ANA SAYFA Blog Sayfa 14

Japonya’da Sakura: Kiraz Çiçekleri ile Bahar

Japonya'da Sakura

Japonya’da sakuralar (kiraz çiçekleri) pembe, beyaz kiraz çiçekleri ile her yeri baştan başa  kaplarken, baharın gelişinin ve doğanın canlanışının müjdesini vermektedir. Sakuralar Japon kültüründe özel bir anlama sahiptir; baharla birlikte çiçeklerin açması hayatta yeni bir başlangıcı simgelerken, kısa sürede solup yere düşmesi de yaşamın çok kısa olması ve ölümü ifade etmektedir. Mart’ın son haftası ile Nisan ayının sonuna kadar süren  sakura dönemi  kutsal sayılır.

Japonlar için hem baharın müjdecisi hem kutsal anlamı olan bu dönem, aynı zamanda yaşamın her alanında yenilik demektir. Sakuraların açısı ile başlayan dönem  yeni bir başlangıcı simgelediği için insan yaşamında da ilkler başlar ve Japonlar yaşamlarını buna göre düzenlerler.  Öğrenim yılı Nisan ayında başlar. Genelikle üniversiteyi bitirip işe başlayacaklar, Nisan ayını seçerler, evlenecekler düğün tarihlerini belirlerken sakura mevsimine dikkat ederler…   

Sakura ağacının pembe, beyaz, koyu pembe hatta sarıya kaçan rengini bile görebilirsiniz. Aslında 200 kadar sakura ağacı çeşidi bulunmaktadır.

Mart ayının ortasından başlayarak televizyonda sakuraların hangi yörede, hangi tarihlerde açacağını gösteren haritalar yayınlanır. Önce iklimin ılık olduğu güney bölgesinden başlar açmaya. Güneyde sakuralar açarken kuzeyde  kar yağıyordur. Bu yıl da öyle oldu. Bir iki gün önce kuzeyde kar vardı ve bizim yaşadığımız yerde bile sulu sepken atıştırdı. Eyvah! Sakura gecikecek diye düşünürken sıcak hava dalgası geldi ve bizim tomurcuklar da meteorolojinin belirttiği tarihte açmaya başladı. Oysa daha bir hafta önce televizyonda gördüğümüz Tokyo’da açmış sakuralara imrenerek bakıyorduk.

Yaşadığımız Osaka şehri ve çevresindeki illerde belirlenen tarihte hemen hemen tüm ağaçlar tomurcuklarını açtı, beyazı, pembesi ile doğayı aydınlattılar. Sakuralar açtıktan sonra halk havanın serin olmasından çok hoşnut gibi. Çünkü sıcak havada çiçeklerin ömrü de kısa oluyor, hele bir de rüzgar eserse çiçeklerin yaprakları düşüyor ve yollarda, ağaç diplerinde kümeler oluşuyor.

Baharda açan sakuralar aynı zamanda güzelliğin ve estetiğin simgesi. Japonlar için de insanların kendini dışarı attığı, doğayı yaşadığı, coşku ile kutladığı bir dönem sakura mevsimi.

Kiraz çiçeklerini görmeye gitmek öylesine önemli ki özel bir ismi var, “Hanami” olarak adlandırılıyor bu etkinlik. Hava serin bile olsa insanlar  pikniğe giderler. Çalışanlar öğle aralarında iş yerleri yakınlarında, sakura ağaçlarının olduğu parklarda, ağaçların altında piknik yaparlar.

Sakura ağaçlarının bulunduğu parklar, bahçeler hep kalabalık olur. İnsanlar sabahın erken saatlerinde gidip piknik örtülerini sererler ağaçların altına. Öğle saatlerinde sakura ağaçlarının altında takım elbiseli kravatlı beylerin, iş yerinin formasını giymiş kadınların biralarını ‘kampai’ diye tokuşturduklarını görmek olağandır.

Hafta sonu da ailecek parklara ve ağaçların yoğun olduğu ören yerlerine, çoğunlukla göl, dere ve nehir kenarlarına gidilir. Kendi hazırladıkları obento (lunch box) ve yeşil çay içeceklerini paylaşırlar.

Bizim yaşadığımız bölgede dere kenarlarında dağda, ormana yakın yerlerdeki sakura ağaçlarının yanı sıra, Sinturizm ve Budist tapınaklarının bahçelerinde de çok sayıda sakura ağaçları bulunmaktadır. Uzaklara gidemeyenler bu tür yerleri tercih ediyorlar.

Orman kenarlarında da pembe beyaz öbekler yeşillikler içinde göze çarpar.

Parklarda, halka açık yerlerde olduğu gibi birçok evin bahçesinde de sakura ağaçları vardır. Bizim bahçemize birkaç yıl önce diktiğimiz sakuralar da bu yıl çiçeklerle bezendi.

Sakura ruhu doğal olarak yiyeceklerimize de yansıyor; yaş pastalarda ve bazı tatlılarda pembe renk kullanılır, sakura yaprakları şeklinde süslemeler yapılır, yiyecek paketlerinde sakura çiçeğinin resimleri basılır. Eşimin içtiği biranın kutusunda bile sakura resmi basılı.

Japon halkı sakura ağaçları konusunda çok duyarlıdırlar. Çiçeklere dokunmadan güzelliğine hayranlıkla bakarlar. Özellikle başka ülkelerden gelip ağaçların dalını koparanları, tırmanıp fotoğraf çekenleri kınarlar.

Sakuraya gösterilen özenin örneğini bugün TV’de haberlerde izledim. Kyoto’da sonbaharda tayfun nedeniyle devrilen, yalnızca kökünün bir bölümü ile toprağa tutunan ve nadir bir tür pembe çiçek açan sakura ağacını korumaya almışlar. Uzmanlar zarar vermeden ağacı yeniden ayağa kaldırma yolunu arıyorlarmış. Toprağa tutunarak dallarını çiçeklerle donatmış ağacın görüntüsünü paylaşmak istedim.

Bu kadar çok sakura (kiraz ağacı) varsa, Japonya kiraz cenneti olsa gerek diye düşünebilirsiniz ama gerçek öyle değil. Sakuralar meyve vermeyen kiraz ağaçlarıdır. Meyve veren kiraz ağaçları Sakuranbo, Yamagata denilen bölgede yetişiyor ve orada henüz çiçekler açmadı. Kiraz burada değerli taş gibi çok pahalı. Bir kutu içine yerleştirilmiş hepsi aynı büyüklükte mücevher görünüşlü kirazlar 10.000 Yene bile alıcı bulabiliyor. İçinde toplam otuz tane belki daha az sayıda kiraz bulunuyor. Ben henüz o kadar pahalısını yemedim. Hiç kiraz yemiyor musunuz diye sorarsanız, maalesef Japonya’da üretilen değil Amerika’dan ithal edilen kirazları alıyoruz. Bir de kalitesi biraz düşük olan Japon kirazları. Memleketimin kurtlu kirazlarını bile özlediğim oluyor.

Evet, şimdilik benim sakura hakkında paylaşacaklarım bu kadar, mevsimi gelince sizin için paraya kıyıp bir kutu kiraz alıp fotoğrafını ekleyeceğim. Japonya’ya gelemeseniz de memleketinizde baharda çiçek açan kiraz ağaçlarını görmeye gidin, insanı dinlendiriyor, baharı içinizde hissediyorsunuz. Mata ne…(tekrar görüşmek üzere)

Sakura mevsimi çoşkularla kutlandığı gibi halk şarkıları bile bestelenmiştir. Biz de sakura öykümüzü bir halk şarkısı ile şenlendirelim.

 

 

Lisinia Proje Alanında Doğal Yaşama Dönüş

lisinia

Sadece filmlerde ya da hayallerde olabileceğini düşündüğüm bir projeyi anlatacağım size. Doğanın sesini dinlediğinizde ve ona nankörlük etmediğinizde, nasıl da size cevap verdiğini, üreticiyi doğru yönlendirdiğinizde mucizevi sonuçlar alınabileceğini kanıtlayan bir avuç gönüllü insanın girişimi Lisinia…

Yolunuz Burdur civarına düşerse, 36 km uzaklıktaki Lisinia Doğa Projesini ziyaret etmeden dönmemenizi öneririm. Ülkemizde gönüllüler eliyle yapılanları görünce, şaşıracak ve çok etkileneceksiniz.

Ahşap bir Tak’ın altından geçerek giriliyor Lisinia’ya. Buradan sonra göreceğiniz her şey doğal malzemelerden yapılmış.

Ağaç kütüklerinden, dallarından, sazlardan oluşan bir görüntüde, burnunuza köy kokusu gelmeye başlıyor. Etrafınızda, son derece sade giyinmiş doğa gönüllüsü gençler sizi yönlendiriyor gezerken ve sorularınıza cevap veriyor.

Kuru ağaç dallarından yapılmış dev bir kartal heykeli sizi selamlıyor. Gezerken bu heykel gibi başka heykelleri de göreceksiniz. Bunlar, doğada kendiliğinden akarsulara düşen ağaç dallarının, kıyıya vuranlarının toplanıp kurutulması ile yapılmış heykeller. Şekilleri bozulmadan kullanılmışlar. Yakından incelediğinizde sıra dışı bir sanat eseri ile karşılaştığınızı anlıyorsunuz. Burada, sanatçının açık hava atölyesinde çalışmaları devam ediyor. Sipariş üzerine de çalışıyor. Bu sıra dışı heykeltıraşı izlerken, ahşap masaların kenarına oturup, sıcak gözlemeler yiyip çay veya ayran içme imkanınız da var.

Üstü ve yanları ahşaptan oluşan büyük bir alanda, ziyaretçiler bu kütüklerden yapılmış taburelere oturarak projenin tanıtım konuşmasını dinleyebiliyorlar. Bu arada gönüllü gençler lavanta çayı ikramında bulunuyorlar.

Elinizde lavanta çayının sıcaklığı, dilinizde gizemli acımsı bir tat, burnunuza gelen keskin lavanta kokusu eşliğinde bu projenin gelişimini ve yapılanları dinlerken, zaman zaman duyduklarınıza inanamıyorsunuz; ama yapılanların ülkemiz adına gurur ve ümit verici olduğunu düşünerek ruhunuz hafifliyor adeta.

Bölgenin eski çağlardaki adı Pisidia, en önemli şehri de Lisinia imiş. Lisinia, doğan ve batan güneşin, ay ışığının sudaki pırıltısı anlamına geliyormuş.

Aile bireylerini kanserden kaybeden Veteriner Hekim Öztürk Sarıca, doğadaki tüm canlı ve cansız varlıklar arasındaki uyumu bozan kirlenmenin, kanser üzerinde de etkili olduğu düşüncesi ile 2005 yılında bu projeyi başlatmış. Doğal hayatın sürdürülmesi ve gelecek nesillere aktarılması amaçlanmış.

Üç yıl süren izin çalışmaları sonucu Lisinia, öncelikle ülkemizin ilk Yaban Hayatı Merkezlerinden birisi olarak resmiyet kazanmış. Aynı dönemde, tüm masrafları Öztürk Sarıca tarafından karşılanmak üzere 10 yıllığına Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na bedelsiz hibe edilmiş.

Destek ve hibe kabul edilmiyor bu projede. Sadece, üretilen doğal ürünlerden alarak katkıda bulunabiliyorsunuz. 

Bir akademik çalışma ile bölgedeki erozyonun nedeninin, keçiler olduğu (!) belirlenmiş ve bölgedeki keçiler yok edilip büyükbaş hayvan üretimine başlanması için teşvik verilmiş. Büyükbaş hayvanların beslenmesi için bölgede yetiştirilen bitkilerin su ihtiyacı, sulama havza kapasitesinin çok üstüne çıkmış. “Burdur Gölü’nü Yaşat Projesi” kapsamında, beslenmeleri için çok fazla suya ihtiyaç duymayan ve bölgeye özgü olan keçi ve koyun yetiştiriciliği teşviki çalışmalarına başlanmış.

Merkez bünyesinde kullanılan tüm tarım alanlarında ilaçsız ve organik tarım yapılmakta imiş, yüzlerce yıllık Burdur yöresine ait ata tohumlar kullanılıyormuş.

Sıfır kimyasallı, doğa dostu tarım uygulamaları ile birlikte bunların ekolojik üretim sertifikası ile belgelenmesi de sağlanıyormuş.

Bölgede lavanta ve gül üretimi yaygınlaştırılıyormuş. Doğa Okulu kapsamında, gençler eğitilerek “Doğa Gönüllüleri” yetiştiriliyormuş.

Su seviyesi azalan Burdur Gölü’nün kurtarılması projesi kapsamında az su kullanılarak tarım ve hayvancılığın yapılabileceğini çevreye anlatıyorlar ve köylüleri eğitiyorlarmış. Temiz enerji kullanımı amacıyla, projede güneş panelleri sistemi ile güneş enerjisi kullanılıyormuş.

Burdur Gölü havzasından, özellikle avcılar tarafından vurulmuş, kimyasallar tarafından zehirlenmiş, ve çeşitli hastalıkları olan yaban hayvanları merkezde tedavi programına alınıyormuş ve tedavi sonrasında doğaya geri kazandırılıyormuş.

Bu bilgileri edindikten sonra, hemen yanınızda bulunan satış stantlarından alışveriş yapmanız mümkün. Neler yok ki bu standlarda; sabunlar, bitkisel yağlar, ballar ve daha neler neler…

Tanıtımı izleyip, isterseniz doğal ürünlerden alışverişinizi de yaptıktan sonra, toprak yollarda köyün içinde dolaşırken, ahşap yapıların sıcak görüntüsü ve doğallığın sadeliği, şehir hayatının karmaşık görüntülerinden, seslerinden, kokularından sizi uzaklaştırıyor. Adımlarınız, sizi doğal yaban hayatı rehabilitasyon merkezine götürüyor.

Bu rehabilitasyon merkezinde şimdiye kadar getirilen hayvan sayıları: Pelikan (1), Çeltikçi (2), Sakar Meke (5), Yeşilbaş Ördek (2), Angıt (27), Çakır (4), Yılan Kartalı (3), Leylek (47), Flamingo (3), Kerkenez (24), Kara Akbaba (1), Kızıl Akbaba (1), Kukumav (14), Baykuş (6), Kulaklı Orman Baykuşu (6), Peçeli Baykuş (6), Kocagöz (2), Domuz (2), Gökçe Delice (1), Gökdoğan (8), Atmaca (12), Sülün (1), Kumru (6), Kaplumbağa (9), Gri Balıkçıl (2), Sığır Balıkçılı (4), Alaca Balıkçıl (6), Küçük Beyaz Balıkçıl (1), Güvercin (2), Üveyik (2), Saz Delicesi (1), Tepeli Toygar (2), Serçe (2), Çoban Aldatan (3), Kırlangıç (3), Ebabil (1), Keklik (26), Şah Kartalı (1), Delice Doğan (12), Çakal (1), Martı (2), Şahin (320). 

Merkeze gelen 584 hayvandan 394’ü tedavi edilerek doğaya salınmış.

Birçok bileşeni olan bu proje, gidilip ziyaret edilmeyi fazlası ile hak ediyor bence. Özellikle çocuklarınız ile gitmenizi öneririm. Büyük şehir hayatının keşmekeşinden ve teknolojinin sağladıklarından uzakta başka alternatiflerin de olduğunu görmeleri için. Bize emanet olan doğayı, gelecek nesillere bozulmadan aktarmak ve doğanın sadece insanlara hizmet için var olmadığını, hayvanlar ve bitkiler ile barış içinde yaşamaz isek doğanın intikamının acımasız olacağını kavramak için. Belki çocuklarınız da birer “doğa gönüllüsü” olurlar.

Kaynakça

www.lisinia.com

http://www.burdurkulturturizm.gov.tr

Burgazada Gezi Rehberi: Küçük, Sakin, Huzurlu Ada

Burgazada Marmara Denizi’nde yer alan dokuz Prens Adası’ndan Büyükada ve Heybeliada’nın ardından üçüncü büyüklükte olan ada. Daha küçük ancak hem sakin, hem huzurlu, hem sevimli ve keyifli bir ada. Kasım ayı İstanbul gezimde özellikle adaları doyasıya gezmek istedim. Sonbaharın sessizliği, sakinliği, kızıl sarı renkleri ile adalar gezilerinin daha keyifli olacağını düşünmüştüm. Yazın adalar İstanbul’un kalabalığı, karmaşası ve sıcağından kaçış noktası olarak hafta sonu fazlası ile kalabalık olmakta. Sonbaharda pazar günü gezmemize rağmen huzur içinde dolaştık.

Ulaşım

Burgazada’ya da ulaşım diğer adalar gibi kolay. Anadolu yakası Bostancı İskelesi’nden sık seferler ile yarım saatte ulaşılıyor. Bazı seferler Büyükada ve Heybeliada’ya uğrayarak Burgazada’ya ulaşıyor. Beşiktaş, Kadıköy, Kartal ve Yeniköy İskeleleri’nden de seferler bulunmaktadır. Şehir Hatları, Mavi Marmara, IDO, Turyol ve özel firmaların seferleri bulunmaktadır. İki işletmenin vapur saatleri aşağıdaki linkte yer almaktadır.

Şehir Hatları Adalar Vapur Seferleri

Mavi Marmara Adalar Vapur Seferleri

Öğle saatlerine yakın Bostanlı’dan bindiğimiz vapurla Büyükada ve Heybeliada’ya uğrayarak sakin, ılık bir havada martıların eşlik ettiği keyifli bir yolculuk ile adaya ulaştık.

Mavi Marmara’nın küçük iskelesine yanaştık. Şehir Hatları Vapurları daha büyük bir iskeleye indiriyor yolcularını.

İskeleden inince sol tarafta bir yol ve çekim merkezi görmediğimizden sağ tarafa yöneliyoruz. Kıyıda yer alan balıkçı lokantaları pek davetkar görünüyorlar. Öğle saatinde hemen kıyıda oturmak yerine önce ada turumuzu tamamlayıp güneş batarken kıyıda oturmayı planlayarak lokantaların önünden geçerek meydana ulaştık.

Burgazada Meydanı’nda Sait Faik Abasıyanık’ın heykeli adaya hoş geldiniz diyor sanki. Heykelin arkasında Meydanın bir köşesinde ise adanın meşhur Ergun Pastanesi. Bu pastanenin meşhur milföylü ponçik pastası ile güne başlayabilirdik, ancak Sait Faik Heykeli hemen müzeyi ziyaret etme isteği uyandırdığından pasta tatmayı da daha sonraya bıraktık. Ancak akşam üzeri aynı yere dönüp pastayı tatmak istediğimizde geç kalmıştık ve pasta bitmişti.

Ergun Pastanesi’nin biraz ilerisinde dar bir sokaktan Sait Faik Abasıyanık Müzesi‘ne doğru yöneldik. Begonviller, sarmaşıklar, yıllanmış ağaçlarla süslü sokak aralarından geçerek yemyeşil bir bahçe içinde bembeyaz bir köşke ulaştık. Ünlü edebiyatçımız Sait Faik Abasıyanık ömrünün son günlerini bu adada geçirmiş, bazı eserlerini bu evde kaleme almış. Ancak Burgazada gezimizi planlarken ilk görülecek yerler arasında Sait Faik Abasıyanık Müzesi olmasına rağmen, pazar günü müzenin kapalı olacağını düşünememiş ve kontrol etmemiştik. Adanın ziyaretçilerinin pazar günleri çok olduğunu ve çoğunluk müzelerin pazartesi günleri kapalı olmasına şartlanmışız kendimizi. Müze çarşamba, perşembe, cuma, cumartesi günleri saat 10.30-17.00 arası açıkmış. Bu demektir ki sadece bu müze için bile olsa tekrar ziyaret edilecek ada.

Şairin dış kapının önündeki taşta yazılı ünlü şiirini mırıldanarak köşkten uzaklaştık.

Aya Yani Rum Ortodoks Kilisesi, Sait Faik Evinin hemen yakınında yer alıyor. Kilise kıyıdan da görünen son derece gösterişili bir yapı. Vaftizci Yahya’ya adanmış olan kilisenin ilk yapım tarihi Bizans dönemine gitmektedir.1894 yılında depremden hasar gören kilise son halini 1899 yılında almış. Pazar günü olması nedeni ile açık bulacağımızı düşündüğümüz kilise pazar ayini sonrası kapanmış. Dışı bu kadar gösterişli kilisenin içini görme şansımız olmadı.

Tekrar deniz kenarına inip ada turumuza devam edelim. Deniz kıyısında balık lokantaları ve kafelerin karşısında yol kenarında binaların arasında Burgazada Cami görüntüsü de ayrı bir renk katıyor manzaraya.

Adayı tam tur yapmayı planladığımız için haritadan bakarak kıyıdan ayrılıp caminin önünden Gönüllü Caddesi’ne çıktık. Adanın kıyıdan yüksek manzaralı caddesinde begonvillerle bahçeleri bezenmiş güzel köşkler arasında yürümeye devam ettik.

Gönüllü Caddesi üzerinde özellikle uğramak istediğimiz yer Burgazada Öğretmenevi idi. Kıyıda mola vermeden, oyalanmadan hemen yola çıkmıştık, artık çay molası verme zamanı gelmişti. Tarihi köşkün bahçesinde bir şeyler atıştırmak çay kahve içmek ayrı bir keyif oldu bizim için.

Öğretmenevinden yürümeye devam ederken yol üzerinde deniz tarafında Aya Yorgi Garibi Manastırı güzel binası ile dikkati çekiyor. İçeriye girmek mümkün olamadı bahçe kapısı da kapalıydı. Yol kenarından çekebildiğim görüntüsü bu kadar olabildi. Manastır 1741 yılında yapılmış, daha sonra bir yangın geçirmiş 1879 yılında restore edilerek bugünkü haline kavuşmuş.

Amacımız turun sonunda Kalpazan Restoran’a ulaşmaktı. Nihayet Kalpazan yoluna girdik. Yine güzel köşkler arasında yol aldık.

Korsanların sahte para bastıkları bölge olması nedeni ile Kalpazankaya adının verildiği söylenmekte.

Yolumuza devam ederken yolun aşağısında görünen eşsiz manzaralı adanın en güzel koylarından Martha Koyu‘ndan söz edelim. Martha Koyu adada yaşayan Martha’nın adından geliyor. Türkiye’nin ilk balerini Martha evlenip adaya yerleşmiş. Yüzmeyi çok seven, çok renkli Martha yaz kış zamanı bu koyda geçirirmiş, ölümünden sonra koya onun adı verilmiş. Yazın denize girmek güzel olabilirdi, sonbahar nedeni ile yüksekten koyun manzarasını çekmekle yetindik.

Son hedef adanın en güzel manzaralı ve popüler restoranı, plajı Kalpazan Restoran idi. Sezon dışı olması nedeni ile restoran hizmete kapanmış. En azından manzarasını görmeliydim. Restoranın bahçe kapısına yaklaştığım an bir görevli içeriden kapıyı kilitledi. İçeride restoran sahipleri vardı. Hemen görevliye yaklaşıp iskeleden beri uzun süre adanın son noktası buraya manzarayı görmek için geldiğimi restoranda mevsim nedeni ile oturamasam da en azından manzarasını çekmek istediğimi açıkladım. Beni kırmadı kilitli kapıyı açtı ve yazım için manzarayı çekme şansına sahip oldum.

Kalpazan Koyu’ndan sonra geri iskeleye dönüş başladı. 

Dönüş yolunda Gönüllü Caddesi yerine Martha Koyu’nun yanından deniz kıyısına inip diğer halk plajlarını da görerek Gezinti Caddesi üzerinden iskeleye ulaştık.

Artık güneş batmaya başlamış ve iskelenin yanında yer alan restoranlarda yemek zamanı gelmişti. Restoranlar içinde ünlü uzo markasının adını taşıyan popüler Barbayani Restoranı tercih ettik. Barbayani Yunanistan ve Yunan Adaları gezilerimizde de tercih ettiğimiz ünlü marka. Midilli Adası’nda üretilen uzonun tadı diğer uzo markalarına göre Türk rakısına daha çok benziyor. Bu ünlü meyhanede lezzetli mezeler, balıklar yanında bu uzoyu tatma şansınız da bulunuyor. Bakmayın bizim tercihimize, aslında aynı kıyıda diğer restoranlar da denenebilir tabii ki.

Video ile gezmek isterseniz…

 

Son Söz

Burgazada gerçekten küçük, sevimli, huzurlu bir ada. Yakın tarihlerde Büyükada, Heybeliada’yı da detaylı gezmiştim. Genellikle her yerin özel olduğunu birbiri ile karşılaştırmaya gerek olmadığını düşünüyorum. Yine de bir parça karşılaştıralım. Her üçü de dinler, kültürler mozaiği. Hala etnik olarak çok renkli olduklarını söyleyebiliriz. Burgazada diğer adalar gibi ulaşımı kolay, hem Anadolu hem Avrupa yakasından yarım saat ile bir saat arasında süren keyifli deniz yolculuğu ile ulaşılıyor. Burgazada diğerlerine göre daha az yokuşlu ve daha küçük yürüyerek tüm adayı yarım günde dolaşmak mümkün. Bisikletle ile dolaşmak en keyiflisi olabilir. Her üçünde de kahvaltı mekanları, kafeler, restoranlar güzel. Asıl güzeli ise gün sonunda deniz kenarındaki restoranlarda deniz ürünleri ile adaya veda etmek. Biz istisnasız her ada gezimizi böyle sonlandırdık.

Burgazada’yı gezmeyi ihmal etmeyin. Ancak aynı gün içinde birkaç ada sıkıştırmadan her bir adaya en az bir tam gününüzü ayırın. Bu sakinlik ve huzurlu ortamda daha çok zaman geçirmek isteyenler tabi ki gece konaklayıp daha uzun zaman geçirebilirler.

Venedik Karnavalı: Bir Maskeyi Sevmek

Venedik, gezginler için başlı başına bir cazibe merkezi. Venedik’i cazibe merkezi yapan ise, en başta kanalları, gondolları ve karnavalı… Venedik karnavalı, zaman zaman şehrin önüne geçen bir üne sahip.

Eğlencenin dibine vurulduğu dönem olarak biliyoruz ama Karnaval’ın dinsel bir kökeni var. Carnavale, ete veda anlamını taşıyormuş. Paskalya öncesinde 40 gün süren hayvansal ürünlerin yenmediği Büyük Perhize girmeden önceki dönem oluyor Karnaval. Büyük Perhizin ilk günü olan Kül Çarşambasından  yaklaşık iki hafta önce başlayıp Büyük Perhiz arifesine kadar süren bir bayram. Kısacası kefaret döneminde yüze külden haç sürüp başlanılan ve  İsa’nın çöllerde aç susuz kalmasına atfen tutulan oruca ruhen ve bedenen bir hazırlık dönemi… Bizim Ramazan Bayramı’nın tam tersi. Müslümanlar önce oruç tutup sonra keyiflerine bakarken bu arkadaşlar, biz peşin peşin  eğlenelim, sonrası Allah kerim diyorlar herhalde… Ama ne eğlence; Ramazan Bayramı Luna Park’ta atlı karınca ise, Karnaval hız treni olur muhtemelen… Bir rivayete göre ise, ilk karnaval 1162’de Venediklilerin Aquileia Patriği Ulrico’ya karşı kazandıkları bir zafer sırasında kutlanmış. Hapsedilen Patrik, Venedik’e bir boğa ve 12 domuz hediye etmesi koşuluyla salınıyor. İşte hayvanların San Marco Meydanı’nda kesildiği o gün Venedikliler çılgıncasına eğleniyorlarmış. Ama bu olay, Karnaval sırasında özel bir gün olarak kutlanıyor artık.

Kökeni ne olursa olsun, amaç eğlence… Venedik karnavalının geçmişi  11 yüzyıla kadar gidiyor ama esas ışıltısına Rönesans ile kavuşmuş. 17 yüzyılda Karnaval, artık dünya çapında bir olay haline gelmiş, 18 yüzyılda kumar ve şehvetle anılan Karnaval aylarca sürmekteymiş. Tabii 40 gün et yemeyeceğiz diye aylarca eğlenmeyi zamanın koşulları pek desteklememiş ve 18. yüzyıl sonrası Karnavalın şaşaası kalmamış. Venedik’in 1797’de  Avusturya İmparatorluğu’nun parçası olmasından sonra Karnavalın neredeyse esamesi okunmaz olmuş. 1930’larda faşist yönetimce yasaklanan Karnavalın tekrar hayat bulması 1980’leri bulmuş. O günden beri, her yıl yaklaşık 10 gün boyunca Karnaval sayesinde Venedik büyük bir parti alanı haline dönmekte…

Karnaval Venedik’in olmazsa olmazı… Bu sanata da yansımış; Karnaval özellikle ressamların vazgeçilmez konularından olmuş. Mesela Venedik resimleriyle ünlü Guardi Karnaval hallerini de resmetmiş…

Venedik karnavalının en iyi yanı, en önemli gösterilerin sokaklarda ve ücretsiz olması… Tabii özel malikanelerde, otellerde, tiyatro salonlarında ücretli gösteriler, oyunlar, konserler var. Ama Karnavalın en belirgin özelliği, maskeler ve kostümlerle sokaklarda dolaşmak… Maskeniz ve kostümünüz ne kadar gösterişliyse o kadar tadı çıkıyor Karnavalın, çünkü ilgiler sizin üstünüzde oluyor…

Maskeler Karnavalın olmazsa olmazı… Eh, insanlar görünmez olmak istiyorlarsa bir maske onları gizleyebilir… Bu açıdan Venedik Karnavalı, Avrupa’nın katı sınıfsal hiyerarşisine bir tepki de… Karnaval sırasında farklı sosyal tabakadan insanlar, maskelerin arkasına gizlenerek birbiriyle kaynaşabiliyorlarmış… Artık bu kaynaşma neleri kapsıyor, bilmem… Ama 17 yüzyılda Karnaval sırasında Venedik, Avrupa’nın sefahat yuvası olmaktaymış… Sınıfsal kaynaşma, bir maske ardında, kumarhanede yan yana zar atmadan sınıflar arası fazlasıyla fiziksel kaynaşmaya kadar her şeyi kapsamaktaymış…

Maske deyip geçmeyin, onların da sınıfları, tarzları var… Kilden yapılan modelden hareket ederek tutkala batırılmış kağıt ve kumaş parçalarıyla elde edilen hamurların kalıba yerleştirilip astarlanması  ve sonra artık sanatçının yaratıcı gücüne göre süslenip boyanmasıyla elde edilen maskeler şekillerine göre ayrılmakta…

Örneğin Bautalar, tamamen yüzü kapsayan bir maske; Almanca korumak fiilinden türetilen bu maskeler  beyaz oluyor ve genelde korsan şapkası gibi olan tricorn şapka ve pelerinle kullanılıyor. Bu maske, 18 yüzyılda bazı politik durumlarda anonimliği sağlamak için de  kullanılmış… Bir de bunun neredeyse dikdörtgen formunda yüzü tamamen kapatan ve insanı Yıldız Savaşları’ndan fırlamış Darth’a benzeten bir türü var ki tam taş surat yapıyor takanı… Colombina ise sadece gözleri kapayan,  yanaklarda biten ama her tarafı yaldızlarla, pırıltılarla süslü bir maske; commedia della arte’deki karakterden ismini alıyormuş… Medico della peste ise uzun bir gagadan oluşuyor, veba doktoru olarak bilinen bu maske veba salgını sırasında doktorların taktıkları maskeden esinlenmiş; pelerin, siyah şapka ve beyaz eldivenle kullanılıyor genelde. Volto ise tamamen yüzü kapsayan bir maske… Tabii zaman içinde maskelerde çeşitlilik artmış, hatta maske takmadan makyajla kendine yeni bir yüz edinene de çok rastlanılıyor yollarda.

Gerçi zaman zaman maskeler takmak yasalarla engellenmiş; örneğin 1339’da ahlaka mugayir maskeler takmak ve maskelerle dini yerlere girmek, yüzü boyamak yasaklanmış… Hoş, bugün de maskelerle kiliselere girmek yasak.

Yıllar sonra bu sene tekrar Venedik’e gittim ve güzel tesadüf, gezi dönemim Karnaval’a denk geldi. Bu sene (2019) 16 Şubat-5 Mart’ta yapılan Karnavalın ikinci haftasında Venedik’te olunca, gezim birden düklerle, düşeslerle yapılan bir geziye döndü; dükler, düşesler çakmaymış, ne gam, Karnaval havasının estiği Venedik, çok daha şenlikliydi.

Karnaval gerçekten Venedik’i türlü çeşitli renklere bürüyor çünkü genel olarak her şey yollarda, meydanlarda oluyor. Sabahın erken vaktinden gecenin geç saatlerine kadar sokaklar her renkten kumaşlar, kurdaleler, danteller, tüylerle süslü kıyafetler ve maskelerle dolaşan insanlarla doluyor. Sanki şehrin bütün soyluları giyinip süslenmişler ve sokağa fırlamışlar… Karnaval boyunca sokaklarda herkes prenses, herkes prens…

Tabii sokaklarda dolaşmanın yanında otellerde, saraylarda balolar, yemekler; salonlarda konserler, müzelerde sohbetler, konuşmalar, maske yapım atölyeleri de Karnavalın etkinliklerinden. Örneğin Scuola Grande San Giovanni Evangelista’da moda atölyeleri, hayvan biçimli maske sergileri; Teatro La Fenice’de konserle, operalar; Peggy Guggenheim Müzesi’nde konferanslar, resitaller, ayrıca buz pateni gösterileri, rehberli Karnaval yürüyüşleri, heykel sergileri, konserler Karnavalı renklendiren etkinlikler… Başta San Marco Meydanı olmak üzere, şehrin belli başlı merkezlerinde yapılan akşam konserleri de yüzlerce insanı kendinden geçiriyor; gün boyu kurum kurum gezinen bir kontesi akşam kat kat tafta elbiseleri, kafasındaki tüyler, mücevherlerle süslü maskesi ile hoplayıp zıplayarak dans ederken görebilirsiniz mesela…

Aslında Karnaval gelişi güzel eğlenceler, partiler demek değil, kendi ritüelleri de var… Örneğin Karnaval’ın açılış gecesinde düzenlenen ‘Festa Veneziana sull’acqua’ kanallar boyu düzenlenen bir ışık ve renk gösterisi… Karnavalın ne kadar renkli olduğunun ilk işareti… Bu gösterinin devamı ertesi gün yapılıyor. Punta della Dogana’dan başlayan su korteji Grande Canale’den geçip Rio di Cannaregio’ya varıyor. Bu görsel şölene, Kanal boyunca kurulan yiyecek büfeleri ile mide şöleni de ekleniyor.

Ama Karnavalın en önemli festivali bu sene 23-24 Mart’ta düzenlenen Festa delle Marie… Günler boyu süren bu şenliğin sonunda Karnavalın Kraliçesi seçiliyor. Geleneğe göre Dük, eskiden sıradan insanlar arasından 12 kız seçip onların çeyizini sağlıyormuş. Bu şenlik boyunca kraliçeliğe aday kızlar, geleneksel kıyafetler içinde geçit yapıp halka tanıtılıyor. Kraliçe olarak seçilen kıza artık çeyiz falan verilmiyormuş ama gelecek yılın uçan meleği olma hakkını veriliyormuş ki gösteriyi gördükten sonra bunun ödül mü ceza mı olduğuna karar veremedim.

Ben bu şenliği seyredebildim. Marie’lerin geçidi olarak isimlendirilen bu tören San Pietro di Castello’dan başlayıp San Marco Meydanı’nda bitiyor.  San Marco’da kurulan sahne-platformda önce artık geçmişten geleceğe kim varsa kostümleri, maskeleriyle resmi geçit yaptılar; cellattan meleğe, yargıçtan kraliçeye, halayıktan efendiye herkes önümüzden sırayla geçti. Daha sonra Campanile Kulesi’nden Meydandaki sahneye uzanan bir halat boyunca melek kılığında bir kız aşağıdakileri selamlayarak ve aşağıya konfetiler atarak yere kadar süzüldü. İşte kuleden aşağıya uçan bu melek, geçen senenin Karnaval Kraliçesiymiş. Bu gösteriyle birlikte Karnavalın en iyi kostümü yarışması da başlıyor ve Karnavalın son gününde kazanan açıklanıyor. Ayrıca sonraki hafta  ünlü bir kişi aynı kuleden yine aşağıya, bu sefer kartal kılığında uçuyormuş, bu da Kartal Uçuşu oluyormuş. Hoş, benim bulunduğum gün Kule’den melek yanında başka biri daha uçtu ama pek kartala benzer hali yoktu, daha çok pelerini fazla uzun kaçmış bir şövalye gibiydi.

Karnaval boyunca Mestre’de konserler, gösteriler, danslar sergilenirken  Burano Adası’nda da daha az gösterişli Karnaval kutlamaları yapılıyor. Ayrıca en iyi kostüm, en iyi maske yarışmalarının kazananları da Karnavalın son günü açıklanıyor. Karnaval, San Marco Meydan’ında Kule’den aşağıya sarkıtılan arslan işlemeli Venedik bayrağı altında son geçitler yapılarak tamamlanıyor.

Ayrıca 1162’de  Dük Vitale Michiel II’nin Patrik Ulrico ve 12 vassala karşı kazandığı zaferin anısına düzenlenen Boğa dansı da gösteriler arasında. Zafer sonrası Patrik Düke aralarında 1 boğa ve 12 domuzun da olduğu hediyeler göndermek zorunda kalmış. Bu olayı temsilen Karnavalda bir boğa maketi getirilip San Marco Meydanında dolaştırılmaktaymış.

Ziyafet ve balo kısmına katılmak ise her turistin harcı değil. Ca Vendramin Calergi’de Karnaval boyunca birkaç kez düzenlenen baloya katılmak için kişi başı 500 euroyu gözden çıkarmak gerek; bu tutar, söz meclisten içeri, bazı turistlerin zaten tüm gezi bütçesi… Ama baloda sazlı cazlı yemekten kumara kadar her şey mevcut… Palazzo Pisani Moretta’da düzenlenen Dükler Balosu ise, özel bir organizasyon ve giriş 1500 euro. Bu 1994’te moda tasarımcısı Antonia Sautter’in başlattığı ve ünlü kişilerin katıldığı, dünyanın en ünlü maskeli balosuymuş. Sautter’in hazırladığı kostüm ve maskelerle katılan ünlü film yıldızları, şarkıcılar, sporcular, şefler, sizin yemek arkadaşınız olabilir, tabii maskelerinden kendilerini tanıyabilirseniz; ama o parayı verdikten sonra insan kendini bile tanımaz, o başka…

Biz yine sokaklara dönelim, bizi sokaklar paklar… Ayrıca Karnavaldan sokaklara yansıyanlar görüntüler de yeterince renkli. Zaten Karnaval bir noktada maske ve kostüm gösterisine dönüyor. Bu nedenle türlü türlü kostümler içinde insanlar sabahtan akşama, sokaklarda dolaşıyorlar, insanlarla resim çektiriyorlar. Tabii resim çekilirken öyle ahbap çavuş pozu değil mutlaka bir atraksiyon, bir duruş olması gerekiyor, eller bir  şekle giriyor, vücut bir havaya sokuluyor… Hatta özellikle insanların  yoğun olduğu Venedik’in önemli yerlerinde görünmeye özen gösteriyorlar sanki; Santa Maria della Salute Kilise’sinin merdivenlerinde, Ca Rezzonico’nun verandasında kat kat etekleri, tüylü taşlı maskeleriyle gece kuşlarından tutun da saray soylularına kadar türlü çeşitli karakterle karşılaşabiliyorsunuz…

Artık bir süre sonra  tuhaf tuhaf kılıktaki insanları görmeye alışıyorsunuz. Pazardan sebze meyve almış yaşlıca bir kadının yüzündeki bir maske ya da gündelik iş kıyafetinin üstüne atılan bir pelerin artık size normal geliyor. Eğer Karnaval’a hazırlıksız geldiyseniz bile hiç üzülmeyin. Bir yanıyla ticari sektöre dönüşmüş Karnaval…  Dantelli taftalı şık kostümlerden hallice masa örtüsü kıvamındaki pelerinlere kadar her keseye uygun bir şeyler bulabilirsiniz.

Karnaval sırasında maske ve kostüm satılan pazarlar bile kuruluyor; örneğim Campo Santo Stefano’daki küçük pazara yorgun bir turist olarak girip iddialı ve şaşaalı bir Karnaval şahsiyeti olarak çıkabilirsiniz ama fiyatlar biraz pahalı. Daha ucuza bir şeyler derseniz; o zaman maskenin hamuruna kostümün taftasına bakmadan, her yerde karşınıza çıkan turistik dükkanlarda, büfelerde satılan türlü türlü plastik maskelere, etrafı teğelle tutturulmuş pelerinlere razı olacaksınız. Dert değil; gece ve eğlence hepsini harika bir kostüme dönüştürüyor. Ama ben işin ciddiyetine vakıfım derseniz, yine alış veriş caddelerinde gerek top top kumaşların gerekse hazır dikilmiş dört başı mağmur kostümlerin sizi beklediğini unutmayın. Bunun için  Calle Larca San Marco gibi ana alış veriş caddelerinde dolaşmanız yeter, karşınıza çıkacaktır.

Ayrıca maske yapımı da başlı başına bir sanat işi. Aslında Venedik tarihinde Karnaval dışında da kimliğini gizli tutmak için kullanılagelen maskelerin yapılıp satıldığı özel dükkanlar, atölyeler var. Bunların içinde Ca Macana’nın tescillenmiş bir üne sahip; Stanley Kubrick’in ‘Gözleri Tamamen Kapalı’ filmindeki maskelerin hepsi burada yapılmış. Maskeler arkasında hepimiz Tom Cruise, hepimiz Nicole Kidman’ız derseniz yolunuz buraya uğrasın, Venedik’ten alınacak en iyi hatıralık bence… Dorsodura’daki bu dükkanda maske boyama kursları da veriliyor. Bir diğer ünlü maske yapımcısı ise Ca del Sol… Accademia, San Marco, Corte del Teatro’da bulabileceğiniz Ca del Sol’da müthiş bir maske çeşidi var, ayrıca buradan Karnaval kostümü de tedarik edebilirsiniz. Fiyatlar ise 100-150 Euro civarında. Ben iki yeri de gezdim, ikisi de fevkaladeydi ama fiyatlar sanki Ca Macana’da daha uygundu. Maskemi de oradan aldım; takmalık değil duvara asmalık bir maskeydi ama daha tuhafı kumarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen seçtiğim maske iskambil kağıtlarıyla çevrelenmiş bir joker oldu. Maskeler, bilinçaltımızı da mı ortaya çıkarıyor, nedir…

Kostümlerle, maskelerle donananlar herhalde biraz da kamuoyu oluşturmak için sürekli sokaklarda dolaşıyorlar demiştik. İnsanlarla poz poz resim çektiriyorlar, resim çektirirken mutlaka özel bir poz veriyorlar. Ama sabahın köründen gecenin yarısına kadar bir afra tafra dolanmak zor. Onun için zaman zaman üstünü başını düzelten bir düşes, cep telefonuyla konuşmaktan poz veremeyen bir kont, bir kafede keyif çatan bahar perileri, yorgunluktan kaldırıma çökmüş bir kraliçe gözünüze çarpabilir. Sadece masalsı veya tarihi tasvirler değil; çizgi roman kişilikleri, süper kahramanlar, roman karakterleri de Karnaval da kendine yer buluyor. Bir bakıyorsunuz Süpermen yanınızdan geçiyor, Yıldız Savaşçıları ellerinde yıldız silahlarıyla köşeden dönüyor… Ya da Anna Karanina, yanında Vronsky ile birlikte karşınıza çıkabiliyor, üzerinde kendini tren altına atacağı gündeki kırmızı palto ama yüzünde gördüğü ilginin getirdiği kocaman bir tebessüm… Tavus kuşunu kafasına oturtmuş gibi duran bir gece prensi, müzik ve içkinin etkisiyle kendinden geçse de, bir resim teklifinde hemen kendine geliyor çünkü her şey biraz daha ilgi için…

Andy Warhol’un herkesin dünyada 15 dakika ünlü olması gerektiği düsturunu doğrularcasına Karnavalda herkes bir anlık dikkati üzerinde toplamak için giyinmiş, kuşanmış, süslenmiş, takmış takıştırmıştır. Karnaval sırasında herkes kostümlerle, maskelerle büründüğü kişilik olur; o maske kimse,  o karakter olur insanlar… Bir maskeyi taşımak zordur; maskelerin hakimiyeti nerede başlar, nerede biter, bazen karışır. Donuk bir maske ile ufka dalıp giden bir düş prensesi, belki de içi kıpır kıpır, Karnaval birincisi olmayı hayal ediyordur.

Ama işte o buz gibi soğuk, donuk maskenin arkasından gelen sımsıcak bir kahkaha  aslında maskelerin bir yanıyla bizi, en hassas yanımızı, dış dünyadan koruduğunu, o narin özü kendimize saklamak için maskelere ihtiyacımızın olduğunu anımsatır. Taktığımız maskeyizdir artık.  İçimizdeki dünyamızı korumak için maskemizi biraz daha benimseriz. Belki de Karnaval, taktığımız maskeleri sevmek için bulunmaz bir fırsattır. Kim bilir!

 

 

Kazablanka Gezi Rehberi: Denize Küskün Şehir

Dünyada bazı şehirlerin ışıltıları beyaz perdeye de yansımıştır, sinema o şehirlerin büyüsüne kayıtsız kalamamış ve bu şehirler yedinci sanat için bitmez tükenmez bir malzeme olmuştur; New York, Paris, Londra buna en iyi örnekler. Türkiye’de de İstanbul.  Bir de bunun tersi var; sinemanın sihirli elinin bir şehri parlattığı durum… Kimsenin üstünde durmadığı bir şehrin, sinemanın büyüsüyle ışıldaması, cazibe merkezi haline gelmesi gibi. Buna da en iyi örnek Kazablanka.  Aslında Kazablanka filmi, şehrin dokusunu pek yansıtmadığı halde, 2.Dünya Savaşı’nın ilk dönemlerinin arka fonunda yarım kalmış bir aşk hikayesini, hem sinematografi hem oyunculuk olarak çok başarılı bir şekilde anlattığı için Kazablanka adeta bir aşk ve romantizm şehri olarak kafalarda yer etti. Yani bu filmden sonra, aşığa Kazablanka sorulmaz dense yeridir; Kazablanka’da bundan nasibini aldı. Fas’tı, Afrika’ydı bihaber olanlarda bile bir Kazablanka fikri oluşmuştur sanırım.  Şehrin ismi de iç gıcıklayıcı, tınılı bir isim. İnsan ister istemez, bu egzotik isimli ve bol romantizm çağrışımlı şehri merak ediyor.

Öte yandan Osmanlı Avrupa’da Viyana kapılarına dayanmıştı ama Afrika’da da gelip dayandığı yer Fas kapıları oldu. Bu da ayrıca insan da merak uyandıran bir konu. En önemlisi de, Türk Hava Yolları’nın Fas’ta doğrudan uçtuğu tek yer Kazablanka.

O zaman siz Kazablanka filminin kült sahnesine (bu konuya geri döneceğiz) konu olan şarkı ‘As Time Goes By’ı dinlerken ben önce film hakkında bir kaç bilgi vereyim ve sonra Kazablanka’ya doğru yol alayım.

 

Michael Curtiz’in yönettiği Casablanca, 1942 yılı yapımı bir film ve 2.Dünya Savaşı’nın ilk dönemlerinde geçiyor; Fas’ın Kazablanka şehri, Hitler zulmünden kaçan insanlarla doludur ve Macar direniş lideri Victor Lazslo (Paul Henreid) ve eşi Ilsa Lund’un (Ingrid Bergman) yolu da buraya düşmüştür. Bu çift Kazablanka üzerinden güvenli bir bölgeye kaçmaya çalışmaktadır ve bunun için gereksindikleri pasaport da Kazablanka’daki en ünlü bar olan Ricks’i işleten Rick Blaine (Humphrey Bogart)’dedir. Ancak aynı zamanda Ilsa, Rick’in unutamadığı aşkıdır ve bir şekilde Ilsa’nın kendisini terk ettiğini düşünmektedir. Savaşın yarattığı yıkım, unutulamamış  bir aşkın hüznüne dolanır, bizi de içine çeker.  Filmin en vurucu sahnesi de, Ilsa’nın Rick’s Barında gördüğü piyanist Sam’den eski aşkı Rick ile sevdikleri şarkı olan ‘As Time Goes By’ı tekrar çalmasını istediği, hatta yalvardığı, bir yandan da Rick hakkında çaktırmadan bilgi almaya çalıştığı sahnedir. İşte orada buğulu gözlerle Sam’den ister ‘Play it once  Sam’ diye ve tabii o an bizim gözler bulutlanır. (Bu sahne bizim yeşilçam tarafından devşirilmeye doyulmamıştır; kemancı mı olur, piyanist mi,  güzel ve aslında masum kızın isteğini kıramaz ve onların (muhtemelen patronu olan jönle kadının) eski aşk şarkılarını çalar, tam o anda kalbi kırık jön içeri girer ve ben sana bu şarkıyı bir daha çalmayacaksın demedim mi, diye çemkirirken kadınla erkeğin gözleri buluşur ve hikaye başka bir yöne seyreder ve seyirci ister aslı, ister taklidi olsun hepsinde göz yaşlarını koyverir). Uzun lafın kısası, bütün bu olan bitenler, bir yandan da Kazablanka şehrine yarar, onu popülerleştirir. Şimdi artık şu ünlü Kazablanka’ya gitme zamanı.

Kazablanka’ya İstanbul’dan 4 saatlik bir uçuşla varılıyor. THY V.Muhammed Havalimanına iniyor. Havalanında  3 terminal var. Şehre gitmek için treni kullanmak istiyorsanız Terminal 1’e gitmeniz gerekiyor. Trenler saat başı kalkıyor ve yaklaşık yarım saatte şehre ulaşıyorsunuz.  Havalanından şehre ulaşmak için otobüsü tercih ederseniz o zaman 1 saatlik bir yolculuğu göze alacaksınız. Biz 3-4 kişi olduğumuz için taksiyi tercih ettik. Her terminalin çıkışında taksi durağı var. Durakta fiyat tarifesi de bulunuyor. Ancak bir neden bulunuyor ve sizden tarifede yazılı olandan daha fazla para talep ediyorlar. Gezerken biraz da kazıklanma göze alınmalı, bunun için çok gerilmeye gerek yok, gezinin bir parçası olarak kabul edip yolun tadını çıkarmalı. Zaten aradaki fark da çok bir şey değil. Yaklaşık yarım saatlik yolculukla şehre vardık. Ancak yol boyunca  ilk intiba çok parlak değildi. Bizdeki gecekondu mantığıyla alelacele yapılmış biçimsiz evlerle dolu mahallelerden geçerken buradan fazla bir şey beklememem gerektiğini düşündüm. Şehir merkezinde ise bariz bir Fransız etkisi hemen hissediliyordu. Art nouveau tarzı bakımsız binalar, şehrin Fransız havasının altını çiziyor. O güzelim binalar köhnelik ve ilgisizlikten varlığını kaybetmiş soylular gibi çaresiz duruyorlar. Daha sonra Nice, Bordeaux gibi Fransa şehirlerin, burada sokaklara isim olarak verildiğini görünce Fransız etkisi iyice ortaya çıktı.

Otel ise tam 1001 Gece Masalları havasında, her an bir yerden Şehrazat çıkabilir. Onun yerine fesli, çarıklı adamlar gelip bavullarımızı alıyorlar.  Otelin ismi Moroccan House gayet güzel, sevimli bir yer, ayrıca Fas’ta bir zincir otel olarak işletiliyor. Kazablanka’dan başka bir şehre gitmeye kalkarsanız konaklama ve çevre gezileri konusunda kolaylık sağlayabiliyorlar.

Kazablanka, ismiyle müsemma bir yer; Beyaz ev (Casa Branca) anlamına gelen Kazablanka’nın  tarihi merkezinde evler beyaz boyalı. Burada eskiden beri bir yerleşim varmış ama temel olarak, 1515 yılında Portekizliler tarafından küçük bir liman şehri olarak kurulmuş. İsim de onlardan yadigar.  İspanyollar 18 yüzyılda buraya yerleşince ismi Casablanca olarak kullanmışlar. (Arapçada da şehrin adı beyaz ev anlamına gelen Darü’l-Beyza imiş). Kazablanka bu dönemlerde kendi haline bir liman şehriyken, 1907 yılında Fransa’nın işgalinden sonra Fas’ın en hareketli şehirlerinden biri olmuş.

Bugün ise, Kazablanka, Fas’ın endüstri ve ticaret başkenti sayılıyor. Bir hayli de kalabalık bir şehir; Kahire’den sonra Afrika’nın en kalabalık şehriymiş. Ama gözünüz korkmasın. Bir turist için önemli  sayılacak yerler  sınırlı ve bunlarda belli yerlerde toplanmış (ancak bu belli yerler arasında bazen araca ihtiyacımız olabilir). Fas’ın başkenti Rabat Kazablanka’dan trenle 1,5 saat uzaklıkta. Ülke de Arapça konuşuluyor ama Fransızca da gayet yaygın.  Fas’ın para birimi ise Fas dirhemi. 1 dirhem ise 0,30 TL civarında.

Kazablanka, bir okyanus şehri ama baştan söyleyeyim bunu hissetmeniz o kadar kolay değil, hele ki şehrin merkezindeyseniz. Şehrin merkezi kıyıda Kazablanka Limanı boylu boyunca uzandığı için şehrin denizle bağlantısı kesilmiş oluyor. Denize ulaşmak için Eski şehri (Old Medina) den geçip neredeyse Hassan II Camisi’ne kadar gitmeniz gerekiyor; bu da epey bir şehir dışı oluyor. Kısacası Kazablanka kendi denizine küskün bir şehir.

Gezmeye başlamak için en iyi yer, şehrin kalbi de sayılabilecek Birleşmiş Milletler Meydanı (Places des Nations Unies). Burası, neredeyse şehrin bütün önemli cadde ve bulvarlarının birleştiği nokta oluyor, ayrıca bizim görmek isteyeceğimiz yerlerin toplu taşım durakları da burada. Hyatt Regency Hotel’i bu meydanın en can alıcı noktasında, adeta bir simgesi gibi. Burası şehrin ulaşımın kilit noktası olduğu gibi, ticaretinin de önemli bir merkezi; ayrıca kafeleri, lokantaları, hediyelik eşya satan mağazalarıyla bir turistin Kazablanka’da en sık uğrayacağı yer burası. Gezimizin olmazsa olmazı, eski şehrin (old medina) giriş kapısı da hemen burada; eski şehir  giriş kapısının hemen önünde de akıllara ziyan bir heykel bulunmakta. Eskiyle yeninin sentezine bir örnek diyelim… Bu Meydana yolumuz sık sık düşecek; akşamları nane çayı içmek için kafelere, yemek için lokantalarına, yürüyüş için sokaklarına, soluklanmak için parklarına, hediyeler eşya almak için dükkanlarına uğrayacağım.

Eski şehir, bir kısmı yerleşim bölgesi, bir kısmı ise çarşı-pazar. Bir yanıyla şehir merkezine yaslanan  Eski şehir,  kesintili de olsa surlarla çevrili.  Şehir merkezindeki girişinde bir de saat kulesi bulunmakta, sonra kemerli arabesk bir girişten sonra eski şehrin dükkanlarıyla karşılaşıyorsunuz.  Eski şehrin aşağı kısmı ise denize iniyor. 1755 yılındaki depremle hasar gören bölgede şehrin  en eski anıtları yer almakta. Bölgede yer alan Konsoloslar Bölgesi bir zamanlar ülkelerin elçiliklerine ev sahipliği yapan, bazı uluslararası antlaşmaların imzalandığı bir yermiş. Eski şehirde dikkati çeken bir yer de, 1900 yılında yapılan Jemma Chleuh (Berberi Camiisi). Burada evliya olarak görülen Sidi Allel el-Kairouan ve kızının türbeleri de bulunmakta. Daha aşağıda ise bir kısmı yıkılmış eski Yahudi mahallesi yer alıyor.

Denize doğru ise Sidi Ben Abdallah’ın krallığının işareti olarak, 1769 yılında savunmayı güçlendirmek için onarılmış kaledeki topları görebilirsiniz. Surların denize inen kısmında, surların çevrelediği kapı ise, çok güzel bir kafeye açılmakta: Sqala (Cafe Maure).  İçinde havuzlu yol olan kafede oturup bir şeyler içebilir ya da otantik atıştırmalıklarla açlığınızı yatıştırabilirsiniz. Burası akşam yemekleri için de çok şık bir  seçenek.

Eski şehir, Kazablanka’daki en önemli  turistik yerlerden biri ama başka Arap kentlerinin eski şehirleriyle karşılaştırıldığında sönük kalan, ben bunun daha iyisini görmüştüm, diyeceğiniz bir yer. İçinde  sebze,meyve,  giyim, ucuz mutfak eşyalarından ince bakır işçiliği, dokuma, seramik eşyalara kadar bir sürü şey bulabilirsiniz. Sonra beyaz boyalı  evler, çay evleri, kafeler, esnaf lokantaları var. Burada dolaşmak Kazablanka’nın günlük yaşantısı hakkında bilgi de veriyor. Sokaklar dar, pis, iç karartıcı; bariz bir yoksulluğu gözümüze sokuyor. Ara sokaklara girdikçe sefalet artıyor. Zaten ana yollarda dolaşın diye uyarı da var. Gerçi ben hem gece hem gündüz ara sokaklarına girdim, kayboldum, yolumu buldum, hafiften tırssam da kötü bir şeye tanık olmadım. Burada bir kaç yerel hamam da var, ben denemedim ama deneyenlerden öğrendim, giderken yedek iç çamaşırı götürün, çünkü don paça yıkanıyorsunuz, havlu verilmiyor, eşyalarınızda açık çekmecelerde tutuluyormuş. Ya da otantiklikten fedakarlık edip daha şık ve pahalı bir hamam bulun. Veya ne gerek canım hamama, kaplıcaya, Türkiye’de bunların alası var.

Birleşmiş Milletler Meydanı’ndan, Eski  şehire girmeden ama Eski şehrin sur duvarları yanından Hassan II Bulvarı boyunca yürürseniz, yine bir çok hediyelik eşya satan dükkana rastlayacaksınız.  Magnetlerden kitaplara bir sürü şey bulunabilir. Bu yol üzerinde Şehrin en lüks otelleri, kafeleri, dükkanları, lokantaları da yer almakta.

Bu caddeyi bir kesit kabul edersek sağ tarafında,  şehirler arası otobüs terminali (Route Quiad Ziane) ve tren garının (Hmadi Bulvarı) yer aldığı yerleşim alanları mevcut. Buradaki en dikkat çekici yer, Mohamed V Bulvarındaki Marche Centrale; burası bizim hal gibi bir yer. 1917 yılında yapılan  Mağribi tarzı bir kapıdan girilen alanda, türlü sebze, meyve, deniz ürünleri satılıyor, ayrıca ucuz esnaf lokantaları da var. Bu lokantaları denedim, benim için sonuç hüsrandı.  Gezmek için ilginç bir yer; gelen geçen ayak üstü iki istiridye yiyip öyle devam ediyorlardı yola, bizdeki midye dolma hesabı. Tezgahlarda çeşit çeşit deniz ürünlerinin yanında, meyveler, sebzeler, türlü hurma çeşitleri ve argan yağı bazlı ürünler de  burada bulunabilir.   O resimde gördüğünüz de, evet kaplumbağa ve evde beslemek için aldıklarını hiç sanmıyorum.

Birleşmiş Milletler Bulvarı’ndan denizin tam aksi istikametinde, şehrin içine doğru yürürseniz V.Muhammed Meydanı‘na varacaksınız. Burası yine Mağribi tarzın hakim olduğu 1936 yılı yapımı Belediye Binasına ev sahipliği yapmakta.  Şehrin idari merkezi gibi. Ayrıca postane, adliye gibi başka yönetim binaları da mevcut. Burada ayrıca  Parc de la Ligue Arabe  (Arap Ligi Parkı) var, geniş, yemyeşil bir park. Aradan geçen bir yol ile La Casablancaise Parkı’nında ayrılıyor. Arada da bir çok çay bahçesi var. Keyifli bir alan. Serinlemek, soluklanmak için doğru bir seçim.

Arap Ligi Parkının yanında Eglise Sacre Coeur (Kilise) var; 1930 yılı yapımı olan Kilise gotik ve art deco tarzlarının bir bileşimi. Parkın öbür tarafında ise 1956 yılı yapımı  Eglise Notre Dame de Lourdes (Kilise) bulunmakta; isminden de anlaşılacağı üzere Fransa’nın burada büyük bir etkisi var. Ama  şaşırtıcı olarak başka bir etki de Türkiye’den. Ortadoğu ve kuzey Afrika’da gezdiğim eski Osmanlı coğrafyasına dahil yerlerde de rastlamıştım. Bence Türkiye’nin bu bölgede güçlü bir kültürel etki alanı var ama tabii bu Araplara benzemeye çalışan Türkiye’nin kültürü değil. Tam aksine müslüman olduğu halde seküler hayat tarzını benimsemiş Türkiye’nin kültürü onları etkiliyor. Bilmem hala Türkiye’nin böyle bir etkisi var mıdır? Neyse, hediyelik eşya dükkanlarının birinde dolaşırken satıcı çocuk Türk olduğumu anlayınca yanıma geldi, Türk olup olmadığımı sordu, evet deyince de elindeki kitabı gösterdi; pratik yoldan Türkçe öğretmeye yönelik bir kitaptı. Kazablanka’da bir dükkanda kendi kendine Türkçe öğrenmeye çalışan bir genç şaşırtıcı geldi tabii. Niye Türkçe öğrenmek istiyorsun diye sorduğumda, Türk televizyon dizilerini Türkçe izleyebilmek için, dedi. Buna benzer örnekler başka yerlerde de karşıma çıktı. Bilmem gittikçe Araplaşan, kendilerinin kötü bir kopyası olmaya çabalayan bir kültürden hala etkilenirler mi?

Lafı uzatmayayım, bu bölge ayrıca şehrin ticaret merkezine açılıyor ve ikiz kuleler, ticari hayatın merkezi konumunda ama bu kuleler, bizim çok katlı rezidansların yanına bile yaklaşamayan boyutlarda. Hemen yakında ise (İbrahim Rudahi Bulvarı) art deco tarzındaki Villa des Arts ise çağdaş Fas sanatına ayrılmış bir müze. Önünden geçip gittim.

Aynı bölgede yer alan Le Habous ise muhtelif mağazaların toplandığı bir alan. Hediyelik eşya seçimi için çok iyi bir seçim olabilir. Burada 1920’lerde Pertuzio kardeşler tarafından yapılan Saray da yer almakta. Şehrin daha da içeri kısmı, oto sanayi bölgesi havasında; karışık, kirli, kaba… Özensiz bir yapılaşma ile yerleşim bölgelerine geçiliyor.

Artık Okyanusa ulaşma zamanı geldi ama önce bir yemek molası. Marche Central vardı ya, onun arkasında L’Etoile Lokantası’na gidiyoruz. Lokantanın içi, otelim gibi, gayet otantik, tam bir mağribi havasında. Yemekler lezzetli, fiyatlar makul; tam bir  turistin mutlu rüyası. Ben önce hariri çorbasını denedim; kuzu etli, bir sürü baharat ve sebze eklenerek yapılan bir çorba.  Sonra da tajin. Bizim güvece benzeyen ve adını içinde servis edilen huni şeklinde kapağı olan toprak kaptan alan tajin, sığır eti, kuzu eti, tavuk eti ya da balıkla (orijinalinde kömür ateşinde) hazırlanabiliyor. Yemeğe etin türüne göre badem, kuru erik veya üzüm, zeytin, limon konulabiliyor. Ben erik, kaysı, bademli dana etli tajin tercih ettim.  Denemekte fayda var. 

Evet, yemekten sonra,önce II.Hasan Cami’si ve sonra nihayet deniz kenarı, yani Corniche, Anfa ve Ain Dyab Plajı var sırada.  Şimdiye kadar şehri yürüyerek gezdik ama  artık bir araca binmek zamanı geldi. Elbette yürüyebilirsiniz, Corniche ve Anfa’ya ben yürüdüm mesela ama yorucu olabilir. Şehirde taxi petite denilen minik araçlar var, onlarla rahatça gidebilirsiniz. Ayrıca Birleşmiş Milletler Meydanından Ain Dyab Plajına giden tramvaylar da mevcut, biletler duraktan alınabiliyor.

Limandan ya da Eski şehirden batıya doğru, Muhammed  Bin Abdullah Bulvarı boyunca yürürseniz görkemli II Hasan Camiine varırsınız. Burası neredeyse şehrin denizle buluştuğu ilk nokta. Mekke ve Medine’dekiler dışında dünyanın en büyük camisi olarak kabul edilen II Hasan Camii, 1994 yılında tamamlanmış; iç mekanı 25000, dış mekanı 80000 kişi kapasiteliymiş. Minareler 210 metre yükseklikte olup tepesindeki lazer yeşil ışık kıbleyi gösteriyormuş. Caminin iki kapısı var, denize bakan kapı saray maiyetine aitmiş. Cami, bizdekiler gibi yuvarlak, kıvrımlı hatlara sahip değil, sert, dik, kare şekiller hakim. Neredeyse Mağribi gotik diyeceğimiz bir tarzı var (O neyse, artık) ama Cami bütününde, Arap tarzı kendini hemen hissettiriyor. Cami kulesi görkemli, tepesindeki üç topun altın olduğuna dair rivayetler var. Caminin içi de dışı da çok etkileyici, Mağribi mimarisi ve el işçiliğinin en usta örneklerini burada görebilirsiniz.  Turkuaz çinilerle bezenmiş dış cephe, Caminin görkemine ayrı bir estetik de katıyor;

Caminin içi de ince ince işlenmiş taş oymacılığıyla insanı büyülüyor. İçerideki muhtelif mukarnas bezemeleri uzun uzun seyredilecek güzellikte. Ve en önemlisi Caminin tepesi de kısmen açılabilir olduğundan havalandırması gayet iyi; Buranın Fas’ta gayri müslümlerin girebildiği tek cami olduğu yazılı ama ben gittiğimde cübbeli, sarıklı, ak sakallı bir adam asasını yere vura vura Müslüman mısın?, diye sorguya çekti beni. Sorgu sual kısmından sonra içeri alındım. Belli ki  rehberli turlar dışında içeri Müslüman olmayanları almıyorlar ya da o an bana ‘göründüler’ ama ben içeri girme telaşında, anlayamadım olayı.

Yoldan devam ederseniz bir deniz fenerine varacaksınız. Bu yol da hem sefalet hem şaşaa var.  Bir yandan gecekondular, çöp toplayan göçerler var, bir yandan da kapıları sımsıkı kapalı lüks lokantalar.

Ama  burası Kazablanka’nın belki de en hareketli bölgesinin başlangıcı; bizim Kordon boyuna tekabül eden La Corniche…Pek gösterişli olmayan alış veriş merkezleri yanında şık lokantalar, kafeler, denize girmek için beachler, klüpler yol boyu size eşlik edecek. Yol sizi Alfa’ya getirecek; arka bölgesinde hipodrum, futbol sahası olan bu semt lüks villalara, şık kafelere, lokantalara ve gece klüplerine ev sahipliği yapıyor; gecelere akmak isteyenler buraya gelecek.

Ve nihayet Ain Dyab… Kazablanka’nın gerçekten okyanusa kavuştuğu yer; uçsuz bucaksız  bir sahil. Geniş bir deniz çizgisi olan plajda, biraz da mevsimden olsa gerek, güneşlenenden çok futbol oynayan gençler vardı. Adeta bir futbol antreman bölgesi gibiydi. Artık başımıza gözümüze top gelir korkusunu bir yana bırakıp biz de sahilin keyfini çıkardık. İstenirse kıyıdaki kafelerde oturup daha güvenli bir şekilde manzaranın keyfi de çıkarılabilir tabii. Denize giren neredeyse hiç yoktu, sanırım çok tekin bir yer değil burası, ne de olsa okyanus ve akıntı kıyı da bile çok kuvvetli olsa gerek. Zaten sahil çizgisi o kadar geniş ki, denize girebilmek için yürürken insan yorgun düşer. Ain Dyab’ta şık malikaneler bulunuyor, burası şehrin sayfiyesi gibi bir yer.

Akşam oldu, artık kafamdaki yere gitme zamanı. Elbette burası, Kazablanka’yı bu kadar popüler hale getiren filmin can alıcı noktası (Ilsa, mahsun gözlerle yalvarırcasına Sam’e ‘Play it once Sam’dediği yer): Rick’s Cafe. Rick’s Cafe eskiden Birleşmiş Milletler Bulvarındaymış, sonra Eski Şehrin denizle buluştuğu  yere taşınmış, 2004’ten beri burada, Sour Jdid Bulvarı üstünde.  Tabii burası orijinal Rick’s Cafe değil, 1942’de Hollywood’ta filmler stüdyoda çekildiği için bu da Kazablanka’daki taklit Rick’s Cafe ama her şey düşünülmüş.

Sam’in piyanosu bile. Atmosfer o kadar sahici ki, insan kendine bir çeki düzen veriyor; orada hepimiz Humphrey Bogart oluyoruz, hepimiz Ingrid Bergman. Yok, aslında Ingrid Bergman rolü kapılmış durumda, üzgünüm hanımlar ama Kafe’de her gece belli bir saatte o döneme ait olduğunu düşündüğüm elbiseleriyle Kafenin işletmecisi ya da sahibesi bir hanım masalar arasında süzülürcesine dolaşarak hal hatır soruyor; Ingrid Bergman rolünü kimseye kaptıracak gibi değil. Kafe içinde sürekli Kazablanka filminin oynadığı bir bölüm de var. Yemekler ise gayet güzel, fesli garsonlar büyük bir özenle sunuyor yemekleri. Ben Kafenin kendi kokteyli ile başlayıp lavanta-bal-badem soslu keçi peynirli kroket aldım, sonra kuzu pirzola ve nane çayıyla yemeği bitirdim. Gayet memnun kaldım.

Nane çayı, Fas’ta özel bir öneme sahip. Gümüş, kurşun, emaye çaydanlıklarda demlenerek servis ediliyor ve çayın havalanması için bardağa yukarıdan boşaltılıyor. Nane filizlerine portakal çiçeği ya da çam fıstığı eklenerek de hazırlanabiliyor. Genelde renkli küçük (silindirik) cam bardaklarda sunuluyor.

Akşamları Corniche’in çılgın eğlence hayatı bizim yaşımızı zorladığı için genelde Birleşmiş Milletler Meydanı’ndaki kafelerde oturuyoruz. Gençler giyinip kuşanıp gecelere hazırlanmışlar, dolaşıyorlar. Sokaklarda dolaşan insanların bazılarının elinde bir tas, içinde de salyangozlar görüyorum. Burada akşamları, seyyar satıcılar tezgahları üstünde bir tüp, tüpün üstünde içi salyangoz dolu bir kazanla dolanıyor. İnsanlar küllahlara doldurdukları haşlanmış salyangozları yiyerek dolaşıyorlar. Müslüman mahallesinde salyangoz satmak, deyimi tam burası için geçerli galiba. Sanırım bir Fransız mutfağı tadının Fas tarzına uyarlanması bu.

Elbette sadece Corniche veya Ain Dyab’ta değil, şehrin merkezinde de eğlenecek, bir iki içki içilecek yerler var. Ama merkezdeki barların sadece kapısı açık, diğer her tarafı kepenklerle kaplı. İlginçtir, bir akşam bu barlardan birinde, bira şişesi koleksiyonu yapan bir arkadaşım için içtiğim biranın şişesini alıp alamayacağımı sordum, ortalık birden karıştı. Arapça o bir şey dedi, bu bir şey dedi. Neyse, yabancı olduğumuz belli, Türk olduğumuzu da anladıklarında ortam samimileşti, meğer boş bira şişelerin bar dışına çıkarılması gayri resmi bir kural olarak yasakmış, çünkü millet kavgada birbirinin kafasında kırıyormuş. Burada Türk olduğunuzu öğrendiklerinde, genelde olumlu bir hava oluşuyor, onlar da  Türkiye ile ilgili ne biliyorlarsa döktürüyorlar; futbol takımları, politikacılar, şarkıcılar ama istisnasız kimle konuştuysam hepsinin ortak söylediği bir isim Atatürk’tü. Kazablanka’da Türkler ve tabii ki dönerciler de mevcut ama Fas yemekleri zaten bizim yemeklerden çok farklı değil, biraz daha meyve katkılı sadece.

Gelelim şehrin sırlarına… Bu barda geçen gece kaynaştığımız şehrin yerlilerinden öğrendiğime göre, yalnız bir kadın turistin taciz edilme olasılığı çok yüksekmiş, bu daha çok şans deneme, asılma şeklinde oluyormuş. Yalnız erkek turistler için ise bazı barlar varmış. Bizim Ankara-Ulus türkü barları kıvamında lokanta-bar-kafe karışımı yerlermiş ve içeride amerikan barda yalnız oturan kadınlar da varsa eh o zaman beyefendiler buyursunlar gelsinlermiş… Ne olur ne olmaz, giriş kolay da çıkış zordur böyle yerlerde, ben size bar ismi vermeyeyim, siz isterseniz kendiniz bulun ama hani yemek yediğim L’Etoile vardı ya, oralara biraz daha dikkatli bakın.

Gezdik, dolaştık, yedik, içtik, peki Kazablanka’dan ne alacağız? Hediyelik eşyalar için de en iyi yer Birleşmiş Milletler Meydanı. Oradaki dükkanları zaten siz göreceksiniz; hepsi de kendilerinin Turizm Bakanlığından özel sertifikaları olduğunu söyleyecektir. Doğrudur belki de ama eşyalar genelde hep aynı. Seramik tabak çanaklar, metal objeler, berberi kilimleri, otantik desenli magnetler, anahtarlıklar, yarı değerli taşlardan mücevherat… Aynı bölgede bu eşyaları daha özgün halde üreten dükkanlar da var. Artık hangisi hoşunuza giderse. Ve tabii hurma ile argan yağı ve yağ mamulü sabunlar, kremler, kozmetik ürünleri de mevcut.

Ben Kazablanka’ya beş günlük bir süre için gittim (bir günü Rabat’ta geçti), fazla geldi. Kazablanka bence Fas’ta başka şehirleri gezmek için gelindiğinde varış-kalkış noktası olarak kullanılacak ve 1,5-2 günde gezilecek bir şehir. Bazı tanıtım yazılarında Fas için, Endülüs’ün kaynağı falan diyorlar; yalan… O, Arap kültürü ile İberik tarzın harmanlandığı farklı bir şey. Yani Kazablanka özelinde, Fas genelinde, ‘zil, şal ve gül’ estetiğini bulmanız zor, burada bulacağınız başka şeyler var, aynı değil ama bunlar da güzel.

Kısacası, Kazablanka tek başına tatil destinasyonu olarak seçilecek bir yer değil. Hele ikinci kez gelinecek bir yer hiç değil. Bu nedenle, şehir ile özdeşlemiş filmin iç burkan sahnesini biraz değiştirerek söylüyorum: ‘Bir daha çalma Sam’.

Konya Tropikal Kelebek Bahçesi: Kelebek Kanadının İzinde

Avrupa’nın en büyük tropikal kelebek bahçesinin Konya’da olduğunu biliyor musunuz? Ben bilmiyordum. Gittim, gördüm, şaşırdım, hayran kaldım ve gururlandım.

Konya denilince ilk akla gelenler; Mevlana Türbesi, etli ekmek, tandır kebabı olur nedense. Oysa Konya, Selçuklular’a başkentlik yapmış kadim bir şehir. 12 ve 13. yüzyılda yaşamış birçok din ve siyaset adamının türbelerine ev sahipliği yapıyor. Çok sayıda cami ve tarihi eserlerin sergilendiği müzenin de bulunduğu Konya’da son yıllarda yeni bir park yapılmış.

385.000 metrekare alanı olan Kelebekler Vadisi Parkı’nın; 7.600 metrekare alan üzerine inşa edilen Aşkın Kanatları Konya Tropikal Kelebek Bahçesi’nde, 1.600 metrekare kelebek uçuş alanı yer alıyor.

700 ton çeliğin, her biri farklı ölçülerde bin 730 adet camın kullanıldığı inşaatta; sadece teknik ekipler değil, bilimsel alanlarda uzman isimler de çalışmış. Kelebeklerin Konya’da yaşayabilmeleri için sıcaklığın yaz kış 26 (±1) derece ve nem oranının ise yüzde 80 (±5) olması gerekiyomuş. Aynı zamanda kelebeklerin yönlerini bulmaları için de UV ışınlarının maksimum oranda geçişini sağlayan özel PVB malzemesi kullanılmış.

Çocuklara doğayla ilgili bilgiler vermek ve tanıtmak amacıyla yapılan bu Tropik Kelebek Bahçesi; yetişkinleri de çocuklaştırdığından mıdır bilemem, içeride her yaştan insan sevinç ve hayret çığlıkları içinde kelebeklerin uçuşunu izliyordu.

İçerideki kelebek tür ve sayısı sürekli değiştiği için benim gezdiğim dönemde kaç kelebek vardı, tam bilemedim ama onlarcasını gördüm. Nazlı nazlı çiçeklerin üstüne konduklarını, dans ettiklerini izledim. Erkek kelebeğin, dişisinin ilgisini çekmek ve onu çiftleşmeye teşvik etmek için dans ederken kur yaptığını da öğrendim.

Kelebek Bahçesi, mavi beyaz kelebek kanadı şeklinde yapılmış kocaman bir bina aslında. Bilet alıp girdiğinizde isterseniz fotoğrafınızı çekiyorlar, özel görüntülerle birleştiriliyormuş bu resimler, çıkışta beğenirseniz alıyormuşsunuz, beğenmez iseniz gün sonunda siliniyormuş.

Tropik bitkiler ve kelebekler için ayarlanmış nemli bir ortam var. Girişten itibaren her yerde, genç kızlar ve erkeklerden oluşan görevliler kibarca sizi yönlendiriyor ve sorularınızı yanıtlıyorlar.

Yürüyüş yolunun kenarlarında ve duvarlarda çiçekler var. Yan duvarlar ve tavan cemakan görüntüsünde bir malzeme ile kaplı.

Yanınızda minik bir dere akıyor, ufak şelaleden akan su sesini dinleyip çiçeklere bakarken…

Rengarenk kelebekler, çiçeklerin kayaların üzerinde poz veriyordu sanki ziyaretçilere.

Siyah bir kelebek başımın üstünden süzülüp, bir yaprağa kondu. Rüya alemindeymişim gibi hissettim. Çiçeğin üstünde dans eden kelebeğin resmini çekerken ürkütmekten ya da zarar vermekten korktum, ama hiç rahatsız olmadı.

Bazı kelebekler çürük meyve seviyormuş, birçok yerde zembil gibi havadan sarkıtılmış tabaklarda meyve parçaları ve üstünde kelebekler var.

 

Birçok yerde, cemakanlar içinde kelebek kozaları var. Üstlerinde geldikleri ülkeler ve tarih yazılmış. Camekanlar ve nem yüzünden resimler net değil.

Çiçekler arasında yanımdan başımdan uçuşan kelebekler arasında yürüyüş bittiğinde, yeni bir bölüm başlıyor, Böcek Müzesi.

Burada dünyanın farklı yerlerine ait kelebek ve böceklerin gelişim süreçleri ve yaşam döngüleri sergileniyor.

Bu bölümdekiler canlı değil ama gerçek hayvanlar. Camekanlar içinde kelebek sınıflandırması yapılmış. Bu camekanların önünde de dokunmatik ekranlar var. Çocukların boyuna göre ayarlanmış ve alçakta yer alıyor bu ekranlar. Dokunarak seçim yapıp istediğiniz bilgileri edinebiliyorsunuz. Her sayfada sunulan seçenekler ile yeniden seçim yapabileceğiniz yerleri tıklayarak ilerlemeniz mümkün.

Hem dişi hem de erkek özellikler taşıyan bir kelebek. Doğada kelebeklerin 10.000 de birinde görülebilen bu olaya ginandromorfizm deniyormuş. Kelebeğin vücudunun solundaki siyah karın ve siyah kanat erkek özellik, sağındaki sarı karın ve beyaz kanat dişi özelliği taşımaktaymış. Konya Tropikal Kelebek Bahçesinde, 18 şubat 2017 de pupasından çıkan bu kelebek, iki haftalık ömrünü tamamladığında müze koleksiyonunun bir parçası olarak saklanmış.

Yeşil ışığın hakim olduğu koridorlardan geçip, değişik böcek türlerinin yaşam döngülerini görebileceğiniz küçük küre gibi odacıklara giriyorsunuz.

Her odada ayrı bir böceğe ilişkin görsel materyaller ve önlerinde bilgi alınacak dokunmatik ekranlar var.

Camekan arkasında ağaç dalları, yapraklar, çiçekler arasına ve üstüne ilk bakışta ayırt etmeniz mümkün olmayan böcekler yerleştirilmiş. Hatta bazısı ağaç dalı görünümünde böcekler. Çocuklar ve yetişkinler, “bir tane daha buldum” diye sevinerek camın dışından gözleri ve parmakları ile böcek arıyorlardı.

Kapısı açık küçük bir sinema salonunda, ekranda böcekler ve kelebeklerle ilgili sürekli bir film gösterisi de var. Sizin veya çocuğunuzun bilimsel yolculuğuna keyif katacak bir ortam.

Müzenin sonunda, her türlü materyalde kelebek motifinin kullanıldığı hediyelik eşya bölümü var. İlginizi çekerse çıkmadan önce buradan bir şeyler almak da mümkün.

Belki bu müze ve benzerlerinden her yerde olmalı. Çocukların, kapalı alışveriş mekanları yerine doğayı tanıyıp anlamalarına yardımcı olacak keyifli zaman geçirmelerini sağlamak için. Belki de merak duygularının ve hayal güçlerinin izinde gidip birer bilim insanı olmalarını sağlamanın bir yolu da budur…

Venedik’in Üç İncisi: Murano, Burano, Torcello

Venedik adalar üzerine kurulu bir kent ama şehrin kurulu olduğu iki ana ada ve sanki bu iki adanın önemini belirtmek istercesine hemen altında uzanan Giudecca, gezginlerin ana odağında olan yerler. Ancak bunlar dışında da gezmekten keyif alacağınız adalar mevcut.  Lido bunlardan biri ama Venedik’in sayfiyesi gibi olan ve plajlardan oluşan bu adayı, ne yazık ki mevsim nedeniyle bu sefer gezi planlarımın dışında tuttum. Yoksa Thomas Mann’ın belki de en hüzünlü romanı, her anlamıysa mümkünsüz bir tutkuyu anlatan Venedik’te Ölüm’ün geçtiği bu yerlerden bende geçmek isterdim. Soğuk önümü kesti. Ben de klasik gezgin rotasını takip ettim ve Murano, Burano ve Torcello’ya gittim.

Ulaşım

Murano-Burano ve Torcelli’ye Venedik’ten kalkan gezi turları ile zahmetsizce gidebilirsiniz; Venedik’te muhtelif turlar düzenleyen Alilaguna’nın her gün üç adaya da turu var. Her gün saat 9.00, 10.00, 11.00, 12.00 ve 13.00 ‘de Santa Lucia Tren İstasyonu’ndan hareket edip 5.5 saat süren bir turla Murano-Burano-Torcelli’yi gezebilirsiniz. Ücret 20 euro. Ama ben kendim gezeceğim derseniz o zaman bu üç adaya vaporettolar ile gidebilirsiniz.

Venedik Islands

Murano’ya San Zaccaria’dan 4.1 veya 4.2 hatlarını kullanarak gidebilirsiniz; 4.1, Fondamente Nove ve San Michele adası yönünden gidiyor ve yol 40 dakika , 4.2 ise tam tersine Giudecca tarafından gidiyor ve yol bir saat kadar sürüyor. Nisan-Ekim arasında 7 numaralı vaporetto ile de Murano’da Colonna, Faro ve Novagero duraklarına ulaşabilirsiniz. Adanın kuzeyinden Fondamente Nove tarafından da 4.1 ve 4.2 hatlarıyla Murano’ya ulaşabilirsiniz; 4.1 ile Murano Colonna durağına 10 dakikada ulaşabilirsiniz. Aynı yerden kalkan 13 numaralı vaporetto ise 10 dakika’da Murano’da Faro durağına gidiyor. Piazzale Roma’da Santa Lucia Tren İstasyonundan 3 numaralı vaporetto ile 17 dakikada Murano’da Colonna durağına erişilebilir.  Ayrıca bu duraktan 4.1 ve 4.2 hatları ile de Murano’ya ulababilirsiniz. 4.1, 4.2, 3 numaralı hatların Murano’da uğradığı duraklar; Colonna, Faro, Navagero, Museo, Mula, Venier.

Burano’ya ise, Fondamente Nove  durağından 12 numaralı vaporetto ile gidilebilir; yol 40 dakika sürüyor. Ayrıca Murano’da Faro durağından 12 numaralı vaporetto ile de Burano’ya geçebilirsiniz. Torcello’ya ise Burano’dan 9 numaralı vaporetto ile gidilebiliyor. Vaporetto fiyatlarına Büyük Kanal yazımızda değinmiştir. Adalara yapacağınız gezi de, günlük bilet almanız daha mantıklı. Yazımızdan da hatırlanacağı üzere günlük biletin fiyatı 20 euro. Karar sizin…

Artık adalara gidelim… Yolda deniz heykellerini ve San Michele Mezarlık Adası’nın yanından geçerek ilk durağımız Murano’ya varıyoruz. İlginç mezarları ve 1470’lerden kalma Kiliseyi gezmek isterseniz San Michele Adasında inebilirsiniz; 4.1 ve 4.2 numaralı vaporetto hatlarının bu adada durağı var.

Ben üç adayı günü birlik bir gezi ile gezdim, onun için deneyimlerimde daha çok gezmek görmek yönünde.

Murano

Murano’nun ünü cam merkezi olmasından geliyor. Venedik’e 1.5 kilometre uzaklıktaki bu ada, birbirine köprülerle bağlı 8 adacıktan oluşuyor. Cam atölyelerin fırınlarının yarattığı yangın tehlikesi  ve çıkardıkları duman nedeniyle 1291’de cam üreticilerinin  Venedik merkezinden çıkarılmalarından sonra Murano dünya çapında bir merkez olmuş. Burası camın sanata döndüğü bir yer. Büyük kanalın ikiye böldüğü Murano, yürüyerek gezmek için ideal.

Morano

Yürürken çok sayıdaki cam üreticilerinin atölyelerine, şık ürünlerle donatılmış dükkanlarına da göz atın. Bunlar arasında Vetreria Artestica Colleoni, OMG, Alessandro Mandruzzato Fero Murano, Barovier & Toso, Murano Glass Factory öne çıkanlar. En eski Murano cam üreticisi ise Pauly & C- Compagnia Venezia Murano, hala piyasada… Üretim yerleri pek ziyaretçi kabul etmiyor ama yürürken bazılarına ait galerilere, dükkanlara rastlayabilirsiniz. Bazen cam üfleme yöntemini gösteren programlar da oluyor. Ayrıca her taraftaki dükkanlardaki cam ürünler de hayranlık uyandırıcı. Tabii bu konuda en güzel örneklerden biri de Ada’nın meydanindaki cam noel ağacı. Murona uzun yıllar cam üretimi ile ilgili sırrını korumuş ama 16 yüzyıldan itibaren bu sır, artık kim boş boğazlık yaptıysa, sır olmaktan çıkmaya başlamış. Ama cam ürtetiminin verdiği ayrıcalıkla Murano 13 yüzyıldan itibaren kendi idaresini kurmuş, para basmış. Özellikle 15 yüzyıldan itibaren cam üreticilerinin toplumda çok saygın bir yeri varmış, kılıç taşımalarına bile izin veriliyormuş ama Adadan ayrılmaya kalktıklarında bunu canlarıyla ödeyenler bile olmuş.

Murano’da camdan başka görülecek şeyler de var. Örneğin 12 yüzyıldan kalma mozaik yoluyla ünlü Basilica dei Santa Maria  San Donato rivayete göre Aziz Donatus tarafından öldürülen canavarın kemiklerine de ev sahipliği yapmaktaymış. İçinde Bellini’nin iki eserinin de bulunduğu Chiesa di San Pietro Martire ve 19 yüzyıla ait saat kulesiyle dikkati çeken Campo Santo Stefano’da Adanın dikkate değer yerlerinden. Şu an cam galerisi olarak kullanılan 1200’lerden kalma Chiesa di Santa Chiara, Ada’nın en eski binalarından. Burası 500 yıl boyunca bir çok din görevlisini ağırlamış hatta rivayete göre bir zamanlar Casanova’nın aşıklarından birine de ev sahipliği yapmış. Adanın 1800’lerde geçirdiği restorasyonlardan canını kurtaran bir yer olarak bilinen Palazzo da Mula’da 12 ve 13 yüzyıldan kalma Gotik havasıyla ilgi çekici.  Ama burada mutlaka görmeniz gereken yer cam müzesi olarak bilinen Museo del Vetro. Müze Kasım-Mart arası 10.30- 16.30 saatlerinde, Nisan-Ekim arası 10.30-18.00 saatlerinde ziyaret edilebilir, giriş 14 euro.

Bir zamanlar Torcelli Piskoposluğunun binası olan yapı, 1840’da Murano Belediyesine geçmiş, 1923’te de müze olarak düzenlenmiş. Müze, camın geçmişinden bugününe kadar ki serüvenine tanıklık ediyor; Murano camının kökenine taa MS 3 yüzyıla giderek örneklendirip Rönesans zamanındaki muhteşemliği ve bugünkü modern cam işlemeciliğini nadide parçalarla gözler önüne seriyor. Müzenin belki de en önemli parçası 1470’lere tarihlenen Angelo Barovier yapımı mine süslemeli bir düğün kadehi.  Cam Venediklilerin Suriye ile yakın ilişkileri sonucu öğrenilmiş ama 14 yüzyıla gelindiğinde Venedik, doğunun cam ustalığını tehdit eder hale gelmiş, ilk berrak cam da 1400’lerde Venedik’te yapılmış… Müzeden öğrendiklerim bunlar.

Burano

Burano’nun olayı ise dantel. Ve rengarenk evleri. Burano, Venedik’ten 7 kilometre uzaklıkta ve 4 adacıktan oluşmakta. Burası kalabalık bir ada. Kanallar boyunca yan yana sıralanmış her renkten evler, adadaki ağaç azlığını unuttuyor. Kartpostallardan fırlamış gibi renkli, şen ve çekici.

Burası da Murano gibi Romalılar tarafından kurulmuş sonra Hunlardan kaçan Altinolular buraya yerleşmiş. Önceleri idari açıdan Torcelli’ye bağlıymış ve Torcelli veya Murano gibi hiçbir imtiyaza sahip değilmiş. Ne zamanki Adanın kadınları 16 yüzyılda dantel işinde harikalar yaratmışlar, Adanın da ünü gittikçe yayılmış. Zamanla dantel ticareti azalsa da 1872’de Ada’da kurulan dantel okulu sayesinde eski palak günlerine dönmüş.

Bence adanın en güzel yanı, kanallar boyunca yan yana dizilmiş göz alıcı renkteki evlerin görüntüsü. Hoş, burada evinizi kafanıza göre boyayamıyormuşsunuz; belediyeye boyama talebinizi iletiyormuşsunuz, onlarda size renk konusunda belli seçenekler veriyormuş; renklerin hepsi de ‘ben buradayım’ dercesine parlıyor.

  Madem buranın danteli ünlü, dantel müzesi Museo del Merletto’ya uğramadan olmaz. Burası Kasım-Mart arası 10.00-17.00 saatlerinde, Nisan-Ekim arası 10.00-18.00 saatleri arasında görülebilir, giriş 5 euro. Kızlar çeyiziniz için örnek arıyorsanız, adaya buyrun; dantel ile yapmadıkları kalmamış.

Adada ziyaret edilecek bir yer de Chiesa San Martino. Kilisenin en büyük süksesi Giambattista Tiepolo’nun 1727 yapımı Çarmıh tablosu. Burano’da yapabileceğiniz bir şey de, Ada’ya ait S şeklindeki Essi kurabiyelerinden tatmak. Burada birbirinden cazip kafe ve lokanta var ama otel yok, gezinizi ona göre planlayın.

Torcello

Torcello’da neredeyse hiç yerleşim olmasa da Venedik’in en eski yapısı burada. Bu bile Torcello’yu ziyaret etmeye değer. Rivayete göre burada ilk yerleşim 452’de gerçekleşmiş ama 1 yüzyıldan beri hemen ana karadaki Roma kolonisi Altinuum ile birlikte burada da bir yaşam olduğuna dair izler bulunmaktaymış. Ada 5 yüzyılda eni konu kalabalık bir yerleşimken ilerleyen zamanlarda Venedik şehrinin yükselişiyle süksesini kaybetmiş. Bugün yaklaşık 60 kişinin yaşadığı ada da  ünlü Locanda Cipriani dışında kalacak yer yok. Adada sadece eski parlak günlerin izini taşıyan Katedral Santa Maria Assunta ve Santa Fosca Kilisesi sizi karşılayacak. Bunlara ulaşmak için de Torcello’ya geldiğinizde,  iskeleden Adanın içine doğru, kanal boyunca 2 kilometre kadar yürümeniz gerekecek. Gezinizi ona göre ayarlamanızda fayda var. Yol boyunca 15 yüzyıldan kalma Ponte del Diavolo’ya (Şeytan Köprüsü) da dikkat.

Torcello, diğer adalara göre tarihi süreç içinde ayrı bir önemi olan bir yer. Özellikle Attila önderliğindeki Hunların akınlarından Germen saldırılarına, Lombardların  baskılarından Frankların tehditlerine kadar her tehkileye karşı göreceli de olsa güvenli bir liman olmanın yanında Bizansla bağlantısı da Torcello’nun cai,be merkezi olmasına yol açmış. Hatta Altino Piskoposu bile bu adaya sığınmış ve adanın koruyucu azizi Heliodorus’un kalıntılarını buraya getirmiş. 10 yüzyılda Torcello, Venedik’ten çok daha parlak bir yerleşim yeriymiş.

Adanın mücevherleri, Santa Maria Assunta Katedrali ile Santa Forsa Kilisesi yan yana ve birbiriyle bağlantılı yerler.  Katedral 639’da yapılmış ama mozaiklerde dahil iç donanımlar 11 ve 12 yüzyıl Bizans işlemelerinden oluşuyormuş. Mermer vaiz kürsüsü 7 yüzyıldan kalmış ama basilikanın bugünkü hali 1008’e tarihlenmekte. Katedralin içinde Kıyamet Günü ve Apsis mozaikleri özellikle göz alıcı. Sunağın altındaki Romanesk lahitte ise Aziz Heliodorus’un kalıntılarının olduğu rivayet edilmekte. Hemen yandaki Yunan Haçı formundaki Santa Fosca Kilisesi ise 11 ve 12 yüzyıla aitmiş. Basilica di Torcello’nun giriş ücreti 5 euro.  Kilisenin yanındaki Palazzo dell Archivio ve Palazzo del Consiglio’da kurulu Museo Provinciale Torcello’da ise Torcello’nun parlak günlerine tanıklık etmiş sikkeden heykele bir çok obje bulunmakta.  Müze pazartesileri hariç Mart-Ekim arası 10.30-17.30 saatlerinde, Kasım-Mart arası 10.00-17.00 saatlerinde ziyaret edilebilir, giriş 3 euro. Müze, Katedral ve Çan Kulesi birlikte alınırsa ücret 22 euro…

Görünce ilginizi çekecek bir başka şey ise bahçede duran hafif yıkık mermer bir koltuk; rivayete göre bu koltuk efsanevi Hun Hanı Attila’nın tahtıymış. Bir dönem Roma İmparatorluğunu önüne katıp sürükleyen o müthiş komutandan kala kala bu yarım yıkık taht kalmış geriye.

Murano, Burano, Torcello, Venedik gezginlerine her biri diğerinden farklı ama hepsi keyifli tatlar veren yerler. Venedik gezisinin önceliği olmayabilir ama zamanınız varsa mutlaka gidin derim; dönüş yolundaki Venedik manzarası için bile gitmeye değer.

Nallıhan Gezi Rehberi: Juliopolis Antik Kentine Saklı Tarih Yolculuğu

Ankara’ya 160 km. uzaklıktaki Nallıhan ilçesi, tarihi İpek Yolu üzerinde imiş. İpek Yolu üzerinde bulunan diğer Ankara ilçeleri gibi, kent kültürünün derin izlerini, insanlarında ve sosyal yaşamında görüp şaşıracağınız bir saklı kent adeta.

İpek Yolu döneminden beri yaşatılan ipek iğne oyaları, çıkma ahşap balkonlu taş ve ahşap evleri, kuş cenneti, Tabduk Emre Türbesi, asırlık ardıç ağaçları, kayıp antik kent Juliopolis’in nekrofili arasında dolaşıp, gölde tekne turu yapıp ruhunuzu dinlendirebileceğiniz günü birlik bir gezi rotası hemen Ankara’nın dibinde.

Sabah Ankara’dan yola çıktığınızda, bir buçuk saatte Nallıhan’a varıp, baraj gölü kıyısında muhteşem ağaçların arasında kahvaltınızı yapıp, ruhunuzu arındırarak başlayabilirsiniz güne. Sonrasında görüp şaşıracağınız, gözlerinize inanamayacağınız bir gün bekliyor sizi.

Çayırhan Beldesi’nde, göl kenarında sizi bekleyen tekneler ve yerel rehberler eşliğinde başlıyor Juliopolis  antik kent yolculuğu.

Antik kaynaklar, Juliopolis kentinin, Frig döneminde Gordiokome isimli bir köy olarak kurulmuş olduğundan bahsediyormuş. Augustus döneminde (M.Ö. 27-M.S. 14) Kleon isimli zengin ve yerli bir haydut lideri bu köyün ismini ünlü Julius Caesar’a atfen Juliopolis olarak değiştirerek kent statüsüne kavuşturmuş.

Juliopolis adı antik çağın edebi eserlerinde yaygın olarak görülüyormuş. Plinius (M.S. 61-112), Roma’nın Bithynia Valisi olduğu sırada (M.S. 103) yazdığı mektuplarda, Juliopolis’ten “içinden geçenlerin çok, trafiğin yoğun olduğu bir sınır kasabası” olarak bahsediyormuş.

M.S. 4. ve 9. yüzyıllar arasında ise, Juliopolis önemli bir Hristiyan kenti hüviyetinde imiş. Bizans Piskoposluk merkezi konumundaki kentin kilise papazlarının isimleri, düzenli olarak Konstantinopolis’teki Sinod Meclisi (Ruhani Meclis) kayıtlarında görülüyormuş.

Bu dönem içerisinde kentin adı, İmparator I. Basileos’a (M.S. 867-886) atfen Basileon olarak bir kez daha değiştirilmiş. Bu tarihten itibaren de kentin adına antik kaynaklarda artık rastlanılmadığı ve tarih sahnesinden silinerek bir köy haline dönüştüğü sanılmakta imiş.

Tarihin bir döneminde, önemli bir dini ve ticaret merkezi olan bu saklı kentin neredeyse tümü, günümüzde baraj gölü altında kalmış.

Nekropol

2009 yılında, Anadolu Medeniyetleri Müzesi tarafından başlatılan kurtarma kazıları ile göl kenarında bulunan, Roma Dönemi Nekropol (Mezarlık) alanı gün ışığına çıkarılmış. Ölülerin ağızlarında bulunan sikkelerin (öte dünyaya rüşvet olarak götürülen) JULIOPOLIS basımlı olduğu görülmüş. Ayrıca halen Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenen çok sayıda mücevher takı bulunmuş. Bu takıların orijinal dizaynlarının, günümüzde bir çok tasarımcıya ilham verdiğini ve bu tasarımların yurt dışında da çok rağbet gördüğünü söyledi rehberimiz.

Tekrar teknelere binip, dağların içindeki maden katmanlarının suya rengarenk yansımasını izleyerek geri döndüğünüzde gördüğünüz manzara, kısa süreli de olsa sizi gerçeklik duygusundan uzaklaştıracak kadar inanılmaz.

Kuş Cenneti

Nallıhan’daki diğer bir sürpriz, kuş cenneti. Manyas’tan sonra Türkiye’nin en büyük kuş cenneti imiş burası. İstanbul ve Çanakkale üzerinden gelen göç yolu üzerinde bulunan bu kuş cenneti, nesli tükenmek üzere olan pek çok kuşu barındırıyormuş. Gittiğiniz mevsim göç sezonuna rastlamıyorsa fazla kuş göremiyorsunuz ama göl kenarındaki tesiste, kuş tanıtımlarını görmeniz ve oturup çay içmeniz mümkün.

Tabduk Emre Türbesi

13. Yüzyılda yaşadığı düşünülen Tabduk Emre, Ahmet Yesevi’nin Horasan’dan Anadolu’ya gönderdiği Alperenlerden. Yunus Emre’nin hocası. Yunus Emre’nin, kırk yıl odun taşıdığı ve eğri odunun bile giremeyeceğini ifade ettiği bu dergah içi ve bahçesi ile sizi huzura davet ediyor adeta.

Ardıç Ağaçları

Nallıhan’da bulunan gezme ve piknik alanı olarak kullanılan ardıç ağaçlarından oluşan koru, yolun hemen kenarında.

Ardıç ağacı ile ardıç kuşunun ilişkisini de burada öğrendim. Ardıç ağacının meyveleri olan tohumları toprağa ekildiğinde yetişmiyormuş. Ardıç kuşunun bu meyveleri yemesi sonucunda bağırsaklarında çimlenip, dışkısını toprağa bırakması ile yetişmesi mümkünmüş sadece. Doğanın bu ilginç döngüsünü öğrenince artık etrafımdaki her kuş ve ağaç daha bir anlamlı geldi bana.

Günübirlik yapılabilecek Nallıhan gezisi sırasında, yaprak sarması, kapama pilav, hoşmerim ve baklava yemeden de dönmeyin. Pilavın tadını unutamayacaksınız.

Kaynakça

http://www.ankarakulturturizm.gov.tr

http://www.nallihan.bel.tr/

İsfahan Gezi Rehberi: Zengin Tarihi Şehir

İsfahan İran’ın coğrafi olarak tam ortasında, tarihi öneme sahip bir şehir. Safavi döneminde 7. yüzyıla kadar en parlak zamanını yaşamış, 16. ve 17.yy’larda başkent olmuş, şehirde bu dönemde zenginliği ve gelişmişliği ile mimari eserler yaratılmış. İsfahan’ın parlak döneminde yapılan meydanlar, saraylar, camiler, köprüler korunmuş ve günümüzde İran’ın en güzel şehirleri arasında yer alarak ziyaretçi çekmektedir. Dünyaca ünlü Isfahan halıları da o dönemlerden kalan ününü ve üretimini sürdürmektedir.

Biz de İran turumuzda Kaşhan sonrası yönümüzü Isfahan’a çevirdik. 

Gezilecek Yerler
Siosepol Köprüsü

Şehir gezimize Siosepol Köprüsü ile başladık. İsfahan’ın ortasından akan Zayendeh Nehri üzerinde eski dönemlerden kalma 6 köprü bulunuyor. Siosepol Köprüsü (33 Sütunlu Köprü) bunlardan en önemlisi olup yapan mimarın adı ile Allahverdi Han Köprüsü olarak da biliniyor.

1602 yılında yapılan 300 metre uzunluğunda, 14 metre genişliğinde olan köprü şehrin simgesi haline gelmiş. İtalyan Rönesans’ının etkilerini taşıyan köprü, araç trafiğine kapalı, çevresinde yürüyüş yolları ve piknik alanları ile halkın özellikle akşamları gezdiği, piknik yaptığı bir alan.

Zayendeh Nehri diğer nehirlerden farklı olarak bir göle veya denize ulaşamadan, çölün ortasında Gavhuni bataklığında kaybolmakta. Nehir sularından yararlanmak için 1971 yılında Kuhreng Barajı inşa edilmiş ve nehrin suyu tarım alanlarına kaydırılmaya başlanmış, ancak bu uygulama ile nehir kurumaya başlamış. Yılın çoğu zamanı köprünün altında fazla su olmazmış. Rehberimiz şanslı olduğumuzu ve nehir yatağında su görebildiğimizi söyledi, yılın  Köprüyü ilk gün sabah gezdik, ancak bir akşam gece görüntüsü için tekrar gittik. Akşam halkın sosyalleştiği bir alan olarak çok daha hareketli görünüyor.

Sallanan Minareler (Manar-e Jonban)

Sallanan Minareler (Manar-e Jonban) Moğollar döneminde yaşamış ve 1.316 yılında ölmüş, Amu Abdullah Garladani adlı bir dervişin türbesi. Türbeye Mimar Bahaeddin Amili tarafından eklenen 17 metre yüksekliğindeki iki minare bir mühendislik hatası nedeniyle sallanmaktaymış.

Saat başında her bir minarede bir kişi tekbir getirerek zıplıyormuş. Şanşlıydık ki türbenin etrafında dolaşırken minarelerinin gerçekten sallanışını izledik. Hangi minareye bakacağımızı bilemedik.

Kırk Sütunlu Saray (Chehelsotoon Sarayı)

Kırk Sütunlu Saray Şah Abbas döneminde yapımına başlanmış ve II. Şah Abbas döneminde 1647’de tamamlanmış. Saray, 67.000 metrekarelik bir alanda bulunan büyük bir botanik bahçesinin ortasında yer alıyor.

Sarayın bahçesinde yüksek ağaçlar ve önünde büyük bir havuz dikkati çekiyor. 20 ahşap sütunu olan sarayın önündeki havuza yansıyan 20 sütun görüntüsü nedeniyle Kırk Sütun Sarayı olarak adlandırılmış.

Diğer saraylardan farkı yüksek sütunları, duvarlarında yerden tavana kadar rengarenk freskleri, işlemeli tavanları, minyatürler ve çini üstüne yapılmış resimleri olmasıymış. Çinilerin çoğu daha önce sökülmüş ve bunları görmek için Avrupa’daki müzelere gitmek gerekiyormuş. 40 sütunlu sarayın (Çehel Sütun) duvarlarını süsleyen 17. yüzyıl resimlerinde ellerinde şarap kadehleriyle, dans eden rakkaseleri izleyen Safevi hükümdarlarının saray şölenleri betimlenmiş. Şah burada yabancı elçileri ve devlet adamlarını karşılar ve görkemli resepsiyonlar verirmiş.

1646 yılında Özbek Kralı için verilen bir resepsiyon, 1611 yılında Buhara Emiri onuruna yapılan bir şölen bu resimlerde betimlenmiş. Bunun dışında resimlerde savaşlar da anlatılmış. Büyük bir tablo da Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail’in Çaldıran Savaşı resmedilmiş. Rehberimiz bu tabloda Yavuz Sultan Selim’i göstermemizi istedi. Hepimiz meğerse yanlış biliyormuşuz, rehberimiz Sinan bu hataya herkesin düştüğünü ve Yavuz Sultan Selim olarak Şah İsmail’in resminin hafızalarımıza yerleştiğini anlattı.

Resim birbirine girmiş onlarca askerin arasında Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail’i atlarının üstünde gösteriyor. Kaybedilen bir savaşı betimlemek tam İranlılara göre olsa gerek. Okuduğum kaynaklarda bu resimleri savaşı resmetmek için değil, mertliğin kaybını göstermek için yaptıkları oldu. Rivayet odur ki Şah İsmail Türk olduğu için savaşın mertçe yapılmasını emretmiş ve top kullanılmasını yasaklamış. İlk günlerde her iki taraf da kullanmamış. Fakat kayıpların arttığını görünce Yavuz Sultan Selim sözünden dönmüş ve topları kullanmaya başlamış. Şah İsmail buna rağmen toplarını yine kullanmamış. Şah İsmail yenilince o sinirle elindeki kılıcı bir top namlusuna vurup, namluyu ikiye bölmüş. Bunu öğrenen Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’e “Kardeşim” diye başlayan bir mektup göndermiş ve top namlusunu bölen kılıcı istemiş. Şah İsmail kılıcı İstanbul’a göndermiş. Yavuz Sultan Selim kılıcı alıp bütün gücüyle bir top namlusuna vurmuş ve kesememiş. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim tekrar Şah İsmail’e bir mektup göndermiş ve kılıcın kesmediğini ve yanlış kılıç gönderdiğini yazmış. Şah İsmail cevaben kılıcın yanlış olmadığını, yanlış olanın onu tutan kol olduğunu yazmış. Tabi bunlar doğru mudur hikaye midir bilemiyorum. Biz anlatanların yalancısıyız.

Nakş-ı Cihan Meydanı

Dünyanın en güzel ve en büyük meydanlarından biri Nakş-ı Cihan Meydanı adı dünyanın nakışı anlamında. Meydan yine İran’daki birçok güzel esere imza atan Şah Abbas tarafından yaptırılmış. Eski adı Meydan-ı Şah ve İslam devriminden sonra da Meydan-ı İmam olan bu meydanın boyu 510, eni 160 metre olup çevresi sütunlu yapılarla çevrilmiş. Ortada büyük bir havuz bulunuyor.

Meydan 1979 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne girmiş. Meydanın etrafında muhteşem kubbeleriyle Lütfullah Cami ve İmam Cami ile altı katlı Ali Qapou Sarayı bulunmaktadır. Bunun dışındaki meydanın etrafındaki kapalı alanlarda büyük bir Kapalı Çarşı bulunuyor. 

Meydanı gezmek için en ideal zaman akşam saatleriymiş. Havuzun etrafındaki ışıklar açılınca çok güzel bir atmosfer oluşuyormuş. Ne yazık ki biz akşamını göremedik.

İmam Cami

İmam Camisi UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan bir eser. Ulu Cami, Cami Mescidi, İmam Humeyni Cami, Cuma Cami gibi isimlerle de biliniyormuş. Meydanın güney tarafında bulunan ve 771 yılında inşasına başlanmış olan Cami İran’ın ilk camilerinden. 20. yüzyıla kadar inşasına devam edilmiş. Bu nedenle caminin parçaları farklı mimari özellikler gösteriyor. Selçuklular, Moğollar, Timurlar, Safeviler ve İran’ın inşa ettiği bölümler bulunuyor.

Kubbeli tasarımı Melikşah’ın ünlü veziri Nizam ül-Mülk tarafından 1086-1087 yılında inşa edilmiş. Eski adıyla Mescid-i Şah’ın yapımına Şah Abbas tarafından 1598 yılında başlanmış ve yaklaşık 25 yılda tamamlandığı rivayet ediliyor.

Caminin içi de dışı da geleneksel mimarinin en güzel örnekleriyle bezenmiş. Mimarı yedi renkli mozaik çinileri, hat yazıları, kapısı, minareleri, kubbesi, avlusu ile mükemmel bir cami inşa etmiş. Bu konuda ilginç bir hikayesi de varmış. Caminin mimarı olan Ali Ekber İstafani yapımı sırasında üç yıl kaybolmuş ve sonra ortaya çıktığında Şah’ın Camiyi ona zorla tamamlattırmaması için saklandığını ve yapının yıllara meydan okuyabilmesi için biraz beklemesi gerektiğini söylemiş.

Camide yaklaşık 472.500 çini varmış. Dört avlusu olan caminin kapısı 27 metre, minareleri ise 42 metre yüksekliğinde. Caminin Mimar Sinan’ın eserleri gibi mükemmel bir akustiği bulunmaktaymış. Araştırmalarda bu camide 49 çeşit yankının oluştuğu ve insan kulağının  sadece 12’sini algılayabildiği saptanmış.

Cami içerisinde Safavi döneminin önemli kaligraflarının yazıtları yer almakta ve çok renkli ve çiçek desenli mozaikler dikkat çekmekte. Caminin ortasında yer alan abdesthanenin Kabe’yi temsil etmek üzere yapıldığı ve geçmişte bu abdesthanenin hacı adayları tarafından Haç ritüellerini çalıştıkları yer olarak kullanıldığı söylenmekte.

Aşağıdaki fotoğrafı özellikle koydum. Gördüğünüz gibi mezar yeri gibi bir yer açılmış ve Şia inancına göre imamlar bu alçak bölüme inerek namaz kıldırıyorlarmış. Rehberimiz bunun nedeninin Hz. Ali’nin namaz kıldırırken öldürülmesi olduğunu ve böylece namaz kıldıran imamların korunduğunu anlattı.

İran’da Cuma namazları her camide kılınmıyor. Cuma namazları kılınan camiler şehrin en büyük ve en görkemli camileri oluyor, “Jame veya Jameh” olarak adlandırılıyor. Şehrin cemaati cuma günleri toplandığında camiler çok kalabalık oluyormuş. Namaz saatlerinde halılar seriliyor ve sonrasında toplanıyor. Böylece ziyaretçilerin ayakkabı çıkarmadan içerisi gezilebiliyor. Diğer camilerde ayakkabınızı çıkarmanız gerekiyor.

İran’daki camiler sadece ibadet için gidilen yerlerin ötesinde anlama sahip. Bunu biz de bizzat gözlemledik. Bir kenarda oturup fındık fıstık yiyerek oturan ve sohbet eden kadınları, bir kenarda kıvrılıp yatan adamları, ortada oynayan çocukları gördük. Camiler İranlılar için aynı zamanda sosyal alanlar haline gelmiş. Türk rehberimiz yıllar önce öğrenciyken İran’a gezmeye geldiğinde yatacak yer bulamayınca camide yattığını anlattı.

Ali Kapı Sarayı

Nakş-ı Cihan Meydanı’nı çevreleyen ve her birinin bir anlamı olduğuna inanılan dört yapıdan Ali Kapı Sarayı’nın siyasete karşılık geldiği belirtiliyor.  Ali Gapu Sarayı, Şeyh Lütfullah Camisi’nin tam karşısında bulunuyor. I.Şah Abbas tarafından 17. yüzyılda yaptırılan saray 48 metre yüksekliğinde ve 6 kattan oluşmakta. Sivri kemerli bir taç kapısı, kubbeli bir dehliz ile meydana açılıyor. Girişte sağda ve solda birer salon ve bunların üstünde de 10 metre yüksekliğinde kabul ve tören salonu bulunuyor. Şah Abbas’ın burayı soylu ziyaretçileri ve yabancı elçileri kabul için kullanıyormuş. Altıncı katında akustik ortam yaratılarak bir de müzik odası yapılmış.

Sarayın iç mekan süslemelerinde özellikle tavanlarında boyayla yapılan süslemelerde geyik, tilki, tavus kuşu, güvercin, bülbül gibi kuş ve hayvan motifleri ile çiçekler kullanılmış. Şah Abbas’ın nevruz kutlamalarını da buradan izlediği rivayet ediliyormuş. Maalesef bizim sarayın içini gezecek zamanımız kalmadı.

Şeyh Lütfullah Cami

Şeyh Lütfullah Camisi I. Şah Abbas tarafından Lübnanlı İslam alimi ve aynı zamanda kayın pederi Şeyh Lütfullah için 1618 yılında yaptırılmış.

Cami Safevi mimarisinin başyapıtlarından birisi olarak kabul ediliyor. İlk yapıldığında cami olarak yapılmadığından minareleri yokmuş.

İsfahan Halıları

İsfahan tarihi alanları tamamladıktan sonra sıra ünlü İsfahan Halıları ile ilgili deneyimimize geldi.

Grubumuzu bir halıcıya götürdüler. Kenardaki sedirlere oturduk ve hemen çay ikramı yapıldı. Arkasından halılar peş peşe yere serilerek özellikleri anlatılmaya başlandı. O kadar güzel ve ince dokunmuş halılar vardı ki insan bırakın yere serip üstünde gezinmeyi duvara asıp her gün bakmayı ister.

Grubumuzda çok halı alan oldu. İlk söylenen fiyat biraz yüksek olsa da  pazarlıkla epeyce düşebiliyor. İran halısı  almak için doğru adresin İsfahan olduğunu söylemeye gerek yok sanki.

Kapalı Çarşı

Nakş-ı Cihan Meydanı’nda yer alan İsfahan’ın büyük Kapalı Çarşısı da görülecek yerler arasında olmalı.

Bu çarşıda yok yok. Özellikle İran sanatından minyatürler, sedef kakma eşyalar dikkat çekiciydi. Bu çarşı haftada bir gün erkeklere kapatılarak kadınların rahatça alışveriş yapmaları sağlanıyormuş. O sırada tamamı erkek olan dükkan sahipleri de ortalıkta dolaşmayarak dükkanlarında otururlarmış. Neyse ki bizim gittiğimiz gün böyle bir güne rastlamadı.

Kapalı Çarşıda alışveriş yapmadan olmazdı. Söylenen fiyatlara itiraz edince pazarlıkla neredeyse yarı fiyatına istediklerimizi aldık. Çok güzel minyatürler vardı ve bize de Türk olduğumuz için oldukça indirim yaptılar.

Kapalı Çarşıdaki bir alışveriş hikayemi anlatmak istiyorum. Eşimize dostumuza ufak tefek hediyelikler almaya çalışıyorduk. Vitrinde orijinal görünen çay tabakları gördüm. Bunları incelerken dükkandan bir genç çıkarak çat-pat Türkçesiyle yardımcı olmak istediğini söyledi. Ben de hediye alacağımı ve İran’a özgü motifleri olan bir tabak baktığımı söyledim. Bana bir tabak gösterdi ve üzerinde Şah Abbas’ın resmi olduğunu, bunun tam anlamı ile İran’a özgü olduğunu söyledi. Şah Abbas’ın resmi anlatılır gibi değil çok komik ve karikatür gibi çizilmiş sanki. Keşke fotoğrafını çekseymişim. Ben de cevaben ablama alacağım bu tabakları, ablam Şah Abbas’ı nereden bilsin, bu çirkin adamı hediye diye götüremem, bana çiçekli bir tabak uygun dedim. Neyse desenli bir tabak buldum da onu aldım.

Yeme İçme

İran’da çayhaneler çok yaygın. İsfahan’da Kapalı Çarşı’da ilginç bir çayhaneyi  rehberimiz özellikle önerdi, ortamı görmemizi ve oturup çay içmemizi söyledi. Biz de gidip gördük. Ne varsa toplanmış ve tavana, sağa sola asılmış. Giriş kısmının ilerisinde küçük bir odada kızlı erkekli oturmuşlar ve nargile içiyorlardı. Arka oda insanların daha rahat davranmasını sağlıyor herhalde kapalı toplumlarda.

Öğlen yemeğimizi rehberimizin önerisiyle çarşının içinde bulunan Bastani Traditional Restaurant’a yedik. Geniş sedirlere oturduk. Mekan yerli halkın da katılımıyla oldukça kalabalıktı ve bundan da yemeklerinin iyi olduğu sonucunu çıkartabilirdik. Yemekler son derece lezzetliydi.

Akşam yemeği ise Shahrzad Restaurant’da yendi grup olarak. Ortam çok otantikti ve çok güzel bir müzik ziyafeti de verildi.

Son Söz

İsfahan, İran’ın tarihi zengin, renkli, iyi korunmuş renkli şehri de İran’ın görülmesi gereken şehirlerinden.

Özbekistan Gezi Notları: Kısa Kısa – Görülecek En Önemli Yerler

Niçin Özbekistan
Orta Asya’da gezmek için bir ülke seçilecekse bana göre o ülke Özbekistan,
  • Hem modern, hem tarihi, hem tanıdık kültür,
  • Halkı sıcakkanlı, hele Türküm diye kendinizi tanıttığınızda çevrenizi saran ve Türkçe konuşanlar görebilirsiniz.  
  • Turizme yeni açılıyor, doğal, tarihi dokusu korunmuş şehirlerde yüzyıllar öncesine gidebilirsiniz.
  • Konaklama, ulaşım, yeme içme fiyatları uygun,
  • Damak zevkimize hitap eden zengin çeşitli mutfağı 
  • Üç beş yıl önce Türk vatandaşları için vize sıkıntısı varken, şu anda bu sorun da aşılmış görünüyor. 

Gezginler için görülecek ülkeler arasında öncelikli sırada yerini alacaktır uzun dönemde.

Özbekistan coğrafi olarak farklı  bir Orta Asya ülkesi, 

Ulaşım

  • Ülkeye uçuş yapacak uluslararası şirketleri sınırlanmış, ancak THY’nin her gün İstanbul’dan başkent Taşkent’e uçuşu var. Uçuş süresi 4.5 saat. Özbekistan havayolları ile  aktarmalı uçuş da bulunabilir. 
  • Havaalanında pasaport kontrolünden sonra iki nüsha ülkeye giriş formu dolduruluyor. Mutlaka giriş formunun sizde kalan nüshasını saklayın, çıkışta onu göstermek zorundasınız.
  • Giriş formunda ayrıca üzerinizdeki parayı da yazmanız gerekiyor, çıkarken bir nüsha çıkış formu dolduruluyor çıkış formunda yazacağınız  rakam mutlaka girişteki rakamdan düşük olmalı. 
Vize

’10 Şubat 2018 tarihinden başlamak üzere Türk vatandaşlarına vize uygulanmayacağı açıklandı. Ancak Türk vatandaşlarının Özbekistan’a vizesiz olarak giriş yapabilmeleri için otel rezervasyonu gereklidir. Otelde kalındığına istinaden otel ödemesi ülkeden çıkış yapılırken yetkili makamlar  tarafından görülmek istenebilir, yolcunun otel faturasını yanında bulundurulması tavsiye edilir.’

Para Birimi

  • Som (Sum okunuyor), 
  • Ülkede iki kur var, resmi kur, karaborsa kur. Benim gittiğim tarihte resmi kur 1 dolar, 3200 Som idi, karaborsada  1 dolar 6500 değerinden bozdurduk. 
  • Doğal olarak her yerde ülke parası Som kullanılıyor.
Ne Zaman Gidilir
  • Özbekistan’da yazın haziran ve temmuz en sıcak, ocak ve şubat ayları da en soğuk aylar. Gezi programı açısından en uygun zamanın ilkbahar ve sonbahar olacağını söyleyebiliriz.
Konaklama
  • Özbekistan’da ülkenin genel olarak ucuz olması nedeni ile bütçenize uygun fiyattan ‘booking.com’  dan otel bulmak kolay. Başka ülkelerden farklı olarak Khiva ve Buhara’da özellikle tarihi 300-400 yıllık medreseler veya tarihi binalarda kalabilirsiniz. Biz Khiva’da böyle bir otelde kalmaktan çok keyif aldık.  Orient Star Khiva üç yıldızlı ama eski şehrin en önemli medreselerinden biri. 
Gezilecek Şehirler

Özbekistan’da mutlaka görülmesi gereken her biri birbirinden farklı şehirler olarak dört yeri sayabilirim. Önemli şehirleri görmek için yaptığımız programda bu şehirleri detaylı gezebildik. Bu yazıda kısaca şehirler ve gezilecek yerlerden söz ediyorum. Tüm şehirler için verilen linklerde yer alan gezi rehberi yazılarımı okumanız önerilir.

Taşkent 

Özbekistan’ın modern şehri,

  • Amir Timur Meydanı’ndan kalkan  Hop on Hop otobüsleriyle  şehri gezebilirsiniz.. THY uçağı sabah erken şehirde olduğu için bir tam gününüzü şehirde geçirip ikinci gün başka şehre geçebilirsiniz. Zamanınız varsa iki gece kalmanızı öneririm, Sadece bir gece de Taşkent’e yetebilir çünkü görecek daha başka şehirler var.
  • Şehir içi ulaşım: Öncelikle metro, Orta Asya’nın ilk metrosu  ulaşım amacının dışında mutlaka görülmesi gerekir, sanat galerisi gibi olan istasyonları tek tek gezmek için özel zaman ayırmanız önerilir. Önemli nokta Metro istasyonlarında fotoğraf çekmek yasak. Size öncelikle aşağıda metro videosunu izlemenizi öneririm. Videoyu izleyince mutlaka metro istasyonları turu yapacağınızı düşünüyorum.
  • Ayrıca yollar geniş, planlı, şehir içi otobüsler ile dolaşabilirsiniz. Taksiler uygun fiyatlı, Özbekistan’da özel araçlarda taksi gibi, herhangi bir özel araç ile taksi pazarlığı yapıp istediğiniz yere gidebilirsiniz.
Taşkent Metrosunu  video ile gezmek isterseniz
 
 
Taşkent’te Mutlaka Görülmesi Gereken Yerler
1- Barak Khan Madrassah
2- Amir Timur Meydanı ve Heykeli
3- Amir Timur Müzesi
4- Mustaqillik Maydoni (Bağımsızlık Meydanı)
5- Eski Pazar

Taşkent’in sadece görülecek yerlerin isimleri size yetmiyorsa ve şehri daha detaylı gezmek isterseniz: Taşkent Gezi Rehberi ne tıklayınız
Khiva

Taşkent’ten Özbek Havayolları ile Urgenç şehrine uçarak, Urgenç.’e 30 km uzaklıktaki tarihi şehir Khiva’ya ulaşılabiliyor. Khiva Özbekistan’da mutlaka görülmesi gereken bir şehir. Eski şehir surlarla kaplı, surların içerisinde medreseler, saraylar, camiler, türbeler var. Şehir iyi korunmuş, Unesco Dünya Mirasları listesinde.  

  • Biz eski şehirde bir otelde, daha doğrusu bir medresede kaldık. Medrese odasında uyuyup, dersliklerinde kahvaltımızı yaptık. Öğlen ve akşam yemeklerimizi de yine tarihi binalarda yedik. İki gün boyunda, zaman makinesi binmiş ve  17.yy’a gelmiş    gibi hissettik. 
  • Khiva tarihi merkezi Itchan Kale (İç kale), 10 metre yükseklikte surlarla çevrili şehir açık hava müzesi ve ‘Devlet Arkeoloji Müzesi’ne dönüştürülmüş adım adım gezmenizi öneriyorum.
Khiva’yı video ile gezmek isterseniz
 

Khiva’yı detaylı okumak isterseniz. Khiva Gezi Rehberi-Orta Asya’da Zamanın Durduğu Şehir tıklayınız
Buhara
  • Buhara’ya Khiva’dan otobüs ile geçtik. Kızıl Kum Çölü’nde 450 km ve 6,5 saatlik yorucu bir yolculuk, ancak Buhara’ya ulaşınca tüm yorgunluk unutuluyor. 
  • Yol boyunca pek sık benzin istasyonu göremediğimiz gibi bizim alıştığımız anlamda ne restoran ne tuvalet vardı. O zaman otobüsünüz tuvaletli, yanınızda da yiyeceğinizin olması gerekli. Bir blogda Özbekistan’da çölde kadınların otobüsün sol tarafını, erkeklerin sağ tarafını kullanarak yolda tuvalet ihtiyaçlarını giderdiklerini okumuş ve çok gülmüştüm. Bu işin daha medeni bir yolu olduğunu gördüm, sadece otobüsünüze dikkat etmeniz yeterliymiş.
Buhara dünya üzerinde  en eski yerleşim yerlerinden,  yine iyi korunmuş, buram buram tarih, ipek yolu üzerinde ticaret, eğitim, dini kültür her şey var. Akşam üzeri ulaşınca önce ışıklar içinde gezip, ertesi gün  yine 16-17 yy. sokaklarında, çarşılarında dolaştık.
 
Görülecek Yerler
1- Ark Kalesi
2- Devlet Mimarlık Sanat Müzesi (Ark Kalesinin İçinde)
3- Bolo Hauz Cami
4- Miri Arab Medresesi,
5- Abd Al Aziz Khan Medresesi
6- Kalyan Cami
7- Kalyan Minaresi
8- Ulug Bey Medresesi
9- Chor Minör Medresesi (Dört Minare Medresesi)
10-Leb-i Havuz Meydanı
11-Samanid Türbesi
12-Chashma -Ayup (Eyüp Çeşmesi)
 
Buhara’yı video ile gezmek isterseniz
 
Görülecek yerlerin sadece isimleri ve  video ile  hızla gezmek yetmiyorsa, adım adım Buhara’yı gezmek için;

Buhara Gezi Rehberine tıklayınız
Semerkant
Semerkant’ta dünyanın en eski medeniyet merkezlerinden biri, Buhara’ya göre daha büyük şehir havasında, yine tarihi yerleri iyi korunmuş ve Dünya Mirasları Listesi’nde ve Orta Asya’nın görülesi şehirlerinden.
  • Öncelikle Registan Meydanı şehrin en çarpıcı yeri. Yine şehre akşam meydanın etkileyici, ışıklı halini görüp ertesi gün tekrar meydandaki medreseleri gezmeye geldik.
Görülecek Yerler
1- Registan Meydanında: Ulugbey Medresesi, Sher-Dor Medresesi ve Tillya-Karı Medresesi
2- Gur-Emir Medresesi ve Türbesi
3- Bibi Hanım Medresesi,Türbesi ve Cami
4- Shahi-Zinda Türbe ve Mezarlık
5- Ulugbey Gözlem Evi
6- Semerkant  Afrasiyop Müzesi
 
Semerkant’ı video ile gezmek isterseniz.
 

Semerkant’ı daha detaylı gezmek isterseniz. 

Semerkant Gezi Rehberi – Orta Asya’nın Bilim Merkezi‘ne tıklayınız.
Özbekistan’da Ne Yenir, Ne İçilir
  • Özbek mutfağı çok zengin. Ülkede hem tarım ürünleri, hem hayvancılık olduğu için sofralarda çok çeşit görebiliyorsunuz. Sofrada kök çay dedikleri yeşil çay bulunuyor. Küçük tabaklarda çeşitli salatalar ve tadımlık meze tarzı yiyecekler geliyor. Çorbada sebzelerin yanı sıra çoğunlukla da bir parça et bulunuyor. Ana yemek olarak hepimizin duyduğu Özbek Pilav yiyebilirsiniz. Ancak Buhara, Semerkant, Taşkent’te farklı pilavlar tadabilirsiniz bölgelere göre değişiklik gösteriyor. Özbek mantısı, böreği de tanıdık gelebilir. Sofrada bol taze ve kuru meyveler bulunuyor. 
  • İçki ucuz, votka ve yerel şarapları çok ucuza içebilirsiniz.
  • Önemli bir uyarı, yemekler bize göre fazla yağlı ve ağır gelebilir. Siz yine de yerken ölçüyü kaçırmamanız ve mide koruyucu ilaçlarınızı yanınızda taşımanız iyi olabilir.
Gece Hayatı
  • Taşkent’te gece hayatının canlı olduğu söyleniyor. Biz grup olarak gece klüplerine gitmedik ancak iki gece müzikli yerlerde yemeklere gittik. Lokantalar kalabalık ve canlıydı, bir restoran daha otantik döşenmiş ve geleneksel müzik aletleri ile yerel müzikler çalan bir orkestrası vardı. Diğerinde ise orkestra batı müziği çalıyordu. 
  • Khiva ve Buhara daha tarihi ziyaretlere uygun şehirler, gece hayatlarının canlı olmadığı söylendi. 
Alışveriş
  • Hazır giyim genellikle Türkiye’den ithal ediliyor. Pamuk üretiminde dünya çapında önemli bir yere sahip olmalarına rağmen tekstil gelişmemiş. İpek üretimi geliştiği için, yöreye özgü motifli ipek şallar alabilirsiniz. 
  • Suzani, bölgeye özgü, geleneksel, ipek veya pamuklu kumaş, el işi  örtüler
  • Seramik ve özellikle çinileri çok güzel. 
  • Buhara halıları, geleneksel olarak ahşap işlemeciliğinde başarılılar. Değişik hediyelik eşyalar alınabilir. 
  • Ayrıca bizim Nasrettin Hocanın Özbek versiyonunun bibloları ve magnetleri de değişik gelebilir.