Dünyada bazı şehirlerin ışıltıları beyaz perdeye de yansımıştır, sinema o şehirlerin büyüsüne kayıtsız kalamamış ve bu şehirler yedinci sanat için bitmez tükenmez bir malzeme olmuştur; New York, Paris, Londra buna en iyi örnekler. Türkiye’de de İstanbul. Bir de bunun tersi var; sinemanın sihirli elinin bir şehri parlattığı durum… Kimsenin üstünde durmadığı bir şehrin, sinemanın büyüsüyle ışıldaması, cazibe merkezi haline gelmesi gibi. Buna da en iyi örnek Kazablanka. Aslında Kazablanka filmi, şehrin dokusunu pek yansıtmadığı halde, 2.Dünya Savaşı’nın ilk dönemlerinin arka fonunda yarım kalmış bir aşk hikayesini, hem sinematografi hem oyunculuk olarak çok başarılı bir şekilde anlattığı için Kazablanka adeta bir aşk ve romantizm şehri olarak kafalarda yer etti. Yani bu filmden sonra, aşığa Kazablanka sorulmaz dense yeridir; Kazablanka’da bundan nasibini aldı. Fas’tı, Afrika’ydı bihaber olanlarda bile bir Kazablanka fikri oluşmuştur sanırım. Şehrin ismi de iç gıcıklayıcı, tınılı bir isim. İnsan ister istemez, bu egzotik isimli ve bol romantizm çağrışımlı şehri merak ediyor.
Öte yandan Osmanlı Avrupa’da Viyana kapılarına dayanmıştı ama Afrika’da da gelip dayandığı yer Fas kapıları oldu. Bu da ayrıca insan da merak uyandıran bir konu. En önemlisi de, Türk Hava Yolları’nın Fas’ta doğrudan uçtuğu tek yer Kazablanka.
O zaman siz Kazablanka filminin kült sahnesine (bu konuya geri döneceğiz) konu olan şarkı ‘As Time Goes By’ı dinlerken ben önce film hakkında bir kaç bilgi vereyim ve sonra Kazablanka’ya doğru yol alayım.
Michael Curtiz’in yönettiği Casablanca, 1942 yılı yapımı bir film ve 2.Dünya Savaşı’nın ilk dönemlerinde geçiyor; Fas’ın Kazablanka şehri, Hitler zulmünden kaçan insanlarla doludur ve Macar direniş lideri Victor Lazslo (Paul Henreid) ve eşi Ilsa Lund’un (Ingrid Bergman) yolu da buraya düşmüştür. Bu çift Kazablanka üzerinden güvenli bir bölgeye kaçmaya çalışmaktadır ve bunun için gereksindikleri pasaport da Kazablanka’daki en ünlü bar olan Ricks’i işleten Rick Blaine (Humphrey Bogart)’dedir. Ancak aynı zamanda Ilsa, Rick’in unutamadığı aşkıdır ve bir şekilde Ilsa’nın kendisini terk ettiğini düşünmektedir. Savaşın yarattığı yıkım, unutulamamış bir aşkın hüznüne dolanır, bizi de içine çeker. Filmin en vurucu sahnesi de, Ilsa’nın Rick’s Barında gördüğü piyanist Sam’den eski aşkı Rick ile sevdikleri şarkı olan ‘As Time Goes By’ı tekrar çalmasını istediği, hatta yalvardığı, bir yandan da Rick hakkında çaktırmadan bilgi almaya çalıştığı sahnedir. İşte orada buğulu gözlerle Sam’den ister ‘Play it once Sam’ diye ve tabii o an bizim gözler bulutlanır. (Bu sahne bizim yeşilçam tarafından devşirilmeye doyulmamıştır; kemancı mı olur, piyanist mi, güzel ve aslında masum kızın isteğini kıramaz ve onların (muhtemelen patronu olan jönle kadının) eski aşk şarkılarını çalar, tam o anda kalbi kırık jön içeri girer ve ben sana bu şarkıyı bir daha çalmayacaksın demedim mi, diye çemkirirken kadınla erkeğin gözleri buluşur ve hikaye başka bir yöne seyreder ve seyirci ister aslı, ister taklidi olsun hepsinde göz yaşlarını koyverir). Uzun lafın kısası, bütün bu olan bitenler, bir yandan da Kazablanka şehrine yarar, onu popülerleştirir. Şimdi artık şu ünlü Kazablanka’ya gitme zamanı.
Kazablanka’ya İstanbul’dan 4 saatlik bir uçuşla varılıyor. THY V.Muhammed Havalimanına iniyor. Havalanında 3 terminal var. Şehre gitmek için treni kullanmak istiyorsanız Terminal 1’e gitmeniz gerekiyor. Trenler saat başı kalkıyor ve yaklaşık yarım saatte şehre ulaşıyorsunuz. Havalanından şehre ulaşmak için otobüsü tercih ederseniz o zaman 1 saatlik bir yolculuğu göze alacaksınız. Biz 3-4 kişi olduğumuz için taksiyi tercih ettik. Her terminalin çıkışında taksi durağı var. Durakta fiyat tarifesi de bulunuyor. Ancak bir neden bulunuyor ve sizden tarifede yazılı olandan daha fazla para talep ediyorlar. Gezerken biraz da kazıklanma göze alınmalı, bunun için çok gerilmeye gerek yok, gezinin bir parçası olarak kabul edip yolun tadını çıkarmalı. Zaten aradaki fark da çok bir şey değil. Yaklaşık yarım saatlik yolculukla şehre vardık. Ancak yol boyunca ilk intiba çok parlak değildi. Bizdeki gecekondu mantığıyla alelacele yapılmış biçimsiz evlerle dolu mahallelerden geçerken buradan fazla bir şey beklememem gerektiğini düşündüm. Şehir merkezinde ise bariz bir Fransız etkisi hemen hissediliyordu. Art nouveau tarzı bakımsız binalar, şehrin Fransız havasının altını çiziyor. O güzelim binalar köhnelik ve ilgisizlikten varlığını kaybetmiş soylular gibi çaresiz duruyorlar. Daha sonra Nice, Bordeaux gibi Fransa şehirlerin, burada sokaklara isim olarak verildiğini görünce Fransız etkisi iyice ortaya çıktı.
Otel ise tam 1001 Gece Masalları havasında, her an bir yerden Şehrazat çıkabilir. Onun yerine fesli, çarıklı adamlar gelip bavullarımızı alıyorlar. Otelin ismi Moroccan House gayet güzel, sevimli bir yer, ayrıca Fas’ta bir zincir otel olarak işletiliyor. Kazablanka’dan başka bir şehre gitmeye kalkarsanız konaklama ve çevre gezileri konusunda kolaylık sağlayabiliyorlar.
Kazablanka, ismiyle müsemma bir yer; Beyaz ev (Casa Branca) anlamına gelen Kazablanka’nın tarihi merkezinde evler beyaz boyalı. Burada eskiden beri bir yerleşim varmış ama temel olarak, 1515 yılında Portekizliler tarafından küçük bir liman şehri olarak kurulmuş. İsim de onlardan yadigar. İspanyollar 18 yüzyılda buraya yerleşince ismi Casablanca olarak kullanmışlar. (Arapçada da şehrin adı beyaz ev anlamına gelen Darü’l-Beyza imiş). Kazablanka bu dönemlerde kendi haline bir liman şehriyken, 1907 yılında Fransa’nın işgalinden sonra Fas’ın en hareketli şehirlerinden biri olmuş.
Bugün ise, Kazablanka, Fas’ın endüstri ve ticaret başkenti sayılıyor. Bir hayli de kalabalık bir şehir; Kahire’den sonra Afrika’nın en kalabalık şehriymiş. Ama gözünüz korkmasın. Bir turist için önemli sayılacak yerler sınırlı ve bunlarda belli yerlerde toplanmış (ancak bu belli yerler arasında bazen araca ihtiyacımız olabilir). Fas’ın başkenti Rabat Kazablanka’dan trenle 1,5 saat uzaklıkta. Ülke de Arapça konuşuluyor ama Fransızca da gayet yaygın. Fas’ın para birimi ise Fas dirhemi. 1 dirhem ise 0,30 TL civarında.
Kazablanka, bir okyanus şehri ama baştan söyleyeyim bunu hissetmeniz o kadar kolay değil, hele ki şehrin merkezindeyseniz. Şehrin merkezi kıyıda Kazablanka Limanı boylu boyunca uzandığı için şehrin denizle bağlantısı kesilmiş oluyor. Denize ulaşmak için Eski şehri (Old Medina) den geçip neredeyse Hassan II Camisi’ne kadar gitmeniz gerekiyor; bu da epey bir şehir dışı oluyor. Kısacası Kazablanka kendi denizine küskün bir şehir.
Gezmeye başlamak için en iyi yer, şehrin kalbi de sayılabilecek Birleşmiş Milletler Meydanı (Places des Nations Unies). Burası, neredeyse şehrin bütün önemli cadde ve bulvarlarının birleştiği nokta oluyor, ayrıca bizim görmek isteyeceğimiz yerlerin toplu taşım durakları da burada. Hyatt Regency Hotel’i bu meydanın en can alıcı noktasında, adeta bir simgesi gibi. Burası şehrin ulaşımın kilit noktası olduğu gibi, ticaretinin de önemli bir merkezi; ayrıca kafeleri, lokantaları, hediyelik eşya satan mağazalarıyla bir turistin Kazablanka’da en sık uğrayacağı yer burası. Gezimizin olmazsa olmazı, eski şehrin (old medina) giriş kapısı da hemen burada; eski şehir giriş kapısının hemen önünde de akıllara ziyan bir heykel bulunmakta. Eskiyle yeninin sentezine bir örnek diyelim… Bu Meydana yolumuz sık sık düşecek; akşamları nane çayı içmek için kafelere, yemek için lokantalarına, yürüyüş için sokaklarına, soluklanmak için parklarına, hediyeler eşya almak için dükkanlarına uğrayacağım.
Eski şehir, bir kısmı yerleşim bölgesi, bir kısmı ise çarşı-pazar. Bir yanıyla şehir merkezine yaslanan Eski şehir, kesintili de olsa surlarla çevrili. Şehir merkezindeki girişinde bir de saat kulesi bulunmakta, sonra kemerli arabesk bir girişten sonra eski şehrin dükkanlarıyla karşılaşıyorsunuz. Eski şehrin aşağı kısmı ise denize iniyor. 1755 yılındaki depremle hasar gören bölgede şehrin en eski anıtları yer almakta. Bölgede yer alan Konsoloslar Bölgesi bir zamanlar ülkelerin elçiliklerine ev sahipliği yapan, bazı uluslararası antlaşmaların imzalandığı bir yermiş. Eski şehirde dikkati çeken bir yer de, 1900 yılında yapılan Jemma Chleuh (Berberi Camiisi). Burada evliya olarak görülen Sidi Allel el-Kairouan ve kızının türbeleri de bulunmakta. Daha aşağıda ise bir kısmı yıkılmış eski Yahudi mahallesi yer alıyor.
Denize doğru ise Sidi Ben Abdallah’ın krallığının işareti olarak, 1769 yılında savunmayı güçlendirmek için onarılmış kaledeki topları görebilirsiniz. Surların denize inen kısmında, surların çevrelediği kapı ise, çok güzel bir kafeye açılmakta: Sqala (Cafe Maure). İçinde havuzlu yol olan kafede oturup bir şeyler içebilir ya da otantik atıştırmalıklarla açlığınızı yatıştırabilirsiniz. Burası akşam yemekleri için de çok şık bir seçenek.
Eski şehir, Kazablanka’daki en önemli turistik yerlerden biri ama başka Arap kentlerinin eski şehirleriyle karşılaştırıldığında sönük kalan, ben bunun daha iyisini görmüştüm, diyeceğiniz bir yer. İçinde sebze,meyve, giyim, ucuz mutfak eşyalarından ince bakır işçiliği, dokuma, seramik eşyalara kadar bir sürü şey bulabilirsiniz. Sonra beyaz boyalı evler, çay evleri, kafeler, esnaf lokantaları var. Burada dolaşmak Kazablanka’nın günlük yaşantısı hakkında bilgi de veriyor. Sokaklar dar, pis, iç karartıcı; bariz bir yoksulluğu gözümüze sokuyor. Ara sokaklara girdikçe sefalet artıyor. Zaten ana yollarda dolaşın diye uyarı da var. Gerçi ben hem gece hem gündüz ara sokaklarına girdim, kayboldum, yolumu buldum, hafiften tırssam da kötü bir şeye tanık olmadım. Burada bir kaç yerel hamam da var, ben denemedim ama deneyenlerden öğrendim, giderken yedek iç çamaşırı götürün, çünkü don paça yıkanıyorsunuz, havlu verilmiyor, eşyalarınızda açık çekmecelerde tutuluyormuş. Ya da otantiklikten fedakarlık edip daha şık ve pahalı bir hamam bulun. Veya ne gerek canım hamama, kaplıcaya, Türkiye’de bunların alası var.
Birleşmiş Milletler Meydanı’ndan, Eski şehire girmeden ama Eski şehrin sur duvarları yanından Hassan II Bulvarı boyunca yürürseniz, yine bir çok hediyelik eşya satan dükkana rastlayacaksınız. Magnetlerden kitaplara bir sürü şey bulunabilir. Bu yol üzerinde Şehrin en lüks otelleri, kafeleri, dükkanları, lokantaları da yer almakta.
Bu caddeyi bir kesit kabul edersek sağ tarafında, şehirler arası otobüs terminali (Route Quiad Ziane) ve tren garının (Hmadi Bulvarı) yer aldığı yerleşim alanları mevcut. Buradaki en dikkat çekici yer, Mohamed V Bulvarındaki Marche Centrale; burası bizim hal gibi bir yer. 1917 yılında yapılan Mağribi tarzı bir kapıdan girilen alanda, türlü sebze, meyve, deniz ürünleri satılıyor, ayrıca ucuz esnaf lokantaları da var. Bu lokantaları denedim, benim için sonuç hüsrandı. Gezmek için ilginç bir yer; gelen geçen ayak üstü iki istiridye yiyip öyle devam ediyorlardı yola, bizdeki midye dolma hesabı. Tezgahlarda çeşit çeşit deniz ürünlerinin yanında, meyveler, sebzeler, türlü hurma çeşitleri ve argan yağı bazlı ürünler de burada bulunabilir. O resimde gördüğünüz de, evet kaplumbağa ve evde beslemek için aldıklarını hiç sanmıyorum.
Birleşmiş Milletler Bulvarı’ndan denizin tam aksi istikametinde, şehrin içine doğru yürürseniz V.Muhammed Meydanı‘na varacaksınız. Burası yine Mağribi tarzın hakim olduğu 1936 yılı yapımı Belediye Binasına ev sahipliği yapmakta. Şehrin idari merkezi gibi. Ayrıca postane, adliye gibi başka yönetim binaları da mevcut. Burada ayrıca Parc de la Ligue Arabe (Arap Ligi Parkı) var, geniş, yemyeşil bir park. Aradan geçen bir yol ile La Casablancaise Parkı’nında ayrılıyor. Arada da bir çok çay bahçesi var. Keyifli bir alan. Serinlemek, soluklanmak için doğru bir seçim.
Arap Ligi Parkının yanında Eglise Sacre Coeur (Kilise) var; 1930 yılı yapımı olan Kilise gotik ve art deco tarzlarının bir bileşimi. Parkın öbür tarafında ise 1956 yılı yapımı Eglise Notre Dame de Lourdes (Kilise) bulunmakta; isminden de anlaşılacağı üzere Fransa’nın burada büyük bir etkisi var. Ama şaşırtıcı olarak başka bir etki de Türkiye’den. Ortadoğu ve kuzey Afrika’da gezdiğim eski Osmanlı coğrafyasına dahil yerlerde de rastlamıştım. Bence Türkiye’nin bu bölgede güçlü bir kültürel etki alanı var ama tabii bu Araplara benzemeye çalışan Türkiye’nin kültürü değil. Tam aksine müslüman olduğu halde seküler hayat tarzını benimsemiş Türkiye’nin kültürü onları etkiliyor. Bilmem hala Türkiye’nin böyle bir etkisi var mıdır? Neyse, hediyelik eşya dükkanlarının birinde dolaşırken satıcı çocuk Türk olduğumu anlayınca yanıma geldi, Türk olup olmadığımı sordu, evet deyince de elindeki kitabı gösterdi; pratik yoldan Türkçe öğretmeye yönelik bir kitaptı. Kazablanka’da bir dükkanda kendi kendine Türkçe öğrenmeye çalışan bir genç şaşırtıcı geldi tabii. Niye Türkçe öğrenmek istiyorsun diye sorduğumda, Türk televizyon dizilerini Türkçe izleyebilmek için, dedi. Buna benzer örnekler başka yerlerde de karşıma çıktı. Bilmem gittikçe Araplaşan, kendilerinin kötü bir kopyası olmaya çabalayan bir kültürden hala etkilenirler mi?
Lafı uzatmayayım, bu bölge ayrıca şehrin ticaret merkezine açılıyor ve ikiz kuleler, ticari hayatın merkezi konumunda ama bu kuleler, bizim çok katlı rezidansların yanına bile yaklaşamayan boyutlarda. Hemen yakında ise (İbrahim Rudahi Bulvarı) art deco tarzındaki Villa des Arts ise çağdaş Fas sanatına ayrılmış bir müze. Önünden geçip gittim.
Aynı bölgede yer alan Le Habous ise muhtelif mağazaların toplandığı bir alan. Hediyelik eşya seçimi için çok iyi bir seçim olabilir. Burada 1920’lerde Pertuzio kardeşler tarafından yapılan Saray da yer almakta. Şehrin daha da içeri kısmı, oto sanayi bölgesi havasında; karışık, kirli, kaba… Özensiz bir yapılaşma ile yerleşim bölgelerine geçiliyor.
Artık Okyanusa ulaşma zamanı geldi ama önce bir yemek molası. Marche Central vardı ya, onun arkasında L’Etoile Lokantası’na gidiyoruz. Lokantanın içi, otelim gibi, gayet otantik, tam bir mağribi havasında. Yemekler lezzetli, fiyatlar makul; tam bir turistin mutlu rüyası. Ben önce hariri çorbasını denedim; kuzu etli, bir sürü baharat ve sebze eklenerek yapılan bir çorba. Sonra da tajin. Bizim güvece benzeyen ve adını içinde servis edilen huni şeklinde kapağı olan toprak kaptan alan tajin, sığır eti, kuzu eti, tavuk eti ya da balıkla (orijinalinde kömür ateşinde) hazırlanabiliyor. Yemeğe etin türüne göre badem, kuru erik veya üzüm, zeytin, limon konulabiliyor. Ben erik, kaysı, bademli dana etli tajin tercih ettim. Denemekte fayda var.
Evet, yemekten sonra,önce II.Hasan Cami’si ve sonra nihayet deniz kenarı, yani Corniche, Anfa ve Ain Dyab Plajı var sırada. Şimdiye kadar şehri yürüyerek gezdik ama artık bir araca binmek zamanı geldi. Elbette yürüyebilirsiniz, Corniche ve Anfa’ya ben yürüdüm mesela ama yorucu olabilir. Şehirde taxi petite denilen minik araçlar var, onlarla rahatça gidebilirsiniz. Ayrıca Birleşmiş Milletler Meydanından Ain Dyab Plajına giden tramvaylar da mevcut, biletler duraktan alınabiliyor.
Limandan ya da Eski şehirden batıya doğru, Muhammed Bin Abdullah Bulvarı boyunca yürürseniz görkemli II Hasan Camiine varırsınız. Burası neredeyse şehrin denizle buluştuğu ilk nokta. Mekke ve Medine’dekiler dışında dünyanın en büyük camisi olarak kabul edilen II Hasan Camii, 1994 yılında tamamlanmış; iç mekanı 25000, dış mekanı 80000 kişi kapasiteliymiş. Minareler 210 metre yükseklikte olup tepesindeki lazer yeşil ışık kıbleyi gösteriyormuş. Caminin iki kapısı var, denize bakan kapı saray maiyetine aitmiş. Cami, bizdekiler gibi yuvarlak, kıvrımlı hatlara sahip değil, sert, dik, kare şekiller hakim. Neredeyse Mağribi gotik diyeceğimiz bir tarzı var (O neyse, artık) ama Cami bütününde, Arap tarzı kendini hemen hissettiriyor. Cami kulesi görkemli, tepesindeki üç topun altın olduğuna dair rivayetler var. Caminin içi de dışı da çok etkileyici, Mağribi mimarisi ve el işçiliğinin en usta örneklerini burada görebilirsiniz. Turkuaz çinilerle bezenmiş dış cephe, Caminin görkemine ayrı bir estetik de katıyor;
Caminin içi de ince ince işlenmiş taş oymacılığıyla insanı büyülüyor. İçerideki muhtelif mukarnas bezemeleri uzun uzun seyredilecek güzellikte. Ve en önemlisi Caminin tepesi de kısmen açılabilir olduğundan havalandırması gayet iyi; Buranın Fas’ta gayri müslümlerin girebildiği tek cami olduğu yazılı ama ben gittiğimde cübbeli, sarıklı, ak sakallı bir adam asasını yere vura vura Müslüman mısın?, diye sorguya çekti beni. Sorgu sual kısmından sonra içeri alındım. Belli ki rehberli turlar dışında içeri Müslüman olmayanları almıyorlar ya da o an bana ‘göründüler’ ama ben içeri girme telaşında, anlayamadım olayı.
Yoldan devam ederseniz bir deniz fenerine varacaksınız. Bu yol da hem sefalet hem şaşaa var. Bir yandan gecekondular, çöp toplayan göçerler var, bir yandan da kapıları sımsıkı kapalı lüks lokantalar.
Ama burası Kazablanka’nın belki de en hareketli bölgesinin başlangıcı; bizim Kordon boyuna tekabül eden La Corniche…Pek gösterişli olmayan alış veriş merkezleri yanında şık lokantalar, kafeler, denize girmek için beachler, klüpler yol boyu size eşlik edecek. Yol sizi Alfa’ya getirecek; arka bölgesinde hipodrum, futbol sahası olan bu semt lüks villalara, şık kafelere, lokantalara ve gece klüplerine ev sahipliği yapıyor; gecelere akmak isteyenler buraya gelecek.
Ve nihayet Ain Dyab… Kazablanka’nın gerçekten okyanusa kavuştuğu yer; uçsuz bucaksız bir sahil. Geniş bir deniz çizgisi olan plajda, biraz da mevsimden olsa gerek, güneşlenenden çok futbol oynayan gençler vardı. Adeta bir futbol antreman bölgesi gibiydi. Artık başımıza gözümüze top gelir korkusunu bir yana bırakıp biz de sahilin keyfini çıkardık. İstenirse kıyıdaki kafelerde oturup daha güvenli bir şekilde manzaranın keyfi de çıkarılabilir tabii. Denize giren neredeyse hiç yoktu, sanırım çok tekin bir yer değil burası, ne de olsa okyanus ve akıntı kıyı da bile çok kuvvetli olsa gerek. Zaten sahil çizgisi o kadar geniş ki, denize girebilmek için yürürken insan yorgun düşer. Ain Dyab’ta şık malikaneler bulunuyor, burası şehrin sayfiyesi gibi bir yer.
Akşam oldu, artık kafamdaki yere gitme zamanı. Elbette burası, Kazablanka’yı bu kadar popüler hale getiren filmin can alıcı noktası (Ilsa, mahsun gözlerle yalvarırcasına Sam’e ‘Play it once Sam’dediği yer): Rick’s Cafe. Rick’s Cafe eskiden Birleşmiş Milletler Bulvarındaymış, sonra Eski Şehrin denizle buluştuğu yere taşınmış, 2004’ten beri burada, Sour Jdid Bulvarı üstünde. Tabii burası orijinal Rick’s Cafe değil, 1942’de Hollywood’ta filmler stüdyoda çekildiği için bu da Kazablanka’daki taklit Rick’s Cafe ama her şey düşünülmüş.
Sam’in piyanosu bile. Atmosfer o kadar sahici ki, insan kendine bir çeki düzen veriyor; orada hepimiz Humphrey Bogart oluyoruz, hepimiz Ingrid Bergman. Yok, aslında Ingrid Bergman rolü kapılmış durumda, üzgünüm hanımlar ama Kafe’de her gece belli bir saatte o döneme ait olduğunu düşündüğüm elbiseleriyle Kafenin işletmecisi ya da sahibesi bir hanım masalar arasında süzülürcesine dolaşarak hal hatır soruyor; Ingrid Bergman rolünü kimseye kaptıracak gibi değil. Kafe içinde sürekli Kazablanka filminin oynadığı bir bölüm de var. Yemekler ise gayet güzel, fesli garsonlar büyük bir özenle sunuyor yemekleri. Ben Kafenin kendi kokteyli ile başlayıp lavanta-bal-badem soslu keçi peynirli kroket aldım, sonra kuzu pirzola ve nane çayıyla yemeği bitirdim. Gayet memnun kaldım.
Nane çayı, Fas’ta özel bir öneme sahip. Gümüş, kurşun, emaye çaydanlıklarda demlenerek servis ediliyor ve çayın havalanması için bardağa yukarıdan boşaltılıyor. Nane filizlerine portakal çiçeği ya da çam fıstığı eklenerek de hazırlanabiliyor. Genelde renkli küçük (silindirik) cam bardaklarda sunuluyor.
Akşamları Corniche’in çılgın eğlence hayatı bizim yaşımızı zorladığı için genelde Birleşmiş Milletler Meydanı’ndaki kafelerde oturuyoruz. Gençler giyinip kuşanıp gecelere hazırlanmışlar, dolaşıyorlar. Sokaklarda dolaşan insanların bazılarının elinde bir tas, içinde de salyangozlar görüyorum. Burada akşamları, seyyar satıcılar tezgahları üstünde bir tüp, tüpün üstünde içi salyangoz dolu bir kazanla dolanıyor. İnsanlar küllahlara doldurdukları haşlanmış salyangozları yiyerek dolaşıyorlar. Müslüman mahallesinde salyangoz satmak, deyimi tam burası için geçerli galiba. Sanırım bir Fransız mutfağı tadının Fas tarzına uyarlanması bu.
Elbette sadece Corniche veya Ain Dyab’ta değil, şehrin merkezinde de eğlenecek, bir iki içki içilecek yerler var. Ama merkezdeki barların sadece kapısı açık, diğer her tarafı kepenklerle kaplı. İlginçtir, bir akşam bu barlardan birinde, bira şişesi koleksiyonu yapan bir arkadaşım için içtiğim biranın şişesini alıp alamayacağımı sordum, ortalık birden karıştı. Arapça o bir şey dedi, bu bir şey dedi. Neyse, yabancı olduğumuz belli, Türk olduğumuzu da anladıklarında ortam samimileşti, meğer boş bira şişelerin bar dışına çıkarılması gayri resmi bir kural olarak yasakmış, çünkü millet kavgada birbirinin kafasında kırıyormuş. Burada Türk olduğunuzu öğrendiklerinde, genelde olumlu bir hava oluşuyor, onlar da Türkiye ile ilgili ne biliyorlarsa döktürüyorlar; futbol takımları, politikacılar, şarkıcılar ama istisnasız kimle konuştuysam hepsinin ortak söylediği bir isim Atatürk’tü. Kazablanka’da Türkler ve tabii ki dönerciler de mevcut ama Fas yemekleri zaten bizim yemeklerden çok farklı değil, biraz daha meyve katkılı sadece.
Gelelim şehrin sırlarına… Bu barda geçen gece kaynaştığımız şehrin yerlilerinden öğrendiğime göre, yalnız bir kadın turistin taciz edilme olasılığı çok yüksekmiş, bu daha çok şans deneme, asılma şeklinde oluyormuş. Yalnız erkek turistler için ise bazı barlar varmış. Bizim Ankara-Ulus türkü barları kıvamında lokanta-bar-kafe karışımı yerlermiş ve içeride amerikan barda yalnız oturan kadınlar da varsa eh o zaman beyefendiler buyursunlar gelsinlermiş… Ne olur ne olmaz, giriş kolay da çıkış zordur böyle yerlerde, ben size bar ismi vermeyeyim, siz isterseniz kendiniz bulun ama hani yemek yediğim L’Etoile vardı ya, oralara biraz daha dikkatli bakın.
Gezdik, dolaştık, yedik, içtik, peki Kazablanka’dan ne alacağız? Hediyelik eşyalar için de en iyi yer Birleşmiş Milletler Meydanı. Oradaki dükkanları zaten siz göreceksiniz; hepsi de kendilerinin Turizm Bakanlığından özel sertifikaları olduğunu söyleyecektir. Doğrudur belki de ama eşyalar genelde hep aynı. Seramik tabak çanaklar, metal objeler, berberi kilimleri, otantik desenli magnetler, anahtarlıklar, yarı değerli taşlardan mücevherat… Aynı bölgede bu eşyaları daha özgün halde üreten dükkanlar da var. Artık hangisi hoşunuza giderse. Ve tabii hurma ile argan yağı ve yağ mamulü sabunlar, kremler, kozmetik ürünleri de mevcut.
Ben Kazablanka’ya beş günlük bir süre için gittim (bir günü Rabat’ta geçti), fazla geldi. Kazablanka bence Fas’ta başka şehirleri gezmek için gelindiğinde varış-kalkış noktası olarak kullanılacak ve 1,5-2 günde gezilecek bir şehir. Bazı tanıtım yazılarında Fas için, Endülüs’ün kaynağı falan diyorlar; yalan… O, Arap kültürü ile İberik tarzın harmanlandığı farklı bir şey. Yani Kazablanka özelinde, Fas genelinde, ‘zil, şal ve gül’ estetiğini bulmanız zor, burada bulacağınız başka şeyler var, aynı değil ama bunlar da güzel.
Kısacası, Kazablanka tek başına tatil destinasyonu olarak seçilecek bir yer değil. Hele ikinci kez gelinecek bir yer hiç değil. Bu nedenle, şehir ile özdeşlemiş filmin iç burkan sahnesini biraz değiştirerek söylüyorum: ‘Bir daha çalma Sam’.
Avrupa’nın en büyük tropikal kelebek bahçesinin Konya’da olduğunu biliyor musunuz? Ben bilmiyordum. Gittim, gördüm, şaşırdım, hayran kaldım ve gururlandım.
Konya denilince ilk akla gelenler; Mevlana Türbesi, etli ekmek, tandır kebabı olur nedense. Oysa Konya, Selçuklular’a başkentlik yapmış kadim bir şehir. 12 ve 13. yüzyılda yaşamış birçok din ve siyaset adamının türbelerine ev sahipliği yapıyor. Çok sayıda cami ve tarihi eserlerin sergilendiği müzenin de bulunduğu Konya’da son yıllarda yeni bir park yapılmış.
385.000 metrekare alanı olan Kelebekler Vadisi Parkı’nın; 7.600 metrekare alan üzerine inşa edilen Aşkın Kanatları Konya Tropikal Kelebek Bahçesi’nde, 1.600 metrekare kelebek uçuş alanı yer alıyor.
700 ton çeliğin, her biri farklı ölçülerde bin 730 adet camın kullanıldığı inşaatta; sadece teknik ekipler değil, bilimsel alanlarda uzman isimler de çalışmış. Kelebeklerin Konya’da yaşayabilmeleri için sıcaklığın yaz kış 26 (±1) derece ve nem oranının ise yüzde 80 (±5) olması gerekiyomuş. Aynı zamanda kelebeklerin yönlerini bulmaları için de UV ışınlarının maksimum oranda geçişini sağlayan özel PVB malzemesi kullanılmış.
Çocuklara doğayla ilgili bilgiler vermek ve tanıtmak amacıyla yapılan bu Tropik Kelebek Bahçesi; yetişkinleri de çocuklaştırdığından mıdır bilemem, içeride her yaştan insan sevinç ve hayret çığlıkları içinde kelebeklerin uçuşunu izliyordu.
İçerideki kelebek tür ve sayısı sürekli değiştiği için benim gezdiğim dönemde kaç kelebek vardı, tam bilemedim ama onlarcasını gördüm. Nazlı nazlı çiçeklerin üstüne konduklarını, dans ettiklerini izledim. Erkek kelebeğin, dişisinin ilgisini çekmek ve onu çiftleşmeye teşvik etmek için dans ederken kur yaptığını da öğrendim.
Kelebek Bahçesi, mavi beyaz kelebek kanadı şeklinde yapılmış kocaman bir bina aslında. Bilet alıp girdiğinizde isterseniz fotoğrafınızı çekiyorlar, özel görüntülerle birleştiriliyormuş bu resimler, çıkışta beğenirseniz alıyormuşsunuz, beğenmez iseniz gün sonunda siliniyormuş.
Tropik bitkiler ve kelebekler için ayarlanmış nemli bir ortam var. Girişten itibaren her yerde, genç kızlar ve erkeklerden oluşan görevliler kibarca sizi yönlendiriyor ve sorularınızı yanıtlıyorlar.
Yürüyüş yolunun kenarlarında ve duvarlarda çiçekler var. Yan duvarlar ve tavan cemakan görüntüsünde bir malzeme ile kaplı.
Yanınızda minik bir dere akıyor, ufak şelaleden akan su sesini dinleyip çiçeklere bakarken…
Rengarenk kelebekler, çiçeklerin kayaların üzerinde poz veriyordu sanki ziyaretçilere.
Siyah bir kelebek başımın üstünden süzülüp, bir yaprağa kondu. Rüya alemindeymişim gibi hissettim. Çiçeğin üstünde dans eden kelebeğin resmini çekerken ürkütmekten ya da zarar vermekten korktum, ama hiç rahatsız olmadı.
Bazı kelebekler çürük meyve seviyormuş, birçok yerde zembil gibi havadan sarkıtılmış tabaklarda meyve parçaları ve üstünde kelebekler var.
Birçok yerde, cemakanlar içinde kelebek kozaları var. Üstlerinde geldikleri ülkeler ve tarih yazılmış. Camekanlar ve nem yüzünden resimler net değil.
Çiçekler arasında yanımdan başımdan uçuşan kelebekler arasında yürüyüş bittiğinde, yeni bir bölüm başlıyor, Böcek Müzesi.
Burada dünyanın farklı yerlerine ait kelebek ve böceklerin gelişim süreçleri ve yaşam döngüleri sergileniyor.
Bu bölümdekiler canlı değil ama gerçek hayvanlar. Camekanlar içinde kelebek sınıflandırması yapılmış. Bu camekanların önünde de dokunmatik ekranlar var. Çocukların boyuna göre ayarlanmış ve alçakta yer alıyor bu ekranlar. Dokunarak seçim yapıp istediğiniz bilgileri edinebiliyorsunuz. Her sayfada sunulan seçenekler ile yeniden seçim yapabileceğiniz yerleri tıklayarak ilerlemeniz mümkün.
Hem dişi hem de erkek özellikler taşıyan bir kelebek. Doğada kelebeklerin 10.000 de birinde görülebilen bu olaya ginandromorfizm deniyormuş. Kelebeğin vücudunun solundaki siyah karın ve siyah kanat erkek özellik, sağındaki sarı karın ve beyaz kanat dişi özelliği taşımaktaymış. Konya Tropikal Kelebek Bahçesinde, 18 şubat 2017 de pupasından çıkan bu kelebek, iki haftalık ömrünü tamamladığında müze koleksiyonunun bir parçası olarak saklanmış.
Yeşil ışığın hakim olduğu koridorlardan geçip, değişik böcek türlerinin yaşam döngülerini görebileceğiniz küçük küre gibi odacıklara giriyorsunuz.
Her odada ayrı bir böceğe ilişkin görsel materyaller ve önlerinde bilgi alınacak dokunmatik ekranlar var.
Camekan arkasında ağaç dalları, yapraklar, çiçekler arasına ve üstüne ilk bakışta ayırt etmeniz mümkün olmayan böcekler yerleştirilmiş. Hatta bazısı ağaç dalı görünümünde böcekler. Çocuklar ve yetişkinler, “bir tane daha buldum” diye sevinerek camın dışından gözleri ve parmakları ile böcek arıyorlardı.
Kapısı açık küçük bir sinema salonunda, ekranda böcekler ve kelebeklerle ilgili sürekli bir film gösterisi de var. Sizin veya çocuğunuzun bilimsel yolculuğuna keyif katacak bir ortam.
Müzenin sonunda, her türlü materyalde kelebek motifinin kullanıldığı hediyelik eşya bölümü var. İlginizi çekerse çıkmadan önce buradan bir şeyler almak da mümkün.
Belki bu müze ve benzerlerinden her yerde olmalı. Çocukların, kapalı alışveriş mekanları yerine doğayı tanıyıp anlamalarına yardımcı olacak keyifli zaman geçirmelerini sağlamak için. Belki de merak duygularının ve hayal güçlerinin izinde gidip birer bilim insanı olmalarını sağlamanın bir yolu da budur…
Ankara’ya 160 km. uzaklıktaki Nallıhan ilçesi, tarihi İpek Yolu üzerinde imiş. İpek Yolu üzerinde bulunan diğer Ankara ilçeleri gibi, kent kültürünün derin izlerini, insanlarında ve sosyal yaşamında görüp şaşıracağınız bir saklı kent adeta.
İpek Yolu döneminden beri yaşatılan ipek iğne oyaları, çıkma ahşap balkonlu taş ve ahşap evleri, kuş cenneti, Tabduk Emre Türbesi, asırlık ardıç ağaçları, kayıp antik kent Juliopolis’in nekrofili arasında dolaşıp, gölde tekne turu yapıp ruhunuzu dinlendirebileceğiniz günü birlik bir gezi rotası hemen Ankara’nın dibinde.
Sabah Ankara’dan yola çıktığınızda, bir buçuk saatte Nallıhan’a varıp, baraj gölü kıyısında muhteşem ağaçların arasında kahvaltınızı yapıp, ruhunuzu arındırarak başlayabilirsiniz güne. Sonrasında görüp şaşıracağınız, gözlerinize inanamayacağınız bir gün bekliyor sizi.
Çayırhan Beldesi’nde, göl kenarında sizi bekleyen tekneler ve yerel rehberler eşliğinde başlıyor Juliopolis antik kent yolculuğu.
Antik kaynaklar, Juliopolis kentinin, Frig döneminde Gordiokome isimli bir köy olarak kurulmuş olduğundan bahsediyormuş. Augustus döneminde (M.Ö. 27-M.S. 14) Kleon isimli zengin ve yerli bir haydut lideri bu köyün ismini ünlü Julius Caesar’a atfen Juliopolis olarak değiştirerek kent statüsüne kavuşturmuş.
Juliopolis adı antik çağın edebi eserlerinde yaygın olarak görülüyormuş. Plinius (M.S. 61-112), Roma’nın Bithynia Valisi olduğu sırada (M.S. 103) yazdığı mektuplarda, Juliopolis’ten “içinden geçenlerin çok, trafiğin yoğun olduğu bir sınır kasabası” olarak bahsediyormuş.
M.S. 4. ve 9. yüzyıllar arasında ise, Juliopolis önemli bir Hristiyan kenti hüviyetinde imiş. Bizans Piskoposluk merkezi konumundaki kentin kilise papazlarının isimleri, düzenli olarak Konstantinopolis’teki Sinod Meclisi (Ruhani Meclis) kayıtlarında görülüyormuş.
Bu dönem içerisinde kentin adı, İmparator I. Basileos’a (M.S. 867-886) atfen Basileon olarak bir kez daha değiştirilmiş. Bu tarihten itibaren de kentin adına antik kaynaklarda artık rastlanılmadığı ve tarih sahnesinden silinerek bir köy haline dönüştüğü sanılmakta imiş.
Tarihin bir döneminde, önemli bir dini ve ticaret merkezi olan bu saklı kentin neredeyse tümü, günümüzde baraj gölü altında kalmış.
Nekropol
2009 yılında, Anadolu Medeniyetleri Müzesi tarafından başlatılan kurtarma kazıları ile göl kenarında bulunan, Roma Dönemi Nekropol (Mezarlık) alanı gün ışığına çıkarılmış. Ölülerin ağızlarında bulunan sikkelerin (öte dünyaya rüşvet olarak götürülen) JULIOPOLIS basımlı olduğu görülmüş. Ayrıca halen Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenen çok sayıda mücevher takı bulunmuş. Bu takıların orijinal dizaynlarının, günümüzde bir çok tasarımcıya ilham verdiğini ve bu tasarımların yurt dışında da çok rağbet gördüğünü söyledi rehberimiz.
Tekrar teknelere binip, dağların içindeki maden katmanlarının suya rengarenk yansımasını izleyerek geri döndüğünüzde gördüğünüz manzara, kısa süreli de olsa sizi gerçeklik duygusundan uzaklaştıracak kadar inanılmaz.
Kuş Cenneti
Nallıhan’daki diğer bir sürpriz, kuş cenneti. Manyas’tan sonra Türkiye’nin en büyük kuş cenneti imiş burası. İstanbul ve Çanakkale üzerinden gelen göç yolu üzerinde bulunan bu kuş cenneti, nesli tükenmek üzere olan pek çok kuşu barındırıyormuş. Gittiğiniz mevsim göç sezonuna rastlamıyorsa fazla kuş göremiyorsunuz ama göl kenarındaki tesiste, kuş tanıtımlarını görmeniz ve oturup çay içmeniz mümkün.
Tabduk Emre Türbesi
13. Yüzyılda yaşadığı düşünülen Tabduk Emre, Ahmet Yesevi’nin Horasan’dan Anadolu’ya gönderdiği Alperenlerden. Yunus Emre’nin hocası. Yunus Emre’nin, kırk yıl odun taşıdığı ve eğri odunun bile giremeyeceğini ifade ettiği bu dergah içi ve bahçesi ile sizi huzura davet ediyor adeta.
Ardıç Ağaçları
Nallıhan’da bulunan gezme ve piknik alanı olarak kullanılan ardıç ağaçlarından oluşan koru, yolun hemen kenarında.
Ardıç ağacı ile ardıç kuşunun ilişkisini de burada öğrendim. Ardıç ağacının meyveleri olan tohumları toprağa ekildiğinde yetişmiyormuş. Ardıç kuşunun bu meyveleri yemesi sonucunda bağırsaklarında çimlenip, dışkısını toprağa bırakması ile yetişmesi mümkünmüş sadece. Doğanın bu ilginç döngüsünü öğrenince artık etrafımdaki her kuş ve ağaç daha bir anlamlı geldi bana.
Günübirlik yapılabilecek Nallıhan gezisi sırasında, yaprak sarması, kapama pilav, hoşmerim ve baklava yemeden de dönmeyin. Pilavın tadını unutamayacaksınız.
İsfahan İran’ın coğrafi olarak tam ortasında, tarihi öneme sahip bir şehir. Safavi döneminde 7. yüzyıla kadar en parlak zamanını yaşamış, 16. ve 17.yy’larda başkent olmuş, şehirde bu dönemde zenginliği ve gelişmişliği ile mimari eserler yaratılmış. İsfahan’ın parlak döneminde yapılan meydanlar, saraylar, camiler, köprüler korunmuş ve günümüzde İran’ın en güzel şehirleri arasında yer alarak ziyaretçi çekmektedir. Dünyaca ünlü Isfahan halıları da o dönemlerden kalan ününü ve üretimini sürdürmektedir.
Biz de İran turumuzda Kaşhan sonrası yönümüzü Isfahan’a çevirdik.
Gezilecek Yerler
Siosepol Köprüsü
Şehir gezimize Siosepol Köprüsü ile başladık. İsfahan’ın ortasından akan Zayendeh Nehri üzerinde eski dönemlerden kalma 6 köprü bulunuyor. Siosepol Köprüsü (33 Sütunlu Köprü) bunlardan en önemlisi olup yapan mimarın adı ile Allahverdi Han Köprüsü olarak da biliniyor.
1602 yılında yapılan 300 metre uzunluğunda, 14 metre genişliğinde olan köprü şehrin simgesi haline gelmiş. İtalyan Rönesans’ının etkilerini taşıyan köprü, araç trafiğine kapalı, çevresinde yürüyüş yolları ve piknik alanları ile halkın özellikle akşamları gezdiği, piknik yaptığı bir alan.
Zayendeh Nehri diğer nehirlerden farklı olarak bir göle veya denize ulaşamadan, çölün ortasında Gavhuni bataklığında kaybolmakta. Nehir sularından yararlanmak için 1971 yılında Kuhreng Barajı inşa edilmiş ve nehrin suyu tarım alanlarına kaydırılmaya başlanmış, ancak bu uygulama ile nehir kurumaya başlamış. Yılın çoğu zamanı köprünün altında fazla su olmazmış. Rehberimiz şanslı olduğumuzu ve nehir yatağında su görebildiğimizi söyledi, yılın Köprüyü ilk gün sabah gezdik, ancak bir akşam gece görüntüsü için tekrar gittik. Akşam halkın sosyalleştiği bir alan olarak çok daha hareketli görünüyor.
Sallanan Minareler (Manar-e Jonban)
Sallanan Minareler (Manar-e Jonban) Moğollar döneminde yaşamış ve 1.316 yılında ölmüş, Amu Abdullah Garladani adlı bir dervişin türbesi. Türbeye Mimar Bahaeddin Amili tarafından eklenen 17 metre yüksekliğindeki iki minare bir mühendislik hatası nedeniyle sallanmaktaymış.
Saat başında her bir minarede bir kişi tekbir getirerek zıplıyormuş. Şanşlıydık ki türbenin etrafında dolaşırken minarelerinin gerçekten sallanışını izledik. Hangi minareye bakacağımızı bilemedik.
Kırk Sütunlu Saray (Chehelsotoon Sarayı)
Kırk Sütunlu Saray Şah Abbas döneminde yapımına başlanmış ve II. Şah Abbas döneminde 1647’de tamamlanmış. Saray, 67.000 metrekarelik bir alanda bulunan büyük bir botanik bahçesinin ortasında yer alıyor.
Sarayın bahçesinde yüksek ağaçlar ve önünde büyük bir havuz dikkati çekiyor. 20 ahşap sütunu olan sarayın önündeki havuza yansıyan 20 sütun görüntüsü nedeniyle Kırk Sütun Sarayı olarak adlandırılmış.
Diğer saraylardan farkı yüksek sütunları, duvarlarında yerden tavana kadar rengarenk freskleri, işlemeli tavanları, minyatürler ve çini üstüne yapılmış resimleri olmasıymış. Çinilerin çoğu daha önce sökülmüş ve bunları görmek için Avrupa’daki müzelere gitmek gerekiyormuş. 40 sütunlu sarayın (Çehel Sütun) duvarlarını süsleyen 17. yüzyıl resimlerinde ellerinde şarap kadehleriyle, dans eden rakkaseleri izleyen Safevi hükümdarlarının saray şölenleri betimlenmiş. Şah burada yabancı elçileri ve devlet adamlarını karşılar ve görkemli resepsiyonlar verirmiş.
1646 yılında Özbek Kralı için verilen bir resepsiyon, 1611 yılında Buhara Emiri onuruna yapılan bir şölen bu resimlerde betimlenmiş. Bunun dışında resimlerde savaşlar da anlatılmış. Büyük bir tablo da Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail’in Çaldıran Savaşı resmedilmiş. Rehberimiz bu tabloda Yavuz Sultan Selim’i göstermemizi istedi. Hepimiz meğerse yanlış biliyormuşuz, rehberimiz Sinan bu hataya herkesin düştüğünü ve Yavuz Sultan Selim olarak Şah İsmail’in resminin hafızalarımıza yerleştiğini anlattı.
Resim birbirine girmiş onlarca askerin arasında Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail’i atlarının üstünde gösteriyor. Kaybedilen bir savaşı betimlemek tam İranlılara göre olsa gerek. Okuduğum kaynaklarda bu resimleri savaşı resmetmek için değil, mertliğin kaybını göstermek için yaptıkları oldu. Rivayet odur ki Şah İsmail Türk olduğu için savaşın mertçe yapılmasını emretmiş ve top kullanılmasını yasaklamış. İlk günlerde her iki taraf da kullanmamış. Fakat kayıpların arttığını görünce Yavuz Sultan Selim sözünden dönmüş ve topları kullanmaya başlamış. Şah İsmail buna rağmen toplarını yine kullanmamış. Şah İsmail yenilince o sinirle elindeki kılıcı bir top namlusuna vurup, namluyu ikiye bölmüş. Bunu öğrenen Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’e “Kardeşim” diye başlayan bir mektup göndermiş ve top namlusunu bölen kılıcı istemiş. Şah İsmail kılıcı İstanbul’a göndermiş. Yavuz Sultan Selim kılıcı alıp bütün gücüyle bir top namlusuna vurmuş ve kesememiş. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim tekrar Şah İsmail’e bir mektup göndermiş ve kılıcın kesmediğini ve yanlış kılıç gönderdiğini yazmış. Şah İsmail cevaben kılıcın yanlış olmadığını, yanlış olanın onu tutan kol olduğunu yazmış. Tabi bunlar doğru mudur hikaye midir bilemiyorum. Biz anlatanların yalancısıyız.
Nakş-ı Cihan Meydanı
Dünyanın en güzel ve en büyük meydanlarından biri Nakş-ı Cihan Meydanı adı dünyanın nakışı anlamında. Meydan yine İran’daki birçok güzel esere imza atan Şah Abbas tarafından yaptırılmış. Eski adı Meydan-ı Şah ve İslam devriminden sonra da Meydan-ı İmam olan bu meydanın boyu 510, eni 160 metre olup çevresi sütunlu yapılarla çevrilmiş. Ortada büyük bir havuz bulunuyor.
Meydan 1979 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne girmiş. Meydanın etrafında muhteşem kubbeleriyle Lütfullah Cami ve İmam Cami ile altı katlı Ali Qapou Sarayı bulunmaktadır. Bunun dışındaki meydanın etrafındaki kapalı alanlarda büyük bir Kapalı Çarşı bulunuyor.
Meydanı gezmek için en ideal zaman akşam saatleriymiş. Havuzun etrafındaki ışıklar açılınca çok güzel bir atmosfer oluşuyormuş. Ne yazık ki biz akşamını göremedik.
İmam Cami
İmam Camisi UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan bir eser. Ulu Cami, Cami Mescidi, İmam Humeyni Cami, Cuma Cami gibi isimlerle de biliniyormuş. Meydanın güney tarafında bulunan ve 771 yılında inşasına başlanmış olan Cami İran’ın ilk camilerinden. 20. yüzyıla kadar inşasına devam edilmiş. Bu nedenle caminin parçaları farklı mimari özellikler gösteriyor. Selçuklular, Moğollar, Timurlar, Safeviler ve İran’ın inşa ettiği bölümler bulunuyor.
Kubbeli tasarımı Melikşah’ın ünlü veziri Nizam ül-Mülk tarafından 1086-1087 yılında inşa edilmiş. Eski adıyla Mescid-i Şah’ın yapımına Şah Abbas tarafından 1598 yılında başlanmış ve yaklaşık 25 yılda tamamlandığı rivayet ediliyor.
Caminin içi de dışı da geleneksel mimarinin en güzel örnekleriyle bezenmiş. Mimarı yedi renkli mozaik çinileri, hat yazıları, kapısı, minareleri, kubbesi, avlusu ile mükemmel bir cami inşa etmiş. Bu konuda ilginç bir hikayesi de varmış. Caminin mimarı olan Ali Ekber İstafani yapımı sırasında üç yıl kaybolmuş ve sonra ortaya çıktığında Şah’ın Camiyi ona zorla tamamlattırmaması için saklandığını ve yapının yıllara meydan okuyabilmesi için biraz beklemesi gerektiğini söylemiş.
Camide yaklaşık 472.500 çini varmış. Dört avlusu olan caminin kapısı 27 metre, minareleri ise 42 metre yüksekliğinde. Caminin Mimar Sinan’ın eserleri gibi mükemmel bir akustiği bulunmaktaymış. Araştırmalarda bu camide 49 çeşit yankının oluştuğu ve insan kulağının sadece 12’sini algılayabildiği saptanmış.
Cami içerisinde Safavi döneminin önemli kaligraflarının yazıtları yer almakta ve çok renkli ve çiçek desenli mozaikler dikkat çekmekte. Caminin ortasında yer alan abdesthanenin Kabe’yi temsil etmek üzere yapıldığı ve geçmişte bu abdesthanenin hacı adayları tarafından Haç ritüellerini çalıştıkları yer olarak kullanıldığı söylenmekte.
Aşağıdaki fotoğrafı özellikle koydum. Gördüğünüz gibi mezar yeri gibi bir yer açılmış ve Şia inancına göre imamlar bu alçak bölüme inerek namaz kıldırıyorlarmış. Rehberimiz bunun nedeninin Hz. Ali’nin namaz kıldırırken öldürülmesi olduğunu ve böylece namaz kıldıran imamların korunduğunu anlattı.
İran’da Cuma namazları her camide kılınmıyor. Cuma namazları kılınan camiler şehrin en büyük ve en görkemli camileri oluyor, “Jame veya Jameh” olarak adlandırılıyor. Şehrin cemaati cuma günleri toplandığında camiler çok kalabalık oluyormuş. Namaz saatlerinde halılar seriliyor ve sonrasında toplanıyor. Böylece ziyaretçilerin ayakkabı çıkarmadan içerisi gezilebiliyor. Diğer camilerde ayakkabınızı çıkarmanız gerekiyor.
İran’daki camiler sadece ibadet için gidilen yerlerin ötesinde anlama sahip. Bunu biz de bizzat gözlemledik. Bir kenarda oturup fındık fıstık yiyerek oturan ve sohbet eden kadınları, bir kenarda kıvrılıp yatan adamları, ortada oynayan çocukları gördük. Camiler İranlılar için aynı zamanda sosyal alanlar haline gelmiş. Türk rehberimiz yıllar önce öğrenciyken İran’a gezmeye geldiğinde yatacak yer bulamayınca camide yattığını anlattı.
Ali Kapı Sarayı
Nakş-ı Cihan Meydanı’nı çevreleyen ve her birinin bir anlamı olduğuna inanılan dört yapıdan Ali Kapı Sarayı’nın siyasete karşılık geldiği belirtiliyor. Ali Gapu Sarayı, Şeyh Lütfullah Camisi’nin tam karşısında bulunuyor. I.Şah Abbas tarafından 17. yüzyılda yaptırılan saray 48 metre yüksekliğinde ve 6 kattan oluşmakta. Sivri kemerli bir taç kapısı, kubbeli bir dehliz ile meydana açılıyor. Girişte sağda ve solda birer salon ve bunların üstünde de 10 metre yüksekliğinde kabul ve tören salonu bulunuyor. Şah Abbas’ın burayı soylu ziyaretçileri ve yabancı elçileri kabul için kullanıyormuş. Altıncı katında akustik ortam yaratılarak bir de müzik odası yapılmış.
Sarayın iç mekan süslemelerinde özellikle tavanlarında boyayla yapılan süslemelerde geyik, tilki, tavus kuşu, güvercin, bülbül gibi kuş ve hayvan motifleri ile çiçekler kullanılmış. Şah Abbas’ın nevruz kutlamalarını da buradan izlediği rivayet ediliyormuş. Maalesef bizim sarayın içini gezecek zamanımız kalmadı.
Şeyh Lütfullah Cami
Şeyh Lütfullah Camisi I. Şah Abbas tarafından Lübnanlı İslam alimi ve aynı zamanda kayın pederi Şeyh Lütfullah için 1618 yılında yaptırılmış.
Cami Safevi mimarisinin başyapıtlarından birisi olarak kabul ediliyor. İlk yapıldığında cami olarak yapılmadığından minareleri yokmuş.
İsfahan Halıları
İsfahan tarihi alanları tamamladıktan sonra sıra ünlü İsfahan Halıları ile ilgili deneyimimize geldi.
Grubumuzu bir halıcıya götürdüler. Kenardaki sedirlere oturduk ve hemen çay ikramı yapıldı. Arkasından halılar peş peşe yere serilerek özellikleri anlatılmaya başlandı. O kadar güzel ve ince dokunmuş halılar vardı ki insan bırakın yere serip üstünde gezinmeyi duvara asıp her gün bakmayı ister.
Grubumuzda çok halı alan oldu. İlk söylenen fiyat biraz yüksek olsa da pazarlıkla epeyce düşebiliyor. İran halısı almak için doğru adresin İsfahan olduğunu söylemeye gerek yok sanki.
Kapalı Çarşı
Nakş-ı Cihan Meydanı’nda yer alan İsfahan’ın büyük Kapalı Çarşısı da görülecek yerler arasında olmalı.
Bu çarşıda yok yok. Özellikle İran sanatından minyatürler, sedef kakma eşyalar dikkat çekiciydi. Bu çarşı haftada bir gün erkeklere kapatılarak kadınların rahatça alışveriş yapmaları sağlanıyormuş. O sırada tamamı erkek olan dükkan sahipleri de ortalıkta dolaşmayarak dükkanlarında otururlarmış. Neyse ki bizim gittiğimiz gün böyle bir güne rastlamadı.
Kapalı Çarşıda alışveriş yapmadan olmazdı. Söylenen fiyatlara itiraz edince pazarlıkla neredeyse yarı fiyatına istediklerimizi aldık. Çok güzel minyatürler vardı ve bize de Türk olduğumuz için oldukça indirim yaptılar.
Kapalı Çarşıdaki bir alışveriş hikayemi anlatmak istiyorum. Eşimize dostumuza ufak tefek hediyelikler almaya çalışıyorduk. Vitrinde orijinal görünen çay tabakları gördüm. Bunları incelerken dükkandan bir genç çıkarak çat-pat Türkçesiyle yardımcı olmak istediğini söyledi. Ben de hediye alacağımı ve İran’a özgü motifleri olan bir tabak baktığımı söyledim. Bana bir tabak gösterdi ve üzerinde Şah Abbas’ın resmi olduğunu, bunun tam anlamı ile İran’a özgü olduğunu söyledi. Şah Abbas’ın resmi anlatılır gibi değil çok komik ve karikatür gibi çizilmiş sanki. Keşke fotoğrafını çekseymişim. Ben de cevaben ablama alacağım bu tabakları, ablam Şah Abbas’ı nereden bilsin, bu çirkin adamı hediye diye götüremem, bana çiçekli bir tabak uygun dedim. Neyse desenli bir tabak buldum da onu aldım.
Yeme İçme
İran’da çayhaneler çok yaygın. İsfahan’da Kapalı Çarşı’da ilginç bir çayhaneyi rehberimiz özellikle önerdi, ortamı görmemizi ve oturup çay içmemizi söyledi. Biz de gidip gördük. Ne varsa toplanmış ve tavana, sağa sola asılmış. Giriş kısmının ilerisinde küçük bir odada kızlı erkekli oturmuşlar ve nargile içiyorlardı. Arka oda insanların daha rahat davranmasını sağlıyor herhalde kapalı toplumlarda.
Öğlen yemeğimizi rehberimizin önerisiyle çarşının içinde bulunan Bastani Traditional Restaurant’a yedik. Geniş sedirlere oturduk. Mekan yerli halkın da katılımıyla oldukça kalabalıktı ve bundan da yemeklerinin iyi olduğu sonucunu çıkartabilirdik. Yemekler son derece lezzetliydi.
Akşam yemeği ise Shahrzad Restaurant’da yendi grup olarak. Ortam çok otantikti ve çok güzel bir müzik ziyafeti de verildi.
Son Söz
İsfahan, İran’ın tarihi zengin, renkli, iyi korunmuş renkli şehri de İran’ın görülmesi gereken şehirlerinden.
Büyükada Marmara Denizi’nde, kalabalık metropol İstanbul’dan vapurla yarım saatte ulaşıp kendinizi sakin, huzurlu bir sahil kasabasında bulabileceğiniz bir ada…Ancak burası klasik güneş deniz keyfi yapabileceğiniz bir adanın ötesinde. Tarihi milattan öncesine ulaşan, Bizans döneminde yapılan tarihi, dini binaların yanı sıra, Osmanlı döneminde yapılan dantel gibi işlenmiş köşkleri, yemyeşil doğası ile farklı bir ada.
Büyükada Marmara Denizi’nde yer alan dokuz Prens Adası içinde en büyük adadır. Bizans döneminde prensler, prensesler, kraliçeler, din adamları için sürgün yeri olarak kullanılan adalar (Büyükada, Heybeli Ada, Kınalı Ada, Burgaz Adası, Sedef Adası, Kaşık Adası, Yassı Ada, Tavşan Adası, Sivri Ada) Prens Adaları olarak adlandırılıyor.
*Wikipedia
Bizans’ın tek kadın imparatoriçesi Kraliçe Eirene (İren) Büyükada’da Kadınlar Manastırı yaptırmış, kadere bakın taht oyunları sonrası kendisi de bu adaya sürgüne gönderilmiş. Daha sonra Midilli Adası’na gönderilen Eirene ölünce bu adaya gömülmeyi vasiyet etmiş.
Prens Adaları Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul’un fethinden önce Osmanlı topraklarına katılmış. Bu adalar içinde Büyükada kalesi olduğu için daha uzun süre savunulmuş, ancak İstanbul’un fethinden bir ay önce en son fethedilen ada olmuş.
Büyükada veya diğer adalar İstanbul’u ziyaret eden turistlerin programlarında öncelikli olarak yer aldığı gibi, İstanbullular için de gezmek için tercih edilen yerler arasında. Özellikle yaz dönemi hafta sonu adanın ziyaretçilerinin çok fazla olduğu belirtiliyor. Çok sayıda plajlarında deniz keyfi yanı sıra, orman yürüyüşü, piknik, ada merkezinde dolaşma, kıyıda yer alan balık lokantalarında balık ve güzel mezeler yeme içme keyfi ile İstanbul’un keşmekeşinden kaçış noktası olması adayı hep cazip kılıyor. Günümüzde ayrıca Arap turistlerin de en gözde yerleri arasında görünüyor.
Ada’ya Ulaşım ve Ada İçi Ulaşım
Büyükada’ya ulaşım çok kolay. Bostancı, Kabataş, Beşiktaş, Kadıköy, Kartal ve Yeniköy’den Büyükada’ya vapur seferleri düzenlenmekte, Şehir Hatları, Mavi Marmara, IDO, Turyol ve özel firmaların seferleri bulunmaktadır. İki işletmenin vapur saatleri aşağıdaki linklerde yer almaktadır.
Adaya vapurla kolayca ulaştık, asıl önemli soru tüm adayı nasıl dolaşacağımız. Adada motorlu araç kullanımı yasak, son yıllarda elektrikli toplu ulaşım araçları ve taksileri hizmet vermekte. Toplam yüz ölçümü 5,5 km2 olan adanın birçok yerini yürüyerek dolaşmak mümkün. Yine de daha çok yer görmek isterseniz turistler için en güzel gezme yöntemi bisiklet kiralamak. İskelenin yakındaki Saat Meydanı’na açılan sokaklarda çok sayıda bisiklet kiralayan dükkanları bulabilirsiniz. Adada epey yokuş çıkmanız da gerekiyor.
Büyükada Gezilecek Yerler
Bostancı Vapur İskelesi’nden sadece 35 dakika süren yolculuk sonrası tarihi iskeleye ulaştık. Şehir Hatları Vapurlarının yanaştığı 1914 yılında yapılan Büyükada Vapur İskelesi Osmanlı Neo-Klasik Mimarisinin örneği olarak gözalıcı. İskelenin içi de çinilerle kaplanmış. Mavi Marmara’nın yeni ve basit bir iskelesi var. Aradaki estetik farkı ne kadar açık.
Tarihi iskelenin solunda balık lokantaları sıralanmış, bu restoranları akşam üzeri güneş batarken oturulacak diye not alıyoruz. Sağ tarafta yine deniz manzaralı çay kahve içilecek sabah kahvaltısı yapılacak yerler bulunuyor. İskele çıkışı tam karşınızda ise Adanın sembolü Saatli Meydan yer alıyor. Biz Saatli Meydan’da sadece kahve içip bir an önce tura başlamak istedik.
Hemen bisiklet kiralayan bir dükkana daldık. Günlük fiyatın 50 TL olduğunu söyleyen dükkan sahibi iki kişi olunca ne olur sorumuzla iki bisiklet için fiyatı 80 TL’ye indirdi, rayiç bu olsa gerek.
Adada yaya, bisiklet veya diğer araçlarla dolaşmak için iki ana rota yer alıyor. Büyük tur veya küçük tur. Büyük tur ile küçük tur arasında 6 km’lik fark varmış. Büyük tur adanın yerleşim olmayan yerlerini de dolaşmayı sağlıyor. Küçük tur ve büyük tur belirli yere kadar aynı yoldan gidiyor. Biz küçük tur kararı ile yola koyulduk.
Saat Meydanı’ndan sonra sağdan Çankaya Caddesi’nden tura başladık. Hemen harika köşkler yolun sağında ve solunda görünmeye başladı. En gösterişli binalardan biri gemi limana yaklaşırken de haşmeti ile denizden görünen Splendid Otel binası. 1908 yılından bu yana hizmet veren otel Adanın en güzel otellerinden biri.
Çankaya Caddesi’nde ilerlerken sağlı sollu köşklerden gözümüzü alamadık. Bir köşkün zerafeti hemen dikkatimizi çekti daha yakından görmek için önünde durduk, bir de ne görelim kapısında Adalar Vergi Dairesi yazıyordu. Hafta sonu olduğundan kapalı olmasa bu köşkü vergi mükellefi olarak gezmeyi isterdim.
Sonbahar renkleri ile bezenmiş ağaçların arasında kah yokuş çıkarken bisiklet elimizde kah rahat sürüş yapılan yollarda ağır ağır pedal çevirerek ilerledik.
İlk durağımız Dil Burnu Orman Parkı oldu. Parka giriş ücretli, mesire yeri, güzel manzaralı. Daha gezimiz yeni başlamıştı bol zamanlı bir günde burada uzun mola verilebilir.Yaz döneminde ayrıca Yörükali Plajında da yüzülebilir.
Dilburnu Mesire Yeri’nin hemen yanında Aşıklar Yolu ve Aşıklar Kahvesi. Çay kahve molası vermek isteyenler için romantik bir kafe.
Bizim için ilk durak yeri Birlik Meydanı olarak planlanmıştı. Adanın en önemli görülecek yeri Aya Yorgi Kilisesi’ne ulaşabilmek için önce Birlik Meydanı’na ulaşmak gerekiyor. Hangi ulaşım aracını kullanırsanız kullanın araçtan burada inmek zorundasınız.
Meydanda yer alan tek oturacak yer Lunapark Gazinosu. Burada Aya Yorgi Kilisesi için zorlu yürüyüş öncesi veya sonrası çay, kahve, yemek, içki molası verebilirsiniz. Bisikletleri de gazino içine ücret karşılığı bırakabiliyorsunuz. Biz öğlen yemek molası vermeyi tercih ettik. Gazinonun çok güzel bir manzarası olmasının yanı sıra asıl neden Aya Yorgi yolunun zor bir tırmanış olduğunu bildiğimizden enerji toplamak istememizdi. Aslında tercih sizin bir km’lik yokuşun sonunda sizi başka güzel manzaralı bir gazino bekliyor.
Aya Yorgi Kilisesi
Büyükada’nın en önemli tarihi dini binası Aya Yorgi Kilisesi. Kilise Ortodokslar için Efes Meryem Ana Kilisesi’nden sonra ikinci Hac Kilisesi. Büyükada gezisinde görmeden olmaz diyeceğim ama sıkı durun kiliseye ulaşmak için Azap Yokuşundan tırmanmanız gerekiyor. Birlik Meydanı’nda aracınız varsa iniyorsunuz ve 1 km’lik yokuş tırmanmanız gerekiyor. Yolda geri dönmek isteyebilirsiniz, sigara içiyorsanız bir daha sigara içmemeye yemin edebilirsiniz. Yılmadan tırmanmaya devam, sonunda sizi sadece bir kilise değil adanın en güzel manzarası bekliyor. Tepeye ulaştığınız an çektiğiniz azap aklınızdan kuş olup uçacak.
Önde görülen iki katlı kilise 1751 yılında yapılmış. Çan kulesinin altından geçerek girilen kırmızı taş yeni kilise ise 1905 yılında yapılmış. Yeni kilise ziyaret edilebiliyor ancak içeride fotoğraf çekmek yasak. 23 Nisan ve 24 Eylül tarihlerinde kutsal günlerde kilisede büyük ayin yapılıyor.
Kilisenin efsanesine göre çıplak ayakla ve hiç konuşmadan yürüyüş yolunu çıkarsanız dilekleriniz gerçek oluyormuş, zaten yokuş çıkarken konuşacak haliniz kalmıyor, çıplak ayakla çıkmak ta size kalmış. Gelelim efsaneye; Kapadokyalı Aziz Aya Yorgi fakir bir çobanın rüyasına girer. Rüyasında azap yolunu çıplak ayakla ve konuşmadan çıkmasını yolun sonunda çıngırak sesi duyacağını, bu sesi duyduğu yerde toprağı kazmasını söyler. Sık sık bu rüyayı gören çoban sonunda yürür o yolu ve tepede kazmaya başlar ve burada hazine bulur. Bu hazine ile kilise yapılır.
Kilise ritüellerini yerine getiremediniz çıplak ayakla ve sessiz çıkamadınız, olsun mum yakıp dilek tutabilirsiniz. Şimdi çıkalım Kiliseden hemen yandaki Yüce Tepe Kır Gazinosu’na dalalım. İster yemek, isterseniz sadece bir şeyler içmek için bu gazinoda oturmanızı öneriyorum. Adanın en yüksek yeri Yüce Tepe’de yeşillikler içerisinde otururken hemen yakında Sedef Adası manzarası, karşıda İstanbul, hemen aşağıda plaj manzarası hangi yöne bakacağınızı şaşırabilirsiniz.
Yetimhane
Büyükada’nın önemli tarihi binalarından biri yetimhane. Aya Yorgi Kilisesi yokuşundan inerken uzaktan çektiğim fotoğrafı ekleyebiliyorum. Aslında Birlik Meydanı’ndan bu tepedeki binaya ulaşılabiliyor, ancak terk edilmiş ahşap bina dıştan görülüyor. Binanın uzaktan da ne kadar ihtişamlı olduğu fark ediliyor. Bu bina 1800 yıllarda Fransız bir mimar tarafından otel gazino olarak yapılmış. Zamanının Avrupa’daki en büyük ahşap binası imiş. Ancak Osmanlı Padişahından bu amaç için kullanımına izin çıkmamış. Adada yaşayan bir aile tarafında satın alınmış. Rum aile ise padişahın izni ile binayı kimsesiz Rum çocuklarının yerleştirilmesi için Rum Patrikhanesine bağışlamışlar. Yetimhane olarak 1964 yılına kadar hizmet vermiş ancak daha sonra terk edilmiş.
Aya Yorgi Kilisesi sonrası küçük tur rotası ile deniz kenarına doğru yönlendik. Yokuş aşağı rahat bir yolculuk ile Adalar Müzesi’ne ulaşmaya çalıştık. Müzeye yaklaşırken sol yönde yeşillikler içerisinde Aya Nikola Manastırı görünüyor. Aya Nikola Manastırı Bizans döneminde deniz kenarında kuruluymuş. Daha sonra Manastır yıkılıp denize göçünce 16.yy’da daha korunaklı yeni yerine inşa edilmiş.
Adalar Müzesi
Eski bir Helikopter ambarından dönüştürülen binada 2010 yılında müze açılmış. Dışarıdaki alanda da sürgün kayıkları ve bazı kalıntılar sergilenmekte. Kapalı alanda adalardan toplanan arşiv belgeler, fotoğraflar, adalıların bağışladıkları kolleksiyonlar sergilenmekte. Adaların tarihi, yaşam, spor, eğitim, yerleşim, mimarisi sistematik bir şekilde anlatılmaktadır. Giriş ücreti 5 TL, öğrenci ve gruplara 3 TL. Adaya yakışan sevimli küçük bir müze. Bir saatiniz ayırmanızı önerebilirim.
Büyükada her dönem edebiyatçıların ilgisini çekmiş. Birçok şair yazar bu adada yaşamlarının bir döneminde yaşamayı seçmiş. Müzede bu yazarların isimleri sıralanmış. Recaizade Mahmud Ekrem, Halikarnas Balıkçısı, Ziya Gökalp, Melih Cevdet Anday,Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yahya Kemal Beyatlı, Nurullah Ataç bu yazarlardan bazıları…
Çağdaş Türk Edebiyatının ünlü öykü, roman, tiyatro yazarı, Türk edebiyatının en çok okunan romanlarından Çalıkuşunun yazarı Reşat Nuri Güntekin‘in adada ailesi ile yaşadığı köşk Yılmaz Türk Caddesi’nde yer alan güzel köşkler arasındadır. Pembe panjurlu köşk restore edilmiş ancak içi gezilemiyor. Yine de yanından geçerken dışarıdan görülebilir bu güzel köşkü…
Bu arada Sovyetler Birliği’nin Ekim Devriminde önemli rol oynayan Troçki, Stalin döneminde İstanbul’a sürgüne gönderilmiş ve ömrünün 4,5 yılını da Büyükada da geçirmiş ve önemli eserlerini bu adada yazmıştır. Troçki’nin yaşadığı köşk Sivastopol Köşkü ise bakımsız bir halde bırakılmış. Restore edilip müze yapılabilirdi.
* ‘arabpress.eu’
Küçük turun sonunda iskeleye dönüş yolunda Yılmaz Türk Caddesi’nde sağlı sollu güzel köşkler yer alıyor. Büyükada köşkleri 19. y.y. sonu ile 20.yy başlarında geleneksel Türk mimarisi ile Batı mimarisinin karışımı ahşap, Art Nouveau tarzında yapılmış özgün köşklerdir. Prens adaları içinde en güzel köşkler de Büyükada’da bulunmaktadır.
Tüm gün süren ada turumuz sonrası tekrar ada merkezine ulaştık. Saatli Meydan’a açılan sokaklarda hediyelik eşyalar satan sevimli dükkanlar, bir şeyler atıştıracak, içilecek mekanlar bulunuyor.
İskele yakınında akşam yürüyüşü de yapılabilir.
Bizim tercihimiz ise Büyükada’da yapılacak şeyler arasında olan kıyıdaki balık restoranlarında güneş batarken akşam yemeği yemek oldu. Taze deniz ürünleri ve mezeler ile güzel bir günü tamamladık.
Keyifli yemek sonrası İstanbul’a dönüş zamanı gelmişti. Vapurumuz tam saatinde iskeleye yanaştı bizi almak üzere…
Son Söz
Sabah başladığımız Büyükada gezisinde tüm gün boyunca mümkün olduğunca çok yeri görmeye çabaladık. Bisiklet ile küçük turu tamamladık, adanın en önemli Ortodoks kilisesini gördük. Adada tarihi boyunca ağırlıklı Rum nüfus yaşadığından Ortodoks kiliseler önemli. Bu arada göremediğimiz yerler oldu. Katolik Kilisesi, Ermeni Kilisesi, Sinagog ve Hamidiye Cami de görülecek yerler arasındadır. Bu arada biz sonbaharda gitmeyi tercih ettiğimiz için ada plajlarında yüzemedik. Aslında sonbaharın daha sakin ve renkli mevsimi bize çok iyi geldi. Peki bir gün yetti mi? İstenirse bir gece kalınabilir, ancak konaklama maliyeti ve Bostancı’ya sadece yarım saat süren yolculuk ile ulaşıldığı düşünülürse tekrar tekrar ziyaret etmek mümkün Büyükada’yı. Yaz dönemi deniz keyfi ya da piknik keyfi için daha uzun kalmak tercihe bağlı. Bu arada adalar arası vapur ile aynı gün içinde birden çok adayı dolaşmak da mümkün. Bana bu sadece adaya adım atmak gibi geliyor. Siz en azından tüm gününüzü bu adada geçirin.
Nara 700-784 yılları arası Japonya birliğinin sağlandığı yıllarda ilk başkenti olmuş, tarihi bir şehir. Bu parlak dönemi siyasi, kültürel, sanatsal ve mimari eserlerine yansımış. Nara’da sekiz eser UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer almaktadır.
Nara Kyoto ve Osaka’ya komşu, ormanlarla dağlar arasında bir şehir. Günümüzde kutsal tapınaklarıyla ve geyiklerin özgürce dolaştığı parkıyla ünlü, turistlerin ilgi merkezi olan bir yerleşim alanı.
Nara’ya değişik zamanlarda gitmiş, kutsal tapınakları gezmiştik. İlkbaharda ve sakuraların kitazumi ağaçlarının çiçeklerinin tadını çıkarmıştık. Bu yıl sonbaharda televizyonda özellikle momiji ağaçların yapraklarının renk cümbüşünü ve parkta dolaşan geyikleri görünce Nara’yı tekrar ziyaret etmek ve araba ile yola çıktık. Nara’ya ulaşım trenle de sağlanabilir ve bilindiği gibi Japonya‘ki en uygun ulaşım aracı trendir. Nara Tren İstasyonu şehir merkezinde. Kyoto ve Osaka’ya tren ile bir saatlik uzaklıkta şehir.
Biz şehir merkezinde yer alan parkta dolaşmaya başladık. Bazı ağaçların yaprakları dökülmüştü ama momiji ağacının yaprakları sarı kahverengi kızıl ve hala yeşil yaprakları ile özellikle güneş ışığının yansımasıyla göz zevkine hitap ediyordu.
Parkın uzantısı ormanlık ve çok geniş bir alana yayılmıştı. Erken saatlerde az olan ziyaretçi sayısı giderek artıyordu. Her yaştan ve değişik ülkelerden gelen turistler parkta dolaşıyor, renk cümbüşünü ve geyikleri belgelemek için fotoğraflar çekiyordu bizim gibi.
Parkın ev sahipleri geyikler insanlara alışık olduklarından gezenlere aldırmadan dolaşıyorlardı. Hemen her yıl boynuzları görevlilerce kesildiği için insanları yaralama olasılığı azalmış olsa da uyarı levhaları asılmıştı belirli yerlere.
Geyikleri beslemek parktaki önemli aktiviteler arasında idi. Onlar için hazırlanmış bir paket kraker yaklaşık iki dolar civarında satılıyordu. Biz de geleneği bozmadık, birkaç geyiği ellerimizle kraker yedirdik. Geyikler ormanlık alanda çimenlerle besleniyorlar ancak sonbahar döneminde çimenler kuruduğu için gelen ziyaretçilerin ikramları onlara ziyafet sofrası kurulmuş gibi geliyordu. Ziyaretçilerin yakınlarında dolaşıyorlardı.
Nara Japonya’nın en eski, en büyük ve en önemli Budist tapınaklarına sahip bir şehir. Şehirde yedi adet Budist tapınak bulunmakta ancak bunların içinde en önemlisi parkın bir bölümünde yer alan Todaiji Tapınağı.
Todaiji Tapınağı “Great Eastern Temple” 752 yılında yapılmış ve Japonya’nın en önemli Budist tapınağı. Tapınak dünyadaki en büyük bronz Buddha ((Daibutsu) heykelini barındırmakta.
Tapınak yolunda çok büyük ahşap bir girişten (Nandaimon Gate) geçiliyor. Yakından bakılınca ahşap yapının zamanla yıprandığı görülebilir. Kapıdan girildikten sonra yaklaşık yüz metre uzaklıkta 48 metre yüksekliğinde ahşap tapınak tüm ihtişamı ile selamlıyor ziyaret edenleri. Tapınağın uzantısı olan binalar yolun sağında ve sonunda yer alıyorlar. Dünyanın en büyük ahşap tapınakları arasında olan binası tarihi boyunca iki kez yangın geçirmiş ve restore edilmiş. Çatıda altıntaş kaplamalı balık kuyruğu seklindeki süsleme çok uzaklardan bile görülebiliyor.
Tapınağın girişinde beton basamaklar dik. Girişte tütsülerin yakıldığı büyük bir çanak var. Düşük fiyatla satılan tütsüleri yakılıp, elleri kavuşturup dualar ediliyor. Budist olan da olmayan da geleneğe uyuyor. Tapınağın giriş ücreti 5 dolar civarında
Zemini beton olan tapınağa girilince karşınıza devasa bir Buda heykeli çıkıyor. Yüksekliği 15 metre ve 400 ton bronz kullanılan oturan Buda heykeli.
Heykelin iki yanında koruyucu görünüşü ürkütücü 7 metre yüksekliğindeki ahşap heykeller de ziyaretçilerinin ilgisini çekiyor.
Yeni yıl başlangıcında ziyaret edilen bu tapınak UNESCO tarafından korunmaya alınmış. Nara’ya kadar gelmişken kesinlikle diğer yedi tapınak da görmeye değer. Biz diğerlerini ziyareti bir başka zamana sakladık.
Tapınak çıkışında omamarı, bizdeki muskalar gibi ve diğer hediyelikler alınabilir. Bütçeye uygun irili ufaklı hediyelikleri satan tezgahlar ve küçük dükkanlar var sıralanmış yol üzerinde.
Tapınağın çıkışında hemen Nandaimon girişinin yanında Nara Ulusal Müzesi’ne uğramadan geçmeyin. 1889 yılında yapılan binada Japan Budist sanatı eserleri, Japon kültürüne ilişkin zengin bir kolleksiyon sizi bekliyor.
japan-quide.com
Nara’da yöreye özgü sushi tadabilirsiniz. Geleneksel Japon mutfağının yanı sıra diğer ülke yemeklerini de küçük lokantalar da bulabilirsiniz. Nara Park ve Todaiji Tapınağı merkez istasyondan yürüme uzaklığında ve daha önce de belirttiğim gibi tren en uygun ulaşım alanı.
Bir gün buraları ziyaret etmenin ve mevsim değişiklerinin zevkini yaşamanız dileğiyle .
Bugün Granada, geçmişin muhteşem günlerini meraklı turistlere hafif hafif fısıldayan bir şehir. Granada’yı ilk kez gençlik dönemlerinde duymuştum; 70’lerin sonunda bir dönem fırtına gibi esen, iki İspanyol dilberden oluşan Baccara grubu, bir yandan kırık İngilizceleriyle ‘Yes sir, I can boogie’ diye içimizi hoplatırken bir yandan da o diyarların güzelliğini anlatan Granada isimli şarkıyı söylerlerdi. Sonradan sonraya El Hamra’nın dillere destan güzelliğini merak eder oldum. Yolum düştüğünde El Hamra’ya gittim, her defasında yeni baştan büyülendim. Ve bu Orta Çağ sarayını, diğer dönem saraylarıyla (Topkapı mesela) kıyaslamaya başladım. Ayrıca Granada’nın bambaşka bir önemi daha var benim için; özgürlük mücadelesi sırasında faşistler tarafından katledilen büyük şair Lorca’nın doğduğu yer… Ama bunlar sonraki konular. Önce Granada’ya gideceğiz. Yolda da bize ‘Granada’ eşlik edecek ama Baccara değil, Luciano Pavarotti’nin yorumuyla…
Genel Bilgi
Granada, Endülüs’ün güney tarafında, Sierra Nevada dağlarının eteğinde kurulmuş bir şehir, 738 metre rakımı var, şehir içi coğrafyası bile engebeli… Şehir, Darro, Genil, Monachil, Beiro nehirleriyle çevrelendiği için yeşil, sulak, verimli bir arazi üzerinde. 237.500 kişilik nüfusuyla da İspanya’nın 13. kalabalık şehri. İspanyolca Granada, ‘nar’ demekmiş; nar hanedanlığın da sembolü olmuş ve bunu şehrin her yanında göreceksiniz.
Meraklısına Kısa Tarihi
Granada tarihi ana hatlarıyla Endülüs ile aynı: Romalılar, Vizigotlar, Emeviler, Katolikler… Ama Granada’nın bir farkı, Emevilerin Endülüs’teki en son direnme noktaları olması; İsabel ve Ferdinand beraberliği, Emevileri en son Granada’da yenerek İspanya’dan çıkarmış.
Granada’da ilk yerleşim MÖ 5500’lerde olmuş. İlk yerleşim izleri Bastutilere aitmiş, İber-Kelt yerleşimlerini Yunan kolonileri izlenmiş, daha sonra Roma İmparatorluğu ve Vizigotlar derken 711’de Mağribiler burayı fethetmişler ve Garnatah demişler. 11. yüzyılda Emeviler yıkılınca Berberi Zavi bin Ziri burada bağımsız bir krallık kurmuş ama bu dönem hakimiyet aslında Yahudilerdeymiş, hatta 1027’de başlayıp 1066’daki Granada kıyımıyla biten parlak bir Yahudi dönemi kültür ve ekonomik hayata damgasını vurmuş. Daha sonra 1099’da Arap Murabıtlar buraya hakim olmuş, ama mahalli emirlerin ve ağır vergilerin altında ezilen halk desteğini çekince Murabıtların sonu gelmiş, Kastilya Krallığı bir Haçlı ordusuyla buralarda esmiş kavurmuş ama Endülüs Müslümanlarının yardımına bu sefer de Muvahhidler yetişmiş ve 1166’dan itibaren bölgeye hakim olmuşlar. Bu dönemde şehir Darro Nehri’nin iki yakasından yukarı doğru yayılmaya başlamış, bu da efsanevi El Hamra’ya giden ilk adımlar olmuş haliyle… 1228’de ise Muvahhidlerin prensi İdris el Mamun İbn al Ahmar Kuzey Afrika’da yönetimi devralmak için İberya’yı terkedince de İbn el Ahmar fırsatı değerlendirip başa geçmiş ve İberya’daki en uzun yaşayan İslam hanedanlığı olan Nasirilerin dönemi başlamış. 1236’da Reconquista hareketiyle Katoliklerin Endülüse hakim olmalarından sonra Katolik Krallarına bağımlı bir eyalet olarak süren Nasrid dönemi, Arapların, Berberilerin, Yahudilerin ve Hristiyanların bir arada yaşadığı parlak bir dönemmiş. Hatta dönemin önemli tarihçisi Battula, Granada’yı Castile Hanedanlığı ile zaman zaman sorunlar yaşasa da, güçlü ve kendine yeterli bir krallık olarak tanımlayıp burası için Endülüs’ün gelin şehri demiş; damat tarafı hakkında ise bir bilgi verilmemiş.
1492’de Müslüman ve Yahudilere kafayı takan Kastilya Kraliçesi I.Isabel ile Aragon Kralı II Fernando, Granada’ya sıkışıp kalan Nasirileri yenmiş ve Müslümanlara ve Yahudilere ya sev ya terket falan demişler. Kalanların akıbetini ise, bugün Endülüs’ün muhtelif yerlerindeki Engizisyon müzelerinden tahmin edebiliyoruz. Bu dönemle ilgili olaylar, biraz gerçek biraz kurgu, Amin Maalouf’un Afrikalı Leo’suna da konu olmuş, yüzyıllar sonra. Daha sonra Granada’nın tarihi de İspanya’nın tarihi ile birleşmiş ve bugüne gelmişler.
Ulaşım
Granada’ya en yakın havaalanı Federico Garcia Lorca Havaalanı’na Türkiye’den uçuş yok. Granada’ya gitmek için en uygunu, İstanbul’dan Malaga’ya uçmak ve Malaga Havaalanı’ndan doğrudan Granada’ya giden otobüslere binmek… Malaga Havaalanı’ndan Granada’ya otobüsler; 08.30, 10.45, 11.00, 11.30, 13.30, 16.00, 17.00, 18.30, 19.30, 20.45 saatlerinde kalkıyor ve ücreti 11.57 euro ile 13.86 euro arasında değişiyor, yolculuk 2.15 saat sürüyor. Granada otobüs terminali (Estacion de autobuses), Granada’nın merkezinin biraz uzağında; taksiyle şehir merkezine 10 euro civarında tutuyor, şehir merkezine otobüsle gitmek isterseniz, SN1 ve SN1 numaralı otobüslere binebilirsiniz… Granada’da otobüs biletleri her biniş için 1.20 euro 7 biniş 5 euro, 16 biniş 10 euro, 33 biniş 20 euro tutarındaki çoklu biletleri de alabilirsiniz. Biletler otobüs içerisinden alınabiliyor. Granada’da bir de LAC denilen hızlı transit otobüsler var, biletleri duraklardaki makinelerden alınıyor.
Granada yürüyerek gezilecek bir şehir. Ama gezerken tepeler tırmanacaksınız, yokuşlar ineceksiniz. En iyisi şöyle diyelim; bu şehrin kalbi Plaza Isabel Catolica Meydanı, meydanda da onca Müslüman ve Yahudinin canının müsebbibi Kraliçe Isabel’in en masum haliyle bir heykeli var, aslında tas surat, nemrut bir şeymiş, belli… Neyse, o Meydanda kesişen iki ana cadde, Gran Via de Colon ve Reyes Catolicos caddeleri üzerinde bulunan yerler haricindeki gezilecek noktalara ulaşım bilgileri vereyim. Siz ona göre ister yürüyün ister otobüse binin. Bir diğer seçenek de gezi otobüsleri; bir luna park treni büyüklüğündeki vagonlardan oluşan bu tren, en dar sokaklara bile girebilyor ve bir günü 8 euro, iki günü 12 euro…
Aslında Granada Alhamra, Albaicin-Sacromonte, Centro, Realejo, Beiro, Chana, Ronda, Genil, Zaidin bölgelerine ayrılmış durumda. Ben gezerken bazı bölgeleri birleştirdim. Albaicin ve Sacromonte’yi birlikte ele aldım, Cartuja Manastırı gibi daha çok Beiro’ya yakın olan bir yeri Centro içindeki Gran Via de Colon içine dahil ettim. Bir iki günlüğüne Granada’ya giden birini, daha çok Alhamra, Albaicin, Sacromonte, Centro, Realejo bölgeleri ilgilendirir.
Gezilecek Yerler
Artık gezmeye başlayabiliriz. Kalkış noktamız Plaza Isabel Catolica Meydanı… Bu Meydanda yer alan heykel, Kraliçe I. Isabel’in Kristof Kolomba ‘Git dünyayı keşfet ama Hindistan’a gidiyorum deyip orada burada oyalanma’ diye icazet verdiği anın tasviri (bence tabii). Bu heykel 1892’de Roma’da yapılmış.
Isabel Catolica Meydanı’ndan başlayarak yola koyulalım; ilk olarak tabii ki, belki de tüm İspanya’nın en önemli tarihi merkezi olan El Hamra…
El Hamra (Al Hamra) General Life
El Hamra, Granada’nın olmazsa olmazı… Zaten Granada’ya gelen turistlerin çoğu da El Hamra için geliyordur, eminim. Hangi beğeni sıfatını kullansanız taşıyacak, hakkını verecek bir yer. İslamın hem sanat hem bilim dünyasında parladığı dönemlerden geriye kalan belki de en nadide mimari eser burası.
El Hamra, gerçekten büyüleyici bir yer. Bu topraklarda yok olan bir uygarlığın müthiş görkemli bir vedası… Bu görkem sadece biz sıradan ölümlüleri değil, ölümsüz diyebileceğimiz sanatçıları da etkilemiş. Washington Irving El Hamra Masalı’nı burada yazmış. Onun yanında, Salman Rushdie’nin Mağriplinin Son İç Çekişi’nde, Amin Maalouf’un Afrikalı Leo’sunda, Philippa Gregory’nin Mahkum Prensesi’nde, Federico Garcia Lorca’nın Kızkurusu Dona Rosita’sında, Paulo Coelho’nun Simyacı’sında, Ali Smith’in Kazara’sında, El Hamra kendini göstermiş. Müzik de El Hamra’ya kayıtsız kalamamış; Francisco Tarrega’nın Rucuerdo de la Alhambra’sı gibi… Isaac Albeniz, Claude Debussy, Manuel de Falla, Julian Anderson’da bazı eserlerinde El Hamra’dan esinlenmiş. Ayrıca Joseph Nicolas Pancrace Royer’in Zaide isimli bale eseri de El Hamra’da geçmekteymiş. Marcel L’Herbier yapımı El Dorado, Justin Kurzel yapımı Assassin’s Creed gibi filmlerde de El Hamra önemli rol üstlenmiş.
Siz bu bölümü okurken El Hamra esintili Recuerdos de la Alhambra size eşlik etsin…
Romalılardan kalma surların üzerine MS 889’da yapılan küçük bir kale, 13. yüzyılda Nasrid Emiri Muhammed ben Al-Ahmar tarafından kale-saraya dönüştürülmüş. 1333’de ise Granada Sultanı I Yusuf tarafından bugünkü muhteşem saray yapılmış.
1492’deki Hristiyan Reconquista döneminde ise, burası Ferdinand ve Isabel’in hakimiyetine girmiş, hatta Christopher Columbus keşiflerinin icazetini burada almış. Daha sonra kale içine V.Carlos 1526’da Kutsal Roma İmparatorlarına yakışır bir saray yapılmasını istemiş; Rönesans etkisinde Mannerist tarzdaki bu saray aslında hiçbir zaman tamamlanamamış.
Kırmızı anlamına gelen El Hamra, bu ismi yapı özelliklerinden değil ilk banisi Muhammed ben Al-Ahmar’dan almış, ahmar ismi de sakallarının renginden dolayı Nasiri Emiri’ne yakıştırılmış. Saray, Granada’yı yönettiği dönemde halifeler I.İsmail, I.Yusuf, ve V.Muhammed tarafından tamamlanmış. Aslında Nasirilerin çöküşünün başladığı dönemde bir güç gösterisi olarak, yeryüzündeki kendi cennetlerinin bir imgesi olarak yaptırılmış ama bugün hala İslam sanatının en nadide örneklerinden sayılmakta. Gerçi bir süre gözden uzak kalan, türlü kötü kullanımlara ve restorasyonlara uğrayan Saray, Napolyon sonrası tekrar gözlerin çevrildiği bir yer olmuş ve sonunda 1984’te Unesco Dünya Mirası Listesi’ne alınarak, herkesin hayranlığını kazanan bir turistik merkeze dönüşmüş.
El Hamra’nın en ilgi çeken bölümü Nasridi Sarayı. Diğer bölümler ise, Alcazaba, Generalife ve V Charles Sarayı…
Nasridi Sarayı, tam 1001 Gece Masallarından fırlamış bir yer… Birbirine geçmeli odaların açıldığı havuzlu avlular, taraçalar, oymalı kemerli kapılar, ahşap işlemeli tavanlar sizi masalsı bir dünyaya götürecek. Aynı zamanda bir saltanatın çöküşüne tanıklık etmiş bir yer, onun acısı da var içinde… Gezi Patio de Machua’dan geçilip Patio del Mexuar’da başlıyor; burada idari yapılar ve bir mescid var, Façade Comares ise süslenen bu alan Sultanın tebasını dinlediği ve yöneticilerle toplandığı yermiş. 1365’de yapılan yer, karşılaşacağımız müthiş taş ve ahşap işçiliğinin habercisi gibi. Buradan Patio de los Arrayenes’e geçiliyor. Dikdörtgen bir avluda bir havuz ve havuz çevresinde de alana ismini veren mersin ağaçlarından oluşan yerin duvarlarında, Allah’a ve Emir’e övgüler yazılı, çevresindeki odalarda kadınlara ayrılmış alanlar bulunmakta ve kuzeyde de sonradan eklenen kule Torre Comares mevcut. Bu bölümün bir kısmı V.Karl Sarayı yapılırken yıkılmış. Nasrid Sarayı’ndaki en büyük oda, Kraliyet Odası olarak da bilinen Salon de Embassador bölümü. 45 metrelik Comares Kulesinin bulunduğu yerdeki bu oda, her tarafı ince ince işlenmiş taş oymacılığı ile büyüleyici. 1334 ve 1354 arası yapılan ve Cennetin yedi katına atfedilen yapının tavanında ise Allahı öven yazılar yer almakta. Odanın dışa bakan üç yüzeyinin her birinde üç pencere bulunmakta. Tavan mavi ve altın renkli süslemeler, duvarlar seramik ve taş işçiliği ile bezeli.
Nasrid Sarayı’nın en gözde noktası, Patio de los Leones… Nasrid mimarisinin seramik, taş ve ahşap işlemeciliğinin en güzel örneklerinin sağanağı altında kalıyorsunuz, nereye bakacağınızı şaşırdığınız bir yer burası… Aslanlı Meydan denen bu alanın ortasında aslan heykellerinin sırtlandığı bir havuz bulunmakta.
Havuz kenarındaki aslan heykeller, Casa de la Moneda’dan getirilmiş ve havuzun kenarında İbn Zamrak’ın bir şiiri yer almakta. 124 beyaz mermerden sütunla çevrelenmiş bu alan, dört su kanalının cennetin dört nehrine ithaf edildiği, cennetin metaforik bir anlatımıyla özdeşleşiyormuş. Nasridi tarzda yaptırılan bu alan muhtelif odalara açılmakta… Bu odalardan biri Washington Irving Odası olarak biliniyor çünkü W.Irving, El Hamra Masallarını burada yazmış. Daha sonra bir geçitle, Albayzin ve Sacromento manzaralı verandaya geleceksiniz. Jardin de Lindaraja’dan geçince yol sizi sarayın banyosu Banos Reales ve iki kız kardeş diye bilinen Sala de Dos Hermanas’a götürecek; bal peteği desenli bir tavanı olan bu salon, Sultan ve ailesinin yaşadığı bir dizi odanın merkezini oluşturmaktaymış ve bu isim salonun döşemesindeki iki mermer sütundan dolayı verilmiş. Sala de los Abencerrajes’in bir öyküsü var; adını Abdullah Muhammed’in rakibi olan aileden aldığı söylenen odada, ziyafete katılan bu aile öldürülmüş. Tavanındaki geometrik desenler ise Pisagor teoreminden ilham almış. Aradaki muhteşem oda ise Sala de los Reyes; burası şölenlerde kullanılan bir salonmuş, deri üzerine yapılmış tavan resimleri özellikle dikkat çekici. Palacio del Partal ise, El Hamra’nın en eski sarayından geri kalan kemerli portiko ve bir kulenin bulunduğu alan ve Nasridi Sarayı’nın da çıkışı.
Buradan ağaçlıklı yollardan, küçük bahçelerden geçilerek karşı tepede bulunan Generalife’a gidiliyor… Sultanların yaz bahçesi olan Generalife, yüce cennet bahçesi anlamında kullanılmaktaymış. 1300’lerin başında III. Muhammed tarafından yaptırılan bahçe, Endülüs’teki Mağribi tarzdaki en güzel bahçe. Şimdilerde müzik ve dans festivallerine ev sahipliği yapıyormuş. El Hamra’nın karşısındaki tepelik araziye kurulan bahçeye türlü çiçeklerle süslenmiş bahçeler arasından gidiliyor. Patio de Polo’dan bahçelere giriş yapılıyor, burası aslında Saraya atla gelen misafirlerinin atlarının bağlandığı yermiş. Sol tarafta Patio de la Acequia, ortasında uzun bir havuzun bulunduğu kapalı bir bahçe. Sağ tarafta Patios de los Cipreses var, diğer adıyla Patio de la Sultana; yüzyıllar ötesinden bugüne ulaşan dedikodulara göre, burada Sultan Ebü-l Hasan’ın karısı Zoraya, aşığı ile buluşurmuş ve durum, bahçenin adına yapışıp kalmış. Buranın ötesinde üzerinde su akan merdivenler ve daha da ileride Jardines Altos bulunmakta. Bütün bu bahçelerden, havuzlardan geçildiğinde de karşınıza bir seyir terası Sala Regia çıkıyor.
Sarayı çevreleyen surlar olan Alcazaba, dışarıdan bakıldığında Sarayın heybetini yansıtan yer ve şehrin harika manzaralarını buradan görebilirsiniz. Burası 13. yüzyıl başında yapılmış, Sarayın en eski bölümü. Eski sur etrafında, kaleyi koruyan askerlerin evleri ve hamamlarının kalıntıları hala görülebilmekte. Alcazaba surları arasında bulunan Torre de la Vela, Isabel ve Fernando’nun fetih bayraklarının ilk dalgalandığı surmuş.
El Hamra’nın önemli bir bölümü de Palacio de Carlos V, 16. yüzyılda yapılmış. Hanedanın yazlık sarayı olarak, Rönesans tarzında bir arena şeklinde yapılan iki katlı binada, bugün Museo de la Alhambra ve Museo de Bellas Artes müzeleri bulunmakta.
El Hamra’ya Plaza Nueva’dan gelirseniz Cuesta de Gomerez ‘den geçip 15. yüzyıl yapımı Granada Kapısı’na ulaşacaksınız. Ormanlar, derecikler, heykeller arasından çıkacağınız yolun sağını takip ederseniz Torre Bermejas’a varacaksınız. Bu koca kare kuleler genelde kapalı oluyor ama buradan Granada manzarası nefis. Sol taraftan giderseniz Puerta de Justica’ya varacaksınız. Burası eski günlerde ana giriş olarak kullanılan Mağribi tarzında bir yapı. Buranın biraz üstünde Alcazaba ve Palacio de Carlos V arasında Plaza de los Aljibes yer almakta, hemen yanında da 13. yüzyıl yapımı Puerta del Vino bulunmakta. Daha içeride ise Iglesia de San Mary görülebilir. Daha arkada ise, pansiyonlara, otellere açılan Silla del Moro bulunmakta.
Buralar buram buram tarih kokan yerler; belki de aslanlı havuz başında I. Yusuf en sevdiği oğlu İsmail’i kucaklarken, diğer oğlu V. Muhammed kıskançlıkla onları seyretmiştir, ya da şehrin yeni fatihleri teraslardan zafer sarhoşluğu içinde şehir manzarasını seyretmişlerdir.
El Hamra’da V Carlos Sarayı, bugün iki müzeye ev sahipliği yapıyor; Museo de Bella Artes ve Museo de Alhambra…İlk katta El Hamra Müzesi birbirine geçmeli yedi odada Mağribi sanatının ve gündelik eşyalarının nadide örneklerine ev sahipliği yapıyor. İkinci katta ise Güzel Sanatlar Müzesi’nde 9 odada 15-20. yüzyıl arasındaki İspanyol ressam ve heykeltraşların eserleri sergilenmekte… Müze’den aklınızda kalacak en önemli isim Alonso Cano; bir çok mimari şahesere imzasını atan bu ismin resim ve heykellerini de burada görme şansınız olacak. Müze, Rönesans ve Mannerizm, Granada Baroğu, 19. ve 20. yüzyıl ressamlarından oluşan bölümlere ayrılmış. Ama Müzeden çok şey beklemeyin, hele ki El Hamra’yı gezdikten sonra giderseniz pek bir şeye benzetemeyebilirsiniz. Burası pazartesi kapalı, salı 14.30-20.30, çarşamba-cumartesi 09.00-20.30, pazar 09.00-14.30 arası ziyaret edilebilir, giriş 1,50 euro.
El Hamra’ya Plaza de Isabel Catolica Meydanı’nın ilerisindeki Cuesta Gomerez’i izleyerek çıkabileceğinizi belirtmiştim. Burası seramikçilerin, kafelerin, flemenko gösterilerinin şenlendirdiği kısa bir sokak, sonra hemen Granada Kapısı’ndan parka giriyorsunuz. Çok güzel, surlar boyunca yeşillikler içinde kıvrıla büküle giden bir yol ama yorucu olabilir; ne de olsa El Hamra’da sizi zevkli ama uzun bir yol bekliyor. Onun için eğer yürümek istemezseniz, Plaza de Isabel Catolica’nın hemen yanındaki Pavaneras’tan kalkan C3 hatlı dolmuşa binebilirsiniz, kapı önünde kadar götürüyor.
Tabii asıl sorun El Hamra’ya bilet bulabilmekte… Özellikle yaz sezonuysa, kapıdan bilet bulabilmek çok zor, özel turlara yüksek meblağlar ödemek zorunda kalabilirsiniz. Onun için en iyisi, seyahatiniz planlar planlamaz ‘ticktes.alhambra-patronato.es’ sitesinden biletinizi almanız. El Hamra ve Generalife’ı kapsayan genel bilet 14.85 euro… Başka seçenekler de var: Nasrid Sarayı’nı gece gezmek 8.00 euro, sadece Generalife ve Alcazaba’yı gezmek 7.00 euro, Genelife’ı gece gezmek 5.00 euro ve El Hamra ve Rodriquez Acosta Vakfını birlikte gezmek 17.00 euro gibi…
Biletinizdeki saat, Nasrid Sarayı’na giriş saati ve bu saatten daha önce sıraya girmenizde fayda var. Size önerim erken gelip önce Alcazaba ve Carlos V Sarayı’nı gezmeniz. El Hamra’ya giderken internetten aldığınız biletin çıktısını götürmeniz gerekir. İnternetten bilet almadıysanız, El Hamra girişinden ya da Calle Reyes Catolicos üzerindeki Tienda de la Alhambra mağazasından şansınızı deneyebilirsiniz. Dahası, Endülüs’teki diğer şehirlerden de El Hamra’ya tur düzenleniyor; oralara gitmişken bu kadar önemli bir yeri riske atmayın, önceden bilet alın. İnternette, bazen yerin olmadığı görünse de pes etmeyin, zaman zaman ek biletler konuyor. Size bir tavsiye daha; akşam saatlerine bilet aldıysanız ayağınızı çabuk tutmanız da fayda var çünkü kapanış saatine kadar gezemezseniz kendinizi dışarıda buluyorsunuz. Ben son gidişimde aslanlı havuz ve avlunun resmini çekebilmek için saçlarını savura savura poz veren bir kadını beklediğim için Generalife’ı hakkıyla gezemedim. El Hamra 15 Mart-14 Ekim arası 08.30-20.00 arası, ayrıca salı-cumartesi 22.00-23.30 arası; 15 Ekim-14 Mart arası 08.30-18.00 arası, ayrıca cuma-cumartesi 20.00-21.30 arası açık.
Şehir Merkezi
El Hamra’dan dönüşte Calle Reyes Catolicos boyunca Isabel Catolica Heykeli’ne doğru yürürseniz şehrin merkezine varırsınız.Heykelin kesişme noktası olan Calle Reyes Catolicos ve Gran Via de Colon’u esas alarak bu bölgedeki önemli yerleri gezeceğiz şimdi. Eğer bu noktaya uzak bir yerde konaklıyorsanız, LAC, C1, C2, SN1 ve SN4 hatlı otobüslerle gelebilirsiniz.
Catedral Santa Maria de la Encarnacion- Capilla Real
Granada’nın diğer bir görkemli yapısı da Granada Katedrali (Catedral Santa Maria de la Ercarnacion). Sırtınızı Isabel Catolica Heykeli’ne döndüğünüzde, Gran Via de Colon üzerinde dümdüz yürüyerek 3 dakikalık mesafede olan bu Katedral, gezginler için önemli bir merkez. Katedral, şehrin ana camisinin üzerine 1523’de yapılmaya Gotik tarzda başlanmış, sonra Rönesans havasına sokulmuş, yapımı sırasında farklı mimarlar devam etmiş ve tamamlanması 1561’yi bulmuş. Dış cephesi gayet çarpıcı olan Katedral’in iç yapısı 1667’de ise tamamen değiştirilip Barok tarzda yeniden yapılmış. Ana girişteki üç kemerli kapının üstünde Katolik krallarının ile havarilerin heykelleri bulunuyor.
Metal, taş ve seramik süslemeleri ile göz dolduran şapellerden en önemlisi Nuestra Senora de la Antigua Şapeli. Katedral iki kuleli olarak tasarlanmış ancak biri, planlanandan daha kısa olarak yapılmış. Kubbenin altında yer alan 16. yüzyıl pencerelerinde Juan del Campo’nun Pieta’sı görülebilir. Katedral yapımında görev alan Granadalı mimar Aonso Cano’nun mezarı da burada yer almakta. Katedral, vitraylarla süslenmiş şapelleri ve Rönesanstan Baroğa uzanan mimarisiyle mutlaka görülmesi gereken yerlerden. Katedral pazartesi-cumartesi 10.00-18.30, pazarları ve tatil günleri 15.00-18.00 saatleri arasında ziyaret edilebiliyor ve giriş 5 euro.
Katedral, şehrin ana caddesi Gran Via de Colon üzerinde ama girişi arka tarafta Plaza de Pasiegas’ta. Burası tarihi bir merkez. Katedralin hemen karşısında ise Universitad Literiria var. V. Carlos tarafından 1526’da yaptırılan bu Üniversite binasında bugünlerde Azize Teresa ile ilgili bir sergi yer almakta ama binanın kendisi belki daha ilgi çekici olabilir.
Bu alanda diğer önemli yer ise, Capilla Real… Katedral’e bitişik, 1505-1521 yılları arasında yapılan kilise, başta Kraliçe Isabel ve Kral Fernando’nun olmak üzere kraliyet mezarlarının olduğu bir yer. Gotik tarzda yapılan bina tamamlanmadan kral ve kraliçe ölünce bir süre vücutları San Francisco Manastırı’nda korunmuş. 1521’de Carlos V tarafından kral ile kraliçenin vücutları ebedi istirahatgahlarına taşınmış. Buraya 1518 yapımı ticari merkez olarak yapılan bir bölümden giriliyor. Burası Aziz Ildefonso Şapeli, Katedral Kapısı ve Kutsal Haç Şapelinin bulunduğu bölüme açılıyor. 47 metre yükseklikteki Capilla Real, bir kapıyla Katedrale bağlanmakta. Vitray süslemeleri, Carrera mermerinden figürleri ile Alonso Cano’nun eserleri göze çarpan yerleri. Sunak ise ayrı bir ihtişam taşıyor. Botticeli, Memling, Perugino ve Van der Weyden’in resimleri de kaçırılmaması gereken eserlerden. Kilisede ayrıca aralarında Kral Fernando’nun kılıcı, Kraliçe Isabel’in tacının da bulunduğu kraliyet eşyalarının sergilendiği küçük bir müze bulunmakta. Resim çekmek yasak ama taş, ahşap, metal işçiliğin birbirini tamamladığı bu muhteşem yer zaten unutulacak gibi değil, ben yine de Isabel’in tacının resmini çekebildim. Burası pazartesi-cumartesi 10.15-18.30 arası, pazar 11.00-18.30 arası açık ve giriş 4 euro.
Palacio de la Madraza
Gran Via de Colon üzerinde metal işlemeli bir kapıyla girilen Calla Oficios bizi karşısında yer alan1349’da I Yusuf tarafından kurulan Medrese binasına götürür. Granada’nın ilk üniversitesi olan ve öğrencileri arasında felsefeciler, sanatçılar, yazarlar, doktorlar bulunan bu yapı Fernando II tarafından 1500’de belediye binasına dönüştürülmüş. 1722’de yapılan müdahalelerle Mağribi tarzından çıkarılıp barok havaya sokulan yapının en nadide yeri, Mağribi döneminden kalan mihrabı. Şimdilerde Granada Üniversitesi’nin parçası olan Medresenin ilk bölümü ücretsiz görülebilir ama diğer bölümleri gezmek için 2 euro ödemeniz ve rehberli tura katılmanız gerek. Burası her gün 10.30-20.00 arası gezilebilir.
Centro de Arte Jose Guerrero
Yine Calle Oficios üzerinde; Medrese’nin yanında, Katedralin karşısındaki bu yer, çağdaş sanat müzesi ve 10.30-14.00 ve 16.30-21.00 arası ziyaret edilebilir. Kendi kalıcı sergisinin yanında daha çok geçici sergilere ev sahipliği yapıyormuş. Ama ben gitmedim. zamanım varken yine de gitmedim. Çünkü burası aslında gezimin son demlerine denk geldi ve gezi boyunca en alakasız yerlerde; bir eski malikanede, bir manastırda, enstalasyon diye gözlerini belerte belerte bakan oyuncak bebekler, oradan buradan sarkıtılmış türlü öteberi görmekten başım döndü. Ben gitmedim ama burası gezi rotanızın üstünde, girişi ücretsiz, isterseniz buyrun…
Alcaiceria
Buraya kadar gelmişken alışveriş de yapalım derseniz Alceiceria, otantik bir ortamda baharatlar, kumaşlar, hediyelik eşyalar, elbiselerle dolu bir pazar, biraz İstanbul’un Mısır Çarşısı kıvamında. Her ne kadar Mağribi pazarı olarak kurulsa da her yolun Roma’ya çıkması gibi, buranın isminin kökeninde de bir Roma olayı varmış; kelimenin Arapça aslı al Kayser-ia’dan geliyormuş ve 6. yüzyılda Romalıların Araplara ipek satma izni vermesi üzerine Kayser’e teşekkürlerimizle gibisinden bir anlam içeriyormuş. Pazar haline dönüşmesi 15. yüzyılda olmuş. Bugün, hala renkli, hala ekzotik ve canlı…
Corral de Carbon
Hazır merkezdeyken, yine bu civardaki Granada’daki Mağribi döneminden kalan tek han olan Corral de Carbon’a da uğramakta fayda var. Bu günlerde kültür merkezi olarak kullanılan bu yer, bir zamanlar tüccarların konakladığı, toptan satışların yürütüldüğü bir hanmış. 1336 yılında yapılan iki katlı binanın en büyük süksesi giriş kapısındaki Mağribi tarzdaki süslemeler. Ticaretten sanata uzanan renkli bir geçmişe sahip bu bina, şu haliyle geçmişinden pek bir sır vermiyor bize, içi gayet sıradan… Burası Plaza Isabel la Catolica’nın biraz ilerisinde, Calle Mariana Pineda’da, her gün saat 09.00-19.00 arası ziyaret edilebilir, giriş ücretsiz.
Sacromonte ve Albaicin
Bir ziyafet sofrasından bahsedeceksek Granada’da ana yemek elbette ki El Hamra ama Sacromonte ile Albaicin de, Granada’nın tadı tuzu, sofranın sürprizi… Plaza Nueva’dan yukarı, Darro Nehri boyunca Cuesta del Chapiz’e kadar yürüyüp oradan sola yukarı saptığınızda yol sizi Albaicin ve Sacromonte’ye götürecek. Dik bir yokuşla çıkılan bu yolun sağ tarafı Sacromonte, sol tarafı ise Albaicin.
Kutsal mağaralar olarak tanımlanan Santas Cuevas, Sacromonte’nin başlangıcı olarak kabul edilebilir. Kutsal mağaralar da biraz masal biraz gerçek olaylara dayanıyor galiba; burada İmparator Neron zamanında yakılarak öldürülen Granada’nın ilk psikoposu Elvira’lı Caecilius ve 11 takipçisinin vücudundan kalanlar ile birlikte bulunan Los Plomos olarak tanınan kurşun levhalar buranın önemini artırmış. 1595’de bulunan ve latin ve arapça yazılmış 22 kurşun levhanın daha sonra sahte olduğu savunulmuş. Bu levhaların içeriği, Hristiyan olan Mağribilerin İslam ile Katolikliğin ortak yönleriyle bulmaya yönelikmiş. Daha sonra 16 yüzyıl sonunda burada ilk mağara evler görünmeye başlamış. ama bu tür yerleşim 19 yüzyıla kadar çok rağbet görmemiş.
Gittikçe burası çingenelerin yerleşim alanına dönmüş ve flamenkonun doğduğu yerlerden biri olarak kabul edilmiş. Günümüzde ise hafiften turistikleşmiş Flamenko gösterilerinin ana merkezi durumunda. Sacromonte, flamenkonun doğduğu yerler olarak kabul gören mağara evleriyle ünlü. Bunun dışında ise, Ermita del Santo Sepulcro Kilisesi ve Valparaiso Dağı tarafında Abadia del Sacromonte Manastırı, buranın görülmeye değer yerleri. 17. yüzyıl yapımı olan manastır civarındaki mağaralarda Aziz John’un hacı bulunmuş. Ben Sacromonte’deki kiliselere gitmedim ama zamanınız ve ilginize göre ziyaret etmek isterseniz pazartesi-cumartesi sabahları 10.00-13.00, pazar sabahı 11.00-13.00 arası ziyaret edilebilir. Öğleden sonraları ise pazartesi-pazar yazın 17.00-19.30, kışın 16.00-18.00 arasında gidilebilir. Giriş 4 euro
Sacromonte’ye Katedralin önünden geçen C2 ile gelebilirsiniz. Mağara evlerde düzenlenen gösteriler yanında bu bölgenin bir önemli yeri de, bu mağara evlerin ve Flamenko kültürünün tanıtımına yönelik Museo Cuevas de Sacromonte. Bu müze de dahil olmak üzere, gezi boyunca Flamenko kültürü ile ilgili gördüklerim, denediklerim Endülüs’te Flamenko yazımda yer aldığından bu konuyu bitirip geziye devam ediyorum. Ayrıca burada bir de pazartesi-perşembe günleri 10.00-13.00 arası gezilebilen Museo Mujer Gitana var ama ben hiç açıkken denk gelmedim. Şimdi önce Albaicin’i gezelim, Plaza Nueva’dan başlayarak…
UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası Listesi’nde bulunan Albaicin, birbirine bağlanan daracık yolları, beyaza boyalı evleriyle bir Arap mahallesi. Puerta Nueva’dan başlayıp Cuesta de la Alhacaba’ya kadar uzanıp Puerta de Elvira’yı içine alan bu bölgede, gezi planlarınıza dahil edeceğiniz bir çok yer var. Puerta Nueva’da dikkatinizi ilk olarak Real Chancilleria çekecek. Burası, 1530’da Katolik hükümdarlarca yaptırılan Kraliyet Yüksek Mahkeme binası…Diego de Siloe tarafından yapılan bir binanın ön yüzü Rönesans tarzında. Buradan Darro Nehri boyunca yürüyelim.
Biraz ilerleyince karşımıza Patio de los Perfumes müze/dükkanı çıkacak. 17. yüzyılda Markiz de Salar tarafından yaptırılan Rönesans malikanesi, bugün Parfüm Müzesi olarak hizmet veriyor. Parfüm hakkında bilgi alabileceğiniz, çeşitli kokuları deneyebileceğiniz bu biraz da uyduruk müzenin en ilginç yanı evin kendisi. Ama daha böyle çok malikane göreceğiz. Yine de görmek isterseniz 10.00-20.00 arası rehberli turlara katılabilirsiniz.
Bu noktada Darro Nehri’nin kıyısındaki bir kiliseye dikkatinizi çekmek isterim. Bu küçük ama etkileyici kiliseye göz atın. Almanzora Camisi yerine 1501’de yapılan Iglesia de Santa Ana, girişindeki Azize Ana heykeli ve iki yanındaki Meryem heykelleriyle dikkati çekiyor. Kilise, Korint tarzı sütunları, Rönesans tarzı kapısı ve Mağribi havasıyla ve içindeki şapelleriyle ilginizi hak ediyor. Mariana Pieneda vaftiz edilmiş ve Granadali ressam Jose Riseno ile ilk siyahi şair Juan Latino’nun mezarları da burada. Giriş 2 euro ama asıl önemli olan açık yakalamak.
Bu yol üzerinde, şehrin tarihine tanıklık etmiş bir çok yapıyı göreceğiz. Bunlardan biri de Palacio Mariana Pineda. Granada’da doğan ve 1831’de yine Granada’da ölen özgürlükçü kadın kahraman Mariana Pineda’nın evi olan ve bugün bir butik otel olarak kullanılan yapı, aslında 1644’de yapılmış, tavanı, kuyusu, kileri o günlerden kalmaymış. Bu malikanenin tadını çıkarmak isterseniz El Hamra manzaralı 5 odasından birinde kalabilirsiniz.
Aynı yol bizi El Banuelo/ Banos Arabes’e getirecek. 11. yüzyılda yapılmış olan hamam, Mağribi hamamlarına iyi bir örnek. Roma hamamları mantığıyla sıcak-ılık-soğuk odalardan oluşan bu hamam, üstündeki ev sayesinde Hristiyan dönemini yıkılmadan atlatmış. Hristiyanlar Arap hamamlarını fuhuş merkezi olarak gördüklerinden yok etmişler ama geriye kalan bu hamam, o dönemlerin havasını bugüne taşımakta; tabii artık o günlerde ne yaşandıysa yaşanmış, o kadarını göremiyoruz.
Eğer hamamlarda, geçmişin izlerini değil bugünün masajını tercih ederseniz Aljiba San Miguel, Arab Baths Elvira, Hammam Al Andulus, Royal Spa gibi yerlerde, masajlı masajsız hamam keyfini 23-50 euro arası fiyata yaşayabilirsiniz. Hammam Al Andulus’dan yaz sıcağında içeriden perperişan pancar kırmızısı suratlarla çıkanları gördükçe burası gerçek bir hamam dedim.
El Banuelo 09.00-14.15 ve 17.00-20.15 saatleri arasında gezilebilir. Fiyatı 5 euro ama bu fiyata Casa Horno de Or ve Palacio Dar al-Harra’da dahil.
Casa Horno de Oro, Hamamın biraz yukarısında, aynı isimli ara sokakta. 15. yüzyıl sonlarında yapılan yapı, geleneksel avlu etrafında 2 kattan oluşuyor, Mağribi tarzı kemerli geçişlerle birbirine bağlanan odalarda bugün resim ve fotoğraf sergileri düzenleniyor.
Palacio Dar al-Horra ise muamma. Neredeyse yarım gün onu ararken tüm Alabaicin’i keşfettim, hatta Belçikalı ressam Max Moreau’nun gizli saklı evini dahi buldum ama burayı bulamadım. Haritadaki işaretlenen yerde Santa Isabel la Real Manastırı vardı. Neden sonra anladım ki, Sultan XI Muhammed’in eşi Ayşe için yapılan bu Nasridi dönem malikanesi, Santa Isabel la Real Manastırı’nın bir bölümü haline gelmiş ve Manastırın arka tarafına düşüyormuş. Neyse, ben burayı bulacağım diye epey bir zaman harcadım, zaman kaybı ve yorgunluk; bari siz yanmayın.
Darro Nehri’ne geri dönersek, burada bir başka (bence) turist tuzağı müze Museo Inquicision var. Bir Engizisyon Müzesine Cordoba’da gitmiştim, Granada’da gitsem mi diye düşünürken, burada akşamları Flamenko gösterisi düzenlendiğini öğrenince bir taşla iki kuş vurmaya karar verdim ama gösteri zamanını yanlış gördüğümden kuş falan kalmadı ortada. Neyse siz gitmek isterseniz giriş 6 euro, pazartesi-pazar günleri 10.30-21.00 arasında açık. Darro üzerinde bir köprü kalıntısı göreceksiniz: Puerta de los Tableros… Alcazaba ve El Hamra arasında su tedarik yapıları olarak 11. yüzyılda yapılmış çiftli kapıdan geriye kalanlar bunlar.
Burada ayrıca Casa de las Chirimias’a göz atabilirsiniz. 1609 yapımı bu yapı 25 m’ lik kare bir alana iki kat olarak yükselmekte; burası zamanında belediye meclisi müzik çalışmaları için tahsis ettiği bir yermiş. Nehir boyunca belki de en önemli yerlerden biri Casa de Castril ve oradaki Museo Arquelogico… 1539’da yüzyılda Rönesans tarzında yaptırılan bu malikane bugün Granada’nın Paleotikten Mağribi dönemine kadar, geçmişine ışık tutmakta. Granada, ilk insan yerleşimlerinin göründüğü alanlardan ama müze, bu köklü geçmişi yansıtacak çapta bir yer değil. Bir Rönesans malikanesinde, El Hamra manzarası eşliğinde birkaç antik obje görmek ilginç olur derseniz 1,5 euro ödeyerek gezebilirsiniz.
Darro boyunca bir önemli yer de Casa de los Pisas ve Museo San Juan de Dios… Bu Gotik tarzlı, Mağribi havalı malikane, Pisa ailesi tarafından 1492 civarında yaptırılmış, kraliyet ailesine önemli hizmetler veren bu aile San Juan de Dios’yu evlerinde ağırlamışlar. Granada’nın sevilen bir ikonu haline gelen San Juande Dios, 1550’de bu evde ölmüş. Portekiz de doğan San Juan de Dios, 1536’da Granada’ya gelmiş; o zorlu zamanlarda Duarte kendini hasta ve yoksul insanlara adamış, zamanla şehrin azizleri arasında sayılmış.
O nedenle Granada’da kaldığı bu ev önemli. 19 yüzyılda bu ev, Hospitaller Tarikatı tarafından alınmış ve San Juan’a adanmış. Burası rehber eşliğinde geziliyor. Ben o turda burayı gezen tek kişiydim ve rehber San Juan’ın dua ederken öldüğü odayı, yatağı ve ölüm anını tasvir eden heykelini uzun uzun anlattı. Bir dönem malikanesini gezmek, San Juan’ın kaldığı oda penceresinden de görülebilen Neogotik şapeli görmek ilginç olabilir. Ayrıca Hospitallerin dünyanın dört bir tarafından gönderdiği, yerel malzemelerle yapılmış hediyeler de ilginizi çekebilir. Bugün hala Müzenin arka tarafında bir huzur evi bulunmaktaymış. Gezmek isterseniz 10.00-14.00 arası 3 euro karşılığında içiniz bayılana kadar San Juan hakkında bilgi alabilirsiniz…
Yolumuza devam edersek Convento de Santa Catalina de Zafra’yı göreceksiniz. Bembeyaz boyalı bu Manastır, 1540’da Hernando de Zafra’nın dul eşi tarafından yaptırılmış. Alışverişten dönen rahibelerin girişleri sırasında görebildiklerimle sınırlı burası, almadılar tabii beni içeri… Ama Casa Zafra ziyarete açık ve 09.00-14.30 ve 17.00-20.30 arasında ücretsiz gezilebilir. Mağribi tarzındaki bu 14. yüzyıl malikanesi, bugün çağdaş sanat eserlerine ev sahipliği yapıyor. Mermer havuzu, serin avlusu yanında 16. yüzyılda eklenen ikinci katta, atık malzemelerden yapılan giysiler sergilenmekte; bir şeye benzemiyorlar haliyle.
Bu yol üzerinde değineceğimiz son yapı da Convento de San Bernardo. Manastır’ın kuruluşu 1683’e kadar uzansa da binanın yapımı 19.yüzyılı bulmuş. Endülüs Baroğu ile klasik tarzın harmanlandığı Manastırda, tatlı ve şekerleme satışı da yapılıyormuş, tabii açık bulursanız. Hemen aynı yol üzerindeki bir kilise de Iglesia de San Pedro y San Pablo; 1559-1594 yılları arasında Mağribi-Rönesans tarzda yapılan bu kilise, Granada’daki ilk haç şeklindeki kiliseymiş.
Albaicin bölgesindeki manastırları gezebilmek hüner istiyor. Hadi Convento de San Bernardo zaten turistik bir yer değil ama Monasterio de la Concepcion/Museo Conventual, turist broşürlerinde ziyaret saatleri belirtildiği halde bir türlü göremediğim yerlerden oldu. Darro’ya paralel ama daha içeride olan bu Manastıra, belirtilen saatlerde gittim, zilini çaldım, kapısını yumrukladım; nafile… Sonunda güleç yüzlü ama belli, beni başından atacak bir rahibe, İspanyolca bir şeyler dedi, bir yerleri işaret etti ama beni içeri almadı. Bahçesinden El Hamra’yı seyredebildim, bu da bir şey… Ama kuruluşu 1518’e giden ve içinde dönemin sanatçılarının değerli çalışmaları bulunan Granada’nın bu eski Manastırını görmeyi bir de siz deneyin derim. Ziyaret zamanı salı-pazar 10.45-13.00 arası, giriş 5 euro. Gezemezseniz dert etmeyin; önümüzde gezeceğimiz iki önemli manastır var.
Carrera del Darro bitiminde Cuesta del Chapiz’e dönüyoruz. Köşede Palacio de los Cordova bulunmakta. Burası 1530 ve 1592 yıllarında inşa edilmiş dış cephesi Rönesans, iç avlusu Gotik tarzda olup 1983’ten bu yana Belediye arşivi olarak kullanılmaktaymış. Ayrıca bina tören ve kutlamalar için de rezerve edilebiliyor. Sadece bahçesi ziyarete açık, giriş ücretsiz 10.00-14.00 ve 18.00-20.00 saatleri arasında gezebilirsiniz.
Hemen üstünde de Casa del Chapiz yer almakta; burası Sacromonte’ye ayrılan yolun tam köşesinde bir malikane. Aslında burası iki evden oluşan bir kompleks, iki Arap ailesine aitmiş ama Hristiyan fethinden sonra Hristiyan olmuşlar ve Lorenzo el Chapiz y Hernan Lopez el Feri isimlerini almışlar. Bugün burası İslam çalışmaları için ayrılmış bir bina. Ama bahçesi ziyarete açık; giriş 2.00 euro, pazartesi-pazar 09.00-14.30 ve 17.00-20.30 arası El Hamra manzaralı bu bahçeyi dolaşabilirsiniz.
Yolun öbür tarafında da Carmen de la Victoria var; yine bir malikanenin bahçesi… Aslında burası 1945’ten beri Granada Universitesine ait bir yer ama bahçesi gezilebiliyor. Bu noktada ‘Carmen’ olayına değinmekte fayda var. Bu carmenlerin Bizet’nin operasına konu olan kader kurbanı, bizim fettan Carmen ile hiç ilgisi yok; bu carmen olayı, Mağribiler döneminden yadigar evlerin bahçesine verilen bir isim; teraçalandırılmış, mozaiklerle süslenmiş alanlarda dönemin zevkine göre peyzajı yapılmış bahçe… Kesilmiş, biçilmiş, şekil verilmiş ağaçlar, şanslıysanız bir de El Hamra manzarası girer kadraja, o kadar… Ancak Generalife gibi görkemli bir bahçesi olan bir şehirde, onun bahçesi, bunun avlusu diye dolanmanın bir anlamı da yok, çünkü iş hem zaman hem enerji, hem de bazen para kaybına varıyor. Türkiye’de peyzajı yapılmış eli yüzü düzgün parklarda bu carmenlerden alasını görebilirsiniz, bu nedenle carmenler yolunuzun üstünde denk gelirse göz atın ama özellikle bunları gezi programınıza almanıza gerek yok bence. Carmen de la Victoria, Casa del Chapiz ve Albicin sokaklarında göreceğiniz Casa Cypresses ve Belçikalı sanatçı Max Moreau’nun malikanesinin carmenleri de bunlara bir örnek…
Artık sola, Calle de Agustin’den içeri girip Albaicin’in derinliklerine doğru yol alacağız. Bizi El Hamra’nın panoromik görüntüsüne mest olacağımız bir alana getirecek bu yol. Alanda müzisyenler, sokak sanatçıları eşliğinde manzaranın tadını doya doya çıkarın. Bu alanda ayrıca görmeniz gereken bir kilise de var: Iglesia de San Nicolas… Bu gidişimde restorasyon geçirdiği için ziyarete kapalıydı ama daha önceki gezilerde görmüştüm. 1525’de eski bir caminin üzerine Mağribi ve Gotik tarzda yapılmış bu kilise 2 euro karşılığında gezilebiliyor. Beyaz boyalı, alçak kuleli, kemerli iç yapısı ile gayet sade bir yer. Kilisenin çevresinde Convento Santo Tomas Villanueva ve Granada Camisi bulunmakta. Hristiyan fethinden sonra yasaklanan İslam, son dönemde tekrar şehrin yaşantısına girmiş görünüyor; 2003 yılında açılan bu cami de bunun bir işareti. Ziyarete açık olan Caminin bahçe manzarası müthiş. Bu arada Caminin büyük pencerelerinin esin kaynağı İstanbul’daki Sultanahmet Camisiymiş.
Bu alanın hemen arkasında ise Iglesia del Salvador bulunuyor. 9.yüzyılda yapılan Granada Ulu Camisi yerine 1674’te Mannerist tarzda inşa edilmiş. Kilise Bocanegra’nın Son Akşam Yemeği resmi, Pedro Duque de Cornejo ile Senor de la Sangre’nin yontularını da içeren zengin sanat koleksiyonuna sahip. Buranın bir görmeye değer yanı da, avlusu… Giriş 1 euro.
Plaza Nueva civarındaki bir kilise de, Iglesia de Corpus Christi… 16. yüzyılda Barok tarzda yapılan kilise, Granada kuşatması sırasında savaşan askerleri korumak için kurulan Corpus Christi Tarikatına aitmiş.
Göremediğim bir yer de Monasterio Santa Isabel La Real… Burası 1501’de Kraliçe Isabel tarafından kurulmuş. Ön yüzde kralların arması görülebilir, içini göremedim ama 16,17,18. yüzyıl sanat eserlerini barındırdığı belirtilmekte. Ben defalarca gittim, hiç açık görmedim ama rivayet odur ki, perşemce-cuma-cumartesi saat 11.00’de rehberli turlar düzenlenmekteymiş.
Buranın karşısında ise Iglesia San Miguel Bajo bulunmakta… Burası da eski bir caminin üzerine yapılmış, camiden geriye sadece sarnıç kalmış. 1528 yılında yapımına başlanan kilisede Gotik ve Rönesans etkiler görülmekte, kule ise Mağribi tarzdaymış.
Bu alanda bir önemli yapı da, Hospital de la Virgen del Pilar; 1630-1663 arası Rönesans tarzdaki bu hastane, şehir meclis üyesi tarafından saçkıran tedavisinin bulunmasına duyduğu şükranın ifadesi olarak yaptırılmış.
Albaicin’de ilginizi çekecek bir yer de Aljibe del Rey veya Museo del Agua… Mağribi dönemden kalan su sarnıcının görülebileceği bu yer, ücretsiz ziyaret edilebilir, burası da Monasterio Santa Isabel La Real yanındaki geniş parkın arkasında.
Albaicin’de dikkati çeken diğer bir yapı Puerta Elvira ve çevresindeki Real Hospital. Puerta Elvira, Granada’nın geriye kalan şehir kapılarından. Abarqueros Sokağı ardında da şehir surları görülebilir. 11. yüzyıldan kalma Puerta Elvira eski Müslüman şehir duvarının ana parçalarından ve zamanında Granada’ya açılan bir kapı. Hemen yanında görkemli havuzuyla Elvira Parkı, var. Real Hospital, 1504’te Kraliçe Isabel ve Kral Fernando tarafından kurulmasına karar verilen ve 1511’de yapımına başlanan bir hastane, yıllar içinde amacı değişmiş, bir ara fakir ve muhtaçlara bakım ve sığınma yeri olarak kullanılmış, hatta adını sık sık duyduğumuz San Juan de Dios deli diye buraya hapsedilmiş. Hristiyan Hanedanı tarafından Granada’da kurulan ilk yapılardan olan bu hastane, zührevi ve akıl sağlığıyla ilgili hizmet vermiş. Şimdi ise üniversite bünyesinde ve niye şaşırayım ki, bazı bölümlerinde yerlere atılmış plastik insanlar şeklinde akıllara ziyan enstalasyonlar bulunmakta. Hastane yakınında da Iglesia del Hospitalicos görülebilir. Buranın hemen arkasında da Fray Leopoldo adına bir vakıf ve modern bir kilise mevcut.
Pena la Plateria, Albaicin’de bulunan Granada’nın en eski Flamenko klüplerinden; 1949’da kurulmuş ve her perşembe saat 22.00’de Flamenko gösterisi düzenlenmekte. Ayrıca ön tarafta iddialı bir de restorantı var.
Albaicin sokaklarında dikkate değer bir yapı da Casa de Porras… Arması başka aileye ait olsa da Rönesans ve Mağribi tarzlarının harmanlandığı bu 16. yüzyıl malikanesi belediye meclis üyesi Porras ailesine aitmiş. Şimdi ise Granada Üniversitesi’ne bağlı bir birim ve sadece girişi görebiliyorsunuz.
Albaicin sınırlarında kalsa da bir zamanlar şehrin tam bittiği yerde bulunan Iglesia de San Ildefenso, 1553-1559 arasında Rönesans-Mağribi tarzda yapılmış ve burası Endülüs gezisi boyunca bir çok eserini göreceğimiz çok yönlü sanatçı Alonso Cano’nun vaftiz edildiği yermiş. Önünden geçeceğimiz bir başka malikane de, 16 yüzyılda Nasrid-Mağribi tarzda yapılan Casa Morisca el Corralon.
16 yüzyılın başlarında eski bir caminin yerine yapılan Iglesia de San Juan de los Reyes, Müslümanlıktan Hristiyanlığa geçenlerin toplandığı ilk yerlerdenmiş, ayrıca Katolik Hükümdarların ilk takdis yerlerinden biriymiş. Yan duvarı, ikinci bir kapı açmak için 19 yüzyılda yeniden yapılmış, minaresi ise Mağribi döneminden kalmaymış. Gotik ve Mağribi tarzlarının hakim olduğu bu kilise, benim için önünden defalarca geçilip gezilemeyen kiliselerden biri.
Bu Kilise’nin hemen yanında ise Casa de Agreda bulunmakta; 16 yüzyıl Manneriz havasını taşıyan bu malikane, dönemin yöneticilerinden Diego de Agreda’ya aitmiş. Ziyaret edilemiyor ama içi İspanyol Herraryen tarzında yapıldığı ve sunak taşında San Juan de Dios’nun dinlendiği belirtilmekte…
Albaicin sokaklarında rastlayacağınız bir küçük kilise de İglesia de San Gregorio Betico. Psikopos Gregorio Betico önerisiyle 1593’de Barok-Rönesans tarzında yapılmış, Kilise’den aşağı doğru yürürseniz de, Alcaiceria’nın devamı gibi duran Caldereria sokağına girip Gran Via de Colon’a ulaşacaksınız. Bu ara sokak çok keyifli bir yer; alışveriş yapabileceğiniz gibi soluklanabileceğiniz kafeler, pastaneler, barlar bulunmakta.
Albaicin sokaklarında dolanmaya devam ediyoruz… Şimdilerde Endülüs Müzik Dökümasyon Merkezi olarak kullanılan Palacio de los Carjaval, 16. yüzyılda Mannerizm tarzında yapılmış.
Ziyaret edemeyeceğiniz ama önünden geçerken göz atabileceğiniz bir yapı da Manistan/Casa de la Moneda… 1365’de Nazari Kralı V Muhammed tarafından hastane olarak yaptırılan bu iki katlı bina, Hristiyan dönemde darphane, rahiplerin yatakhanesi, hapishane gibi amaçlarla kullanılmış, 1843’ten sonra terk edilmiş. Yapının avlusundaki havuz başındaki aslanlar bugün El Hamra’da sergilenmekte.
Albicin sokaklarında rastlayacağınız ilginç bir yapı da, 11 yüzyılda Zirid Hanedanlığından kalma bir minare olan Alminar de la Mezquitade la Morabit /Alminar de San Jose… Bir Mağribi camisinden kalan bu minaresinin alt kısmında Roma döneminden kalma temeller bulunmaktaymış, sonra Halifelik dönemi yapısı yükselmekteymiş, 1525’te de tuğlalı kısım eklenmiş. Minarenin bugün ait olduğu kilise ise Iglesia de San Jose; bu Kilise 1517’de şehrin en eski camilerinden birinin üzerine yapılmış.
Albaicinde dolaşırken mutlaka uğramanız gereken bir yer de Plaza Larga… Granada, irili ufaklı bir çok meydandan oluşmakta, hayat bu meydanlarda akmakta. Burası şehir merkezine mesafesi olsa da çok canlı, renkli, bir yanıyla turistik ama yerel halkın da yaşadığı, şenlikli, tipik bir yer… Meydanda kurulan pazar da cabası… Buraya yolunuzu düşürün, Calle Panaderos ve Calle del Agua arasında sokaklarda dolaşın, pazarına göz atın, pastacılarında pasta tadın ve meydandaki kafelerde yorgunluk atın; burası günün tadını çıkaracağınız, eğlenceli bir meydan…
Albaicin gezimizde uğrayacağımız son nokta ise Iglesia de San Cristobal… 16. yüzyılda eski bir caminin yerine yapılan bu kilise, Mağribi özelliklerini hala taşımakta; bunun yanında Gotik ve Rönesans tarzında hissedildiği bina, Albaicin’in en yüksek noktasında. Kilisenin hemen karşısındaki seyir alanında, Sierra Neveda Dağları’na yaslanmış El Hamra manzarasının tadını çıkarın. Biraz ilerde ise Katedral ve Gran Via’nın manzarası sizi etkileyecektir. Eğer bu manzaraya karşı Flamenko gösterisi izlemek isterseniz, Tablao Flamenco’da hemen yanıbaşınızda. Buraya yürüyerek gelmek zor olabilir, N8-N9-C2 dolmuşları ile gelebilirsiniz. Burası iyi ki Granada’ya gelmişim diyeceğiniz yerlerden biri. Dinlendikten sonra şimdi merkeze dönüyoruz. Daha gezilecek yerler var.
Gran Via de Colon ve Centro Bölgesi
Şimdi Plaza Isabel Catolica’dan başlayıp Gran Via de Colon ile San Jeronimo ile San Juan de Dios caddeleri arasında kalan yerlere göz atacağız. Plaza Isabel Catolica’dan bakınca, bu caddenin başında karşılıklı duran Art Nouveau tarzında muhteşem binalar, modern Granada hakkında bize ipuçları verecek. Ama hemen yolun sağındaki girişten Calle Oficios ve Katedral ile şehrin Orta Çağ havasına geri döneceğiz. Burası şehrin gündelik yaşantısının sürdüğü ana cadde. Neo barok tarzda eklektik bir bina olan 1933 yapımı Banco de Espana binası da sağ tarafta gözünüze çarpacaktır. Şehrin yakın geçmişine ait bir bina da Iglesia del Sagrado Corazon; 20 yüzyıl başlarında şehrin yeniden düzenlenmesi sırasında yapılan bu Kilise, Mağribi tarzda tuğla döşeli ve sivri kemerli pencere ve kapılarıyla Gotik tarzı içermekteymiş.
Mağribi tarz ile Gotik uslubun bileşimi olarak yapılan kilisede, 1989’dan beri her Çarşamba günü Çingeneler Kardeşliği kutlamaları yapılmaktaymış. Gran Via üzerinde göreceğiniz bir yapı da 1500-1540 yapımı olan Monasterio de Santa Paula; eski Arap evlerinin üzerine kurulan bu Manastır bugün lüks bir otel olarak kullanılmakta ama kilisesi hala mevcut, kiliseyi gezmek için San Paula Sokağı’ndan girmeniz gerekecek.
Benim bu cadde üzerinde size tavsiye edeceğim yer ise, Galeria de Arte Granada Capital. Granada’ya her gidişimde bu galeride gördüğüm Granada temalı resimlere hayran oldum, ilgilenirseniz sizde bir göz atın. Bu yol üzerinde tavsiye edeceğim bir yer de Mercado San Agustin; hem yiyip hem alışveriş yapabileceğiniz büyük bir pazar burası. Akşam kapanıyor ama öğle yemekleriniz için ideal bir yer.
Gran Via de Colon’un paraleli diyebileceğimiz San Jeramino’da ilgimizi çekecek birkaç esere sahip. Katedral’den aşağı inerken önce Iglesia de los Santos Justo y Pastor karşımıza çıkacak. 1575’de barok tarzda yapılan Kilise, San Pablo Okuluna bağlıymış. Gösterişli girişi ve kubbesi ile haç şeklinde yapılmış bu Kilise 1799’da Santos Justo ve Pastor’a adanmış.
Buranın hemen yanında koyu pembe boyalı bir yapı var; Palacio de los Beneroso 1533’de yapılanbu yapı Beneroso ailesine ait bir malikaneymiş, 1702’de San Bartolome ve Santiago okuluna devredilmiş, bugün halen öğrenci yurdu olarak kullanılmakta. Mağribi tarzı ahşap tavanı ve muhtelif azizlerin heykellerini barındırmakta… Her ne kadar cephesiyle ‘burası turistik bir yer, gez beni’ dese de ve ben bu söze aldanıp içeri girmeye çalıştım ama pek öğrenci havası yaratamadım sanırım, içeri alınmadım. Buranın karşısında ise Convento la Encarnacion bulunmakta, halen tadilatta. Daha sonra ise Iglesia del Perpetuo Soccoro’ya ulaşacaksınız.
1686’da Barok tarzda yapılan Kilise, sonraki yıllarda elden geçirilmiş ve Neo Rönesanstan Güney Amerika Baroğuna kadar bir çok tarzın harmanlandığı yer olmuş. Buranın çaprazında ise Hospital San Juan de Dios bulunmakta. 1553 yılında yapılan ve halen hastanenin idari binası olarak da kullanılan bu yapıya göz atın, seramikleri ve taç kapısı ilginç…
Ama esas ilginizi çekecek olan Hastanenin hemen yanındaki Basilica de San Juan de Dios. 1737’de yapımına başlanan bu Kilise, içiyle, dışıyla, oymalarıyla, işlemeleriyle tam bir Barok harikası. Bir avludan girilen bu iki kuleli kilisenin üst katından çıkılıp sunağın üstü de gezilebiliyor. Gümüş bir korunak içinde San Juan de Dios’un kemikleri saklanmakta. Kilisede yağlı boya resimler, freskolar, seramiklerle San Juan’ın hayatı anlatılmış.
Hemen bu civarda gezebileceğiniz bir manastır daha var: Monasterio de San Jeromino…Roma Katolik Kilisesi ve Aziz Jerome takipçilerinin manastırı olarak kurulan bu yer, dünyada ilk kez Hazreti Meryem’in kutsal ruh tarafından hamile bırakıldığını kabul etmiş. Burası ilk olarak Kraliçe Isabel I ve Kral II Fernando tarafından kurulmuş. İki ayrı kilisenin bulunduğu Manastırın 1570-1605 arası yapılan büyük şapelinde Rönesans ve Mannerizm akımları hissedilmekte. Dini sahnelerle süslenmiş sunakta ayrıca Endülüs kahramanlarından Gran Capitan ve Düşes Sesa’nın dua ederken resimleri de mevcut. Dönemin bir çok sanatçısının eserini barındıran bu Kiliseye zaman ayırmanızı tavsiye ederim.
Bir başka manastır tavsiyem ise Monasterio de Cartuja de Granada… Burası aslında biraz şehir dışında… Albaicin’i anlatırken bir noktada Elvira Kapısı’nın yakınındaki Triunfo Parkı’na gelmiştik; aslında burası Gran Via de Colon’dan yürüyerek 10 dakikada gelebileceğiniz bir yer.
İşte bu parkın önündeki duraktan kalkan N7 hattı ile Cartuja Manastırı’na gidebilsiniz. Bu Manastır İspanyol Baroğunun en iyi uygulandığı yapılar arasında kabul ediliyor. Buranın yapımına 1516’da başlanmış ama tamamlanması 300 yıl sürmüş. Geniş bir avludan geçilip kiliseye varılıyor; kilise içinde birbirine geçişli şapeller adeta bir sanat galerisi. Arapça gözyaşı çeşmesi anlamına gelen ve Nasridi dönemde çok ünlü bir mekan olan Aynadamar tepesinde kurulan manastıra 16. yüzyıla ait ana kapıdan giriliyor. 16 yüzyılda yapılan kiliseye ise inananlar ve rahiplerin ayrı ayrı yerlerden girdiği üç kapıdan geçiliyor. Duvarlar ve tavanda zengin süslemeler başınızı döndürecek ama etraftaki resimler ve heykeller de yabana atılır gibi değil, hepsi dönemin önemli sanatçılarının elinden çıkma… Bunlar arasında Son Akşam Yemeği, İsa’nın Vaftisi, İşte İnsan, Mısır’a Kaçışta Dinlenme Molası gibi resimler dikkatimi çekti. Ama bir resim, heykel, süsleme bombardımanı altında kaldığınız için bazı şeyler de ister istemez gözden kaçıyor. Yine de Antonio Palomino eseri olan kubbesine dikkat edin.
Yine bu bölgede, otobüs terminaline yakın bir yerde boğa güreş arenası var ama sadece önünden geçtim, ara sokaklara sıkışmış bir durumdaydı. Şimdi tekrar merkeze Plaza de Isabel Catolica’ ya dönüyorum.
Diğer Yerler
Yukarıda bahsettiğim yerler dışında, diğer bölgelerde kalan bazı yerlerden de burada bahsedeceğim. Yine kalkış noktamız Plaza de Isabel Catolica. Buradan biraz aşağı yürürseniz Plaza del Carmen’de Ayuntamiento/Belediye Meclisi karşınıza çıkacak.
Şimdi tekrar kısa bir süreliğine C3 ile El Hamra tarafına gidelim. El Hamra’daki son duraktan bir önceki durakta gidilebilecek iki nokta var. Biri Carmen de los Marteres; burası 19. yüzyıl yapımı bir saray ve gezmemize izin verilen carmeni… Ortasındaki havuzu, İngiliz ve İspanyol tarz bahçeleriyle gezmemiz öneriliyor ama bizler iki ağaç görmek için oralara gittiğimiz halde burayı bir türlü açık bulamadık.
Burası Nisan-Ekim arası pazartesi-cuma 10.00-14.00, 18.00-20.00, cumartesi-pazar 10.00-20.00 saatlerinde, Ekim-Mart arasında ise pazartesi-cuma 10.00-14.00, 16.00-18.00, cumartesi-pazar 10.00-18.00 saatlerinde ücretsiz gezilebiliyor. Burası daha çok toplantılar için kullanılan bir alanmış. Carmenler hakkında zaten söyleyeceğimi söylemiştim; yine de gittim kapıdan döndüm, isterseniz siz de şansınızı deneyin.
Bu bölge de bir diğer nokta da Museo Casa Manuel de Falla… Burası, İspanya’nın milli müziğini geliştirmek için uğraşmış müzisyen Manuel de Falla adına bir müze olarak düzenlenmiş. Müzisyenin yaşadığı ev olan bu müze de, hem özel eşyaları hem de kullandığı müzik eşyaları görülebilir. Sihirbazın Aşkı, Üç Köşeli Şapka gibi bale eserleri yanında Atlantis, Pedro Usta’nın Kuklaları gibi operaları, bir çok müzik aleti için konçertoları olan müzik adamının hayatına yakından bakmak isterseniz Eylül-Haziran arası salı-cuma 09.30-18.30, cumartesi-pazar 09.00-22.00 arasında, Temmuz-Ağustos arası çarşamba-pazar 09.00-22.00 arası 3 euroya bu müzeyi ziyaret edebilirsiniz. Ben burayı da açık saatlerde yakalayamadım, müze de yüksek duvarlar, uzun ağaçlar arasında kaldığı için resmini bile çekemedim.
Şimdi aşağılara iniyoruz ve Realejo’da Museo Casa de los Tiros’a uğruyoruz. Casa de los Trios, adını siperlerinden çıkan tüfeklerden almış. 16. yüzyıl Rönesans yapımı malikane, fetihten sonra Generalife’ın verildiği aile olan Venegas ailesine aitmiş. Malikanenin ön cephesinde eli kılıçlı heykeller bulunmakta, içeride ise geleneksel mutfak eşyaları, seramik yemek takımları, süsler, zırhlar, kılıçlar yer almakta, ahşap tavan işçiliği gerçekten etkileyici. Görülmeye değer eserlerin arasında şehrin son emiri Abdullah Muhammed’in kılıcı en başta gelmekte. Burada ayrıca Juan Manuel Brazam’ın eserlerinden bir sergi de bulunmakta. Burası salı-cumartesi 09.00-20.00, Pazar 09.00-15.00 arası gezilebilir, giriş ücretsiz. Bu bölgede Centro de la Memoria Sefardi var ama Cordoba’da bir Seferad müzesi gezdiğim için burada gitmedim; giriş 5 euro ve 10.00-14.00 ile 17.00-20.30 saatlerinde açık.
Reyes Catolicos Caddesi’nden Calle Recodigas’a doğru yürüdüğünüzde karşınıza Iglesia de San Anton çıkacak. 1534’de klasik tarzda yapılmış. Dış cephenin sadeliğine karşı içi gayet etkileyici, özellikle 17 yüzyılda İspanyol Baroğu tarzına geçilmesiyle dönemin sanatçıları Pedro de Mena, Juan de Seville, Pablo de Rojas tarafından yapılan iç dekorasyonu, resimleri, heykelleri sayesinde her şapel bir sanat galerisi havasına bürünmüş.
Yola devam ederseniz sol tarafta Palacio de los Patos (Ördekler Malikanesi) olarak bilinen malikane karşınıza çıkacak. Dönemin iş hayatının önemli kişilerinden olan Moreno/Algela ailesine ait olan bu 1890 yapımı malikanenin adı havuzunun başında duran iki ördek heykelinden geliyormuş. Bugün ise burası lüks bir restoran…
Puerta Real’den ortasındaki yürüme yolu ulu ağaçlarla süslenmiş Carrera de la Virgen’ e girdiğinizde Iglesia Nuestra Sra de Las Angustias’a varacaksınız. Bu kilisenin yapımına 1617’de başlanmış. Cephesinde Bernardo ve Jose de Mora’nın ‘Pieta’sı bulunmakta. Kilisenin içi ise Barok ekolden resim ve heykellerle süslü.
Göreceğimiz bir diğer kilise de Iglesia Santo Domingo, biraz daha içerde Realejo’ya doğru. Engizisyon davalarının görüldüğü Santa Cruz Manastırının parçası olan bu kilise, Barok, Gotik, Rönesans tarzlarının harmanlandığı bir yer. Buranın yapımına 1512’de Gotik tarzda başlanmış. Kapısında Kraliçe Isabel ile Kral Fernando’nun arması ve zaferlerini anlatan tasvirler var.
Buranın hemen aşağısında da Iglesia Imperial de Matias bulunmakta. 1526’da V. Carlos’un emriyle yapılan bu kilise, Latin hacı planında ve Mağribiden Baroğa uzanan bir havada. Yapımı 1550’de tamamlanmış.
Gezimin son durağı ise yürek burkan bir yer, yıllar geçse de insanlık tarihinde kara bir leke gibi duran günlerin simgesi; İspanya faşist döneminde katledilen şair, oyun yazarı, aynı zamanda ressam, besteci Federico Carcia Lorca’nın evi… Şehrin merkezindeki Lorca Kültür Merkezi bulunmakta, daha çok kütüphane olarak işleyen yerden farklı olarak burası şehir merkezinin biraz uzağında. 1898’de Granada yakınlarında Fuente Vaqueros’da doğan Lorca 1936’da İspanya İç Savaşı’nın başlangıcında faşist güçler tarafından katledilmiş. Burası Recogdias Caddesi’nin bitimindeki yemyeşil ve huzur dolu bir parkın içinde yer alan iki katlı birbirine geçişli iki bölümden oluşan bembeyaz bir ev. 09.00-15.00 arası yarım saatlik rehberli turlarla 3 euro karşılığında bu müze evi gezebilirsiniz, çarşamba günleri ise giriş ücreti alınmıyor. Çok sevdiğim bir şairin iç dünyasına açılan bu eve, nedense girmeyi istemedim. Duvarlarına Lorca’nın umutları, hayal kırıklığı, çaresizliği sinmiş bu evi, bir rehberin iteklemeleri eşliğinde gezmeyi istemedim. Limon ağaçlarıyla süslü parkta gençler güneşin tadını çıkarıp çayırlarda güneşleniyordu; bedeli başkaları tarafından ödenmiş bir özgürlüğün tatlı huzurunda mevsimin tadını çıkarıyorlardı. Ben de evin kıyısında bir banka oturdum, Lorca’nın endişelerini, korkusunu düşündüm ve sonra acaba;
‘Karnındaki karanlık manolyanın Kimseler anlamadı kokusunu, Acıttığını kimseler bilemedi Dişlerinle sıktığın aşk kuşunu
Binlerce Acem tayı uykuya yattı Alnının ay vurmuş alanında, O senin kar düşmanı göğsünü Kucaklarken dört gece kollarımla.
Bakışın tohumların solgun dalıydı Alçılar, yaseminler arasından. Aradım vermek için yüreğimde O fildişi mektupları her zaman diyen.
Her zaman: acımın bahçesi benim Gövden her zaman, her zaman şaşırtıcı Damarlarının kanıyla dolu ağzım, Ağzın ölümüm için söndürdü ışığını’
mısralarını bu evde mi yazdı diye düşündüm. Ve gezime geri döndüm ama içimde nasıl bir kırıklık; özgürlüğünden seve oynaya vazgeçip ismi ne olursa olsun herhangi bir inanç potasında eriyen insanların hoyratlığı karşısında hayatı, özgürlüğü, bağımsızlığı savunmanın ne güç, ne zor olduğunu tekrar ve tekrar hissederek…
Başka ne yaptım..
Şimdiye kadar size gezdiğim, gördüğüm, gidip göremeden kapısından döndüğüm yerleri anlattım. Tabii, sadece müze, kilise gezmedim bu gezide. Sokaklarında dolandım, kafelerinde oturdum, barlarında efkarlandım, iyi yemek nerede yenir, keşfetmeye çalıştım. Şimdi onlara değineceğim.
Ama önce zamanı az olanlara ya da herşeyi görmesem de olur diyenlere bir seçki yapayım. Granada’da El Hamra-Generalife elbette ki olmazsa olmaz; buraları görmediyseniz Granada’ya gittim demeyin. Bundan sonra size Catedral ve yanındaki Capilla Real’i tavsiye ederim. Granada’nın markalaşmış önemli dini kişiliği Juan de Dios’a adanan ev, hastane, kilise, özellikle kilise bence listenizde yer almalı. Ama Albaicin ve Sacromonte kesinlikle programınızda olmalı. Geri kalan zamanınızda Granada’nın keyfini çıkarmak için sokaklar, avlular, meydanlar, sizi bekliyor.
Belirtmeliyim ki bazı yerlere de bilerek gitmedim. Genil ve Zaidin gibi şehrin daha yeni kesimlerindeki Placaio de Congres, Parque de las Ciencas ve Museo Caja Granada- Memoria de Andulicia gibi yerler programım dışındaydı. Şehrin modern yapısına örnek olan Kongre Salonu, daha çok çocuklara yönelik Bilim Parkı ve dökümantasyon ve animasyon seçkisinden oluşan, bölge hakkında bilgi erişimi sağlayan Granada Müzesi gitmediğim yerlerdendi.
Şimdi artık oradan oraya koşturmayı bırakıp alış veriş, yeme-içmek-zaman geçirmek için nerelere gidilir, ona bakalım.
Alışveriş
Granada’da Plaza Isabel la Catolica’da kesişen iki ana cadde, şehrin can damarını oluşturuyor. Bunlardan biri Gran Via de Colon… Yemek içmek, alışveriş yapmak için ideal bir alan. Diğeri ise Reyes Catolicos ve devamı Recogidas… Bu yoldan sola sapan Acera del Darro hem gezi yolu hem alışveriş alanı olarak seçebileceğiniz bir yer. Daha önce de değinmiştim; ortasında ağaçlıklı yaya yolu bulunan bu cadde, ünlü markaların bulunduğu bir yer, ünlü El Corte İngles’de burada. Bu yol fıskiyelerle süslenmiş çok güzel bir havuzu bulunan Hulmilladero Meydanı’na çıkıyor. Buradan düz ilerleyince de Geril Nehri’ne varıyorsunuz. Karşı tarafa geçince Flamenko dansçılarının tasvir edildiği bir heykelin süslediği Plaza de la Concordia’ya varacaksınız. Eğer aksi yöne yürürseniz Plaza Virgen’de bir başka muhteşem havuz sizi karşılayacak. Bu bölgelerdeki mağazalar, size İspanya markalarından alışveriş yapmanıza olanak sağlayacak.
Ama yöresel eşyalar almak isterseniz, Alceiceria ilk adres. Buradan başlayarak Katedralin giriş tarafındaki Plaza Bib-Rambla, Plaza Pasiegas, Plaza Romanilla aradığınızı bulabileceğiniz yerler. Özellikle yelpaze, kastanyet gibi Flamenko eşyaları, giysileri, Granada’ya özgü biraz kaba işlemeli nar desenli seramik eşyalar, gümüş işlemeler, takılar, deri eşyalar hatıra olarak alabileceğiniz şeyler. Buralar ayrıca yemek seçenekleri de zengin yerler. Tabii Gran Via’nın öte tarafındaki Calderecia civarı cafeleri, barları yanında hediyelik dükkanları ile de çekici. Yerel eşyalar için Plaza Nueva’daki Reyes Catolicos üzerindeki Tienda de la Alhambra’ya da göz atabilirsiniz. Llardo ürünleri ise Granada’dan götürebileceğiniz iyi kalite porselenler için önerilecek bir adres. Fajalauza ise yerel seramik bulabileceğiniz bir yer. Yiyecek için, daha önce bahsettiğimiz Mercado San Agustin önerilebilir. Plaza Larga ve Plaza Bib Rambla, kurulan pazarlarıyla ünlü meydanlar, buralardan da hatıra eşyaları bulabilirsiniz.
Yeme – İçme
Gelelim yemeklere… Katedralin çevresindeki Plaza Bib-Rambla, Plaza Pasiegas, Plaza Romanilla, Marcedo San Agustin; Katedralin karşısında Plaza Nueva’nın arka sokaklarında; Ayuntamiento’nun ilerisindeki Navas Sokağı bir çok yiyecek seçeneği bulabileceğiniz yerler. Öncelikle size Granada’nın ayaküstü lokantalarından bahsedeyim; küçük bir alanda neredeyse herkes ayakta, içki alır gibi yiyeceğini alıp yenilen lokantalar çok popüler. Bunların en eski ve en ünlülerinden biri Los Diamentes. Navas sokağında yer alan lokanta, neredeyse ağzına kadar dolu, herkes bi çığlık bir gürültü yemeğini almak için uğraşıyor, yemekler hem ucuz hem lezzetli, yerel halkın da çok rağbet ettiği bir yer. Ben karides tavasını denedim, çok güzeldi, bir birayla birlikte 12,50 euro tuttu. Navas sokağında yan yana bir sürü lokanta var, bir lokantada denediğim karışık deniz ürünlerinin tabağı 35 euro civarındaydı. Gran Via üzerindeki Bodegas el Toro’da kırmızı et, hatta boğa eti deneyebilirsiniz. Plaza Bib Rambla ve civarındaki lokantalarda menü uygulayan yerler var; örneğin La Bella Fonda, 11 euroya bir başlangıç, bir ana yemek ve içecek servis ediyor.
Plaza Nueva arkasında yer alan lokantalardan ise La Vinecota’yı denedim; İberya salamı, kuşkonmaz ve yavru yılan balıklı salatası ilginçti, burada bir de boğa kuyruğu hamburgeri denedim, sonuç kötü değildi. Granada’da yediğim yemekler içinde en iyisi sanırım Chikito’daydı. Plaza de Carmen civarındaki bu lokanta biraz daha oturaklı, dolayısıyla pahalıydı. İç baklalı ya da enginarlı jambon ile başlayıp kuzu bacağı kızartması ile noktalayacağınız yemeğin parasıyla, Los Diamentes’de muhtelif ziyafetler çekebilirsiniz kendinize. Bu arada Üniversite bölgesinde, Avenida Fuenta Nueva ve buraya açılan ara yollarda hem ucuz hem ilginç kafeler bulunmakta; öğrencilerin yerel halkın tercih ettiği bir bölge olduğu için damak tadınıza ve cebinize uygun bir yer bulmanız mümkün. Calle Elvira çevresi de bir çok yemek ve eğlence seçeneği bulabileceğiniz yerler. Alpha, Shambala, El Rincon de Manu, El Bar de Fede, hem kesenize hem damağınıza uygun yerler… Üniversite bölgesi gece hayatının da daha renkli olduğu bir bölge.
Yazımızı Granada’daki turist danışma ofislerinin (Informacion Turistica) yerlerini belirterek sonlandıralım. Daha önce bir ofisin Iglesia de Sant Ana arkasında olduğunu belirtmiştik; adresi Plaza Santa Ana, Plaza Nueva… Bir tanesi Ayuntamiento’nun da bulunduğu Plaza del Carmen’de. Diğeri dePlaza Mariana Pineda 10 adresinde… Reyes Catolicos üzerindeki Tienda de la Alhambra’da da şehir ile ilgili tanıtım ya da edebi yayınları bulabilirsiniz. Size iyi gezmeler…
Granada’ya Veda
Daha öncede gelmiştim Granada’ya ama bu anlattığım yerleri son gezimde tekrar baştan gezdim, gezi sürem 2 gündü. Granada güzel bir yer; turistik yerleri çıkardığınızda da zaman geçirebileceğiniz bir yer ama bu zaman 2-3 günü pek aşabilecek gibi değil. Ben keyifle gezdim, yedim, içtim, eğlendim ama bir daha gidecek kadar özleyeceğimi de sanmam.
Atatürk Arboretumu, İstanbul’da hem şehrin içinde, hem az bilinen, her mevsim huzur bulabileceğiniz saklı bir cennet. İstanbul Sarıyer’de, Belgrad Ormanı’nın güneybatısında, 296 hektarlık özel bir orman…
Atatürk Arboretumu, İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi ve Orman Genel Müdürlüğü’nün işbirliği ile eğitim ve araştırma amacı ile kurulmuş ve halkın ziyaretine açılmış. Önce arboretum ne demek hatırlayalım. Arboretum bilimsel, araştırma ve gözlem amacı ile odunsu bitkilerin yetiştirildiği botanik bahçesi.
Atatürk Arboretumu uzun yıllar önce 1949 yılında kurulmuş, dünyanın çeşitli ülkelerinden 2000’den çok çeşitli bitki getirilmiş, yetiştirilmiş. Atatürk’ün 100 doğum yılında altyapı çalışmaları tamamlanmış ve Atatürk’ün adı bu özel açık hava müzesine verilmiş. Arboretum içinde Osmanlı İmparatorluğu döneminde yapılan Kirazlıbent ile 1916 yılında Neşet Hoca tarafından kurulan Türkiye’nin ilk fidanlığı da bulunmaktadır.
İstanbul gezim sırasında bu hazinenin varlığını duyar duymaz hemen ziyaret etmek istedim. Bu arada çevremde hatta İstanbul’da yaşayan çok kişinin bu güzel köşeyi duymadığını öğrenmek şaşırttı. O zaman hemen gezmeli ve yazmalı diye harekete geçtim. Halen duymayan kişilerin olduğunu söylesek bile arboretum çok sayıda ziyaretçi çekiyor. Hafta sonları özellikle temiz havada orman yürüyüşü yapmak, mutlu günlerinde özel fotoğraf çekimi isteyen ziyaretçilerin akınına uğruyor.
Biz sonbaharda bir pazar sabahında gezdik. Ancak böylesine doğal, sakin huzurlu bir yerde hafta içi yürüyüş yapmanın daha keyifli olacağını düşünüyorum. Yine de gelenlerin tüm gün geçirmekten çok yürüyüş sonrası ayrılmaları nedeniyle aşırı izdiham olmayacağından hafta sonu da her mevsim gezilebilir.
Burası hafta sonunda kahvaltıya gidip, mangal yapacağınız bildiğiniz piknik alanlarından değil. Önce kuralları görelim.
İyi ki bu kurallar konmuş diyoruz. Böylece mevsimine göre yeşil, kırmızı, sarı, rengarenk ağaçların arasında iki adet gölette yüzen ördekler kuğular, kuş sesleri arasında çok güzel düzenlenmiş yürüyüş yollarında sadece yürüyüş yapıyorsunuz. Mangal kokusu, gürültü, şamatadan uzak huzurlu, romantik yürüyüş yapılacak bir oksijen deposu. İçeride yiyecek içecek satılmıyor.
Her mevsimi ayrı güzel, kışı bile. Hiç şüphesiz böyle bir ormanda sonbahar renkleri daha farklı olacaktır. Gerçekten de sonbaharda yaptığımız gezimizde çektiğimiz fotoğraflardaki göreceğiniz gibi sarının, yeşilin, kırmızının her tonundan gözlerimizi alamadık, yürüyüşümüzü tamamlayıp kapıdan çıkarken gözümüz, gönlümüz arkada kaldı.
Arboterum’a giriş pazartesi günleri hariç her gün 8.30 -17.00 arası. Ziyaretçiler güneş batana kadar içeride kalabiliyorlarmış.
Giriş ücreti hafta içi : Öğrenci 2,5 TL; yetişkin 7,5 TL hafta sonu : Öğrenci 7,5 TL, diğer 20 TL. Araç girişi için ücret ödenmiyor. Arboterum önünde park yeri bulunuyor.
İçeride nişan, düğün gibi özel çekimler için ayrıca ücret ödenmesi gerekiyor. Amatör fotoğraf çekimine izin var; ancak tripotla çekim yapılamıyor.
Ulaşım: Atatürk Arbotrium’a özel arabayla Maslak-Sarıyer istikametinden Hacı Osman’ı geçip Kilyos yolundan Bahçeköy’e ulaşabilirsiniz. Toplu taşım ile ulaşım için en kolayı metro ile Hacıosman durağında inerek ve 42HM numaralı otobüs ile Bahçeköy’e gidilebilir. Kemerburgaz yönünde 500 metre kadar yürüyüş ile ulaşmak mümkün. Diğer IETT otobüsleri ile de Bahçeköy’e ulaşmak mümkün.
‘Türkiye tür ve kapladığı alan açısından dünyanın sayılı meşe diyarlarından biridir. Meşeler uzun ömürlü ve görkemli varlıkları ve sağlamlıkları ile insanların eski çağlardan beri hayranlıklarını toplamış, kuvvet ve kudretin sembolü olarak, resim ve motifleri ile birçok kraliyet armalarında, kağıt ve madeni paraların üzerinde hatta çeşitli ziynet eşyalarında yer almıştır…..’
Bu ifadeler Arboterum’da düzenlenen süs havuzunun yanında yer almaktadır. Süs havuzunun ortasında yer alan meşe ağacının meyvesi palamut ve çevresindeki beş meşe yaprağı da ülkemizin meşe zenginliğini Atatürk Arboretumu’nda simgeleştirdiği de belirtilmektedir.
Arboterum’un botanik zenginliğinin yanı sıra her köşesinin ruhuna uygun ne kadar özel düzenlendiği açıkça görülüyor.
Ormanın çıkış yönünde ikinci daha küçük gölet, üzerinde yüzen ördeklere ve kuğulara farklı yaşam sunuyor.
Çıkışta ise yerde yatan, 2016 yılında 250 yaşında bir fırtınada devrilen ve burada yer alan gürgen dedenin öyküsünü okuyarak vedalaşıyoruz.
Bu güzel şehirde, Atatürk Arboretrumu’ndan gürgenlerle, meşelerle, tanışabildiğimiz, tanışamadığımız rengarenk 2000 çeşit ağaçla tekrar tekrar görüşme dileği ile ayrılıyoruz.
Münih’i görmeden önce şehir hakkındaki önyargım, teknolojiye boğulmuş, mekanik, sanayinin çarklarının insanları öğüttüğü bir yer olduğu yönündeydi. Meğer Münih, şehirleşmenin insanı betonlaşmaya mahkum etmek demek olmadığını, sanatla yoğrulmuş bir tarihi de içine alan, yeşillikler içinde bir metropol olabileceğini gösteren örnek yerlerden biriymiş.
2016 yılında dünyanın en yaşanası dördüncü şehri seçilmiş. Aslında Münih şehri, bizim yaşımızdakilerin hayatına taa 1972 yılında girmişti; Filistinli gerillalar tarafından düzenlenen kanlı bir baskınla on bir İsrailli sporcuların öldürüldüğü Olimpiyatlar sırasında bir şekilde hepimiz ekranlardan da olsa, Münih’teydik…
Sonra filmler vardı Münih’te geçen… Örneğin, Fassbinder’in Veronica Voss’un Tutkusu… Biraz entel takılıp filmin ağdalı psikolojik havasından yola çıkarak Münih ile özdeşleşen bir atmosferi konu alan bir yazı yazabilmeyi isterdim; ya da en azından Steven Spielberg’in yönettiği ve 1972 Olimpiyat Oyunlarını konu alan 2005 yılı yapımı Munich’i başlangıç noktası olarak almak hoş olabilirdi.
Ama benim aklıma gelen ise 1974 yapımı ‘Almanya’da Bir Türk Kızı’… ‘O dönemlerin filmleri de çok içtendi’ diyenlere filmi biraz hatırlatayım. Olimpiyatlarla ünlenen Münih’i fon olarak alan filmde, Neşe Karaböcek Şile civarında bir yerde pür makyajla kırda bayırda dolanıp Münih’e giden kocasının yolunu bekleyen Zeynep rolünde… Kocası Murat (Engin Çağlar) ziyarete gelir, ama yanında sarışın bir Alman bomba vardır. Kocası Şile’de hoşça vakit geçirir, sonra Münih’e geri döner. Bu hoşça vakit geçirme sırasında, Zeynep’i hamile bırakır. Zeynep de kocasının ardından Münih’e gider ve Hauptbahnhof’a iner. O dönem için yurt dışında (bir kısmı da olsa) film çekmek büyük sükse tabii, ayrıca Münih, Almanya’da Türk nüfusun en çok olduğu şehirlerden… Ve Neşe Karaböcek bir şekilde Almanları kendine hayran bırakan bir şarkıcı olur. Bu arada seyirci olarak biz de Neşe Karaböcek’in peşine takılıp gezeriz Münih’i… Karlstor’da dolanırız, Propylaen civarında yürür, Bavyera Heykeli’ni görürüz, hatta Starnberger See’de Neşe’den şarkı dinleriz, faşinge bile gideriz. Neşe gibi bizim de başlangıç noktamız Hauptbahnhof. (Bu arada Hauptbahnhof civarı, tek erkek gezginler için –gezmek, görmek dışında- başka eğlenceler de sunmakta, özellikle Bayer Strasse ve ona açılan yan sokaklarda… Yine Bayer Strasse’de Avrupa’nın en büyüğü olduğunu iddia eden bir kumarhane var, irili ufaklı bir çok kumar oynanacak yer bu civarda… Nereden mi biliyorum; otelim oralardaydı. Neyse, bu yazının günaha davet kısmı bu kadardı; şimdi gezimize dönelim.
Önce bir not; bu yazı bir gezi yazısından çok bir rehber… ‘gittim şuraları gördümden ziyade, oralara nasıl gideceğinizi ve neler göreceğinizi anlatan bir derleme; Münih gezinizde size arkadaşlık edecek bir yazı. Onun için uzun.
Almanya’nın üçüncü büyük şehri Münih, 1,5 milyon nüfuslu koca bir metropol, Bavyera’nın da başkenti. Münih, Benedikt keşişleri tarafından kurulan bir yerleşim, ismi de oradan geliyormuş. Şehrin adının geçtiği en eski tarihli belge 1158 tarihli. 1178 yılında ise resmi olarak şehir haline gelmiş. 1255 yılından itibaren Bavyera hanedanlığının idari merkezi olan şehir 1506 yılında da başkent olmuş. Münih’teki Bavyera Hanedanlığı I.Dünya Savaşı sonuna kadar sürmüş. Daha sonra komünist ayaklanmaları, Nazi hakimiyeti derken Münih 2.Dünya Savaşı’nda yerle yeksan olmuş. Savaş sonrası şehir, eskiyi de koruyan şık bir şehre dönüşmüş. Şehrin merkezi, eski ve yeni belediye binalarına ev sahipliği yapan Marienplatz, hemen etrafında romanesk Peterkirche ve Münih’teki en görkemli kilise Frauenkirche ile meydanın kapısı Karlstor’dan oluşmakta. Merkezden dört büyük 19. yüzyıl caddesi geçmekte: Sanat ve müze bölgesi Köningsplatz’a uzanan neo klasik Brienne Strasse, İtalyan tarzı yol üzerindeki üniversite ve kamu binalarına da yansımış olan Ludwig Strasse, lüks ve şatafat tutkunları için pahalı dükkanların sıralandığı neo gotik Maximilianstrasse ve müzeleriyle ilgi merkezi olan Prinzregentenstasse…
Münih, keşişler tarafından kurulduğundan mıdır, nedir, Almanya’nın tutucu bir bölgesi olarak kabul ediliyor, hatta 1618-1648 yılları arasında katolikler ve protestanlar atasındaki otuz yıl savaşlarında katoliklerin kalelerinden biriymiş. Gerçi Max I. Joseph gibi Bavyera kralları, özgürlükçü tutumlarıyla şehrin çehresini değiştirmiş. Aslında burada Münih’e damgasını vuran Bavyera Hanedanlığından biraz bahsetmek gerekirdi ancak o kısmı, Bavyera Hanedanlığının en sansasyonel krallarından Ludwig II’nin saraylarını anlattığım yazıya sakladım. Kral Ludwig II’nin İzinde Bavyera Sarayları
Münih bir çok sanatçı için de çekim merkezi olmuş; Gustav Mahler, Richard Strauss, Thomas Mann, Rainer Maria Rilke, Bertolt Brecht, Lion Feuchtwanger gibi sanatçılar Münih’in cazibesine kayıtsız kalmamıştır. Bir şekilde Münih’in cazibesine kayıtsız kalamayan bir kesim de genelde göçmenler, özelde Türkler; Münih, Türklerin en yoğun yaşadığı yerlerden.
Bu yazıda gezilecek yerleri sınıflandırıp ayrı bölümler olarak ele aldım. Müzelerle ilgilenenler, sadece o kısmı okuyarak yazının geri kalanına teğet geçebilir, keza kiliseler, anıtlar vb. de öyle… Bu yazı temel olarak görülecek yerlere odaklandı, yani orada kaldım, burada alışveriş yaptım kısmına kısaca değinilmiş durumda.
Ulaşım
Ben Lufthansa’nın Ankara’dan doğrudan uçuşuyla Münih’e gittim; Münih Havaalanı (Münich Flughafen) T1 ve T2 bölümlerinden oluşuyor, T2 bölümü daha yeni ve modern kısmı ve Lufthansa ile diğer Star Allience üyesi havayolu şirketlerine hizmet veriyor. Ama nedense THY’ne T1 bölümünü kullandırıyorlar. Diğer özel Türk havayolları da T1’de bulunuyor haliyle.
Münih Havaalanı şehrin 33 kilometre kuzeybatısında, taksi tercih edebilirsiniz ama toplu taşıma ile Münih merkezine gelmek çok kolay. Havaalanı binasının çıkışının tam karşısında banliyö trenleri S-Bahn istasyonunu göreceksiniz. Oradan S1 veya S8 hattı ile Münih’in ana tren istasyonu Hauptbahnhof’a gelebilirsiniz; zaten burası bizim gezilerimizin de başlangıç noktası…
Her iki hat da aşağı yukarı aynı zamanda Hauptbahnhof’a varıyor, 40 dakika kadar sürüyor yol; S8, Şehrin batısından önce Doğu İstasyonuna (Ostbahnhof) uğrayarak merkeze geliyor, S1 ise şehrin kuzeyinden dolaşarak doğrudan Merkez İstasyona geliyor… Kalacağınız yere göre hatları tercih edebilirsiniz. Asıl mesele dönüşte… Çünkü S1 hattında aynı tren hem Havaalanı hem de Freising semtine gidiyor, tren Neufahrn’da ayrılıyor. O nedenle trenin hangi bölümünün Havalanına gittiğine dikkat edin. Genelde S1 hattında trenin arka kısmı Havaalanına ayrılmış..
Tren bileti 11.20 Euro. Biletlerin mutlaka istasyon girişindeki mavi makinelerde aktive edilmesi gerekiyor ve 4 saat geçerli. Bunun yerine 12.80 Euroya günlük her bölgeye geçerli bilet alabilirsiniz. Ayrıca Havalanından Merkez Tren İstasyonu’na çalışan otobüsler de yarım saatte bir Hauptbahnhof’a ulaşılıyor, bilet fiyatı tek yön 10,50 Euro.
Dönüş için bir hatırlatma daha; Münih Havaalanı çok geniş ve ölü dönemde bile uzun kuyruklar olabiliyor. Bavulunuzu teslim ettikten sonra duty free’nin derinliklerine dalmayın, polis kontrolünden sonra uzun bir yürüyüşle uçağınızın terminaline gideceksiniz, bu arada kısa bir metro yolculuğu da yapacaksınız.
Gelelim Münih’te şehir içi ulaşıma. Şehir içi toplu taşımacılık açısından, metro hattı (U Bahn), banliyö hattı (S Bahn), tramvay ve otobüs kullanılabilir. Şehirde 8 tane metro hattı, 8 tane banliyö tren hattı, 13 tane de tramvay hattı var. U ve S hatlarının çoğunun kesiştiği ana durak, Hauptbahnhof Durağı; sadece U4 ve U5 Karlsplatz’dan, U3 ve U6 Marienplatz’dan geçiyor. Hauptbahnhof, Karlsplatz ve Marienplatz birbirine çok yakın mesafeler ve Münih’in kalbini oluşturuyor, dolayısıyla buralar sizin sık sık geçeceğiniz yerler.
Toplu taşım biletleri, istasyonlardaki makinelerden, bilet ofislerinden ya da bazı otellerden sağlanabiliyor. Tek kullanımlık ya da çoklu biletler mevcut ve fiyatları bölgelere göre değişiyor. Kısa yolculuklar için (dört duraklık) tek bilet 1.40 Euro, her bölge için alınacak tek bilet 2,80 Euro, 10 kullanımlık biletler ise 13.50 Euro; bu biletler araç içindeki makinelere bastırılarak kullanım gerçekleşmiş oluyor. Günlük biletlerde aldığınızda saat kaç olursa olsun, ertesi günün sabah 6’sına kadar kullanabiliyorsunuz; bu biletler bir kişi için 6.60 Euro, dış bölge 8.80 Euro, tüm bölgeler 12.80 Euro… Bu biletlerden 3 günlük almak isterseniz (sadece iç bölgede kullanmak üzere) 16.50 Euro ödüyorsunuz.
Bitmedi… Ve şehir kartı… Kendinizi oradan oraya atmak için en ideali, ayrıca yetmişe yakın müze, kafe, lokanta, gösteriye indirimli ya da bedava giriş hakkı veriyor. Gerçi iç bölge için geçerli ama yine de uygun, 1 günlük 11.90 Euro, 3 günlük 21.90 Euro, 4 günlük 27.90 Euro… 3 ve 4 günlüğün tüm bölgeler için şehir kartı bulunmakta ve fiyatları 34.90 Euro ve 44.90 euro… Şehir kartının yine grup için olanı da var; bu da günlük 19.50 euro, 3 günlük iç bölge 32.90 Euro, 4 günlük iç bölge 41.90 Euro, 3 günlük tüm hatlar 57.90 Euro, 4 günlük tüm hatlar 72.90 Euro…
Eh bir de, gezginlerin zaman zaman kurtarıcısı olan şehir gezi otobüsleri var. Münih gezi otobüsleri, şehrin ana noktalarını gösteriyor. Günlük tur 22 Euro, 2 günlük tur 27 Euro… Hauptbahnhof’tan yarım saatte bir kalkan turlar sabah 10’da başlıyor, son tur da saat 16’da…
Karışık gibi duruyor ama gezmeye başlayınca her şey yerini bulacak. Her gittiğim yerin ulaşım bilgilerini de vereceğim, ona göre nereye gitmek isterseniz hesabınızı kitabınızı yaparsınız. Münih’te toplu taşımacılık sisteminde güvene dayalı bir sistem olduğu için bilet kontrolleri pek yapılmıyor. Ama bir günde 3 defa bilet kontrolü yapıldığını da gördüm, ona göre… Cezası 60 Euro. Sadece doğru bileti almanız yetmiyor, bir de onu tren istasyonlarındaki ya da araç içindeki makinelerde onaylatmanız gerek. Tekrarlayayım; Münih’in esas görülecek yerleri Hauptbahnhof- Marienplatz, hadi bilemedin Odeonplatz arasında ve buralar yürüme mesafesi, yani 1-2 günlük kısa bir süreniz varsa zaten toplu taşımaya bile gerek duymayabilirsiniz. Ben anlatayım, tercih sizin…
Önce gezinizde kolaylık sağlaması için önemli mekanlardan başlayalım, sonra müzelere, saraylara ayrıntıyla bakalım.
Mekanlar, Anıtlar, Heykeller
Münih’te çeşitli dönemlere ait muhteşem yapılar, heykeller, anıtlar bulunmakta. Şehirde dolaşırken mutlaka karşınıza çıkacaklardır, bazıları Münih’in simgesi olmuş yerlerden, onlara kesinlikle zaman ayırın.
Bunların başında Marienplatz’daki Altes Rathaus ve Neues Rathaus gelmekte. Marienplatz’a girerken 1328 yılında Augustinus keşişleri tarafından kurulan Münih’teki en eski bira imalathanesi Augustinerbrau; hemen Neues Rathaus önünde de Meryem Ana Sütunu bulunuyor.
Altes Rathaus, şehrin eski belediye sarayı olup 1475 yılında Frauenkirche’nin mimarı da olan Jörg von Halspach tarafından tasarlanmış, daha sonra 1877-1934 yılları arasındaki yapımlar sırasında bugünkü neogotik havasına bürünmüş. Marienplatz’ın sonunda yer alan binaya bitişik olarak eski kent kapısı Talbrucktor yer almakta. Kapının kulesinde bugün bir oyuncak müzesi var.
Neues Rathaus ise yeni belediye sarayı olup 1867-1909 yılları arasında yapılmış. Binanın cephesi ince ince işlenmiş; Bavyera krallarının, elektörlernin, azizlerinin, kahramanların yüzlerce heykeli binayı süslemekte.
Göreceli olarak yeni bir yapı olmasına rağmen gotik havası bir Orta Çağ sarayı havasını vermiş, binada şehir yönetimine ait idari binalar var, kavisli koridorlarının camları Münih tarihinden olayları konu alan vitraylarla süslü. Binanın ön yüzünün ortasındaki 80 metre yüksekliğindeki bölüm Glockenspiele olarak isimlendiriyor.
Buranın özelliği ise her gün saat 11,12 ve 17’de dans eden kuklalarının olması (gösteri saatlerinde tam karşısındaki Peterskirche’nin kulesinde yerinizi alırsanız gösteriyi daha net seyredebilirsiniz). Birkaç dakikalık müzik girişinden sonra önce şövalyeler bir gösteri yapıyor, daha sonra alttaki beyzadeler geliyor, onlardan da bir dans bir eğlence, kendi etrafında dönmeler, reveranslar… Gösteri 10 dakikaya yakın sürüyor. Meğer bu 1517 yılındaki veba salgını sırasında halka moral vermek için düzenlenen fıçıcılar dansını anlatıyormuş.
Münih şehir kapıları görülmeye değer yerler. Altes Rathaus’un yanındaki eski kent girişi Talbrucktor’dan bahsettik, şimdinin oyuncak müzesi. Sık sık göreceğiniz kapı ise Karlsplatz ile Neuhauser Strasse arasındaki Karlstor; 14. yüzyılda şehri çevreleyen surların bir parçası olarak yapılmış. Önceden adı Neuhauser Tor iken, 1791 yılında Prens Karl Theodore onuruna Karlstor adını almış. İç ve dış kale olarak düzenlenen duvarların zaman içinde yıkılması ardından geriye neogotik tarzdaki bu kapı kalmış.
Şehrin bir diğer kapısı ise Isartor… Isartorplatz’da bulunan bu kapı, 1337 yılında şehrin savunması için yapılan kalenin bir parçası. Önce bir kule olarak düşünülen kapının yanlarına iki kule daha eklenmiş. Isartor bugün hala kulesini ilk haliyle koruyan Münih’teki tek kapı, sadece 1835 yılında bir restorasyon geçirmiş. Bugün burada, komedyen Karl Valentin adına bir müze ve bir kafe bulunmakta. Isartor, şehrin doğusunda Isar Nehri’ne yakın bir yerde bulunuyor ve şehir merkezine de çok yakın. Genelde metro ile buradan geçip gidildiği için görülmeyebilir ama bir fırsat bulup çevreye bakmanızda fayda var.
Son kapımız ise Sendlinger Tor. Şehrin güneyinde yine savunma kalesinin bir parçası olarak yapılan kapı, Sendlingertor metro durağının hemen yanında, şehir merkezine yürüme mesafesinde… Neues Rathaus’un karşısındaki Rosen st.’den devam ederseniz Sendlinger Strasse’ye ulaşacaksınız, bu sokak sizi Sendlinger Tor’a götürecek. 1318 yılında yapılan kapı, yine şehri kuşatan iç ve dış surların kesiştiği noktaların biri olarak düşünülmüş ve İtalya’ya giden yolun başlangıcı olarak düşünülmüş. Bugün ise alışverişe giden yolun başlangıcı olarak görülebilir, çünkü Sendlinger Stasse ve devamı, alışverişleriz planlarınız için çok uygun bir yer, mutlaka yolunuz düşer. Ayrıca burada çeşitli tiyatrolar, sinemalar, dünya mutfağından türlü seçenekler sunan lokantalar var.
Orta Çağ kapılarından başka, Münih’in bir de kapı gibi duran zafer anıtı var: Siegestor… Burası, Ludwig Strasse ile Leopold Strasse’nin kesiştiği noktada. Universitat durağından ulaşabileceğiniz, öğrenci bölgesi, sinemalar, lokantalar, kafeler, dükkanlar burayı renklendiriyor. 1852 yılında Bavyera Ordusu için yapılan, 21 metre yüksekliği, 24 metre eni olan bu anıtın tepesi mermer aslanlarla süslü. Bu çevre Münih’in bir başka kültür, sanat ve eğlence merkezi.
Şehrin eski merkezinde dolaşırken mutlaka Alter Hof’a da uğrayın. Altes Rathaus’un yanındaki Talbrucktor’dan geçip sola doğru yürürseniz karşınıza çıkacak yapılar, 12. yüzyılda kale olarak inşa edilmiş.
Bürgenstock, Zwingerstock, Lorenzistock, Pfisterstock ve çeşmeden oluşan bina yapıları, Bavyera hanedanının ilk yerleşim bölgesiymiş. 1300 tarihli gotik tonozlarla desteklenen binanın bazı bölümleri son dönemlerde yıkılmış. Şu anda sivil toplum örgütlenmeleri ve sanatsal faaliyetlerin sürdürüldüğü birimler mevcutmuş. Şehrin en eski halinden manzaralar görmek açısından ilginç…
Münih’te görmeden gelmemeniz gereken bir yapı da Propylaen… Glyptothek ile karşısındaki Staatliche Antikensammlungen (Antik Eserler Müzesi) arasında kalan ve Luisen Stasse’ye bakan bina, adını Atina’daki Akropolis’in Propylae’sından almış. Neo klasik tarzda yapılan ve cepheye hakim olan Dor sütunlarıyla dikkati çeken bina I.Ludwig’in antik Yunan dünyasına olan hayranlığının sonucu olarak kendisinin vakfı tarafından finanse edilmiş, ancak oğlu I. Otto zamanında tamamlanmış. Binanın süslemelerinde, I. Otto önderliğinde Yunanlıların Osmanlılara karşı verdiği bağımsızlık savaşından sahneler yer almakta. Burası şehrin yeni bölümünün başlangıcı olarak kabul edilmekte.
Bir başka muhteşem yapı da Odeonplatz’daki Feldherrnhalle… Theatinerkirche ile Rezidenz arasında kalan bu yapı, Ludwigstrasse’nin yapımı sırasında yıkılan gotik kent kapısı Schwabinger Tor yerine 1841-1844 yılları arasında inşa edilmiş. Bavyeralı kahramanların anısına yapılan anıtın ortasındaki 1882 yılına tarihlenen heykel 1871 yılındaki Fransa-Prusya Savaşı kahramanlarına adanmış. Burası aynı zamanda, Hitler’e yapılan başarısız ‘Birahane Darbesi’nin de gerçekleştiği yermiş.
Löwenturm ise, Rindermarkt civarında Pieterkirche’nin biraz ilerisinde yer alan 16. yüzyıldan kalma bir kule. Burası bir parkın su kulesi olarak yapılmış, şimdi ise şehrin turistik merkezi ile iş merkezi arasında kalmış, modern binalarla çevrelenmiş bir yapı. Zaten sadece bakmalık…
Bir ilginç anıt da, Breinner Strasse üzerindeki Obelisk; Glyptothek ile Staatliche Antikensammlungn arasından bakıldığında gözünüze çarpacak 29 metre uzunluğundaki dikilitaş, Fransa’nın işgali sırasında ölen 30.000 Bavyeralı askerin anısına 1833 yılında yapılmış. Tuğla üstüne bronz kaplama olan sütunun metal kısmı ise, Navarin Savaşı’nda batırılan Osmanlı gemilerinden sağlanmış.
Eğer Ekimde Münih’teyseniz meşhur Oktoberfest’e katılırsınız bir ihtimal… Bira mayalanması ile başlayıp bira fıçısına musluk takılmasıyla coşan festivalde biralar su gibi akarmış. Ama eğer başka dönemlerde giderseniz, yine de Oktoberfest’in ana meydanına uğrayın. Theresienwiese metro durağından çıktığınızda alanı göreceksiniz. Göreceğiniz bir başka şey de alanın öbür ucundaki Bavyera Heykeli… Bu Heykel, 18 metre yüksekliğinde olup 1844-1850 yılları arasında yapılmış. Arkasında da ünlü Bavyeralıların büstünün olduğu neoklasik Ruhmeshalle bulunmakta.
Münih’in en şık bulvarlarından Maximilianstrasse üstünde yürürken Kral Maximilian Heykelini de görebilirsiniz.
Yolun devamında ise, Isar Nehrinin öteki kıyısında Maximilianeum var. Burası 1949 yılından beri Eyalet Parlamentosu olarak kullanılmakta. Kral Maximilian II tarafından 1857 yılında projelendirilmiş. Neoklasik tarzda başlayıp Rönesans etkileriyle 1874 yılında tamamlanan Saray’ın cephe süslemeleri görülmeye değer.
Isar’ın karşı kıyısında göreceğiniz diğer bir anıt da, Prinzregentenstrasse’nin devamında göreceğiniz Friedensengel…
Barış Meleği olarak, 1871 Fransız-Alman Savaşı sonrası kurulan barış için 1896-1899 yılları arasında yapılan Heykel, Maximilian Parkı’nın Isar’a bakan tarafında. Heykel çevresinde çeşitli Alman krallarının heykelleri bulunmakta.
İlginizi çekecek bir başka heykel de, Yürüyen Adam… Bu Heykel, 1995 yılında, 17 metre ve 16 ton olarak yapılmış Leopoldstrasse’de Munich Re İş Merkezinin yanında görülebilir.
Bu arada Karlsplatz’daki Adalet Sarayı’na da göz atmanızda fayda var. Zaten şehrin merkezine giderken gözünüze çarpacak olan bina 1891-1898 yılları arasında neobarok tarzda yapılmış. Yanında da içinde nefis bir kafe ve görkemli bir havuzu olan Botanischegarten bulunmakta.
Frauenkirche’nin arkasında, Kreuzviertel’deki Holnstein Konağı olarak adlandırılan barok tarzındaki malikane 1821 yılından itibaren Münih ve Freising Başpiskoposun ikametgahı olarak kullanılmaktaymış (Erzbischoefliches Palais). Elektor Karl Albrecht tarafından 1733-1737 yıllarında oğlu Cuvillies Franz Ludwig için yaptırılmıştır. Yolunuz düşerse göz atın. Eğer zamanınız ve paranız varsa, Bayerische Staatsoper’da bir gösteri izleyin; ben oradan oraya koşuşturmaktan izleyemedim. Resizdenz ile yan yana olan bina 1818 yılında açılmış. Binayı gezmek için 10 Euro giriş ile her gün saat 14’de rehberli tur mevcut.
Dünya futbolunun efsane takımı FC Bayern München’in stadyumu olan Allienz Arena ilginizi çekiyorsa U6 hattı üstündeki Fröttmaning durağından ulaşabilirsiniz.
UEFA’nın beş yıldızlı futbol sahaları içinde gördüğü yer, 2005 yılında yapılmış. Stadyuma maç izlemeye gidebileceğiniz gibi gezmek için de gidebilirsiniz. İşin açığı ben gitmedim. Bana göre altı üstü bir stadyum. Hem zaten stadyumun maketi Stadtmuseum’da var, bilginize…
Münih’te eğlenceye doymak, gecelere akmak için Gartnerplatz ile Glockenbachviertel’e uğrayabilirsiniz. Şık lokantalar, keyifli kafeler, tasarım dükkanları, barlar burada yoğun. Isar Nehri’nin karşı kıyısı ise, daha çok yerleşim bölgesi olarak çok ilginç değil, zamanınız varsa, sokaklarına dalınabilir. Eğlencelere doyamadım diyorsanız Kultfabrik öneriliyor.
Saraylar, Şatolar
Bavyera, saraylar ve şatolar açısından çok zengin bir bölge… Ben beş saray/şatoya gittim, bazıları şehir dışında olsa da gerçekten görmeye değer yerler. Burada şehir çevresinde olan üç sarayı anlattım. Belki de esas kaçırılmaması gerekenler, Münih’in dışında; Kral Ludwig II’nin iç dünyasını yansıtan Linderhof ve Neuschwanstein sarayları zaman ayrılıp görülmesi gereken yerler, ayrıca Kral’ın hazin öyküsü de bu saray/şatoları daha ilginç hale getiriyor. Ama bunlar başka bir yazının konusu. Kral Ludwig II’nin İzinde Bavyera Sarayları
Biz şimdi Münih’e geri dönüp merkezdeki saraylara göz atalım.
Rezidenz
Bavyera krallarının meskeniyken 1920 yılından itibaren müze olarak kullanılan, şehrin tam merkezinde Odeonplatz’da Hofgarten’ın hemen yanında bulunan bir saray; Odeonplatz’da (U3,4,5,6 hatları geçiyor) metro durağından çıkınca, ana girişi Hofgarten’ın çıkışında, Rönesans tarzı iki muhteşem kapılı ön cephede bulunuyor, önünde Meryem Ana heykeli var. Müze girişimiz doğu tarafta; metro çıkışında karşınıza çıkacak anıt bina Feldherrnhalle’ye yüzünüzü döndüğünüze soldaki yoldan 50 metre giderseniz Saray/Müze girişine ulaşacaksınız.
Müze üç bölümden oluşuyor; Königsbau, Eski Rezidenz ve Festsaalbau… Festsaalbau’nun içinde ise Cuvillies Tiyatrosu var. Burada ayrıca Bavyera Senfoni Orkestrasının önceki salonu Herkulesaal bulunmakta. Rezidanzın kraliyet salonları, hazine dairesi ve Cuvillies Tiyatrosu için bilet 13 Euro tutuyor. Müze ve Hazine daireleri Nisan-16 Ekim arasında 9-18 arası, diğer zamanlar 10-17 arası açık; Tiyatro ise değişken çalışma saatlerine tabii, ancak özetle bahar- yaz döneminde 9-18, diğer dönemlerde 14-18 arası açık denebilir. Müze pazartesileri de açık. Saray 2.Dünya Savaşı’nda hasar görmüş ama restore edilmiş.
Saray 1385 yılında Wittelsbach Şatosu olarak yapılmaya başlanmış ve günümüzde Almanya’daki şehir içinde bulunan en büyük saraymış. 130 oda ve 10 avlusu olan bina, Bavyera Hanedanının şaşaasına ayna tutmakta.
Saray odaları ve sanat kolleksiyonları zaman içinde genişleyerek Wittelsbach hanedanının zevkine göre rönesans, barok, rokoko, neoklasik tarzlarından esinlenen bölümlerle genişlemiş.
Saray müzeye girişiniz doğu tarafındaki Grottenhof’tan oluyor; burası tüfle kaplı midyelerle, camlarla yapılmış bir bölüm… Tabii beklediğim bu değildi, koca Bavyera Krallığı midyelerden, kabuklardan saray yapmış kendine diye bir hayıflandım. Ama oradan geçilen Antiquarium insana haddini bildiriyor.
Burası Sarayın en eski odası, 66 metre uzunluğunda, Rönesansın havasını taşıyan bu oda Albrecht V tarafından antika koleksiyonunu sergilemek üzere 1568 yılında yaptırılmış, sonraları toplantı, merasim odasına dönüşmüş. Porselen Odası da ayrıca görülmeye değer.
Sonra yaşam odalarına geçiliyor. Saraydaki birbirine geçmeli odaları dönemin soylu hayatını ortaya koyuyor, bol şaşaa, zenginlik, görkem ve etrafınızı sarmalayan resim ve heykeller, Alte Pinakothek’te gördüğümüz ‘Üzüm Yiyen Dilenciler’ tablosu burada da var.
Sarayda Bütün Azizler Kilisesi görülmesi gereken bir diğer yer; I. Ludwig tarafından 1826-1837 yıllarında İtalya’daki Palermo’daki Norman-Bizans kiliseden esinlenerek yaptırılmış bir yapı. Ayrıca ana girişteki Michaelskirche’den esinlenerek yaptırılan Hofkapelle’de görülebilir.
Tabii Hazine bölümü, Hanedanlığın şaşaasını gösteren biçimde zengin ve ışıltılı. Türlü kıymetli taşlarla süslü taçlar, nişanlar, tahtlar, asalar, mücevherler yanında kralların vücutlarından kalanlar, kraliçelerin haçları sergilenmekte. Mücevherlerle süslü atlı Aziz George heykelciği ile Bavyera kraliyet tacı ve kılıcı ise mutlaka görülmesi gerekenlerden.
1751-1753 yıllarında yapılan Cuvillies Tiyatrosu ise Mozart’ın Idomeneo’sunun ilk defa sergilendiği rokoko tarzdaki gösterişli bir salon; Sarayın batı tarafında yer almakta.
Rezidenz, Münih’te mutlaka görülmesi gereken yerler arasında; Münih kraliyetinin zenginliğine tanıklık eden en parlak örnekler burada. Müzeyi gezmek yarım gününüzü alır, aklınızda bulunsun.
Rezidenz’in çevresinde de görülecek çok yer var. Tam karşısındaki Palais Preysing bunlardan biri. Geç barok tarzındaki bina, Rezidenz’in karşısında olmak isteyen Pretsing Hohennaschau tarafından 18. yüzyılda yaptırılmış, daha sonra bir bankaya devredilmiş.
Nymphenburg Sarayı
Nymphenburg Sarayı, şehir merkezine biraz uzak, yürüyerek ulaşmak yorucu olabilir, U1 ve U7 metro hatları üzerindeki Rotkreuzplatz durağı kullanılarak ulaşılabilir, ya da 17 numaralı otobüsle. Sarayın dış bahçesine giden yol başında Türk Konsolosluğunu da görebilirsiniz. Saraya giriş 8,50 Euro. Saray Nisan-15 Ekim arasında 9-18, diğer zamanlar 10-16 saatleri arasında ziyaret edilebiliyor. Bahçedeki köşkler 16 Ekim-Mart arası kapalı.
Kraliyetin yazlık mekanı olarak kullanılan Nymphenburg Sarayı, 1664 yılında taht varisi olarak doğan Elektör Ferdinand Maria ile eşi Henriette Adelaide çiftinin çocuğu Max Emanuel adına yaptırılmış. (Max Emanuel, Osmanlılara karşı Viyana’nın savunmasında önemli rol üstlenmiş biri). Saray mimari açıdan olduğu kadar bahçe tasarımı açısından da Avrupa’nın en güzel saraylarından biri olarak kabul ediliyor. 1701 yılında Max Emanuel, ek binalar da yaptırmış. 1715 yılında kemerli geçitlerle birbirine bağlanan dört köşk daha yapılmış. Ana binanın girişi, barok ve rokoko tarzdan neoklasik tarza uzanan bir çeşitlilik göstermekte. Saraya girer girmez Tanrıça Flora’ya adanan Festsaal insanı büyülüyor; rokoko tarzındaki bu balo ve toplantı salonu, kapılarından duvarlarına kadar doğayı betimleyen freskolar, heykellerle dolu… Sarayda muhtelif yaşam odaları bulunmakta; Ludwig II’nin doğduğu oda da bunların arasında. Ayrıca Ludwig I’in çapkınlıklarına konu olan hanımların portrelerinin de sergilendiği Güzeller Galerisi’de özellikle erkek ziyaretçileri kıskançlığa boğacak gibi…
Sarayın girişindeki havuzlu bahçe, arkasındaki park alanı mutlaka görülmeye değer. Bir başka görülesi yer de Saray eşrafının at arabaları ve kızaklarının sergilendiği Marstallmuseum… Fayton der geçilir; halbuki Sarayın ışıltısı buraya da yansımış. Özellikle taç giyme törenlerinde kullanılan arabalarla kışın kullanılan kızaklar uzun uzun seyredilmeyi hak ediyor. Özellikle Kral Karl VII’nin taç giyme törenindeki araba, o günleri yaşatacak kadar canlı sergilenmekte.
Bu gidişimde sadece Sarayın ana yaşam odaları ve Saray arabalarının sergilendiği Marstallmuseum açıktı ama şu an kapalı olan, Max Emanuel’in çılgın eğlencelerle geçen hayatının sonunda kendisini ibadete verdiği Magdalenenklause, Saray çevresindeki muhtelif köşklerden Amalienburg, Badenburg, Pagodenburg’a da mutlaka uğrayın. 18-20. yüzyıllar arasında yapılan Nymphenburg porselenlerin sergilendiği porselen salonu da ilginizi çekecektir.
Nympenburg Sarayı, Münih gezisinde kayıtsız kalınacak bir yer değil ancak gerek ulaşımın biraz zaman alması, gerekse gezilecek yerlerin çok olması ve geniş bir alana yayılmış olması, buraya ciddi bir zaman ayırmanızı gerektirebilir. Buna karşılık burada hem tarih, hem sanat, hem doğa açısından çok doyurucu zaman geçireceğiniz de bir gerçek.
Schleissheim Sarayları
Schleissheim Sarayları üç ayrı saraydan oluşuyor. Burası şehir merkezinin dışında, gidecekseniz biletinizi her tarafa geçerli tarifeden almanızda fayda var. Buraya (Havaalanında kullandığımız) S1 banliyö hattı ile gidebilirsiniz, Oberschleissheim durağında ineceksiniz. Saray oradan 15 dakika yürüme mesafesinde. Yürümek istemezseniz, hemen istasyon önündeki duraktan 292 numaralı otobüse biniyorsunuz ve Schleissheim Schloss ya da bir sonraki Lustheim durağında iniyorsunuz. Veya U2 metro hattıyla Am Hart’a kadar gelip, oradan 295 numaralı otobüse biniyorsunuz, ineceğiniz duraklar aynı. Yalnız 295 numaralı otobüs pazar günleri çalışmıyor, 292 ise saat 15’e kadar çalışıyor. Ama dedim ya, 15 dakikalık bir yürüyüş sizi S1 hattına (Oberschleissheim durağına) geri getirecektir.
Saraylar Nisan-Eylül arasında 9-18 saatlerinde, Ekim-Mart arasında 10-16 arasında açık. Burası Eski Saray, Yeni Saray ve Lustheim Sarayı’ndan oluşuyor; giriş fiyatları sırasıyla 3.50, 3 ve 1.50 Euro, kombine bilet alırsanız 7 Euro.
Eski ve Yeni Saray, birbirine yakın ve Schleissheim Schloss durağının hemen orada; Lustheim ise bu saraylara 1 kilometre mesafede, isterseniz 292 veya 295 ile Lustheim durağına kadar otobüsle gidebilirsiniz.
Schleissheim Sarayları, Wittelsbach Hanedanlığının en geniş ve en etkileyici saraylarından. Eski Saray, 1595 yılından itibaren hanedanlığın kır evi olarak kullanılan bir yerin üstüne yapılan Rönesans etkileri taşıyan bir saray, 2.Dünya Savaşı’nda çok hasar görmüş, restore edilmiş. Barok tarzındaki Yeni Saray ise 1701 yılında Max Emanuel tarafından yaptırılan, kanallarla birbirine bağlanan bahçeleriyle bir bütün oluşturan dört kanatlı bir saray. Gerçi Max Emanuel burada hiç yaşamamış. Sarayın iç dekorasyonu, döşemeleri, duvar resimleri bir bütün olarak Bavyera baroğunun en üst örneklerinden. Özellikle Büyük Salon, Viktoryen Salon ve Büyük Galeri’ye dikkat. Lustheim Sarayı ise aslında bir av köşkü. Bahçede ise devasa bir bira bahçesi varmış ama mevsim dolayısıyla bir faydasını görmedim o bahçenin.
Yeni Saray, bugün bir yaşam alanı olarak sergilenmekte… Eski Saray, bugün Bayerisches National Museum’un iki bölümüne ev sahipliği yapıyor; Prusya’nın etnografik malzemeleri ile daha çok dini objeleri içeren folklorik koleksiyon. Bavyera Milli Müzesi’nde çok üstün örneklerini gördüğümüz dinsel konulu ‘Native scene’lerin (bana göre daha uyduruk) muhtelif versiyonları var; bunların arasında bir de Mevlevi derviş görmek hoş bir sürpriz olsa da kendiniz görün, sanki mahalle pazarından alınmış gibi.
Lustheim Sarayı ise yine Bayerisches National Museum’un bir bölümü olarak Meissen porselenlerine ev sahipliği yapıyor. Ama bu porselenlerin en iyi örneklerini hem Bavyera Milli Müzesi’nde hem de II.Ludwig’in saraylarında görebilirsiniz.
Zamanınız kısıtlıysa burayı atlayın derim; yolu uzun, gezmesi zaman alıcı, içeriği ise diğer saraylarla karşılaştırılınca en azından bildik…
Not: Münih’in hemen dışında Dachau’da (Toplama kampının olduğu yer) bir saray daha var ama ben gitmedim. Gitmek isteyenler S2 banliyö hattıyla Dachau ‘ya gidebilirler. Burası kale olarak 1100 yılında Wittelsbach’lar tarafından yaptırılmış ama 1398-1403 yıllarında yıkılmış. 1546 yılında William IV tarafından bir rezidans olarak yeniden yaptırılmış. Gerisini gidenler tamamlasın…
Dachau Nazi Toplama Kampı
Münih banliyösü olan Dachau’da Nazilerin ilk toplama kamplarından biri var. Yüreğinizin burkulacağı, insanlığınızdan utanacağınız bir yer; şen şatır bir tatil gezisi için gidin diyemem ama gitmeyin demeye de dilim varmaz, çünkü gayet ibretlik bir yer. Dachau, S2 hattı üzerinde (Altomünster ve Petershausen tarafı) bir yer; Dachau’da inince istasyon önündeki duraktan 726 numaralı otobüse biniliyor ve KZ Gredenkstatted durağında iniliyor. Burası da Münih’in banliyö hatlarından, biletinize dikkat. Dachau Toplama Kampı 9-17 saatleri arasında ücretsiz olarak ziyaret edilebiliyor.
Kamp girişindeki demir kapıda ‘Çalışmak özgürleştirir-Arbeit macht frei’ yazıyor; güler misiniz, ağlar mısınız, yoksa bu ne yaman çelişki anne, diyerek kendimize mi yanarız, bilmem artık… Burası, Hitler’in 1933 yılında şansölye seçilmesinden hemen sonra siyasi suçlular için kurulmuş 4000 m2 lik bir kamp, diğer toplama kampları için prototip bir yer olmuş; SS’ler için de bir vahşet okulu… Amerikan askerlerinin 1945 yılında girmesiyle kamptaki vahşet durmuş. 1945-1948 yıllarında ise Amerikalılar Nazileri burada hapsetmiş. 1963 yılına kadar da mülteciler buraya yerleştirilmiş.
Dachau’da Nazi vahşeti altındaki 12 yılda 200.000 kişi hapsedilmiş. Kampa girince sağda mahkumların çalışma yeriyle başlıyorsunuz gezmeye, sonra yatma, yemek, banyo, tuvalet yerleri, ibadet alanları var. Odalarda Nazilerin uyguladığı işkenceler şematik olarak anlatılmış. Mahkumların ve özel tutukluların yaşamları anlatılmış. Aynı zamanda kampın yöneticisi Nazi subayları hakkında da bilgiler veriliyor. Bazı bölümler müze olarak düzenlenmiş, mahkumların, yöneticilerin eşyaları, mektupları sergilenmekte. Aynı zamanda mahkumların resimleri var, bazıları gülen gözlerle bakmışlar fotoğraf makinelerine, sanki canım ne kadar kötü olabilir ki dercesine kaygısızca, hatta belki her şey iyi olacak diye bir umutla…
Kamp mahkumlarının sınıfları; tabii ki başta Yahudiler, yahova şahitleri, eşcinseller, politik muhalifler, göçmenler ve asosyaller (eyvah, eyvah…). Kampı gezdikçe üstünüze basan kasvet artacak ama bekleyin, sırada gaz odaları ve fırın var. Mahkumlara banyo yapmaya götürüldükleri söyleniyormuş; mahkumların gaz verildiği andaki acıları, şaşkınlıkları, çaresizlikleri, hayal kırıklıkları sanki duvarlara sinmiş, dayanabilirseniz dayanın…
Sersemlemiş olarak çıkacaksınız. Kampın bulunduğu coğrafya nasıl güzel; mart soğuğunda bile etraf yemyeşil, baharın ilk çiçekleri açmış, mırıl mırıl akan bir çay… İnsan bu güzelliğin içinde nasıl bu kadar acımasız olabiliyor, inanması zor. Kampı rehberli turla da gezebilirsiniz, yaklaşık 3 saat sürüyormuş. Siz kendiniz gezerseniz, en azından 2 saat ayırın. (Size bir öneri; Kamptan çıktıktan sonra, biletinizin bölgesi de uygun, atlayın Starnberger Gölü’ne gidin, ruhunuzu dinlendirin. Yazının ilgili bölümünden bakılabilir)
Kiliseler Katedraller
Münih, Bavyera’nın başkenti olagelmiş bir şehir, bu nedenle kilise açısından zengin. Bunların bir kısmı 2.Dünya Savaşında ciddi hasar görmüş, sonra restorasyona tabi tutulmuş. Münih’teki kiliseler, 10-18 saatleri arasında açık ama siz gitmek istediğiniz kilisenin web sayfasından yine de bir göz atın. Ben gezdiklerimi anlatayım, sonrası size kalmış.
Frauenkirche
Marienplatz’da Neues Rathaus’un arkasına düşen bu Katedral, Münih’in olmazsa olmazı, kent siluetine renk katan ana kilise. Dışı içinden daha görkemli. Burada 13. yüzyılda Meryem Ana Şapeli varken, Prens Sigismund tarafından bu Şapel büyük bir katedrale dönüştürülmüş ve bina 1488 yılında tamamlanmış. Burası Münih ve Freising başpiskoposluğunun merkezi. Bavyera’da bir çok kilisede göreceğiniz soğan biçimli kubbelerin en güzel örneklerinden biri Frauenkirche’de, bu bakır kubbeler 1525 yılında eklenmiş. İki kule yaklaşık aynı uzunlukta, 99 metre; Şehir merkezinde bu kulelerden yüksek bina yapılmasına izin verilmiyor. Kırmızı tuğladan gotik tarzdaki Katedral, 20.000 kişilik kapasiteye sahipmiş; uzunluğu 100 metre, genişliği 40 metre. Katedral içindeki 1500’lerden kalma Meryem Ana tasviri ile Aziz Andreas altarına dikkat. Katedralin kuleleri, birkaç yıl önce gidişimde de tadilattaydı, bu yıl gittiğimde de; onun için tepesine çıkılamıyor. Katedral, 2.Dünya Savaşında hasar görmüş ama Şeytan’ın ayak izi olarak bilinen girişteki kara leke duruyor. Efsaneye göre, Katedral yapıldığında Şeytan burada durmuş ve minik pencereli bu koca binaya gülmüş de gülmüş.
Peterskirche
Marienplatz’da Rindermarkt tarafında yer alan Peterskirche, Neues Rathaus’un karşısında, biraz aşağısında kalıyor. Merkezdeki en eski kiliselerden, 11.yüzy ılda yapılan ilk kilise zaman içinde değiştirilip genişletilmiş. Münih’teki ilk manastır yerleşkesi olarak da biliniyor. 18 yüzyıldan kalma altarı ve tavandaki freskolar göz alıcı. Kilisenin ‘Alter Peter’diye bilinen kulesinin sadece 2 tarafında saat var, bu kuleye 299 basamakla çıkılabiliyor. Çıkabilirseniz Münih’in kalbi olan bölgenin en güzel manzarasını görebilirsiniz. Yalnız kulenin tepesine çıkmak için 299 basamak yanında 3 Euro da ödemek gerekiyor. Kule, sabah haftaiçi 9, haftasonu 10’da açılıyor, akşam ise kışın 17.30, yazın 18.30 da kapanıyor.
Michaeliskirche
Michaeliskirche, Karlsplatz ile Marienplatz arasındaki yolda yer alan kilise Kuzey Alplerin en büyük Rönesans kilisesi olarak kabul ediliyor. Güney Almanya erken barok döneminin etkilerini taşıyan, ön cephesinde de maniyerist etkiler görülen kilise, bölgenin ilk Cizvit kilisesi olarak kabul edilmekte olup, William V tarafından 1583-1597 yılları arasında yaptırılmış. Wittelsbach Hanedanının bir çok üyesinin naaşı burada bulunuyor; Saraylarla ilgili diğer yazımızda adını sık sık duyacağınız masalsı kral II Ludwig’in mezarı da burada…
Sık sık önünden geçeceğiniz bu Kiliseye bir göz atın, barok süslemeleri göz alıcı, kapısındaki Başmelek Mikail’in canavar şeklindeki şeytanla savaşını tasvir eden heykel dikkat çekici. Binanın yapımı sırasında kulesi çökmüş, yani Başmelek Mikail şeytanla mücadelesine ara verip biraz kilisenin yapıma destek vereymiş, iyiymiş… Kilisenin iç dekorasyonunda, Katolikliğin gerçek iman yolu olduğunu gösteren tasvirler varmış.
Theatinerkirche (Sankt Kajetan)
Bu kilise, Odeonplatz’da yer alıyor, metro durağından çıkar çıkmaz göreceksiniz; İtalyan barok tarzının haşmeti dikkatinizi çekecektir.
1663-1690 yılları arasında Elektör Ferdinand ve eşi Henriette Adelaide tarafından Max Emanuel’in doğumu nedeniyle yaptırılmış. Katolik kilisesinin ön cephesi rokoko süslemeleriyle dolu. Kilise’nin kuleleri zamanın mimari anlayışı için oldukça sıra dışıymış ve yapımı çok tartışma yaratmış. Kilise’de Bavyera hanedanının bir çok üyesinin naaşı bulunuyor, Kral Maximilian II, bunların başında geliyor.
Assamkirche (St Johann Nepomuk)
Burası, diğerlerine göre daha küçük hacimli bir kilise, ama içi ne şatafatlı, ne şaşaalı, oymalar, resimler, freskolar, heykeller, insanı şaşkına çeviriyor.
1733-1746 yıllarında Asam kardeşlerin kendi özel kiliseleri olarak yaptırılmış, ancak baskıyla sonradan halka açılmış. Aslında Asam kardeşlerin kendilerine ev yapmak için satın aldıkları 2 bina ve çevresindeki arsaların birleştirilmesinden oluşan, her santimi ince işçilikle bezeli, gözünüzü alamayacağınız bir yer. Kilise, Güney Almanya’daki geç Barok tarzın en önemli temsilcisi kabul ediliyor. Kilise, Tuna’da boğulan Bohemyalı keşiş Nepomuk’a adanmış; tavanda da, Aziz Nepomuk’un hayatını anlatılıyor, kemik parçası da kilisede saklanıyor. 2.Dünya Savaşı sırasında ciddi hasar görmüş bir yer. Burası Sendlinger metro durağına yakın, Marienplatz ile Sendlinger Kapısı arasındaki yolun üstünde.
Heiliggeistkirche
14. yüzyılda gotik tarzda yapılan kilise, 1724-1730 yılları arasında yeniden tasarlanmış, içerisi Asam kardeşler tarafından yaptırılan rokoko freskolarla süslüyken dış cephe 1885 yılında yeni barok tarzında yapılmış.
2. Dünya Savaşı sırasında hasar gören Kilise, Marienplatz’da Viktualienmarkt’ın hemen yanında… Kilisenin içi görülmeye değer.
Bürgersaal Kirche
Karlsplatz’da bulunan kilise, 1710 yılında yapılmış olup Cizvit bağlantılı Meryem Ana cemaatine aittir.
Ignaz Günther’in rokoko heykeli Koruyucu Melek ve 2. Dünya Savaşı sırasını sağlam atlatan freskolar görülemeye değer. Kilise, 2. Dünya Savaşı sırasında kentin önde gelen Nazi karşıtlarının ve semt rahibinin naaşlarına ev sahipliği yapmakta.
Ludwig Kirche
Odeonsplatz ile Universitat durakları arasında ana caddede olan ikiz kuleli bu Kilise, romanesk kiliselerden etkilenilerek 1829-1844 yılları arasında yapılmış.
Koro bölgesindeki Peter von Cornelius tarafından yapılan mahşer freskosu görülmeye değer. Bu, 19 metreye 11.50 metre boyuyla dünyanın en büyük freskolarından biri olarak kabul edilmekteymiş. İsa’nın Doğuşu ve Çarmıha Gerilişi de Kilise’deki büyük ölçekli freskolardan… Ayrıca dört müjdeci ve İsa heykeli de dikkate değer eserlerden
Sankt Lukas Kirche
St.Lukas Kilisesi, Münih’teki en büyük Protestan kilisesi, 1893-1896 yılları arasında tamamlanmış. Isar’ın kıyısında, Marienplatz ile Steinsdorfstrasse arasında bulunan Kilise’nin dış cephesi romanesk formdayken iç yapısı erken Ren-Gotik tarzında. Kilisenin pencere vitrayları, zamanın en önemli ustası Charles Dixon tarafından yapılmış ancak ne yazık ki, 2.Dünya Savaşı sırasında hasar görmüş, 1946 yılında aynı görkemi yakalayarak yenilenmiş.
Sankt Anna Klosterkirche
Lehel’deki (U4 ile gidilebilir) St Anna Kilisesi 1887-1892 yıllarında rokoko tarzında yapılmış.
Sankt Benno Katholische Kirche
Nispeten yeni bir kilise; Şehrin büyümesi sonucu, 1908 yılında neoromanesk tarzda yapılmış. Theresienstrasse metro durağına civarındaki kilise, önünde Aziz Benno’nun heykeli, altarı ve vitrayları ile dikkat çekici. Ama biraz uzak; bu kadar kilise yetmedi bana diyorsanız, Maxvorstadt meydanına kadar gideceksiniz mecburen.
Dreifaltigkeitskirche
Frauenkirche’nin arkasına düşen Kutsal Teslis Kilisesi, İspanya ile girilen savaşta adak olarak 1711-1718 yıllarında yapılmış; Bavyera tipi barok tarzdaki Kilisenin kubbesindeki Cosmas Damian Asam’ın Kutsal Teslis Freskosu özellikle dikkate değer. Burası 2.Dünya Savaşında hasar görmeyen ender yapılardan biriymiş.
Paul Kircke
Theresienwiese durağından ulaşabileceğiniz bu görkemli Roman Katolik kilise, 1892-1906 yıllarında gotik tarzda yapılmış, halen tadilatta olduğu için dış görüntüsü hakkında pek bir şey diyemeyeceğim.
St Boniface Manastırı
SAMSUNG CAMERA PICTURES
Maxvorstadt civarında olan bu Kilise, I.Ludwig tarafından 1835 yılında kurulmuş bir Benedikt manastırı. Bizans tarzında yapılmış yer, 2.Dünya Savaşı sırasında çok hasar görmüş, restore edilmiş… İdari hizmetleri de kapsayan yapının içi tamamen modern bir havada.
Sinagog
Marienplatz ve Sendlinger durakları arasında St Jakobs Meydanı’nda bir sinagog ve Yahudi Müzesi var. Gittiğimde kapalıydı; salı-pazartesi 10-18 saatleri arası açıkmış. Dachau Toplama Kampı bir yanıyla Yahudi Müzesi de olduğu için tekrar gitmeye çabalamadım. İlgileniyorsanız….
Müzeler
Münih, bir müzeler şehri… Bir geziyi sadece müzelere ayırsanız yeridir, özellikle resim sanatı size hitap ediyorsa, burası sizin cennetiniz. Ben Münih denince akla gelen belli başlı müzeleri gördüm ama liste bunlarla sınırlı değil. Benim gittiğim müzelere gidecekseniz, en azından iki gününüzü ayırmanız gerekecek, o da ‘acaba sanatçı burada ne demek istemiş’ rahvanlığıyla değil, ona göre…
Glyptothek ve Ulusal Antik Eserler Koleksiyonu (Staatliche Antikensammlungen)
Burası Münih’in müze bölgesinin başlangıcı; Köningsplatz durağında indiğinizde karşınıza çıkacak. Ancak Hauptbahnhof’tan burası çok yakın, Luisenstrasse boyunca 10 dakikalık bir yürüyüşle ulaşabilirsiniz.
Köningsplatz’da görmemezlik edemeyeceğiniz bu iki devasa müze, sizi antik Yunan-Roma-Etrüks dünyasına götürecek. Birbirinin tamamlayıcısı olarak görülen ve karşı karşıya bakan bu iki bina, sütunlu girişleriyle zaten antik Yunan havasını ilk görüşte yansıtmakta.
Aslında iki bina arasında yer alan Propylaen, dor tarzıyla bu havayı pekiştirmektedir. Ancak Propylaen, bir müze değil, şehrin yeni bölümüne ait bir giriş kapısı olarak görülebilir, o nedenle burası yazımızın diğer bölümlerinde anlatılacaktır.
I. Ludwig’in antik dünyaya ilgisinin somut örneği bu müzeler. Özellikle Glytothek, I Ludwig’in antik Yunan ve Roma heykel koleksiyonu için1816-1830 yılları arasında yapılmış. Buraya Isar kıyısındaki Atina denmesi de bu nedenle… Binanın dış cephesi Yunan tapınaklarını andırıyor, içerisi ise antik Roma tarzında yapılmış. Binanın içi renkli mermerlerle döşenmiş. Burası antik dönem heykellerine ayrılmış ilk müzeymiş. Sergide, arkaik dönemden, Yunan klasik döneme, Helenistik dönemden Roma dönemine kadar bir çok antik eser yer almakta. Heykeller açısından bu dönemlerin arasındaki fark ise insan vücudunun biçimlendirilmesinde görülüyormuş. Müzede antik dönemin tapınak ya da önemli binalarından alınan eserler yanında, dönemin şairlerinin, politikacılarının, filozoflarının büstleri de bulunmakta. Mnesareta lahit steli, Aphia Tağınağından alınan heykeller, yorgun atlet heykeli, müzenin öne çıkan eserleri.
Glyptothkek’in tam karşısında ise neoklasik tarzda yapılan korint esintili sütunlarıyla antik Yunan havası estiren Ulusal Antika Eserler Koleksiyonu Binası yer almakta. Burada Yunan-Roma-Etrüks eserleri bulunmakta, özellikle vazo koleksiyonu çarpıcı. Bina I Ludwig tarafından 1848 yılında yaptırılmış. Wittelsbach Hanedanı’nın antika eserlerini ev sahipliği yapan müzede en çok Ludwig I’e ait koleksiyonlar yer almakta.
İki müzeye giriş ücreti 6 Euro, pazar günleri ise her bir müzeye giriş 1 Euro. Her iki müze genel olarak 10-17 saatleri arasında açık ancak Antik Eserler Koleksiyonu çarşambaları, Glyptothek perşembeleri saat 20’ye kadar açık.
Buradaki örnekler belki türünün en iyi örnekleri ancak zamanınız kısıtlıysa iki müzeyi 1 saatte gezebilirsiniz, ne de olsa ‘bunlardan bizde çok var.’
Alte Pinakothek – Neue Pinakothek – Pinakothek der Moderne
Burası da birbirini tamamlayan bir müze grubu. Özellikle resim sanatı ile ilgili olanlar için rahatlıkla bir günü geçirebileceğiniz, resimlerden, tablolardan oluşan yalıtılmış bir dünya sunacak bir yer. Tabii, o tablolar zaman zaman hayatın acılığını gözünüzün içine sokacak, o ayrı…
Burası Luisen Strasse üstünde, on dakika yürümeyle ulaşabileceğiniz bir yer. Alte ve Neue Pinakothek’ler birbirine bakıyor. Alte – Neue – Moderne pinakothek binaları da kendi aralarında bir üçgen oluşturuyor.
Bu üç müze genelde 10-18 saatleri arasında ziyarete açık. Ancak Alte Pinakothek, pazartesileri kapalı, salı günleri kapanış saati 20… Neue Pinakothek salıları kapalı, çarşambaları kapanış saati 20… Moderne Pinakothek pazartesileri kapalı, perşembeleri kapanış saati 20…
Müze giriş ücretleri Alte Pinakothek’e 4 Euro, Neue Pinakothek’e 7 Euro, Moderne Pinakothek’e 10 Euro. Pazarları giriş ücretleri 1 euro. Bu üç müzeyi bir gün içinde olmak kaydıyla 12 Euroya gezebilirsiniz. Yok bana üç müze yetmez, en az beş olsun derseniz; bu üç müzeye ilaveten Schack ve Brandhorst müzelerini de 29 Euroya görebilirsiniz.
Alte Pinakothek, 1826-1936 yılları arasında neoklasik tarzda inşa edilmiş, dünyanın en önemli resim koleksiyonlarından biri olarak görülüyor. 16. yüzyılda IV.Wilhelm’in Sarayı tarihi resimlerle donatma fikri koleksiyonun çıkış noktası olmuş; ardılları olan krallar da sanat düşkünü olunca ortaya 14-18 yüzyılları kapsayan müthiş bir koleksiyon çıkmış. Bina Bavyera hanedanlığının resim kolleksiyonunu muhafaza etmek için I.Ludwig tarafından planlanmış. Müzede 14-17 yüzyıllarının Alman ressamları (Albrecht Dürer, Stefan Lochner, Matthias Grünewald, Johann Liss gibi), 15-18 yüzyıllarının Hollanda ve Felemenk ressamları (Rogier van der Weyden, Dieric Bouts, Hans Memling, Hieronymus Bosch, Rembrandt van Rijn, Pieter Lastman, Gerard Terborch, Pieter Brueghel, Peter Paul Rubens, van Dyck gibi), 13-18 yüzyıllarının İtalyan ressamlar (Leonardo da Vinci, Raphael, Sandro Botticelli, Titian, Tiepolo gibi), 16-18 yüzyılları arasının Fransız ressamları (Nicolas Poussin, François Boucher gibi), 16-18 yüzyılları arasının İspanyol ressamları (El Greco, Velazquez, Murillo gibi) size görsel bir ziyafet çekecek. Müzenin Rubens koleksiyonu dünyaca meşhur. Resim sanatının şahikalarının ardarda sıralanması, konuyla hiç ilgisi olmayan bir insanı bile büyülüyor. Ama siz Boucher’in Madame de Pompadour ve Murillo’nun Üzüm Yiyen Dilenci Çocukları’na dikkatli bakın, gezimiz boyunca ya tablo olarak, ya tablonun kahramanı olarak bize başka yerlerde eşlik edecek.
Neue Pİnakothek’in ilk kurucusu I.Ludwig; ancak bina 2.Dünya Savaşı’nda yıkılınca yerine yapılan 1981 tarihinde yeniden açılmış. Müzede Alman ressamları yanında Fransız realistler, empresyonistler, post empresyonistler, sembolistler, noktacılık, sezession gibi akımlardan örnek tablolar yer almakta. 18-19 yüzyıl ressamlarının ağırlık kazandığı müzede, Manet, Monet, Cezanne, Renoir, Gauguin, Degas, Pissara gibi empresyonismin ağır toplarının resimleri özellikle ilgi çekici, tabii Van Gogh’un Ayçiçekleri hemen dikkatinizi çekecek. Bunun yanında Toulouse Lautrec, Gustav Klimt, Edvard Munch, Paul Signac gibi sembolizm ve art nouveau akımın öncüleri, Picasso, Rodin gibi bir çok sanatçının heykelleri, Goya gibi ustaların resimlerini görebilirsiniz. Resim sanatıyla ilgiliyseniz ve hazır Almanya’dayken, çeşitli sanat akımlarının takipçisi olmuş Alman ressamlarının eserlerini, özellikle Biedermeier Akımı, Roma’daki Almanlar, Wilhelm Liebl ekolü gibi özellik taşıyan bölümleri görebilirsiniz.
Moderne Pinakothek ise Alte ve Neue Pinakothek’i tamamlamak ve sanat tarihi sürecini günümüze getirmek için kurulmuş, içinde dört ayrı müzeyi barındırmakta; Yeni Müze, Tasarım Müzesi, Mimarlık Müzesi ve Grafik Müzesi… Müzede Picasso, Braque, Matisse, Beckman resimleri yanında tasarım, grafik, takı, mimarlık alanlarında da eserler bulunmakta. Pop art, minimalizm gibi akımların da yer bulduğu, muhtelif sanat projelerinin, resimlerin, videoların olduğu Müze’de, Andy Warhol, Henry Moore, Franz Kline gibi sanatçıların eserlerini görebilirsiniz. Müze bir bütün olarak beni zorlayan cinsten. Çağdaş sanata pek vakıf olamadığımı burada bir kez daha anladım; Müzeyi gezerken birden tiz bir düdük sesi duyunca bunun bir enstalasyondan gelen ses olduğunu düşünüp pek aldırmadım, meğer yangın alarmıymış, neyse ki yanlışlıkla çalmış, yoksa cehaletimin bedelini cayır cayır yanarak ödeyecektim.
Bayerisches National Museum
1885 yılında Kral Maximilian II tarafından kurulan müze, antik dönemlerden 20.yüzyıla uzanan bir süreçte Avrupa sanatının muhtelif dönemlerinden eserler barındırmakta. 1894-1900 yılları arasında Prinzregentenstrasse üstünde yapılan yeni binaya taşınan Müzeye, 17, 18 hatlarıyla ulaşabilirsiniz. Müze pazartesileri kapalı, diğer günler saat 10’da açılıyor ve 17’de kapanıyor, Perşembe günü kapanış saati 20. Giriş ise 7 Euro. Müzede antik eserlerden, Orta Çağ’ın dinsel tasvirlerine, Rönesanstan, baroğa, porselen, fil dişi, cam, altın ve gümüş, metal, ahşap gibi çeşitli malzemelerden yapılan giysiden, savaş eşyalarına, biblolardan müzik aletlerine, mobilyadan mücevherata, saatlerden teknik aletlere kadar çeşitli objeler yer almakta. İsmi Bavyera olsa da, sınırı tüm Avrupa’ya uzanan bir kapsamda…
Müzenin ana binası 3 katlı; yanlarındaki ek binalarla oldukça haşmetli bir yapı. Orta Çağ bölümünde Güney Almanya’nın çeşitli kilise ve manastırlarından toplanan dönemi temsil eden heykel, ahşap oyma, resim gibi eserler görülebilir; bunlar fil dişi, ahşap, mermer işçiliğinin göz doldurduğu eserler. Gotik bölümde Augsburg Dokumacılar Loncasını konu edinen resim ile ahşap işçiliğin öne çıktığı dolaplar dikkate değer. Rönesans bölümünde goblenler, heykeller, mücevherler yanında ressam, matematikçi, matbaacı Albrecht Dürer’e ayrılan kısmı kaçırmayın. Barok ve rokoko bölümlerinde de, bu akımın Almanya’daki etkisini izleyebileceğiniz türlü objeler var, boyalar, camlar, porselenler, altınlar, ve gümüşler, hepsi ilginizi çekmek için yarışacaklar.
Bu arada, Alman rokoko akımından Ignaz Gürnther ve Johann Baptist Straub’un heykellerine zaman ayırın. 19 yüzyıl bölümünde, Wittelsbach Hanedanının Fransa ile yakınlaşmasının etkilerini taşıyan Fransız tarzı neo klasik eserler yer almakta. Ve art nouveau döneminin ışıltılı, ince işlemeli, bol doğa esintili porselen, değerli taş, cam eserler, özellikle Tiffany parçalar hem tanıdık gelecek hem büyüleyici…
Etnografik ve folklorik objelerin de bulunduğu müzenin belki de en ayrıcalıklı bölümü doğuş sahnesi diye çevrilebilecek ‘nativity scenes’ düzenlemelerinin olduğu yer. Genellikle noel dönemlerinde, çeşitli malzemeler kullanılarak İsa’nın doğumunun –veya diğer dinsel konuların- minik objelerle sergilenmesi olarak açıklanabilecek ‘nativity scenes’ Müzede ‘Krippen’ (Beşik) olarak adlandırılan kısımda. Zamanla din dışı konuları da ele alan bu sanatın en özgün örnekleri görülebilir.
Bavyera ve İtalyan sanatçılar tarafından 1700-1900 dönemlerinde yapılan eserleri barındıran bu bölüm, eminim sizde hayranlık uyandıracak; ince ince işlenmiş onlarca biblo (İsa, Meryem, havarilerden tutun tezgahtaki sebzelere, göklerdeki melekten duvardaki eleğe kadar) çok küçük bir alanda bizlere boyutlarından fersah fersah fazla bir güzellik sunmakta.
Bu bölümün bir de sürprizi var; minik objelerle üç boyutlu olarak düzenlenen bir Pieter Brueghel tablosu…
Belki Münih’te adı en çok duyulan müze burası değil ama bence mutlaka görülmesi gereken bir yer; Münih’in ünlü üçlü müzelerinden (alte-neue-moderne) hiç de geri kalmayan bir yer. Burada geçireceğiniz süreyi en az 2 saat olarak düşünün, gezi sonrası müze bahçesindeki kahve molası buna dahil değil.
Schack Galerie
Adolf Friedrich von Schank’ın koleksiyonuna ev sahipliği yapan Prinzregentenstrasse’deki bu Müze’ye 17,18 hatlı tamvaylarla gidebilirsiniz. Giriş 4 Euro. Böcklin, Lenbach, Feuerbach gibi daha çok 19 yüzyıl Alman ressamların resimleri bulunmakta. Carl Spitzweg’in 1855 yılına ait ‘Kahvehanedeki Türkler’ tablosu ilginizi çekebilir.
Alman ressamlara ait İtalya manzaraları özellikle dikkat çekici. Sadece ilgilisine öneririm, diğer müzeler arasında insanın aklında çok kalmayan bir yer.
Stadtmuseum
Müze Viktualienmarkt’ın hemen yanında, Sankt Jakobs Meydanı’nda beyaz gotik binada bulunuyor. Müzeye giriş 4 Euro; pazartesi hariç 10-18 saatleri arasında ziyarete açık. 1880 yılında kurulan ve o dönem daha çok arşiv niteliği olan Şehir Müzesindeki en önemli eserlerden biri Erasmus Grasser’in 1480 yılında yaptığı Mağribi Dansçılar heykeli. Ayrıca silah koleksiyonu, dünyanın sayılılarından olan oyuncak bebek koleksiyonu, çeşitli sanat akımlarının izlerini taşıyan mobilyalar, bira yapımı malzemeleri, müzik aletleri Müze’de görebileceğiniz eserlerden. Ayrıca baskı, film, fotoğraf koleksiyonları da mevcut. Orta Çağ’dan günümüze Münihlilerin günlük yaşantısına yönelik objelerin sergilendiği Müze’de Typisch München sergisi dikkate değer. Bence Müzenin en dikkat çekici yanı binanın kendisi. Cephanelik olarak 1491 -1493 yıllarında yapılan binaya yıllar içinde eklemeler yapılmış ama gotik havası hep aynı kalmış. Burası Sinagog ve Yahudi Müzesi’nin de tam karşısı. Münih’te o kadar çok ve harika müze var ki, ne desem bilmem, benim gibi takıntılı biri değilseniz burayı atlayın gitsin…
Branhorst Museum
Udo ve Anette Brandhost’un koleksiyonuna ev sahipliği yapan ve 2009 yılında açılan Müze, Pinakothek der Moderne’nin karşısında, rengarenk dış cephesiyle dikkatinizi çekecektir.
Müze, Salı-Pazar 10-18 arası açık, ancak perşembeleri kapanışı saat 20’de. Giriş 7 euro, ancak benim üçlü müze (Alte-Neue-Moderne) biletim burada geçerli oldu ve para vermeden girdim. Çağdaş sanata ayrılan Müze, Andy Warhol, Jean Michel Basquiat, Joseph Beuys, Cy Twombly gibi sanatçıların eserlerinine ev sahipliği yapmakta. Benim en çok dikkatimi çeken eser, Jeff Wall’ın 1946 yılındaki ‘Arıcaköyü’nden bir köylünün Mahmutbey-İstanbul’a varışı’ isimli fotoğrafı…
Zamanınıza göre gidip gitmemeye karar verin.
Lenbachhaus
Burası Hauptbahnhof’tan müze bölgesine gelmek üzere yürüdüğümüz Luisen Stasse üstünde, Propylaen’nin tam karşısında bir müze…
Metro kullanacaksanız Königplatz’da ineceksiniz. Her gün 10-18 saatleri arasında açık olan Müze’ye giriş 10 euro. Türlü renkli camlardan oluşup tavandan aşağıya sarkan bir anaforu andıran giriş çok etkileyici. Ressam Franz von Lenbach için 1887-1891 yılları arasında yapılan İtalyan tarzı bu villada, 1929 yılından beri Kent Sanat Galerisi bulunmakta. Müzenin önemi ise, ‘Der Blaue Reiter-Mavi Süvari’ grubuna ait en büyük koleksiyona sahip olması. Bu akımın en önemli temsilcisi olan Vassily Kandisky’nin resimlerinin yer aldığı Müze’de Jan Polak’ın Bir Adamın Portresi’de görülebilir. Metro istasyonunun altındaki ek binada da, Müze kapsamında geçici sergiler bulunmakta.
Mavi Süvari ise, Franz Marc ve Vassily Kandisky tarafından 1911 yılında oluşturulan ve isim olarak Kandisky’nin 1903 yılında yaptığı resmin ismini (Der Blaue Reiter) alan bir akımmış ve temel olarak Alman dışavurumculuğunun bir kolu olarak görülüyormuş. Müzeyi gezme süresi, tamamen konuya olan ilginize bağlı. Şu kadarını not olarak düşeyim; Müzenin en büyük süksesi olan Kandisky’nin başka resimleri diğer müzelerde görülebilir.
Bunlar tamam; peki Müze içinde sergilenen o soba ile kullanılmış süpürgelerin anlamı neydi, bilemedim. Beni onların önüne koyun, sanatçı bu çalışmasıyla bize ne anlatmak istemiş diye de sorun ve ertesi gün gelin; ben hala o sobanın önünde bicevap oturur olurum. Daha gezilecek çok yer, kafa yoracak çok çağdaş sanat eseri var; fazla oyalanmayın derim…
Deutsches Museum
Isar Nehri’ndeki bir adacığa kurulu olan bu bilim ve teknoloji müzesini kaçırmayın. Burası dünyanın en büyük bilim ve teknoloji müzesi, Münih’teki en büyük müze. Alman Mühendisler Odası tarafından 1903 yılında kurulan müze, insanı bilim ve teknoloji tarihinde bir geziye çıkardığı gibi, gündelik hayatımızdaki bir sürü elektronik aletin sırlarına vakıf olmamızı da sağlıyor.
Müze Galileo’nun bilim çalışmalarını sürdürdüğü atölyeden uzayın derinliklerine kadar geniş bir yelpazede, 50 farklı bilim ve teknoloji dalında 28.000 farklı obje barındırıyor. Müzenin biri Münih’in 18 km dışında biri Bonn’da olmak üzere iki şubesi var. Müzeye giriş 11 euro ve Cuma hariç 9-17 saatleri arasında ziyarete açık. Müze’ye U1, U2,U7 hatlarının geçtiği Fraunhofetstss Durağından ulaşabilirsiniz. Deneysel sergilemelerin de olduğu müzede, cam yapımından, elektrik deneylerine kadar bir çok uygulamalı bölüm görebilirsiniz. Dünyanın oluşumunu gözümüzün içine soka soka anlatan bölüm tavsiye edilir; görmek isteyen gözlere… Burası zaman isteyen bir Müze, çoluk çocuk seyahat ediyorsanız mutlaka buraya ayıracağını zamanı artırın. Şehir merkezinde, Viktualienmarkt civarında, Peter Kirche’nin tam karşısında Deutsches Museum’un hediyelik eşya satan bir şubesi daha var.
BMW World
Pazartesi-cumartesi 7.30 ‘da, pazarları 9’da açılan yer, gece yarısına kadar ziyaretçi kabul ediyor ve giriş 10 Euro… BMW’lerin çekiciliğine karşı koyamayanların kayıtsız kalamayacağı bir yer; dönemler itibariyle BMW’ler karşınızda… Görsel çekicilik çok güzel, bir kez gitmeye değer. Münih’te başka sanayi markalarının da yerleri var (Siemens gibi) ama bana BMW yetti, diğerlerine gitmedim.
Gidilebilirdim ama gitmedim
Burada iki müzeden bahsedeceğim, ben gitmedim ama modern resme doyamadım diyenler için Haus der Kunst, bir başka çağdaş sanat durağı olabilir. Yine 17,18 hatlı tramvaylarla gidilebilir, bu da Prinzregentenstss’de. Modern sanat sergilerine ev sahipliği yapan neo klasik tarzdaki bina 1933-1937 yıllarında yapılmış.
Bir de Völkerkunde Museum (Etnografya Müzesi) var. Maximilianstrasse’de 1858-1865 yılları arasında yapılmış muhteşem binanın ön cephesi, Bavyeralıların güzel özelliklerini simgeleyen (vatansever, çalışkan, yüce gönüllü, sadık, adil, cesur, bile ve dindar- biz ‘Türk öğün güven çalış’ deyince olay olur ama…) 8 adet heykelle süslü. 1925’ten beri etnoğrafya müzesi, halen dünyanın beş kıtasından örnekleri ağırlayan bir müze. Zaten ismi de artık ‘Fünf Kontinente Museum’; tüm dünya kültürlerinin izlerini görebileceğiniz bir yer.
Ama benim gezim o kadar globalleşmeye uygun değil, onun için girişte buda heykelini görünce girmekten vazgeçtim; Münih’e gelip Uzak Doğunun mistisizmini, Afrika’nın kabile maskelerini görmek aklıma yatmadı. Gitmek isterseniz giriş 5 euro ve 9-17 saatleri arasında açık. Hazır oraya gitmişken, tam karşısındaki görkemli binaya da dikkat…
Bu arada aynı nedenle Münih’teki Mısır Müzesi’ne de gitmedim (Evet, Mısır’ın zenginlikleri her yerde; Berlin’de çok büyük bir Mısır Müzesi var, buradaki de oldukça büyük). Ayrıca değerli taş, fotoğrafçılık gibi müzeler de var ama onlar üstünde durmadım bile.
Ayrıca Marienplatz’da Michaelskirche’nin hemen yanındaki gösterişli rokoko binada Avcılık Müzesi yer almakta; burası eskiden Augustinusçu bir tarikata ait kiliseymiş. Asıl bina 1300’lü yıllardan kalsa da 15 yüzyılda tekrar yapılmış, 1620’de rokoko tarzında yenilenmiş. Dışardan binasını görmek yeterli oldu bana ama avcılıkla ilgilenenler düşünebilir.
Parklar, Bahçeler, Öteler
Münih’te ne kadar müze, kilise, heykel, anıt varsa gezdik dolaştık; şimdi parklara açılma, doğayla bütünleşme zamanı. Münih bu açıdan da çok zengin. Şehir dışına çıkmanıza gerek yok, şehir içinde bir sürü park, bahçe var. Ben gezilerim sırasında hayvanat bahçesi, deniz dünyası gibi yerleri es geçerim. Bu sefer de öyle oldu. Ama isterseniz var.
Bu sefer gittiğim ama gezmediğim bir yer de Olimpiapark. 1972 yılındaki Münih Olimpiyat Oyunları için hazırlanan bu spor kompleksinin en göz alıcı yeri 290 metre yüksekliğindeki televizyon kulesi Olympiatrum. Ama gittiğim gün hava yağışlı ve puslu olduğu için kuleye çıkmadım. Parkı ise daha önce görmüştüm, yağmur çamurda tekrar dolaşmadım. Olypiazentrum durağından ulaşabilirsiniz; yeşillikler içine serpiştirilmiş muhtelif spor alanlarını gezebilirsiniz. Ama Münih’in çok daha cazip parkları var.
Bunların başında da Englischer Garten geliyor. 5 km2’lik bir alana yayılan ve 1789 yılında Karl Theodor tarafından tasarlanan Park, bugün İngiliz Bahçesi olarak ün salmış. Park içindeki 1837 yılı yapımı neo klasik tapınak Menopteros ile 1790 yılında pagoda tarzında yapılan 5 katlı 25 metre yüksekliğindeki Çin Kulesi, Parkın göz alıcı yapılarından. Ama spor yapmak, dinlenmek, şehrin içinde olup şehrin kargaşasından uzaklaşmak istiyorsanız burası her mevsimde ayrı tatlar verecek bir yer. Münih’teki zamanınız nedir, bilemem ama aklınızda bir parkta zaman geçirmek varsa o, Englischer Garten olmalı. Hatta bizim büyük şehir belediye başkanlarını zorla getirmek lazım, şehrin en rant yapacak yerinin nasıl da şehir halkına ayrılabileceğinin ispatı olarak.
Şehir içinde Residenz ile Englischer Garten arasındaki Hofgarten ise daha şehir merkezine yakın, Odeonsplatz’da… 1613-1617 yılları arasında Maximilian I tarafından Rönesans stilinde yaptırılmış. Parkın batıdaki girişinden kuzeye uzanan duvarlarda Bavyera tarihini anlatan resimlerle süslü.
Parkın ortasında bir çeşme ve Diana Tapınağı bulunmakta. Parkın doğusunda ise önceden askeri müze olarak kullanılan bina görülebilir, burası şimdi ise Eyalet Başkanlığı binası.
Buranın hemen yanında I.Dünya Savaşında ölenler için yapılan bir anıt var. Hofgarten’ın hemen yanında ise, Bavyeralı şairlere adanmış Dichtergarten (Şairler Parkı) bulunmakta.
Bir başka park ise Botanischer Garten. Adalet sarayının hemen yanında olan bu güzel park, nefis bir havuzla süslenmiş. Ayrıca bir Botanischer Garten’da Nymphenburg Sarayında var. Zaten Nymphenburg Sarayının parkı, göletleri, ağaçları, çiçekleri, aralardaki heykelleri ile zaten başlı başına görsel bir şölen.
Aslında parktan ziyade yürüyüş yolu olarak düzenlenmiş Isar Nehri kıyısı da dinlenmek için ideal bir yer. Friedenengel Heykeli ya da Maximilianeum’un görüntüleri eşliğinde Nehir kıyısında yapacağınız bir yürüyüş keyfinizi artıracaktır.
Volksbad… Tamamen şans eseri rastladığım bu havuz, 1991 yılında açılmış ve art nouveau tarzıyla Avrupa’nın en güzel havuzlarından sayılıyor. Siz en iyisi bavula bir de mayo koyun…
Ama şehirden biraz uzaklaşayım, doğaya döneyim derseniz, masmavi sularıyla Starnberger See ya da Ammer See sizi bekliyor. Ammer See, S8 hattının sonunda. Starnberger See ise S6 hattında, son dört durak (Starnberg, Possenhofen, Feldafing ve Tutzing) ile ulaşabilirsiniz. Ben Starnberger durağında indim, zaten durak hemen gölün yanında. Belli ki yazın burası tam havasını buluyor, beachler, tekneler yazı beklemekte… Ama Mart ayında da Göl harikaydı. Karşıda Alplerin silüeti, kıyıda birkaç yerleşim yeri, etrafta bir iki kafe… Kur masayı suyun içine, döşe çilingir sofrayı; buranın tadı böyle daha çok çıkar. Ama ben göle karşı bira ile yetindim.
Bira demişken Münih’te Marienplatz’a yakın bir bira evi var ki mutlaka görmelisiniz. Hofbrauhaus, 1589 yılında V.Wilhelm tarafından Alter Hof içinde kurulmuş, 1654 yılında Platzl’a taşınmış. Buranın halka bira satabilmesi ise ancak 1830 yılında gerçekleşmiş.
Bina bugünkü neorönesans tarzına 1896 yılında kavuşmuş. Yazın avlusunda keyifle biranızı yudumlayabilirsiniz ama iç kısımda gayet eğlenceli. Bavyera geleneksel giysileriyle garsonlar biranızı getirirken bir yandan da canlı Bavyera havalarıyla coşabilirsiniz.
Viktualienmarkt’da aynı şekilde bira içip yemek yiyebileceğiniz bir yer. Ama burası aslen 200 yıldır Şehrin ana pazar meydanı. Sebze meyveden peynire, çiçekten et mamullerine birçok ürünü taze olarak bulabilirsiniz. Meydanda minik çeşmelerin yanında komedyen Karl Valentin’in de heykeli bulunmakta. Buranın hemen yanında ise hal binasından dönüştürülmüş türlü mutfakların sergilendiği Schrannenhalle var.
Yeme İçme
Evet, bitti; Benim Münih’te gezdiğim gördüğüm yerler bunlar… Yazının sınırları uzadıkça uzadığı için Münih’in yeme-içme, eğlence hayatına neredeyse hiç girmedim. Zaten Almanya mutfağı döne döne arayıp özleyeceğim bir mutfak değil. Ha, nerede yedin derseniz, Hofbrauhaus, karşısında yer alan Aylinger Wirsthaus ile yine o civardaki Augustiner am Platzt aklımda kalan yerler.
Geleneksel Bavyera mutfağından turp çorbası, Bavyera sosisi ve Bavyera stili ördek kızartmasını denedim. Yemeği geleneksel kıyafetli garsonlar sunuyordu; iyi de, gerçek geleneksel kıyafetler bu kadar derin göğüs dekolteli midir, bilemedim, insan ne yediğini anlamıyor.
Alışveriş
Alışverişte de benim ilgimi çeken Viktualienmarkt’dan alabileceğiniz et ve şarküteri ürünleri ile Peterkirche’nin karşısındaki dükkanlarda bulabileceğiniz metal el işçi eşyalar ve Marienplatz’daki dükkanlarda rastlayabileceğiniz bira kupaları… Ama dediğim gibi, gezimin ve yazımın amacı, Münih’i keşfetmekti. Umarım size iyi bir yol arkadaşı olur.
Söylemiştim, Münih Türklerin yoğun olarak yaşadığı bir yer. O nedenle bir senteze ulaşarak, Münih’in güzelliklerini bir Türk edebi sanatı olan bir mani (manimsi diyeyim) ile sonlandırayım yazımı.
Sille, başlı başına bir yazının konusu olabilecek zenginlikte bir yer. Konya’nın 8 km kuzeybatısında yer alan Sille’ye Alaaaddin Tepesi’nden 64 numaralı otobüsle ulaşabiliyorsunuz. Yarım saatte bir kalkan otobüsler yaklaşık yarım saatlik bir yolculuktan sonra tamamen farklı atmosferi olan bu şirin köye ulaşıyor. Burası son dönemlerdeki restorasyonlarla bir turizm cazibe merkezi haline getirilmeye çalışılıyor. Hak ediyor da.
Sille’nin tarihi çok eskilere dayanıyormuş. Çevresindeki Sızma Höyüğünde MÖ 8 yüzyıla uzanan izler bulunmuş. Antik dönemde Sylla olarak isimlendirilen bölgede Friglerden sonra Roma döneminde ait iskan izlerine de rastlanılmış. Efes’ten doğuya giden Kral Yolu üzerinde olan Sille’nin misafirleri arasında Aziz Paul’ün de olduğu düşünülmekte.
Hristiyanlığın yayılmasında önemli rolü olan Roma Kralı Büyük Konstantin’in, ilk Hristiyan aristokratı olduğu kabul edilen annesi Helene’nin yaptırdığı Aya Elenia Kilisesi, Sille’nin göz bebeği yerlerinden. Helene; İsa’nın gerildiği kutsal hacı bulmak için Kudüs’e yaptığı gezi boyunda geçtiği yerlere birçok kilise inşa ettirmiş; bu da Sille’nin bu yol üzerinde olduğunu gösteriyormuş.. Kaya mezarları ile Ak Manastır bu dönemden kalan izler.
MS 7-10 yüzyıllar arasında Arap akınlarına maruz kalan Sille, bu dönemde Hristiyanlar için önemli bir merkez haline gelmiş. 1071’den itibaren Türk akıncılarının hakimiyetine giren Anadolu ile birlikte, özellikle Konya’nın Selçukluların başkenti olmasından sonra Sille’de yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönemde Konya’dan taşınan gayrimüslimlerin özellikle Sille’ye taşındığı düşünülmekte. I.Haçlı Seferi sırasında Sille talan edilmiş ve Haçlı Ordusu geri dönerken buradan pek çok Rum Bizans ordusuyla İstanbul’a gitmiş. 1226 yılında I.Alaeddin Keykubat Ermenistan seferi dönüşünde bir grup Hristiyan Peçenek Türkünü buraya yerleştirmiş. Anadolu Selçuklularından sonra bölge önce Karamanoğullarının, sonra Osmanlıların hakimiyetine girmiş.
1898 yılında Sille Selçuklu ilçesine bağlanmış, 1915 yılında Konya Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından Sille’deki kilise, manastır ve kaya mezarlıklarının bulunduğu bölge birinci derece sit alanı olarak ilan edilmiş.
Sille’ye otobüsle gelirken Cephanelik’te inerseniz, Sille çayı boyunca tüm köyü gezme şansınız olur. Cephanelik 2009 yılında restore edilmiş, bir parkın içinde, burada sergiler oluyormuş ama ben gittiğimde kapalıydı. Sol tarafınızda ise tarihi bir mezarlık var.
Yol boyunca önce sizi Ak Hamam karşılayacak. Bugün Sille Halk Kültürü Müzesi olarak hizmet veren yer, 1884 yılında Hacı Ali Ağa tarafından yaptırılmış. Yol boyunca ilerlerken eski Sille evlerinden restore edilmiş, cafeler, oteller, lokantalar, hediyelik eşya dükkanları size eşlik edecektir.
Solunuzda, Sille Çayı’nın öbür tarafındaki tepelerde ise artık ziyaret edilmesi yasak olan Kaya Mezarları-Kiliseleri bulunmakta. Bunlar arasında özellikle Koimesis Tes Paganias Kilisesi önemli ama bu bölgede göçük tehlikesi olduğundan girmek yasak…Göremediğim bir başka yer ise Hristiyan aleminde Hagios Khariton adıyla bilinen Ak Manastır, Sille Manastırı veya Eflatun Manastırı… Burası Mevlana’nın içinde yedi gün yedi gece durduğu söylenen bir su kaynağının da bulunduğu bir yer. Ama askeri bölge içinde. Belki de bu bir şans, çünkü böylece hala şapelleri, hücreleri ve su kaynağı sağlam duruyormuş.
Sille evlerinden dönüştürülmüş kafeler, lokantalar arasında Sille Sanat Merkezi gözüme çarpıyor. Burada Selçuklu İmparatorluğunun nadide eserlerinden olup genelde yurt dışına kaçırılan türlü objelerin imitasyonları yapılıyor, sergileniyor ama satılmıyor. Mutlaka göz atın.
Yol bizi Aya Eleni Kilisesine götürüyor. Yukarıda söylendiği üzere, Büyük Konstantin’in annesi Helena’nın 327 yılında yaptırdığı bir kilise burası, şimdi ise müze. Sille taşından yapılmış Kilisenin kitabesi 1833 yılı tarihini taşıyormuş.
Girişi ücretsiz olan Kilise, haç şeklinde ve içinde Hazreti Meryem ve İsa ile havarilerinin tasvirleri görülebilir, ayrıca altar süslemeleri, piyano, sıhhiye kalem ve muhteşem süslemeleriyle kutsal mekanı cemaat yerinden ayıran üç bölümlü ikonastasis bulunmakta.
Sille’deki bir şapel de şimdi ‘Zaman Müzesi’ olarak kullanılan yer. Aya Eleni Kilisesinin karşısındaki tepede. İçeride muhtelif dönemlerde zaman ölçmek için kullanılan aletler, saatler bulunmakta. Bu küçük ama etkileyici Müzenin bence en nadide parçası, bir usturlab. Maden ya da ahşaptan yapılan usturlablar, güneşle yıldızların konumları aracılığıyla zaman ile ilgili sorunlara cevap bulan, yıldızların yükseklik açılarının ölçülmesi, burçlarla ilgili bilgilerin edinilmesine yarayan bir aletmiş. Müzede ayrıca güneş saatleri, köstekli saatler, porselen saatler görülebilir.
Sille’nin başlangıcındaki eski mezarlığın bir benzeri bitiminde de var. Bu mezarlıklardaki bazı mezar taşları ise dönemin taş işçiliğinin şahikalarından.
Sille’de göreceğiniz bir diğer yer de Çay Cami. 19 yüzyıla tarihlenen Camide, zengin ahşap işçiliği dikkati çekiyor. Tepe Cami ise oldukça yüksek bir yerde olduğu için ulaşılması zor, ben içine girmedim, zaten genelde kapalıymış, vaaz kürsüsü arkasında 1878 tarihi olduğu için bu tarihten önce yapıldığı düşünülmekteymiş.
Sille’deki bir diğer cami ise, 1863 yılında yapılan Sille Ak Cami.
Sille de ayrıca metruk bir hamam ve halen restorasyonda olan bir cami de bulunmakta.
Sille turizm ile desteklenmeye çalışılan bir köy, gezmesi de keyifli. Ama Sille’yi Sille yapan esas unsur, yani oraya kültürünü bırakan Anadolu’nun Hristyan vatandaşları yok, onlar yerini bol gözleme, ayran, tandır almış. Biraz da ortama renk katan, hafif bohem canlı müzik taraçaları, butik havalı kafeler… Gidin; Sille Sanat Merkezi, Zaman Müzesi ve Aya Eleni Kilisesi başlı başına gitme nedeni olacak unsurlar, bence memnun kalmamanız mümkün değil ama beklentiniz çok yüksek olmasın.