Sadece filmlerde ya da hayallerde olabileceğini düşündüğüm bir projeyi anlatacağım size. Doğanın sesini dinlediğinizde ve ona nankörlük etmediğinizde, nasıl da size cevap verdiğini, üreticiyi doğru yönlendirdiğinizde mucizevi sonuçlar alınabileceğini kanıtlayan bir avuç gönüllü insanın girişimi Lisinia…
Yolunuz Burdur civarına düşerse, 36 km uzaklıktaki Lisinia Doğa Projesini ziyaret etmeden dönmemenizi öneririm. Ülkemizde gönüllüler eliyle yapılanları görünce, şaşıracak ve çok etkileneceksiniz.
Ahşap bir Tak’ın altından geçerek giriliyor Lisinia’ya. Buradan sonra göreceğiniz her şey doğal malzemelerden yapılmış.
Ağaç kütüklerinden, dallarından, sazlardan oluşan bir görüntüde, burnunuza köy kokusu gelmeye başlıyor. Etrafınızda, son derece sade giyinmiş doğa gönüllüsü gençler sizi yönlendiriyor gezerken ve sorularınıza cevap veriyor.
Kuru ağaç dallarından yapılmış dev bir kartal heykeli sizi selamlıyor. Gezerken bu heykel gibi başka heykelleri de göreceksiniz. Bunlar, doğada kendiliğinden akarsulara düşen ağaç dallarının, kıyıya vuranlarının toplanıp kurutulması ile yapılmış heykeller. Şekilleri bozulmadan kullanılmışlar. Yakından incelediğinizde sıra dışı bir sanat eseri ile karşılaştığınızı anlıyorsunuz. Burada, sanatçının açık hava atölyesinde çalışmaları devam ediyor. Sipariş üzerine de çalışıyor. Bu sıra dışı heykeltıraşı izlerken, ahşap masaların kenarına oturup, sıcak gözlemeler yiyip çay veya ayran içme imkanınız da var.
Üstü ve yanları ahşaptan oluşan büyük bir alanda, ziyaretçiler bu kütüklerden yapılmış taburelere oturarak projenin tanıtım konuşmasını dinleyebiliyorlar. Bu arada gönüllü gençler lavanta çayı ikramında bulunuyorlar.
Elinizde lavanta çayının sıcaklığı, dilinizde gizemli acımsı bir tat, burnunuza gelen keskin lavanta kokusu eşliğinde bu projenin gelişimini ve yapılanları dinlerken, zaman zaman duyduklarınıza inanamıyorsunuz; ama yapılanların ülkemiz adına gurur ve ümit verici olduğunu düşünerek ruhunuz hafifliyor adeta.
Bölgenin eski çağlardaki adı Pisidia, en önemli şehri de Lisinia imiş. Lisinia, doğan ve batan güneşin, ay ışığının sudaki pırıltısı anlamına geliyormuş.
Aile bireylerini kanserden kaybeden Veteriner Hekim Öztürk Sarıca, doğadaki tüm canlı ve cansız varlıklar arasındaki uyumu bozan kirlenmenin, kanser üzerinde de etkili olduğu düşüncesi ile 2005 yılında bu projeyi başlatmış. Doğal hayatın sürdürülmesi ve gelecek nesillere aktarılması amaçlanmış.
Üç yıl süren izin çalışmaları sonucu Lisinia, öncelikle ülkemizin ilk Yaban Hayatı Merkezlerinden birisi olarak resmiyet kazanmış. Aynı dönemde, tüm masrafları Öztürk Sarıca tarafından karşılanmak üzere 10 yıllığına Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na bedelsiz hibe edilmiş.
Destek ve hibe kabul edilmiyor bu projede. Sadece, üretilen doğal ürünlerden alarak katkıda bulunabiliyorsunuz.
Bir akademik çalışma ile bölgedeki erozyonun nedeninin, keçiler olduğu (!) belirlenmiş ve bölgedeki keçiler yok edilip büyükbaş hayvan üretimine başlanması için teşvik verilmiş. Büyükbaş hayvanların beslenmesi için bölgede yetiştirilen bitkilerin su ihtiyacı, sulama havza kapasitesinin çok üstüne çıkmış. “Burdur Gölü’nü Yaşat Projesi” kapsamında, beslenmeleri için çok fazla suya ihtiyaç duymayan ve bölgeye özgü olan keçi ve koyun yetiştiriciliği teşviki çalışmalarına başlanmış.
Merkez bünyesinde kullanılan tüm tarım alanlarında ilaçsız ve organik tarım yapılmakta imiş, yüzlerce yıllık Burdur yöresine ait ata tohumlar kullanılıyormuş.
Sıfır kimyasallı, doğa dostu tarım uygulamaları ile birlikte bunların ekolojik üretim sertifikası ile belgelenmesi de sağlanıyormuş.
Bölgede lavanta ve gül üretimi yaygınlaştırılıyormuş. Doğa Okulu kapsamında, gençler eğitilerek “Doğa Gönüllüleri” yetiştiriliyormuş.
Su seviyesi azalan Burdur Gölü’nün kurtarılması projesi kapsamında az su kullanılarak tarım ve hayvancılığın yapılabileceğini çevreye anlatıyorlar ve köylüleri eğitiyorlarmış. Temiz enerji kullanımı amacıyla, projede güneş panelleri sistemi ile güneş enerjisi kullanılıyormuş.
Burdur Gölü havzasından, özellikle avcılar tarafından vurulmuş, kimyasallar tarafından zehirlenmiş, ve çeşitli hastalıkları olan yaban hayvanları merkezde tedavi programına alınıyormuş ve tedavi sonrasında doğaya geri kazandırılıyormuş.
Bu bilgileri edindikten sonra, hemen yanınızda bulunan satış stantlarından alışveriş yapmanız mümkün. Neler yok ki bu standlarda; sabunlar, bitkisel yağlar, ballar ve daha neler neler…
Tanıtımı izleyip, isterseniz doğal ürünlerden alışverişinizi de yaptıktan sonra, toprak yollarda köyün içinde dolaşırken, ahşap yapıların sıcak görüntüsü ve doğallığın sadeliği, şehir hayatının karmaşık görüntülerinden, seslerinden, kokularından sizi uzaklaştırıyor. Adımlarınız, sizi doğal yaban hayatı rehabilitasyon merkezine götürüyor.
Bu rehabilitasyon merkezinde şimdiye kadar getirilen hayvan sayıları: Pelikan (1), Çeltikçi (2), Sakar Meke (5), Yeşilbaş Ördek (2), Angıt (27), Çakır (4), Yılan Kartalı (3), Leylek (47), Flamingo (3), Kerkenez (24), Kara Akbaba (1), Kızıl Akbaba (1), Kukumav (14), Baykuş (6), Kulaklı Orman Baykuşu (6), Peçeli Baykuş (6), Kocagöz (2), Domuz (2), Gökçe Delice (1), Gökdoğan (8), Atmaca (12), Sülün (1), Kumru (6), Kaplumbağa (9), Gri Balıkçıl (2), Sığır Balıkçılı (4), Alaca Balıkçıl (6), Küçük Beyaz Balıkçıl (1), Güvercin (2), Üveyik (2), Saz Delicesi (1), Tepeli Toygar (2), Serçe (2), Çoban Aldatan (3), Kırlangıç (3), Ebabil (1), Keklik (26), Şah Kartalı (1), Delice Doğan (12), Çakal (1), Martı (2), Şahin (320).
Merkeze gelen 584 hayvandan 394’ü tedavi edilerek doğaya salınmış.
Birçok bileşeni olan bu proje, gidilip ziyaret edilmeyi fazlası ile hak ediyor bence. Özellikle çocuklarınız ile gitmenizi öneririm. Büyük şehir hayatının keşmekeşinden ve teknolojinin sağladıklarından uzakta başka alternatiflerin de olduğunu görmeleri için. Bize emanet olan doğayı, gelecek nesillere bozulmadan aktarmak ve doğanın sadece insanlara hizmet için var olmadığını, hayvanlar ve bitkiler ile barış içinde yaşamaz isek doğanın intikamının acımasız olacağını kavramak için. Belki çocuklarınız da birer “doğa gönüllüsü” olurlar.
Burgazada Marmara Denizi’nde yer alan dokuz Prens Adası’ndan Büyükada ve Heybeliada’nın ardından üçüncü büyüklükte olan ada. Daha küçük ancak hem sakin, hem huzurlu, hem sevimli ve keyifli bir ada. Kasım ayı İstanbul gezimde özellikle adaları doyasıya gezmek istedim. Sonbaharın sessizliği, sakinliği, kızıl sarı renkleri ile adalar gezilerinin daha keyifli olacağını düşünmüştüm. Yazın adalar İstanbul’un kalabalığı, karmaşası ve sıcağından kaçış noktası olarak hafta sonu fazlası ile kalabalık olmakta. Sonbaharda pazar günü gezmemize rağmen huzur içinde dolaştık.
Ulaşım
Burgazada’ya da ulaşım diğer adalar gibi kolay. Anadolu yakası Bostancı İskelesi’nden sık seferler ile yarım saatte ulaşılıyor. Bazı seferler Büyükada ve Heybeliada’ya uğrayarak Burgazada’ya ulaşıyor. Beşiktaş, Kadıköy, Kartal ve Yeniköy İskeleleri’nden de seferler bulunmaktadır. Şehir Hatları, Mavi Marmara, IDO, Turyol ve özel firmaların seferleri bulunmaktadır. İki işletmenin vapur saatleri aşağıdaki linkte yer almaktadır.
Öğle saatlerine yakın Bostanlı’dan bindiğimiz vapurla Büyükada ve Heybeliada’ya uğrayarak sakin, ılık bir havada martıların eşlik ettiği keyifli bir yolculuk ile adaya ulaştık.
Mavi Marmara’nın küçük iskelesine yanaştık. Şehir Hatları Vapurları daha büyük bir iskeleye indiriyor yolcularını.
İskeleden inince sol tarafta bir yol ve çekim merkezi görmediğimizden sağ tarafa yöneliyoruz. Kıyıda yer alan balıkçı lokantaları pek davetkar görünüyorlar. Öğle saatinde hemen kıyıda oturmak yerine önce ada turumuzu tamamlayıp güneş batarken kıyıda oturmayı planlayarak lokantaların önünden geçerek meydana ulaştık.
Burgazada Meydanı’nda Sait Faik Abasıyanık’ın heykeli adaya hoş geldiniz diyor sanki. Heykelin arkasında Meydanın bir köşesinde ise adanın meşhur Ergun Pastanesi. Bu pastanenin meşhur milföylü ponçik pastası ile güne başlayabilirdik, ancak Sait Faik Heykeli hemen müzeyi ziyaret etme isteği uyandırdığından pasta tatmayı da daha sonraya bıraktık. Ancak akşam üzeri aynı yere dönüp pastayı tatmak istediğimizde geç kalmıştık ve pasta bitmişti.
Ergun Pastanesi’nin biraz ilerisinde dar bir sokaktan Sait Faik Abasıyanık Müzesi‘ne doğru yöneldik. Begonviller, sarmaşıklar, yıllanmış ağaçlarla süslü sokak aralarından geçerek yemyeşil bir bahçe içinde bembeyaz bir köşke ulaştık. Ünlü edebiyatçımız Sait Faik Abasıyanık ömrünün son günlerini bu adada geçirmiş, bazı eserlerini bu evde kaleme almış. Ancak Burgazada gezimizi planlarken ilk görülecek yerler arasında Sait Faik Abasıyanık Müzesi olmasına rağmen, pazar günü müzenin kapalı olacağını düşünememiş ve kontrol etmemiştik. Adanın ziyaretçilerinin pazar günleri çok olduğunu ve çoğunluk müzelerin pazartesi günleri kapalı olmasına şartlanmışız kendimizi. Müze çarşamba, perşembe, cuma, cumartesi günleri saat 10.30-17.00 arası açıkmış. Bu demektir ki sadece bu müze için bile olsa tekrar ziyaret edilecek ada.
Şairin dış kapının önündeki taşta yazılı ünlü şiirini mırıldanarak köşkten uzaklaştık.
Aya Yani Rum Ortodoks Kilisesi, Sait Faik Evinin hemen yakınında yer alıyor. Kilise kıyıdan da görünen son derece gösterişili bir yapı. Vaftizci Yahya’ya adanmış olan kilisenin ilk yapım tarihi Bizans dönemine gitmektedir.1894 yılında depremden hasar gören kilise son halini 1899 yılında almış. Pazar günü olması nedeni ile açık bulacağımızı düşündüğümüz kilise pazar ayini sonrası kapanmış. Dışı bu kadar gösterişli kilisenin içini görme şansımız olmadı.
Tekrar deniz kenarına inip ada turumuza devam edelim. Deniz kıyısında balık lokantaları ve kafelerin karşısında yol kenarında binaların arasında Burgazada Cami görüntüsü de ayrı bir renk katıyor manzaraya.
Adayı tam tur yapmayı planladığımız için haritadan bakarak kıyıdan ayrılıp caminin önünden Gönüllü Caddesi’ne çıktık. Adanın kıyıdan yüksek manzaralı caddesinde begonvillerle bahçeleri bezenmiş güzel köşkler arasında yürümeye devam ettik.
Gönüllü Caddesi üzerinde özellikle uğramak istediğimiz yer Burgazada Öğretmenevi idi. Kıyıda mola vermeden, oyalanmadan hemen yola çıkmıştık, artık çay molası verme zamanı gelmişti. Tarihi köşkün bahçesinde bir şeyler atıştırmak çay kahve içmek ayrı bir keyif oldu bizim için.
Öğretmenevinden yürümeye devam ederken yol üzerinde deniz tarafında Aya Yorgi Garibi Manastırı güzel binası ile dikkati çekiyor. İçeriye girmek mümkün olamadı bahçe kapısı da kapalıydı. Yol kenarından çekebildiğim görüntüsü bu kadar olabildi. Manastır 1741 yılında yapılmış, daha sonra bir yangın geçirmiş 1879 yılında restore edilerek bugünkü haline kavuşmuş.
Amacımız turun sonunda Kalpazan Restoran’a ulaşmaktı. Nihayet Kalpazan yoluna girdik. Yine güzel köşkler arasında yol aldık.
Korsanların sahte para bastıkları bölge olması nedeni ile Kalpazankaya adının verildiği söylenmekte.
Yolumuza devam ederken yolun aşağısında görünen eşsiz manzaralı adanın en güzel koylarından Martha Koyu‘ndan söz edelim. Martha Koyu adada yaşayan Martha’nın adından geliyor. Türkiye’nin ilk balerini Martha evlenip adaya yerleşmiş. Yüzmeyi çok seven, çok renkli Martha yaz kış zamanı bu koyda geçirirmiş, ölümünden sonra koya onun adı verilmiş. Yazın denize girmek güzel olabilirdi, sonbahar nedeni ile yüksekten koyun manzarasını çekmekle yetindik.
Son hedef adanın en güzel manzaralı ve popüler restoranı, plajı Kalpazan Restoran idi. Sezon dışı olması nedeni ile restoran hizmete kapanmış. En azından manzarasını görmeliydim. Restoranın bahçe kapısına yaklaştığım an bir görevli içeriden kapıyı kilitledi. İçeride restoran sahipleri vardı. Hemen görevliye yaklaşıp iskeleden beri uzun süre adanın son noktası buraya manzarayı görmek için geldiğimi restoranda mevsim nedeni ile oturamasam da en azından manzarasını çekmek istediğimi açıkladım. Beni kırmadı kilitli kapıyı açtı ve yazım için manzarayı çekme şansına sahip oldum.
Kalpazan Koyu’ndan sonra geri iskeleye dönüş başladı.
Dönüş yolunda Gönüllü Caddesi yerine Martha Koyu’nun yanından deniz kıyısına inip diğer halk plajlarını da görerek Gezinti Caddesi üzerinden iskeleye ulaştık.
Artık güneş batmaya başlamış ve iskelenin yanında yer alan restoranlarda yemek zamanı gelmişti. Restoranlar içinde ünlü uzo markasının adını taşıyan popüler Barbayani Restoranı tercih ettik. Barbayani Yunanistan ve Yunan Adaları gezilerimizde de tercih ettiğimiz ünlü marka. Midilli Adası’nda üretilen uzonun tadı diğer uzo markalarına göre Türk rakısına daha çok benziyor. Bu ünlü meyhanede lezzetli mezeler, balıklar yanında bu uzoyu tatma şansınız da bulunuyor. Bakmayın bizim tercihimize, aslında aynı kıyıda diğer restoranlar da denenebilir tabii ki.
Video ile gezmek isterseniz…
Son Söz
Burgazada gerçekten küçük, sevimli, huzurlu bir ada. Yakın tarihlerde Büyükada, Heybeliada’yı da detaylı gezmiştim. Genellikle her yerin özel olduğunu birbiri ile karşılaştırmaya gerek olmadığını düşünüyorum. Yine de bir parça karşılaştıralım. Her üçü de dinler, kültürler mozaiği. Hala etnik olarak çok renkli olduklarını söyleyebiliriz. Burgazada diğer adalar gibi ulaşımı kolay, hem Anadolu hem Avrupa yakasından yarım saat ile bir saat arasında süren keyifli deniz yolculuğu ile ulaşılıyor. Burgazada diğerlerine göre daha az yokuşlu ve daha küçük yürüyerek tüm adayı yarım günde dolaşmak mümkün. Bisikletle ile dolaşmak en keyiflisi olabilir. Her üçünde de kahvaltı mekanları, kafeler, restoranlar güzel. Asıl güzeli ise gün sonunda deniz kenarındaki restoranlarda deniz ürünleri ile adaya veda etmek. Biz istisnasız her ada gezimizi böyle sonlandırdık.
Burgazada’yı gezmeyi ihmal etmeyin. Ancak aynı gün içinde birkaç ada sıkıştırmadan her bir adaya en az bir tam gününüzü ayırın. Bu sakinlik ve huzurlu ortamda daha çok zaman geçirmek isteyenler tabi ki gece konaklayıp daha uzun zaman geçirebilirler.
Venedik, gezginler için başlı başına bir cazibe merkezi. Venedik’i cazibe merkezi yapan ise, en başta kanalları, gondolları ve karnavalı… Venedik karnavalı, zaman zaman şehrin önüne geçen bir üne sahip.
Eğlencenin dibine vurulduğu dönem olarak biliyoruz ama Karnaval’ın dinsel bir kökeni var. Carnavale, ete veda anlamını taşıyormuş. Paskalya öncesinde 40 gün süren hayvansal ürünlerin yenmediği Büyük Perhize girmeden önceki dönem oluyor Karnaval. Büyük Perhizin ilk günü olan Kül Çarşambasından yaklaşık iki hafta önce başlayıp Büyük Perhiz arifesine kadar süren bir bayram. Kısacası kefaret döneminde yüze külden haç sürüp başlanılan ve İsa’nın çöllerde aç susuz kalmasına atfen tutulan oruca ruhen ve bedenen bir hazırlık dönemi… Bizim Ramazan Bayramı’nın tam tersi. Müslümanlar önce oruç tutup sonra keyiflerine bakarken bu arkadaşlar, biz peşin peşin eğlenelim, sonrası Allah kerim diyorlar herhalde… Ama ne eğlence; Ramazan Bayramı Luna Park’ta atlı karınca ise, Karnaval hız treni olur muhtemelen… Bir rivayete göre ise, ilk karnaval 1162’de Venediklilerin Aquileia Patriği Ulrico’ya karşı kazandıkları bir zafer sırasında kutlanmış. Hapsedilen Patrik, Venedik’e bir boğa ve 12 domuz hediye etmesi koşuluyla salınıyor. İşte hayvanların San Marco Meydanı’nda kesildiği o gün Venedikliler çılgıncasına eğleniyorlarmış. Ama bu olay, Karnaval sırasında özel bir gün olarak kutlanıyor artık.
Kökeni ne olursa olsun, amaç eğlence… Venedik karnavalının geçmişi 11 yüzyıla kadar gidiyor ama esas ışıltısına Rönesans ile kavuşmuş. 17 yüzyılda Karnaval, artık dünya çapında bir olay haline gelmiş, 18 yüzyılda kumar ve şehvetle anılan Karnaval aylarca sürmekteymiş. Tabii 40 gün et yemeyeceğiz diye aylarca eğlenmeyi zamanın koşulları pek desteklememiş ve 18. yüzyıl sonrası Karnavalın şaşaası kalmamış. Venedik’in 1797’de Avusturya İmparatorluğu’nun parçası olmasından sonra Karnavalın neredeyse esamesi okunmaz olmuş. 1930’larda faşist yönetimce yasaklanan Karnavalın tekrar hayat bulması 1980’leri bulmuş. O günden beri, her yıl yaklaşık 10 gün boyunca Karnaval sayesinde Venedik büyük bir parti alanı haline dönmekte…
Karnaval Venedik’in olmazsa olmazı… Bu sanata da yansımış; Karnaval özellikle ressamların vazgeçilmez konularından olmuş. Mesela Venedik resimleriyle ünlü Guardi Karnaval hallerini de resmetmiş…
Venedik karnavalının en iyi yanı, en önemli gösterilerin sokaklarda ve ücretsiz olması… Tabii özel malikanelerde, otellerde, tiyatro salonlarında ücretli gösteriler, oyunlar, konserler var. Ama Karnavalın en belirgin özelliği, maskeler ve kostümlerle sokaklarda dolaşmak… Maskeniz ve kostümünüz ne kadar gösterişliyse o kadar tadı çıkıyor Karnavalın, çünkü ilgiler sizin üstünüzde oluyor…
Maskeler Karnavalın olmazsa olmazı… Eh, insanlar görünmez olmak istiyorlarsa bir maske onları gizleyebilir… Bu açıdan Venedik Karnavalı, Avrupa’nın katı sınıfsal hiyerarşisine bir tepki de… Karnaval sırasında farklı sosyal tabakadan insanlar, maskelerin arkasına gizlenerek birbiriyle kaynaşabiliyorlarmış… Artık bu kaynaşma neleri kapsıyor, bilmem… Ama 17 yüzyılda Karnaval sırasında Venedik, Avrupa’nın sefahat yuvası olmaktaymış… Sınıfsal kaynaşma, bir maske ardında, kumarhanede yan yana zar atmadan sınıflar arası fazlasıyla fiziksel kaynaşmaya kadar her şeyi kapsamaktaymış…
Maske deyip geçmeyin, onların da sınıfları, tarzları var… Kilden yapılan modelden hareket ederek tutkala batırılmış kağıt ve kumaş parçalarıyla elde edilen hamurların kalıba yerleştirilip astarlanması ve sonra artık sanatçının yaratıcı gücüne göre süslenip boyanmasıyla elde edilen maskeler şekillerine göre ayrılmakta…
Örneğin Bautalar, tamamen yüzü kapsayan bir maske; Almanca korumak fiilinden türetilen bu maskeler beyaz oluyor ve genelde korsan şapkası gibi olan tricorn şapka ve pelerinle kullanılıyor. Bu maske, 18 yüzyılda bazı politik durumlarda anonimliği sağlamak için de kullanılmış… Bir de bunun neredeyse dikdörtgen formunda yüzü tamamen kapatan ve insanı Yıldız Savaşları’ndan fırlamış Darth’a benzeten bir türü var ki tam taş surat yapıyor takanı… Colombina ise sadece gözleri kapayan, yanaklarda biten ama her tarafı yaldızlarla, pırıltılarla süslü bir maske; commedia della arte’deki karakterden ismini alıyormuş… Medico della peste ise uzun bir gagadan oluşuyor, veba doktoru olarak bilinen bu maske veba salgını sırasında doktorların taktıkları maskeden esinlenmiş; pelerin, siyah şapka ve beyaz eldivenle kullanılıyor genelde. Volto ise tamamen yüzü kapsayan bir maske… Tabii zaman içinde maskelerde çeşitlilik artmış, hatta maske takmadan makyajla kendine yeni bir yüz edinene de çok rastlanılıyor yollarda.
Gerçi zaman zaman maskeler takmak yasalarla engellenmiş; örneğin 1339’da ahlaka mugayir maskeler takmak ve maskelerle dini yerlere girmek, yüzü boyamak yasaklanmış… Hoş, bugün de maskelerle kiliselere girmek yasak.
Yıllar sonra bu sene tekrar Venedik’e gittim ve güzel tesadüf, gezi dönemim Karnaval’a denk geldi. Bu sene (2019) 16 Şubat-5 Mart’ta yapılan Karnavalın ikinci haftasında Venedik’te olunca, gezim birden düklerle, düşeslerle yapılan bir geziye döndü; dükler, düşesler çakmaymış, ne gam, Karnaval havasının estiği Venedik, çok daha şenlikliydi.
Karnaval gerçekten Venedik’i türlü çeşitli renklere bürüyor çünkü genel olarak her şey yollarda, meydanlarda oluyor. Sabahın erken vaktinden gecenin geç saatlerine kadar sokaklar her renkten kumaşlar, kurdaleler, danteller, tüylerle süslü kıyafetler ve maskelerle dolaşan insanlarla doluyor. Sanki şehrin bütün soyluları giyinip süslenmişler ve sokağa fırlamışlar… Karnaval boyunca sokaklarda herkes prenses, herkes prens…
Tabii sokaklarda dolaşmanın yanında otellerde, saraylarda balolar, yemekler; salonlarda konserler, müzelerde sohbetler, konuşmalar, maske yapım atölyeleri de Karnavalın etkinliklerinden. Örneğin Scuola Grande San Giovanni Evangelista’da moda atölyeleri, hayvan biçimli maske sergileri; Teatro La Fenice’de konserle, operalar; Peggy Guggenheim Müzesi’nde konferanslar, resitaller, ayrıca buz pateni gösterileri, rehberli Karnaval yürüyüşleri, heykel sergileri, konserler Karnavalı renklendiren etkinlikler… Başta San Marco Meydanı olmak üzere, şehrin belli başlı merkezlerinde yapılan akşam konserleri de yüzlerce insanı kendinden geçiriyor; gün boyu kurum kurum gezinen bir kontesi akşam kat kat tafta elbiseleri, kafasındaki tüyler, mücevherlerle süslü maskesi ile hoplayıp zıplayarak dans ederken görebilirsiniz mesela…
Aslında Karnaval gelişi güzel eğlenceler, partiler demek değil, kendi ritüelleri de var… Örneğin Karnaval’ın açılış gecesinde düzenlenen ‘Festa Veneziana sull’acqua’ kanallar boyu düzenlenen bir ışık ve renk gösterisi… Karnavalın ne kadar renkli olduğunun ilk işareti… Bu gösterinin devamı ertesi gün yapılıyor. Punta della Dogana’dan başlayan su korteji Grande Canale’den geçip Rio di Cannaregio’ya varıyor. Bu görsel şölene, Kanal boyunca kurulan yiyecek büfeleri ile mide şöleni de ekleniyor.
Ama Karnavalın en önemli festivali bu sene 23-24 Mart’ta düzenlenen Festa delle Marie… Günler boyu süren bu şenliğin sonunda Karnavalın Kraliçesi seçiliyor. Geleneğe göre Dük, eskiden sıradan insanlar arasından 12 kız seçip onların çeyizini sağlıyormuş. Bu şenlik boyunca kraliçeliğe aday kızlar, geleneksel kıyafetler içinde geçit yapıp halka tanıtılıyor. Kraliçe olarak seçilen kıza artık çeyiz falan verilmiyormuş ama gelecek yılın uçan meleği olma hakkını veriliyormuş ki gösteriyi gördükten sonra bunun ödül mü ceza mı olduğuna karar veremedim.
Ben bu şenliği seyredebildim. Marie’lerin geçidi olarak isimlendirilen bu tören San Pietro di Castello’dan başlayıp San Marco Meydanı’nda bitiyor. San Marco’da kurulan sahne-platformda önce artık geçmişten geleceğe kim varsa kostümleri, maskeleriyle resmi geçit yaptılar; cellattan meleğe, yargıçtan kraliçeye, halayıktan efendiye herkes önümüzden sırayla geçti. Daha sonra Campanile Kulesi’nden Meydandaki sahneye uzanan bir halat boyunca melek kılığında bir kız aşağıdakileri selamlayarak ve aşağıya konfetiler atarak yere kadar süzüldü. İşte kuleden aşağıya uçan bu melek, geçen senenin Karnaval Kraliçesiymiş. Bu gösteriyle birlikte Karnavalın en iyi kostümü yarışması da başlıyor ve Karnavalın son gününde kazanan açıklanıyor. Ayrıca sonraki hafta ünlü bir kişi aynı kuleden yine aşağıya, bu sefer kartal kılığında uçuyormuş, bu da Kartal Uçuşu oluyormuş. Hoş, benim bulunduğum gün Kule’den melek yanında başka biri daha uçtu ama pek kartala benzer hali yoktu, daha çok pelerini fazla uzun kaçmış bir şövalye gibiydi.
Karnaval boyunca Mestre’de konserler, gösteriler, danslar sergilenirken Burano Adası’nda da daha az gösterişli Karnaval kutlamaları yapılıyor. Ayrıca en iyi kostüm, en iyi maske yarışmalarının kazananları da Karnavalın son günü açıklanıyor. Karnaval, San Marco Meydan’ında Kule’den aşağıya sarkıtılan arslan işlemeli Venedik bayrağı altında son geçitler yapılarak tamamlanıyor.
Ayrıca 1162’de Dük Vitale Michiel II’nin Patrik Ulrico ve 12 vassala karşı kazandığı zaferin anısına düzenlenen Boğa dansı da gösteriler arasında. Zafer sonrası Patrik Düke aralarında 1 boğa ve 12 domuzun da olduğu hediyeler göndermek zorunda kalmış. Bu olayı temsilen Karnavalda bir boğa maketi getirilip San Marco Meydanında dolaştırılmaktaymış.
Ziyafet ve balo kısmına katılmak ise her turistin harcı değil. Ca Vendramin Calergi’de Karnaval boyunca birkaç kez düzenlenen baloya katılmak için kişi başı 500 euroyu gözden çıkarmak gerek; bu tutar, söz meclisten içeri, bazı turistlerin zaten tüm gezi bütçesi… Ama baloda sazlı cazlı yemekten kumara kadar her şey mevcut… Palazzo Pisani Moretta’da düzenlenen Dükler Balosu ise, özel bir organizasyon ve giriş 1500 euro. Bu 1994’te moda tasarımcısı Antonia Sautter’in başlattığı ve ünlü kişilerin katıldığı, dünyanın en ünlü maskeli balosuymuş. Sautter’in hazırladığı kostüm ve maskelerle katılan ünlü film yıldızları, şarkıcılar, sporcular, şefler, sizin yemek arkadaşınız olabilir, tabii maskelerinden kendilerini tanıyabilirseniz; ama o parayı verdikten sonra insan kendini bile tanımaz, o başka…
Biz yine sokaklara dönelim, bizi sokaklar paklar… Ayrıca Karnavaldan sokaklara yansıyanlar görüntüler de yeterince renkli. Zaten Karnaval bir noktada maske ve kostüm gösterisine dönüyor. Bu nedenle türlü türlü kostümler içinde insanlar sabahtan akşama, sokaklarda dolaşıyorlar, insanlarla resim çektiriyorlar. Tabii resim çekilirken öyle ahbap çavuş pozu değil mutlaka bir atraksiyon, bir duruş olması gerekiyor, eller bir şekle giriyor, vücut bir havaya sokuluyor… Hatta özellikle insanların yoğun olduğu Venedik’in önemli yerlerinde görünmeye özen gösteriyorlar sanki; Santa Maria della Salute Kilise’sinin merdivenlerinde, Ca Rezzonico’nun verandasında kat kat etekleri, tüylü taşlı maskeleriyle gece kuşlarından tutun da saray soylularına kadar türlü çeşitli karakterle karşılaşabiliyorsunuz…
Artık bir süre sonra tuhaf tuhaf kılıktaki insanları görmeye alışıyorsunuz. Pazardan sebze meyve almış yaşlıca bir kadının yüzündeki bir maske ya da gündelik iş kıyafetinin üstüne atılan bir pelerin artık size normal geliyor. Eğer Karnaval’a hazırlıksız geldiyseniz bile hiç üzülmeyin. Bir yanıyla ticari sektöre dönüşmüş Karnaval… Dantelli taftalı şık kostümlerden hallice masa örtüsü kıvamındaki pelerinlere kadar her keseye uygun bir şeyler bulabilirsiniz.
Karnaval sırasında maske ve kostüm satılan pazarlar bile kuruluyor; örneğim Campo Santo Stefano’daki küçük pazara yorgun bir turist olarak girip iddialı ve şaşaalı bir Karnaval şahsiyeti olarak çıkabilirsiniz ama fiyatlar biraz pahalı. Daha ucuza bir şeyler derseniz; o zaman maskenin hamuruna kostümün taftasına bakmadan, her yerde karşınıza çıkan turistik dükkanlarda, büfelerde satılan türlü türlü plastik maskelere, etrafı teğelle tutturulmuş pelerinlere razı olacaksınız. Dert değil; gece ve eğlence hepsini harika bir kostüme dönüştürüyor. Ama ben işin ciddiyetine vakıfım derseniz, yine alış veriş caddelerinde gerek top top kumaşların gerekse hazır dikilmiş dört başı mağmur kostümlerin sizi beklediğini unutmayın. Bunun için Calle Larca San Marco gibi ana alış veriş caddelerinde dolaşmanız yeter, karşınıza çıkacaktır.
Ayrıca maske yapımı da başlı başına bir sanat işi. Aslında Venedik tarihinde Karnaval dışında da kimliğini gizli tutmak için kullanılagelen maskelerin yapılıp satıldığı özel dükkanlar, atölyeler var. Bunların içinde Ca Macana’nın tescillenmiş bir üne sahip; Stanley Kubrick’in ‘Gözleri Tamamen Kapalı’ filmindeki maskelerin hepsi burada yapılmış. Maskeler arkasında hepimiz Tom Cruise, hepimiz Nicole Kidman’ız derseniz yolunuz buraya uğrasın, Venedik’ten alınacak en iyi hatıralık bence… Dorsodura’daki bu dükkanda maske boyama kursları da veriliyor. Bir diğer ünlü maske yapımcısı ise Ca del Sol… Accademia, San Marco, Corte del Teatro’da bulabileceğiniz Ca del Sol’da müthiş bir maske çeşidi var, ayrıca buradan Karnaval kostümü de tedarik edebilirsiniz. Fiyatlar ise 100-150 Euro civarında. Ben iki yeri de gezdim, ikisi de fevkaladeydi ama fiyatlar sanki Ca Macana’da daha uygundu. Maskemi de oradan aldım; takmalık değil duvara asmalık bir maskeydi ama daha tuhafı kumarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen seçtiğim maske iskambil kağıtlarıyla çevrelenmiş bir joker oldu. Maskeler, bilinçaltımızı da mı ortaya çıkarıyor, nedir…
Kostümlerle, maskelerle donananlar herhalde biraz da kamuoyu oluşturmak için sürekli sokaklarda dolaşıyorlar demiştik. İnsanlarla poz poz resim çektiriyorlar, resim çektirirken mutlaka özel bir poz veriyorlar. Ama sabahın köründen gecenin yarısına kadar bir afra tafra dolanmak zor. Onun için zaman zaman üstünü başını düzelten bir düşes, cep telefonuyla konuşmaktan poz veremeyen bir kont, bir kafede keyif çatan bahar perileri, yorgunluktan kaldırıma çökmüş bir kraliçe gözünüze çarpabilir. Sadece masalsı veya tarihi tasvirler değil; çizgi roman kişilikleri, süper kahramanlar, roman karakterleri de Karnaval da kendine yer buluyor. Bir bakıyorsunuz Süpermen yanınızdan geçiyor, Yıldız Savaşçıları ellerinde yıldız silahlarıyla köşeden dönüyor… Ya da Anna Karanina, yanında Vronsky ile birlikte karşınıza çıkabiliyor, üzerinde kendini tren altına atacağı gündeki kırmızı palto ama yüzünde gördüğü ilginin getirdiği kocaman bir tebessüm… Tavus kuşunu kafasına oturtmuş gibi duran bir gece prensi, müzik ve içkinin etkisiyle kendinden geçse de, bir resim teklifinde hemen kendine geliyor çünkü her şey biraz daha ilgi için…
Andy Warhol’un herkesin dünyada 15 dakika ünlü olması gerektiği düsturunu doğrularcasına Karnavalda herkes bir anlık dikkati üzerinde toplamak için giyinmiş, kuşanmış, süslenmiş, takmış takıştırmıştır. Karnaval sırasında herkes kostümlerle, maskelerle büründüğü kişilik olur; o maske kimse, o karakter olur insanlar… Bir maskeyi taşımak zordur; maskelerin hakimiyeti nerede başlar, nerede biter, bazen karışır. Donuk bir maske ile ufka dalıp giden bir düş prensesi, belki de içi kıpır kıpır, Karnaval birincisi olmayı hayal ediyordur.
Ama işte o buz gibi soğuk, donuk maskenin arkasından gelen sımsıcak bir kahkaha aslında maskelerin bir yanıyla bizi, en hassas yanımızı, dış dünyadan koruduğunu, o narin özü kendimize saklamak için maskelere ihtiyacımızın olduğunu anımsatır. Taktığımız maskeyizdir artık. İçimizdeki dünyamızı korumak için maskemizi biraz daha benimseriz. Belki de Karnaval, taktığımız maskeleri sevmek için bulunmaz bir fırsattır. Kim bilir!
Dünyada bazı şehirlerin ışıltıları beyaz perdeye de yansımıştır, sinema o şehirlerin büyüsüne kayıtsız kalamamış ve bu şehirler yedinci sanat için bitmez tükenmez bir malzeme olmuştur; New York, Paris, Londra buna en iyi örnekler. Türkiye’de de İstanbul. Bir de bunun tersi var; sinemanın sihirli elinin bir şehri parlattığı durum… Kimsenin üstünde durmadığı bir şehrin, sinemanın büyüsüyle ışıldaması, cazibe merkezi haline gelmesi gibi. Buna da en iyi örnek Kazablanka. Aslında Kazablanka filmi, şehrin dokusunu pek yansıtmadığı halde, 2.Dünya Savaşı’nın ilk dönemlerinin arka fonunda yarım kalmış bir aşk hikayesini, hem sinematografi hem oyunculuk olarak çok başarılı bir şekilde anlattığı için Kazablanka adeta bir aşk ve romantizm şehri olarak kafalarda yer etti. Yani bu filmden sonra, aşığa Kazablanka sorulmaz dense yeridir; Kazablanka’da bundan nasibini aldı. Fas’tı, Afrika’ydı bihaber olanlarda bile bir Kazablanka fikri oluşmuştur sanırım. Şehrin ismi de iç gıcıklayıcı, tınılı bir isim. İnsan ister istemez, bu egzotik isimli ve bol romantizm çağrışımlı şehri merak ediyor.
Öte yandan Osmanlı Avrupa’da Viyana kapılarına dayanmıştı ama Afrika’da da gelip dayandığı yer Fas kapıları oldu. Bu da ayrıca insan da merak uyandıran bir konu. En önemlisi de, Türk Hava Yolları’nın Fas’ta doğrudan uçtuğu tek yer Kazablanka.
O zaman siz Kazablanka filminin kült sahnesine (bu konuya geri döneceğiz) konu olan şarkı ‘As Time Goes By’ı dinlerken ben önce film hakkında bir kaç bilgi vereyim ve sonra Kazablanka’ya doğru yol alayım.
Michael Curtiz’in yönettiği Casablanca, 1942 yılı yapımı bir film ve 2.Dünya Savaşı’nın ilk dönemlerinde geçiyor; Fas’ın Kazablanka şehri, Hitler zulmünden kaçan insanlarla doludur ve Macar direniş lideri Victor Lazslo (Paul Henreid) ve eşi Ilsa Lund’un (Ingrid Bergman) yolu da buraya düşmüştür. Bu çift Kazablanka üzerinden güvenli bir bölgeye kaçmaya çalışmaktadır ve bunun için gereksindikleri pasaport da Kazablanka’daki en ünlü bar olan Ricks’i işleten Rick Blaine (Humphrey Bogart)’dedir. Ancak aynı zamanda Ilsa, Rick’in unutamadığı aşkıdır ve bir şekilde Ilsa’nın kendisini terk ettiğini düşünmektedir. Savaşın yarattığı yıkım, unutulamamış bir aşkın hüznüne dolanır, bizi de içine çeker. Filmin en vurucu sahnesi de, Ilsa’nın Rick’s Barında gördüğü piyanist Sam’den eski aşkı Rick ile sevdikleri şarkı olan ‘As Time Goes By’ı tekrar çalmasını istediği, hatta yalvardığı, bir yandan da Rick hakkında çaktırmadan bilgi almaya çalıştığı sahnedir. İşte orada buğulu gözlerle Sam’den ister ‘Play it once Sam’ diye ve tabii o an bizim gözler bulutlanır. (Bu sahne bizim yeşilçam tarafından devşirilmeye doyulmamıştır; kemancı mı olur, piyanist mi, güzel ve aslında masum kızın isteğini kıramaz ve onların (muhtemelen patronu olan jönle kadının) eski aşk şarkılarını çalar, tam o anda kalbi kırık jön içeri girer ve ben sana bu şarkıyı bir daha çalmayacaksın demedim mi, diye çemkirirken kadınla erkeğin gözleri buluşur ve hikaye başka bir yöne seyreder ve seyirci ister aslı, ister taklidi olsun hepsinde göz yaşlarını koyverir). Uzun lafın kısası, bütün bu olan bitenler, bir yandan da Kazablanka şehrine yarar, onu popülerleştirir. Şimdi artık şu ünlü Kazablanka’ya gitme zamanı.
Kazablanka’ya İstanbul’dan 4 saatlik bir uçuşla varılıyor. THY V.Muhammed Havalimanına iniyor. Havalanında 3 terminal var. Şehre gitmek için treni kullanmak istiyorsanız Terminal 1’e gitmeniz gerekiyor. Trenler saat başı kalkıyor ve yaklaşık yarım saatte şehre ulaşıyorsunuz. Havalanından şehre ulaşmak için otobüsü tercih ederseniz o zaman 1 saatlik bir yolculuğu göze alacaksınız. Biz 3-4 kişi olduğumuz için taksiyi tercih ettik. Her terminalin çıkışında taksi durağı var. Durakta fiyat tarifesi de bulunuyor. Ancak bir neden bulunuyor ve sizden tarifede yazılı olandan daha fazla para talep ediyorlar. Gezerken biraz da kazıklanma göze alınmalı, bunun için çok gerilmeye gerek yok, gezinin bir parçası olarak kabul edip yolun tadını çıkarmalı. Zaten aradaki fark da çok bir şey değil. Yaklaşık yarım saatlik yolculukla şehre vardık. Ancak yol boyunca ilk intiba çok parlak değildi. Bizdeki gecekondu mantığıyla alelacele yapılmış biçimsiz evlerle dolu mahallelerden geçerken buradan fazla bir şey beklememem gerektiğini düşündüm. Şehir merkezinde ise bariz bir Fransız etkisi hemen hissediliyordu. Art nouveau tarzı bakımsız binalar, şehrin Fransız havasının altını çiziyor. O güzelim binalar köhnelik ve ilgisizlikten varlığını kaybetmiş soylular gibi çaresiz duruyorlar. Daha sonra Nice, Bordeaux gibi Fransa şehirlerin, burada sokaklara isim olarak verildiğini görünce Fransız etkisi iyice ortaya çıktı.
Otel ise tam 1001 Gece Masalları havasında, her an bir yerden Şehrazat çıkabilir. Onun yerine fesli, çarıklı adamlar gelip bavullarımızı alıyorlar. Otelin ismi Moroccan House gayet güzel, sevimli bir yer, ayrıca Fas’ta bir zincir otel olarak işletiliyor. Kazablanka’dan başka bir şehre gitmeye kalkarsanız konaklama ve çevre gezileri konusunda kolaylık sağlayabiliyorlar.
Kazablanka, ismiyle müsemma bir yer; Beyaz ev (Casa Branca) anlamına gelen Kazablanka’nın tarihi merkezinde evler beyaz boyalı. Burada eskiden beri bir yerleşim varmış ama temel olarak, 1515 yılında Portekizliler tarafından küçük bir liman şehri olarak kurulmuş. İsim de onlardan yadigar. İspanyollar 18 yüzyılda buraya yerleşince ismi Casablanca olarak kullanmışlar. (Arapçada da şehrin adı beyaz ev anlamına gelen Darü’l-Beyza imiş). Kazablanka bu dönemlerde kendi haline bir liman şehriyken, 1907 yılında Fransa’nın işgalinden sonra Fas’ın en hareketli şehirlerinden biri olmuş.
Bugün ise, Kazablanka, Fas’ın endüstri ve ticaret başkenti sayılıyor. Bir hayli de kalabalık bir şehir; Kahire’den sonra Afrika’nın en kalabalık şehriymiş. Ama gözünüz korkmasın. Bir turist için önemli sayılacak yerler sınırlı ve bunlarda belli yerlerde toplanmış (ancak bu belli yerler arasında bazen araca ihtiyacımız olabilir). Fas’ın başkenti Rabat Kazablanka’dan trenle 1,5 saat uzaklıkta. Ülke de Arapça konuşuluyor ama Fransızca da gayet yaygın. Fas’ın para birimi ise Fas dirhemi. 1 dirhem ise 0,30 TL civarında.
Kazablanka, bir okyanus şehri ama baştan söyleyeyim bunu hissetmeniz o kadar kolay değil, hele ki şehrin merkezindeyseniz. Şehrin merkezi kıyıda Kazablanka Limanı boylu boyunca uzandığı için şehrin denizle bağlantısı kesilmiş oluyor. Denize ulaşmak için Eski şehri (Old Medina) den geçip neredeyse Hassan II Camisi’ne kadar gitmeniz gerekiyor; bu da epey bir şehir dışı oluyor. Kısacası Kazablanka kendi denizine küskün bir şehir.
Gezmeye başlamak için en iyi yer, şehrin kalbi de sayılabilecek Birleşmiş Milletler Meydanı (Places des Nations Unies). Burası, neredeyse şehrin bütün önemli cadde ve bulvarlarının birleştiği nokta oluyor, ayrıca bizim görmek isteyeceğimiz yerlerin toplu taşım durakları da burada. Hyatt Regency Hotel’i bu meydanın en can alıcı noktasında, adeta bir simgesi gibi. Burası şehrin ulaşımın kilit noktası olduğu gibi, ticaretinin de önemli bir merkezi; ayrıca kafeleri, lokantaları, hediyelik eşya satan mağazalarıyla bir turistin Kazablanka’da en sık uğrayacağı yer burası. Gezimizin olmazsa olmazı, eski şehrin (old medina) giriş kapısı da hemen burada; eski şehir giriş kapısının hemen önünde de akıllara ziyan bir heykel bulunmakta. Eskiyle yeninin sentezine bir örnek diyelim… Bu Meydana yolumuz sık sık düşecek; akşamları nane çayı içmek için kafelere, yemek için lokantalarına, yürüyüş için sokaklarına, soluklanmak için parklarına, hediyeler eşya almak için dükkanlarına uğrayacağım.
Eski şehir, bir kısmı yerleşim bölgesi, bir kısmı ise çarşı-pazar. Bir yanıyla şehir merkezine yaslanan Eski şehir, kesintili de olsa surlarla çevrili. Şehir merkezindeki girişinde bir de saat kulesi bulunmakta, sonra kemerli arabesk bir girişten sonra eski şehrin dükkanlarıyla karşılaşıyorsunuz. Eski şehrin aşağı kısmı ise denize iniyor. 1755 yılındaki depremle hasar gören bölgede şehrin en eski anıtları yer almakta. Bölgede yer alan Konsoloslar Bölgesi bir zamanlar ülkelerin elçiliklerine ev sahipliği yapan, bazı uluslararası antlaşmaların imzalandığı bir yermiş. Eski şehirde dikkati çeken bir yer de, 1900 yılında yapılan Jemma Chleuh (Berberi Camiisi). Burada evliya olarak görülen Sidi Allel el-Kairouan ve kızının türbeleri de bulunmakta. Daha aşağıda ise bir kısmı yıkılmış eski Yahudi mahallesi yer alıyor.
Denize doğru ise Sidi Ben Abdallah’ın krallığının işareti olarak, 1769 yılında savunmayı güçlendirmek için onarılmış kaledeki topları görebilirsiniz. Surların denize inen kısmında, surların çevrelediği kapı ise, çok güzel bir kafeye açılmakta: Sqala (Cafe Maure). İçinde havuzlu yol olan kafede oturup bir şeyler içebilir ya da otantik atıştırmalıklarla açlığınızı yatıştırabilirsiniz. Burası akşam yemekleri için de çok şık bir seçenek.
Eski şehir, Kazablanka’daki en önemli turistik yerlerden biri ama başka Arap kentlerinin eski şehirleriyle karşılaştırıldığında sönük kalan, ben bunun daha iyisini görmüştüm, diyeceğiniz bir yer. İçinde sebze,meyve, giyim, ucuz mutfak eşyalarından ince bakır işçiliği, dokuma, seramik eşyalara kadar bir sürü şey bulabilirsiniz. Sonra beyaz boyalı evler, çay evleri, kafeler, esnaf lokantaları var. Burada dolaşmak Kazablanka’nın günlük yaşantısı hakkında bilgi de veriyor. Sokaklar dar, pis, iç karartıcı; bariz bir yoksulluğu gözümüze sokuyor. Ara sokaklara girdikçe sefalet artıyor. Zaten ana yollarda dolaşın diye uyarı da var. Gerçi ben hem gece hem gündüz ara sokaklarına girdim, kayboldum, yolumu buldum, hafiften tırssam da kötü bir şeye tanık olmadım. Burada bir kaç yerel hamam da var, ben denemedim ama deneyenlerden öğrendim, giderken yedek iç çamaşırı götürün, çünkü don paça yıkanıyorsunuz, havlu verilmiyor, eşyalarınızda açık çekmecelerde tutuluyormuş. Ya da otantiklikten fedakarlık edip daha şık ve pahalı bir hamam bulun. Veya ne gerek canım hamama, kaplıcaya, Türkiye’de bunların alası var.
Birleşmiş Milletler Meydanı’ndan, Eski şehire girmeden ama Eski şehrin sur duvarları yanından Hassan II Bulvarı boyunca yürürseniz, yine bir çok hediyelik eşya satan dükkana rastlayacaksınız. Magnetlerden kitaplara bir sürü şey bulunabilir. Bu yol üzerinde Şehrin en lüks otelleri, kafeleri, dükkanları, lokantaları da yer almakta.
Bu caddeyi bir kesit kabul edersek sağ tarafında, şehirler arası otobüs terminali (Route Quiad Ziane) ve tren garının (Hmadi Bulvarı) yer aldığı yerleşim alanları mevcut. Buradaki en dikkat çekici yer, Mohamed V Bulvarındaki Marche Centrale; burası bizim hal gibi bir yer. 1917 yılında yapılan Mağribi tarzı bir kapıdan girilen alanda, türlü sebze, meyve, deniz ürünleri satılıyor, ayrıca ucuz esnaf lokantaları da var. Bu lokantaları denedim, benim için sonuç hüsrandı. Gezmek için ilginç bir yer; gelen geçen ayak üstü iki istiridye yiyip öyle devam ediyorlardı yola, bizdeki midye dolma hesabı. Tezgahlarda çeşit çeşit deniz ürünlerinin yanında, meyveler, sebzeler, türlü hurma çeşitleri ve argan yağı bazlı ürünler de burada bulunabilir. O resimde gördüğünüz de, evet kaplumbağa ve evde beslemek için aldıklarını hiç sanmıyorum.
Birleşmiş Milletler Bulvarı’ndan denizin tam aksi istikametinde, şehrin içine doğru yürürseniz V.Muhammed Meydanı‘na varacaksınız. Burası yine Mağribi tarzın hakim olduğu 1936 yılı yapımı Belediye Binasına ev sahipliği yapmakta. Şehrin idari merkezi gibi. Ayrıca postane, adliye gibi başka yönetim binaları da mevcut. Burada ayrıca Parc de la Ligue Arabe (Arap Ligi Parkı) var, geniş, yemyeşil bir park. Aradan geçen bir yol ile La Casablancaise Parkı’nında ayrılıyor. Arada da bir çok çay bahçesi var. Keyifli bir alan. Serinlemek, soluklanmak için doğru bir seçim.
Arap Ligi Parkının yanında Eglise Sacre Coeur (Kilise) var; 1930 yılı yapımı olan Kilise gotik ve art deco tarzlarının bir bileşimi. Parkın öbür tarafında ise 1956 yılı yapımı Eglise Notre Dame de Lourdes (Kilise) bulunmakta; isminden de anlaşılacağı üzere Fransa’nın burada büyük bir etkisi var. Ama şaşırtıcı olarak başka bir etki de Türkiye’den. Ortadoğu ve kuzey Afrika’da gezdiğim eski Osmanlı coğrafyasına dahil yerlerde de rastlamıştım. Bence Türkiye’nin bu bölgede güçlü bir kültürel etki alanı var ama tabii bu Araplara benzemeye çalışan Türkiye’nin kültürü değil. Tam aksine müslüman olduğu halde seküler hayat tarzını benimsemiş Türkiye’nin kültürü onları etkiliyor. Bilmem hala Türkiye’nin böyle bir etkisi var mıdır? Neyse, hediyelik eşya dükkanlarının birinde dolaşırken satıcı çocuk Türk olduğumu anlayınca yanıma geldi, Türk olup olmadığımı sordu, evet deyince de elindeki kitabı gösterdi; pratik yoldan Türkçe öğretmeye yönelik bir kitaptı. Kazablanka’da bir dükkanda kendi kendine Türkçe öğrenmeye çalışan bir genç şaşırtıcı geldi tabii. Niye Türkçe öğrenmek istiyorsun diye sorduğumda, Türk televizyon dizilerini Türkçe izleyebilmek için, dedi. Buna benzer örnekler başka yerlerde de karşıma çıktı. Bilmem gittikçe Araplaşan, kendilerinin kötü bir kopyası olmaya çabalayan bir kültürden hala etkilenirler mi?
Lafı uzatmayayım, bu bölge ayrıca şehrin ticaret merkezine açılıyor ve ikiz kuleler, ticari hayatın merkezi konumunda ama bu kuleler, bizim çok katlı rezidansların yanına bile yaklaşamayan boyutlarda. Hemen yakında ise (İbrahim Rudahi Bulvarı) art deco tarzındaki Villa des Arts ise çağdaş Fas sanatına ayrılmış bir müze. Önünden geçip gittim.
Aynı bölgede yer alan Le Habous ise muhtelif mağazaların toplandığı bir alan. Hediyelik eşya seçimi için çok iyi bir seçim olabilir. Burada 1920’lerde Pertuzio kardeşler tarafından yapılan Saray da yer almakta. Şehrin daha da içeri kısmı, oto sanayi bölgesi havasında; karışık, kirli, kaba… Özensiz bir yapılaşma ile yerleşim bölgelerine geçiliyor.
Artık Okyanusa ulaşma zamanı geldi ama önce bir yemek molası. Marche Central vardı ya, onun arkasında L’Etoile Lokantası’na gidiyoruz. Lokantanın içi, otelim gibi, gayet otantik, tam bir mağribi havasında. Yemekler lezzetli, fiyatlar makul; tam bir turistin mutlu rüyası. Ben önce hariri çorbasını denedim; kuzu etli, bir sürü baharat ve sebze eklenerek yapılan bir çorba. Sonra da tajin. Bizim güvece benzeyen ve adını içinde servis edilen huni şeklinde kapağı olan toprak kaptan alan tajin, sığır eti, kuzu eti, tavuk eti ya da balıkla (orijinalinde kömür ateşinde) hazırlanabiliyor. Yemeğe etin türüne göre badem, kuru erik veya üzüm, zeytin, limon konulabiliyor. Ben erik, kaysı, bademli dana etli tajin tercih ettim. Denemekte fayda var.
Evet, yemekten sonra,önce II.Hasan Cami’si ve sonra nihayet deniz kenarı, yani Corniche, Anfa ve Ain Dyab Plajı var sırada. Şimdiye kadar şehri yürüyerek gezdik ama artık bir araca binmek zamanı geldi. Elbette yürüyebilirsiniz, Corniche ve Anfa’ya ben yürüdüm mesela ama yorucu olabilir. Şehirde taxi petite denilen minik araçlar var, onlarla rahatça gidebilirsiniz. Ayrıca Birleşmiş Milletler Meydanından Ain Dyab Plajına giden tramvaylar da mevcut, biletler duraktan alınabiliyor.
Limandan ya da Eski şehirden batıya doğru, Muhammed Bin Abdullah Bulvarı boyunca yürürseniz görkemli II Hasan Camiine varırsınız. Burası neredeyse şehrin denizle buluştuğu ilk nokta. Mekke ve Medine’dekiler dışında dünyanın en büyük camisi olarak kabul edilen II Hasan Camii, 1994 yılında tamamlanmış; iç mekanı 25000, dış mekanı 80000 kişi kapasiteliymiş. Minareler 210 metre yükseklikte olup tepesindeki lazer yeşil ışık kıbleyi gösteriyormuş. Caminin iki kapısı var, denize bakan kapı saray maiyetine aitmiş. Cami, bizdekiler gibi yuvarlak, kıvrımlı hatlara sahip değil, sert, dik, kare şekiller hakim. Neredeyse Mağribi gotik diyeceğimiz bir tarzı var (O neyse, artık) ama Cami bütününde, Arap tarzı kendini hemen hissettiriyor. Cami kulesi görkemli, tepesindeki üç topun altın olduğuna dair rivayetler var. Caminin içi de dışı da çok etkileyici, Mağribi mimarisi ve el işçiliğinin en usta örneklerini burada görebilirsiniz. Turkuaz çinilerle bezenmiş dış cephe, Caminin görkemine ayrı bir estetik de katıyor;
Caminin içi de ince ince işlenmiş taş oymacılığıyla insanı büyülüyor. İçerideki muhtelif mukarnas bezemeleri uzun uzun seyredilecek güzellikte. Ve en önemlisi Caminin tepesi de kısmen açılabilir olduğundan havalandırması gayet iyi; Buranın Fas’ta gayri müslümlerin girebildiği tek cami olduğu yazılı ama ben gittiğimde cübbeli, sarıklı, ak sakallı bir adam asasını yere vura vura Müslüman mısın?, diye sorguya çekti beni. Sorgu sual kısmından sonra içeri alındım. Belli ki rehberli turlar dışında içeri Müslüman olmayanları almıyorlar ya da o an bana ‘göründüler’ ama ben içeri girme telaşında, anlayamadım olayı.
Yoldan devam ederseniz bir deniz fenerine varacaksınız. Bu yol da hem sefalet hem şaşaa var. Bir yandan gecekondular, çöp toplayan göçerler var, bir yandan da kapıları sımsıkı kapalı lüks lokantalar.
Ama burası Kazablanka’nın belki de en hareketli bölgesinin başlangıcı; bizim Kordon boyuna tekabül eden La Corniche…Pek gösterişli olmayan alış veriş merkezleri yanında şık lokantalar, kafeler, denize girmek için beachler, klüpler yol boyu size eşlik edecek. Yol sizi Alfa’ya getirecek; arka bölgesinde hipodrum, futbol sahası olan bu semt lüks villalara, şık kafelere, lokantalara ve gece klüplerine ev sahipliği yapıyor; gecelere akmak isteyenler buraya gelecek.
Ve nihayet Ain Dyab… Kazablanka’nın gerçekten okyanusa kavuştuğu yer; uçsuz bucaksız bir sahil. Geniş bir deniz çizgisi olan plajda, biraz da mevsimden olsa gerek, güneşlenenden çok futbol oynayan gençler vardı. Adeta bir futbol antreman bölgesi gibiydi. Artık başımıza gözümüze top gelir korkusunu bir yana bırakıp biz de sahilin keyfini çıkardık. İstenirse kıyıdaki kafelerde oturup daha güvenli bir şekilde manzaranın keyfi de çıkarılabilir tabii. Denize giren neredeyse hiç yoktu, sanırım çok tekin bir yer değil burası, ne de olsa okyanus ve akıntı kıyı da bile çok kuvvetli olsa gerek. Zaten sahil çizgisi o kadar geniş ki, denize girebilmek için yürürken insan yorgun düşer. Ain Dyab’ta şık malikaneler bulunuyor, burası şehrin sayfiyesi gibi bir yer.
Akşam oldu, artık kafamdaki yere gitme zamanı. Elbette burası, Kazablanka’yı bu kadar popüler hale getiren filmin can alıcı noktası (Ilsa, mahsun gözlerle yalvarırcasına Sam’e ‘Play it once Sam’dediği yer): Rick’s Cafe. Rick’s Cafe eskiden Birleşmiş Milletler Bulvarındaymış, sonra Eski Şehrin denizle buluştuğu yere taşınmış, 2004’ten beri burada, Sour Jdid Bulvarı üstünde. Tabii burası orijinal Rick’s Cafe değil, 1942’de Hollywood’ta filmler stüdyoda çekildiği için bu da Kazablanka’daki taklit Rick’s Cafe ama her şey düşünülmüş.
Sam’in piyanosu bile. Atmosfer o kadar sahici ki, insan kendine bir çeki düzen veriyor; orada hepimiz Humphrey Bogart oluyoruz, hepimiz Ingrid Bergman. Yok, aslında Ingrid Bergman rolü kapılmış durumda, üzgünüm hanımlar ama Kafe’de her gece belli bir saatte o döneme ait olduğunu düşündüğüm elbiseleriyle Kafenin işletmecisi ya da sahibesi bir hanım masalar arasında süzülürcesine dolaşarak hal hatır soruyor; Ingrid Bergman rolünü kimseye kaptıracak gibi değil. Kafe içinde sürekli Kazablanka filminin oynadığı bir bölüm de var. Yemekler ise gayet güzel, fesli garsonlar büyük bir özenle sunuyor yemekleri. Ben Kafenin kendi kokteyli ile başlayıp lavanta-bal-badem soslu keçi peynirli kroket aldım, sonra kuzu pirzola ve nane çayıyla yemeği bitirdim. Gayet memnun kaldım.
Nane çayı, Fas’ta özel bir öneme sahip. Gümüş, kurşun, emaye çaydanlıklarda demlenerek servis ediliyor ve çayın havalanması için bardağa yukarıdan boşaltılıyor. Nane filizlerine portakal çiçeği ya da çam fıstığı eklenerek de hazırlanabiliyor. Genelde renkli küçük (silindirik) cam bardaklarda sunuluyor.
Akşamları Corniche’in çılgın eğlence hayatı bizim yaşımızı zorladığı için genelde Birleşmiş Milletler Meydanı’ndaki kafelerde oturuyoruz. Gençler giyinip kuşanıp gecelere hazırlanmışlar, dolaşıyorlar. Sokaklarda dolaşan insanların bazılarının elinde bir tas, içinde de salyangozlar görüyorum. Burada akşamları, seyyar satıcılar tezgahları üstünde bir tüp, tüpün üstünde içi salyangoz dolu bir kazanla dolanıyor. İnsanlar küllahlara doldurdukları haşlanmış salyangozları yiyerek dolaşıyorlar. Müslüman mahallesinde salyangoz satmak, deyimi tam burası için geçerli galiba. Sanırım bir Fransız mutfağı tadının Fas tarzına uyarlanması bu.
Elbette sadece Corniche veya Ain Dyab’ta değil, şehrin merkezinde de eğlenecek, bir iki içki içilecek yerler var. Ama merkezdeki barların sadece kapısı açık, diğer her tarafı kepenklerle kaplı. İlginçtir, bir akşam bu barlardan birinde, bira şişesi koleksiyonu yapan bir arkadaşım için içtiğim biranın şişesini alıp alamayacağımı sordum, ortalık birden karıştı. Arapça o bir şey dedi, bu bir şey dedi. Neyse, yabancı olduğumuz belli, Türk olduğumuzu da anladıklarında ortam samimileşti, meğer boş bira şişelerin bar dışına çıkarılması gayri resmi bir kural olarak yasakmış, çünkü millet kavgada birbirinin kafasında kırıyormuş. Burada Türk olduğunuzu öğrendiklerinde, genelde olumlu bir hava oluşuyor, onlar da Türkiye ile ilgili ne biliyorlarsa döktürüyorlar; futbol takımları, politikacılar, şarkıcılar ama istisnasız kimle konuştuysam hepsinin ortak söylediği bir isim Atatürk’tü. Kazablanka’da Türkler ve tabii ki dönerciler de mevcut ama Fas yemekleri zaten bizim yemeklerden çok farklı değil, biraz daha meyve katkılı sadece.
Gelelim şehrin sırlarına… Bu barda geçen gece kaynaştığımız şehrin yerlilerinden öğrendiğime göre, yalnız bir kadın turistin taciz edilme olasılığı çok yüksekmiş, bu daha çok şans deneme, asılma şeklinde oluyormuş. Yalnız erkek turistler için ise bazı barlar varmış. Bizim Ankara-Ulus türkü barları kıvamında lokanta-bar-kafe karışımı yerlermiş ve içeride amerikan barda yalnız oturan kadınlar da varsa eh o zaman beyefendiler buyursunlar gelsinlermiş… Ne olur ne olmaz, giriş kolay da çıkış zordur böyle yerlerde, ben size bar ismi vermeyeyim, siz isterseniz kendiniz bulun ama hani yemek yediğim L’Etoile vardı ya, oralara biraz daha dikkatli bakın.
Gezdik, dolaştık, yedik, içtik, peki Kazablanka’dan ne alacağız? Hediyelik eşyalar için de en iyi yer Birleşmiş Milletler Meydanı. Oradaki dükkanları zaten siz göreceksiniz; hepsi de kendilerinin Turizm Bakanlığından özel sertifikaları olduğunu söyleyecektir. Doğrudur belki de ama eşyalar genelde hep aynı. Seramik tabak çanaklar, metal objeler, berberi kilimleri, otantik desenli magnetler, anahtarlıklar, yarı değerli taşlardan mücevherat… Aynı bölgede bu eşyaları daha özgün halde üreten dükkanlar da var. Artık hangisi hoşunuza giderse. Ve tabii hurma ile argan yağı ve yağ mamulü sabunlar, kremler, kozmetik ürünleri de mevcut.
Ben Kazablanka’ya beş günlük bir süre için gittim (bir günü Rabat’ta geçti), fazla geldi. Kazablanka bence Fas’ta başka şehirleri gezmek için gelindiğinde varış-kalkış noktası olarak kullanılacak ve 1,5-2 günde gezilecek bir şehir. Bazı tanıtım yazılarında Fas için, Endülüs’ün kaynağı falan diyorlar; yalan… O, Arap kültürü ile İberik tarzın harmanlandığı farklı bir şey. Yani Kazablanka özelinde, Fas genelinde, ‘zil, şal ve gül’ estetiğini bulmanız zor, burada bulacağınız başka şeyler var, aynı değil ama bunlar da güzel.
Kısacası, Kazablanka tek başına tatil destinasyonu olarak seçilecek bir yer değil. Hele ikinci kez gelinecek bir yer hiç değil. Bu nedenle, şehir ile özdeşlemiş filmin iç burkan sahnesini biraz değiştirerek söylüyorum: ‘Bir daha çalma Sam’.
Avrupa’nın en büyük tropikal kelebek bahçesinin Konya’da olduğunu biliyor musunuz? Ben bilmiyordum. Gittim, gördüm, şaşırdım, hayran kaldım ve gururlandım.
Konya denilince ilk akla gelenler; Mevlana Türbesi, etli ekmek, tandır kebabı olur nedense. Oysa Konya, Selçuklular’a başkentlik yapmış kadim bir şehir. 12 ve 13. yüzyılda yaşamış birçok din ve siyaset adamının türbelerine ev sahipliği yapıyor. Çok sayıda cami ve tarihi eserlerin sergilendiği müzenin de bulunduğu Konya’da son yıllarda yeni bir park yapılmış.
385.000 metrekare alanı olan Kelebekler Vadisi Parkı’nın; 7.600 metrekare alan üzerine inşa edilen Aşkın Kanatları Konya Tropikal Kelebek Bahçesi’nde, 1.600 metrekare kelebek uçuş alanı yer alıyor.
700 ton çeliğin, her biri farklı ölçülerde bin 730 adet camın kullanıldığı inşaatta; sadece teknik ekipler değil, bilimsel alanlarda uzman isimler de çalışmış. Kelebeklerin Konya’da yaşayabilmeleri için sıcaklığın yaz kış 26 (±1) derece ve nem oranının ise yüzde 80 (±5) olması gerekiyomuş. Aynı zamanda kelebeklerin yönlerini bulmaları için de UV ışınlarının maksimum oranda geçişini sağlayan özel PVB malzemesi kullanılmış.
Çocuklara doğayla ilgili bilgiler vermek ve tanıtmak amacıyla yapılan bu Tropik Kelebek Bahçesi; yetişkinleri de çocuklaştırdığından mıdır bilemem, içeride her yaştan insan sevinç ve hayret çığlıkları içinde kelebeklerin uçuşunu izliyordu.
İçerideki kelebek tür ve sayısı sürekli değiştiği için benim gezdiğim dönemde kaç kelebek vardı, tam bilemedim ama onlarcasını gördüm. Nazlı nazlı çiçeklerin üstüne konduklarını, dans ettiklerini izledim. Erkek kelebeğin, dişisinin ilgisini çekmek ve onu çiftleşmeye teşvik etmek için dans ederken kur yaptığını da öğrendim.
Kelebek Bahçesi, mavi beyaz kelebek kanadı şeklinde yapılmış kocaman bir bina aslında. Bilet alıp girdiğinizde isterseniz fotoğrafınızı çekiyorlar, özel görüntülerle birleştiriliyormuş bu resimler, çıkışta beğenirseniz alıyormuşsunuz, beğenmez iseniz gün sonunda siliniyormuş.
Tropik bitkiler ve kelebekler için ayarlanmış nemli bir ortam var. Girişten itibaren her yerde, genç kızlar ve erkeklerden oluşan görevliler kibarca sizi yönlendiriyor ve sorularınızı yanıtlıyorlar.
Yürüyüş yolunun kenarlarında ve duvarlarda çiçekler var. Yan duvarlar ve tavan cemakan görüntüsünde bir malzeme ile kaplı.
Yanınızda minik bir dere akıyor, ufak şelaleden akan su sesini dinleyip çiçeklere bakarken…
Rengarenk kelebekler, çiçeklerin kayaların üzerinde poz veriyordu sanki ziyaretçilere.
Siyah bir kelebek başımın üstünden süzülüp, bir yaprağa kondu. Rüya alemindeymişim gibi hissettim. Çiçeğin üstünde dans eden kelebeğin resmini çekerken ürkütmekten ya da zarar vermekten korktum, ama hiç rahatsız olmadı.
Bazı kelebekler çürük meyve seviyormuş, birçok yerde zembil gibi havadan sarkıtılmış tabaklarda meyve parçaları ve üstünde kelebekler var.
Birçok yerde, cemakanlar içinde kelebek kozaları var. Üstlerinde geldikleri ülkeler ve tarih yazılmış. Camekanlar ve nem yüzünden resimler net değil.
Çiçekler arasında yanımdan başımdan uçuşan kelebekler arasında yürüyüş bittiğinde, yeni bir bölüm başlıyor, Böcek Müzesi.
Burada dünyanın farklı yerlerine ait kelebek ve böceklerin gelişim süreçleri ve yaşam döngüleri sergileniyor.
Bu bölümdekiler canlı değil ama gerçek hayvanlar. Camekanlar içinde kelebek sınıflandırması yapılmış. Bu camekanların önünde de dokunmatik ekranlar var. Çocukların boyuna göre ayarlanmış ve alçakta yer alıyor bu ekranlar. Dokunarak seçim yapıp istediğiniz bilgileri edinebiliyorsunuz. Her sayfada sunulan seçenekler ile yeniden seçim yapabileceğiniz yerleri tıklayarak ilerlemeniz mümkün.
Hem dişi hem de erkek özellikler taşıyan bir kelebek. Doğada kelebeklerin 10.000 de birinde görülebilen bu olaya ginandromorfizm deniyormuş. Kelebeğin vücudunun solundaki siyah karın ve siyah kanat erkek özellik, sağındaki sarı karın ve beyaz kanat dişi özelliği taşımaktaymış. Konya Tropikal Kelebek Bahçesinde, 18 şubat 2017 de pupasından çıkan bu kelebek, iki haftalık ömrünü tamamladığında müze koleksiyonunun bir parçası olarak saklanmış.
Yeşil ışığın hakim olduğu koridorlardan geçip, değişik böcek türlerinin yaşam döngülerini görebileceğiniz küçük küre gibi odacıklara giriyorsunuz.
Her odada ayrı bir böceğe ilişkin görsel materyaller ve önlerinde bilgi alınacak dokunmatik ekranlar var.
Camekan arkasında ağaç dalları, yapraklar, çiçekler arasına ve üstüne ilk bakışta ayırt etmeniz mümkün olmayan böcekler yerleştirilmiş. Hatta bazısı ağaç dalı görünümünde böcekler. Çocuklar ve yetişkinler, “bir tane daha buldum” diye sevinerek camın dışından gözleri ve parmakları ile böcek arıyorlardı.
Kapısı açık küçük bir sinema salonunda, ekranda böcekler ve kelebeklerle ilgili sürekli bir film gösterisi de var. Sizin veya çocuğunuzun bilimsel yolculuğuna keyif katacak bir ortam.
Müzenin sonunda, her türlü materyalde kelebek motifinin kullanıldığı hediyelik eşya bölümü var. İlginizi çekerse çıkmadan önce buradan bir şeyler almak da mümkün.
Belki bu müze ve benzerlerinden her yerde olmalı. Çocukların, kapalı alışveriş mekanları yerine doğayı tanıyıp anlamalarına yardımcı olacak keyifli zaman geçirmelerini sağlamak için. Belki de merak duygularının ve hayal güçlerinin izinde gidip birer bilim insanı olmalarını sağlamanın bir yolu da budur…
Ankara’ya 160 km. uzaklıktaki Nallıhan ilçesi, tarihi İpek Yolu üzerinde imiş. İpek Yolu üzerinde bulunan diğer Ankara ilçeleri gibi, kent kültürünün derin izlerini, insanlarında ve sosyal yaşamında görüp şaşıracağınız bir saklı kent adeta.
İpek Yolu döneminden beri yaşatılan ipek iğne oyaları, çıkma ahşap balkonlu taş ve ahşap evleri, kuş cenneti, Tabduk Emre Türbesi, asırlık ardıç ağaçları, kayıp antik kent Juliopolis’in nekrofili arasında dolaşıp, gölde tekne turu yapıp ruhunuzu dinlendirebileceğiniz günü birlik bir gezi rotası hemen Ankara’nın dibinde.
Sabah Ankara’dan yola çıktığınızda, bir buçuk saatte Nallıhan’a varıp, baraj gölü kıyısında muhteşem ağaçların arasında kahvaltınızı yapıp, ruhunuzu arındırarak başlayabilirsiniz güne. Sonrasında görüp şaşıracağınız, gözlerinize inanamayacağınız bir gün bekliyor sizi.
Çayırhan Beldesi’nde, göl kenarında sizi bekleyen tekneler ve yerel rehberler eşliğinde başlıyor Juliopolis antik kent yolculuğu.
Antik kaynaklar, Juliopolis kentinin, Frig döneminde Gordiokome isimli bir köy olarak kurulmuş olduğundan bahsediyormuş. Augustus döneminde (M.Ö. 27-M.S. 14) Kleon isimli zengin ve yerli bir haydut lideri bu köyün ismini ünlü Julius Caesar’a atfen Juliopolis olarak değiştirerek kent statüsüne kavuşturmuş.
Juliopolis adı antik çağın edebi eserlerinde yaygın olarak görülüyormuş. Plinius (M.S. 61-112), Roma’nın Bithynia Valisi olduğu sırada (M.S. 103) yazdığı mektuplarda, Juliopolis’ten “içinden geçenlerin çok, trafiğin yoğun olduğu bir sınır kasabası” olarak bahsediyormuş.
M.S. 4. ve 9. yüzyıllar arasında ise, Juliopolis önemli bir Hristiyan kenti hüviyetinde imiş. Bizans Piskoposluk merkezi konumundaki kentin kilise papazlarının isimleri, düzenli olarak Konstantinopolis’teki Sinod Meclisi (Ruhani Meclis) kayıtlarında görülüyormuş.
Bu dönem içerisinde kentin adı, İmparator I. Basileos’a (M.S. 867-886) atfen Basileon olarak bir kez daha değiştirilmiş. Bu tarihten itibaren de kentin adına antik kaynaklarda artık rastlanılmadığı ve tarih sahnesinden silinerek bir köy haline dönüştüğü sanılmakta imiş.
Tarihin bir döneminde, önemli bir dini ve ticaret merkezi olan bu saklı kentin neredeyse tümü, günümüzde baraj gölü altında kalmış.
Nekropol
2009 yılında, Anadolu Medeniyetleri Müzesi tarafından başlatılan kurtarma kazıları ile göl kenarında bulunan, Roma Dönemi Nekropol (Mezarlık) alanı gün ışığına çıkarılmış. Ölülerin ağızlarında bulunan sikkelerin (öte dünyaya rüşvet olarak götürülen) JULIOPOLIS basımlı olduğu görülmüş. Ayrıca halen Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenen çok sayıda mücevher takı bulunmuş. Bu takıların orijinal dizaynlarının, günümüzde bir çok tasarımcıya ilham verdiğini ve bu tasarımların yurt dışında da çok rağbet gördüğünü söyledi rehberimiz.
Tekrar teknelere binip, dağların içindeki maden katmanlarının suya rengarenk yansımasını izleyerek geri döndüğünüzde gördüğünüz manzara, kısa süreli de olsa sizi gerçeklik duygusundan uzaklaştıracak kadar inanılmaz.
Kuş Cenneti
Nallıhan’daki diğer bir sürpriz, kuş cenneti. Manyas’tan sonra Türkiye’nin en büyük kuş cenneti imiş burası. İstanbul ve Çanakkale üzerinden gelen göç yolu üzerinde bulunan bu kuş cenneti, nesli tükenmek üzere olan pek çok kuşu barındırıyormuş. Gittiğiniz mevsim göç sezonuna rastlamıyorsa fazla kuş göremiyorsunuz ama göl kenarındaki tesiste, kuş tanıtımlarını görmeniz ve oturup çay içmeniz mümkün.
Tabduk Emre Türbesi
13. Yüzyılda yaşadığı düşünülen Tabduk Emre, Ahmet Yesevi’nin Horasan’dan Anadolu’ya gönderdiği Alperenlerden. Yunus Emre’nin hocası. Yunus Emre’nin, kırk yıl odun taşıdığı ve eğri odunun bile giremeyeceğini ifade ettiği bu dergah içi ve bahçesi ile sizi huzura davet ediyor adeta.
Ardıç Ağaçları
Nallıhan’da bulunan gezme ve piknik alanı olarak kullanılan ardıç ağaçlarından oluşan koru, yolun hemen kenarında.
Ardıç ağacı ile ardıç kuşunun ilişkisini de burada öğrendim. Ardıç ağacının meyveleri olan tohumları toprağa ekildiğinde yetişmiyormuş. Ardıç kuşunun bu meyveleri yemesi sonucunda bağırsaklarında çimlenip, dışkısını toprağa bırakması ile yetişmesi mümkünmüş sadece. Doğanın bu ilginç döngüsünü öğrenince artık etrafımdaki her kuş ve ağaç daha bir anlamlı geldi bana.
Günübirlik yapılabilecek Nallıhan gezisi sırasında, yaprak sarması, kapama pilav, hoşmerim ve baklava yemeden de dönmeyin. Pilavın tadını unutamayacaksınız.
İsfahan İran’ın coğrafi olarak tam ortasında, tarihi öneme sahip bir şehir. Safavi döneminde 7. yüzyıla kadar en parlak zamanını yaşamış, 16. ve 17.yy’larda başkent olmuş, şehirde bu dönemde zenginliği ve gelişmişliği ile mimari eserler yaratılmış. İsfahan’ın parlak döneminde yapılan meydanlar, saraylar, camiler, köprüler korunmuş ve günümüzde İran’ın en güzel şehirleri arasında yer alarak ziyaretçi çekmektedir. Dünyaca ünlü Isfahan halıları da o dönemlerden kalan ününü ve üretimini sürdürmektedir.
Biz de İran turumuzda Kaşhan sonrası yönümüzü Isfahan’a çevirdik.
Gezilecek Yerler
Siosepol Köprüsü
Şehir gezimize Siosepol Köprüsü ile başladık. İsfahan’ın ortasından akan Zayendeh Nehri üzerinde eski dönemlerden kalma 6 köprü bulunuyor. Siosepol Köprüsü (33 Sütunlu Köprü) bunlardan en önemlisi olup yapan mimarın adı ile Allahverdi Han Köprüsü olarak da biliniyor.
1602 yılında yapılan 300 metre uzunluğunda, 14 metre genişliğinde olan köprü şehrin simgesi haline gelmiş. İtalyan Rönesans’ının etkilerini taşıyan köprü, araç trafiğine kapalı, çevresinde yürüyüş yolları ve piknik alanları ile halkın özellikle akşamları gezdiği, piknik yaptığı bir alan.
Zayendeh Nehri diğer nehirlerden farklı olarak bir göle veya denize ulaşamadan, çölün ortasında Gavhuni bataklığında kaybolmakta. Nehir sularından yararlanmak için 1971 yılında Kuhreng Barajı inşa edilmiş ve nehrin suyu tarım alanlarına kaydırılmaya başlanmış, ancak bu uygulama ile nehir kurumaya başlamış. Yılın çoğu zamanı köprünün altında fazla su olmazmış. Rehberimiz şanslı olduğumuzu ve nehir yatağında su görebildiğimizi söyledi, yılın Köprüyü ilk gün sabah gezdik, ancak bir akşam gece görüntüsü için tekrar gittik. Akşam halkın sosyalleştiği bir alan olarak çok daha hareketli görünüyor.
Sallanan Minareler (Manar-e Jonban)
Sallanan Minareler (Manar-e Jonban) Moğollar döneminde yaşamış ve 1.316 yılında ölmüş, Amu Abdullah Garladani adlı bir dervişin türbesi. Türbeye Mimar Bahaeddin Amili tarafından eklenen 17 metre yüksekliğindeki iki minare bir mühendislik hatası nedeniyle sallanmaktaymış.
Saat başında her bir minarede bir kişi tekbir getirerek zıplıyormuş. Şanşlıydık ki türbenin etrafında dolaşırken minarelerinin gerçekten sallanışını izledik. Hangi minareye bakacağımızı bilemedik.
Kırk Sütunlu Saray (Chehelsotoon Sarayı)
Kırk Sütunlu Saray Şah Abbas döneminde yapımına başlanmış ve II. Şah Abbas döneminde 1647’de tamamlanmış. Saray, 67.000 metrekarelik bir alanda bulunan büyük bir botanik bahçesinin ortasında yer alıyor.
Sarayın bahçesinde yüksek ağaçlar ve önünde büyük bir havuz dikkati çekiyor. 20 ahşap sütunu olan sarayın önündeki havuza yansıyan 20 sütun görüntüsü nedeniyle Kırk Sütun Sarayı olarak adlandırılmış.
Diğer saraylardan farkı yüksek sütunları, duvarlarında yerden tavana kadar rengarenk freskleri, işlemeli tavanları, minyatürler ve çini üstüne yapılmış resimleri olmasıymış. Çinilerin çoğu daha önce sökülmüş ve bunları görmek için Avrupa’daki müzelere gitmek gerekiyormuş. 40 sütunlu sarayın (Çehel Sütun) duvarlarını süsleyen 17. yüzyıl resimlerinde ellerinde şarap kadehleriyle, dans eden rakkaseleri izleyen Safevi hükümdarlarının saray şölenleri betimlenmiş. Şah burada yabancı elçileri ve devlet adamlarını karşılar ve görkemli resepsiyonlar verirmiş.
1646 yılında Özbek Kralı için verilen bir resepsiyon, 1611 yılında Buhara Emiri onuruna yapılan bir şölen bu resimlerde betimlenmiş. Bunun dışında resimlerde savaşlar da anlatılmış. Büyük bir tablo da Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail’in Çaldıran Savaşı resmedilmiş. Rehberimiz bu tabloda Yavuz Sultan Selim’i göstermemizi istedi. Hepimiz meğerse yanlış biliyormuşuz, rehberimiz Sinan bu hataya herkesin düştüğünü ve Yavuz Sultan Selim olarak Şah İsmail’in resminin hafızalarımıza yerleştiğini anlattı.
Resim birbirine girmiş onlarca askerin arasında Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail’i atlarının üstünde gösteriyor. Kaybedilen bir savaşı betimlemek tam İranlılara göre olsa gerek. Okuduğum kaynaklarda bu resimleri savaşı resmetmek için değil, mertliğin kaybını göstermek için yaptıkları oldu. Rivayet odur ki Şah İsmail Türk olduğu için savaşın mertçe yapılmasını emretmiş ve top kullanılmasını yasaklamış. İlk günlerde her iki taraf da kullanmamış. Fakat kayıpların arttığını görünce Yavuz Sultan Selim sözünden dönmüş ve topları kullanmaya başlamış. Şah İsmail buna rağmen toplarını yine kullanmamış. Şah İsmail yenilince o sinirle elindeki kılıcı bir top namlusuna vurup, namluyu ikiye bölmüş. Bunu öğrenen Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’e “Kardeşim” diye başlayan bir mektup göndermiş ve top namlusunu bölen kılıcı istemiş. Şah İsmail kılıcı İstanbul’a göndermiş. Yavuz Sultan Selim kılıcı alıp bütün gücüyle bir top namlusuna vurmuş ve kesememiş. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim tekrar Şah İsmail’e bir mektup göndermiş ve kılıcın kesmediğini ve yanlış kılıç gönderdiğini yazmış. Şah İsmail cevaben kılıcın yanlış olmadığını, yanlış olanın onu tutan kol olduğunu yazmış. Tabi bunlar doğru mudur hikaye midir bilemiyorum. Biz anlatanların yalancısıyız.
Nakş-ı Cihan Meydanı
Dünyanın en güzel ve en büyük meydanlarından biri Nakş-ı Cihan Meydanı adı dünyanın nakışı anlamında. Meydan yine İran’daki birçok güzel esere imza atan Şah Abbas tarafından yaptırılmış. Eski adı Meydan-ı Şah ve İslam devriminden sonra da Meydan-ı İmam olan bu meydanın boyu 510, eni 160 metre olup çevresi sütunlu yapılarla çevrilmiş. Ortada büyük bir havuz bulunuyor.
Meydan 1979 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne girmiş. Meydanın etrafında muhteşem kubbeleriyle Lütfullah Cami ve İmam Cami ile altı katlı Ali Qapou Sarayı bulunmaktadır. Bunun dışındaki meydanın etrafındaki kapalı alanlarda büyük bir Kapalı Çarşı bulunuyor.
Meydanı gezmek için en ideal zaman akşam saatleriymiş. Havuzun etrafındaki ışıklar açılınca çok güzel bir atmosfer oluşuyormuş. Ne yazık ki biz akşamını göremedik.
İmam Cami
İmam Camisi UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan bir eser. Ulu Cami, Cami Mescidi, İmam Humeyni Cami, Cuma Cami gibi isimlerle de biliniyormuş. Meydanın güney tarafında bulunan ve 771 yılında inşasına başlanmış olan Cami İran’ın ilk camilerinden. 20. yüzyıla kadar inşasına devam edilmiş. Bu nedenle caminin parçaları farklı mimari özellikler gösteriyor. Selçuklular, Moğollar, Timurlar, Safeviler ve İran’ın inşa ettiği bölümler bulunuyor.
Kubbeli tasarımı Melikşah’ın ünlü veziri Nizam ül-Mülk tarafından 1086-1087 yılında inşa edilmiş. Eski adıyla Mescid-i Şah’ın yapımına Şah Abbas tarafından 1598 yılında başlanmış ve yaklaşık 25 yılda tamamlandığı rivayet ediliyor.
Caminin içi de dışı da geleneksel mimarinin en güzel örnekleriyle bezenmiş. Mimarı yedi renkli mozaik çinileri, hat yazıları, kapısı, minareleri, kubbesi, avlusu ile mükemmel bir cami inşa etmiş. Bu konuda ilginç bir hikayesi de varmış. Caminin mimarı olan Ali Ekber İstafani yapımı sırasında üç yıl kaybolmuş ve sonra ortaya çıktığında Şah’ın Camiyi ona zorla tamamlattırmaması için saklandığını ve yapının yıllara meydan okuyabilmesi için biraz beklemesi gerektiğini söylemiş.
Camide yaklaşık 472.500 çini varmış. Dört avlusu olan caminin kapısı 27 metre, minareleri ise 42 metre yüksekliğinde. Caminin Mimar Sinan’ın eserleri gibi mükemmel bir akustiği bulunmaktaymış. Araştırmalarda bu camide 49 çeşit yankının oluştuğu ve insan kulağının sadece 12’sini algılayabildiği saptanmış.
Cami içerisinde Safavi döneminin önemli kaligraflarının yazıtları yer almakta ve çok renkli ve çiçek desenli mozaikler dikkat çekmekte. Caminin ortasında yer alan abdesthanenin Kabe’yi temsil etmek üzere yapıldığı ve geçmişte bu abdesthanenin hacı adayları tarafından Haç ritüellerini çalıştıkları yer olarak kullanıldığı söylenmekte.
Aşağıdaki fotoğrafı özellikle koydum. Gördüğünüz gibi mezar yeri gibi bir yer açılmış ve Şia inancına göre imamlar bu alçak bölüme inerek namaz kıldırıyorlarmış. Rehberimiz bunun nedeninin Hz. Ali’nin namaz kıldırırken öldürülmesi olduğunu ve böylece namaz kıldıran imamların korunduğunu anlattı.
İran’da Cuma namazları her camide kılınmıyor. Cuma namazları kılınan camiler şehrin en büyük ve en görkemli camileri oluyor, “Jame veya Jameh” olarak adlandırılıyor. Şehrin cemaati cuma günleri toplandığında camiler çok kalabalık oluyormuş. Namaz saatlerinde halılar seriliyor ve sonrasında toplanıyor. Böylece ziyaretçilerin ayakkabı çıkarmadan içerisi gezilebiliyor. Diğer camilerde ayakkabınızı çıkarmanız gerekiyor.
İran’daki camiler sadece ibadet için gidilen yerlerin ötesinde anlama sahip. Bunu biz de bizzat gözlemledik. Bir kenarda oturup fındık fıstık yiyerek oturan ve sohbet eden kadınları, bir kenarda kıvrılıp yatan adamları, ortada oynayan çocukları gördük. Camiler İranlılar için aynı zamanda sosyal alanlar haline gelmiş. Türk rehberimiz yıllar önce öğrenciyken İran’a gezmeye geldiğinde yatacak yer bulamayınca camide yattığını anlattı.
Ali Kapı Sarayı
Nakş-ı Cihan Meydanı’nı çevreleyen ve her birinin bir anlamı olduğuna inanılan dört yapıdan Ali Kapı Sarayı’nın siyasete karşılık geldiği belirtiliyor. Ali Gapu Sarayı, Şeyh Lütfullah Camisi’nin tam karşısında bulunuyor. I.Şah Abbas tarafından 17. yüzyılda yaptırılan saray 48 metre yüksekliğinde ve 6 kattan oluşmakta. Sivri kemerli bir taç kapısı, kubbeli bir dehliz ile meydana açılıyor. Girişte sağda ve solda birer salon ve bunların üstünde de 10 metre yüksekliğinde kabul ve tören salonu bulunuyor. Şah Abbas’ın burayı soylu ziyaretçileri ve yabancı elçileri kabul için kullanıyormuş. Altıncı katında akustik ortam yaratılarak bir de müzik odası yapılmış.
Sarayın iç mekan süslemelerinde özellikle tavanlarında boyayla yapılan süslemelerde geyik, tilki, tavus kuşu, güvercin, bülbül gibi kuş ve hayvan motifleri ile çiçekler kullanılmış. Şah Abbas’ın nevruz kutlamalarını da buradan izlediği rivayet ediliyormuş. Maalesef bizim sarayın içini gezecek zamanımız kalmadı.
Şeyh Lütfullah Cami
Şeyh Lütfullah Camisi I. Şah Abbas tarafından Lübnanlı İslam alimi ve aynı zamanda kayın pederi Şeyh Lütfullah için 1618 yılında yaptırılmış.
Cami Safevi mimarisinin başyapıtlarından birisi olarak kabul ediliyor. İlk yapıldığında cami olarak yapılmadığından minareleri yokmuş.
İsfahan Halıları
İsfahan tarihi alanları tamamladıktan sonra sıra ünlü İsfahan Halıları ile ilgili deneyimimize geldi.
Grubumuzu bir halıcıya götürdüler. Kenardaki sedirlere oturduk ve hemen çay ikramı yapıldı. Arkasından halılar peş peşe yere serilerek özellikleri anlatılmaya başlandı. O kadar güzel ve ince dokunmuş halılar vardı ki insan bırakın yere serip üstünde gezinmeyi duvara asıp her gün bakmayı ister.
Grubumuzda çok halı alan oldu. İlk söylenen fiyat biraz yüksek olsa da pazarlıkla epeyce düşebiliyor. İran halısı almak için doğru adresin İsfahan olduğunu söylemeye gerek yok sanki.
Kapalı Çarşı
Nakş-ı Cihan Meydanı’nda yer alan İsfahan’ın büyük Kapalı Çarşısı da görülecek yerler arasında olmalı.
Bu çarşıda yok yok. Özellikle İran sanatından minyatürler, sedef kakma eşyalar dikkat çekiciydi. Bu çarşı haftada bir gün erkeklere kapatılarak kadınların rahatça alışveriş yapmaları sağlanıyormuş. O sırada tamamı erkek olan dükkan sahipleri de ortalıkta dolaşmayarak dükkanlarında otururlarmış. Neyse ki bizim gittiğimiz gün böyle bir güne rastlamadı.
Kapalı Çarşıda alışveriş yapmadan olmazdı. Söylenen fiyatlara itiraz edince pazarlıkla neredeyse yarı fiyatına istediklerimizi aldık. Çok güzel minyatürler vardı ve bize de Türk olduğumuz için oldukça indirim yaptılar.
Kapalı Çarşıdaki bir alışveriş hikayemi anlatmak istiyorum. Eşimize dostumuza ufak tefek hediyelikler almaya çalışıyorduk. Vitrinde orijinal görünen çay tabakları gördüm. Bunları incelerken dükkandan bir genç çıkarak çat-pat Türkçesiyle yardımcı olmak istediğini söyledi. Ben de hediye alacağımı ve İran’a özgü motifleri olan bir tabak baktığımı söyledim. Bana bir tabak gösterdi ve üzerinde Şah Abbas’ın resmi olduğunu, bunun tam anlamı ile İran’a özgü olduğunu söyledi. Şah Abbas’ın resmi anlatılır gibi değil çok komik ve karikatür gibi çizilmiş sanki. Keşke fotoğrafını çekseymişim. Ben de cevaben ablama alacağım bu tabakları, ablam Şah Abbas’ı nereden bilsin, bu çirkin adamı hediye diye götüremem, bana çiçekli bir tabak uygun dedim. Neyse desenli bir tabak buldum da onu aldım.
Yeme İçme
İran’da çayhaneler çok yaygın. İsfahan’da Kapalı Çarşı’da ilginç bir çayhaneyi rehberimiz özellikle önerdi, ortamı görmemizi ve oturup çay içmemizi söyledi. Biz de gidip gördük. Ne varsa toplanmış ve tavana, sağa sola asılmış. Giriş kısmının ilerisinde küçük bir odada kızlı erkekli oturmuşlar ve nargile içiyorlardı. Arka oda insanların daha rahat davranmasını sağlıyor herhalde kapalı toplumlarda.
Öğlen yemeğimizi rehberimizin önerisiyle çarşının içinde bulunan Bastani Traditional Restaurant’a yedik. Geniş sedirlere oturduk. Mekan yerli halkın da katılımıyla oldukça kalabalıktı ve bundan da yemeklerinin iyi olduğu sonucunu çıkartabilirdik. Yemekler son derece lezzetliydi.
Akşam yemeği ise Shahrzad Restaurant’da yendi grup olarak. Ortam çok otantikti ve çok güzel bir müzik ziyafeti de verildi.
Son Söz
İsfahan, İran’ın tarihi zengin, renkli, iyi korunmuş renkli şehri de İran’ın görülmesi gereken şehirlerinden.
Büyükada Marmara Denizi’nde, kalabalık metropol İstanbul’dan vapurla yarım saatte ulaşıp kendinizi sakin, huzurlu bir sahil kasabasında bulabileceğiniz bir ada…Ancak burası klasik güneş deniz keyfi yapabileceğiniz bir adanın ötesinde. Tarihi milattan öncesine ulaşan, Bizans döneminde yapılan tarihi, dini binaların yanı sıra, Osmanlı döneminde yapılan dantel gibi işlenmiş köşkleri, yemyeşil doğası ile farklı bir ada.
Büyükada Marmara Denizi’nde yer alan dokuz Prens Adası içinde en büyük adadır. Bizans döneminde prensler, prensesler, kraliçeler, din adamları için sürgün yeri olarak kullanılan adalar (Büyükada, Heybeli Ada, Kınalı Ada, Burgaz Adası, Sedef Adası, Kaşık Adası, Yassı Ada, Tavşan Adası, Sivri Ada) Prens Adaları olarak adlandırılıyor.
*Wikipedia
Bizans’ın tek kadın imparatoriçesi Kraliçe Eirene (İren) Büyükada’da Kadınlar Manastırı yaptırmış, kadere bakın taht oyunları sonrası kendisi de bu adaya sürgüne gönderilmiş. Daha sonra Midilli Adası’na gönderilen Eirene ölünce bu adaya gömülmeyi vasiyet etmiş.
Prens Adaları Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul’un fethinden önce Osmanlı topraklarına katılmış. Bu adalar içinde Büyükada kalesi olduğu için daha uzun süre savunulmuş, ancak İstanbul’un fethinden bir ay önce en son fethedilen ada olmuş.
Büyükada veya diğer adalar İstanbul’u ziyaret eden turistlerin programlarında öncelikli olarak yer aldığı gibi, İstanbullular için de gezmek için tercih edilen yerler arasında. Özellikle yaz dönemi hafta sonu adanın ziyaretçilerinin çok fazla olduğu belirtiliyor. Çok sayıda plajlarında deniz keyfi yanı sıra, orman yürüyüşü, piknik, ada merkezinde dolaşma, kıyıda yer alan balık lokantalarında balık ve güzel mezeler yeme içme keyfi ile İstanbul’un keşmekeşinden kaçış noktası olması adayı hep cazip kılıyor. Günümüzde ayrıca Arap turistlerin de en gözde yerleri arasında görünüyor.
Ada’ya Ulaşım ve Ada İçi Ulaşım
Büyükada’ya ulaşım çok kolay. Bostancı, Kabataş, Beşiktaş, Kadıköy, Kartal ve Yeniköy’den Büyükada’ya vapur seferleri düzenlenmekte, Şehir Hatları, Mavi Marmara, IDO, Turyol ve özel firmaların seferleri bulunmaktadır. İki işletmenin vapur saatleri aşağıdaki linklerde yer almaktadır.
Adaya vapurla kolayca ulaştık, asıl önemli soru tüm adayı nasıl dolaşacağımız. Adada motorlu araç kullanımı yasak, son yıllarda elektrikli toplu ulaşım araçları ve taksileri hizmet vermekte. Toplam yüz ölçümü 5,5 km2 olan adanın birçok yerini yürüyerek dolaşmak mümkün. Yine de daha çok yer görmek isterseniz turistler için en güzel gezme yöntemi bisiklet kiralamak. İskelenin yakındaki Saat Meydanı’na açılan sokaklarda çok sayıda bisiklet kiralayan dükkanları bulabilirsiniz. Adada epey yokuş çıkmanız da gerekiyor.
Büyükada Gezilecek Yerler
Bostancı Vapur İskelesi’nden sadece 35 dakika süren yolculuk sonrası tarihi iskeleye ulaştık. Şehir Hatları Vapurlarının yanaştığı 1914 yılında yapılan Büyükada Vapur İskelesi Osmanlı Neo-Klasik Mimarisinin örneği olarak gözalıcı. İskelenin içi de çinilerle kaplanmış. Mavi Marmara’nın yeni ve basit bir iskelesi var. Aradaki estetik farkı ne kadar açık.
Tarihi iskelenin solunda balık lokantaları sıralanmış, bu restoranları akşam üzeri güneş batarken oturulacak diye not alıyoruz. Sağ tarafta yine deniz manzaralı çay kahve içilecek sabah kahvaltısı yapılacak yerler bulunuyor. İskele çıkışı tam karşınızda ise Adanın sembolü Saatli Meydan yer alıyor. Biz Saatli Meydan’da sadece kahve içip bir an önce tura başlamak istedik.
Hemen bisiklet kiralayan bir dükkana daldık. Günlük fiyatın 50 TL olduğunu söyleyen dükkan sahibi iki kişi olunca ne olur sorumuzla iki bisiklet için fiyatı 80 TL’ye indirdi, rayiç bu olsa gerek.
Adada yaya, bisiklet veya diğer araçlarla dolaşmak için iki ana rota yer alıyor. Büyük tur veya küçük tur. Büyük tur ile küçük tur arasında 6 km’lik fark varmış. Büyük tur adanın yerleşim olmayan yerlerini de dolaşmayı sağlıyor. Küçük tur ve büyük tur belirli yere kadar aynı yoldan gidiyor. Biz küçük tur kararı ile yola koyulduk.
Saat Meydanı’ndan sonra sağdan Çankaya Caddesi’nden tura başladık. Hemen harika köşkler yolun sağında ve solunda görünmeye başladı. En gösterişli binalardan biri gemi limana yaklaşırken de haşmeti ile denizden görünen Splendid Otel binası. 1908 yılından bu yana hizmet veren otel Adanın en güzel otellerinden biri.
Çankaya Caddesi’nde ilerlerken sağlı sollu köşklerden gözümüzü alamadık. Bir köşkün zerafeti hemen dikkatimizi çekti daha yakından görmek için önünde durduk, bir de ne görelim kapısında Adalar Vergi Dairesi yazıyordu. Hafta sonu olduğundan kapalı olmasa bu köşkü vergi mükellefi olarak gezmeyi isterdim.
Sonbahar renkleri ile bezenmiş ağaçların arasında kah yokuş çıkarken bisiklet elimizde kah rahat sürüş yapılan yollarda ağır ağır pedal çevirerek ilerledik.
İlk durağımız Dil Burnu Orman Parkı oldu. Parka giriş ücretli, mesire yeri, güzel manzaralı. Daha gezimiz yeni başlamıştı bol zamanlı bir günde burada uzun mola verilebilir.Yaz döneminde ayrıca Yörükali Plajında da yüzülebilir.
Dilburnu Mesire Yeri’nin hemen yanında Aşıklar Yolu ve Aşıklar Kahvesi. Çay kahve molası vermek isteyenler için romantik bir kafe.
Bizim için ilk durak yeri Birlik Meydanı olarak planlanmıştı. Adanın en önemli görülecek yeri Aya Yorgi Kilisesi’ne ulaşabilmek için önce Birlik Meydanı’na ulaşmak gerekiyor. Hangi ulaşım aracını kullanırsanız kullanın araçtan burada inmek zorundasınız.
Meydanda yer alan tek oturacak yer Lunapark Gazinosu. Burada Aya Yorgi Kilisesi için zorlu yürüyüş öncesi veya sonrası çay, kahve, yemek, içki molası verebilirsiniz. Bisikletleri de gazino içine ücret karşılığı bırakabiliyorsunuz. Biz öğlen yemek molası vermeyi tercih ettik. Gazinonun çok güzel bir manzarası olmasının yanı sıra asıl neden Aya Yorgi yolunun zor bir tırmanış olduğunu bildiğimizden enerji toplamak istememizdi. Aslında tercih sizin bir km’lik yokuşun sonunda sizi başka güzel manzaralı bir gazino bekliyor.
Aya Yorgi Kilisesi
Büyükada’nın en önemli tarihi dini binası Aya Yorgi Kilisesi. Kilise Ortodokslar için Efes Meryem Ana Kilisesi’nden sonra ikinci Hac Kilisesi. Büyükada gezisinde görmeden olmaz diyeceğim ama sıkı durun kiliseye ulaşmak için Azap Yokuşundan tırmanmanız gerekiyor. Birlik Meydanı’nda aracınız varsa iniyorsunuz ve 1 km’lik yokuş tırmanmanız gerekiyor. Yolda geri dönmek isteyebilirsiniz, sigara içiyorsanız bir daha sigara içmemeye yemin edebilirsiniz. Yılmadan tırmanmaya devam, sonunda sizi sadece bir kilise değil adanın en güzel manzarası bekliyor. Tepeye ulaştığınız an çektiğiniz azap aklınızdan kuş olup uçacak.
Önde görülen iki katlı kilise 1751 yılında yapılmış. Çan kulesinin altından geçerek girilen kırmızı taş yeni kilise ise 1905 yılında yapılmış. Yeni kilise ziyaret edilebiliyor ancak içeride fotoğraf çekmek yasak. 23 Nisan ve 24 Eylül tarihlerinde kutsal günlerde kilisede büyük ayin yapılıyor.
Kilisenin efsanesine göre çıplak ayakla ve hiç konuşmadan yürüyüş yolunu çıkarsanız dilekleriniz gerçek oluyormuş, zaten yokuş çıkarken konuşacak haliniz kalmıyor, çıplak ayakla çıkmak ta size kalmış. Gelelim efsaneye; Kapadokyalı Aziz Aya Yorgi fakir bir çobanın rüyasına girer. Rüyasında azap yolunu çıplak ayakla ve konuşmadan çıkmasını yolun sonunda çıngırak sesi duyacağını, bu sesi duyduğu yerde toprağı kazmasını söyler. Sık sık bu rüyayı gören çoban sonunda yürür o yolu ve tepede kazmaya başlar ve burada hazine bulur. Bu hazine ile kilise yapılır.
Kilise ritüellerini yerine getiremediniz çıplak ayakla ve sessiz çıkamadınız, olsun mum yakıp dilek tutabilirsiniz. Şimdi çıkalım Kiliseden hemen yandaki Yüce Tepe Kır Gazinosu’na dalalım. İster yemek, isterseniz sadece bir şeyler içmek için bu gazinoda oturmanızı öneriyorum. Adanın en yüksek yeri Yüce Tepe’de yeşillikler içerisinde otururken hemen yakında Sedef Adası manzarası, karşıda İstanbul, hemen aşağıda plaj manzarası hangi yöne bakacağınızı şaşırabilirsiniz.
Yetimhane
Büyükada’nın önemli tarihi binalarından biri yetimhane. Aya Yorgi Kilisesi yokuşundan inerken uzaktan çektiğim fotoğrafı ekleyebiliyorum. Aslında Birlik Meydanı’ndan bu tepedeki binaya ulaşılabiliyor, ancak terk edilmiş ahşap bina dıştan görülüyor. Binanın uzaktan da ne kadar ihtişamlı olduğu fark ediliyor. Bu bina 1800 yıllarda Fransız bir mimar tarafından otel gazino olarak yapılmış. Zamanının Avrupa’daki en büyük ahşap binası imiş. Ancak Osmanlı Padişahından bu amaç için kullanımına izin çıkmamış. Adada yaşayan bir aile tarafında satın alınmış. Rum aile ise padişahın izni ile binayı kimsesiz Rum çocuklarının yerleştirilmesi için Rum Patrikhanesine bağışlamışlar. Yetimhane olarak 1964 yılına kadar hizmet vermiş ancak daha sonra terk edilmiş.
Aya Yorgi Kilisesi sonrası küçük tur rotası ile deniz kenarına doğru yönlendik. Yokuş aşağı rahat bir yolculuk ile Adalar Müzesi’ne ulaşmaya çalıştık. Müzeye yaklaşırken sol yönde yeşillikler içerisinde Aya Nikola Manastırı görünüyor. Aya Nikola Manastırı Bizans döneminde deniz kenarında kuruluymuş. Daha sonra Manastır yıkılıp denize göçünce 16.yy’da daha korunaklı yeni yerine inşa edilmiş.
Adalar Müzesi
Eski bir Helikopter ambarından dönüştürülen binada 2010 yılında müze açılmış. Dışarıdaki alanda da sürgün kayıkları ve bazı kalıntılar sergilenmekte. Kapalı alanda adalardan toplanan arşiv belgeler, fotoğraflar, adalıların bağışladıkları kolleksiyonlar sergilenmekte. Adaların tarihi, yaşam, spor, eğitim, yerleşim, mimarisi sistematik bir şekilde anlatılmaktadır. Giriş ücreti 5 TL, öğrenci ve gruplara 3 TL. Adaya yakışan sevimli küçük bir müze. Bir saatiniz ayırmanızı önerebilirim.
Büyükada her dönem edebiyatçıların ilgisini çekmiş. Birçok şair yazar bu adada yaşamlarının bir döneminde yaşamayı seçmiş. Müzede bu yazarların isimleri sıralanmış. Recaizade Mahmud Ekrem, Halikarnas Balıkçısı, Ziya Gökalp, Melih Cevdet Anday,Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yahya Kemal Beyatlı, Nurullah Ataç bu yazarlardan bazıları…
Çağdaş Türk Edebiyatının ünlü öykü, roman, tiyatro yazarı, Türk edebiyatının en çok okunan romanlarından Çalıkuşunun yazarı Reşat Nuri Güntekin‘in adada ailesi ile yaşadığı köşk Yılmaz Türk Caddesi’nde yer alan güzel köşkler arasındadır. Pembe panjurlu köşk restore edilmiş ancak içi gezilemiyor. Yine de yanından geçerken dışarıdan görülebilir bu güzel köşkü…
Bu arada Sovyetler Birliği’nin Ekim Devriminde önemli rol oynayan Troçki, Stalin döneminde İstanbul’a sürgüne gönderilmiş ve ömrünün 4,5 yılını da Büyükada da geçirmiş ve önemli eserlerini bu adada yazmıştır. Troçki’nin yaşadığı köşk Sivastopol Köşkü ise bakımsız bir halde bırakılmış. Restore edilip müze yapılabilirdi.
* ‘arabpress.eu’
Küçük turun sonunda iskeleye dönüş yolunda Yılmaz Türk Caddesi’nde sağlı sollu güzel köşkler yer alıyor. Büyükada köşkleri 19. y.y. sonu ile 20.yy başlarında geleneksel Türk mimarisi ile Batı mimarisinin karışımı ahşap, Art Nouveau tarzında yapılmış özgün köşklerdir. Prens adaları içinde en güzel köşkler de Büyükada’da bulunmaktadır.
Tüm gün süren ada turumuz sonrası tekrar ada merkezine ulaştık. Saatli Meydan’a açılan sokaklarda hediyelik eşyalar satan sevimli dükkanlar, bir şeyler atıştıracak, içilecek mekanlar bulunuyor.
İskele yakınında akşam yürüyüşü de yapılabilir.
Bizim tercihimiz ise Büyükada’da yapılacak şeyler arasında olan kıyıdaki balık restoranlarında güneş batarken akşam yemeği yemek oldu. Taze deniz ürünleri ve mezeler ile güzel bir günü tamamladık.
Keyifli yemek sonrası İstanbul’a dönüş zamanı gelmişti. Vapurumuz tam saatinde iskeleye yanaştı bizi almak üzere…
Son Söz
Sabah başladığımız Büyükada gezisinde tüm gün boyunca mümkün olduğunca çok yeri görmeye çabaladık. Bisiklet ile küçük turu tamamladık, adanın en önemli Ortodoks kilisesini gördük. Adada tarihi boyunca ağırlıklı Rum nüfus yaşadığından Ortodoks kiliseler önemli. Bu arada göremediğimiz yerler oldu. Katolik Kilisesi, Ermeni Kilisesi, Sinagog ve Hamidiye Cami de görülecek yerler arasındadır. Bu arada biz sonbaharda gitmeyi tercih ettiğimiz için ada plajlarında yüzemedik. Aslında sonbaharın daha sakin ve renkli mevsimi bize çok iyi geldi. Peki bir gün yetti mi? İstenirse bir gece kalınabilir, ancak konaklama maliyeti ve Bostancı’ya sadece yarım saat süren yolculuk ile ulaşıldığı düşünülürse tekrar tekrar ziyaret etmek mümkün Büyükada’yı. Yaz dönemi deniz keyfi ya da piknik keyfi için daha uzun kalmak tercihe bağlı. Bu arada adalar arası vapur ile aynı gün içinde birden çok adayı dolaşmak da mümkün. Bana bu sadece adaya adım atmak gibi geliyor. Siz en azından tüm gününüzü bu adada geçirin.
Nara 700-784 yılları arası Japonya birliğinin sağlandığı yıllarda ilk başkenti olmuş, tarihi bir şehir. Bu parlak dönemi siyasi, kültürel, sanatsal ve mimari eserlerine yansımış. Nara’da sekiz eser UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer almaktadır.
Nara Kyoto ve Osaka’ya komşu, ormanlarla dağlar arasında bir şehir. Günümüzde kutsal tapınaklarıyla ve geyiklerin özgürce dolaştığı parkıyla ünlü, turistlerin ilgi merkezi olan bir yerleşim alanı.
Nara’ya değişik zamanlarda gitmiş, kutsal tapınakları gezmiştik. İlkbaharda ve sakuraların kitazumi ağaçlarının çiçeklerinin tadını çıkarmıştık. Bu yıl sonbaharda televizyonda özellikle momiji ağaçların yapraklarının renk cümbüşünü ve parkta dolaşan geyikleri görünce Nara’yı tekrar ziyaret etmek ve araba ile yola çıktık. Nara’ya ulaşım trenle de sağlanabilir ve bilindiği gibi Japonya‘ki en uygun ulaşım aracı trendir. Nara Tren İstasyonu şehir merkezinde. Kyoto ve Osaka’ya tren ile bir saatlik uzaklıkta şehir.
Biz şehir merkezinde yer alan parkta dolaşmaya başladık. Bazı ağaçların yaprakları dökülmüştü ama momiji ağacının yaprakları sarı kahverengi kızıl ve hala yeşil yaprakları ile özellikle güneş ışığının yansımasıyla göz zevkine hitap ediyordu.
Parkın uzantısı ormanlık ve çok geniş bir alana yayılmıştı. Erken saatlerde az olan ziyaretçi sayısı giderek artıyordu. Her yaştan ve değişik ülkelerden gelen turistler parkta dolaşıyor, renk cümbüşünü ve geyikleri belgelemek için fotoğraflar çekiyordu bizim gibi.
Parkın ev sahipleri geyikler insanlara alışık olduklarından gezenlere aldırmadan dolaşıyorlardı. Hemen her yıl boynuzları görevlilerce kesildiği için insanları yaralama olasılığı azalmış olsa da uyarı levhaları asılmıştı belirli yerlere.
Geyikleri beslemek parktaki önemli aktiviteler arasında idi. Onlar için hazırlanmış bir paket kraker yaklaşık iki dolar civarında satılıyordu. Biz de geleneği bozmadık, birkaç geyiği ellerimizle kraker yedirdik. Geyikler ormanlık alanda çimenlerle besleniyorlar ancak sonbahar döneminde çimenler kuruduğu için gelen ziyaretçilerin ikramları onlara ziyafet sofrası kurulmuş gibi geliyordu. Ziyaretçilerin yakınlarında dolaşıyorlardı.
Nara Japonya’nın en eski, en büyük ve en önemli Budist tapınaklarına sahip bir şehir. Şehirde yedi adet Budist tapınak bulunmakta ancak bunların içinde en önemlisi parkın bir bölümünde yer alan Todaiji Tapınağı.
Todaiji Tapınağı “Great Eastern Temple” 752 yılında yapılmış ve Japonya’nın en önemli Budist tapınağı. Tapınak dünyadaki en büyük bronz Buddha ((Daibutsu) heykelini barındırmakta.
Tapınak yolunda çok büyük ahşap bir girişten (Nandaimon Gate) geçiliyor. Yakından bakılınca ahşap yapının zamanla yıprandığı görülebilir. Kapıdan girildikten sonra yaklaşık yüz metre uzaklıkta 48 metre yüksekliğinde ahşap tapınak tüm ihtişamı ile selamlıyor ziyaret edenleri. Tapınağın uzantısı olan binalar yolun sağında ve sonunda yer alıyorlar. Dünyanın en büyük ahşap tapınakları arasında olan binası tarihi boyunca iki kez yangın geçirmiş ve restore edilmiş. Çatıda altıntaş kaplamalı balık kuyruğu seklindeki süsleme çok uzaklardan bile görülebiliyor.
Tapınağın girişinde beton basamaklar dik. Girişte tütsülerin yakıldığı büyük bir çanak var. Düşük fiyatla satılan tütsüleri yakılıp, elleri kavuşturup dualar ediliyor. Budist olan da olmayan da geleneğe uyuyor. Tapınağın giriş ücreti 5 dolar civarında
Zemini beton olan tapınağa girilince karşınıza devasa bir Buda heykeli çıkıyor. Yüksekliği 15 metre ve 400 ton bronz kullanılan oturan Buda heykeli.
Heykelin iki yanında koruyucu görünüşü ürkütücü 7 metre yüksekliğindeki ahşap heykeller de ziyaretçilerinin ilgisini çekiyor.
Yeni yıl başlangıcında ziyaret edilen bu tapınak UNESCO tarafından korunmaya alınmış. Nara’ya kadar gelmişken kesinlikle diğer yedi tapınak da görmeye değer. Biz diğerlerini ziyareti bir başka zamana sakladık.
Tapınak çıkışında omamarı, bizdeki muskalar gibi ve diğer hediyelikler alınabilir. Bütçeye uygun irili ufaklı hediyelikleri satan tezgahlar ve küçük dükkanlar var sıralanmış yol üzerinde.
Tapınağın çıkışında hemen Nandaimon girişinin yanında Nara Ulusal Müzesi’ne uğramadan geçmeyin. 1889 yılında yapılan binada Japan Budist sanatı eserleri, Japon kültürüne ilişkin zengin bir kolleksiyon sizi bekliyor.
japan-quide.com
Nara’da yöreye özgü sushi tadabilirsiniz. Geleneksel Japon mutfağının yanı sıra diğer ülke yemeklerini de küçük lokantalar da bulabilirsiniz. Nara Park ve Todaiji Tapınağı merkez istasyondan yürüme uzaklığında ve daha önce de belirttiğim gibi tren en uygun ulaşım alanı.
Bir gün buraları ziyaret etmenin ve mevsim değişiklerinin zevkini yaşamanız dileğiyle .
Bugün Granada, geçmişin muhteşem günlerini meraklı turistlere hafif hafif fısıldayan bir şehir. Granada’yı ilk kez gençlik dönemlerinde duymuştum; 70’lerin sonunda bir dönem fırtına gibi esen, iki İspanyol dilberden oluşan Baccara grubu, bir yandan kırık İngilizceleriyle ‘Yes sir, I can boogie’ diye içimizi hoplatırken bir yandan da o diyarların güzelliğini anlatan Granada isimli şarkıyı söylerlerdi. Sonradan sonraya El Hamra’nın dillere destan güzelliğini merak eder oldum. Yolum düştüğünde El Hamra’ya gittim, her defasında yeni baştan büyülendim. Ve bu Orta Çağ sarayını, diğer dönem saraylarıyla (Topkapı mesela) kıyaslamaya başladım. Ayrıca Granada’nın bambaşka bir önemi daha var benim için; özgürlük mücadelesi sırasında faşistler tarafından katledilen büyük şair Lorca’nın doğduğu yer… Ama bunlar sonraki konular. Önce Granada’ya gideceğiz. Yolda da bize ‘Granada’ eşlik edecek ama Baccara değil, Luciano Pavarotti’nin yorumuyla…
Genel Bilgi
Granada, Endülüs’ün güney tarafında, Sierra Nevada dağlarının eteğinde kurulmuş bir şehir, 738 metre rakımı var, şehir içi coğrafyası bile engebeli… Şehir, Darro, Genil, Monachil, Beiro nehirleriyle çevrelendiği için yeşil, sulak, verimli bir arazi üzerinde. 237.500 kişilik nüfusuyla da İspanya’nın 13. kalabalık şehri. İspanyolca Granada, ‘nar’ demekmiş; nar hanedanlığın da sembolü olmuş ve bunu şehrin her yanında göreceksiniz.
Meraklısına Kısa Tarihi
Granada tarihi ana hatlarıyla Endülüs ile aynı: Romalılar, Vizigotlar, Emeviler, Katolikler… Ama Granada’nın bir farkı, Emevilerin Endülüs’teki en son direnme noktaları olması; İsabel ve Ferdinand beraberliği, Emevileri en son Granada’da yenerek İspanya’dan çıkarmış.
Granada’da ilk yerleşim MÖ 5500’lerde olmuş. İlk yerleşim izleri Bastutilere aitmiş, İber-Kelt yerleşimlerini Yunan kolonileri izlenmiş, daha sonra Roma İmparatorluğu ve Vizigotlar derken 711’de Mağribiler burayı fethetmişler ve Garnatah demişler. 11. yüzyılda Emeviler yıkılınca Berberi Zavi bin Ziri burada bağımsız bir krallık kurmuş ama bu dönem hakimiyet aslında Yahudilerdeymiş, hatta 1027’de başlayıp 1066’daki Granada kıyımıyla biten parlak bir Yahudi dönemi kültür ve ekonomik hayata damgasını vurmuş. Daha sonra 1099’da Arap Murabıtlar buraya hakim olmuş, ama mahalli emirlerin ve ağır vergilerin altında ezilen halk desteğini çekince Murabıtların sonu gelmiş, Kastilya Krallığı bir Haçlı ordusuyla buralarda esmiş kavurmuş ama Endülüs Müslümanlarının yardımına bu sefer de Muvahhidler yetişmiş ve 1166’dan itibaren bölgeye hakim olmuşlar. Bu dönemde şehir Darro Nehri’nin iki yakasından yukarı doğru yayılmaya başlamış, bu da efsanevi El Hamra’ya giden ilk adımlar olmuş haliyle… 1228’de ise Muvahhidlerin prensi İdris el Mamun İbn al Ahmar Kuzey Afrika’da yönetimi devralmak için İberya’yı terkedince de İbn el Ahmar fırsatı değerlendirip başa geçmiş ve İberya’daki en uzun yaşayan İslam hanedanlığı olan Nasirilerin dönemi başlamış. 1236’da Reconquista hareketiyle Katoliklerin Endülüse hakim olmalarından sonra Katolik Krallarına bağımlı bir eyalet olarak süren Nasrid dönemi, Arapların, Berberilerin, Yahudilerin ve Hristiyanların bir arada yaşadığı parlak bir dönemmiş. Hatta dönemin önemli tarihçisi Battula, Granada’yı Castile Hanedanlığı ile zaman zaman sorunlar yaşasa da, güçlü ve kendine yeterli bir krallık olarak tanımlayıp burası için Endülüs’ün gelin şehri demiş; damat tarafı hakkında ise bir bilgi verilmemiş.
1492’de Müslüman ve Yahudilere kafayı takan Kastilya Kraliçesi I.Isabel ile Aragon Kralı II Fernando, Granada’ya sıkışıp kalan Nasirileri yenmiş ve Müslümanlara ve Yahudilere ya sev ya terket falan demişler. Kalanların akıbetini ise, bugün Endülüs’ün muhtelif yerlerindeki Engizisyon müzelerinden tahmin edebiliyoruz. Bu dönemle ilgili olaylar, biraz gerçek biraz kurgu, Amin Maalouf’un Afrikalı Leo’suna da konu olmuş, yüzyıllar sonra. Daha sonra Granada’nın tarihi de İspanya’nın tarihi ile birleşmiş ve bugüne gelmişler.
Ulaşım
Granada’ya en yakın havaalanı Federico Garcia Lorca Havaalanı’na Türkiye’den uçuş yok. Granada’ya gitmek için en uygunu, İstanbul’dan Malaga’ya uçmak ve Malaga Havaalanı’ndan doğrudan Granada’ya giden otobüslere binmek… Malaga Havaalanı’ndan Granada’ya otobüsler; 08.30, 10.45, 11.00, 11.30, 13.30, 16.00, 17.00, 18.30, 19.30, 20.45 saatlerinde kalkıyor ve ücreti 11.57 euro ile 13.86 euro arasında değişiyor, yolculuk 2.15 saat sürüyor. Granada otobüs terminali (Estacion de autobuses), Granada’nın merkezinin biraz uzağında; taksiyle şehir merkezine 10 euro civarında tutuyor, şehir merkezine otobüsle gitmek isterseniz, SN1 ve SN1 numaralı otobüslere binebilirsiniz… Granada’da otobüs biletleri her biniş için 1.20 euro 7 biniş 5 euro, 16 biniş 10 euro, 33 biniş 20 euro tutarındaki çoklu biletleri de alabilirsiniz. Biletler otobüs içerisinden alınabiliyor. Granada’da bir de LAC denilen hızlı transit otobüsler var, biletleri duraklardaki makinelerden alınıyor.
Granada yürüyerek gezilecek bir şehir. Ama gezerken tepeler tırmanacaksınız, yokuşlar ineceksiniz. En iyisi şöyle diyelim; bu şehrin kalbi Plaza Isabel Catolica Meydanı, meydanda da onca Müslüman ve Yahudinin canının müsebbibi Kraliçe Isabel’in en masum haliyle bir heykeli var, aslında tas surat, nemrut bir şeymiş, belli… Neyse, o Meydanda kesişen iki ana cadde, Gran Via de Colon ve Reyes Catolicos caddeleri üzerinde bulunan yerler haricindeki gezilecek noktalara ulaşım bilgileri vereyim. Siz ona göre ister yürüyün ister otobüse binin. Bir diğer seçenek de gezi otobüsleri; bir luna park treni büyüklüğündeki vagonlardan oluşan bu tren, en dar sokaklara bile girebilyor ve bir günü 8 euro, iki günü 12 euro…
Aslında Granada Alhamra, Albaicin-Sacromonte, Centro, Realejo, Beiro, Chana, Ronda, Genil, Zaidin bölgelerine ayrılmış durumda. Ben gezerken bazı bölgeleri birleştirdim. Albaicin ve Sacromonte’yi birlikte ele aldım, Cartuja Manastırı gibi daha çok Beiro’ya yakın olan bir yeri Centro içindeki Gran Via de Colon içine dahil ettim. Bir iki günlüğüne Granada’ya giden birini, daha çok Alhamra, Albaicin, Sacromonte, Centro, Realejo bölgeleri ilgilendirir.
Gezilecek Yerler
Artık gezmeye başlayabiliriz. Kalkış noktamız Plaza Isabel Catolica Meydanı… Bu Meydanda yer alan heykel, Kraliçe I. Isabel’in Kristof Kolomba ‘Git dünyayı keşfet ama Hindistan’a gidiyorum deyip orada burada oyalanma’ diye icazet verdiği anın tasviri (bence tabii). Bu heykel 1892’de Roma’da yapılmış.
Isabel Catolica Meydanı’ndan başlayarak yola koyulalım; ilk olarak tabii ki, belki de tüm İspanya’nın en önemli tarihi merkezi olan El Hamra…
El Hamra (Al Hamra) General Life
El Hamra, Granada’nın olmazsa olmazı… Zaten Granada’ya gelen turistlerin çoğu da El Hamra için geliyordur, eminim. Hangi beğeni sıfatını kullansanız taşıyacak, hakkını verecek bir yer. İslamın hem sanat hem bilim dünyasında parladığı dönemlerden geriye kalan belki de en nadide mimari eser burası.
El Hamra, gerçekten büyüleyici bir yer. Bu topraklarda yok olan bir uygarlığın müthiş görkemli bir vedası… Bu görkem sadece biz sıradan ölümlüleri değil, ölümsüz diyebileceğimiz sanatçıları da etkilemiş. Washington Irving El Hamra Masalı’nı burada yazmış. Onun yanında, Salman Rushdie’nin Mağriplinin Son İç Çekişi’nde, Amin Maalouf’un Afrikalı Leo’sunda, Philippa Gregory’nin Mahkum Prensesi’nde, Federico Garcia Lorca’nın Kızkurusu Dona Rosita’sında, Paulo Coelho’nun Simyacı’sında, Ali Smith’in Kazara’sında, El Hamra kendini göstermiş. Müzik de El Hamra’ya kayıtsız kalamamış; Francisco Tarrega’nın Rucuerdo de la Alhambra’sı gibi… Isaac Albeniz, Claude Debussy, Manuel de Falla, Julian Anderson’da bazı eserlerinde El Hamra’dan esinlenmiş. Ayrıca Joseph Nicolas Pancrace Royer’in Zaide isimli bale eseri de El Hamra’da geçmekteymiş. Marcel L’Herbier yapımı El Dorado, Justin Kurzel yapımı Assassin’s Creed gibi filmlerde de El Hamra önemli rol üstlenmiş.
Siz bu bölümü okurken El Hamra esintili Recuerdos de la Alhambra size eşlik etsin…
Romalılardan kalma surların üzerine MS 889’da yapılan küçük bir kale, 13. yüzyılda Nasrid Emiri Muhammed ben Al-Ahmar tarafından kale-saraya dönüştürülmüş. 1333’de ise Granada Sultanı I Yusuf tarafından bugünkü muhteşem saray yapılmış.
1492’deki Hristiyan Reconquista döneminde ise, burası Ferdinand ve Isabel’in hakimiyetine girmiş, hatta Christopher Columbus keşiflerinin icazetini burada almış. Daha sonra kale içine V.Carlos 1526’da Kutsal Roma İmparatorlarına yakışır bir saray yapılmasını istemiş; Rönesans etkisinde Mannerist tarzdaki bu saray aslında hiçbir zaman tamamlanamamış.
Kırmızı anlamına gelen El Hamra, bu ismi yapı özelliklerinden değil ilk banisi Muhammed ben Al-Ahmar’dan almış, ahmar ismi de sakallarının renginden dolayı Nasiri Emiri’ne yakıştırılmış. Saray, Granada’yı yönettiği dönemde halifeler I.İsmail, I.Yusuf, ve V.Muhammed tarafından tamamlanmış. Aslında Nasirilerin çöküşünün başladığı dönemde bir güç gösterisi olarak, yeryüzündeki kendi cennetlerinin bir imgesi olarak yaptırılmış ama bugün hala İslam sanatının en nadide örneklerinden sayılmakta. Gerçi bir süre gözden uzak kalan, türlü kötü kullanımlara ve restorasyonlara uğrayan Saray, Napolyon sonrası tekrar gözlerin çevrildiği bir yer olmuş ve sonunda 1984’te Unesco Dünya Mirası Listesi’ne alınarak, herkesin hayranlığını kazanan bir turistik merkeze dönüşmüş.
El Hamra’nın en ilgi çeken bölümü Nasridi Sarayı. Diğer bölümler ise, Alcazaba, Generalife ve V Charles Sarayı…
Nasridi Sarayı, tam 1001 Gece Masallarından fırlamış bir yer… Birbirine geçmeli odaların açıldığı havuzlu avlular, taraçalar, oymalı kemerli kapılar, ahşap işlemeli tavanlar sizi masalsı bir dünyaya götürecek. Aynı zamanda bir saltanatın çöküşüne tanıklık etmiş bir yer, onun acısı da var içinde… Gezi Patio de Machua’dan geçilip Patio del Mexuar’da başlıyor; burada idari yapılar ve bir mescid var, Façade Comares ise süslenen bu alan Sultanın tebasını dinlediği ve yöneticilerle toplandığı yermiş. 1365’de yapılan yer, karşılaşacağımız müthiş taş ve ahşap işçiliğinin habercisi gibi. Buradan Patio de los Arrayenes’e geçiliyor. Dikdörtgen bir avluda bir havuz ve havuz çevresinde de alana ismini veren mersin ağaçlarından oluşan yerin duvarlarında, Allah’a ve Emir’e övgüler yazılı, çevresindeki odalarda kadınlara ayrılmış alanlar bulunmakta ve kuzeyde de sonradan eklenen kule Torre Comares mevcut. Bu bölümün bir kısmı V.Karl Sarayı yapılırken yıkılmış. Nasrid Sarayı’ndaki en büyük oda, Kraliyet Odası olarak da bilinen Salon de Embassador bölümü. 45 metrelik Comares Kulesinin bulunduğu yerdeki bu oda, her tarafı ince ince işlenmiş taş oymacılığı ile büyüleyici. 1334 ve 1354 arası yapılan ve Cennetin yedi katına atfedilen yapının tavanında ise Allahı öven yazılar yer almakta. Odanın dışa bakan üç yüzeyinin her birinde üç pencere bulunmakta. Tavan mavi ve altın renkli süslemeler, duvarlar seramik ve taş işçiliği ile bezeli.
Nasrid Sarayı’nın en gözde noktası, Patio de los Leones… Nasrid mimarisinin seramik, taş ve ahşap işlemeciliğinin en güzel örneklerinin sağanağı altında kalıyorsunuz, nereye bakacağınızı şaşırdığınız bir yer burası… Aslanlı Meydan denen bu alanın ortasında aslan heykellerinin sırtlandığı bir havuz bulunmakta.
Havuz kenarındaki aslan heykeller, Casa de la Moneda’dan getirilmiş ve havuzun kenarında İbn Zamrak’ın bir şiiri yer almakta. 124 beyaz mermerden sütunla çevrelenmiş bu alan, dört su kanalının cennetin dört nehrine ithaf edildiği, cennetin metaforik bir anlatımıyla özdeşleşiyormuş. Nasridi tarzda yaptırılan bu alan muhtelif odalara açılmakta… Bu odalardan biri Washington Irving Odası olarak biliniyor çünkü W.Irving, El Hamra Masallarını burada yazmış. Daha sonra bir geçitle, Albayzin ve Sacromento manzaralı verandaya geleceksiniz. Jardin de Lindaraja’dan geçince yol sizi sarayın banyosu Banos Reales ve iki kız kardeş diye bilinen Sala de Dos Hermanas’a götürecek; bal peteği desenli bir tavanı olan bu salon, Sultan ve ailesinin yaşadığı bir dizi odanın merkezini oluşturmaktaymış ve bu isim salonun döşemesindeki iki mermer sütundan dolayı verilmiş. Sala de los Abencerrajes’in bir öyküsü var; adını Abdullah Muhammed’in rakibi olan aileden aldığı söylenen odada, ziyafete katılan bu aile öldürülmüş. Tavanındaki geometrik desenler ise Pisagor teoreminden ilham almış. Aradaki muhteşem oda ise Sala de los Reyes; burası şölenlerde kullanılan bir salonmuş, deri üzerine yapılmış tavan resimleri özellikle dikkat çekici. Palacio del Partal ise, El Hamra’nın en eski sarayından geri kalan kemerli portiko ve bir kulenin bulunduğu alan ve Nasridi Sarayı’nın da çıkışı.
Buradan ağaçlıklı yollardan, küçük bahçelerden geçilerek karşı tepede bulunan Generalife’a gidiliyor… Sultanların yaz bahçesi olan Generalife, yüce cennet bahçesi anlamında kullanılmaktaymış. 1300’lerin başında III. Muhammed tarafından yaptırılan bahçe, Endülüs’teki Mağribi tarzdaki en güzel bahçe. Şimdilerde müzik ve dans festivallerine ev sahipliği yapıyormuş. El Hamra’nın karşısındaki tepelik araziye kurulan bahçeye türlü çiçeklerle süslenmiş bahçeler arasından gidiliyor. Patio de Polo’dan bahçelere giriş yapılıyor, burası aslında Saraya atla gelen misafirlerinin atlarının bağlandığı yermiş. Sol tarafta Patio de la Acequia, ortasında uzun bir havuzun bulunduğu kapalı bir bahçe. Sağ tarafta Patios de los Cipreses var, diğer adıyla Patio de la Sultana; yüzyıllar ötesinden bugüne ulaşan dedikodulara göre, burada Sultan Ebü-l Hasan’ın karısı Zoraya, aşığı ile buluşurmuş ve durum, bahçenin adına yapışıp kalmış. Buranın ötesinde üzerinde su akan merdivenler ve daha da ileride Jardines Altos bulunmakta. Bütün bu bahçelerden, havuzlardan geçildiğinde de karşınıza bir seyir terası Sala Regia çıkıyor.
Sarayı çevreleyen surlar olan Alcazaba, dışarıdan bakıldığında Sarayın heybetini yansıtan yer ve şehrin harika manzaralarını buradan görebilirsiniz. Burası 13. yüzyıl başında yapılmış, Sarayın en eski bölümü. Eski sur etrafında, kaleyi koruyan askerlerin evleri ve hamamlarının kalıntıları hala görülebilmekte. Alcazaba surları arasında bulunan Torre de la Vela, Isabel ve Fernando’nun fetih bayraklarının ilk dalgalandığı surmuş.
El Hamra’nın önemli bir bölümü de Palacio de Carlos V, 16. yüzyılda yapılmış. Hanedanın yazlık sarayı olarak, Rönesans tarzında bir arena şeklinde yapılan iki katlı binada, bugün Museo de la Alhambra ve Museo de Bellas Artes müzeleri bulunmakta.
El Hamra’ya Plaza Nueva’dan gelirseniz Cuesta de Gomerez ‘den geçip 15. yüzyıl yapımı Granada Kapısı’na ulaşacaksınız. Ormanlar, derecikler, heykeller arasından çıkacağınız yolun sağını takip ederseniz Torre Bermejas’a varacaksınız. Bu koca kare kuleler genelde kapalı oluyor ama buradan Granada manzarası nefis. Sol taraftan giderseniz Puerta de Justica’ya varacaksınız. Burası eski günlerde ana giriş olarak kullanılan Mağribi tarzında bir yapı. Buranın biraz üstünde Alcazaba ve Palacio de Carlos V arasında Plaza de los Aljibes yer almakta, hemen yanında da 13. yüzyıl yapımı Puerta del Vino bulunmakta. Daha içeride ise Iglesia de San Mary görülebilir. Daha arkada ise, pansiyonlara, otellere açılan Silla del Moro bulunmakta.
Buralar buram buram tarih kokan yerler; belki de aslanlı havuz başında I. Yusuf en sevdiği oğlu İsmail’i kucaklarken, diğer oğlu V. Muhammed kıskançlıkla onları seyretmiştir, ya da şehrin yeni fatihleri teraslardan zafer sarhoşluğu içinde şehir manzarasını seyretmişlerdir.
El Hamra’da V Carlos Sarayı, bugün iki müzeye ev sahipliği yapıyor; Museo de Bella Artes ve Museo de Alhambra…İlk katta El Hamra Müzesi birbirine geçmeli yedi odada Mağribi sanatının ve gündelik eşyalarının nadide örneklerine ev sahipliği yapıyor. İkinci katta ise Güzel Sanatlar Müzesi’nde 9 odada 15-20. yüzyıl arasındaki İspanyol ressam ve heykeltraşların eserleri sergilenmekte… Müze’den aklınızda kalacak en önemli isim Alonso Cano; bir çok mimari şahesere imzasını atan bu ismin resim ve heykellerini de burada görme şansınız olacak. Müze, Rönesans ve Mannerizm, Granada Baroğu, 19. ve 20. yüzyıl ressamlarından oluşan bölümlere ayrılmış. Ama Müzeden çok şey beklemeyin, hele ki El Hamra’yı gezdikten sonra giderseniz pek bir şeye benzetemeyebilirsiniz. Burası pazartesi kapalı, salı 14.30-20.30, çarşamba-cumartesi 09.00-20.30, pazar 09.00-14.30 arası ziyaret edilebilir, giriş 1,50 euro.
El Hamra’ya Plaza de Isabel Catolica Meydanı’nın ilerisindeki Cuesta Gomerez’i izleyerek çıkabileceğinizi belirtmiştim. Burası seramikçilerin, kafelerin, flemenko gösterilerinin şenlendirdiği kısa bir sokak, sonra hemen Granada Kapısı’ndan parka giriyorsunuz. Çok güzel, surlar boyunca yeşillikler içinde kıvrıla büküle giden bir yol ama yorucu olabilir; ne de olsa El Hamra’da sizi zevkli ama uzun bir yol bekliyor. Onun için eğer yürümek istemezseniz, Plaza de Isabel Catolica’nın hemen yanındaki Pavaneras’tan kalkan C3 hatlı dolmuşa binebilirsiniz, kapı önünde kadar götürüyor.
Tabii asıl sorun El Hamra’ya bilet bulabilmekte… Özellikle yaz sezonuysa, kapıdan bilet bulabilmek çok zor, özel turlara yüksek meblağlar ödemek zorunda kalabilirsiniz. Onun için en iyisi, seyahatiniz planlar planlamaz ‘ticktes.alhambra-patronato.es’ sitesinden biletinizi almanız. El Hamra ve Generalife’ı kapsayan genel bilet 14.85 euro… Başka seçenekler de var: Nasrid Sarayı’nı gece gezmek 8.00 euro, sadece Generalife ve Alcazaba’yı gezmek 7.00 euro, Genelife’ı gece gezmek 5.00 euro ve El Hamra ve Rodriquez Acosta Vakfını birlikte gezmek 17.00 euro gibi…
Biletinizdeki saat, Nasrid Sarayı’na giriş saati ve bu saatten daha önce sıraya girmenizde fayda var. Size önerim erken gelip önce Alcazaba ve Carlos V Sarayı’nı gezmeniz. El Hamra’ya giderken internetten aldığınız biletin çıktısını götürmeniz gerekir. İnternetten bilet almadıysanız, El Hamra girişinden ya da Calle Reyes Catolicos üzerindeki Tienda de la Alhambra mağazasından şansınızı deneyebilirsiniz. Dahası, Endülüs’teki diğer şehirlerden de El Hamra’ya tur düzenleniyor; oralara gitmişken bu kadar önemli bir yeri riske atmayın, önceden bilet alın. İnternette, bazen yerin olmadığı görünse de pes etmeyin, zaman zaman ek biletler konuyor. Size bir tavsiye daha; akşam saatlerine bilet aldıysanız ayağınızı çabuk tutmanız da fayda var çünkü kapanış saatine kadar gezemezseniz kendinizi dışarıda buluyorsunuz. Ben son gidişimde aslanlı havuz ve avlunun resmini çekebilmek için saçlarını savura savura poz veren bir kadını beklediğim için Generalife’ı hakkıyla gezemedim. El Hamra 15 Mart-14 Ekim arası 08.30-20.00 arası, ayrıca salı-cumartesi 22.00-23.30 arası; 15 Ekim-14 Mart arası 08.30-18.00 arası, ayrıca cuma-cumartesi 20.00-21.30 arası açık.
Şehir Merkezi
El Hamra’dan dönüşte Calle Reyes Catolicos boyunca Isabel Catolica Heykeli’ne doğru yürürseniz şehrin merkezine varırsınız.Heykelin kesişme noktası olan Calle Reyes Catolicos ve Gran Via de Colon’u esas alarak bu bölgedeki önemli yerleri gezeceğiz şimdi. Eğer bu noktaya uzak bir yerde konaklıyorsanız, LAC, C1, C2, SN1 ve SN4 hatlı otobüslerle gelebilirsiniz.
Catedral Santa Maria de la Encarnacion- Capilla Real
Granada’nın diğer bir görkemli yapısı da Granada Katedrali (Catedral Santa Maria de la Ercarnacion). Sırtınızı Isabel Catolica Heykeli’ne döndüğünüzde, Gran Via de Colon üzerinde dümdüz yürüyerek 3 dakikalık mesafede olan bu Katedral, gezginler için önemli bir merkez. Katedral, şehrin ana camisinin üzerine 1523’de yapılmaya Gotik tarzda başlanmış, sonra Rönesans havasına sokulmuş, yapımı sırasında farklı mimarlar devam etmiş ve tamamlanması 1561’yi bulmuş. Dış cephesi gayet çarpıcı olan Katedral’in iç yapısı 1667’de ise tamamen değiştirilip Barok tarzda yeniden yapılmış. Ana girişteki üç kemerli kapının üstünde Katolik krallarının ile havarilerin heykelleri bulunuyor.
Metal, taş ve seramik süslemeleri ile göz dolduran şapellerden en önemlisi Nuestra Senora de la Antigua Şapeli. Katedral iki kuleli olarak tasarlanmış ancak biri, planlanandan daha kısa olarak yapılmış. Kubbenin altında yer alan 16. yüzyıl pencerelerinde Juan del Campo’nun Pieta’sı görülebilir. Katedral yapımında görev alan Granadalı mimar Aonso Cano’nun mezarı da burada yer almakta. Katedral, vitraylarla süslenmiş şapelleri ve Rönesanstan Baroğa uzanan mimarisiyle mutlaka görülmesi gereken yerlerden. Katedral pazartesi-cumartesi 10.00-18.30, pazarları ve tatil günleri 15.00-18.00 saatleri arasında ziyaret edilebiliyor ve giriş 5 euro.
Katedral, şehrin ana caddesi Gran Via de Colon üzerinde ama girişi arka tarafta Plaza de Pasiegas’ta. Burası tarihi bir merkez. Katedralin hemen karşısında ise Universitad Literiria var. V. Carlos tarafından 1526’da yaptırılan bu Üniversite binasında bugünlerde Azize Teresa ile ilgili bir sergi yer almakta ama binanın kendisi belki daha ilgi çekici olabilir.
Bu alanda diğer önemli yer ise, Capilla Real… Katedral’e bitişik, 1505-1521 yılları arasında yapılan kilise, başta Kraliçe Isabel ve Kral Fernando’nun olmak üzere kraliyet mezarlarının olduğu bir yer. Gotik tarzda yapılan bina tamamlanmadan kral ve kraliçe ölünce bir süre vücutları San Francisco Manastırı’nda korunmuş. 1521’de Carlos V tarafından kral ile kraliçenin vücutları ebedi istirahatgahlarına taşınmış. Buraya 1518 yapımı ticari merkez olarak yapılan bir bölümden giriliyor. Burası Aziz Ildefonso Şapeli, Katedral Kapısı ve Kutsal Haç Şapelinin bulunduğu bölüme açılıyor. 47 metre yükseklikteki Capilla Real, bir kapıyla Katedrale bağlanmakta. Vitray süslemeleri, Carrera mermerinden figürleri ile Alonso Cano’nun eserleri göze çarpan yerleri. Sunak ise ayrı bir ihtişam taşıyor. Botticeli, Memling, Perugino ve Van der Weyden’in resimleri de kaçırılmaması gereken eserlerden. Kilisede ayrıca aralarında Kral Fernando’nun kılıcı, Kraliçe Isabel’in tacının da bulunduğu kraliyet eşyalarının sergilendiği küçük bir müze bulunmakta. Resim çekmek yasak ama taş, ahşap, metal işçiliğin birbirini tamamladığı bu muhteşem yer zaten unutulacak gibi değil, ben yine de Isabel’in tacının resmini çekebildim. Burası pazartesi-cumartesi 10.15-18.30 arası, pazar 11.00-18.30 arası açık ve giriş 4 euro.
Palacio de la Madraza
Gran Via de Colon üzerinde metal işlemeli bir kapıyla girilen Calla Oficios bizi karşısında yer alan1349’da I Yusuf tarafından kurulan Medrese binasına götürür. Granada’nın ilk üniversitesi olan ve öğrencileri arasında felsefeciler, sanatçılar, yazarlar, doktorlar bulunan bu yapı Fernando II tarafından 1500’de belediye binasına dönüştürülmüş. 1722’de yapılan müdahalelerle Mağribi tarzından çıkarılıp barok havaya sokulan yapının en nadide yeri, Mağribi döneminden kalan mihrabı. Şimdilerde Granada Üniversitesi’nin parçası olan Medresenin ilk bölümü ücretsiz görülebilir ama diğer bölümleri gezmek için 2 euro ödemeniz ve rehberli tura katılmanız gerek. Burası her gün 10.30-20.00 arası gezilebilir.
Centro de Arte Jose Guerrero
Yine Calle Oficios üzerinde; Medrese’nin yanında, Katedralin karşısındaki bu yer, çağdaş sanat müzesi ve 10.30-14.00 ve 16.30-21.00 arası ziyaret edilebilir. Kendi kalıcı sergisinin yanında daha çok geçici sergilere ev sahipliği yapıyormuş. Ama ben gitmedim. zamanım varken yine de gitmedim. Çünkü burası aslında gezimin son demlerine denk geldi ve gezi boyunca en alakasız yerlerde; bir eski malikanede, bir manastırda, enstalasyon diye gözlerini belerte belerte bakan oyuncak bebekler, oradan buradan sarkıtılmış türlü öteberi görmekten başım döndü. Ben gitmedim ama burası gezi rotanızın üstünde, girişi ücretsiz, isterseniz buyrun…
Alcaiceria
Buraya kadar gelmişken alışveriş de yapalım derseniz Alceiceria, otantik bir ortamda baharatlar, kumaşlar, hediyelik eşyalar, elbiselerle dolu bir pazar, biraz İstanbul’un Mısır Çarşısı kıvamında. Her ne kadar Mağribi pazarı olarak kurulsa da her yolun Roma’ya çıkması gibi, buranın isminin kökeninde de bir Roma olayı varmış; kelimenin Arapça aslı al Kayser-ia’dan geliyormuş ve 6. yüzyılda Romalıların Araplara ipek satma izni vermesi üzerine Kayser’e teşekkürlerimizle gibisinden bir anlam içeriyormuş. Pazar haline dönüşmesi 15. yüzyılda olmuş. Bugün, hala renkli, hala ekzotik ve canlı…
Corral de Carbon
Hazır merkezdeyken, yine bu civardaki Granada’daki Mağribi döneminden kalan tek han olan Corral de Carbon’a da uğramakta fayda var. Bu günlerde kültür merkezi olarak kullanılan bu yer, bir zamanlar tüccarların konakladığı, toptan satışların yürütüldüğü bir hanmış. 1336 yılında yapılan iki katlı binanın en büyük süksesi giriş kapısındaki Mağribi tarzdaki süslemeler. Ticaretten sanata uzanan renkli bir geçmişe sahip bu bina, şu haliyle geçmişinden pek bir sır vermiyor bize, içi gayet sıradan… Burası Plaza Isabel la Catolica’nın biraz ilerisinde, Calle Mariana Pineda’da, her gün saat 09.00-19.00 arası ziyaret edilebilir, giriş ücretsiz.
Sacromonte ve Albaicin
Bir ziyafet sofrasından bahsedeceksek Granada’da ana yemek elbette ki El Hamra ama Sacromonte ile Albaicin de, Granada’nın tadı tuzu, sofranın sürprizi… Plaza Nueva’dan yukarı, Darro Nehri boyunca Cuesta del Chapiz’e kadar yürüyüp oradan sola yukarı saptığınızda yol sizi Albaicin ve Sacromonte’ye götürecek. Dik bir yokuşla çıkılan bu yolun sağ tarafı Sacromonte, sol tarafı ise Albaicin.
Kutsal mağaralar olarak tanımlanan Santas Cuevas, Sacromonte’nin başlangıcı olarak kabul edilebilir. Kutsal mağaralar da biraz masal biraz gerçek olaylara dayanıyor galiba; burada İmparator Neron zamanında yakılarak öldürülen Granada’nın ilk psikoposu Elvira’lı Caecilius ve 11 takipçisinin vücudundan kalanlar ile birlikte bulunan Los Plomos olarak tanınan kurşun levhalar buranın önemini artırmış. 1595’de bulunan ve latin ve arapça yazılmış 22 kurşun levhanın daha sonra sahte olduğu savunulmuş. Bu levhaların içeriği, Hristiyan olan Mağribilerin İslam ile Katolikliğin ortak yönleriyle bulmaya yönelikmiş. Daha sonra 16 yüzyıl sonunda burada ilk mağara evler görünmeye başlamış. ama bu tür yerleşim 19 yüzyıla kadar çok rağbet görmemiş.
Gittikçe burası çingenelerin yerleşim alanına dönmüş ve flamenkonun doğduğu yerlerden biri olarak kabul edilmiş. Günümüzde ise hafiften turistikleşmiş Flamenko gösterilerinin ana merkezi durumunda. Sacromonte, flamenkonun doğduğu yerler olarak kabul gören mağara evleriyle ünlü. Bunun dışında ise, Ermita del Santo Sepulcro Kilisesi ve Valparaiso Dağı tarafında Abadia del Sacromonte Manastırı, buranın görülmeye değer yerleri. 17. yüzyıl yapımı olan manastır civarındaki mağaralarda Aziz John’un hacı bulunmuş. Ben Sacromonte’deki kiliselere gitmedim ama zamanınız ve ilginize göre ziyaret etmek isterseniz pazartesi-cumartesi sabahları 10.00-13.00, pazar sabahı 11.00-13.00 arası ziyaret edilebilir. Öğleden sonraları ise pazartesi-pazar yazın 17.00-19.30, kışın 16.00-18.00 arasında gidilebilir. Giriş 4 euro
Sacromonte’ye Katedralin önünden geçen C2 ile gelebilirsiniz. Mağara evlerde düzenlenen gösteriler yanında bu bölgenin bir önemli yeri de, bu mağara evlerin ve Flamenko kültürünün tanıtımına yönelik Museo Cuevas de Sacromonte. Bu müze de dahil olmak üzere, gezi boyunca Flamenko kültürü ile ilgili gördüklerim, denediklerim Endülüs’te Flamenko yazımda yer aldığından bu konuyu bitirip geziye devam ediyorum. Ayrıca burada bir de pazartesi-perşembe günleri 10.00-13.00 arası gezilebilen Museo Mujer Gitana var ama ben hiç açıkken denk gelmedim. Şimdi önce Albaicin’i gezelim, Plaza Nueva’dan başlayarak…
UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası Listesi’nde bulunan Albaicin, birbirine bağlanan daracık yolları, beyaza boyalı evleriyle bir Arap mahallesi. Puerta Nueva’dan başlayıp Cuesta de la Alhacaba’ya kadar uzanıp Puerta de Elvira’yı içine alan bu bölgede, gezi planlarınıza dahil edeceğiniz bir çok yer var. Puerta Nueva’da dikkatinizi ilk olarak Real Chancilleria çekecek. Burası, 1530’da Katolik hükümdarlarca yaptırılan Kraliyet Yüksek Mahkeme binası…Diego de Siloe tarafından yapılan bir binanın ön yüzü Rönesans tarzında. Buradan Darro Nehri boyunca yürüyelim.
Biraz ilerleyince karşımıza Patio de los Perfumes müze/dükkanı çıkacak. 17. yüzyılda Markiz de Salar tarafından yaptırılan Rönesans malikanesi, bugün Parfüm Müzesi olarak hizmet veriyor. Parfüm hakkında bilgi alabileceğiniz, çeşitli kokuları deneyebileceğiniz bu biraz da uyduruk müzenin en ilginç yanı evin kendisi. Ama daha böyle çok malikane göreceğiz. Yine de görmek isterseniz 10.00-20.00 arası rehberli turlara katılabilirsiniz.
Bu noktada Darro Nehri’nin kıyısındaki bir kiliseye dikkatinizi çekmek isterim. Bu küçük ama etkileyici kiliseye göz atın. Almanzora Camisi yerine 1501’de yapılan Iglesia de Santa Ana, girişindeki Azize Ana heykeli ve iki yanındaki Meryem heykelleriyle dikkati çekiyor. Kilise, Korint tarzı sütunları, Rönesans tarzı kapısı ve Mağribi havasıyla ve içindeki şapelleriyle ilginizi hak ediyor. Mariana Pieneda vaftiz edilmiş ve Granadali ressam Jose Riseno ile ilk siyahi şair Juan Latino’nun mezarları da burada. Giriş 2 euro ama asıl önemli olan açık yakalamak.
Bu yol üzerinde, şehrin tarihine tanıklık etmiş bir çok yapıyı göreceğiz. Bunlardan biri de Palacio Mariana Pineda. Granada’da doğan ve 1831’de yine Granada’da ölen özgürlükçü kadın kahraman Mariana Pineda’nın evi olan ve bugün bir butik otel olarak kullanılan yapı, aslında 1644’de yapılmış, tavanı, kuyusu, kileri o günlerden kalmaymış. Bu malikanenin tadını çıkarmak isterseniz El Hamra manzaralı 5 odasından birinde kalabilirsiniz.
Aynı yol bizi El Banuelo/ Banos Arabes’e getirecek. 11. yüzyılda yapılmış olan hamam, Mağribi hamamlarına iyi bir örnek. Roma hamamları mantığıyla sıcak-ılık-soğuk odalardan oluşan bu hamam, üstündeki ev sayesinde Hristiyan dönemini yıkılmadan atlatmış. Hristiyanlar Arap hamamlarını fuhuş merkezi olarak gördüklerinden yok etmişler ama geriye kalan bu hamam, o dönemlerin havasını bugüne taşımakta; tabii artık o günlerde ne yaşandıysa yaşanmış, o kadarını göremiyoruz.
Eğer hamamlarda, geçmişin izlerini değil bugünün masajını tercih ederseniz Aljiba San Miguel, Arab Baths Elvira, Hammam Al Andulus, Royal Spa gibi yerlerde, masajlı masajsız hamam keyfini 23-50 euro arası fiyata yaşayabilirsiniz. Hammam Al Andulus’dan yaz sıcağında içeriden perperişan pancar kırmızısı suratlarla çıkanları gördükçe burası gerçek bir hamam dedim.
El Banuelo 09.00-14.15 ve 17.00-20.15 saatleri arasında gezilebilir. Fiyatı 5 euro ama bu fiyata Casa Horno de Or ve Palacio Dar al-Harra’da dahil.
Casa Horno de Oro, Hamamın biraz yukarısında, aynı isimli ara sokakta. 15. yüzyıl sonlarında yapılan yapı, geleneksel avlu etrafında 2 kattan oluşuyor, Mağribi tarzı kemerli geçişlerle birbirine bağlanan odalarda bugün resim ve fotoğraf sergileri düzenleniyor.
Palacio Dar al-Horra ise muamma. Neredeyse yarım gün onu ararken tüm Alabaicin’i keşfettim, hatta Belçikalı ressam Max Moreau’nun gizli saklı evini dahi buldum ama burayı bulamadım. Haritadaki işaretlenen yerde Santa Isabel la Real Manastırı vardı. Neden sonra anladım ki, Sultan XI Muhammed’in eşi Ayşe için yapılan bu Nasridi dönem malikanesi, Santa Isabel la Real Manastırı’nın bir bölümü haline gelmiş ve Manastırın arka tarafına düşüyormuş. Neyse, ben burayı bulacağım diye epey bir zaman harcadım, zaman kaybı ve yorgunluk; bari siz yanmayın.
Darro Nehri’ne geri dönersek, burada bir başka (bence) turist tuzağı müze Museo Inquicision var. Bir Engizisyon Müzesine Cordoba’da gitmiştim, Granada’da gitsem mi diye düşünürken, burada akşamları Flamenko gösterisi düzenlendiğini öğrenince bir taşla iki kuş vurmaya karar verdim ama gösteri zamanını yanlış gördüğümden kuş falan kalmadı ortada. Neyse siz gitmek isterseniz giriş 6 euro, pazartesi-pazar günleri 10.30-21.00 arasında açık. Darro üzerinde bir köprü kalıntısı göreceksiniz: Puerta de los Tableros… Alcazaba ve El Hamra arasında su tedarik yapıları olarak 11. yüzyılda yapılmış çiftli kapıdan geriye kalanlar bunlar.
Burada ayrıca Casa de las Chirimias’a göz atabilirsiniz. 1609 yapımı bu yapı 25 m’ lik kare bir alana iki kat olarak yükselmekte; burası zamanında belediye meclisi müzik çalışmaları için tahsis ettiği bir yermiş. Nehir boyunca belki de en önemli yerlerden biri Casa de Castril ve oradaki Museo Arquelogico… 1539’da yüzyılda Rönesans tarzında yaptırılan bu malikane bugün Granada’nın Paleotikten Mağribi dönemine kadar, geçmişine ışık tutmakta. Granada, ilk insan yerleşimlerinin göründüğü alanlardan ama müze, bu köklü geçmişi yansıtacak çapta bir yer değil. Bir Rönesans malikanesinde, El Hamra manzarası eşliğinde birkaç antik obje görmek ilginç olur derseniz 1,5 euro ödeyerek gezebilirsiniz.
Darro boyunca bir önemli yer de Casa de los Pisas ve Museo San Juan de Dios… Bu Gotik tarzlı, Mağribi havalı malikane, Pisa ailesi tarafından 1492 civarında yaptırılmış, kraliyet ailesine önemli hizmetler veren bu aile San Juan de Dios’yu evlerinde ağırlamışlar. Granada’nın sevilen bir ikonu haline gelen San Juande Dios, 1550’de bu evde ölmüş. Portekiz de doğan San Juan de Dios, 1536’da Granada’ya gelmiş; o zorlu zamanlarda Duarte kendini hasta ve yoksul insanlara adamış, zamanla şehrin azizleri arasında sayılmış.
O nedenle Granada’da kaldığı bu ev önemli. 19 yüzyılda bu ev, Hospitaller Tarikatı tarafından alınmış ve San Juan’a adanmış. Burası rehber eşliğinde geziliyor. Ben o turda burayı gezen tek kişiydim ve rehber San Juan’ın dua ederken öldüğü odayı, yatağı ve ölüm anını tasvir eden heykelini uzun uzun anlattı. Bir dönem malikanesini gezmek, San Juan’ın kaldığı oda penceresinden de görülebilen Neogotik şapeli görmek ilginç olabilir. Ayrıca Hospitallerin dünyanın dört bir tarafından gönderdiği, yerel malzemelerle yapılmış hediyeler de ilginizi çekebilir. Bugün hala Müzenin arka tarafında bir huzur evi bulunmaktaymış. Gezmek isterseniz 10.00-14.00 arası 3 euro karşılığında içiniz bayılana kadar San Juan hakkında bilgi alabilirsiniz…
Yolumuza devam edersek Convento de Santa Catalina de Zafra’yı göreceksiniz. Bembeyaz boyalı bu Manastır, 1540’da Hernando de Zafra’nın dul eşi tarafından yaptırılmış. Alışverişten dönen rahibelerin girişleri sırasında görebildiklerimle sınırlı burası, almadılar tabii beni içeri… Ama Casa Zafra ziyarete açık ve 09.00-14.30 ve 17.00-20.30 arasında ücretsiz gezilebilir. Mağribi tarzındaki bu 14. yüzyıl malikanesi, bugün çağdaş sanat eserlerine ev sahipliği yapıyor. Mermer havuzu, serin avlusu yanında 16. yüzyılda eklenen ikinci katta, atık malzemelerden yapılan giysiler sergilenmekte; bir şeye benzemiyorlar haliyle.
Bu yol üzerinde değineceğimiz son yapı da Convento de San Bernardo. Manastır’ın kuruluşu 1683’e kadar uzansa da binanın yapımı 19.yüzyılı bulmuş. Endülüs Baroğu ile klasik tarzın harmanlandığı Manastırda, tatlı ve şekerleme satışı da yapılıyormuş, tabii açık bulursanız. Hemen aynı yol üzerindeki bir kilise de Iglesia de San Pedro y San Pablo; 1559-1594 yılları arasında Mağribi-Rönesans tarzda yapılan bu kilise, Granada’daki ilk haç şeklindeki kiliseymiş.
Albaicin bölgesindeki manastırları gezebilmek hüner istiyor. Hadi Convento de San Bernardo zaten turistik bir yer değil ama Monasterio de la Concepcion/Museo Conventual, turist broşürlerinde ziyaret saatleri belirtildiği halde bir türlü göremediğim yerlerden oldu. Darro’ya paralel ama daha içeride olan bu Manastıra, belirtilen saatlerde gittim, zilini çaldım, kapısını yumrukladım; nafile… Sonunda güleç yüzlü ama belli, beni başından atacak bir rahibe, İspanyolca bir şeyler dedi, bir yerleri işaret etti ama beni içeri almadı. Bahçesinden El Hamra’yı seyredebildim, bu da bir şey… Ama kuruluşu 1518’e giden ve içinde dönemin sanatçılarının değerli çalışmaları bulunan Granada’nın bu eski Manastırını görmeyi bir de siz deneyin derim. Ziyaret zamanı salı-pazar 10.45-13.00 arası, giriş 5 euro. Gezemezseniz dert etmeyin; önümüzde gezeceğimiz iki önemli manastır var.
Carrera del Darro bitiminde Cuesta del Chapiz’e dönüyoruz. Köşede Palacio de los Cordova bulunmakta. Burası 1530 ve 1592 yıllarında inşa edilmiş dış cephesi Rönesans, iç avlusu Gotik tarzda olup 1983’ten bu yana Belediye arşivi olarak kullanılmaktaymış. Ayrıca bina tören ve kutlamalar için de rezerve edilebiliyor. Sadece bahçesi ziyarete açık, giriş ücretsiz 10.00-14.00 ve 18.00-20.00 saatleri arasında gezebilirsiniz.
Hemen üstünde de Casa del Chapiz yer almakta; burası Sacromonte’ye ayrılan yolun tam köşesinde bir malikane. Aslında burası iki evden oluşan bir kompleks, iki Arap ailesine aitmiş ama Hristiyan fethinden sonra Hristiyan olmuşlar ve Lorenzo el Chapiz y Hernan Lopez el Feri isimlerini almışlar. Bugün burası İslam çalışmaları için ayrılmış bir bina. Ama bahçesi ziyarete açık; giriş 2.00 euro, pazartesi-pazar 09.00-14.30 ve 17.00-20.30 arası El Hamra manzaralı bu bahçeyi dolaşabilirsiniz.
Yolun öbür tarafında da Carmen de la Victoria var; yine bir malikanenin bahçesi… Aslında burası 1945’ten beri Granada Universitesine ait bir yer ama bahçesi gezilebiliyor. Bu noktada ‘Carmen’ olayına değinmekte fayda var. Bu carmenlerin Bizet’nin operasına konu olan kader kurbanı, bizim fettan Carmen ile hiç ilgisi yok; bu carmen olayı, Mağribiler döneminden yadigar evlerin bahçesine verilen bir isim; teraçalandırılmış, mozaiklerle süslenmiş alanlarda dönemin zevkine göre peyzajı yapılmış bahçe… Kesilmiş, biçilmiş, şekil verilmiş ağaçlar, şanslıysanız bir de El Hamra manzarası girer kadraja, o kadar… Ancak Generalife gibi görkemli bir bahçesi olan bir şehirde, onun bahçesi, bunun avlusu diye dolanmanın bir anlamı da yok, çünkü iş hem zaman hem enerji, hem de bazen para kaybına varıyor. Türkiye’de peyzajı yapılmış eli yüzü düzgün parklarda bu carmenlerden alasını görebilirsiniz, bu nedenle carmenler yolunuzun üstünde denk gelirse göz atın ama özellikle bunları gezi programınıza almanıza gerek yok bence. Carmen de la Victoria, Casa del Chapiz ve Albicin sokaklarında göreceğiniz Casa Cypresses ve Belçikalı sanatçı Max Moreau’nun malikanesinin carmenleri de bunlara bir örnek…
Artık sola, Calle de Agustin’den içeri girip Albaicin’in derinliklerine doğru yol alacağız. Bizi El Hamra’nın panoromik görüntüsüne mest olacağımız bir alana getirecek bu yol. Alanda müzisyenler, sokak sanatçıları eşliğinde manzaranın tadını doya doya çıkarın. Bu alanda ayrıca görmeniz gereken bir kilise de var: Iglesia de San Nicolas… Bu gidişimde restorasyon geçirdiği için ziyarete kapalıydı ama daha önceki gezilerde görmüştüm. 1525’de eski bir caminin üzerine Mağribi ve Gotik tarzda yapılmış bu kilise 2 euro karşılığında gezilebiliyor. Beyaz boyalı, alçak kuleli, kemerli iç yapısı ile gayet sade bir yer. Kilisenin çevresinde Convento Santo Tomas Villanueva ve Granada Camisi bulunmakta. Hristiyan fethinden sonra yasaklanan İslam, son dönemde tekrar şehrin yaşantısına girmiş görünüyor; 2003 yılında açılan bu cami de bunun bir işareti. Ziyarete açık olan Caminin bahçe manzarası müthiş. Bu arada Caminin büyük pencerelerinin esin kaynağı İstanbul’daki Sultanahmet Camisiymiş.
Bu alanın hemen arkasında ise Iglesia del Salvador bulunuyor. 9.yüzyılda yapılan Granada Ulu Camisi yerine 1674’te Mannerist tarzda inşa edilmiş. Kilise Bocanegra’nın Son Akşam Yemeği resmi, Pedro Duque de Cornejo ile Senor de la Sangre’nin yontularını da içeren zengin sanat koleksiyonuna sahip. Buranın bir görmeye değer yanı da, avlusu… Giriş 1 euro.
Plaza Nueva civarındaki bir kilise de, Iglesia de Corpus Christi… 16. yüzyılda Barok tarzda yapılan kilise, Granada kuşatması sırasında savaşan askerleri korumak için kurulan Corpus Christi Tarikatına aitmiş.
Göremediğim bir yer de Monasterio Santa Isabel La Real… Burası 1501’de Kraliçe Isabel tarafından kurulmuş. Ön yüzde kralların arması görülebilir, içini göremedim ama 16,17,18. yüzyıl sanat eserlerini barındırdığı belirtilmekte. Ben defalarca gittim, hiç açık görmedim ama rivayet odur ki, perşemce-cuma-cumartesi saat 11.00’de rehberli turlar düzenlenmekteymiş.
Buranın karşısında ise Iglesia San Miguel Bajo bulunmakta… Burası da eski bir caminin üzerine yapılmış, camiden geriye sadece sarnıç kalmış. 1528 yılında yapımına başlanan kilisede Gotik ve Rönesans etkiler görülmekte, kule ise Mağribi tarzdaymış.
Bu alanda bir önemli yapı da, Hospital de la Virgen del Pilar; 1630-1663 arası Rönesans tarzdaki bu hastane, şehir meclis üyesi tarafından saçkıran tedavisinin bulunmasına duyduğu şükranın ifadesi olarak yaptırılmış.
Albaicin’de ilginizi çekecek bir yer de Aljibe del Rey veya Museo del Agua… Mağribi dönemden kalan su sarnıcının görülebileceği bu yer, ücretsiz ziyaret edilebilir, burası da Monasterio Santa Isabel La Real yanındaki geniş parkın arkasında.
Albaicin’de dikkati çeken diğer bir yapı Puerta Elvira ve çevresindeki Real Hospital. Puerta Elvira, Granada’nın geriye kalan şehir kapılarından. Abarqueros Sokağı ardında da şehir surları görülebilir. 11. yüzyıldan kalma Puerta Elvira eski Müslüman şehir duvarının ana parçalarından ve zamanında Granada’ya açılan bir kapı. Hemen yanında görkemli havuzuyla Elvira Parkı, var. Real Hospital, 1504’te Kraliçe Isabel ve Kral Fernando tarafından kurulmasına karar verilen ve 1511’de yapımına başlanan bir hastane, yıllar içinde amacı değişmiş, bir ara fakir ve muhtaçlara bakım ve sığınma yeri olarak kullanılmış, hatta adını sık sık duyduğumuz San Juan de Dios deli diye buraya hapsedilmiş. Hristiyan Hanedanı tarafından Granada’da kurulan ilk yapılardan olan bu hastane, zührevi ve akıl sağlığıyla ilgili hizmet vermiş. Şimdi ise üniversite bünyesinde ve niye şaşırayım ki, bazı bölümlerinde yerlere atılmış plastik insanlar şeklinde akıllara ziyan enstalasyonlar bulunmakta. Hastane yakınında da Iglesia del Hospitalicos görülebilir. Buranın hemen arkasında da Fray Leopoldo adına bir vakıf ve modern bir kilise mevcut.
Pena la Plateria, Albaicin’de bulunan Granada’nın en eski Flamenko klüplerinden; 1949’da kurulmuş ve her perşembe saat 22.00’de Flamenko gösterisi düzenlenmekte. Ayrıca ön tarafta iddialı bir de restorantı var.
Albaicin sokaklarında dikkate değer bir yapı da Casa de Porras… Arması başka aileye ait olsa da Rönesans ve Mağribi tarzlarının harmanlandığı bu 16. yüzyıl malikanesi belediye meclis üyesi Porras ailesine aitmiş. Şimdi ise Granada Üniversitesi’ne bağlı bir birim ve sadece girişi görebiliyorsunuz.
Albaicin sınırlarında kalsa da bir zamanlar şehrin tam bittiği yerde bulunan Iglesia de San Ildefenso, 1553-1559 arasında Rönesans-Mağribi tarzda yapılmış ve burası Endülüs gezisi boyunca bir çok eserini göreceğimiz çok yönlü sanatçı Alonso Cano’nun vaftiz edildiği yermiş. Önünden geçeceğimiz bir başka malikane de, 16 yüzyılda Nasrid-Mağribi tarzda yapılan Casa Morisca el Corralon.
16 yüzyılın başlarında eski bir caminin yerine yapılan Iglesia de San Juan de los Reyes, Müslümanlıktan Hristiyanlığa geçenlerin toplandığı ilk yerlerdenmiş, ayrıca Katolik Hükümdarların ilk takdis yerlerinden biriymiş. Yan duvarı, ikinci bir kapı açmak için 19 yüzyılda yeniden yapılmış, minaresi ise Mağribi döneminden kalmaymış. Gotik ve Mağribi tarzlarının hakim olduğu bu kilise, benim için önünden defalarca geçilip gezilemeyen kiliselerden biri.
Bu Kilise’nin hemen yanında ise Casa de Agreda bulunmakta; 16 yüzyıl Manneriz havasını taşıyan bu malikane, dönemin yöneticilerinden Diego de Agreda’ya aitmiş. Ziyaret edilemiyor ama içi İspanyol Herraryen tarzında yapıldığı ve sunak taşında San Juan de Dios’nun dinlendiği belirtilmekte…
Albaicin sokaklarında rastlayacağınız bir küçük kilise de İglesia de San Gregorio Betico. Psikopos Gregorio Betico önerisiyle 1593’de Barok-Rönesans tarzında yapılmış, Kilise’den aşağı doğru yürürseniz de, Alcaiceria’nın devamı gibi duran Caldereria sokağına girip Gran Via de Colon’a ulaşacaksınız. Bu ara sokak çok keyifli bir yer; alışveriş yapabileceğiniz gibi soluklanabileceğiniz kafeler, pastaneler, barlar bulunmakta.
Albaicin sokaklarında dolanmaya devam ediyoruz… Şimdilerde Endülüs Müzik Dökümasyon Merkezi olarak kullanılan Palacio de los Carjaval, 16. yüzyılda Mannerizm tarzında yapılmış.
Ziyaret edemeyeceğiniz ama önünden geçerken göz atabileceğiniz bir yapı da Manistan/Casa de la Moneda… 1365’de Nazari Kralı V Muhammed tarafından hastane olarak yaptırılan bu iki katlı bina, Hristiyan dönemde darphane, rahiplerin yatakhanesi, hapishane gibi amaçlarla kullanılmış, 1843’ten sonra terk edilmiş. Yapının avlusundaki havuz başındaki aslanlar bugün El Hamra’da sergilenmekte.
Albicin sokaklarında rastlayacağınız ilginç bir yapı da, 11 yüzyılda Zirid Hanedanlığından kalma bir minare olan Alminar de la Mezquitade la Morabit /Alminar de San Jose… Bir Mağribi camisinden kalan bu minaresinin alt kısmında Roma döneminden kalma temeller bulunmaktaymış, sonra Halifelik dönemi yapısı yükselmekteymiş, 1525’te de tuğlalı kısım eklenmiş. Minarenin bugün ait olduğu kilise ise Iglesia de San Jose; bu Kilise 1517’de şehrin en eski camilerinden birinin üzerine yapılmış.
Albaicinde dolaşırken mutlaka uğramanız gereken bir yer de Plaza Larga… Granada, irili ufaklı bir çok meydandan oluşmakta, hayat bu meydanlarda akmakta. Burası şehir merkezine mesafesi olsa da çok canlı, renkli, bir yanıyla turistik ama yerel halkın da yaşadığı, şenlikli, tipik bir yer… Meydanda kurulan pazar da cabası… Buraya yolunuzu düşürün, Calle Panaderos ve Calle del Agua arasında sokaklarda dolaşın, pazarına göz atın, pastacılarında pasta tadın ve meydandaki kafelerde yorgunluk atın; burası günün tadını çıkaracağınız, eğlenceli bir meydan…
Albaicin gezimizde uğrayacağımız son nokta ise Iglesia de San Cristobal… 16. yüzyılda eski bir caminin yerine yapılan bu kilise, Mağribi özelliklerini hala taşımakta; bunun yanında Gotik ve Rönesans tarzında hissedildiği bina, Albaicin’in en yüksek noktasında. Kilisenin hemen karşısındaki seyir alanında, Sierra Neveda Dağları’na yaslanmış El Hamra manzarasının tadını çıkarın. Biraz ilerde ise Katedral ve Gran Via’nın manzarası sizi etkileyecektir. Eğer bu manzaraya karşı Flamenko gösterisi izlemek isterseniz, Tablao Flamenco’da hemen yanıbaşınızda. Buraya yürüyerek gelmek zor olabilir, N8-N9-C2 dolmuşları ile gelebilirsiniz. Burası iyi ki Granada’ya gelmişim diyeceğiniz yerlerden biri. Dinlendikten sonra şimdi merkeze dönüyoruz. Daha gezilecek yerler var.
Gran Via de Colon ve Centro Bölgesi
Şimdi Plaza Isabel Catolica’dan başlayıp Gran Via de Colon ile San Jeronimo ile San Juan de Dios caddeleri arasında kalan yerlere göz atacağız. Plaza Isabel Catolica’dan bakınca, bu caddenin başında karşılıklı duran Art Nouveau tarzında muhteşem binalar, modern Granada hakkında bize ipuçları verecek. Ama hemen yolun sağındaki girişten Calle Oficios ve Katedral ile şehrin Orta Çağ havasına geri döneceğiz. Burası şehrin gündelik yaşantısının sürdüğü ana cadde. Neo barok tarzda eklektik bir bina olan 1933 yapımı Banco de Espana binası da sağ tarafta gözünüze çarpacaktır. Şehrin yakın geçmişine ait bir bina da Iglesia del Sagrado Corazon; 20 yüzyıl başlarında şehrin yeniden düzenlenmesi sırasında yapılan bu Kilise, Mağribi tarzda tuğla döşeli ve sivri kemerli pencere ve kapılarıyla Gotik tarzı içermekteymiş.
Mağribi tarz ile Gotik uslubun bileşimi olarak yapılan kilisede, 1989’dan beri her Çarşamba günü Çingeneler Kardeşliği kutlamaları yapılmaktaymış. Gran Via üzerinde göreceğiniz bir yapı da 1500-1540 yapımı olan Monasterio de Santa Paula; eski Arap evlerinin üzerine kurulan bu Manastır bugün lüks bir otel olarak kullanılmakta ama kilisesi hala mevcut, kiliseyi gezmek için San Paula Sokağı’ndan girmeniz gerekecek.
Benim bu cadde üzerinde size tavsiye edeceğim yer ise, Galeria de Arte Granada Capital. Granada’ya her gidişimde bu galeride gördüğüm Granada temalı resimlere hayran oldum, ilgilenirseniz sizde bir göz atın. Bu yol üzerinde tavsiye edeceğim bir yer de Mercado San Agustin; hem yiyip hem alışveriş yapabileceğiniz büyük bir pazar burası. Akşam kapanıyor ama öğle yemekleriniz için ideal bir yer.
Gran Via de Colon’un paraleli diyebileceğimiz San Jeramino’da ilgimizi çekecek birkaç esere sahip. Katedral’den aşağı inerken önce Iglesia de los Santos Justo y Pastor karşımıza çıkacak. 1575’de barok tarzda yapılan Kilise, San Pablo Okuluna bağlıymış. Gösterişli girişi ve kubbesi ile haç şeklinde yapılmış bu Kilise 1799’da Santos Justo ve Pastor’a adanmış.
Buranın hemen yanında koyu pembe boyalı bir yapı var; Palacio de los Beneroso 1533’de yapılanbu yapı Beneroso ailesine ait bir malikaneymiş, 1702’de San Bartolome ve Santiago okuluna devredilmiş, bugün halen öğrenci yurdu olarak kullanılmakta. Mağribi tarzı ahşap tavanı ve muhtelif azizlerin heykellerini barındırmakta… Her ne kadar cephesiyle ‘burası turistik bir yer, gez beni’ dese de ve ben bu söze aldanıp içeri girmeye çalıştım ama pek öğrenci havası yaratamadım sanırım, içeri alınmadım. Buranın karşısında ise Convento la Encarnacion bulunmakta, halen tadilatta. Daha sonra ise Iglesia del Perpetuo Soccoro’ya ulaşacaksınız.
1686’da Barok tarzda yapılan Kilise, sonraki yıllarda elden geçirilmiş ve Neo Rönesanstan Güney Amerika Baroğuna kadar bir çok tarzın harmanlandığı yer olmuş. Buranın çaprazında ise Hospital San Juan de Dios bulunmakta. 1553 yılında yapılan ve halen hastanenin idari binası olarak da kullanılan bu yapıya göz atın, seramikleri ve taç kapısı ilginç…
Ama esas ilginizi çekecek olan Hastanenin hemen yanındaki Basilica de San Juan de Dios. 1737’de yapımına başlanan bu Kilise, içiyle, dışıyla, oymalarıyla, işlemeleriyle tam bir Barok harikası. Bir avludan girilen bu iki kuleli kilisenin üst katından çıkılıp sunağın üstü de gezilebiliyor. Gümüş bir korunak içinde San Juan de Dios’un kemikleri saklanmakta. Kilisede yağlı boya resimler, freskolar, seramiklerle San Juan’ın hayatı anlatılmış.
Hemen bu civarda gezebileceğiniz bir manastır daha var: Monasterio de San Jeromino…Roma Katolik Kilisesi ve Aziz Jerome takipçilerinin manastırı olarak kurulan bu yer, dünyada ilk kez Hazreti Meryem’in kutsal ruh tarafından hamile bırakıldığını kabul etmiş. Burası ilk olarak Kraliçe Isabel I ve Kral II Fernando tarafından kurulmuş. İki ayrı kilisenin bulunduğu Manastırın 1570-1605 arası yapılan büyük şapelinde Rönesans ve Mannerizm akımları hissedilmekte. Dini sahnelerle süslenmiş sunakta ayrıca Endülüs kahramanlarından Gran Capitan ve Düşes Sesa’nın dua ederken resimleri de mevcut. Dönemin bir çok sanatçısının eserini barındıran bu Kiliseye zaman ayırmanızı tavsiye ederim.
Bir başka manastır tavsiyem ise Monasterio de Cartuja de Granada… Burası aslında biraz şehir dışında… Albaicin’i anlatırken bir noktada Elvira Kapısı’nın yakınındaki Triunfo Parkı’na gelmiştik; aslında burası Gran Via de Colon’dan yürüyerek 10 dakikada gelebileceğiniz bir yer.
İşte bu parkın önündeki duraktan kalkan N7 hattı ile Cartuja Manastırı’na gidebilsiniz. Bu Manastır İspanyol Baroğunun en iyi uygulandığı yapılar arasında kabul ediliyor. Buranın yapımına 1516’da başlanmış ama tamamlanması 300 yıl sürmüş. Geniş bir avludan geçilip kiliseye varılıyor; kilise içinde birbirine geçişli şapeller adeta bir sanat galerisi. Arapça gözyaşı çeşmesi anlamına gelen ve Nasridi dönemde çok ünlü bir mekan olan Aynadamar tepesinde kurulan manastıra 16. yüzyıla ait ana kapıdan giriliyor. 16 yüzyılda yapılan kiliseye ise inananlar ve rahiplerin ayrı ayrı yerlerden girdiği üç kapıdan geçiliyor. Duvarlar ve tavanda zengin süslemeler başınızı döndürecek ama etraftaki resimler ve heykeller de yabana atılır gibi değil, hepsi dönemin önemli sanatçılarının elinden çıkma… Bunlar arasında Son Akşam Yemeği, İsa’nın Vaftisi, İşte İnsan, Mısır’a Kaçışta Dinlenme Molası gibi resimler dikkatimi çekti. Ama bir resim, heykel, süsleme bombardımanı altında kaldığınız için bazı şeyler de ister istemez gözden kaçıyor. Yine de Antonio Palomino eseri olan kubbesine dikkat edin.
Yine bu bölgede, otobüs terminaline yakın bir yerde boğa güreş arenası var ama sadece önünden geçtim, ara sokaklara sıkışmış bir durumdaydı. Şimdi tekrar merkeze Plaza de Isabel Catolica’ ya dönüyorum.
Diğer Yerler
Yukarıda bahsettiğim yerler dışında, diğer bölgelerde kalan bazı yerlerden de burada bahsedeceğim. Yine kalkış noktamız Plaza de Isabel Catolica. Buradan biraz aşağı yürürseniz Plaza del Carmen’de Ayuntamiento/Belediye Meclisi karşınıza çıkacak.
Şimdi tekrar kısa bir süreliğine C3 ile El Hamra tarafına gidelim. El Hamra’daki son duraktan bir önceki durakta gidilebilecek iki nokta var. Biri Carmen de los Marteres; burası 19. yüzyıl yapımı bir saray ve gezmemize izin verilen carmeni… Ortasındaki havuzu, İngiliz ve İspanyol tarz bahçeleriyle gezmemiz öneriliyor ama bizler iki ağaç görmek için oralara gittiğimiz halde burayı bir türlü açık bulamadık.
Burası Nisan-Ekim arası pazartesi-cuma 10.00-14.00, 18.00-20.00, cumartesi-pazar 10.00-20.00 saatlerinde, Ekim-Mart arasında ise pazartesi-cuma 10.00-14.00, 16.00-18.00, cumartesi-pazar 10.00-18.00 saatlerinde ücretsiz gezilebiliyor. Burası daha çok toplantılar için kullanılan bir alanmış. Carmenler hakkında zaten söyleyeceğimi söylemiştim; yine de gittim kapıdan döndüm, isterseniz siz de şansınızı deneyin.
Bu bölge de bir diğer nokta da Museo Casa Manuel de Falla… Burası, İspanya’nın milli müziğini geliştirmek için uğraşmış müzisyen Manuel de Falla adına bir müze olarak düzenlenmiş. Müzisyenin yaşadığı ev olan bu müze de, hem özel eşyaları hem de kullandığı müzik eşyaları görülebilir. Sihirbazın Aşkı, Üç Köşeli Şapka gibi bale eserleri yanında Atlantis, Pedro Usta’nın Kuklaları gibi operaları, bir çok müzik aleti için konçertoları olan müzik adamının hayatına yakından bakmak isterseniz Eylül-Haziran arası salı-cuma 09.30-18.30, cumartesi-pazar 09.00-22.00 arasında, Temmuz-Ağustos arası çarşamba-pazar 09.00-22.00 arası 3 euroya bu müzeyi ziyaret edebilirsiniz. Ben burayı da açık saatlerde yakalayamadım, müze de yüksek duvarlar, uzun ağaçlar arasında kaldığı için resmini bile çekemedim.
Şimdi aşağılara iniyoruz ve Realejo’da Museo Casa de los Tiros’a uğruyoruz. Casa de los Trios, adını siperlerinden çıkan tüfeklerden almış. 16. yüzyıl Rönesans yapımı malikane, fetihten sonra Generalife’ın verildiği aile olan Venegas ailesine aitmiş. Malikanenin ön cephesinde eli kılıçlı heykeller bulunmakta, içeride ise geleneksel mutfak eşyaları, seramik yemek takımları, süsler, zırhlar, kılıçlar yer almakta, ahşap tavan işçiliği gerçekten etkileyici. Görülmeye değer eserlerin arasında şehrin son emiri Abdullah Muhammed’in kılıcı en başta gelmekte. Burada ayrıca Juan Manuel Brazam’ın eserlerinden bir sergi de bulunmakta. Burası salı-cumartesi 09.00-20.00, Pazar 09.00-15.00 arası gezilebilir, giriş ücretsiz. Bu bölgede Centro de la Memoria Sefardi var ama Cordoba’da bir Seferad müzesi gezdiğim için burada gitmedim; giriş 5 euro ve 10.00-14.00 ile 17.00-20.30 saatlerinde açık.
Reyes Catolicos Caddesi’nden Calle Recodigas’a doğru yürüdüğünüzde karşınıza Iglesia de San Anton çıkacak. 1534’de klasik tarzda yapılmış. Dış cephenin sadeliğine karşı içi gayet etkileyici, özellikle 17 yüzyılda İspanyol Baroğu tarzına geçilmesiyle dönemin sanatçıları Pedro de Mena, Juan de Seville, Pablo de Rojas tarafından yapılan iç dekorasyonu, resimleri, heykelleri sayesinde her şapel bir sanat galerisi havasına bürünmüş.
Yola devam ederseniz sol tarafta Palacio de los Patos (Ördekler Malikanesi) olarak bilinen malikane karşınıza çıkacak. Dönemin iş hayatının önemli kişilerinden olan Moreno/Algela ailesine ait olan bu 1890 yapımı malikanenin adı havuzunun başında duran iki ördek heykelinden geliyormuş. Bugün ise burası lüks bir restoran…
Puerta Real’den ortasındaki yürüme yolu ulu ağaçlarla süslenmiş Carrera de la Virgen’ e girdiğinizde Iglesia Nuestra Sra de Las Angustias’a varacaksınız. Bu kilisenin yapımına 1617’de başlanmış. Cephesinde Bernardo ve Jose de Mora’nın ‘Pieta’sı bulunmakta. Kilisenin içi ise Barok ekolden resim ve heykellerle süslü.
Göreceğimiz bir diğer kilise de Iglesia Santo Domingo, biraz daha içerde Realejo’ya doğru. Engizisyon davalarının görüldüğü Santa Cruz Manastırının parçası olan bu kilise, Barok, Gotik, Rönesans tarzlarının harmanlandığı bir yer. Buranın yapımına 1512’de Gotik tarzda başlanmış. Kapısında Kraliçe Isabel ile Kral Fernando’nun arması ve zaferlerini anlatan tasvirler var.
Buranın hemen aşağısında da Iglesia Imperial de Matias bulunmakta. 1526’da V. Carlos’un emriyle yapılan bu kilise, Latin hacı planında ve Mağribiden Baroğa uzanan bir havada. Yapımı 1550’de tamamlanmış.
Gezimin son durağı ise yürek burkan bir yer, yıllar geçse de insanlık tarihinde kara bir leke gibi duran günlerin simgesi; İspanya faşist döneminde katledilen şair, oyun yazarı, aynı zamanda ressam, besteci Federico Carcia Lorca’nın evi… Şehrin merkezindeki Lorca Kültür Merkezi bulunmakta, daha çok kütüphane olarak işleyen yerden farklı olarak burası şehir merkezinin biraz uzağında. 1898’de Granada yakınlarında Fuente Vaqueros’da doğan Lorca 1936’da İspanya İç Savaşı’nın başlangıcında faşist güçler tarafından katledilmiş. Burası Recogdias Caddesi’nin bitimindeki yemyeşil ve huzur dolu bir parkın içinde yer alan iki katlı birbirine geçişli iki bölümden oluşan bembeyaz bir ev. 09.00-15.00 arası yarım saatlik rehberli turlarla 3 euro karşılığında bu müze evi gezebilirsiniz, çarşamba günleri ise giriş ücreti alınmıyor. Çok sevdiğim bir şairin iç dünyasına açılan bu eve, nedense girmeyi istemedim. Duvarlarına Lorca’nın umutları, hayal kırıklığı, çaresizliği sinmiş bu evi, bir rehberin iteklemeleri eşliğinde gezmeyi istemedim. Limon ağaçlarıyla süslü parkta gençler güneşin tadını çıkarıp çayırlarda güneşleniyordu; bedeli başkaları tarafından ödenmiş bir özgürlüğün tatlı huzurunda mevsimin tadını çıkarıyorlardı. Ben de evin kıyısında bir banka oturdum, Lorca’nın endişelerini, korkusunu düşündüm ve sonra acaba;
‘Karnındaki karanlık manolyanın Kimseler anlamadı kokusunu, Acıttığını kimseler bilemedi Dişlerinle sıktığın aşk kuşunu
Binlerce Acem tayı uykuya yattı Alnının ay vurmuş alanında, O senin kar düşmanı göğsünü Kucaklarken dört gece kollarımla.
Bakışın tohumların solgun dalıydı Alçılar, yaseminler arasından. Aradım vermek için yüreğimde O fildişi mektupları her zaman diyen.
Her zaman: acımın bahçesi benim Gövden her zaman, her zaman şaşırtıcı Damarlarının kanıyla dolu ağzım, Ağzın ölümüm için söndürdü ışığını’
mısralarını bu evde mi yazdı diye düşündüm. Ve gezime geri döndüm ama içimde nasıl bir kırıklık; özgürlüğünden seve oynaya vazgeçip ismi ne olursa olsun herhangi bir inanç potasında eriyen insanların hoyratlığı karşısında hayatı, özgürlüğü, bağımsızlığı savunmanın ne güç, ne zor olduğunu tekrar ve tekrar hissederek…
Başka ne yaptım..
Şimdiye kadar size gezdiğim, gördüğüm, gidip göremeden kapısından döndüğüm yerleri anlattım. Tabii, sadece müze, kilise gezmedim bu gezide. Sokaklarında dolandım, kafelerinde oturdum, barlarında efkarlandım, iyi yemek nerede yenir, keşfetmeye çalıştım. Şimdi onlara değineceğim.
Ama önce zamanı az olanlara ya da herşeyi görmesem de olur diyenlere bir seçki yapayım. Granada’da El Hamra-Generalife elbette ki olmazsa olmaz; buraları görmediyseniz Granada’ya gittim demeyin. Bundan sonra size Catedral ve yanındaki Capilla Real’i tavsiye ederim. Granada’nın markalaşmış önemli dini kişiliği Juan de Dios’a adanan ev, hastane, kilise, özellikle kilise bence listenizde yer almalı. Ama Albaicin ve Sacromonte kesinlikle programınızda olmalı. Geri kalan zamanınızda Granada’nın keyfini çıkarmak için sokaklar, avlular, meydanlar, sizi bekliyor.
Belirtmeliyim ki bazı yerlere de bilerek gitmedim. Genil ve Zaidin gibi şehrin daha yeni kesimlerindeki Placaio de Congres, Parque de las Ciencas ve Museo Caja Granada- Memoria de Andulicia gibi yerler programım dışındaydı. Şehrin modern yapısına örnek olan Kongre Salonu, daha çok çocuklara yönelik Bilim Parkı ve dökümantasyon ve animasyon seçkisinden oluşan, bölge hakkında bilgi erişimi sağlayan Granada Müzesi gitmediğim yerlerdendi.
Şimdi artık oradan oraya koşturmayı bırakıp alış veriş, yeme-içmek-zaman geçirmek için nerelere gidilir, ona bakalım.
Alışveriş
Granada’da Plaza Isabel la Catolica’da kesişen iki ana cadde, şehrin can damarını oluşturuyor. Bunlardan biri Gran Via de Colon… Yemek içmek, alışveriş yapmak için ideal bir alan. Diğeri ise Reyes Catolicos ve devamı Recogidas… Bu yoldan sola sapan Acera del Darro hem gezi yolu hem alışveriş alanı olarak seçebileceğiniz bir yer. Daha önce de değinmiştim; ortasında ağaçlıklı yaya yolu bulunan bu cadde, ünlü markaların bulunduğu bir yer, ünlü El Corte İngles’de burada. Bu yol fıskiyelerle süslenmiş çok güzel bir havuzu bulunan Hulmilladero Meydanı’na çıkıyor. Buradan düz ilerleyince de Geril Nehri’ne varıyorsunuz. Karşı tarafa geçince Flamenko dansçılarının tasvir edildiği bir heykelin süslediği Plaza de la Concordia’ya varacaksınız. Eğer aksi yöne yürürseniz Plaza Virgen’de bir başka muhteşem havuz sizi karşılayacak. Bu bölgelerdeki mağazalar, size İspanya markalarından alışveriş yapmanıza olanak sağlayacak.
Ama yöresel eşyalar almak isterseniz, Alceiceria ilk adres. Buradan başlayarak Katedralin giriş tarafındaki Plaza Bib-Rambla, Plaza Pasiegas, Plaza Romanilla aradığınızı bulabileceğiniz yerler. Özellikle yelpaze, kastanyet gibi Flamenko eşyaları, giysileri, Granada’ya özgü biraz kaba işlemeli nar desenli seramik eşyalar, gümüş işlemeler, takılar, deri eşyalar hatıra olarak alabileceğiniz şeyler. Buralar ayrıca yemek seçenekleri de zengin yerler. Tabii Gran Via’nın öte tarafındaki Calderecia civarı cafeleri, barları yanında hediyelik dükkanları ile de çekici. Yerel eşyalar için Plaza Nueva’daki Reyes Catolicos üzerindeki Tienda de la Alhambra’ya da göz atabilirsiniz. Llardo ürünleri ise Granada’dan götürebileceğiniz iyi kalite porselenler için önerilecek bir adres. Fajalauza ise yerel seramik bulabileceğiniz bir yer. Yiyecek için, daha önce bahsettiğimiz Mercado San Agustin önerilebilir. Plaza Larga ve Plaza Bib Rambla, kurulan pazarlarıyla ünlü meydanlar, buralardan da hatıra eşyaları bulabilirsiniz.
Yeme – İçme
Gelelim yemeklere… Katedralin çevresindeki Plaza Bib-Rambla, Plaza Pasiegas, Plaza Romanilla, Marcedo San Agustin; Katedralin karşısında Plaza Nueva’nın arka sokaklarında; Ayuntamiento’nun ilerisindeki Navas Sokağı bir çok yiyecek seçeneği bulabileceğiniz yerler. Öncelikle size Granada’nın ayaküstü lokantalarından bahsedeyim; küçük bir alanda neredeyse herkes ayakta, içki alır gibi yiyeceğini alıp yenilen lokantalar çok popüler. Bunların en eski ve en ünlülerinden biri Los Diamentes. Navas sokağında yer alan lokanta, neredeyse ağzına kadar dolu, herkes bi çığlık bir gürültü yemeğini almak için uğraşıyor, yemekler hem ucuz hem lezzetli, yerel halkın da çok rağbet ettiği bir yer. Ben karides tavasını denedim, çok güzeldi, bir birayla birlikte 12,50 euro tuttu. Navas sokağında yan yana bir sürü lokanta var, bir lokantada denediğim karışık deniz ürünlerinin tabağı 35 euro civarındaydı. Gran Via üzerindeki Bodegas el Toro’da kırmızı et, hatta boğa eti deneyebilirsiniz. Plaza Bib Rambla ve civarındaki lokantalarda menü uygulayan yerler var; örneğin La Bella Fonda, 11 euroya bir başlangıç, bir ana yemek ve içecek servis ediyor.
Plaza Nueva arkasında yer alan lokantalardan ise La Vinecota’yı denedim; İberya salamı, kuşkonmaz ve yavru yılan balıklı salatası ilginçti, burada bir de boğa kuyruğu hamburgeri denedim, sonuç kötü değildi. Granada’da yediğim yemekler içinde en iyisi sanırım Chikito’daydı. Plaza de Carmen civarındaki bu lokanta biraz daha oturaklı, dolayısıyla pahalıydı. İç baklalı ya da enginarlı jambon ile başlayıp kuzu bacağı kızartması ile noktalayacağınız yemeğin parasıyla, Los Diamentes’de muhtelif ziyafetler çekebilirsiniz kendinize. Bu arada Üniversite bölgesinde, Avenida Fuenta Nueva ve buraya açılan ara yollarda hem ucuz hem ilginç kafeler bulunmakta; öğrencilerin yerel halkın tercih ettiği bir bölge olduğu için damak tadınıza ve cebinize uygun bir yer bulmanız mümkün. Calle Elvira çevresi de bir çok yemek ve eğlence seçeneği bulabileceğiniz yerler. Alpha, Shambala, El Rincon de Manu, El Bar de Fede, hem kesenize hem damağınıza uygun yerler… Üniversite bölgesi gece hayatının da daha renkli olduğu bir bölge.
Yazımızı Granada’daki turist danışma ofislerinin (Informacion Turistica) yerlerini belirterek sonlandıralım. Daha önce bir ofisin Iglesia de Sant Ana arkasında olduğunu belirtmiştik; adresi Plaza Santa Ana, Plaza Nueva… Bir tanesi Ayuntamiento’nun da bulunduğu Plaza del Carmen’de. Diğeri dePlaza Mariana Pineda 10 adresinde… Reyes Catolicos üzerindeki Tienda de la Alhambra’da da şehir ile ilgili tanıtım ya da edebi yayınları bulabilirsiniz. Size iyi gezmeler…
Granada’ya Veda
Daha öncede gelmiştim Granada’ya ama bu anlattığım yerleri son gezimde tekrar baştan gezdim, gezi sürem 2 gündü. Granada güzel bir yer; turistik yerleri çıkardığınızda da zaman geçirebileceğiniz bir yer ama bu zaman 2-3 günü pek aşabilecek gibi değil. Ben keyifle gezdim, yedim, içtim, eğlendim ama bir daha gidecek kadar özleyeceğimi de sanmam.