılında yapılan Kiev Füniküleri 238 metre uzunluğundadır. Kısa bir mesafe olmakla birlikte eğlencelidir. Biri Podil’deki Poshtova Meydanı’nda ve diğeri üstte Mykhailivska Meydanı’nda bulunan iki istasyonu vardır. Ücreti 8 Grivna olan yolculuğun tamamı sadece üç dakika kadar sürmektedir.

Araç Kiralama: Günde yaklaşık 10 Dolara araç kiralamak mümkündür. Kiev içindeki yollar, şehir dışındaki yollardan daha iyi durumdadır.

Hop-on, Hop-off: Hop on-Hop off otobüsleri ile şehrin tüm ana noktalar dolaşılabilir. 10 durağı olan olan bu otobüslerin ücreti yaklaşık 17 Dolar civarındadır.

Şeki Gezi Rehberi: Azerbaycan’ın Yeşil ve Sakin Şehri

seki

Azerbaycan’ın kuzeyinde dağlara yaslanmış, Kafkasya’nın doğusunda yemyeşil dağların eteklerinde kurulmuş, 1800 yıllık tarihi olan güzel bir şehir yeşil ve sakin Şeki… Kiş Çayı’nın kıyısındaki eski şehri 1772’de sel suları yıktıktan sonra halk şimdiki alana yerleşmiş. Şeki başkent Bakü’den yaklaşık 370 km uzaklıktadır.

Tarih boyunca şehirde Araplardan, Şirvanşahlar’a, İldenizler’den Gürcü Krallığı’na, Safeviler’den Osmanlı’ya kadar birçok farklı devlet hüküm sürmüş. 1578 yılında Lala Mustafa Paşa tarafından Osmanlı İmparatorluğu sınırlarına dahil edilmiş. İran egemenliğine girdikten sonra 1745’te Nadir Şah öldürülünce Hacı Çelebi tarafından Şeki Hanlığı kurulmuş ancak bu hanlığın da ömrü çok uzun olmamış. 1805’te Rusların eline geçen hanlık 1819 yılında ortadan kalkmış. 1930 yılında kurulan şehir 1968 yılına kadar Nuxa olarak adlandırılmış.

Şehirde ticaret, kültür ve sanat yaşamı zengin. Deri, ağaç, kil, mineral, bitkisel boyalar ve ipek el sanatlarında kullanılmakta. Bakırcılık, kalaycılık, halıcılık, ipekçilik, gümüş işleme en önemli alanlar. Şeki şehri ve çevresinin toprağı da çok bereketli olduğundan tarım ve hayvancılık oldukça gelişmiş. Şehir, kendine özgü evleri, sokakları ve doğası ile Azerbaycan’ın en eski ve turistik bölgesi olarak biliniyor. Bu kısa tanıtımdan sonra haydi hep beraber Şeki’ye gidelim.

Şeki’ye Azerbaycan’da ilk ziyaret ettiğim şehir Gence’den gittim. Gence otogarında Şeki’ye giden minibüsü buldum. Yolculuğumuz yaklaşık 2 saat sürdü. Şeki’ye ulaştığımda şoföre 4 Manat ödedim. Taksi ile ortasında bir avlu bulunan eski bir Şeki evine ulaştık. Özgün bir ortamda konaklayacağımı görmek bana keyif verdi. Girişteki alt odayı bana verdiler. Buraya 2 gece için 30 Manat ödedim. 

Odaya yerleştim ve ev sahibinin davetine uyarak çay içmeye gittim. Aslında bu pansiyon kız kardeşinin eşine aitmiş ancak onlar Bakü’ye gitmek zorunda kaldıklarından buranın idaresini ablasına ve anne ile babasına bırakmış. Babaları ile de tanıştım, alzheimer hastasıymış. Konu hastalıktan açılınca sosyal güvenlik konularından sohbet etmeye başladık. Böylece Azerbaycan’ın yaşam koşullarıyla ilgili ilk ağızdan gerçekleri öğrenmiş oldum. Burada bazı özel meslekler dışında çalışanların sağlık sigortası yokmuş. Tedavi giderlerini kendileri karşılamak zorundalarmış. Bazı tedavisi özel hastalıklarda Şeki’de doktor bulunamadığını ve Bakü’ye gitmek gerektiğini söylediler. Maddi durumu iyi olmayanlar için güç olacağı açık. Bu amca da 250 Manat yaklaşık 550 Liramıza tekabül edecek bir emekli aylığı almaktaymış. Kızı da üç çocuğu olduğunu, kocasının emlakçıda çalıştığını, kazançlarının düzenli olmadığını, kıt kanaat geçindiklerini anlattı. Bütün bunları dinleyip üstüne Bakü’deki o şaşalı hayatı görünce doğrusu çok üzüldüm. 

Sohbet sonrası izin isteyerek ayrıldım ve taksiyle gelirken gördüğüm Kervansaray’ı buldum. Kervansaray’ın önündeki yoldan yokuş yukarı çıkarak Şeki Han Sarayı’nın bulunduğu kaleye doğru yürüdüm. Çıkarken yolun her iki tarafında bulunan Şeki’nin güzel evlerini fotoğraflamaktan kendimi alamadım. Burası şehrin eski ve tarihi bölgesi olduğundan bu evlerin restore edilmiş olduğunu sanıyorum.

Kafkas Dağları’nın eteğinde bulunan Şeki Kalesi, Şeki Hanlığı’nın kurucusu Hacı Çelebi Hanın emriyle inşa edilmiş. Kalenin duvarları 1200 metre civarında olup duvar kalınlığı 2 metreye yakınmış. Şehrin mahkemesi, devlet ve ticaret idaresi kale içerisinde olduğundan halk da Kale yakınlarına yerleşmiş. Kale 1958 ve 1963 yıllarında restore edilmiş. Kale tarihte önemli olaylara sahne olduğundan bir çok tarih kitabında yer alıyormuş. Hatta Lev Tolstoy’un ünlü “Hacı Murat” romanındaki olayların Şeki Kalesi’nde geçtiği rivayet ediliyor.

Tepeye ulaştığımda saat epeyce ilerlemişti. Eski bir kilise binasında bulunan Halk ve Uygulamalı Sanatlar Müzesi’ne 2 Manat giriş ücretini ödeyerek rehberlik yapan bir kadınla beraber müzeyi gezdim.

Müzenin içinde Şeki’de kullanılmış olan eşyalardan, kıyafetlerden örnekler bulunuyordu. Zaten çok büyük bir müze değildi ve hemen gezip bitirdik. Müzenin içerisindeki eserlerden daha çok tarihi binası etkileyiciydi.

Buradan sonra kalenin girişinde solda bulunan müzeye doğru yürüdüm. Bu bina mimari olarak diğerinden de güzeldi. Burası Şeki Tarih Müzesiydi.

Şeki Tarih Müzesi ülkenin en zengin tarih müzelerinden biri. Hanlık devrine ait eşyalar ve tarihi eserler burada sergileniyor. Kapanma saati yaklaştığından hızlı gezebildim. İçeride kermeste satılan eşyalara ve özellikle ipekten dokunmuş fularlara baktım. Şeki’de ipekçilik oldukça gelişmiş ve bu yüzden çok çeşitli desen ve renkte ürün bulabiliyorsunuz.

Geldiğim yoldan yokuş aşağı yürümeye başladım. İnerken de güzel Şeki evlerini güneş batımında izlemek ayrı bir keyifti.

İkinci gün Kervansaray’ın yolunu tuttum. 18.yüzyılın sonlarında Şeki’de beş kervansaray bulunmakla birlikte bunlardan yalnızca aşağı ve yukarı kervansaraylar bugünlere gelebilmiş. Her ikisi de Şeki hanları tarafından 18. yüzyılda inşa edilmiş.

Şeki

Kervansaraylar İpek Yolu üzerinde yol alan kervanlar için yaptırılmış. Birinci katta ticaret yapılıyormuş ve ikinci katta ise burada kalan tacirler mallarını muhafaza ediyorlarmış. Her iki kervansarayda da tacirlerin rahatlığı ve mallarının güven içinde muhafazası için her türlü tedbir alınmış. Kafkasya bölgesinin en büyük kervansarayı olan yukarı Kervansaray bugün otel ve lokanta olarak kullanılıyor. Cadde üzerindeki cephesinde ise küçük hediye eşya dükkanları turistlere hizmet veriyor.

Kervansaray sabah saatlerinde oldukça dingin ve huzurlu gözüküyordu. Üst kata da çıkıp yukarıdan birkaç fotoğrafını çektim. Turiste alışkın olduklarından hiç kimse ses çıkarmadı.

Kervansaray’da birkaç tur attıktan sonra kaleye doğru yürümeye başladım. Kale içindeki müzeleri gezdiğimden surların içerisinde bulunan saraya doğru yöneldim. Yol üzerinde yaşlıca bir kadın dağlardan topladığı üzerlik tohumlarını ipe dizmiş satıyordu. Manat sorunu yaşamamak için mecburen biraz pazarlık yaptım ve 1,5 Manat ödeyerek 2 sıra üzerlik aldım. Bunun hem çayı yapılıyor, hem de nazar için tütsüde kullanılabiliyormuş.

Biraz ileride Saray göründü. Görkemli ve şahane bir yapı gezilmek üzere beni bekliyordu.

Şeki

Biraz soluklanmak ve fotoğraf çekmek için yol kenarına yöneldim. Orada oturan kişiler Türk olduğumu anlayınca sohbet etmeye başladık. Adının Osman olduğunu öğrendiğim rehber bana hem Azerbaycan hem de Şeki’yle ilgili ilginç ve önemli bilgiler aktardı. Dille ilgili komik durumları anlattı. Gerçekten çok komik öyküler ve yeni öğrendiğim kelimeleri de ekleyerek sizlere aktarmak istiyorum.

“Azmak” kelimesi Azerbaycan’da kaybolmak anlamında kullanılıyormuş. İstanbul’a gelen Azeri bir kız gideceği yeri bulamayınca adres sormak için yoldaki insanlara azmış olduğunu söylemiş. Tabi herkes ters ters bakmış ve sonra durum anlaşılmış.

“Pezevenk” kelimesi Azerbaycan’da şişman, saygın ve itibar gören kişi anlamında kullanılıyormuş. Yıllar önce Süleyman Demirel Azerbaycan’ı ziyaret ettiğinde Haydar Aliyev gazeteci ve televizyoncuların önünde ona pezevenk bir insan olduğunu söylemiş. Hızlı cevaplarıyla bilinen Demirel altta kalır mı “Siz benden daha pezevenksiniz” diye yanıtlamış.

“Düşmek” kelimesi inmek, “subay” kelimesi bekar, “okşamak” kelimesi benzemek, “sümük” kelimesi kemik, “kerhane” kelimesi fabrika ve işyeri, “işveren” ve “bardak” kelimeleri hayat kadını anlamında kullanılıyormuş. Azerbaycan’da bulunduğum sürede ne kadar pot kırdım artık Allah bilir!

Şeki Han Sarayı Azerbaycan’ın en önemli kültür varlıklarından biriymiş ve 2001 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası geçici listesinde yerini almış.

Saray, Şeki Hanlığı’nın kurucusu olan Hacı Çelebi Han’ın torunu Hüseyin Han (Müştağ) tarafından 1762 yılında yaptırılmış. Bu nedenle de halk arasında “Müştağ Sarayı” olarak da biliniyormuş. Burası Şeki Hanlarının yazlık sarayı olarak kullanılmış. Ön cephenin iki yanında 1530 yılında dikilmiş birisi 34 diğeri 42 metre uzunluğunda iki koca çınar olan Sarayın iki girişi bulunuyor ve görsel olarak İran’daki sarayları andırıyor.

Han Sarayı’nın sade bir mimarisi olmakla birlikte, dış ve iç yüzeylerinin bezemesi ile son derece ihtişamlı bir görünüme bürünmüş. Sarayın mimari olarak en önemli özelliklerinden biri ise inşasında çivi ve metal birleştirici malzeme kullanılmamış olması. Pişmiş tuğla ve bordür taşlarından yapılan sarayın doğu ve batı yüzeyi ahşapmış. Cephe pencerelerinin tamamı Azerbaycanlıların şebeke diye adlandırdıkları vitray camlar olup Sarayın dış cephe duvarları çiçek resimleri ve geometrik desenlerle süslenmiş. Sarayın oturtma çatısı ve ahşap saçak altları bile desenlerle bezenmiş. Hayran hayran seyredip fotoğraflarını çektim.

Sohbet ettiğim rehber gelip ingilizce rehberli bir grubun içeriyi gezmeye başlayacağını ve acele etmemi söyledi. Hemen girişe yöneldim ve bilet almak istedim. Giriş ücretinin Osman bey tarafından ödendiğini ve girebileceğimi söylediler. Israrla bu ücreti vermek istesem de  Osman nazik bir şekilde almayacağını söyledi.

Kadın bir rehber eşliğinde içeri girdik ama ne giriş. İçeri adım atar atmaz duvarlardaki muhteşem işlemeler ve pencerelerdeki vitraylarla adeta büyülendik. Saray iki katlı olup her iki katta bulunan merkez odalar, duvardan çıkma merdivenlerle birbirine bağlanıyor. Birbirine geçişli yan odalarla her katta üç oda var. Bizim evlerdeki salon misali merkez odalarda iç dekor odalara göre çok zengin. Sarayda, zamanın halk mimarisi ve dekoratif uygulamalı sanatına uygun bir biçimde, altın kaplama, yaldızlama, aynalama, vitray ve bezeme işlerine geniş bir yer ayrılmış. Bu arada Sarayın içinde fotoğraf çekmenin yasak olduğunu belirteyim. “forumgercek.com” sitesinden bulduğum az sayıda fotoğrafla size fikir vermeye çalışacağım.

İlk katın merkez salonunda nişler içindeki bezemelerle, nişlerin arasında duvarları kaplayan görkemli buketler, buketleri taşıyan çeşitli vazolar resimlenmiş. Bunlar bir kökten iki tarafa yükselen simetrik dallara serpiştirilmiş çiçeklerden oluşan kompozisyonlarla bir kısmı da serbest dağıtılarak tasvir edilmiş. At, geyik, kumarın çeşitlerini çiçeklerle ve dallarla birlikte tasvir eden resimlere bolca rastlanıyormuş. Kalem işlerindeki motifler arasında selvi ağacı motifine sıkça rastlanıyormuş. Bunun yanında nar ağacı ve nar motifine de sıkça yer verilmiş. Süslemelerin ağaç ve çiçeklerle yapılması Azerbaycan’ın tarihinden geliyormuş ve bu bezeme kompozisyonu çini, oyma ve bakır işlemelerinde de görülebiliyormuş. Bu motiflerin her birinin manası var ve gezerken rehberimiz bunları anlatmaya başladı.

Alt kattaki odaları da gezdikten sonra ahşap bir merdivenle üst kata çıktık. Burası birinci kat salonundan da şahane bir güzellikteydi. Frizdeki resimler av ve savaş sahneleri ile betimlenmiş. Av sahnesi 6 metre, savaş sahnelerinin uzunluğu ise 15 metreymiş. Mehter grubu, borazanlı süvariler kösleri (davulları) çalan davulcuların resimleri bulunuyormuş.

Saray sonrası, Kiş Albany Kilisesine gitmek için yola koyuldum. Yokuş aşağı şehir merkezine doğru yürümeye başladım. Yol üzerinde gördüğüm tarihi bir cami.

Merkezde Yenilik Ticaret Merkezinin ilerisindeki duraktan 15 nolu otobüse binerek Kiş Albany Kilisesi’ne gidebileceğim söylendiğinden bu durağı bulmam gerekiyordu. Otobüs durağındaki orta yaşlı bir adama sordum ancak bilmiyordu otobüs şoförlerine sorarsam en iyi onların tarif edeceğini söyledi. Gelen ilk otobüsün kapısından başımı uzatarak şoföre sordum ama sormaz olaydım. Adam ters ters bilmediğini söyledi ve oturan yolcular bana yardımcı olmaya çalışınca da kızarak onu boş yere oyaladığımı söyledi. İlk kez Azerbaycan‘da böyle ters birisiyle karşılaşmıştım. Kös kös ileri doğru yürüyüp oradakilere sormak istedim. Bu arada adamın birisi bana doğru hızlı adımlarla yaklaştı. Bu adam niye yanıma geliyor ki demeye kalmadı. Meğer adam az önceki olumsuz hadiseyi yaşadığım otobüsteymiş ve benden şoför adına özür dilemeye gelmiş. Böyle bir şey yaşadığım için özür üstüne özür diledi ve Şeki’de böyle bir durumun kabul görmeyeceğini söyledi. Gerçekten şaşkına döndüm ve ne diyeceğimi şaşırdım. Adam bana gideceğim durağı gösterdi ve uzaklaştı. Ne iyi ve ne güzel insanlar var. 

Sonunda 15 nolu otobüsten kilisenin durağında indim. Burada bir yol tepeye doğru kıvrılarak gidiyordu. Yolun başında taksiler bekliyordu taksiyle kiliseye kadar çıkılabiliyormuş. Köyü ve manzarayı görebilmek için yürüyerek çıkmayı tercih ettim. Manzara muhteşemdi ve yemyeşil dağları ve ovaları doğal bir sessizlikte izlemenin keyfine doyum yoktu.

Köyde çok güzel evler bir avlunun içine yapılmış ve etrafı tertemizdi. Daha sonra bununla ilgili yaptığımız sohbette Şeki köylerinin çok zengin olduğu, toprakların verimli olması nedeniyle ve hayvancılık da geliştiğinden kazançlarının iyi olduğunu öğrendim. Bizim Anadolu köyleri aklıma gelince ne yalan söyleyeyim içim sızladı.

Yol üzerine tabelalar konulmuştu ve onları takip ederek en sonunda Kiş Alban Kilisesi’ne ulaştım. 

Müze haline çevrilen kiliseyi gezmek için 2 Manat ödeyerek kilisenin bahçesine girdim. Kilise Kafkasların en eski kilisesi olup 1. yüzyılda Havari Eliseus tarafından eski bir pagan tapınağının üzerine kurulmuş. Burada yapılan kazılar ve araştırmalar sonucunda bu kilisenin çeşitli nedenlerle yıkılarak yeniden yapıldığı, 7-8. yüzyıllarda yeniden inşa edilen kiliseye bir kubbe eklendiği, 12-13. yüzyıllarda bu kubbenin yükseltilerek kilisenin yeniden şekillendiği tespit edilmiş. Kilisenin orijinal halini bozmadan burası restore edilerek ziyarete açılmış.

Yapılan kazılarda seramik, bronz ve altın süslemeler bulunduğu gibi çok sayıda mezara da rastlanmış. Böylece uzmanlar buranın yüzlerce yıl dini bir merkez olduğunda hemfikir olmuşlar.

7. yüzyılın sonlarından itibaren bölgede İslamiyetin yayılmaya başlamasına rağmen bu kilise gibi belli başlı bölgelerin Hristiyan kimliğini 1836 yılına kadar sürdürdüğü tespit edilmiş. Kiş Kilisesi, uzmanlar tarafından Hristiyanlığın başladığı noktalardan birisi olarak kabul edilmekte olup ülkenin antik tarihi ve yüzlerce yıllık zengin kültürel mirasının somut bir örneği olduğu belirtilmektedir.

Burayı gezmek çok zaman almıyor. Kilise çok büyük olmadığından şöyle bir bakıp dışarıdaki mezarlara baktım. Çıkarken satış kısmında sergilenen halılara bakmaktan kendimi alamadım.

Sonra tekrar Kervansaray tarafına doğru yürümeye başladım. Yolun solunda kalan Cuma Camisini görmek istedim. Ancak içeride cami cemaati kalabalık olunca girmekten vazgeçip dışından bakmakla yetindim.

1745-1750 yıllarında inşa edilen Cuma Mescidinin 40 metre yüksekliğinde bir minaresi ve bunun üzerinde güzel geometrik süslemeler bulunuyor.

Yürüdüğüm yol boyunca bizim pastaneye denk düşen “şirinniyat” isimli tatlıcılar bulunuyordu. Şeki baklavalarının bir çeşidi olan ve Şeki helvası olarak adlandırılan bir tatlı türü buranın meşhur yiyecekleri arasındaymış. Ben de merak ettiğimden bir tatlıcıya daldım ve bu tatlıyı denemek istediğimi söyledim. Küçük bir parça verdiler ancak çok sevdiğimi söyleyemem. Fındıkla yapılmış kurabiyeyi andıran başka bir tatlı denedim ve bunu başarılı buldum. Uzun süre dayanacağını söylediklerinden 2 kutu aldım. 

Şeki’de Ne Yedim Ne İçtim

Azerbeycan’da genel olarak ne yenir, içilir yerine iki gece kaldığım Şeki’de iki güzel restoranda yediğim yemekleri ve güzel bir hikayeyi paylaşmak istiyorum.

Azerbaycan’da çayın yanına şeker yerine küçük bir tabakta reçel getiriliyor. Burada da ev sahibesi ev yapımı reçeli çayla getirdi. Çayımı şekersiz içerim ama reçelin tadına bakmaktan da geri kalmadım. Çok tatlı değil biraz mayhoş tadı olan bir reçeldi. Bu bir Azerbaycan geleneğiymiş. Çayın yanında bizim kullandığımız küp şekerler yerine böğürtlen, patlıcan, domates, karpuz, ceviz gibi ürünlerden hazırladıkları reçelleri getiriyorlar.

İlk akşam tercihim pitileriyle meşhur olan Kervansaray Restoran oldu.

Bir masaya oturarak hemen Şeki Pitisi ve yanına da ayran siparişi verdim. Burada yerli ahalinin yanı sıra çok sayıda turist de bulunuyordu. Ön tarafta bir turist çift kuzu pirzola istemişlerdi ve öyle iştahla yediler ki ertesi gün ben de pirzola yemeğe karar verdim.

Bir süre sonra benim siparişim de geldi. Garson benim bilmediğimi anladığından servisini kendisinin yapabileceğini söyledi. Küçük bir testi şeklindeki pişirme kabını eğerek çukur bir tabağa suyunu boşalttı. Sonra içinde kalan et ve diğer malzemeleri bir kaşıkla karıştırarak o şekilde önüme bıraktı. Önce etin suyuna ekmek doğrayıp onu bitirmemi ve sonra da bu et karışımına devam etmemi söyledi.

Sebze ve nohutla toprak güveçlerde pişirilen bir et yemeği olan Piti’nin pişirilme süreci en az 7-8 saat sürüyormuş. Artık etin kendi lezzeti midir yoksa etin nohut ve sebzelerle olan müthiş beraberliğinden kaynaklanan bir lezzet midir bilmiyorum. Nasıl bir lezzet anlatamam mutlaka gidip denemelisiniz.

İkinci akşam yemeğimi pansiyon sahibesinin önerdiği çok yakında bulunan Qaqarin Restoranda yedim.

Garsona tike kebap siparişi verdim. Adının Ulvi olduğunu öğrendiğim garson yıllarca Türkiye’de çalıştığını ve annesinin vefatı nedeniyle Azerbaycan’a kısa bir süre önce döndüğünü anlattı. Ülkemizi çok sevdiği her halinden belliydi. Hemen masayı donattı ve istediğim kebabı da gecikmeden getirdi.

Azerbaycan’da tüm yediğim etler gibi bu yemek de muhteşem diyebileceğim bir lezzetteydi. Restoranın yeri de şehre tepeden bakan bir konumda.

Manzarayı seyrederek aheste aheste kebabımı ve yanındaki söğüş salata ile değişik tadı olan içeceğimi bitirdim. Yemek bitince bir de karpuz getirdi Ulvi. Daha ne olsun değil mi! Ulvi’den hesabı istedim. Yemin billah etti kesinlikle almam benim ikramım olsun dedi. O kadar ısrarlarıma rağmen kabul ettiremedim. Bu devirde hala böyle misafirperver ve temiz insanların kalması çok güzel ve umut veriyor.

Son günümde Kervansaray’ın önünden geçen 11 nolu otobüse binerek avtobusağzında yani otobüs terminaline ulaştım ve  Bakü’ye giden minibüse (Marshrutka) bindim. Bu seyahatte 7 Manat ödedim. Yer kalmadığından en arka sırada bir Azeri hanım ve beyin yanında oturdum.

Yaklaşık 5 saat süren yolculuğumuz sırasında geçtiğimiz yerleri ve ülkeyle ilgili bazı gerçekleri anlatan Farman, bana güzel bir rehberlik yaptı diyebilirim.

Son Söz
Şeki, cennet gibi doğasıyla, tarihi eserleriyle, dostane insanlarıyla ve çok lezzetli yemekleriyle gidilesi, görülesi ve sevilesi bir şehir. Azerbeycan gezilerinde Baku ilk sırada gezilen şehir oluyor, Şeki Bakü’ye beş saat uzaklıkta, rotanıza eklemenizi öneririm.

Aizanoi Antik Kenti: Zeus Tapınağı’nda Geçmişe Yolculuk

aizanoi

Dünyanın en iyi korunmuş Zeus Tapınağı, dünyanın ilk borsa yapısı ve birbiri ile bağlantılı dünyanın ilk Stadyum- Tiyatro kompleksinin olduğu Aizanoi Antik Kenti, gezenleri geçmiş yolculuğuna çıkarıyor adeta… Antik kenti gezerken, her adımınızda dipten gelen taş seslerini, gladyatörleri izleyenlerin çığlıklarını, rahiplerin ilahi seslerini, alışveriş yapan kalabalıkların gürültüsünü ve sütunlu yoldan geçen atların ayak seslerini duyuyorsunuz sanki…

Kütahya’nın şehir merkezine 58 km uzaklıktaki Çavdarhisar İlçesinde bulunan bu antik kentteki ilk kazılar 1926 yılında, ikinci kazılar ise 1970 yılında başlamış. 1970 yılında yaşanan Gediz depremi sonrasında yıkılan okul, cami gibi yapılar yenilenmek istenirken, temel kazılarında büyük taş bloklar ve antik şehrin kalıntıları bulunmuş.

Aizanoi antik kenti en parlak dönemini M.S. 2. Yüzyılda yaşamış, büyük imar faaliyetleri görmüş ve bu dönemde birçok yapı inşa edilmiş. Erken Bizans döneminde piskoposluk merkezi iken, 7. Yüzyıldan itibaren bu önemini yitirmiş. Tapınak düzlüğü Orta Çağ’da bir hisara dönüştürülmüş. Selçuklular döneminde Çavdar Tatarları tarafından üs olarak kullanılmasından dolayı buraya Çavdarhisar adı verilmiş.

Efes, Side ve Bergama’da bulunan antik kentler ile çağdaş olan Aizanoi’de ikisi sağlam kalmış 5 köprü, Zeus Tapınağı, 15.000 kişi kapasiteli tiyatro, tiyatroya bitişik nizamda yapılmış 13.500 kişilik stadyum, 2 hamam, ticaret borsa binası, sütunlu cadde, 2 agora, nekropoller, sayısız mezar taşları, su yolları ve kapı yapıları bulunmakta.

Macellum

aizanoi

1970 yılındaki Gediz depremi sonrası, üzerinde bulunan caminin yıkılması sonucu ortaya çıkmış bu yapı, M.S. 2. Yüzyılda yapılmış ve bugün dünyanın en eski borsası olduğu söylenen, çoğunlukla gıda satışı yapıldığı tahmin edilen bir pazar yapısı. Yuvarlak biçimli bu yapının duvarlarında Latince ve Grekçe yazıtlar bulunuyor. Bu yazıtlarda satılan malların fiyatlarına ilişkin açıklamalara yer verilmiş ve tavan fiyatlar belirlenmiş. Örneğin bir yazıtta, 16-40 yaşlarındaki bir erkek kölenin iki eşeğin fiyatına, üç erkek kölenin bir atın fiyatına eşdeğer olduğu belirtilmiş.

M.S. 301 yılında Roma İmparatoru Diocletianus tarafından ilan edilmiş “tavan fiyat kararnamesi”nin bir kopyası Macellum binasının kenar duvarlarına yazılmış. Bu kararnamede, “insanların aç gözlülüğü ve aşırı hırsı nedeniyle devletin içinde ekonomik huzurun kalmadığı ve bu nedenle de İmparatorun bu fermanı yayınlamak zorunda kaldığı” belirtilerek, İmparatorlukta fiyat dengelemesine gidildiği bildirilmiş.

Bana ilginç geldiği için yazıtta yer alan bazı ücret ve fiyatları aşağıda sizinle paylaşmak istedim:

Avukat ya da hukukçu: Şikayet başına 250 Denarii

Saray muhafızı: Yıllık 5.500 Denarii

Öğretmen: Öğrenci başına 50 Denarii

Bilim adamı: Aylık 50 Denarii

Mimarlık öğretmeni: Öğrenci başına 100 Denarii

Veteriner: Hayvan başına 20 Denari

Heykeltıraş: Günlük 70 Dinarii

Tarım işçisi: Günlük 25 Dinarii

Sığır eti: 453 gr. 8 Denarii

Besili kaz: Adedi 200 Dinarii

Balık: 453 gr. 24 Dinarii

Liste böyle uzayıp gidiyor. Bu liste hem dönemin ticaret trafiği hakkında, hem de İmparatorluğun sosyo-ekonomik yapısı hakkında fikir vermekte. Mesleklere verilen önem de ücretlere yansıtılmış.

Sütunlu Cadde

aizanoi

Borsa yapısının arka tarafında, M.S. 400 yıllarına tarihlenen bu sütunlu cadde bulunuyor. Ana cadde, Tapınaktan başlıyormuş geçmişte… Savaş dönüşü askerlerin ganimetler ile halkı selamladığı dört kilometrelik bu yürüyüş yolundaki sütunların, daha önceki dönemlere ait antik yapılardan sökülerek buraya getirildiği tahmin ediliyor.

Yolun kenarlarındaki duvarlarda, oyma desenleri olan taşlar dizilmiş. Yürüyüş yolunda yerde ceylan kabartması olan bir taş bulunuyor. Bu taşın bir Artemis Tapınağından getirilmiş olduğu tahmin ediliyor.

Bu taşı yolun zeminine yerleştirerek Romalılar, “Artemis, artık önemli değilsin, senin sembolünü ayaklar altına alıyorum” demek istemiş.

Bu alandan ayrılıp, köyün içine doğru yürümeye başladığınızda önce, Kocaçay (Penkalas) üzerinde yer alan, Antik çağda iki yakayı birbirine bağlayan köprüleri görüyorsunuz. Günümüze iki tanesi ulaşan bu köprüler antik çağda beş tane imiş; birisi yayalar için yapılmış ahşap köprü, diğer dördü ise kemerli taş köprü imiş.

aizanoi

Köprünün korkuluk kaidesi üzerindeki yazıttan, köprünün açılış töreninin M.S. 157 yılında yapıldığı bilgisine ulaşılıyormuş. Kentin zenginlerinden birisi olan Marcus Ulpius Appuleius Eurykles’in Roma’dan dönerken denizde geçirdiği kaza sonrasında yaptırdığı bir adak olduğundan söz ediliyormuş. Kabartmalarda deniz canlıları ve gemi kabartması betimlenmiş.

aizanoi

Köprülerden sonra, köy evlerinin arasından yürürken, karşıdaki tepeden Zeus Tapınağı tüm heybeti ile görünmeye başlıyor. Günümüzdeki köy yaşamı ile antik çağ kalıntıları öylesine içli dışlı ki, kafanızda zaman kavramı karışmaya başlıyor.

Zeus Tapınağı

Yapımına M.S. 92 yılında Roma İmparatoru Domitianus (M.S. 81-96) Döneminde başlanmış ve İmparator Hadrianus (M.S. 117-138) Döneminde devam etmiş. Tapınak Anadolu’daki antik çağ yapıları arasında ilk şeklini koruyarak günümüze ulaşmış nadir örneklerden birisi…

Tapınak, pronaos, naos, opistodomos ve Tapınağın alt kısmındaki tonozlu bir bölümden oluşuyor.

aizanoi

Mermerden yapılmış Tapınağın kısa yanlarında 8, uzun yanlarında 15 İon sütunu bulunuyor. Yapının oturduğu alan ise 53 x 35 metre. Sütunlar yekpare taştan yapılmış ve boyları 9,3 metre. Yapının, bu planı ile Anadolu’da çok yaygın kullanımı olmayan mimari özellikler gösterdiği belirtiliyor.

Tapınağın yapımı için gerekli harcamalar, geniş tapınak arazilerinin kiraya verilmesi ile sağlanmış. Tapınak toprağını kiralayanlar uzun yıllar para ödemeye direnmiş. Ancak İmparator Hadrianus’un kararı ile paralar ödenince, yeni tapınak inşaatına başlanmış. Tapınağın yazıtlarının kesme taşlarının üzerinde, sonraki dönemlere ait savaş sahneleri, günlük hayata dair sahneleri gösteren çizimler de bulunmakta.

Bu çizimlerin 13. Yüzyılda tapınağın çevresine yerleşen Çavdarlar’ın yaşamlarından sahneleri betimlediği düşünülmekte.

Son yıllarda yapılan araştırmalarda, Tapınak çevresinde Erken Bronz Çağı II’ye (M.Ö. 2800-2500) tarihlendirilen seramik parçaları da bulunmuş.

aizanoi

Tapınağın bulunduğu alana girdiğinizde mangala oyunu oynanan taşı görüyorsunuz. İç içe geçen kareler üzerine taşlar yerleştirilerek oynanan bu oyun iki kişi ile oynanıyormuş. İki tarafa verilen belirli sayıdaki taşları, kurallar çerçevesinde yer değiştirerek maksimum sayıdaki taşa sahip olma oyunu, dokuz taş gibi dünyanın en eski oyunlarından biri imiş.

Tapınak etrafına dizilmiş onlarca mezar stelini (tek parça taştan yapılmış ve üzerinde oyma desenler bulunan mezar taşı) görüyorsunuz. Üzerlerinde bulunan her sembol ayrı bir anlam taşıyor ve ölenin statüsüne ilişkin bilgiler veriyormuş.

aizanoi

Zeus Tapınağı’nın hemen önünde bulunan Kibele heykelinin deprem ile yer değiştirdiği ve aslında Tapınak sütunlarının üzerinde yer alan alınlık olduğu tahmin ediliyor.

Tapınağın alt bölümünün ise mimari olarak dünyada tam bir benzeri olmadığı belirtilen bir bölüm var. Kilitleme tonozlama metoduyla inşa edilen alt bölüm, orijinalinde olduğu gibi günümüze kadar gelmeyi başarmış.

Tanrılara sunulan hediye ve sunakların saklandığı depo, Tapınağın kehanet odası, Anadolu’nun toprak ve bereket tanrıçası Kibele’nin kült yeri olarak kullanılmış. 1850 yıldır ayakta kalmayı başarmış ve Tapınak inşa edildiği günden bu yana bölgede yaşayan insanların izlerini üzerinde barındırıyor.

Bu bölüm o kadar ilginç ve etkileyici ki, sadece burayı görmek için bile gitmeye değer Aizanoi’ye… Alt kata sonradan yapılmış bir asma merdiven ile iniliyor. Orijinal halinde merdiven yokmuş. Sadece rahiplerin inebildiği bu bölüme geçici olarak tahta bir merdiven uzatılıyormuş; rahipler indikten sonra da, merdiven yukarı çekiliyormuş.

Tapınak rahiplerinin kehanette bulunmak için indiği ve tapınağa sunulan hediyelerin saklandığı bu bölüm sarı soft bir ışık ile aydınlatılmış. Fonda hafif bir arya duyuyorsunuz. İçeriye dizilmiş mezar stelleri de hafifçe aydınlatılmış.

Kapalı bir mekanda ve neredeyse toprak seviyesinin altında olmamıza rağmen bunalma veya daralma olmaksızın, tuhaf bir ferahlama ve huzur hissettim bu mekanda. Belki ışık ve müziğin de etkisi ile! Merdiven basamaklarına oturup gözlerimi kapadım; rahiplerin fısıltıları mı, rehberin anlattıkları mı? Ayıramadığım sesler arasında ruhumun arındığını, hafiflediğimi hissettim; sanki dünya bu mekanın dışında gibi geldi bana…

Tiyatro – Stadyum

aizanoi

Aizanoi antik kentindeki stadyum-tiyatro kompleksinin dünyada başka bir benzeri yokmuş. M.S.  2. ve 3. Yüzyılda inşa edilen komplekste, 13.500 kişi kapasiteli stadyum ve 15.000 kişi kapasiteli tiyatro iki ana kapıyla birbirine bağlanmış. Bu dünyada benzeri olmayan ilk ve tek kombinasyonmuş.

200 metre uzunluğunda 50 metre genişliğinde olan stadyum, bir tepenin içi oyularak, yamaçlara da tribünlerin yerleştirilmesiyle inşa edilmiş. Antik dönemde her dört yılda bir şehir olimpiyatları düzenlenir ve şehir olimpiyatlarında şampiyon olan sporcular kenti temsil etmesi için Atina’ya gönderilirmiş. Stadyum giriş kapısının hemen doğu kısmındaki onur kürsüsüne, şampiyon olan sporcuların isimleri yazılırmış.

Yapının orijinali bir arena yapısı şeklinde. O dönem arenalarda üç çeşit spor yapılırmış. Bu spor gösterileri, gladyatör–gladyatör, gladyatör–suçlu, gladyatör–yabani hayvan mücadelesi şeklinde olup, birinin diğerini öldürmesi ile sonuçlanana kadar devam ediyormuş.

Tiyatro, 15.000 kişi kapasiteli ve klasik bir Grek tiyatrosu şeklinde. Üç ana kapıdan tiyatroya girişler sağlanıyormuş. Tiyatro ve stadyumu birbirinden ayıran duvarın yüksekliği 30 metre ve 3 katlı imiş; ancak depremler neticesinde 30 metrelik duvarın sadece 10 metrelik kısmı ayakta kalmayı başarabilmiş.

aizanoi

Güçlü bir akustik sisteme sahip bu tiyatroda, sergilenen oyunların biletleri de taş tabletler şeklinde yapılıyormuş.

Kent nüfusunun 100-120 bin arasında olduğu tahmin ediliyor. Roma şehirlerinde nüfus tahmini tiyatro kapasitesine göre 7 veya 10 ile çarpılarak belirleniyormuş.

Mozaikli Hamam

Tiyatro alanından yürüyerek mozaikli hamama gidiliyor.

Romalılar için en önemli sosyal faaliyetlerden bir yıkanmakmış. Kadın ve erkekler ayrı ayrı gidiyorlarmış. En geçerli uygulama kadınların sabah, erkelerin öğleden sonra gitmesiymiş.

Romalı mühendisler, hamamlarda ocaktan çıkan sıcak havanın, tabandaki içi boş tuğlalar arasından geçerken tabanı ve üzerindeki mermer plakayı ısıtması temeline dayanan bir ısıtma sistemi kurmuşlar. (Hypocaust Sistemi)

Hamamın tabanında, sağlam kalabilmiş mozaiklerde Satry ve Maenad figürleri seçilebiliyor.

Aizanoi kenti kalıntılarını gezdikten sonra, köyün içinden ve muhteşem manzarası olan dere kenarından yürüyerek tekrar ilçe merkezine dönüyorsunuz. Burnunuzda doğal yaşamın kokusu, antik kent kalıntılarının görkemli görüntüsü, kulağınızda arya sesleri içerisinde antik kent gezinizi tamamladığınızı sanmayın.

Kütahya’da her köşe başında göreceğiniz çeşmelerde, Ulu Cami’nin sütunlarında, şehirdeki neredeyse her yerde Aizanoi antik kentinden gelmiş taşlar ile karşılaşacaksınız.

Kaynakça

Kütahya Kültür ve Turizm Müdürlüğü ”Kütahya Tanıtım Broşürü”

Peru Gezi Rehberi: İnkaların İzinde – Machu Picchu ve Nazca

Peru, Güney Amerika’nın batısında, Pasifik Okyanusu kıyısında, tarihi İnka Uygarlığı’nın gizemli ülkesi. Yaklaşık 1.300.000 kilometre karelik, 30 milyon civarında nüfusu olan kendine özgü bir ülke Peru. Yerli halkın buraya nereden geldiği bilinmiyor. Panama Boğazı’ndan, Pasifik Okyanusu’nu aşan avcılardan oldukları düşünülüyor. 1531 yılında İspanyol istilasına uğruyor ve 1826 da bağımsızlığını ilan edinceye dek İspanyol valiler tarafından idare ediliyor. 1968-1974 yılları arasında darbeci askerler tarafından yönetilen Peru’da petrol, bankacılık, madencilik, balıkçılık millileştirilmiş. 1980’li yıllardan sonra ise liberal ekonomi uygulanmaya başlamış.

And Dağları ülkeyi üç farklı iklime ayırıyor. Yaklaşık 2240 km uzunluğunda olan toprakların % 11’ni kaplayan kıyı bölgesi, Sierra denilen dağlık kısım (toprakların % 33) ve toprakların yarısından çoğunun bulunduğu Mantana. En güneyden başlayıp, Lima’ya kadar olan kısım bir kıyı çölü. Peru’yu dolaşmak demek 0-6.000 metre arasında gidip gelmek demek. Yağış nadir. Tarım nehir vahalarında mümkün. Lima’nın kuzeyinde toprak daha verimli. Ülke genel olarak ekvatora yakın olduğu için gece-gündüz sıcaklık farkları fazla.

Peru’nun altın rezervlerinin Afrika’dan fazla olduğu söyleniyor. Ayrıca su bakımından dünyanın en zengin ülkelerinden. Coco-Cola’nın şişelediği sular tüm Peru’da satılıyor. Etnik gruplar nüfusun % 45 ini teşkil ediyor, ama çoğu melez. Aymara ve Quechua en kalabalık gruplar. Peru’daki diğer etnik gruplar: Titicaca Gölü kıyısında yaşayan Tiahuanacolar, kuzeyde yaşayan Çavinler, kuzey kıyıdaki Çimular, Güneydeki Nazkalar, Dağlardaki Keçualar.

İlkokul mecburi, okur-yazarlık % 72 dolayında. 30 üniversite, pek çok özel okul var.  Kişi başına düşen milli gelir 7.000 dolar civarında. Burası bir deprem ülkesi, Peru’yu gezdikten sonra 1978 depreminde 300 bine yaklaşan insan ölümünü anlayabiliyorsunuz.

Peru deyince ilk akla gelen İnkalar. İnkalar, And Dağları’nın yükseklerindeki vadilerde yaşamış yerli halk. Kolomb’un bu topraklara basmadan öncesi Amerika’nın en büyük uygarlıklarından biri. 12-16 yy. arasında varlık gösteren İnkalar 14-15 yy’da Peru dışında, Bolivya, Ekvador hatta Arjantin ve Şili’nin bir kısmını da kapsayan 5-10 milyon nüfuslu bir imparatorluk kurarlar. Kültürel ve ekonomik başkentleri Cusco’dur. Zamanla And Dağları arasındaki vadilerden, Peru’nun ortalarına ve kıyılara dek yayılan İnkalar’ın imparatorluğu 15 yy’da iyice güçlenir. İmparatorlarına tanrı gözü ile bakılır, Cusco güneşin kutsal kenti kabul edilir. İnka halkı yoksul değildir ama malı mülkü de yoktur. Üretimlerinin bir kısmını imparator ve din adamlarına vermek zorundadırlar. Taş ustalığında, dokumacılıkta, süs eşyaları yapımında çok ileridirler. Yazı sistemleri ve paraları yoktur. Taşımacılık ve yününden faydalandıkları lamaları yetiştirmişlerdir. Yine ilk patatesi yetiştiren İnkalardır. Ay, güneş, yıldızlar İnkalar için kutsaldır. Astronomi ile ilgilenmişler, ama Mayalar kadar ileri gidememişlerdir. 16. yy’da İspanyol istilası, imparatorluk içindeki kardeş kavgaları bu medeniyetin sonunu getirmiştir. Bugün Peru’da 3 milyon civarında İnka yaşadığı tahmin ediliyor.

Yolculuğumuz Air France ile Paris aktarmalı. Lima-Paris 10.300 km civarında 12 saatlik bir uçuş yapılıyor. Türkiye saati ile gece 24.00 dolayında Lima’dayız. Uçak inmeden önce And Dağları’nı seyrediyorum; daha önce bu dağların Şili’deki uzantılarını görmüştüm. Havaalanından hemen Cruz del Sur otobüs firmasının garajına hareket ediyoruz. Cruz del Sur otobüs firması Buenos Aires’e kadar gidiyor. Lima’dan ayrılarak, Peru’nun kıyı bölgesi boyunca güneye doğru ilerliyoruz.

Gece vakti Ica’dayız. Las Dunas otele yerleşiyoruz. Tatil köyü havasında yazlık bir otel.

Ica, Peru’nun 26 bölgesinden biri. Çöl ve okyanusun birleştiği bu yerler yağış almıyor. Çölde kilometrelerce kaybolmuşluk duygusu ile gidiyorsunuz.

Bu tip yollarda uyuma ve bunun sonucu kaza çok sık olurmuş. Kazada ölenlerin anısına yol kenarlarına kazanın olduğu yerlere küçük ev gibi yapılar inşa etmişler.

Sabah kahvaltısından sonra UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde bulunan Paracas’a gidiyoruz. (Quechua= Keçua dilinde kum fırtınası demek). Bu çöl ile okyanusun birleştiği yarımada Peru’nun koruma altında olan en büyük kıyısı. 1800’den fazla hayvan ve bitki türü için doğal rezerv. Pelikanlar, flamingolar, Humboldt Penguenleri, yüzlerce kuş…

Burada botlara biniyor, Islas Ballestas canlılarını fotoğraflıyoruz. Bölge fukaranın Galapogos’u olarak adlandırılıyor. Patagonya -Tierra del Fuego bu açıdan daha zengin ve şaşırtıcı.

Yarımadada denizden 150 metre yükseklikte, 180 metre uzunlukta, 55 metre genişliğinde ve 45 cm derinliğinde El Candelabro denilen bir coğrafi oluşum var. Kimileri bunun gemicilere yol gösteren bir yapı, kimileri de Nasca Çizgileri gibi kim tarafından ne amaçla çizildiği belli olmayan bir oluşum olduğunu söylüyor.

Kıyıda dönünce Cebiche (seviçe) yiyoruz. Seviçe, lime (misket limonu) suyu içinde marine edilerek pişirilen çiğ balık yemeği. Pişirme tekniği balığı, asit içinde turşu gibi oldurmak. Seviçe kuru soğan halkaları, acı biber halkaları, bazı yerlerde patates ile servis ediliyor.

Peru bir balık cenneti. Şili’nin güney ucundan başlayıp, Pasifik’te kuzeye doğru akan soğuk su akıntısı Humboldt dünyada avlanan balıkların % 20’sini Antarktika’dan buralara getiriyor.

Yemekten sonra Pisco (Keçua dilinde kuşlar)’ya gitmek üzere yola çıkıyoruz. Burada 400 yılı aşkın bir süredir içilen, Peru’nun özel içkisi Pisco’yu tanıyıp tadacağız.

Pisco alkol oranı yüksek bir içki, (çeşitlerine göre alkol oranı değişiyor, ortalama %40 civarında) 6-7 çeşit üzüm kullanılarak yapılan bir brandy. Bir yudum içebiliyorum; alkol insanın boğazını yakıyor. Pisco sour yumurta akını çırparak, tarçın ve pisco ekleyerek yapılan bir kokteyl. Pisco’nun çeşitli türleri var, limonlu v.b. Pisco sour oraya kadar gitmişken denenebilir. Burada tarım nasıl yapılıyor diye sorduğumda yerin çok altlarından drenaj ile çıkardıkları suyu kullandıklarını söylediler. Peru’nun piscoları bu bölgede yapıldığı için Ica, pisco başkenti olarak adlandırılıyor.

Pisco içiminden sonra Huacachina‘dayız. Çölde doğal bir göl etrafında kurulmuş, 115 nüfuslu bir köy. Gölün etrafında palmiye ağaçları ve en fazla iki katlı olan binalar var. Bu vahanın bir benzeri de Fas’ta. Gözünüzün alabildiği alan çöl.

Buggy denen araçlara biniyor, gözlüklerimizi takıp, kemerlerimizi bağlıyoruz. Buggyler metal kafes şeklinde dizayn edilmiş, güçlü motorları olan araçlar. Sanki Mad Max filmindeyiz. Şoför tam gaz kumlara dalıyor, dimdik yokuşlardan süratle iniyor, yan yatıyor, kavisler çiziyor. Gözüm kapalı, çığlıklar atıyorum; ama aldıran yok. Bir tepeye geliyoruz. Herkes “sandboard “yapıyor. Ben hariç. İlk defa bir yerimin kırılma ihtimali olabileceği korkusuna kapılıyorum. Film platosu gibi bir yerdeyiz…

Günlerce çıkmayacak kumlarla belenmiş olarak Nazca’ya geliyoruz. Nazca’da Hotel Alegria’da kalacağız. Küçük, orta halli, üç yıldızlı bir otel. Şehir merkezinde. Herkes çok yorgun ve kumlu…

Yemekte et ve salata var. Pisco sour da ikram ediyorlar. Yemekten hemen sonra odalarımıza çıkıyoruz. Çöl kumlarını arındırmak için giriştiğim ayakkabı temizliğinde yorgun düşüyorum. Yaşamımda bu kadar ince kum görmedim. Eğer yolunuz buraya düşerse, mutlaka yanınıza atılacak bir kıyafet ve ayakkabı alın.

Sabah erkenden Nazca Çizgileri’ni görmeye gideceğiz. Peru’ya geliş amacım Nazca Çizgileri ve Machu Picchu’yu görmek. Nazca Çizgilerinin kimler tarafından neden çizildiği belli değil. İlk Nazca Çizgisi 1926 yılında keşfedilmiş. Karbon çalışmaları bu çizgilerin M.Ö 200 – M.S 700 yılları arasında yapıldığını, 12. yy İnka Uygarlığı’ndan daha eskiye dayandığını gösteriyor. Burada İnkalar’ın dışında başka bir topluluk olan Nazcalıların yaşadığı söyleniyor. Bu çizgiler hakkında çeşitli ve farklı görüşler var.

Nazca çizgileri maymun, örümcek, kuş v.b hayvan şekillerinin yanı sıra üçgen, ok gibi çeşitli geometrik şekillerden oluşuyor. 1968 yılında Alman “New Age” yazarlarından Erich von Daniken’in yazdığı “Tanrıların Arabaları ”kitabını 1970‘li yıllarda okuduğumda buraları göreceğimi hayal etmemiştim. Yazara göre buralar uzay gemilerinin iniş pisti idi. Yerli halk onları tanrı diye kabul etmiş onlarla iletişim kurmak için hayvan figürleri çizmişlerdi. Nazca ile ilgili ilk bilimsel açıklama ise Alman matematikçi Maria Reiche tarafından yapıldı. Buraya yerleşen Reiche 1998’de ölünceye dek tüm yaşamını bu geoglifler adadı ve ‘UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne buranın eklenmesini sağladı. Reiche’ye göre kumun daha koyu olan üst tabakası kazınarak şekiller oluşturulmuştu. Şekiller güneş ay ve bazı yıldızların pozisyonlarını yansıtıyordu. Bunlara göre insanlara ne zaman ekin ekmeleri, ne zaman sulamaları, ne zaman toplamaları gerektiğini hatırlıyorlardı. Ama birtakım kuşkucu bilim adamları bu açıklamayı yeterli bulmadılar. Hayvan figürleri neyi açıklıyordu? Üstelik düz çizgiler tüm yönlere uzanıyordu. Daha sonra yapılan bilgisayar hesapları da bu çizgilerin % 20’sinin astronomik pozisyonlara uygun olduğunu gösterdi. Yağmur yağmadığı için bu çizgiler hiç kaybolmuyor.

Nazca’nın 12 km uzağında 24 kilometrekare genişliğinde 20-30 bin kişinin gömülü olduğu bir nekropol bulundu. Burada yapılan kazılar sonucu geogliflerin hepsi ayrı zamanlarda yapılmış olup, üç kategoriye ayrılabileceği, ilk zamanlarda yapılan küçük sarmal şekillerden sonra büyük hayvan figürlerine geçildiği, bunların Nazcalıların tanrılarını temsil ettiği, M.S. 3-4 yy’da And Dağları’ndaki büyük deprem sonrası tanrılarına küserek buralardan göç ettiklerini, gittikleri yönleri bu oklarla gösterdikleri ileri sürüldü.

Nazcalılar son olarak İnkalar’ın içinde eriyip tarihe karışmışlar. Bu bahsettiğim görüşlerin dışında da pek çok görüş var. Buranın bir açık hava tapınağı olduğu, yağmur duası için yapıldığı gibi. Sonuç olarak hala “Nazca Çizgileri ”nin üzerindeki sır perdesi kalkmış değil. Ne olursa olsun Peru’ya gelip de küçük uçaklarla havalanıp bu alışılmadık ve göz alıcı manzarayı görmeden gitmek olmaz.

Nazca’dan ayrılma vakti geldi. Otobüse binerken hepimizin tek tek resimleri çekiliyor ve çantaları aranıyor; bazı çantalarda bulunan biralara el konuyor. Altı kişilik bir grubuz. Hepimizi otobüsün alt arka kısmında özel bir kompartımana yerleştiriyorlar, bizden başka kimse yok burada, pek mutlu oluyoruz. Bu muamelenin nedenini öğrenmeye çalıştığımızda kaçırılma riskine karşı bir önlem diyorlar, ama ben inanmıyorum. Otobüste et-pilav-brokoli-meyve jölesi, İnka Cola dan oluşan bir yemek veriyorlar. Yaklaşık 400 km gideceğiz. Çölde kuzeye ilerliyoruz. Lima’ya dönüyoruz.

Lima krallar şehri diye geçiyor. 10 milyon civarında bir nüfusa sahip. 1988 yılından beri UNESCO Dünya Mirası Listesinde. Pasifik Okyanusu kıyısındaki bu kent subtropikal-çöl iklimi etkisi nedeniyle ılıman bir havaya sahip.

Şehre girdiğimizde hava kararmış, biz şehrin banliyösünde ilerlerken Memo kusmaya başlıyor. Ben meyve jölesine veya beklemiş kremaya bağlıyorum. Garajda arabadan indiğimizde titriyor ve “ben herhalde evi bir daha göremeyeceğim” diyor. Üstümdeki ince hırkaya sarıyorum, arabanın gelmesini bekliyoruz. Dünyanın her tarafında anneler aynı, Perulu bir kadın geliyor ve bir battaniye uzatıyor.

Mariel Hotel’de kalacağız. Miraflores bölgesinde merkezde küçük üç yıldızlı bir otel. Odalarımıza yerleştikten sonra Memo uykuya dalınca hemen dışarı çıkıp bir taksi ayarlayıp, şehir turu yapıyoruz. Lima Central, Miraflores ve San Isıdro, Barranco diye üç bölümden oluşan bir şehir. Şehrin eğlence merkezini bulmaya çalışıyoruz. Haritadan barlar ve kulüpler sokağını buluyoruz, ama birine girmeye çekiniyoruz.. Barranco’nun romantik bir sembolü olan Suspiros Köprüsü etrafındaki canlılık müthiş. Bajada de Los Banos denilen okyanusa inen yol çevresi anladığımız kadarı ile oldukça elegan bir çevre. Otele döndüğümüzde saat 24 dolayında ve Memo çok kötü; ne yese çıkarıyor. Diyare çok fazla değil. Özel bir kliniğe götürmeye çekiniyorum. Bulantısı çok. Lima’nın güvenli bir şehir olmadığı söyleniyor. Gece saat 04.00’de resepsiyondan bir görevli alarak Lima sokaklarında eczane aramaya çıkıyorum. İlginçtir ki eczaneler demirkapılar arkasından siparişleri uzatıyor, içeri insan almıyorlar, ilaçların kutuları yok, jenerik adları bana yabancı. Antiemetik diyorum, ama verdikleri ilaç baş dönmesi+bulantı+ağrı için gibi bir karışım. Otele dönüyorum. Sabah saat 6 dolayında hava aydınlanırken tekrar dışarı çıkıp markete su almaya gidiyorum. Yollarda kimse yok. Memo sabah kahvaltısına da gelemiyor. Bilmediğim bir ülkede hastaneye gitmek istemiyorum.

Bugün 19 Ekim. Memo’da düzelme yok. Üstelik yarın gideceğimiz Cusco 3.400 metre ve herkes yükseklik hastalığına karşı ilaç alıyormuş. Memo’nun dehidratasyonu nedeni ile panikliyorum. Litrelerce suyu odaya dolduruyorum. Memo uykuya dalınca ben de saat 11.00’de kendimi sokaklara atıyorum. Gerçekten merkezi bir yerdeyiz. Park Kennedy’den geçerek Huaca Pucllana’ya kadar yürüyorum. Yollar son derece şık ve bakımlı binalarla kaplı ve oldukça geniş. Huaca Pucllana Miraflores’in ortasında arkeolojik bir alan. Restorasyon çalışmaları hala devam ediyor. Burası İnka öncesi bir uygarlık kalıntısı. Aslında bir sunak yeri. Deniz ve güneşe tapan insanlar çamur tabletler ile burayı yapmışlar. Depreme dayanıklı olması için tabletler aralıklarla yerleştirilmiş. Çamur işleme yerlerinde iyi korunmuş ayak izlerini görmek mümkün. O dönemdeki bitki ve hayvanların sergilendiği küçük bir tarım alanı ve hayvanat bahçesi var.

Akşama kadar Lima sokaklarında dolaşıp fotoğraf çekiyorum.

Gece saat 02.00 dolayında kalkıyor ve havaalanına doğru yola çıkıyor; Cusco’ya hareket ediyoruz.

Cusco Orta Peru’nun And Dağları platosunda bir şehir. Uçak And Dağları’nın korkutucu yüksekliğinden sonra bir düzlüğe geliyor. Dağların arasındaki bu düzlük denizden 3.400-3.500 metre yükseklikte. Burası aynı zamanda Peru’nun turizm başkenti. Yerli dilinde göbek bağı anlamına geliyor. İnka ülkesindeki bütün yerleşim birimlerinin ortasında. İnkaların kutsal hayvanı Pumanın vücudu şeklinde inşaa edilmiş bir şehir. İnkalar buraya “güneşin kutsal kenti” demişler. Gökyüzü mavisinin bu kadar güzel olduğu yer çok yoktur herhalde. Biz zehirlenme nedeniyle yükseklik hastalığı ile pek ilgilenemedik. Hayatımda içmediğim kadar su içiyorum. İner inmez yerlilerden coco şekerleri alıyor, çiğniyorum. UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki bu şehrin sokakları dar. Şehir 500 bin nüfuslu. Aranjuez diye yerel özellikleri taşıyan bir pansiyona yerleşiyoruz. İki katlı mavi tahta oymalı korkuluk ve pencereleri olan şirin bir yer. Odaya ısıtıcı ve oksijen tüpü istiyorum. Bahçede çiğnemek için coco yaprağı ve içmek için coco çayı ikram ediyorlar. Coco bitkisi And kültüründe önemli bir yere sahip. Yaprağında aktif madde olarak alkaloid kokain bulunuyor. Tüm oteller gelenleri yükseklik hastalığı nedeniyle coco çayı ile karşılıyor. Kurutulmuş yaprakları ise çiğneyip emiyorsunuz. Her iki yöntem de açlık, susuzluk, halsizlik ve yorgunluk hissini ortadan kaldırıyormuş. Ayrıca romatizmal ağrılar ve baş ağrısına iyi geliyormuş. Çiğnenen miktar göreceli olarak az olduğundan ve kana yavaş karıştığından kokaine özgü psikoaktif ve öforik etkiler görülmüyor. Marketlerde cocodan yapılmış çikolata, şeker, çay, çiklet v.b. her türlü ürün var. Ama Bolivya ve Peru dışında cocodan yapılmış ürünler kokain muamelesi görüyor ve yasak. Onun için hediye getirmeye kalkışılmıyor.

Sacsayhuaman’a gitmek üzere yola çıkıyoruz. Sacsayhuaman, Cusco‘nun 3 km dışında dev taşlardan oluşmuş bir kalıntı. Şehre giren en tehlikeli yolun savunması için oluşturulmuş bir kale olduğu söyleniyor.

Güney Amerika halkının kökeni M.Ö. 12.000 yıllarında Bering Boğazı’ndan geçenlerin, M.Ö. 10.000 yıllarında buralara ulaşmasına dayanıyor. İnka Medeniyeti ise bizim Anadolu Medeniyetleri ile karşılaştırıldığında çok genç. M.S 11 yy’da Manco Capac’ın kurduğu tüm Güney Amerika’nın batı kıyılarına yayılan İnka İmparatorluğu için çok çeşitli efsaneler var. Manco Capac’ın fırtına ve güneş tanrısı Viracocha’nın oğlu olduğunu söyleyenlerde var. Titicaca Gölü’nün derinliklerinden çıkartılıp Inti tarafından büyütüldüğünü söyleyenler de var. Cusco‘yu merkez alan bu imparatorluk güneş, ay kısaca doğanın tüm güzelliklerini kutsal saymış, yaşamlarını buna göre organize etmiş. And Dağları’nın yüksek kesimlerindeki dik ve sarp yamaçlara yaptıkları kale ve şehirler bugün bile mimarları şaşırtmakta. Duvarlarında taş kullanılan çatıları otla kaplı bu evlerin duvarlarından bugün bir jilet bile geçmemekte.

Sacsayhuaman‘dan dönünce bir araba kiralayarak şehir turu yapıyor, şehrin en yüksek noktasına gidiyoruz. Sonra şehrin merkezini dolaşıyoruz. Plaza De Armas’a, daha sonra taze meyve, çiçek, yerel yiyeceklerin satıldığı Mercado Central’de San Pedro’ya gidiyoruz.

Ben Cusco’yu çok beğendim. Fırsatım ve vaktim olursa yine gitmek isterim. Denizden 3.350 metre yükseklikte olan basınç farkı ve oksijen azlığı nedeniyle insanların sıkıntı yaşayabildikleri şehirde bu durum beni hiç etkilemedi. Luang Prabang (Laos), Khiva (Özbekistan)’dan sonra ikinci kez gidebileceğim yerler listesinde. Enerji yükleyici bir merkez. Rengârenk giysili insanlar, tek renk evler… Yavaşlatılmış bir filmin içindesiniz sanki. Kimsenin bir acelesi yok. Bu arada fazla turist nedeniyle artık güvenli değil. Hırsızlık olayları fazla.

Akşam yerel bir lokantada Alpaka eti tadıyorum. Devegiller familyasından olan alpakanın eti dana etine benziyor fakat ben sert buldum. Gece canlı ve ışıl ışıl aydınlatılmış sokaklardan yürüyerek otele dönüyoruz. Yarın büyük gün Machu Picchu’ya gidiyoruz.

21 Ekim sabah 06.30’da Poray’a gitmek üzere yoldayız. 07.40 treni ile Machu Picchu (Eski Dağ)’ya gidiyoruz. Tren Aguas Calientes kasabasına gidiyor. Trenin tavan camları oldukça geniş, tepemiz masmavi gökyüzü. Machu Picchu‘ya buradan 30 kişilik minibüslerle yaklaşık 30 dakikada çıkılıyor. Machu Picchu – Cusco arası 88 km. Yol çok güzel, vadiler, köyler, mısır-patates tarlaları, akarsular.

Urubamba Vadisi‘nden hayat fışkırıyor. Tren dışında katırlarla köylerde konaklayarak ve yürüyerek çıkılan bir alternatif yol da var. 45 kilometre uzunluğundaki bu yol 3 gece 4 gün sürüyor. Bu yolda eski İnka ticaret yolu ve pek çok antik kalıntı var.

Machu Picchu 1912-1913 yıllarında Bingham adlı bir Amerikalı tarafından bulunmuş, İspanyol istilasından korunabilmiş, bir İnka antik şehri. 2.360 metre yükseklikte, Urubamba Vadisi üzerinde, 200 den fazla merdiven sistemi ile birbirine bağlı. Hiç restorasyon görmedi söyleniyor. Şehir adını bu dağ zirvesinden almış.

Dağın eteklerinde de tarım alanı olarak kullanılan teraslar var. Şehrin sonunda ise Wayna Picchu (Genç Dağ) yükseliyor. Günlük ziyaretçi sayısı 2000; fakat UNESCO 800 ile sınırlandırılmasını öneriyor. Wayna Picchu’ ya çıkmak isterseniz 13.30’a dek iki grup halinde 400 kişiye izin veriliyor. Machu Picchu’ya geleneksel yürüyüş yolu ile de ulaşmayı planlarım arasına alıyorum. Bu şehrin yapılış amacı bilinmiyor. Yaklaşık 1000 kişiyi barındırdığı tahmin ediliyor. Bu devasa taşların buraya nasıl getirildiği bir muamma…

Tarım yapılan terasları, her birinin önünde kendi bahçesi bulunan yapılar, su kanalları, astronomi gözlemlerini yaptıkları yerleri, tapınakları, sunakları ile halen bugün ayakta olan bir şehir ve 2007 yılında dünyanın yeni yedi harikası arasına alındı. Bu kutsal kentin, güneşin bakireleri için inşa edildiğine inanılıyor. Bu bakire kızlar salgın bir hastalık, deprem veya imparatorun başa geçmesi gibi durumlarda kurban edilirlermiş. Sadece kızlar değil henüz erkekliğe ulaşmamış, genç oğlan çocukları da kurban edilirlermiş. Burası anlatılmaz görülür. Burada gezmenin heyecanını tatmak, farklı bir duygu…

Yıllar önce 21 Haziran-21 Aralık günlerini tespit eden bu uygarlığın astronomi bilgisine şaşırıyorsunuz. 21 Haziran’daki Inti Raymi festivalleri kış gün dönümü ve hasat zamanını kutlamak için güneş tanrısına yapılan bir tören. Bugün halen pagan gelenekleri Peru’nun pek çok yerinde devam ediyor.

Bu hayallerimi süsleyen muhteşem yerden minibüslerle ayrılıyor, dağın eteğindeki Aguas Calientes kasabasına iniyoruz. Yemek, alışveriş derken tren vakti geliyor. Cusco’ya gitmek üzere en son trene biniyoruz. Çeşitli uluslardan insanlar trende eğlenerek, gösteriler yapıyorlar.

Dönüş yolculuğu geceye sarkıyor. Trenden bir başka İnka Şehri olan Ollantaytambo’da iniyoruz. Yaklaşık bir buçuk saatlik bir yolculuktan sonra Cusco ‘ya ulaşıyoruz. Yemek yemeden dosdoğru otele. Yarın tüm gün süren bir otobüs yolculuğumuz olacak. Puno’ya gideceğiz. Puno Titikaka Gölü kıyısında. Erken kalkmak gerek.

22.Ekim günü sabah saat 07.00’de otelden ayrılıyoruz. Cusco‘ya büyük otobüsler giremiyor. 25 dakika gittikten sonra otobüse biniyor ve hareket ediyoruz. İlk durağımız San Pedro Kilisesi, Andahuaylillas (Bakır Tarlaları) kasabasında. Amerika’nın Sistine Şapeli diye de adlandırılıyormuş. Vatikan Sistine Şapeli’ni 20 yıl önce gören biri olarak – hatırlayabildiğim kadarı ile – pek bir bağlantı kuramadım. Cusco Okulu ressamlarının yaptığı tablolarla kaplı bu 17. yüzyıldan kalma kilisenin içindeki tabloların çerçevelerinin eskiden altın olduğu söyleniyor. 2000 yılından beri restorasyon çalışmaları devam eden kilisenin içine tepeye bir güneş yerleştirilmiş. And Dağları ve Katolik geleneği harmanlanarak İnkalar kiliseye sokulmaya çalışılmış. Peru sömürge sanatının en değerli örneklerinden biri olarak gösterilen kiliseye Cusco’dan ayrılıp Puna‘ya giderken 40. Km’de ulaşıyorsunuz. 

Bir sonraki durağımız Parque Raqchi. Burada İnka mimarisinin bir örneği olan Wiracocha Tapınağı‘nı görüyoruz. Wiracocha yaratıcı bir tanrı, güneş tanrısı ve ay tanrısını yaratmış. Tapınak 14-15 yy’dan kalma. İnka mimarisi hassaslık, kullanışlılık ve sadelik temel prensiplerini esas alıyor.

Raqchi‘nin en az Machu Picchu kadar önemli olduğunu söylüyorlar.  Vilcanota Nehri kıyısındaki bu yer denizden 3500 metre yükseklikte. 156 adet yiyecek deposu olan bu yer bir zamanlar imparatorluğun ambarı imiş. Verimli Raqchi’de mısır, patates yetiştirilirmiş. Aynı zamanda lama ve alpaka da. Doğal bir felakette yiyecekler buradan gidermiş. Raqchi 150 ailenin kalabileceği şekilde tasarlanmış. 2000 yılında iki gün durmaksızın yağan kar nedeniyle telef olan alpakaları kuruttuklarında üç yıl bozulmadan kaldığını görmüşler. Hakikatten silindir şeklindeki bu kapalı yerlere girdiğinizde bir serinlik hemen fark ediliyor. Burada arkeolojik kazılar halen devam ediyor.

Panamerikan karayolu üzerinde bulunan La Pascana’da açık büfe öğle yemeğimizi alıyoruz. Tekrar yollardayız.

Nihayet La Raya‘dayız. Burası La Raya Sıradağları arasında bir geçit; 4.335 Metre yükseklikteyiz. Etraf yerel eşya satan Perulular ile dolu. Lama, alpaka ile ücret karşılığı poz veriyorlar.

Hedefimiz Pucara. Burası 4,2 kilometrekarelik bir alana yayılmış arkeolojik bir bölge. Tarihi M.Ö. 1800’lere dek dayanıyor. Şehir seramikleri ile ünlü, küçük Pucara boğaları (seramikten yapılmış) şehrin neredeyse simgesi. Burada müzeyi geziyoruz, kilisesini görüyoruz.

Cusco-Puno arası 380 kilometre civarında; şimdiye dek 280 kilometre civarında yol geldik. Yollarda mümkün olduğunca duruyor, belli başlı arkeolojik alanları gezmeye çalışıyoruz.

Tekrar yollardayız, bir süre sonra Juliaca’ya ulaşıyoruz. Burası da 250 bin dolayında nüfusu ile Peru’nun kalabalık şehirlerinden biri. Denizden 3825 metre yükseklikte. Bu yükseklikte pek bir şey yetişmiyor. Yıllık ortalama 610 mm yağış alan bu yer Peru’nun en hızlı gelişen şehirlerinden. Bolivya’dan gelen kaçak eşya ve petrol burada vergisiz ve ucuza satılıyormuş. Buraya ticaretin başkenti diyorlar. Aylık 100-1000 Dolar arası değişen ücretle öğrenim görmenin mümkün olduğu bir özel üniversitesi de var. Ücretler Peru’nun diğer yerlerine göre daha yüksekmiş. Aylık ücretin 1.000-1.500 dolar arası olduğunu söylüyorlar. Bu nedenle burada yoksulluk yüksek değil.

Bir saat içinde de Puno’dayız. Puno Titicaca Gölü kıyısında, 100.000 nüfuslu bir şehir. Güzel bir katedrali var. Göl kıyısındaki Typıkala Otel’e yerleşiyoruz. Akşam yemeğinde ilk defa Titicaca Gölü’nden çıkan Trucha (alabalık) yediğimde şaşırıyorum. Karnım tok olmasına karşın çok lezzetli geldi. Titicaca 3812 metre yükseklikte, Güney Amerika’nın en büyük tatlı su gölü. 8372 kilometrekarelik bir alanı kaplıyor. Titicaca derin bir göl. Ortalama derinlik 135 metre, en derin yeri 300 metreye yaklaşıyor. Bolivya ve Peru arasında. Gölün Peru kısmında, Puno’ya yakın Uros denilen, sazlardan yapılmış, yüzen yapay adalar mevcut. Bu adaların üzerinde sazdan yapılmış kulübeler var. Bolivya’ya ait kısmında ise Güneş ve Ay Adaları var.

23 Ekim sabahı saat 07.00’de yola çıkıyoruz. 10.30’da Bolivya sınırındayız. Patates, mısır, coco ülkesine veda ediyoruz. Nazca, Machu Picchu, İnkalar anılarımızda kalacak.

 

Göbekli Tepe: Neolitik Dönemde Bir Kült Merkezi

gobeklitepe

Şanlıurfa gezimizin en önemli yerlerinden biri olan Göbekli Tepe, Neolitik Dönem kültürünün son yıllarda keşfedilen en önemli merkezi. Göbekli Tepe, Şanlıurfa şehir merkezinden 13 km uzaklıkta, kireçtaşı bir platonun en üst noktasında bulunmakta olup, göbeğe benzediği için bu ad verilmiş. Göbekli Tepe’yi anlayabilmek için biraz arkeoloji ve tarih bilgisine başvurmak gerekiyor. Göbekli Tepe bilgileri tamamen meraklısı içindir. Minnetle anmamız gereken Klaus Schmidt’in kitabından  faydalanılmıştır. Ayrıca gezimizde bize eşlik eden Doç. Dr. Nezih Aytaçlar’a anlatımı ve daha sonra bir İstanbul turunda karşılaştığım Meki Bel’e de, Göbekli Tepe notları için teşekkür etmek isterim.

Dünyamız yaklaşık olarak 4.6 milyar yaşında. Dünyamızı, geçmişimizi anlayabilmek için tarihçiler tarihi çağlara ayırma gereksinimi duymuşlar.

Yazının bulunmasından önceki çağlar, Tarih Öncesi Çağlar’dır. Bu çağlar iki bölümde sınıflanıyor.

A. Taş Devri: Paleolitik, Mezolitik, Neolitik, Kalkolitik
B. Maden Devri: Bakır,Tunç, Demir  

Bu çağlardan hiçbiri çok kesin tarihler ile birbirinden ayrılamıyor. Örneğin Kalkolitik Çağda bakır kullanımı var.

Biz Neolitik Çağ ile ilgileneceğimiz için onu örnek verelim. Bu dönem aşağıdaki gibi sınıflanıyor.

  • Çanak Çömleksiz Neolitik A
  • Çanak Çömleksiz Neolitik B
  • Çanak Çömlekli Neolitik A
  • Çanak Çömlekli Neolitik B  

Göbekli Tepe Neolitik Döneme ait.

Dünyanın beş Buzul Çağı geçirdiği düşünülüyor. İnsanlığın sahneye çıkması Pleistosen diye adlandırılan son buzul çağında, 2,6 milyon yıl önce başlıyor, M.Ö. 11.700 civarında bitiyor. Son buzul çağı sonunda yeryüzünün diğer bölgelerinden daha verimli, iklim şartlarının  daha uygun olduğu bir bölge var. Ekolojik nedenlerle  burada yaşayanlar avcı ve toplayıcılıktan besin üretimini gerçekleştirdikleri yerleşik hayata diğer yeryüzü bölgelerinden önce geçmişler. Bu yer Ön Asya, yani Anadolu. Anadolu’da bir bölge var ki orası çok daha dikkat çekici. Bereketli Hilal’in karnı. Burası  Akdeniz kıyıları, Güney Doğu Toros Dağları’nın güney etekleri, Zagros Dağları’nın batısında Fırat ve Dicle arasında kalan Mezopotamya.  Bereketli Hilal diye adlandırılan bölgenin kuzeyi; yani Kuzey Mezopotamya.

gobekli-tepe

Bu bölge ülkemiz sınırları içinde; Güney Doğu Anadolumuz. Bereketli Hilal’de ev hayvanları ve kültür bitkilerinin bütün yabani türleri var. Neolitiğin özünü belirleyen tahıl ekimi, koyun, keçi, boğa ve domuz evcilleştirilmesi ilk kez burada görülüyor.

Göbekli Tepe’yi daha iyi anlamak için önce diğer Neolitik yerleşim yerlerinden kısaca bahsedelim. 1952-1958 yılları arasında Ölüdeniz’in kuzey ucu Eriha’da yapılan kazılarda rastlanan Neolitik yerleşim yeri, 20. Yüzyılda arkeologların “Eriha Şoku” diye adlandırılan şaşkınlığı yaşamasına neden olmuştur. Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ Eriha‘ya kadar bilinmemekteydi. Arkeolojik araştırmaların kategorisinde yer almıyordu. Yaşamın buradan başladığı düşünülmüştür (Eriha da Bereketli Hilal’de bulunuyor).

1961-1965 yılları arasında kazılan Çatalhöyük dünyaya yeni bir Neolitik yerleşim yeri tanıtmıştır. Çatalhöyük Eriha’dan 2000 yaş daha gençtir. Çatalhöyük kazıları 1967‘de Mellaart tarafından yayınlanır. 1993 yılındaki Çatalhöyük projesinde İngiliz arkeolog Hodder, Mellaart’ın izinden gider. Çatalhöyük’ün Anadolu Taş  Çağı’nda (Neolitik  Dönem) özel yeri bir kez daha doğrulanır. (Bu özel dönemde çevredeki obsidyen taşlar ve tuz büyük rol oynar). Çatalhöyük Çanak Çömlekli Neolitiğin başlangıcında yer almaktadır. M.Ö. 8000’in ikinci yarısında başlamakta, 7000-6000 arası doruğa çıkmaktadır. 1963’de Halet Çambel Bereketli Hilal’in batı kanadında kazı yapar. 1964’de Çayönü Neolitik yerleşim yeri bulunur. Çayönü’nde Çanak Çömleksiz Neolitik A ve B ızgara planlı yapılara rastlanmıştır. Artık arkeolojik bilimsel yayınların renkli dünyasında Neolitik Çağ geçmişi nedeniyle Türkiye’ye bir yer açılmıştır. Fırat Nehri’nde yapılacak olan Karakaya ve Atatürk Barajı planlanıncaya kadar Türkiye’de Neolitik Çağ araştırması yapılmaz. Barajlar projesi ile uluslararası arkeolojik kurtarma çalışmaları başlatılır. Cafer Höyük (Malatya), Hayaz Höyük, Nevali Çori ve Samosata önemli buluntular arasındadır. 1979’larda bulunan ve 1992’de Atatürk Barajı suları altında kalan Nevali Çori büyük heykelleri ve betimli dikilitaşları ile Ön Asya Neolitiği için bir devrim yaratır. Nevali Çori’den sonra Fırat ve Dicle arasındaki geniş bölgede büyük heykeller ve betimli dikilitaşların pek çok yerde olabileceği düşünülür. Çanak Çömleksiz Neolitik bir yerleşim yeri haberi de Gürcü Tepe’den gelir. Gürcü Tepe kazıları 1995-2000 yılları arasında gerçekleştirilir. Gürcü Tepe, Harran Ovası’nda 1,2 kilometrekarelik bir alana yayılır. Burada en az 4 adet Neolitik yerleşim yeri olduğu düşünülüyor. Gürcü Tepe 1’de Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ üstünde Çanak Çömlekli Neolitik Çağ bulgularına da rastlanmış. Şanlıurfa Neolitik Projesi, Nevali Çori, Gürcü Tepe, Göbekli Tepe şeklinde gidiyor. Gürcü Tepe ve Göbekli Tepe ilk neolitiğin iki karşıt örneği. Göbekli Tepe’deki yapılar, Gürcü Tepe’den eski değil. Gürcü Tepe vadide, Göbekli Tepe ise dağda. Artık bugün yerleşik hayata en erken geçilen, en eski neolitik yerleşimin Levant (Doğu Akdeniz Sahil Bölgesi) değil, Yukarı Mezopotamya’da olduğuna inanılıyor. Altın Üçgen diye adlandırılan bölge neolitiğinin Levant neolitiğini aşan özellikleri olduğu vurgulanıyor.

GAP nedeniyle başlatılan arkeolojik seferberlikte Alman arkeolog Klaus Schmidt, Neolitik Dönem ile ilgilenen bir arkeologdur. Şanlıurfa civarı köyleri dolaşarak çakmaktaşı yığınlarının olduğu tepeleri araştırır. Paleolitik Çağ’dan, Neolitik Çağ’a geçiş bilgilendirmesi yapabilecek mağaralar aramaktadır. Çayönü kazılarını ziyaret etmiş, Nevali Çori’de bulunmuştur. Aslında 1960’lı yıllarda başka bir arkeolog Benedict Göbekli Tepe’de bir mezar  görmüş olduğunu söylese de bunun bir Müslüman mezarlığı olabileceği düşünüldüğünden kazı yapılmamış ve 1994 yılına dek dikkat çekmemiştir. Köylünün biri Göbekli Tepe’yi gösterince, hele güneyindeki Dilek Ağacını görünce Schmidt burada araştırma yapmaya karar verir. Kazı 1995 yılında başlar.

Göbekli Tepe kazıları şu anda aktif olmasa da belki uzun yıllar devam edecek. Schmidt, Nevali Çori’de Neolitik yerleşim konusunda deneyim elde etmiş, Gürcü Tepe’de bunu geliştirmiştir. Göbekli Tepe’de çok dikkatli bir şekilde işe başlar. Sistematik bir şekilde incelenen yapılar tiplerine göre arşivlenir.

1995 yılının ilk çalışma günlerinde Nevali Çori’den aşina olunan büyük heykeller bulunur. Göbekli Tepe’de hava koşulları nedeniyle yüzeydeki yapılar çok iyi korunamamıştır. Çalışmalar ilerledikçe, coğrafi konumun özelliği, yabanıl tehlikeli hayvan betimleri, ereksiyon halindeki penis figürü, hayvan ve insan kafası bileşik heykelleri, tepenin her tarafına yayılmış dikilitaş parçaları nedeniyle Göbekli Tepe’nin birkaç özel binaya sahip, bilinen Taş Çağı yerleşimlerinden biri olmadığı anlaşılır. Yukarı Mezopotamya’da bilinen Neolitik yerlerle karşılaştırıldığında, hiçbir yerde bilinmeyen, hatta Nevali Çori’de bile olmayan yoğunlukta ritüel bulgularla karşı karşıya gelinir. Schmidt ve arkadaşları, Göbekli Tepe’nin bir köy yerleşim yeri olmadığı kanısına varırlar. Burası Neolitik Çağ’a ait, dağda yer alan görkemli bir kutsal alandır. Höyüğün tabanında Çayönü ve Nevali Çori gibi terazzo olan kısımlar vardır. Mimari kalıntılar Çanak Çömleksiz Neolitik A’ya kadar gitmektedir; yine Çanak Çömleksiz Neolitik B’ye de işaret eden kalıntılar vardır. Üst Paleolitik Çağ’da Sibirya’daki mamut kemiklerinden yapılan çadır ve kulübeleri bir yana bırakırsak Göbekli Tepe insanlığın en eski mimari anıtlarının olduğu döneme M.Ö. 10000-9000 arasına rastlıyor. Göbekli Tepe’de her yerde insan izine rastlanıyor. Antik dönemle birlikte Neolitik döneme ait taş ocakları da bulunuyor.

Göbekli Tepe’deki dikilitaşlar taştan yapılmış insan biçimleri olarak kabul ediliyor. (İki yüzlü taş nesneler hariç). Bu taş nesneler kimi canlandırmaktaydı? Tanrılar mı? Kötü ruhlar mı? Atalar mı? Şimdilik bunların cevabı yok. Dikilitaşlar tek başlarına yapının en önemli öğesi, yapının kalbi gibi. İnşa edilen her şey bu merkez için bir çerçeve oluşturuyor. Jeomanyetik araştırmalar Göbekli Tepe’de 200 civarı megalitik dikilitaş olduğunu söylüyor. Henüz 43 tanesi açığa çıkarılabildi.

gobekli-tepe

Schmidt, hayvan figürü kabartmalarını, kaya resimlerini yorumlamayı çok iddialı buluyor. Boğa, tilki, yılanlar, hayvan masalları mı? Belki de bir arma… Yılanlar tehlikeleri kovucu bekçiler mi? Turnanın dizleri doğal turnadan farklı. Hatta bir köşede insan dizleri olan bir turna da var. Belki de turna kılık değiştirmiş bir insan. Bazı kabartmalar kazınarak yerine başka kabartmalar yapılmış. Belki de antik dönemde bir kişi ile ilgili anıları lanetlemek için isimlerini yapıların üstünden sildirme geleneği bu çağda da var.

1995 yılında burasının Çanak Çömleksiz Neolitik A ve Çanak Çömleksiz Neolitik B’nin başlangıç dönemini işaret ettiği düşünülüyor. Çakmaktaşından yapılmış aletler, taş baltalar, yiyeceklerin küçültülmesinde kullanılan havaneli ve havan taşları, taş kaplar gibi pek çok Taş Çağı buluntusu var. Ama burada diğer Taş Çağı yerleşimlerinde olmayan, işlevi henüz anlaşılamamış kapı deliği taşları, büyük taş halkalar, düğme benzeri küçük nesneler, farklı boncuklar ve takı formları var. Neolitik yerleşimlerde sıkça rastlanan kadın betimleyen resim ve kilden yapılmış figürler yok. Kilden figürler ve dişisel nesneler geniş anlamda bereket sembolüdür. Bereketi yaşam ile birleştirirsek bunların Göbekli Tepe‘de olmaması ölümü çağrıştırıyor. Ölü kültü anıtları alanı olduğu konusunda veri sunuyor.

Göbekli Tepe’deki yapıların dünyadaki diğer ilginç mekansal yapılarla ilişkisi kurulmaya çalışılmış. Diğer yapılarla arada benzerlik ve farklılıklar var. Göbekli Tepe hiçbirine bire bir benzemiyor.

Eriha ile karşılaştırıldığında, ikisi de belli bir kullanımdan sonra moloz ve topraklarla kapatılmış. Eriha’da dikilitaşlar yok, Göbekli Tepe’de de merdiven benzeri yapı yok. İran’da gördüğümüz Dakhmahlar ile karşılaştırdığımızda (Dakhmah: Zerdüşt dininde toprak, su, hava, ateş kutsaldır. Bunların kirlenmemesi için Zerdüştler ölülerini gökyüzü altında su ve bitkinin olmadığı yüksek yerlere bırakırlar. Yırtıcı hayvanlar, rüzgar ve güneş ölülerin çürüyen bölümlerini ortadan kaldırır. Geriye kalan kemikler kayaya oyulmuş çukurlara veya taş sandıklara konur). Bir Dakhmah yapımı için gerekli olan koşullar Göbekli Tepe‘de de var. Kuşların hemen görebileceği, suyun olmadığı bir yer. Göbekli Tepe’deki kemik buluntuları arasında leş yiyen karga türü kuş oranı % 50. Yine de bunlar işlev benzerliği için yeterli değil.

Stonehenge’nin özel astronomik anlamı olan bir yapı olduğu kanıtlanamadı; tıpkı Mısır Piramitleri gibi. Stonehenge, Britanya Adaları’ndaki tarih öncesi çok sayıdaki diğer taştan yapılardan tümüyle farklı. Burayı inşa edenlerin Alpler’den, belki de Bavyera’dan geldikleri düşünülüyor. Göbekli Tepe’deki yapıların bazılarının yuvarlak planlı yapılar ailesine ait olması başka nedenlere bağlı olabilir. Göbekli Tepe yerin altında olduğu için kendisinden birkaç bin yıl daha genç olan kardeşinden daha iyi korunmuştur. Önümüzdeki yıllarda Stonehenge ile karşılaştırılmaya devam edecek görünüyor.

İnsanın yaptığı, bütün olarak ele geçirilmiş en eski heykel olan “Urfa Heykeli” Balıklı Göl civarında bulunmuş. Burası yoğun yapılaşması ile Müslümanlar için kutsal bir alan (Hz. İbrahim Peygamber’in öyküsü ile ilişkili) olduğundan kazı yapmak mümkün değil. Fakat Taş Çağı’na ait pek çok kutsal mekan çevrede var. Viranşehir’deki Sefer Tepe, Keçili Tepe ve Karahan gibi…

Taş Çağı insanları yaşamlarını sürdürebilmek için uygun doğal yerler seçmişler. Nevali Çori topografik olarak buna uygun. Fırat Nehri’nden yürüyerek 2-3 km uzaklıkta, küçük bir yan vadide saklı. Daha önce belirttiğim gibi artık geri dönüşümsüz olarak sular altında. Yaklaşık 10 km ilerisinde de Fırat Nehri’ni aşan büyük bir geçit var (Nerede büyük bir nehir varsa, bir tür av alanı işlevi gören büyük doğal geçitler de olmalı. Av tek kişilik bir olay değil, bir grubun organize bir olayı). Nevali Çori insanları hayvanların ürkmeden geçebilmesi için, yerleşimlerini geçitten uzağa kurmuşlar. M.Ö. 10000’de  avcılar doğayı hesaba katmaları gerektiğini çok iyi biliyorlardı. Ayrıca Karacadağ kültüre alınmış tahılın olası ilk anayurdu. Avcılar hasadı garantiye almak için hayvanları tahıldan uzak tutmanın yollarını biliyorlardı. Bu sadece farklı grupların ortaklaşa hareket etmeleri ile gerçekleştirebilirdi. Avda olduğu gibi yapıların inşası, dikilitaşların yapımı büyük grupların ortak hareketini zorunlu kılmaktaydı. Bölgede ortaklaşa bir ilişki ağı olmalıydı. Bugün Göbekli Tepe’de gördüklerimizin anlamını çıkartamasak da bu resim ve işaretler onları yapan ve ziyaret edenlerin sosyal ve ruhsal ilişki ağına işaret ediyor.

M.Ö. 35000-12000, en geç üst paleolitik çağda, buzul çağı avcılarının konaklama yerlerinde, mağaralardaki  duvar resimlerinde iletilmek istenen mesaj ile Göbekli Tepe işaretlerinin karşılaştırılmasından bir şey elde edilmiyor. Göbekli Tepe kazıları ilerledikçe hayvan desenleri artıyor. Belki ileride ilk Neolitikteki işaret ve sembol konusundaki bilgilerimiz artacak. Kesin olan, Göbekli Tepe Neolitik insanlarının sadece görkemli bir mimariye sahip olmadıkları, aynı zamanda büyük bir sembol hazinesine ve mesajlarını kendi dönemlerine ve sonraki kuşaklara anlaşılabilir şekilde bırakabilecekleri bir işaret diline sahip olduklarıdır.

Bu gelişmiş bir toplumsal organizasyonla mümkündür. Göbekli Tepe’de Dikilitaş 33’deki kabartmalar eski Mısır hiyerogliflerine benziyor. Mısır hiyeroglif resimleri seslere ait fonotik kalıpların, yani dilin aktarılmasında bir araç olarak kullanılır. Resim yazısı değil, bir dil yazısı oluşturur. Ayrıca hiyeroglif kavramı Hititçede ve Orta Amerika’daki Maya yazı sistemleri içinde kullanılır. M.Ö. 4000-3000’de zirveye ulaşan Mısır hiyeroglif yazısı iletişim amaçlı değil, depolama amaçlıdır. Bellekle baş edilemeyecek yönetim işlerinde saray ve tapınaklarda muhasebe hizmeti görmüştür. Bu zaman ve mekanı aşan bir haberleşmeyi olanaklı kılmaktadır. Yazı olmadan iletişim zaman ve mekana yayılamaz. Yazı resmin gücünü aşan bilgilerin iletilebilmesini sağlayan bir özelliğe sahip. Göbekli Tepe’de Neolitik Çağ’dan beklemesek de taslak halinde bir hiyeroglif yazı söz konusu. O dönemde alfabe yazısına dönüşmüş bir yazı bekleyemeyiz. Mesela günümüzde her dilde okunuş ve yazılışı farklı olsa da yürüyen bir küçük yeşil adam grafiğinin olduğu bir piktogram uluslararasıdır. “Caddeyi şimdi geçebilirsin” demektir. Belki Göbekli Tepe’deki semboller de Neolitik Çağ’ın piktogramlarıdır. Ama Kuzey İspanya’daki La Pasiega Mağarası (Geç Paleolitik Dönem) ve Pirene Dağları’ndaki Mas d’Azil Mağarası resim ve işaretleri ile Göbekli Tepe işaretleri karşılaştırıldığında bu fikirden uzaklaşılmaktadır. Göbekli Tepe’deki işaretler acele ile kaya duvarlarına çizilmiş işaretler değildir. Somut ve soyut resimlerden oluşmaktadır. Dizilişleri büyük bir olasılıkla mantıklı bir ilişkiyi işaret etmektedir. Fonotikleşme yok ve beklenmemekte. (Göbekli Tepe işaretlerini hiyeroglif dil yazı sisteminden ayırıyor). Ama Neolitik Çağ’a ait okunabilir bir mesaj var. Göbekli Tepe’deki bu resim ve kabartmaları bir çeşit hiyeroglif olarak kabul etmenin doğru olacağı düşünülüyor. Bunlar diğer Neolitik yerleşimlerdeki işaret ve resimlerden çok farklı. Göbekli Tepe’yi özel yapan da bu. Neolitik Dönemde Yukarı Mezopotamya’da esas karakteri avcı olan yüksek bir kültür var. Bu şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan bu görkemli dönemden Çanak Çömlekli Son Neolitik Döneme bir şey kalmamış olması.

Göbekli Tepe’de kazılarda ortaya çıkarılan yapılar A,B,C,D,… diye isimlendirilmiş. Bu yapılar arasındaki zamansal ilişki cevapsız. Bu yapılar eş zamanlı ya da farklı zaman dilimlerinde aşamalı olarak inşa edilmiş olabilir. Kazıda değerlendirilmeye alınan tabakalar I,II,III diye sınıflandırılmış. (I ve II geç tabakalar şimdilik değerlendirme dışı; en eski olan III. tabaka değerlendiriliyor).  Kazıda III. tabakaya ait 43 adet T başlı dikilitaş özgün yerlerinde ve iyi korunmuş olarak bulunmuş. III. Tabaka daha sonra doldurulmuş. Bunlar dolduruluncaya dek ne kadar ziyaret edilebildi? Doldurma işlemi bir final miydi? Eskiye ait bu kutsal alana düzenli bir gömme ile mi veda edildi? (Bu son şık daha uygun görülüyor) Tüm bunlar bilinmiyor. III. Tabaka içinde konut işlevli işarete rastlanmamış. Burada herşey  kültsel-dini mimari ile bağlantılı. Göbekli Tepe’de bulunan dibekler besin, ilaç ve keyif verici madde hazırlığında kullanılmış olabilir.

Göbekli Tepe’deki buluntular tarih öncesi dönem din konusuna işaret ediyor mu? İnsan toplulukları Üst Paleolitikten  beri dini bir organizasyona sahip olabilirler. Ölülerin bir gömüt hediyesi ile gömülmesi öteki dünyaya ait bir ruhsal plan olmadan düşünülemez; burada öteki dünyanın varlığı bir dinin parçası olarak düşünülmeli.

Şimdiye dek Göbekli Tepe’de mezar, kafatası bulunamamış. Buna karşılık anıtsal megalitik yapılar var. Başrol görkemli dikilitaşlarda. Burada hangi ritüellerin gerçekleştirildiğini bilemiyoruz. Ama bu yapılar taş çağında da dilsiz birer anıt değillerdi. Burada gerçekleştirilen olaylar şimdilik hayal güçlerine bırakılmış. Buradaki törenler koreografi ve müzik olmadan gerçekleştirilmiş olamaz diye düşünülüyor. Aynı zamanda burada yapılanlar bir güç gösterisi olmalı. Ama bu tek bir kişinin mi, yoksa bir topluluğun mu güç gösterisi; bilenemiyor. Ne olursa olsun, böyle bir yapı yoğun bir kollektif çalışma olmadan gerçekleştirilemez. Bu anıtsal yapıyı yapmak için bireyleri harekete geçiren ne? Kabile reisi mi? Şamanlar mı? Bir heyet mi? Toplumsal bir güç mü? Buradaki en büyük  olasılık işçilerin bu gücü, inandıkları bir dini motivasyondan almış olmaları. O zamanlar henüz gücünden faydalanabilecekleri bir hayvan evcilleştirmesi yok. Buranın yapımı yıllar almış olabilir. Yine de bu taşların buraya taşınmasını, buranın yapımını matematiksel olarak açıklamak güç. Avcı toplumda çok sayıda avcının toplanarak gerçekleştirdiği bu iş bu zamana dek inanılan hipotezlerin değiştirilmesini gündeme getirebilir. Acaba Göbekli Tepe’de toplumların başlangıcını mı görmekteyiz. Taşcı, yapı ustası, işçi, toplayıcı, avcı gibi.

Göbekli Tepe kesinlikle Neolitik Çağa ait kült bir yapı olarak yorumlanmalı. Göbekli Tepe bize M.Ö. 10000-9000’de bağımsız hareket eden grupların, yapıların gerçekleştirilmesi için gerekli insan gücünü sağlayabilmek için biraraya geldiklerini anlatıyor. Bu ritüel merkezinin çevresindeki pek çok yerleşim merkezinde (Nevali Çori, Tell Abr, Müreybet, Tell Qaramel, Jerf el-Ahmar gibi) insanlar yerleşik hayata geçme sürecini başlatmış olabilir. Bu yerler 200 kilometrekarelik bir alan içinde. Bu bölgede Çanak Çömleksiz Neolitik Çağa ait bulgular ortaya çıkmaya, T biçimli dikilitaş buluntuları bulunmaya devam ediyor.

M.Ö. 8000’de Göbekli Tepe’de inşa çalışmaları  ve yapıların kullanımı sona ermiş. Avcı toplumdan tarım toplumuna, yerleşik hayata  geçiş olmuş. Göbekli Tepe su ve ekime elverişli toprağın olmadığı bir arazi. Gürcü Tepe tam tersi yaşama çok elverişli bir yer. O dönemin insanları bu kült yeri terketmeden önce anıtları taş ve moloz ile doldurarak gömmüşler. Avcılar kutsal alanlarını terk etmişler. Ekonomik temeller değişmiş, avcılık önemini kaybetmiş, azalan önemiyle dini ritüeller anlamını yitirmiş, eski kült yapılar da kaybolup gitmiş.

gobekli-tepe

Şanlıurfa’dan hareket ettikten sonra 30 dakika içinde Göbekli Tepe’deyiz. Aşağıda Turizm Bakanlığı’nın çay-kahve-hediyelik eşya satış tesisleri var. Buradan biraz tepede kalan Göbekli Tepe’ye sürekli minibüs çalışıyor; biz bir grup yürümeyi tercih ediyoruz.

Harran Ovası’nın kuzeyinde, Germuş Dağları’na bağlı 770 metre yükseklikteki bir kireçtaşı platonun en üst noktasındayız. Dikilitaşların üstü hava şartlarından korumak için kapatılmış. Göbekli Tepe’deki dikili taşlar 1,5-5,5 metre arasında değişen yükseklikte, 30-40 ton ağırlığında. Şimdiye kadar 6 yuvarlak ya da elips planlı yapı açığa çıkarılmış. Bu yapılardan en az 20 tane daha olduğu düşünülüyor. Yapılar A,B,C,D,E,F  diye isimlendirilmiş. Bu yapıların ortalarında bir çift T biçimli monolitik dikilitaş var. Yapının dış çeperlerini oluşturan taş duvarlar içine gömülmüş daha küçük T veya I biçimli 7-12 dikilitaş bulunuyor. Dikilitaşların üzerinde çok sayıda sembol ve figür kabartma olarak işlenmiş.

Bunların dikkat çekici olanlarından kısaca bahsedelim.

Eş merkezli en az 3 çevre duvarına sahip olan C yapısı 25 metre çaplı en büyük yapı. En dıştaki duvar en eski, en içteki duvar en son yapılan. Erkek yaban domuzu kabartmaları fazla. Yine burada ördeğe benzeyen önlerinde bir ağ bulunan 5 adet kuş, bir aslan ya da leopar kabartması, tilki başı kabartması, ne olduğu anlaşılamayan köpeğe benzeyen dişleri dışarıda  bir hayvan görülebilir. Sonuçta C Yapısını, duvarları koruyucu, korkutucu yırtıcı hayvanlarla süslü üstü açık kutsal bir alan olarak tanımlayabiliriz.

gobekli-tepe

D yapısı hayvanat bahçesinde geziyor duygusu uyandırıyor. En iyi korunmuş yapı burası. Yılanlar, turnalar, diğer kuşlar, daire, yarım ay işaretleri (Ay, güneş veya kadını temsil ediyor olabilir mi?) boğa, ceylan, asya yaban eşeği ve örümcek dikkati çeken kabartmalar.

B yapısından Mezopotamya Stonehenge’i diye bahsediliyor. İngiltere’deki Stonehenge benzeri, ama aralarında net bir bağlantı kurulamıyor. Yapının merkezindeki 2 dikilitaş diğerlerinden büyük. Yapıyı çevreleyen duvar içinde bulunan 9 dikilitaşın ileride yapılacak kazılarda artacağı düşünülüyor. Burada da tilki, yaban domuzu ve köpek kabartmaları var. C ve D’den farkı tabanının terazzo denilen harç ile kaplı olması.

Kazıda çıkan taşları ileride restorasyonda kullanmak için bir taş tarlası yapmışlar. Yüzyıllardır burada dilek dilenen Dilek Ağacında biz de dileğimizi diliyor ve bu Neolitik Çağın Ritüel Alanından ayrılıyoruz.

“Tarihin en çekici ve esrarengiz tarafı değişen çağlarla birlikte her şeyin tamamen farklılaşması, fakat hiçbir şeyin değişmemesidir.”
Aldoux Huxley.