ANA SAYFA Blog Sayfa 13

Katmandu Gezi Rehberi: Mistik Nepal

Nepal Güney Asya’nın en fakir ülkeleri arasında. Coğrafi olarak dünyanın en fazla nüfusuna sahip iki ülkesi Çin ve Hindistan arasında sıkışmış, Himalaya Dağları ile sınırlanmış, küçük bir ülke. Bu küçük ülke çok renkli, mistik, farklı, hem Hinduizm hem Budizmin yaşam tarzını harmoni içinde sürdüren fakir ama sakin, mutlu, huzurlu ve turistlere saygılı halkı ile çok turist çekiyor.

Katmandu Nepal’in başkenti ve en kalabalık şehri, nüfusu 1.300.00 kişi. Katmandu vadisinde yer alan şehir turizm açısından da en çok turist çeken şehir. 15.yy da ülke üç ayrı krallığa ayrılınca Katmandu başkent olmuş ve 18.yy’da üç krallık birleştikten sonra yeni Nepal Krallığı’nın başkenti ilan edilmiş Katmandu.

Bu yazıda başkent Katmandu ve çevresindeki şehirlerde gezilecek yerleri yer alıyor. Ancak bu yazıyı okumadan önce Nepal’in genel tanıtımı, ulaşım, konaklama, yeme içme ve alışverişin  anlatıldığı Nepal Gezi Rehber   yazımı okumanızı öneririm. 

2019 yılı Ocak ayında yaptığımız 14 günlük Nepal gezimizin  8 gününü  başkent Katmandu’ya ayırdık. Programımıza Katmandu merkezin yanı sıra yakındaki şehirler Patan, Baktapur, Kirtapur ve Narangot’u da aldık. 

Katmandu Tribhuvan Havaalanı’na THY ile  uçtuk. Şehrin yeşil alanı olmayan sadece binalardan olan görüntüsü uçaktan çarpıcı bir görüntü sunuyordu. Ancak  bu görüntü sizi ürkütmesin ülkede görecek çok yer ve yapacak çok aktivite var.

Katmandu Gezilecek Yerler

Katmandu şehri plansız yapılaşmış, yolları bozuk ve tozlu, kalabalık, biraz  da kaotik. İlk şehre girişte dikkatinizi çeken görüntüler böyle. 

Ancak biz temiz, düzenli, gelişmiş bir Avrupa şehrine gelmediğimizi biliyoruz. Bu coğrafyada, farklı tarih, kültür, inanç mozaiğinde  karşılaşacaklarımızın heyecanı  içindeyiz. 

Thamel Meydanı

Şehrin en hareketli, turistik bölgesi Thamel Meydanı’nda otelimizi ayırttık. Katmanda’da kalacaklara tavsiye edeceğimiz bölge de burası. 

Katmandu gezimize Thamel Meydanı ile başlayalım. Adının meydan olmasına bakıp büyük bir meydan beklemeyin, gece gündüz hareketli, daracık, çok sayıda  sokaklardan oluşan geniş bir alan. Katmandu’da AVM ler yok. Özellikle turistler için renkli  dükkanlarla dolu, yerel, özgün şeyler bulabileceğiniz bölge.

Yöresel objelerin yanı sıra spor malzemeleri de bol. Ayrıca güzel kafeler, restoranlar da çekici. Biz bol zamanımız olduğu için gündüz de gecede bu bölgede çok dolaşıp bol alışveriş yaptık. Alışverişte ve taksilerde birinci kural kıran kırana pazarlık yapmak. Fakir ülke halkı için fiyatlar pahalı değil ancak turist olunca yüzünüze bakıp söylenen fiyattan sonra arkasından gelen soru siz ne ödemek istiyorsunuz oluyor.

İlk gün otelimize yerleştikten sonra öncelikle şehrin en önemli meydanı Durbar Meydanı’na gitmek istedik. Turistik Thamel Meydanı’ndan yürüyerek Durbar Meydanı’na ulaşmaya çalışırken yerel halkın alışveriş yaptığı daha doğal, canlı, rengarenk ve ilginç dükkanları ile Asan Bölgesi’ni keşfettik.

Dar, kalabalık sokakta aralarda küçük tapınaklar da yer alıyordu. Asan pazar alanında  bir yanda her türlü ürünün satıldığı dükkanlar, tezgahlar, diğer yanda tezgahların ortasında dileklerini, dualarını eden kişiler hepsi aynı sokakta ortada.

Çok hareketli sokaklardan yerel halkla beraber renkli tezgahlar arasında  ağır ağır yürüyerek Durbar Meydanı’na ulaştık.

Durbar Meydanı

Katmandu Vadisi Nepal’in ekonomik, kültürel, mimari, sanatsal açıdan en zengin bölgesi. 1200’lü yıllardan itibaren tahtta olan Malla krallığı  15.yy da torunlar arasında üçe ayrılmış.  Başkentleri Katmandu, Patan ve Baktabur olarak üç ayrı krallık ortaya çıkmış. Bu üç krallık her biri kendi şehirlerine Durbar Meydanı kurup meydanlara saraylarının yanı sıra dini, kültürel ve mimari açısından en güzel eserleri yapmak için birbirleri ile yarışa girmişler. Biz de önce Katmandu Durbar Meydanı’nı gezip sonra diğer iki şehirdeki iki Durbar  Meydanı ve çevresini gezdik. Önce Katmandu Durbar Meydanı’nı  dolaşalım.

Nepal’de neredeyse tüm  meydanlara giriş ücretli. 2015 yılında yaşanan şiddetli depremden oldukça hasar gören ülkede bu meydanlardan alınan yüksek ücret ile yıkılan zarar gören binaların restorasyonu yapılıyor. Durbar Meydanı’nda da  birçok bina kalaslarla desteklenmiş, bazılarının restorasyonu devam ediyor hatta iki önemli tapınağa henüz dokunulamamış enkaz halinde duruyor. Katmandu Durbar Meydanı’na giriş ücreti 1000 Nepal Rubisi, yaklaşık olarak 10 dolar. Aynı meydana ikinci kez tekrar gelmek istenirse meydandaki turizm ofisinde bilet tarih belirterek  damgalatılır ise ücret ödemeden ikinci kez gezilebiliyor biz de gezimizin son günlerinde tekrar aynı meydanı dolaşmaya gittik. Meydana girince hemen yaklaşan yerel rehberler rehberle gezme gereği konusunda ikna etmeye çalışıyor. Biz de kolay ikna olan turistler arasındayız. Rehberle 10 dolara anlaştık, dört kişi olduğumuz için bize uygun geldi. Katmandu konusunda ilk bilgilerimizi profesyonel birinden almak istedik. İyi de yapmışız, öncelikle yaşayan Tanrıça Kumari’yi pencereden görme şansımız oldu.  Onun dışında da genel bilgi edindik.

Gelelim Meydana, Kral önce sarayını bu meydana yaptırmış. 20. yy’a kadar bu saray kullanılmış. Depremden hasar gören Saray restorasyona girmiş, dışında kalas destekler yer alıyor ve içerisi gezilemiyor. Sadece sarayın altın kapısından girip ortadaki avluyu görebildik. 

Meydandaki diğer saray Yaşayan Tanrıça Kumari’nin Sarayı.

Hinduizm’de çok sayıda tanrı ve tanrıça, bu tanrıların da çok sayıda biçimleri ve isimleri var. Kumari seçilen küçük kız çocuğunun Tanrıça Taleju’nun vücut bulmuş hali olduğuna inanılıyor.  Katmandu’nun yanı sıra  Bakhtapur ve Patan şehirleri de kendi Kumarilerini seçiyorlar. Katmandu’da  dört yaşındaki ‘Yaşayan Tanrıça’  Kumari’yi pencereden görebilen şanslı kişilerin arasına girdik. Rehberimiz Kumari’nin yaşadığı sarayın penceresinin altına bizi götürdü ve Kumari’ye seslendi. Her zaman görünmeyen Kumari pencereye çıktı ve bize 30 saniye kadar baktı. Kumari’nin görenlere şans getireceğine inanılıyor.

Katmandu

Bu arada Kumara’nın fotoğrafını çekmek kesinlikle yasak. Aşağıdaki fotoğraf Kumari’nin bize göründüğü kutsal pencere. Kumari’nin resmini ise bir afişten çekip paylaşabiliyorum.

Kumari Budist şakra kabilesi arasından seçiliyor. Öncelikle çok özel olması gerekiyor. Fiziki özellikleri arasında kusursuz güzellik, parlak cilt, düz siyah saçlar, anlamlı ve siyah gözler, narin eller ayaklar, gür ses gibi özellikler aranıyor. Korkusuz ve sakinlik aranan kişilik özellikleri arasında. Ayrıca tanrıça adayı birçok sınavdan geçiriliyor. Korkusuzluk sınavında kesik başlı hayvanların arasında bir odada yalnız gecelemek bile var. Birçok aday arasından sınavları geçen tanrıça ailesinden ayrılıp saraya getiriliyor. Tanrıça Taleju’nun Kumari’nin vücudundan kan çıkana kadar bu vücutta kalacağı kabul ediliyor. Kız ilk adetini görünce saray’dan ayrılıp ailesinin yanına normal hayatına dönüyor (ne kadar normalleşebilirse) ve yerine yeni Kumari seçiliyor. Bize bu yıl şans getirecek olan Kumari Trişna Şakya 2017 yılında üç yaşında iken seçilmiş.  

Katmandu’nun  Unesco Dünya Mirasları Listesi’nde yer alan meydanında Hindu ve Budist Tapınakları yer alıyor.

Hint Tanrılarına adanmış  Ganesh, Shiva, Bhagwati, Saraswoti, Krishna tapınakları pagoda stilinde yapılmış, mimarisi ve ahşap oymaları ile göz alıcı.

Bu arada Meydandaki Erotik  Tapınak’tan söz etmeden geçmeyelim. Pagoda stili tapınağın dışındaki ahşap süslemeler erotik, cinsel mesajlar veren şekillerle süslenmiş. Bir dönem halkın dini duyguları artmış, gençlerin çoğu din adamı olmak istediğinden evlenip çocuk sahibi olmaktan kaçınmaya başlamışlar. Bu durumu gören kral erotik tapınaklar inşa edilmesi emrini vermiş. Halkın sosyal ve dini amaçla toplandıkları meydanlarda böyle bir tapınak ile gençlere toplumsal, sosyal mesaj vermek ne kadar anlamlı görünüyor. Erotik tapınaklar Bakhtabur ve Patan Meydanları’nda da yer alıyor.

Meydanda tanrılar için ayrı tapınaklar veya sunum yerleri bulunuyor. Maymun Tanrı Hannuman Tapınağı da çok renkli ve kalabalık.

Depremden sonra tamamen yıkılan iki tapınağın kalıntıları duruyor. Biri 1960 sonrası hippilerin keşfettiği, zamanlarını geçirdikleri adı da bu nedenle Hippi Tapınağı diye bilinen tapınak. 

Nepal’da tapınakların yanlarında halkın oturup zaman geçirmesi için ayrıca oturma yerleri bulunuyor.  Halk huzur içinde oturmuş zaman geçiriyorlar.

Yine meydan çevresinde tezgahlarda Nepal’e özgü Hinduzim ve Budizmin felsefesine göre yapılmış mandalalar alabilirsiniz. Biz bu bölümü de değerlendirdik. Çok özel yapılmış mandalalar büyüklüğüne, ayrılan zamana ve emeğe ve yapana göre değişik fiyatlarda. 

Pathupatnath Tapınağı

Katmandu’da mutlaka görülmesi gereken çok etkileyici bir kompleks. Unesco Dünya Mirasları Listesi’nde yer alan, tanrı Shiva’ya adanmış tapınak..

Tapınak giriş ücreti olarak 1000 NPR (10 $) ödedik, kapıda bir rehber hemen yol gösterdi biz bir süre sonra ayrılacak veya fiyat söyleyecek diye bekledik. Ancak tura devam etti biz de soramadık. Başka tapınaklarda meydanlarda önce rehber fiyat söyleyerek rehberlik alıp almak istemediğimizi soruyorlardı burada hiç sormadan rehberliğe başladı. Ancak önerim mutlaka girişte rehberlik ücretinin pazarlığı yapılmalı. Gezi sonunda biz 1000 NPR vermeyi önerdik rehber ısrarla 2000 NRP istedi. Gereksiz bir tatsızlık  yaşamış olduk ve 1000 NPR vererek ayrıldık.

Pathupatnath Tapınağı, Hindu inancı gereği ölü yakma törenlerinin yapıldığı tapınak. Nepal’in en büyük tapınak kompleksi Pathupatnath Hindu inancında kutsal kabul edilen  Ganj Nehri’nin kolu Bagmati Nehri’nin iki yakasına yerleşmiş. Tüm gün canlı, haftanın her günü her saat seramonilerin olduğu yer. Asıl Shiva Tapınağı’nın içine sadece Hinduların girmesine için veriliyor. Biz bu tanrı Shiva figürü ve onun kutsal hayvanı boğanın olduğu görkemli kapının dışında kaldık. Tapınağın içindeki haşmeti tahmin edemiyorum.

Tapınağın dışında her yerde dolaşmak mümkün. Ölü yakma törenleri de hemen nehrin karşısından izlenebiliyor. Tapınak kapısından giremeyip, daha yüksekten görebileceğimiz bir yerden içeriyi de görmeye çalıştık.

Ölü yakma platformları iki ayrı bölümde. İki bölüm birbirinden bir köprü ile ayrılıyor. Nehrin kenarındaki ilk bölümdeki 10 platform  daha alt kastlardan kişiler için ayrılmış.

Köprünün diğer tarafındaki bölümde sadece iki platform var, birisi kraliyet ailesi için diğeri en üst kast grupları için. Yani kast sistemi yakılma aşamasında da devam ediyor. Zengin bölüm daha canlı, hareketli ve nehrin karşısından basamaklı bölümden rahatlıkla tören izlenebiliyor.

Nehir kenarında önce ölen kişi ailesi ile  vedalaşıyor daha sonra yakılacak platforma alınıyor. Ölünün külleri nehre atılıyor ve bu küller kutsal Ganj Nehri’ne ulaşıyor. Bu şekilde kutsal nehre külleri de kavuşan kişi artık reenkarnasyon döngüsünden de kurtulmuş oluyor. Bu törenleri yakından izlemek farklı bir duygu. Ancak Hindu inancı gereği yapılan bu töreni farklı bir inanç gereği yapılması gereken tören olarak düşünüyoruz. Tam bir yıl önce Hindistan Varanasi’de Ganj Nehri kenarında ölü yakma törenlerini izleme şansım olmuştu. Orada bu kadar yakından değil sabah gün doğarken ve gün batımında tekne ile uzaktan izleyebilmiştik. Turistlerin çok yaklaşmasına ve fotoğraf çekilmesine sıcak bakılmadığı konusunda rehberimiz uyarmıştı. Burada halkın arasında daha yakından izleyebildik.

Hangi platformda yakıldığınıza göre cenaze maliyetleri değişmekte. Daha düşük gelir grubu için ayrıca nehrin biraz ilerisinde bir binada elektrikli hızlı yakma işleminin yapıldığını rehberimiz açıkladı.

Komplekste hem tanrı Shiva’ya adaklar, sunumlar için tapınağa ziyaret, cenaze törenleri için olduğu gibi yaşlı bakım evi, din adamlarının kaldığı  yerler, ayrıca cenazesi olanların cenazeden sonra 10 gün kadar kalabileceği odaların olduğu binalar yer almakta. 

Bu arada dünyadan elini eteğini çekmiş münzevi yaşadığı söylenen Sihler de çevrede. Renkli giysileri ile bu din adamları ile fotoğraf çektirmek isteyebilirsiniz. Ancak sıkı durun bu kişiler fotoğraf çektirmek için 10 dolar civarında para istiyorlar. Ne güzel hem dünya nimetlerinden elini çektiğini iddia et hem de ciddi miktarda nakit sağla turistlerden. Gerçek Sihler başka yerlerde olsa gerek, buradakiler turistik olanlar olsa gerek. Ben bilmeden fotoğraf çektirdikten sonra iki parmağı ile para işareti yapan Sih ile sonunda pazarlık bile yaptık. 

Pathupatnath Tapınağı Hindular için hac yeri, kutsal mekan,  turistler için de görülmesi gereken farklı bir dünya. Katmandu gezinizde ilk sıralarda yer alacak bir tapınak.

Boudhanath Stupa

Nepal nüfusunun %80’i Hindu, %10’u Budist, %10’u diğer dinlere mensup. Nepal’de Hindu ve Budistler barış ve hoşgörü içinde yaşamaktalar. Budizmin kurucusu Sidarta Gotama Nepal’de Lumbini şehrinde  doğmuş. Budist nüfus oranı az gibi görünmekle birlikte Nepal’de çok sayıda Budist Stupalar bulunmakta.  Katmandu’da dünyanın en önemli ve en büyük Budist Tapınağı Boudhanath  Stupa budistler için bir hac yeri. Geniş yuvarlak bir taban üzerine piramit şeklinde bir kule olan stupanın üzerinde her yönde Buda’nın gözleri bulunmakta.  Kulenin 13 katı insanın Nirvanaya ulaşmak için geçilmesi gereken aşamaları ifade ediyor.

Bu stupanın içine girilemiyor, içinde daha önceki budaların ve hatta Buda Sidarta’nın kemikleri olduğu söyleniyor.

Ziyaretçiler mantralarını söyleyerek stupa etrafında  saat yönünde dönüyorlar. Bir tarafta da namaza benzer şekilde ibadet eden kişiler görmek mümkün.

Boudhanath  Stupa 2105 yılındaki depremde çok büyük hasar görmüş ve tekrar yapılmış.

Etkileyici, bembeyaz, huzurlu stupanın bulunduğu kapalı meydan da yürüyüş için çok güzel. Çevrede  kafeler, dükkanlar bulunuyor.

İbadet etmeseniz de uzun zaman geçirmek istenebilecek bir meydan. Stupa giriş ücreti 400 NPR. Stupaya  Thamel Meydanı’ndan taksi ile ulaşım kolay. Biz tek yön için 400 NPR ödedik. Stupa’da rehberli gezmek gerekmiyor.

Swayambhunath Tapınağı

Swayambhuanth Tapınağı diğer adı ile çok maymun yaşadığı için Maymunlar Tapınağı da Boudhanath  Stupa gibi bir Budist tapınağı.

Katmandu Vadisine hakim tepeye kurulmuş tapınağa çıkmak için 360 basamak tırmanmak gerekiyor.

Tepeye ulaşınca stupanın güzelliği, çevredeki çok sayıda tapınak ve müzede yatan Buda görüntülerinin yanı sıra tüm şehrin panoramik manzarası tüm yorgunluğu unutturuyor.

Bu arada her yerde yolda tapınakların üzerinde yanı başınızda maymunlar. Bir süre sonra gözümüz maymunlara iyice alıştı sanki.

Tapınak giriş ücreti 200 Rupi (2 $). Tapınak şehir merkezi yani Thamel Meydanı’na da uzak değil. Taksi ücreti olarak tek yön 400 NRP ödedik.

Narayanhiti Saray Müzesi

Tarihi meydanlar ve tapınaklar ziyaretlerimizi tamamladıktan sonra sıra 20.yy mimarisi  kral sarayına geldi.

2009 yılından bu yana müze olarak halka açılan Narayanhiti Saray Müzesi her anlamı ile görülmesi gereken bir müze.

 

Nepal 1990 yılına kadar krallıkla yönetilmiş, 1990-2008 yılları arasında ise parlamenter monarşiye geçilmiş. Ülkede 2001 yılında yaşanan Nepal’in en büyük trajedisi sonrası ülkede rejim tartışmaları artmış ve 2008 yılında Federal Demokratik Nepal Cumhuriyeti kurulmuş.  Gelelim ülkede yaşanan trajediye. 2001 yılında Prens Dipendra anne ve babası dahil ailenin 11 üyesini öldürüp kendisini  de vurur. Hala tam anlamı ile açıklanamayan sır olan bu katliamın sonrası kral Birenda’nın kardeşi Gyanendra kral olarak başa geçer. Böyle bir katliam olmasa yeni kralın başa geçme şansı hiçbir zaman olamayacaktı. Birenda’nın aile üyelerinin tamamı ölürken, Gyanendra’nın ailesinden hiç kimseye bir şey olmamış.

Bu katliamdan ve yeni kraldan sonra ülkede rejim tartışmaları artmış. 2006 yılına kadar iç savaş sürer ve 2008 yılında krallık ortadan kaldırılıp parlamenter demokrasiye geçilir. 2009 yılında da kralların yaşadığı saray halka açılır.

Hem kralların yaşam tarzı hem de Nepal tarihi için önemli olan bu saray halkın da çok ilgisini çekmekte. Bizim ziyarete gittiğimizde kapıda yerel halkın uzun kuyruklar oluşturduğunu görmek ilginç idi. Halk krallarının yaşadığı sarayı heyecanla gezmek istiyor.

Saray 1970 yılında eski sarayın önüne Kral Birenda Bir Bikram Shah’ın evliliği onuruna inşa edilmiş. İşin acısı yine bu sarayda Kral Birenda’nın katledildiği bölüm ve kurşun izleri de ziyaretçiler tarafından gezilebiliyor. Sarayda 52 odanın 19’u ziyarete açık olan Saray zengin dekorasyonu, objeleri ile etkileyici. Özellikle taht odası çok çarpıcı idi. Sarayın içinde fotoğraf çekmek yasak, kapıda fotoğraf makinesi ve telefonları bırakmak gerekiyor. Sarayın odaları, mobilyaları, aksesuarları içinde en çok ilgimi çeken yerlerde serili bengal kaplanı postları oldu, halı veya doldurulmuş aksesuar olarak sergilenen bengal kaplanlarının fotoğrafını çekmek istemiştim. Neyse ki internet aramamda bir fotoğraf bulabildim ve paylaşıyorum. Nepal’de çok sayıda bengal kaplanları yaşarken soyu tükenme tehlikesi ortaya çıkmış. Neyseki 2010 yılından beri dünyada uygulanan kaplan koruma planı çerçevesinde bengal kaplanları sayısı iki katına çıkartılabilmiş. Saraydaki çok sayıda bengal kaplanı postu kullanılan aksesuarları görünce o dönemde bu hayvanların nüfusunun neden azaldığı ortaya çıkıyor sanki. Bu arada fil ayağı şeklinde sehpaları görünce dayanamayıp görevliye bu ayakların gerçek fillerin mi olduğunu sordum. Aldığım cevap gururla evet gerçek şeklinde idi. 

Katmandu

Saraya giriş ücreti 500 NPR, tabii tüm turistik yerlerdeki yazdığım fiyatlar turistlere uygulanan fiyatlar, yerel halk ve bazı ülkelerin vatandaşlarına uygulanan fiyatlar daha düşük.

Garden of Dreams

Bu arada Saray ile aynı caddede sadece 100 metre mesafede Garden of Dream’se de uğramanızı öneririm. 1920’li yıllarda Avrupa tarzı neoklasik tarzda yapılmış tarihi özel bir köşk. Bahçesi, dünyanın değişik yerlerinden getirilmiş bitkileri süslemeleri, havuzları ile güzel bir yeşil alan. Katmandu’da pek  park ve yeşil alan  göremediğimiz için burada dolaşmak zaman geçirmek, içinde yer alan  kafe de de bir şeyler içmek isteyebilirsiniz. Bahçeye giriş ücreti 200 NPR.

Buraya kadar Katmandu merkezde gezilecek  yerleri gördük. Bundan sonra Katmandu’ya yakın günübirlik gidilebilecek, yakında görülmesi gereken yerlere gelelim.

Öncelikle Patan ve Baktapur 15.yy da Nepal krallığı üçe ayrıldıktan sonra kurulan diğer iki krallığın başkentleri. O şehirlerin de Durbar Meydanları görülmeli diyerek yola çıktık. Katmandu’ya yakın, ulaşımı kolay ve dört kişi  olduğumuzdan taksi ile ulaşmak ekonomik idi. İlk turumuz Nagarkot’ta güneşin doğuşunu izleyip Baktapur’u gezmek oldu. Sabah 5’te başlayıp akşam 18.00 de biten tüm günlük yolculuk için taksiye 35 dolar ödedik. Katmandu da mesafeler çok uzak olmasa bile şehrin çok kalabalık ve yolların bozuk olması nedeni ile yol beklenenden daha uzun sürüyor.  Aslında zamanı olan ve yalnız gezginler için aynı yerlere yerel halkın kullandığı otobüsler ile çok ucuza gidilebiliyor.

Nagarkot

Nagarkot Katmandu’ya 32 km uzaklıkta Katmandu Vadisi’nin kenarında yer alan bir köy. Himalayalar’ın sekiz sıradağının  (Annapurna, Manaslu, Ganesh Himal, Langtang, Jugal, Rolwaling, Everest ve Numbur) en geniş açıdan görülebildiği nokta. Himalayalara, Everest’te tırmanamadığımıza göre bu noktadan Himalayalar’ı görelim istedik. Güneş doğuşu için de görülmesi gereken yer diye erkenden yola düştük. Hava aydınlanmadan ulaştık, özel manzara seyredilecek tepeye çıktık. Heyecanla güneş doğuşunu bekledik, şansımıza aslında şanssızlığımızdan hava sisliydi, güneş doğuşunu izledik ancak hava hafif sisli olduğu için Himalayalar’ı göremedik. Sonradan okuyunca öğrendim ki manzaranın açık görüleceği en iyi aylar Kasım Aralık ve Mart Nisan aylarıymış. Biz Ocak ayında olabilecek görüntülere razı olduk.

Bhaktapur

Unesco Dünya Mirasları Listesi’nde yer alan tarihi şehir Bhaktapur 12. ve 15.yy. arasında Nepal Krallığı’na başkentlik yapmış. Şehir 18. yy’a kadar surlarla çevrilmiş. Şehirde yaşayan Hindu ve Budistler bir uyum içinde yaşamakta ve şehir çok sayıda kültürel festivallere ev sahipliği yapmakta.

Şehir Nepal Newari kültürünü yansıtan bir açık hava müzesi. Şehrin ana meydanı Durbar Meydanı, ahşap, taş, metal işçiliği ve mimari yapısı ile görkemli. Meydanda altın kapılı 55 pencereli saray,

Kral Bhupatindra Malla’nın heykeli, büyük çan, Ulusal Sanat Galerisi, çok sayıda tapınak yer almakta. Tabi çan kulesinin arkasında depremde yıkılan tapınak ta görülüyor.

Bhaktapur, Katmandu ve Patan Durbar Meydanlarında üç tür tapınak mimarisine rastlanıyor. Pagoda; üst üste birden çok çatılı tapınak, Shikhar tarz: uzun ince köşeli piramit şeklinde tapınak ve Stupa;  geniş bir taban üzerinde kubbesi olan budist tapınaklar. 

Katmandu ve Patan Durbar Meydanlarında da yer alan ahşap oymalı erotik tapınaklardan burada da bulunmakta.  

Ayrıca krallık banyosu da keyifli görünüyor. 

Bhaktapur da iki ayrı ana meydan daha bulunuyor.  Taumadhi Meydanı ve Dattatraya Meydanı. 

Bhaktapur’da  dünyanın en eski mesleklerinden seramik işçiliği hala geleneksel yöntemlerle yapılmakta. Bu amaçlı bir meydan da bulunmakta. Bizim dolaştığımız anda yağmur yağdığından yeterince tezgah göremedik alanda.

Bhaktapur’da zamanımızın bir kısmını meydanların dışında sokaklarında dolaştık. Tarihi binalar, ilginç kapı süslemeleri arasında dolaşarak şehrin ruhunu daha iyi hissettik. Yine şehir gezisinin olmazsa olmazı hediyelik eşyaların satıldığı ara sokaklar dükkanları ve taş dokusu ile dolaşmaya değer.

Bhaktapur’da gezilecek alan geniş, bilet satış yerinde rehberler bekliyor, rehber almanızı kesinlikle öneriyorum. Tüm meydanları ve sokakları rehberle dolaştık üç saat kadar sürdü. Sonunda Durbar Meydanı’na geri dönüp rehberle vedalaşıp meydanın tam ortasında tüm meydanı göreceğimiz kafede oturmayı tercih ettik. Bu tarihi dokunun içinde daha yüksekten meydanı doyasıya seyrettik. 

Bhaktapur giriş ücreti 1500 NP (15 dolar) 10 dolar da rehbere ödedik. Şehir Katmanduya 12 km uzaklıkta. Bu şehir Katmandu’ya gelip mutlaka görülmesi gereken şehirlerden. 

Tam bir günü eski başkent Patan ve Kiktabur’a ayırdık. Yine Thamel Meydanı’ndan 20 dolara bir taksi ile anlaştık. Böylece tüm gün arabamız ve şoförümüz oldu.

Patan

Resmi adı Lalitpur güzel şehir anlamına gelen Patan Katmandu merkeze 5 km uzaklıkta ve Nepal’in üçüncü büyük şehri. İki şehir birleşmiş gibi Katmandu ile Patan’ı sadece Bagmati Nehri ayırmakta.  Hinduizm ve Budizmin iç içe geçtiği iki dinin etkisi ile yaratılan tapınaklar, heykeller, sanat eserleri ve mimarisi ile gerçekten güzel şehir. Şehirde 55 Hindu tapınağı, 136 Budist Manastırı yer almakta.

Patan Durbar Meydanı’nda 14-18. yy arasında Malla Krallığı zamanında inşa edilen tarihi saray, budist ve hindu tapınaklar, heykeller, bronz, taş, ahşap süslemelerin  yanı sıra kraliyet hamamı da yer almakta.

Tanrı Lord Krishna’ya ayrılan tapınağın yanına inşa edilen saray müze olarak halka açılmış. Müze hem Hinduizm hem Budizm eserlerini ve tanıtımını çok güzel sunmakta. Meydanda bu müzeyi gezmeyi ihmal etmemek gerek. Patan Meydan’a giriş ücret 1000 NPR ödediğimiz için müze girişine ayrıca ücret ödemedik.

Meydanı,  tapınakları, saray müzesini uzun uzun gezdikten sonra meydana tam olarak hakim üç katlı binanın terasında  meydan manzarasına karşı kahve içmek te ayrı bir keyif oldu.

Meydan dışında da çok sayıda tapınaklar yer alıyor. Biz bunlar içinde Golden Temple’ı da görmek istedik. Meydana yürüme mesafesinde tapınak girişi ücretli. Hem kapı girişi hem de içindeki altın tapınak etkileyiciydi.

Meydanın çevresindeki ara sokaklar da güzel hediyelik eşyalar satan dükkanların yanında geleneksel resim sanatı thanka satan dükkanlarda sanatçıların tanka yapmalarını da izlemek mümkün. 

Kirtipur

Kirtipur Katmandu’da zamanı olanların görmesini önereceğim bir şehir. Üç saatte rehberle Kirtipur’un  büyük bir bölüm yürüyerek gezebildik. Sadece tepede Budist Stupayı görmeye zamanımız yetmedi. 

Kirtupur tarihi, kültürel ve doğal güzelliği ile dikkati çeken ve Nepal’in en eski yerleşim yerlerinden biri. Küçük şehir konumlandığı  tepe ile Katmandu vadisini hakim.  Şehir giriş ücreti olarak 400 NRP ödedik. 

Şehir Katmandu’nun beş km güney batısında. Hemen girişte Bagh Bhairab’a adanan tapınak bulunuyor.

Tabi Hindu olmadığımız için tapınağın içine giremedik ancak kapının önünde doğum günü nedeni ile oğlu ile gelip eğitim hayatı  için tanrılara  sunumlarını izleyip sohbet ettik. Sevimli  çocuk ve babası bize özel poz verdi.

Bu komplekste iki yerden özel olarak söz etmem gerekmekte. Birincisi rehberimizin özel olarak anlattığı normal turist olarak gezsek anlayamayacağımız iki özel bölüm: birincisi dünyanın yaratıcısı tanrıçanın Godness of Earth’in dünyayı yaratma anı, diğeri ise müzik tanrısı için ayrılan bölüm. Bu bölümde özel olarak müzisyenler gelip dua edip müzik çalıyorlarmış.

Tapınak sonrası yine şehrin sokaklarını ve diğer tapınakları da dolaştık.

Katmandu’ya oldukça uzun zaman ayırdık. 8 gece konakladık. Hem şehir merkezini hem de çevredeki önemli diğer şehirleri doyasıya gezdik. Toplam Nepal için 14 gün ayırmıştık. Kalan 6 günümüzü ise Katmandu’ya uzak iki şehir Pokara ve Chitwan’da geçirdik.

Pokhara Gezi Rehberi- Yeşil ve Sakin Nepal

Chitwan Ulusal Park’ta Safari

Son Söz

Katmandu Nepal’in en büyük, kaotik ve tozlu, ancak tarih, kültür ve mimari eserleri açısından mutlaka görülmesi gereken şehri. Tam anlamı ile mistik bir şehir. Şehrin Durbar Meydanı da, tapınakları da müzeleri de ilginç, fakir, sakin, huzurlu ve turistlere saygılı insanları da özel. Dağcılar ve trekkingçiler için dünyanın en yüksek zirvelerine tırmanma hedefinin gerçekleştirilebileceği ülke.

Kharkiv Gezi Rehberi: Hem Tarihi, Hem Eğlenceli Ukraynalı

Kharkiv Ukrayna kültürünü yansıtan şehirlerden biri. Kharkiv özellikle gece hayatı ve eğlenceli mekanları ile öne çıkmaktadır. Ancak bu özelliğinin çok ötesinde tarihi ve turistik anlamda değer taşıyan yapılar, anıtlar, eserler ve yeşil alanları ile cazibeli bir şehir. Dört imparatorluğa ev sahipliği yapmış şehirde Orta Çağ’a kadar giden mimarisi korunmaya çalışılmış.

Harkiv, Kharkov veya Harkov olarak da bilinen Kharkiv, 1 buçuk milyon nüfusu ile Ukrayna‘nın ikinci büyük şehridir. Şehrin Kharkiv ismi Ukraynaca, Kharkov ise Rusçadır. Ülkenin kuzeydoğusunda yer alan Kharkiv, Ukrayna’nın kültür, bilim, eğitim, taşımacılık ve endüstri alanlarında merkezi konumundadır. Şehir 1654 yılında kurulmuş. Kharkiv’in kardeş şehirleri arasında ülkemizin Gaziantep kenti de yer almaktadır. Çoğunluğu Hristiyan Ortodoks olan Ukrayna ve Kharkiv halkı için şehirde özellikle Sovyetler Birliği’nden ayrıldıktan sonra birçok dini yapı inşa edilmiştir.

Kharkiv’de çok sayıda üniversite bulunduğundan öğrenci nüfusu da oldukça fazladır. Dünya standartlarında eğitim veren bu üniversitelere dünyanın her yerinden gelen öğrenciler şehrin ekonomisine de büyük katkı sağlamaktadır.

Savunma ve makine endüstrisinin gelişmişliği ile dikkat çeken şehir, kurulduğu günden beri pozitif bilimlerin gelişimine büyük destek vermiş. Bu nedenle Kharkiv’de zengin koleksiyona sahip bilim müzeleri ve bilim insanlarının araştırma faaliyetlerini destekleyen tema parkları da bulunmaktadır.

Kharkiv bölgedeki kozmonot sayısı bakımından dünya rekoruna sahiptir. Sovyetler Birliği’nin kozmonot listesinde yer alan 30’dan fazla kişi bu bölgedendir ve bunlardan 20’den fazlası da uzaya gitmiştir. Bu kadar çok kozmonotun olması, Sovyet döneminde bu şehir ve bölgede beş yüksek havacılık okulu ve bir havacılık enstitüsü olması ile açıklanmaktadır.

İklimi

Nemli karasal iklimin etkili olduğu kentte, kışlar soğuk ve kar yağışlı, yazlar sıcak ve nemli geçer. Seyahat etmek için en uygun dönemler mayıs ve eylül aylarıdır.

Ulaşım

Kharkiv’e hava, demir ve karayolu ile dünyanın birçok şehrinden ulaşım mümkün. İstanbul’dan Kharkiv’e THY ve Pegasus’un yanı sıra Atlas Jet doğrudan, Ukrayna Havayolları da bağlantılı olarak uçuyor. Doğrudan uçuş yaklaşık 1,5 saat civarı sürüyor.

Kharkiv Havaalanı’ndan merkeze ulaşmak için 5 no’lu troleybüs veya 115e, 119e, 152e ve 255e otobüslerini kullanabilirsiniz. Havalimanından şehir merkezine taksi ile ulaşım yaklaşık 100 Grivna tutmakta ve 15-20 dakika sürmektedir.

Kharkiv’e başkent Kiev’den gitmek için ucuz ve yaygın kullanılan yollardan biri benim de kullandığım tren yolculuğudur. Kharkiv’deki Kiev arasındaki yolculuk hızlı trenle 4,5-5 saat veya gece treniyle 8-9 saat sürmektedir. Bilet ücretleri seçtiğiniz tren ve konfor türüne göre değişiyor.

Kharkiv’de şehir içinde metronun yanı sıra otobüsler, tramvaylar, troleybüsler ve matruşkalar kullanılabilir. Metro kırmızı hat ile önemli turistik merkezlere ve tren istasyonuna ulaşılmakta. Metro biletleri Kiev’de olduğu gibi 8 UAH. Biletinizi gişelerden veya makinelerden de alabilirsiniz.

Konaklama

Önerilen otellerden birkaçını belirtmek gerekirse; Nordian: Şehir merkezinde apart daire şeklinde hizmet veren bir tesis. Chichikov Hotel: Şehir merkezinde 4 yıldızlı bir otel. Antwo Hotel: Şehir merkezinde 4 yıldızlı bir otel. Aurora Premier Hotel: Şehir merkezinde 4 yıldızlı bir otel. Wine & Rose Boutique Hotel: Şehir merkezine yakın temiz bir tesis. Gostiny Dvor Hotel: Şehir merkezinde 4 yıldızlı bir otel.

Diğer seçenekler için booking.com sitesine bakılabilir.

Yeme-İçme

Ukrayna’da iyi bir Gürcü restoranında kinkali ve haçapuri yemek için Myronosytska St, 12, adresindeki Шотi/Shoti Restoranı’nı seçebilirsiniz.

Opera ve Shevchenko Parkı’nın yakınında, Str. Sumy, 36/38 adresindeki Супкультура/Supkulture (Çorba kültürü) oldukça iyi değerlendirme alan bir yer.

Kahve içmek isterseniz, Sumska St, 71 adresindeki Some Like It Hot Cafe ve Svobody St, 4 adresindeki Централь (Central Cafe) önerilebilir.

Kharkiv’de kafe-restoran tarzı bir işletme olan Churrasco Bar, Pushkins’ka St, 22 adresinde bulunmaktadır. Bu Brezilya restoranında aldığınız menüye göre sınırsızca et tüketebiliyorsunuz.

Benim de bazen yaptığım gibi fast food menüleri ile geçiştirmek isterseniz Konstytutsii Meydanı’nda bulunan alışveriş merkezi AVE Plaza‘nın hemen girişinde McDonalds var. Big Mac menü 99 UAH yani yaklaşık 25 TL civarında.

Tavsiyelere uyarak gittiğim Sumska Caddesi 104 numaradaki “Trattoria 104″ restoranında pizza, makarna gibi bilumum İtalyan yemeklerini yiyebilirsiniz.

Gezilecek Yerler

Litvanya, Letonya ve Estonya ülkesi başkentlerinden oluşan yaz gezi programımda süreyi uzatmam nedeniyle eklediğim ilk yer Kharkiv olmuştu. Kiev Merkez Tren İstasyonu’ndan trenle Kharkiv’e geçtim. Zamanında biletimi alamadığımdan yataklı trende yer kalmamıştı mecburen pulman tren için bilet almıştım. Yolculuk yaklaşık 9 saat sürdü.

Kharkiv Tren İstasyonu

Kharkiv’deki ilk çarpıcı görüntü Kharkiv Tren İstasyonu’nda karşıma çıktı. Doğu Avrupa’da çoğunlukla güzel mimarili istasyonlarla karşılanıyoruz. Kharkiv Tren İstasyonu da adeta bir sanat galerisi gibi dizayn edilmiş.

En çarpıcı bölümü duvarda büyük bir tablo bulunan bekleme salonunda fotoğraf çekilmesine izin verilmiyor. Ben de tavanını çekerek bu atmosferi biraz aktarmaya çalışayım.

Tren istasyonunun içi kadar dışının da ayrı bir güzellikte olduğunu söylemeliyim. 1869 yılında yapılan ilk istasyon II. Dünya Savaşı sırasında tahrip olduğundan, Klasizm tarzının Stalin tarzıyla birleştirilerek yapılan yeni bina 1950’lerin başlarında inşa edilmiş. Doğal taş, bronz döküm, seramik süslemeler kullanılmış ve tavanı pitoresk kubbe ışıkları ile dekore edilmiş.

İstasyonun bulunduğu meydandaki tarihi binalar da birbirinden güzel.

Pryvokzalna Meydanı (Tren İstasyonu Meydanı)

Meydanın kuruluşu, 1860’larda Kursk-Kharkiv-Azov Demiryolu inşaatı ile birlikte başlamış. 1980’lerde tren istasyonuna yüksek katlı bir otel kompleksi eklenmiş. Neoklasizm tarzında tasarlanan Güney Demiryolu İdaresi binası, Meydanı iki parçaya bölüyor.

Meydana, 1928’de Güney Demiryolu çalışanları için bir konut tasarlanmış. 1932 yılında yapılan Demiryolları Çalışanları Kültürü Sarayı uzatılmış bir akordeona benzeyen beş içbükey yüzey şeklinde inşa edilmiş.

Meydandaki Postane binası da Konstrüktivm açından bileşimi ve işlevselliği ile en iyi örneklerden sayılıyor.

Konstytutsii Meydanı (Anayasa Meydanı)

Anayasa Meydanı şehrin merkezi sayılıyor. Zaten etraftaki tarihi ve mimari yapılar burayı çok özel ve güzel yapmış. Tarih Müzesi, Termometre bu meydandaki başlıca yapılar arasında.

Meydan Kharkiv Kalesi ile birlikte kurulmuş. 18. yüzyılda pazar ve fuarlar burada düzenlendiğinden Pazar Meydanı adını taşıyormuş. 1930’da yıkılmış olan Aziz Nicholas Katedrali’nin adı verilerek Nikolayevska Meydanı adı verilmiş. Daha sonra da Sovyet Ukrayna Meydanı adını almış. Meydanın mimari görünümü üç asırdan fazla bir sürede oluşmuş ve bu yüzden burada farklı stil ve çağlara ait binalar görülebilir.

Meydanda 19. yüzyılın sonlarında inşa edilen eski Belediye Meclisi bulunuyor. Bu yapı şimdi Kharkiv Şehir Meclisi’nin bölümlerini barındırıyor. Binanın inşası 1886’da tamamlanmış ve 1950’lerde yeniden inşa edilirken tasarımcılar devlet kurumu tarzını koruyarak aynı zamanda ulusal karakterinin altının çizildiği yeni bir yapı olmasına özen göstermiş. Binanın ulusal yönü özellikle heykellerle ve Ukrayna süsleme unsurlarıyla vurgulanmış.

Belediye Meclisi binasına 1925 yılında modern tarzda tasarlanan Dytiachy Svit (Çocuk Dünyası) Çarşısı eklenmiş. Yanında 19. yüzyılın sonlarında Barok tarzında inşa edilmiş İvan Kotlyarevsky Sanat Üniversitesi’nin bir binası bulunmaktadır. Zemin katında ünlü en eski pastacı “Vedmedik” (Küçük Ayı) hizmet vermektedir.

Bağımsızlık Anıtı-Independence Monument

Anayasa Meydanı’nda bir top üzerinde elinde bir taç bulunan zafer tanrıçası Nike’ın anıtı meydanın sembolü. Anıt özgür bir ülkeyi yani Ukrayna’yı sembolize ediyor. 

Ukrayna’nın Bağımsızlık Anıtı, bağımsızlığın 10. yıl dönümü olan 24 Ağustos 2001’de açılmış, ancak sonra yıkılmış. 2012 yılında bağımsızlığın 21 yıl dönümünde yeni anıt dikilmiş. İkinci kez yapılan anıt Ukrayna’nın Bağımsızlığını kutlamak amacıyla yapılmış ve “Uçan Ukrayna” olarak adlandırılmaktadır.

Kharkiv Tarih Müzesi-Kharkiv Historical Museum of M.F. Sumtsov

Anayasa Meydanı’ndaki Kharkiv Tarih Müzesi 1920 yılında kurulmuş. Kharkiv ve çevresinde gerçekleştirilen kazı çalışmalarında gün yüzüne çıkartılmış arkeolojik eserlerden oluşan koleksiyonu sayesinde tarih meraklılarının ilgisini çeken müzede ilkel topluluk, feodalizm, kapitalizm, Sovyet dönemi olmak üzere 4 bölüm bulunuyor.

Müzede, Bronz Çağı arkeolojik buluntulara, 11 ve 12. yüzyıla ait eski Rus dönemine ait Donets kalesinden kalıntılara, nümismatik ve etnografik koleksiyonlara, silah koleksiyonlarına, bayraklara olmak üzere 300.000’in üzerinde sergi malzemesi bulunmaktadır.

Müze binasının yakınında iki tank bulunmaktadır. Mark V İngilizlerin, I. Dünya Savaşında kullandığı, T-34 ise Sovyetlerin II. Dünya Savaşında kullandığı tanklardır.

Universytets’ka Caddesi, 5 adresindeki Müze Pazartesi günleri hariç 09:30-17:00 arası ziyaret edilebilir.

Müzede her katın bileti ayrı satılıyor. Ayrıca fotoğraf çekmek isterseniz ayrı bilet alınıyor. Katların tamamı için bilet alsam da fotoğraf çekmek için bilet almadım. Kaçamak çekerim diye düşünmüştüm ama ne mümkün!

Zaten boş olan müzede görevliler gezdiğim hemen her yerde beni takip ettiler. Sadece bir katta yerel halktan kalabalık bir genç grubu geldi ne olduysa bir tartışma yaşandı. O sırada ben de fırsattan istifade birkaç fotoğraf çekme fırsatı buldum.

Müzenin 1. katında 9-18 yüzyıllar arasında Orta Çağ ve kazak dönemine ilişkin Harkiv bölgesindeki buluntular ile 1917 Devrimi’nde ve 1917-1940 savaşlar arası dönemde Harkiv bölgesine ilişkin eserler sergilenmektedir.

Müzenin 2. katında 1914-1918 yıllarında I. Dünya Savaşı cephesindeki Kharkivliler ve 1939–1945 yıllarında ІІ. Dünya Savaşı’ndan kalanlar sergilenmektedir.

Müzenin 3. katında 19. yüzyıl Kharkiv etnik gelenekleri, 1943-1991 yıllarında Sovyet zamanındaki Harkiv ile terörle mücadele operasyonu ve bu kapsamda Harkiv Bölgesi ile ilgili sergiler bulunmaktadır. Müzenin 4. katında Ukrayna tarihinde Kazak dönemine ilişkin sergiler bulunuyor.

Termometre

1976 yılında Kharkiv Meteoroloji Enstitüsü tarafından yapılan 16 metre yüksekliğinde ve saati de bulunan termometre sayesinde şehirdeki hava sıcaklığını her an takip etmeniz mümkündür. Bu dev ölçülere sahip termometre sadece turistlerin ilgisini çeken bir yer değil aynı zamanda yerli halkın da buluşma noktalarından biri.

Sumska Caddesi

Şehrin kalbinin attığı, hareketli, yerel lezzetleri tadabileceğiniz, alışveriş yapabileceğiniz ve eğlenceyi gece gündüz yaşayabileceğiniz kentteki en doğru adres şehrin ana caddesi Sumska Caddesi olacaktır.

Sumska Caddesi Sumy kasabasına posta yolu olması amacıyla Kharkiv Kalesi ile aynı tarihlerde açılmış. Şehir 19. yüzyılın ortalarına kadar kırsal yaşam biçiminin özelliklerini korumuş. Ancak Kharkiv bölgesel başkent olunca 1831’de Kharkiv Planı kabul edilmiş ve Sumska Caddesi de dahil tüm merkez caddelerinde inşaatlar yapılmaya başlanmış. Sadece inşaat komitesi tarafından onaylanan “model” tasarımlara sahip taş binaların inşa edilmesine izin verilmiş. 19. yüzyılın sonunda Kharkiv büyük bir finans ve sanayi merkezi haline gelmiş. Sumska Caddesi’nde çok katlı binalar, ticari yapılar, üst yönetim, tüccarlar ve akademisyenlerin evleri inşa edilmiş. Caddedeki her yapının ayrı bir tarihi öyküsü bulunuyor.

Sumska Caddesi ve Konstytutsii Meydanı’nın köşesinde, 1910’da modern tarzda tasarlanan eski Rus-Asya Bankası’nın bir binası var.

19.Mikhalovsky tarafından tasarlanan üç katlı bir köşe evi, 19. yüzyıl sonlarında Fransız Rönesansı tarzında inşa edilmiş. Bugün zemin katında “Puzata Khata” isimli restoran ziyaretçilerine geleneksel Ukrayna mutfağı sunuyor.

Kharkiv’in bu en işlek ve ünlü caddesi olan Sumska’da yer alan güzel ve estetik yapılar Rus şehirlerinde olduğunuz hissini veriyor. Zaten 1991 yılına kadar burası Sovyetler Birliği topraklarıymış. Tarihi binalar arasında 10 dakika yürüdükten sonra bir tarafta çok güzel bir yapı diğer tarafta bir heykelle dikkati çeken Tiyatro Meydanı’na ulaştım.

Tiyatro Meydanı-Teatralna Ploshcha

Taras Shevchenko Tiyatrosu, eski savunma siperlerinin bulunduğu alanda Tiyatro Meydanı’nda kurulmuş. Meydan adını şehir tiyatrosunun açıldığı 19. yüzyılın başlarında almış. 1876’da Tiyatro Meydanı ile Şiir Meydanı’nı birbirine bağlayan bir park yapılmış. Ukrayna’daki Puşkin’e ait ilk anıt 1904′te buraya dikilmiş. Beş yıl sonra parkın karşısına Gogol anıtı yerleştirilmiş.

Kharkiv

Tiyatro Meydanı’nın köşesinde, Rönesans tarzında inşa edilmiş, Ulusal Bankanın şubesine ev sahipliği yapan, anıtsal bir yapı var.

Kharkiv

Taras Shevchenko Academic Ukrainian Drama Theatre

1922 yılında kurulan Berezil Tiyatrosu kalıntıları üzerine 1935 yılında kurulmuştur. 2004 yılında tiyatro topluluğu UNESCO eleştirmenleri tarafından Avrupa’nın en iyi topluluklarından biri seçilmiş.

Kharkiv

Kharkiv Akademik Opera ve Bale Tiyatrosu

Yine Sumska Cadde’si üzerinde Kharkiv Akademik Opera ve Bale Tiyatrosu binası yer alıyor.

Fransızca, İtalyanca, Ukraynaca ve Rusça gösterilerin sunulduğu yapı 1925’de açılmış. Yeni Opera Binası post modern tarzda tasarlanmış ve inşası 1970’ten 1991’ye kadar neredeyse 20 yıl sürmüş. Bu yeni bina, 19. Yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında inşa edilen yapılara tezat bir tarzda öne çıkıyor. 1500 ve 400 kişi kapasiteli iki salonu bulunan tiyatroda yılda 50 opera ve bale eseri sergileniyormuş.

Kharkiv

Çok büyük bir heykel grubu meydana ayrı bir hava katıyor.Kharkiv

Mirror Fountain (Zerkalnaya Struya)

Özgün mimarisi nedeniyle UNESCO tarafından koruma alanı ilan edilen Mirror Fountain, Pobedy Bahçesi’nde, Kharkiv Ulusal Akademi Opera ve Bale Tiyatrosu’nun karşısındaki parkta yer alıyor. Kentin sembollerinden biri olan bu anıt, 1947 yılında 2. Dünya Savaşı’nda kazanılan zaferin anısına inşa edilmiş. 2007 yılında spot ışıkları ve yapay şelale eklenerek yenilenmiş.

Kharkiv

2012 yılında şehir UEFA için ev sahipliği yaptığında şehrin amblemi olarak kullanılmış. Yerel halkın buluşma ve dinlenme alanlarından biri olan parktaki çeşmeye “ayna” adı veriliyor. Su diğer taraftan bakıldığında ayna efekti veriyor. Turistler kadar yerel halkın bu anıtın önünde anı fotoğrafı çektirmesi oldukça popüler hale gelmiş.

Kharkiv

Çeşmeyi ilk gördüğümde havuz boşaltılmış ve su akmıyordu. Balçık halinde ve kötü görünen zemini görevliler temizliyorlardı. Su akıyorken göremediğim için üzülmüştüm neyse ki ertesi gün gittiğimde havuz doldurulmuş ve sular fışkırıyordu. Tabii ben de anı fotoğrafı çekmek istedim.

Mironositskaya Kilisesi

Mironositskaya Kilisesi, Peremohy Garden Square’de yer almaktadır Dışından oldukça heybetli ve hoş gözüken bir mimarisi olan kilisenin içine de girdim. Bildiğiniz Ortodoks tarzında dekore edilen kilise.

Kharkiv

Burası da Anayasa Meydanı’ndan aşağı doğru inen yol üzerinde bulunan Ukrayna Kültür Bakanlığına bağlı Kharkiv Kültür Akademisi

Kharkiv

Pokrovsky Manastırı (Svyato-Pokrovskiy Monastery)

Universytets’ka Caddesi 8 numaradaki Manastır Kharkiv’deki korunmuş olan en eski yapıdır. Kale sınırları içerisine inşa edildiği 1726 yılında kent savunmasında kullanılan yapı Doğu Ukrayna’nın ilk yükseköğretim kurumunu bünyesinde barındırmaktadır. 1920’lerde kapatılan kompleks 2. Dünya Savaşı’nda enkaz haline gelmesine rağmen 20. yüzyılın sonundaki restorasyon çalışmalarıyla kente geri kazandırılmış. Pokrovsky Katedrali Kharkiv’in yedi harikası arasındadır.

Kharkiv

Pokrovsky Manastırı Rus mimarisinin özelliklerini ve Ukrayna’daki popüler dini sanatın mimari formlarını uyumlu bir şekilde bir araya getiriyor. Manastırın tasarımında ülkenin geleneksel 3 kubbeli barok mimari tarzı tercih edilmiş. Pokrovsky Katedrali Kharkov’un en eski erkek katedrali ve ulusal öneme sahip en eski taş mimari anıtıdır.

Kharkiv

Avluda gezdim ve Manastırın içine girmeden açık pencerelerinden fotoğraf çektim. Çünkü girmek için örtü takılması gerekiyor.

Assumption Katedrali

Yangında tahrip olan taş bir kilisenin yerine Moskova’daki Saint Clement Kilisesi’nin ruhunun yansıtıldığı bir kilise 1777 yılında inşasına başlanmış, yapımı altı yıl sürmüş. 1844’de, Rus birliklerinin Napolyon’a karşı kazandığı zaferin anısına yeni bir çan kulesi inşa edilmiş. Haçla birlikte 89,5 metre yüksekliğindeki çan kulesi Kharkiv’deki en yüksek yapısı.

Kharkiv

Katedral çıkışında yürümeye devam ederken çok büyük bir meydana ve bir bulvara ulaştım.

Bulvar paralelinde akan nehirin suyu çekilmişti, suyun çok olduğu günlerden kalma kenarda güneşlenmek için şezlonglar ve minderler duruyordu. Umarım geçici bir durumdur, iklim değişiminin bir sonucu değildir.

Kharkiv

Ana bulvar ve nehir boyunca yürüyerek Annunciation Katedrali’ne doğru giden köprüye ulaştım.

Annunciation Katedrali

Neo-Bizans mimari üslubu ile inşa edilmiş olan Annunciation Katedrali, Lopan Nehri’nin karşı tarafında kentin tarihi kısmında yer alıyor. Kharkiv’in en güzel kiliselerinden biri olan Annunciation, özgün formu ve şeritli desenleriyle dikkat çekiyor.

Kharkiv

Doğu Avrupa’nın en büyük Ortodoks katedrali unvanını taşıyan dini yapı, ilk olarak 17. yüzyılın ortalarında ahşap malzemeden inşa edilmiş. Ancak bu yapının büyük yangında tamamen kullanılamaz hale gelmesi sonucunda katedral günümüzdeki şekliyle tekrar yaptırılmış. 1888-1901 yıllarında yapılan beş kubbeli kilisenin kırmızı tuğla tabakalar ve aralarında açık renkli sıva kombinasyonuyla oluşturulan geleneksel Bizans tarzında bir cephesi var. Ayrıca yükselen basamaklı çan kulesi silueti Gotik tapınaklarına benziyor.

Kharkiv

Son derece görkemli ve güzel Katedral’in iç mekanında ise beyaz Carrara mermerinden yapılmış ikonalar kullanılmış. Ana sunak, İstanbul’da Ayasofya’daki duvar resimlerine benzer şekilde galvanizli saç üzerine boyanan ikonalarla yapılmış. Görkemli mimarisi ve manevi öneminin yanı sıra yapıyı önemli kılan unsurlardan biri de kentin önemli din adamlarının lahitlerinin burada yer almasıymış.

Shevchenko Parkı-Shevchenko Garden

Özgürlük Meydanı’nın güneyinde, meydanla içi içe geçmiş Taras Shevchenko Bahçeleri Kharkiv’deki en eski park. Şehir kurulduğunda kuzeydeki Kharkiv Kalesi’ne giden yol üzerinde bir meşe ormanı bulunuyormuş. Bu alana kurulan Botanik ve Hayvanat Bahçeleri ile Dolphinarium’u bünyesinde barındıran Shevchenko Parkı, 1804-1805 arasında Kharkiv Üniversitesi’nin kurucusu Vasiliy Karazin tarafından inşa ettirilmiş.

 

Üst teras İngiliz peyzaj parkı olarak tasarlanmış, birkaç yüzyıl önce dikilen antik meşeler de korunmuş.

Dünyanın dört bir yanından getirilen yüzlerce çeşit bitki ünlü üniversite profesörleri tarafından buraya dikilmiş. 1808’den beri bahçelerin bulunduğu yerde bir astronomik gözlem evi de yapılmış.

Taras Shevchenko Anıtı-Taras Shevchenko Monument

Bahçelerin girişine 1935’te yapılan büyük Ukraynalı şair ve ressam Taras Shevchenko’nun anıtının, dünyanın dört bir yanındaki 250’den fazla Taras Shevchenko anıtı arasında en iyisi olduğu söyleniyor.

Berezil Tiyatrosu’nun önemli aktörleri şairin eserlerinden karakter figürleri oluştururken heykeltıraşa poz vermişler. Shevchenko heykeli hak ve özgürlükleri için mücadele eden halkı temsilen, hareketli 16 heykel figürü ile çevrilmiş.

Şelale-Cascade Fountain

Shevchenko Parkı’ndan Klochkivska Caddesi yönüne doğru inen dik yamaçta bir şelale formunda yapılan çeşme, 1954 yılında savaş sırasında tahrip edilmiş park merdivenleri yerine şehrin kuruluşunun 300. Yıl dönümünü kutlamak için inşa edilmiş.

Kharkiv

Şelaleyi hem akşam hem de gündüz görme imkanım oldu. Böyle bir şey görmedim, hafta içi olmasına rağmen akşam saatlerinde iğne atsan yere düşmez misali bir kalabalık şelalenin etrafına toplanmıştı.

Siyah kuğu görmüş müydünüz, görmediyseniz bu Şelalede görme fırsatınız var.

Ukrayna’daki en eski ve en iyi hayvanat bahçelerinden biri olan Hayvanat Bahçesi’nin (1895) ana girişini Sumska Caddesi, 35 adresinde, Ukrayna Konser Salonu’nun yanında bulabilirsiniz.

Kharkov Dolphinarium

Kharkiv Dolphinarium, kısa adıyla “Nemo”, Shevchenko Parkı’nda sevimli yunusların eğlenceli gösterilerini izleyerek keyifli anlar yaşayabileceğiniz bir tema parkı. Ayrıca burada hasta çocuklar için yunus terapisi de yapılmaktadır.

Gösteriler memelilerin bakım ve eğitiminde önde gelen uzmanlar tarafından yapılmaktaymış.

Su Parkları

Ukrayna genelinde oldukça yaygın olsa da Kharkiv’de bulunan park 20 farklı yunus ile ülkenin en büyükleri arasına girmiş.

Kharkiv

Pazartesi hariç haftanın her günü 12.00, 15.00 ve 18.00’de üç performansın sergilendiği tesise hafta sonu giderseniz, 21.00’de başlayan ve 80 dakika süren gece gösterisini izleme fırsatına sahip olabilirsiniz. Bilet ücreti yetişkinler için 450 Grivna.

Yunus şovunu Norveç’in Bergen şehrinde izlediğimden burada zaman ayırmak istemedim.

Son yıllarda, bahçeye başka anıtlar da yerleştirilmiş. “Kazakların yavruları asla tükenmeyecek” adlı bir heykel kompozisyonu, Sporting Glory Alley’de bronz bir futbol topu ve Kiev Şehrinden Kharkiv’in 350. yıl dönümü hediyesi olan tepesinde Başmelek Mikail heykelinin bulunduğu bir sütun bunlardan birkaçı.

Futbol Topu Anıtı

Shevchenko Parkı’nda yer alan ve Ukrayna’nın onuncu bağımsızlık gününü kutlamak için yapılmış bir anıt. Açılış törenine Ukraynalı futbolcu Oleg Blokhin’in katılarak imzaladığı anıtın granit kaide üzerindeki topu bronzdan yapılmış.

Monument to 50th Parallel-50. Paralel Anıtı

Çek Cumhuriyeti, Polonya, Moğolistan, Kanada, Belçika, İngiltere, Çin ve Rusya olmak üzere 50. paralel 12 ülkeden geçmekteymiş. Kharkiv dünya çapında bu paralelde yer alan şehirler arasında en büyüğüymüş. Bu bronz dünyanın üzerinden yürümenin mutluluk getireceğine inanılıyormuş.

Yeşil alanları arasında yürürken huzur bulabileceğiniz, banklarında oturarak dinlenip insanları izleyebileceğiniz bu parkta zaman geçirmenizi öneririm.

Biraz da park çevresini inceleyelim. Kharkiv Devlet İnşaat ve Mimarlık Teknik Üniversitesi, 1927 yılında yapılan binasında Taras Shevchenko Anıtı’nın karşısında yer alıyor.

Düz platformlu bir çatı üzerindeki kadın figürleriyle klasizm ve modernizm unsurlarının zarif bir birleşimini sunan eski bir konak da Sumska Caddesi 44 adresinde dikkat çekiyor.

Caddede bir süre daha yürüyünce meşhur Özgürlük Meydanı’na ulaşılıyor.

Özgürlük Meydanı

Kapladığı alan bakımından 11,9 hektarlık büyüklüğüyle Özgürlük Meydanı, Avrupa’nın en büyük sekizinci, dünyanın en büyük on ikinci meydanı. Kentin geçtiğimiz yüzyılın başında Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin başkenti ilan edilmesinin ardından 1923’de inşa edilmiş. 1926’da Bolşevik Gizli Servisi’ni (KGB) kuran Felix Dzerzhinsky’nin soyadı verilerek 1996 yılına kadar Maidan Dzerzhynskoho olarak adlandırılmış. Alman işgali sırasında meydanın adı 1942’de Alman Ordusu Meydanı ve 1943’de Leibstandarte Square olarak iki kez değiştirilmiş. Ukrayna’nın bağımsızlığından sonra bugünkü adına kavuşmuş.

Meydanın merkezinde 130 metre çapında bir daire bulunuyor. Moskova’daki Kızıl Meydan’dan büyük olan Özgürlük Meydanı’nda, Kharkiv Ulusal Üniversitesi, Otel Kharkiv, Kharkiv Palas yer alıyor. Meydanda 1964 yılında dikilmiş Lenin Heykeli varmış kaldırılmış. Meydan doğusunda Sumska Caddesi, kuzeyde Hotel Kharkiv, güneyde ise Shevchenko Parkı ile çevrilmiş.

Kentin kalbi konumundaki meydanda siyasi gösteriler, fuarlar, festivaller ve konserler düzenlenmekteymiş.

Svobody Meydanı’na gitmek için Universytetya ya da Derzhprom Metro İstasyonlarında inilmelidir. Şimdi Meydandaki yapıları tek tek incelemeye başlayalım.

Devlet Sanayi Evi-Derzhprom-Gosprom

Özgürlük Meydanı’nda yer alan ve Sovyet Rusya döneminde inşa edilen ülkenin en yüksek binası olarak tescillenmiş bir yapı. 1925 yılında meydanın alanı planlanırken, Sovyetler Birliği’nde ilk yüksek katlı betonarme ve çerçeve yapısı olan Derzhprom için meydanın iç çemberinde üç bloktan oluşan bir alan tahsis edilmiş. Aynı zamanda, devasa bina için bir tasarım yarışması açılmış.

İnşaat, Sovyet hükümetinin ve özellikle de meydanın adını taşıdığı F. Dzerzhynsky’nin kontrolü altındaymış. Zamanın modern standartlarına göre, 45.000 pencere, 17 hektarlık cam ile çok katlı beton ve çelik konstrüksiyonu yapılmış. SSCB’de 63 metre ile ilk yüksek katlı betonarme yapı olmuş.

1925–1928 arasında kısa sürede tamamlanan, Yapılandırmacı (Constructivism) tarzında inşa edilen Devlet Sanayi Evi Ukrayna’nın başkenti olan Kharkiv’in yeni yönetim merkezi olmuş. 1934 yılında Kiev başkent olduğunda devlet kurumları Derzhprom’dan taşınmış ve bina Kharkiv Bölgesi İcra Kurulu’na devredilmiş.

1.Dünya Savaşı sırasında devasa beton ve çelik konstrüksiyonları nedeniyle zarar görmemiş.

Mayıs 1951’de ilk Sovyet TV kanalı Derzhprom’da açılmış. Binanın orta kısmının üst katına bir anten yerleştirilmiş.

İlk Sovyet gökdeleni olan Derzhprom Kharkiv’in ulusal öneme sahip bir mimarlık anıtı olmuş. Yapının tarihine ilgi duyuyorsanız 5. girişte ayrıca Gosprom Müzesi’ni ziyaret edebilirsiniz.

Vasyl Karazin Kharkiv Ulusal Üniversitesi

Kharkiv Ulusal Üniversitesi, 1805’de bilim adamı ve eğitimci V. Karazin tarafından kurulan Doğu Avrupa’daki en eski ve en büyük üniversitelerden biridir.

Üniversite modern Ukrayna bilim ve kültürünün gelişiminde önemli rol oynamış. Botanik Bahçesi, Doğa Müzesi, Arkeoloji ve Etnografya Müzesi, Üniversite Müzesi üniversite bünyesinde yer almış.

Üniversitenin girişinde kurucusu V. Karazin’in (1768–1843) Üniversite’nin yüzüncü yılını anısına yapılmış bir anıt bulunmaktadır. Anıt Karazin’in kelimelerinden oluşan bir yazıt da içermektedir. 1941’de savaşa girmiş olan öğrenci askerler için bir anıt da Üniversitenin ana binasına yakın bir yerde bulunuyor.

Kharkiv Palace

Ukrayna’nın ilk 5 yıldızlı oteli olarak Neo-Klasizm tarzında, 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası için inşa edilen Kharkiv Palace, 11 katlı ve 180 odalı bir yapı. İşlevsellik ve yapı teknolojilerini birleştiren Kharkiv Palace, Özgürlük Meydanı’nın önemli yapıları arasındadır.

Hotel Kharkiv

Meydanda yer alan Kharkiv Hotel 1932-1936 yıllarında inşa edilmiş. 1937’de Paris’te yapılan Dünya Fuarında, mimari bir başyapıt olarak en yüksek puanı almış. 1976’da Trynklera Caddesi ve Pravdy Caddesi’nin köşesindeki otele 16 katlı yeni bir bina eklenmiştir. Günümüzde 4 yıldızlı bir otel olarak hizmet veren yapı, beyaz ziyafet salonları ile tarihi bir ortamda konaklamak isteyenler için ideal bir yer.

Maxim Gorky Parkı

Park yüz yılı aşkın bir süre önce 1893-1895 yıllarında Sumska Caddesi’nin görünümünü güzelleştirmek amacıyla gönüllülerin diktiği ağaçlarla kurulmuş. Park başlangıçta küçük bir alan kaplarken 1899’da Alexander Pushkin’in doğumunun 100. yılı onuruna iki katına çıkarılmış ve sonraki yıllarda da günümüzdeki büyüklüğü olan 130 hektara ulaşmış. 1938 yılında Sovyetler Birliği’nde sosyalist gerçekçi edebiyatın öncüsü olan Maxim Gorky’nin adı bu parka verilmiş.

Kentin en önemli parklarından biri olan Maxim Gorky Parkı’nda tenis kortları, spor alanları, sinema, çocuk demiryolu, lunapark, çocuk oyun alanları, yürüyüş yolları, kafeler, barlar ve restoranları ile kentin rekreasyon ve eğlence merkezi haline gelmiştir. 

Kharkiv Sanat Müzesi

Kharkiv Sanat Müzesi Ukrayna’daki en eski müzelerinden biri, eşsiz sanat eserleri bakımından da zengin bir müzedir. İlk koleksiyonu Kharkiv Üniversitesi kurucularının, bilim insanlarının ve zamanın toplum önderlerinin çabalarıyla 1805’te toplanmaya başlanan Kharkiv Sanat Müzesi, kentin en çok ilgi çeken noktaları arasında. Koleksiyonu yerli ve yabancı sanatçıların tablolarından, heykellerden, grafik, sanat ve el sanatlarından oluşuyor.

Zhon Myronosyts Caddesi, 11 numarada bulunan müze binası da 20. yüzyılın ilk dönemlerinde inşa edilmiş mimari anlamda özgün bir bina. 

Böylece bir maceranın daha sonuna gelmiş olduk. Her zaman olduğu gibi gidemediğim yerlerden de kısaca söz ederek bu yazıyı tamamlamak isterim.

Aşk Anıtı (Lovebirds Monument): Bu tuhaf anıt 2002 yılında açılmış. Bir erkek ve bir kadının uçarak birbirine uzanan, sonsuzluğu ve sevginin güzelliğini sembolize eden heykelin altında öpüşen çiftlerin aşkının sonsuza dek süreceğine inanılıyor.

Kozmos Müzesi-Yuri Gagarin Planetaryum: Ukrayna’da bu alandaki tek astronomi ve uzay merkezi.

Krasnokutsk Arboretumu: Ukrayna’daki en eski arboretumlardan. İçerisindeki Aşk Adası’nda bulunan mutluluk ağacı ginkgo biloba’nın altında dilek tutarsanız gerçek olacağına inanılıyor.

Kharkiv Hayvanat Bahçesi: Kharkiv Hayvanat Bahçesi, Ukrayna’daki en eski ve SSCB’deki en eski üçüncü devlet parkı. 1896 yılında kurulan Kharkiv Hayvanat Bahçesi şehrin kalbinde, Shevchenko Parkı’nın yanında yer almaktadır. Hayvanat Bahçesi gittiğim dönemde restorasyon geçirdiğinden kapalıydı.

Metallist Stadyumu-Stadyum Metallist: Stadyum Metallist, Avrupa’nın en iyi stadyumlarından biri.

Cinsel Kültürler Müzesi: Ukrayna’da türünün tek örneği. Yunanistan, Roma, Japonya, Hindistan, Çin, Amerika, Avrupa, Afrika ve çeşitli coğrafi bölgelerin cinsel kültürlerine adanmış odalara sahip.

Canavarlı Ev (House with Chimeras): 1912-1914 yılları arasında inşa edilen sıra dışı binanın cephesinde şövalyeler, hayvan figürleri, fantastik yaratıklar, semenderler, aslanlar, kurtlar, canavarlar bulunuyor.

Strilka Meydanı: Strilka Meydanı, Kharkiv ve Lopan nehirlerinin birleştiği yerde Kharkiv şehrinin kurulduğu alan.

Kharkiv Sirki (Kharkiv Circus): Ukrayna’daki en eski sirklerden biri.

Denizcilik Müzesi-Maritime Museum: Müze, modellerle denizcilik tarihine adanmış.

Kharkiv Koro Sinagogu: Ukrayna’da 1000 kişilik kapasitesiyle en büyük sinagogdur.

Metro İstasyonları: Şehir içerisinde geniş bir metro ağı bulunmaktadır. Şehirde yapılacaklar listenizde mutlaka metro merkezli bir ziyaret bulunmalıdır.

Son Söz

Kharkiv eğlence mekanlarının yanı sıra tarihi ve turistik anlamda değer taşıyan yapılara ev sahipliği yapmaktadır. Şehir dört imparatorluğa ev sahipliği yapmış olağanüstü bir mimari mirasa sahip. Sovyet yıllarında sanayinin beşiği olması nedeniyle Kharkiv’in sıradan ve sıkıcı bir Sovyet şehri olmasını bekleyebilirsiniz. Ancak Kharkiv, Sovyetlerin devasa, ürkütücü ve gri binaları yerine art nouveau, yenilikçi ve klasizm tarzlarının kullanıldığı binalarıyla gerçekten çok güzel ve şaşırtıcı bir şehirdir. Mimarinin yanında kültür, sanat ve eğitimin de son derece önemli olduğu bu şehirde bir de üstüne parklarını ve eğlencesini eklersek gezmeye doyamayız! Kim bilir gezemediğim bunca yer olduğuna göre belki bir daha Kharkiv’e gidebilirim!

Kibyra: Gladyatör ve Hızlı Atların Şehri

kibyra

Kibyra gladyatörlerin, atların, Roma Dönemi savaşçılarının kenti … Eyalet yargılama merkezi olarak da önemli bir işlev görmüş. Hiçbir yerde göremeyeceğiniz, muhteşem bir Müzik Evinin (Odeon) ortasında bulunan Medusa mozaiği ile dünyada benzeri bulunmayan çok özel bir antik kent.

Burdur’un Gölhisar İlçesi yakınlarındaki üç tepe üzerine kurulmuş. Yerleşim alanı büyük olmasına rağmen, teraslamalar yapılmış ve yapılar birbirinin manzarasını kesmeyecek şekilde yerleştirilmiş.

2006 yılında Burdur Müzesi Başkanlığınca başlatılan kazı çalışmaları, günümüzde T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı adına Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Şükrü Özüdoğru başkanlığındaki ekip tarafından yürütülmekteymiş.

Kentin bugün görülebilen tüm mimari kalıntıları, Roma İmparatorluk Dönemine aitmiş. Hellenistik Dönemde Kibyra ve yakın çevresinde konumlanmış antik kentlerden Boubon, Balboura ve Oinoanda’dan teşekkül eden, dörtlü “Kent Birliği (Tetrapolis)” (M.Ö. 2-1. yüzyıllarda) oluşmuş. Söz konusu Kentler Birliği, M.Ö. 82 yılında Romalı General Murena tarafından dağıtılıp, ortadan kaldırılmış.

Bu tarihten sonra Kibyra Asia Eyaleti’ne, diğer kentler  ise Likya Birliği’ne dahil edilmiş. Roma İmparatorluk Döneminde ise, kendisine yaklaşık 25 kentin bağlı olduğu “Kibyra Conventusu” adı altında, Asia Eyalet Valisi’nin yargı merkezi olmuş.

M.S. 23 yılında meydana gelen büyük bir deprem sonucunda yerle bir olan kent, Roma İmparatoru Tiberius’un vergi affı getirmesiyle yeniden inşa edilebilmiş. Kibyra özellikle M.S. 1-3. yüzyıllarda en parlak ve zengin dönemini yaşamış. Kibyra, demircilik, dericilik ve at yetiştiriciliğinde ve çömlekçilikte oldukça ünlü imiş.

Antik coğrafyacı Strabon’a göre, yaklaşık 2000 yıl önce, İmparator Augustus döneminde, “Kibyra 30,000 asker ve 2,000 atlı asker sağlayabilirmiş”.

Girişin solunda, etkileyici, kemerli bir anıtsal kapı sizi karşılıyor. Biraz ilerlediğinizde, Antik Çağ Anadolusunun 11-12 bin kapasiteli, en görkemli stadyumunun kalıntıları görülebiliyor. Gladyatörlerin, hızla koşan atların, coşkulu izleyicilerin seslerinin yankılandığı dönemlerde, kim bilir nelere tanıklık etmiş ve yıllara direnmiş taşlar, mahzun bir asalet ile sizi selamlıyor.

Hafif eğimli tepeye tırmandıkça, bazilika, agora, hamam, tiyatro, meclis binası, mezar, yuvarlak kuleli tak ve su yollarının kalıntılarını görebiliyorsunuz.

Bu tarihi kentin beni en etkileyen kısmı ise aşağıda resimlerini göreceğiniz, Meclis Binası/Müzik Evi olarak kullanılmış bölümü oldu.

Meclis Binasının/Müzik Evinin önünde, Anadolu’nun en sağlam ve en büyük mozaik alanı olduğu belirtilen, 540 metrekare döşeme alanı kaplayan inanılmaz zarif mozaik bir bölüm var. Siyah-beyaz tablo gibi mozaik alanın üzerinde, geçmişte var olan sütunların kaideleri ve arkasında masmavi gökyüzü görünüyor.

Müzik Evi (Odeon), 3600 kişilik oturma kapasitesiyle, halen ülkemizin sahip olduğu, antik çağlarda üzeri bir çatıyla kapatılmış en büyük yapısı imiş.

Müzik Evi (Odeon) bir amfi görünümünde, tavanı ve giriş sütunlarının bir kısmı yıkılmış. Tam ortasında, kırmızı, yeşil ve beyaz mermerden yapılmış, saçlarının yılanlardan oluştuğuna, bakışları ile insanları taşa çevirdiğine inanılan, “yılan saçlı, keskin dişli, dişi canavar” Medusa’nın mozaiği bulunuyor. Yapım tekniğiyle, kendi türünde dünyada bilinen tek örnekmiş.

Amfinin neresine giderseniz gidin, ortada duran Medusa’nın gözleri size bakıyor, sizi izliyor. Nasıl bir teknik ile yapılmış akıl erdiremedim; ama canlı gibi bakan gözler, beni taşa çevirmeden oradan çıkmalıyım düşüncesi ile bu güzelliği daha fazla seyretmeliyim duygusu arasında bıraktı.

Mozaik üzerinde dikkatle çalışan görevliler vardı ve üzerine basılması yasaktı. Temizliği bitirildikten sonra cam yüzey korumasına alınacakmış.

Kibyra’dan çıkarılan eserler, Burdur Müzesi’nde sergileniyor.

Burdur Arkeoloji Müzesi, M.Ö. 7000’den günümüze kadar  tarihlenen çok sayıda eski eser ve heykele ev sahipliği yapıyor. Bahçesi ve binası ile daha dışından sizi etkiliyor.

“Gladyatörler Kibyra’da” başlığı altında sergilenen duvar resimlerinde ve kabartmalarında, antik dönemin gladyatör gösterileri canlandırılmış. Bu gladyatörlerin çoğunluğu, kanun kaçaklarından, savaş esirlerinden, kölelerden oluşmaktaymış. Asillerin ve halkın, bu ölümüne yapılan gösterileri hangi duygular ile izlediklerini anlamak çok zor.

Burdur Müzesi’nde, çok iyi yerleştirilmiş ve aydınlatılmış başka dönemlere ait mermer heykeller de bulunuyor. Bölgenin mermer kaynakları, çok temiz ve yontulmaya uygun olduğu için tarihin her döneminde heykel yapımında kullanılmış.

Dünyanın ve ülkemizin birçok yerinde bulunan Roma Antik Kentlerinden biri olan Kibyra, yangınlar ve depremler ile yıkılmış, yeniden yapılıp, tekrar yıkılmış olmasına rağmen, ayakta kalabilen kalıntıları ile dönemin ihtişamını ve yaşam biçimini görebileceğiniz özel bir yer. Sadece Müzik Evinde (Odeon) bulunan Medusa mozaiği için bile görülmeye değer. Aklınızda iyi düşünceler ile gidin ve Medusa’nın sizi taşa çevirme ihtimalinden kurtulun…  

Kaynakça:

http://www.burdurkulturturizm.gov.tr/TR-155350/kibyra.html

www.kulturportali.gov.tr/turkiye/burdur/gezilecekyer/kibyra-antik-kenti

Lubliyana Gezi Rehberi

Lubliyana

Slovenya’nın başkenti Lubliyana, 300.000 kişilik nüfusa sahip küçük bir şehir. Lubliyana, turistler için rahat gezebilecek ölçekte bir şehir olarak tanımlanıyor. Aslında şehir orta büyüklükteki Avrupa şehirleri arasında. İnsanlara bu hissi veren özellikleri ise küçük şehir sıcaklığının bulunması, gezilecek yerlerin bir merkezde toplanması ve büyük başkentlerde bulabileceğiniz her şeye sahip olması. Kış aylarındaki büyülü görüntüsü Avrupalı karakterini ortaya çıkarırken, yaz aylarıyla birlikte rahat ve gevşemiş Akdeniz ruhu hissediliyormuş.

  • Neden Lubliyana?
  • Öncelikle buraya gelen pek çok kişi şehri Avrupa’nın gizli bir hazinesi olarak tanımlıyor. Farklı tarihi dönemlerde ve özellikle çoğu Dünya çapında bilinen mimar Joze Plecnik tarafından yapılmış eserleriyle muhteşem bir manzaraya sahip şehir yılın her zamanında fotoğraf çekme isteği uyandırıyor.
  • Lubliyana 2016 yılında Avrupa’nın yeşil başkenti seçilmiş. Yeşil alanların ve doğanın şehir merkezinde dahi korunduğu bir yer. Araç trafiğine kapalı sokaklarda ve parklarda yürüyerek gezilebileceği gibi bisikletle de gezme şansınız var. 
  • Lubliyana’da yıl boyunca farklı yaş gruplarına hitap eden pek çok festival yapıldığından canlı bir kültür merkezi olarak da adını duyurmuş. Avrupa’nın en eski yaz festivalinin yanı sıra, caz, dünya müziği ve sokak tiyatrosu festivalleri de düzenleniyor. 

Ulaşım

Lubliyana’ya Hırvatistan’ın başkenti Zagrep’den karayolu ile geçtim. Bir haftalık gezim için Zagrep gidiş, Lubliyana dönüş bileti almıştım. 

THY’nin Slovenya’ya düzenli seferleri bulunmaktadır. Lubliyana’da havaalanına ulaşım taksiyle ve otobüslerle yapılıyor. 28 no’lu otobüsler en ekonomik olanı. Hafta içi yarım saatte bir hareket eden otobüslerin ilk seferi 05.20 ve son seferi 20.10. Hafta sonu ve tatillerde ilk seferi 06.10 ve son seferi 19.10. Havaalanından şehre gelen otobüslerin hareket saati bundan biraz farklı. Bilet ücreti tek yön 4.10 Euro. Yol yaklaşık bir saat sürüyor.

Gezelim Görelim

Lubliyana gezime hostelime de yakın olan şehrin meşhur köprülerinden başlayalım.
lubliyana

Ejderha Köprüsü (Dragon Bridge) 1901 yılında açılmış ve Art Nouveau tarzında inşa edilmiş. 1895 yılındaki depremde burada bulunan eski ahşap köprü yıkılmış. Yeni ve en son teknoloji kullanılarak betonarme bir köprü yapılmasına karar verilmiş. Zamanın yeni statik hesaplamaları ile inşa edilen köprü teknik bir anıt olarak da kabul edilmekteymiş. Köprü ülkede pek çok ilklere de imza atmış. Slovenya’daki asfalt döşenmiş ilk köprü, Lubliyana’daki ilk betonarme köprü ve inşa edildiği tarihte Avrupa’daki en geniş kemerli köprü olarak tarihe geçmiş.

Köprünün her iki yanına dört ejderha yerleştirilmiş. Şehrin ve Slovenya bayrağının sembolü olan ejderha heykelleri betonarme ve sıradan bir köprüye hem renk katmış hem de bu köprüyle ilgili efsaneler oluşmasını sağlamış. Yerel anlatılara göre bakire kızlar köprünün üzerinden geçerken köprüde bulunan dört ejderha kuyruklarını kızgın bir şekilde sallarmış. Bu yüzden de Slovenyalılar bu köprüye “kaynana” ismini takmış. Burası diğer tarihi köprülere göre üzerinden yoğun bir trafiğin aktığı tek köprü.

Efsaneye göre Jason, ülkesi Yunanistan’a dönerken bölgede dehşet salan ejderhayı öldürerek Lubliyana şehrinin kurulmasını sağlamış. Bu yüzden de ejderha ülkede bir sembol olmuş ve hemen hemen her yerde ejderha figürüne rastlıyorsunuz.

Lubliyana

Lubliyana Şehir Pazarı Ejderha Köprüsü’nü geçince karşımıza çıkıyor. Vodnikov Meydanı’nda kurulan üstü açık bir pazar yeri ile nehir boyunca Pogacarjev Meydanı’na kadar uzanan kapalı bir pazar yeri bölgeye canlılık katıyor.

Açık hava pazar yerinde Slovenyalı çiftçilerin yetiştirdikleri taze sebze ve meyveler, tropik meyveler, kurutulmuş et ürünleri de satılmakta. Bizim pazarlarda olduğu gibi burada da kıyafet satılıyordu.

Pazarın arka tarafındaki çiçek satıcıları görülmeye değer. Özellikle noel zamanı olduğu için burası adeta bir çiçek bahçesi gibiydi.

Açık pazar yeri yazları hafta içi 06.00-18.00 arası, Cumartesi günü 06.00-16.00 arası açıkmış ve Pazar günleri ile bayramlarda kapalıymış. Kışın hafta içinde de kapanış saati 16:00 oluyormuş.

Kapalı pazar yeri Lubliyana’nın meşhur mimarı Joze Plecnik tarafından 1940-1944 yıllarında muhtemelen Rönesans etkisiyle sütunlar ve arklar kullanılarak iki katlı olarak dizayn edilmiş ve bu yüzden “Plecnik Kapalı Pazarı” olarak adlandırılmaktaymış. Bu yapının yol hizasındaki tarafında küçük dükkanlar ve cafeler sıralanıyor. Alışverişin yanı sıra ön taraftaki masalarda oturup yemek de yiyebiliyorsunuz. Bu dükkanlarda ve cafelerde kurutulmuş et ürünleri, taze et, ev yapımı odun ateşinde pişmiş ekmekler, ev yapımı bisküviler ve tatlılar, çok çeşitli ev yapımı peynirler, kurutulmuş meyveler, zeytinyağı, baharat gibi ürünleri bulmak mümkün. Bir cafeye oturup kahvenizi içip geleneksel kekleri olan “potica” yı deneyebilirsiniz.

Yapının üst katında Nehir tarafında restoranlar bulunuyor. Alt kata indiğinizde çeşit çeşit deniz ürününü bulabileceğiniz bir balık pazarı sizi karşılıyor. Nasıl güzel ve taze gözüküyorlar anlatamam.

Pazar günleri bölgede Antika ve Bit Pazarı kuruluyormuş. Antikalar, resimler, mobilyalar, Yugoslavya zamanından kalma paralar, madalyonlar, üniformalar, yani ne ararsanız bulunuyormuş. Cumartesi günü döndüğüm için maalesef bu pazarı göremedim. Gidecekler için belirteyim 08.00- 14.00 arası açık oluyormuş.

Pazar yerinin yanından yürüyerek bir yandan da noel için kurulan pazara bakmaya başladım. Özellikle cam işleri çok güzeldi ama artık Euro bölgesine geçtiğim için çok da pahalıya geliyordu.

Kasap Köprüsü (The Butchers’ Bridge) Pogacarjev Meydanı!na geldiğimde Slovenya’nın bir diğer tarihi ve ünlü köprüsüyle karşılaştım. Kasap Köprüsü Lubliyana’nın aşk köprüsüymüş. Aşıklar bu köprüde sembolik olarak aşklarını kilitleyerek anahtarını aşağıdan akan nehre atarlarmış. Gerçekten de köprünün iki tarafına da yüzlerce değişik kilit asılmıştı. Ancak sadece aşıklar değil sanırım dilek için kilit takanlar da vardı. Çünkü emzik şeklinde pek çok kilit de gördüm. Kilit ticareti burada karlı olsa gerek!

Plecnik’in tasarladığı gibi açık hava pazar yerini karşıya bağlamak için 1930’lu yılların sonlarında böyle bir köprü yapılmak istenmesine karşın II. Dünya Savaşı’nın başlaması nedeniyle ertelenmek zorunda kalınmış. Daha sonra 2009 yılında inşaat başlamış ve Köprü ancak 2010 yılında açılabilmiş. Köprü daha önce kasapların barakalarının bulunduğu bölgenin ortasına yapıldığından bu isimle anılıyormuş.

Köprü, Slovenya’lı meşhur heykeltraş Jakov Brdar tarafından yapılan heykel ve dikitlerle sanatın sergilendiği modern bir görüntüye kavuşmuş. Brdar’ın ilginç ama bir o kadar da ürkütücü büyük heykelleri ve yaratık şeklinde betimlediği küçük heykelleri görülmeye değer.

Ayakta tek duran büyük heykel Prometheus’u ve Hıristiyan/Yahudi mitolojisini çağrıştırırken küçük heykeller bölgenin eski kasap geçmişine gönderme yapıyormuş.

Lubliyana

Köprüden geçip bu sefer nehrin diğer tarafından yürümeye başladım ve çok geçmeden kendimi Lubliyana’nın en önemli meydanı olan Preseren Meydanı’nda buldum.

Preseren Meydanı, Lubliyana’nın en önemli merkezi ve buluşma noktası olması yanında Slovenya milletinin ruhani bir merkezi olduğu belirtiliyor. Meydan araç trafiğine kapalı ve yaya bölgesi olmuş. Meydanda konserler, festivaller, Lubliyana Karnavalı, spor aktiviteleri, gösteriler düzenleniyormuş. Yılın her dönemi oldukça renkli ve hareketli olan bu meydanda noel için yiyecek içecek standları da kurulmuştu.

Meydanın doğu tarafında Slovenya’nın ulusal şairi France Preseren’in (1800-1849) başının üstünde elinde defne dalı tutan bir ilham perisi ile birlikte dizayn edilmiş bir heykeli yer alıyor. Zaten meydan da ismini bu heykelden alıyor.

Lubliyana

Preseren Anıtı, 1905 yılında tamamlanmış. Şairin “Şerefine kadeh kaldırmak” (A Toast/ “Zdravljica) olarak çevirebileceğimiz şiiri Ülkenin milli marşı olarak kullanılmaktaymış. Şairin yüzü sembolik olarak Meydanın karşısındaki Wolfova Sokağı’ndaki binanın ön tarafında bulunan büyük aşkı Julija Primic’in heykeline bakacak şekilde yerleştirilmiş. Ne aşk ama!

Lubliyana Gezi Rehberi

Fransizken Kilisesi, (The Franciscan Church of the Annunciation) Preseren Meydanı Orta Çağ Lubliyana’sına uzanan şehir kapılarından birinin önünde kurulmuş. Yolların kesiştiği noktada 17. yüzyılda inşa edilmiş. Kilisenin kırmızı rengi Fransızken manastırlarına özgü sembolik bir renkmiş. Bu Kilise 2008 yılında kültürel bir anıt olarak koruma altına alınmış. 

Kilisenin ön yüzünde Lubliyana’nın en büyük Madonna heykeli olan bakır bir St. Mary heykeli bulunuyor.

Üçlü Köprü (Triple Bridge), Preseren Meydanı Lubliyana’nın bir diğer önemli köprüye açılıyor. Üçlü Köprü’nün yerinde eski ama Orta Çağ’da stratejik önemi olan ahşap bir köprü varmış. 1842 yılında bu eski köprünün yerine taş bir köprü inşa edilmiş. Ancak 1929-1932 yıllarında yayaların geçmesi amacıyla bu köprünün yanlarına birer köprü daha eklenmiş. Üç köprü de büyük taş parmaklıklar ve lambalarla süslenmiş. Köprüden iki merdivenle görsel zenginliğini artırmak için kavak ağaçları dikilen nehir kenarına kadar inebilmek mümkün oluyor. Köprünün bu yeni hali Lubliyana’nın benzersiz mimarisini yaratan Joze Plecnik tarafından tasarlanmış.

Lubliyana’da ilk günümün sonunda akşam olmaya başlamıştı. Işıklarla her yer çok güzel gözüküyordu.

Lubliyana

Hostele dönüp sıcak bir şeyler içip sonra akşam yemeği için merkeze gelmeyi planladım. Kaldığım yer çok yakın olduğundan gidip dönmesi çok uzun sürmeyecekti. Odamın kapısını açtığımda beni bir sürpriz bekliyordu. Yatakların birisinde bir kız oturmuştu ve içeri girince İngilizce selam verdi. Biraz sohbetten sonra siz Türk müsünüz diye soruverdi. Bundan sonra aramızdaki konuşma Türkçe devam etti. Zagreb’de Diş Hekimliği bölümünde Erasmus öğrencisi olan Şeyma aslında Viyana’ya gidecekmiş ama vize aldığı Slovenya yetkilileri en az bir gece burada konaklaması gerektiğini söyleyince mecburen Lubliyana’ya gelmiş. Resepsiyondaki görevli de bu odada bir Türk olduğunu, isterse orada kalabileceğini söyleyince bunu kabul etmiş. Odaya yerleşmiş, beni beklediğini ama odaya girdiğimde beni Türk’e benzetemediğini anlattı. Çok tatlı, hoş sohbet bir kızımız Şeyma. İyi ki onu tanımışım ve iyi ki kader yollarımızı kesiştirmiş. Önce birlikte sıcak bir bitki çayı içtik. Sonra birlikte çıkıp bütün şehir merkezini en azından 4- 5 kere turladık.

Bu da gece ışıklarıyla Preseren Meydanı’ndan.

Lubliyana

İkinci günümde kahvaltı sonrası tekrar merkeze doğru yürümeye başladım. Önce sokak aralarına girerek gezmeye başladım. Çok güzel sokakların birçoğu araç trafiğine kapatılmış sadece yaya yolu olarak kullanılıyor. Nehir boyunca sıralanan pek çok cafe ve restoran bulunuyor. Burası yaz aylarında muhteşem olmalı.

Mestni Meydanı, Böyle amaçsız bir şekilde yürürken Belediye Binasının olduğu Mestni Meydanı!na geldim. Bu meydan 12. yüzyıldan başlayarak Orta Çağ Lubliyana’sının önemli merkezlerinden biri olmuş. Ancak 1511 yılındaki deprem nedeniyle Orta Çağ mimarisiyle yapılan birçok bina yerle bir olmuş. Yıkılan bu binaların yerine günümüze kadar ulaşabilen Rönesans ve Barok stilinde binalar inşa edilmiş. Bunlardan en önemlisi önünde meşhur Robba Çeşmesi bulunan Belediye Binasıymış. Bu bina birbirine açılan binalardan oluşuyor. İçine girdiğimde büyük bir avlu ve ortasında süslenmiş bir ağaç ile kuyunun bulunduğunu gördüm.

Binalar daha önce bölgenin önde gelen Dolnicar ailesine ait iken yerel otoriteler 17 ve 18. yüzyılda bunları satın almış. 

Meydandaki çeşme ise 1743 ve 1751 yıllarında Francesco Robba tarafından yapılmış ve bu nedenle de çeşmeye onun ismi verilmiş.

LubliyanaMestni Meydanı’nda  pek çok ilginç bina bulunuyor. Bunlardan biri bugün  Şehir Sanat Müzesi olarak kullanılan Haman Evi olarak gösteriliyor.

Bir diğeri ise ön yüzü 1540 yılında yapılan rölyeflerle zenginleştirilen ve 18. yüzyıldan kalma bir merdiveni olan Lichtenberg Evi imiş. Skoberne Evinin ön yüzü de aynı dönemlerde yapılmış. Souvan Evi, 17. Yüzyılda sanat, ticaret ve ziraati temsil eden rölyefleriyle İmparatorluk stilinde ön yüzü yapılan Meydanın en uzun yapısıymış.

Lubliyana

Meydandan sağa dönerek sokağın sonuna kadar yürüdüm. Bu bölgede yürürken kulağıma sürekli bir müzik sesi geliyordu. Başlangıçta bunun enstrüman çalışılan bir binadan geldiğini düşünmüştüm. Ancak daha sonra farkettim ki çok ünlü klasik eserleri sabahtan başlayarak akşama kadar sokaklara yerleştirilen hoparlörlerden yayınlıyorlar. Sokağın sonuna gidildiğinde bir de müzik notaları asılmış bir sokak görüyorsunuz ve akşam ışıklandırıldığında muhteşem gözüküyor.

Müzik notaları asılı olan sokağın başında üzerine püsküllü bir şapka takılmış sanırım bir çeşme var. Çok eğlenceli değil mi!

Lubliyana

Yeni hedef yürüyerek kaleye tırmanmak idi. Yukarıya tırmandıkça dönüp panoramik olarak gözüken şehri seyrediyor ve fotoğraflarını çekiyordum.

En sonunda kaleye ulaştım. Lubliyana Kalesi’ne fünikülerle de çıkılabiliyormuş. Ancak ben fünikülerin çalıştığını görmedim. Belki de sadece yaz aylarında çalışıyordur. Zaten kaleye yürüyerek çıkmak o kadar da yorucu olmuyor.

Lubliyana Kalesi, 11.yüzyılda diğer kaleler gibi savunma amaçlı yapılmış. Kalenin içinde bir Manzara Kulesi var ve şehre muhteşem bir bakış açısı sağlıyor. Ben de öncelikle bu kuleye tırmanarak manzaranın keyfini çıkardım.

Lubliyana

Kalede Slovenya tarihine ilişkin bir müze, kukla müzesi ve tarihi odalar bulunuyor.

Kalenin koruma altına alınmış alanlarını gezdikten sonra önce hapishaneyi gördüm. Küçük hücrelerden oluşan bu yer çok korkutucu gözüküyor. Aşağıya doğru inilen bir merdivenin sonunda St. George Şapeli bulunuyor.

Lubliyana

Kalede özellikle yaz aylarında kültürel faaliyetlerin, aile etkinliklerinin, dans gösterilerinin ve açık hava film gösterimlerinin yapıldığı bir cafe ve iki de restoran bulunuyor.

St. Joseph Kilisesi, Kaledeki gezim tamamlanınca yokuş aşağı şehir merkezine doğru yürüdüm. Farklı bir yoldan inince tarihi ve heybetli bir kiliseyle karşılaştım. St. Joseph Kilisesi 1912-1914 yıllarında inşa edilmiş ve bunun yanındaki Manastır ise daha önce 1896 yılında yapılmış. Her iki yapıya da daha sonra çeşitli eklemeler yapılmış.

Lubliyana

Buradan nehir kenarına gelip o hizada yürüdüğümde çok eski bir köprüyle karşılaştım. Oltayla balık tutmaya çalışan birisi köprünün yanındaydı.

Lubliyana

St Nicholas Katedrali Pazarın arka tarafında bulunan St Nicholas Katedrali’nin bulunduğu alanda daha önce tarihi 1262 yılına kadar giden üç nefli bir Roma kilisesi varmış. 1361 yılında bu kilise yandığından yerine gotik tarzında başka bir kilise inşa edilmiş. Bu kilise de 1469 yılında muhtemelen Osmanlılar tarafından yakılmış.

1701- 1706 yıllarında Latin haçı şekli verilmek için yanlarına şapel eklenen yeni barok tarzında bir kilise inşa edilmiş. Bunun kubbesi ise ancak 1841 yılında yapılabilmiş. Katedralin içerisinde 18. yüzyıldan kalma yerel sanatçıların freskleri, resimleri ve heykelleri bulunuyor. Artık kilise içinde fotoğraf çekmediğimden bunları gösteremiyorum.

Ancak Katedralin batı ve güney tarafındaki bronz kapılar görülmeye değer ve kaçırılmaması gerekir diye düşünüyorum. Ana kapı, Tone Demsar tarafından 1996 yılında yapılmış ve Papa II. John Paul‘ün Katedrali ziyaretinin anısına ve Slovenya’nın Hıristiyan olmasının üzerinden 1250 yıl geçtiği için bunun kutlanması amacıyla yapılmış.

Yan kapılarda ise 6 kardinalin önde uzanan İsa figürüyle birlikte sıralanmış portreleri görülüyor.

Katedralin içini görüp dışarı çıktım ve nehir kenarından yürümeye devam ettim. Merkeze yaklaştığımda sokak aralarına girip çıkmaya başladım. İşte o zaman kablolara asılı ayakkabıları gördüm. Ayakkabılar aslında birkaç sokakta daha varmış ancak en çok asılı ayakkabı olan yer Ayakkabıcılar Köprüsü (Shoemaker’s Bridge) olarak bilinen bölgeymiş.

Yedi sekiz yıl öncesine kadar asılı ayakkabılar yokmuş. Sadece turistik bir amaçla ve bölgenin geçmişine atıfta bulunuyor. Bununla ilgili hatta kısa film hazırlanmış ve yerel halkla turistlere bu ayakkabıları sormuşlar. İlgilenenler için belgeselin ismi “Shoe Knows?”

Kunduracılar Köprüsü (Cobblers’ Bridge) ise tarihi 13. yüzyıla dayandığından Lubliyana’nın da en eski köprüsüymüş. Cobblers Bridge adını o dönemde ayakkabıcıların köprüye yakın dükkanları olması ve ürünlerini de bu köprü üzerinde sergilemesinden aldığı rivayet ediliyor. Köprü ahşap olarak inşa edildiğinden yangın ve deprem sebebiyle yıkılmış. Yerine hiçbir özelliği ve güzelliği olmayan dökme demir kullanılarak yeniden yapılmış.

Lubliyana

Bu güzel bina da tarihi olduğu her halinden belli olan Postahane Binası.

Kongresni Meydanı, Preseren Meydanı’ndan sola dönüp biraz ilerlediğimde Kongresni Meydanına ulaştım. Burası Lubliyana’nın en büyük meydanlarından birisiymiş. Oldukça güzel ve bakımlı binalarla çevrelenen meydanın ortasında bir puz pateni sahası bulunuyor. Bu meydan daha önce Barok döneminde burada bulunan küçük bir meydanın yerini almış. 1821 yılında Kutsal Birlik Kongresi için yapılmış ve o tarihten sonra da bu adı korumuş.

Meydanın güney ucunda daha önce Kongrenin toplandığı ve sonra Vali Konağı olan bina halihazırda Lubliyana Üniversitesi Rektörlük binası olarak kullanılmakta. Mimarisi oldukça hoş bir bina olduğunu söylemeliyim.

Üniversite binasının önünde bir de 1955 yılında France Kralj tarafından yapılmış Evropa isimli bir heykel çalışması bulunuyor.

Bu binanın hemen yanında Yanılsama Müzesi (Museum of Illusions) bulunuyor.

Lubliyana

Üniversite binasının diğer tarafında Slovenya Filarmoni Orkestrası binası var.

Lubliyana

Bu binanın yanında da 1894’de kurulan “Slovenya Kraliçesi” isimli Slovenyanın en eski yayınevi bulunuyor.

Lubliyana

Kuzey ucunda neoklasik Kazina binası görülebilir. Ortadaki alan Zvezda (Star) Park olarak isimlendiriliyormuş ve bu alanda pek çok tarihi gösteri gerçekleşmiş. Aslında bu alan Roma döneminde mezarlıkmış. Roma geleneklerine göre Emona’nın mezarlıkları şehir duvarlarının dışında olurmuş. Bir Emona heykeli yakılan cesetin külleri ile birlikte buraya gömülürmüş.

Lubliyana

1722 yılında Francesco Robba tarafından yapılan ve orjinali Lubliyana Şehir Müzesinde olan Kutsal Üçlü (Holy Trinity) Sütununun bir kopyası Ursuline Kilisesi‘nin önüne yerleştirilmiş. Fotoğrafta görülen Ursuline Kilisesi ise 1718-1726 yıllarında yapılmış.

Metelkova Özerk Bölgesi adeta bir masal diyarına benziyor. Metelkova’nın bir kültür merkezi olarak tarihi 1993 yılına kadar gidiyor. Burası Yugoslavya ordusunun Slovenya kışlası olarak kullanılırken 10 Eylül 1993 gecesi Metelkova Ağı olarak bilinen çoğunluğu yeraltı sanatçıları ve entellektüelleri olan bir grubun önderliğinde 200 kadar Slovenyalı gencin yerleşmesi ve yaşam alanı haline getirmesi ile oluşan bir bölge. 19. yüzyılın sonlarında Avusturya-Macaristan ordu kışlası olarak inşa edilen binalar Slovenyalı az bilinen sanatçılar tarafından pek çok müdahaleye uğramış, değiştirilmiş ve dönüştürülmüş. 12.500 m2’lik bir alana yayılan bu bölge özgür yaratıcı ruhlar için bir başarı hikayesine dönüşmüş.

Bugün artık bu bölge Lubliyana’ya gelenlerin mutlaka görmesi gereken turistik bir alan haline gelmiş. Burada binaların duvarları harika grafitilerle dolu, çok sayıda sanat galerileri, sanatçı stüdyoları, tasarımcılar için bölgeler, gece kulüpleri, barlar bulunuyor. Bölgedeki tek ruhsatlı bina hapishaneden dönüştürülen bir hostelmiş.

Metelkova’da asıl yaşam gece başlıyormuş! Burada yılın her döneminde bir program dahilinde yapılan düzenli konserlere, dünya çapında meşhur sanatçı ve DJ’lerin etkinliklerine, sanat sergilerine ve festivallere denk gelmek mümkün.

Metelkova ziyaretçileri oldukça heterojen bir grup. Öğrenciler, yeraltı müzik fanları, Lubiyana’yı ziyaret eden turistler ve gece yaşantısını seven profesyoneller gibi her yaş ve sınıftan müdavimi varmış.

Sağıma soluma tekrar tekrar bakmaktan kendimi alamadım. Oldukça değişik ve biraz da ürkütücü bir bölgeydi. Yağmur başladığından ve hava da kararmaya yüz tuttuğundan buradan ayrıldım.

Preseren Meydanı’na giderek orada sahne alan bir grubu dinlemeye başladım. Oturacak bir tabure bulup içecek siparişi verdim. Çok eğlenceli bir ortamdı ve insanlar o kadar şen şakraktı ki iki kadın dansetmekten bile çekinmiyorlardı. Genç yaşlı herkes gülüp dans ediyordu. Kvinta Ansambel yani Beşli Grup adlı müzisyenler gerçekten çok güzel çalıp söylüyorlardı. Slovence şarkıları da böylece dinlemiş oldum. Halk şarkıları yani folklorik müzik sırasında insanlar da şarkılara eşlik ediyorlardı.

Lubliyana’daki son günümü etkin bir şekilde kullanmak istiyordum. Gittiğim yerlerde artık birkaç müze belirleyip görmeye çalışıyorum. Burada da ikinci gün müze haline dönüştürülen kaleye çıkmıştım ve bu gün de Arkeoloji Müzesi’ne gitmek istiyordum.

Kongre Meydanına yürüdüm. Nedense caddenin karşısındaki sarı büyük binanın Arkeoloji Müzesi olduğunu düşünmüştüm. Binanın üst katına çıkıp neredeyse bilet alıyorken görevli buranın Okul Müzesi olduğunu söylemez mi! Tarifi üzerine meydanın diğer ucuna yürüdüm ve aynı tarzda başka bir sarı binanın içine daldım. Güvenlik görevlisi bana bu binanın lise olduğunu söyledi ve gelen yaşlıca bir öğretmene müzenin yerini sordu. O da kem küm cevap verince görevli üşenmeyip internetten müzenin yerini buldu ve bana tarif etti.

Lubliyana

Müzenin karşısında Parlamento binası da bulunuyor ve burası oldukça şık bir bölge. Müze binasının kendisi de çok eski ve tarihi. Bina 1883-1885 yıllarında Neo-Rönesans tarzında tasarlanmış. Bina, o zamanki hanedandan Prens Rudolf’a atfen Rudolfinum olarak da adlandırılmış.

Ulusal Tarih Müzesi, olarak isimlendirilen bu Slovenya müzesi, dünya kültür mirasının en önemli hazinelerine de ev sahipliği yapıyormuş. Binanın içine girip biletimi almak istedim. Bina da ayrıca Doğal Tarih Müzesi (Natural History) de bulunuyormuş ve istersem kombine bilet alarak burayı da gezebileceğimi söylediler. 8,5 Euro ödeyerek biletimi aldım ve önce Doğal Tarih bölümüyle başlamak istedim.

Daha ilk sergi salonuna girer girmez büyülendim. İyi ki de bu müzeyi gezme kararı almışım. Slovenya Ulusal Müzesiyle aynı binayı paylaşan Slovenya Doğal Tarih Müzesi ülkenin en eski kültürel ve bilimsel enstitüsüymüş. Müzede geçici sergiler olduğu gibi sürekli sergilerinin zenginliği göz dolduruyor. Ziga Zois Mineral ve Kitap Koleksiyonu, Hohenwart Yumuşak Kabuklular Koleksiyonu, Ferdinand J. Schmidt Böcek Koleksiyonu, çeşitli bitki koleksiyonları ve daha neler neler anlatmakla bitmez.

Müzede bunların yanı sıra mağara semenderi, dağlarda, sulak arazide ve ormanlardaki vahşi yaşamın dioraması, tam bir mamut iskeleti, sürüngenler, balıklar ve çok çeşitli omurgalı hayvan iskeletleri görülebiliyor.

Zaten sergi salonuna girer girmez devasa boyuttaki mamut iskeletini gördüm. Paleantolojik dönem buluntularından olan ve yaklaşık 20.000 yıllık olduğu tahmin edilen bu iskelet Kamnik şehri yakınlarında Nevlje’de bulunmuş. Triglav Dağlarında bulunmuş tarihi 210 milyon yıl önceye dayanan 84 santimetre uzunluğunda balık iskeleti de görülmeye değer.

Müzenin en önemli koleksiyonlarından birisi Baron Sigmund Zois’nin mineral koleksiyonu. Bu koleksiyon tarihi bir koleksiyon olmakla birlikte modern yöntemlere göre sınıflandırılarak müzeye yerleştirilmiş. Bunların arasında Zois’in adı da verilen zoisite minerali bulunuyor. Ayrıca, bu bölümde Palnstorf‘un mineral ve kaya koleksiyonu da sergileniyor.

Ferdinand J. Schmid’in böcek koleksiyonu ise 1831’de ilk mağara böceği olarak tanımlanan “dar boyunlu” kör mağara böceği de dahil çok çeşitli böcek türlerini içeriyor. Bunların dışında müzede kuşlar, kelebekler ve çeşitli hayvan iskeletleri sergilenmişti.

Doğal Tarih Müzesini gezmeyi tamamladıktan sonra Ulusal Müze kısmına yöneldim. Müzede, Tarih Öncesi (Prehistoric) döneme ait çok önemli buluntuların yanı sıra Roma Dönemine ait kalıntılar da sergileniyor. Dünya Kültür Mirası olarak kabul edilen en önemli buluntu ise Divje Babe mağarasının kazı alanından çıkarılan Neanderthal döneme ait 60.000 yıllık bir flüt. Dünyanın en eski müzik aleti olarak kabul edilen bu flütün genç bir mağara ayısının uyluk kemiğinden yapıldığı, üzerindeki deliklerin ve uzunlukların melodik bir ses çıkarmak amacına yönelik olarak tasarlandığı anlaşılmış.

Bu keşif, Neanderthal dönemde yaşayan insanların sadece karın doyurmanın dışında sanatçı yönlerini ifade etmek için çabaladıklarını da göstermiş. Bu müzik aletinin bir benzerini yapmışlar ve nasıl ses çıkardığını da videoyu izleyerek duyabiliyorsunuz.

Vace köyünde bulunan ve bu nedenle de Vace Vazosu olarak adlandırılan bir diğer önemli buluntu, üzerinde nakışlı bir elbise olan bir insan figürü bulunan pişirilmiş kilden yapılan bir vazo. Gerçi elbise giydirilen figürün kadın mı, erkek mi, ya da hayvan başlı bir insan vücudu mu olduğu tartışmalıymış. Yine de emin oldukları tek nokta bu küpün dini ritüel amacıyla kullanıldığı olmuş. Tarihinin erken Demir dönemine kadar gittiği belirtiliyor. Vazonun üzerinde görülen 14 adet çapraz işareti ise tarih öncesi dönemin sembolü olan ışık, güneş ve hayatı gösteriyormuş. Bu ise o dönemde yaşayanların doğal olayları gözlemlediğini, anlamaya çalıştığını ve kaydettiğini gösteriyormuş. Kullanılan figürün şekli kışın Orion Takımyıldızının görüntüsüne benziyor ve bir nevi takvim görevi görüyormuş.

Bir diğer önemli sergi eşyası Bled Gölü’nün kıyısında bulunan ve tanrılara bir armağan olduğu düşünülen Bronz Döneminden kalma, üzeri muhteşem güzellikte süslenmiş, muhtemelen başa takılan bir taç. Çok değerli altından yapılmış bu süs eşyası gölün o zamanın dini uygulamalarında önemli bir merkez olduğunu gösteriyormuş. Süslemede kullanılan işaretler ay ve güneş takvimini gösteriyormuş. Altın materyaller Bronz Çağında çok az görülüyormuş ve süslemede kullanılan altının nereden geldiği de bir muamma.

Tarih öncesi bölümde birbirinden ilginç buluntular vardı. Bu bölümden sonra sıra Roma kalıntılarına geldi. Roma İmparatorluğu zamanında bu topraklar da imparatorluğun bir parçasıymış ve adı Emona imiş. M.S. 14 veya 15. yüzyıllardan kalma 1000’i aşkın obje bu bölgede imparatorlukla ilgili izler taşıyormuş. Bu sergideki en önemli buluntu Emona vatandaşına ait altın yaldızlı bronz bir heykel.

Bunların dışında Roma dönemine ait bizim çok yabancısı olmadığımız heykeller, kap kacak kalıntıları, yazılı taşlar ve diğer müze eserleri var. Alt katta tarihi M.S. 1 ve 4. yüzyıllara dayanan ve Roma Latin harflerini taşıyan 200’den fazla taş anıt bulunuyormuş.

Koridorlarda sıralanan heykel ve lahitleri gezerken ayrılmış bir oda gördüm ve oraya yöneldim. Soğuk ve çok aydınlık olmayan bir odaydı burası. Böyle küçük bir Avrupa şehrinde Mısır mumyası ne arar diye düşünebilirsiniz ama bu müzede o da var. 1846 yılında Mısır’da konsolos olan asilzade Anton Lavrin tarafından Carniola Bölge Müzesine ahşabı boyalı bir Mısır Mumyası bağışlanmış.

Müzede çok sayıda eser vardı. Ancak yazıda daha fazla yer ayıramıyorum. Bu şehir gezinizde müzeyi görmenizi önerebilirim.

Müzenin ilerisinde de mezar veya anıt olan bir heykel vardı. Boris Kidric, Nisan 1941’de Yugoslavya’nın Mihver işgalinden sonra Nazi Almanyası ve Faşist İtalya tarafından işgaline karşı Sloven Partizanların direnişinde önemli rol oynayan Sloven Halk Kurtuluş Cephesinin lideriymiş.

Caddenin karşısına geçip bu sefer Parlamento Binasının fotoğrafını çekmeye çalıştım. Binanın fazla özelliği yok ancak kapısı tam bir sanat harikası diyebilirim.

Parlamento binasının önünde büyük bir meydan ve anıt vardı. Burası törenlerin yapıldığı Parlamento Meydanı olsa gerek.

Bundan sonra artık planımda gezecek başka yer kalmadığından aylak aylak sokaklarda gezmeye başladım. İşte bu kısmı çok seviyorum. Sakin sakin, koşuşturmaksızın ve kıyısını köşesini gezerek şehrin havasını solumak çok iyi oluyor.

Diğer Gezilecek Yerler

Tabi gezip anlattıklarımın yanında gezemediğim ancak gidenlerin mutlaka görmesini önereceğim yerler de var:

Bunlardan birisi şehir merkezinde olan Slovenya Ulusal Opera ve Bale Tiyatrosu Binası.

Lubliyana yakınında gidemediğime en çok üzüldüğüm yer Bled Gölü oldu. Burası Slovenya’nın yaklaşık 70 km uzağında bulunuyor. Slovenya’nın tek dağ gölü olan Bled Gölü cennet gibi doğasıyla, efsanelerinin zenginliğiyle ve özel iyileştirici etkisiyle dünyada bilinen bir yermiş.

Bir diğer görülecek yer ise Ljubljana’dan yaklaşık 50 km uzaklıkta bulunan Postojna Mağarası. Pivka Nehri’nin yeraltındaki kayaları aşındırması sonucu oluşan 27 km uzunluğundaki Postojna, Avrupa’nın en uzun karst mağarasıymış.

Postojna’ya yaklaşık 10km mesafede bulunan Predjama Şatosu,123 metrelik bir kayalığın ve bir mağaranın üstüne yapılmış. Gizli geçitleri ve erişilmesindeki zorluk nedeniyle saldırılara karşı korunaklı olan bu şatoda Slovenya’nın Robin Hood’u olarak bilinen baron Erazem Lueger de yaşamış. Sergilenen odalardaki Orta Çağ döneminden kalan eşyaları görüp o dönemde şato hayatının nasıl olduğunu gözünüzde canlandırabilirsiniz.

Yeme İçme

Slovenya’da yeme içme anlamında çok fazla bir yer öneremeyeceğim.

Terminalin tam karşısında İstanbul isimli bir dönerci vardı. Burada genelde insanlar tavuk ve et döneri karışık yiyorlar ama ben sadece ekmek arasına et döner istedim. Garnitür de konuldu ama yoğurt istemedim. Bilmeyenler için anlatayım. İlk kez Almanya’da bunu görmüştüm. Yabancılar genelde döneri sarımsaklı yoğurtla istiyorlarmış. Öyle de güzel oluyor ama ben etin tadını almayı tercih ederim. Yanına ikram olarak bardakla ayran da verdiler.

Bir de kalabalık gözüken ve bu nedenle iyi olabileceğini düşündüğüm Mediterranneo Restoranı önerebilirim. 

Tavsiye edilen pastane Lolita’yı denedim. İçerisi hıncahınç doluydu. Lolita hem yerellerin hem de turistlerin çok sevdikleri bir mekanmış. Nehir kenarındaki yol üzerinde ve dışarıda da masaları var. Yaz aylarında burası muhtemelen şahane bir yer oluyordur. Mekanın iç dekorasyonu oldukça başarılı, pastaları bundan da harika. Vitrinde gördüğüm bu pastaneye özgü bir pastadan istedim. Çok şık bir sunumda getirdikleri pastayı deyim yerindeyse sildim süpürdüm. Kahveleri de oldukça başarılı. Burası Cacao’ya göre biraz fiyatları pahalı olsa da yine de gitmeye değer. Pasta için 10 Euro ödedim.

Yine bir pastane Cacao’yu önerebilirim Önce frambuazlı cheesecake denedim. O kadar lezzetliydi ki anlatamam. Bitmesin diye azar azar yemek zorunda kaldım. Çok pahalı olmadığını da söylemeliyim. 5-6 Euro gibi bir rakam ödedim.

Son Söz

Lubliyana küçük ama çok sevimli ve sıcak bir şehir. Şehir merkezi iki veya bilemediniz maksimum üç günde geziliyor. Şehir civarındaki diğer yerleri de hesaplarsak 4-5 gün civarında bir program yaparsanız unutamayacağınız anılarla döneceğinize bahse girerim. Tabi ki uygun mevsimde gitmek şartıyla! Bol bol fotoğraf çekin, nehir kenarındaki restoranlarda, cafelerde, barlarda ve pastanelerde yiyin için, doyumsuz manzaranın keyfini sürün.

Japonya’da Baharın Müjdecisi Ume Çiçekleri

Ume Cicekleri

Japon Sakuraları (kiraz çiçeği) baharın müjdesi sayılıyor. Mart-Nisan aylarında kiraz çiçekleri ile parklar, bahçeler, yollar pembe, beyaz dantellerle bezenmiş bir görüntü sunuyor.

Bu yazımda size Japonya’da baharda sakuradan önce açan pembe, beyaz, kırmızı çiçekleri ile çevreyi süsleyen başka bir ağacı, yaban eriği ‘ume‘ yi tanıtmak istiyorum. 

Sakura harika çiçekleri ile göze hitap ediyor ama ağacı meyve vermiyor. Ume ise çiçeği ile göze hitap ederken meyvesi ile değişik lezzetler sunuyor. Nasıl mı, bu sihirli meyve çiğ olarak yenemese de içki olarak içki severleri mutlu ediyor, ayrıca meyveden yapılan bir tür turşu temel besin maddemiz pirincin yanında katık oluyor.

Neden “ume”yi tanıtmak istedim. Bu hafta eşim   açmış ‘ume’ ağaçlarını görmek için Wakayama’daki Minabe Plum Forest’e gitme önerisinde bulundu. Bahçemizde çiçekleri açmış iki ume ağacı vardı. Yine de yüzlerce, belki binlerce ume ağacından oluşan ormanda çiçekleri görmek ilginç olacaktı.

Pazar sabahı erkenden araba ile yola çıktık. Japonyanın en büyük adası olan Honshu’nun güneydoğusundaki Wakayama şehrinde Minabe bölgesine ulaştık. Wakayama, Japonyanın büyük şehirlerinin yanında taşra sayılabilir.

Ancak, ormanlarla kaplı dağları, yaylaları ve vadileri ile harika bir doğası var. Dini açıdan önemli bir merkez ve tarihi açıdan da önemli. İleride başka yazılarımda daha detaylı söz edeceğim bu bölgeden. Aslında daha önceki Kimidera Tapınağı yazımda bahsetmiştim. 

Bu kez,  doğal ve özel  iki besinden söz etmek istiyorum. Ume-shu ve umebosni; her iki besin bugünlerde pembe, beyaz ve kırmızı çiçeklerle Minabe’nın dağlarının yamaçlarını süsleyen ume ağacının yani yaban eriğinin meyvesinden yapılıyor.

Çiçekler meyveye döndükten sonra meyve yeşilken toplanıyor, alkol ve şeker ile büyük küplere veya kavanozlara konup kapağı kapatılıp birkaç ay bekletiliyor. Şeker eriyip alkolle karışınca içindeki meyve yumuşuyor. Alkol oranı % 10-15 civarında, sarımsı renkte tatlı bir içecek ortaya çıkıyor.

Ume mevsiminde süper marketlerde meyve, katı şeker, alkol içeren kavanoz seti satılıyor. Bu set ile evde kendiniz de ume-shu yapabilirsiniz. Ben de birkaç kez denedim ve çok lezzetli içecek üretmeyi başardım.

Tabii bu içkiyi üretip pazarlayan şirketler var, süper marketlerde satılıyor. İçki içilen mekanlarda da bulunuyor. Sek ya da buz ile içiliyor. Minabe’de içki üreten kişi ile konuştuğumuzda sade içildiğinde aromasının daha iyi hissedileceğini söyledi.

Son zamanlarda mandalin, portakal gibi turunçgillerin aroması eklenerek üretilen ume-shulardan da tatmak mümkün. Ben arada bu güzel içkiyi tadıyorum, özellikle içinde meyvesi olanı tercih edip meyvesini de yiyebiliyorum.

Sıra ‘umeboshi’ ye geldi. Yaban eriği meyvesinden ayrıca bir tür turşu yapılıyor. Erik, tuz ve shiso denilen  yaprakla birlikte küpe bastırılıp bir yıl kadar bekletilen karışım renk değiştirip ekşi ve tuzlu katık olarak sofrada yerini alıyor. Tuzlu sevmiyorsanız balla ve domatesle tatlandırılanları da bulunuyor. Ayrıca salatada sos olarak kullanılmak için sıvı hale gelmişi ve hatta reçelini de bulmak mümkün. Ume meyvesinin bağışıklık sistemini güçlendirdiği, bazı ağaçların, çiçeklerin tozlarından kaynaklanan alerjinin etkilerini azalttığı doktorlar tarafından ifade ediliyor.

Umarım Wakayama’ya özgü yaban eriğinden yapılan içecek ve yiyeceği tanıtabilmişimdir.

Buradan Türkiye’ye ihraç edilebilse ve sizler de tadabilseniz ne güzel olur. Türkiye’de ithal soya sosu ve cup noodle satıldığına göre neden olmasın. Yoksa yolunuzun bir gün Japonya’ya düşmesi ve çiçekleri ile gözünüzün yiyecek ve içeceği ile midenizin şenlenmesi dileği ile…

Bu yazımızda Japon erik çiçekleri umeyi okudunuz, yine baharın müjdecisi  Japonya’da Sakura -Kiraz Çiçekleri  yazımızı okumak isterseniz.

 

Biraz Şarap, Biraz Yemek, Biraz Tarih: Antalya Elmalı’da Hafta Sonu

C

Elmalı, Toroslarda Elmalı Dağı’nın eteğinde kurulmuş şirin bir yerleşim yeri. Denizden yüksekliği 1050-1150 metre arasında. Nüfusu 40 bine yaklaşıyor. Antalya iline bağlı, Antalya’ya 111 kilometre. İzmir’e ise 400 km. Bu süre 5-6 saatte rahatlıkla gidilebiliyor.

Elmalı 667 yıldır gerçekleştirilen yağlı pehlivan güreşleri (Kırkpınar güreşleri daha bilinir olsa da, tarihçe olarak Elmalı Yağlı Pehlivan Güreşleri 1. Sırada), 500 yıllık mimariye sahip Elmalı evleri, Elmalı Müzesi, çevredeki Likya Uygarlığı izleri ve Likya Şarapçılık için ziyaret etmeye değer bir ilçe.

Bizim buraya geliş amacımız Likya Şarapçılık bağ bozumu aktivitesi için. Ertesi gün Elmalı Müzesi’ni gezdiğim zaman, önümüzde ki yıl bağ bozumunda gelip Sedir Ormanları dünyaca meşhur olan bu ilçede en az iki gece kalmaya, Likya Uygarlığı’nı daha yakından tanımaya karar verdim.

İlçenin tarihi M.Ö 4. ve 5.yüzyıla dek uzanıyor. Anadolu’da tarihlerden bahsederken kesin konuşmamak en doğrusu, bakarsınız yarın bir kazıda bu tarih daha eskilere gider. Tıpkı Mezopotamya “Bereketli Hilal” de olduğu gibi. Kesin olan dünya tarihinin başlangıcının olduğu toprakların üstünde yaşadığımız. Likyalılar ile başlayan Elmalı tarihi; Roma-Bizans, Selçuklular ve Osmanlılar ile devam ediyor.

Bölgede Sema Höyük, Beyler Höyüğü, Hacımusalar Höyüğü’nde yapılan kazılarla antik döneme ait pek çok eser bulunmuş. Burası Likya’nın önemli şehirlerinden biri. Kızılbel Mezarları, Likya Yolu, Sema Höyük Küp Mezarları, Armutlu Köyü Kaya Mezarları gibi pek çok eser var. Osmanlı zamanında bir süre Teke Sancağı’nın merkezi olmuş. Sancağın idari merkezi Antalya’ya alındıktan sonra, sancak beyleri burayı yayla olarak kullanmışlar.

Akşamüstü Likya Bağlarındayız. Burak ve Doruk Özkan kardeşlerin yetişmiş ve yetişmekte olan 6 ayrı bağları 450 dönüm. Doruk Özkan Ziraat Mühendisi ve bağların bakımından sorumlu, Burak Özkan ise şarap eğitimi almış. İyi bir şarap yapımı bağdan ve iklimden başlar ilkesi ile denizden 1100 metre yükseklikte, dağlarla çevrili, kuzey rüzgarlarına açık, gece ve gündüz ısı farkının 20 santigrad dereceden fazla olabildiği bu coğrafyada karar kılmışlar. Kışın bağlar kar altında, güneşi dik alan bir coğrafya. Bağların 250 dönümü 1999 yılında dikilmiş. Şarap yapımına 2007 yılında başlamışlar. Şato tipi şarap üreticisi olan Özkan kardeşlerin şaraphaneleri de bağların içinde. Üzümleri hassas bir presleme ile sıkıp, pompalamasız doğal bir akış ile fermantasyon tanklarına alıyorlar. Şaraphane 1 milyon şişe kapasiteli. Şu anda 110 fıçıları var (30’u eski). Kireç taşından duvarları olan, yer altına kazılmış bir mahzene sahipler.

Likya Şarapçılık, şaraplarına Patara, Arykanda, Podalia gibi antik Likya şehirlerinin adını ve Kızılbel gibi Antik Lidya kalıntılarının adını veriyor. Etiket tasarımları da Antik Likya Uygarlığı ile ilintili.

Sauvignon Blanc, Chardonnay, Pinot Noir, Merot, Syrah, Malbec, Cabernet Sauvignon gibi yabancı kökenli üzümler yanında Öküzgözü, Boğazkere gibi yerli üzümler yetiştiriyorlar. Ama asıl güzel yaptıkları Anadolu Platosu’nun kaybolmaya yüz tutmuş üzümlerini bulmak ve bunlardan şarap yapmak. Tilki  Kuyruğu (Göller Bölgesi Üzümü, Burdur-Isparta Çevresi), Acı Kara (Akdeniz Bölgesi, Afyon), Merzifon Karası (Karadeniz Bölgesi), Fersun (Antalya) üzümleri ile şarap yapmaları dikkat çekici. Acı Kara, Fersun ve Merzifon Karası ile yaptıkları Arkeo serisi her yıl takibi hak ediyor.

Bizim Likya Bağları ziyaretimiz 12 Ekim 2019. Bağları gezdiğimiz zaman henüz Boğazkere üzümünün hasadının gerçekleşmediğini görüyoruz. Özkan Kardeşler 1999 da bağlarını Karstik Avlan Gölü kenarına kurmuşlar. Belli ki bu sert coğrafi iklimi göl ile yumuşatmayı amaçlamışlar Ama ne yazık ki Elmalı sınırları içinde yer alan diğer karstik göl Karagöl gibi Avlan Gölü de son 40-50 yıldır uygulanan yanlış sulama-çevre-tarım politikaları nedeni artık kurumuş.

Önce bir tadım yapıyoruz. Tadımı yazmadan önce şunu belirtmek isterim. Şarap eğitimini veren resmi bir okul diplomasına sahip değilim. Pek çok eğitime, tadıma katıldım.  Halende katılıyorum. Şarap ve yemek ile ilgili herhangi profesyonel bir bağlantım, beklentim, iddiam da yok. Değerlendirmem, duyu ve deneyimlerimin yönlendirmesi ile tamamen tarafsızcadır.

İlk Şarabımız Arykanda  Sauvignon Blanc 2019.  Tanktan gelen bir örnek, henüz durultma   yapılmamış.  Çok aromatik, durultma sonrası azalabilir. Diri asiditesi, damağı, mineralitesi ile dikkat çekici.

İkinci şarabımız Patara Tilki Kuyruğu Rose 2018. S.Blanc sonrası bunu beğenmekte zorlanıyorum.

Üçüncü şarabımız Vineyards Öküzgözü 2018. Fransız fıçıda 10 ay kalmış. Tatlı baharatlar, tarçın, çikolata, böğürtlen ile burun oldukça iyi. Damak  burnun gerisinde.

Dördüncü şarabımız Vineyards Cabernet Sauvignon 2018, % 15 alkol olmasına rağmen, meyve alkolü hissettirmiyor.

Beşinci şarabımız Winery Collection Cabernet Franc 2018. Fıçı entegrasyonunun iyi olduğu katmanlı bir şarap.

Altıncı şarabımız Vineyards  Boğazkere 2014. Vişne, tatlı baharat aromalı, orta üstü gövdeli ilginç bir şarap. 4-5 ay fıçıda bekleyen şarabın fıçı entegrasyonu iyi.

Tadımdan sonra iki üç saatlik bir aramız var. Bu gece özel bir yemek yiyeceğiz. Yemeği Serkan Güzelçoban hazırlıyor. Serkan Güzelçoban 35 yaşlarında Michelin yıldızlı üç Türk şeften biri. Türk yemeklerini, kendine özgü bir teknikle birleştiriyor. Mutfağını doğu ve batının buluşması diye tanımlıyor. Denizlili, Almanya’da büyümüş. 13 yaşında  bulaşıkçılıkla işe başlıyor. Stuttgart’a 45 dakika uzaklıktaki Künzelsau Şehrindeki Anne-Sophie Otel’de bulunan Handicap’ın şefi. Otel bir engelli oteli. Ekibinin % 30’u engelli. Yemeklerinin ötesinde, bu yetenekli şefin alçak gönüllüğüne, sıcaklığına hayran oluyorsunuz. Umarım fırsat olur da Handicap’a giderim.

İlk yemeğimiz  lakerda palamut, elma çayı, köz biber,Ege otlu humus, kabak tartı. Bu yemek Arykanda Chardonnay 2018 ile eşleştirilmiş. lakerda sık karşılaştığımız tuz oranı fazla lakerdalardan değil, yağlımsı lakerda, kabak tart ve humusun dokusu ile Chardonnay’ın Kremamsılığı iyi uymuş. Arykanda Chardonnay 2018 mineral notalarda taşıyor.

İkinci yemeğimiz yöreye özgü piyaz. Ama bu piyaz farklı bir piyaz. 3-4 çeşit fasülyeden yapılmış. Zencefil, çifte kavrulmuş tahin, somon, kırmızı soğan, turp var. Turp ve soğan aromalarını hissetmek  imkansız sanki. Geleneksel piyazda alışkın olduğumuz sirkeli-limonlu asidite yerini kavrulmuş tahinli sosa bırakmış. Likya Vineyards Füme Blanc 2018   ile eşleştirilmiş.

Üçüncü yemeğimiz ördek etli mantı, tarhana, çörek otu, pırasa. Bana tuz oranı fazla geldi. Likya Arkeo Merzifon Karası 2018 ile eşleştirilmiş. Burun kiraz, erik, kırmızı meyveler olan, iyi bir asiditeye sahip, orta gövdeli bu şarabı yemek bana tuzlu geldiği için bağımsız içmeyi tercih ettim. Ayrıca ördek etini de biraz sert buldum.

Dördüncü yemeğimiz pastırma dana yanak, çemen, kereviz kreması,mantar, bamya salatası. Pastırmalaştırılmış dana yanağının tuzluluğu,kereviz kreması ile giderilmeye çalışılmış. Dana yanağı Sous Vide tekniği ile 70 saat pişmiş. Yemeğe eşlikçi olarak Likya Vineyars Malbec 2018 seçilmiş. Çok da iyi olmuş.

Tatlımız, sütlaç pirinç mousse, yeşil matcha, mokka jöle, közlenmiş karpuz.

Fiyat-kalite açısından İstanbul’daki ünlü pek çok yeri geride bırakan yemeğin sonundayız. Ekibe teşekkür ediyor, Elmalı merkezine dönüyoruz. 

Ertesi gün kahvaltı sonrası Elmalı Müzesi’ni geziyoruz. Elmalı Müzesi bodrumla bir 3  katlı bir yapı. Eski Hükümet Konağı müzeye dönüştürülmüş. 2011 yılında da ziyaret açılmış, 2400 metrekare kapalı, 4000 metrekarelik açık alanı var .Laboratuvarı, restorasyon atölyesi, konferans salonu, kitaplığı, ile araştırmacılara fırsat sunan bir alt yapıya sahip. Müzede 3 zemin katta, 8  birinci katta olmak üzere 11 teşhir salonuna var.

Müzede Kalkolitik Dönemden (M.Ö 5500-3000 Bakır Taş Çağı olarak da adlandırılıyor) başlayarak Helenistik, Roma,  Bizans, Osmanlı dönemine ait parçalar var.

1954 Yılında  Machteld Mellink, Likya Uygarlığını araştırmak üzere Elmalı Ovası’na gelir,yüzey araştırmaları yapar. Bölgede ki ilk kazılar 1963-1974 yılları arasındadır. Elmalıyı çok iyi bilen ve seven bu Amerikalı Arkeolog 2006 da Amerika’da hayatını kaybettikten sonra vasiyeti üzerine külleri Elmalı’ya getirilerek Kızılbel Mezarı üzerine serpilir. Bağbaşı, Karataş, SemaHöyük ilk kazılan bölgelerdir. Amaç Likya Bölgesi Tunç Çağı kültürünü araştırmaktır (M.Ö 3000-1000). Ama kazılar sonucunda bölgenin tarihinin Kalkolitik Döneme dek ulaştığı görülür. Elmalı düzlüğünde pek çok Höyük bulunmakta.

Müzenin giriş katında,  Bağbaşı, Semahöyük de çıkarılan Kalkolitik dönemden, Orta Bronz Dönemine dek uzayan tarihteki eserler üç sergi salonunda sergileniyor. O zaman gündelik yaşamda kullanılan çeşitli aletler, mühürler, ağırşaklar (iplik eğirmeye yarayan iği ağırlaştırmak için alt ucuna takılan,tahta-kemik-madenden yapılmış, ortası delik yarım küre biçiminde ki ağırlık), takılar, çanak-çömlekler sergileniyor. Bu katın en ilgi çekici bölümü ise Semahöyük’de bulunan küp mezarlar. İçindeki iskelet ve ölülere verilen hediyeler, dönemin inanç sistemi ve ölü gömme adetleri ile ilgili bizi bilgilendiriyor.

Elmalı-Kızılbel Tümülüsü ile, Bayındır arazisi içinde bulunan Karaburun I ve II Tümülüsleri 1970, Karaburun III ve IV tümülüsleri 1971 yılında aynı ekip tarafından kazılmış. 1976 da Kızılbel ve Karaburun  II Tümülüslerinde ortaya çıkan oda mezarların restorasyonu aynı ekip tarafından tamamlanmış. Müzenin 1. Katında bu mezarların rekonstrüksiyonları var.

Ayrıca bu katta Arykanda kazılarında keşfedilen buluntular,adak stelleri, bazı yazıtlı taşlara ait örnekler, lahit buluntuları, geç Roma ve Bizans  Dönemine ait buluntular (sütun başlıkları) sergileniyor.

 

Bu katın en ilginç hikayesi Elmalı Definesi. M.Ö 5. YY da Perslerin Yunanistan’ı işgal etmesi ile Atina Şehir Devleti önderliğinde  Akdeniz  çevresi şehirleri (Atik Delos Birliği) birleşir. Bu birliğin bir merkezi ve bir bütçesi vardır. Her şehir  kendi bastığı gümüş sikke ile birliğe gücü oranında katkıda bulunmaktadır. Persleri yenerler, bunun anısına bir para bastırırlar. O zamana dek en yüksek para birimi 4 drahmidir. Bu anı için bastırılan paralar 10 drahmi (dekadrahmi) dir. Bu dekadrahmi sayısı 1984 yılına dek dünyada 13 adet olarak biliniyordu.

1984 yılında Elmalı’da yapılan kaçak kazı sonucu bulunan 1900 sikke (resmi olarak 1881 sikke satılmış görülüyor) yurt dışına satılır. Alıcı İsviçre üzerinden milyarder üç Amerikalıdır. İşin can alıcı noktası bu sikkeler 14 tanesi dekadrahmidir. Böylece dünyadaki dekadrahmi sayısı 2 katına çıkar. Dekadrahmiler basıldıkları dönem açısından özeldir. O döneme ait savaşlar, aileler, şehir devletleri hakkında bilgi verirler. Uluslararası hukuk mücadelesi sonucu bu sikkelerin 1661 tanesi geri alınabilmiş. 14 dekadrahminin sadece 6 tanesi iade edilmiş. Diğer sikkelerin akibeti bilinmiyor. Bunların orijinali Antalya Müzesi’nde sergilenmekte.

Müzenin bahçesinde, Elmalı çevresinde bulunan Helenistik, Roma, Bizans, Osmanlı dönemine ait, lahitler, sütunlar; Elmalı’da geleneksel arıcılığın yöntemine ışık tutan, kırsalda pek çok örneği bulunan bir arı sereni sergileniyor.

Müze gezimizin sonuna geliyoruz. Artık Elmalı’dan ayrılma vakti. Likya Uygarlığını daha kapsamlı gezmek, Likya Şaraplarını yeniden tatmak için buraya tekrar gelmeyi dileyerek Elmalı’dan ayrılıyoruz.

Hacıbayram Veli Türbesi ve Roma Tapınağı: A. Hamdi Tanpınar’ın Gözünden

Sen Seni Bil Sen Seni

Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir kitabının Ankara’yı anlattığı bölümünde; Ankara Kalesi’nin; çelik zırhlarını giymiş, ortada dolaşan bir eski zaman silâhşörüne benzediğini anlatır. Bütün Orta Anadolu’ya bir iç kale vazifesi gördüğünü ve eteklerinde daima tarihin büyük düğümlerinin çözülüp bağlandığını vurgular. Etilerin, Frigyalıların, Lidyalıların, Roma ve Bizans’ın, Selçuklu ve Osmanlı Türklerinin zamanında hep böyle olduğunu belirtir.

Roma kartalının bu kaleyi seçtiğini, Bizans-Arap mücadelesinin en kanlı safhalarının burada geçtiğini, 1197 yılında Selçuklular zamanında Kılıç Arslan ve Melik Danişmend’in ortak zaferi sonrası Bizans kartalının Anadolu’da uçamaz hale geldiğini, Yıldırım’ın, Timurlenk ile gerçekte talihin zehirden acı yüzü ile yine Ankara’da karşılaştığını, yani Anadolu’nun kaderinde değişiklik yapan olayların çoğunun Ankara Kalesi etrafında geliştiğini vurgular. Bu hadiselerin en mühim ve sonuncusunun ise İstiklal Savaşı olduğunu belirtir.

Kalede ve onun eteğine serpilmiş mahallelerde, Tük velilerinin, Roma ve Bizans taşlarıyla koyun koyuna yattıklarını hatırlatır bize.

Bu terkiplerin en anlamlısının, İmparator Augustus’un şerefine toprağa dikilmiş mermer bir kaside olan Roma mabedinin kalıntıları ile yanı başındaki Hacı Bayram-ı Veli camiinin beraberce teşkil ettikleri zıtlık olduğunu vurgular.

“Hacı Bayram-ı Veli’yi Roma kartalının bu mermer yuvasında, çilehanesini seçmeye götüren gizli tesadüf nedir? Camiinin altındaki dar çile odasında geçirdiği ibadet ve murakabe saatlerinde, yanı başında duran bu taştan dünya, başka zaferleri terennüm eden iyi yontulmuş mermerler, o sert ve kibirli Roma hemşehrisi çehreleri acaba onu rahatsız etmiyor muydu? Bu velinin rahmani rüyasında komşularının mağrur sükutundan sızan düşünce ve duyguları bilsek ne kadar iyi olacaktı.” diye düşünmeye sevk eder bizi Tanpınar.

“Hacı Bayram, saf yürekli bir köylü çocuğu, gelip Roma’nın zafer mabedinin yanı başına muhacir bir kuş gibi yerleşir ve insanlara kadim imparatorluğun ayakta durmasını sağlayan hakikatlerden çok başka bir hakikatın sırrını açar.

Fakat Hacı Bayram sadece Hakla Hak olan bir veli değildir. Türk cemiyetinin bünyesinde yapıcı bir rol oynar. Kurduğu Bayramiye tarikatı esnaf ve çiftçinin tarikatıdır. Böylece Anadolu’da Baba İlyas ile başlayan geniş köylü hareketiyle ahilik teşkilatı onun etrafında birleşir. Bu hareket o kadar genişler ki İkinci Murat yanı başında gelişen bu manevi saltanattan ürkerek, Şeyhi Ankara’dan Edirne’ye getirtir. Niyetinden emin olduktan sonra onu geri göndermeye razı olur, çünkü Hacı Bayram imparatorluğun iç nizamını yapmaktadır aslında.” İfadeleri ile tarihe ışık tutar ve devam eder Hacı Bayram-ı Veli’yi bize tanıtmaya Ahmet Hamdi Tanpınar.

“Ankara ovasında müritleri ile birlikte tarlalarda ekip biçer. Bütün ova imece usulü ile işlenir. İstanbul fethinin manevi ve nurani yüzü olan Ak Şemseddin ile de bu ovada karşılaşır. Ak Şemseddin, devrinin ilmini ilahiyattan tıbba, Arap gramerinden musikiye kadar öğrenmiş, fakat ruhundaki susuzluğu gidermek için yüzünü tasavvufa çevirmiştir. Şeyh Zeyneddin-i Hâfi’nin yanına gitmek için Osmancık medresesindeki müderrisliğini bırakıp yola çıkar, fakat Halep’te bir gece rüyasında bir ucu boynuna geçmiş bir zincirin öbür ucunu Hacı Bayram’ın elinde tuttuğunu görür ve nasibinin Hacı Bayram’da olduğunu anlar, yoldan döner.

Ankara’ya geldiği zaman Hacı Bayram’ı müritleriyle ovada mahsul toplarken görür. (Bunun ilk karşılaşma olmadığı, yazının sonunda başka bir kaynaktan yararlanılarak anlatılmıştır.) Yanına yaklaşır fakat iltifat görmez. Aldırmayarak işe girişir, yemek zamanına kadar Şeyhin müritleriyle beraber çalışır. Yemek vakti olur, Hacı Bayram kendi eliyle aş dağıtır. Fakat Ak Şemseddin’in çanağına ne burçak çorbası, ne de yoğurt koyar; artan aşı da köpeklerin önüne döker. Ak Şemseddin darılıp gideceği yerde, Şeyhin kapısının köpekleriyle ve onların çanağından karnını doyurur. Bu alçak gönüllülük ve teslim üzerine Hacı Bayram onu yanına çağırır, müritliğe kabul eder. Ölünce de kendisine halef olur.

Fatih’e İstanbul’un fethinde yardım ettikten sonra, çekilip köyüne gidecek kadar vakar ve haysiyet sahibi olan Ak Şemseddin’in, Şeyhinin köpekleri ile bir sofraya oturması ancak on beşinci asır Türkiye’sinde görülür.”

“Hacı Bayram 1352 de Ankara’nın Çubuk Çayı üzerindeki Sol- fasol Köyünde doğmuş. Eserlerini Türkçe olarak yazmış 1429 da Ankara’da vefat etmiş türbesi, kendi ismiyle anılan camii ne bitişik olup, ziyaret mahallidir. Bilim ve tasavvufu birleştirmeyi başaran bir sufidir. Müritlerini, el emeği ile geçinmeye, toprağı işlemeye ve el sanatlarına yönlendirmiş. Müritlerini toprağa bağlı yaşamaya teşvik ederek, Anadolu’ya Orta Asya’dan gelen göçerlerin yerleşik hayata geçmesini sağlamıştır.

Hacı Bayram-ı Veli’nin koyduğu imece usulü, yani hasadı bütün köylülerin katılımı ile ortaklaşa toplama yöntemi bu gün bile Anadolu’da uygulanmaktadır. Anadolu’da ondan başka aynı etkiyi sağlamış mutasavvıf görülmez.

Zengin ve fakirler arasındaki dengesizliğin giderilmesi için uğraşmış ve tekkesinde sürekli burçak çorbası kaynatılmış. Gece gündüz herkes bu çorbadan içebilirmiş.” 

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın duru Türkçesi ile anlattığı Hacı Bayram-ı Veli’yi ve türbesini, camisini, Roma Mabedini; bu günkü görüntüleri ile aşağıda kısaca anlatmaya çalışacağım, ama ustanın ifadelerinden sonra maalesef yavan gelecektir anlattıklarım.

Ulus’ta Hükümet Caddesi’nden yukarı çıktığınızda, ferah bir giriş alanından geçip, hafif bir yokuş tırmanmak gerekiyor önce. Bir yanımda gül kokuları, bir yanımda döner ve taze çekilmiş kahve kokuları, etraftaki irili ufaklı dükkanlara takılmadan, yukarıda görünen özel mekana odaklandım.

Yokuşu çıktığımda sol tarafta; tapınak duvarı, türbe ve cami yan yana hatta sırt sırta görünüyor. Aynen Tanpınar’ın anlattığı gibi her şey iç içe geçmiş durumda.

Augustus Tapınağı

Roma Dönemi öncesinde, Frig döneminde bereket tanrıçası Kybele ve ay tanrısı Men’e adanmış bu tapınma yerinde, İmparator Augustus için yaptırılmış Tapınağın duvarı ve tabanda sütun taşlarının kalıntıları görülüyor. M.Ö. 25-20 yıllarında yaptırılmış olduğu tahmin ediliyor. 36 x 54,82 metre ölçülerindeki mermer tapınak; iki metre yükseklikte ve çok basamaklı bir podyum üzerinde imiş. Hristiyanlar Tapınağı kiliseye dönüştürmüşler.

Tapınak Augustus’un yapmış olduğu işleri anlatan, Yunanca ve Latince kitabeleri ile büyük önem taşımakta imiş.  Tapınağa ait yazıtlar, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde bulunmaktaymış.

Hacı Bayram Türbesi

1429 yılına tarihlenen türbe, caminin mihrap duvarına bitişik konumda. Arkasında ise tapınak duvarı var. Kare planlı, sekizgen tamburlu ve üzeri kurşun kubbe ile örtülü bir yapı. 15.yy. Ankara türbelerinin en güzel örneklerinden olduğu belirtiliyor kaynaklarda.

Küçük bir türbe burası, ama iç ve dış detaylarını dikkatle incelerseniz sade görünümün arasına gizlenmiş bir çok zarif parça olduğunu göreceksiniz. İçeride Hacı Bayram-ı Velinin sandukası yanında dokuz tane daha sanduka bulunmakta.

Ön cephedeki mermer bölümlerdeki detaylarda, taş işçiliğinin inceliklerini görmek mümkün. Dikdörtgen bir çerçeve içinde, beyaz ve renkli mermerlerle süslü dilimli kemer ve içte yine renkli zikzaklı kilit taşları ile bezeli giriş kapısı kemeri bulunuyor.

Fotoğrafta Türbenin şimdiki ahşap giriş kapısı görülüyor. Türbenin gerçek ahşap iç ve dış giriş kapıları ise Ankara Etnografya Müzesi’nde sergileniyor.

Bu kapıların resmini çekmek için Etnografya Müzesi’ne gittiğimde, yıllara direnmiş muhteşem kapılardan çok etkilendim. Flaş ile çekime izin vermediklerinden bu güzelliği size tam yansıtamadım, ama yolunuz düşer ise müzede bu kapıları ve Türkiye’nin değişik yerlerinden getirilmiş ahşap kapı ve mihrapları görmenizi öneririm.

Dış kapı oyma tekniği ile yapılmış ve üzerinde bir kitabe bulunuyor. İç kapının işçiliğinin daha üstün olduğunu belirtiyor kaynaklar. Üzerinde Arapça yazılar da oyma tekniği ile ahşaba işlenmiş.

Kapının solundaki pencere mukarnas (birbirine geçmeli taşlar ile taşıyıcı geçiş sağlayan süslemeler) friz ile kuşatılmış ve demir parmaklıklı. Pencere kenarında dantel gibi işlenmiş detaylar bulunmakta.

Türbenin ortasındaki sandukaların arasından duvarlardaki renkli kalemişi süslemeler görülüyor. Başınızı yukarı kaldırdığınızda inanılmaz bir kubbe süslemesini görebilirsiniz. Altın yaldızların arasından adeta gökyüzünün sonsuzluğunu hissettiriyor bu küçücük mekanda.  

İç mekânda küçük bir mermer mihrap var, sanki duvara gizlenmiş üç boyutlu bir tablo gibi duruyor. Alt kısmında ise işlemeli mermer bir küçük sütun var. Geçmişte ne işlev görüyormuş bilemem ama şimdi içinde tesbihler duruyor.

Caminin bahçesinde sekizgen planlı ve kubbeli başka bir türbe daha var. Bu, Osman Fazıl Paşa Türbesi olarak tanınıyormuş ve bu eser 18. yüzyıla aitmiş.

Hacı Bayram Camii

Cami uzunlamasına dikdörtgen bir plana sahip.  1427-28 de yapılmış, sonradan eklemeler de yapılmış.

Türbenin güneydoğu duvarında kare planlı taş kaideli, silindirik tuğla gövdeli ve iki şerefeli minare bulunmakta. Minare çoğunlukla Sultan camilerinde veya hanedan üyelerinin yaptırdığı camilerde olduğu gibi iki şerefeli olmasının Hacı Bayram-ı Veliye duyulan saygıdan kaynaklandığı düşünülüyor.

Caminin erkekler bölümünün giriş kapısına deriden yapılmış kapılardan giriliyor. Caminin iç mekan duvarlarında Kütahya çinileri, kalem işi desenler, kündekari tekniğinde yapılmış minber ve ahşap üzerine boyama nakışlar bulunmaktaymış. İçerde namaz kılanlar olduğu için bu bölüme girmeden, bahçeden caminin kenarından yürüdüm, karşıda uzaklarda Ankara Kalesi ve üzerinde dalgalanan bayrak görünüyordu. Arka tarafta kadınlar bölümü bulunuyor. Yürüyen merdivenleri kullanarak aşağıya inme imkanınız da var.

Resimlerde de göreceğiniz gibi, restorasyon sonrası modern bir görünüme sahip kadınlar bölümü.

Çilehane

Caminin alt katında bulunan çilehaneye restorasyon nedeni ile girmek mümkün değildi.

Çilehanedeki ilk oda çeşitli amaçlar ile kullanılabilecek bir giriş, diğeri abdest odası imiş. Bu odaya açılan bir koridorda dört tane çile odası bulunuyormuş, bu çile odalarının havalandırma bacaları bulunuyormuş.

Bayramilik’te, manevi olgunluğa erişmek için kırk gün çile odasında kalıp, zamanını ibadet ve zikir ile geçirme geleneği önemli imiş. Bu sürede, az konuşmak, az yemek, az uyumak gerekiyormuş.

Yazının başında Tanpınar’dan alıntıladığım bölümde; Hacı Bayram-ı Veli ile Akşemseddin’in karşılaşmalarında yaşananların nedenini kavrayamamıştım. Başka bir kaynakta, bu anlatılanların ikinci karşılaşma olduğuna rastladım ve Hacı Bayram-I Veli’nin, Akşemseddin’e neden böyle davrandığını anladım.

Akşemseddin, Osmancık’ta müderris iken Hacı Bayram-ı Veli’nin namını duyup, ona talebe olmak için Ankara’ya gelmiş. Ancak Hacı Bayram-ı Veli’nin dükkan dükkan dolaşıp yoksullar için para topladığını görünce:

“Evliya halka avuç açar mı, buralara boşuna gelmişim” diyerek,

Zeynüddin Hafi Hazretlerine öğrenci olmak için Halep’e doğru yola çıkmış, yolda yukarıda anlatılan rüyayı görünce tekrar Ankara’ya dönmüş.

Sadece Akşemseddin’i değil, binlerce yıl öncesinden beri herkesi çekmiş bu tepe. Kutsal sayılan bu tepeden, ruhunuz hafiflemiş olarak ayrılıyorsunuz.

Hacı Bayram-ı Veli türbesinde, yılın her zamanında ve günün her saatinde özellikle de cuma günlerinde yoğun bir ziyaretçi akını var. Sınav öncesi dönemlerde yolunuz düşerse, son derece modern giyimli gençlerin dua ederek başarı dilediklerini de görürsününüz. Derdi olanın derdini anlatmak için, düğün veya sünnet töreni öncesi dua etmek için gelenleri de görürsünüz.

Hacı Bayram-ı Veli türbesini ziyaret ettikten ve Augustus mabedini gördükten sonra, bahçedeki kuşlara yem atmayı da ihmal etmeyin. Bu kuşlar; kim bilir belki türbenin manevi bekçileridir, belki de Roma döneminde bu tepede uçuşan güvercinlerin torunlarıdır.

Son söz Hacı Bayram-ı Veli’den olsun, daha ne olsun!

Bilmek istersen seni

Can içre ara canı,

Geç canından bul anı

Sen seni bil, sen seni

Kaynakça

Tanpınar Ahmet Hamdi/ Beş Şehir Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Yayınları: 362, İstanbul 1988

http://www.kulturvarliklari.gov.tr/TR-43999/ankara—haci-bayram-camii.html

somuncubabaturbesi.com/haci-bayrami-veli-hazretleri-hayati/

http://www.anadolumedeniyetlerimuzesi.gov.tr/TR-77835/augustus-tapinagi.html

Beyşehir Gezi Rehberi: Konya’nın Akdenizlisi

Beysehir

Konya’dan sonra yaklaşık bir buçuk saatte ulaşacağınız Beyşehir’de sizi; 13. Yüzyıl Anadolu’su ve modern bir sahil şehrinin inanılmaz bileşimi karşılıyor.

Ahşap cami türünün ve kündekâri sanatının en iyi örneklerinden olan Eşrefoğlu Cami ve Külliyesi, şaşırtıcı taş işçiliğinin hakim olduğu İsmail Ağa Medresesi, ahşap evlerin ve sıcacık insanların olduğu sokaklar, hemen yanındaki sahil bandı ve masmavi suları ile Beyşehir Gölü, Gölde tekne turu, bu turda göreceğiniz adacıklar, taze balık yiyebileceğiniz restoranlar bekliyor sizi.

Bir yanı Konya’nın düzlük bozkır alanlarına sahip, bir yanı Toroslar’a yaslanmış. Toroslar’ın çukur alanında Beyşehir Gölü’nün olduğu ilçe, Akdeniz Bölgesi’nin göller yöresinde yer alıyor. Akdeniz Bölgesi’nden Toroslar ile ayrılan ilçe Akdeniz’e 65 km. uzaklıkta. Konya’nın Akdenizlisi yani.

İlçe merkezine geldiğinizde büyük bir meydan ve meydanın etrafındaki taş binalar size zaman makinesi ile on üçüncü yüz yıla gelmişsiniz duygusu yaşatıyor. Sanki sonsuz sarı binalar sıcacık kapıları ile sizi içeri çağırıyor. Meydandaki seyyar tezgahlar bile bu duyguyu bozmuyor.

Bakımlı yemyeşil parkta, ağaçların arasından Eşrefoğlu Cami görünüyor tüm haşmeti ile. Eşrefoğlu Cami, UNESCO tarafından 2012 yılında Dünya Kültür Mirası Aday Listesi’ne alınmış.

Beyşehir Eşrefoğlu Cami

Bu anıtsal taş oyma giriş kapısından giriliyor camiye.

 

Orta Asya’da Semerkant, Buhara gibi eski Türkistan şehirlerinde yer alan ağaç direkli camilerin, ülkemizdeki eşsiz bir örneği olan Eşrefoğlu Cami, Anadolu’daki ahşap direkli camilerin en büyüğü ve orijinali imiş ve 1296-1299 yılları arasında inşa edilmiş. Bir türbe, kervansaray ve hamam ile birlikte külliye şeklinde Eşrefoğlu Emir Süleyman Bey tarafından Selçuklu mimari tarzında yaptırılmış.

Caminin iç bölümüne bu mavi çini kapıdan giriyorsunuz. Mavi çinilerin verdiği ferahlık duygusu ve içerideki ahşap kokusunun cazibesi sizi içeriye çağırıyor.

Ahşap direkler üzerinde tanzim edilmiş camide tavanın ortasında “aydınlık feneri” olarak da adlandırılan hem iç mekana ışık veren, hem de zemindeki havuza dolan kar sayesinde ahşap aksamın ihtiyaç duyduğu nemi sağladığı düşünülen bir boşluk var.

Eşrefoğlu Cami, ahşap direkler üzerine oturtulan düz tavanlı cami türünde. Caminin ahşap olmasına rağmen 7 asırdır çürümeden ayakta kalabilmesinin sırrı bugün bile bilinemiyormuş. Caminin önemli özelliklerinden birinin de, ortasında bulunan, resimde de göreceğiniz 4-5 metre derinliğindeki “karlık” denilen kuyu olduğu sanılıyormuş. Karlığa dolan karın yavaş yavaş erimesiyle oluşan nemin, caminin içindeki ağaçların ömrünü uzattığı ve caminin çürümesini önlediği sanılıyormuş.

Yüzyıllar boyu kış aylarında caminin damındaki kar, çatının ortasındaki boşluktan ortadaki havuza atılıyormuş ve ortamı nemlendirerek, yakılan sobalardan ötürü ahşap sütunların çatlayıp kurumasını engelliyormuş. 1965 yılında karlığın üstü camla kapatılmış ve işlevini yitirmiş.

Çini mozaikten yapılmış mihrap, kündekâri tekniğinde yapılmış minber ve kalem işleri caminin önemli süsleme unsurları. Mihrabının tümü çini mozaikle kaplı olup, 4.58 metre en, 6.17 metre yüksekliği ile Konya çevresindeki bütün çinili mihraplardan daha büyükmüş.

 

Minberi, tamamen ahşaptan ve üstün bir işçilik ile zengin bir süslemeyle, oymalı, çatmalı ve tutkalsız olarak yapılmış. Sekizgen, beşgen, yıldız ve geometrik dolgular ve bitkisel bezemeler ile kaplanmış minber, sedef ve fildişi çatmalarında görülebilecek derecede inanılmaz bir düzgünlük ve incelikte.  Hiç çivi kullanılmadan tamamen “geçme” tekniği ile yapılmış.

Kündekâri sanatı; Kenarları negatif ve pozitif değerlerde oyulmuş, çokgen ve yıldız biçiminde ayrı ayrı kesilmiş parçalar ile ahşap kirişlerin birbirine geçmesi biçiminde uygulanan ve büyük bir ustalık isteyen bir sanatmış. Kündekârinin, bezeme kompozisyonu geometrik bir şemaya dayanıyormuş. Gökyüzündeki yıldızları ve sonsuzluğu ifade eden yıldız, sekizgen, ongen, baklava gibi birçok geometrik desenle birlikte uygulanıyormuş.

Hazırlanan parçalar birbirine ayrıca bağlayıcı bir malzemeyle tutturulmadığından, kündekârinin uygulandığı ahşap yüzeylerde zamanla ayrılmalar olmazmış.

Minberin yan tarafındaki döşemeden açılan bir kapak ile çilehaneye giriliyor. Eskiden dervişlerin kırk gün boyunca kaldıkları çile odası ya da çilehanelerde yalnızca hurma ya da başka bir rivayette kuru üzüm yedikleri söyleniyor.

Camiden çıkınca külliyenin bir parçası olan hamamın yanından geçip, Beyşehir sokaklarında küçük bir tur attığınızda, bahçelerden sokaklara taşan meyve ağaçlarından meyve koparıp, tarhana kaynatan kadınların ikram ettiği kurutulmuş tarhanalardan yiyerek, artık neredeyse unutulmuş konukseverliğin sıcak ilgisinden mahcup oluyorsunuz.

Sokaklarda, restore edilmiş birkaç ev ile mevcut haliyle kullanılan evlerin arasında yürürken biraz ileriden göl görünüyor.

İsmail Ağa Medresesi (Taş Medrese)

Bir tabelada, İlhanlılar adına Beyşehir’de hüküm süren Emir İsmail Ağa tarafından 1379 da yaptırıldığı, başka bir tabelada Seyfettin Süleyman Halil Bey tarafından yaptırıldığı daha sonra İsmail Ağa tarafından onarıldığı belirtilmiş bu medrese binasının.

1912 yılına kadar da Medrese olarak hizmet vermiş. Şimdi dış duvarları sağlam görünüyor ama iç kısımları ziyarete açık değildi. Sadece dış kapısının resmini çekebildim.

Zengin dekorlu taç kapısı, en ihtişamlı ve sağlam kalabilen bölümü imiş. Resimlerde de göreceğiniz gibi bitki motifleri ve birçok sembol taşa işlenmiş.

Tekne Turu

Beyşehir Gölü üzerinde yapacağınız yat turu, Orta Anadolu’da olduğunuzu unutturuyor. Çok keyifli bu tur sırasında göldeki adacıklar da görülebiliyor. Ayaklarınızı kenar demirlerine dayayıp, yüzünüzü yalayan güneşin ve önünüzdeki maviliğin tadını çıkarmanız mümkün. Beyşehir Gölü üzerinde su seviyesine göre değişmekle birlikte ortalama 33 tane irili ufaklı ada bulunmakta imiş.

Eşrefoğlu Külliyesini gezip, ecdadımızı hayranlık ve saygı ile yad edebileceğiniz, camide ahşap kokusunu içinize çekerek ibadetinizi yapabileceğiniz, sokaklarda sıcak ve saygılı insanlar ile kaynaşıp tepede gölü seyrederek balık yiyebileceğiniz çok özel bir yer Beyşehir. Yolunuzu düşürün ve bu keyfi yaşayın.

Kaynakça

Beyşehir Belediyesi Web Sitesi

Konya Valiliği Web Sitesi

Kültür portalı gov.tr

Vahşi Nepal: Chitwan Safari Park

Nepal Chitwan Safari Park, Nepal’in güneybatısında yer alan Asya vahşi yaşamın korunduğu en büyük safari parkı. Ulusal Park olarak 1973 yılında kurulmuş ve 1984 yılında UNESCO Dünya Miraslar Listesi’ne alınmış. Ormanlık, bataklık ve otlaklardan oluşan 932 metrekarelik bir alanı kapsamakta. Zengin florası ile çok sayıda hayvan barındıran ormanda 68 farklı maymun türü, 500 den fazla kuş çeşidi, geyikler, balık çeşitleri, ayı, vahşi filler, sığır çeşitlerini görebilirsiniz. Bölgeye özel tek boynuzlu gergedan, Bengal Kaplanı, leopar, Gharial Timsahı özel olarak korumaya alınmış. Koruma çalışmaları ile Bengal kaplanlarının sayısı 120 ye, tek boynuzlu gergedan sayısı da 600’e ulaşmış son yıllarda.

Chitwan Safari Park korunması ülkenin önemli gelir kaynağı turizme de katkı sağlıyor. Bölgede hayvanların korunması, bakımı ve yerel halkın geçim kaynağı turizm. Devlet ve halkın bu bilinci ile aktiviteler, turlar çok iyi planlanmış ve organize edilmiş. 1 günlük, 2 günlük ve 3 günlük paket turlar hazırlanmış. Ayrıca yerel halkın Tharu Halk Dansları gösterisi de özellikle turistler için hazırlanmış.

Ne zaman gidilir diye soracak olursak; Yazın Muson yağmurları dönemi çok yağmurlu ve aşırı nemli oluyor. Bu dönemde Chitwan turu da sıkıntılı olabilir. Özellikle ormandaki sivrisinekler ve ağaçlardan düşen böceklerin çok rahatsız edici olduğundan yaz döneminde gezenlerin şapka, uzun kollu üstler ve uzun pantolonla gezmeleri gerekmektedir.

Ulaşım
Chitwan Katmandu’ya 170 km uzaklıkta, otobüsle ulaşım 5 saat sürmekte. Katmandu’dan uçakla ulaşım da mümkün en yakın havaalanı Ulusal Park’a 10 km uzaklıktaki Bharatpur şehrinde. Bizim tercih ettiğimiz yol Katmandu’dan önce Pokhara’ya gidip 3 günümüzü orada geçirdikten sonra Chitwan’a geçmek şeklinde oldu. Pokhara’dan ulaşım yine turist otobüsleri ile 6 saat sürüyor. Biz Katmandu’da otelimizden Pokhara ve Chitwan’ı içeren paket tur aldık. Üç gece Pokhara, üç gece Chitwan, otobüs ile ulaşım dahil kişi başı 250 dolar ödedik. Tur kapsamına Chitwan Ulusal Park’ta yapılacak tüm aktiviteler ve 3 gece tam pansiyon konaklama dahildi. Bize son derece uygun bir fiyat olarak göründü.

Konaklama
Ulusal Park’ın çevresinde doğaya uygun çok katlı olmayan konaklama yerleri bulunuyor. Bizim kaldığımız Unique Wild Resort Otel beklentilerimizi karşıladı. Yeşillikler içindeki otelin yemekleri de bizi ayrıca memnun etti. Otelin rehberi Damodar Khanal, üç gün boyunca bize harika rehberlik yaptı. Chitwan’ın dışındaki Sauraha’da daha uygun fiyatlı konaklanabilecek yerler bulunabilir. Sauraha’ya Katmandu ve Pokhara’dan kalkan otobüsler uğramakta.

Önce videomuzu izlemek isterseniz.

Chitwan Ulusal Park Safari Turu
Hayvanat bahçeleri çocukluğumdan beri ilgimi çeker. Yurt dışı gezilerimde de fırsat ve zaman bulduğumda o şehrin hayvanat bahçesi veya akvaryumunu gezmekten kendimi alamam. Son yıllarda ise kafeslerin arkasındaki hayvanları görmek yerine daha geniş, doğal hayvanların yaşam alanlarında bulunmak düşüncesi heyecan vermeye başladı. Sırf bu duygularla en kısa sürede Afrika’da Safari Turu yapılacaklar listeme eklendi.

Nepal gezi planlamamızda öncelikli başkent Katmandu ve Pokhara görülecek yerler arasındaydı. Ancak gezi hazırlıkları, okumaları sırasında Asya’nın en büyük doğal yaşam alanı Chitwan’da safari fırsatı olduğunu öğrenince, doğal olarak Afrika’yı beklemeden Nepal’de safari turu programımıza almaya karar verdik. Safari turuna katılmak isterdimancak vahşi hayvanların arasında nasıl dolaşılabileceğini kafamda canlandıramıyordum. Bu nedenle yazıda benim gibi merak edenler için turumuzu adım adım anlatmak istiyorum.

Pokhara’dan sabah 7’de bindiğimiz otobüs Saurah’dan çıkıp son durak olarak çevrede binaların olmadığı boş bir arazide durdu. Otellere gideceklerin burada ineceği, Otellerin araçlarının beklediği söylendi. Bizim ulaşım aracımız da safari otelinin yapısına uygundu, üç gün rehberimiz olacak Damodar bizi karşıladı.

Kısa bir yolculukla yeşillikler arasındaki otelimize ulaştık.Turumuzun ilk aktivitesine öğlen yemeği sonrası başladık. Otelden kısa bir yürüyüş ile Chitwan Ulusal Parkı’na girdik.

Parkta ilk tanıştığımız hayvanlar filler oldu. Sonraki günlerde fillerle daha çok haşır neşir olacağımızdan fillerin yanında fazla zaman geçirmedik. İlk kez filleri görmenin heyecanı ile biraz izledikten sonra orman yürüyüşüne başladık. Chitwan’da çok çeşitli sayıda kuş türü bulunmakta. Parkın aktivitelerinden biri de kuş gözlemleme, yürürken bir taraftan çevredeki kuşları izlemeye çalıştık. Bu arada kuşların yanı sıra ormanda nehrin karşı kıyısındaki vahşi hayvanları yukarıdan daha rahat görebilmek umuduyla bazı hayvan severler ağaç tepelerine tünemişlerdi.

Gün batımına kadar yürüyüşümüze devam ettik. Nehrin karşı kıyısında yeşillikler arasında güneşi batırdık.

Artık otele dönme zamanımız gelmişti. Evlerin arasından yürürken nerede olduğumuzu hatırlatan ilk sürprizimizi yaşadık. Nepal’in tek boynuzlu gergedanı sokakta tüm heybetiyle yolun karşısında göründü, akşam yürüyüşüne çıkmış gibi salına salına yürüyordu. Bizi rehberimiz hemen bir evin bahçesine soktu, gergedan hiç istifini bozmadan yürüyüşüne devam etti. Yaşamımızda bir daha bir gergedan ile aynı sokakta gezintiye çıkıp selamlaşır mıyız bilemem…

Yine diğer bir sürpriz ise devletin baktığı, yani devletin kadrolu elamanı, tüm gün turistleri gezdirip, mesaisini tamamlayarak evine dönen filler oldu.

İlk gün akşam Tharu’ların dans gösterilerini izlemeye gittik. Tharu halkı ulusal parkın yer aldığı Terai bölgesinde yaşayan etnik grup. Kadınlar ve erkeklerin ayrı ayrı yaptığı danslar ilginçti. Kapalı bir alanda yerel halkın da turistlerle birlikte izlediği dans gösterisi güzel bir deneyim oldu.

İkinci gün sabah güne nehirde kano turu ile başladık. Bu kanolar yöreye özgü dayanıklı ve tek bir ağacın gövdesinden oyularak üretiliyormuş. Timsahların yaşadığı nehirde incecik basit bir kano ile gezmek fikri, rehberimiz ilk söylediğinde ürkütücü geldi. Merak etmeyin sabah nehir biraz serin olduğu için timsahlar nehrin üstünde değil dibinde olurlar dedi. Gerçekten de kanoya binip daha 10 metre gitmemiştik ki alçak nehrin dibinde uyuyan timsahların yanından geçtik. Bir süre sonra kıyıda güneşlenen timsahlar da gördük tabii ki. İşin güzel yanı nehirde iki tür timsah yaşıyormuş. Bir cins et obur iken diğeri ot oburmuş. Ot oburların yanından geçtiğimizi düşünmeyi tercih ettik.

Nehir boyunca bir saat kadar yol aldıktan sonra nehrin karşı kıyısında kanodan indik ve orman yürüyüşüne başladık.

Değişik ağaçlar ve sık ormanın arasında yürürken en heyecanlı bölüm, efsane bengal kaplanlarının izlerini aramak idi. Rehberimiz Damodar bir su birikintisinin kenarındaki ayak izlerini göstererek Bengal kaplanının bir-iki gün önce buradan geçtiğini söyledi. Tabii doğru mu yanlış mı bilmiyoruz ama kaplanın  adını bile duymak içimize ürpertmeye yetti.

Yürüyüşümüz sonunda fil besleme bölümüne ulaştık, fil yemeği hazırlıklarını yakından izledik. Devletin korumasında olan fillerin bakımı ve beslenmesi için çok sayıda yerel halk çalışıyor. Aslında ilginç olan, filler de sabah orman içinde yürüyüşe çıkıp, ormanda bulunan yüksek boylu otları kesen görevlilerin otlarını taşıyorlar. Böylece kendi otlarını taşımış oluyorlar. Ancak sadece bu otların fillerin beslenmesine yetmeyeceği düşünülerek, içlerine pirinç ve başka malzemeler eklenip paketlenip filler için hazır yiyecek hazırlanıyor.

İki yavrusu ile bir arada olan anne fili, bebek filin annesi ve kardeşi ile oyun oynamaya çalışmasını izlemek bize keyif veren görüntüler arasındaydı. Asıl ilginci ise ilk kez uyuyan fil görmekti. Filler ayakta uyuyorlar sadece kafalarını direğe dayıyorlar. Erkek ve dişi filler ayrı bölümlerde kalıyorlar. Erkek fillerin dişleri oluyormuş. Erkek fillerin bulunduğu bölümde dişleri olmayan bir fil dikkatimizi çekti, dişi olduğunu düşündüğümüz fili rehbere sorduğumuzda hormon sorunu olan bir erkek fil olduğunu söyledi. Sözün özü filler hakkında bilmediğimiz çok şey öğrendik, hepimiz birer fil uzmanı olduk.

Otele dönüp öğlen yemeğimiz ardından kısa bir süre dinlendikten sonra öğleden sonra sıra jeep safariye gelmişti. Sık ormanın içinde patika yolda jeeple vahşi hayvanları görmeye çalışacaktık.

Daha ormana yeni girmiştik ki yolda kendi otlarını toplamaya çıkmış bir fil ve görevli ile karşılaştık. Fil jeepe yaklaştı, görevli nameste de diye file komut verdi, fil hortumunu sevmemiz için uzattı. Bize sevgi ile yaklaşan filin hislerini karşılıksız bırakamazdık, fillerden uzak durmamız gerektiğini düşünürken birden kendimizi onun hortumunu okşarken bulduk.

Jeeple dolaşırken ormanın içinde gezen gergedanı, ailecek dolaşan geyikleri görme şansı bulduk. Tabi nehir kıyısında uyuklayan timsahlar da boldu.

Son gün programda yine orman içi safari ancak bu kez ormanın daha derinlerine gidebileceğimiz fil safari yer alıyordu. Aslında yıllardır direndiğim kesinlikle file binmem ilkemi burada bozmak zorunda kaldım. Paket program alırken içinde hem jeep safari, hem fil safari yer alıyordu. Biz sadece jeep safari istediğimizi, file binmek istemediğimizi belirttik. Ancak paket programın hepsini kapsadığını ve fil safari ile ormanın daha derinliklerine dalındığını ve bu bölgede mutlaka fil safarisi yapılması gerektiğini vurguladılar. Maalesef biz de fillerden özür dileyerek fil safarisi denedik.

Fil safarisi değişik bir tecrübe oldu. Ormanın daha iç bölgelerinde dolaştık; belki ayı ve bengal kaplanı göremedik ama uzaktan da olsa ağacın yüksek dalında uzanmış bir leopar görmenin telaş ve heyecanını yaşadık. Yaşadığımız bu deneyimden sonra meşhur kaplana rastlamadığımıza sevinmeli miyim, üzülmeli miyim bilemedim…

Son günümüzde akşam üzeri köyün bazı bölgelerini de dolaştık. Katmandu ve Pokhara’da daha büyük şehirler ve yüksek katlı evler bulunurken, Chitwan’da daha doğal, koruma alanı içinde evler tek katlı. Asıl bölgeye özgü evler bambu ve çamurdan yapılan geleneksel Tharu evleri imiş. Bu evler sıcağa ve soğuğa dayanıklı ancak her sene muson yağmurları sonrası zarar gördüğünden oldukça ciddi yenileme, emek gerekiyormuş. Her yıl yenilemenin yanı sıra beş yılda bir yeniden yapılan örnek bir Tharu evi tanıtım amaçlı yapılmış.

Son yıllarda geleneksel evlerin yerine daha farklı, çimentodan evler yapılmaya başlanmış. Bu bölgede de diğer şehirlerde olduğu gibi halk grup halinde evlerinin dışında oturarak zaman geçiriyordu.

Chitwan Ulusal Park Nepal gezimize farklı bir tat kattı. Nepal’in büyük, kaotik ancak tarihi, kültürü zengin şehri Katmandu, doğal, yeşil, huzurlu şehri Pakhora’dan sonra 3 gece ayırdığımız ve safari turu yaptığımız Chitwan’da keyifli zaman geçirdik. Öncelikle Asya’nın en büyük ve organize doğal yaşam alanını görmüş olduk, dört arkadaş hepimiz için yaşamımızda ilk kez safari turu denedik. Orman içinde çok sayıda ve çok çeşitli hayvan görebildik mi? Tabii bu biraz da şans, gezilen mevsime bağlı olabilir. Yine de çok fazla sayıda hayvan görmeyi beklemedik. Eğer zamanınız varsa ve bu tur için ayrı bir kaynak ayırmak isterseniz denemenizi önerebiliriz. Ancak Nepal’ de önceliğiniz tarih, kültür veya dağcılık ve trekking ise ve yeterli zamanınız kalmaz ise mutlaka yapılması gerekenler listesinde yer bulamayabilir Chitwan.

Nepal’le ilgili diğer yazılarımız ilginizi çekebilir.

Nepal Gezi Rehberi

Katmandu Gezi Rehberi

Pokhara Gezi Rehberi

Hindistan Seyahat Planlaması

Hindistan mutlaka görülecek yerler listemde yer almasına rağmen planlamasının da zor olduğunu düşündüğüm bir ülkeydi. En kolayı, organize bir tur ile gitmek olabilirdi; ancak o durumda da dilediğince gezme keyfini yaşayamayacaktık. Böylesine özel bir ülke, sınırlı ve sıkışık bir programın ötesinde dolaşılmayı hak ediyordu.

Hindistan, dünyanın en kalabalık ikinci ülkesi, özellikle sağlık ve hijyen sorunları, okuduğum fakirlik, sefalet öyküleri kişisel olarak biraz tereddüt yaratıyordu. Yıllardır nerede ise her kış Uzak Doğu programı yaparken hiç endişe duymamışken, Hindistan’a kendi programımızı yapma konusunda ise o kadar rahat hissedemiyordum.

Yine de zamanı gelmiş ki 2017 kışı 24 Kasım kara cuma için Pegasus Havayolları’nın %50 promosyonunu görünce en uzak mesafeler arasında olan Bişkek aktarmalı Delhi’ye 15-28 Şubat 2018 tarihleri için iki kişilik bilet almış bulunduk. Her ne kadar bilet gidiş dönüş sadece 1100 TL ile çok uygun bir fiyata gelse de Pegasus Havayolları ile Delhi’ye uçuşun iyi bir seçenek olmadığını aktarma sırasında yaşadığımız acı deneyimle anladık. Bişkek’e inemeyen uçağımız Kazakistan’ın başkenti Almaata’ya indi tüm gün havaalanında mahsur kaldık, sonuç olarak bir gün sonrası için kendi paramız ile Air India bileti alıp, havalanında bir otelde geceleyip bir gün gecikme ile Yeni Delhi’ye ulaştık. Bu durumda bizim uçak maliyetimiz iki katına çıkmış oldu. Bu deneyim ile Pegasus ile aktarmalı uçuş bileti almayacağımızı öğrenmiş olduk. Yazıyı yazarken yaptığım araştırmada da görünen o ki Pegasus Hindistan uçuşlarını kaldırmış. Pegasus seçeneği olmadığına göre nasıl gidebiliriz Delhi’ye; THY’nin Yeni Delhi^ye direk uçuşu var, ya da Katar, Etihad, Air Astana Havayolları ile aktarmalı uçulabilir.

İstanbul-Delhi gidiş dönüş biletimizi almıştık, başkentten her noktaya ulaşabilirdik. Sıra çok büyük olan bu ülkede önceliğimizi hangi bölgeye vermeli kararındaydı. Çalışmaya tüm tur programlarını tarayarak başladık, 7-8 günlük tur programları altın üçgen olarak adlandırılan Delhi, Jaipur ve Agra’yı kapsamaktaydı. Eğer süre 10-11 güne çıkarsa bu kez programa ya Katmandu ya da Mumbai ve Goa ekleniyordu. Bizim süremiz 13 gün olduğuna göre iki veya üç günümüzü Karmandu’ya ayırmamız bir seçenek olabilirdi. Daha sonra zamanımızın tümünü Kuzey Hindistan’da geçirmeye ve Nepal’e de başka bir tarihte daha uzun süreli gitme kararını verdik.

Zaman sıkıntımız olmadığına göre Delhi, Jaipur ve Agra’yı içeren klasik altın üçgen yanı sıra mutlaka mistik Varanasi de görülmeliydi. Biraz daha çalışınca Rajasthan Bölgesi’nde önemli iki şehir Pushkar ve Udaipur’ı da programımıza aldık. Önce haritamızı incelersek; Delhi, Jaipur ve Agra rotasına niçin altın üçgen dendiği açıkça görülüyor. Biz bu üçgenin yanı sıra güneybatı ve güneydoğuda bölgenin üç önemli şehrini de yeterince gezmiş olduk.

Konaklamaya gelince Hindistan’da her fiyattan otel bulabilirsiniz. Otel fiyatları Avrupa’ya göre çok daha uygun ancak bölgenin özelliği nedeni ile başlangıçta belli standartta otelleri tercih etmek gerek diye düşündük. Türkiye’den sadece Delhi’de iki gece havaalanı karşılamalı üç yıldızlı Prime Balajı otelinden yer ayırttık. Diğer şehirlerdeki otellerimizi Delhi’ye ulaşınca ayırtmaya karar verdik. Pegasus gecikmesi nedeniyle Delhi’de iki gece yerine bir gece kalabildik. Gezimizde Hindistan’da iş için bulunan bir arkadaşımız bu bölge gezisinde bize katılmak istemişti. Bu durum bizim için çok cazip bir teklif oldu ürktüğümüz ülkeyi bizden daha iyi bilen birisi ile dolaşma şansına sahip olacaktık. Delhi’ye bizden önce ulaşan arkadaşımız otelimize yakın bir hostelden yer ayırtmıştı. Bizi ilk gün Hindistan’daki hostelleri tanıtmak amacı ile kaldığı yere davet etti. Hindistan’daki hostellerin Batı formatında ve anlayışında düzenlendiğini özel odalarda kalarak gezimize devam edebileceğimizi söyledi. Böylece hem daha özgün hem de daha ekonomik konaklama tercihinde bulunduk. Hostellerde gecelik iki kişilik özel banyolu oda fiyatları ortalama 20-25 dolar civarındaydı.

Hindistan içi ulaşıma gelince iki uçak, iki tren, bir otobüs, bir UBER taksi ile şehirler arası yolculuğumuzu yaptık. 

Şehir içlerinde dolaşırken tercihimiz hep tuktuk oldu. Üç kişi olmamız nedeniyle bizim için uygun fiyatlı olan tuktuk, aynı zamanda sokakta yaşamın içinde hissettirdiği için özel olarak benim için keyifli, Uzak Doğu gezilerimin vazgeçilmez ulaşım aracı. Ve deve, Pushkar’da çölde gecelemek için deve ile çöle ulaştık. Birçok yerde fil turu almamız da mümkündü ancak onların acılı eğitim süreçlerini bildiğimiz için özellikle file binmek istemedik.

Delhi’ye iki gece ayırıp, üçüncü gün sabah Jaipur uçuş biletimizi ve son gün için Varanasi’den Delhi’ye ara uçuş uçak biletlerimizi yine Türkiye’de iken aldık. Hindistan havayolları içinde Air India en pahalı ve lüks havayolu. Bu arada Air India ile de mecburiyetten Kazakistan Delhi uçuşu almak zorunda kalmıştık. Indigo, Jet Airways ve Spicejet daha uygun fiyatla iç hatlarda uçuş yapan firmalar. Biz tercihimizi Indigo Havayolu’ndan yana kullandık Delhi Jaipur arası kişi başı 50 TL Varanasi Delhi arası 115 TL gibi düşük fiyatlarla biletlerimizi aldık.

Üçüncü gün Jaipur’a uçtuk. Jaipurda iki gece üç tam günde şehrin görülmesi gereken yerlerinin çoğunu gezebildik. Jaipur’dan sonraki durağımız Pushkar’a otobüs veya tren ile ulaşabilirdik. Tren Pushkar yakındaki Acmer şehrinde duruyor iki şehir arasında taksi ile ulaşım gerekiyor. Otobüs Pushkar merkeze 400 rubiye gidiyor. Biz üç kişi olduğumuz için otobüs alternatifi yerine UBER taksi kiralayıp yol geçiş ücretleri ile birlikte 1600 rubi ödedik. Arada fiyat farkı çok az, konfor farkı çok fazlaydı. Hindistan’da otobüs en son sırada tercih edilmesi gereken bir ulaşım aracıymış.

Çok turist çeken küçük beyaz şehir Pushkar da şehirde gezmenin yanı sıra çöl safari fikri de çok çekiciydi. Pushkar’daki üç gecemizin bir gecesini çölde yıldızlar altında uyuyarak geçirdik.

Puskar’dan Udiapur’ a tren yolculuğu için önce taksi ile Acmer’e gidip orada trene bindik. Böylece Hindistan’da ilk tren yolculuğu deneyimimizi yaşadık. Trende yolculuk ederken sınıflar önemli. Sleeping vagonların ucuzu ve demir parmaklıklarla kapatılmış pencereleri ile trende yolculuk esnasında kendimi kapalı tutuklu hissedeceğim duygusuna kapıldım nedense. İyi olan nokta, bizim aldığımız C3 sınıfı demir parmaklıksız pencereli, turistlerin çoğunluğunun tercih ettiği geniş deri koltuklu rahat kompartmanlardı. Yerel halk daha ucuz olan vagonlarda seyahat etmeyi tercih ediyor doğal olarak bilet fiyatlarındaki farklılıklar nedeniyle. Pahalı dediğimiz fiyatlarla beş saat süren yolculuk için 590 Rubi yani 10 dolardan az ödeme yaptık. Ancak bu biletleri önceden almak gerekiyor, biz üç beş gün önce almaya kalktığımızda son güne kadar sıranın gelmesini bekledik. Son günlerde yer açılıp bilet alabildik.

Udipur’dan Hindistan’a gelip mutlaka görülmesi gereken mimari eser Taç Mahal için Agra’ya dokuz saat süren bir tren yolculuğu ile ulaşabildik. Tren ve otobüs yolculuklarımızı gece yapmayı tercih ediyorduk. Böylece uzun ve rahatsız yolculuklarda uzanarak uyumaya çalışıyorduk. Agra’da gecelemeye gerek yoktu, sabah erken saatte ulaştığımız şehirde Taç Mahal ve kaleyi gün içinde görüp bu kez yeni ulaşım aracı otobüsü deneyerek Varanasi’ye ulaşmayı planlamıştık.

Agra – Varanasi otobüs yolculuğu için hayatımda ilk kez iki katlı ve yataklı otobüs ile seyahat ettiğimi yazınca rahat ve uyuyarak yolculuk yaptığımızı sanabilirsiniz. Son derece kötü yollar ve aynı şekilde kötü bir otobüs ile yaptığımız hayatımın en zor otobüs yolculuğunu kimseye tavsiye edemeyeceğim. Varanasi Ganj nehrinde ölü yakma törenlerinin yapıldığı tarihi şehir. İki gece konakladık şehirde ve yolculuğumuzu son gün Delhi’ye uçarak tamamladık.

Hindistan çok ilginç, farklı bir ülke, ülkeden çok farklı duygularla ayrılabilirsiniz. Bir yanda bu ülkeye bir daha gelmem diyenler, diğer yanda tekrar tekrar gelmek isteyenlerle karşılaşabilirsiniz. Hindistan’ı ilk kez yurt dışına çıkacaklar için başlangıç rotası olarak öneremem. Gerçek gezginlerin bu her anlamı ile farklı ülkeye gideceklerini düşünüyorum. Bu yazıda sadece gezi planlamasını anlatmak istedim.