ANA SAYFA Blog Sayfa 14

Gence Gezi Rehberi: Azerbaycan’ın Görmeden Geçilemeyecek Şehri

gence

Atatürk’ün adını önemli bir bulvarlarına verdiklerini gördüğümde beni çok mutlu eden Azerbaycan’ın düzenli ve sakin şehri Gence. Bu şehir dost, yardımsever, kardeş, hoşgörülü ve samimi insanların diyarı.

Gence bir milyonun üzerinde nüfusuyla Azerbaycan’ın ikinci büyük şehri olup tarihi 5. Yüzyıla kadar gitmekte. Gence adı “geniş, bol” anlamına gelen “gan” sözcüğünden geliyor. “Dede Korkut Hikayeleri’nde” de Gence’den sıklıkla söz edilmekteymiş. Nüfusun %98’ini Azerbaycan Türkleri oluşturuyor, az sayıda Rus, Ukraynalı ve Tatar nüfusu da bulunmakta.

1578-1590 Osmanlı-İran Savaşı ile 1578’de Osmanlının eline geçen Gence, 1606’da Şah I. Abbas tarafından geri alınmış. Gence Hanlığı, Nadir Şah’ın öldürülmesinin ardından kurulan hanlıklardan biri olmuş. Bölgede hüküm süren hanlık 19. yüzyılda Kafkaslara inen Rusların Gence Hanı Cevad Han’ı öldürmesi ile son bulmuş.

1804 yılında şehrin ismi Çar’ın eşinin ismi olan Yelizavetpol olarak değiştirilmiş. 1918 yılında eski ismine kavuşan Gence, 1918 – 1920 yılları arasında Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’ne başkentlik yapmış. Azerbaycan’ın ilk parlamentosunun toplandığı bina, şimdilerde Azerbaycan Devlet Aqrar yani Tarım Üniversitesi olarak faaliyet göstermekte. 1935-1989 yıllarında da Bolşevik lider Sergey Kirov’a atfen Kirovabad ismini almış. Gence, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsızlığını kazanan Azerbaycan’ın en önemli şehirlerinden biri.

Şehir Kür Nehri’nin güneyinde verimli toprakları ile  zengin bir bölgede yer alıyor. Gence uzun süre Azerbaycan’ın sanayi merkezlerinden birisi olmuş. Batı Azerbaycan’ın ekonomik merkezi olarak ülke için büyük değer taşıyor. Özellikle metalurji konusunda dev tesislere sahip. Şehrin yakınlarındaki madenlerden çıkarılan cevherler bu tesislerde işleniyor. Özellikle alüminyum ve bakır madenleri ön plana çıkmış. Şehirde ayrıca porselen sanayi ve ipekçilik de gelişmiş. İpek böcekçiliği ve kozadan ipek üretimi Gence’de geleneksel bir iş kolu. Tabii ki, tarım ürünleri ve şarap yapımı gibi diğer tarımsal faaliyetler de şehirde sürdürülüyor.

Bir zamanlar Kafkasların en popüler halı pazarlarından birine sahip olan Gence, geometrik desenli, düğümlü el dokuması halıları ile ün yapmış. Kafkas halılarının en güzel örneklerinin dokunduğu bu bölgede, Şirvan, Karabağ ve Kazak halıları yanında Anadolu halıları da üretiliyor.

Azerbaycanlılar Türkçe konuşuyor ancak hem şive hem de kelimelerin farklı anlamları olmaları nedeniyle konuşmalarının çoğunu anlaşılamıyor. Onlar Türk televizyonu izledikleri için bizi anlamakta sorun yaşamıyorlar. Bazen konuştuklarını anlayabilmek için bir kaç kere tekrarlatma gereği duyduğumu itiraf etmeliyim. Bazı kelime ve cümlelerini yazarsam durum daha anlaşılır olur sanırım.

Merhaba – Salam
Teşekkür ederim – Saghol
Pardon – Uzr isteyirem
Lütfen – Khaish edirem
Evet – Beli
Hayır – Yokh
Para – Pul
Yardım edin – Komek edin
Anlamadım – Basha dushmedim
Bu kaçadır – Bu necheyedir

Kelime anlamlarıyla ilgili birkaç da fıkra gibi gerçek konuşmalardan bahsediliyor. Bunu da sohbetini yaptığım Şeki şehrinde anlatacağım. Şimdi hep beraber Gence’ye gidelim.

Kırmızı Köprü adı verilen Gürcistan-Azerbaycan sınır kapısından geçtikten sonra bir anda etrafımı döviz bozduran satıcılar çevirdi. Zaten ben de ulaşımda kullanmak üzere Azerbaycan para birimi  Manat almak zorundaydım. Yolun biraz ilerisindeki banklarda yolcular araçlarını bekliyorlardı. Ben de banka oturarak beklemeye başladım. Birazdan üç kişi Gence’ye gitmek üzere araca bir araca bindik. Şoför beni kalacağım pansiyona kadar götürebileceğini ve bunun için de ilave olarak 5 Manat alacağını söyledi. Zaten Gence’de taksiye bineceğim için bu teklifini kabul ettim. 

Pansiyon turistik Cevat Han Caddesi üzerindeydi. Bana güzel büyük bir oda ayırmışlar. Aylar önce rezervasyon yaptırdığım için   2 gece için sadece 35 Manat ödedim.

Biraz odada dinlendikten sonra çevreyi gezmeye çıktım.Taksiden indiğim tarafa doğru yürüdüm ve karşıma Şair Nizami Gencevi Heykeli çıktı.

12. yüzyılda yaşayan Nizami Gencevi, Selçuklular devrinde İran’ın en büyük şairi imiş. Beş adet mesnevinin birleşmesine “hamse” adı veriliyor. Nizami ilk kez beş mesnevî yazarak ortaya bir Hamse çıkarmış. Bu mesneviler İran ve Türk şairlerince örnek alınmış. Azerbaycan’da ve özellikle Gence’de 12. yüzyıldan bugünlere kadar önemini kaybetmeyen Nizami, meşhur “Leyla ile Mecnun” mesnevisinin yazarı. Şairin bir başka ünlü eseri de “Hüsrev ile Şirin”. Şair eserlerinin çoğunu Farsça yazmış. Gence’de doğan ve bu yüzden Gencevi soyadını alan şaire Genceliler çok önem veriyorlar. Şehirde Nizami’nin heykeli, anıtı ve mezarı var. 

Heykelin birkaç fotoğrafını çektikten sonra ileride gözüken Kiliseye doğru yürüdüm.

Ahmad Jamil Caddesinde bulunan Lutheryan Kilisesi günümüze oldukça sağlam bir şekilde kalmış. 1826-1828 Rus-İran ve 1828-1829 Rus-Türk savaşı sonrasında Almanlar Gence’ye ilerlemiş. Bu Lutheryan Kilisesi Almanlar tarafından 1885 yılında yaptırılmış. 1897 yılında 103 Alman Gence’de yaşıyormuş. Kilise 1941 yılına kadar bir ibadete açıkmış, günümüzde ise “Devlet Kukla Tiyatrosu” olarak kullanılmakta.

Biraz ileride güzel bir sürprizle karşılaştım. Genceliler Atatürk’e verdikleri değeri en büyük bulvarlarından birine ismini vererek göstermişler. Yanında da büyük puntolarla büstünü de ekleyerek “Bu Bulvar Türk Halkının büyük oğlu Atatürk’ün adını taşıyor” yazmışlar. Gerçekten çok duygulandım bravo onlara!

Pazar günü şehri keşfetmek için yollara düştüm. Bir gün önce gittiğim rotanın tam tersi istikametine doğru yürüdüm. Böylece kendimi bir anda tarihi merkezin ortasında buldum. Ancak ortalık toz dumandı. Opera Binası‘nın restorasyonu yapılıyordu. Opera Binası tozun toprağın arasında yine de çok güzel gözüküyordu. İki tarafındaki kulelerin tepesinde ve binanın ön yüzünde heykeller ve heykellerle bezenmiş fıskiyeler bulunuyor.

Opera Binasının hemen önündeki alanda Şah Abbas Kompleksi bulunuyor. Bunlardan Cuma Cami önemli bir kültür mirasıymış. İran Şahı I.Abbas 1606 yılında Gence’yi ele geçirdiğinde kenti yakıp yıkmış. Yeni şehrin 8 km uzakta bir yere kurulmasını ve orada bir cami inşa edilmesini emretmiş. Ancak Genceliler eski yerleşim yerinden göç etmeyi kabul etmemişler. Bunun üzerine, Şah Abbas camiyi bugünkü yerine yaptırmış. Zarifçe gökyüzüne süzülen çifte minareleriyle Cuma Cami Gence’nin en çok ziyaret edilen yerlerinden biri. Caminin külliyesinde bir hamam, medrese ve mezarlık bulunmakta.

Kırmızı tuğladan yapılmış olan Cuma Cami mimari olarak çok güzel ve ilgi çekici işlemeleri de görülmeye değer. Caminin içinde köşelere de idare odaları yerleştirilmiş.

Caminin hemen yanında Gence için çok önemli bir kahraman,  Cevat Han Türbesi bulunmakta. Nadir Şah’ın ölümünden sonra bölgedeki İran hakimiyeti zayıflamış. İran Türkleri bağımsız 20 hanlık kurmuşlar. Ancak 18. yüzyılın sonundan başlayarak 20. yüzyılın başına kadar Rus Çarlığının Güney Kafkasya’yı işgali nedeniyle bu hanlıklar hep Ruslarla mücadele etmek zorunda kalmışlar. İşte Ruslarla ilk karşılaşan Gence Hanı da Cevat Han olmuş. Cevat Han 30 bin kişilik Rus ordusuna karşı Gence’yi bir avuç silahlı kuvveti ile savunmuş. Rus ordusunun aylarca süren tecridine rağmen Gence’yi terk etmeyen Cevat Han, bu kararlılığını Rus Komutanı Sifyanov’a gönderdiği mesajda şöyle ifade etmiş: “Gence’nin anahtarlarını size vermektense ölmeyi tercih ederim. Gence’yi almak için hem benim hem de oğullarımın cesetleri üzerinden geçmeniz gerekir.” Maalesef eşitsiz koşullarda yapılan savaş sonrasında Cevat Han ve üç oğlu şehit düşmüş ve Gence de 1804’de Rus ordusu tarafından işgal edilmiş. İşte Cevad Hanın mezarı bu tuğlayla örülmüş türbede bulunuyor.

Yine bu komplekste Çökek Hamamı bulunmakta. Hamam kadın erkek girişleri farklı taraftan yapılacak şekilde inşa edilmiş.

Bu kompleks kentin en önemli sembollerinden biri olup turistlerin uğrak noktası olarak bilinmekte.

Burayı da gezdikten sonra Opera Binasının önünden daha ileriye doğru yürüyerek Atatürk Bulvarına ulaştım. İki caddenin kesiştiği noktada Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti Parlamentosu’na ilk kez 1918 yılında ev sahipliği yapmış güzel bina bulunuyordu. Gence bir dönem başkent de olduğu için haliyle parlamento da burada toplanıyormuş. Bugün bina Azerbaycan Devlet Tarım Üniversitesi olarak kullanılmakta.

Cadde üzerinde bir müze gördüm ve bağımsızlık adını görünce bari burayı gezeyim dedim.

Kapıyı açmaya çalıştım ama açılmadı. Yan taraftaki binaya girerek müzenin açık olup olmadığını sordum. Bir görevli dışarı çıkıp müzenin penceresine eliyle vurdu ve bir kız kapıya geldi. Aslında müze kapalıymış ancak şehir dışından gelen misafirleri gezdirmek için orada bulunuyormuş. Beni de kırmadı ve bütün müzeyi coşkulu bir anlatımla gezdirdi. Yüzü ve yüreği güzel bu Genceli kızımıza şükranlarımı sunuyorum.

Müzede Atatürk resmi ve Türk başbakanlarla çeşitli ziyaretlerde çekilmiş fotoğraflar da vardı. Büyük ve eşsiz bir savaş kazanarak yeni bir ülke kurmuş olan Atatürk’ümüzü kendi Cumhurbaşkanları Haydar Aliyev’le eşdeğer tutan yaklaşımlarıyla fotoğraflar yan yana konmuş. Şüphesiz ki her ülkenin kendi ataları, kendi büyükleri, kurucuları onlar için değerlidir ama Atatürk’ün yeri bir başka tabii ki.

Şimdi çok azını buraya koyabildiğim müze fotoğraflarına bakalım isterseniz.

Buradan çıktıktan sonra yakınlardaki Han Bağı tarihi parka doğru yürüdüm. Yürürken Azerbaycanlı bir grup kadının arasından birisi yanıma yaklaşarak benimle sohbet etmeye başladı. Bizi çok sevdiklerinden, dizilerden falan aklınıza ne gelirse anlattı. Uzun uzun konuştuktan sonra veda edip ayrıldı. Azerbaycanlılar çok candan ve güleryüzlü insanlar.

Kısa bir yürüyüş sonrasında parka ulaştım. Han Bağı sadece Azerbaycan’ın değil Kafkasların en eski parklarından biri. Park 1700 yılında kurulmuş ve Gence’nin son hanı Cevad Han’ın anısına  “Han Bağı” olarak isimlendirilmiş. Bugün 7 hektarlık bir alanda yerel ve yurt dışından getirilen pek çok bitkiye ev sahipliği yapayor park. Şehrin merkezinde olduğu için insanların nefes alacağı, dinleneceği ve çocuklarını gezdirebileceği bir alan olmuş.

Parkın içinde 350 kişilik bir tiyatro, 2 şadırvan ve dekoratif ağaçlar var. Parkta ayrıca, Azerbaycan’ın ünlü kadın şairi Nigar Rafibeyli ve Sovyetler Birliği kahramanı İsrafil Mammadov’un anıtları yer alıyor.

Şah Abbas Camisi’nden ileriye doğru yürüdüğümde Haydar Aliyev Meydanı’na ulaştım.

Bu Meydanın bir tarafında da Gence’nin görkemli Hükümet Binası bulunuyordu.

Yolun sağ tarafında önündeki heykellerle çok şık gözüken Akademi Müzesi.

Gence Devlet Üniversitesi binasının güzelliğine bakar mısınız!

Yol üstünde şehrin ilgi çekici tarihi eserlerinden olan Kervansaray‘a ulaştım. Restorasyon nedeniyle içini gezemedim.

Yolun başında bulunan polislere Rus Kilisesi’nin yerini sordum. Onlar da birkaç kişiye sorarak bana yolu tarif ettiler. Türkçe konuşunca hemen herkes çok yardımcı oluyor.

Biraz sapa bir noktada bulunan kiliseyi en nihayet buldum. Şehirde yaşayan Ortodokslardan kalan Rus Ortodoks Kilisesi kentte görülebilecek az sayıdaki Hristiyan mimari örneklerinden biriymiş. Alexander Nevsky  Kilisesi 1887 yılında inşa edilmiş. Eski bir mezarlık bölgesinde inşa edilmiş.

Kilise Bizans mimari stilinde yapılmış ve inşasında plinfa tuğlalar kullanılmış. 1931 yılında kilise kapatılmış ve 1935-1938 yılları arasında yerel tarih müzesi olarak kullanılmış. 1946 yılında kilise yeniden ibadete açılmış. Kilisenin içindeki ilk döneme ait ikonalar iyi korunmuş durumda. Bunlardan en önemlisi Aziz Alexander Nevsky ve Mary Magdelene’nin ikonalarıymış. Şansızlığıma bakın ki hafta sonu olduğu için kapalıydı ve içini göremedim. Kilise  giriş ücreti 5 Manat.

Dönüş yolunda Şişe Ev karşıma çıktı. Şişe ev ya da Butulka Ev’in ilginç bir mimari yapısı bulunmakta. Binanın yapımında tuğla ile birlikte 48.000 cam şişe kullanılmış.

Gence’de oturan İbrahim Jafarov 1966-1967 yıllarında değişik ebat ve şekillerde cam şişeler kullanarak evi inşa etmiş. Bunun yanında ayrıca Soçi’den getirilen renkli taşlar da evin yapımında kullanılmış. İbrahim Jafarov bu evi II. Dünya Savaşı’nda kaybolan erkek kardeşinin anısına inşa etmiş. Evin saçaklarında bir erkek resmi kullanılmış, kardeşine ait olsa gerek. Her yıl yüzlerce turist bu evi görmek için burayı ziyaret ediyormuş. Evin içinin de dışı gibi ilgi çekici bir tarzda inşa edildiği söyleniyor ancak zamanım olmadığı için evin içini görme şansım olmadı.

Akşam olmak üzereydi ve Haydar Aliyev Parkı‘na gitmeyi planladım. Haydar Aliyev Park Kompleksi Azerbaycan ve Kafkasların en büyük, dünyadaki parklarda da beşinci en büyük park olarak gösteriliyor. Toplam alanı 450 hektar. Parkın girişinde 38 metre yüksekliğinde bir zafer takı bulunuyor.

Komplekste neler mi var? Cafeler, eğlence merkezleri, dinlenme alanları, bisiklet kiralama, çocuk eğlence alanları, konser alanları gibi çok çeşitli etkinlik alanları.

Park bu kadar büyük olunca, gezmek için gezinti araçları da bulunuyor. Uzun süre yürüdüm ve bir müzik sesi duyunca o tarafa yöneldim. Amfi şeklinde açık bir alanda sahnede bir grup çalıyordu.

Burası da Haydar Aliyev Kültür Merkezi.

Parkın içinde çok sayıda Maraş dondurmacısı vardı ve birinden dondurma alarak yürümeye başladım. Zafer Takı ışıklandırıldığında da ayrı bir güzelliği vardı.

Ertesi gün Gence’de son günüme Mahsati Ganjavi Merkezi ile başladım.  Kültür Merkezine giriş ücreti 2 Manat olup yine rehber eşliğinde gezdim.

Ettarlar Caddes’inde bulunan Mahsati Ganjavi Merkezi’nde Mahsati zamanıyla ilgili ulusal kıyafetlerin sergilendiği salonlar, sanat galerileri, Mahsati Ganjavi’ye atfedilen çeşitli görüntüler ve onun rubayileri bulunmakta Minyatürler ve sanat çalışmaları bir projektörle sergilenmekte.

Burayı gezdikten sonra Tarih Müzesini de gezeyim istedim. Artık çok vaktim kalmadığından adeta koşar adımlarla müzeye doğru gittim. Gence Tarih ve Etnoğrafya Müzesi Atatürk Prospekti 244 numarada bulunuyor. Kapıyı açtığımda ortalıkta hiç kimse bulunmadığından seslenmek zorunda kaldım. İçerilerden bir adam çıktı, üst katın kapalı olduğunu ancak alt katı gezdirebileceğini söyledi. Rehberlik yaparak her şeyi uzun uzadıya anlattı. Çok ilginç eserleri görme şansım oldu.

Tarih Müzesine fotoğraf çekmek için 2 Manat dahil toplam 4 Manat verdim.

Gezimizin sonunda biraz da resimlerle Gence sokaklarında dolaşalım.

Gence sokaklarında dolaşırken asıl ilgimi çeken birbirinden hoş heykellerdi.

Son Söz
Ülkemizde çok bilinmeyen bu güzel şehri gezmeye doyamadım. Bizim kültürümüze yakın, neredeyse aynı dili konuştuğumuz, samimi ve dostane insanlar tanıyabileceğiniz ve ülkemize de yakın olan Gence şehri seyahat seçenekleriniz arasında iyi bir tercih olabilir. Gitmenizi ve görmenizi öneririm.

Kiev Gezi Rehberi: Ukrayna’nın Renkli Başkenti

Kiev Gezi Rehberi

Avrupa’nın tarihi şehirleri olarak öncelikle akla Roma, Paris, Londra, Prag, Viyana gibi şehirler geliyor. Ancak, zengin tarihi, harika mimarisi, görkemli kiliseleri, hareketli caddeleri, lezzetli mutfağı ve henüz turist kalabalığına boğulmamış, Arnavut kaldırımlı sokaklı bir şehri ziyaret etmek istiyorsanız, Ukrayna’nın renkli başkenti Kiev’i düşünmelisiniz.

Kiev Doğu Avrupa’nın en eski şehirlerinden biri. 5. yüzyılda burası bir Slav ticaret merkeziymiş. Şehir, tarihi boyunca Hazarlar, Vikingler, Moğollar, Litvanya Büyük Dükalığı, Polonya, Rusya İmparatorluğu ve SSCB’nin egemenliği altına girmiş. Dinyeper (Ukraynaca Dnipro) Nehri kenarına kurulu olan Kiev Ukrayna’yı ilk kez ziyaret edecekler için iyi bir başlangıç noktası olabilir.

Kiev (Kyiv), Ukrayna’nın başkenti, politik, ekonomik, teknolojik, eğitim ve kültür merkezi. Kiev’de 3 milyonluk nüfusun yaklaşık % 85’i Ukrayna etnik kökeninli, % 12’si Rus. Şehirde Ermeniler, Azeriler, Belaruslular, Yahudiler, Gürcüler, Polonyalılar, Rumenler ve Tatarlar olmak üzere azınlık gruplar da var.

Aslında bizim de kullandığımız “Kiev” adı kentin Rusça adıymış. Şehrin her yerinde Ukraynaca kabul edilen resmi adı “Kyiv” (Київ) kullanıyor, asla “Kiev” adını kullanmıyorlar.

Kiev, özellikle de SSCB’den ayrıldıktan sonra Slav kökeninden ödün vermeden batının değerlerini benimsemiş, bunu eşsiz tarihiyle de birleştirebilen bir şehir olmuş. Zaten Kiev caddelerinde ve sokaklarında yürürken birçok çağın iç içe geçtiğine tanık oluyorsunuz. Ortodoks katedrallerinin ve kiliselerinin yanı sıra Sovyet mimarisiyle yapılmış binaları ve imparatorluk saraylarını bir arada.

Kiev

Dünyanın en yeşil başkentlerinden biri olarak geniş parklarıyla ünlü Kiev’de hemen her turistin seveceği çok güzel manzaralar bulunmaktadır.

Ukrayna’da gece hayatı, eğlence, yeme ve içme denilince akla gelen ilk yer de pek tabi ki Kiev olacaktır. Sayısız gece kulübü, popüler barlar, tavernalar, restoranlar, kafeler ve diskolar sınırsız eğlence sunmakta. Ukraynalılar hafta sonu partilerini seviyorlar.

Kiev turistik bir şehirden beklediğiniz hemen her şeye sahip. Tarihi eserleri, doğal güzellikleri, mükemmel alışveriş olanakları ve eğlenebileceğiniz bir sürü aktivite var. Ayrıca düşük bir bütçeyle birçok Avrupa şehrine göre çok lüks birkaç gün geçirebileceğiniz bir şehir.

Türklerin yurt dışında en çok rağbet gösterdikleri şehirlerin başında Kiev gelmektedir. Türkiye ile Ukrayna arasında yapılan vizesiz ve pasaportsuz seyahat antlaşması nedeniyle ülkeye giren Türklerin sayısında son yıllarda ciddi bir artış olmuştur. Ülke parası Türk Lirasına göre daha az değerli olduğundan hem gezerken hem de lezzetli yemeklerini ve içeceklerini tadarken daha rahat hareket etmemizi sağlıyor.

İklimi
Kiev nemli bir karasal iklime sahiptir. Prag ve Paris ile aynı enlemde olmasına rağmen, Sibirya’nın etkisiyle kışlar daha soğuk geçiyor. Kar örtüsü genellikle Kasım ayının sonundan Mart ayının sonuna kadar kalkmıyor. Ayrıca kışın özellikle Ocak ayında yüksek nem nedeniyle hava daha soğuk hissediliyor.

Kış ayları çok soğuk geçmekle beraber yaz ve bahar ayları gayet sıcak ve güzeldir. Yazları ortalama sıcaklık 25°C- 16°C olduğundan ılık bir havası olduğu söylenebilir. Isının yükseldiği bu aylar yılın en yağışlı dönemidir. Kısaca Kiev’i kış mevsimi dışında ziyaret etmek uygun olacaktır.

Vize Koşulları
Türk vatandaşları, pasaport veya çipli T.C. kimlik kartlarıyla Ukrayna’ya vizesiz seyahat edebilmektedirler. Ukrayna’da kalış sürelerinin, son 180 gün içerisinde toplam 90 günü geçmemesi gerekmektedir.

Ülkeye girişte pasaport veya çipli T.C. kimlik kartına ilave belgeler de istenebilmektedir; dönüş uçak bileti, ziyaret amacı, seyahat için yeterli miktarda döviz bulundurulması (kalış süresine 5 gün daha eklenir ve her gün için kişi başı günlük 50 ABD Doları nakit bulundurulmalıdır).

Bununla birlikte giriş evraklarının eksiksiz olması ülkeye giriş garantisi sağlamamaktadır.

Kiev Ulaşım
Kiev’de iki uluslararası havaalanı bulunmaktadır. Her iki havaalanından belediye otobüsü, Matruşka isimli özel minibüsler ve taksi ile ulaşım mümkün. Kiev’e havayolu dışında tren ve otobüsle birçok Avrupa şehrinden seferler düzenlenmektedir.

Kiev’de şehir içi ulaşım alternatifleri de çok sayıda. Belediye otobüsü, tramvay ve özel minibüslerin yanı sıra üç hatlı gelişmiş bir metro ağı da bulunmaktadır.

Daha detaylı ulaşım bilgisini aşağıdaki linkte bulabilirsiniz.

Kiev Ulaşım

Konaklama
Kiev uygun fiyatlı pansiyonlardan 5 yıldızlı otellere kadar sayısız konaklama seçeneği sunmaktadır. AirBnb ve booking.com üzerinden Ibis, Fairmont, Radisson Blue gibi lüks otellerde, büyük zincir otellerde, hostellerde bir oda veya daire kiralayabileceğiniz gibi butik otel ve apartmanlar da bulabilirsiniz.

Gezelim Görelim
Gezeceğimiz yerleri birbirine yakınlıklarına göre sıralayarak anlatmak istiyorum ki sizin için de bir gezi rehberi olsun.

Nezalezhnosti Meydanı – Maidan Nezalezhnosti

Şehrin merkezi ve kalbi olarak tanımlanan Maidan Nezalezhnosti (Bağımsızlık Meydanı), Kiev’in ana şehir meydanlarından biri ve yerel halkın buluşma yeridir. Şehirdeki neredeyse tüm etkinlikler bu meydanda yapılıyormuş. Bu Meydan geçmişte Yüksek Koru olarak adlandırılan bir alan üzerine inşa edilmiş. ‘Maidan’ kelimesi Türkçedeki “Meydan” kelimesine benziyor.

Bu bölge, 1800’lü yıllarda yerleşim yeri olarak kullanılıyormuş, II. Dünya savaşı sonrasında Lenin tarafından meydan haline getirilmiş. Ünlü meydan, Ukrayna’nın yakın tarihine ışık tutan pek çok gösteri, eylem ve mitinglere sahne olmuş. 1990’lardaki bağımsızlık öncesi protestolara ve 2004 yılındaki ünlü Turuncu Devrimine de şahitlik etmiş. Fakat bunların hepsini, 2013-2014’te hükümet güçleri tarafından meydanın kuşatılarak birçok insanın öldürüldüğü Euromaidan Devrimi gölgede bırakmış.

Meydanın odak noktasında, Ukrayna barok ve imparatorluk stillerinin bir karışımıyla inşa edilen ve çiçekli bir dal kaldıran Slav tanrısı Berehynia’yı gösteren 61 metre yüksekliğindeki Bağımsızlık Sütunu bulunmaktadır. Sütun 2001’de Ukrayna’nın bağımsızlığının 10. yıldönümünü anmak için inşa edilmiş.

Bağımsızlık Meydanı’ndaki Lach Gates, 2001 yılında Orta Çağ şehir kapılarından birinin anısına yapılmış bir anıttır. En tepede, kentin sembolü ve koruyucu azizi olan Başmelek Mikail’in heykeli var. Lach kapıları Orta Çağ Kiev’in bilinen üç kapısından biriymiş, diğerleri ise Altın Kapı ve Yahudi (Lviv) Kapılarıdır.

Kiev

Mamai Anıtı (Statue Of Cossack Mamay), Ukrayna’lı folklorik bir kahraman için yapılmış. Kobza adındaki müzik enstrümanı Ukrayna ruhunu, atı özgürlük ve sadakati, silahlar ise insanların gücünü sembolize ediyormuş.

Meydanda, şehrin kurucuları sayılan 4 efsanevi karaktere adanmış Kiev Kurucuları Anıtı (Monument of Founders of Kyiv) yer alıyor.

Kiev

Kiev’in sembollerinin, anıt ve heykellerinin, tarihi yapıların yer aldığı Bağımsızlık Meydanı‘nda bunların dışında, Flower Clock, Globus Contemporary Art Gallery, Underground Globus Shopping Centre, önceden Moskva isimli Hotel Ukrayina, Ukrayna Çaykovski Ulusal Müzik Akademisi, Merkez Postane Binası ve Ukrayna Ticaret Birlikleri Federasyonu Binası görülebilir.

Maidan hafta sonları konserler ve popüler gece fıskiyesi şovu ile birlikte eğlence merkezi oluyor. Meydana toplanan halk, gıda ve hediyelik eşya satan satıcılar, performans sergileyen amatörler, kanatlı melek heykellerinin dikkatli bakışları altında salınan gençler, paten sürenler, yılan dolayanlar, aşıklar, serseriler yani ne ararsanız burada görebiliyorsunuz.

Bu etkinliklerden bazıları gerçekten çok güzel bir müzik dinletisi olabiliyor.

Khreshchatyk Caddesi

Kiev
Kiev’in ana caddesi Khreshchatyk Bessarabska Meydanı ve Avrupa Meydanı arasındaki bulunuyor ve Bağımsızlık Meydanı da bu caddeye bitişiktir.

Kiev’in ana iş merkezlerinin, birçok resmi binanın, ünlü markaların mağazalarının, butiklerin, kafelerin, restoranların, barların, Stalin döneminden Sovyet tarzı binaların ve diğer tarihi yapıların bulunduğu bu cadde şehrin en önemli cazibe merkezlerinden birisi sayılıyor.

II. Dünya Savaşı sırasında geri çekilen Sovyet ordusu buradaki binaları kazarak içlerine buraya ayak basan Alman askerleri için ölümcül bubi tuzakları yerleştirmiş. Bu nedenle çoğu bina patlamış ya da yanmış. Bu binalar daha sonra o zamanki Stalinist tarzında yeniden inşa edilmiş.

Khreschatyk Caddesi Avrupa’nın en kısa ana caddesi, 1,3 kilometre uzunluğunda, ama kısa olmasına karşın oldukça geniş bir caddedir. Cadde, hafta sonları ve resmi tatillerde araç trafiğine kapatılıyor, cadde üzerinde çeşitli etkinlikler, performanslar ve yarışmalar gerçekleştiriliyor. Cadde kenarında sıralanan kafe ve büfelerden birinde ara sıra durarak hem güzel kahvelerinden içip hem de burada halkı gözlemleyebilirsiniz. Bu caddeye gitmek için Maidan Nezalezhnosti veya Khreshchatyk metro durağında inmelisiniz. Cadde üzerinde turistler için yerleştirilmiş yön tabelalarını göreceksiniz.

İsterseniz Khreshchatyk boyunca sırayla güney, batı, kuzey ve doğu yönlerinde yer alan ilgi çekici yerleri görelim.

Bessarabska Meydanı

KievTarihi 19. yüzyıla kadar giden Bessarabsky Kapalı Çarşısı, bir kısmı 19. yüzyıla tarihlenen dükkan ve ofislerin oluşturduğu kompleks ile çağdaş sanatın sergilendiği Pinchuk Art Centre’in bulunduğu Bessarabsky Mahallesi, yeraltı alışveriş merkezi olan Metrohrad, Merkez Mağazası (TsUM), küçük ve dar bir ticaret ve konut caddesi olan Kiev Passage, Belediye Meclisi Binası (Kyivrada) bulunmaktadır.

Yevropeyska Meydanı – Avrupa Meydanı

Otel Dnipro, UNIAN Haber Ajansı Binası, Ukrayna Evi (Ukrayinskyi Dim) konferans ve sergi salonu, 19. yüzyıldan kalma Kiev Filarmoni Binası, Pereyaslav Antlaşması’nın imzalanmasıyla Rusya ve Ukrayna’nın birleşmesine adanmış Halkların Dostluğu Anıtı bulunmaktadır.

Kiev’deki ilk gününüzde şehrin ana caddesi olan Khreshchatyk’la gezmeye başlayabilirsiniz. Şehrin en meşhur meyve ve sebze pazarını görmek istiyorsanız doğruca Khreshchatyk Caddesi’nin sonundaki Bessarabsky Pazarı’na gidebilirsiniz.

Bessarabsky Pazarı

1910-1912’de inşa edilmiş tarihi pazarda et ve et ürünleri, ekmek, falafel, çeşitli meyve ve sebze satan tezgahlar, dereotu, sirke, domates, sarımsak ve hatta minik kabaklardan yapılmış turşular gibi ürünler satılmaktadır.

Pinchuk Art Centre
Pazarın yakınında Pinchuk Art Centre’e de uğrayabilirsiniz. Müze Doğu Avrupa’nın en büyük özel müzelerinden biri olarak gösteriliyor. 3.000 metrekarelik binada, dev kafalardan 3 boyutlu optik illüzyonlara kadar her şeyi içeren değişik sergileri keşfedebilirsiniz. İngilizce konuşan rehberler, sergilerle ilgili sorularınızı yanıtlamak için her odada hazır bulunmaktadır. Bu arada en üst kattaki kafeden mükemmel Kiev manzarasını izlemeyi de kaçırmayın. Merkez salı-pazar 12:00-21:00 saatlerinde açıktır.

Brodsky Synagogue

Kiev1898 yılında inşa edilen Kiev kentindeki en büyük ikinci sinagogdur. Sovyetler Birliği ve savaş yıllarında bu bina farklı amaçlar için kullanılmış ve 2000 yılında tekrar sinegog olarak hizmet vermeye başlamış.

Kapıdan bir güvenlik masası bulunuyor. Gezmek istediğimi söyleyince uzun kapri pantalon giymeme rağmen belime bağlamam için bir örtü verdiler.

Stadyum
Bu bölgede bir de büyük bir stadyum bulunuyor. Sanırım Dinamo Kiev takımının stadı.

Kiev

Middle Way Heykeli

KievTarasa Shevchenka Bulvarı’nın sonunda, bir zamanlar Kiev’in son Lenin heykeli bulunuyormuş. 2013’ün sonlarında Euromaidan protestocuları tarafından heykel aşağı indirilmiş ve küçük parçalara ayrılmış. 2014 yılında bu heykelin yerine “Orta Yol” olarak adlandırılan ve “dostluk ve işbirliğini” sembolize eden dev mavi bir el heykeli yapılmış.

Shevchenka Meydanı

KievBöyle yürüyerek Shevchenka Meydanı’na kadar geldim. Meydanın ortasına kocaman bir top heykeli yerleştirilmiş.

Ukrainian House

KievAvrupa Meydanı’nda 1982 yılında Lenin Müzesi olarak açılan büyük beş katlı beyaz bina, 1993 yılında “Ukrainian House” adını alarak Sergi ve Konferans Merkezi olarak kullanılmaya başlanmış.

Kiev Philharmonic of Ukraine (Merchants Assembly)

Kiev

1882 yılında Rus tüccarlar için inşa edilen 2 katlı, tuğla ve klasik tarzda bir kulüp evidir. 1934’de inşa edilen asimetrik ve klasik tarzda bir diğer yapı ile park tarafına bağlanmıştır. Orijinal iç dizaynı hemen hemen hiç değiştirilmeden günümüzde Filarmoni Binası olarak kullanılmaktadır.

Friendship of Nations Monument-Halkların Dostluğu Anıtı
Parkın içinden yokuş yukarı yürüdüğünüzde tam tepede konumlanmış büyük bir kemer anıt göreceksiniz. Sovyet döneminde inşa edilen Halkların Dostluğu Kemeri, SSCB’nin 60. yıldönümünü ve Kiev’in bir şehir olarak 1500. yıldönümünü kutlamak için 1982’de yapıldığında Ukrayna ve Rusya’nın Yeniden Birleşmesi Anıtı olarak adlandırılmış. Dinyeper Nehri’ne bakan büyük bir alanda bulunan dev metal parabol kemer, antikomünist yasaları kabul edilmekle birlikte bir şekilde bunun dışında kalmış ve yıkılmaktan kurtulmuş. Bir platform üzerinde bulunan kemerin altında iki kişiden oluşan dev bir heykel seti var. Sol taraftaki adam, Ukraynalıların sosyalist-gerçekçi bir temsilidir, sağ taraftaki ise açıkça daha güçlü, iri yarı bir Rusu göstermektedir. Her ikisi de dayanışma için kollarını kaldırmışlar. Kemerin 2017 yılında gittiğimdeki görüntüsü soldaki fotoda yer almaktadır. Ancak Kasım 2018’de eylemciler Ruslarla olan anlaşmazlıklarına vurgu yapmak için kemerin ortasına çatlak gibi görünen bir çıkartma eklemişler. Sağdaki foto ise yeni halini göstermektedir.

Yüksek konumu nedeniyle nehrin muhteşem bir manzarasını izleyebileceğiniz bir seyir terası bulunmaktadır.

Kiev

Heavenly Hundred Park

Kiev
Köprünün diğer tarafında bir park ve ortasında büyük bir heykel bulunuyor. Park Heavenly Hundred Park olarak adlandırılmış çünkü 2013-2014 yıllarında burada trajik olaylar gerçekleşmiş. Parkta bulunan yön tabelalarını takip ederek Su Müzesini ve Magdeburg Hakları Anıtını görebilirsiniz.

Lypky Bölgesi
Buradan tekrar Khreshchatyk Caddesi’ne dönelim. Eski Kiev mimarisini tanımak için Pecherskyi Bölgesi’nde tarihi bir semt olan ve adı 18. yüzyılın ortalarında bu alana dikilen ıhlamur ağacı korusu ile ilişkilendirilen Lypky semtini hep beraber gezmeye başlayalım. Bu lüks yerleşim bölgesi, her dönem zengin tüccarlardan soylulara, parti yetkililerinden politikacılara kadar üst düzey görevlilerin yaşadığı bir semt olmuş. Süslü 19. yüzyıl konaklarından neo-Rönesans’a ve Stalin tarzına kadar, Kiev mimarisinin tüm dönemlerine tanıklık etmek için bu bölgede mutlaka yaya olarak gezmek gerekiyor.

Yürümeye Khreshchatik Caddesi’nde Maidan Nezalezhniosti metro istasyonundan başlayalım. Ukrayna Müzik Akademisi’nin büyük binasının önünden geçen Gorodetskogo Caddesi’ne çıkınca, caddeyi çevreleyen birkaç binanın son derece süslü cephelerine hayranlık uyandırıyor.

Kiev

Cadde, 1898 yılında inşa edilmiş olan Ivan Franko Ulusal Akademik Drama Tiyatrosu binasının bulunduğu bir meydana çıkar.

Tiyatronun hemen önünde 19. ve 20. yüzyıllarda yaşayan ünlü yazar ve şair Ivan Franko’nun ve ünlü Ukraynalı komedyen M.Yakovchenko’nun heykelleri ile bir çeşmenin yer aldığı küçük bir park bulunmaktadır.

Institutskaya Street
Institutskaya Street, Kiev’in en güzel Bizans tarzı binalarından birine ev sahipliği yapıyor. 1905 yılında kurulan Ukrayna Ulusal Bankası’na ait bu görkemli bina, günümüze kadar değişmeden korunmuş zengin bir dekorasyona sahip. Cephesi, mermer sütunlarla ve zarif süslü tasarımlarla bezenirken, bina köşelerinde dev grifonların heykelleri ile süslenmiş.

Doms Khimerami (Canavarlı Ev)

Kiev

Institutskaya Caddesi’nden yakındaki Bankovaya Caddesi’ne yürüyün. Bu caddedeki en dikkat çekici yapı “Dom s Khimerami”. Cumhurbaşkanlığı Binası’nın yakınında yer alan ev 1901-1903 yılları arasında özel ikametgah olarak inşa ettirilmiş. Bahçesindeki ve iç kısmındaki dış cephesinde çok sayıda canavar figürünün olduğu ilginç bir görüntüye sahip olan binanın tasarımında Art Nouveau akımından etkilenilmiş. Çok sayıda sahip değiştiren bina, şimdilerde Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın bir parçası olarak hizmet ediyormuş. Sıra dışı binada, gergedanlar, aslanlar, yayın balığı, kartallar, kurbağalar, deniz kızları gibi efsanevi ve gerçek yaratıkların heykelleri bulunmaktadır. Egzotik veya efsanevi hayvan figürleri çatıda oturuyor, duvarlarda sürünüyor veya girişlerin üzerinde asılı duruyor.

Yaratıkların çoğu aslında mimarın avcılık ganimetlerinden antilop, gergedan, timsah gibi hayvanların tasvirleriymiş. Binanın içinde de bu hayvanların doldurulmuş birçok prototipi varmış. Yaratıklar sadece binayı süslemekle kalmayıp aynı zamanda mimarının hayranı olduğu ve o zamanlar devrim niteliğinde olan yapı malzemesi betonu tanıtmak için yapılmış.

Geceleri daha güzel görünen ve zaman içerisinde hakkında çok sayıda efsane ürettilen binada halen törenler ve resmi etkinlikler yapıldığı için içeri girilmesine genelde izin verilmemektedir. Ev ve bulunduğu sokak genelde kapalıdır. Müzede bazı cumartesiler Kiev Tarih Müzesi tarafından 75 UAH ücretle grup turları düzenlenmeymiş.

Pryanichny Domik (Zencefilli Ev)
Bankovaya Caddesi’nde ilginç, dört katlı, güzel, gotik tarzı binadır. Bu muhteşem binanın cephesi oldukça süslü. Başlıca dikkat çeken özelliği, sürgülü bambu tavanı. Judaik geleneğine göre festival zamanı açık havada yaşanması gerektiğinden evin sahibi bu şekilde yaptırmış. Günümüzde bu bina Yazarlar Birliği’ne aittir. Evin bahçesinde Avrupa mutfağı ile ünlü pahalı bir “Sad” (Bahçe) restoran var.

Dom Plachushchey Vdovy (Ağlayan Dul Kadın Evi)
Kısa bir yürüyüşten sonra başkentteki en muhteşem villalardan birinin bulunduğu Lyuteranskaya (Lutheran) Caddesi’ne çıkacaksınız. Ev 1907 yılında inşa edilmiş. Ön cephesini at kestanesi yaprakları bulunan bir kadının yüzünün süslemekte. Yağmur yağdığında gözyaşlarının taş yanaklarından aşağıya doğru aktığı görülüyormuş. Bu ev şehirdeki Art Nouveau tarzının en güzel örneklerinden biri olarak kabul edilmektedir.

Foto: tripadvisor.com

Aziz Catherine Church

Caddede ayrıca 1857 yılında inşa edilmiş olan Aziz Catherine Kilisesi bulunmaktadır. Mükemmel iç akustiğiyle ünlü, basitleştirilmiş Gotik tarzında inşa edilmiş, Kiev’deki tek Lutheran tapınağıdır.

Chocolate House

Foto: Konspat.com

Kısa bir yürüyüşle, iki katlı “Shokoladny Domik” yani Çikolata Evini göreceğiniz Shelkovichnaya (Amerikan dutu) Caddesi’ne gidebilirsiniz.

Bu garip ama “tatlı” isim, binanın cephesinin yoğun kahverengi rengiyle bağlantılıdır ve sayısız heykel dekorasyonu nedeniyle zarif bir çikolata çubuğuna benzemektedir. Zengin Lypky semtinde 1901 yılında inşa edilmiş olan bu kendine özgü neo-Rönesans konağı, gösterişli iç mekanlarıyla dikkat çekmekteymiş. Günümüzde bina, Kiev Rus Sanat Müzesi’nin bir şubesine ev sahipliği yapıyormuş.

Altın Kapı-Golden Gate (Zoloti Vorota)


11. yüzyıldan kalma Kiev surlarının ana girişleri olan antik kapıların modern bir kopyası olan Golden Gate’Kiev Prensliği’nin kurucusu Yaroslav Mudri’nin emriyle 1017-1024 yılları arasında inşa edilmiş. Konstantinopolis’in Altın Kapısı’ndan model alınarak inşa edilen kapı, her iki taraftan uzanan surlarla antik kentin ana girişi olmuş. 12 metre yüksekliğindeki bu yapı, zenginler, politikacılar ve yurt dışından gelen elçiler için onursal giriş olarak kullanılmış.

Altın Kapı, 1240’daki Moğol saldırılarında ciddi hasar görmesine rağmen, 18. yüzyıla kadar yine de kullanılmaya devam etmiş. Güneş üzerinden doğduğu için yerel halkın “Gökyüzü Kapısı” ismini verdiği bu yapının neredeyse büyük kısmı yıkıldığı için 1982’de Sovyet yetkililerce aslına yakın şekilde tekrar yapılmış. Asıl kapı parçaları iç kısımda korunmuş olmasına rağmen bugün gördüğünüz kapı büyük ölçüde bu tarihte yapılmıştır.

Büyük Prens Cesur Sviatoslav’nin 10. yüzyıldan kalma orijinal mührü gibi birkaç eski eser de burada sergilenmektedir. 29 metre yüksekliğindeki pavilyonun tepesine de tırmanılabiliyor. 40A, Vladimirskaya str. adresindeki Müze, Mayıs-Ekim aylarında 10:00–18:00 arası açık olup Zoloti Vorota metro istasyonunda inebilirsiniz. Bilet fiyatları yetişkin/öğrenci 40/15 UAH.

Zoloti Vorota’nın yanındaki heykel ise, bilge Yaroslav’a aitmiş, ancak nedendir bilmiyorum ama insanlar buna “Kiev pastası anıtı” diyorlarmış.

Ulusal Opera

Ulusal Opera (National Opera of Ukraine) 1867 yılında açılmış. Barok tarzı binasının görkemli mimarisi, ses akustiği, tiyatro ve operanın hem klasik hem de modern danslarıyla ziyaretçilerini büyüleyen opera evinde Ukrayna-Rus balesi ağırlıklı olmak üzere yıl içerisinde pek çok performans sergileniyormuş. Volodymyrska 50 adresindeki Opera Evinde bir gösteri izleyemeseniz bile, sadece mimarisi için binayı görmeye değer. Tüm bunların dışında bina içerisinde bulunan Güzel Sanatlar Müzesini gezerek çok değerli resim ve ikon koleksiyonlarına göz atabilirsiniz.

Saint Sophia’s Cathedral – Aziz Sofya Katedrali

İstanbul’daki büyük Ayasofya Kilisesi’nden sonra böyle adlandırılan Aziz Sofya Katedrali (Saint Sophia’s Cathedral) Ukrayna ve Avrupa’nın sanat ve mimari şaheseri olarak Kiev’in en eski ayakta kalan kilisesidir. Prens Yaroslav’ın Kiev’i Peçeneklere karşı korumadaki zaferini kutlamak ve Hristiyanlığı yüceltmek için 1017–1031 yıllarında yapılmış. İlk başta Bizans tarzında inşa edilmiş ama sonraki yıllarda barok tarzına dönüştürülmüş. Kiev Rus döneminde ilk okulu ve kütüphaneyi barındıran bir kültür merkezi olmuş. Kraliyet Sarayı’nın bitişiğinde olduğundan aynı zamanda taç giyme törenlerinin ve diğer kraliyet törenlerinin düzenlendiği, antlaşmaların imzalandığı ve yabancı saygın kişilerin kabul edildiği bir yer olmuş.

Sovyetler döneminde tarihsel açıdan değersiz bulunarak 1936’da bir kısmı yıkılan kilise, 2000’de Ukrayna hükümetinin bağımsızlık sonrası projesi olarak aslına uygun şekilde restore edilmiş. Bu görkemli 13 kubbeli kutsal yapı, kentte Bizans mimarisinden izler taşıyan yapıların başında geliyor. 1000 yıllık geçmişinde Ortodoks ve Katolik topluluklar tarafından kullanılan kilise günümüzde müze olarak hizmet veriyor. UNESCO, Katedrali 1990’da Dünya Mirası Listesi’ne ekleyerek koruma altına almış.

Binanın altın kubbeleri ve 76 metre yüksekliğindeki düğün pastasına benzer çan kulesi 18. yüzyıl barok eklemelerdir. Kiev’in 360 derecelik manzarasını izlemek için Katedralin çan kulesine tırmanmaya değer.

İç kısımdaki mozaiklerin ve fresklerin çoğu orijinal. Her bir mozaiğin İngilizce açıklaması vardır. En etkileyici yer merkezi apsise hükmeden 6 metre yüksekliğindeki Virgin Orans, insanlığın kurtuluşu için yalvaran ve dünya kilisesinin bir sembolü olan Bakire’nin kendine özgü bir Ortodoks kavramıdır.

Diğer bir görmeye değer eser Yaroslav ve ailesinin orta nefin her iki tarafındaki grup portreleridir. Prens Yaroslav’ın kendisi buraya gömülmüş, ancak kemiklerinin II. Dünya Savaşı sırasında geri çekilen Alman ordusuyla birlikte Kiev’den ayrılan işbirlikçi bir rahip tarafından ABD’ye kaçırıldığına inanılıyor. Ukrayna hükümeti, geri getirilmesiyle ilgili müzakerelerde bulunuyormuş. Prensin boş mezarı giriş katında, ana girişin en sol köşesinde bulunmaktadır.

Katedralin diğer önemli özellikleri arasında, 18. yüzyıldan kalma dökme demir karo zeminler; Kiev Rus zamanında Kiev’i betimleyen muhteşem bir model; Sovyetler tarafından 1937’de yıkılmadan önce yakındaki St Michael Altın Kubbeli Manastırı’ndan kurtarılmış antik ikonlar ve orijinal fresk parçalarını içeren üst kattaki sanat galerileri vardır. Katedralle ilgili dini eserler18. yüzyılda yemekhane olarak hizmet veren ve şimdi müzeye dönüştürülen kısmında yer alıyor.

Zoloti Vorota metro durağında inip bu Kiliseye kolaylıkla ulaşabilirsiniz. Katedral ve Müzeler 10:00-18:00, kompleks ve çan kulesi 09:00-19:00 arasında hizmet vermektedir. Fiyatı Kompleks/Katedral/Çan Kulesi için 20/80/40 UAH olarak uygulanmaktadır. Kombine bilet alırsanız hepsini 100 UAH ödeyerek görebilirsiniz.

Sofiyska Meydanı

Kilisenin hemen önündeki, birçok etkinliğinde  düzenlendiği yer Sofiyska Meydanıdır.

Bohdan Khmelnytsky Monument

Sofiyska Meydanı üzerinde Kazak kahramanı Bohdan Khmelnytsky’nin bir heykeli bulunmaktadır. 1888 yılında inşa edilen anıt, Sophia Katedrali’nin hem çan kulelerini hem de St.Michael Manastırı’nı birleştiren eksende neredeyse Sophia Meydanı’nın tam ortasında yer almaktadır. Şehrin en meşhur anıtı ve simgesi bir anıttır.

Holodomor Kurbanları Anıtı


Ayasofya’dan Aziz Michael Kilisesi’ne yürürken göreceğimiz anıt. Kilisenin girişinin hemen sağ tarafında Stalin’in insanlık dışı politikalarının aykırı bir hatırlatması bulunmaktadır. Buna, Holodomor Kurbanları Anıtı adı verilmiştir. 1932-33 yıllarında 10 milyon Ukraynalı bu politikaların sonucu olarak açlıktan ölmüş.

Meydanda ayrıca Prenses Olga, Havari Andrew, Aziz Cyrill ve Aziz Mephodius’un heykelleri bulunmaktadır.

St. Michael’s Golden-Domed Monastery (Aziz Michael’ın Altın Kubbeli Manastırı)

Kiev gezisinde mutlaka görülmesi gereken bir yer. Dinyeper Nehri’nin kıyısında yer alan tarihi manastırda büyük bir Katedral, yemekhane ve çan kulesi vardır. Görkemli bir mimari tarza sahip olan kompleksin katedrali ve yemekhanesi hem Bizans hem de barok etkilerini sergiliyor.

Aziz Sofya Kilisesi’ne göre kuzeydoğuda kalan bir uçurumun kenarında yer alan St. Michael Altın Kubbeli Katedral ilk olarak 1108-1113 yılları arasında inşa edilmiş. Zaman içerisinde çevresine barok stilde binaların inşa edildiği katedralin manastır olarak kullanılan binası belirli aralıklarla yıkım ve yeniden inşa süreçleri geçirmiş. Katedral 1935 yılında SSCB zamanında yıkılmış ve Ukrayna’nın bağımsızlığını kazanmasının ardından 2001 yılında yeniden inşa edilmiş.

Katedralin içinde, yıkılmasından önce korumaya alınarak Moskova ve St. Petersburg müzelerine götürülen benzersiz mozaikler ve duvar resimleri var. Altın kubbelerinin arasında Baş melek Mikail’e adanmış bir anıtın da bulunduğu yapı mozaikleri ve freskleri ile özel bir yer.

Bizi bu Kilise kadar komplekste bulunan tuvaleti de şaşkına çevirdi! Hayatımda hiç böylesini görmedim.

St Michael’s Monastery Museum
Aziz Michael Altın Kubbeli Manastırı’nın büyüleyici tarihi, manastırın çan kulesinde bulunan müzede Ukraynaca ve İngilizce olarak ayrıntılı şekilde açıklanmaktadır. Müze ayrıca, 1934’te Sovyetler tarafından yıkılan komşu Tryokhsvyatytelska Kilisesi’nin tarihini de açıklamaktadır. Müze, Salı-Pazar günleri 10:00-19:00 saatleri arası açıktır. Bilet ücreti 14 UAH’dır.

Ministry of Foreign Affairs – Dışişleri Bakanlığı


Pl Mykhaylivska 1 adresindeki Dışişleri Bakanlığı, Sovyetler tarafından 1934’te Stalin’in yıktığı, Kiev’in en kutsal yapılarından biri olan Tryokhsvyatytelska Kilisesi’nin yerine inşa edilmiş.

St. Michael Altın Kubbeli Katedralin solundan başlayarak arkaya doğru, Podil’in ticari bölgesinde, nehir kenarına dik bir yamaçtan geçen şirin bir füniküler bulacaksınız. Bu ulaşım şehirdeki en eğlenceli toplu taşıma yolculuğudur. Fünikülerle ilgili detaylı bilgiyi ulaşım bölümünde bulabilirsiniz.

Andriyivsky Uzviz (Andriyivski Yokuşu)

Tarihi dokusu, Dinyeper Nehri manzaralı kafeleriyle Andriyivski Uzviz, Kiev’deki en eski ve en güzel sokaklardan biridir. Efsaneye göre, buradaki tepeye bir aziz gelmiş ve bir haç dikerek “Bu noktada büyük bir şehir kurulacak” kehanetinde bulunmuş. Bu aziz Havari Andrew’muş ve böylece Kiev’in en ilginç adlı caddesi oluşmuş.

Andriyivski Uzviz, Kiev’in ana mahalleleri ve geçmişte şehrin yönetildiği aristokrat Yukarı Şehirle halkın yaşadığı ticari alt bölge olan Podil’i birbirine bağlayan önemli bir geçitmiş. 19. yüzyılın sonlarında cadde bugünkü görünümünü kazanmış ve o zamandan beri değişmeyen, iki ve üç katlı taş binalardan oluşmaktadır. 

Paris Montmarte hissi veren ve Kontraktova Meydanı’ndan vul Volodymyrska’ya kadar çıkan dik Arnavut kaldırımlı bir caddedir. Yol boyunca kafeleri, restoranları, sanat galerilerini, Ortodoks ve Ukrayna temalı her türlü hediyelik eşya tezgahlarını görebilirsiniz. Günümüzde bu dik ve kıvrımlı cadde, konserlerin, sanat festivallerinin ve sergilerin düzenlendiği geleneksel bir yer olmuş. Andriyivski Uzviz, aynı zamanda Kiev’deki bohem hayatın görüleceği sanatçıların buluşma yerlerinden biridir. Burada sanatçıları görebilir ve şarkıcıların ve aktörlerin performanslarını izleyebilirsiniz.

Caddenin zirveye yakın noktasında, havari efsanesini kutlayan beş kubbeli, haç şekilli barok bir şaheser olan çarpıcı altın ve mavi renkleriyle St Andrew’s Kilisesinin sizi karşılıyor olmasıdır. 

Kilisenin yanından uzanan bir sokakta ressamların eserlerini sergilemeleri için standlar yapılmış. Biraz ilerisinde de şehri kuş bakışı seyredebileceğiniz bir seyir platformu bulunmaktadır.

St Andrew’s Church – Aziz Andrew Kilisesi

Andriyivsky Uzviz’de yürürken tepede bulunan altın ve mavi renkli barok şaheseri görmemek mümkün değildir. Şehrin en eski bölgesi olan Podol semtinde bulunan Kilise, St Petersburg’daki Kış Sarayını da tasarlayan İtalyan mimar Bartolomeo Rastrelli tarafından Rus İmparatoriçesi Elizabeth’in isteği üzerine 1754 yılında inşa edilmiş. Beş kubbeli, haç şeklindeki kilise geleneksel Ukrayna tarzının muhteşem bir yorumunu yapıyormuş.

Maalesef son yıllarda kilisenin temeli kaymaya başlamış ve kilise ziyarete kapatılmış. 2018 sonbaharında bu kiliseyi İstanbul Patrikhanesi’ne devretme kararı alınmış ve bu durumun da kilisenin restorasyonunu hızlandırabileceği belirtiliyor. İçine giremeseniz de şehir ve Dinyeper Nehri’nin muhteşem manzarası için platformun üstündeki basamaklara tırmanabilirsiniz.

National Museum of Ukrainian History

Buradan uzaklaşmadan bu ünlü caddenin bittiği tepede Ulusal Tarih Müzesini de gezelim.

Ukrayna tarihini ele alan bu büyük müze, ziyaretçilerine Taş Devrinden doğuda Rusya ile devam eden savaşa kadar Ukrayna’nın geçmişinin tüm aşamalarında fantastik bir gezinti sunuyormuş. En ilginç sergi ise modern devrimlerle doğuda Rusya ile yapılan savaşa dair fotoğrafların ve basın açıklamalarının bulunduğu en üst kattaymış. Pazartesi-Cuma 10:00-18:00, Cumartesi-Pazar 11:00-19:30 arası açık olup ücreti yetişkin/öğrenci 50/30 UAH ve tur ücreti de 240 UAH’dır.

Church of Tithes

Kiev’in panoramik manzarasını da görebileceğiniz bu geniş alanda eskiden Church of Tithes yani Church of Our Lady kilisesi varmış ama bugün sadece bu kilisenin kalıntıları görülebiliyor. Ayrıca girişte Ridzvo Manastırı bulunmaktadır.

Bahçede bir de kayalara kazılmış eski bir yazıt bulunmaktadır.

Podil (Podol) Bölgesi
Podol, zanaatkarların ve balıkçıların yaşadığı eski bir Kiev semtidir. Bu bölgede şehrin tarihinde önem taşıyan birçok cazibe noktası bulunmaktadır. Kontraktova Meydanı’yla başlayan bu uzun liste Meydandaki Samson Çeşmesi, Florovsky Manastırı, Aziz Andrew Kilisesi, Ulusal Çernobil Müzesi, I. Peter’in Evi, Tüccarlar Meydanı ve Kiev Belediyesi Akademik Opera ve Balesi Çocuk ve Gençlik Tiyatrosu ile devam eder.

Kontraktova Meydanı
Meydanın muhteşem bir manzarası vardır. Kiev’deki en eski meydan olan bu alanın tarihi 1798 yılına kadar uzanıyormuş. Rus fuarlarına ev sahipliği yapan, tüccarlara ve müşterilere hizmet veren bir yer olmuş. Tatar-Moğol istilasının ardından Yukarı Şehir yıkıldığı için bu meydan bir süre şehir merkezi olarak da hizmet etmiş. Geniş ve güzel Kontraktova Meydanı, her biri farklı bir hikayesi olan harika binalarla çevrilidir.

Samson Çeşmesi
Kontraktova Meydanı 1749’da yapılmış Samson Çeşmesi’ne de ev sahipliği yapmaktadır. Bolşevik döneminde, bu çeşme yıkılmış ve 1981’de yeniden inşa edilmiş. Bugün çeşme, dört ayak üzerine oturan, kubbeli, köşk benzeri dairesel bir görüntüye sahiptir. Kubbenin tepesinde, orijinal St. Andrew heykelinin bir kopyası var. Çeşme içinde, İbranice İncil’de adı geçen eski İsraillilerin son hakimlerinden biri olan Samson’un neredeyse gerçek boyutta ahşap bir heykeli su akıtmaya devam ediyormuş. Çeşme sayısız efsaneye konu olmuş. Bu efsanelerden biri “Samson suyu”nu içenlerin sonsuza dek Kiev’de kalacağını söylüyormuş!

Foto:Trip.com

Chornobyl Museum  

Foto: wikipedia.org

Küçük ve mütevazı bir müze ama Kiev’de olduğunuzu anlamak için kesinlikle gidilmesi gereken bir yerdir.

26 Nisan 1986’da Chernobyl Nükleer Enerji Santralinde bir reaktörün patlamasının ardından itfaiyeciler, askerler, mühendisler, çalışanlar ve köylüler olmak üzere yarım milyondan fazla kişi etkilenmiş ve bunun sonuçları günümüzde de halen hissedilmektedir.

Müze, bu nükleer felaketle ilgili bilimsel, sosyal ve eğitsel bir bakış açısı sergilemektedir. Toplam 1,100 metrekarelik üç salona yayılmış olan bu Müzede belgeler, enstalasyonlar ve görsel medya da dahil olmak üzere 7.000 sergi malzemesi bulunmaktadır.

Prov Khoryva 1 adresindeki Müze Pazartesi-Cumartesi 10:00-18:00 arası açıktır ve bilet ücreti 10 UAH.

Tüm bu yürüyüşlerden artık yorulduysanız, bir metro bileti alın ve sizi artık bir yeraltı metro turuna götüreyim.

Kiev Metrosu

1960 yılında inşa edilen Kiev Metrosu SSCB’de yapılan Moskova ve St Petersburg metrolarının ardından üçüncü metrodur. 50 istasyon ve 3 ana hattan oluşan Kiev metrosu önemli bir özelliğe sahiptir. Kiev’in coğrafyası nedeniyle metro inşaatında toprak seviyesine kadar inilmesi gerekmiş ve böylece Arsenalna metro durağı dünyanın en derin metro istasyonu olmuş. Şehrin Sviatoshynsko-Brovarska hattındaki Arsenalna İstasyonu 105,5 metre kadar derine iniyor ve yolcuların platforma ulaşmak için iki yürüyen merdiven kullanması gerekiyor. Yürüyen merdivenlerle yolculuk yaklaşık beş dakika sürüyor.

Görülmesi gereken diğer metro istasyonları ise, Zoloti Vorota, Vokzalna ve Universytet gibi çok sayıda altın rengi ve mermer kullanılan, adeta müze ve saray içlerine benzeyen daha eski istasyonlardır.

Ebedi Zafer Parkı


Metroyla geziniz bittiğinde, Hotel Salute’nin hemen yanında bulunan Ebedi Zafer Parkı’na gidin. Burada Kiev’in sembollerinden biri olan görkemli 102 metrelik “Anavatan” (Rodina-Mat) heykelini göreceksiniz.

Rodina Mat (Motherland)


“Rodina Mat” aslında kelimenin tam anlamıyla ‘Ulusun Anası’ anlamına geliyormuş. Rodina Mat, II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanya’sının istilasına karşı Sovyetler Birliği’nin vatan savunmasını ve galibiyetini anmak için inşa edilmiş. 1981’de Sovyet lideri Leonid Brejnev açılışını yapmış, SSCB’de inşa edilen ikinci ve en son Ulusun Anası Anıtı olmuş.

Rodina Mat, ayakta duran, sol elinde bir kalkan ve sağ elinde bir kılıç taşıyan bir kadının titanyum heykelidir. Elindeki 16 metrelik kılıç ile birlikte toplam yüksekliği 102 metre, ağırlığı 560 tondur. Anıtın kalkanında çekiç ve orakla süslenmiş Sovyetler Birliği’nin amblemi bulunuyor. Bu kalkan, 2015 yılında yürürlüğe giren antikomünist yasaları nedeniyle son yıllarda tartışmalara yol açmış.

Heykel bir çift manzara platformuna sahiptir. Kalkanının tepesinde olan üst platform 91 metre yükseklikte ve asansör bir seferde sadece iki ziyaretçiyi götürebilmektedir. Bu nedenle uzun kuyruklar oluşmaktadır. Daha büyük bir asansör tarafından çıkarılan ve 36.6 metrede bulunan daha alçakta başka bir platform daha bulunmaktadır. Heykelin platformlarına 10:00-16:00 arası çıkabilirsiniz. Asansör alçak platform için 50 UAH, yüksek platform için 200 UAH’tır.

Ukrayna Tarihi Müzesi
Heykelin yakınında II. Dünya Savaşı’nda Ukrayna Tarihi Müzesi bulunuyor. Rodina Mat’ın etrafındaki bölge oldukça popülerdir ve II. Dünya Savaşı kurbanlarının anısına yakılan sonsuz ateş de dahil olmak üzere, komünist döneme ilişkin ilgi çekici kalıntılar bulunmaktadır.

Burası çeşitli eski tanklar, helikopterler ve uçaksavar silahlarının bulunduğu, Lavra’ya giden alt geçidin içinde ve çevresinde Sovyet realist heykellerinin sıralandığı güzel bir bahçedir.

Rodina Mat, Dinyeper Nehrinin batı kıyılarının tepesinde bulunmaktadır. Savaş ve Sovyet tarihine olan ilginiz ne olursa olsun, buradan Nehir manzarası muhteşemdir ve sadece bunun için bile buraya gelmelisiniz.

Bu bölge Lavra’ya oldukça yakın bir mesafededir. Vul Lavrska 24 adresindeki “Anavatan” (Rodina-Mat) alanına gelmek için Kiev şehir merkezinden Maidan’ın güney doğusuna doğru 4 km yürümelisiniz. Ancak yürümek istemiyorsanız Arsenalna metrosunun karşısındaki duraktan 24 numaralı otobüse veya 38 numaralı troleybüse binerek buraya gelebilirsiniz.

Great Patriotic War Museum

Anavatan Heykeli’nin bulunduğu alan aynı zamanda Büyük Vatanseverlik Savaşı Müzesi’ne de ev sahipliği yapıyor. Rodina Mat’ın hemen yanında yükselen Müze, 1974 yılında II. Dünya Savaşı sırasında yürütülen Büyük Vatanseverlik Savaşı sırasında Kiev’i savunanları ve ölenleri onurlandırmak için inşa edilmiş.

Açık ve kapalı iki alandan oluşan Müzede Dünya Savaşında kullanılan silah envanteri başta olmak üzere belgelerden, fotoğraflardan, kişisel eşyalardan ve Naziler tarafından katliamlarda kullanılan araçlardan oluşan 300.000 parçalık bir koleksiyon sergileniyor.

Müze, Pazartesi-Cuma 10:00-18:00, Cumartesi-Pazar 11:00-19:00 arası açıktır. Ücreti yetişkin/öğrenci 20/5 UAH ve audioguide/İngilizce rehberlik 50/100 UAH’dır.

Pechersk Lavra – Caves Monastery 

Buradan isterseniz Kiev’in bir diğer UNESCO mirası olan Pechersk Lavra’ya gidelim. Lavrska St, 15 adresindeki Manastır, Arsenalna metro istasyonundan bir kaç durak ötede bulunmaktadır. 15 dakikalık yürüyüşle ya da metrodan sonra tramvaya binip 2 durak sonra inerek gidebilirsiniz.

Bulunduğu bölgeye adını veren Pechersk Lavra kurulduğu dönemde Doğu Avrupa’daki Ortodokslar için önemli bir dini merkez konumundaymış. Turistler ve Ortodoks hacılar, Dinyeper Nehrinin üstündeki 28 hektarlık çimenlik tepelerin üzerinde bulunan Pechersk Lavra’ya akın ediyorlar.

“Lavra”, manastır anlamına gelirken, pecherska “mağaralar” anlamına geliyormuş. Yunanlı Aziz Antonius, bu Lavrayı, Ortodoksluğun Kiev Rus’unun resmi dini olarak kabul edilmesinden sonra 1051 yılında kurulan kapsamlı bir dini kompleks olmuş.

Mağara sistemi içerisinde koridorları, kalıntıları, şapelleri ve evleri içermektedir. Bunların yanı sıra bir dizi katakomb kazılmış. Rahipler öldüklerinde vücutları mumyalanmadan, mağaraların serin ve kuru atmosferi ile doğal olarak korunuyormuş.

Bu arada yer üstündeki Manastır da giderek zenginleşmiş. Dormition Katedrali, 1073 – 1089 yılları arasında Kiev’in ikinci büyük Bizans esintili kilisesi olarak inşa edilmiş ve manastır, Kiev Rus’unun entellektüel merkezi olmuş. Burada din kitapları ve ikonlar üretilmiş, inşaatçılar ve sanatçılar yetiştirilmiş. Tatarlar tarafından 1240 yılında yıkılan Lavra, 18. yüzyılda baskın olan barok etkisiyle yeniden inşa edilmeden önce bir dizi yangınlar yaşamış. 1926’da müze haline getirilmiş, ancak 1988’de kısmen Ukrayna Ortodoks Kilisesi’ne (Moskova Patrikhanesi) iade edilmiş.

Üst lavra olarak bilinen kompleksin bir bölümü devlet tarafından bir müze olarak yönetilmektedir. Mağara kompleksini içeren alt lavra, Moskova Patrikhanesi tarafından idare edilmektedir. Lavra Nisan-Eylül aylarında 09:00-19:00, Ekim-Mart aylarında 09:00-18:00, Mağaralar 08:30-16:30 arası açık olup giriş ücreti Üst Lavra için 25 UAH’dır, Alt Lavra ise ücretsizdir.

Kompleksin bahçesinde bir de dev bir yumurta vardı.

Katakombları görmek için mağaralara da girdik, ancak kadınlar başı ve tüm vücudu kapatan çarşaf gibi bir örtüyü kullanmak zorundalar ve fotoğraf çekemiyorsunuz. Burayı gezmeyi tamamladıktan sonra bu bölgede bulunan Mikrominyatür Müzesini de gezebiliriz.

Mykola Syadristy Microminiatures Museum
Mykola Syadristy Microminiatures Müzesi’nde küçük bir sanat dünyasını mikroskopla izleyebilirsiniz. Yukarı Lavra’nın güneyindeki Büyük Çan Kulesi’nin altında bulunan, Mikro Minyatür Müzesi’nde Rus ressam Nikolai Siadristy’nin küçük kreasyonlarından bazıları, dünyanın en küçük kitabı, insan saçının kırkta biri genişliğinde telleri olan bir balalayka, bir haşhaş tohumundan 20 kat daha küçük çalışan bir elektrik motoru, bir iğnenin gözüne altından yapılmış bir deve kervanı ve altın at nalı ile donatılmış bir pire burada görülecekler arasındadır. Her biri o kadar küçüktür ki, onları görmek için mikroskop gerekir. Müze, Çarşamba-Pazartesi günleri 09:00-13:00 ve 14:00-19:00 saatleri arasında açık olup ücreti yetişkin/öğrenci için 50/ 25 UAH’dır. İçeride fotoğraf çekmek yasaktı ama Müzenin görevlisi bizim Türk olduğumuzu öğrenince coşkuyla bize bir Atatürk heykeli gösterdi.

Ebedi Zafer Parkı
Lavrska Caddesi ile Dinyeper Yokuşu arasında yer alan Park, Eski Kiev-Pecherska kalesi ve Zafer Meydanı ile çevrilidir.1957 yılında Parkın içinde 27 metrelik granit bir dikilitaş olan Ebedi Zafer Anıtı açılmış.

1945’te Nazi Almanyasına karşı kazanılan Zafer’in 30. yıldönümü onuruna Lavra sokağından Meçhul Asker Mezarı’na kadar giden kahraman şehitler sokağı oluşturulmuş. 1984 yılında, Ukrayna’nın Nazi işgalcilerinden kurtarılmasının 40. yıldönümü vesilesiyle park yeniden inşa edilmiş. II. Dünya Savaşında ölenler için yapılan Meçhul Asker Mezarındaki Ebedi Ateş, Kiev’in en tanınmış yerlerinden biridir.

Buradan Kiev’in en önemli olmasa da en güzel katedrallerinden biri olan Aziz Vladimirskaya Katedraline gidelim.

Mariyinsky Sarayı


Dinyeper Nehri kıyısındaki bir tepede bulunan Mariyinsky Sarayı, Rus İmparatoriçesi Elizaveta Petrovna’nın isteğiyle 1744-1752 yılları arasında inşa edilmiş. İmparatoriçe şehri o kadar çok sevmiş ki imparatorun ikametgahı için bir saray inşa edilmesini istemiş.

Ne yazık ki, Elizaveta bu sarayda hiç yaşayamamış ve Sarayın ilk sakini II. Catherine olmuş. Saray, kraliyet ailesinin ve soyluların temsilcileri için bir ikametgah görevi görmüş ve buraya önemli ziyaretler yapılmış. Savaş döneminde Kiev Bağımsızlık Komitesi’nin Karargâhı olarak kullanılan yapı günümüzde Ukrayna Cumhurbaşkanı’nın resmi tören binası olmuş.

Mariyinsky Park
Kiev parklarla dolu bir şehir ve Mariyinsky Park kesinlikle en iyilerinden biri. 1874 yılında kurulmasının ardından ismi uzun süre “Tsarsky” olarak anılan Mariyinsky Park’a devrimin ardından yakınındaki saraydan da esinlenilerek şu anki adı verilmiş. Etrafında çok sayıda resmi binanın bulunduğu park, sakin atmosferiyle yürüyüş yapmak ve fotoğraf çekmek için ideal.

Parkta, Ekim Devrimi’nin Kahramanları ve Ocak İsyanı’na katılanların anıtlarıyla askeri mücadelelerde yer alan çeşitli Ukraynalıların mezarlarını içeren sayısız anıt ve çeşme bulunmaktadır.

Peyzazhna Aleya


Son yıllarda Kiev, Doğu Avrupa’da sokak sanatının başkenti haline gelmiş. Peyzaj Geçidi de Kiev’de ziyaret edebileceğiniz modern heykeller, duvar resimleri ve yaratıcı mozaik oyun alanları ile dolu sokak sanatının sergilendiği bir alan. Alice Harikalar Diyarı esintileri de dahil olmak üzere her türlü ilginç heykelle dolu olan vadide, mozaik fayanslarla kaplı tavşan, kurbağa ve kedi gibi hayvan formunda bir sürü ilginç banklar, bir fil çeşmesi ve bir zebra heykeli vardır.

Günümüzde Kiev’in sokak sanatına yakın zamanda yaşanan siyasi olaylar ve Ukrayna kimliği damgayı vurmuş. Kiev’in duvarlarında dünyaca ünlü sanatçıların eserlerini görebilirsiniz.

Baby Yar

Babi Yar, Alman işgali sırasında 29 Eylül 1941’de Nazi birliklerinin 34.000 Yahudiyi öldürdükleri bir vadidir. Bu toplu katliamın, Holokost sırasında yaşanan katliamların en büyüğü olduğu söyleniyor. Naziler sonrasında da bu bölgeyi Syrets toplama kampına dönüştürmüş ve etnik, dini ve politik kökenli binlerce kişiyi öldürmüş. Buraya gömülü toplam insan sayısının 100.000 civarında olduğu tahmin ediliyor. Hikayenin tamamını, Oleny Telihy Caddesindeki kuzeydoğu park girişinin yakınındaki açık alanda, hem Ukraynaca hem de İngilizce afişlerde görebilirsiniz. Bu vadide Sovyet işgali sırasında başka katliamlar da yapılmış.

Bu Site yıllar içinde çok tartışmalara yol açmış ve Sovyetlerin Babyn Yar trajedisini en nihayet kabul edip 1976’da bir anıt yapmalarına kadar aradan onlarca yıl geçmiş. Ancak karmaşık figürlerden oluşan ve kendileri dışında hazırlanan bu anıt Yahudi cemaatini kızdırmış. Anıtta Yahudilerden bahsedilmeyerek, yalnızca ‘faşizmin Sovyet kurbanlarından’ bahsedilmiş.. Tartışmalı Sovyet Anıtı ve Baby Yar, Dorohozhychi metro durağında inerek ve vul Melnykova’nın güneyine bitişik parkta görülebilir.

Çok büyük bir alan anıtlarla dizayn edilmiş.

İsterseniz Nehir kıyısına gidelim ve birkaç yer görelim.

St. Nicholas Naberezhny
Denizcilere ve iş için nehirde seyahat eden insanlara adanmış Nehir kenarındaki Kilise 1863 yılında inşa edilmiş. Kilise, vul Grygoria Skovorody 12 adresindedir. Gittiğimde içeride bir evlilik merasimi vardı ve bu yüzden içini göremedim.

Biraz ileride yolcu gemilerinin ve feribotların yanaştığı Kiev Vokzalı görüyoruz. Bu Meydan Kiev’in ilk postanesinin olduğu yer olduğundan Poshtova yani Posta Meydanı olarak adlandırılmış.

Balık tutanları ve nehri seyrederek Dnipro İstasyonu’na kadar yürümeye devam ediyoruz. Ancak biraz uzun süreceğinden dilerseniz metroyla bu mesafeyi aşabilirsiniz.

Dnipro Metro İstasyonu


Dnipro Kiev Metrosu’nun Sviatoshynsko-Brovarska Hattı üzerindeki bir istasyondur. İstasyonun kendisi muhtemelen sadece Kiev’de değil, eski SSCB’nin tümünde de en belirgin tasarımlardan biri olmuş.

Benim ilgimi çeken köprünün üzerinde her iki tarafta bulunan ve 1965 yılında yapılmış olan heykellerdi. Kuzeydeki kız heykeli elindeki güvercinleri serbest bırakırken güneydeki erkek heykeli elindeki Sputnik uydusunu uçuruyor. Bu heykeller, yapılan bu istasyonu Sovyetler Birliği’nin geleceğine açılan bir kapı olarak barış ve teknolojik başarının sembolü olarak göstermişler.

Nehir kıyısından yürümeye devam ediyoruz ve Kiev’in sembolleri arasında gösterilen bir anıta ulaşıyoruz.

The Monument to the Founders of Kyiv

Efsaneye göre Kiev, kardeşler Kyi, Schek, Horyv ve kız kardeşleri Lybid tarafından kurulmuş. Rus arşivlerine göre, Dnipro Nehri’nin kıyılarına gelen kardeşler doğadan büyülenmişler ve bölgeye yerleşmeye karar vermişler. Kyi Borychiv Tepesi’ne yerleşmiş, kardeşi Schek, Schekovytsia Tepesi’ni seçmiş ve Horyv ise köyünü Khoryvytsia Tepesi’ne kurmuş. Kiev’liler daha sonra Lybid’i onurlandırmak için şehrin içinden akan küçük bir nehre onun adını vermişler. Böylece 3 Kardeş tarafından bu üç tepede Kiev şehri kurulmuş. Bu gördüğümüz anıt ta şehrin kuruluşunun 1500. yılı anısına 1982 yılında yapılmış.

Daha önce gittiğimde etrafındaki havuz suyla doluydu ve daha güzel gözüküyordu. Son gidişimde havuzu boş ve bakımsız gördüm.

İlk kez gittiğimde benim de şahit olduğum bu anıtla ilgili güzel bir gelenek de varmış. Düğün günü yeni evliler buraya gelir, uzun ve mutlu bir evlilik hayatı için anıta çiçek bırakırmış. Evli bir çiftler ise tekneden nehre bir buket çiçek atabildiği takdirde evliliklerinin mutlu olacağına inanılıyormuş.

Bu oldukça uzun yazıda iki kez gezdiğim Kiev’de gördüğüm önemli yerleri yazmaya çalıştım. Yazamadığım ve göremediğim yerler kaldı şüphesiz.

Kiev’de sayısız kilise ve katedral bulunmaktadır ve vaktiniz varsa diğer kiliseleri de gezebilirsiniz. Ben en önemlilerini gezebildim.

Kiev özellikle parkları ve yeşil alanlarıyla da ünlü bir başkent. Hayvanat bahçesi, Hyrdopark , botanik bahçesi ve diğer parklara zaman ayırabilirsiniz.

Ayrıca çok sayıda müze bulunmakta ilgi alanınıza göre seçebilirsiniz.

Ayrıca Kiev’e iki saatlik uzaklıkta Çernobil faciasının yaşadığı Pripyat şehrine bir tur alabilirsiniz.

Yeme İçme
Kiev’de yeme içme seçenekleri oldukça fazladır. Hem yerel mutfaktan hem de uluslararası mutfaklardan seçenekleriniz bulunmaktadır.

Eski Sovyet ülkelerinde meşhur olan borsch çorbası Ukrayna’da da oldukça yaygın tüketilmektedir. Birçok restoranda ana yemek öncesi borsch çorbası ikram ediliyor. İçinde lahana ve pancar bulunan ve tat olarak bizim damak tadımıza uygun olan borsch çorbası oldukça doyurucudur. Smetana (ekşi krema) ve yanında sarımsaklı ekmekle servis edilir ve Kiev’de mutlaka denenmesi gereken bir yemektir.

Vareniki Ukrayna’nın mantı yemeği, bizim mantılardan daha büyük olan hamurların içine patates, et gibi bizimkine benzer malzemeler koyulduğu gibi kiraz gibi tatlı bir malzemeyle de doldurulabiliyor. Özellikle bayramlarda ve özel günlerde sofranın baş aktörü olan Vareniki doyurucu ve Kiev’de denemeniz önerilir.

Kiev Tavuğu da halkın oldukça fazla tükettiği yemeklerin başında gelmektedir. Tavukgöğsü, galeta unu ve yumurtaya bulanarak kızartılıp sunulmaktadır. Bunu biz de yapıyoruz ama bu kadar lezzetli olmuyor. Muhtemelen organik malzemeler kullanıldığı için bu fark ortaya çıkıyor. Biz bu yemeği merkezde bulunan Chicken Kyiv isimli restoranda denedik ve çok memnun kaldık.

Golubtsy, pirinç ve etle doldurulmuş lahana yani bizim de bildiğimiz lahana sarması ünlü bir Ukrayna yemeğidir.

Chebureki yani çiğ börek aslında bir Tatar yemeğidir. Bizim de iç malzemesine göre çok sevdiğimiz çiğ böreği özellikle kahvaltılarda yemek için şehrin her noktasında bulabilirsiniz.

Gürcü yemeği olan ekşi krema ya da domates sosuyla servis edilen yumruk büyüklüğündeki Khinkali’yi denemeden dönmeyin.

Syrniki, ekşi krema, reçel, bal ya da elma sosuyla servis edilen kızarmış pankektir. Kahvaltıda ya da tatlı olarak tercih edilebilir, kesinlikle tatmaya değer. Konakladığım yerlerde kahvaltıda tatma imkanı buldum ve çok beğendim.

Perohy, Varenikiye benzer hamur topları üzerine vişne ve üzüm suyu konularak yapılan bir çeşit tatlıdır.

Zhale, meyve jöleleriyle servis edilen bir çeşit tatlıdır.

Kutia, bayramlarda ve özel günlerde haşhaş, fındık ve balla yapılan bir çeşit tatlıdır.

Kuru meyvelerden yapılan babka, sarmısaklı ve baharatlı pampuhski veya karabuğdaydan yapılan ekmek gibi çok çeşitli ekmekler denenebilir.

Baharat ve meyve karışımıyla yapılan Vodka olan Horilka veya Gorilka Ukrayna’ya özgüözel bir içecektir.

Slav ırkının çokça tükettiği Medovutka bal ve alkol kullanılan bir vodka türüdür.

Alkol tüketmem diyorsanız Ukrayna’nın geleneksel içeceklerinden olan kefir var.

Yerel mutfağın dışındaki seçenekler olarak; şehrin her yerinde dönerciler gibi Türk mutfağına dair yerleri bulmak mümkündür. Fast food arayanlar için Freshline ve McDonald’s gibi şehrin her yerinde bulunan fast food restoranları var.

Şimdi hem denediğim hem de denemediğim memnuniyeti yüksek birkaç restoran, kafe ve bar önerisinde bulunmak isterim.

Geleneksel Ukrayna “borsch” tadı istiyorsanız Pechersk bölgesinde Lipskaya Caddesi’nde bulunan pahalı ama oldukça ünlü bir restoran olan “Lipsky Osobnyak” tavsiye edilmektedir. Restoran ayrıca yemekleri 18-19. yüzyıl tariflerine göre pişirmesi ile de ünlüymüş.

Bekhterevskiy Provulok’ta konutlar arasında bir bahçede bulunan ve yaratıcı vejetaryen yemekler sunan Shankara isimli restoranın yemekleri muhteşemmiş. Hafta sonları, bazen yiyecekler hemen tükendiğinden oraya biraz erken gitmeye çalışın.

Altın Kapı’ya yakın Yaroslava isimli restoran Yaroslaviv Val’a birkaç dakika yürüme mesafesindedir. Ukrayna dekoruna sahip tarihi restoran, 60 yılı aşkın süredir lezzetli ev yapımı turtalar ve hamur işleri sunmaktadır. Balık turtalarını (rasstegai), lahanalı etli turtalarını ve vejeteryanlar için ıspanaklı turtalarını öneriliyor. Ancak tatlıları da unutmayın. Haşhaşlı turta, tarçınlı rulo ve turtaları, kiraz, erik ve yaban mersini gibi meyvelerle dolu turtaları ev yapımı kakao içerek deneyebilirsiniz.

Merkeze çok yakın olan Very Well Cafe çok memnun kaldığımız bir yer oldu. Ancak her zaman dolu olan tesis için önceden rezervasyon yapmayı ihmal etmeyin.

Shevchenko bölgesi, Vladimirskaya Caddesi, 11 adresindeki bir Gürcü Restoran olan Chachabar restoranı gerçekten çok memnun kaldığımız bir yer oldu ve Kiev’e tekrar gittiğimde burayı bularak bir daha yemeklerini deneme fırsatı buldum.

Globus Yeraltı Çarşısı’nda bulunan bir restoranı şiddetle önermek istiyorum. Kısa adı “OB” olan “Ostannya Barykada” restoranın ambiansı hem de yemekleri müthiş.

Akşamları içki ve yemek için, Kiev’in yeni ama çılgınca popüler olan “bir euro bar” ı Biliy Naliv’e göz atın. Elma şarabından istiridyeye kadar her şeyi yaklaşık 1 euroya alabiliyorsunuz. Elma şarabı, ılık elma tarçınlı punch gibi içeceklerin yanında sosisli sandviç, eritilmiş raclette peyniri, limon sıkılmış istiridye ile tavuklu ve elmalı böreklerini deneyebilirsiniz.

Yerel Ukrayna mutfağı sunan Kostol’na Caddesi’ndeki şık restoran Pache’yi ziyaret edebilirsiniz. Vanilyalı Napolyon pastasını ahududu sosu ile deneyin.

Drunk Cherry (Pyanaya Vishnya) aslında Lviv menşeli bir işletme, Kiev’de üç bölgede ev yapımı vişneli içecekler sunuyor. Vişne likörlerinin dışında alkollü vişneli çikolatalarını ve vişneli kekini deneyebilirsiniz.

Нrushevs’kogo, Mykhaila Hrushevskoho Caddesi, 1/2 adresindeki True Taste Coffee House’da kahve içip tatlı yedik ve oldukça memnun kaldık.

Alışveriş
Alışveriş yapmak, Kiev’e bir gezi planlarken aklınıza gelebilecek ilk şey olmayabilir. Yine de alışverişi programınıza alabilirsiniz. Birçok uluslararası markanın koleksiyonları şehirde neredeyse yarı fiyatına satılmaktadır. Ayrıca tasarım butiklerini de bulabilirsiniz. Alışveriş fırsatları sadece kıyafetler ile sınırlı değil, elektronik ve kozmetik ürünleri de daha uygun fiyatlı alınabilir.

Kiev’deki alışveriş merkezlerinde ilginç eklemeler görebilirsiniz. Mesela Ocean Plaza, 1000’den fazla deniz canlısını barındıran bölgedeki en büyük akvaryuma da ev sahipliği yapıyor.

Ülkeye özgü hatıra olarak geleneksel Ukrayna halk tasarımlarıyla süslenmiş bir Paskalya yumurtası olan bir pysanka alabilirsiniz.

Lviv Çikolatasını şehrin her yerinde bulabilirsiniz Lviv Handmade Chocalade Shop’da bir mola verip tadını çıkarın!

Cumartesi günleri Kiev’in ünlü bit pazarlarından birine gidebilirsiniz. Lisova metro istasyonunun yanındaki bit pazarı kıyafetler ve aksesuarlar için iyi bir tercih olabilir. Petrivka tren istasyonunun yanındaki pazar ise biblolar, Sovyet hatıraları, oyuncaklar, kitaplar ve hediyelik eşyalar için daha iyidir.

Kiev alışveriş mekanları açısından zengin. İsteyen AVM’lerdeki mağazalarda alışveriş yaparken, isteyen de ara sokaklardaki küçük dükkanları, pazarları ve açıkta kurulan tezgahları tercih edebilir. Özellikle Andriyivsky Yokuş’unda yerel sanatçıların tablolarını, ahşap oyma işlerini, bibloları, takıları, işlemeli kıyafetleri ve bilumum hediyelik eşyayı bulacağınız yol boyu tezgahlar kurulmaktadır.

Ukrayna’ya yaptığınız geziden benzersiz bir şey getirmek istiyorsanız, bir Vyshyvanka bulmanızı şiddetle tavsiye ederim. Geleneksel işlemeli Ukrayna giysileri çağdaş renkler ve tasarım öğeleriyle daha güzel hale getirilmiş.

Son Söz
Kiev, Dyneper Nehri’nin kıyısında yer alan büyülü ve muhteşem bir şehir. Sovyetler Birilği’nin dağılması sonrası bağımsızlığına kavuşan Ukrayna’nın başkenti Kiev amodern hayatı benimsemiş bir şehir ve ziyaretçilerine de sunacak çok şeyi var. Şehirdeki eklektik kültür ve sanatla tarihi ve turistik yerleri, çarpıcı asırlık kiliseleri, görkemli Sovyet binaları, muhteşem anıtları, harika sokak sanatları, uygun fiyatta ve çeşitteki alışveriş olanakları, canlı gece hayatı ile renkli bir şehir.

Bizim için ulaşımı kolay, sık uçak seferleri ile uygun fiyatlı uçak bileti alabileceğimiz, vize gerekmeyen sadece kimlikle bile giriş yapabileceğimiz bir ülke. Yurt dışına ilk kez çıkacaklar için önerebileceğimiz gibi, bir çok ülke gezmiş ancak bu kadar yakında ve çok yönlü şehri görmeyi ihmal etmiş gezginlere de hemen programlarına almalarını önerebileceğimiz bir şehir.

Kiev halkı misafirperver ve yardımsever. Ancak ingilizce konuşan sayısı sınırlı. Turizm potansiyeli her gün genişleyen şehirde Kril alfabesi yanında latin alfabesi ile yönlendirme tabelaları da yerleştirilmiş.

Kısaca Kiev ve Ukrayna tekrar tekrar gezilebilecek bir ülke…

‘Kiev Turları’nı Trip Advisor güvencesi ile aşağıdaki linkten alabilirsiniz.

 

Gülten İşçimen’in yazılarını http://gezininadresi.blogspot.com adresinden okuyabilirsiniz.

Buenos Aires Gezi Rehberi: Tangonun Başkenti

buenos aires

Arjantin Latin Amerika’nın en gelişmiş ve en varlıklı ülkelerinden biri. Yaklaşık olarak Türkiye’nin dört katı büyüklüğünde bir ülke. Coğrafi olarak altı, idari olarak 23 il ve 1 özerk kente (başkent Buenos Aires) ayrılmış. Kuzeyinde yağmurlu subtropikal iklim hakimken, güneyinde sub kutupsal bir iklim hakim. Topraklarının büyük bir kısmı kıraç ya da yarı-kıraç. Tarıma uygun topraklar %10, otlaklar %52, ormanlık arazi %19. Kırk dört milyon nüfusu ile Güney Amerika’nın ikinci büyük ülkesi. Nüfusun %92’si Katolik inanca sahip, resmi dil İspanyolca, okur-yazar oranı % 97. Başkanlık tipi Cumhuriyet ile yönetiliyor.

Arjantin’in başkenti Buenos Aires, resmi sayımlara göre 4-5 milyon civarında, varoşlarla birlikte 14 milyon nüfusu ile çok kalabalık bir şehir. Arjantin’in finans, sanayi ve ticaret merkezi olan şehir, yaşam kalitesi açısından dünyada 91. sırada. Tüm Latin Amerika gibi yoğun İspanyol, Portekiz izleri var. Güney Amerika’nın en önemli limanına ev sahipliği yapan şehir, Güney Amerika’nın Paris’i olarak da anılıyor. Kültürel aktiviteler açısından dünyada ilk üçte kabul ediliyor.

Bu kadar genel bilgiden sonra gezimiz başlıyor.

Arjantin’e 2012 Aralıktan beri THY sefer yapıyor. Biz Air France ile Paris’ten Buenos Aires’e 13 saat uçtuk. Buones Aires Ezeiza Hava Limanı’na yerel saat ile 8.00-9.00 sıralarında vardık.

Hemen Tigre Nehri’nde bir motor gezintisine çıkıyoruz. Delta boyunca yol alıyoruz. Eski yerleşim yerleri hakkında bilgi ediniyoruz. Küreselleşme bu işte… Çok zenginler ve çok fakirler…

Tigre Nehri’nin iki yakasında da bu örnekleri görüyoruz. Tigre uzun, en geniş yeri 200 km olan bir nehir. Buenos Aires de bu nehrin Atlas Okyanusu’na döküldüğü La Plata denilen yerde kurulu. Bu bulanık nehrin iki kıyısında her türlü yapıyı görmek mümkün. Okullar, kiliseler, oteller, evler.

Nehrin iki yakası tahta iskeleler ile kaplı. Kıyıdaki bir okuldan çocuklar el sallıyor. Buralarda ilkbahar. Hayat canlı ve bu bulanık suyun iki yakası da oldukça hareketli.

Bu geziden sonra Puerto Madero’ya gidiyoruz. Burası Buenos Aires’in yeni inşa edilmiş modern gülümseyen yüzü. Dünyanın varsıl kesimlerinin, kitlelere sunduğu, yükselen trendler olarak benimsetmeye çalıştığı, gökdelenlerle kaplı bir liman bölgesi. Burada ki şahane öğle yemeğinde masamıza gelen yaklaşık 250-350 gr ağırlığındaki biftekler, Arjantin’de yiyeceğimiz yemekler hakkında bir fikir veriyor.

Buenos Aires’de ikinci gün şehrin Recoleta bölgesine gidiyoruz. Bu bölge üst gelir grubundaki kişilerin yaşadığı bir bölge. Mağazalardan, yollardan, parklardan belli.. Zenginlerin gömüldüğü şık bir mezarlığı var.

Her ne kadar fakirlikten gelse ve zenginlerden pek hoşlanmasa da Eva Peron da buraya gömülmek istemiş. Eva Peron, çok fakir bir ailenin beş çocuğunun en küçüğü, annesi nikâhlı olmadığı bir adamdan çocukları doğuruyor. Daha sonraları babası nikâhlı eşi için onları terk ediyor. 15 yaşında bir müzisyenle Buenos Aires’e kaçıyor, artist olmak için. Amacına ulaşıyor sahnelere adım atıyor. Bir şekilde yolu Albay Juan Peron ile kesişiyor ve hemen onun metresi oluyor. 1944 de evleniyor. 1946 da eşinin başkan olması ile first lady olan Eva, hiçbir politik bilgisinin olmamasına rağmen sadece duydukları ile ülkenin her konusuna el atıyor, popülist politikaları ile halkın sevgilisi oluyor. Kocası onun gölgesinde kalıyor. Çok seveni ve çok nefret edeni olan, 33 yaşında serviks kanserinden hayatını kaybeden bu ihtiraslı kadın için pek çok şarkı, müzikal ve film yapıldı. Müzeyi gezerken Madonna’nın Evita müzikalindeki ‘Don’t cry for me Argentina’ şarkısı kulaklarımda çınlıyor.

Buraya niçin gömülmek istediğini düşünüyorum. Sağlığında kendisini kabul etmek istemeyen küçümseyen insanların, ölünce ses çıkaramayacağını bildiği için mi? Gerçi Peronistler buraya gömülmek zorunda kaldığını, kendisinin sağken böyle bir mezar yeri almadığını söylüyorlar. Yine de mezarında taze çiçekler olan ender mezarlardan bir tanesi.

Öğleden sonra Şehrin bir başka bölgesindeyiz Palermo ve Belgrano. Buraya Evita Müzesi’ni görmeye gidiyoruz. Bina 20.yy da yapılmış şık bir yapı. Aristokrat bir aileye aitmiş, 1948 de Eva Peron bu binayı alarak evsizler için barınak yapmış. Peronistler iktidardan düşünce bir süre kullanılmayan bina daha sonra müze olarak kullanılmaya başlamış. 32-33 yaşlarında hayata veda eden korkunç ihtiraslı, başarılı ve hala pek çok seveni olan bu kadının hayatını dinliyoruz.

Henüz kimsenin pek şikâyet etmediği öyle yemeğimiz yine aynı. Biftek, enpadana (Güney Amerika’nın meşhur böreği) ve dondurma.

Öğleden sonra Buenos Aires’in belki de en güzel, bir o kadarda tehlikeli bölgesindeyiz. San Telmo ve La Boca. Burası Avrupalıların Buenos Aires’e ilk geldikleri eski liman bölgesi 16-19. YY arası kolonyal ofisler buradaymış. Şimdi ise sosyo-ekonomik açıdan alt gelir gruplarının yaşam bölgesi. Maradona buradan yetişme. Uzaktan Rus Ortodoks Kilisesini görüyoruz.

El Caminito’da yani açık hava müzesindeyiz, renkli çinkodan derme-çatma yapıları ile çok ilginç.  Parlak boyalı evleri, yerel sanatçıların sattıkları eserleri, tango, birbirine karışan müzikler ile yaşam çok canlı.

Tango yapanlar, bira ve şaraplarını içenler, turistik eşyalara bakanlar… Bende hatıra olsun diye kendim için bu gezideki tek alışverişimi yapıyor, kübik bir resim alıyorum.

Oturup, bir şeyler içerken tango seyrediyoruz. Bol bol fotoğraf alıyoruz. Her yaştan, her milletten erkekler tangocu kızlarla resim çektiriyor.

Avrupa’nın savaş, ekonomik sıkıntılar, açlık ile boğuştuğu yıllar, büyük umutlarla yeni kıtaya göç ile İtalya, Portekiz, Fransa, Macaristan, İspanya‘dan gelen Avrupalıların umutlarının umutsuzluğa dönüşü, hayal kırıklıkları. Alışkın olmadıkları koşullar, sonuçta kötü yola düşen kadınlar, içki kadehlerinde, kadın kokularında teselli arayan erkekler, olumsuzluklara başkaldırı veee tangonun doğuşu. Yalnızlık ve hüzne karşı tutku ve aşkın dansı.

Daha sonra şehrin diğer bir bölgesine gidiyoruz. Plaza De Mayo ve Microcentro.

Burası Buenos Aires’in kalbi. Casa Rosada diye isimlendirilen Başkanlık Sarayını, mimarisi ile hayranlık uyandıran Ulusal Banka’yı, Meydanda sömürge döneminden kalan tek bina olan (Arjantin’in İspanya’ya karşı bağımsızlık ilanına ilişkin en önemli toplantılarının yapıldığı yer) bağımsızlığın sembolü olan Cabildo de Buenos Aires ve Catedral Metropolitana’yı fotoğraflıyoruz.

Plaza De Mayo Annelerini anıyoruz. 1976-1983 yılları arasında ülkeyi yöneten askeri rejim döneminde yaklaşık 30 bin kişinin öldürüldüğü söyleniyor. 13 Nisan 1977 günü bu meydanda toplanan 14 beyaz başörtülü kadın çocuklarının akıbetini öğrenmek için, ortadaki piramidin çevresinde ikişer tur atarak eyleme başlıyorlar. Yıl sonunda sayıları 300’ü buluyor. Coplanıyor, bazıları kaçırılıp öldürüyorlar ama onlar yılmıyor. 1978 de eylemleri yasaklanınca, kiliselerde toplanmaya başlıyorlar. Bu anneler cuntaya karşı direnişin fitilini ateşliyorlar. 1982 de Arjantin’in Falkland Savaşı’nı kaybetmesi Cuntanın devrilmesine yol açıyor. 1990′ larda cuntacılar suçu birbirlerinin üzerine atıyorlar. Genelkurmay bu kayıplardan dolayı resmen özür diledi. Bugün bu vahşete neden olanlar tüm Arjantin halkı tarafından ve tüm dünya tarafından lanetlenmekte. Cunta onlara “Perşembenin Delileri” adını takmıştı. Bugün cuntacıların adları ve resimleri bulundukları yerlerden kaldırılıyor. Ve Plaza De Mayo anneleri, (yaşları 84 den fazla) son anne kalıncaya dek bu eylemi sürdüreceklerini söylüyor.

Otelimiz dünyanın en geniş caddesi Avenida 9 de Julio üzerinde. Caddenin genişliği 140 metre. Fotoğraf makinem ile tüm gidiş ve gelişleri alacak bir pozisyon yakalayamadım. Caddenin ortasında 68 metre yüksekliğindeki dikili taş bulunuyor. Caddenin hepsini tek bir yeşil ışıkta geçmek mümkün değil.

Cafe Tortini’yi bulmak için otelden çıkıyoruz. Benim düşünceme göre en iyi yazarlar, çelişkilerin derin olduğu ortamlarda iyi gözlem yapan insanlardan çıkıyor. 14 milyon nüfusunun yaklaşık 8 milyonu varoşlarda yaşayan Buenos Aires bu iş için çok uygun.

Güney Amerika ve edebiyat deyince aklıma ilk gelenler Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez, ikincisi de Arjantinli Jorge Luis Borges. Bu yazıyı okuyan gezi meraklılarına hemen Borges ’in Anlar şiirini okumalarını, sonra yazıyı okumaya devam etmelerini öneriyorum. Evet, artık ben de “ Çok az şeyi ciddiyetle yapıyorum ”.

Eğer,yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
İkincisinde daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi
Ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır,daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim bir çok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım.
Yeniden başlayabilseydim eğer,yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar.Siz de anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında su, şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer,hiçbir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder,güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım,bir şansım olsaydı eger.
Ama işte 85’indeyim ve biliyorum…
ÖLÜYORUM….
Arjantin-1985

Cafe Tortini 1858 yılında açılmış bir kafe, şehrin en eski kafeteryalarından biri olup, 19. yy sonlarında yazarların, ressamların kısaca sanatçıların buluşma yeri. Sevdiğim şairlerden biri olan İspanyol Lorca‘da Arjantin’de bulunduğu yıllarda buraya sıklıkla gelirmiş. Cafe Tortini’yi ararken hafif kararan hava ile birlikte parlayan ışıkları ile Teatro Avenida karşımıza çıkıyor. Sonunda Cafe Tortini’yi buluyorum. Cafe Tortini’nin kapısında bir kuyruk var. İçeriden dışarıya birileri çıktıkça içeri müşteri alıyorlar.  

Her zaman ‘Bir şehri öğrenmenin en iyi yolu sokaklarında kaybolmaktır’ sözünü söylemişimdir. Ama burada sokaklar çok tehlikeli. Buenos Aires sokakları evsiz-sokakta yatanlar, gözünüzün içine bakarak sizi takip eden, çalamayacaklarını anlayınca birbiri ile işaretleşen çeteler ile kaplı.

Burada bulunduğumuz süre içinde üç dört protesto gösterisi, bir kapkaç olayının canlı tanığı oldum. Türkiye, İstanbul hele İzmir güvenlik açısından büfeye konacak bir yer.

Aslında Arjantin’de fark ettiğim bir gerçek daha var. Burası Güney Amerika’nın ikinci gelişmiş ülkesiymiş. Zincir oteller de aldığımız hizmeti bir kenara koyarsak biz çok daha gelişmiş bir ülkeyiz. Converse, Adidas, Guess,vb. marka fiyatları Türkiye ile nerede ise tıpatıp aynı. Tabii marka sahibi aynı malı dünyanın başka bir yerinde neden daha ucuza satsın.

Ertesi sabah Buenos Aires yakınlarında bir çiftliğe gidiyoruz. Gaucho yaşamını (Arjantin kovboyu) içinden gözleyeceğiz. Pek de iştahlı değilim. Böyle turistik-yapay gösterilere merakım yok. Tesadüfen bizimle birlikte olan Avrupalı bir grubun yaptığı sohbet göğsümüzü kabartıyor. Golf meraklısı olan grup, dünyada gördükleri en iyi golf sahalarının Antalya‘da olduğunu söylüyorlar. Çiftlikte öğle yemeği olarak yine asado alıyor, bir çeşit acı yeşil çay olan mate tadıyor, folklorik dansları, at gösterilerini izliyoruz.

Dönünce yine kendimizi sokaklara atıyoruz. İlk durağımız Palacio Barolo. 1919 yılında yapılmaya başlanan bu neogotik yapı Dante’nin Komedya (1360 yılında başına başkası tarafından İlahi kelimesi eklenen ve tüm dünyada İlahi Komedya diye tanınan şiir) adlı şiirinden esinlenerek inşa edilmiş. Gerçi Dante’nin bu eserinin içerdiği semboller dünyada hala yorumlanmaya çalışılıyor.

Yapı 100 metre yüksekliğinde. İlahi Komedya’da cehennem, araf, cennet bölümlerinin her biri 33 kanto (İtalyan şiirinde kıta anlamı) dan oluşuyor. Bir de giriş bölümünü eklersek 100 ediyor. Yapı bu nedenle 100 metre. Yapının aşağıdan yukarı özellikleri bu şiiri yorumlamak üzerine. En üst katta yer alan cenneti temsil eden aydınlık oda bir kubbe ile taçlandırılmış.

Yaşları 15-16 civarında olan 5-6 çocuktan oluşan, bizi takip eden çocuk çetesi eşliğinde Kongre Sarayı’na doğru yürüyoruz. Kongre Sarayı’nın tam önünde yasal bir sendikanın toplantısının yapıldığı bir çadır kurulu.

Daha sonra sıkça rastladığımız tango salonlarının birisinin önünden geçerken Türkçe’yi çok iyi bilen bir Arjantinli ile karşılaşıyoruz. Babası Anadolu’nun güneyinde doğmuş, sonradan Yunanistan’a göç etmiş.

Bir şeyler içmek için Cafe Tortini’ye doğru giderken girdiğimiz müzik mağazasından Elektro Tango ve Piazzolla ‘nın Jazz tangolarından birer adet seçiyorum. Bir yandan da acelemiz var. Akşama Tango gecesine yetişeceğiz. Bugün son gecemiz.

Son günümüzde öğleden sonra Buenos Aires’ten ayrılıyoruz. Kahvaltıdan sonra San Martin Meydanı’na doğru yürüyüşe geçiyoruz. Burası İtalyan ve Fransız mimari tarzının hakim olduğu, güzel yapılarıyla ünlü bir meydan.

Bizden iki gün önce buraya gelen ve kafasına silah dayanarak soyulan arkadaşımız sürekli bizi güvenlik konusunda ikaz ediyordu. Meydanda polis diye bağıran, bir ses duyuyoruz. Bir turist hırsızını kendi yakalamış, yere yatırmış, bağırıyor. Ama ne kimse yaklaşıyor, ne polis geliyor… Korkuyorum ve biri çocuk dört kişilik grubu geriye dönmek için ikna ediyorum. Geriye dönerken 15-20 dakika boyunca gelmeyen polis hala ortalarda yok. Gelince gasba uğrayan arkadaş anlatıyor. Başvurduğu karakol yapacak bir şey olmadığını dikkatli olması gerektiğini söylemiş, hepsi bu.

Dönerken yolda otelimiz ile arasında 3-5 bina bulunan Teatro Colon’u görüyoruz. Burası birinci sınıf müzikallerin sergilendiği özel bir yapı.1908 yılında Verdi’nin Aidası ile kapılarını açmış. Pek çok büyük sanatçı Maria Callas,Richard Strause gibi burada performans göstermiş. Ön yüzü Fransız Rönesans Tarzı.

Buenos Aires’ten ayrılma vakti geldi. Direnişin, başkaldırının sembolü olan meydanlar, romantizm kokan, tango müzikleri ile dolu olan kafeler, rengarenk çiçeklerle bezenmiş ancak evsizlerin yoğun olduğu caddeler hafızalarımızda yerini alıyor.

Arjantin’de Buones Aires’te başlayan gezimiz Patagonya’ya kadar uzandı. Arjantin rotamız haritada görülmektedir.


Patagonya gezi yazılarımızı okumak isterseniz.

Dünyanın Sonuna Gemi ile Yolculuk ve Patagonya Macerası; Ulusal Parklara Yolculuk

Kaş Gezi Rehberi: Doğa ve Tarih Elele

Kaş Akdeniz kıyısında, Antalya iline bağlı güzel, sakin, huzurlu, çekici ve bir kez gelenin tekrar tekrar gelmek isteyeceği sevimli bir belde. Kaş’ın masmavi, turkuaz plajlarında harika bir deniz tatili yapabilirsiniz. Ancak, Kaş’ta tatil imkanları sadece deniz ile sınırlı değil. Kaş’ın tarihi dokusu, günümüze ulaşan antik şehirler, kalıntılar ve lahitler tarihe az ilgi duyanları bile etkileyecek zenginlikte. Şehrin ortasında, sokak başında kral mezarları ve lahitler sizi karşılıyor. Yine şehirde deniz kenarındaki antik tiyatroda güneş batırmak da bir ayrıcalık… Gerek tarihi ve kültürel zenginliği, gerek doğası, tertemiz denizi, çok sayıdaki plajları, su altı sporları, yamaç paraşütü gibi spor aktiviteleri ile tüm yıl ilgi gören bir ilçemiz.

Tarihi M.Ö. 6000 yılına uzanan Kaş, Likya Uygarlığı’ndaki adı ile “Antiphellos”, önemli bir liman kenti imiş. Şehir Likya ve Karya yollarının kesişim noktasında yer alıyor. Roma döneminde önem kazanan şehir, Bizans döneminde de piskoposluk merkezi olmuş. Daha sonra Arap akınlarına maruz kalmış, Anadolu Selçuklu Beyliği, Tekeoğulları Beyliği yönetiminde kalmış. Yıldırım Beyazıt döneminde de Osmanlı topraklarına katılmış. 1970’li yıllara kadar ulaşım sorunu nedeni ile turist akınına uğramayan Kaş doğal yapısını korumuş.

Ulaşım

Kaş’a Muğla Dalaman Havaalanı’ndan (140 km) veya Antalya Havaalanı’ından (180 km) ulaşmak mümkün. Dalaman’dan ulaşım daha çok tercih ediliyor. Denize paralel giden Fethiye-Kaş yolu boyunca yeşilin ve mavinin her tonunu sunan manzaralı bir yolculuk sizi bekliyor…

Kaş – Gezilecek Yerler

Kaş’ı önce video ile gezmek isterseniz…

 

Kaş gezilecek yerler sadece ilçenin merkezi ile sınırlı değil. Gezip görülecek o kadar çok tarihi yer, plaj, köy ve yayla var ki! Biz Kaş merkezde 6 gece kaldık. Fethiye’den Antalya’ya kadar tüm kıyıyı da dolaştık. Yine de bu güzel beldede daha çok zaman geçirebilmiş olmayı isterdik. Bazı tarihi şehir ve müzeleri ziyaret edebildik. Plajların ve koyların büyük bir çoğunluğunda denize girebildik. Özel olarak seçtiğimiz lokantalarda yöresel lezzetleri tattık.

Gezimize merkezdeki plajlardan başlayalım.

Küçük Çakıl

Küçük Çakıl plajı tam şehrin merkezinde; adı gibi küçük ve çakıllı, halka açık bir plaj. Çevreden karışan soğuk su kaynağı nedeni ile bölgeye göre deniz suyu biraz soğuk. Sıcak Kaş günlerinde bu serinlik aranan bir özellik olabilir. Plajın hem sağında hem solunda oturup bir şeyler atıştıracak iki kafeterya bulunmaktadır.

Büyük Çakıl

Büyük Çakıl, yine merkezde, yürüyerek ulaşılabilecek bir plaj. Küçük Çakıl’a 15-20 dakika yürüyüş mesafesinde, Küçük Çakıl gibi çakıllı, ancak daha geniş bir plaj. Burada da soğuk su kaynakları denizi serinletiyor. Birden çok işletmeden hem şezlong kiralamak hem de atıştırmak mümkün.

Hidayet Koyu

Çukurbağ Yarımadası’nda, Kaş’ın en gözde koylarından, 2015 öncesi doğal, bol zeytin ağaçlı olan bu koy bu tarihte açılan Blanca Beach ile klasik bir “Beach Club” haline dönüşmüş. Koyun eski halini bilenler artık koyun doğallığını yitirmiş olduğunu belirtiyorlar. Bu meşhur, temiz ve masmavi koyda denize girdik. Eylül ortası olmasına rağmen oldukça kalabalıktı.

Belediye Halk Plajı

Belediye, Hidayet Koyu’nun yanındaki geniş ve ferah koyu halk plajı olarak düzenlemiş. Giriş ücretsiz, kafeterya ise uygun fiyatlı. Halk plajının hemen yanına Belediye ayrıca Kadınlar Plajı yapma ihtiyacı duymuş nedense!

İnceboğaz

Kaş merkezden Çukurbağ Yarımadası’na giderken yolun en daraldığı noktada yer alan bir plaj. Bir tarafı açık denize bakıyor; diğer tarafı ise Marina yönünde…

Limanağzı

Kaş merkezde en çok beğendiğimiz koylardan biri Limanağzı oldu. Büyük Çakıl Plajı’ndan sonra zorlu bir yürüyüşle ulaşılabiliyor. Ancak daha kolay yolu limandan kalkan dolmuş teknelerle ulaşmak. Yarım saatte bir kalkan tekneler 20 TL ve 15-20 dakikada Limanağzı’na ulaşılıyor. Burada dört ayrı işletme bulunuyor. Nuri’s Beach, Bilal’ın Yeri, Delos ve La Moda. Biz Nuri’s Beach’i tercih ettik. Minimum 40 TL harcama karşılığı şezlong ücretsiz…

Limanağzı’ndaki diğer plajlar da cazip görünüyordu. Herhangi biri tercih edilebilir.

Çukurbağ Yarımadası

Çukurbağ Yarımadası’nda kıyı boyunca sıralanmış otellerin plajları da yüzülecek yerler arasında bir seçenek olabilir. Yarımadada kaldığımız Lycia Butik Otel’in Meis Adası manzaralı özel plajında yüzme şansı bulduk.

Kaputaş Plajı

Ülkemizin en güzel koylarından birisi olan Kaputaş Plajı Kaş ile Kalkan arasında; Kaş’a 20 km, Kalkan’a ise 7 km mesafede. Plaja karayolundan 187 basamak ile iniliyor. Araçlar ancak ana yol üzerine park edilebiliyor. Yoldan geçerken büyüleyici görüntü sizi plaja davet ediyor. Kumsalı hem kumlu, hem çakıllı, denizi soğuk su karışması nedeni ile biraz serin, suyun berrak mavisi çok çekici. Biz Kaş ile Fethiye arasındaki yolculuğumuzda uzun deniz molasını Patara’da verip, Kaputaş’a yoldan bakıp geçmeyi planlamıştık. Ancak arabayı park edip kıyıya yaklaşınca o basamakları inip denize dalmaktan başka seçenek olmadığını anladık. Bu dünya harikası plajda yüzmeden olmazdı. Deniz hemen derinleşen bir yapıda, açık bir koy olduğundan öğleden sonraları dalgalanması ile birlikte kendini suyun akışına bırakıp köpükler arasında kıyıya ulaşmak müthiş bir zevk!

Patara Plajı

Kaş’ın batısında 43 km mesafedeki Patara Plajı da mutlaka görülecek yerler arasında. Plaj 12 km.lik uzunluğu ile Türkiye’nin en uzun sahili. Patara Plajı Likya’nın önemli antik kentlerinin içinde yer alıyor. Patara şehri bir dönem başkent olmuş. Kazıları devam eden antik kentin kapısı, tiyatrosu, feneri, meclis binası gibi yapılarının yanından geçerek antik kenti gezip plaja da uğrayıp masmavi, dalgalı denizinde yüzme keyfini kaçırmayın.

Kaş Merkez

Kaş merkezinde yer alan en çarpıcı yerlerden biri antik şehir Antiphellos…Bugüne kadar gelen, kayadan oluşmuş bu Kral Mezarı M.Ö. 4. yy’a tarihleniyor. Üzerinde aslan figürleri de bulunan lahit Uzun Çarşı Sokağı’nın başında yer alıyor.

Kaş Uzun Çarşı gece ve gündüz gezilebilen, hediyelik eşyaların satıldığı güzel bir sokak…

Limanın hemen karşısındaki Cumhuriyet Meydanı çay bahçeleri ve lokantalarla çevrelenmiş. Burası hem yürüyüş yapmak, hem de oturup nefeslenmek ve yemek için uygun yerler barındırıyor. Meydandaki yerlerin fiyatları da Uzun Çarşı’nın sonunda sıralanan lüks lokantaların yer aldığı bölgeye göre çok daha uygun.

Merkezden Çukurbağ Yarımadası’na giden yolda yer alan antik tiyatronun Helenistik dönemde yapıldığı tahmin ediliyor. Yüzü denize dönük, ayrı bir sahnesi olmayan tiyatro 4000 seyirci kapasitesine sahip. Günümüzde de konser ve gösterilerde kullanılmaktadır.

Kaş’ta değişik aktiviteler yapma seçeneklerinin olduğunu belirtmiştim.

En ilginç olanları arasında yamaç paraşütü yer almakta. Kaş’taki ilk günümüzde Lycia Yamaç Paraşütü şirketinden aldığımız tur ile eşsiz bir deneyim yaşadık. Bir Hocanın eşliğinde olan bu uçuşta tüm Kaş manzarasını yukarıdan izleyip yarım saat sonra limana iniş yaptık.

Kaş’ta yapılacak diğer önemli bir aktivite ise su altı dalış yapmak. Su altı batıklar, mağaralar ve su altı florası ile Türkiye’nin en özel dalls merkezleri Kaş’ta bulunmaktadır. Tabi ünlü Likya Yolu yürüyüş rotasının da Kaş’tan geçtiğini belirtelim. Dağ bisikleti, jeep safari turları da diğer spor aktiviteleri arasında…

Kaş’ta unutulmayacak görüntülerden biri güneş batışı saatlerinde yakaladığımız kareler. Güneş batımını her akşam değişik yerlerde izledik. Burada özellikle Çukurbağ Yarımadası’nın en batısında yakaladığımız iki kareyi paylaşmak istedim.

Kaş merkezinde sakin, huzurlu, bol plajlı ve yemekli zaman geçirirken çevre gezileri de yapmak gerek…

Demre

Öncelikle Demre günübirlik olarak programda yer almalı. Demre Kaş merkeze 46 km uzaklıkta, Antalya’ya bağlı, 25.000 nüfuslu bir bölge. İsmi biliniyor; ancak Kaş ve Kalkan gibi kişilerin konaklayıp tatil yaptıkları bir belde olarak duyulmuyor. Bunu şehrin içine girince hissettik. Klasik iç Anadolu kasabaları gibi yapılaşmış. Hele sevimli Kaş’tan sonra gidince şehir kimliksiz bir kasaba gibi göründü gözümüze; çok katlı apartmanların yer aldığı geniş caddeler yeşillikten yoksundu.

Geçmişi M:Ö. 5. yy.’a uzanan Demre’deki antik Myra kenti Likya ye Roma döneminde önemli bir uygarlık merkezi. Demre’de bu tarihi kenti, kaya mezarlarını ve antik tiyatroyu görmek mümkün. Biz Myra’ya çıkamadık. Demre’de Aziz Nicholas Kilisesi, Likya Uygarlıklar Müzesi ve Kekova tekne turuyla tüm günümüzü geçirdik.

Aziz Nicholas Kilisesi

Öncelikle St. Nicholas Kilisesi’ni gezdik. Akdenizli denizcilerin ve çocukların koruyucusu Noel Baba olarak tanınan Aziz Nicholas adına yapılmış kiliselerin ilki ve en önemlisi olan bu kilisede Azizin mezarı da bulunmaktadır.

Maalesef kemikleri sonradan yurt dışına kaçırılmış. Yapımına M.S. 5. yy’da Bizans döneminde başlanan kilise Ortodokslar için bir haç yeri olup dünyanın her yerinden ziyaretçisi bulunuyor.

Demre’nin yeşilinin azlığına örnek olarak bu kadar önemli bir kilisenin bulunduğu meydana bakalım. Her yer taş ve koca koca levhalar ile görüntü kirliliği…

Kekova Tekne Turu

Kekova Batık Şehir tekne gezisi de Kaş gezisinin olmazsa olmazı.

Kaş’ta limandan kalkan teknelerle veya Demre’den bu tura başlayabilirsiniz. Kaş Limanı’ndan Batık Şehre tekne ile ulaşmak 1 saat 20 dakika sürüyor. Bu deniz yolculuğunda  Üçağız ve Çayağzı limanlarından başlayan turlarla aynı rota izlenmesinin yanı sıra fazladan iki koyda yüzme molası veriliyor. Kaş’ta konaklayanlar için Ergun Kaptan’ın tüm gün süren, yemekli ve özellikle müziksiz turlarını almanızı önerebilirim. Tur rezervasyonunuzu linkten  Boat Trip Turkey veya telefonla (90 542 731 23 58) yaptırabilirsiniz.

Kekova tekne turu, öncelikle Likya döneminden kalma ve MS 2. yy da deprem nedeniyle bir kısmı sular altında kalan batık şehir, tarihi Simena antik kenti (Kaleköy), Üçağız Köyü, denizin içindeki lahitler ve güzel koyları ile kaçırılmaması gereken bir tur. Kekova tekne turunu Kekova Gezi Rehberi yazımda daha detaylı okuyabilirsiniz. 

Likya Uygarlıklar Müzesi

Kaş gezisinde programa alınması gereken müze. Demre’de henüz 2016 yılında açılan müze modern müzecilik anlayışı ile düzenlenmiş. Antik Myra kentinin liman mahallesi Andriake antik Akdeniz’in en büyük ve en korunaklı limanıymış. Son yıllarda kazı yapılan limanda bir yandan kazılar sürerken ayakta kalmış olan Granarium (Tahıl Ambarı) restore edilerek müzeye dönüştürülmüş.

Son derece güzel düzenlenmiş salonlarda Likya uygarlığı, tarihi, ekonomisi, sosyal yaşamı ve din kültürü tanıtılmakta. Kazı alanı da zaten açık hava müzesi olarak dolaşılabilir. Kilise, sinagog ve limanın yanı sıra yeraltı sarnıcı da düzenlenmiş ve ziyarete açılmış. Kaş geziniz sırasında bu küçük güzel müzeyi de programınıza almanızı öneriyorum.

Xanthos

Likya uygarlığının en uzun süreli başkenti olan Xanthos UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer almaktadır. Erken arkaik ve klasik dönemin yanı sıra Roma ve erken Bizans dönemlerinde önemli bir kent olmuş.

Zenginliği ile gözde olan kent M.Ö. 546 yılında Perslerin, bundan 400 yıl sonra da Romalı Brutus’un saldırısına uğramış. Perslerin saldırısında kenti savunamayacağını anlayan erkeklerin, kadın ve çoçuklan Likya Akropolüne sokup, orada yangın çıkartmaları ve kendilerinin de savaşarak ölmeleri bu şehrin tarihinde hüzünlü bir öykü olarak anlatılıyor. İşgal sırasında kentte bulunmayan aileler ve şehre göç edenlerce tekrar kurulan şehir yüz yıl sonra büyük bir yangın felaketi yaşamıştır. Roma ve Bizans egemenliği döneminde de şehrin mimari olarak zenginleşmesi devam etmiş. Ancak 7. yy’da Arap işgalinden sonra şehir terk edilmiştir. İngiltere British Museum’da bu şehirden götürülen Likya sanatının çokgüzel örnekleri sergilenmektedir.

Konaklama

Kaş’ta konaklama seçenekleri mevcut. Asıl güzelliği Kemer, Belek gibi herşey dahil beş yıldızlı lüks otel konseptinin buraya hakim olmaması. Şehir merkezinde küçük oteller ve pansiyonlar bulunuyor. Çok sayıda butik otel Çukurbağ Yarımadası’nda toplanmış. Kaş merkeze 7 km uzaklıktaki bu yarımadadaki şık ve sevimli butik oteller yarımadanın iki yönünde deniz kenarında yer alıyorlar. Biz de konaklamamızı Lycia Butik Otel’de yaptık. Meis Adası manzaralı, Kaş gibi sakin, huzurlu, temiz ve güzel otelimizden çok memnun kaldık.

Yeme İçme

Kaş birçok tatil kasabasından yeme içme açısından da farklı. Kaş gezimiz Eyül ayında daha sakin bir dönemde diye rahat davranıyorduk. Kaş restoranlarının ünlü olduğunu, iyi bir yerde yemek için önceden rezervasyon yaptırılması gerektiğini okumuş olmamıza rağmen bu mevsimde istediğimiz restoranda yer bulamayacağımızı düşünmemiştik. İlk iki gecemiz için bir gün balık, ikinci gün et lokantası diye planlayıp sonraki günler için daha esnek davranmak istemiştik. İlk gece Uzun Çarşı’nın sonundaki dik sokakta sıralanan meyhaneleri dolaşmaya başladık. İlk restoran Ruhi Bey net bir şekilde rezervasyon olmadan alamayacağını söyledi. Voyn da dolu idi; en kenarda sıkış tıkış bir yerde masa verebildiler. Daha ferah bir masa arayışı ile Nereid Meyhanesi’ne gittik; orada da nerede ise son masada yer bulabildik.

İkinci gece ise her yerde yazan ve çevrede sorduğumuz kişiler tarafından da mutlaka denenmesi gereken lokanta olarak önerilen Zaika’ya gittik. Orası da o gün ve sonraki üç gün için yerleri olmadığını belirttiler. Neyse ki ancak üç gün sonra Zaika’da yer bulup ünlü kebaplarını tatma şansını yakalayabildik.

Zaika’nın yanında yer alan Müptela da hem et hem balık ürünleri açısından zengin.

Kaş’ta hep zihinlerimizde kalacak bir manzara eşliğinde en zengin yemeğimizi otelimiz Lycia’da yedik. Bu fotoğrafı da paylaşmadan geçemeyeceğim.

Son Söz

Kaş gerçekten doğal, özgün, farklı, denizi, plajları, tarihi ile özel bir belde. Gidilmeli ve görülmeli. Çok katlı binalar yapılmış olmasına rağmen çarpık yapılaşma ile kasabanın dokusu bozulmamış. Beş yıldızlı ve her şey dahil oteller henüz yerleşmemiş. Çok çeşitli tatil alternatifleri ve çevre gezileri seçeneği sunuyor. Talep yüksek olduğu için konaklama ve yeme içme fiyatları bazı sahil beldelerine göre daha yüksek olabilir. Kaş’a gelip tatil yapanların Kaş tutkunu olacağını düşünüyorum. Akdeniz’in bu güzel kasabası tatil programlarında ön sıralarda yer almalı.

Lviv Yeme, İçme ve Gece Hayatı

Ukrayna mutfağı gerçekten çok lezzetli. Bu konuda detaylı bilgiye Kiev yazımda yer vermiştim. Bunları tekrar etmek istemiyorum. Bu yazıda Lviv için bir kısmını kendimin de deneyimlediğim mekan önerilerinde bulunacağım.

Bu mekanların büyük kısmı turistlere odaklanmış olsa yine de denemeye değer. Bunlardan en ünlüsü Lviv’in ilk grill restoranı olan Valova Caddesi’nde Bernardine Kilisesi’nin arkasındaki avluda bulunan Meat and Justice Restoranıdır. Burası Orta Çağ temalı bir restoran olup etrafta bol bol işkence aletleri varmış. Hatta denk gelirseniz küçük gösteriler de yapıyorlarmış.

Lychakivska Caddesi’nde bulunan Dido Restoran deneyip çok memnun kaldığımız bir et restoranı oldu.

Botanik bahçesi konseptli harika bir restoran olan Baczewski Restoran menülerinde tavşan, ördek dana biftek gibi çok çeşitli yemeklerin yanı sıra geleneksel Borscht çorbaları da bulunuyor.

Kryjivka adlı yeraltı barına girmek için önce biraz Ukrayna tarihini bilmek gerekiyor. 2. Dünya Savaşı sırasında Ukrayna İsyan Ordusu (UPA) adlı bir askeri birlik, Naziler, Polonyalılar ve Sovyetler Birliğine karşı gerilla savaşı yaparken birbirlerini tanımak için ‘Heroyam Slava’ gibi gizli kodlar kullanmışlar. Kryjivka’yı ziyaret etmek istiyorsanız bu Milliyetçi temalı bara girmek için bu şifreyi kullanmalısınız!

Latin Katedrali’ne yakın konumda bulunan Amadeus Restaurant iyi yorumlar alan bir restoran.

Valentino Restaurant, Ostapa Nyzhankivskoho Caddesindeki bir İtalyan restoranıdır.

Pizza Celentano Ristorante, İtalyan mutfağı arıyorsanız bir diğer uygun restoran olacak.

Kumpel, şehrin en lüks ve en güzel restoranlarından.

Mons Pius, şehrin tam merkezinde biraz salaş ama atmosferi çok güzel bir restoran.

Akhali, mükemmel bir Gürcü restoranı.

Green Garden, çok iyi suşi ve tavada kızartma yapan ve güzel bir atmosferi olan uygun fiyatlı bir yer.

Om Nom Nom, mükemmel ve çok uygun fiyatlı vegan mutfağı olan bir mekan.

36Po, Kamyanytsya Hyelazynivska Caddesi’nde bulunan olumlu yorumlar almış bir restorandır.

Galiçya mutfağı temalı restoran “Trapezna Idey”, Valova Caddesinde Fikirler Müzesi girişindeki küçük bir bira mahzeninde yer almaktadır.

The Most Expensive Galician Restaurant, kapı görevlisinin onayından geçerek girdiğiniz masonik hissiyatı veren bir restoran.

Arsenal Ribs and Spirits, Orta Çağ Arsenal binasının bodrum katında bulunan ve Ukraynacada Rebernia denilen bal ve hardal kaplı yumuşak, sulu etle diğer kebapları yiyebileceğiniz en iyi yer.

Rynok Meydanı’nda bulunan Restaurant Mafia’nın yiyecek içecek çeşidi bol ve ortamı güzel.

Sadece yerel yemeklerin sunulduğu, açık büfe zincir bir restoran olan Puzata Khata, her zaman dolu oluyor ve burada gerçekten lezzetli ve ucuz yemek yiyebilirsiniz. Eski şehre yakın ancak tam olarak eski şehirde olmayan iki Puzata Khata restoranı Rynok Meydanı’ndan 5 dakika yürüyüş mesafesindedir. Biri Shevchenko Bulvarı’nda, diğeri Tadeusha Kostyushko Caddesi’nde bulunmaktadır.

1853 yılında icat edilen modern Gaz Lambasının mucidi Ignacy Lukasiewicz Lviv’de yaşamış. Virmenska Caddesindeki Gasova Lampa adlı restoran da gaz yağıyla çalışan lambaların mucidinin anısına açılmış. İçeride çok çeşitli bir sürü gaz lambası var.

Japon mutfağını seviyorsanız Lviv Yappi Sushi’ye gidebilirsiniz.

Lviv Croissants lezzetli sandviçleri bulabileceğiniz bir yer.

Burger Joint çok lezzetli burger yiyebileceğiniz bir mekan, denemeyle sabittir.

En büyüğü Rynok Meydanı’nda bulunan Coffee Manufacturer Lviv’de değişik bir konsept uygulanıyor. Madenci kaskıyla alt katlara gidebiliyor ve kaynak makinesiyle yapılan değişik kahveleri içebiliyorsunuz.

1683 yılında açılan bu kafede aynı zamanda kahve ve hediyelik eşya satışları da var.

Benim gibi çay sevenler Victoria Tea House’ta yerel çayları ve pastaları deneyebilir.

Strudel House, çok lezzetli strudel yiyebileceğiniz bir mekan.

Sirnik Cafe, çok lezzetli börek ve pastalar yiyeceğiniz bir fırın ve kafe, mutlaka gidin.

Rynok Meydanı’nda yer alan Atlas adlı nostaljik kafede oturup bir yandan kahvenizi yudumlayıp bir yandan pastanızı yerken Rynok Meydanı’nın canlı kalabalığını izleyebilirsiniz.

Güzel bir kahve için Boim Şapeli ve Latin Katedralinin karşısındaki Svit Kavy’ye gidin. Svit Kavy, güzel iç mekanı, hoş yaz terası ve 30’dan fazla kahve çeşidi ile ünlü bir mekan. Geleneksel Lviv peynirli kekinden sipariş edin.

Lviv Handmade Chocolate şehirdeki en güzel el yapımı çikolata yiyebileceğiniz bir yer. Alt katta çikolata ustalarının çikolata yapmalarını canlı olarak izleyebilirsiniz.

Rynok Meydanı’nda bulunan Drunk Cherry’de sadece vişne likörü satılıyor.

Pravda Beer Theatre’da kendi ürettikleri biraları satıyorlar ve ayrıca yemek servisleri de bulunuyor.

Cafe Na Bambetli, nostaljik atmosferi olan güzel bir kafe.

Cukiernia, harika pastaları olan ve antika eşyalarla çok güzel dekore edilmiş bir mekan. Kahvaltı yaptığımız bu mekan bizim de çok memnun kaldığımız bir yer oldu.

Glory Cafe’de kahve içen Kawiarnia Mikolasha, güzel ve eski stil bir kafe.

Rynok Meydanı’nın arka caddelerinden biri olan Sırp Caddesinde Masoch Cafe bulunabilir. Mekanın adı yaklaşık 200 yıl önce Lviv’de doğduğu bilinen Leopold Ritter von Sacher-Masoch’tan geliyor. Bu şahıs olağan dışı cinsel davranıştan zevk almış ve “mazoşizm” kelimesi de aslında onun isminden geliyormuş. Kafe de bu tema üzerine dekore edilmiş, dilerseniz garsonun sizi öpüp kırbaçlaması mümkün ve tüm içeceklerin cinsiyetle ilgili isimleri de varmış.

Lviv Dublin İrish Pub, klasik bir İrlanda Pub örneği.

Ukrayna birası denemek istiyorsanız Obolon (özellikle Bile) ya da Lvivske gerçekten çok iyi!

Lviv Festivalleri ve Eğlence

Lviv

Lviv gezi zamanlamanızı bir konsere veya festivale denk getirmeye çalışın. Lviv boşuna “Festival Kraliçesi” olarak anılmıyor. Şehirde hemen her ay festival, geçit töreni ve eğlence vardır. Livi’deki konaklamanız süresince hangi festivallerin gerçekleştiğini öğrenmek için Rynok Meydanı’ndaki Turist Danışma Merkezine uğrayın.

Kış mevsimi, geleneksel Ukrayna kırsalının özel Noel ruhunu ve lezzetli Çikolata Festivalini gözler önüne seriyor. Bahar mevsimi, Paskalya Yumurtası (Pysanka) Festivali ile başlar, “Lviv On a Plate” Gastronomi Festivali ile mideleri şenlendirir, Weather-Vanes Festivali ile eğlenir ve Mayıs’taki aralıksız şenliklerle son bulur (Lviv Şehir Günü Geçit Töreni, Rascal (Batyar) Günü ve Uluslararası Virtiöz Klasik Müzik Festivali). Dünya Vyshyvanka Günü, Ukrayna ulusal kostümü olan nakışlı gömlek Vyshyvanka’nın orijinal geleneklerini korumak ve kutlamak için düzenlenen uluslararası bir bayramdır.

Yaz mevsimi, dünyanın en ünlü caz müzisyenlerinin de katıldığı Alfa Caz Festivali, Wiz-Art Kısa Film Festivali ve Uluslararası Folklor Festivali Etnovyr gibi birçok festival ile dopdolu geçer. Ukrayna’daki en popüler yaz festivali Rynok Meydanı’nda yapılan Zakhid festivalidir. Bir diğer ünlü festival haziranda düzenlenen klasik otomobiller yarışı Leopolis Grand Prix festivalidir. Bu yarışlar ilk olarak 1930’da gerçekleştirilmiş. Grand Prix’ye katılacak araçların en az 25 yıllık, orijinal parçalara sahip ve göze hitap edecek kadar güzel olmaları gerekiyormuş. Klasik arabaların sokaklara çıkmasıyla Lviv, tam bir şölen alanına dönüşüyormuş.

Sonbaharda Kahve Festivali kutlanmaktadır. Geleneksel olarak bu festivaller şehir merkezinde veya genellikle Lviv Opera Tiyatrosu, Filarmoni ve Shevchenkivsky Salonu’nda kutlanır.

Geleneksel düğün ritüellerinden, ilginç St. Catherine Gününe kadar, Batı Ukraynalılar eski, anlamlı, sevgi dolu ve bazen garip kutlamalar yaparlar.

Lviv’in kalbi olan Svobody Bulvarı’ndaki tarihi S.Krushelnytska Opera Binası’nda çeşitli opera ve bale gösterileri düzenleniyor. Biletler 50 ila 80 Grivna arasında değişiyor. Opera ve baleye düşkün olmasanız bile bu muhteşem mekanı görmek için birkaç saatinizi ve bir miktarı Grivma ödemeyi göze alın.

Lviv Org ve Oda Müziği Salonunda org müziği dinleyebilirsiniz. Bu bina 17. yüzyılda St. Magdalena Kilisesi ve Manastırı olarak inşa edilmiş ve ancak 1960’larda kültürel bir kurum olarak çalışmaya başlamış. Salon halen çeşitli müzik performanslarına, Roma Katolik Kilisesi için pazar ayinine ve yıllık Eski Müzik Festivaline ev sahipliği yapmaktadır. Müzik salonunun görkemli orgu Ukrayna’daki en büyük orgdur. Stepana Bandery Caddesindeki Org ve Oda Müziği Konser Salonu, Lviv merkezinin biraz dışında, Politeknik Üniversitesi’ne yakın bir yerde bulunmaktadır. Org müzik konserleri cumartesi ve pazar, akşam saat 5.00’de yapılmaktadır ve Ekim’in başında da Eski Müzik Festivali gerçekleştirilmektedir.

Ukraynacayı anlamasanız bile Les Kurbas Tiyatrosu’nda bir oyun izleyebilirsiniz. Bu küçük tiyatro salonu 1988’de kurulmuş ve ülkedeki en iyi modern tiyatro gruplarından birini temsil ediyormuş. Tiyatro, Les Kurbas Caddesi’nde ve cuma, cumartesi ve pazar günleri 19:00’da gösterileri gerçekleştirmektedir.

Gelelim şehirdeki sabahlara kadar süren gece eğlencelerine. Ben gitmedim ama gidenlerin referansıyla birkaç yer aktarayım. Rafinad People gece kulübü hem restoran hem de striptiz club şeklindeymiş. Fashion Club şehrin en lüks kulübü olarak aynı zamanda bir restoranmış. Lüks olduğu için kıyafet önemli tabi. Metro Club bir diğer gece kulübü ve işletmecisi de Türkmüş. Havalimanına yakın olan Sankoff Club bir diğer önerilen mekan. Ukraynalılar genel olarak eğlenmeyi çok seviyorlar. İşte bu da geç bir saatte sokaklara taşan bir barın görüntüsü.

Havalar biraz ısındığında, Lviv sokakları müzisyenler, canlı müzik yapan gruplar ve sanatçılar ile dolmaya başlıyor. Bunlar Şehre özel bir çekicilik katıyorlar ve banklarda oturarak canlı müziğin keyfini çıkarıyorsunuz. Yerel halk aniden kalkıp dans etmeye başlarsa şaşırmayın. Bunları şehir merkezinde hemen her yerde görebilirsiniz. Ancak, en popüler noktalar Halytska Caddesi ve Serbska Caddesi.

Rynok Meydanı’ndaki Cafe Diana yakınında tango veya salsa dansı da yapabilirsiniz. Belediye Meclisi binasının önündeki geleneksel tango/salsa dans sahnesi, sizi Lviv’e aşık edecek büyüleyici anlardan bir tanesi olacak. Tanrıça Diana’nın fıskiyesi önündeki kalabalığa katılın ve canlı atmosferin tadını çıkarın. Bu dans partileri cumartesi ve pazar günleri saat 18:00’den sonra gerçekleşmektedir.

Dans benim işim değil, müzik sevmem diyorsanız Opera Binasının önündeki yerli halktan kişilerle satranç oynayabilirsiniz. Daha çok cumartesi ve pazar günleri öğleden sonra cadde satranç oyuncuları ile dolup taşıyormuş. Aralık ayından itibaren Rynok Meydanı patencileri ağırlıyormuş ve her yaştan ziyaretçi için heyecan verici bir atraksiyon gerçekleştiriliyormuş.

Hayvanların bu şekilde kullanılmasından hoşlanmıyorum ama gitmek isterseniz Lviv’de bir de sirk var.

Bunların hiçbirini yapmayıp şehrin sokaklarında aylak aylak dolaşabilirsiniz. Sizi bilmem ama benim en sevdiğim şeydir böyle sokaklarda kaybolmak. Meydanlara kurulu pazarları gezebilir ya da şehrin her köşesinde bulunan parklarda çimlere uzanıp ruhunuzu dinlendirebilirsiniz. Lviv evlerinin ve bahçelerinin efsanelerini dinleyebilirsiniz. Yeraltı labirentinin, küçük dolambaçlı sokakların, büyüleyici meydanların, meraklı anıtların hepsinin özel hikayeleri vardır. Zengin doktor kızının ve fakir köylünün düğünü, şehrin belediye binasının altındaki uçan tabutların efsaneleri, şehrin ana manastırları arasındaki gizli geçitler gibi hikayeleri dinlediğinizde emin olun hiç sıkılmayacaksınız!

Stockholm Gezi Rehberi: Buzlar Kraliçesi

Stockholm’u bir cümleyle tarif etsem; neredeyse bozulmamış, doğa harikası olarak aklınıza gelebilecek hemen tüm güzellikler içinde, geçmişinden kalan izleri de keyifle taşıyan, hafif mesafeli ama çok cazibeli bir metropol, derim. Bu tanımda neler eksik kalır, anlattıkça görelim…

Aslında Stockholm, öyle aman aman gideyim, diye yanıp tutuştuğum bir yer değildi. Bunun bir nedeni her daim soğuk iklimi ve onun getirdiği kapalı, bulutlu, depresif olduğunu düşündüğüm havası ise bir nedeni de efsanevi pahalılığıydı sanırım. Ama öte yandan İskandinavya’nın en güzel şehirlerinden olması, kutuplara bu kadar yakın olup böyle doğal güzelliklere sahip olması aklımı kurcalıyordu. Ayrıca kim Viking efsanelerine kayıtsız kalabilir ki… Öte yandan (hangi yaş dilimindeyseniz onun çağrıştırdığı türden) özgürlükler ülkesi  olarak yayılan ünü, bol sarışınlık, beyaz geceli-kara gündüzlü bol  kutup muhabbeti,  eh ergenlikten kalma Abba ve Dancing Queen falan da düşünüldüğünde… Daha ne olsun, Stockholm öne çıktı ve yola koyuldum. Stockholm’e gittiğimde Mayıs ayının ilk yarısıydı.

Önceden Stockholm ile kitapları karıştırdım, internet bloglarına göz attım haritalardan çalıştım. Tek başına yolculuk yapıyorsam, tek kabusum:  ya oteli bulamazsam…. Uçak biletini aldıktan sonra, nasılsa odada oturmayacağım, yatmadan yatmaya kalacağım düşüncesiyle fiyatına da dikkat ederek internet üzerinden oteli ayırttım. Evet, göreceli olarak ucuzdu buna karşılık odamın penceresi yoktu, odalar Japon tarzında aydınlatılıyormuş; ne olduğunu bilmiyordum, acı tecrübelerle öğrendim.

Stockholm’ün adalardan oluştuğu ve ormanlarla dolu olduğu aklımda kalmış; Şehrin üçte biri orman, üçte biri suymuş. Uçak inişe geçtiğinde bunun ne kadar doğru olduğunu gördüm; aşağıda onlarca, yemyeşil ada görünüyordu.

Stockholm’un havaalanı Arlanda; Havaalanında ilk dikkati çeken şey, duvarlarda İsveç’in dünya çapında şöhret kazanmış politikacılarının, aktör ve aktristlerinin, yönetmenlerinin,  yazarlarının, sanatçılarının, sporcularının resimlerinin olmasıydı. Başta Kral Carl Gustav ve Kraliçe Silvia olmak üzere kraliyet ailesi üyeleri, belki onlardan daha çok tanınan Björn Borg, Roxette ve Abba üyeleri, Bergmanlar, Liv Ullman, Lena Olin, Lasse Hallström, Skarsgardlar benim tanıdıklarım.

Havaalanı Şehre yaklaşık yarım saat uzaklıkta. Oteli bulacağım ya, önceden çalışmıştım. Ön bilgilerim şöyle: Arlanda’dan şehir merkezine otobüs veya tren ile gidilebilir. Otobüsle yaklaşık 30 dakika süren yolculukla, hızlı tren ile 20 dakika civarında ancak çok daha pahalı. Havaalanı ile şehir merkezi arasında işleyen iki otobüs firması var; biletleri ise Havaalanından çıkmadan otomatik makinelerden alınabiliyor. Bilet ise 200 kron civarında.

Bunları biliyorum ancak ben bambaşka bir yol seçtim, daha doğrusu sürüklendim.  Uçaktan inip bavulları alınca hemen bir Stockholm Travelcard aldım. Bu kart ile hem şehir içindeki tüm yolculukları ücretsiz yapabiliyorsunuz, hem de çoğu müzelere ücretsiz veya indirimli  girebiliyorsunuz. Kartları, 48, 72 veya 120 saatlik alabiliyorsunuz. Ancak oldukça pahalı bir kart bu. Bu kart ile deniz, otobüs, metro, tramvay, ne varsa sınırsız kullanabiliyorsunuz ve çoğu müzeye bir giriş ücretsiz.  Neyse bu kartı alınca, havaalanından şehre ücretsiz gidebileceğimi düşündüm ve durakta beklemeye başladım (Durak, Havaalanı çıkışındaki ilk durak) Ancak otobüs gelince bu  kartla otobüse binemeyeceğimi söylediler. Havaalanından şehir merkezine olan taşıma özel bir hizmetmiş, kart ise (şehir belediyesi ile ilgili) toplu taşıma araçlarında geçerliymiş. Ama bu kart ile ücretsiz şehre gidebilmenin bir yolu varmış. Otobüsle Stockholm’ün banliyösüne gidip oradan trene binebilirmişim. Kartımın avantajlarından yararlanmak hırsı gözümü bürümüş olmalı; önce Stockholm’ün bir kasabasına gittim, oradan trenle Merkez İstasyonu’na vardım. Yarım saatlik yolu bir saatte aldım ama etrafı geze dolana Stockholme vardım. Ama beyhude gezmelerim daha bitmemiş. Sırada otelimi bulmak vardı.

Rezervasyon yaptırırken Otel, Merkez İstasyonu’nun hemen yanı olarak görünüyordu. Merkez İstasyonu, Şehrin (ana karadaki kısmının) neredeyse ortasında, ancak çok katmanlı, köprülerle merdivenlerle yolların altlı üstlü birbirinden ayrıldığı, kesiştiği, gayet karmaşık bir yerinde. İstasyonun hemen yanında olduğu söylenen oteli bulmak epey süremi aldı. Bavulu sürüye sürüye oteli ararken, ilk heyecanla avını arayan bir şahin gibi süzülürken vakit geçip yoruldukça kümesini bulmaya çalışan yorgun bir kaza döndüğümü hissettim. Ama buldum. Gerçekten Merkez İstasyonunun hemen yanındaymış.

Odayı bulmak ise ayrı bir sorun. Tam bir  seri üretim oteli. Resepsiyondaki işler bittikten sonra, o bavul bir de bitmeyen tükenmeyen, birbirine açılan koridorlardan da sürüldü.

Oda ise bambaşka bir hayal kırıklığı. Kapı resmen bir depoya açıldı; minicik bir alan. Ve Japon aydınlatması; bir stor ve arkasından yansıyan ışık oluyormuş, sürekli bir batan güneş havası..

Neyse işin güzel yanına bakmalı. İçerde Japon aydınlatması olsa da dışarda Stockholm güneşi beni bekliyor (gezi boyunca ki ender güneşli günlerden biriydi).  Yeni bir yerdeyim, gezilecek, keşfedilecek bir sürü yer var. Saat daha çok erken. Hayat dışarıda, boş ver odanın ufaklığını, dedim ve attım kendimi dışarı. Bu arada Merkez Tren İstasyonu’nun (ve Otelimin) hemen yanında çok gösterili bir kumarhane gördüm ama kumar hakkında çok bir bilgim olmadığından ayrıntı veremeyeceğim.

Önce Stockholm’e gelmeden şehir hakkında öğrendiklerimi gözden geçireyim. Stockholm, Malaren Gölü ile Baltık Denizi’nin birleştiği noktada, 57 köprü ile bağlanan 14 ada üzerinde kuruluymuş. Şehirde 38 park varmış (İnanırım). Şehrin üçte biri orman, üçte biri su. Çevrede yaklaşık 1000 tanesinde yaşamın sürdüğü 24 000 ada varmış. Ama  benim için önemli olan ada sayısı 2 veya 3. Benim otelim ve Merkez Tren İstasyonu ‘City’ denilen ana karada. Belediye binasının bulunduğu Kungsholmen’de ana kara parçasında, Merkez İstasyonun hemen solunda, Barnhusviken nehrinin öbür tarafında. Gezinin olmazsa olmazı olan eski şehir Gamla Stan, karaya köprülerle bağlanmış küçük bir ada. Gamla Stan’ın sağında, yine karanın bir parçası olan Blasieholmen bölgesi mevcut; burası da Merkez İstasyonun sağında kalıyor. Skeppsholmen ise, yine köprülerle Blasieholmen’e bağlı bir ada. Ona, yine bir köprüyle geçilen yavru adası Kastellholmen var. Buranın hemen sağında ise, Djurgarden (Hayvanatbahçesi) var; bir ada. Buralar gezimin esas noktaları olacak; bütün müzeler, önemli binalar, kiliseler burada. Eğer vaktim kalırsa Gamla Stan’dan köprüyle geçilen Södermam Adasına da giderim.

Bu arada önemli bir not. Mayıs ortasında gittiğim halde, Stockholm yaz havasına girmemişti; hem iklim olarak hem ruh olarak. Şehir de bir kaç ilgimi çeken yer, haziran ortasında açılacaktı, onları kaçırdım.  Ayrıca Milli Müze  tadilat gördüğü için 2017’ye kadar kapalıydı.

Önce Gamla Stan. Öğleden sonrayı orada geçireyim istedim. Gezim boyunca her gün neredeyse bir kez uğradım. Yazacaklarım, toplam gözlemlerimin özeti; En baştan söyleyeyim,  zamanınız yoksa, Stockholm’de  tek bir yere gidebilecekseniz, orası Gamla Stan olmalı.  Kısa bir köprüyle ana karaya bağlı olan Gamla Stan, Stockholm’ün  ilk yerleşim yeri. Hikayesi 1250’lere gidiyor; Baltık Denizi’nden Malaren Gölü’ne uzanan dar geçidi korumak için kurulan bir kalenin etrafındaki yerleşim alanından oluşan bir yer. Efsanesi de var; akıntıların yönünü ve gemilerin yanaşabileceği en uygun limanın yerini tespit etmek için denize bırakılan kütükler, hem şehrin yerini hem de adını belirlemiş (Stock, kütük; holm ise ada oluyor). Gamla Stan, Orta Çağ izlerini taşıyan bir yer, pek çok ev hala orijinal renklerinde, 17 yüzyıl evleri, kırmızı, 18 yüzyıl evleri sarı, daha yeni binalar ise gri renkliymiş. Gamla Stan’da en önemli binalar İsveç kral ile kraliçesinin ikametgah olarak kullandığı Kraliyet Sarayı, Parlamento binası, Nobel Müzesi  ve  Storkyrkan Kilisesi ve Tyska Kilisesi. Gamla Stan’ın hemen soluna, bir köprüyle kendisine bağlanmış daha küçük bir ada var: Riddarholmen… Orada da Nobility House ve Riddarholmen Kiliseleri var. Gamla Stan ile ana kara arasında da, yine köprüyle Gamla Stan’a bağlı bir küçük ada daha var. Ve tabii bu adaların kıyılarında, harika şehir manzaraları var.

Gamla Stan’a yürüyerek de, metroyla da gittim, ulaşımı çok kolay. Adanın çevresini gezmek de bir keyif.  Adaya girdiğinizde kıyıdan giderseniz önce Kungsholmen ve Belediye Binası (Rathaus) manzarasını göreceksiniz, yürüdükçe Langholmen ve Sodermalm adaları eşliğinde göl manzarası sizi karşılayacak.

Adanın ucundan sola kıvrıldığınız da ise, Skeppsholmen  ve diğer adaları göreceksiniz. Hemen koyun ucunda ise Grand Hotel ve Milli Müze‘nin muhteşem binaları. Adanın kıyısında ise uzun bir yürüyüş yolu.

Her hangi bir noktadan içeri saptığınızda ise, Gamla Stan’ın Orta Çağ havası hemen  çarpacak sizi. Rengarenk boyalı, birbirine yaslı evler, dar sokaklar… Ancak aklınıza Prag gelmesin, ya da bir önceki gezi yazımda anlattığım köhne ama görkemli Palermo binalarını düşünmeyin; sokak aralarındaki evlerin bir çarpıcılığı yok, sıradan geliyor insana ama taşıdıkları tarih göz alıcı elbette…

Bu dar sokakların hangisini takip ederseniz edin yolunuz Stortorget alanına çıkacaktır. Burası adanın merkezi. Alanda 1778 tarhli bir çeşme bulunmakta. Çeşmenin çevresi,  1520’lerde Danimarka kralının İsveç soylularına uyguladığı ‘İsveç  kan banyosu’ olarak da bilinen katliamla ilgili sahneler içeriyor.

Alanın hemen karşısında Nobel Müzesi bulunuyor (Nobelmuseet).  Yazmıştım, uçaktan iner inmez ilk işim bir Stockholm kart almak olmuştu, böylece Müzeye ücretsiz giriyorum. Müze, Nobel ödülü kazanan kişilerle ilgili bilgilerle dolu, resimlendirilmiş, üstü cilalanmış bir arşiv gibi. İlgiliyseniz uzun zaman geçirebilirsiniz. Ben  kısaca gezip çıktım. Müzenin binası daha ilginç. Çevresinde hala izleri görünen bir cezaevinin bulunduğu yerde, daha sonra borsa binası olarak işleyecek bu bina yapılmış; Borsa binası yapımına 1667’de karar verilmiş ama binanın bitmesi 1778 yılını bulmuş. 1990 yılına kadar da borsa binası olarak kullanılmış. 2001 yılında ise Nobel Müzesi’ne dönüştürülmüş.

Adada iki kilise var. Storkyrkan ve Tyska Kyrkan… Storkyrkan, Saraya (Royal Palace) gelmeden hemen önce. 1279 yapımı katedrali açık bulmak, açık bulunca da girebilmek bir şans.  09-16 saatleri arası açık yazsa da bir kaç kez kapısından döndüm, açık olduğunda da ya tören ya da prova vardı, içeri giremedim. Ama gezgin vazgeçer mi? Hayır. Burası Lutheran bir kilise ve dini törenlerin yapıldığı en önemli yer. Küçük bir şapel olarak yapılan yer 14 yüzyılda daha büyük bir kiliseye dönüştürülmüş. Kilisenin her ne kadar gotik bir tarzı varsa da sonradan yapılan restorasyonlarla geç barok etkiler öne çıkmış. Kilisede bir çok önemli yapıt olsa da en dikkati çekeni Aziz George’un Ejderhayla Savaşı isimli ahşap ve ren geyiği boynuzundan yapılmış heykel. Aynı heykelin büyüğü metal olarak meydanda da bulunuyor.

Daha aşağıda olan Tyska Kyrkan ise 16 yüzyılda yapılmış, Alman Rönesansı ve barok stilinin hakim olduğu bir kilise.

Gamla Stan’ın hemen yanındaki minik adada bulunan Riddarholmen ise ziyarete haziranda açılacakmış. Soyluların ölülerinin defnedildiği  yer olarak önemli bir yermiş ve  Stockholm’deki tek Orta Çağ manastırıymış.

Gamla Stan ile Riddarholmen Adası arasındaki yolda Soylular Evi (Riddarhuset) binası var. 17 yüzyıl yapımı olan binanın içi mimari açıdan ilgi çekiciymiş  ama içine giremedim ki. Yine kendine özgü çalışma saatlerinden dolayı. Bir şekilde ben oraya gittiğimde ziyaret saati geçmiş oluyor, ziyaret saati ise de bir nedenle ziyaretçi kabulüne ara verilmiş oluyordu.  Bana taktılar, diye bir parayona bile geliştirdim ama sonuçta olmadı; bilemem ben niye giremedim ve niye bu kadar girmek istedim bu binaya… Adada Wrangelska ve Stenbockska malikaneleri de var ama ziyarete açık değiller.

Gamla Stan’da Saraya girmeden adayı biraz daha dolaşıyorum. Adayı boylamasına kesen üç paralel cadde var, en canlısı Vasterlangatan; üstünde lokantalar, barlar, hediyelik eşya satan dükkanlar, dondurmacılar. Cam işçiliği önemli, bir sürü cam eşya satan dükkan var. Bu sokak üstünde 41 numarada da Cafe Kakbrinken var, dondurmalarını deneyin; Stockholm’ün soğuğu bana vız gelir diyorsanız… Adada ayrıca Para müzesine gittim (Kungliga Myntkabinettet, Royal Coin Cabinet), nasıl olsa kartım var, en az bir kez girebilirim; 10 yüzyıldan günümüze türlü çeşitli paralar. Ben, herhangi bir yeri biraz eşelesen türlü antik paraların fışkırdığı topraklardan geliyorum, ne kadar ilgimi çekebilirse o kadar çekti ilgimi.  Adada Postane Müzesi falan da var ama ücretsiz olsa bile ilgim dışındaydı. Parlemontoyu gezebilirdim ama bir sonraki tur saatini beklemek zorundaydım. Hem Saray vardı daha.

Neyse zaten Gamla Stan ve çevresinin en önemli yeri, Saray (Royal Palace). İşte orayı tadını çıkara çıkara gezdim. Saray (Kungliga Slottet/Royal Palace), bir çok binadan oluşan bir kompleks. Aslında Sarayın yerinde 13 yüzyılda savunma kaleleri varmış. Daha sonra burası kralların yaşam yeri olmuş ve bir rönesans sarayına dönüşmüş. Ancak 1697’deki yangından sonra aynı yerde İtalyan tarzının İsveç tarzıyla dengelendiği yeni bir saray yapılmış.

Yeni sarayda ilk Kral Adolf Fredrik 1754 yılında yaşamaya başlamış. Artık burası kraliyet ailesi için bir yaşam yeri değil, daha çok turistik bir merkez. Sarayın 608 odası var. Her odayı göremiyoruz elbette ama gördüklerimiz de bize yetiyor.  

Kraliyet ailesi tarafından kullanılmasa da resmi işler ve ziyaretler için kullanılan bölümler bulunuyor. Saray’da farklı işlevleri olan daireler var, devlet dairesi, misafirler dairesi, Bernadotte hanedanı adıyla anılan harika tavan resimleri olan daireler bunlardan bazıları ve ziyarete de açıklar. Saray salonlarının dekorasyonu ve duvar süslemeleri etkileyici. Hatta Sarayda verilen yemeklerin temsili masaları da görülebilir. Saray kapsamında, Saray kilisesini, 3.Gustav’ın antikalarını, hazine dairesini, Saray silahlarını, Sarayın yapıldığı dönemden önceki hali hakkında fikir alabileceğiniz Kronor Müzesini bulabilirsiniz. Resim çekmek yasaktı ama özellikle hazine dairesinde, krallığın sembolü olmuş bol mücevherli eşyalar görülmeye değerdi.  3.Gustav’in antikaları arasında da, kendisinin İtalya gezisinden getiridiği objeler dikkati çekiyor. Saray Kilisesinde ise, 17 yüzyıla ait bronz taç ile 2 adet kristal taç gözünüze takılacaktır. Saray silahlığında ise, silahlar, zırhlar, madalyalar, askeri elbiseler görülebilir.

Şimdi gerçek düşüş. Saraydan benim izbe, karanlık odama. Bu oda, insanı intihar ettirir; sonunda mutsuz bir ruh olarak dolaşacağım otel koridorlarında.

Dolaşmaktan söz ediyorsak şimdi sırada Djurgarden var. Oraya da epey bir zaman ayırmanız gerekecek. Djurgarden ulaşılmaz gibi görünüyor ama gidiş çok kolay. Uzun bir yürüyüşle de gidebilirsiniz ama 44,69 ve 76 numaralı otobüslerle, 7 numaralı tramvay buradaki önemli ziyaret yerlerine götürecektir sizi.  Ayrıca Djurgards (Djurgardsbron) Köprüsü ile karaya bağlanıyor.1897 tarihli köprü, metal dekoratif süsleriyle etkileyici.

Bu ada kendi başına gezmek için harika bir yer, birbirine bağlanan parklar, spor alanları, piknik yerleri. Ama önce Nordiska Müzesi. Bir Rönesans sarayı olan bina 1907’den beri müze. Müzenin girişinde obeliskler var.  Müze’de İsveç’in 1500’lerden bugüne günlük hayatından kesitler görebiliyorsunuz. Etnoğrafya müzesi anlayışının çok daha genişletilmiş hali.

Müzeye Kral Gustav Vasa’nı heykelinin ve resminin olduğu geniş bir salondan giriliyor. Müzede gündelik giyim kuşamdan pahalı mücevherlere, çocuk oyun odalarından ziyafet sofralarına kadar herşey var.  İsveç hayatıyla ilgili bir sürü şey görebilirsiniz, ilginize göre ayrıntılı bilgi alabilirsiniz. Bu muhteşem görsel şölen, Stockholm kartıyla ücretsiz.

Kartla ücret girilen bir başka yer ise Skansen. Dünyanın ilk açık hava müzesi. 1891 yılında açılan müze, hızla sanayileşen dünyaya bir zamanlar insanların nasıl yaşadığını göstermek amacıyla kurulmuş.  İsveç’in değişik yerlerinden getirilmiş 150 civarında tarihi bina var. Binalar dönemin köy yaşamını olduğu kadar dönemin şehir yaşantısını da gösteriyor. Tabii İsveç doğal yaşamına uygun olan bitkiler ve hayvanlar da bulunuyor Müzede. Dönemin kiliseleri, çiftlik evleri, depoları, imalatçıları, esnafı, dükkanları, olmayan yok… etrafta tavuklar, koyunlar dolanıyor. Tam bir pastoral güzellik. Her an bir yerden İsveçin Heidi ve Peter’i fırlayabilir. İçim bayıldı benim. Zaten Şehrin her tarafı ağaç,su, doğa. Bir de bunun içinde bir köy hayatı, bana fazla geldi. Bana şehir hayatı, betonlar, binalar verin. Hiç sevmem  küçük sahil kasabasına yerleşme muhabbetlerini. Ama çoluk çocuk geziyorsanız uygun bir yer. Hatta  alanda işleyen bir mini tren bile var, bindirin  herkesi içine. Siz de biraz kafanızı dinleyin.

Adada belki de Şehrin en ilginç müzesi Vasa Museet var; kartla ücretsiz. 1628 yılında donanmanın gururu olarak yapılan savaş gemisi Vasa,

Djurgarden’da denize indirildikten 100 metre sonra 30 adet mürettebatıyla birlikte batmış. Gemi 1960’larda ancak çıkarılmış. Müze de 1990 yılında açılmış. Gemi neredeyse olduğu gibi durduğu için gerçekten çok büyüleyici.  Gemi donanımı ve eşyaları aracılığıyla o günleri izleyebiliyorsunuz. Ayrıca geminin daha küçük bir maketi, video filmleri ile gemiyi bütünsel olarak da inceleyebiliyorsunuz. Yoksa devasa bir gemi. Gerçekten etkileyici.

Adada ayrıca ABBA müzesi de var ama Stockholm kart kapsamında değildi ve gerçekten pahalıydı, yakşalık 200 SEK, yani 70 TL civarında. Abba’nın kıyafetlerini görmek için verilir mi o para, zaten Abba ile büyümüş bir nesiliz, hem o allı pullu, pelerinli yırtmaçlı giysilerden daha cafcaflısını Zeki Müren giymişti zamanında, zaten biliyoruz. Ben o parayla ABBA’nın tüm albümlerini alırım dedim ve girmedim. Sonuçta money,money,money, always sunny  yani. Adada sanat kolleksiyonlarının toplandığı Waldemarsudde , Thielska Galleriert gibi  daha küçük müzeler var  ama akşam oldu, artık her yer kapanıyor, hem ne resim müzelerinden geçtim, İsveçli ressamlar da eksik kalsın, zaten yazmayınca veya resim çekmeyince aklımda kalmıyorlar, hem de, inanır mısnız, karanlık inimi, otel odamı özledim (yoruldum,odaya mecbur kaldım da diyebiliriz). Adadaki diğer ilgimi çekmeyen Bioloji Müzesi ve Vaxholm Fortress Müzesini de anarak otelime dönüyorum.

Ama sırada şehir ve uzantıları var; Blaise Holmen, Skepps Holmen ve Kungs Holmen… Blaise Holmen, Gamla Stan’ın sağındaki kara uzantısı, Skepps Holmen’da ona köprüyle bağlı adaydı. Bahsetmiştim, orada Milli Müze var ama kapalı; Rembrandt, Rubens, Goya, Remoir, Degas, Gaugin resimlerine ev sahipliği yapıyormuş. İyi güzel de böyle bir müze, neden Milli Müze oluyor, bilemedim. İsveç kronlarını bastırdık aldık, o nedenle milli diyorlar herhalde.

Skepps Holmen Adası, karaya üzeri taçlarla süslenmiş bir köprüyle bağlanıyor. Köprüden Gamla Stan’ın harika manzarasını seyredebilirsiniz.

Adada ise Uzak Doğu Müzesi ve Modern Sanatlar Müzesi  (Moderna Museet) var. Ben Modern Sanatlar Müzesi’ne gittim. Müzenin önünde Louise Bourgeois yapıtı Maman’nın benzeri  bir heykel vardı. Ben orijinalini (seri parçası)  Bilbao’da Guggenheim Müzesinde görmüştüm. Bu nedir, bilemedim.  Modern sanat  anlayabildiğim bir dal olmadığı için yorum yapamayacağım. Ama Müzedeki eserlerden bir iki resim koyayım, siz beğenirseniz Müze önceliğiniz olur.

Djurgarden’ın karşısına tekabül eden kara parçası Östermalm olarak adlandırılıyor. Parklar, geniş kırlık alanlarla dolu bir yer. TV kulesi de orada. 4,56,76 numaralı otobüsle Kuleye kadar gidebiliyorsunuz. Çıkabiliyorsunuz da. Harika bir manzara var. Kahve molası için harika bir seçim.

Östermalm’da  bir sürü müze var; Etnoğrafya Müzesi, Denizcilik Müzesi, Teknoloji Müzesi… Bunların hepsi neredeyse bir bölgede toplanmış müzeler. Ben bunlar yerine Tarih Müzesi‘ni (Historiska Museet) tercih ettim; bu Müze diğerlerinden çok daha şehir merkezine yakın.  1943 yılında açılan Müze, İsveç tarihine bir bakış sunuyor. İlk çağlardan başlayan, erken orta çağı da içeren, Vikinglerle ilgili bir çok eşya barındıran Müze’nin en parlak kısmı ‘Altın Oda’.  Burada sergilenen her şey altın.

Şehir merkezinde önemli  dört kilise var: Jacobs Kyrka, Klara kyrka, Adolf Fredriks Kyrka, Hedvig Elenora Kykra.  Jacobs Kyrka, yaya yolcuların korucusu olan Aziz Jacob’a adanmış bir kilise. Klara Kyrka ile birlikte 16 yüzyılda yapımına başlanmış. Klara Kykra ise Merkez Tren istasyonuna çok yakın, daha çok evsizlerin uğrak yeri olmuş bir kilise. Hedwig Elenora ise resmi olarak 1737 yılında, denizcilere hizmet veren bir kilise olarak açılmış. Öyle görmezsem eksik kalır denecek bir şey bulmadım bu kiliselerde, o nedenle resimsiz geçiyorum.

Merkezde gezdiğim bir müze de Hallwylska Museet. 1892 yılında Kontve Kontes von Hallwyl malikanesi olarak yapılan bina, ailenin ölümünden sonra 1930 yılında daha sonra ailenin paha biçilmez kolleksiyonlarını da içeren bir müzeye dönüştürüldü. Ana salondaki duvarlar goblen dokumalarla döşenmiş olup kenarları 24 karat altınla taçlandırılmış.

Burada tavsiye edeceğim bir diğer müze ise, Medelhavsmuseet (Akdeniz ve Orta Doğu Müzesi). Müzede sergilenen parçaların neredeyse bildik olacağını düşünür insan. Bir kısmı gerçekten öyle ama Kıbrıs’ta bulunan mantar gibi değişik malzemelerden yapılan insan figürleri şaşırttı beni.

Müzenin hemen yanında Şehrin tiyatrosu, Grand Hotel gibi muhteşem binalar yanyana dizilmişler. Burada soluklanabileceğiniz harika bir park var: Kungstradgarden… Burada konserler, gösteriler de düzenleniyor. Heykeller, havuzlar, kafeler, lokantalar, çiçek bahçeleri; tam bir şehir eğlence alanı oluşturuyor.

Dinlendikten sonra sırada, Armemuseum (Askeri Müze) var. Şöyle bir göz atıp çıkın çünkü  yanında Saluhall var. İşte burası da modern bir gastronomi müzesi. Neler yok ki, etler, şarküteriler, balıklar, deniz ürünleri, peynirler; burası Cennetin mutfak bölümü olmalı.

Şehirde dolaşırken yolunuz Kungsgatan’dan geçecektir. Şehrin en canlı caddesi, alış veriş, dolaşmak, oyalanmak için birebir. Cadde üstünde Konserthaus ve Kungstornen’e dikkat edin. Konser salonu, nordik tarzda bir Yunan mimari anlayışına sahip, önündeki heykel ise çok  güzel. Kungstornen (Kral kuleleri) caddenin iki yanında yükselen 16 katlı iki kule, Amerika tarzı cadde anlayışıyla yeniden düzenlenen cadde üzerinde inşa edilmiştir. Simetrik görünen ancak biri diğerinden çokaz daha geniş olan kulelerib biri dişi biri erkek olarak kabul edilmiş.

Stockhom, bir kültür şehri aynı zamanda.  Cam bir kare kulenin merkezde olduğu Kulturhuset, Şehrin kültür merkezi. Hemen yanındaki  devlet tiyatrosu binası, bir çok sanat gösterisine ev sahipliği yapmakta. Benim ziyaretim sırasında alanda inşaat devam etmekte olduğundan çevreyi gezerken zorlandım ama burası, şehrin kültür ve sanat olaylarının yer aldığı bir nokta.

Bahsedilmeden geçilmeyecek bir yer de, Stadshuset (Belediye Binası). 1923 yılında tamamlanan bina İskandinav Gotik ve İtalyan tarzının bileşimi olarak tarif ediliyor. Binada bir toplantı odası ve 250 çalışma odası yer almaktadır, ayrıca Mavi ve Altın odalar bulunmaktadır. Bina, Nobel yemeğinin verildiği yer olması itibariyle de önemli. Binanın göle bakan kısmında bir avlu ve göle açılan bir kapısı var. Kapıların iki ucunda bir erkek ve bir kadın figürleri bulunmakta, heykellerin adı da ‘Dans’. Kırmızı tuğla yapının içinde evlenme salonu, Nobel yemeği salonu bulunmakta.Bina rehberle gezdiriliyor. Altın salonda ise, duvarlarda altın yaldızlı panolar bulunmakta. En büyük panoda ise, nedense yoluk saçlı bir kadın, bir elinde krallık asası, bir elinde katedral, kucağında Belediye Binası olmak üzere bir tahtta oturmakta. Efendim kadının solunda ABD-New York’taki özgürlük anıtıyla temsil edilen batı dünyası, sağında ise İstanbul-Ayasofya ile temsil edilen doğu dünyası. Resim diyormuş ki, alın New York’u, koyu üstüne İstanbul’u, nafile; Stockholm dünyanın en güzel şehridir, hiç biri Stockholm ile yarışamaz. Haa, orada dur bi güzel kardeşim. New york’a bir şey diyemem, yankieler konuşsun ama iş İstanbul’a geldi mi, bir duracaksın. Bir kere Stockholm’ü temsil ediyor dediğiniz kadın bir acuze. İkincisi tamam Stockholm çok güzel bir şehir; parlattığınız gölle, adalarla, ormanlarla gerçekten doğa harikası bir yer ama İstanbul da yüzyıllardır yakıla yıkıla, devrile, yuvarlana asla çirkinleştirilememiş, binlerce yıllık tarihiyle tüm görkemiyle ayakta duran bir  bir şehir. Bir yanda aman üstüme bir şey  bulaşmasın der gibi mesafeli  bir tutum, bir yanda dibine kadar yaşanarak damıtılmış güngörmüş bir hava. Yani Stockholm bakımlı, alımlı, biraz makyaj güzeli,  güzel ama donuk bir kadınsa, İstanbul  da yorgun ve uykusuz geçirdiği bir gecenin ardından darmadağın ama hala harikulade bir halde yataktan kalkan bir kadın.  Neyi neyle karşılaştırıyorsun. Stockholm, kuzeyin sarışın soğuk mesafeli hanfendisiyse, İstanbul işveli, cilveli, hayatın tam ortasından bir kadın. Orası İngrid Bergmansa, burası Türkan Şoray… Hadi bakalım.

Neyse, sinirimi yatıştırmak için bir gemi turuna çıkıyorum. Riddar Holmen’i kıtaya bağlayan köprünün yanından da, Grand Hotel önünden de göl turları düzenleniyor. Mevsimden dolayı çok çeşitli turlar yoktu.  Benim aldığım tur, Djurgarden’in çevresini dolanan bir turdu ama güzeldi. Karadan gördüğün her yeri bir de feribotla gördüm.. Södermalm’a kıyıdan baktım.  Gamla Stan’a köprüyle bağlanan bu adaya sonra bir de karadan gittim, Gamla Stan’ı yukarıdan seyrettim, sokaklarını dolaştım. Daha bohem, gündelik yaşamın göz önünde olduğu sokaklar gördüm.  Sonra Globe diye, aslında dünya şeklinde bir asansörün olduğu kuleye gidip onunla gökyüzüne doğru çıktım. Şehri daha da yukarıdan döne çevrile, her açıdan gördüm. Globe’un olduğu yerde konser salonları da var, şimdi unuttum, benim de aşina olduğum birilerinin konseri varmış o gece, sabahın köründe kuyruğa girmiş ergenler.

Drottninggatan yayalara ayrılmış tarihi merkeze uzanan alışveriş caddesi, orada dolandım. Alışveriş için ayrıca Sibyllegatan, Sturegatan, Bibliotekgatan sokakları da dikkate değer. Stockholm’de bir de metro istasyonlarındaki düzenlemelere dikkat edin, neredeyse her biri bir  enstalasyon çalışması. Biraz da durağın konseptiyle ilgili çeşitli malzemeden çok güzel çalışmalar yerleştirmişler duraklara.

Bu arada, Stockholm’de yemekler de çok pahalı. En ucuz yemek, suşi. Ama hergün yenecek bir şey de değil. Benim aklımda kalan tek lokanta, Rydbergs oldu, biraz da hemen yanındaki küçük parktan dolayı.Geyik etinden yapılmış İsveç köftesi yedim. Ne bileyim, oraya kadar gitmişken denemekte fayda var ama özleyeceğim bir şey değil. (Ikea köftesini ile de karşılaştırılmamalı, o da haksızlık olur).

Haa isterseniz bir sürü Türk lokantası var, yabancılık çekmezsiniz.  Hatta Fenerbahçenin derneği bile vardı.

Stockholm’de hatırı sayılır bir Türk, Kürt, Süryani nüfus var. Gezmek isteyip de gezemediğim yerlerin başında, şehrin dışındaki Drottningholm Sarayı geliyor. 1622 yılında yapılan sarayda yer alan o dönemim ünlülerinin portreleri arasında Abdülmecid’in de resmi varmış, görmek isterdim. Ayrıca heykeltraş Carl Milles evi ve atölyesini görebilirdim, bahçesinde eski Yunan ve Roma heykelleri varmış. Ancak herşey birden olmuyor.

Stockholm’den ne alınır derseniz, cam ve ahşap tasarım eşyaları çok önemli. Bu tür objeler alınabilir, fiyatlara dikkat. Dalahorse denilen tahta at figürü çok popüler, şehrin meydanlarında bile var. Kosta Boda, Orrefors camda iddialı markalar ama pahalı da. Tasarım ürünleri çok güzel, özellikle mutfak eşyalarında. Deri ve örgü giysi ve eşyalar da önemli. Ben bir İskandinav kazağı aldım mesela ama ödediğim fiyattan dolayı bir sonraki gezimi iptal etmek zorunda kaldım. Cam tasarımlar çok güzel. Bir vitrinde bir avize gördüm, beyaz opak bir cam, kenarları damla şeklinde akikle çevrili, muhteşemdi ama herhalde ona kefen parası falan da yetmez. Siz en iyisi magnetlere odaklanın, pek güzeller.

Stockholm bir konfor şehri, hayat kendiliğinden akıyor, sürprizi, şaşırtmacası pek yok. Bizim gibi hayatın dehşetengiz hızlı ve şaşırtmacalı aktığı, gittikçe kuralsızlığın hakim olduğu  bir yerin yanında Stockholm, sakin, huzurlu, neredeyse beklenmedik hiçbir şeyin olmadığı bir yer. Bir gün metro istasyonunun giriş bariyerlerinden geçerken, göçmen olduğu belli, 2-3 delikanlı para ödemeden engellerin üstünden atlayarak geçti.  Tam o anda, bariyerden geçen İsveçli bir genç ise bu olay karşısında şaşırdı, sendeledi, bocaladı. Bir ihtimal hayatının en büyük macerasını yaşadı o an, ilerde torunların anlatacak bir hikayesi oldu. O kadar durgun ve sürprizsiz akan bir yaşam var ki oralarda, bu küçücük olay bile bir macera gibi kalıyor. Her şey planlı, beklenen şekilde gelişiyor. Şimdi aman ne sıkıcı falan demiyorsunuzdur, umarım. Refah devleti biraz da budur arkadaşlar.

Ancak kuralcılığı biraz abartılmış. Herhalde hayatlarındaki bu dengeyi sağlamak için en basit şeylerde bile kurallar var. Örnek mi; Kapalı bir bina içinden, kapı önünde duran havaalanına giden otobüslere bineceğim. Bu ne kadar zor olabilir ki? Hayır, biz içerdeyiz, otobüs 5 metre ötemizde, dışarıda ancak arada iki kapı var. Tek tek önce bir kapıyı açıyoruz, bavulla birlikte geçiyorken kapıyı kapatıyoruz ve ikinci kapının açılmasını bekliyoruz. Sonra ikinci kapı açılıyor ve biz otobüse gidebiliyoruz. Böylece 3-5 kişinin otobüse binmesi dakikaları buluyor. Şimdi ne sıkıcı diyebilirsiniz; gerçekten sıkıcı, anlamsız (Bence).

Stockholm, rahat, huzurlu ve güzel bir şehir ve  gerçekten buzlar kraliçesi… Hem kuzey kutbu çevresinin bir ihtimal en güzel şehri, hem  de gerçekten büyüleyici ama aynı zamanda ürpertici… Bir daha gider misin, derseniz; bilmem, pek sanmam.  Bence bir gezgin için Stockholm’ü  bir kez görmek  güzel ve gerekli ama aynı zamanda yeterli de.

Kekova Tekne Turu: Tekne ile Tarih Yolculuğu

Antalya ve Kaş arası, tarihi, doğası, denizi ile ziyaretçilerine çok zengin seçenekler sunan bir rota. Kekova tekne turu da bu zenginliğin parçası olarak Antalya ve Kaş gezilerinde mutlaka programa alınması gereken bir tur. İlgi alanınız ne olursa olsun bu tur bambaşka, büyüleyici ve unutulmaz bir deneyim.

Kekova turu, batık şehir başta olmak üzere, günümüzde yerleşim bulunan iki tarihi köy, tertemiz, berrak ve korunaklı koylardan oluşuyor.

Önce tura nereden başlayabileceğimizi görelim. Kekova turuna birden fazla yerden başlanabilir. İlk seçenek; Kaş’tan kalkan teknelerle 1 saat 20 dakika süren bir yolculukla Batık Kent’e ulaşmak. Kaş’ta kaldığımız için Kaş’tan tekneye binmek bizim de öncelikle düşündüğümüz seçenek oldu. Karayolu ile Demre’ye ulaşmak 45-50 dakika sürüyor, bu süreyi denizde geçirmek daha keyifli olabilirdi. Kaş’tan başlayacak tekne turları için özellikle Ergun Kaptan’ın  teknelerinin rehberlik hizmeti, lezzetli yemekleri ve özellikle müziksiz tekne turu ile iyi bir seçenek olduğunu belirtebilirim. Kaptan Ergun’un nefis Kaş ve Kekova tekne turları ile ilgili detaylı bilgi almak için Boattripturkey web sitesini ziyaret edebilirsiniz. Kaptan Ergun Instagram hesabından veya +90 542 731 23 58 telefon numarasından kendisine ulaşabilirsiniz.

İkinci seçenek, Kaş’tan kalkan dolmuşlar veya kendi aracınız ile Kaş’a 33 km uzaklıkta olan Üçağız köyüne ulaşıp tekneye binmek. Üçüncü seçenek ise Demre’de Çayağzı iskelesinden tekne kiralamak. Biz üçüncü seçeneği tercih ettik. Bu tercihimizin nedeni Demre’de Aziz Nicholas Kilisesi ve Likya Uygarlıklar Müzesi’ni aynı gün içinde görmek isteğimizden kaynaklanıyordu.  Demre Çayağzı’nda 12 kişilikten 100 kişiliğe kadar değişik boylarda tekne kiralamak mümkün. Kaptanımız İlyas Yıldırım’ın teknesini öğleden sonrası için kiraladık. 12 kişilik tekne tüm gün yemek dahil kiralanabiliyor, ya da 100 kişilik teknelerde yemek dahil günlük tur alınabilir. Bizim için yemek ve yüzme molalarından çok bölgeyi gezmek daha önemliydi. Yarım gün içinde tüm görülecek yerleri gördük sayılabilir.

Kaş tatilimiz sırasında Demre’ye bir gün ayırdık. Sabah 2006 yılında açılan Likya Uygarlıkları Müzesi ve St Nicolas Kilisesi’ni (Noel Baba) gezdik.

6 saat kadar süren tekne turunda ise uğradığımız yerleri sırası ile gezelim.

Kekova’yı video ile gezmek isterseniz.

 

Kekova Adası – Batık Şehir (Dolichiste) kıyılarından gezimize başladık. Batık şehir diye adlandırılan bölümde antik şehir kalıntıları kıyıdan görünebiliyor. Işık Ülkesi olarak adlandırılan ve tarihi M.Ö 4. yy’a kadar giden Likya Uygarlığı’nda yerleşim yeri olan batık şehrin M.S 2. yy’da yaşanan deprem ile bir bölümü sular altında kalmış.

Şu anda adada yerleşim bulunmuyor, ayrıca kazı çalışmaları da yapılmamış. Kıyıdan şehrin kalıntıları görünüyor. Tekneler batık şehir kıyılarında durmadan ağır ağır fotoğraf çekebileceğiniz kadar bir sürede geçiyor. Kıyıya çıkmak ve dalmak yasak. Sadece bir ucunda, tersane koyunda yüzmeye ve kıyıya çıkmaya izin var. Tekneyle geçtiğimiz kıyının altında da şehir kalıntıları bulunuyor.

Kekova bölgesinde iki yerleşim yerinden biri olan Kaleköy (Simena) batık şehrin tekne ile dolaştığımız kıyının tam karşısında…

Likya kenti antik Simena’nın karşıdan görüntüsü bile çok etkileyici. Şehrin kıyılarının bir kısmı sular altında kalmış iken diğer yanda en tepede kale surlan bulunmakta. Doğal sit alanı ilan edilmiş köyde evler pansiyon hizmeti vermekte, ayrıca çok sayıda restoran ve kafeler de bulunmakta. Köyde yapılaşma izni yok, ancak var olan evlerin taşı, sıvası, kapısı ve her yeri tarih tabi ki.

Kıyıda en etkileyici olan görüntülerden birisi denizin içinde yer alan, resimlerde sık sık karşımıza çıkan lahit. Dayanamayıp hemen suya dalıp yürüyerek lahit yanına ulaşabilirsiniz. Nerede ise üç insan boyunda, denizin içinde duran bu tarihi lahide dokunmak, yanında yüzmek hoş bir duygu…

Köyün kıyısından bakınca karşıdan görünen zirvedeki haşmetli Orta Çağ kale surları tepeye davet ediyor. Evlerin, kafelerin ve merdiven kenarında el ürünlerini satan köy halkının yanından geçip kaleye çıktık.

Kale giriş ücreti müze kartınız yoksa 10 TL. Kaleye girince sağda yer alan tarihi kilise camiye dönüştürülmüş ve ibadete açılmış. Sol tarafta da Likya döneminde yapılmış sadece 7 oturma sırası olan 300 kişilik küçük bir anfitiyatro denize hakim manzarası ile yer alıyor. Kalenin kuzey yönündeki yamaçta nekropol tepeden görünüyor.

Kalenin tepesinden görülen karşıdaki batık kent, arka tarafta Üçağız ve köyün kendi liman manzarası tam anlamı ile doyumsuz.

Kaleköy’e sadece tekne ile ulaşılabiliyor. Köyde yaşayan ilköğrenim çağındaki çocuklar bile tekne ile yakındaki Üçağız köyüne okula gidiyorlarmış.

Üçağız (Theimussa), günümüzde yerleşim olan sakin bir balıkçı köyü. Köyün içinde antik kent kalıntıları, çevresinde lahitler ve kaya mezarları bulunmakta. Üçağız Koyu’nda tekneler demirlemekte.

Sakin ve huzurlu bir tatil hayal edenler için Üçağız köyü ideal. Burada çok sayıda pansiyon da bulabilirsiniz. Balık lokantaları ve kafeler de köye özgü… Kaleköy’ün aksine buraya kara yolu ile ulaşım mümkün. Yazının başında belirttiğim gibi tekne turuna başlamak için de uygun bir liman.

Kekova tekne gezisinde olmazsa olmaz, keyifle gezilecek üç yerden söz ettim. Biz Kaleköy’ü adım adım dolaşıp, kaleye de gittik. Ancak Üçağız Köyü’nde demir atıp köyü dolaşamadık. Daha bol zamanımız olsaydı köye zaman ayırabilirdik. Ancak tura öğleden sonra başladığımız için bu güzel köyü gezmeye zamanımız kalmadı.

Akvaryum Koyu, tekne turlarının çoğunda yüzme molası verilen temiz ve berrak denizi ile güzel bir koy.

Tersane Koyu, batık şehir, yani Kekova Adası’nın batısında teknelerin demirlemesine izin verilen tek koy. Kıyıya çıkıp tarihi kalıntıları da yakından görmek mümkün.

Gökkoya Koyu, gece kalacak teknelerin demirlediği doğal korunaklı bir koy. Çevredeki ticari tekneler bile fırtınalı günlerde burada kalmayı tercih ediyorlarmış. Teknelerin ışıklarının yandığı gece görüntüsü de ayrı güzel.

Hamidiye Koyu, Balkan Savaşı sırasında Hamidiye Gemisi’nin onarım için kaldığı koy; adını bu gemiden almış.

Kekova

Burç Koyu, sıcak ve soğuk suyun karıştığı bir koy.

Kekova

Esmeralda Koyu da yüzme molası verilen güzel koylardan biri.

Korsan Mağarası, yine turlarda uğranılan güzel bir mağara. Küçük tekne ile içine girebilmek mümkün oluyor.

Kekova

Son Söz

Doğası, iklimi başka güzel, üç tarafı denizlerle çevrili, tarihi dünya üzerinde kurulan en eski medeniyetlere uzanan ülkemde, birçok sahil kasabasında tekne gezisine katıldım. Ancak Kekova Tekne Gezisi mutlaka yapılması gereken tekne gezileri içinde en ön sıralara geldi. Denizi başka mavi, doğası başka güzel, bir kıyıda batık şehir, karşı kıyıda kayalar üstünde kurulmuş kalede yaşayan uygarlıklar, birbirinden güzel doğal koylar ve mağaralar ile  Kekova’yı mutlaka görün diyorum. 

Doğanın çok cömert davrandığı , mavisi ile yeşili ile tarihi zenginliği, sular altında kalan ve halen yerleşim bulunan Kekova’ya ve güzel koylarına sadece tekne ile ulaşım mümkün.

Kiev Ulaşım

Uçakla Kiev’e Ulaşım: Kiev’de iki uluslararası havaalanı bulunmaktadır.

Boryspil Havaalanı: Kiev’in ana havaalanı, şehir merkezinin 29 km doğusundadır. Uluslararası uçuşların çoğu bu havaalanından yapılmaktadır. Türkiye’den Kiev’e THY ve Ukrayna Havayolları ile hemen her gün birden çok sayıda uçuş bulunmaktadır.

Havaalanından Matruşka minibüsleri veya Sky Bus havaalanı otobüsleri ile 1 saatte şehir merkezine ulaşılabilmekte. Sky Bus 10-15 dakika aralıklı, 24 saat çalışıyor.

Sky Bus otobüsüyle Kharkivska (yeşil hat) metro istasyonuna kadar 60 Grivna ,“Kyiv-Pasazhyrskyi” isimli Kiev Güney Tren Garına kadar 100 Grivna ödeyerek gidebilirsiniz. Güney tren garı şehir merkezine daha yakındır. Gardan şehir merkezine birçok minibüs gitmektedir.

Havaalanından matruşkalar ile şehir merkezine gidebilirsiniz. Hareket saati kesin değil, minibüs dolunca hareket etmektedirler.

Şehir merkezi havaalanından taksiyle yaklaşık 300 Grivna tutuyor. Bunun üzerinde istenen rakamlar olabilir pazarlık yapmak gerekiyor.

Şehirdeki ikinci havaalanı Zhuliany Havaalanı (IEV), şehir merkezinin 8 km güneybatısında. Burası Wizz Air, Pegasus gibi bütçe dostu havayolları tarafından kullanılmaktadır. Zhulhany Havaalanı Kiev merkezine çok yakın olduğu için ulaşım daha kolay ve ucuz. Ancak gündüz saatlerinde bu havaalanını kullanırsanız durum böyledir. Bizim Ankara’dan Pegasus uçuşumuz gibi gecenin bir yarısı Zhuliany’ye inerseniz mecburen taksi kullanmanız gerekecektir. Ulaşım yollarına sırayla bakalım isterseniz.

1-Uluslararası A terminalinin önünden 9 numaralı servis otobüsüne 8-10 Grivna arası ücret ödeyerek Güney Kiev Tren Garına ulaşabilirsiniz (Zhuliany Havaalanı-Metro istasyonu Lva Tolstogo Meydanı).

2- Merkeze gitmek için Kiev toplu taşıma araçlarını da kullanabilirsiniz. Shuliavska metro istasyonuna gitmek için 22 no’lu troleybüs (Havaalanı – Metro istasyonları Shuliavska, Dorohozhychi, Syrets) ya da 565 (213) ve 482 no’lu otobüsler kullanılabilir. Dorogozhychi metro istasyonuna gitmek için 22 no’lu troleybüs ve 565 (213) no’lu otobüs kullanılabilir. Lukyanivska metro istasyonuna gitmek için 496 ve 499 no’lu otobüsler kullanılabilir ve bunlar merkez tren istasyonunda da durur. Podil bölgesine (Kontraktova Ploshcha metro istasyonu) gitmek için merkez tren istasyonunda da duran 302 no’lu otobüse ve Vasylkivska metro istasyonu için 75 no’lu otobüse binebilirsiniz.

3- Minibüs “Marshrutka” rotaları ile Kiev şehir merkezinin yanı sıra Kiev içindeki birçok noktaya da transfer yapabilirsiniz. Biletinizi hem Uluslararası Terminal A’da hem de Terminal D’de mevcut olan bilet kiosklarından veya sürücüden alabilirsiniz.

4- Minibüslerin çalışma saatleri 06:30-22:30 olup metro da sabah 6’dan gece 12’ye kadar çalışmaktadır.Toplu taşıma araçlarını kullanamadığınız gece saatlerinde taksi kullanmak zorunda kalıyoruz. Birçok şehirde olduğu gibi havaalanından çıktığınız zaman etrafınızı taksiciler saracaktır. Sıkı pazarlık yapın ve asla bu yüksek ücreti vermeyin. Ya da havaalanından çıkın ve biraz ileride, hava alanına giremeyen taksileri bulun. Onlar sizi daha ucuza şehir merkezine götüreceklerdir.

5-Havaalanı-şehir merkezi ve şehir içi ulaşımınızda Uber, Uklon (Ukrayna’ya özel taksi uygulaması) nı kullanabilirsiniz. Havaalanlarında ücretsiz wi-fi bulunduğundan özellikle Zhuliany Havaalanı’ndan çıkmadan taksi istemeniz uygun olacaktır. Bu uygulamalar ile şehir merkezine ulaşım yaklaşık 150 Grivna tutmaktadır.

Trenle Kiev’e Ulaşım: Merkez tren istasyonu, Kiev’in merkezinde yer alıyor. Ana tren terminali Kyiv Passazhyrskyi. Tren İstasyonu Bağımsızlık Meydanı’na 4.2 kilometre uzaklıkta. Tren Garına M1 metro hattının Vokzalna durağından ulaşabilirsiniz.

Ukrayna şehirlerinin çoğuna ve Prag, Varşova, Bükreş, Budapeşte ve Belgrad gibi uluslararası güzergahlara tren ulaşımı bulunmaktadır. Kiev merkez tren garından hızlı trenle ya da yataklı trenle birçok şehre, kasabaya, köye ulaşabilirsiniz. Ukrayna resmi tren sitesinden tren link inceleyebilirsiniz. Ödemeyi online kredi kartıyla yapabileceğiniz gibi tren garına gidip gişelerden nakit veya kredi kartıyla biletleri satın alabilirsiniz. Ancak 1-2 ay öncesinden bilet almanızda fayda var. Çünkü şehirlerarası yolculuklarda tren fazlasıyla tercih edilmektedir. Tren biletleri için link; Ukrayna Tren

Otobüsle Kiev’e Ulaşım: Ukrayna’da gelişmiş otobüsle ulaşım sistemi bulunmaktadır. Avrupa’nın birçok yerinden uluslararası otobüsler, Moskovska Meydanı’ndaki Kiev Merkez Otobüs Terminali’ne gelmektedir. Kiev Merkez Otobüs Terminali Demiivska metro istasyonu yakınında bulunmaktadır.

Otobüsle ulaşım için otobüs link .Ukrayna Otobüs

Kiev Şehir içi Ulaşım: Kiev’de otobüsler ve troleybüsler belediyeye ait toplu taşıma araçlarıdır. Matruşka minibüsler ise özeldir. Şehir içi ulaşım sırasında özel otobüslere ve dolmuşlarda ücret şoföre verilmektedir. Belediye otobüsü, tramvay, troleybüslede ise biletler kondüktörden satın alınıyor. Kiosklardan alınan biletler ise araç makinelerde damgalatıyorsunuz. Bunu yapmazsanız ve kontrole denk gelirseniz para cezası ödemek zorunda kalırsınız.

Kiev’de toplu ulaşım ücretleri 7-10 Grivna arasındadır. Şehir otobüsleri sabah saat 6’dan gece saat 11’e kadar çalışıyor. Tek biniş metro bileti ise 8 Grivnadır. Kiev metro kartını 7 Grivnaya alarak gişeden ya da otomatik makinelerden para yüklüyorsunuz. 10 biniş ve üzeri yükleme yaptığınızda ücret indirimli olmaya başlıyormuş.

Taksi: Taksilere binmeden önce mutlaka pazarlık yapmanızı öneririm. Ortalama olarak her 10 km’de bir yaklaşık 100 Grivna ödemeniz uygundur. Resmi olmayan taksiler de yaygın ve daha ucuzlar.

Kiev Füniküler: Ukrayna’da sadece Odessa ve Kiev’de füniküler bulunmaktadır. Tarihi Yukarı Şehir bölgesini aşağıdaki ticari Podil bölgesine bağlayan ve 1905 yılında yapılan Kiev Füniküleri 238 metre uzunluğundadır. Kısa bir mesafe olmakla birlikte eğlencelidir. Biri Podil’deki Poshtova Meydanı’nda ve diğeri üstte Mykhailivska Meydanı’nda bulunan iki istasyonu vardır. Ücreti 8 Grivna olan yolculuğun tamamı sadece üç dakika kadar sürmektedir.

Araç Kiralama: Günde yaklaşık 10 Dolara araç kiralamak mümkündür. Kiev içindeki yollar, şehir dışındaki yollardan daha iyi durumdadır.

Hop-on, Hop-off: Hop on-Hop off otobüsleri ile şehrin tüm ana noktalar dolaşılabilir. 10 durağı olan olan bu otobüslerin ücreti yaklaşık 17 Dolar civarındadır.

Şeki Gezi Rehberi: Azerbaycan’ın Yeşil ve Sakin Şehri

seki

Azerbaycan’ın kuzeyinde dağlara yaslanmış, Kafkasya’nın doğusunda yemyeşil dağların eteklerinde kurulmuş, 1800 yıllık tarihi olan güzel bir şehir yeşil ve sakin Şeki… Kiş Çayı’nın kıyısındaki eski şehri 1772’de sel suları yıktıktan sonra halk şimdiki alana yerleşmiş. Şeki başkent Bakü’den yaklaşık 370 km uzaklıktadır.

Tarih boyunca şehirde Araplardan, Şirvanşahlar’a, İldenizler’den Gürcü Krallığı’na, Safeviler’den Osmanlı’ya kadar birçok farklı devlet hüküm sürmüş. 1578 yılında Lala Mustafa Paşa tarafından Osmanlı İmparatorluğu sınırlarına dahil edilmiş. İran egemenliğine girdikten sonra 1745’te Nadir Şah öldürülünce Hacı Çelebi tarafından Şeki Hanlığı kurulmuş ancak bu hanlığın da ömrü çok uzun olmamış. 1805’te Rusların eline geçen hanlık 1819 yılında ortadan kalkmış. 1930 yılında kurulan şehir 1968 yılına kadar Nuxa olarak adlandırılmış.

Şehirde ticaret, kültür ve sanat yaşamı zengin. Deri, ağaç, kil, mineral, bitkisel boyalar ve ipek el sanatlarında kullanılmakta. Bakırcılık, kalaycılık, halıcılık, ipekçilik, gümüş işleme en önemli alanlar. Şeki şehri ve çevresinin toprağı da çok bereketli olduğundan tarım ve hayvancılık oldukça gelişmiş. Şehir, kendine özgü evleri, sokakları ve doğası ile Azerbaycan’ın en eski ve turistik bölgesi olarak biliniyor. Bu kısa tanıtımdan sonra haydi hep beraber Şeki’ye gidelim.

Şeki’ye Azerbaycan’da ilk ziyaret ettiğim şehir Gence’den gittim. Gence otogarında Şeki’ye giden minibüsü buldum. Yolculuğumuz yaklaşık 2 saat sürdü. Şeki’ye ulaştığımda şoföre 4 Manat ödedim. Taksi ile ortasında bir avlu bulunan eski bir Şeki evine ulaştık. Özgün bir ortamda konaklayacağımı görmek bana keyif verdi. Girişteki alt odayı bana verdiler. Buraya 2 gece için 30 Manat ödedim. 

Odaya yerleştim ve ev sahibinin davetine uyarak çay içmeye gittim. Aslında bu pansiyon kız kardeşinin eşine aitmiş ancak onlar Bakü’ye gitmek zorunda kaldıklarından buranın idaresini ablasına ve anne ile babasına bırakmış. Babaları ile de tanıştım, alzheimer hastasıymış. Konu hastalıktan açılınca sosyal güvenlik konularından sohbet etmeye başladık. Böylece Azerbaycan’ın yaşam koşullarıyla ilgili ilk ağızdan gerçekleri öğrenmiş oldum. Burada bazı özel meslekler dışında çalışanların sağlık sigortası yokmuş. Tedavi giderlerini kendileri karşılamak zorundalarmış. Bazı tedavisi özel hastalıklarda Şeki’de doktor bulunamadığını ve Bakü’ye gitmek gerektiğini söylediler. Maddi durumu iyi olmayanlar için güç olacağı açık. Bu amca da 250 Manat yaklaşık 550 Liramıza tekabül edecek bir emekli aylığı almaktaymış. Kızı da üç çocuğu olduğunu, kocasının emlakçıda çalıştığını, kazançlarının düzenli olmadığını, kıt kanaat geçindiklerini anlattı. Bütün bunları dinleyip üstüne Bakü’deki o şaşalı hayatı görünce doğrusu çok üzüldüm. 

Sohbet sonrası izin isteyerek ayrıldım ve taksiyle gelirken gördüğüm Kervansaray’ı buldum. Kervansaray’ın önündeki yoldan yokuş yukarı çıkarak Şeki Han Sarayı’nın bulunduğu kaleye doğru yürüdüm. Çıkarken yolun her iki tarafında bulunan Şeki’nin güzel evlerini fotoğraflamaktan kendimi alamadım. Burası şehrin eski ve tarihi bölgesi olduğundan bu evlerin restore edilmiş olduğunu sanıyorum.

Kafkas Dağları’nın eteğinde bulunan Şeki Kalesi, Şeki Hanlığı’nın kurucusu Hacı Çelebi Hanın emriyle inşa edilmiş. Kalenin duvarları 1200 metre civarında olup duvar kalınlığı 2 metreye yakınmış. Şehrin mahkemesi, devlet ve ticaret idaresi kale içerisinde olduğundan halk da Kale yakınlarına yerleşmiş. Kale 1958 ve 1963 yıllarında restore edilmiş. Kale tarihte önemli olaylara sahne olduğundan bir çok tarih kitabında yer alıyormuş. Hatta Lev Tolstoy’un ünlü “Hacı Murat” romanındaki olayların Şeki Kalesi’nde geçtiği rivayet ediliyor.

Tepeye ulaştığımda saat epeyce ilerlemişti. Eski bir kilise binasında bulunan Halk ve Uygulamalı Sanatlar Müzesi’ne 2 Manat giriş ücretini ödeyerek rehberlik yapan bir kadınla beraber müzeyi gezdim.

Müzenin içinde Şeki’de kullanılmış olan eşyalardan, kıyafetlerden örnekler bulunuyordu. Zaten çok büyük bir müze değildi ve hemen gezip bitirdik. Müzenin içerisindeki eserlerden daha çok tarihi binası etkileyiciydi.

Buradan sonra kalenin girişinde solda bulunan müzeye doğru yürüdüm. Bu bina mimari olarak diğerinden de güzeldi. Burası Şeki Tarih Müzesiydi.

Şeki Tarih Müzesi ülkenin en zengin tarih müzelerinden biri. Hanlık devrine ait eşyalar ve tarihi eserler burada sergileniyor. Kapanma saati yaklaştığından hızlı gezebildim. İçeride kermeste satılan eşyalara ve özellikle ipekten dokunmuş fularlara baktım. Şeki’de ipekçilik oldukça gelişmiş ve bu yüzden çok çeşitli desen ve renkte ürün bulabiliyorsunuz.

Geldiğim yoldan yokuş aşağı yürümeye başladım. İnerken de güzel Şeki evlerini güneş batımında izlemek ayrı bir keyifti.

İkinci gün Kervansaray’ın yolunu tuttum. 18.yüzyılın sonlarında Şeki’de beş kervansaray bulunmakla birlikte bunlardan yalnızca aşağı ve yukarı kervansaraylar bugünlere gelebilmiş. Her ikisi de Şeki hanları tarafından 18. yüzyılda inşa edilmiş.

Şeki

Kervansaraylar İpek Yolu üzerinde yol alan kervanlar için yaptırılmış. Birinci katta ticaret yapılıyormuş ve ikinci katta ise burada kalan tacirler mallarını muhafaza ediyorlarmış. Her iki kervansarayda da tacirlerin rahatlığı ve mallarının güven içinde muhafazası için her türlü tedbir alınmış. Kafkasya bölgesinin en büyük kervansarayı olan yukarı Kervansaray bugün otel ve lokanta olarak kullanılıyor. Cadde üzerindeki cephesinde ise küçük hediye eşya dükkanları turistlere hizmet veriyor.

Kervansaray sabah saatlerinde oldukça dingin ve huzurlu gözüküyordu. Üst kata da çıkıp yukarıdan birkaç fotoğrafını çektim. Turiste alışkın olduklarından hiç kimse ses çıkarmadı.

Kervansaray’da birkaç tur attıktan sonra kaleye doğru yürümeye başladım. Kale içindeki müzeleri gezdiğimden surların içerisinde bulunan saraya doğru yöneldim. Yol üzerinde yaşlıca bir kadın dağlardan topladığı üzerlik tohumlarını ipe dizmiş satıyordu. Manat sorunu yaşamamak için mecburen biraz pazarlık yaptım ve 1,5 Manat ödeyerek 2 sıra üzerlik aldım. Bunun hem çayı yapılıyor, hem de nazar için tütsüde kullanılabiliyormuş.

Biraz ileride Saray göründü. Görkemli ve şahane bir yapı gezilmek üzere beni bekliyordu.

Şeki

Biraz soluklanmak ve fotoğraf çekmek için yol kenarına yöneldim. Orada oturan kişiler Türk olduğumu anlayınca sohbet etmeye başladık. Adının Osman olduğunu öğrendiğim rehber bana hem Azerbaycan hem de Şeki’yle ilgili ilginç ve önemli bilgiler aktardı. Dille ilgili komik durumları anlattı. Gerçekten çok komik öyküler ve yeni öğrendiğim kelimeleri de ekleyerek sizlere aktarmak istiyorum.

“Azmak” kelimesi Azerbaycan’da kaybolmak anlamında kullanılıyormuş. İstanbul’a gelen Azeri bir kız gideceği yeri bulamayınca adres sormak için yoldaki insanlara azmış olduğunu söylemiş. Tabi herkes ters ters bakmış ve sonra durum anlaşılmış.

“Pezevenk” kelimesi Azerbaycan’da şişman, saygın ve itibar gören kişi anlamında kullanılıyormuş. Yıllar önce Süleyman Demirel Azerbaycan’ı ziyaret ettiğinde Haydar Aliyev gazeteci ve televizyoncuların önünde ona pezevenk bir insan olduğunu söylemiş. Hızlı cevaplarıyla bilinen Demirel altta kalır mı “Siz benden daha pezevenksiniz” diye yanıtlamış.

“Düşmek” kelimesi inmek, “subay” kelimesi bekar, “okşamak” kelimesi benzemek, “sümük” kelimesi kemik, “kerhane” kelimesi fabrika ve işyeri, “işveren” ve “bardak” kelimeleri hayat kadını anlamında kullanılıyormuş. Azerbaycan’da bulunduğum sürede ne kadar pot kırdım artık Allah bilir!

Şeki Han Sarayı Azerbaycan’ın en önemli kültür varlıklarından biriymiş ve 2001 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası geçici listesinde yerini almış.

Saray, Şeki Hanlığı’nın kurucusu olan Hacı Çelebi Han’ın torunu Hüseyin Han (Müştağ) tarafından 1762 yılında yaptırılmış. Bu nedenle de halk arasında “Müştağ Sarayı” olarak da biliniyormuş. Burası Şeki Hanlarının yazlık sarayı olarak kullanılmış. Ön cephenin iki yanında 1530 yılında dikilmiş birisi 34 diğeri 42 metre uzunluğunda iki koca çınar olan Sarayın iki girişi bulunuyor ve görsel olarak İran’daki sarayları andırıyor.

Han Sarayı’nın sade bir mimarisi olmakla birlikte, dış ve iç yüzeylerinin bezemesi ile son derece ihtişamlı bir görünüme bürünmüş. Sarayın mimari olarak en önemli özelliklerinden biri ise inşasında çivi ve metal birleştirici malzeme kullanılmamış olması. Pişmiş tuğla ve bordür taşlarından yapılan sarayın doğu ve batı yüzeyi ahşapmış. Cephe pencerelerinin tamamı Azerbaycanlıların şebeke diye adlandırdıkları vitray camlar olup Sarayın dış cephe duvarları çiçek resimleri ve geometrik desenlerle süslenmiş. Sarayın oturtma çatısı ve ahşap saçak altları bile desenlerle bezenmiş. Hayran hayran seyredip fotoğraflarını çektim.

Sohbet ettiğim rehber gelip ingilizce rehberli bir grubun içeriyi gezmeye başlayacağını ve acele etmemi söyledi. Hemen girişe yöneldim ve bilet almak istedim. Giriş ücretinin Osman bey tarafından ödendiğini ve girebileceğimi söylediler. Israrla bu ücreti vermek istesem de  Osman nazik bir şekilde almayacağını söyledi.

Kadın bir rehber eşliğinde içeri girdik ama ne giriş. İçeri adım atar atmaz duvarlardaki muhteşem işlemeler ve pencerelerdeki vitraylarla adeta büyülendik. Saray iki katlı olup her iki katta bulunan merkez odalar, duvardan çıkma merdivenlerle birbirine bağlanıyor. Birbirine geçişli yan odalarla her katta üç oda var. Bizim evlerdeki salon misali merkez odalarda iç dekor odalara göre çok zengin. Sarayda, zamanın halk mimarisi ve dekoratif uygulamalı sanatına uygun bir biçimde, altın kaplama, yaldızlama, aynalama, vitray ve bezeme işlerine geniş bir yer ayrılmış. Bu arada Sarayın içinde fotoğraf çekmenin yasak olduğunu belirteyim. “forumgercek.com” sitesinden bulduğum az sayıda fotoğrafla size fikir vermeye çalışacağım.

İlk katın merkez salonunda nişler içindeki bezemelerle, nişlerin arasında duvarları kaplayan görkemli buketler, buketleri taşıyan çeşitli vazolar resimlenmiş. Bunlar bir kökten iki tarafa yükselen simetrik dallara serpiştirilmiş çiçeklerden oluşan kompozisyonlarla bir kısmı da serbest dağıtılarak tasvir edilmiş. At, geyik, kumarın çeşitlerini çiçeklerle ve dallarla birlikte tasvir eden resimlere bolca rastlanıyormuş. Kalem işlerindeki motifler arasında selvi ağacı motifine sıkça rastlanıyormuş. Bunun yanında nar ağacı ve nar motifine de sıkça yer verilmiş. Süslemelerin ağaç ve çiçeklerle yapılması Azerbaycan’ın tarihinden geliyormuş ve bu bezeme kompozisyonu çini, oyma ve bakır işlemelerinde de görülebiliyormuş. Bu motiflerin her birinin manası var ve gezerken rehberimiz bunları anlatmaya başladı.

Alt kattaki odaları da gezdikten sonra ahşap bir merdivenle üst kata çıktık. Burası birinci kat salonundan da şahane bir güzellikteydi. Frizdeki resimler av ve savaş sahneleri ile betimlenmiş. Av sahnesi 6 metre, savaş sahnelerinin uzunluğu ise 15 metreymiş. Mehter grubu, borazanlı süvariler kösleri (davulları) çalan davulcuların resimleri bulunuyormuş.

Saray sonrası, Kiş Albany Kilisesine gitmek için yola koyuldum. Yokuş aşağı şehir merkezine doğru yürümeye başladım. Yol üzerinde gördüğüm tarihi bir cami.

Merkezde Yenilik Ticaret Merkezinin ilerisindeki duraktan 15 nolu otobüse binerek Kiş Albany Kilisesi’ne gidebileceğim söylendiğinden bu durağı bulmam gerekiyordu. Otobüs durağındaki orta yaşlı bir adama sordum ancak bilmiyordu otobüs şoförlerine sorarsam en iyi onların tarif edeceğini söyledi. Gelen ilk otobüsün kapısından başımı uzatarak şoföre sordum ama sormaz olaydım. Adam ters ters bilmediğini söyledi ve oturan yolcular bana yardımcı olmaya çalışınca da kızarak onu boş yere oyaladığımı söyledi. İlk kez Azerbaycan‘da böyle ters birisiyle karşılaşmıştım. Kös kös ileri doğru yürüyüp oradakilere sormak istedim. Bu arada adamın birisi bana doğru hızlı adımlarla yaklaştı. Bu adam niye yanıma geliyor ki demeye kalmadı. Meğer adam az önceki olumsuz hadiseyi yaşadığım otobüsteymiş ve benden şoför adına özür dilemeye gelmiş. Böyle bir şey yaşadığım için özür üstüne özür diledi ve Şeki’de böyle bir durumun kabul görmeyeceğini söyledi. Gerçekten şaşkına döndüm ve ne diyeceğimi şaşırdım. Adam bana gideceğim durağı gösterdi ve uzaklaştı. Ne iyi ve ne güzel insanlar var. 

Sonunda 15 nolu otobüsten kilisenin durağında indim. Burada bir yol tepeye doğru kıvrılarak gidiyordu. Yolun başında taksiler bekliyordu taksiyle kiliseye kadar çıkılabiliyormuş. Köyü ve manzarayı görebilmek için yürüyerek çıkmayı tercih ettim. Manzara muhteşemdi ve yemyeşil dağları ve ovaları doğal bir sessizlikte izlemenin keyfine doyum yoktu.

Köyde çok güzel evler bir avlunun içine yapılmış ve etrafı tertemizdi. Daha sonra bununla ilgili yaptığımız sohbette Şeki köylerinin çok zengin olduğu, toprakların verimli olması nedeniyle ve hayvancılık da geliştiğinden kazançlarının iyi olduğunu öğrendim. Bizim Anadolu köyleri aklıma gelince ne yalan söyleyeyim içim sızladı.

Yol üzerine tabelalar konulmuştu ve onları takip ederek en sonunda Kiş Alban Kilisesi’ne ulaştım. 

Müze haline çevrilen kiliseyi gezmek için 2 Manat ödeyerek kilisenin bahçesine girdim. Kilise Kafkasların en eski kilisesi olup 1. yüzyılda Havari Eliseus tarafından eski bir pagan tapınağının üzerine kurulmuş. Burada yapılan kazılar ve araştırmalar sonucunda bu kilisenin çeşitli nedenlerle yıkılarak yeniden yapıldığı, 7-8. yüzyıllarda yeniden inşa edilen kiliseye bir kubbe eklendiği, 12-13. yüzyıllarda bu kubbenin yükseltilerek kilisenin yeniden şekillendiği tespit edilmiş. Kilisenin orijinal halini bozmadan burası restore edilerek ziyarete açılmış.

Yapılan kazılarda seramik, bronz ve altın süslemeler bulunduğu gibi çok sayıda mezara da rastlanmış. Böylece uzmanlar buranın yüzlerce yıl dini bir merkez olduğunda hemfikir olmuşlar.

7. yüzyılın sonlarından itibaren bölgede İslamiyetin yayılmaya başlamasına rağmen bu kilise gibi belli başlı bölgelerin Hristiyan kimliğini 1836 yılına kadar sürdürdüğü tespit edilmiş. Kiş Kilisesi, uzmanlar tarafından Hristiyanlığın başladığı noktalardan birisi olarak kabul edilmekte olup ülkenin antik tarihi ve yüzlerce yıllık zengin kültürel mirasının somut bir örneği olduğu belirtilmektedir.

Burayı gezmek çok zaman almıyor. Kilise çok büyük olmadığından şöyle bir bakıp dışarıdaki mezarlara baktım. Çıkarken satış kısmında sergilenen halılara bakmaktan kendimi alamadım.

Sonra tekrar Kervansaray tarafına doğru yürümeye başladım. Yolun solunda kalan Cuma Camisini görmek istedim. Ancak içeride cami cemaati kalabalık olunca girmekten vazgeçip dışından bakmakla yetindim.

1745-1750 yıllarında inşa edilen Cuma Mescidinin 40 metre yüksekliğinde bir minaresi ve bunun üzerinde güzel geometrik süslemeler bulunuyor.

Yürüdüğüm yol boyunca bizim pastaneye denk düşen “şirinniyat” isimli tatlıcılar bulunuyordu. Şeki baklavalarının bir çeşidi olan ve Şeki helvası olarak adlandırılan bir tatlı türü buranın meşhur yiyecekleri arasındaymış. Ben de merak ettiğimden bir tatlıcıya daldım ve bu tatlıyı denemek istediğimi söyledim. Küçük bir parça verdiler ancak çok sevdiğimi söyleyemem. Fındıkla yapılmış kurabiyeyi andıran başka bir tatlı denedim ve bunu başarılı buldum. Uzun süre dayanacağını söylediklerinden 2 kutu aldım. 

Şeki’de Ne Yedim Ne İçtim

Azerbeycan’da genel olarak ne yenir, içilir yerine iki gece kaldığım Şeki’de iki güzel restoranda yediğim yemekleri ve güzel bir hikayeyi paylaşmak istiyorum.

Azerbaycan’da çayın yanına şeker yerine küçük bir tabakta reçel getiriliyor. Burada da ev sahibesi ev yapımı reçeli çayla getirdi. Çayımı şekersiz içerim ama reçelin tadına bakmaktan da geri kalmadım. Çok tatlı değil biraz mayhoş tadı olan bir reçeldi. Bu bir Azerbaycan geleneğiymiş. Çayın yanında bizim kullandığımız küp şekerler yerine böğürtlen, patlıcan, domates, karpuz, ceviz gibi ürünlerden hazırladıkları reçelleri getiriyorlar.

İlk akşam tercihim pitileriyle meşhur olan Kervansaray Restoran oldu.

Bir masaya oturarak hemen Şeki Pitisi ve yanına da ayran siparişi verdim. Burada yerli ahalinin yanı sıra çok sayıda turist de bulunuyordu. Ön tarafta bir turist çift kuzu pirzola istemişlerdi ve öyle iştahla yediler ki ertesi gün ben de pirzola yemeğe karar verdim.

Bir süre sonra benim siparişim de geldi. Garson benim bilmediğimi anladığından servisini kendisinin yapabileceğini söyledi. Küçük bir testi şeklindeki pişirme kabını eğerek çukur bir tabağa suyunu boşalttı. Sonra içinde kalan et ve diğer malzemeleri bir kaşıkla karıştırarak o şekilde önüme bıraktı. Önce etin suyuna ekmek doğrayıp onu bitirmemi ve sonra da bu et karışımına devam etmemi söyledi.

Sebze ve nohutla toprak güveçlerde pişirilen bir et yemeği olan Piti’nin pişirilme süreci en az 7-8 saat sürüyormuş. Artık etin kendi lezzeti midir yoksa etin nohut ve sebzelerle olan müthiş beraberliğinden kaynaklanan bir lezzet midir bilmiyorum. Nasıl bir lezzet anlatamam mutlaka gidip denemelisiniz.

İkinci akşam yemeğimi pansiyon sahibesinin önerdiği çok yakında bulunan Qaqarin Restoranda yedim.

Garsona tike kebap siparişi verdim. Adının Ulvi olduğunu öğrendiğim garson yıllarca Türkiye’de çalıştığını ve annesinin vefatı nedeniyle Azerbaycan’a kısa bir süre önce döndüğünü anlattı. Ülkemizi çok sevdiği her halinden belliydi. Hemen masayı donattı ve istediğim kebabı da gecikmeden getirdi.

Azerbaycan’da tüm yediğim etler gibi bu yemek de muhteşem diyebileceğim bir lezzetteydi. Restoranın yeri de şehre tepeden bakan bir konumda.

Manzarayı seyrederek aheste aheste kebabımı ve yanındaki söğüş salata ile değişik tadı olan içeceğimi bitirdim. Yemek bitince bir de karpuz getirdi Ulvi. Daha ne olsun değil mi! Ulvi’den hesabı istedim. Yemin billah etti kesinlikle almam benim ikramım olsun dedi. O kadar ısrarlarıma rağmen kabul ettiremedim. Bu devirde hala böyle misafirperver ve temiz insanların kalması çok güzel ve umut veriyor.

Son günümde Kervansaray’ın önünden geçen 11 nolu otobüse binerek avtobusağzında yani otobüs terminaline ulaştım ve  Bakü’ye giden minibüse (Marshrutka) bindim. Bu seyahatte 7 Manat ödedim. Yer kalmadığından en arka sırada bir Azeri hanım ve beyin yanında oturdum.

Yaklaşık 5 saat süren yolculuğumuz sırasında geçtiğimiz yerleri ve ülkeyle ilgili bazı gerçekleri anlatan Farman, bana güzel bir rehberlik yaptı diyebilirim.

Son Söz
Şeki, cennet gibi doğasıyla, tarihi eserleriyle, dostane insanlarıyla ve çok lezzetli yemekleriyle gidilesi, görülesi ve sevilesi bir şehir. Azerbeycan gezilerinde Baku ilk sırada gezilen şehir oluyor, Şeki Bakü’ye beş saat uzaklıkta, rotanıza eklemenizi öneririm.