ANA SAYFA Blog Sayfa 13

Amsterdam Gezi Rehberi: Küçük Güzeldir

amsterdam

Amsterdam, belki avuç içi kadar yere koca bir dünyayı sığdırdığı için kayıtsız kalınamayacak bir cazibe merkezi. Avrupa’nın köylüsü denilen bir milletin imrendirici bir refah toplumu kurup dünyanın belki de başka yerinde rastlanmayan dini, siyasi, sosyal hoşgörü geleneğini bu kadar içine sindirerek yaşaması başlı başına bir merak konusu.

Çocukken yel değirmenleri, laleler, tahta ayakkabılarla yer etmişti kafamda Hollanda ve Amsterdam. Sonra kırmızı fener sokağıyla, coffe shop’larla simgeleşen ‘ne biçim özgürler’ ortamı ilginç geldi. Eh, yaş kemale erdi, hafif sarsılsa da hala demokrasinin, bireysel özgürlüklerin bayrağını bu kadar dik dalgalandıran bir toplum dikkati çekiyor haliyle. Demokrasinin orasını burasını bozarak dediğim dedikçi bir sisteme evrilen bizler için bu daha da önemli çünkü böyle bir özgürlük, kuralsızlığı, başı boşluğu, boş vermişliği getirmiyor; Bir arkadaşın söylemiyle, ‘biraz fazla tuvalet kağıdı alsan devlet kapında biter, kara para mı aklıyorsun sen diye…’ dedirten bir disiplinle sağlanıyor bu geniş özgürlükler.

Kısacası Amsterdam benim için sadece bir gezi rotası değil, bireysel özgürlüklerin olabildiğince geniş yaşandığı bir yer. Defalarca gittiğim bu şehri, bu sefer kış masalı sahnesinde gezdim, belki de Amsterdam’a en çok yakışan da bu. Anlatacaklarım biraz da tüm gezilerimin bir özeti.

Meraklısına; Amsterdam’ın Kısa Tarihi

Avrupa’nın köylüsü falan dedik ya, gerçekten Amsterdam 12. yüzyılda Amstel Nehri’nin ağzındaki yerleşime pek de uygun olmayan yerde bir balıkçı köyü olarak tarih sahnesine çıkmış. Suları kontrol etmek için kurulan baraj olan Amstelledamme, ismini bu şehre de vermiş. Sanki başka yer yokmuş gibi, bu sulak, bataklık arazide kanallarla, setlerle, duvarlarla, tepeciklerle oluşturulan alanda yayılan şehir 16.yüzyılda dünyada sözü geçen devasa bir imparatorluğa dönüşmüş. Bu yükselişte ticaretin rolü yadsınamaz. Daha öncesinde Germen kavimlerine karşı duran derebeylerin hakimiyetinde feodal sistem ortaya çıkmış. Bu dönemde Hollanda Kontu V. Floris 1275’te Amsterdamlılara serbest geçiş izni vermiş ama rakibi IV Gijsbrecht van Amstel tarafından öldürülmüş, bunun üzerine Hollanda Kontunun kardeşi Hainautlu Guy de kendisini hapse atıp şehrin hakimiyetini ele geçirmiş, üstüne Utrecht Piskoposu olup Amsterdam’a özel ticari izinler vermiş.

Holland

Aynı dönemde ringa balığı ticareti ve bira ticaret limanı izinlerinden sonra Amsterdam almış yürümüş. Göz alıcı bir liman şehri haline gelen Amsterdam, Alçak Ülkeleri birleştirmeye çalışan Burgonya Düklerinden Habsburgların eline geçmiş. Burgonya Dükü II Philippe’in Belçika, Lüksemburg, Hollanda’yı birleştirme çabaları Cesur Charles’a yenilmesiyle son bulmuş. Charles’ın kızı Marie, Avusturyalı Maximilian Habsburg ile evlendikten sonra ölünce Amsterdam’ın sahibi de Habsburglar olmuş. Aslında Avrupa tarihi de bu dönemde yeniden şekillenmekteydi; Maximilian’ın oğlu Felipe, İspanya’nın eli maşalı kraliçesi Isabel’in kızıyla evlenince iktidarın da sahibi oldu. Bu çiftin oğlu ise meşhur V.Carlos olacaktı. Carlos, Kutsal Roma İmparatoru, İspanya Kralı ünvanlarının yanında Hollanda’nın 17 eyaletine hakim olup Alçak Ülkeleri birleştiren Hollanda hükümdarı da olmuş. Bu dönemde Hollanda Katolikti. 1550’de Protestanlık sapkınlık olarak görülüp ölümle cezalandırılıyordu. 1568’de Oranje Prensi Protestan Willem önderliğinde isyanlar başlamış. 1578 yılında isyanı Protestanlar kazanmasıyla Alterasyon Dönemine girilmiş ve Amsterdam Protestanların başkenti olmuş. 1580’li yıllarda Hollanda doğuya giden yolları keşfetmiş, 1596’da Kaşif Willem Barentsz Kuzey Buz Denizi’ni keşfetmiş. Keşifler, uzun ticaret yolları Hollanda’nın servetine servet katmış ve 17. yüzyıl Amsterdam’ın altın çağı olmuş. Oranje Hanedanı’ndan Frederick Henrick genel vali olduktan sonra yerine geçen III Willem İngiliz tahtının varisi Mary Stuart ile evlenmiş. Bu dönemde Amsterdam’da yeni kanallar açılıyor, muhteşem konaklar yapılıyor, zenginlik ve şatafat şehri sarmalıyormuş. Aynı günlerde Osmanlı topraklarından getirilen lale, bir çılgınlık haline gelmiş, bir soğanına koca malikaneler el değiştirmiş. Altın çağ sürerken İspanya ile olan çekişme de sona ermiş ve Hollanda İspanya tarafından tanınmış. Hollanda dar topraklarına sığmayıp deniz aşırı yayılmaya başlamış, Endonezya’da kolonileşme sürecinde Amsterdam zenginliğine zenginlik katmış. Doğu Hindistan Kumpanyası ile baharat yolunu da ele geçiren Hollanda, Amerika’da Manhattan’ı satın alıp New Amsterdam’ı kurmuş. Ama 1664’te İngilizler New Amsterdam’ı ele geçirince İngiltere ile karışık bir ilişki süreci yaşanmış.

1688’de III. Wilhem İngiltere tacını giymek üzere İngiltere’ye davet edilmiş. III. Wilhem’in ölümüyle valisiz kalan Hollanda’da çıkan karmaşa içinde, IV. Wilhem, babadan oğula geçen valilik sistemi kurmuş. Bu dönemde Amsterdam finans dünyasının merkezi olmuş ve Hollanda tüm dünyadan göç eden insanların aktığı bir yer haline gelmiş. Oranje Hanedanı’na duyulan hoşnutsuzluk sonucu çıkan isyanlar 1787’de Prusya Ordusu tarafından bastırılsa da bu dönemde kısa bir cumhuriyet dönemi yaşanmış. Hollandalı isyancılar, Fransızların yardımıyla bu cumhuriyeti yaşarken 1806’da Napoleon Bonapart cumhuriyet idaresini eline geçirmiş, sonra da Louis Napoleon Hollanda tacını giymiş. Bu dönem 1815’e kadar sürmüş, Waterloo’nun ardından Oranje Hanedanı yine yönetimi eline almış ve Willem kral olmuş. 1831’de Alçak Ülkelerin güney kısmı birlikten ayrılmış ve Belçika’nın temelleri atılmış. 1845’te halk sosyal reform talepleriyle ayaklanmışlar. Böylece sosyal demokratlar, komunistler, işçi partileri 1900’lere yaklaşırken Hollanda’nın siyasi hayatına girmişler. Yeni anayasa düzenlemeleri, I Willem’in yerine geçen II Willem, Kraliçe Wilhelmina, tarafsız kalarak atlatılan I Dünya Savaşı ve ülkeyi yakıp geçen II Dünya Savaşı, 1949’da Endonezya’nın bağımsızlığını kazanması derken Hollanda bugünlere ulaşmış.

1989’da merkez sağın iktidara geçmesiyle özgürlüklerin sınırı yeniden tartışılmaya başlasa da Kraliçe Juliana’nın yerine geçen Kraliçe Beatrix’in tahtta olduğu Hollanda bugün dünyanın hala hem en müreffeh hem de özgürlük sınırlarının en geniş olduğu ülkelerden biri.

Holland

Ulaşım

Amsterdam’a Türkiye’den uçakla gidildiğinde Schiphol Havaalanı’na iniliyor. Havaalanından Amsterdam’a ulaşmanın en kolay yolu NS tarafından işletilen tren. Her gün 06.00 ile 01.00 arasında her 10-15 dakikada, 01.00 ile 06.00 arasında ise her saat başı kalkan trenlerle Amsterdam Tren İstasyonu’na ulaşabilirsiniz. Biletleri gişelerden ya da makinelerden alabilirsiniz. NS tren ücretleri 4.50 euro ve 1 euro da servis ücreti gibi bir para alınıyor. Havaalanından Amsterdam’a gitmenin bir yolu da otobüs. 397 numaralı Connexxion/ R-Net otobüsleri Schiphol’den Leidseplein’a 6.50 euroya götürmekte.

Amsterdam’ın keyfi yürüyerek çıkar, şehir de buna çok uygun. ‘Aman dönüşü de paralel sokaktan yapayım, farklı yerler görürüm…’ falan demeyin, o paralel sokak sizi şehrin bambaşka bir yerine götürebilir; kanallar, köprüler, sokaklar birbirini kesip başka yönlere dönebiliyorlar.

Yürümek istemiyorsanız Amsterdam’ı metro, tramvay, otobüs ve tekne ile gezebilirsiniz. Toplu taşıma GVB şirketi tarafından yürütülmekte. Tekne, Amstel Nehri üzerinde ulaşımı sağlıyor, ayrıca Eye Instıtute’a ve Look Out kulesine gitmek için kullanacak bir araç. Otobüsler daha çok banliyöler için geçerli, geceleri tramvay hizmeti bittiğinde, 00.30-07.00 saatleri arasında otobüsler devreye girmekte. Metro dört hatta çalışmakta, genelde banliyölere kadar uzanmakta, üç hattın kalkış noktası ise Merkez Tren İstasyonu. Amsterdam’da gezilecek yerlerin çoğu merkez çevresinde olduğu için belki de bir gezgin için en iyisi tramvayı seçmek; şehrin merkezinde tramvayların ulaşım noktaları çok fazla.

Toplu taşım biletleri makinelerden ya da araç içinden alınabilir. Tramvay, otobüs ve metroda geçerli bir saatlik bilet 3.20 euro, bu bilet trenlerde geçerli değil; Havaalanı hattında çalışan otobüslerin dahil olduğu tramvay, otobüs metro bileti ise 6.50 euro ve 90 dakika geçerli. Biletler araç içindeki bir makineyle binişte ve inişte onaylatılıyor.

Tramvay, otobüs, metro için geçerli GVB günlük biletleri de gezginler için bir seçenek. 24 saatlik 8.00 euro, 48 saatlik 13.50 euro, 72 saatlik 19.00 euro, 96 saatlik 24.50 euro, 120 saatlik 29.50 euro, 144 saatlik 33.50 euro, 168 saatlik 36.50 euro; bu biletler havaalanı ulaşımı için kullanılamıyor.

GVB toplu taşımalarına ek olarak havaalanı tren ve otobüs ulaşımının da dahil olduğu kartlar, 1 günlük 17.00 euro, 2 günlük 22.50 euro, 3 günlük 28.00 euro… Amsterdam ve Bölgesel Kartlar yine 1,2,3 günlük olarak 19.50, 28.00, 36.50 eurodan. Daha uzun seyahatler için Hollanda için geçerli başka seçenekler de mevcut. Ayrıca OV çipli kart da uzun süreli kalacaklar ve çok seyahat edecekler için düşünülebilecek bir seçenek; kart bedeli 7.50 euro ve geri ödemesi yok. Bittikçe kartı doldurabiliyorsunuz ve trenlerde de kullanılabiliyor.

Tembel gezginin kurtarıcısı gezi otobüsü Amsterdam’da gezi tekneleriyle de hizmetinizde. 1 günlük hop on hop off otobüs gezisi 21.00 euro, 1 günlük tekne gezisi 24,00 euro; eğer otobüs ve tekneyi birlikte kullanacaksanız 1 günlük ücret 29,00 euro. Buna bir de Heineken Experience bira keyfi katarsanız ücret 46,00 euroya çıkıyor. Stromma tekne turları düzenleyen firmalardan biri ve akşam yemeği, kokteyl gibi özel turlarla da kanal gezisi yapıyor.

Öte yandan Amsterdam, bir bisiklet kenti; günlük 12 euroya bisiklet kiralayıp dilediğinizce gezebilirsiniz. Araba kullanmak ise, şehir merkezinde bir sinir törpüsü, unutun gitsin; yollar dar, genelde bir tamirat veya yük boşaltan kamyonlardan tıkalı, park yerleri pahalı ve zor bulunuyor.

Amsterdam’ı yürüyerek gezecekler için bir uyarı; bisikletlileri ciddiye alın, şakaları yok, üstünüze üstünüze sürüyorlar. Yaya yolu ile bisiklet yolu ayrımına dikkat edin ve bisiklet yoluna geçmeyin, hiç tavizleri yok. Araba kullanıcıları ise zaten neredeyse 0 km ile gidebildiklerinden bir sorun yaratmıyorlar, ayrıca yayalara karşı gayet anlayışlılar.

Artık gezmeye başlayalım mı?

Gezelim Görelim

Öncelikle sizi Merkez Tren İstasyonu’ndan başlayarak gezeceğiniz yerleri kuş uçuşu dolaştırayım. Tren İstasyonu’ndan çıktınız, sırtınızı Tren İstasyonu’na verdiniz. Dümdüz ilerleyeceğiniz yol Amsterdam’ın can damarı Damrak. Sağ tarafınız Haarlem’e gidiyor, şehrin insanı hafiften irkilten tarafıyken yavaş yavaş toparlanan bir bölge, hafif bohem ama düşük bütçeden, fiyatlar daha makul olan bir yer; sol taraf ise Schreierstoren gibi Orta Çağ’dan kalan yapılardan geçip Ijburg gibi şehrin yeni yerleşim yerlerine doğru uzanıyor. Biz Damrak üzerinden devam edelim.

Hemen solunuzda St Nicolaaskerk dikkatinizi çekecek. Yol üzerinde seks müzesi, işkence müzesi, vücut kaslarının çalışmasını gösteren Body World gibi atraksiyonu bol müzeler sizi kandırmasın (Beni kandırdı), bu şehrin gerçekten önemli müzeleri var. Ayrıca Beurs van Berlage de bu yol üzerinde. Dam Meydanı önemli bir nokta; Koninklijk Paleis, Nieuwe Kerk, Nationaal Monument ve meydanı çevreleyen şık alışveriş yerleri sizi defalarca buraya getirtecek. Biraz daha içeriye doğru ilerlerseniz mutlaka görmeniz gereken Jordaan’a varacaksınız; Anna Frank’ın Evi sizi hüzünlendirecek ama bölge Amsterdam’ın en canlı, en eğlenceli yerlerinden.

Damrak’a geri dönersek Rokin’e geliyoruz; tüttürmek gibi bir anlamı olan Rokin, şehirle ilgili ipuçları da veriyor. Sol tarafınızdaki şık mağazaların hemen arkası Red Light; Waag, Museum Ons’ Lieve Heep op Solder da burada. Yol üzerinde ise Allard Pierson Museum var, kaçırmayın. Rokin’den devam ederken yolumuz ikiye ayrılıyor. Sağ taraf her zaman hareketli ve zarif Spui ve sonra Koningsplein, sol taraf Muntplein; Koningsplein ile Muntplein arasında ise Çiçek Pazarı uzanmakta. Koninsplein’den devam edersek Leidesplein’e uzanan yol Beyoğlu Caddesi gibi her daim hareketli. Leidesplein ise Vondelpark’tan geçip Museumplein’e varmakta; en baba müzeler yanında Amsterdam’ın klasik müzik merkezlerinden Concertgebouw ve ışıltılı elmas merkezleri de burada. Muntplein’den sola dönerseniz eğlencenin dibine vuracağınız Rembrantplein ve sonra bit pazarlarının efendisi Waterlooplein’a varacaksınız, daha sonra Yahudi müzelerini geçip hayvanat bahçesinin de bulunduğu Plantage/Artis ve Troppenmuseum’un bulunduğu Alexanderplein’a ulaşacaksınız. Muntplein’dan düz devam ederseniz Heineken’a ve bir başka alış veriş merkezi olan Albert Cuypstraat’a varacaksınız.

Yolunuz sık sık kanallarla kesilecek; temel olarak kanallarımız, iç içe geçmiş yarım ay şeklinde (içerden dışarıya) Herengracht, Keizersgracht ve Prinsengracht, en içte ise Spui civarında biten Singel… Bir de şehrin içine giren ve Waterlooplein’ı çevreleyen Amstel Nehri var ki şehrin en can alıcı manzaralarını çekmek için oraya gitmeniz şart. Dendiğine göre sonradan açılan bu üç kanal içinde Herengracht zamanının en sükseli olanıymış, en zengin tüccarlar burada yaşıyormuş, haliyle malikaneler de biraz daha görkemli. Şimdi ise sadece belediye başkanı buradaymış, diğer evler şirketler, mağazalar, şık lokantalar tarafından kullanılmaktaymış. Buna göre en garibanı da Prinsengracht, evler de ona göre; bir zamanlar göçmenler, işçiler burada yaşıyormuş ama şimdilerde şehrin cazibe merkezi, örneğin Jordaan burada. Artık bu kanalların, sokakların aralarına girmek zamanı; Amsterdam’da gezdiğim gördüğüm, sevdiğim bakıp geçtiğim yerlere götüreceğim sizi. Biraz uzun olacak ama Amsterdam’dasınız, her sokağında bir dünya dönüyor.

Holland

Önce Amsterdam’ın en özgün ve populer bölgesinden başlayalım. 

Red Light Zone 

İşte Amsterdam’ın dillere destan bölgesi… Cinselliğin sokaklara döküldüğü bölge. Tabii dünyada bu şekilde ünlenen yerlerin artmasıyla buranın pabuçu biraz dama atılmış olsa da efsane hala ayakta… Aslında herşey Dam tramvay durağının karşısından girebileceğiniz Warmoesstraat ile başlıyor. Sokağa girince zaten artık ne içiliyorsa, dumandan başınız dönecek. Coffe shoplar, barlar, sokaklara taşan müzik sesleri, fetiş klüpleri, seks dükkanları; hepsi ‘her günahın tadına, dünyanın batağına’ batacağınız bir serüvenin girizgahı. En gösterişli mağazası, türlü renkte, boyutta condomların satıldığı, condomdan objelerin yapıldığı Condomerie; oradan anlayın işte… Türlü çeşitli yatak odası oyunlarına yönelik malzemenin satıldığı seks dükkanları ise sektörün yaratıcılığını gözler önüne sermekte. Burada her şey büyük, her şey abartılı. Warmoesstraat’dan ilerleyince ortasında tüm heybetiyle Oude Kerk’in yükseldiği Red Light bölgesine giriyorsunuz.

Biraz ilerde Waag, yanda Museum Ons’ Lieve Heep op Solder duruyor ama kimin umurunda, penceresinden kırmızı ışığın süzüldüğü odalar esas ilgi merkezi. Kırmızı ışık yanıyorsa ve pencerenin perdesi açıksa odada faaliyet olabilir demektir; zaten odaların penceresinden de neredeyse tamamen çıplak kızlar, çapkın çapkın dışarıda bekleşen adamlara bakıyor. Haliyle gerisini bilemem ama buradaki kızlar, hani derler ya, bizde olsa manken olur, diye… o derece güzeller. Bu durum sanırım fiyatlara yansıyor. Ama gezgininizin size bir önerisi var. Bir kırmızı fener mahallesi de (Damrak bulvarının öbür tarafında) Spui’nin Tren İstasyonu’na yakın kısmında var. Daha küçük ve biraz daha, nasıl denir, olgun hanımlar vitrinde boy göstermekte; bu fiyatlara da yansımış olabilir. İlgilenenler için… Yalnız bazı pencerelerde kırmızı yerine mavi ya da kırmızı-mavi neon ışıkları yanmakta; manası ise yarı çıplak gördüğünüz hanımın kapalı kısımlarının umduğunuz gibi çıkmamasına işaretmiş, yani büyük olasılıkla transseksüellermiş. Dikkat edin yoksa bir kaçamağınız asrın hatasına neden olabilir. Buralarda resim çekmek yasak ve ciddi sorun çıkabiliyor. Benim yaptığım gibi pencereden içeri ağzı açık alık alık bakmak ta pek hoş karşılanmıyor; bir kadın, elinde bir dildo, bana bas bas bağırdı. Kaçtım hemen tabii. Ama eğer ben icraatçı değilim, sadece izleyiciyim diyorsanız, canlı seks gösterilerin düzenlediği yerler var, en dikkati çeken ise Casa Rosso, kadın erkek herkese açık bu gösterilerin afişlerinde bol bol Tarzan ve Jane’ler falan vardı, içeride neler oluyor bilmiyorum ama giriş ücreti 50 euro civarında.

Bu arada Red Light Bölgesi’nde ‘Red Light Radio’ ismiyle yayın yapan radyo istasyonu bulunuyor; kırmızı ışıklı pencereli radyo istasyonundan çalınan müzik dışarı taşıyordu, bizde olsa acıların kadını nameleri yükselirdi herhalde. Hemen yanında da ‘prostituon information center’ vardı, bu meslek erbablarının dayanışma yeri gibi bir yerdi galiba.

Coffee shop’lar da Amsterdam’ın bir başka sansasyonel olayı. Şehrin her bölgesinde bulunan coffee shop, smart mushroom dükkanları Amsterdam’da yasal sınırla belirlenen hafif uyuşturucuların, halüsinasyon gördürdüğü ileri sürülen mantarların satıldığı ve kullanıldığı yerler. Sadece bitki olarak değil, pastası, keki, şekeri de var. Bunlar içinde de en önemli olanı Bulldog… Bulldog sadece Red Light’da 2-3 dükkanı olan, artık coffee shop olmaktan çıkıp neredeyse sektöre dönüşmüş bir yer; coffee shop yanında giyim mağazaları, oteli ve muhtelif semtlerde şubeleri olan bir mağaza. Ben sigara bile içmiyorum ve bir şey tüttürmek tamamen ilgim dışında. Bu arada coffe shoplarda satılanları sokakta tüttürmek yasak.

Müzeler

Müze düşkünü olduğum için bu kısmı uzun uzun anlatacağım. Amsterdam’da müzeler pahalı, bunun için size IAmsterdam kartını önereceğim, şehrin en önemli müzelerine ücretsiz giriş sağlıyor. Gittiğim müzeleri ayrıntılı anlatacağım, gitmediğim müzelere de değineceğim.

Rijksmuseum

Amsterdam’ın en görkemli müzesi Rijksmuseum, Hollanda’nın sanat tarihinin bir özetini sunmakta. 1798’de The Hague’de açılan Müze, 1808’de Amsterdam’a taşınmış ve önce Kraliyet Sarayı ve Trippenhuis’de kendine yer bulmuş. Bugünkü binasına 1885’de taşınmış, 2013’de ise on yıllık bir restorasyon döneminden sonra Kraliçe Beatrix tarafından yeniden açılmış. İlk koleksiyonlar Nationale Kunstgallerij olarak sergilenmiş, 1808’de Hollanda Kralı (Napoleon’un kardeşi) Louis Bonaparte tarafından Royal Museum olarak açılmış ve bugünkü ismini 1815’te Kral I. Willem zamanında almış.

1885 yılında açılan bu muhteşem Neo Gotik unsurlarla bezenmiş Hollanda Neo Rönesansı tarzındaki yapı, ilk Felemenk ressamlardan başlayıp özellikle 19. yüzyıl sanatçılarına kadar getiriyor. Orta Çağ kiliselerinin altarlarını süsleyen panolar, Orta Çağ heykelleri, Hollanda İmparatorluğu dönemine ait kent manzaraları, ilk Hollanda resimleri, 17. yüzyılda alterasyon dönemi sonucunda resim sanatının evrimi, muhteşem natürmontlar, empresyonistler, 17. yüzyıla ait mobilyalar, Delft seramiklerinin en nadide örnekleri, baskılar ve Hollanda’nın İmparatorluk döneminde Asya’daki hakimiyeti sırasında getirilmiş Uzak Doğu ve Hint heykel ve objeleri sizi bekliyor. Uzun uzun gezmeye zamanınız yoksa Müze’nin 17. yüzyıl resimlerine ayrılan bölümüne öncelik tanıyın; Frans Hal’ın Düğün Portresi, Neşeli Sarhoş Ruisdael’in Yel değirmeni, Vermeer’in Mutfak Hizmetçisi ile Mektup Okuyan Kadın mutlaka görülmesi gereken eserler ama Müzenin ağır topu Rembrant’ın Gece Devriyesi tablosu. 1642’de tamamlanan resim, Rembrant’ın en büyük tablosu. Bu eser, hareket halinde bir grup insanın portrelendirildiği ve bir öykü anlatan ilk resimmiş.

O kadar muhteşem eser arasında benim aklımda kalan resim Cornelis Cornelisz’in Masumların Katli tablosu oldu; Yehuda Kralı Herod’un müstakbel kral çıkması endişesiyle şehirdeki iki yaş altındaki erkek çocukların öldürülmesi emriyle ilgili olan tablo gayet trajik bir konuyu ele almış ama tablonun tam ortasına kondurulan minik bebeleri boğazlayan iki adamın koca totosu insanda konsantrasyon bırakmıyor.

Ben gittiğimde Müze’de Rembrant-Velazquez sergisi vardı; bu bölümde Rembrant ile Velazquez ve bu sanatçılardan etkilenen ressamların seçme eserleri yer almakta.

Müze her gün 9.00-17.00 saatleri arasında açık, giriş 20 euro. Müzeye gelmek için Tren istasyonu’ndan 2 ve 5 numaralı tramvayları, diğer yerlerden 6, 7 ve 10 numaralı tramvayları ya da 145, 170, 172 numaralı otobüsleri kullanabilirsiniz.

Ola ki bu muhteşem Müze’ye gelmeye zamanınız olmadı; Schiphol Havaalanında 07.00-20.00 saatleri arasında genelde Müze eserleri arasından seçmece 10 tane resim sergilenmekte, ücretsiz, şehirden ayrılmadan önceki son fırsat…

Van Gogh Museum

Amsterdam’da sadece bir müzeye gidecekseniz belki de bu Van Gogh Müzesi olmalı.

Museumplein’de yer alan ve 1973’te açılan Müzede, resim sanatı için bir mihenk taşı olan Vincent van Gogh’un sanat yaşamının basamaklarını izleyebilirsiniz. Vincent van Gogh’un satılmayan resimleri, öncesi kardeşi Theo, sonra onun eşi Johanna’ya miras kalmış, sonunda oğlu Vincent Willem van Gogh tarafından Stedelijk Müzesi’nde bırakılmış; resimlerin son yeri ise bu Müze olmuş.

Genelde Van Gogh’un birkaç resmini mutlaka biliyoruzdur ama burada sizi şaşırtacak resimlerini görebilirsiniz; ben Pieta temalı resmi olduğunu bilmiyordum, gördüm. Ayrıca Van Gogh yanında çağdaşı olan ressamların eserlerinden de örnekler bulunmakta. Müze’nin Kurokawa kısmında geçici sergiler düzenlenmekte; ben gittiğimde Millet sergisi vardı. Millet’nin çiftçi hayat üzerine nefis resimleri yanında bu bölümde en ilgimi çeken, Millet’nin ‘Het Angelus’ resminden esinlenerek Salvador Dali tarafından yapılmış versiyonu. Bu bölümde nedense resim çekmek yasaktı ve niyetimi anlayan güvenlik görevlisi gözlerini ayırmadığından maalesef resim yok.

Müze’nin ziyaret saatleri cuma-cumartesi 09.00-21.00, diğer günler 09.00-17.00 saatleri arasında, giriş ücreti ise 19 euro, IAmsterdam kartı ile ücretsiz. Müze, museumplein’de yer almakta (Rijksmuseum’a gider gibi geliyorsunuz; Merkez Tren İstasyonu’ndan 2, 5, 12 hatlı tramvaylarla Baerestraat durağında, 3, 12 hatlı tramvaylarda Museumplein durağında inerek, 347 ve 357 numaralı otobüslerle ulaşabilirsiniz). Bilet sadece Müzenin websitesinden alınıyor; ‘www.vangoghmuseum.nl’, IAmsterdam kartınız olsa bile…

Anna Frank Huis

Çocukluğumda okuduğum Anna Frank’ın Günlükleri, o günlerin kafasıyla genelde savaşın, özelde II Dünya Savaşı’nın yıkıp geçtiği hayatların simgesi olmuştu benim için.

Bu müzeyi Amsterdam’ın vazgeçilmezleri arasında, hatta ilk sırada sayıyorum. Evet II. Dünya Savaşı insanlığın verdiği çok kötü bir sınavdı ve bu sınavda milyonlarca insan hiç suçu olmadan savruldu gitti, Anna Frank bu savaşta yitip giden çocukların hepsinin bir özeti gibi. Prinsengracht 263 numaradaki bu ev, Anna Frank ve ailesinin II. Dünya Savaşı sırasında iki yıldan fazla gizlendiği bir yer; Van Pels ailesi Frank ailesini burada sakladılar. Sonuçta 4 Ağustos 1944’te Anna Frank ve ailesi bu evde yakalanır ve toplama kamplarına gönderilir, bu süreci sadece baba Otto Frank sağ atlatır. Anna Frank’ın evi temel olarak boş ama o günlerin ağırlığı evin her yanına sinmiş, o günlerin acısı kendini her adımda hissettiriyor., belgeler, resimler, o günlerden kalmış objeler de bu hissi besliyor.

Önceki gezilerimde bir kez ziyaret etmiştim ama sonra gitmedim. Ne yaparsınız, insanız işte, ölenle ölünmüyor, sonuçta buralara biraz dağıtmaya geldik; öte yandan insanlığın geçmişinden ders aldığı da yok, tepişip duruyorlar hala, bari ben keyfime bakayım dedim. Ama siz daha duyarlı davranmak isterseniz, 01 Nisan- 01 Kasım arası 09.00-22.00, 01 Kasım-01 Nisan arası 09.00- 19.00 (cumartesi 21.00) saatleri arasında 10.50 euro ödeyerek ziyaret edebilirsiniz. IAmsterdam kartı burada geçerli değil. Buraya 13,17 tramvay hattıyla ve 170, 172, 174 numaralı otobüslerle gelebilirsiniz. Ayrıca biletleri internetten, annafrank.org adresinden almanız gerekiyor.

Museum Ons’ Lieve Heep op Solder

Amsterdam’ın en özgün ziyaret noktalarından olan bu müze, Red Light’ta 1630’da yapılmış bir kanal evi ile onun arkasındaki iki küçük evden oluşmakta. 1663’de yapılan Çatı Katındaki Efendimiz Kilisesi’ne ev sahipliği yapan bu kilise, Amsterdam’ın bir döneminden geriye kalan tek yapı. 1578’de Hollanda’nın Katoliklikten Protestanlığa geçtiği Alterasyon sürecinde, kamuya açık Katolik uygulamaları yasaklanmış ama gizli gizli ibadet edilmesine izin verilmiş.

Bu süreçte evlerin tavan aralarında Katolik kiliseleri kurulmuş. İşte bu müze, o günlerden geriye kalan gizli bir Katolik kilisesine ev sahipliği yapmakta. Bina 1888’de müzeye dönüştürülmüş ve kiliseye ait gümüş eşyalar ve ibadet giysileri burada sergilenmeye başlanmış. 1661 yılında tüccar Jan Hartman tarafından satın alınan ev, o dönemin modasına uygun olarak Hollanda Klasizmi etkisine göre döşenmiş. Bu stilde, en önemli husus simetrinin sağlanmasıymış, sırf simetriyi sağlamak için bir yere açılmayan gereksiz kapılar bile konmuş.

Dönemin dekorasyon zevkini görmek yanında, o günlere ait bir gizli ibadethaneye de şahitlik etmek de bu müzenin özelliği. Rahibin kutu gibi yatak odası, giysileri, Jacob de Wit tarafından 1716’de yapılan İsa’nın Vaftizi eseri ve biblolarla oluşturulan dini tablolar/nativityler burada dikkatinizi çekecek şeyler. Pazartesi-cumartesi 10.00-18.00, pazar 13.00-18.00 saatlerinde ziyaret edebilirsiniz. Giriş 12.50 euro, IAmsterdam kart ile ücretsiz…

Museum Het Rembranthuis

Rembrant’ın 1639-1656 yılları arasında yaşadığı Jodenbreestaat’daki ev, ressamın hayatından ve resimlerinden kesitler görmek isteyenleri için mutlaka uğranılması gereken bir yer. Rembrant’ın hem yaşam alanı hem çalışma atölyesi olarak kullandığı ev, Amsterdam’ın en özel müzelerinden. Waterlooplein’ın arkasına düşen bu Müze’de, Rembrant’ın resimleri, gravürleri yanında kendi çağdaşlarının ve öğrencilerinin eserleri de yer almakta. Burası her gün 10.00-18.00 saatleri arasında gezilebilir, giriş 14 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz. 14 numaralı tramvay ya da 51, 53, 54 numaralı metro hattıyla gelinebilir.

Amsterdam Museum

Amsterdam tarihine göz atmak için Kalverstraat ile Nieuwezids Voorburgwal arasındaki Amsterdam Müzesi’ne uğrayabilirsiniz. 1581 yılına kadar St Lucien Manastırı olarak hizmet veren bina bu tarihten itibaren yetimhane olarak kullanılmış, 1634’te Jacob van Campen eliyle genişletilerek bugünkü klasik tarzını almış, 1975’te kentin tarihine ışık tutan bir müze haline getirilmiş. Müzenin giriş duvarında yer alan levha ve süslerde Amsterdam’ın Orta Çağ’da surlarla çevrili halini de görebilirsiniz. Giriş kapısı üzerinde ise, yetimlere yardım edilmesinin faziletlerini anlatan 1581 tarihli Joost Bilhamer’in eserinin kopya kabartması yer almakta. Ayrıca yetimhane günlerinin anısı olarak Naiplik Odası ve Yetimler Dolabı korunmuş. Müze içinde Amsterdam’ı Orta Çağ’dan bugüne kadar izleyebileceğiniz objeler sergilenmekte. Resimler, heykeller, resimler, grafikler, arkeolojik bulgular yanında 1811’de şehre giren Napoleon’a sunulan şehrin gümüş anahtarları, Goliath heykeli ve bir zamanların fahişelerin, pazarlayıcılarının, müşterilerinin ve lezbiyenlerin Red Light’taki buluşma noktası ünlü Cafe’t Mandje’nin bir örneği Müze’nin zenginliklerinden.

Müze pazartesi-cuma 10.00-17.00, cumartesi ve pazar 11.00-17.00 saatlerinde açık. Giriş 15 euro. IAmsterdam card ile ücretsiz. Ulaşım Rokin durağından sağlanmakta.

Allard Pierson Museum

Amsterdam Üniversitesi bünyesindeki bu Müze, Dam ile Rokin arasında Oude Turfmarkt’da bulunuyor ve Mısır’dan Yunan’a Kıbrıs’tan Etrüsk’e, Roma’dan Amsterdam’a uzanan arkeolojik eserlere ev sahipliği yapıyor. Üniversite’nin ilk arkeoloji profesörü olan Allerd Pierson’un adını ve koleksiyonunu alan Müze’de, özellikle kırmızı ve siyah desenli Yunan çömlekleri ile Roma döneminden kalma lahit dikkat çekici. Bu görkemli binanın yerinde 1400’lerde, Amstel kıyıları yükseltilip bir manastır inşa edilmiş. Daha sonra 1578’de manastır Sint Pietersgasthaus Hastanesi’ne devredilmiş. Bina 19. yüzyılda Hollanda Merkez Bankası binası olarak görev yapmış. 1968’de Amsterdam Üniversitesi’ne geçen bina 1976’da kapılarını bir müze olarak halka açmış. Müze’de Amsterdam’ın tarihine ait bir kısım da mevcut. Anadolu Artemisi’ni andıran heykel benim özellikle dikkatimi çekti.

Müze salı-cuma 10.00-17.00, cumartesi-pazar 13.00-17.00 saatleri arasında, giriş 10 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz. Rokin durağının karşısında (4, 14, 24 numaralı tramvay hatları ile gelinebilir).

Begijnhof

Tam olarak ne zaman kurulduğu bilinmese de, belgelere göre 1346’dan beri manastır yemini etmeden rahibe olan kadınların yaşadığı bir ibadethane kompleksi. Rahibeler yaşadıkları oda karşılığında yoksullara eğitim, hastalara bakım hizmeti veriyormuş. Yeşillik bir alana bakan yan yana sıralanmış evler, şehir merkezinde bir sükûnet alanı oluşturuyor. Burada 15. yüzyıla ait Engelse Kerk, önceleri Katolik bir kiliseyken 1607’de Presbiteryen olmuş ve Amerika’ya giden ilk göçmenlerin burada ibadet ettikleri düşünülmekteymiş. Evlerin duvarlarındaki plakalarda İncil’den hikayeler yer almakta. Buradaki evlerin çoğu 16. yüzyıl sonrasına ait iken 34 numaralı ev 1420’li yıllara aitmiş ve Amsterdam’ın halen ayakta olan en eski iki evinden biriymiş. Begijnhof her gün 09.00-17.00 arasında kapılarını açıyor ve ziyaret ücretsiz.

Stedelijk Museum

Museumplein’de yer alan Stedelijk Museum, çağdaş sanatın ‘ben bunu biliyorum’dan ‘bu kadar da olur mu’ya uzanan her alanından örnekleriyle, 2012’den beri kapılarını açmakta. Müzeye ev sahipliği yapan muhteşem bina 1895’te yapılmış. Neo Rönesans tarzdaki cephe heykellerle süslenmiş ama ana giriş, binaya eklenen cam yapıdan yapılıyor.

Müzeyle ilişkimiz Matisse, Cezanne, Kandinsky,Picasso, Degas, Chagall, Warhol eserlerini içeren kısmıyla gayet iyi başladı, hatta Heemskerck’in mozaik çalışması pek hoşuma gitti. Ama Müzenin diğer bölümündeki pembeli mavili neon ışıklı kalp için de ‘You forgot to kiss my soul’ yazısını görünce, tamam, başlıyoruz, dedim. Ve başladık; domuzcuklar, yazılar, masa üzerine kapaklananlar…

Hepsi birşeyler anlatıyordu mutlaka ama ben anlamadım. Neyse ki anlamayan bir ben değildim; sanki bilinmez bir dilde yazılmış dev bir yazıcı çıktısıymışçasına yerlere sarkan bir eserin önünde düşünen birini görünce, yalnız olmadığımı anladım.

İsterseniz 10.00-18.00, (cumaları 10.00-22.00) saatlerinde gidebilirsiniz, giriş 18 euro, biletinizi atmayın, eğer bu eserleri görmeye doyamazsanız bir biletle gün içinde defalarca girebilirsiniz, IAmsterdam kartıyla giriş ücretsiz.

Bu Müzeye 2, 3, 5, 12, 16 ile 24 numaralı tramvaylarla ve 145, 170, 172 numaralı otobüslerle ulaşabilirsiniz.

Museum Willet Holthuysen

1685’de Vali Hop için Herengracht üzerinde yapılan bina, 1855’de kömür tüccarı Pieter Holthuysen tarafından alınmış. Ev, resim, cam, gümüş ve seramik eşya koleksiyoncusu kızı Louisa Willet’ye kalmış. Kendisi varis bırakmadan ölünce de bu müzenin temeli atılmış olmuş. Jacob de Wit eserlerinin ve Amsterdamlı ressamların çiçek resimlerinin yer aldığı Müze, 18-19. yüzyıl zengin tüccarların parıltılı yaşamlarına bir pencere açıp o dönemin mobilyalarını, eşyalarını, yaşam alanlarını görmemizi sağlıyor.

Müze 10.00-17.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir, giriş 12.50 euro, IAmsterdam kartına ücretsiz.

Museum van Loon

1672’de Keizergracht üzerinde yapılan bu malikane, zengin bir tüccar için iki simetrik evden biriymiş. Malikanede bir süre ressam Ferdinand Bol yaşamış. Amsterdam’ın en saygın ailelerinden biri olan van Loon’un 1884’te yerleştiği bu evin dış cephesinde dört heykel göze çarpmakta.

İç dekorasyon ise 16 yüzyıla kadar uzanan mobilyalarla zenginleştirilmiş, ayrıca aile portreleri ve muhtelif tablolar da mevcut. Alt katta müze, bir bahçeye açılmakta. Bahçenin uzandığı diğer bir yapıda ise Malezya sergisi bulunmakta.

Girişi 10 euro olan Müze, 10.00-17.00 saatleri arasında açık, IAmsterdam kartına giriş ücretsiz.

Hermitage Museum

Dünyanın en önemli müzelerinden olan St.Petersburg’taki Hermitage Müzesi’nin Amsterdam’daki bölümü, sizleri Hollanda’da Rusya’nın zenginliklerine götürecek. Hermitage Müzesi’nin Amsterdam dışında Londra ve Las Vegas’ta da bölümleri varmış. Ama Amsterdam biraz farklı; I.Petro, St. Petersburg’u kurarken Hollanda’dan takviye almış ve Batı Avrupa seyahatinde Amsterdam’ı ziyaret etmiş. Müze, 2009’dan beri 1683’te yaşlılar evi olarak kurulan muhteşem Amstelhof binasında yer almakta. Müze sergileri, Rusya’dan getirilmekte. Ben gittiğimde Jewels bölümünde Rus aristokrasisinin kıyafetleri sergileniyordu; özellikle yelpaze, ayakkabı, mücevher üçlemesi gözleri doldurmakta.

Hatta yelpazelerin dili ile ilgili bir de görsel var; işte yelpazeyi şöyle tutarsan senden hoşlanıyorum, böyle tutarsan ya bi git… falan gibi… Elbiseler, mücevherler, kılıç kabzaları bu bölümün diğer süsleri. Diğer bir bölümde portreler galerisi olarak isimlendirilmiş; 17 ve 18 yüzyılda dünyada önemli bir merkez olan Hollanda diğer ülkelerle ilişkilerini artırmış, bu bölümde genelde tarih içinde şehre gelen önemli şahsiyetler üzerinden öyküler anlatılmakta. Bu öykülerden biri bizimle ilgili; 1612’de Osmanlı İmparatorluğu ile diplomatik ilişkiler kurulunca Osmanlılardan gelen elçi Ömer Ağa, manken Alkan Çöklü canlandırmasıyla sergide yerini almış.

Ayrıca bu bölümde şehrin ileri gelenleriyle ilgili de portreler mevcut. Bu bölümde en dikkat çekici tablo, bence Rembrant’ın Anatomi Dersi eseriydi.

Müzede Outsider Art Museum bölümü çağdaş sanata ayrılmış. Müze 10.00-17.00 saatleri arasında açık, tüm sergileri görmek isterseniz 25 euro giriş ücreti, IAmsterdam kartıyla ücretsiz. Ayrı ayrı gezilecekse; Jewels 18.00 euro, portreler galerisi 18.00 euro, Outsider 14.50 euro… Buraya 4 ile 14 numaralı tramvayla ve 51, 53, 54 numaralı metrolarla gelinebilir.

Bijbels Museum-Cromhouthuizen

Rahip Leendert Schouten’in özel İncil koleksiyonu 1860’da halka açılmış, 1975’te ise müze haline getirilip Herengracht üzerindeki bugünkü yerine taşınmış. 1662’de tüccar Jacob Cromhout için tasarlanan iki malikane içinde sergilenen müze, İncil üzerine odaklanmış. Özellikle 1477 tarihli Delft İncil’i görülmeli. Ancak İncil yanında Mısır ve Orta Doğu’dan gelen eserler de yer almakta. Kudüs maketi yanında Cromthout evi mobilyaları, porselenleri, tavan freskleri, tabloları, mücevherleri ile bir 17 yüzyıl malikanesine de göz atma fırsatı vermekte. Müze 11-17 saatleri arasında gezilebilir, iki müzenin girişi 12.50 euro. IAmsterdam kartıyla ücretsiz.

Eye Film Institute

Hollanda’da vizyona giren Hollanda ve yabancı filmlere yönelik Film Enstitüsü, merkezin karşı kıyısındaki Overhoeks’de yer almakta. 37.000 film, 60.000 poster, 700.000 resim ve 20.000 kitap arşiviyle, film gösterimleriyle, çeşitli filmlerin alt alta gösterildiği sergisiyle meraklısına kapılarını açık tutan Enstitü, 10.00-19.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir. Giriş 11 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz. Bar ve lokanta kısmı gece geç saatlerde kapanıyor. Tren İstasyonu arkasındaki iskeleden ücretsiz feribotlarla karşıya ulaşabilirsiniz.

Foam

Fotografie museum olarak adlandırılan Keizersgracht’taki Müze, fotoğraf sanatının özgün örneklerini sunmakta. Müzede her yıl dört sergi düzenlenmekteymiş. Ben gittiğimde Solene Gün-Turuç sergisi vardı; Paris ve Berlin’de yaşayan Türk kökenli gençlerin hayatına bir bakış sergisiymiş. Müzedeki diğer sergilerde de cinsiyet ve cinsel kimlik ağırlıklıydı. Müze her gün 10.00-18.00 (perşembe-cuma 10.00-21.00) saatleri arasında ziyaret edilebilir, giriş 12,50 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz.

Het Grachtenhuis

Amsterdam bir kanallar şehri; kanalları daha iyi anlamak için görsellerle zenginleştirilmiş bu müzeyi görmeniz önerilir. 1665’te Herengracht üzerinde iş adamı Karel Gerards için yapılan bir kanal evinde interaktif ve multimedya sergilerle kanalların yapımı, işleyişi anlatılmakta. Amsterdam maketi ilgi çekici. Müze 10.00-17.00 arasında açık, giriş 15 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz.

Huis Marseille


Bir başka fotoğraf müzesi olan Huis Marseille, 1665’te Fransız tüccar Isaac Focquier için yapılan bir malikanede yer almakta. Ben gittiğimde geçen yüzyıl başlarına ait kadın modası ile ilgili bir sergi vardı. Müze salı-pazar 11.00-18.00 saatlerinde ziyarete açık, giriş 9 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz.

Moco

Eğer çağdaş sanat açısından Stedelijk Müzesi sizi kesmezse, Museumplein’de Modern Contemporary Museum Amsterdam denen Moco, Koons, Keith Haring, Andy Warhol,Basquiat, Damien Hirst, Murakami gibi çağdaş sanatın mihenk taşlarının eserlerine ev sahipliği yapmakta, en yoğun yer Banksy eserlerine ayrılmış. Müze pazar-perşembe 09.00-19.00 saatlerinde, cuma-cumartesi 09.00-20.00 saatlerinde ziyaret edilebilir, giriş 18 euro, IAmsterdam kartına %25 iskonto yapılıyor.

Tropen Museum

Dünya kültürlerini içeren bir etnografya müzesi niteliğindeki bu yer 1864’te açılmış. Müze öncelikle Hollanda’nın kolonilerini tanıtmak amacıyla kurulmuş. 1945’te Endenozya’nın bağımsızlığına kavuşmasından sonra kapsam, dünyanın özellikle az gelişmiş bölgelerinin kültürlerine yönelmiş. Müzenin bulunduğu bina ise 1926’da yapılmış. Bugün Müze, 175.000 obje, 155.000 resim, 10.000 çizim, resim ve belgeyle Güneydoğu Asya, Güney Asya, Batı Asya ve Kuzey Afrika, Sahra Afrikası, Latin Amerika ve Karayipler kültürlerini bize tanıtmakta.

Müzik aletleri, kuklalar, maskeler, tekstil malzemeleri serginin parçaları. Müzede Mekke sergisi dikkat çekiciydi. Sergilerden bazıları bu bölgelerdeki cinsel kimliklerle ilgiliydi. Bazı bölümdeki eserler aşırı derecede fallik fallik bakıyordu bize.

Merak ettiyseniz, salı-pazar 10.00-17.00 saatleri arasında ziyaret edebilirsiniz, giriş 16.00 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz. Buraya 14 ve 19 numaralı hatlarla Eerste van Swindenstraat durağında, 3 numaralı tramvayla Linnaeusstraat durağında, 7 numaralı tramvayla Alexanderplein durağında inerek ulaşabilirsiniz.

Madame Tussauds

Balmumu müzelerini hiç sevmem ama bu işin şahikası Madame Tussauds’ya gitmişliğim var. Benim için müzeden daha çok binası ilginç… 1917’de açılan Müzede Hollanda tarihinden kahramanlardan günümüz ikonik isimlerine, hatta çizgi roman kahramanlarına bir çok ünlünün balmumu heykeli görülebilir. Dam Meydanı’nda tüm görkemiyle duran Müze, 10.00-20.00 saatleri arasında gezilebilir, giriş 24.50 euro.

Houseboat Museum

Jordaan’da Prinsengracht kanalına bağlı bulunan 1914 yapımı tekne, 1960’lara kadar kömür, taş taşımacılığında kullanılmış, sonra tekne eve dönüştürülüp müze olarak kullanılmaya başlanmış. Yer sıkıntısı çeken Amsterdam’da yaşam alanı oluşturmak için kullanılan tekne evleri görmeniz için bir fırsat. Bilet parası içinde kahve ikramı da var. Salı-pazar (Kasım-Şubat aylarında cuma-pazar arası) arası 11.00-17.00 saatlerinde gezebileceğiniz müzeye giriş 3,5 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz.

Esnoga

Portekiz Sinagogu, Hollanda’nın Yahudilerle ilgili geçmişinin en önemli simge yeri. İspanya ve Portekiz’deki Yahudi kıyımlarından kaçan Yahudiler 16. yüzyıldan itibaren Amsterdam’a yerleşmişler. 1675’te tamamlanmış Sinagog, o günden beri pek değişmemiş. İber tarzındaki Sinagog, ahşap iç döşemesi ve kalın taş duvar ve sütunlarıyla yalın ama etkileyici bir yapı. Kadınlar bölümü yukarıda ve 12 Yahudi kavmini temsil eden 12 taş sütunla desteklenmekte. Burada haham giysileri, cübbeler, gümüş yemek takımları, şamdanlar ve taçlar da görülebilir. Sinagog girişinin yanında ise, 24 Şubat 1941’de Nazilere karşı işçilerin başlattığı protestoları anmak için yapılan heykel durmakta. Nazilerin Yahudilere karşı uyguladıkları politikalara karşı liman işçilerinin başlattığı protestolar kanlı bir biçimde bastırılmış, bu hareket Nazilere karşı çıkışın bir simgesi olarak kalmış ve De Dokwerker isimli heykelle de ölümsüzleşmiş.

Sinagog pazar-perşembe günlerinde Şubat-Kasım döneminde 10.00-17.00 saatlerinde, Aralık-Ocak döneminde 10.00-16.00 saatlerinde; cuma günlerinde Mart-Ekim döneminde 10.00-16.00 saatlerinde, Kasım-Şubat döneminde 10.00-14.00 saatlerinde ziyaret edilebilir, giriş 17 euro, IAmsterdam kartıyla giriş ücretsiz. Buraya 9 ve 14 numaralı tramvay hattıyla Waterlooplein durağında inilerek ulaşılabilir. Ayrıca 51, 53 ve 54 numaralı metro durağı da kullanılabilir.

Joods Historish Museum

Yahudi tarihi, dini ve kültürüne yönelik Hollanda’daki tek Müze olan Joods Historish Museum, Sinagog’un karşısında yer almakta. Eskiden Yahudi mahallesi olarak bilinen bölgedeki Müzede dini merasimlerde kullanılan eşyalar, gümüş çanak ve taçlar, haham kıyafetleri sergilenmekte. Hem Hollanda’daki Yahudilerin geçmişi hem Yahudilerin geleneklerine bakmak için gidebilirsiniz. Sinagog için alınan biletle ve aynı saatlerde burayı da gezebilirsiniz.

Hollandsche Schouwburg

Hollandsche Schouwburg, 1892-1941 arasında Plantage bölgesinde meşhur bir tiyatro salonuymuş, II. Dünya Savaşı sırasında Naziler tarafından kullanılan bina, bugün bir müze olarak ziyarete açık. II Dünya Savaşı sırasında burası, Hollanda’daki Yahudilerin toplama kamplarına gönderilmeden önce kaldıkları yermiş; yok oluştan önceki son durak yani… O nedenle acısı büyük, yarası taze. Karşısındaki bina ise bir dini okulmuş. Savaş sırasında çocuklar da orada tutulmuş ve din adamları o dönemde bazı çocukları kamplara gönderilmeden buradan kaçırmayı başarabilmişler. Soykırım Müzesi olarak kullanılan binada, bir Yahudi ailesinin mektuplarından oluşturulan sergi ve ölen Yahudiler için bir anıt bulunmakta.

Müze, 2022 yılında yeni yerine taşınacakmış. Burası her gün 11.00-17.00 saatleri arasında gezilebilir, giriş 17 euro, Iamsterdam kartına ücretsiz. Buraya 9 ile 14 numaralı tramvayları ile gelebilirsiniz.

Tulip Museum

1550’lerde Osmanlı İmparatorluğu’ndan gelen lale soğanlarıyla tanışıp 1637’de piyasa çökene kadar tam bir çılgınlığa dönen, bir soğan için malikanelerin el değiştirildiği bir lüks simgesi olan lalenin Amsterdam’daki öyküsünü anlatan bu müze, Princengracht’ta bulunuyor ve girişte lale soğanından lale desenli envai çeşit objenin satıldığı bir mağaza ile hem gezme hem alışveriş imkanı sunuyor. Lale olunca bol Osmanlı göndermesi de var, türbanla lale bağlantısına ve Lale Devrine kadar gidiyor iş. Gitmek isterseniz 10.00-17.00 saatleri arasında 5 euro karşılığı gezebilirsiniz, IAmsterdam kartınız varsa giriş ücretsiz.

Diamant Museum

Rijksmuseum ve Van Gogh Müzesi arasında, Coster Diamonds bünyesindeki bu elmas müzesi, sizi mücevherlerin parıldayan dünyasına götürmekte. Coster Diamonds 1840’dan beri elmas işleme ve ticaretiyle uğraşıyor. Bu müzede, hem sergileme, hem mücevher işleme hem de satış yapılmakta. Daha önceki gezimde gittiğim müzede, bazı şahsiyetler efsaneye dönüşmüş durumda, tabii yaptığı alışverişlerden dolayı. Bizden de Divamız, Bülent Ersoy elmas efsaneleri arasında sayılmıştı. Görmek isterseniz her gün 09.00-17.00 saatlerinde 10 euro giriş ücretiyle ziyaret edebilirsiniz, IAmsterdam kartıyla giriş ücretsiz.

Tassenmuseum

Evet, duramadım bavul, çanta, el çantası müzesine de gittim. Hendrikje Ivo’nun 1960’larda koleksiyonu için ilk çantayı almasıyla başlamış bu serüven, ilk çanta 1820’lere ait kaplumbağa kabuğundan yapılmış içi sedef kakmalı bir çantaymış. Böyle bir başlangıçtan sonra gerisi gelmiş tabii… Önceleri Ivo’nun evinde sergilenen çantalar bugün 5000 obje ile 1600’lerden beri süregelen çanta serüvenine bir ışık tutmakta. Müze, Herengracht üzerindeki 1664’te yapılan bir malikanede yer almakta. Malikane duvarları dönemin havasını yansıtırken sergilenen çantalar ise bazılarımızın pek de tanımadığı bir dünyanın kapılarını açmakta.

Müze 10.00-17.00 saatleri arasında açık ve giriş 13 euro. IAmsterdam kartıyla giriş ücretsiz.

Klederdracht Museum

Hollanda denince akla gelen bir şey de folklorik giysiler oluyor; uçları kıvrık başlıklar, tahta ayakkabılar, renkli elbiseler… Herengracht üzerindeki bu küçük müzede, Hollanda halk giysilerini tanıtılıyor. Sergi resimlerle, videolarla zenginleştirilmiş. Gittiğimde Surinam geleneksel giysileri olan koto ile ilgili bir sergi bulunmaktaydı. 17. yüzyıla ait bir kanal evini gezmenin yanında gerçek halk kıyafetlerini de görmek istiyorsanız her gün 10.00-18.00 saatleri arasında ziyarete edebilirsiniz, giriş 10 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz. Çiçek pazarına 10 dakikalık yürüyüş mesafesinde.

Sex Museum

Amsterdam’a ilk gittiğimde gördüğüm bir müze. Görmemek de imkansız; sanki gelenleri karşılar gibi, Tren İstasyonu’ndan Dam Meydanı’na giderken hemen sağda şehrin simgesiymişçesine yıllardır durmakta. Erotik sanattan hard core pornoya kadar ne ararsan var. Resimler, kartlar, filmler, objeler, fetiş aletleri; fazlaca yalıtılmış bir dünyada yaşıyorsanız pek tavsiye etmem, düşer bayılırsınız… Neredeyse gece gündüz açık, giriş 5 euro… Bıu müzenin bir benzeri de, beklendiği üzere, Red Light bölgesinde Erotic Museum olarak bulunmakta; isim değişik ama olay aynı ve fakat giriş 7 euro.

Hash, Marihuana, Hemp Museum

Malum, Amsterdam’da hafif uyuşturuculara bir müsamaha bulunmakta… Bunun yanında müzesi de mevcut. Afyon ve marihuana hakkında görsel ve yazılı bilgi ve belgelerle süslenmiş müze, Red Light Mahallesi’nde 10.00-22.00 saatlerinde açık, giriş 9 euro. Hemen yanında tohum satış merkezi bulunmakta. Bu müzenin bir benzeri de Dam Meydanı’nda var ama orası daha çok bir satış mağazası gibi.

Torture Museum

Amsterdam’ı ilk gezimde gördüğüm ve bir daha ayak basmadığım bir diğer müze de, işkence müzesi. Singelgracht üzerinde Çiçek Pazarı’nın karşısındaki bu müze, 10.00-23.00 saatlerinde açık ve giriş 7.50 euro. Avrupa’nın en hoşgörülü yerlerinden biri olan Amsterdam’da pek de inandırıcı durmuyor bu müze; zaten içerisi de üçüncü sınıf bir korku filmi setinden geriye kalanlardan oluşturulmuş gibi…

Görmediklerim

Amsterdam müze zengini bir şehir; o küçücük şehrin yarısı müze sanki. Haliyle hepsini gezemedim.

Görmediğim müzeler arasında Maritime Museum aklımda kaldı. İmparatorluğunu ticarete ve deniz gücüne dayandıran bir ülkede donanma müzesi, biraz da tarih müzesi gibidir mutlaka. Merkeze uzak gibi duran bu Müzeye, St Nicolaas Kilisesi’nden kalkan 22 ve 48 sayılı otobüslerle kolayca gidilebiliyor. Kadijksplein’de inip 16 Euro da verince müzedesiniz. IAmsterdam kartıyla ücretsiz tabii. Müze 09.00-17.00 saatleri arasında açık.

Benim ilgimi çekmeyen ama, özellikle çocuklar için ilgi çekici bir yer NEMO; bilim müzesi olarak bilinen yer çocuklara ve çocuk heyecanını yitirmeyenlere öneriliyor ama benim için fen bilimleri zorlu bir alan… Eskiden donanmaya ait, devasa bir gemi gibi duran Müze, her gün 10.00-17.30 saatleri arasında ziyaretinize açık, giriş 17.50 euro. Müze, şehrin eski limanında bulunuyor.

Multatuli Huis Joordan’da 17 yüzyıldan kalma bir kanal evinde Multatuli olarak bilinen yazar Eduard Douwes Dekker’e adanan bir müze. Burası doğduğu evmiş, eşyaları ve hayatına dair ipuçları görülebilir.

Het Schip Michel de Klerk tarafından Brick Ekspresyonizm tarzına uygun yapılan toplu konutlardan oluşmakta; 1919’da açılan ve işçiler için 102 daire barındıran yer 2001’de Amsterdam Okulu Müzesi olmuş.

Amsterdam Heineken Experience

Amsterdam’ın bir başka medarı iftiharı olan Heineken ile bütünleşme yeri; bira nasıl yapılırdan bira nasıl içilire uzanan bir macera için pazartesi-perşembe 10.30-19.30, cuma-pazar 10.30-21.00 saatlerinde ziyaret edebilirsiniz. Giriş 17 euro. Tren İstasyonu’ndan 16, 24, 25 numaralı tramvaylarla gelebilirsiniz ama dönüş nasıl olur, bilemem. Verzetsmuseum ise Plantage bölgesinde bir direniş müzesi; II Dünya Savaşı sırasında yapılan direnişlere bir şapka çıkarma yeri. Artis Hayvanat bahçesinin karşısında. Ayrıca Joordan’daki Geelvinck Pianola Museum, piyanolanın ahenkli öyküsünü anlatmakta ama benim hiç ilgimi çekmedi, zaten sadece cuma-cumartesileri 13.00-17.00 saatleri arasında açık, giriş 9 euro, IAmsterdam kartına ücretsiz. Bir başka ilgimi çekmeyen müze de Pijpenmuseum, yani pipo müzesi; gitmek isterseniz pazartesi-cumartesi 12.00-18.00 saatlerinde gezilebilir, giriş 10 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz. Cobra Modern Art Museum ise Vrij Beelden, Cobra ve Creatie akımlarını izleyen sanatçılarının eserlerinin görülebileceği bir çağdaş sanat müzesi; salı-pazar 11.00-17.00 saatleri arasında gezilebilir, giriş 15 euro. Ancak ulaşmak için Conexxion otobüsleri ile Amstelveen’e gitmeniz gerekiyor.

Leidesplein’de Gazino Holland’ın arkasındaki Max Euweplein’deki Chess Museum, Nazi döneminde işkence yeri ve hapishane olarak kullanılan bir binada kurulmuş ve hem satranç tarihine hem de Hollandalı satranç şampiyonu Max Euwe’nin hayatına değinmekte; salı-cuma 12.00-16.00 saatlerinde gezilebilir, giriş ücretsiz. Amsterdam deyince akla gelen bir şey de peynir; her şeyin müzesi olur da Amsterdam’da peynir müzesi olmaz mı; var tabii.

Anna Frank’ın evinin hemen yakınındaki Amsterdam Cheese Museum, Gouda, Edam, Leyden, Leerman, Maasdam, Maaslander gibi çeşitleri olan Hollanda peynirlerini yakından tanımamıza olanak sağlıyor. 09.00-21.00 saatlerinde açık olan müzeye giriş ücretsiz. Stadsarchief ise, şehire ait belgelerin arşivlendiği bir yer. Çiçek pazarının arkasında, meşhur De Bazel binasında bulunan şehir arşivleri arasında Darwin ve Mahatma Gandhi’nin mektuplarından 18. yüzyılda yeni kurulan Amerika Birleşik Devletleri ile yapılan ticari anlaşmaya kadar bir çok ilginç belge bulunmaktaymış. Arşiv, salı-cuma 10.00-17.00, cumartesi-pazar 12.00-17.00 arası ziyarete açık, giriş 7.50 euro, IAmsterdam kartına ücretsiz. Bir diğer ilginç müze ise Embassy of Free Mind; 1622’de Hendrick de Keyser tarafından Keizersgracht üzerinde yapılan ve şehrin zengin tüccarlarından de Geer aileinin yaşadığı bu malikanede, Amsterdam evlerinin en iyi örneklerinden…

Burası 2017’de Dan Brown tarafından açılmış; kütüphane ve özgür tartışma ortamı sağlanan bir yermiş. Çarşamba-cumartesi 10.00-17.00 saatleri arasında gezilebilir. Bodyworlds ise Damrak üzerinde, kasların nasıl çalıştığını insan maketleri üzerinde gösteren bir gösteri merkezi; Pazar-cuma 09.00-20.00, cumartesi 09.00-22.00 saatleri arasında gezilebilir, giriş 20.50 euro, başka turistik atraksiyonlarla kombine bilet satışları mevcut. Bu arada her Kasım ilk cumartesi, müze gecesi düzenleniyor ve müzeler bir eğlence merkezine dönüşüyormuş; bir konserle başlayan gece, katılan müzelerin sunduğu programlarla devam ediyormuş. Müzik, dans, konser, yemek, içmek, türlü eğlencelerle devam eden programlar 19.00’dan ertesi gün 14.00’ye kadar sürüyormuş. Hem müze gezip hem eğlenmek için önceden yer ayırtmanız gerekiyormuş.

Kiliseler
Müzeler yanında bir şehrin hikayesini anlamak için dini ve anıtsal yapılara bakmak gerektiğini düşünüyorum. Amsterdam bu konuda zengin…

Oude Kerk

Red Light Mahallesi’ndeki Eski Kilise, Amsterdam’ın en eski binası; 1213’te ahşap olarak yapılmış, 1306’da taştan yapılıp Piskopas Aziz Nicolas tarafından kutsanmış. Kilise, Amsterdam’ın tarihi arşivi gibi; bir çok bilim adamı, şair, ressam, politikacının mezarını barındırmakta. Aslında Amsterdam Mucizesi de bir zamanlar burada saklanmaktaymış; 1345’lerde ölmekte olan bir adam kendisine verilen kutsal ekmeği yutamamış ve ekmek ateşe atıldığı halde yanmamış. Mucize bu. Ekmek de saklanmış, taa ki Kilise 1578’deki Alerasyon döneminde Katolik kilisesi olmaktan çıkıp Kalvinist olduğu döneme kadar, o arada kaybolmuş. Rembrant, bu kiliseyi sık sık ziyaret edermiş ve çocuklarını da burada vaftiz ettirmiş. Kilise, eskiden mahallenin toplanıp sosyalleştiği, el ürünlerini sattığı, evsizlerin barındığı bir yermiş. Bir çok yangın ve tahribat yaşayan kilise 1566’da yağmalanmış, bir tek tavan süslemeleri bu yağmadan kurtulmuş. Avrupa’daki en geniş ahşap tonozlu kilise olma özelliğini taşıyan kilisede artık ahşap tonozu, süslemeleri, gotik taş işçiliğini pek göremiyorsunuz. Neyse ki daha önceki gezilerimde içini görmüştüm ama Red Light Mahallesi’nin nadide süsü olan bu Kilise, artık sanat eserlerine, enstalasyonlara ev sahipliği yapmakta.

Bu sefer gittiğimde bir enstalasyon vardı; yapının içi zifiri karanlıktı, sadece tavandan sarkan ve mum ışığıyla aydınlatılan avizeler ile çevreye döşenmiş kum torbalar görünüyordu. Artık sanatçı bu eseriyle ne demek istedi bilemedim ama bence, Kilisenin zaman içinde zenginleşen taş oymaları, iç dekorasyonu enstalasyona kurban edilmiş, bir şey seçilmiyordu. Kilisenin hemen önünde, kaldırıma monte edilmiş metal levha ise kiliseden çok bölgenin ruhuna uygundu.

Kilise pazartesi-cumartesi 10.00-18.00, pazar 13.00-17.30 saatlerinde ziyarete açık, giriş 15 euro, sergi varsa 3 euro fazla alınıyor, IAmsterdam kartıyla giriş ücreti alınmıyor ama o muhteşem karanlığı görmek için 3 euro ödedim.

Nieuwe Kerk

1380’lerde Oude Kerk’in yetersiz kalması üzerine yapılan kilise, bugünkü haline 1650’lerde ulaşmış. 1814’ten beri Hollanda kraliyetinin taç giydiği yer olan kilise, şimdilerde sergilere ev sahipliği yapmakta.

Şu anda Surinam hakkında bir serginin yer aldığı kilisenin, sergi izin verdiği ölçüde vitray pencerelerine, 15 yüzyılda yapılan gösterişli vaiz kürsüsüne göz atın. Kilisede ayrıca Messina’da Fransızlarla savaşırken ölen Amiral Michelde Ruyer’in mezar süslemeleri de dikkate değer. Giriş 10 euro ama IAmsterdam kartına ücretsiz.

Basiliek van de Heilige Nicolaas

Amsterdam’da tren istasyonundan çıktığınızda belki de ilk göreceğiniz yapı bu muhteşem Katolik kilisesi olacaktır. İstasyonun hemen solunda bulunan bu devasa kilise, 19 yüzyıl ortalarında Neo Barok ve Neo Rönesans tarzları harmanlanarak yapılmış. Ön cephedeki iki kulesi, vitraylı yuvarlak penceresi, barok kubbesi, Aziz Nicolas’ın Bart van Hove yorumuyla heykeli kiliseye etkileyici bir görünüm kazandırmakta. Kilise, pazartesi ile cumartesi 13.00-15.00, salı- cuma günleri 13.00-16.00 saatlerinde ziyarete açık, giriş ücretsiz.

Zuiderkerk

1603’te yapılan Rönesans tarzdaki Protestan kilisesi, soğan kubbesi, saatleri, kulesiyle dikkatinizi çekecektir. Şehir siluetinin önemli bir parçası olan ve 1929’a kadar hizmet veren Nieuwmarkt bölgesindeki kilise içinde, Hendrick de Keyser’in, Rembrant’ın iki çocuğunun ve Rembrant’ın en ünlü öğrencilerinden Ferdinand Bol’ün mezarı bulunmakta. Kilisenin yansıdığı Groenburgwal Kanalı, Amsterdam’da çekeceğiniz resimleriniz için en şahane fon oluşturan bir nokta; Monet’de öyle düşünmüş olmalı ki, buranın resmini yapmış, 12 defa… Bugün ise Kilise, toplum için faydalı işler yapan Hollandalı ünlü şahsiyetler için bir anı duvarına ve muhtelif sergilere ev sahipliği yapmakta.

De Krijtberg

Singel Kanalı’na bakan bu Neo Gotik Kilise, 1883’de bir Cizvit şapelinin üzerine yapılmıştır. Katolik Kilise, üzerinde kurulu evlerden birinin sahibinin tebeşir tüccarı olması nedeniyle tebeşir tepesi olarak da bilinmekte. Sivri kuleleri, vitray pencereleri ile dikkat çekici bir dış görünüşe sahip olan kilisenin içi parlak renkli duvarları, heykeller ile göz alıcı.

De Papegaai Kerk

Aziz Peter ve Paul’e adanan bu kiliseye papağan kilisesinin denme nedeni, Aletrasyon döneminde Katoliklerin açıkça ibadet edemedikleri günlerde, bu kilisesin bir kuş eğitmeninin bahçesinde gizlice açılmasıymış. Kalverstraat’ın karmaşası içinde Neo Gotik cephesiyle dikkatinizi çekecektir.

Wester Kerk

1631’de tamamlanan Hollanda Rönesansı tarzındaki bu kilise Anna Frank’ın evinin yakınında. Protestan kilisesi olarak yapılan ilk kiliselerden olan bir yapı. 86 metrelik kulesiyle her yerden görebileceğiniz, 51 çanını her taraftan duyabileceğiniz kilisenin dış cephesi ne kadar çekiciyse içi o kadar sade ama hemen yanındaki Anna Frank heykelini görmek için bile buraya gitmeye değer (Gerçi aynı heykel Amsterdam Müzesinde de bulunmakta).

Sant Egidio Kerk

Musa ve Harun Kilisesi olarak da bilinen Waterlooplein Meydanı’nın köşesindeki bu bembeyaz neoklasik tarzdaki kiliseyi hiç açık göremediğim için içini gezemedim. Alterasyon döneminde burada Musa isimli bir gizli kilise varmış, daha sonra buraya Harun diye adlandırılan bir bölme eklenmiş. Nihayetinde 1841’de bugünkü kilise açılmış ve 1970’da Kültürel Miras Anıtı olarak kabul edilmiş.

Posthornkerk

Haarlem bölgesindeki Neo Gotik havalı bu kilise, 1860’da yapılmış. Dar bir alanda dik bir şekilde yükselen bina gayet etkileyici ama içini göremedim. Bugün kilise farklı etkinlikler için kiralanmaktaymış.

Sint Olofs Kapel

1440’larda yapılan Norveç Kralı Olof’a adanan bu şapel, yüzyıllar içinde yanmış, yıkılmış, tadilatta geçmiş ama ne yapılsa olmamış ki kapıları hep kapalı. St Nicolaas Kilisesi’nin arkasında pek de dikkati çekmeyen bu şapelin önünden geçerken ön cephe taş süslemelerine göz atabilirsiniz.

Muiderkerk

Tropenmuseum ve Oosterpark’ın karşısında yer alan 1892 yapımı Protestan kilisesi, bugün hem kilise hem Kraliyet Tropik Enstitüsü’nün bir bölümü olarak kullanılmaktaymış.

Dominicuskerk

Spuistraat üzerindeki bu devasa kilise, 1882’de eski bir Dominikyen kilisenin üzerine yapılmış. Pierre Cuypers tarafından yapılan kilise, bugün kilise olma yanında dini ve dünya müziği konserlerine de ev sahipliği yapmaktaymış.

Koepelkerk

1671’de yapılan ve Rönesans tarzıyla ve muhteşem kubbesiyle dikkat çeken bu kilise, bugün düğünlere, özel davetlere, konferanslara ev sahipliği yapmaktaymış.

Norderkerk

Joordan’ın kuzeyinde yer alan bu kilise 1623’te tamamlanmış. Kilisenin yapısı haç şeklinde olup Rönenans ve Protestanlığı birleştiren bir tarza sahipmiş. Hiç açık göremediğimden içini göremedim.

Simge Yapılar, Anıtlar, Parklar 

Koninklijk Paleis

Dam Meydanı’nda bulunan ve Hollanda kraliyet ailesi tarafından resmi törenlerde kullanılan yapı, aslında belediye meclisi olarak 1648’de inşa edilmiş. Napoleon 1806’da Hollanda krallığı kurup başına da kardeşi Louis Bonaparte’ı geçirince burası saray olarak kullanılmaya başlanmış. Daha sonra Fransız hakimiyetiyle Fransız vali Charles François Lebrun’yu konuk eden saray, Kral I William ile tekrar asıl sahiplerine dönmüş. Eh, bir kere saray olmuş, tekrar meclis günlerine dönülmemiş ve sürekli kraliyet ailesinin sarayı olarak kullanılmış. 13 bin’den fazla kazıkla desteklenen ve klasik tarzda tasarlanan muhteşem binanın dış cephesindeki heykeller ve arka çatısındaki 6 metrelik devasa atlas heykeli dikkatinizi çekecektir.

İçeride özellikle Burgelzaal denen yurttaşlar salonunda büyüleneceksiniz. İki dünya haritasının süslediği mermer yer döşemesi ve dünyayı yüklenen atlas heykeli özellikle dikkat çekici. Salondaki Rembrant’ın öğrencileri Govert Flinck ve Ferdinand Bol’un eserleri de sarayın nadide süslerinden. Ayrıca Pieter de Hooch eserleri de Amsterdam’dan sahneler sunmakta. Ana salonu çevreleyen yan odalarda Napoleon zamanından kalma mobilyalarla döşenmiş bölmeler ziyarete açık. Saray her gün 10.00-17.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir, giriş 10 euro, IAmsterdam kartı burada geçerli değil.

Waag

Amsterdam’ın en eski binalarından biri olan ve şehri çevreleyen kalenin sınır kulelerinden biri olarak 1488 yılında yapılan şato benzeri yapı, bugün bir lokantaya ev sahipliği yapmakta. Nieuwmarkt Meydanı’ndaki yapı, o dönemde idamların da gerçekleştirildiği bir yermiş. 1617’de tartı evine dönüşen binada 1619’da cerrahlar loncası anatomi salonu elde etmişler. Hatta Rembrant’a Dr.Deijman’ın Anatomi Dersi tablosunu bu lonca ısmarlamış. 19 yüzyılda itfaiye olarak kullanılan bina, bugün Amsterdam’ın eğlence mekanlarının ortasında hoş bir görüntü sunmakta.

Schreierstoren

1487’de kent duvarının bir bölümü olarak yapılan kule,17. yüzyılda şehrin genişlemesi sırasında yıkılmayan birkaç kuleden biri. Bugün denizcilik eşyaları satan bir yere ev sahipliği yapmakta olan kule, ağıtçılar ismini, denize açılan kocalarını uğurlamaya gelen kadınların ağıtlarından almaktaymış. Henry Hudson, 1609’da Doğu Antiller’e giden yolu bulmak için buradan denize açılmış, ancak bulduğu Kuzey Amerika’da hala onun adını taşıyan Hudson Nehri olmuş.

Montelbaanstoren

Oudeschans kıyısında 1516’da surların bir parçası olarak yapılan 48 metrelik kule, eskiden denizcilerin denize açılmadan önce toplandıkları yermiş. Bugün su idaresinin binası olarak işletilmekteymiş.

Munttoren

Orta Çağ’dan kalma sur kapılarından Regulierspoort’un bir bölümünü oluşturan yerde, 1620’de Rönesans tarzında yapılan kule, adını 1673’teki Fransız işgali sırasında darphanenin buraya taşınmasından almış olup çan kulesi ve saatler 1619’da eklenmiş. Amstel nehri ile Singel Kanalı’nın kesiştiği yerde bulunan kulenin altında Delft seramikleriyle göz dolduran bir hediyelik dükkan bulunmakta. Çiçek pazarının bir ucu buraya dayanmakta.

Lookout

Eğer aziz Amsterdam’a bir tepeden olmasa da yüksek bir noktadan bakmak isterseniz, Ij nehrinin karşı kıyısında Tren İstasyonu’nun karşısındaki gökdelen mükemmel bir fırsat. İstasyonun arkasındaki iskeleden ücretsiz feribotlarla karşı kıyıya geçerseniz, bu gökdelenin tepesine çıkabilir, içkinizi yudumlar, yemeğinizi yerken müthiş bir Amsterdam manzarasını seyredebilirsiniz. Hatta çatıdaAmsterdam manzaralı salıncak keyfi yaşayabilirsiniz; biraz cesaret istese de, şimdiye kadar kötü bir deneyim yaşanmamış. Giriş 14.50 euro, online biletler 13 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz. Eğer atıştırmalık veya içecek bir şeyler isterseniz fiyatlar ona göre artıyor ama yukarıda parasıyla da istediğinizi alabilirsiniz.

Kanal turu, Heineken Experience gibi diğer şehir atraksiyonlarıyla birlikte kombine biletleri de bulunmakta. Salıncak ise 5 euro. Hergün 10.00-22.00 saatleri arasında açık. Zamanınız varsa, mutlaka…

Artis/Micropia-Zoo

27 tarihi binadan oluşan Artis, çeşitli müzeleri, kütüphaneleri, hayvanat bahçesini kapsamakta. Micropia, mikroplar dünyasına bir bakış sunuyor. Ortamları sağlanarak üretilmiş mikroplar, mikroskoplar altında inceleniyor. Ayrıca bir tarama cihazından üzerinizdeki mikrop dağılımı gösteren bir bölüm de var. Meğer tam bir mikrop yuvasıymışım; üzerimde 171 milyar mikrop bulunmaktaymış… Aynı bölümde hayvanat bahçesi de bulunmakta; yerde gökte ne ararsanız orada da var işte. Artis-Microbia 09.00-17.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir, ikisi birlikte 30.50 euro, microbia 16.00 euro, artis 24.00 euro. IAmsterdam kartıyla giriş ücretsiz. Buraya 9 ile 14 numaralı tramvayları kullanıp Plantage Kerklaan durağında inerek ulaşabilirsiniz.

Hortus Botanicus

Plantage bölgesinde dünyanın en eski botanik bahçelerinden biri olan Hortus Botanicus, 17 yüzyıla dayanan bir geçmişe sahip. Ekvatordan çöllere, türlü ortamlara ait bitki çeşidi sizi şehrin ortasında bir cennete götürecek. Seralar ve dış ortamlarda türlü türlü bitki ortamında kahvenizi yudumlamak isterseniz çok güzel de bir kafesi mevcut. Burası her gün 10.00-17.00 saatleri arasında ziyarete açık, giriş 9.75 euro. IAmsterdam kartıyla giriş ücretsiz. 14 numaralı tramvayla gelip Visserplein durağında inerek ulaşabilirsiniz. Ayrıca 51, 53, 54 numaralı metro hatları, 287 numaralı otobüs ile de buraya ulaşabilirsiniz.

Fo Guang Shan

St Nicolaas Kilisesi’nin arka tarafına düşen Çin Mahallesinde bulunan bu Budist Tapınağı, o karmaşanın içinde huzur arayan ruhlara pazartesi hariç her gün 17.00’ye kadar kapılarını açık tutuyor.

Magna Plaza

1895-1899 yılları arasında Noe Gotik ve Neo Rönesans tarzda yapılan bu muhteşem bina önceleri postane olarak kullanılmışsa da bugün hareketli bir alışveriş merkezi. Bu demektir ki şehrin merkezindeki bu yere mutlaka yolunuz düşecektir.

Nationaal Monument

Amsterdam sokakları heykellerle, anıtlarla süslü bir kent ama bunların içinde en önemlisi Dam Meydanı’na bakan anıt. II Dünya Savaşında kaybedilenlere atfedilen ulusal anıt, 1956’da açılmış. Şehrin ana buluşma noktası, Amsterdam’ın kalbi. Koninklijk Paleis, Nieuwe Kerk, Madame Tussauds Müzesine bakan Anıt’ın arkasında ise lüks oteller ve alışveriş merkezleri var.

Homomonument

Keizergracht kıyısındaki bu pembe mermerden üçgenden oluşan anıt, cinsel kimliklerinden dolayı hayatını kaybeden, eziyet çeken gey ve lezbiyenler için 1987’de açılmış, Westerkerk’in hemen önünde.

Station Amsterdam Centraal

Yol tariflerinde ana kalkış noktası aldığımız ve her gezginin Amsterdam’a geldiğinde ilk tanıştığı Merkezi Tren İstasyonu 1889’da açılmış. Binanın ön cephesinde şehrin tarihçesine göndermeler yapan altın yaldız süslemeler ister istemez dikkatleri çekiyor. Neo Klasik tarzdaki bu muhteşem bina, her ne kadar insanı büyülese de, yankesicilerin en yoğun olduğu bir bölge olduğu için bu büyüden bir kabusla uyanmamak için buralarda fazla oyalanmamanızı öneririm.

Arsenaal

Yahudi Müzesi’nin karşısında yer alan Arsenaal 1613’te depo olarak yapılmış binalar topluluğu olup bugün Mimarlık Akademisi’ne aitmiş. Burası 1808’e kadar yağ ve tahıl deposu olarak, bu tarihten sonra da silah deposu olarak kullanılmış.

Beurs van Berlage

1903’te borsa binası olarak yapılan bina, sert ve keskin hatlarıyla ve devasa boyutuyla Damrak üzerinde gözünüze çarpacaktır; bugün konserler, sanat etkinlikleri için kullanılmakta. Ayrıca Hollanda Filarmoni Orkestrası’nın da yeri. İçeri girerseniz insanoğlunun Adem’den borsacıya evrilmesinin freskolarla anlatılışını görebilirsiniz.

Köprüler-Magereburg

Amsterdam deyince kanallar ve kanallarla birlikte köprüler baş rolü kapmakta. Şehirdeki yaklaşık 1280 köprünün arasında ise Magereburg en ilginçlerinden. Amstel üzerindeki bu küçük köprünün ilk hali 1670’lere gitmekte. 1871’de genişletilen köprü 20 dakikada bir teknelerin geçmesi için açılmaktaymış. Köprü bir de rivayete sahip; köprünün altından geçerken kimi öpersen hayatının aşkı oluyormuş, hadi bakalım buseleri hazırlayın. Ayrıca Reguliersgracht üzerindeki 7 köprü de turistik heyecanlardan biri; efendim arka arkaya sıralanan 7 köprü öyle bir noktadan bakılınca arka arkaya görülüyor ve biz bunu yakalayınca turistik bir heyecan duyuyoruz. Kanal gezisi yaparsanız gözünüze gözünüze sokacaklar.

American Hotel-Europe Hotel

Amsterdam’ın en sükseli otellerinden olan Leidesplein’daki American Hotel ile Amstel kıyısındaki Europe Hotel dikkatinizi çekecek yapılardan. 1900 yapımı Art Deco tarzı American Hotel Milli Miras Listesine alınmış. Europe Hotel’de gerek manzarası gerekse binasıyla şehrin süslerinden.

Stadsschouwburg- Koninklijk Concertgebouw

Leidesplein’deki tiyatro salonu ile Museumplein’deki konser salonu binaları da ilginizi hak ediyor. Leidesplein’daki 1894 yapımı Neo Rönesans tarzdaki Stadsschouwburg, Amsterdam’da16 yüzyıldan beri süregelen tiyatro serüveninin bugünkü adresi, tabii şehir tiyatrosu olarak, yoksa şehirde onlarca özel tiyatro bulunmakta.

Concertgebouw 1888’de açılan ve bugün Boston ve Viyana ile birlikte en iyi konser salonu olarak kabul gören bir yer. Büyük ve küçük salon olmak üzere ayrılan bölümlerde, klasik müzik yanında The Who, Led Zeppelin, Pink Floyd gibi gruplar da sahne almış. Dünya müziğinin de yer bulduğu konser salonunda 1999’da Sezen Aksu’da bir konser vermişti. Ben Concertgebouw’da yılbaşı konseri izleme fırsatı buldum. Geziniz sırasında denk gelirseniz, internetten veya 13.00 sonrası gişeden bilet alabiliyorsunuz. Çarşambaları 12.30’da ücretsiz konser verilmekte.

Parklar

Amsterdam yemyeşil bir şehir, parklarla bahçelerle dolu. En ünlü parkı ise Leidesplein ile Museumplein arasındaki Vondelpark. İsmini yazar Joost van den Vondel’den alan ve 1865’te açılan park, şehrin en önemli dinlenme yeri. İçinde gül bahçeleri, mavi çay evi, müzik evi, açık hava tiyatrosu bulunan park, gezileriniz arasında durup dinlenmek için ideal bir yer. Vondelpark, şehrin en merkezi parklarından ama bunun yanında Beatrixpark, Krankendael, Sarphatipark, Amstelpark ve Ossterpark da diğer park seçenekleri arasında.

Park kadar şenlikli Bloemenmarkt’a da değinmekte fayda var. Singel üzerinde, Muntplein ile Koningsplein arasındaki bu yer, artık yüzmese de su üstünde olup bir zamanlar insanların kayıkla gelip öteberilerini sattıkları bir alanmış. Bugün envai çeşit çiçeklerin, çiçek tohumu ve soğanlarının, hediyelik eşyaların satıldığı bir yer. Etrafı da renkli dükkanlar ve kafelere ev sahipliği yapmakta.

Bölgeler

Amsterdam küçük bir şehir ama yine de şehri tanımamız için bölgelerine göz atmamızda fayda var. Merkez Tren İstasyonu’nun bulunduğu bölge Nieuwe Zijde; tüm Damrak’ı içine almakta. Gidiş yönümüze göre hemen solu ise Oude Zijde, şehrin en eski kısmı, Red Light falan burada. Sola doğru ise Plantage yer almakta… Gidiş yönüne göre sağımızda ise Batı Kanal-Orta Kanal ve Doğu Kanal bölgeleri bulunmakta. Yarım daire şeklinde gelişen şehir de Doğu Kanal Bölgesi Plantage ile komşu oluyor. Bizi ilgilendiren bir bölge de Orta Kanal ve Doğu Kanal bölgesine sırtını dayamış Museumplein bölgesi. Şimdi bu bölgelerde dolaşıp önemli noktalara değinelim.

Damrak-Dam Meydanı

Tren istasyonundan başlayıp Dam Meydanı’na kadar ulaşan bölge, Amsterdam’ın kısa bir özeti sanki. Şehrin alışveriş merkezi, dünya mutfağından türlü seçkilerin kendine yer bulduğu, her türlü eğlencenin görüldüğü, kafeleri, barları, otelleri, kahve dükkanları, Seks Müzesi’nden Kraliyet Sarayı’na kadar her türlü ziyaret noktasıyla herkesin defalarca yolunun geçeceği bir yer. Şehrin en lüks alışveriş merkezlerinden turistik eşya satan yerlere kadar ne ararsanız var. Damrak boyunca, şehrin tarihine tanık olan Hollanda tarzı evlerin de en iyi örneklerini görebileceksiniz; bu malikaneler gerek dönemin en pahalı randevu evlerini gerekse kralları, valileri konuk etmişler. Ayrıca dönemin izlerini de taşımakta… Özellikle yapı biçimleri dönemin modasını yansıtıyormuş. Mesela huni çatı alınlıkları en eski yapılarmış, sonra merdiven ve çan şeklinde çatı alınlıkları görülmüş.

Ayrıca çatılardaki levhalar ve resimler, ev sahibinin mesleğini göstermekteymiş. Bu arada merkezde yer darlığı nedeniyle ev cepheleri 6 metreyi geçemezmiş ama içeri doğru derinlikte bir sınırlama yokmuş; bu nedenle zenginler yan yana iki tane ev yaptırıp arka tarafta evler birleştiriyormuş, yan yana ikiz evlerin sırrı da buymuş. 17 yüzyılda malikanelerin içi ise dönemin modasına uygun olarak 16. Louis dönemine ait mobilyalar, Türk halıları, İran ipeklileri ile döşenirmiş. Hollanda tarihinin aktığı Dam Meydanı bugün insanların buluşma, şikayeti olanların protestolarını yaptığı yer. Son gittiğimde her Allahın gecesi, sarı-kırmızı-yeşil renkli bayraklar taşıyan gruplarca Türkiye protesto ediliyordu.

Başta Koninklijk Paleis, Nieuwe Kerk, Madame Tussauds Sarayı olmak üzere yapılarıyla, anıtlarıyla lüks otel ve alışveriş merkezleriyle ve hiç eksilmeyen esrar kokusuyla mutlaka yolunuzun geçeceği bir yer.

Waterlooplein

Damrak Bulvarı bitiminde Rokin’den sonra muhteşem Europe Hotel ile başlayıp Amstel’in karşı yakasında yoğunlaşan bölgenin en ünlü yanı, Hollanda’nın en büyük bit pazarı. Ne ararsanız var, vintage parçalardan iç çamaşırına kadar… Kırmızı Belediye Binası, Stopera binası, Sant Egidio Kerk meydanın diğer öne çıkan yerleri. Stopera’da her salı 12.30-13.00 arası ücretsiz konserler verilmekte. Meydanın hemen arkasında Rembrant Huis, yan tarafında Hermitage Museum ve Sant Egidio Kilisesi’nin karşısına gelen meydanda Sinagog bulunmakta. Megareburg Köprüsü de burada.

Burası, Amstel’e bakan tarafı Amsterdam’da en güzel resimleri çekebileceğiniz bir nokta. Meydanın Amstel’e bakan kıyısındaki Yahudi direnişi için yapılan heykel ise, bu güzelliklerin arkasında yatan acıların sessiz bir simgesi gibi.

Jordaan

17. yüzyılda yoksul ve göçmenlerin yerleştiği bölge 19. yüzyılda işçilerin yaşadığı bir alan olmuş. Üç kanalın birleştiği bölge olan Jordaan şimdilerde Amsterdam’ın en bohem yerlerinden biri.Turistler için de ilgi çekici. Burası Amsterdam geleneksel müziğinin de doğduğu yermiş, zaten bu müziği yapan Johnny Jordan ve diğerlerinin heykelleri karşılayacak sizi.

Anna Frank’ın Evi olmak üzere bir çok ziyaret edilecek yer var. Şık kafeleri, sanat galerileri, butik dükkanları, dünya mutfağından türlü lokantaları, daracık sokakları, renkli havasıyla mutlaka uğrayacağınız yerlerden. Ayrıca hatırı sayılır büyüklükte bir antika pazarı da burada yer almakta.

Rembrantplein

Lokantaları, pubları, kafeleri ile özellikle geceleri dağıtmak için uğrayacağınız bir yer Rembrantplein. Merkezdeki küçük parkta, Rembrant’ın ‘Gece Devriyesi’ resmi heykellerle canlandırılmış; sırf bunun için bile gitmeye değer. Meydanda bir kafede oturun, bırakın bütün Amsterdam önünüzden geçsin, tam seyirlik bir mekan. Mücevheratçılar, sinemalar, şık lokantalar, eğlence mekanları ve hediyelik eşya satan dükkanlarla süslü bölge geleneksel Hollanda havalarından en tekno tınılara kadar her türlü sesin, soluğun duyulabileceği bir yer. Amsterdam’ın gece hayatının en önemli duraklarından birisi de burası. Buraya 4, 14 tramvay hatlarıyla, 285-287-289-291-293 otobüs hatlarıyla ulaşabilirsiniz.

Leidseplein

Amsterdam’ın bir başka önemli noktası da Leidesplein. Çiçek pazarının bir ucu olan Koningsplein’dan başlayan Leidestaat boyunca hem alışveriş yapıp hem türlü lezzetlerden tadarak ilerlerseniz American Hotel ve Stadsschouwburg’un taçlandırdığı meydana varacaksınız. Sokak kafelerinden lüks lokantalara, tiyatrolardan gece klüplerine günün her saati için muhtelif eğlenceler sunan bir yer. Leidesplein yanındaki Max Euweplein ise şık ve ışıltılı kumarhanesi Casino Holland yanında lokantası ve satranç müzesi ile öne çıkıyor. Volenpark’ta hemen yakında. Ayrıca Amsterdam’ın gece hayatına damgasını vuran Paradiso ve Melkweg’de burada. Her ne kadar yürüme mesafesi olsa da buraya 2,11,12 tramvay hatlarıyla, 282-283-284-288-N47-N57-N97 otobüs hatlarıyla ulaşabilirsiniz.

Museumplein

Leidesplein’den devam ederseniz Amsterdam’ın müze bölgesine varacaksınız. Amsterdam’ın en önemli müzelerinden Rijksmuseum, Van Gogh Museum ve Stedelijk Museum burada. Elmas müzesi Diamant Museum ile modern sanat müzesi Moco Museum’da aynı meydanda. Alanın diğer ucunda ise Concert Gebouw yer alıyor. Entel gezginler buraya… Müzelerin ortasında geniş bir park, paten sahası ve geniş bir kafeterya yer almakta. 12 numaralı tramvay hattı ile 288-N47-N57-N97 numaralı otobüs hatları buraya gelmekte.

Yeme İçme
Amsterdam dünya lezzetlerinin her türünün kendine yer bulduğu bir yer. Hollanda mutfağı olarak patates, bezelye, et falan dışında pek bir şey olmadığından ister istemez başka mutfaklar bu boşluğu doldurmuş.

Amsterdam’da kahvaltıda, pancake çok önemli, Hollanda tarzı falan deniyor ama ben farkı bilemedim. Bu durum da Hollanda mutfağı hakkında fikir verebilir; en büyük olayı pancake… Eğer sizde pancake yiyecekseniz hemen her yer yapıyor ama Pancakes Amsterdam isimli bir zincir dükkan neredeyse neli isterseniz yapıyor, domuz pastırmalısından orman meyvelisine… Amsterdam’da 4 yerleri var, ben Prins Hendrickkade 48 adresindeki yerlerini denedim. Kahvaltı için tercih edeceğiniz yiyecek omlet ise bunun içinde Omeleggs var, yine çok çeşitli hazırlanıyor. St Nicolaas Kilisesi’nin arkasındaki sokaktaki yerlerinde denedim. Pancake ya da omlet yerine peynirdi şarküteriydi, daha Fransız bir şeyler isterseniz Martelaarsgracht civarındaki Niemeijer uygun. Daha şatafatlı bir kahvaltı içinse aynı yerdeki Wyers önerilebilir.

Amsterdam’da ünlü olan ringa balığı; atıştırmalık olarak da lokantalarda da yiyebilirsiniz, salamura şeklinde yiyebileceğiniz herring büfeleri sokak başlarında mevcut… Ve tabii patates kızartması. Ayak üstü atıştırmalıklar arasında sayılan patatesi en iyi yaptığını iddia eden yer ise Damrak üzerindeki Mannekenpis… Bizim kumpir tarzında patates ise Jackets baked potato’da… Spui’deki Van stapele ise nefis kurabiyeleriyle önerebileceğim bir yer; siyah çikolata ile yapılmış kurabiyeler, türünün en mükemmel örneklerinden.

Hollanda mutfağının pek göz doldurucu olmadığından bahsettik ama illa Hollanda mutfağı diyorsanız bu konuda ilk akla gelen yer, beş sinek anlamına gelen D’Vijff Vieghen… Spui’deki bu lokanta ünlü ve pahalı. Hollanda mutfağı konusunda Kalverstraat’daki De Rosenboom’da daha makul bir seçenek olarak düşünülebilir. Yine Spui’deki Restaurant Haesje Claes de Hollanda mutfağına ağırlık veren bir lokanta.

Başka ülkelerin mutfağı deyince de Endonezya mutfağı Amsterdam’da oldukça yaygın. Bu konuda ben Wau’yu denedim. Suşi tercih ederseniz Sumo, zincir lokantalardan ve menüleriyle tıka basa doyuyorsunuz. Özellikle Çin Mahallesinde Çin lokantaları yaygın. Bunlar arasında Kam Yin, hem makul fiyatlarıyla hem çeşitli menülerle tercih edilebilecek yer. Ayrıca Çin mutfağı için Damstraat’daki Golden Chopstick üç katta verdiği hizmetle öne çıkan bir yer.

Deniz ürünleri tercih ediyorsanız size gönül rahatlığıyla önerebileceğim yer Mr Crab… Spui civarındaki bu lokanta, hem çeşit hem lezzet olarak gayet tatmin edici, fiyat da fena değil.

İlla Türk yemekleri diyorsanız, Simit Dünyası neredeyse her yerde. Ama Joordan’daki Divan Türk mutfağının en seçkin örnekleriyle sizi daha çok tatmin edebilir. Söylemeye gerek yok; neredeyse her mahallede adında ‘İstanbul’ geçen dönerciler mevcut.

Tren İstasyonu çevresindeki Cafe de Ster ve Cafe Karpershoek, geleneksel Amsterdam kafelerinin iyi örneklerinden. Bu açıdan Rembrant Meydanı’ndaki kafelerin de haklı bir ünü var. Tren İstasyonunun arkasında dillere destan manzaralı kütüphanenin hemen önünde, nehrin üzerindeki Çin tapınağı kılıklı binada ise dünya mutfağının her türlü örneğini deneyebilirsiniz.

Waterlooplein civarındaki Neuwe Doolen Straat’taki Cafe de Jaren, mutlaka uğramanız gereken bir yer. Öğrencilerden turistlere herkesin beğeneceği bir şeyler bulabileceği kafe, hem çeşitleri hem manzarası, hem havasıyla güzel bir yer. Hem manzara hem şıklık açısından Dam kenarındaki Grasshopper’da listeye eklenebilir. Merkeze biraz uzak olsa da 12 numaralı tramvayla ulaşabileceğiniz Loetje ise, kafe olarak göz doldurucuydu.

Amsterdam lokanta açısından çok zengin bir yer. Rembrantplein, Joordan, Leidesplein hem mutfak çeşitliliği hem fiyat uygunluğu açısından her tercihe göre bir seçenek sunuyor. Tren İstasyonunun iki tarafındaki alan ve Spui Meydanı ve Caddesi de bu açıdan çok zengin. Mutlaka damak zevkinize uygun bir yer bulacaksınız.

Alışveriş

Amsterdam alışveriş için bir çok seçenek sunuyor, biraz alışveriş keyfi olan biriyseniz başınızı bu yerlerden alıp müzeydi, kiliseydi gezmeniz bile mümkün olmayabilir. Amsterdam’da mağazalar genelde 09.00-18.00 saatleri arasında açık. Ama pazartesileri açılış saati 10.00 oluyor, kapanma saatleri ise perşembe 21.00, cumartesi 17.00. Pazar genelde dükkanlar kapalı ama Kalverstraat, Damrak ve Leidseplein bu konuda daha esnek.

Nieuwedijk ve Kalverstraat, şehrin alışveriş ana damarı. Trafiğe kapalı olan bu sokaklar, ne ararsanız bulabileceğiniz bir bölge. Nieuwedijk, Tren İstasyonu ile Dam Meydanı arasında uzanmakta. Dam Meydanı’nda yer alan bir diğer yaya yolu Kalverstraat, her markanın yer aldığı bir yer; sokak üzerinde Kalvertoren alışveriş merkezi de bu zenginliğe katkıda bulunuyor. Buralarda zaten alışverişin faziletlerini anlatan sokak aydınlatmaları var ‘Shop.Never Stop’ diyen…

Koningsplein’i Leidesplein’e bağlayan Leidsest’da alışveriş için ideal bir yer; Beauty X’de ucuz parfümeri ve kozmetik için bakabileceğiniz bir mağaza… Ayrıca hediyelik eşya ve giyim mağazaları da bol.

Trafiğe kapalı bir sokakta Albert Cuypstraat peynirden çiçeğe, iç çamaşırdan terliğe her şeyi makul fiyata bulabileceğiniz bir yer. 3, 4, 12, 16, 24 numaralı tramvay, 52 numaralı metro (De Pijp durağı) ve 356 numaralı otobüsle (Van Woustraat durağı) ulaşabilirsiniz.

Amsterdam’ın alışveriş cenneti olarak niteleyebileceğimiz bir yer de, De 9 Straatjes olarak bilinen (Reestraat, Hartenstraat, Gasthuismolensteeg, Berenstaat, Wolvenstraat, Oude Spielstraat, Rijnstraat, Huidenstraat, Wij de Heisteeg sokakları) 9 küçük sokak, eski şehirde Herengracht, Keizergracht ve Prinsengracht’ı kesen bir bölge, ne ararsanız var.

Alışveriş merkezi olarak bakıldığında binasıyla da öne çıkan NieuwezijdsVoorburgwal’deki Magna Plaza bir seçenek sunuyor. Dam Meydan’ındaki De Bijenkorf öne çıkan markaları bulabileceğiniz büyük bir alışveriş merkezi. Hemen yanındaki Hudson’s Bay özellikle giysi konusunda uğrayabileceğiniz bir yer.

Spui Meydanı alışveriş seçeneklerinin olduğu bir yer; buradaki Artsplein ise gravürden resime sanatçılarının el ürünlerini sattığı bir alan. Muntplein civarındaki çiçek pazarı ise, Hollanda’nın simgesi lale yanında türlü çiçekleri, soğanlarını ya da hediyelik eşyaları bulabileceğiniz bir yer.

Lüks arıyorsanız Rijksmuseum çevresindeki P.C.Hooftstraat’da Cartier, Gucci, Tommy Hillfinger gibi markaları bulabilirsiniz. Lüks deyince Amsterdam’a gelip de bir pırlanta almadan dönmek olmaz diyorsanız Nieuwe Uilenburgerstraat’taki Gassan bu işin piri; sorun parayı denkleştirmek. Rijksmuseum çevresinde Nieuwe Spiegelstraat, antika arayanlar için uğranılacak bir yer. Antika için Joordan’daki Amsterdam Antiques Market’de antika satan bir çok dükkanı barındırmakta. Eğer ilgiliyseniz özellikle Hollanda’ya özgü Delft mavisi ile işlenmiş porselen ve seramikler bulabileceğiniz bir yer. Amsterdam’da bana ilginç gelen bir şey de, gastronomie nostalgie adıyla eski yemek takımlarının satıldığı dükkanlar, Spui’de büyük bir örneği bulunmakta.

Eğer antika meraklısı değilseniz Delft mavisi ile işlenmiş yeni porselen ve seramik objeler için en uygun yer, Çiçek Pazarı bitişiğindeki Munttoren altındaki mağaza; kalite ve çeşit açısından en uygun yerlerden… Amsterdam’dan alabileceğiniz en güzel hatıra bence Delft seramikleri; bu konuda 17 yüzyıldan beri üretim yapan De Porceleyne Fles en kaliteli üretime sahip olan isim.

Kitap arıyorsanız Leliegract’a uğrayın. Amsterdam’daki en büyük kitapçı ise Koningsplein’deki Scheltema… Plak arıyorsanız Utrecht Straat’taki Concerto Mağazasında bulabilirsiniz, varsa orada vardır.

Amsterdam alacağınız belki de en önemli şey peynir; bu açıdan şehrin çeşitli yerlerinde bulunan Old Amsterdam ve Henri Willig otlusundan soslusuna muhtelif çeşitleriyle size seçenekler sunmakta. H.Willig online siparişte alıyormuş; cheeseshop.henriwillig.com…Ayrıca peynir tadım saatleri de var, tabii ücreti karşılığında.

Buradan alabileceğiniz bir şey de, Hollanda cini olarak tanımlayabileceğimiz Bols. Delft seramik desenli şişelerde olanlar biraz daha pahalı ama hatıra olarak saklanabilir.

Waterlooplein Hollanda’nın en büyük bit ikinci el ürünler için mutlaka uğranılmalı, plaktan seramiğe çok çeşitli şeyler bulunabilir. Episode ise Waterlooplein ve Joordan’daki mağazalarında retro giysiler için göz atılabilecek bir yer.

Günlük alış verişler için Etos, Kruidvart, Spar, Albert Heijn, Zeeman muhtelif yerlerde karşısınıza çıkacaktır. Yiyecek içecek açısından Albert Heijn işinizi kolaylaştıracaktır. Kruidvart ise mumdan çanak çömleğe türlü ev eşyasını sunmakta.

Konaklama

Amsterdam pahalı bir yer, otel fiyatları da gayet pahalı. Damrak boyunca görece ucuz yerler bulunabilir ama rahatınızdan fedakarlık etmek kaydıyla. Vondelpark’ın çevresinde de bütçenizi zorlamayacak yerler var. Dam Meydanı’na bakan Hotel Krasnapolsky, Amstel Hotel, Hilton ve Okura gibi lüks otellerin yanına yaklaşılmaz. Aynı şekilde American Hotel, Hotel Europe, görkemli binası, manzarası ve yüksek ücretleri ile farklı bir kategori. Prins Hendrickkade kıyısındaki Hotel Amrath ve Magna Plaza’nın yanındaki Hotel Die Port van Cleve’de beş yıldızlı yerlere iyi bir örnek.

Bütçeyi düşünerek hareket ettiğimden ben Damrak yolu üzerindeki Hotel van Gelder’de kaldım; minimum koşullar vardı, temizdi, yeri muhteşemdi ama çok konfor beklemeyin. Warmoesstraat’taki Hotel CC’de denenmiş ve memnun kalınmış, fiyatı çok uçuk olmayan 3 yıldızlı bir otel. Makul dediğimiz oda fiyatları bile, Türkiye’de enikonu iyi otellerin bir gecelik ücretinden fazla olabiliyor, bütçeyi ona göre yapmakta fayda var.

IAmsterdam Card

Yazı boyunca gönderme yaptığım IAmsterdam kartı, benim bu seyahatte sağ kolum oldu. 24, 48, 72, 96 ve 120 saatlik olarak alınabilen kartların fiyatı sırayla, 65-80-105-120-130 euro. Fiyatı yüksek gibi görünebilir ama müze fiyatlarını da okudunuz. Amsterdam’a geldiğinizde görmek isteyeceğiniz Rijksmuseum, Van Gogh Museum, Huis Rembrant, Stedelijk Museum gibi müzelerin girişi bile bir günlük kart fiyatından fazla. Gün sayısı artıkça kartın marjinal faydası artmakta. Ayrıca ücretsiz kanal turu, Amsterdam’ın gururu Pancake Amsterdam gibi bazı kafe ve lokantalarda indirim ve ücretsiz ulaşımı da düşünürsek benim için bu kartı kullanmak çok avantajlı oldu. Gezinizin ne kadarını müzelere ayıracağınızı planlayın, çünkü bu kart temel olarak müzelere gidildiğinde uygun oluyor. Ben kartı Merkez Tren İstasyonu’nun dışındaki turizm bürosundan aldım. Diğer bir seçenek ise, Müze kart almak ama onun avantajları müzelerle sınırlı.

Son Söz

Bazı yerler vardır, gidersiniz, o kadar seversiniz ki, sanki önceden de hep orada yaşadığınızı sanırsınız. Ayrılırken bir yanınızın orada kaldığını düşünürsünüz belki de… Sizden geriye kalan bir anı, bir esinti, bir gölge sokaklarda dolanır durur, siz orada olmasanız da… Amsterdam öyle bir yer benim için… Hoşgörünün sokak taşlarına kadar sindiği bir yerde olmak (bir sürü karşı örnek sunulabilir, ne de olsa beşer şaşar…), kanalları boyunca yürümek, insanların birbirine yargılamadan baktığı bir şehirde dolaşmak, bunun yaşanabilir-yapılabilir olduğunu görmek iyi geliyor bana…

Ben orada olmasam da geride kalan gölgem dolanır durur sokaklarında, bir gün gelebilirsem tekrar kavuşmak, bütünleşmek hayaliyle… Ayrılırken; ayakta kalırsam yolum düşer bir gün nasılsa diye geçirdim aklımdan ve bekle, dedim gölgeme…

Bernina Express: UNESCO Listesi’nde En Güzel Manzaralı Tren Yolculuğu

bernina-express

Bernina Express ile tren yolculuğu Unesco Dünya Mirasları Listesi’nde yer alan, dünyanın en güzel tren yolculukları arasında sayılan özel bir yolculuk. İsviçre Alpleri’nden başladığımız tren yolculuğu güneyde İtalya sınır kasabası Tirano’da son buldu.

Niçin Bernina Express

Unutulmaz tren yolculukları keyfini  iki yıl önce Norveç fiyortlar gezimizde Flam treni ile tatmıştık. Norveç’in olağanüstü doğasında vadiler, şelaleler arasındaki Flam ile Myrdal arası sadece 50 dakika sürüyordu. Biz  hem gidiş hem dönüş bileti alarak iki kez aynı rotayı yapmış olduk. Flam treni deneyimi sonrası dünyanın en güzel tren rotalarını araştırırken bir blogda Bernina Express karşımıza çıktı. Bu yolculuk ilk ilkbahar gezi programına alındı ve rota çalışılmaya başlandı.  Gezi İsviçre’de başlayıp, İtalya’da son bulacağına göre, dört arkadaş İsviçre Zürih gidiş, Milano dönüş biletlerimizi aldık.

Bernina Treni programını hazırlamaya çalışırken bu kez İsviçre’de yine dünyanın en güzel tren yolculukları arasında Glacier Express tren yolculuğunun olduğunu okuduk. Madem dünyanın en güzel manzaralı tren yolculukları diye yola çıkmıştık ve iki tren de İsviçre’de ise ikisi de programa alınmalıydı. Gezi programı da iki trenin başlangıç ve bitiş duraklarına göre planlanmalıydı.

Gezimizin başlangıç noktası Zürih’e uçtuk. Zürih’e tam iki dolu gün ayırarak şehri gezdik. İlk tren gezimiz için Glacier Express başlangıç noktası Zermatt’a Zürih’ten trenle gittik. Bu tren manzaralı tren yolcuğu arasında sayılmıyor tabii ki. Biz iki ayrı özel tren yolculuğundan söz ediyoruz.  Bir gece Zermatt’ta kaldık, ertesi sabah Glacier Express ile  güney İsviçre’yi, Alpleri batıdan doğuya 8 saat süren bir yolculukla kat ettik. Bu yolculuk dünyanın en güzel ve en yavaş tren yolculukları arasında sayılıyor. 

Glacier Express yazımızı okumak isterseniz. Glacier Express ile Alplerde Tren Yolculuğu

Biz Bernina Express yolculuğumuza dönelim.

Bernina Express ile Yolculuk

Glacier Express’in bitiş noktası St.Moritz aynı zamanda Bernina Express başlangıç noktası olarak planlanmış.

İsviçre’nin popüler kayak merkezlerinden St.Moritz kasabasında bir gece konakladık ve  sabah saat 9.30’da Bernina Express trenine bindik. Saat 12.00’de Tirona’ya ulaştık. İstenirse aynı rota Tirano’dan St.Moritz’e ters yönden de yapılabiliyor.

Yol boyunca tırmandığımız dağlar, içinden geçtiğimiz vadiler, nehirler, göller, köprüler, viyadükler bize  inanılmaz görüntüler sundu. Yazıda paylaştığımız resimler ve video hissettiklerimizi anlatmaya yetmez. Gezginlere bu  tren yolculuğunu programlarına almalarını kesinlikle öneririm. Glacier Express daha uzun süreli ve daha pahalı bir yolculuk sunuyor. Daha açık ifade etmek istersek gidiş dönüş uçak biletlerimizden daha yüksek rakamı sadece Glacier Express için ödediğimizi yazabiliriz. Bernina Express fiyatları ise  Glacier Express’e göre çok daha uygun ve yolculuk da inanılmaz keyifli.

Önce Bernina Express treni videomuzu izlemek isterseniz…

Kırmızı renkli trenin en arka vagonu panoramik manzaralı camlar ile özel olarak tasarlanmış. Böyle bir trende manzaralı vagonun önemli olduğunu düşündüğümüzden yerimizi oradan ayırtmıştık. Bu vagon için 5 CHF daha fazla ödedik. İyi de yapmışız, camdan bu nefes kesen  görüntüleri keyifle izlemenin yanı sıra en arka vagonda olduğumuz için yolculuk sırasında trenin dönüş görüntüleri ve fotoğraf çekimleri daha güzel oldu. Ömrümüzde bir kez yapabileceğimizi düşündüğümüz bu yolculukta her anın görüntüsü de unutulmaz olmalıydı.

Yolculuğun her anı çok güzeldi, bir an  gözümüzü kırpmak istemedik. İsviçre’de tren buzullar, karlar içinde süzülürken, İtalya’ya yaklaşırken ağaçlar üzerlerindeki karları silkelemiş baharın yeşil rengine bürünmüşlerdi.

Alplerin eteklerindeki masalsı köylerin arasında  süzüldü trenimiz.

Plessur Nehri, Lago Bianco ve Lej Nair göllerinin kıyıları, Poschiavo Vadisi, dağlar, köprüler, viyadükler doğada ünlü bir ressamın yaptığı tablolar gibi gözümüzün önünden geçiyordu. 55 tünel  196 köprü de  insan eli ile doğada ulaşabileceğimiz güzellikleri sunuyordu bize.

Yolcuğun sonuna doğru geçtiğimiz  Brusio Viyadüğü nerede ise 360 derecelik açısı ile hem bir mimarlık harikası, hem de tam bir görsel şölen. Gezinin en güzel fotosunun çekildiği viyadük.

İsviçre’den nereden Bernina Express trenine binebiliriz sorusunun cevabı bize üç ayrı yer olarak cevaplanıyor.

Bernina Express

Biz bir gün önce Glacier Exspress ile Chur’dan St.Moritz’e kadar olan bölgeyi gördüğümüz için Chur veya Davos yerine St. Moritz’den başlamayı tercih ettik. Süre ve fiyatlar başlangıç noktasına göre değişiyor.  hatlar ve bilet fiyatları aşağıda yer almaktadır.

Journey 2nd class 1st class 2nd class, back 1st class, back
Chur – Tirano CHF 66.00 CHF 113.00 CHF 132.00 CHF 226.00
Chur – Poschiavo CHF 59.00 CHF 101.00 CHF 118.00 CHF 202.00
St. Moritz – Tirano CHF 33.00 CHF 57.00 CHF 66.00 CHF 114.00
St. Moritz – Poschiavo CHF 25.00 CHF 42.60 CHF 50.00 CHF 85.20

Bernina Ekspres bilet, rota ve detaylı bilgisi aşağıdaki linkte yer almaktadır. 

www.rhb.ch

Bizim için rüya gibi geçen tren  yolculuğu İtalya sınır kasabası Tirona’da son buldu.

Tirano küçük bir kasaba, asıl ilginç nokta bu güne kadar Avrupa Birliği ülkeleri dışında ülke değiştirdiğimizde pasaport kontrolünden geçmiştik. Bu gezide Tirona Tren İstasyonu’nda indik ve İsviçre Avrupa Birliği ülkesi olmamasına rağmen sadece istasyondan çıkıp İtalya Milano trenine binmek üzere hemen yanındaki diğer istasyona geçtik. İsviçre’den İtalya’ya pasaport kontrolü olmadan geçmiş olduk.

Tirano’dan otobüsler ile Lugana’ya gidebilirsiniz. Tren biletini alırken bu manzaralı otobüs biletini de alıp  Lugana’ya kadar güzel bir yolculuk yapılabilir.

Biz gezi programımıza dünyanın en güzel manzaralı iki tren yolculuğunu almıştık. Ancak iki ülkede de belirli şehirleri gezmeden de olmazdı. Bu nedenle iki gece Zürih’te kalarak İsviçre’nin bu güzel şehrini gezdik.

Zürih yazımız için  Zürih Gezi Rehberi tıklayınız.

Trenlerin kalkış ve bitiş yerlerine göre iki kayak Merkezi Zermatt ve St.Moritz’de birer gece konakladık. Bu kayak merkezlerini gezdik sayılmaz. Ancak Bernina Expres ile İtalya’ya ulaşınca her şehri ayrı güzel İtalya’dan ayrılmak istemedik. Bu nedenle İtalyan hızlı trenleri ile Milano ve Bologna’ya geçtik ve bu iki şehirde üçer gece  kaldık. Bologna ilk kez gezdiğimiz etkileyici bir Orta Çağ şehri. Milano’yu iki yıl önce gezmiştim ancak  şehrin sanat yönü eksik kalmıştı. Üç günlük Milano programına dünyanın en ünlü eserlerinden Leonarda Da Vinci’nin Last Supper (Son Akşam Yemeği), tablosu  Michelongelo’nun yarım kalan Pietası, Bilim Sanat Müzesi ve La Scala Operası’nda modern bale izlemeyi de dahil ettik. Yazıda diğer Milano ve Bologna gezimizden de söz etmek ihtiyacını duydum. İki ülke olunca iki ünlü trenin yanında İsviçre’de ve İtalya’da güzel şehirleri de programa almanın ve çok yönlü bir tatil planlamanın mümkün olduğunu belirtmek isterim.

Gemiyle Yunan Adaları Gezisi

Gemi ile Yunan Adaları hayallerimde yer alan bir gezi idi. İzmir’de yaşamak, bize bavulunu toplayıp hemen gemiye binip denize açılma fırsatı ve heyecanı sağlıyor. 

Bu yazıda amacım gezdiğimiz adaların tüm gezilecek yerlerini detaylı yazmaktan çok gemi ile gezmenin ayrıcalığını yaşatmak ve gezilen adalarda ekstra tur almadan kendi rotanızı nasıl çizebileceğinizi anlatmaktır. Gemi ile gezerken her bir adada en fazla 7-8  saat kadar zaman geçirebiliyorsunuz. Buralarda hangi ulaşım araçları ile bu sürede nasıl gezilebileceğini anlatmaya çalıştım. Adalarda daha uzun süre kalma durumunda yapılacaklar ayrı bir yazı konusudur. Örneğin Midilli Adası, Samos Adası  yazılarımda bir ada  üç gün kaldığımız için gezilecek yerler daha detaylı anlatılmaktadır.

Midilli Adası Gezi Rehberi: Zümrüt Ada

Samos Adası Gezi Rehberi: Zümrüt Ada

Yunan Adaları gemi turu 3 veya 4 gecelik olarak düzenleniyor. Dört gecelik  ETS tur gemisi her pazar  Çeşme’den hareket ediyor, Perşembe sabahı geri dönüyor. Fiyatları kamara türüne bağlı olarak kişi başı 299 Euro’dan başlıyor, erken rezervasyon ile bu fiyattan penceresiz kamara bulunabiliyor. Fiyatın içerisinde  sabah kahvaltısı, açık büfe öğlen yemeği, akşam yemeği, akşam üzeri çay kahve ikramları ve günlük iki çeşit alkollü ve alkolsüz içecek bulunmaktadır. Ayrıca açık büfe yerine alakart restoranda da ücretli yemek  seçeneği de bulunmaktadır. Seyir halindeyken gemideki “duty free” den alışveriş yapılabilmektedir.

Her sabah farklı bir limanda uyanıp, farklı bir adayı gezmek gemi ile seyahatin en güzel yönlerinden. Akşamları da gemi yeni destinasyonlara doğru yol alırken, siz zengin sofralarda, şık masalarda  yemeğinizi canlı müzik eşliğinde yiyebilir, değişik animasyonlar izleyebilirsiniz. ETS son derece profesyonel bir ekip ile güzel bir hizmet sunmaktadır.
 
Adaları gezmek için profesyonel rehberlik hizmetleri verilmekte ancak bu geziler ekstra tur olarak fiyatlanmaktadır. Bizim gezimizde üç ada ve Pire Atina ekstra turlarının toplam fiyatı 200 Euro civarında idi. Bu turları satın alıp rahatça dolaşabilirsiniz. Böylece gemi konaklama ve yemek için verdiğiniz kadar bir rakam ödemeniz gerekiyor.  Biz gezgin olarak bu turlara katılmadan adaları minimum maliyet ile gezdik. Adaları anlatırken her adada kendi turlarımızdan söz edeceğim. 
Mikonos Adası

Gemi Çeşme Limanı’ndan  saat 15.00’te hareket etti. Saat 20.00’de  Mikonos Limanı’na vardık. Limandan otobüs ile merkeze ulaştık. Yürüyerek adanın ara sokaklarında dolaştık.
Gemiyle Yunan Adaları

Şık restoranlar, barlar, hediyelik eşya dükkanları, sevimli sokakları ile Mikonos renkli gece hayatı seçenekleri sunan özel bir ada. Sokaklarda dolaşıp, gecenin sonuna doğru deniz kenarında bir barda bir şeyler içtik. Benim için bu  gezide eksik hissettiğim Mikonos’u gündüz görememek oldu. Adanın sadece gecesini gördüğümüz için  kafamda adanın resmi oluşmadı. Aslında Mikonos gece hayatı ile ünlü olduğundan birçok kişi için adanın sadece gece hayatını yaşamak yeterli gelebilir. Benim açımdan gün içinde adayı gezip, gece de zaman geçirmek daha cazip olabilirdi. Gemi sabah 6.30’da  limandan ayrıldı.

Santorini Adası

Santorini’ye pazartesi günü saat 13.00′ te ulaştık. Gemi adaya yaklaşırken karşıda volkanik kızıl bir tepe görünüyordu. Kıyıda deniz kenarında bir yerleşim görünmüyor, şehir tepeye kurulmuş. Gemi açıkta demirliyor, tender botlarla dik bir yamacın eteğine kıyıya ulaştık. 
Ekstra tura katılanlar otobüs ile kıyıdan ayrıldılar. Biz ise yola çıkmadan yaptığımız çalışmalar sayesinde adada nasıl gezeceğimizi planlamıştık Botların yanaştığı kıyıdan tepeye çıkmak için basamaklar bulunuyor. Beş yüz seksen sekiz basamaktan yürüyerek veya eşekler ile çıkılabilir. Tabi zamanı ve enerjisi bol olan kişiler gezinin başında ağır ağır tepeye çıkmanın zevkini yaşayabilirler.  Biz  adayı gezmeye bu kadar merdiven tırmanıp yorularak başlamak istemedik doğal olarak. Güne enerjik başlayarak adayı doyasıya dolaşmak istedik ve bu çok kolay idi. En güzel yol teleferik ile tepeye çıkmak, kıyıdan sadece kişi başı 5 Euro ödeyerek teleferik ile yukarıya  Thira (Fira) köyüne ulaştık.
Santorini
Teleferikten iner inmez karşımıza yukarıdan aşağıya doğru birbiri üzerinde sıralanmış  beyaz evler ve harika bir deniz manzarası çıkıyor. Hemen bu çarpıcı mavi beyaz uyumlu manzaranın fotoğrafını çekme isteği oluyor. Sabah saatinde de, güneş batarken de harika fotoğraf kareleri çekebilirsiniz. Thira’nın dar beyaz sokaklarında sevimli dükkanlar, kafeler arasında ağır ağır gezindik. Burada epey bir zaman geçirdikten sonra Santorini de mutlaka görülmesi gereken Oia Köyü’ne ulaşmalıydık. 
Santorini fotoğraflarında zihinlerimize kazınmış bembeyaz evleri ve mavi kiliseli Oia köyü, Thira’ya 11 kilometre uzaklıkta. Thira merkezden yerel halkın kullandığı otobüslerle sadece tek gidiş 1.80 Euroya Oia’ya ulaşmak kolay. Oia adanın en kuzeyinde, evleri beyaz badanalı, çatısız, mavi kapılı ve mavi pencereli çok sevimli bir köy. Dar sokaklarda kafelerin restoranların yanı sıra şık butikler ve sanat galerileri de yer almakta. Biz de dayanamayıp bu dükkanlarda ve galerilerde zaman geçirdik. Adaya özgü takılar, hediyelik eşyalar almaktan kendimizi alamadık.

Zamanımızın büyük kısmını kartpostal görüntülü volkanik adanın kayaların üzerindeki muhteşem deniz manzarasını izleyerek geçirdik. Thira’ya dönüş için yine aynı belediye  otobüsü kullandık. Güneş batarken ulaştığımız Thira’da, manzaralı bir kafede, kahve eşliğinde harika bir güneş batışı izledik. Gemimize binmek üzere kıyıya tekrar teleferik ile indik. Bu adaya daha önce gelen bir arkadaşım deniz kenarına basamaklardan inmeyi  tercih ettiklerini ancak bu yolun yoruculuğunun yanı sıra, basamaklarda  eşeklerin pislikleri arasında yürümekte zorlandıklarını belirtmişti.

Santorini’de gezi için harcadığımız rakam teleferik gidiş dönüş  10 Euro, belediye otobüsü için 3.60 Euro idi. Ekstra turlar sizi ayrı bir plaja veya manzaralı başka bir tepeye götürebilir. Biz ise otobüste çok zaman geçirmek yerine zamanımızı iki güzel köyde geçirmeyi tercih ettik.

Gemimiz saat 21.00’de Santorini’den ayrıldı. 
Rodos Adası

Gezimizin üçüncü ve Yunanistan’ın en büyük adası Rodos Adası. Adaya sabah 8.00’de ulaştık, saat 17.00’ye kadar adada zaman geçirdik. Rodos’ta gemi limana yanaştı ve yürüyerek limandan çıktık.

Ekstra tura katılanlar, limandan otobüsler ile uzaklaşırken bizim gibi tur almayanlar hep birlikte yürüyerek surların içerisinde yer alan eski şehre girdik.

Eski şehir iyi korunmuş, Sövalyeler ve Osmanlı etkileri bu bölgenin mimarisinde damgasını vurmuş. Önce Şövalyeler Caddesi’nden geçerek  Büyük Üstat Sarayı’na ulaştık.
Tarihi boyunca  yönetim merkezi olan bina bugün müze olarak kullanılmakta. Müze giriş ücreti 5 Euro.

Eski şehirde Osmanlı yapıları arasında  iki cami Recep Paşa Cami ve Süleymaniye Cami yer almaktadır. Şehir meydanında küçük, sevimli kafeler bölgeye renk katıyor. 

Eski şehri yürüyerek dolaştıktan sonra deniz kenarına çıktık. Burada tüm şehri ve plajları da gezdiren üstü açık gezinti trenine binerek Rodos’un yeni şehri, yerleşim alanlarını ve güzel plajlarını gezdik. Bu trene sadece kişi başı 6 Euro ödedik. Rodos’a daha uzun süre zaman ayrılması gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca Lindos bölgesi de görülmesi gereken yerler arasında yer almakta, ancak merkeze altmış kilometre uzaklıkta olduğundan bir günlük sürede oraya zaman ayırmak mümkün olamadı. Benim için Rodos ileride tekrar gidilip kalınacak bir ada olarak not edildi. Fethiye ve Marmaris’ten her gün kalkan gemiler ile  sadece bu adaya gezi planlanabilir. 
Pire-Atina

Son durak Pire Limanı idi. Yine gemide ekstra tur olarak Atina gezisine katılmak mümkündü. Tülin hocam birden çok kez Atina’da bulunmuş, ben de yine bu yıl özel olarak Atina’da üç gecelik bir gezi yapmıştım. Pire bir liman şehri, Atina’ya yakın metro ile 15-20 dakika sürüyor. Nisan ayında Atina’dan Pire’ye gezmeye gelmiştik. Bu kez tersini yaptık.

Tüm günü Atina’da geçirmek daha keyifli olacaktı. Liman çıkışında (Hop On Hop Off) otobüsler bekliyordu. Bu otobüsler turistik şehirlerde istediğin durakta inip binerek tüm gün gezebileceğin otobüsler. Genellikle gezdiğim yerlerde harita ve toplu ulaşımı kullanırım. Bu kez zaten Atina’yı iyi bildiğimiz için otobüs ile sevdiğimiz yerlerde ineriz diye düşünerek bu otobüse bindik. Otobüse 16 Euro  ödedik, önce tüm Pire’yi gezdik sonra Atina’ya ulaştık. 

Açık otobüs ile şehrin en sevdiğimiz yerleri Akropol, Monastraki Meydanı, Plaka’da dolaşıp, Akropol manzaralı bir tavernada  kalamar yedik, Syntagma Meydanı’nı da tekrar görmek için oraya kadar yürüyüp otobüsümüze binip Pire’ye döndük. 

Pire’ye sabah 11.00’de ulaştık ve saat 17.00’de ayrıldık. Bu gezide Atina’nın önemli ve belirli bölgelerini görmek için yeterli bir süre sayılabilir. Bana göre Atina daha uzun sürede gezilmeli. Son yıllarda sağlanan vize kolaylıkları ve daha çok firmanın Atina’ya direkt uçuşları ile Atina’ya giden Türk turist sayısı artmış durumda. Son iki yılda Sakız Adası ve Midilli Adası’nda bir kaç gece kalarak Yunanistan’a adım atmıştım. Ancak Atina’yı daha detaylı gezmek istediğim için 2015 yılının Nisan ayında üç gece dört gün kalmak üzere Atina’ya gittim. Bazı gezginlerin Atina’yı sadece tarihi eserler açısından değerlendirip, fazla özelliği olmayan bir şehir, Türkiye’de çok daha fazla tarihi eser bulunuyor diye değerlendirmelerini okumuştum. Oysa her şehrin farklı açılarda değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Atina’da Akropol, Zeus Tapınağı, Arkeoloji Müzesi’ni gezdik. Ancak bu geziler dışında sokakta yürümek, insanları incelemek, akşam bir tavernada uygun fiyatlı, lezzetli deniz ürünleri yiyerek, güzel müzik dinlemek Atina’dan güzel duygular ile ayrılmaya yol açıyor. Nerelisin diye soran Yunanlılar, Türk olduğunuzu duyunca birkaç kelime Türkçe konuşuyor, komşu diyor veya dedelerinin atalarının Türkiye’den göçtüğünü anlatıyor. Atina’da dolaşırken Türkiye’nin batı bölgesinde dolaşıyor gibi hissediliyor. Yumuşak iklimi, insanların rahatlığı, neşesi sizi sarıyor tanıdık bir şehirde dolaşma keyfi yaratıyor.

Gemi Turunun Özellikleri

Dört gecelik gemi turu çok keyifli geçti. Öncelikle evden çıkıp 20 dakika sonra limana ulaşma şansımız vardı. Bavul toplamadan değişik yerleri görebildik.

Üç öğün yemek gemide yendiği için adalarda dolaşırken yemek için harcama yapmak gerekmiyor. Sadece beğendiğimiz, manzaralı  kafelerde kahve içtik. Ekstra tur almadık, kendimiz gezdiğimiz için maliyetimiz yüksek olmadı. Çok konforlu, fazla yorulmadığımız güzel bir gezi keyfi yaşadık. Ayrıca gemide düzenlenen tavla turnuvasında yarı finale kaldım ve ikinci oldum ve madalya kazandım. Bu turnuva da  güzel bir anı oldu.

Gemi perşembe sabahı saat 07.00’de Çeşme Limanı’na girdi. Bu  gezi de  güzel duygularla anılarımızda yerini aldı.

Gemiyle Yunan Adaları turu rahatlığı, konforu ile farklı bir gezi. Biz gezgin olarak bulunduğumuz yeri detaylı gezmeden rahat edemeyiz, ancak bu gezide böyle bir beklentiye girmeden, adada kalınan sürenin keyfini çıkartmaya bakmak gerek sanki. 

Sri Lanka Gezi Rehberi: Hint Okyanusu’nun İncisi

Sri Lanka Hint Okyanusu’nun incisi bir ada ülkesi. Hindistan’a sadece 31 km mesafede, ancak bağımsız bir Sosyalist Cumhuriyet. Ülke Asya deniz yolları üzerindeki stratejik önemi ve doğal kaynakları ile tarih boyunca Avrupa’nın sömürgeci devletlerinin yönetiminde kalmış. Ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlığını kazanabilmiş genç bir Cumhuriyet…

Bağımsızlık sonrası tarihi, kültürü ve doğal güzelliği ile turist çeken ülke, 1980′ lerde başlayıp 30 yıl süren iç savaş ve doğal felaketler ile 2009 yılına kadar içine kapanmış.
Son 10 yılda gittikçe popülerleşen Sri Lanka, ülkeye çok sayıda turist çekmektedir. Son yıllarda Türk gezginlerin de daha çok ilgi göstermeye başladığı Sri Lanka henüz bozulmadan görmeye değer bir ülke.
Biz dört gezgin Sri Lanka’yı aylar öncesinden programımıza aldık ve Ocak-2020 tarihinde gitmek üzere uçak biletlerimizi tam beş ay önce satın aldık. Bilet ve gezi süremizi belirleyince rotamız üzerinde çalışmaya başladık. Önce niçin bu ülkeyi gezmek istedik, neler bulduk bakalım, sonra rotamızı paylaşalım.
Niçin Sri Lanka?
Sri Lanka küçük bir ada ülkesi, iyi bir planlama ile adanın çoğunu gezip, her bölgede farklı bir tat alabilirsiniz.
*Türk turistlere her türlü pasaporta vize istemesine rağmen vize almak kolay. Online veya kapıda 10 dakika içinde bir aylık vize alınabiliyor. Kapı vize ücreti 40 dolar
*Bizim için ucuz bir ülke, otobüs ve trenle dolaşmak isterseniz her iki ulaşım aracı da çok ucuz, Sri Lanka’da şoförlü özel araç ile dolaşmak yaygın ve çok uygun fiyatlı, bu yol bizim de tercihimiz oldu. Bu konuyu ulaşım bölümünde detaylı anlatacağım. Yeme içme ve konaklama da bir Avrupa ülkesine göre çok ucuz. Sadece tarihi bölgede tarihi şehirlere ve müzelere giriş ücretleri (20-25 dolar) yüksek görünebilir.
*Halkı yabancılara çok saygılı, kibar, güler yüzlü.
*Uzun yıllar İngiliz sömürgesi olması nedeni ile İngilizce konuşan sayısı çok, iletişim sorunu yaşanmıyor.
*Her türlü ilgi alanı olan gezginlere hitap edecek özelliklere sahip.
*Tarih, kültür, din ile ilgilenenler için kutsal üçgende çok fazla şey bulabilirsiniz.
*Doğa yürüyüşü sevenler için Nepal gibi yüksek dağlar olmasa bile yemyeşil doğada yürüyüş yolları
*Kış ortasında deniz tatili yapmak isteyenler için Hint Okyanusu’nda yüzme, sörf, dalma, balina gözleme gibi aktivite çeşitleri bol
*Safari yapmak isteyenler için çok sayıda değişik hayvanları izleyebileceğiniz safari parkları
*Yoga, ayurveda, masaj ile ilgilenenlere özel yerler
*Sri Lanka’da mutlaka tren yolculuğu yapılmalı. Dünyanın en güzel tren yolculuğu hatlarından birinde yemyeşil doğa, çay tarlaları, köprüler, tüneller içinde unutulmaz tren yolculuğu. Bu yolculuk ulaşım için değil, sadece manzara izlemek için yapılabilir. Bizim gibi araba kiralasanız bile bu yolculuk özel olarak yapılmalı.
*Özellikle Budizm ile ilgilenenler için, Uzak Doğu’da Budizm kurallarının en sıkı uygulandığı ülke. Sakin, huzurlu, hayvanlara zarar verilmeyen, güvenli bir ülke, para isteyenler oluyor ancak Colombo gibi büyük şehirler dışında gasp gibi bir endişe duyulmuyor.
*Budist tapınaklara girerken diz üstü ve askılı kıyafetlerin olmaması gerekiyor. Tapınakların sadece içinde değil, yakınında ayakkabılarınızı çıkartmanız gerekiyor. Buda heykeline sırtınızı dönüp fotoğraf çektirmeniz, budanın duruşunu taklit ederek poz vermeniz, yüksek sesle konuşmanız hoş karşılanmıyor. Diğer Uzak Doğu ülkelerinde kurallar bu kadar katı görünmüyordu.
*Hijyen açısından Hindistan kadar sorunlu görünmüyor. Temiz olduğunu düşündüğünüz lokantalar bulunuyor. Yine de sokakta yemek yememek ve musluk suyu içmemek gerekli. Doğası çok yeşil olduğundan Hindistan ve Nepal gibi tozlu hissedilmiyor. Şehirler arası yollar daha düzgün. Yolda trafik polisleri sürekli kontrol yaptığı için sürücüler arabaları yavaş ve dikkatli kullanıyorlar. Ancak araba kiralamayı düşünmeyin. Trafik İngiliz usulü soldan akıyor.
*Sağlık sorunu yok, aşı olmak gerekmiyor.
Kısa Tarihi
M.Ö 900 yılında Hindistan’dan gelenler Anuradhapura’yı (Sri Lanka) kurmuşlar. Zengin toprakları, çayları, değerli taşları ile tarih boyunca sömürgeci ülkelerinin gözü üzerinde olan bu toprakları 1505 yılında Portekiz ele geçirmiş, 1658 yılında Hollanda Sri Lanka’yı Portekizlilerden almış ve en son 1796 yılında İngiltere’nin sömürgesi olmuş. İngiliz yönetiminin etkisi idari ve mali sistemde halen görülmektedir. 1948 yılında uluslararası anlaşmaya bağlı olarak İngilizler adadan çekilmiş ve ülke bağımsızlığını kazanmış, 1972 yılında da Cumhuriyet yönetimine kavuşmuş. 1972 yılında ülkenin Seylan adı da kutsal topraklar anlamına gelen Sri Lanka ile değiştirilmiş.
Bağımsızlığını kazanan ülke 20.yy’da da huzura kavuşamaz. Hindistan’dan gelen Tamil gerillaları ülkenin kuzey ve doğusunda bağımsız devlet kurmak için gerilla savaşları başlatırlar. 1983-2009 yılları arasında ülkede kanlı iç savaş yaşanır. Tamil gerillaları zaman zaman bölgede hakimiyet sağlamış olsa da 2009 yılında hükümet güçleri Tamil gerillalarına ağır zayiatlar verdirir ve ülkede silahlı mücadele sona erer. Etnik ve dini farklılıklar nedeni ile 30 yıl kadar süren bu iç savaşta ülke çok zarar görmüş, ağır kayıplar yaşanmış. Ülkenin en önemli gelir kaynağı turizm yok olmuş, ekonomik kaynakları çay tarlaları, pirinç tarlaları tahrip olduğundan ülke fakirleşmiş. 2004 yılında yaşanan tsunami felaketinde de 35.000 kişi ölmüş.
Genel Bilgi
Güney Asya’da, Hint Okyanusu’ndaki inci adanın bir diğer adı da göz yaşına benzeyen şekli ve yaşadığı ağır acılar nedeniyle Hindistan’ın gözyaşı damlası. Resmi adı Sri Lanka Demokratik Cumhuriyeti. 1972 yılından önceki adı Seylan, ünlü Seylan çayı nedeni ile bildiğimiz bir isim. Evet tüm dünyaya ihraç edilen Seylan çayları bu ülkede üretiliyor.
Bu ada ülkesinin yüz ölçümü 65.610 km2, nüfusu 21 milyon kişidir.
Para Birimi:
LKR simgesiyle gösterilen Sri Lanka Rupisi ülkenin parası, Ocak/2020 bizim bulunduğumuz tarihte 1 dolar=178 LKR, 1 Türk Lirası=30 LKR civarında idi.
Milli Gelir :
Sri Lanka kişi başına milli geliri 2018 tarihi itibariyle 4,214 dolar ile orta alt gelir düzeyinde bir ülke. Ülkenin en önemli ihraç ürünleri, çay, tekstil ürünleri, kahve, baharat. Ülkemize en çok ihraç edilen ürünleri de bildiğimiz Seylan çayıdır. Ülke milli geliri yüksek olmayan yani fakir bir ülke olmasına rağmen okuma yazma oranı son derece yüksek % 95 civarında.
Etnik Gruplar:
Sri Lanka halkının 70’i Sinhalalar, %11’i Sri Lankalı Tamiller, % 9’u Sri Lankalı Moors bunun dışında Hint kökenli gruplar.
Din:
Halkın %70’i Budist, %12’si Hindu, % 9’u Müslüman, % 7’si Hristiyan inancını benimsemiş.
Dil:
Sri Lanka’da en çok konuşulan dil Seylanca, ikinci dil olarak da Tamilce. Ülke Birleşik Krallığın egemenliğinde uzun dönem kaldığı için İngilizce de yaygın olarak kullanılıyor.
Prizler:
Elektrik prizleri 3 delikli, dönüştürücü yanınızda götürebilir veya otellerden isteyebilirsiniz. Aslında üç deliğin alttaki ikisi bizim fişlere uygun ancak fişi takarken üstteki üçüncü deliğe bir şey sokup kilidi açmak gerekiyor.
İklim:
Tropik bir ada olan Sri Lanka’da sıcaklık yılın hiçbir döneminde 22-23 derecenin altına düşmüyor. Haziran-Ekim ayları arasında güneybatı musonlar, Aralık ve Mart arasında kuzeydoğu muson yağmurlarından dolayı yağış almaktadır. Adaya seyahat için en uygun dönem ise orta ve güney alanlar gezileceğinden Aralık-Nisan aylarıdır.
Ulaşım
Sri Lanka’nın başkent Colombo’ya THY’nın direkt uçuşu bulunmaktadır. Qatar, Emirates, Srilankan Airlines, Gulf Air ve Salamair ile aktarmalı olarak uçulabiliyor. Biz Katar Havayolları’nın İzmir kalkış Doha aktarmalı uçuşu ile Colombo’ya uçtuk. Doha bekleme süreleri de sadece iki saat olduğundan toplam 10 saat süren rahat bir yolculuk yaptık. Ocak uçuşlarımız için biletlerimizi Eylül ayında gidiş dönüş 2300 TL gibi son derece uygun fiyata aldık. Kısaca Sri Lanka’ya ulaşım kolay ve fiyatlar o kadar mesafeye rağmen yine de makul kabul edilebilir. Gelelim adanın büyük kısmını dolaşacağımıza göre ülke içi ulaşıma.
Bizim Sri Lanka’daki keyifli ve rahat ulaşımımızdan söz etmeden önce tek başına gezen ve ekonomik ulaşım arayan gezginler için otobüs ve trenle ulaşımdan söz edelim. Sri Lanka doğal kaynaklarını başkent Colombo’ya en etkin yolla ulaştırmayı hedefleyen sömürgeci ülkeler, ülkeyi demir ağlar ile donatmışlar. Günümüzde de tren hem halkın hem de gezginlerin tercih ettiği çok ekonomik ulaşım tarzı. Birinci sınıf biletler için önceden rezervasyon yapılması gerekiyor, 2. ve 3. sınıflar için rezervasyon gerekmiyor ancak yoğun zamanlarda üçüncü sınıfta ayakta yolculuk etme ihtimalini de belirtelim. Bu arada trenin ulaşım amacı dışında özellikle belli bir bölgede (Kandy – Nuwarella – Ella) tüm turistlerin mutlaka binmek istediği ülkenin soluk kesen doğa görüntülerini görebileceğiniz bir araç olduğunu da belirtelim. Sri Lanka tren seferleri hakkında bilgiyi Sri Lanka Tren Yolları linkinden alabilirsiniz.
Diğer bir seçenek yerel halkın da kullandığı otobüsler. Biz tren yolculuğu yapmamıza rağmen hiç otobüse binmedik. Otobüsün fiyatlarının yüksek olmadığını öğrendim, ancak rahatlığı ve saatlere uyup uymaması konusunda yorum yapamayacağım. Sadece Hint üretimi otobüslerin dış görünüşlerinin rengarenk, çok sevimli olduğunu belirteyim.
Gelelim bizim için en keyifli ulaşım aracına. İki veya daha fazla özellikle dört kişi iseniz Sri Lanka’da çok yaygın olan yöntemi öneriyorum. Şoförlü araç; aracı rotanıza göre sadece şehirler arası yolculukta 40-50 dolara kiralayabilirsiniz. Ancak benim önerim Sri Lanka’ya ilk ulaştığınız andan son güne kadar sizinle olacak bir şoförlü araç kiralamanız. Biz bloglardan ve seyahat gruplarından aldığımız bilgi ile şoförümüz Gune’ye ulaştık ve tam iki hafta havaalanından alınıp son gün havaalanına bırakılacak şekilde araba ile gezdik. 780 dolar ücreti dört kişi paylaştık. Fiyatın karşılığını fazlası ile aldık, çok rahat ettik. Sri Lanka’da yaygın bir yöntem, otellerde şoförler için ayrı odalar var, şoförün konaklama, yeme içme her türlü maliyeti bu fiyatın içinde siz ücretin dışında başka bir ödeme yapmıyorsunuz. Gitmeden bir ay önce Guna ile facebook üzerinden yazışmaya başladık gezi programını birlikte yapıp, otellerimizi de birlikte seçtik, zorlandığımız yerlerde bizim otelimizi de ayırttı. Yol boyunca sürekli rehberimiz de oldu. İlk kez bir yolculukta çalışalım, öğrenelim, otobüs, tren yakalayalım derdine düşmeden VİP turu yapan zengin turistler gibi davrandık. Aslında bu durum Sri Lanka’da en yaygın, klasik ulaşım yöntemi. Sri Lanka’yı düşünen gezginler bizim rahatlığımızda gezmek isterseniz şoförümüz ve rehberimiz Gune’nin iletişim numarasını özelden paylaşabiliriz.
Bu arada biz çok sınırlı kullansak da Uzakdoğu’nun en sevimli ulaşım aracı tuktuku unutmayalım. Bir motorla çekilen üç tekerlekli ufak araçlar. Binmeden pazarlık yaparak son derece uygun fiyatlarla şehir içinde dolaşabilirsiniz.
Konaklama
Sri Lanka konaklama için booking.com ve agoda.com’dan tercihlerinize göre her türlü otel bulunabilir. Yemyeşil ülkede çay tarlalarının kıyısında veya deniz kenarında lüks otellerde kalabileceğiniz gibi daha mütevazı aile işletmeleri de uygun fiyatlı, temiz hizmet sunmaktadır.
Biz genellikle 3 yıldızlı ve aile işletmelerini tercih ettik kahvaltı olmasına dikkat ettik. Temiz, güler yüzlü hizmet aldık, sabahları Amerikan veya continental kahvaltı tercihinde bulunabileceğiniz gibi yerel kahvaltı da isteyebilirsiniz. Biz Rotiler, özel hamur işleri ile mükellef yerel kahvaltılar yaptık. Otel fiyatları güneye sahile yaklaştıkça artıyor. Gecelik iki kişilik odaya 25-40 dolar arasında fiyatlar ödedik. Toplam 13 geceye kişi başı 200 dolar civarında ödeme yaptık. Avrupa’da üç veya dört geceye ödeyeceğimiz rakamlar.
Sri Lanka Rotamız
Sri Lanka gezisinde en önemli nokta kalınacak süre ve gezi rotasını belirlemek. Adada ilgi alanlarına göre farklı bölgelere zaman ayrılabilir. Biz böylesine uzak bir ülkeye tekrar gitme şansımız olmayabileceğini düşünerek, mümkün olduğu kadar çok yeri koşturmadan gezmek istediğimiz için ayırabileceğimiz maksimum süreyi, iki haftayı ayırdık Sri Lankaya. İki hafta ayıramayanlar bir haftada koşturarak gezebilirler, yine de minimum 10 gün ayrılmasını önerebilirim. Süreyi belirledikten sonra sıkı bir çalışma gerekiyordu, hangi şehre ne kadar zaman ayırmalıydık. Sri Lanka, sadece deniz güneş için gidilecek bir ada değildi. Rotamızı haritada ayrıntılı olarak inceleyebilirsiniz.

Biz öncelikle Kültür Üçgeni ile ülkenin tarihi yerlerini ve önemli tapınaklarını gezmek de istiyorduk. Uçağımız başkent Colombo’ya iniyordu, acaba Colombo’da konaklamalı bir kaç gün geçirmeli miydi? Bu kararı vermek önemliydi, başkentler sanayi, ticaret merkezi olarak yüksek binaları, yoğun trafiği ile kaotik şehirler olabilirdi, çalışmalarımız sonunda Colombo’nun da tam beklediğimiz gibi cazip olmayan bir şehir olduğunu anladık. Colombo’da gece konaklamak yerine son gün şehri dolaşmaya karar verdik. Bu durumda bazı gezginler Colombo yerine diğer şehir Negombo’ da bir veya iki gece konaklamışlar. Biz havaalanından doğrudan asıl görmek istediğimiz Kültür Üçgeni bölgesine ulaşmak için Sigirya’ya gittik.
Sigirya’da 3 gece konaklayıp çevre gezilerini de bu şehirden yaptık. Sri Lanka’nın tarihi ilk kuruluş yeri ve başkenti Anuradhapura ve ikinci başkenti Polonnaruwa, geleneksel bir köy ziyareti, Sigirya kayasına tırmanış Srilanka’ya özel ayuverda masajı Sigirya’da yaptıklarımız arasında sayabildiklerimiz.
Sigirya- Kandy güzergahında Golden Temple, Dambulla Royal Cave Temple, Herbal Garden, Matale şehrinde çok renkli Hindu tapınağını gezdik. İrili ufaklı şehirlerden geçtik.
Kutsal şehir Kandy de iki gece konakladık; Buda’nın dişinin korunduğu tapınak burada. Öncelikle bu tapınakta kalabalık, görkemli akşam törenini izledik. Turistlere yönelik kültürel gösteri, etnik halk dansları, mücevher müzesi, batik atölyesi, Royal Botanik Bahçesi, şehir turu diğer faaliyetlerimiz oldu.
Kandy – Nuwarella arasında çay bahçelerinde gezip, çay topladık, çay fabrikalarında çayın işlenme sürecini izleyip Seylan çaylarımızı aldık, Ramboda Şelalesi’nde yeşillikler arasında yürüyüş yaptık.
Nuwaraella, 1800 metre rakımı ile Sri Lanka’nın en yüksek şehri. Ülkenin en yüksek dağı Pidurudalagale de burada, En yüksek dedi ise öyle aman aman yüksek bir dağ beklemeyin. Dağın yüksekliği şehrin yüksekliğinden 1000 metre fazla. Yemyeşil şehrin ortasında Gregory Gölü kıyısında şık Hollanda ve İngiliz stili evler sıralanmış, büyükçe gölde tekne gezintisi yaptık. Yine şehrin ortasında kocaman Victoria Park iyi düzenlenmiş, çok çeşitli bitkilerin ağaçların arasında uzun yürüyüş yaptık. Doğası ile öne çıkan bu güzel şehirde iki gece konakladık. Trekkingçiler ve Pidurudalagale Dağı’na tırmanmak isteyenler için 3 gece konaklamak daha uygun olabilir.
Nuwaraella- Ella arası meşhur tren yolculuğu yapacağımız güzergah idi. Şoförümüz araba ile Ella’ya gidip bizi beklerken biz ancak 3. sınıf vagonda bilet bulmuştuk, kimin umurunda kaçıncı sınıfta yolculuk yaptığımız en azından numaralı yerlerimiz var ayakta kalmadık diye sevindik. Üç saat boyunca gözümüzü pencereden bir an bile ayıramadık. Çay tarlaları, pirinç tarlaları, tarçın ağaçları, hindistan cevizi ağaçları, daha adını bilmediğim yüzlerce bitki, yumuşak eğimli tepeler yeşilin her tonunu sergiliyordu. Tüneller içinden, köprüler üzerinden, viyadüklerden geçerek unutulmaz bir yolculuk yaptık. Bu en güzel manzaralı yolculuk Kandy’den Ella’ya kadar 7-8 saat kadar sürecek şekilde de yapılabilir. Ancak biz Nuwaraella’da kalmak ve en güzel bölümü yeterli olacak düşüncesiyle Nuwaraella-Ella rotasını tercih ettik.
Ella tam bir turist kasabası. Yine yeşillikler içinde geniş bir cadde üzerine sıralanmış, barlar, publar restoranları ile halkın yaşadığı klasik bir Sri Lanka kasabası dışında Avrupa’da bir kayak merkezi havasında. Çok turist çeken kasabada önemli aktivite Little Adam Peak’e tırmanmak. Big Adam’s Peak tepesi başka bir şehirde ve zorlu bir tırmanış gerekiyor. Küçük tepe ise daha yumuşak, yine de biraz efor ve performans gerektiren bir tepe. Biz de tepeye tırmanıp kayaların üzerinden çevreye hakim manzarayı seyrettik. Ella’nın diğer önemli aktivitesi Nine Arch Bridge’e uzun bir yürüyüş, köprünün üzerinden tren geçmesini beklemek, rayların üzerinden yürümek, tabii biz de bu keyfi yaşadık. Yaşadığımız bu tren deneyimi bize az gelmiş olacak ki Godot’ u bekler gibi tarihi Demodara istasyonunda yerel halk ve turistlerle bilikte yine heyecanla trenin gelişini bekleyip özel kavisli dönüşünü izledik. Ella için iki gece konaklama yeterli geldi.
Ella’dan sonra artık güneye sahile inme zamanı gelmişti. İlk durak Mirissa, ikinci durak Unawatuna plajları oldu. Mirissa’da iki gece, Unawatuna’da bir gece kalıp pembe plajlarında okyanusta yüzme keyfi yaşadık, üstelik ocak ayında.Yolculuğun sonundaki üç gün tam dinlenme deniz güneş tatiline döndü.
Unawatuna’dan yarım gün Galle şehrine gidip, meşhur Durch Fort tarihi bölgeyi ve Galle içini dolaştık. Galle şehir içi biraz karışık, düzensiz, Hollanda sömürge döneminden kalan kale ise tarihi binaları, mimarisi, kafeleri ile görülmesi gereken asıl surların üzerinde Sri Lanka güneşinin batışının seyredileceği bir yer. Özellikle bizim için unutulmaz Sri Lanka gezimize böylesine güneş batışı manzarası ile veda etmek ayrı bir anlama sahipti.
Bu arada Mirissa Galle arasında Sri Lanka’ya özgü balıkçı manzarasından söz edelim. Stilt fishermen “çubuklar üzerinde oturarak avlanan balıkçıları” görüp doğal olarak fotoğraflarını çekmek istedik. Ancak çok ilginç durum, balık avlama sezonunda bu görüntüyü çekebiliyorsunuz. Bizim gittiğimiz tarihte sezonu uygun olmadığı için balıkçılar o şekilde balık tutmuyorlarmış. Yine de belirli yerlerde üç beş balıkçı direklerin üzerinde balık avlıyormuş gibi oturuyorlardı. Ancak bu sezon balık değil turist avlama mevsimi imiş. Arabadan inip fotoğraf çekmeye geldiğimiz an hemen yanımıza bir kaç kişi yaklaştı. Balıkçıların fotoğrafını çekebilirsiniz ancak 3000 rupi vermeniz gerekiyor dediler. Yani balıkçılar sadece poz veriyorlardı. Çaresiz uzaktan çaktırmadan foto çekmeye çabaladık.

Gelelim Colombo’ya, başkenti son güne bıraktık, Unawatuna’dan yola çıkıp öğlen ulaştığımız Colombo’nun mutlaka görülmesi gereken bir kaç yerini yoğun trafik ve karmaşa içinde gezdik. Türkiye dönüşümüz gece saat 2’de olduğundan tüm gün Colombo’da dolaşmış olduk. Colombo’da özellikle görülecek yerler arasına kırmızı ilginç mimarisi ile Jumi Ul Alfar Mosque, Budist Tapınağı Bellanwilla Rajamaha Viharaya ve Viharamadevi Parkıeklemenizi öneriyoruz.  Bu kadar büyük şehir havası da bize yetti.

Yeme İçme
Sri Lanka mutfağı Hindistan mutfağına benziyor. Zaten Sri Lanka’yı gezi rotasına dahil etmiş kişinin öncesinde yeterince değişik mutfakları denediğini bu ülkede fazla titiz davranmayacağını varsayıyorum. Benim için de Hindistan ve Nepal deneyimlerimden sonra Sri Lanka mutfağı daha zengin ve hijyen olarak daha temiz geldiği için çok çeşit tatmaya çabaladım. Belki Hindistan deneyimi benim hijyen açısından en zorlandığım ülke olduğu için yemeklerini denemekten kaçınmıştım. Burada daha güvenli ve iki haftalık sürede Sri Lanka mutfağı hakkında oldukça fikir sahibi olduk. Gelelim başlıca yemeklere…
Öncelikle roti: Bizim bazlama dediğimiz kalın hamurla yapılan hamura benzeyen her yemeğin yanında bir şekilde var olan roti son derece lezzeti geldi.
Rotinin ince kıyılmış, pilav gibi yapılıp başka yemeklerle karıştırılanı Kotti,. hopper ise yine hamurdan rotiye göre biraz daha büyük krep şeklinde. Tüm bunlara hamur işi diyoruz tabi onların hamurları ülkede buğday olmadığından buğday unundan değil daha çok pirinç unundan yapılıyor. Hindistan cevizi de bol olduğundan birçok yemekte bulunuyor. Yağı da kullanılıyor. Sri Lanka mutfağında soğan bol kullanılıyor ve baharatca zengin. Budist ağırlıklı ülkede biftek ve et ürünleri daha sınırlı, ancak bol tavuk ve balık yiyebilirsiniz. Ayrıca pirincin de çok bol olduğunu söylemeye gerek yok tabi ki bu pirinç ülkesinde. Yine Hindistan’da olduğu gibi Rice-Curry, Dhal Bat buranın da pirinçli ve yanında çeşitli soslar olan yemekleri.
Biz Sri Lanka’da ilk günümüzde bir köy ziyaretinde kadınların yemekleri yanımızda pişirip bize sunmaları ile gezimize başladığımızdan hep yemek çeşitlerine ilgimiz oldu tüm gezi boyunca.
Porselen demlik ve fincanlarla İngilizlerden kalan çay sunumu geleneği sürüyor, her yerde lezzetli çay içebilirsiniz.
Alışveriş
Srilanka’da büyük AVM’ler yok, zaten olsa da bizim oralarda zaman geçirmek gibi bir niyetimiz yoktu. Dünyanın en büyük çay üretici ülkeden alınacak ilk şey Seylan çayı tabii ki. Gerçi Seylan çayı ülkemize en çok ithal edilen çay ve market raflarımızı süslüyor. Ancak gezinizin bir bölümü her halükarda çay tarlalarında ve çay fabrikalarını ziyaretle geçecek. Çay fabrikalarında son derece profesyonelce çay işleme süreci anlatılıp, yoğunluğuna göre sınıflandırılmış, tadım da yaptırılarak paketlenmiş satılıyor. Tabii buradan aldığınız çaylar biraz daha yüksek fiyatlı. Arzu ederseniz halkın alışveriş yaptığı marketlerden daha uygun fiyatla çay alabilirsiniz. Seylan kahvesi yerel kahvelerde marketlerde var, ancak ülke kahve üretiminde dünya çapında olmadığı için kahve almanıza gerek yok.
Sıkı durun Sri Lanka’dan asıl almamız gereken değerli taş, mücevher. Ülke tam değerli ve yarı değerli taş üretimi ile biliniyor; safir, yakut, ametist, agate, topaz, ay taşı bazı taşlar. Özellikle mavi safir ülkeye özgü. Birçok büyük mücevher dükkanı hem devlet gözetiminde hem de sertifikalı işlenmiş, mücevher haline getirilmiş veya doğal taş satıyor. Biz mücevher düşkünü olmamamıza rağmen almadan duramadık. Bir göz atın belki bütçenizden bir miktar da taşlara ayırabilirsiniz.
Ayrıca tarçın, karabiber gibi bu ülkede yetişen baharatlar, ayuverda ürünler, kremler değişik yağlar da ilginizi çekebilir. Yine ebony, teak, mara, tuna, kaduru gibi ağaçlardan yapılan mask ve heykeller ile çeşitli objelerden de uzak duramayacaksınız…
Sri Lanka gezimizden döner dönmez bu uzak ve her anlamı ile farklı ülkede yaşadıklarımızı hemen yazmak istedim, bugün yazımı tamamlarken fark ettim ki; Sri Lanka gezimiz çok iyi planlanmış, yeterince yeri rahatça gezebildiğimiz, hem konforlu, aynı zamanda ekonomik bir gezi olmuş. Sri Lanka’yı gezi programlarına almak isteyenlere özelden her türlü bilgiyi paylaşabiliriz.
Ancak görmediğimiz yerler oldu mu sorusunun cevabı ise evet. Zaman ve kaynak ayırabilme imkanımız varken bilerek gezmediğimiz yerlere bakalım.
*Safari park gezisi; Ülkede birden çok yerde safari imkanı var, ancak biz geçen yıl Asya’nın en iyi safari parkları arasında sayılan Nepal Chitwan’da üç gece kalmalı hem jeep hem fil safarisi yapmıştık, bundan sonraki safari deneyimini Afrika’ya bırakmaya karar verdik.
*Sri Lanka’ya özgü bakıma muhtaç fillerin barındırıldığı fil yetimhanesini duygusal nedenlerle özellikle görmek istemedik.
*Balina gözlem turuna katılmadık, 50 dolar ödeyip, tüm günümüzü ayırıp, dalgalı bir denizde balinaları görememe ihtimali de olduğu için ilgi göstermedik bu tura.
*Big Adam’s Peak’e tırmanmadık. Little Adam Peak bize yetti, zaten bir çok bölgede uzun yürüyüşler ve tırmanışlar yaptık, Big Adam’s Peak dağcıların, trekkingcilerin ilgisini daha çok çekebilir.
Son Söz
Yazının Niçin Sri Lanka bölümünde ülke hakkında birçok bilgiyi özetledim. Sri Lanka’yı istediğimiz gibi rahat rahat 13 günde gezdik. Sri Lanka’nın kuruluşundaki sarayları, tapınakları, müzeleri, şehirleri gezdik. Yemyeşil çay tarlalarından çay topladık, pirinç tarlaları, kraliyet botanik bahçeleri, baharat bahçelerini dolaştık, Ademin ayak izlerinin olduğu düşünülen efsanevi tepelere, aslan kayalarına tırmandık, dünyanın en güzel manzaralı tren yolculuğunu yaptık yerel halk ile birlikte. Kutsal Buda Sidarta’nın dişinin korunduğu budist tapınağında törenlere katıldık, şelalerde serinledik, vadilerde yürüyüş yaptık, gölde katamaranla gövdeleri sular içindeki ağaçların arasında dolaştık. Srilanka’nın kutsal günü dolunay günü dualarımızı ettik. Ayuverda masajı yaptırdık. Dağların tepelerinde magaralarda devasa Buda heykellerini gördük. Ocak ayında pembe incecik kumlu plajlarda Hint Okyanusu’nun dalgaları ile oynadık. Sri Lanka’da düşündüğümüzden çok şey bulduk
Son 10 yılda dışarıya açılan, yemyeşil, halkının Budizmden gelen sakinliği, güveni ile okyanus ortasında henüz bozulmamış, sakin, huzurlu ülkeyi geç kalmadan ziyaret edin demek isterim farklı ülkeler, değişik renkler arayan gezginlere…

Sri Lanka’da görülmesi önerilen Pinnawala Fil Yetimhanesi yazımızı linkte okuyabilirsiniz.

Pinnawala Fil Yetimhanesi: Sri Lanka

Nemrut Dağı: Tanrı Krallar Yurdu Kommagene Krallığı İzlerinde

Kommagene Antik Çağ’da Fırat’ın kuzey kıyıları ile Toros Dağları arasında kalan bölgeye verilen ad. Bugün Adıyaman ve Gaziantep illerinin kuzeyini ve Kahramanmaraş ilinin bir kısmını içine alıyor.

M.Ö. 4 – M.S. 1. yüzyıllar arasında burada Pers-Ermeni-Helenistik Dönem krallıklarından biri kurulmuş.

Biz UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan Nemrut Dağı’nı görmek için buradayız. Nemrut Dağı Adıyaman ili, Kahta ilçesi sınırlarında, Adıyaman’a 87 km uzaklıkta.

Adıyaman Güneydoğu Anadolu’da bulunan bir ilimiz. Ama bazı ilçeleri Doğu Anadolu, bazı ilçeleri Akdeniz bölgemizde; yani üç bölgenin kavşağında. 300 bin dolayında nüfusu ile GAP dan faydalanan bir ilimiz. Kahta ise 120 bin dolayındaki nüfusu ile Adıyaman’ın en büyük ilçesi. Nemrut Dağı’nın eteklerinde kurulmuş. Adı Persçe de “Dağın Eteği” anlamına geliyor. Nemrut Dağı bu ilçe sınırlarında. Bölgede gezilecek çok sayıdaki tarihi yer arasında Adıyaman Kalesi, Karakuş Tümülüsü, Besni-Sesönk Tümülüsü, Sofraz Tümülüsü, Kahta Kalesi, Pirin Antik Kenti, Palanlı Mağarası, Haydaran Kaya Kabartması, Turuş Kaya Mezarları ve Taş Ocakları bulunuyor. Bizim vaktimiz sınırlı olduğundan bölgeye ancak bir gün ayırabildik. Bu nedenle sadece Nemrut Dağı’nı ve Cendere Köprüsü’nü görebildik.

Şanlıurfa üzerinden geldiğimiz Kahta yolu yaklaşık 2-2.5 saat sürdü. Yolda Atatürk Barajı kenarında çay molası sonrası geldiğimiz Kahta’da otobüsümüzü terk ederek küçük minibüslere bindik. Bu bir zorunlulukmuş. Ve Nemrut Dağı’na minübüslerle tırmanmaya başladık, yağmur yağmasın diye dua ederek. Turizm Bakanlığı’nın Nemrut Dağı tesislerine gelene dek geçen süre 1 saati aşıyor. Bu tesislerden dağın belli bir noktasına devamlı ring şeklinde ayrı bir minibüs çalışıyor, minibüsten de belli bir noktada inerek yürüyerek tırmanıyorsunuz. Ekim ayı sonu ve hava çok soğuk. Buraya gelinebilecek son ay. Bu mevsimde burada ne güneşin doğuşunu ne batışını izlemek için hava müsait değil.

Nemrut Dağı’nda bulunan mezar anıt, 2150 metre yüksekliğindeki bir tepe üzerinde, yumruk büyüklüğündeki çakıl taşlarının yığılması ile yapılmış. Kral Antiokhos’un mezar tümülüsü. Kral Antiokhos (M.Ö 62-32),  Kommagene Krallığı’nın en ünlü krallarından biri, Ermeni Kral diyen de var. Annesi Seleukos İmparatorluğu’ndan (Grek), babası Pers (Ahamenişlerden). Doğu ve batı kültürlerinin  her ikisinden de etkilenmiş. Zaten Kommagene, Yunanca “Genler Topluluğu” demek.

M.Ö. 62 yıllarında yapılan  mezar tümülüsünde, doğu ve batı teraslarında birbirine benzeyen dev heykeller var. Burası yerleşim yerlerinden uzakta, ıssız, virajlı, dik yokuşları olan bir yer. 2000 yıl boyunca sadece katırlarla ulaşılabilmiş.

Nemrut Dağı, Toros Sıradağları’ndan olup Türkiye’de faaliyete geçebilecek en riskli yanardağlardan biri. Kuzey Anadolu deprem fay hattına çok yakın olan bölgede muhteşem kalıntılar için çok büyük bir tehlike bulunuyor. Ayrıca açık havanın yarattığı tahribat bu eserlerin gittikçe yıpranmasına yol açıyor. Heykellerin Adıyaman Müzesi’ne taşınması zaman zaman gündeme gelmiş.

1987 yılından beri UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde olan Nemrut Dağı, ilk kez 1881 yılında demiryolu çalışmaları için Diyarbakır’a gelen bir Alman mühendis tarafından farkedilmiş. Daha sonra Osmanlı İmparatorluk Müzesi Müdürü Osman Hamdi Bey, 1883 de bir ekiple Nemrut’ta çalışmış. İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerikalı arkeolog Theresa Goell ve Alman Karl Doerner burada araştırma ve incelemeler yapmışlar.

Ne kadar hazırlıklı olursanız olun bu çıplak dağlarla çevrili, gökyüzü ile birleşmiş izlenimi veren zirveye gelince gördükleriniz şaşkınlık yaratıyor.

Ulaştığımız zirvede yeni bir dağ yaratılmış. Bu Kral Antiokhos’un Tümülüs’ü. Eskiden 75 metre yüksekliğinde olduğu söyleniyor. Şu anda 50 metre yüksekliğinde, 150 metre çapında. Kireç taşları kırılarak avuç içi büyüklüğüne getirilmiş ve metrelerce yığılmış. Taşlar kazıldıkça tümülüsün içine doğru aktığından bir kazı yapmak çok zor, şimdiye dek başarılamamış. Yapılan tüm sismik araştırma ve sondajlara rağmen henüz Kral Antiokhos’un mezar odasına ulaşılamamış.

Tanrılara gösterilen saygının kendine de gösterilmesini isteyen, kendine tanrılar katında yer ayıran, onlarla kendini aynı gören Kral Antiokhos’un zekasına hayran olmamak mümkün değil. Biz Doğu Terası’ndan gezmeye başlıyoruz.

En geniş yeri 45×50 metre boyutunda olan en büyük teras. Güneyden kuzeye doğru sırasıyla aslan (yeryüzü hakimiyetini temsil ediyor), kartal (gökyüzü hakimiyetini temsil ediyor), Antiokhos, Kommagene (krallığı temsil eden tanrıça), Zeus (Yunan baş tanrısı ve Perslerde ki Ahura Mazda özdeşi), Apollon (Yunan, Pers ışık ve güneş tanrıları), Herakles (Yunan yarı insan yarı tanrı, Pers-Yunan Savaş tanrısı), aslan ve kartal. Güneşin doğuşu bu terasta izleniyor. Doğu Terası’nın Pers medeniyetini temsil ettiği  düşünülüyor. Heykeller oturur durumda, büyük taş blokların üst üste konulması ile oluşmuş. Koruyucu hayvan heykellerinin dışında her heykel ayrı bir kaide üzerinde. Heykellerin gövdeleri 8-10 metre, başları 2.5-3.5 metre yüksekliğinde. Heykellerin kaidelerinin arkasına iki nüsha halinde  yazılmış kitabe var. Kral Antiokhos bir kitabenin başına bir şey gelirse diye yedeğini de düşünmüş. Nitekim 1882 yılında  iki nüsha karşılaştırılarak kitabede anlatılanlar çözümlenmiş. Kral Antiokhos bu yazılarda herkese seslenmiş. Sıradan bir insana, geleceğin yöneticilerine, hırsızlara…Zaten bu kitabelerin okunmasından sonra buranın sırrı çözülmüş.

Batı Terası, Doğu  Terası’ndan daha küçük en geniş yeri 50×30 metre boyutunda aynı heykeller, aynı kitabeler burada da var. Sadece Doğu Terası’nda olan sunak burada yok. Batı Terası depremlerden, hava şartlarından daha çok etkilenmiş. Bu terasın Yunan Medeniyetini temsil ettiği düşünülüyor. Batı Terası’nda soğuk bir havada güneşin batışını izledik.

Fotograf: Canan Taşkın

Fotograf: Canan Taşkın

Restorasyon için Batı Terasından götürülen Aslanlı Horoskopu göremiyoruz.

Fotoğraf: Canan Taşkın

Sağa doğru yürüyen aslan figürünün bulunduğu horoskop 175 santim boyunda ve 240 santim genişliğinde ,0,47 santim kalınlığında kabartmalı kum taşından yapılan bir horoskop imiş. Aslan figürünün boynunda bir hilal, gövdesinde 8 ışınla karakterize edilmiş 19 yıldız bulunuyormuş.

Fotoğraflar Doç.Dr.Nezih Aytaçlar

Akşam ayazında, bu muhteşem yerden ayrılıyoruz.1800 lü yıllarda yapılan eski kazıların fotoğraflarına yol boyunca bakıyoruz.

Fotoğraflar Doç.Dr.Nezih Aytaçlar

Yolda Cendere Köprüsü’nü görüyoruz. Cendere Çayı üzerinde. Köprünün güneyindeki iki korint düzenindeki sütun İmparator Septimius Severus tarafından kendi ve karısı adına yaptırılmış. İmparator köprünün kuzeyine de aynı şekilde oğulları Caracalla ve Geta adına iki sütun daha yaptırmış. Ölümünden sonra yerine geçen oğlu Caracalla, kardeşini öldürüp onun adına ne varsa yakıp yıkmış. Şimdi köprünün kuzeyinde tek sütun var.

Cendere Çayı bir kanyondan akıyor. İki kemerli köprü kanyonun iki yakasını birleştiriyor. Antik Cabinas şimdiki adı Cendere Çayı’nda çok fazla su şu anda yok. Köprü her biri onlarca ton ağırlıkta olan düzgün kesme taşlardan yapılmış. 7 metre genişlik, 30 metre yükseklik ve 120 metre uzunlukta hiç harç kullanılmadan yapılan şahane bir Roma dönemi eseri. Biz üzerinden yürüyerek karşıya geçtik.

Akşam yorgun argın Adıyaman Rabat Otel’ine ulaştık. Açık büfe yemek sunan otelin açık büfesinde kıymalı patlıcan, patlıcan kızartma, pilavdan  oluşan menüden yemeklerimizi alıyor ve dinlenmeye geçiyoruz. Sabah kahvaltı sonrası Adıyaman’dan ayrılıyoruz. Kral ve tanrıların taşlaştığı, gökyüzüne uzanan Nemrut Dağı, görkemli heykelleri ve hikayesi ile anılarımızda yerini alıyor.

Kuzey İskoçya: Highlands – Ormanlar, Dağlar, Göller ve Nehirler Arasında Yolculuk

kuzey iskocya

İskoçya dağları, nehirleri ve gölleriyle zengin bir doğaya sahip, etrafı denizle çevrili muhteşem bir coğrafya… Ülke, kuzeyden güneye üç ana bölgeye; dağlık bir bölge olan Highlands, deniz seviyesine yakın olan Central Belt ve tepelik bir araziden oluşan Southern Uplands olarak ayrılmış.

İskoçya nüfusunun büyük kısmı başta Edinburgh, Glasgow ve Stirling şehirleri olmak üzere Central Belt bölgesinde yerleşmiş. İskoçya’ya bağlı 130’u yerleşim bölgesi olan 790 ada bulunuyor. İskoçya’nın en güzel şehirlerinden Edinburgh yazımı okumak isterseniz,
Edingburgh Gezi Rehberi

Highlands ülkenin kuzey ve batı bölgesinde genelde dağlık olan arazi, göller, nehirler ve yemyeşil ormanlarıyla bir cennet görünümü sunuyor. Bu bölge geçmişte İskoçya’nın tarihi kalbiymiş. Tarih boyunca birçok savaşın ve mücadelenin yaşandığı toprakların bugünkü ıssızlığı şaşırtıcı geliyor. İngiliz baskısı ve doğanın zorlamasına dayanamayan bölge halkı endüstri devrimiyle birlikte şehirlere göç etmiş.

 

İyi ki de böyle olmuş diyeceğim. İnsan eli değen çoğu yer bozulurken burası daha bakir ve muhteşem kalmış. Highlands’in sessizliğiyle ve temiz havasıyla insanı dinlendiren, huzuru yaşatan, şarkı söyleme isteği yaratan harika bir doğası var. Doğa fotoğrafı çekmek isteyenler için ise apayrı bir platform. Gözünüzün yakaladığı her kareyi çekme isteği duyuyorsunuz.

Zaten İskoçya kısaca yeşili ve su alanlarının çokluğuyla özetlenebilir. Her yer yemyeşil, adım başı göl, nehir veya gölete denk gelebiliyorsunuz. İngiltere’nin su ihtiyacının büyük kısmı İskoçya’daki su kaynaklarından sağlanıyormuş. İskoçya çok fazla yağmur alan bir bölge İngiltere’den bile daha fazla yağış alıyormuş. Yaz aylarında dahi günlük güneşlik hava bir anda değişip, bardaktan boşalırcasına yağmur yağabiliyormuş. Şansıma İskoçya’da bulunduğum sürede böyle bir yağmura denk gelmedim. Sadece Edinburgh’dan ayrılacağım gün hava kapalıydı ve arada bir çiseliyordu.

İskoçya doğal güzellikleri ve muhteşem coğrafyasının yanı sıra şatolar, kaleleri ile tarihi zenginliklere de sahip. Bir zamanlar soylu ailelerin sahip olduğu şatolar ve kartal yuvası gibi inşa edilmiş kaleler bugün hem film endüstrisine ilham veriyor hem de ülke turizmine hizmet ediyor.

Bunları görebilmek için dilerseniz Edinburgh veya Glasgow’dan günübirlik veya 3–5 gün konaklama seçenekli turlara katılabiliyorsunuz. Direksiyonu sağdan kullanmaya cesaretiniz varsa araba kiralayarak dolaşmak en keyiflisi olabilir.

Hadi artık ScotlineTours’dan aldığım 12 saat süren ve 372 km katettiğimiz günübirlik turla Highlands’i gezelim.

Bir gün önce Royal Mile’da bir seyahat acentasından 46 pound ödeyerek Longness Turuna kayıt yaptırmıştım. Otobüs saat 8’de bu caddeden hareket etti. Neredeyse dolu olan otobüste arka taraflarda boş bulduğum pencere kenarında bir koltuğa oturdum.

Şoförümüz aynı zamanda rehberimizdi ve yol boyunca hem çevreyi tanıttı hem de İskoç hikayeleri ve tarihinden anlattı. Otobüstekilerin ülkelerini sorup hiç İngiliz olmadığını öğrenince konuşması rahat olacak anlamında bir söz etti.

Seyahat güzergahımız oldukça geniş bir alanı kapsıyordu. Loch Lomond ve Fort William üzerinden Inverness’e kadar gidip Cairngorms Dağları’nın eteğinden ve Perth üzerinden Edinburgh’a dönecektik. Bu nedenle çoğunlukla otobüsten dışarıyı seyredip çok fazla mola veremedik.

Edinburgh’un merkezindeki çok katlı binalara karşın şehirden çıkınca daha sevimli müstakil evleri görmeye başladık. Glasgow yol ayrımını geçtikten sonra at başları göründü. Hazırlıklı olmadığımdan fotoğraflarını çekemediğimden webden bulduğum bir fotoğrafları paylaşabiliyorum. İskoçya’nın Falkirk’deki dinlenme bölgesi “The Helix”in bir parçası olan “The Kelpies”, çelik konstrüksiyondan yapılmış 30 metre yüksekliğinde dev iki at kafasına verilen isim. Kelpies masallarda anılan, İskoçya efsanelerinde at şeklinde beden bulmuş 10 at gücündeki su perilerini ve İskoçya’nın “Highlands” olarak anılan sert doğasını temsil ediyormuş. 2014 yılında açılan 600 ton ağırlığındaki heykellerin özellikle gece aydınlatılmış hali farklı güzel görünüyor.

Falkirk’ü geçip bir süre yol aldıktan sonra tarihi Stirling kasabasına ulaştık. Stirling, Forth Nehri kıyısında bulunan Orta Çağ’dan kalma tarihi bir kasaba ve büyük bir tepe üzerinde bulunan kaleden oluşmaktadır. Stirling Edinburgh’a yaklaşık 80 kilometre uzaklıkta. Kasabaya hakim iki tepeden birinde Stirling Kalesi, diğerinde ise William Wallace Anıtı var. Ancak Stirling kalesi otobüsün diğer tarafında kaldığı için fotoğrafını çekemedim. Burada tarihi bir zaferin kazanıldığı bir de köprü varmış. Biz gezme şansı bulamadık ama gidecekler için kısaca görülecek yerleri sıralamak isterim. 12. Yüzyıldan kalan bir Orta Çağ kilisesi olan Dunblane Katedrali her tarafında kullanılan geleneksel olmayan hayvan kabartmaları ve muhteşem vitray pencereleri ile görülmeye değermiş. Kısa bir yürüyüş mesafesinde muhteşem manzarası ile Falloch Şelalesi bulunuyormuş.

Tabi ki burada İskoçya’daki en önemli kalelerden birisi olan Stirling Kalesini es geçmemek gerekiyor. Kale bir zamanlar İskoç kraliyet ailesine ev sahipliği yapmış. Kalenin her bir bölümündeki kostümlü anlatıcılar, kale alanından çıkarılan iskeletler, duvarlarda yazılmış gizli şifreler burayı etkileyici bir atmosfere büründürmüş. 1300’lü yıllarda İngiltere Krallığı’na karşı büyük zaferler elde eden ve İskoçya tacını giyen İskoçya’nın kahramanı Robert Bruce, “Cesur Yürek” Braveheart filminde hayatı canlandırılan Stirling savaşı ile ulusal kahraman ilan edilen William Wallace ve İskoçyalılar’ın kraliçesi Mary Stuart ile meşhur olan kalenin mutlaka gezilmesi öneriliyor. Bizim böyle bir şansımız olamadı maalesef! Yine bir internet fotosu olacak.

İskoçya’nın en sevilen kahramanı olan Sir William Wallace için Abbey Craig’in tepesine bir anıt dikilmiş. Burası adeta bir müze gibiymiş; çünkü Wallace’ın kılıcı gibi bazı önemli eşyalar da sergileniyormuş. Sir William Wallace İngiltere’ye karşı direniş kuvvetlerine öncülük yapan bir şövalyeymiş. Çok uzun boylu olduğu ve Robin Hood efsanesine de kaynaklık ettiği söyleniyor. Wallace’ın son sözü “Özgür İskoçya” olmuş. Bu da bir internet fotosu.

Bu kasabadaki 1800’lerden kalan Eski Şehir Hapishanesi de oldukça ilginç bir yermiş. Hatta burada yer yaştan ziyaretçiye hapishane oyunu oynatıyorlarmış. Bir diğer görülecek yer Smith Sanat Galerisi ve Müzesiymiş. Müzede dünyanın en eski futbolu gibi çok ilginç eşyalar sergileniyormuş. Hayvanseverler için Blair Drummond Safari Park bulunuyormuş. “Game of Thrones, Winterfell, Monty Python and the Holy Grail ve Outlander” gibi hit serilerde kullanılan 14. yüzyıldan kalma Doune Kalesi muhteşem Lomond Gölü manzarasıyla ve Orta Çağ ruhunu yansıtan dekorasyonuyla görülmeyi hak ediyormuş. Stirling’de ayrıca viski tatmak isteyenler için Deanston Distillery damıtımevi varmış. Bu demek oluyor ki bu taraflara en aşağı 4-5 gün zaman ayırmak gerekiyor.

Yeri gelmişken bu viski konusuna da şöyle bir girelim. İskoç viskisinin özelliği sadece arpa maltından yapılıyor olmasıymış. Amerikan viskileri ise arpanın yanı sıra mısır, buğday, çavdar veya maltlanmamış arpa kullanılarak da yapılabiliyormuş. Bourbon viskiler içleri yakılmış meşe ağacından yapılmış fıçılarda iki yıl bekletildikten sonra şişeleniyormuş ve böylece bu fıçıların kendine özgü kokusu ve tadı viskiye de geçiyormuş. İskoç viskilerinin bir diğer özelliği de viski yapımında bu bölgede bulunan kaynak sularının kullanılmasıymış. Çünkü Highlands bölgesindeki kaynak suları inanılmaz derecede saf ve lezzetli olduğundan viski kalitesini de olumlu şekilde etkiliyormuş. Hatta viski üreticilerinin neredeyse tamamı damıtımhaneleri bir akarsunun yanı başına konumlandırmış.

İskoçya’da yaklaşık 150 civarında damıtımhane/viski üreticisi varmış ve bunlardan bazılarını sadece randevu alarak gezebiliyormuş. Turların gezdirdiği damıtımhanelerde ise önce viskinin öyküsü anlatılıyor ve sonra imalat aşamaları yerlerinde gösteriliyormuş. En sonunda da tadım yaptırılıyormuş. Bizim turun kapsamında viski gezisi olmadığından otobüsten binalarını görmekle yetindik ve yola devam ettik.

Aberfoyle’un eşsiz manzaraları ve rehberimizin anlatımı eşliğinde bir süre yolculuğumuz devam etti. Kısa bir süre sonra da Kilmahog’a ulaştık. İnek ve koyunların olduğu bir çiftlikte mola verdik.

Uzun tüyleriyle İskoç inekleri çok değişik görünüyordu.

Şansımıza o gün hava pırıl pırıldı ve kır manzarası muhteşem gözüküyordu. Tertemiz havası, yemyeşil kırlarıyla ve huzur verici sessizliğiyle köy büyüleyiciydi. Daha bunlar neymiş ki sonrasında gördüğüm manzaralar beni benden aldı götürdü diyebilirim.

Buradaki hediyelik eşya mağazasını da şöyle bir gezdim. İskoç yünleriyle yapılmış giyecekler gerçekten çok kaliteli ama bir o kadar da pahalıydı.

Fort William’ın batısında yarım saatlik mesafede bulunan ve Glenfinnan isimli kasabanın hemen kuzeyinde bulunan aynı isimli Glenfinnan Viyadüğü (Glenfinnan Viaduck) bulunduğu yer itibariyle görülesi bir manzara oluşturuyor.

Ancak bu Viyadüğü meşhur eden bu görüntüsü değilmiş. Harry Potter filminde bir sahnede kullanılan buharlı trenin (The Jacobite) üzerinden geçmesi olmuş. Hatta burası daha çok “Harry Potter Köprüsü” olarak biliniyormuş. Jacobite Buharlı Treni de daha çok Hogwarts Ekspres’i olarak biliniyormuş. Harry Potter filmleri ile bu tren ve Highlands’in engebeli ama bir o kadar da güzel doğası tüm dünyaya tanıtılmış. Bir film nelere kadir görüyorsunuz!

Pencereden bir o yana bir bu yana bakarak seyrettiğim manzara doyumsuzdu. Otobüsün penceresinden keşke hep burada yaşasam dedirtecek manzaralar bizi bekliyordu. Cep telefonumla ve arada cam olmasına rağmen çektiğim şu fotoğraflara bakar mısınız!

Britanya’daki göller arasında önemli bir tatlı su kaynağı Loch Lomond gölüne ulaştık. Göl, fiyordu andıran bir yapıda olduğundan bu yapıdaki göllere verilen genel bir ad olan Loch olarak adlandırılıyor ve üzerinde 30 civarında ada bulunuyormuş.

Göl merkezi İskoçya ile Highlands arasında bir sınır gibi kabul ediliyormuş. Loch Lomond ve Trossachs Milli Parkı 2002 yılında kurulmuş ve buradaki eko sistem koruma altına alınmış. Loch Lomond 36,4 km uzunluğunda ve genişliği de 1 ve 8 km aralığında. Göl, doğu kıyısında Ben Lomond ve güneyinde de çoğunlukla İskoç Munro yükseltileri olmak üzere tepelerle çevrilmiş.

Loch Lomond Britanya’daki en muhteşem doğal güzellikleri arasında yer alan popüler bir tatil bölgesi…

Müzikal bir film olan Royal Wedding’deki “You’re All the World to Me” şarkısında “You’re Loch Lomond when autumn is the painter!” yani “Sonbahar ressam olduğunda sen Loch Lomond’sun!” denilerek çok muhteşem bir betimleme yapılmış.

Milli Parkın çok farklı bir coğrafyası var. 21 adet munro yani tepeler, 2 orman parkı, 22 göl ve vahşi hayata ev sahipliği yapan 50’nin üzerinde özel doğa koruma alanından oluşuyormuş. Loch Lomond ve Milli Park’da yapacak pek çok etkinlik bulunuyor; tarihi buharlı gemilere binerek gölde gezinti yapmak, kano ve kayak kiralamak, küçük köyleri gezmek, Rob Roy’un mezarını görmek, macera parkında eğlenmek, tırmanış yapmak veya bisiklet sürmek gibi.

Biz tabi tüm bu güzellikleri otobüsün içerisinde izlemek durumunda kaldık ve yola devam ettik. Biraz yol aldıktan sonra bu defa gezimizin en güzel yerlerinden biri olan Glencoe Vadisi’ne geldik. İki tarafı dağlarla çevrili ortasında göl ve ırmaklar olan, yemyeşil ağaçların süslediği nefis bir yer. Özellikle Braveheart filmiyle çok ünlenen bu vadide her mevsimde yürüyenleri ve tırmanış yapanları görebiliyorsunuz. Glencoe köyü Loch Leven’in kenarı ile meşhur vadinin ağzı arasına muhteşem bir şekilde konuşlanmış.

Glen, İskoç Galcesinde dar vadi demekmiş. Glencoe, dağları ve nehirleri ile Highlands’ın en çok ziyaret edilen bölgelerinden biri. Ben Nevis, 1344 metre uzunluğuyla Britanya Adası’nın en yüksek dağı ve The Ben adıyla da biliniyormuş. Ben Nevis’in zirvesine dağcılar tırmanışı yapabiliyormuş. Vadi ise İskoç dağcılarına ev sahipliği yapıyormuş ve tırmanış yapanlar ile hiking yapanlar arasında çok popüler. Vadinin adı burada bulunun Coe Nehri’nden geliyormuş.

İskoçya tarihinde belki de en çok bilinen Klan savaşı ve katliamı burada yaşanmış. 1692’de İngiltere Kralına bağlılık yemini etmekte geç davranan MacDonald Klanı mensuplarının büyük bir kısmı Campbell klanı tarafından Glencoe Vadisi’nde katledilmiş. 300. yılına özel İskoç grubu Nazarteh’in Glencoe Massacre adlı şarkısını dinledik. Şarkının sözleri dinleyen insanı bir an için o güne götürüp kralın ve adamların nasıl insanlık dışı bir suç işlediğini insana hatırlatıyordu.

Haziran ayının sonunda olmamıza rağmen dağların zirvesine yakın kar öbekleri görülebiliyordu.

Bir süre sonra artık deniz ve yelkenli görüntüleri eşliğinde Fort William’a ulaştık. Körfezde bulunan İskoçya’daki en uzun deniz göleti Loch Linnhe’nin en ucunda kurulan Fort Williams hiking, trekking, climbing, skiing gibi outdoor sporların yapıldığı bir merkez. Kayak yapılabilen ve teleferikle çıkılabilen Ben Nevis dağı ve Glenceo çok yakında olduğu için özellikle tercih edilen bir kasaba. Burası İskoçya’nın Highlands bölgesinde Inverness’ten sonra en büyük ikinci yerleşim yeri. Nevis ve Lochy nehrinin ağzında kurulmuş görülmesi gereken çok güzel bir yer.

Yakınlarda olan Ben Nevis ve Munro dağlarına trekking ve tırmanma turları düzenleniyormuş. İskoçya’nın popüler hiking rotaları olan the West Highland Way ve The Three Lochs Way rotaları burada bulunuyormuş.

Teknelerin görüntüsü sanki bir tatil beldesine gitmişsiniz hissi uyandırıyor. Gulf stream akıntılarının etkisiyle deniz suyunun sıcaklığı da denize girilebilme süresini uzatıyormuş.Güzel deniz manzaraları eşliğinde yola devam ettik. McAndie Court kasabasının içinden geçtik.

Uzun yolculuğumuzun sonunda otobüsten inebildik ve Spean Bridge köyünde yemek molası verdik. Otobüsten inenler doğruca restoranta koştular, ben yanımda soğuk sandviç getirmiştim. Sadece 1,10 pound ödeyerek orta boy bir kahve aldım. Herkes yemeğinin hazırlanmasını beklerken restorantın önündeki tahta sıralara oturarak yemeğimi çabucak bitirdim. Hemen çevre araştırmalarını yapmaya başladım.

Highlands’de nereye giderseniz gidin mutlaka 1800’lerin başlarında Thomas Telford tarafından yapılan köprülerle ve diğer yapılarla karşılaşılıyormuş. Spean Bridge Köprüsü de 1819 yılında Spean Nehri üzerine inşa edilmiş. Spean Bridge çok ilgi çekici bir köy ve bu yüzden özellikle yaz aylarında burada çok yoğun bir trafik oluyormuş. Aslında Highlands’deki önemli şehirlere ve kasabalara giden yol ayrımı da tam burada bulunuyormuş.

Köyün kendisi de çok güzel düzenlenmiş. Turistik olması nedeniyle büyük bir park alanı, Turist Danışma Merkezi ve yemeğimizi yediğimiz Spean Bridge Hotel hepsi gelenleri ağırlamak için hazırlanmış. Spean Bridge aynı zamanda Fort William’a uzanan bir de demiryolu istasyonuna sahip. İstasyon binaları ise Eski İstasyon Restoranı’na çevrilmiş.

Köyün güneyindeki arazi ormanlık olmakla birlikte kuzey tarafında Ben Nevis ve Aonach Mor’un muhteşem manzarasını ve sol tarafta the Grey Corries Sıradağları’nı görmek mümkün.

Nehrin kuzey tarafındaki manzara muhteşem Kilmonivaig Kilisesi ve mezarlığı da doğaya eşlik ediyor.

Biraz daha kuzeyde ise tepede Scott Sutherland tarafından dizayn edilen ve 1952 yılında buraya yerleştirilen Commando Memorial adında bronz bir anıt bulunuyormuş. Bu anıt II. Dünya Savaşında bu bölgede eğitim yapan elit komando birliklerinin birçok üyesini anmak üzere yapılmış. Yine bir web fotoğrafı koymak zorundayım.

Komando Temel Eğitim Merkezi de Loch Arkaig’e doğru Achnacarry Kalesindeymiş şimdi yerinde muhteşem bir müze olan Clan Cameron Müzesi bulunuyormuş. Spean Bridge Hotelinde de komandolar ile bunların Lochaber’deki rollerine ilişkin eşya ve materyaller sergileniyor. Bunları gördüm ama ilgimi çekmediği için bir kare fotoğrafını bile çekmemişim.

Yaklaşık bir saat kadar verdiğimiz mola sonrası yola devam ettik. Böylece canavarı kendisinden daha ünlü olan ince uzun Loch Ness gölünün başında bulunan Fort Augustus’a ulaşmış olduk. Burası Lochness’in güney batısında yer alıyor.

Muhteşem manzaralar eşliğinde bisiklete binebilirsiniz ya da en popüler yol olan Great Glen Way boyunca yürüyüş yapabilirsiniz.

Ayrıca Caledonian kanalların havuzlarında suyun yükselmesini izleyip gölde tekne turu yapabilirsiniz.

Nakliye ve ulaşım için Atlas Okyanusu üç göl ve 1882’de yapılan 60 mil uzunluğundaki Caledonian Kanalı ile Inverness’ten Kuzey Denizi’ne bağlanmış. Deniz taşıtlarının LochLinn‘den Atlantik Okyanusu’na geçişi suyun kademeli yükseltilmesi ile sağlanmış. Kanal LochNess ve Kuzey Denizi arasında da geçit oluyormuş.

Nefis görüntüler eşliğinde sürdürdüğümüz yolculuğumuz artık meşhur Loch Ness’i bir tarafına alarak devam etmeye başlamıştı. Highlands bölgesinde yer alan bir vadi set gölü olan LochNess, Deniz seviyesinden 15.8 metre yukarıda olan Loch Ness, 56.4 kilometrekare alanı, 40 kilometre maksimum aralığı ve 230 metre maksimum derinliği ile İskoçya’nın ikinci en büyük gölü. Loch Ness beş nehirden beslenmektedir.

Ancak bu gölün bu kadar meşhur olmasını sağlayan kahverengi suları ve eşsiz manzarası değil bu gölde yaşadığı düşünülen Loch Ness Canavarı ya da kısaca Nessie adında gizemli bir yaratık olmuş. Canavar yapılan birçok aramaya rağmen bulunamamış ama canavarın varlığına inananlar onun gölün derinliklerindeki mağaralara saklandığını ve çamurlu sular yüzünden görülemediğini iddia etmişler. İlk kez altıncı yüzyılda görüldüğü rapor edilmiş olsa da, 1934 yılında Londralı bir jinekolog olan Dr. Robert Kenneth Wilson’ın çektiği fotoğraflarla dünyanın gündemine girmiş. Otoriteye karşı çıkanların canavara yem edilmek üzere asılması için gölün kenarındaki Urquhart Kalesi’nde göle doğru yerleştirilen “L”şeklindeki demir bir çubuk bu gizemli canavar hikayesine nasıl inanıldığını göstermekteymiş.

Popülerliği her geçen gün artan Loch Ness Canavarı “Nessie” hakkında sayısız kitap yazılmış, belgesel ve dramatik filmler çevrilmiş, şarkılarda yer verilmiş ve hatta bilgisayar oyunları tasarlanmış. İskoçya ve özellikle Loch Ness civarında yaşayanlar bu hikayenin ekmeğini yemeye devam ediyorlar. Çünkü Nessie artık tam bir ticaret metası haline gelmiş, oyuncaklar, anahtarlıklar, magnetler, t-shirtler, kitaplar, magnetler ne ararsanız her şeyin üzerinde sevimli görüntüsüyle Nessie resmi var. Bizde de Van Gölü canavarı hikayesi ortaya atılmıştı ama bırakın yabancı turist çekmeyi kendi insanımız bile merak edip oraya gitmedi!

Gölün kenarında sürdürdüğümüz seyahatimize bir yol ağzında mola verdik. Bu arada şoförümüz ve aynı zamanda rehberimiz gölde tekneye binmek isteyenlerin isimlerini toplamıştı. Gölde açık havada fotoğraf çekmek için 19 pound vermek istemediğim için tekne gezisine katılmadım. Otobüstekilerin yaklaşık yarısı geziye gitti. Rehber tekneye kadar onları götürdü ve kalanlara beklemesini söyledi. Bu arada otobüsümüz tam Urquhart Kalesi’nin üst kısmında durmuştu. Buradan güzel Loch Ness gölü manzarası eşliğinde kalenin bir çok fotoğrafını çektim.

Urquhart Kalesi, Loch Ness Gölü kenarında bulunan ve bir zamanlar İskoçya’nın en büyük Orta Çağğ kalelerinden biri, 13. yüzyılda yapılmış, 14. yüzyılda İskoç Bağımsızlık Savaşı’nda önemli rol oynamış.

Kale zaman içerisinde çok fazla zarar görmüş ve en iyi durumda kalan kısmı 5 katlı olan Grant Tower olmuş. İskoçya’nın en çok ziyaret edilen kalelerinden biri Urquhart Kalesi.

Rehberimiz geri döndükten sonra tekne gezintisine katılmayanları otobüse çağırdı ve göl etrafında bir süre gittikten sonra bir otelin önünde durduk.

Clansman Hotel tam göl kenarındaydı ama arada çok işlek bir yol vardı. Yolun diğer tarafına da göl kenarına inilmemesi için telli bir bariyer çekilmişti. Tekne gezisine katılmadığımız için yaklaşık 1 saat bizi oraya hapsetmişlerdi resmen. Neyse ki çok büyük bir hediyelik eşya mağazası bulunuyordu ve ayrıca yemek yemek isteyenler için bir de restoran vardı.

Mağazayı karış karış inceledim ve üzerinde Highlands of Scotland yazan resimli bir kupayı 5 pound ödeyerek aldım. Hotelin girişinde bir dondurmacıdan 2,40 pound ödeyerek dondurmamı aldım. Vakit gelince otobüse yerleşip teknelerin yanaştığı yere doğru gittik. Diğer yolcularımızın gelmesini beklerken çevreyi de görme fırsatımız oldu.

Gelen tekneyi ve gölü de fotoğraflayarak gezimizin Loch Ness aşamasını da tamamlamış olduk. Tekrar otobüse bindik ve bundan sonra artık Edinburgh’a kadar hiç ayağımız toprağa değmedi.

Bir süre sonra zaten Loch Ness’e çok yakın olan Inverness’e vardık. Burası kuzeyin merkezi olarak bilinen, Avrupa’nın en hızlı gelişen şehirleri arasında yer alan ve Highlands’in en büyük şehri. Şehir doğuda Ness Nehri’nin Kuzey Denizi’ne ulaştığı ağızda kurulduğundan bir sular şehri görünümünde.

Tarihte iki büyük savaşa sahne olan şehir Victorian tarzı yapıları ve viski imalatı ile meşhurmuş. Yürüyerek kolayca dolaşılabilecek şehirde Old High Church, St. Andrews Cathedral ve Inverness Kalesi gezilebilir. İlginç bir bilgi de Shakespeare’in ünlü eseri Macbeth’e konu olan İskoç kralı I. Macbeth’in kendisinden önce kral olan I. Duncan’ı Inverness Kalesi’nde öldürdüğü belirtiliyor.

Şehri şöyle bir gördük ve yola devam ettik ve 1056 metre uzunluğunda olan Kessock Köprüsü’nün yanından geçtik.

Inverness şehrinin yakınlarındaki Culloden Savaş Alanından geçerken rehberimiz savaşla ilgili bilgiler verdi. Inverness yakınlarında bulunan “Culloden Moor” kırsal alanında Fransız destekli olan ve Katolik kilisesinin yayılmasını isteyen Jakobit isyancı Highland İskoçları ile İngiliz Kraliyet ordusu ve onlara destek veren Lowland İskoç orduları arasında yapılan meydan savaşını 16 Nisan 1746 tarihinde İngiliz kraliyet ordusu kazanmış ve böylece isyan sona ermiş. Culloden Muharebesi Britanya adasında yapılan son askeri çatışma olmuş ve İskoç milliyetçileri tarafından hala hazin bir şekilde anılmaktaymış.

Doğa manzaraları eşliğinde The Cairngorm Dağları’na doğru yol aldık. Doğa Anne Cairngorms’a ayrıcalıklı davranmış. Neden mi, çünkü burada Birleşik Krallık’da bulunan en yüksek altı dağdan beşi ve 3000 feet’in üzerinde yüksekliğiyle 55 Munro bulunuyormuş. Milli Park’da çok antik doğal ağaçların bulunduğu büyük bir orman, şelaleler ve vahşi hayvanlar görülebiliyormuş.

Birleşik Krallıkta kayak için tercih edilen yer Cairngorms. Ayrıca dağ bisikletçileri, yürüyüşçüler, tırmanış yapanlar için özel rotalar belirlenmiş. Muhteşem manzarası konusunda zaten söylenecek söz yok.

Cairngorms dağlarından biri olan Ben Macdui Dağı ile ilgili gizemli bir hikaye de bulunuyor. Profesör Norman Collie’nin 1925’de yayınladığı kitabında Ben Macdhui’nin zirvesinden geri dönerken arkasında sisler içinde tuhaf bir ses duyduğunu, seslerden ürktüğü için koşmaya başladığını ama sesin onu yine de takip ettiğini anlatmış. Böylece bugüne kadar devam eden ve üstüne birçok hikaye ve makale yazılan Big Grey Man (Büyük Gri Adam) efsanesi doğmuş. Bu gizemli ses kimilerine göre o dağda yaşayan bir yerli kimilerine göre ise sisin yarattığı bir illüzyondan başka bir şey değilmiş.

Gün sonunda yolculuğumuz Edinburgh’a son buldu. Kuzey İskoçya bölgesini kelimelere sığdırıp anlatmak çok zor. Bölgeye en aşağı 2-3 gün ayırmak gerekiyor. Bizim bir günlük gezimiz biraz hızlandırılmış bir gezi oldu. Daha uzun zaman geçirmek, kırlarda gezinmek, kısa mesafe bir tırmanış yapmak, doğanın sesleri altında konaklamak isterdim.

Doğayı seviyorsanız Highlands denilen bölge tam size göre bir yer. Her an her yerde karşınıza çıkacak irili, ufaklı gölleriyle, yemyeşil uzanan ova ve vadileriyle, billur gibi sularıyla her yandan fışkıran şelaleleriyle, değişik türde bitki örtüleri bulunan ormanlarıyla, ince ince süzülen çakıl taşlı dereleriyle, sıra sıra uzanmış taşlı veya ağaçlı dağları ve tepeleriyle, orijinal İskoç inekleriyle, koyunları ve keçileriyle, her an göz göze gelebileceğiniz geyik ve diğer hayvanlarla burası adeta el değmemiş, cennet misali bir bölge. Giderseniz emin olun seversiniz.

Bir Kent Lizbon, İki Film: Gezgin Filmleri

Kentlere Sinemadan bakmak bize ne anlatır; ya da filmleri izlemeden nerede çekilmiş diye merak eder miyiz? Size Lizbon’da çekilmiş, baş rolünde Lizbon’un olduğu farklı iki filmi tanıtmak istiyorum…

Bir filmle kente bakacağız, diğer filmle kenti göreceğiz. Bakmak ve görmek diye neden ayırdığımı filmlerden söz edince anlayacaksınız.

Filmlerimizden  İsviçreli yönetmen Alain Tanner ‘in 1983 yılında çektiği Dans La Ville Blanche -Beyaz Kentte, Bruno Ganz Teresa Madruga, Julia Vonderlinin  oynamış. 6-19 Nisan 1987 tarihlerinde 6. Uluslararası İstanbul Sinema Günleri’nde gösterilmiş ilk kez, daha sonra da Ankara’da İspanyol Filmleri seçkisinde Alain Tanner özel bölümünde gösterilmiş.

Beyaz Kentte filminin ilk sahnesinden itibaren sisli puslu bir Lizbon görüyoruz ve kente sığınan ya da kentte kaybolmak isteyen bir denizcinin peşine takılıp Lizbon’un arka sokaklarında, karanlık barlarında, köhne otellerinde geziyoruz. Bir yandan da muhteşem bir mehtap eşliğinde limanda dolaşıyoruz, deniz kenarına gidiyoruz, tramvayla yolculuk yapıyoruz, merdivenli sokaklarında yürüyoruz. Oyuncumuz kente sadece bakıyor, çünkü denizlerde dolaşmaktan yorgun, sadece sığınıyor oraya nerede olduğunun onun için bir önemi yok, bunu film boyunca hissediyoruz. Almanya’da yaşayan sevgilisine aşık olduğunu anlatan mektuplar yazıyor. Böylece duygularından ve kentte neler hissettiğinden haberdar oluyoruz. Oyuncumuz sadece bakıyor kente ama filmin sonunda ben Lizbon’a mutlaka mehtap varken gitmeli diye düşündüm ve okyanusa saatlerce bakabilirim gibi geldi. Merdivenli dar sokaklarında dolaşırken zaman zaman İstanbul’u anımsadım. Filmi izlemek isterseniz.

 

Diğer filmimiz Polonyalı yönetmen Andrzej Jakimovski’nin 2012 tarihli Imagine-Hayallerin Ötesinde filmi. Film, 6-17 Nisan 2018 tarihlerinde 37. İstanbul Film Festivali’nde Dünya Festivallerinden bölümünde gösterilmiş. Filmin başrol oyuncuları  Alexandra Maria Lara, Edward Hogg ve Melcior Derouet harika oynamışlar.

Filmde farklı eğitim sistemini benimsemiş görme özürlü bir öğretmenin Lizbon’da bir körler okulundaki sınıfına ve eğitim sistemine eşlik ediyoruz. Onunla birlikte Lizbon’un sıcak, aydınlık sokaklarına çıkıyoruz ve Lizbon’u bambaşka bir yönüyle görüyoruz, bakmıyoruz. Ara sokaklarda küçük kafeler olduğunu gün boyu insanların o kafelerde oyunlar oynadığını, sohbet ettiğini keşfediyoruz. Yine tramvayla dolaşıyoruz sokaklarda, yine merdivenli sokaklarda yürüyoruz. Bu keşiflerimizde görme özürlü insanların rehberliğinde dolaştığımızı bazen unutuyor, hissetmiyoruz.

Öte taraftan, aslında Lizbon’luların bir kısmının kör olduğunu anlıyoruz. Yaşadıkları şehre o kadar yabancılaşmışlar ki limana arkalarını dönüp bir liman kentinde yaşadıkları unutmuş görünüyorlar. Limana gitmek isteyen görme özürlü oyuncularımıza bir yol tarifi veriyorlar, birkaç tramvay değiştirmeleri gerekiyor sanki. Sonra görüyoruz, bulundukları yerden yürüyerek kolayca limana gidebiliyorlar.

Filmi izlemek isterseniz.

 

Portekiz ve Lizbon’a gitme arzusu uyandıran iki güzel filmi izledikten sonra,  işte böyle muhakkak Lizbon’a gidiyoruz; tramvayla sokaklarını geziyoruz, merdivenli daracık sokaklarında yürüyoruz, yürüyerek limana ulaşıyoruz, akşam da mehtaba bakıp nefis bir Portekiz şarabı içiyoruz. Tabii ki tüm bunları yaparken bakıp, görmeyi asla ihmal etmiyoruz. İyi seyirler.

New York: Manhattan’dan Orta Çağ Dünyasına Bir Gezi

new york

Dünyanın ‘Big Apple’ı; New York… Onun kalbi de Manhattan. Dünyada neredeyse kimsenin kayıtsız kalamayacağı, ismine en azından filmlerden aşina olduğumuz gökdelenler ormanı. Göğe uzanan devasa yapılarıyla, ne kadar önemsiz olduğumuzu yüzümüze vuran şehir; milyarlarcası geldi, bir o kadar da gelip geçecek dercesine umursamaz. Ama bir yandan da bu dünyadaki en önemli varlık sensin deyip sırtımızı sıvazlayan, makinenin bir dişlisi olduğumuzu unutturan yer.

Aslında yeni sayılacak bir şehir. Avrupalıların buraya ilk adım atmaları 1554 yılına tarihleniyor. O dönemde  Fransız donanmasında bulunan İtalyan kaşif Giovanni Verrazzona buraya Fransa’da bir şehre atfen Nouvelle Angouleme adını vermiş. Ama çok geçmeden Hollandalıların hakim olduğu yere, Nieuw Amsterdam adını takmışlar. Sıra İngilizlere gelmiş; 1664 yılında burayı fetheden İngilizler şehre York ya da New York demeye başlamışlar. Böylece modern zamanların efsanesi olacak bir metropolün ilk yapı taşları atılmış olmuş.  Bu arada New York’un en can alıcı yeri olan Manhattan, Peter Minuit tarafından 1626 yılında Lenape yerlilerinden bugünün parasıyla yaklaşık 1000 dolara tekabül eden Avrupa’dan getirdiği  öte beri karşılığı satın alınmış. Bugün Manhattan’da nohut oda bakla sofa kıvamında daireler 2-3 milyon dolardan satılıyor. Nereden nereye…

Manhattan

Yazıya başlamadan Orta Çağ’ı belirlemekte fayda var. Genel olarak Orta Çağ MS 375 civarındaki kavimler göçü ile başlatılıyor, ya da MS 476 yılında Batı Roma’nın çöküşü ile… Orta Çağ’ın bitişi ise bizim için Fatih Sultan Mehmet’in 1453 yılında İstanbul’u almasıyla gerçekleşti. Bu tarihi Avrupa’nın deniz aşırı yerleri keşfetmelerine bağlayanlar da var, 1517 yılında Protestan Reformizminin başlamasına kadar uzatanlar da… Bu durumda yazımızda Orta Çağ olarak MS 5-15 yüzyıllarını esas almamız uygun olur sanırım.

Manhattan’da dolaşırken sizi Orta Çağ dünyasına götüreceğim bu yazıda. O dönemi oturan boğalar,  yan duran çitalar kıvamında kızılderililerle geçiren Manhattan’ın Orta Çağ konusunda vereceği pek bir şey olamaz gibi geliyor insana. Ama var. Kendi kısa geçmişini başka milletlerin kültürünü, zenginliğini aktararak kapatmaya çalışan ABD, bu konuyu da çözmüş. Ha, şu an A.B.D bir kültür ihracatçısı, o başka ama geçmişi olmadığı için, başka kültürlerin geçmişte yaşadıklarını içselleştirmeyi başarmış.

Manhattan

Mesela New York’un en eski yapılarından biri olan  Trinity Kilisesi, 1790 yılı yapımı… Dev, cam binalarla çevrili bu tarihi bina, tezatlıktan doğan bir güzellik yakalıyor; bu Manhattan’ın ruhu. Ama bunun ötesinde Manhattan’da Orta Çağ’a ait bir iz bulmak mümkün değil.

Manhattan

Onun için Manhattan’da Orta Çağ dünyasına gezimizi, buradaki üç müze üzerinden yapacağız. Bu gezi sonunda, bir parça Kuzey Amerika Kızılderililerine sardırmış durumdaydım. Ama ne yapayım, gördüklerim bunlardı, şimdi de siz okuyacaksınız. Ne diyeyim, ben müzelerin yalancısıyım.

Orta Çağ’a yolculuğumuzda bize yol gösterecek müzeler The Cloister, Metropolitan Museum ve National Museum of the American Indians. Bu gezi ile yukarıdan aşağıya Manhattan’ı kat edeceğiz… Önce Cloister.

The Cloister    

Manhattan

Cloister, Manhattan’ın kuzeyinde Hudson Nehri, Bronx kıyıları ve New Jersey ormanları ile çerçevelenmiş harika bir manzara ortamında sizi Avrupa’nın Orta Çağ’ına götürüyor. Burası meşhur Metropolitan Müzesi’nin bir bölümü aslında. Cloister binası, görüntüsüyle bile bizi Orta Çağ’a davet eder gibi heybetli ama aslında binanın Orta Çağ’la falan ilgisi yok.

Manhattan

Aslında çoğunlukla George Grey Barnard’ın koleksiyonuna dayanan objeler ilk önce, 1914 yılında Fort Washington Bulvarı’nda bir binada sergilenmekteymiş. John D. Rockefeller Jr desteğiyle 1925 yılında bu sergi Müze tarafından alınmış. Daha sonra bu sergi için daha geniş bir alan ihtiyacı doğunca buranın biraz daha kuzeyindeki alan Rockefeller tarafından alınıp Müzeye bağışlanmış. Bu alanın bir kısmında, Cloister’a giriş niteliğinde harika bir park oluşturulmuş; Fort Tyron Park geniş yeşillikleriyle, türlü çeşitli çiçekleriyle, kocaman gölgeli ağaçlarıyla ve harika manzarasıyla, her ne kadar Central Park’ın gölgesinde kalsa da, New Yorklulara metropol içinde bir doğa ortamı sunuyor. Ama bu park yetmemiş, Cloister’ın tam karşısındaki New Jersey ormanlık alanını da Rockefeller satın alıp, Cloister’ın gördüğü manzara hiç bozulmasın diye Müzeye bağışlamış. Rockefeller, kendi koleksiyonundan, özellikle tek boynuzlu goblen işlemeleri de Müzeye bağışlamış.

Manhattan

Cloister 1938 yılında halka açılmış. Cloister’a hakim olan Orta Çağ havası Avrupa’daki bazı Orta Çağ romanesk ve gotik manastırlarından esinlenerek sağlanmış; kronolojik olarak özellikle 9. yüzyıla ait  Saint Michel de Cuxa, 12. yüzyıla ait Saint Guilhem le Desert, Trie sur Baise, 13. yüzyıl sonuna ait Bonnefont en Comminges gibi Fransa’daki manastırları yapının esin kaynağı olmuşlar. Bir diğer dikkat çeken nokta da, Cloister bahçelerinin tamamen Orta Çağ’a ait bitkilerle ve o döneme ait bahçe nizamıyla düzenlenmiş olması. Orta Çağ manastır bahçeleri konusunda çok fazla bilgi bulunmasa da, bu konuda Saint Gall Manastırı önemli bir kaynak oluşturmuş.

Manhattan

Cloister’ın adresi; 99 Margaret Corbin Drive, Fort Tryon Park, New York, NY10040… Buraya otobüsle gelecekseniz Penn Station’dan kalkan M4 ile gelebilirsiniz, Cloister son durak.  Metroyla gelecekseniz ‘Uptown’ yönünde  A metrosuna bineceksiniz, 190.th Street durağında inip dışarı çıktığınızda Fort Washington Bulvarı takip ederek muhteşem Fort Tryon Park’tan geçip işaretleri takip ederek Müzeye varacaksınız.

Manhattan

Cloister’ın önerilen giriş ücreti 25 dolar ama ben  o kadar değil de bu kadar vermek istiyorum, diyebiliyorsunuz. Ben giriş için 10 dolar ödedim. Aynı gün içinde yapabilirseniz Metropolitan Müzesini ve/veya yine Metropolitan Müzesi bünyesindeki çağdaş sanat koleksiyonlarının sergilendiği Beuer Müzesi’ni gezmek de bu ücrete dahil. Müze galerileri ve bahçeleri rehberli turlarla gezilebilmekte; Müze giriş ücreti bunu da kapsıyor.

Cloister haftanın 7 günü açık; Mart-Ekim aylarında 10.00-17.15, Kasım-Şubat aylarında 10.00-16.45 saatleri arasında ziyaret edebilirsiniz. Müzenin koleksiyonunda, genelde Batı Avrupa’daki Orta Çağ manastırlarından getirilmiş vitraydan, resimli el yazma kitaplara, heykellerden goblenlere, resimlerden metal objelere kadar bir çok eser bulunuyor. Bunlar arasında 15.yüzyıla ait resimli saatler kitabı The Belles Heures of Jean de Evreux , 12. yüzyıldan kalma  Saint Edmunds Manastırı’ndan ince işçiliğe sahip fildişi haç, Ebreichsdorf Avusturya’dan kale şapeline ait vitray camlar, Strasburg Katedrali’nden 13. yüzyıla ait taş işçiliği dikkat çeken Meryem Heykeli, 15 yüzyıldan kalma Robert Campin’e ait Merode eserleri özellikle dikkate değer.

Manhattan

Müzede birbirine geçmeli 13 bölüm var.  Romanesk Salonda, Fransa’daki 12-13 yüzyıldan kiliselere ait taş kapıları İspanyol freskoları ve Fransız heykellerinin oluştuğu bir salona açılıyor.

Fuentiduena Şapel’inde İspanya’daki  12. yüzyıldan San Martin at Fuentiduena Kilisesinin mihrap bölümü görülebilir.

Manhattan

Saint Guilhem Kilisesi ise, 12 yüzyıldan Fransa’daki Saint Guilhem le Desert kilisesinin ortaçağ yapısına Roma tarzının uydurulduğu heykel işçiliği yanında, İtalya, Fransa ve  Endülüs İspanya’sından gelen heykelleri barındırmakta.

Langon Kilisesi bölümünde ise, Fransa’daki 12.yüzyıldan Notre Dame du Bourg at Langon Kilisesi’nin yapı parçalarından isli vitray camları, taş ve ahşap heykeller yer almakta.

Manhattan

Pontaut Chapter House, rahip ve rahibelerin günlük toplantılarını yaptıkları yeri temsilen romanesk tarzda bir bölüm; Pontaut Manastırı da 12 yüzyılda Fransa’da kurulan Benedikt bir manastır. 16 yüzyıldaki din savaşları sırasında hasar gören yapı, 1791 yılında  Fransa’da yerli halka satılmış, 1932 yılında da New York’a getirilmiş.

Manhattan

Cuxa Cloister ise yine Fransa Pirenelerindeki 12 yüzyıldan Saint Michel de Cuxa Benedikt Manastırı’na ait pembe taştan yapılmış bölümler içermekte. Bu bölüm Judy Black Bahçesi’ne açılmakta; Orta Çağ manastır bahçelerinde yer alan gerek süs bitkileri gerek şifalı bitkilerden oluşturulan bahçede, nefis manzaraya karşı soluklanabilirsiniz.

Manhattan

Erken Gotik Salonuna geçtiğimizde ise, Hudson Nehri’ne bakan pencereleri süsleyen 13. yüzyıla ait Fransa, İngiltere ve Almanya’dan getirilen vitray camlar dikkatinizi çekecek. Ayrıca salondaki heykeller ve resimler, dönemin İspanya, Fransa ve İtalya’nın muhteşem katedrallerinin havasını yansıtmakta.

Dokuz Kahraman Goblen Salonunda, 1400’lerden kalan dokuz goblen tabloda  Antik Dünya, Yahudi ve Hristiyan kahramanları resmedilmiş.

Gotik Şapel, 14 yüzyıl Avusturya vitray süslemeli kilise camlarının Fransa ve İspanya’dan getirilen soylu mezar taşlarına eşlik ettiği bir kısım.

Manhattan

Vitray Salonunda vitray camların aydınlattığı odada Orta Çağ’a ait günlük objeler bulunmakta.

Tek Boynuzlu At Goblenleri Salonunda, 1500 yıllarında Paris’te tasarlanıp Brüksel’de dokunan tek boynuzlu atın yakalanma, avlanma sahnelerini içeren goblen tablolar sergilenmekte. Tek boynuzlu at, İsa’yı temsil etmekteymiş.

Boppard Salonu ise 15. yüzyıldan Almanya’da Boppard am Rhein’daki Carmelite Manastırı’na ait vitraylar dikkat çekici. Ayrıca dini ve din dışı objeler de salonda görülebilir.

Manhattan

Merode Salonunun vurgusu ise erken Hollanda resminin önemli örneklerinden olan Merode Sunak Resmi. Robert Campin tarafından yapılan resim, Cebrail’in Meryem’e müjdeyi vermesini konu ediniyor ve üç parçalı bir yapıt. Salonda geç Orta Çağ dönemine ait diğer eşyalar da görülebilir.

Geç Gotik Salon ise Fransa’da 15. yüzyıla ait manastır pencerelerinin aydınlattığı odada Almanya, İspanya, İtalya kiliselerinden sunaklar, heykeller ve Burgos Katedrali’nden goblen tablo barındırmakta.

Manhattan

Bonnefort Cloister, Fransa’daki Bonnefort en Comminges Manastırı’na atfen olsa da, salondaki objeler genel olarak bölgedeki diğer manastırlardan derlenmiş. Bu bölümde Orta Çağ’da yetiştirilen 250 çeşit otun olduğu bir bahçeye açılmakta, manzara ise harika.

Trei Cloister, Trie Sur Baise bölgesinde bulunan Carmelite Manastırı için yapılan taş işçiliği dikkat çekici. Bu bölümden çıkılan bahçede ise Orta Çağ’da goblenlere işlenen çiçek türleri yetiştirilmekteymiş.

Manhattan

Ve Hazine, Orta Çağ kiliselerinin ve zamanın soylularının zenginliğini yansıtan altın, gümüş, fildişi, ipek işçiliği ile süslenmiş objeleri barındırmakta. 9. yüzyıldan 15 yüzyıla uzanan bir süreçteki Avrupa Orta Çağı’na ait resimli el yazması kitaplar, mücevherat, sofra örtüleri ve oyun kartları gibi hem dini hem gündelik eşyalar da görülebilir.

Manhattan

Burası kesinlikle yarım günlük bir geziyi hak eden bir yer. 9-15. yüzyıl arasındaki dönemde bir yolculuğa harika Hudson Nehri manzarası katarak, Fort Tyron Park’ında doğayla kaynaşarak, Müze kafetaryasında Orta Çağ havasında kahve keyfi yaparak bunu tam güne uzatmak da sizin elinizde…

Manhattan

Metropolitan Museum  

Manhattan

Cloister’ın da bağlı olduğu  Metropolitan Müzesi de, Central Park’ın 5. Avenue tarafında yer alıyor, adresi; ‘1000, 5th Avenue, New York’.  Cloister’dan M4 otobüsü doğrudan getiriyor, 84 sokak’ta ineceksiniz, metro ise daha karışık, A hattını alıp sonra B veya C hatlarına geçmeniz gerekecek. Şehrin diğer noktalarından buraya gelmek için ise bulunduğunuz yere göre 4,5,6 numaralı metrolar ile, M1, M2, M3, M4 numaralı otobüsleri kullanabilirsiniz.

Metropolitan Müzesi’ne önerilen giriş fiyatı da 25 dolar, ancak siz istediğiniz kadar ücret ödeyebiliyorsunuz.  Müze her gün açık, Pazar-Perşembe 10.00-17.30 saatleri, Cuma- Cumartesi 10.00-21.00 saatlerinde ziyaret edebilirsiniz.

Manhattan

Central Park’taki yerinde 1880 yılında hizmete açılan Müze, ‘Dünyanın her köşesinden 5000 yıllık sanat’  olarak kendini tanımlıyor. Gerçekten de öyle; British Museum, Louvre, Hermitage gibi belki onlardan hemen sonra sayılabilecek devasa bir müze. Burada Avrupa’dan Okyanusya ülkelerine, Afrika’dan Asya steplerine kadar türlü uygarlıkların izlerine rastlayabilirsiniz.

Manhattan

Bir binada tüm dünyaya ve tarihe uzanabiliyorsunuz. Ama bizim konumuz Orta Çağ… Ne güzel ki, Müze’ye girer girmez Orta Çağ bölümü karşımıza çıkıyor, tabii dönemin tüm haşmetiyle yaşandığı Avrupa’nın Orta Çağ bölümü. Ama biz her bölümde, Orta Çağ eserlerine göz atacağız.

Manhattan

Avrupa Orta Çağ’ı bölümünde Bizans eserleri, Antakya hazineleri, Orta Çağ sanatı, resimli el yazmaları, Geç Orta Çağ seküler sanat bölümleri dikkate değer. Özellikle Geç Orta Çağ seküler sanatı bölümünde  metal tabak süslemesi olarak kocasını döven kadın motifi olayın ne kadar detaya indiğinin en güzel örneği.

Manhattan

Avrupa bölümünde, 550. yüzyıldan başlayarak muhtelif dönemlere ait Yunan Mozaikleri, Bizans takıları, dini merasim eşyaları, haçlar, gümüş kitap kapakları, kuzey İspanyadan merasim haçları, savaş gereçleri, Fransa’dan aziz heykelleri, Almanya’dan  Meryem Ana heykelleri, Ermenistan’dan taş haçlar, Sicilya’dan değerli taş ve cam ürünleri, Hollanda’dan goblen işlemeler, Floransa’dan fildişi altar süslemeleri, muhtelif kilise vitrayları, Endülüs dünyasına ait  kitaplar, seramikler sizi Avrupa’nın Orta Çağı’na götürecek.

Manhattan

Ön Asya ve Orta Doğu bölümünde, Orta Çağ’ın bu bölgede hem büyük karmaşa hem de ileri bir uygarlık içinde yaşandığının kanıtları sergilenmekte. Ardarda kurulan devletlere ait çeşitli örnekler arasında elbette öncelikle Selçuklu ve Osmanlı eserleri gözümüze çarpacak. İznik çinilerinin parladığı bir bölüm Koç Ailesinin desteğiyle kurulmuş. Çiniler yanında değerli halılar, Kur’an el yazmaları, Kanuni dönemine ait seramikler, Mevlevi merasim eşyaları, taş ve ahşap işçiliğinin hakim olduğu objeler bize Anadolu’nun Orta Çağı’nı gösterecek.

Ayrıca İran’ın cam seramik kapları, ahşap işlemeli kapılar, taş oymacılığının hakim olduğu eserler, çini mihraplar, deri üstüne resimler; 12 yüzyıl Suriye’sinden kil eşyalar, cam işleri, mezar taşları, Rakka’nın ünlü turkuaz siyah çinileri; Irak’tan Abbasi döneminden tabaklar, taş oymalar; Yemen’den 13. yüzyıl metal eşyaları; Mısır’dan Memluklardan cam işçiliği insanı hayrete düşürecek. Kaçırılmaması gereken bir eser de, Mısır’dan Abbasi döneminden 8. yüzyıla ait enfes kemik ve dört çeşit ahşap karışımı mozaik bir tablo.

Uzak Doğu’ya uzanırsak Çin, Japon, Güneydoğu Asya ülkelerinden türlü buda heykelleri bu bölümün en önemli eserleri. Çin’den Yuan Hanedanlığı’na ait 13.yüzyıl seramik vazoları, porselen tabakları, kırmızı lake panolar, duvar tabloları yanında daha eski dönemlerden kalma heykeller, mutfak eşyaları göreceksiniz.

Yine Hindistan’ın muhtelif bölgelerinden taş işlemeciliği, fildişi eşyalar, metal işler, buda heykelleri sizi 7. yüzyıla kadar götürecek. Buna Sri Lanka,Vietnam, Tayland, Java, Nepal, Tibet, Pakistan, Kore, Japonya’dan gelen objeler de eklenince Orta Çağ’ın aslında ne kadar renkli yaşandığını göreceksiniz. Taş, ahşap, fil dişi, bambu, kağıt gibi türlü malzemelerin ince ince işlendiği eserler, heykeller, masklar, gündelik eşyalar size Orta Çağ’ın sadece Avrupa’da yaşanmadığını gösterecek.

Metropolitan Müzesi çok zengin bir müze; antik dönemlerden, yeni çağdan, modern dünyadan bir çok esere ev sahipliği yapıyor. Mısır tapınağından Okyanusya totemlerine, Madagaskar maskelerinden 19-20 yüzyıl Avrupa resimlerine kadar ne ararsanız var.

 

Bir tam günü hak ediyor müze, hatta cuma ve cumartesi günleri, türlü fiyat seçeneklerine uygun kafeleri ve lokantalarından da yararlanarak akşam 21’e kadar rahat rahat gezebilirsiniz.

National Museum of the American Indian

Manhattan

Şimdi Manhattan’ın güney ucuna yöneliyoruz ve Kızılderili Müzesi diyebileceğimiz müzeye gidiyoruz. Manhattan’ın en aşağısında; ‘1 Bowling Green, New York, NY 10004’ adresindeki Müzeye 2 ve 3 numaralı metrolarla Wall Street durağından, 4 ve 5 metrolarla Bowling Green durağından, 1 numaralı metroyla South Ferry durağından ulaşılabiliyor. Müze her gün 10-17 saatlerinde açık ve giriş ücretsiz.

Özellikle binaya dikkat edin, belki de bu Müzeden aklınızda en çok bina kalacak. Beaux Art akımın en güzel örneklerinden olan bina, 1907 yılında gümrük binası olarak yapılmış. Dış cephede Roma ticaret tanrısı Merkür’ün heykelleriyle süslü binanın girişinde Asya, Avrupa, Afrika ve Amerika’yı temsilen dört kadın heykeli mevcut. Bina içerisinde de deniz ile ilgili bir çok süsleme dikkat çekici. Kızılderili Müzesi bu binanın bir katını oluşturmakta.

Müzede arkeolojik ve etnografik eserlerin çoğu Kuzey Amerika’dan, bunun yanında Meksika ve Orta Amerika, Güney Amerika ve Karayiplerden de eserler mevcut. Orta ve Güney Amerika’ya ait arkeolojik eserlerin bir kısmı Orta Çağ’dan. Kuzey Amerika eserleri genellikle etnografik; güderi giyim eşyaları, deri çadırlar, oklar, yaylar, av tuzakları var. Orta ve Güney Amerika’ya ait eserler arasında, gündelik kullanım eşyaları yanında taş işçiliğinin hakim olduğu objeler, masklar, heykeller, kaplar bulunmakta.  Bunun yanında fotoğraf arşivi, basın arşivi ve baskı arşivi ile Müze zenginleştirilmiş. Burası özellikle tavsiye edeceğim bir müze değil ama yolunuz düşerse bir göz atın derim.

Üç müze sonrasında Orta Çağ’ı Avrupa’nın ve Orta Doğu’nun yoğun yaşadığını ve ne çok eser kaldığını düşünüyorum, bu zamana ulaşamayanlar da bundan fazladır belki de…  Antik dünyadan kalan yedi harikadan günümüze sadece Giza Piramidi’nin ulaşabildiğini, Rodos Heykeli, Babilin Asma Bahçeleri, Artemis Tapınağı, Zeus Heykeli, İskenderiye Feneri ve  Bodrum Mausoleim’um kaybolup gittiğini düşünürsek, kayıplarımız kalanlardan daha çok gibi. Orta Çağ denince, Türkiye’de en başta dönemin şahikası Ayasofya geliyor aklıma, sonra kaybolup giden onca Bizans Sarayı, sonra Topkapı Sarayı, Selçuklu yadigarı Divriği Ulu Cami, Bursa Ulu Cami, kervansaraylar, medreseler, külliyeler… Keza Orta Doğuda da, Orta Çağ ile birlikte hakim olan İslam’ın sanata, mimariye yansıyan yanları… Avrupa’da ünlü Notre Dame Kilisesi (Fransa), Canterbury Katedrali (İngiltere),  Burgos Katedrali (İspanya), Elisabeth Katedrali (Almanya), San Francesca Basilikası (İtalya) Orta Çağ’dan kalanlara en iyi örneklerden. Uzak Doğu’da yeni dünya harikaları listesine doğrudan  giren muhteşem Wat Angkor’un başı çektiği türlü tapınaklar, 1420 yılında açılan Çin’deki Yasak Şehir, dönemler ötesi Çin Seddi, devasa Buda heykelleri, Tibet tapınakları… Orta Asya’da Özbekistan sınırlarında kalan Semerkant, Buhara gibi şehirlerdeki medreseler, özellikle Semerkant’taki 1417 yılına tarihlenen Uluğ Bey Medresesi…

Manhattan

Orta Çağ’da dünyaya damgasını vuran bölgeler, yazımıza konu müzelere de damgasını vuruyor. Avrupa, Ön Asya, Orta Doğu, Uzak Doğu neredeyse en önemli bölümleri oluşturmakta. Buna Orta Çağ’ı kısmen yakalayan Güney Amerika’nın İnka, Orta Amerika’nın Aztekleri de eklemek gerek; bu uygarlıklardan geriye kalan  piramitler, tapınaklar bu gün de bizleri büyülüyor.

Peki geri kalan yerler, özellikle yazımız açısından önemli olan Kuzey Amerika’dan geriye ne kalmış dersek, deri giyim eşyaları, çadırlar, av eşyaları var sadece… Gerisi yok. Ama dedim ya, ben müzelerin yalancısıyım, oralarda ne gördüysem onu anlattım.

Manhattan’daki müze gezilerimin bende bıraktığı izler bunlar. Vaktiniz varsa, yolunuz düşerse, tavsiye ederim, siz de ziyaret edin bu müzeleri. Bakalım, sizde ne gibi izler bırakacak?

Ukrayna Gezi Rehberi: Karadeniz’in Karşı Yakası

ukrayna

Doğu Avrupa’da yer alan Ukrayna, topraklarının tamamı Avrupa’da bulunan en geniş ülke olma özelliğini taşımaktadır. Kuzeybatısında Beyaz Rusya, kuzey ve kuzeydoğusunda Rusya, batısında Macaristan, Polonya ve Slovakya, güneybatısında da Moldova ve Romanya ile komşu, güneyde Karadeniz ve Azak Denizi’ne kıyısı bulunan Ukrayna, yarı başkanlık sistemi ile yönetilen üniter bir devlettir.

Ülkenin başkenti Dnipro Nehri kıyısında bulunan Kiev (Kyiv) şehridir.

Bu topraklarda İskitler, Hunlar, Hazar Kağanlığı, Kıpçaklar, Peçenekler, Kumanlar, Oğuzlar, Slavlar, Altınordu Devleti, Osmanlı İmparatorluğu ve Sovyetler Birliği hüküm sürmüş. II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası tarafından işgal edilmiş ve yaklaşık 500 bini Yahudi olmak üzere 5-8 milyon civarında Ukraynalı yaşamını yitirmiştir. Ukrayna tarihindeki en önemli olaylardan biri de 26 Nisan 1986 tarihinde gerçekleşen Çernobil Reaktörü kazasıdır. Bu felaketten ötürü yaklaşık 350.000 kişi olay yerinden uzaklaştırılmıştır.

Ukrayna, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla 1991 yılında bağımsız bir ülke olmuştur. Ülkenin ilk yıllarında ekonomik ve siyasi açıdan oldukça ciddi sorunlarla karşılaşılmıştır. Diğer bağımsızlığını ilan eden SSCB devletleri gibi Ukrayna’daki üretim sektörü Rusya ve diğer devletlere bağımlıydı. Başlangıçta çalıştırılamayan ve atıl kalan fabrika ve işletmeler zamanla canlandırılmış ve ülke ekonomisi giderek düzelmeye başlamıştır. Bugün Ukrayna, Rusya askeri güçlerinin ardından Avrupa’daki en büyük ikinci silahlı kuvvetlere de sahiptir.

Verimli düz ovaların da bulunduğu ülkede kuzeyden güneye doğru uzanan ve Polissya olarak da bilinen ağaçlık ve bataklık bölgeleri büyük bir alanı kaplamaktadır. Diğer yerlerde ise gür ormanlara ve bozkır arazilere sıklıkla rastlanır. En yükseği 2061 metre ile Ukrayna Karpatları olan ülkenin yüzde 5’lik bölümü dağlardan oluşmaktadır. Ukrayna’nın en uzun nehri 2200 km ile Dnipro Nehridir. Ormanlar, nehirler, göller ve yeraltı kaynakları açısından oldukça zengin varlığa sahip olan Ukrayna’da toprakların önemli bir bölümünde tarım yapılmaktadır. Ülkenin başlıca geçim kaynakları tarım, hayvancılık, turizm ve sanayi olarak gösterilmektedir. Halkın büyük çoğunluğu düşük gelirli olmakla birlikte devletin sağladığı sosyal desteklerle genel bir refah seviyesi yakalanmış durumdadır. Ukrayna dünyanın dördüncü en yüksek okur yazarlık oranına sahip ülkesidir.

Resmi para birimi “UAH” olarak kısaltılan “Grivna”,

Resmi dili ise Rusçaya çok benzeyen ve Doğu Slav dilleri arasında bulunan “Ukraynaca”dır.

Ülkenin nüfusu yaklaşık olarak 44 milyon kişidir. Yüzde 70’i şehirlerde yaşayan halk büyük orandaki Ukraynalıların yanı sıra Almanlar, Kırım Tatarları, Ermeniler, Rumenler, Polonyalılar, Bulgarlar ve giderek artan sayıda Türklerden oluşuyor. Gezerken adım başı göreceğiniz kiliselerden de anlaşılacağı üzere Hristiyanlık ülkedeki en yaygın din.

Niçin Ukrayna?

  • Türk vatandaşlarına vize uygulamayan ve hatta pasaportsuz çipli kimliğinizle giriş yapabileceğiniz bir ülke Ukrayna. Ancak bu girişte pasaport polisi rezervasyonlarınız gibi bilumum sorular sual edildikten sonra uygun bulunması halinde girişe onay verilmektedir.
  • Türkiye’den ulaşım kolay, İstanbul, Kiev uçuşu 1,5 saat sürmektedir, ayrıca Ankara, İzmir Antalya’dan başkent Kiev’e THY ve Pegasus direk uçuşlar bulunmaktadır.
  • İlgi alanları farklı her yaş, cins ve kültür grubundan gezginin beklentilerini karşılayan, farklı güzelliklerle onları buluşturan ve mutlu eden ülkede hem huzuru hem de eğlenceyi bir arada bulmak mümkündür.
  • Ukrayna’nın turistik şehirlerinde gün boyunca parkları, tarihi yerleri, anıtları ve müzeleri dolaştıktan sonra geceleri eğlencenin keyfini sürebilirsiniz. Ukraynalılar kendileri de eğlenmeyi seviyorlar. Şehirlerde bulunan gece kulüplerinde neredeyse sabahın ilk saatlerine kadar eğlence devam ediyor.
  • Ukrayna eğlenmek için gidilecek bir destinasyon olduğu kadar sakin, huzur dolu, kültürel bir tatil için de doğru adres olacaktır. Yeşil alanları oldukça fazla olan ülkede sadece parklarda vakit geçirip dinlenebilirsiniz.
  • Başta Kiev olmak üzere Lviv, Odessa, Kharkiv gibi şehirlerinde bulunan tarihi eserleri, anıtları ve müzeleri ise söylemeye bile gerek yok.
  • Ukrayna, biri Karpatlar’ın ilkel kayın ormanları olan doğa alanında ve altısı kültürel alanda olmak üzere toplam yedi adet UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki eserlere ev sahipliği yapmaktadır.
  • Ukrayna parası Grivna’nın değeri giderek artış göstermesine karşın halen Türk Lirasına göre daha değersiz bir para birimidir. Ukrayna’da gezerken kolaylık olması bakımından 2019 yılı için hesaplamak istediğiniz Grivna tutarını kafadan dörde bölün ve yaklaşık TL tutarını bulun. (100 Grivna*0,23= 23 TL)

İklimi

Ukrayna çok büyük bir alanı kapsadığından genelleme yapmak çok da doğru olmayabilir. Bununla birlikte Ülkede karasal ve ılıman bir iklimin hakim olduğu söylenebilir. Mayıs Ekim arası Ukrayna’ya seyahat etmek için tercih edilebilecek en ideal zamandır. Yaz ayları genel olarak gündüzleri ılık, akşamları serin, kış aylarında ise özellikle orta kesimlerde hava soğuk ve sert geçer.

Türkiye’den Ulaşım

Türkiye’den ulaşımın en kolay olduğu ülkelerden biri olan Ukrayna’ya hava, kara ve deniz yolu ile ulaşım sağlanabilir. Hızlı ve daha konforlu bir ulaşım yolu olmasından dolayı Türkiye ile Ukrayna arasında yapılan yolculukların hemen hemen tamamı havayolu ile gerçekleştirilmektedir. İstanbul’dan başkent Kiev’e uçakla 1,5 saat süren bir yolculukla ulaşmak mümkündür. Ülkemizde İstanbul, Ankara, İzmir ve Antalya şehirlerinden Ukrayna’nın başkenti Kiev’e THY, Pegasus Havayolları, Ukrayna Havayolları ve Atlas Jet Havayolları tarafından doğrudan uçuşlar bulunmaktadır. Ayrıca bu havayollarının bazıları Lviv, Odessa, Kharkiv ve Kherson şehirlerine de doğrudan uçuşlar düzenlemektedir. İstanbul-Odessa arasında feribot seferleri de yapılmaktadır.

Ukrayna İçinde Ulaşım

Ukrayna’nın şehirleri arasında oldukça yaygın demiryolu ulaşımın veya otobüsü tercih edebilirsiniz. Özellikle trenler ucuz ve güvenilir bir ulaşım aracı olduğundan yerel halk tarafından yaygın kullanılmaktadır. Trenler hızlı trenler ve normal trenler olarak farklı fiyat ve konfor tiplerine sahiptir. Seyahat edeceğiniz güzergahla ilgili detaylı bilgiye Ukrainian Railways https://www.uz.gov.ua/en/ sayfasından ulaşabilirsiniz. Ancak biletler çok hızlı tükendiğinden planlamanızı aylar öncesinden yapmanız önerilir. Otobüsler ise trenlere göre daha az tercih ediliyor. Yine de zorunlu kalırsanız kullanabilirsiniz.

Havayoluyla ülkeye gelenler için öncelikle havaalanı ulaşımı önem taşımaktadır. Özellikle Kiev gibi büyük şehirlerde havaalanından merkeze ulaşım oldukça kolaydır. Taksiler, otobüsler ve matruşkaların yanı sıra belirli saatlerde hareket eden servis araçları bulunmaktadır. Uber veya Uklon kullanılması da oldukça yaygın ve ucuz bir uygulamadır. Belirtilen ulaşım araçları her şehirde geçerli olmayabilir. Gideceğiniz şehre ve havaalanına göre ulaşım yöntemlerine daha detaylı bakmanız önerilir.

Ukrayna’da şehir içinde metro, troleybüs, otobüs, tramvay ve matruşkalar, yaygın olarak kullanılan toplu taşıma araçlarıdır.

Metro sadece Kiev, Kharkiv ve Dnipro olmak üzere üç büyük şehrinde bulunmaktadır. Ucuz ve güvenilir olan toplu taşıma araçları ile şehirlerin her yerine kolayca ulaşabilirsiniz. Biletleri küçük büfelerden veya troleybüslerde kondüktörden, otobüslerde ise şoförden satın alabilirsiniz. Metro biletlerini ise girişte bulunan makinelerden veya gişeden almanız mümkündür. Ancak makineden bilet almak istiyorsanız yanınızda küçük tutarda Grivna olmasına dikkat edin. Tek binişlik otobüs ve metro biletler Ukrayna’daki en popüler ulaşım araçlarından biri, bizdeki dolmuş tarzında çalışan matruşkaların büyük kısmı özel sektöre aittir. Bu araçlarda ana duraklar dışında istediğiniz yerde inebilirsiniz.

Bunların dışında şehir taksilerini de kullanılabilir. Ukrayna’da taksi ile ulaşım, diğer Avrupa şehirlerine göre oldukça ucuz sayılır. Ancak özellikle büyük şehirlerde yabancı olduğunuzu anlayan taksi şoförlerinin sizi kazıklama ihtimali de oldukça yüksektir. Bu nedenle gideceğiniz yere göre önce pazarlık yapmanız önerilir.

Konaklama

Ukrayna’da her bütçeye ve konfora uygun konaklama seçeneği bulunmaktadır. Özellikle Kiev, Odessa, Lviv, Kharkiv ve Yalta gibi turistik şehirlerde, Avrupa standartlarında hizmet sunan çok sayıda otel vardır. Dört ve beş yıldızlı otellerin yanı sıra uygun konaklama alternatifi sunan hostellere, kırsal bölgede bir çiftlikte konaklamanın yanında kamp alanında konaklamaya, ev kiralamadan tutun da pansiyon tipi konaklamaya kadar çok çeşitli ve geniş bir skalada ve bütçeye göre alternatifler mevcuttur. Airbnb veya booking.com üzerinden yapılan erken oda veya ev rezervasyonlarında zaman zaman otelden daha uygun fiyat bulmak mümkün olmaktadır.

Yeme-İçme

Ukrayna sadece doğal zenginliklerden, tarihi yerlerden ve sanat eserlerinden ibaret değildir. Bu topraklarda yaşamış onlarca halkın buluşmasıyla ortaya çıkan zengin, birbirinden farklı ve lezzetli yemeklerin de mutlaka tadına bakmalısınız.

Ukrayna mutfağı ülkenin tarihine koşut olarak çoğunlukla Sovyet mutfağının etkilerini taşımaktadır. Ukrayna’da tahıl, et ve süt ürünleri, yumurta, meyve ve sebze, kuru yemiş, bitkisel yağ ve deniz ürünleri gibi oldukça geniş bir yelpazede taze ve oldukça lezzetli gıda üretimi gerçekleştirilmektedir. Ülkenin iklim koşullarına uygun olarak şalgam, pancar, patates ve lahana üretimi oldukça fazladır.

Eski Sovyet ülkelerinde meşhur olan borsch çorbası Ukrayna’da da yaygın tüketilmektedir. Birçok restoranda ana yemek öncesi borsch çorbası ikram ediliyor. İçinde lahana ve pancar bulunan ve tat olarak bizim damak tadımıza uygun olan borsch çorbası oldukça doyurucudur.
Smetana (ekşi krema) ve yanında sarımsaklı ekmekle servis edilir ve mutlaka denenmesi gereken bir yemektir.

Vareniki Ukrayna’nın mantı yemeği, bizim mantılardan daha büyük olan hamurların içine patates, et gibi bizimkine benzer malzemeler koyulduğu gibi kiraz gibi tatlı bir malzemeyle de doldurulabiliyor. Özellikle bayramlarda ve özel günlerde sofranın baş aktörü olan oldukça doyurucu Vareniki denemeniz önerilir.

Kiev Tavuğu da halkın oldukça fazla tükettiği yemeklerin başında gelmektedir. Tavukgöğsü, galeta unu ve yumurtaya bulanarak kızartılıp sunulmaktadır. Bunu biz de yapıyoruz ama bu kadar lezzetli olmuyor. Muhtemelen organik malzemeler kullanıldığı için bu fark ortaya çıkıyor. Biz bu yemeği Kiev’de merkezde bulunan Chicken Kyiv restoranda denedik ve çok
memnun kaldık.

Golubtsy, pirinç ve etle doldurulmuş lahana yani bizim de bildiğimiz lahana sarması ünlü bir Ukrayna yemeğidir.

Chebureki yani çiğ börek aslında bir Tatar yemeğidir. Bizim de iç malzemesine göre çok sevdiğimiz çiğ böreği özellikle kahvaltılarda yemek için Gürcü yemeği olan ekşi krema ya da domates sosuyla servis edilen yumruk büyüklüğündeki Khinkali’yi denemeden dönmeyin.

Syrniki, ekşi krema, reçel, bal ya da elma sosuyla servis edilen kızarmış pan kektir. Kahvaltıda ya da tatlı olarak tercih edilebilir, kesinlikle tatmaya değer. Konakladığım yerlerde kahvaltıda tatma imkanı buldum ve çok beğendim.

Perohy, Varenikiye benzer hamur topları üzerine vişne ve üzüm suyu konularak yapılan bir çeşit tatlıdır.

Zhale, meyve jöleleriyle servis edilen bir çeşit tatlıdır.

Kutia, bayramlarda ve özel günlerde haşhaş, fındık ve balla yapılan bir çeşit tatlıdır.

Kuru meyvelerden yapılan babka, sarmısaklı ve baharatlı pampuhski veya karabuğdaydan yapılan ekmek gibi çok çeşitli ekmekler denenebilir.

Baharat ve meyve karışımıyla yapılan Vodka olan Horilka veya Gorilka Ukrayna’ya özgü özel bir içecektir.

Slav ırkının çokça tükettiği Medovutka bal ve alkol kullanılan bir vodka türüdür.

Alkol tüketmem diyorsanız Ukrayna’nın geleneksel içeceklerinden olan kefir var.

Yerel mutfağın dışındaki seçenekler olarak; şehrin her yerinde dönerciler gibi Türk mutfağına dair yerleri bulmak mümkündür. Fast food arayanlar için Freshline ve McDonald’s gibi şehrin her yerinde bulunan fast food restoranları var.

Alışveriş

Ukrayna’da alışveriş yapabileceğiniz çok sayıda hediyelik eşya dükkanı, mağaza ve kent pazarı vardır. Özellikle kent pazarları ucuzluk ve çeşit olarak daha popüler hale gelmiştir. Bu pazarlarda birbirinden ilginç kıyafetler ve hediyelik eşyaları bulabilirsiniz. Vyshyvanka adında çiçek detaylı, nakışlı ve el işlemesi giysiler Ukrayna’nın ulusal kostümüdür. Bunları bazen bir gömlek, bazen bir elbise, bazen bir etek şeklinde kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı demeden hemen herkesin üstünde görebiliyorsunuz. Bayramlarından birine Lviv’de şahit olmuştum ve halk bu güne özgü yerel kıyafetleri ile geziyordı. Bu elbiseleri 12 farklı çiçekle yapılan Vinok çelengi ile de tamamlayabilirsiniz.

Ukrayna’da dokuma tezgahları ile hala el yapımı dokuma yapılmaktadır. Özellikle Rivne Bölgesi’nde yer alan Krupove olmak üzere ülkenin bazı bölgelerinde dokunan böyle bir ürün bulursanız almayı düşünebilirsiniz. Ukrayna’ya özgü bir müzik enstrümanı olan sopilka flütünü de bir anı olarak veya müzik tutkunu bir arkadaşınız için bir hediye olarak alabilirsiniz.

Bizim vatandaşlarımızın alışveriş tutkusu tabi sigara ve alkol üzerine olacaktır. Oldukça uygun fiyatlarla alabileceğiniz bu iki ürün grubu için de Duty Free yerine fiyat ve çeşit olarak daha uygununu bulabileceğiniz büyük marketlere bakmanızı öneririm.

Ukrayna’da Gezilecek Önemli Şehirler

Ukrayna’nın doğusu da batısı da kendine özgü çok sayıda turistik yerleşime sahiptir. Ülkenin batı kısmındaki şehirler Prag tarzı mimarileri ve pitoresk tarzları ile dikkat çekmektedir. Doğusundaki şehirler ise endüstriyel ve anıtsal yapıları ile tanınır. Odessa gibi güneyindeki şehirler ise sahil şehri olmanın avantajıyla her zaman ışıltılı ve büyüleyicidir. Seyahat planlamanızda yardımcı olabilmesi için Ukrayna’nın en çok ziyaret edilen turistik şehirlerini kısaca gözden geçirelim. Her şehrin yanında bulunan linkten detaylı gezi rehberilerini okumanız halinde Ukrayna’nın birçok şehrini beğenip yeni yılda gezi programınıza almak isteyeceğinizden eminim.

Kiev

Dünyanın en yeşil başkentlerinden biri olarak gösterilen ve geniş parklarıyla ünlü Kiev’de çok sayıda turistik lokasyon bulunmaktadır. Ukrayna’yı ilk kez ziyaret edecek gezginler için burası iyi bir başlangıç noktası olabilir. Ülkenin başkenti olmasının yanı sıra en büyük şehri de olan Kiev’de yaklaşık 3 milyon kişi yaşıyor. Avrupa’nın en eski yerleşim yerlerinden biri
olan Kiev’de yaşam bazı tarihçilere göre M.Ö. 482 yılına kadar uzanıyor.

Şehrin en önemli merkezi noktası olan;

*Özgürlük Meydanı’nda (Maidan Nezalezhnosti) Kiev gezinize başlayarak UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan eserler arasında bulunan

*Aziz Sofya Katedrali,
*Altın Kapı, Mariyinsky Sarayı,
*Pechersk Lavra,
*Andrevski Spusk

gibi daha adlarını yazamadığım sayısız turistik yeri gezebilirsiniz.

Ukrayna’da canlı gece hayatı ve eğlence denilince akla gelen ilk yer Kiev olacaktır. Sayısız gece kulübü, bar, tavernalar ve şovlar eğlenmek, dans etmek, yiyip içmek isteyenlerin hizmetine sunulmuş.

Kiev, 1960 yılında inşa edilen dünyanın en derin metro istasyonuna da sahiptir. Derinliğini gözünüzde canlandırabilmeniz için yürüyen merdivenlerle neredeyse 5 dakikaya yakın bir süre iniş ve çıkış yaptığımızı söylemem gerekir.

Detaylı Kiev Gezi Rehberi – Ukrayna’nın Renkli Başkenti yazımızı okuyabilirsiniz.

Lviv

Ukrayna’nın büyük şehirleri arasında bulunan Lviv, son yıllarda turist sayısını en çok artıran şehirler arasında bulunmaktadır. Ülkenin adeta kültür başkenti olan Lviv, Ukrayna’nın kuzey batısında Polonya sınırına yakın bir konumda yer alıyor. Bu nedenle de mimari tarzı itibarıyla Polonya ve Çek Cumhuriyetini çok andırıyor. Opera, bale, tiyatro ve konser salonları ve müzelerle birlikte şehirdeki muhteşem kültürel ve sanatsal atmosfere ilave olarak Lviv, Dünyada kişi başına düşen kafe sayısının en fazla olduğu şehir olarak da gösteriliyor. Şehirdeki kafe sayısının 1500’den fazla olduğu belirtiliyor. Turistik olarak popüler hale gelmesinden sonra Lviv aynı zamanda Ukrayna’nın en pahalı şehri haline gelmiştir.

Şehirde gezilecek başlıca yerler arasında bulunmaktadır.

*Lviv Kalesi,
*Opera Binası,
*Eczacılık Müzesi,
*Potocki Sarayı,
*Dominikan Katedrali,
*Boim Şapeli,
*St George Katedrali
*Pazar Meydanı

Detaylı Lviv Gezi Rehberi-Ukrayna Kültür Başkenti yazımızı okuyabilirsiniz.

Kharkiv

Ülkenin en büyük ikinci şehri olan Kharkiv, Ukrayna kültürünü yansıtan en önemli şehirlerden biridir. Şehir özellikle gece hayatı ve eğlenceli mekanları ile öne çıkmaktadır. Ancak Kharkiv, sadece gece hayatı ile sınırlı bir şehir değil. Doğal, kültürel ve tarihi dokusu da son derece dikkat çekici olan şehir’de, özellikle tarihi ve turistik anlamda değer taşıyan yapılar, anıtlar, eserler ve yeşil alanlar bulunmaktadır. Dört imparatorluğa ev sahipliği yapmış şehrin Orta Çağ’a kadar giden tarihi mimarisi korunmaya çalışılmış, bazıları yeniden yapılmış veya restore edilmiştir.

Üniversiteleri sayesinde öğrenci nüfusu oldukça fazla olan şehir özellikle okulların açık olduğu dönemde çok daha hareketli. Şehirde gezilecek başlıca yerler arasında;

*Shevchenko Parkı
*Tarih Müzesi,
*Annunciation Katedrali
*Assumption Katedrali
*Pokrovsky Katedrali
*Botanik Bahçesi
*Kharkiv Hayvanat Bahçesi

bulunmaktadır.

Detaylı Kharkiv Gezi Rehberi- Hem Tarihi Hem Eğlenceli Ukraynalı     yazımızı okuyabilirsiniz.

Lutsk

Çok fazla bilinmeyen ve bu nedenle de bakir kalabilmiş bir şehir olan Lutsk, Ukrayna’nın geleneksel yapısını yansıtmasının yanı sıra Avrupa’nın modern dokusunu da aktaran şirin ve gezmesi kolay bir turistik destinasyon. Lutsk’ta her tür gezgin bir şeyler bulabilir. Dinlenmeyi ve huzuru sevenler, eski şehrin ve merkezdeki caddelerin atmosferinin tadını çıkarmak için kafelerde oturup güzel parklarında gezebilir, yürümeyi ve ara sokaklarındaki sürprizleri keşfetmek isteyenler saatlerce dolaşabilir, tarihi ve mimarlığı sevenler geçmişe dair birçok anıtı bulabilir, sanat tutkunları ise sanat galerileri ve çok sayıda festivalin olduğunu öğrenmekten kesinlikle mutlu olacaktır.

Şehirde gezilecek başlıca yerler arasında;

*Tiyatro Meydanı
*Kutsal Trinity Ortodoks Katedrali
*Lesya Ukrainka Caddesi
*Aziz Peter ve Aziz Paul Katolik Kilisesi
*Lubart Kalesi
*Luteryan Kilisesi
*Chimeras’lı Ev
*Müzeler

bulunmaktadır.

Detaylı Lutsky Gezi Rehberi- Ukrayna’da Küçük Roma yazımızı okuyabilirsiniz.

Rivne

Ukrayna’nın en eski şehirlerinden biri olan pitoresk ve sakin Rivne şehri, köklü tarihi ve kültürel değerleri ile görmeyi ve tanımayı hak eden bir destinasyon. Zor geçmişine rağmen, Rivne eşsiz cazibesini korumayı başarabilmiş. Caddelerinde yürürken, tarihi binalarına hayran kalırken ve ilginç atmosferini eski bir kafeden izlerken bunu hissedebiliyorsunuz. Gri ve kasvetli bir Sovyet kentinden renkli, temiz ve geleceğe adım atan bir Ukrayna şehrine dönüşmeyi başarmış. Rivne, bölgedeki diğer yerleri keşfetmek için bir üs olarak da kullanılabilir. Reklamı çokça yapılan “Aşk Tüneli” arabayla sadece 30 dakika uzaklıktadır. Turistlerin neredeyse tamamını Rivne’ye getiren asıl neden yakın mesafede bulunan Klevan’daki Aşk Tüneline gitmektir. Peri masalına benzer şekilde büyümüş, ağaçların gölgelediği demiryolu hattı, bölgede “mutlaka görülmesi gereken” bir yer olarak karşımıza çıkıyor.

Şehirde gezilecek başlıca yerler arasında;

*Pokrovsky Katedrali,
*Bağımsızlık Meydanı,
*Soborna Caddesi,
*Rivne Ukrayna Müzik ve Drama Tiyatrosu,
*Tiyatro Meydanı,
*Aziz Anthony Kilisesi,
*Anıtlar, olağanüstü bir mimariyle yapılmış konutlar,
*Shevchenko Parkı,
*Molodi Parkı
*Müzeler

bulunmaktadır.

Detaylı Rivne Gezi Rehberi-Ukrayna’nın Küçük Şehri yazımızı okuyabilirsiniz.

Odessa

Ukrayna’nın en büyük liman kenti ve Karadeniz’in incisi Odessa, ülkenin en büyük dört şehrinden biridir. Odessa, tarih boyunca Karadeniz’in en işlek limanlarından biri olmuştur. Günümüzde de Ukrayna’nın deniz ticareti ve gemi inşa tesisleriyle öne çıkan Odessa, bunların yanı sıra gezilecek tarihi yerleri, plajları, yemyeşil doğası ile adeta Karadeniz kıyısında bir cennet gibidir.

*Potemkin Merdivenleri,
*Deribasivskaya Caddesi,
*Privoz Pazarı,
*Şehir Bahçesi,
*İstanbul Park,
*Arcadia Plajı,
*Tek Duvarlı Ev

Odessa’nın önemli gezi noktaları arasında bulunmaktadır.

Yukarıda saydığımız Ukrayna gezinizde görmenizi tavsiye ettiğimiz, turistlerin ilgisini çeken başlıca şehirlerin dışında, yedi asırlık ünlü meşe ağacı ve Khortytsa Adası ile bilinen Zaporijya, Donetsk Demir Figürleri Parkı, Donetsk Sanat Müzesi ve Mertsalov’un Palmiyesi gibi müzeleri, devasa parkları ve heybetli yapıları ile öne çıkan Donetsk, ismini üzerinde bulunduğu nehirden alan, tarihi ve doğal güzellikleri ile sakin Dnipro, Türk Kuyusu, Türk Köprüsü, Türk Çeşmesi gibi Türk kültürüne ait önemli eserlerin bulunduğu Çernivtsi, Massandrovsky Plajı, Lenina, Çehov’un Evi ve Alexander Nevsky Katedrali, Tarih ve Edebiyat Müzesi gibi gezilecek yerleri olan ancak bir kıyı şehri olduğundan daha çok yaz turizmiyle öne çıkan Yalta Ukrayna’nın gezilebilecek diğer şehirleri arasında bulunmaktadır.

Son Söz

Ukrayna, ülkemizde aslında herkesin bir şekliyle bildiği ama buna karşın az tanınan bir ülkedir. Renkli gelenekleriyle, dost canlısı halkıyla, zengin tarihi ve kültürel yapısıyla, canlı ve eğlenceli gece hayatıyla öne çıkan Ukrayna, bir sonraki seyahatinizde sizin de seyahat planlarınıza girebilir. Başkasından dinlemeyi bırakın ve siz de en kısa sürede bir bilet alıp Ukrayna şehirlerinin kültürel ve tarihi dokusunu bizzat yaşayarak hoşça vakit geçirin.

Gülten İşçimen’in yazılarını http://gezininadresi.blogspot.com/ adresinden okuyabilirsiniz.

Şanlıurfa Gezi Rehberi: İnsanlık Tarihine Yolculuk

sanliurfa

Peygamberler Şehri Urfa… Niçin peygamberler şehri? Kaç Peygamber buralarda yaşamış? UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne rekor bir hızla alınan Göbekli Tepe nasıl bir yer? Dünya tarihinde en eski yerleşim yeri olarak gösterilen toprakları görmek, anlamak, özet olarak yazıya dökmek kolay değil. Geziye başlamadan sorularımız çok fazla.

Şanlıurfa iki milyonu aşan nüfusu ile Türkiye’nin dokuzuncu büyük şehri. Kent merkezinin nüfusu bir milyon dolayında. Nüfusun % 45’i köylerde yaşıyor.

Şanlıurfa’da kara iklimi hakim, yazlar sıcak, kışlar soğuk. Toprakların % 60‘ı ekili, % 38’i ise çayır ve mera. Orman yok denecek kadar az (% 1’den az). Konum olarak Güneydoğu Toroslar’ın orta kısmının güney eteklerinde yer alıyor. Kuzeydeki dağlar yüksek değil, şehir ovaya kurulu.

Fıstık, ekili alanların çoğunu kaplıyor.  Son yıllarda daha da artmış, Türkiye fıstık üretiminde dünyada İran ve A.B.D.’den sonra 3. sırada. Arkeolojik kazılarda M.Ö. 7000 yılına dek uzanan fıstık fosillerinin bulunması yörede fıstık üretiminin çok eskilere dayandığını gösteriyor. Mezopotamya’da  dokuz ili kapsayan GAP Projesi Şanlıurfa’yı da içine alıyor.  GAP de planlanan 22 barajın 15’i tamamlanmış.  Barajlar bölgenin hayatını değiştirirken, tarihi pek çok alan da sular altında kalmış.

Ekonomi  tarıma, turizme, hayvancılığa dayanıyor,  tarıma dayalı sanayi bulunuyor. Fırat Nehri’nde yaşayan (şimdi Atatürk Baraj Gölü’nde) Refetus kaplumbağaları,  boyu 1 metreye yaklaşan çöl varanı, çizgili sırtlan (nesli tükenmiş olabilir), kelaynak kuşları, ceylanlar, keklikler bölgede  doğal yaşamın temsilcileri.

Rivayete göre Enoch insanlara şehir kurmayı öğretir. Onun devrinde kurulan 180 şehrin en küçüğü Urhai (Orhay) dir. Enoch, Hermes, Uhnud ve İdris Peygamber’in aynı kişi olduğu düşünülüyor. Urfa Nuh tufanından önce kurulmuş. Tufanla birlikte tüm dünya gibi yok olmuş. Tufan sonrası Babil’de hüküm süren Nemrut’un kurduğu üç şehirden  biri Urfa’dır. Şehrin ilk sahipleri Arami-Süryaniler  şehre Urhai veya Orhay derken, daha sonra gelen Helenler Edessa (suyu bol anlamında) ve Kaliruha (suyu güzel çeşme)  olarak adlandırmışlar. Arapların  gelişi ile şehir Ruha adını almış, Osmanlı döneminde Urfa, 1984’de çıkarılan bir kanunla da Şanlıurfa olmuştur.

Hz. Adem’den son Peygamber Hz. Muhammed’e kadar dünyaya 124 bin, başka bir rivayete göre 224 bin peygamberin geldiği düşünülüyor.  Bunların sadece 25 tanesinin adı Kuran’da geçiyor. Bunlardan Hz. İbrahim, Hz. Eyyub, Hz.Elyasa, Hz.Şuayb, Hz. Nuh, Hz.Musa , Hz. Lut, Hz. Yakup olmak üzere sekiz peygamber bu topraklarda yaşamış.

Diyarbakır üzerinden karayolu ile geldiğimiz Şanlıurfa’da gezmeye başlıyoruz.

Arkeoloji Müzesi Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi Türkiye’nin kapladığı alan açısından en büyük,  barındırdığı eserler açısından beşinci büyük müzesi. Otuz bin metrekarelik binada 14 ana sergi salonu, 33  canlandırma alanı var. Müze yapılmadan önce hangi eserlerin sergileneceği belirlenip, bunlara uygun bir tasarım ile müze yapılmış. 1965 den beri hizmet veren müzenin yeni modern binaya geçiş yılı 2015 yılı.

Müzede eserler kronolojik bir sırayla sergileniyor. İlk Salon Paleolitik Dönem’e ait. Sonra Neolitik Dönem Salonları geliyor (M.Ö 10000-6500).  Kültürlerin ve yolların kavşak noktası Şanlıurfa‘da önce Atatürk, sonra Birecik Barajı yapımı nedeniyle  arkeolojik kurtarma kazılarına hız verilmiş. Nevali Çori, Göbekli Tepe, Gürcü Tepe, Akarçay Tepe’den Neolitik Dönem’e ait pek çok eser ve canlandırma müzede mevcut.

Çanak Çömleksiz Neolitik Dönem’e ait insanlık döneminin korunagelmiş en eski heykeli Balıklıgöl Heykeli de burada. Kireçtaşından yapılma 1.80 boyunda heykelin siyah obsidyen gözleri dikkat çekici.

Neolitik Dönem Salonu’nda  Göbekli Tepe’nin imitasyonu var.

M.Ö. 10000 yıllarına dayanan en az Göbekli Tepe kadar önemli Nevali Çori, Atatürk Barajı suları bu antik yeri yok etmeden önce ortaya çıkarılmış. O dönem insanlarının avcı toplayıcı topluluklar olduğunu gösteren başka bir yerleşim yeri. Burada bulunan tapınakta ki dikilitaşların  Göbekli Tepe deki gibi stilize insan heykelleri olduğu düşünülüyor.

Yine Akarçay Tepe’de yapılan kazılarda M.Ö. 8000 yılına ait konutlar bulunmuş. Müzede bunlar canlandırılmış.

Müzede Kalkolitik (M.Ö. 6000-3300) Dönem eserleri de var. Çebi Tarlası, Hacı Nebi Höyük, Kurban Höyük bu dönemin öne çıkan höyükleri.  Devrik ağızlı pişmiş toprak kapların bu dönemde asgari ücret ödemeleri için kullanıldığı düşünülüyor.

Tunç Dönemi (M.Ö. 3300-1110) höyükleri, Titriş, Lidar ve Kurban Höyük. En güzel pişmiş toprak kaplar bu dönemde.

Demir Çağı’na (M.Ö. 1100-330) ait Harran Höyüğü’nde çivi yazısı ile yazılmış Babil Nabunid Stelleri var.

Helenistik-Roma-Bizans Salonu’nda M.Ö 281 –M.S 244 döneminden heykeller, seramik kaplar, takılar, Roma Caddesi canlandırması bulunuyor.

Müze İslami Dönem Salonu ile bitiyor.  Hem mimari açıdan,  hem sergilenen eserler özellikle Neolitik Dönem eserleri açısından mutlak görülmesi gereken bir müze.

Halepli Bahçe Mozaik Müzesi Arkeoloji Müzesi’nden Halepli Bahçe Mozaik Müzesi’ne gidiyoruz. Urfa mozaikler şehri. Şimdiye dek 100’den fazla mozaik bulunmuş. Ancak çoğu kayıp veya özel koleksiyonda.  Bazı eserler de İstanbul Ayasofya Müzesinde.

Halepli Bahçe Mozaiklerinin en önemli özelliği, savaşçı Amazon Kraliçelerinin isimleriyle beraber mozaiğe resmedilmiş olmaları. Dünyada bunun başka bir örneği yok. Mozaik yapımında kullanılan Fırat Nehri taşlarının ebatları bazı mozaiklerde 4 milimetreye dek küçülüyor.

Amazon Mozaği’nde ana sahnede  dört Amazon kraliçesi, Penthesileia,  Antiope, Hippolyte,  Melanipe, savaşçı amazon kadın kıyafetleri ile tek göğüslü, yaya veya at üstünde resmedilmişler. Ares’in kızı kraliçe Penthesileia vahşi bir hayvana okunu fırlatmak üzere. Penthesileia, Aşil (Akhilleus) tarafından öldürülür. Aşil öldürdüğü kadına aşık olur. Antiope iki ağızlı balta ile av sahnesine katılır. Hipplute elindeki kılıcı bir panterin boynuna saplamakta, bu arada köpeklerinden biri pantere, diğeri devekuşuna saldırmaktadır. Bu av sahnesinde leopar ve aslanın korkusu, acı çekme hali, akan kanları ve gölgeleri çok başarılı resmedilmiş. Melanipe at sırtında elinde mızrağı aslana saplamaktadır.

Avlanan Amozonların her parçası günümüze sağlam kalmadığı için imitasyonla da canlandırılmışlar.

Pek çok mozaiğin bulunduğu müzede dikkat çeken eserlerden biri de M.S. 194 yılına ait. 1998’de Amerika Dallas Müzesi’ne götürülen, 2012 yılında ülkemize iade edilen Orpheus Mozaiği 2015 yılından beri burada sergileniyor. Antik Yunan Mitolojisinde müzik, şiir gibi kavramlarla özdeşleştirilen Orpheus’un vahşi hayvanları ehlileştirme sahnesi betimlenmiş.

Balıklı Göl, Mozaik Müzesi’nden çıkıyor, Balıklı Göl’e gidiyoruz. 150 metre uzunluğunda, 30 metre genişliğinde bir havuz. Derinlik 3-5 metre. Hali-ür Rahman gölü de deniyor. Hz. İbrahim’den, Halil-ür Rahman (Allah’ın sadık dostu) sıfatıyla da bahsediliyormuş. Göl hakkında, ayrıntılarında farklılıklar olan ancak ana teması aynı olan efsaneler var. Ana konu; Nemrut’un yaptırdığı putlara tapmayı red eden ve baş kaldıran İbrahim’in yakılış öyküsü.

Zalimliği gittikçe artan, çevresine korku ve dehşet saçan Nemrut’a falcılar, o yıl doğan bir erkek çocuğun kendini öldüreceğini söylerler. Bunun üzerine Nemrut askerlerini etrafa salarak o yıl doğan tüm çocukları öldürtür. Hz. İbrahim’i annesi saklar. Yıllar sonra büyüyen Hz.İbrahim, putlara tapmanın saçmalığına isyan ederek Nemrut’a karşı çıkar. Çocuğu olmayan Nemrut’un evlatlığı Zeliha ise Hz İbrahim’e aşıktır. Nemrut, Hz.İbrahim’i yaktırmak için gölün bulunduğu alana odunları yığdırır ve bir ateş yaktırır. Tepedeki kaleye iki büyük sütun yaptırır, arasına gerilen bir sistemle Hz.İbrahim’i ateşe atar.

Bu sütunların kutsal olduğuna inanılıyor. Eğer yıkılırsa evrenin alt üst olacağı gibi de bir inanç oluşmuş. Hz.İbrahim’in ateşe atıldığı yer göle, odunlar balıklara döner. Hemen yanı başında Zeliha’nın gözyaşlarından oluşan, bazı efsanelerde  Zeliha’nın da mancınıkla buraya atılması sonucu oluşan bir göl daha var, Aynzeliha Gölü.

Hz. İbrahim’in iki eşi vardır. Hacer ve Sare.  Hacer’den olan oğlu Hz.İsmail’in soyundan Peygamber Efendimiz, Sare’den olan oğlu olan Hz.İshak  soyundan Beni İsrail Peygamberleri gelmiştir.

Halil-ür Rahman Cami Balıklı  Göl (Halil-ür Rahman külliyesi) kompleksinde Halil-ür Rahman Camisi de yer alıyor. Halk arasında “Döşeme Cami” diye isimlendiriliyor. 504 yılında Hz.Meryem adına inşaa edilen kilise 800’lü yıllarda Abbasiler tarafından camiye dönüştürülmüş. Yıllar boyunca pek çok restorasyon görmüş.

Rızvaniye Camisi Külliyede bulunan diğer bir cami Rakka Valisi Rıdvan Ahmet tarafından yaptırılan Rızvaniye Camisi.

Fırfırlı Cami  aslında yapım tarihi bilinmeyen “On İki Havariler Kilisesi”. Bazılarına göre hristiyanlık açısından büyük önem taşıyan Van Bölgesindeki Varak Manastırı’nda bulunan “Varak Haçı”  1092 yılında buraya getirilmiş. 1956 yılında camiye çevrilen yapının çok güzel bir taş işçiliği var. Tepesine konan rüzgar gülünden dolayı “Fırfırlı Cami” deniyor.

Ulu Cami  1175 yılında eski bir kiliseden (Kızıl Kilise) camiye çevrilmiş. Sekizgen minare, kilisenin çan kulesinden bozma. Cumhuriyet döneminde minareye eklenen saat şehrin ilk ve tek saat kulesi. Caminin harim kısmında bir kuyu var. Bir inanışa göre  Hz. İsa’nın Kral Abgar’a (Sogmatar’da adı geçen, cüzzam nedeniyle İsa’dan yardım isteyen ve İsa’nın yüzünü sildiği ve siluetinin çıktığı mendili gönderdiği kral; Hristiyanlığı kabul ederek, Sin inancında olanlara darbe vurmuş), havarisi Thomas ile gönderdiği mendil bu kuyuya bırakılmış. Bu nedenle caminin içindeki kuyunun suyu şifalı kabul ediliyor. Caminin kuzey batı kısmı mezarlık. Halidi Tarikatından birileri   gömülü.

Reji Kilisesi Kilise 6. yüzyıla ait bir kilise kalıntısı üzerine 1861 de inşaa edilmiş. Hz. İsa’nın iki havarisinin ismini taşıyor. Aziz Petrus ve Aziz Paulus Kilisesi. 1924 yılına Urfalı süryanilerin Halep’e göçlerine kadar kullanılmış. 1924 yılından itibaren Tekel İdaresi burayı önce tütün fabrikası sonra üzüm deposu alarak kullanmış. Tekel kelimesinin Fransızca karşılığı Regie (Reji) olduğundan Reji Kilisesi deniyor. !998 de restore edilmiş. 2002 den beri kültür merkezi olarak kullanılıyor. Reji Kilisesi Elli Sekiz Meydanı’nda.

Elli Sekiz Meydanı adını burada bulunan bir hamamın yıkılması sonucu 58 kişinin hayatını kaybetmesinden alıyor. Bu Meydanda Reji Kilisesi dışında Şeyh Saffet Tekkesi, Şeyh Saffet Çeşmesi, Muhammed Muhiyiddin Türbesi ve Musevilere ait bir ibadethane var. Bu nedenle Şanlı Urfa’nın dinler  ve kültürler arası hoşgörü sembolü olduğunun bir örneği olarak bu meydan gösteriliyor. Elli Sekiz Meydanı’ndan yürüyerek 15 dakikada Haşimiye Meydanı’na, 20 dakikada Balıklı Göle ulaşılabiliyor.

Şanlıurfa sokaklarını fotoğraflayarak yürürken, 1919-1921 yılları arasında Ermeni Yetimhanesi olarak kullanılmış, 1960 yılında İmam Hatip okuluna çevrilmiş binanın önünden geçiyoruz.

Haşimiye Meydanı Şanlıurfa önemli kervan yolları üzerinde olduğu için özellikle Osmanlı döneminde 16-18. yy’da inşaa edilen pek çok han ve çarşıya sahip. Burası eskiden Anadolu’nun en önemli ticaret merkezlerinden biriymiş. Osmanlı İmparatorluğu zamanında Şanlıurfa’daki üstü kapalı çarşıların toplam alanı, Edirne’den sonra ikinci sırada imiş. Kazaz Pazarı (Bedesten), Sipahi Pazarı, Kınacı Pazarı, Kasap Pazarı, Keçeci Pazarı,Kovacı Pazarı, Çadırcı Pazarı,Çulcu Pazarı, Saraç Pazarı, Attar Pazarı  v.b. isimleri taşıyan bir sürü alışveriş yeri var.

Biz Haşimiye Meydanı’nda güney cephesi  Bedesten, batı cephesi Sipahi Pazarı ile bitişik Arasa Hamamı, doğusunda İsotçu Pazar Caddesi olan Gümrük Han’a kahve içmeye gidiyoruz. Şanlıurfa’nın en eski hanı ve en önemli kültürel miraslarından biri. Çevredeki dükkanlardan alışveriş yapıyoruz. Urfa’dan alınabilecekler  acı kırmızı toz biber, biber salçası, fıstık, çay (Sri Lanka’dan kendilerinin ithal ettiklerini söylüyorlar). Fiyatlar Ege Bölgesinden farklı değil. Hatta Urfa biber salçası İzmir’de marketlerde daha ucuz.

Sabah Göbekli Tepe yolundayız. Artık Şanlıurfa  çevresini gezeceğiz.

Göbekli Tepe, Neolitik Dönem kültürünün son yıllarda keşfedilen en önemli merkezi. Şanlıurfa  şehir merkezinden 13 km uzaklıkta. Sırları henüz çözülmemiş bir dağ kutsal alanı. Neolitik Dönem insanlarının görkemli mimariye, aynı zamanda büyük bir sembol hazinesi ve ayrıntılı bir işaret diline sahip olması arkeologları şaşırtmış. Henüz sırları tam çözülemeyen Göbekli Tepe’nin keşfi ile birlikte Neolitik Döneme ait bilinen tüm düşünceler değişmiş. Göbekli Tepe ayrı bir yazı konusu, 

Neolitik Döneme Ait Bir Kült Merkezi Göbeklitepe                       linkinden okuyabilirsiniz.

Harran, Şanlıurfa’ya 44 km uzaklıkta bir ilçe. Bizim buraya gelişimiz ilçe merkezi için değil. Suriye sınırına yakın olan bu kurak ova binlerce yıllık tarihiyle zengin ve köklü bir kültürün ev sahibi. Tevratta Haran olarak geçen yerin burası olduğu söyleniyor. Kentin kuruluşu Nuh Peygamber’in torunu Kaynana veya Hz. İbrahim’in kardeşi Aran’a (Haran) bağlanıyor. Adı Sümerce ve Akatça’da seyahat veya kervan anlamına gelen “haran-u” sözcüğünden geldiği belirtiliyor.  Bazı kaynaklar kesişen yollar anlamına geldiğini söylüyor. Harran medeniyetlerin doğduğu ve buluştuğu bir yer. M.Ö. 7000 den beri kesintisiz devam eden bir yaşam var burada. Halaf, Ubeyd, Uruk, Hitit,  Hurri,  Mittanni,  Assur, Babil, Helenistik, Roma, Bizans, Emeviler, Abbasiler, Fatimiler, Zengiler, Eyyubiler, Selçuklular  …Bunların hepsinden bir iz var. Hz. İbrahim’in Kenan iline buradan göçtüğü Tevrat ve Kuran’da belirtiliyor. Harran bu anlamda hem Yahudilerin hem Arapların anayurdu. Eskiden yemyeşil olan bölge, kuruyan Cüllab ve Deysan Irmakları sonrası yeşilden mahrum kalmış. Ancak GAP ile eski günlerine dönmeye hazır. Dünyanın ilk üniversitesinin kurulduğu, yine dünyanın en önemli üç felsefe ekolünden birinin doğduğu topraklardayız.

Harran Üniversitesinde, ünlü tıp ve matematik bilgini Sabit bin Kurra, dünya-ay arası uzaklığı ilk olarak doğru hesaplayan El-Battani, atom ve cebirin mucidi Cabir bin Hayyan  bu topraklarda bilime katkıda bulunmuşlar. Bu topraklar İslam Rönesansının bir parçası olmuş. Ovayı  dümdüz diye anlatmak yetersiz. Sadece höyüklerin dikkat çektiği bir sonsuzluktayız. Bugünkü Harran Üniversitesi bu höyüklerle pek ilgilenmiyor. Ama elbet bir gün bu toprakların altını merak edecek insanlar bu üniversitelere gelecek. Harran M.S 639 yılından beri Müslüman hakimiyetinde. 14 yüzyıldır kesintisiz bu vasfı sürdüren bir yer. Halkın çoğu etnik olarak Arap kökenli.

Harran Ulu Cami  Türkiye’de İslam mimarisi ile yapılmış en eski cami. M.S.  744-750 tarihleri arasında Emeviler devrinde Halife II. Mervan tarafından yaptırılmış. Son Emevi Halifesi II. Mervan başşehri Şam’dan Harrran’a taşımış. 104×107 metre ebadında, 12 bin kişinin ibadet yapacağı bir alanı kaplıyor. Doğu cephesi, şadırvanı, mihrabı ve minaresinin bir bölümü korunan cami restorasyonda. Minarenin 105 basamaklı ahşap merdiveni aslına uygun yeniden yapılmış. II. Mervan burada 10 milyon dirhem altın harcıyarak kendine bir saray da yaptırmış. Sarayın uzaktan gördüğümüz kale surlarının içinde olduğu tahmin ediliyor. Burada Roma dönemine tarihlenen bir kale varmış. Şimdi sadece küçük bir kısmı ayakta.

Harran  Kümbet Evleri  Puglia’ya Trulli Evlerini görmeye gitmeye gerek yok, Harran’ın Kümbet Evleri var. 150-200 yıl önce inşaa edilmiş. Bölge 1979’dan beri arkeolojik ve kentsel SİT alanı. Kasabada 100’den fazla, tüm bölgede 960 tane kümbet ev olduğu söyleniyor. Konik külahlar 30-40 kerpiç tuğla dizisi ile örülmüş. Evlerin yüksekliği içeriden en fazla 5 metre. Yüksek konik külahlar yazları sıcak havanın yükselmesi nedeniyle ortamı serin tutuyor. Bazı kubbe grupları içeriden kemerlerle birbirine bağlanarak geniş mekanlar elde edilmiş.Kubbelerin yan duvarlarında belli aralıklarla yerleştirilmiş tuğla çıkıntılar var. Bunlar kubbe tamiri gerektiğinde ya da soğuk havada ,yağmurda tepede bulunan deliği kapatmak gerektiğinde tırmanma amaçlı kullanılıyor. Bu kubbenin tepesindeki açıklık baca ve ışıklık fonksiyonu görüyor.

Evlerin içini yöresel kıyafetleri satmak, çay kahve ikram etmek gibi turistik alanlara çevirmişler. Yöre halkı bu evlerde tavukların daha çok yumurtladığına, atların daha uysal olduğuna inanıyor.

Günümüzdeki Harran köklü ve ihtişamlı tarihini yansıtmaktan çok uzak olsa da; Surların içindeki kerpiç evlerinde yaşayan, çoğu Arapça konuşan halkı, renkli kıyafetli kadınları, puşili erkekleri ile Türkiye’nin belki de en egzotik köşelerinden biri.

Tektek Dağları  Şimdi Milli Park olarak korunan  Tektek Dağları  çevresinde dolaşacağız. Harran’ın yakın çevresi, kuzeyi GAP nedeniyle sulanabilen verimli bir ova. Ancak yanlış tarım politikaları, kimyasal kullanımı  nedeniyle toprakta tuzlanma başlamış. Harran’ın doğusunda  ise değişik bir coğrafya var.  Ceylan, çizgili sırtlan, çöl varanı, Fırat kaplumbağası, sürmeli kız kuşu, çizgili ishak kuşu gibi sıra dışı bir faunası; Mezopotamya sümbülü, Karacadağ çiğdemi, geven, kırmızı kantaronu, beyaz ve sarı peygamber çiçeği gibi endemik bitkileri nedeniyle bu bölge Milli Park olarak koruma altında.  Aynı zamanda kültürel değerleri ile de dikkat çekici. Biz bunlardan bazılarını göreceğiz.

Bazda Mağaraları İlk durağımız Bazda Mağaraları. Harran-Han el-Barur yolunun 16.kilometresinden itibaren yolun her iki tarafında  pek çok tarihi taş ocağı var. Bazda Mağarası bu taş ocaklarının en görkemlisi. Geniş bir alana yayılan dağdan Harran Ulu Cami, Şuayp Şehri ve diğer yapılarda kullanılmak üzere 8. yüzyıldan itibaren taş çıkarılmış. Bunların sonucunda çok sayıda tünel ve galeri oluşmuş.

Şuayp Şehri Özkent Köyü’nde. Harran’a 38 kilometre. Şehir geç Roma dönemine tarihlenen (M.S 4.-5. Yüzyıl) bir yerleşim yeri. Epeyce geniş bir alana yayılmış, etrafı yer yer izleri görülen surlarla çevrili bir şehirmiş. Bu şehirdeki evler tipik Roma evleri tarzında yapılmış.  Üçgen alınlıklı, çatılı evlerin  etrafı duvarla çevrili bir avlusu var. Evin altında  ana kayaya oyulmuş bir kiler bulunuyor. Her evin avlusunda bir su kuyusu var. Evlere girişler avlu duvarlarında yer alan kapılardan. Bu kapılar ise ızgara planlı sokaklara açılmakta. Çok sayıda ki kaya mezarı üzerine kesme taşlardan yapılar yapıldığını görüyoruz, üzülüyoruz.

Hz. Şuayb Peygamber’in bir dönem burada yaşadığı rivayeti nedeniyle buraya Şuayb adı verilmiş.  Hz. Şuayb  Hz. İbrahim soyundandır.  Hicaz  ve Filistin arasındaki bölgede Medyen halkının peygamberidir.  Medyen halkı  Tevrat’ta Midianlılar diye anılan kavimdir. Yine Tevrat Midianlıların Hz. İbrahim soyundan olduğunu belirtir. Tevrat’a   göre Hz. Musa,  Mısır’dan kaçtıktan sonra Midianlılara sığınır ve 40 yıl onların arasında yaşar, başrahipleri Yetro’nun kızıyla evlenir. İki oğlu olur. Yetro yaşamı boyunca damadını destekler.  Zamanla Midianlılar Musa’ya düşman olur. Musa halkını serbest bırakması  için Firavuna gitmeden önce karısı ve iki oğlunu Yetro’ya bırakır. Bu öyküde Kuran da anılan Şuayb ile  Tevrat’ta  geçen Yetro aynı kişi  kabul ediliyor. Midianlılar ise Harran yöresindeki Mittaniler mi? bilinmiyor.  Ama olayların ortaya çıkışı yani Musa Peygamber’in öyküsü ile Mittani Krallığı kronolojik olarak uyumlu.

Yeraltı dehlizleri ile dolu bu etkileyici şehirde henüz hiçbir arkeolojik kazı yapılmamış. İsrail’in  bu işe talip olduğu, izinlerin  alındığı ama son anda politik oy kaygıları nedeniyle izinlerin iptal edildiği söyleniyor. Arapçada “Eski İnsan Şehri” anlamına gelen Şuayb, eskiden Harran Ovası’nda yaşayanların yazlıklarının olduğu bölgeymiş. Tektek Dağları’ndaki pek çok yerleşim yerinde Süryanice yazıtlar bulunmasına karşın Şuayb’ta Süryanice yazılı sadece bir mezar taşı bulunmuş. Kim bilir  arkeolojik kazılar başlayınca karşımıza ne gibi sürprizler çıkacak.

Soğmatar Şuayb Şehri’nden ayrılarak Tektek Milli Parkı’nda yer alan Soğmatar’a yönümüzü çeviriyoruz.  Şuayb  Soğmatar arası 15 kilometre, Harran Soğmatar arası ise 53 kilometre. Roma Dönemi’ne (M.S. 2.yy) tarihlenen bölge, Abgar Krallığı döneminde Harranlıların Tektek Dağları Bölgesinde Ay ve Gezegen Tanrıları için tapındıkları bir kült merkezmiş. Bu bilimsel olarak da kanıtlanmış. Tarihçi el-Biruni’ye göre Harran yakınlarında Süryanice Selemi Sin (Ay putu-muhtemelen Soğmatar) isimli bir köyde Harraniler yaşamaktaymış. Harraniler 7 gezegenin ruhlarına tapıyorlarmış (Ay, Güneş, Mars, Venüs, Jüpiter, Merkür, Saturn). A’yana, Avazi Baba, Solon, Şit, İdris Peygamberleri kabul ediyorlar. İki kutsal kitapları var. Günlük ve din dilleri Süryanice.

Tanrılar her şeye egemen, kusursuz, ezeli ve ebedi karakterlerdi. Yedi gök varlığı babalar, yerdeki elementler (ateş, hava ,su, toprak) analardı. Her ikisinin birleşmesi ile hayvanlar, bitkiler, diğer canlılar doğmuşlar. Ay ve güneş başta olmak üzere 7 gezegenin ruhu yeryüzündeki varlıklara aktarılırdı. Bu nedenle astroloji Harrani dininde önemli bir yer tutar. Harraniler bu dünyadan başka bir dünyanın varlığına inanmazlar. Kendilerini zamanın yok ettiğine inanırlar. Sevap ve ceza bu dünyadadır. Yapılan kötülüklerin karşılığı gam, keder, sıkıntı, eziyet şeklinde kişiye yansır. Dine giriş töreni tapınaklarda, rahipler tarafından erkek çocuklarına uygulanır. Yedi gün süren ayin sonunda kutsal bir şarap töreni yapılır. Günün üç vakti önemlidir.  Güneş doğarken, doruk noktasındayken, batarken. Yılda 30 gün oruç tutarlar. Gök cisimleri için kurban olarak koyun, sığır,keçi keserler ama etini yemezler. Kurban kesmek için gezegenlerin özel konumunu beklerler. Kurbanların iç organlarını inceleyerek gelecek için özel anlamlar çıkarırlar.

Şahitler huzurunda evlenirler, akraba evliliği ve çok eşlilik yasaktır. Boşanma hakim kararı ile mümkün olup, mirastan kadın ve erkek eşit pay alırlar. Törenler dışında içki içilmez. (Selahattin Eyyubi Güler’den alıntıdır)

V.Abgar ile birlikte yörede Hrististiyanlık kabul edilir. Cüzzam olan V.Abgar, Hz.İsa’dan yardım ister. İsa’da ona yüzünü sildiği, siluetinin çıktığı bir mendil gönderir. İsa’nın ölümünün hemen sonrası V. Abgar Hristiyan olur.

Soğmatar Arapça “Suk el Matar” (suk=sokak,çarşı matar=yağmur) kelimelerinden geliyor. Köyün günümüzdeki adı da Yağmurlu. Bir zamanlar 300 dolayında tatlı su kuyusu varken, bugün hemen hemen tamamı kurumuş. Köyde yapılan yüzeysel araştırmalar Kalkolitik  Dönem’e dek gidiyor (M.Ö  5 bin). Buralarda da henüz bir arkeolojik kazı yapılmamış.

Bulunan Aramice bir yazıt, Büyük İskender sonrası Hellenistik Dönemi işaret ederken, anıt mezarlar M.Ö. 4.-3. yüzyılları gösteriyor.

V. Abgar’ın Hristiyanlığı 177 yıllarında kabul etmesi Harran halkına darbe olmuş. Halkın bir kısmı ulaşımı zor bölgelere kaçmış. Ay Tanrısı Sin ve diğer gezegenlere olan inanç, Mezopotamya kültürünün temel inancıdır. Hititler, Mittaniler, Asurlular, Babiller dönemlerinde Sin Tapınakları vardır. Simgesi hilal, boğa ve üç ayaklı iskemle olan Sin inancının kutsal merkezlerinden biri Soğmatar’dır. Soğmatar geç dönemde ortaya çıkan bir Sin inanç merkezidir.

Şehrin girişinde yer alan höyük, Kalkolitik Dönem’den beri şehrin ana yerleşim yeri. 190’lü yılların başında, höyüğün üzerinde bir Orta Çağ kalesinin olduğu fotoğrafla belgelenmiş. Ancak buraya 20. yy yerleştirilen bir Arap aşireti kalenin taşlarını sökerek, satıp ya da kendileri için kullanıp kaleyi yok etmişler.

Önce Musa Kuyusu’nu görmeye gidiyoruz. Kuyu bir köylünün bahçesinde ve kapalı. Şuayb susuz bir kuyudan atlarını sulamaya çalışırken, Musa asası ile yere vurur ve kuyu su dolar. İşte o kuyu, bu kuyuymuş. Bugün pek  bir şeye benzemese de öykü bu.

Daha sonra bir Sin tapınağı olan Pognon Mağarası’na gidiyoruz. Henri Pognon 1900’lü yılların başında Bağdat Konsolosu olan, yöreyi iyi bilen ve araştıran birisi. Höyüğün üzerindeki kaleyi fotoğraflayan, mağarayı bilim dünyasına ilk tanıtan kişi olduğu için mağara onun adıyla anılıyor. Mağaranın duvarlarındaki nişlerde kişilere ait kabartmalar ve süryanice yazılar var.

Soğmatar küçük bir kutsal alan. Burada birçok kaya mezarı var. Kutsal tepeye bakan, çoğunluğu dairesel planlı 9 yapı kalıntısı muhtemelen gezegenleri temsil ediyorlar. 20. yüzyılın başında büyük ölçüde korunmuş olan bu mezarların günümüzde sadece ikisini görebiliyoruz.

Soğmatar’daki son ziyaret yerimiz Kutsal Tepe. Tepe’ye güneşin batışını izlemek için tırmanıyoruz. Tepede süryanice yazılmış 10 yazıt var. Başında güneş tasvirini çağrıştıran ışınlı haleli bir komutan kabartması ve Ay Tanrısı Sin’in büstü olan kabartmaları fotoğraflıyoruz.

Tepe’de Mezopotamya Ovası’nın muhteşemliğini, Tektek Dağları’nı seyrediyor, ülkemize, topraklarımıza bir kez daha hayran oluyorum.

Senemağar  Hava kararmaya başladı ama Senemağar’ı da görmek istiyoruz. Senem Mağarası olarak da anılan Senemağar 5-10 haneli küçük bir mezrada. Burada Geç Roma döneminden kalma yapılar (M.S. 5. yüzyıl) var. Eski bir pagan kültü üzerine kurulmuş bir Hristiyan manastırını düşündürüyor. Bu yapılar mezradaki konutlarla iç içe geçmiş. Tarihi eser, ev,mağara, ahır karışmış.

Yapıları arka kısmındaki kaya kütlesi içine biri kilise olan çok sayıda mekan oyulmuş. Burada insanlar hala tezek kullanıyorlar. Sanki bir film platosu.

Senemağar’da tepenin eteklerinde, düzlükte tarlalar arasında oyulmuş, dipsiz görünen, benim ürktüğüm bir güvercinlik var. Yörenin çocukları korkusuzca başındalar. Etrafında koruyucu bir bariyer yok.

Kararan hava ile birlikte Şanlıurfa’ya  dönüşümüz başlıyor. Hava soğudu, yağmur başladı. Biz Tektek Dağları milli parkında bir günde ancak bu kadar yer gezebildik. Bu milli parkta görülecek 20’den fazla yer var. Bunları bir daha ki gezimize saklıyoruz.

Konaklama 
Şanlıurfa’da konaklanabilinecek pek çok yer var. Biz “Elçi Konağı”ında kaldık. Elçi Konağı, sıcak samimi personeli dışında konfor sunmayan tarihi bir konak. Şanlıurfa’da alkol bulunduran nadir mekanlardan.

Yeme-İçme

Şanlıurfa mutfağı genelde yağın alışkın olduğumuzdan fazla kullanıldığı bir mutfak. Seyahatlerde barsak bozukluğu yaşayabilirsiniz. Bizim arkadaşlarımızdan bu şanssızlığı yaşayan oldu.

Biz bir öğlen yemeğini tarihi bir handan restore edilerek lokanta haline getirilen Cevahir Restoran’da yedik. Lebeni çorbası, Urfa kebap, Şıllık tatlısından oluşan yemek güzeldi. İkinci gün öğlen yemeğimizi Harran Kümbet Otel’de yedik. Yemeklerimiz patlıcan çeşitleri ağırlıklı idi. Diğer yemeklerimiz oteldeydi.

Antakya ve Gaziantep Mutfakları arasında ortak noktalar olsa da, benim tercihim Antakya ve Gaziantep Mutfakları.

Son günümüzde kahvaltı sonrası Balıklı Göl’e doğru yürüyoruz. Urfa’dan ayrılma vakti. Urfa’nın kalbinde, Urfa Kalesi eteklerinde bulunan Balıklı Göl’de bir gezinti yapıyor, Urfa’ya veda ediyoruz.

Dönüş yolunda toplumlarda dinin ne kadar önemli olduğunu konuşuyoruz. Örgütlenme çoğunlukla din çevresinde. Kiliseler, katedraller, tapınaklar, camiler…. Bilim ve din iki farklı boyut. Bilim anlamamızı, din anlamlandırmamızı sağlıyor. Bilim aydınlatıyor, din ısıtıyor. Bu topraklarda daha çok az arkeolojik kazı yapılmış. İlerleyen yıllarda Şanlıurfa’dan daha çok söz edilecek.