ANA SAYFA Blog Sayfa 19

Porto Gezi Rehberi: Romantik Okyanuslu

Porto son yılların popüler destinasyonları arasında yer alan romantik, sevimli ve sıcak bir şehir. Üstelik Avrupa’nın en eski şehirleri arasında bulunuyor. UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan şehir, tarihi dokusuyla da görülmeye değer. Atlas Okyanusu kıyısında yer almasına rağmen, iklimi, doğası ve insanlarının sıcaklığı ile tam bir Akdeniz. Akdenizli olarak iyi bildiğimiz bu sıcaklığı Porto’da gezerken de çok yakından hissedebiliyoruz. Kısaca Porto bizim çok seveceğimiz, çok şey bulacağımız bir şehir.

Porto’yu video ile gezmek ister misiniz?

Portekiz’in kuzeyinde, Avrupa kıtasının en batısında Duomo Nehri’nin Atlas Okyanusu’na kavuştuğu deltada kurulmuş Porto. Daha doğrusu nehrin bir tarafı Porto, karşı kıyısı Gaia. Porto yerleşim, sanayi, kültür ve sanat şehri, Gaia ise şarap mahzenlerinin yer aldığı bölge. İki kıyıyı çok sayıda köprü birbirine bağlıyor.

Bunların en ünlüsü iki katlı, çelikten yapılmış Port Luis Köprüsü. Köprüyü Eifel yapmış; evet Paris’te Eifel Kulesini yapan Eifel. İlk kez hayatımda iki katlı bir köprü gördüm; tabi iki katından da geçmek lazım. Üst kat yayalar ve raylı ulaşım araçları için ayrılmış. Bu katta yaya olarak yürümeden olmaz.

İki yönlü Porto ve Gaia manzarasının yanı sıra gün içi ve gün batımında eşsiz manzara keyfi de yaşatıyor size. Biz ilk gün köprünün görüntüsüne dayanamayıp kendimizi köprü üzerinde bulduk. Gün sonunda köprü manzaralı kıyıda akşam yemeğimizi yedik. Son günümüzde de özellikle gün batımında köprüden geçerek karşı kıyıdan güneş batımını izledik. Yani Porto’ya geldim, karşıdan da gördüm, yeter diyemeyeceğiniz ve mutlaka üzerinde yürümek isteyeceğiniz bir köprü. Köprünün alt katından arabalar ve yayalar geçiyor. Gaia bölgesinden dönerken de alt taraftan yürüdük. Yukarıdaki geçiş kadar manzaralı değil; sadece kendinizi nehrin akan suyuna ve eski şehirdeki rengarenk binalara daha yakın hissediyorsunuz.

Niçin Porto?

Portekiz görülecek ülkeler listemde ön sıralarda olmasına rağmen direkt uçak fiyatlarının yüksek olması nedeni ile öncelik kazanamıyordu. Portekiz’de mutlaka görülecek şehir ise Lizbon’du benim için. Arkadaşım Gülten THY promosyonu ile Lizbon uçaklarının uygun olduğunu söylediği an Portekiz gezisi hemen programa alındı ve 10 günlük Lizbon gidiş-dönüş bileti aldık. Lizbon’da 3-4 gece kalıp kalan zamanımızda Endülüs’e geçmeyi düşündük. Uçuş zamanımız yaklaşınca İspanya’ya daha sonraki dönemlerde kolay ulaşabileceğimizi, ancak Portekiz’e bir daha gitme fırsatımız olmayacağını, bu nedenle 10 günde doya doya Portekiz’i gezmeliyiz diye düşündük. Tabi Portekiz’de zamanımız olunca ilk aklımıza gelen Lizbon’dan sonra Porto’yu gezmek oldu. Gezimizin sonunda iyi ki Porto’ya geldik diyerek bu şehirden özel anılarla ayrıldık.

  • • Porto yukanda bahsettiğimiz gibi hem tarihi hem doğal güzelliği olan bir şehir.
    • İklimi, Akdeniz iklimi. Biz Mart sonunda gittik; tam bir bahar havasında dolaştık.
    • Dünyaca ünlü lezzetli Porto şaraplannı en uygun fiyatlarla burada tadabilirsiniz.
    •  Okyanus kıyısı şehirde çok çeşitli deniz ürünlerini tadabilirsiniz.
    • Portekiz mutfağı hayli lezzetli. Damak tadımıza uygun yerel yemeklerini tatma şansınız var.
  • Halkı kibar, yardımsever, sıcakkanlı ve turistleri seviyorlar. Barselona gibi turistlere “gelmeyin” demiyorlar.
    • Avrupa’nın birçok şehrine göre fiyatlar daha uygun. Her fiyattan kalacak yer bulunabiliyor; yemek ve içki için de çok yüksek fiyatlar ödemeniz gerekmiyor.
    • Şehrin birçok yerini yürüyerek dolaşabiliyorsunuz. Bazıları yokuşlu yerlerden şikayetçi olabilir ama…
    • Hediyelik, kıyafet ya da içki alışverişleriniz de başka Avrupa şehirlerine göre daha ucuz olacaktır.

Ulaşım

THY’nin Portekiz’in Lizbon ve Porto şehirlerine direkt uçuşu, yabancı hava yollarının da aktarmalı uçuşları bulunmakta…Avrupa’nın ucuz fiyatlı Ryan Havayolları ile de birçok Avrupa şehrinden Porto’ya ucuz uçuş bulunabilir. Biz Lizbon gidiş-dönüş bileti aldığımız için Lizbon’dan tren ile gittik Porto’ya. Keyifli tren yolculuğumuz 3 saat sürdü. Tren bileti fiyatları saatlere göre farklılık göstermekte. Biz 18 Euro ödedik. Birçok saat seçeneğiniz var. Lizbon’dan biz erken saatte bindik; dönerken de akşam saatinde döndük. Böylece Porto’da 3 gece kalmamıza rağmen 4 dolu gün geçirmiş olduk.

Porto’ya ülke içinden ulaşım kolay olduğu gibi, şehri gezerken de ulaşım maliyeti çok yüksek değil. Eski şehirde kalırsanız birçok yeri yürüyerek dolaşabilirsiniz. Yerel otobüslere binebileceğiniz gibi “city bus”, “hop on hop off”larla da dolaşabilirsiniz. Ucuz ulaşım derseniz metro ile de ulaşım sağlayabilirsiniz. Biz bu güzel şehirde çevreyi daha çok görmek istediğimizden metro kullanmaktan kaçındık. Aslında, bizim de tercih ettiğimiz, daha keyifli bir ulaşım imkanı da var. 19. yy’dan kalan tarihi tramvaylarla nostaljik gezi yapabilirsiniz. Nostaljik tramvaya tek biniş ücreti 2,5 Euro. Biz 10 Euro ödeyip sınırsız bilet aldık. Bol bol bu tramvayı kullandık.

Konaklama

Porto son yıllarda çok fazla turist çeken bir şehir olduğundan konaklama seçenekleri de çok. Uygun ve temiz hosteller de var. Biz eski şehirde bir otelde kaldık ve oda başına gecelik 40 Euro ödedik. Özellikle eski şehirde kalmanızı öneririm. Birçok yeri yürüyerek dolaşma imkanı bulduk.

Gezilecek Yerler

Porto hem doğal güzelliği, hem tarihi yapıları ile çok gezilip zaman geçirilebilecek bir şehir. Bir veya iki gün kalırsanız gezi otobüsleri ile nerede ise tüm şehri şöyle bir görüp, şarap turuna bile katılabilirsiniz. Biz üç tam gün boyunca kendimiz çoğu zaman yürüyerek ve tarihi tramvaya binerek doya doya dolaşmayı tercih ettik. Size de bu yöntemi öneririz. Ama yine de göremediğimiz yerler oldu.

Sao Bento Tren Istasyonu

Tarihi Sao Bento Tren İstasyonu bir kilisenin yerine 1900 yılında inşa edilmiş. 20.000 adet seramik ile duvarlarda Portekiz tarihi resmedilmiş; krallar, savaşlar ve ulaşım tarihi…Kral Carlos I tarafindan yaptırılan binada ilk seramiği kral elleri ile yerleştirmiş; ancak tüm seramiklerin tamamlanması 11 yıl sürrnüş (1905-1916).

İstasyon şehrin merkezinde yer alıyor; her yere ulaşım kolay. Bizim için daha güzel yönü istasyondan otelimize de yürüyerek ulaşma imkanı oldu.

Porto Se Katedrali

Gezimizde eski şehirde yer alan bu Katedral ile başladık. Otelimizi de eski şehirde seçtiğimizden sabah yürüyerek ulaştık. Güzel, aydınlık bir günde Katedralin önündeki müzisyenin güzel melodileri eşliğinde Katedrale doğru yürüdük. Yolun başında, Porto martılarının da görüntüye girdiği eski şehrin fotoğraflarını çektik. Aslında Porto’nun huzurlu martıları turistik yerlerde dolanarak sizden yiyecek bekliyorlar. Çalışkan olanları ise nehirde balık avlıyorlar.

Porto Katedrali şehrin en çok ziyaret edilen en eski, tarihi ve mimari açıdan özel bir yapısı… 12 ve 13. yüzyıllarda Romaneks mimari ile yapılmış. Mimarisi daha sonraki yıllardaki eklemelerle farklı tarzları da bünyesinde barındırmaya başlamış. 14. yy’da Gotik tarzda Manastır inşa edilmiş ve seramik dekorasyonlar eklenmiş. 16. yy. Saint Viscent Sapeli Manastırın hemen yanına yapılmış, 17. ve 18. yy’da da yenilemeler devam etmiş. Katedralin blog taş görüntüsünün yanına eklenen Manastırın tüm yüzü mavi beyaz seramiklerle kaplanmış.

Katedrali ziyaret ücretsiz. İçerideki gümüş altarın öyküsü ilginç. 1809 yılında Napolyon’un askerleri şehre geldiğinde halk gümüş altarı boya ile kapatmış. Böylece askerler gümüş olduğunun farkına varmadıkları için yağmadan kurtulmuş.

Katedralin hemen yanında bulunan Manastır ve Kutsal Sanatlar Müzesi’ne giriş ücretli. Biz sadece Katedrali gezip, terastan eski şehrin güzel görüntüsünü seyretmeyi tercih ettik.

Katedralin terasındaki merdivenlerden eski Porto şehrinin sokak aralanna daldık. Yukarıda yer alan Katedralden yokuş aşağı inmeye başladık. Karşımıza gösterişli ve yüksek bir tarihi bina çıktı.

St. Lawrence Kilisesi

Bu gösterişli kocaman binanın önünden geçip gidemezdik. Kapısında kilisenin 16. yy’da yapıldığı ve iç dekorasyonunun tamamen ahşaptan olduğu belirtiliyordu. Giriş ücreti 2 Euro idi; biz de içeriyi gezmeyi istedik.

Kilisenin tavanı altın ile kaplanmış, altarı ve duvarları da dahil olmak üzere her yeri çok güzel ahşap işçiliği ile bezenmişti. Kilisenin çok güzel bir orgu vardı. Bu kilisede konserler de düzenlenmekteymiş.

Üst katta sadece ahşaptan yapılmış heykeller sergileniyordu.

Bu kilise sokak arasına gizlenmiş gibiydi. Bir şehirde uzun zaman geçirip, sokaklarında kaybolunca karşınıza gözlerden uzak, ama etkileyici yerler çıkabiliyor. Kiliseden çıkıp yokuş aşağıya yürümeye devam ettik. Yeni yerimiz ise yine Porto’da görülmesi gereken özel bir bina…Borsa Sarayı…

Borsa Sarayı

Borsa Sarayı’nın önünde bizi bir heykel karşılıyor. Prens Henry’nin doğumunun 500. yılında, 1900’de, yapılan heykelde Prens Henry bir dünya küresinin yanında, denizci ve savaş giysileri ile denizler ötesini işaret etmekte…Borsa Sarayı, Porto’ya özgü görülmesi gereken yerlerden biri. Bu tarihi neoklasik sarayın yapımı 1842-1910 yılları arasında sürmüş. İç dekorasyonu dönemin oda sanatçıları tarafından yapılmış. Sarayın içini gezmenizi öneririm. Ziyaretçi sayısı çok olduğu için önce buraya uğradık; bir saat sonrası için biletimizi aldık. Yarım saat süren rehberli tur ile binanın büyük bir bölümünü gezebiliyorsunuz. Girişte yuvarlak cam tavanlı, geniş Milletler Salonu (Hall of Nations) tarihi borsa işlemlerinin yapıldığı salonla gezimiz başlıyor. Salonun cam ve metal tavanının çevresi Portekiz’in o dönemde ticaret yaptığı ülkelerin armaları ile dekore edilmiş.

İkinci kata çıkılan gösterişli büyük granit merdivenlerin tavanı ve duvarlan freskolarla süslü…

Sarayın odaları da tek tek geziliyor. Ahşap tabanlı odaların duvarları, sütunları ve tavanları her yeri gösterişli.

Sarayın en özel salonlanndan birisi Arap Salonu. İspanya Endülüs Bölgesindeki Granada’da bulunan Elhamra Sarayı’ndan esinlenerek dekore edilen, ziyaretçilerin en çok ilgisini çeken salon… Bu salon günümüzde de özel toplantılar ve konserler için kullanılmaktadır.

San Francisco Kilisesi

San Francisco Kilisesi Borsa Sarayı’na çok yakın ve Porto’nun en ünlü, mutlaka görülmesi gereken kilisesi. 1223 yılında yapılmış, ancak asıl iç dekorasyon eklemeleri 17 ye 18. yy’da tamamlanmış.

Gotik tarzı kilisenin iç dekorasyonu barok tarzında. Kilisenin içinde çok fazla altın kullanılmış olması nedeniyle Altın Kilise olarak da bilinmekte…

Kilise günümüzde ibadete açık değil, ancak klasik müzik konserleri, düğün ve vaftiz törenleri yapılmakta.

Kristal Saray

Porto içinde yukarıda yazdığım tüm yerleri görmenizi önermiştim. Kristal Saray için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Adı son derece davetkar, hem kristal, hem saray. Tarihi tramvaydan nehir kenarında inip, uzun bir yokuş tırmandıktan sonra Kristal Saray’ın bahçesine girdik. Yemyeşil bir alanda karşıdan görünen cam kubbeli binaya yaklaştık. Bu bina spor salonu olarak kullanılan modern bir bina idi. Ancak binanın yanında “burası saray olamaz, başka bir yerde olabilir “diye yürümeye devam ettik. Dayanamadık ve bir Portekizliye sorduk, “saray nerede” diye! Maalesef gösterdiği bina bizim “saray olamaz” dediğimiz binaydı.

Aslında 1860 yılında yapılan Kristal Saray için çok güzel bir çevre düzenlemesi yapılmış. Yüksekten Douro Nehri’ne bakan parkta ağaçlar, çiçekler, köprüler ve heykeller ile güzel bir park yaratılmış. Orijinal Kristal Saray 1865 yılında uluslararası bir gösteri için düzenlenmiş. Ancak bu saray 1950’lerde yıkılmış ve yerine 1956 yılında spor ve konserlerin düzenlendiği bu modern bina yapılmış. Böyle bir binanın içine girmeye gerek yoktu; zaten herhangi bir gösteri olmadığı için de kapalıydı. Yapacak tek şey bahçede dolaşmaktı. Zamanımız olduğu için bu güzel yeşil alanda dolaştık.

Parkın içinde martı ve tavus kuşlarının arasında gezmek güzeldi. Parkın sonunda yeşillikler arasındaki Douro Nehri manzarası da o kadar yokuşu çıkmamıza değmiş gibiydi.

Atlas Okyanusu Kıyısı

Duoro Nehri Atlas Okyanusu’na Porto’da kavuşuyor. Bu kadar gelmişken kavuştuğu yere kadar gidip Okyanusu görmeliyiz dedik. Tarihi tramvayımıza San Francisco Kilisesi’nin önünden bindik.

Tramvayla Okyanusa ulaşana kadar Duoro Nehri’nin kıyısında, diğer köprüleri de görerek ağır ağır gezmiş olduk.

Atlas Okyanusu kıyısı tramvayın da son durağı. Bu durakta inip biraz kıyıda dolaştık. Nisan ayı denize girmeye uygun olmadığı için yüzme teşebbüsünde bulunmadan fotoğraflarımızı çekerek dönüş yoluna geçtik.

Santa Clara Kilisesi

Santa Clara Kilisesi Porto’ya giden herkesin içerisini görmese de mutlaka manzarasını bildiği bir kilise. Ünlü Port Luis Köprüsü’nün güney yönünün ucunda Gaia Bölgesinde yer alıyor. Yüksek bir tepede bulunan kiliseden isterseniz akşam güneşin batışını, isterseniz güneş batarken güneşin ışınlarının kilise üzerine yansımasını, ya da gece ışıklar içindeki görüntüsünü izleyebilirsiniz. Biz hepsini yaptık; tabi yerini ve içini görmeden olmaz deyip gündüz de gezmeye gittik.

Kilisenin dışarıdan etkileyici görüntüsünün yanı sıra iç dekorasyonu da Porto için San Francisco Kilisesi’nden sonra gelen önemli özelliklere sahip. Rokoko ve barok stil karışımı bir dekorasyonu ye ahşap işlemeciliği hakim. Kilise aslında 1457 yılında yapılmış, ancak 17. yy’da dış görünüşüne ve iç dekorasyonuna eklemeler yapılmış. Kilise girişi ücretli.

Biz Port Luis Köprüsü’nden yürüyerek kiliseyi ziyaret edip sonrasında Gaia bölgesinde şarap tadımına katılacaktık. Porto’da yeterince kilise gördüğümüzü düşünüp, zamanımızı şarap tadımında geçirmek istediğimizden içeriyi gezmeden aynldık. Kilisenin bulunduğu yerden tüm Duoro manzarası da ayrı güzeldi.

Aladios Meydanı

Porto’nun en ünlü Aladios Meydanı, canlı ve hareketli bir meydan. Tren istasyonundan çıkınca sağ kolda hemen 50 metre uzakhkta. Meydanın iki yanındaki tarihi binalarda oteller, bankalar ve kafeler yer ahyor. Karşı yönde ise Belediye Binası ve 70 metre yüksekliğindeki çan kulesi yer alıyor.

Meydanın hemen başında at üzerinde Kral IV. Pedro’nun heykeli sizi karşılıyor. Meydanda günlük tur otobüsleri de turistleri bekliyor.

Gezdiğimiz şehirlerin ana meydanlarında oturup kahvemizi içerek şehrin canlılığını ve hareketini izlemeyi seviyorum. Şehirde ikinci günümüzde sabah kahvaltımızı bu meydanda yapıp üzerine kahvemizi içtik. Güneşli, parlak bir sabahta Porto’nun canlılığını hissettik. Porto’da çok güzel kurabiyeler bulabilirsiniz. Size bir sabah kahvaltınızı bizim gibi bu meydanda yaparak güne enerjik başlamanızı öneririm. Hele bir de hava bu kadar güzelse…

Balhoa Pazarı

Aladios Meydanında kafede meydanın havasını kokladıktan sonra, yukanya doğru yürüyüp sağa döndük; 10 dakikalık yürüyüş sonrasında Porto’nun ünlü pazarına ulaştık.

Tarihi neoklasik tarzda binası ile Balhoa Pazarı ilginç bir pazar. Taze sebze, meyve, et ve deniz ürünleri çok çeşitli. Ayrıca turistler için çeşidi bol hediyelikler veya yerel ürünler uygun fiyatlı; çekinmeden alabilirsiniz. Yine pazar içinde yer alan birkaç lokantada yerel yiyecekler de tadabilirsiniz. Porto’da gezmek için yeterli zamanınız varsa burayı ziyaret edebilirsiniz.

Sebze ve meyveler bölgede Akdeniz iklimi olduğu için tanıdık geldi. Asıl farklı gelen Atlas Okyanusu kıyısında olduğu için deniz ürünlerinin çeşitliliği oldu. Pazarın içinde kurulmuş balık lokantalarında da öğle yemeği olarak balık tattık tabi ki! Seçtiğimiz balık farklı değildi. İzmir’de çok tükettiğimiz Sardalya balığı orada da popülerdi. Biz de Porto sardalyası tattık. Asıl ilginç ürün ise Türkçe karşılığı “kıskaç” olan deniz ürününü tezgahta görmemiz oldu. Lizbon’da karışık deniz ürünleri yediğimizde tattığımız bu ürün daha önce görmediğimiz ve tatmadığımız bir canlıydı. Tezgahta resmini paylaşmak istedim. Tadı nasıldı derseniz o da bilmediğimiz ve alışık olmadığımız bir tat diyebilirim.

Tarihi Kafe Majestik

Porto’nun ünlü Santa Catarina Caddesi’nde yer alan bu kafede kahve içmeden olmaz dedik. Kafe 1921 yılında Elit Kafe olarak açılmış. Tarihi binası, aynaları, süslü tavanı, mermer ve ahşap uyumu ile iç dekorasyonuyla özel bir kafe. Daha sonra adı Majestic Kafe’ye çevrilmiş; sanatçılar, entellektüeller, politikacılar ve ünlüler arasında çok ilgi gören bir yer. Şu anda Portekiz’in en iyi kafesi, dünyanın da en iyi ilk on Kafesi arasında yer alıyor.

Böyle bir Kafe bizim gibi turistlere de ilginç geliyor. Birkaç Euro fazla ödemeyi göze alarak Majestik Kafe’nin kendi kahvesinin yanında Portekiz’in ünlü tatlısı nata yedik. Bu arada Lizbon’da Belem Kafede de nata yemiştik. Nata konusunda en ünlü yerin, sadece bu tatlıyı yemek için önünde uzun kuyruklar oluşan tarihi Belem Kafe olduğunu da hatırlatayım.

Porto Şarap Tadımı

Porto’da olunca Porto şaraplan ile ilgili neler yapmalıyız. İlk gün bir turizm acentasında Porto’da yapılması gerekenleri görüştük. Bize hemen günlük turlar önerdiler; son derece uygun fiyata 15-18 Euro arasında fiyatlarla tüm gün gezip ayrıca şarap tadım programlarına katılabiliyorsunuz. Biz hızlı gezmek yerine rahat rahat gezmek istediğimizi ve tadım programlarını kendimizin alıp alamayacağını sorduk. Onlar da doğrudan istediğimiz mahzende tadım turlarına katılabileceğimizi anlattılar. İncelediğimiz tur programlarında daha çok Calem’in adi geçiyordu. Biz bir gece önce Porto şarabı içtiğimiz restoranın sahibine Portolu olarak hangi şarap firmasını önerebileceğini sorduk. O Ferreira’yi önerdiği için bu firmayı programımıza aldık.

Majestik Kafede nata tadımından sonra sıra şarap tadımına geldi. Tarihi tramvaya binip Port Luis Köprüsü’ne en yakın yerde inip köprüden geçerek Gaia’ya ulaştık. Gaia bölgesinin ara sokaklarından nehir kıyısına indik. Bu yönde de sevimli kafeler, hediyelik eşya satan dükkanlar ve tezgahlar vardı. Ferreira’daki tadım turları belirli saatlerde başlıyor. 10 Euro ödeyerek biletimizi aldık. O ana kadar şarabın nasıl yapıldığını göreceğimizi sanıyordum. Ancak bizi bir haritanın önüne getirip Porto şarap üzümlerinin Duomo Nehri boyunca yer alan vadilerde üretilip oralarda hazırlandığını, burada sadece mahzenlerde saklandığını anlattıklarında biraz hayal kırıklığı yaşadığımı itiraf edeyim. Şarapların hangi tür fıçılarda ne kadar süre kalmasının önemli olduğunu belirttiler. Değişik lezzetlerde olan Porto şarap çeşitleri ayrı bir yazı konusu olduğundan burada bahsetmeyecegim.

Gelelim bizim gibi şarap uzmanı olmayan ama Porto şarabını da tatmak isteyen turistlerin bilmesi gereken konuya… Porto şarabı hakkında önceden bir çalışma yapmamıştık, nasıl olsa tadacağız diye! İlk gecemizde küçük bir restoranda şarap istedik. Garson cehaletimizi anladığı için yemek yanında sipariş verdiğimizden bize Duomo şarabı getirmiş. Porto’da bu tür bir yemek sırasında şarap içmek isterseniz Duomo şarabı diye belirtmek gerekirmiş. Biz Porto’da içiyoruz diye Porto isimli şarabı içtiğimizi sandık. Ertesi akşam nehir kenarında şık bir restoranda Atlas Okyanusu’nun ünlü balığı Bacalhau’nun yanında Porto şarabı sipariş vermek istediğimizde öğrendik Porto şarabı ile Duomo şarabı arasındaki farkı…Meğer Porto şarabı çok yüksek alkollü, konyak, viski gibi ve tatlı bir şarapmış ve yemeğin yanında içilmiyormuş. Aperatif olarak az miktarda icmek gerekliymiş. Normal şarap gibi içerseniz masadan kalkmakta zorlanabilirmişsiniz.

Porto şaraplarının öyküsünü dinleyip fıçıları ve mahzenleri gördükten sonra tadım bölümü güzeldi. İki çeşit şarap tattık. Aynı yerde, çok çeşitli ve uygun fiyatlı şarapların bulunduğu bir satış bölümü vardı. Hem kaldığınız sürede içmek, hem de yanınızda getirmek için çok cazip. Ancak o kadar yol yanımda taşımak zor olacağı için biz satın almadık.

Duomo Nehri Kıyısında Kafe ve Restoranlar

Duomo Nehri kenarında, sevimli rengarenk apartmanlarda yer alan kafeler ve restoranlar özellikle güneş batarken biranızı, şarabınızı yudumlayıp, deniz ürunleri veya yerel lezzetleri tadacağınız çok keyifli bir yer. Geceleri de en hareketli yerler arasında. Burada da hem gezmeniz, hem de oturup keyif yapmanız önerilir.

Porto Sokakları

Porto çok büyük bir şehir değil. Eski sokaklarında yürüyüp, sokak aralannda kaybolabilirsiniz; daha doğrusu kaybolmalısınız. Her sokakta farklı şeyler görebilirsiniz. Dışları çini kaplı binalar, grafiti yapılmış binalar, sokak ortasına asılmış çamaşırlar, sanat eseri gibi işlenmiş kaldırımlar, dik yokuşlar ve dik merdivenli sokaklar.

Bizim kaybolduğumuz sokaklarda manzaralar kelimelere yer kalmadan anlatıyor renkleri…

Porto’da Ne Yenir Ne içilir?

Porto’ya özgü en geleneksel ve her restoranda görebileceğiniz, bir çeşit Porto hamburgeri Francesinha…Ekmeğin içinde biftek, üzerinde ham ve kadar peyniri, ekmeğin üzerinde kızarmış yumurta ve özel bir sos. Son derece lezzetli; başka hiçbir yerde denemediğimiz ve beğendiğimiz bir lezzet oldu bizim için. Yanında patates ile servis yapılıyor. Porto’ya kadar gitmişken bu yerel tadı denemenizi öneriyoruz.

Porto’da deniz ürünlerini tatmadan olmaz. Karışık deniz ürünleri tabakları olabilir. Aynca Porto’nun en ünlü balığı Atlas Okyanusu’nda yakalanan Bacalhau, yani Morino balığı. Değişik şekillerde pişiriliyor ve sunuluyor. Biz Duomo Nehri kıyısında Bacalhau isimli şık güzel bir restoranı tercih ettik. Patates ile servis yapılıyordu bizim sunumda.

Sardinhas balığı da bizim sardalya balığının Portekizcesi ve Porto mutfağında karşınıza çıkar. Biz de pazarda tattık; aynı İzmir’de yediğimiz kızarmış sardalya tadını bulduk. Balıklann yanına genellikle patates ekleniyor.

Bu arada Portekiz’in sebze çorbalan da denemeye değer. Son olarak yukarıda Majestik Kafe bölümünde bahsetmiş olduğum nata tatlısı da farklı olduğundan Portekiz mutfağının lezzetleri arasında tadabilirsiniz.
Porto’da kahvaltınızı otel yerine dışarıda yapabilirsiniz. Unlu mamülleri çok çeşitli; halkın dışarıda kahvaltı yapması yaygınmış. 3-5 Euro’ya kahvaltınız mal olabilir. 5-10 Euro arası güzel bir yemek yiyebilirsiniz. Restoranda içeceğiniz şarabın şişesi 8 Euro’dan başlıyor. Açıkça görüldüğü gibi Türkiye’de bir restoranda bir şişe şarap için çok daha yüksek fiyat ödemeniz gerekir. Üstelik şarabın memleketi Porto’da içtiğinizi de düşünürseniz…Kısaca yemek maliyetleri de birçok Avrupa ülkesine göre daha uygun fiyatlarda. Hele Baltık ülkeleri ile karşılaştırırsak o ülkelerin fiyatlarının üçte birine güzel bir restoranda şarabınızla birlikte leziz bir yemek yiyebilirsiniz. Yeri gelmişken belirteyim. Portekiz’in hüzünlü Fado müziğini dinleyebileceğiniz bir restoran da seçebilirsiniz. Denize açılan sevgililerinin ardından kadınların duygularını anlatan Fado müziğiyle de tanışmak başka bir deneyim! Biz Lizbon’da Fado müziği dinleyeceğimiz bir restoran bulduğumuz için Porto’da sadece Duomo Nehri’ne bakan restoranları tercih ettik.

Porto’da Yapamadıklarımız

Livraria Lello Irmao, Avrupa’nın en güzel kitapçılan arasında…Harry Porter serisi yazarının Porto’da kaldığı zaman kitaplannı yazdığı, turistler için çok popüler, girişi ücretli olan tarihi mekana istememize rağmen zaman ayıramadık.

Clarigos Kilisesi’nin kulesine çıkıp Porto manzarası izleyemedik. Aslında çok ihtiyaç hissetmedik; çünkü başka yüksek noktalardan Porto manzarası izleme imkanı bulduk.

Gaia kıyısındaki teleferiğe binmedik. Teleferik yüksekliğinde başka noktalarda yürüdük ve Porto manzara fotoğraflarını çektik. Teleferiğin katettiği mesafeyi Gaia kıyısınca yürüdüğümüz için gerek duymadık. Ancak Duomo kıyısından yukarıya çıkmak için kullanılan finikülere bindik.

Nehir boyunca tekne turu yapamadık. Aslında bir gün daha zamanımız olsaydı Duomo Nehri kıyısında Üzüm Vadilerini gezebilirdik.

Son Söz

Porto güzel, sevimli, tarihi, manzaralı ve sıcak bir şehir. Portekiz veya İspanya rotalarınızda bu şehri programınıza almanızı öneriyorum. Porto nasılsa Londra, Paris gibi büyük bir şehir değil, bir günde gezilir diye düşünenler olabilir. Sadece bir günde bir tur ile veya kendiniz dolaşarak gezip güzel fotoğraflar da çekebilirsiniz. Böyle bir şehirde kısa süreli mi kalınmalı? Karar sizin… En az üç gün ayırıp doyasıya gezebilirsiniz. Baharda gezmek en güzeli olur. Tekrar gider miyim? Birkaç yer hariç sokak sokak dolaştık; yine de bu şehre tekrar gitmeyi isterim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hue Gezi Rehberi: Vietnam’ın İmparatorluk Başkenti

Hue, 1802-1945 yılları arasında hüküm süren en son Vietnam Hanedanlığı’nın (Nguyen) başkenti, aynı zamanda dini ve kültürel merkezi olmuş. Hanedanlığın sona erip, Hanoi’nin başkent yapılmasıyla birlikte imparatorluk kentinin önemi giderek azalmış. Parfüm Nehri’nin iki yakasında kurulmuş olan Kent, Hanoi ve Ho Chi Minh’e göre düzenli, sakin ve trafiği yoğun değil. Bu yüzden trafik kazası oranı da düşükmüş. Turizme açık, sektörde çalışanlar daha profesyonel. Kentin turisti bile farklı; diğer kentlerde genç ve “Backpacker” turistler çoğunluktayken, Hue’de yaş ortalaması birden yükseliyor. Kenti tam ortadan bölen Parfüm Nehri’nin kuzeyinde Eski Kent ve Imperial Citadel (İmparatorluk Kalesi), güneyinde oteller, restoranlar ve yeni yerleşim bölgeleri bulunuyor.

Mimari ve kültürel açıdan değerli birçok yapı, 1947 yılında Fransızlar tarafından yıkılmış. Vietnam’ın ortasında bulunan Kent, stratejik konumu nedeniyle Vietnam Savaşı’nda da bombardıman altında kalarak çok büyük tahribata uğramış. Sömürge döneminin izlerini kaldırmak isteyen Sosyalist Devlet, 90’lı yıllara kadar Kent ile ilgilenmemiş. Bunca yıkıma rağmen hala zengin mimarisini koruyan Hue’yi ziyaret eden UNESCO Başkanı, kente hayranlığını “a masterpiece of urban poetry-kentsel şairaneliğin başyapıtı ” sözleriyle dile getirmiş. Anıtsal yapılar, 1993 yılında UNESCO Kültür Mirası Listesi’ne alınmış. Hanoi’den Hue’ye Vietnam Havayolları ile geldik (1 saat 10 dakika). Diğer havaalanlarında rastlamadığımız bir uygulama var; havaalanından çıkarken bagaj numaraları kontrol edildiğinden, bagaj etiketini saklamanız gerekiyor. Kent merkezine ulaşım taksi ile 15-20 dakika sürüyor (Taksi ücreti 11 Dolar). Hue’deki otelimizde hoş geldin içeceklerimizi içerken bir yandan ertesi günün programını yapıyoruz; ilk gün pagoda ve imparator mezarlarını göreceğiz. Parfüm Nehri’nin çevresinde sıralanan bu yapılar nehirden tekne/karayolundan taşıt, rehberli/rehbersiz, yemek dahil/hariç turlar ile ya da motosiklet kiralayarak gezilebilir. Biz otelin sunduğu tur seçeneklerini inceledikten sonra şöförlü araç kiralamayı (35 Dolar) uygun bulduk. İkinci gün Citadel ve Eski Kenti kendimiz gezdik.

Hue’yi video ile gezmek isterseniz.

Hue’de Gezilecek Yerler

Tapınaklar
Thien Mu Pagoda (Kutsal Kadın Tapınağı) Hue’ye üç kilometre uzaklıkta, Parfüm Nehri’nin kuzey kıyısında, Ha Khe tepesinde bulunan Thien Mu Pagoda, Vietnam’ın en yüksek pagodasıymış. Pagoda, Budistlerin dini yapılarının genel adı. Zamanında Orta Vietnam’da Budizm’in merkez tapınağı kabul edilen Tapınağın yapım yılı 1601. Nguyen Hanedanlığı döneminde 1844 yılında Hue’nin sembolü olan kule eklenmiş. Kentin her yerinden görülebilen kule, her katı Buda’nın farklı reenkarnasyonunu simgeleyen yedi kattan oluşuyor. Giriş ücretsiz. Hue’de bazı tapınak ve mezarlarda giriş ücretli ancak çok düşük tutarlarda.

Kuleden sonra sağda ve solda yer alan kameriyeye benzer yapılarda İmparator Phuc Chu döneminde yapılmış çan (1710) ile kaplumbağalı kitabe (1715) bulunuyor. 2,5 metre uzunluğunda ve 3.285 kg ağırlığındaki bronz çanın sesi 10 km uzaklıktan duyulabiliyormuş. Zamanın teknolojik koşullarında bu ebatta çanın yapımı büyük bir başarıymış.

Phuc Chu tarafından kaleme alınan kaplumbağalı kitabede; Budizmi yücelten ve bu inancın bölgede yayılmasına yardımcı olan rahibe övgüler varmış.

Dai Hung Tapınağı’nın avlusuna açılan kapıda tapınak koruyucularının ağaçtan yapılmış heykelleriyle karşılaşıyoruz. Yüzlerindeki saçların gerçek olduğunu öğrendiğimiz heykeller, bize çok özgün geliyor.

Uzakdoğu’da Türk olduğunuzu daha rahat ifade ediyor, üstelik ilgi görebiliyorsunuz; Dai Hung Tapınağı’nın önünde fotoğrafımızı çeken Güney Koreli sempatik çiftin, Türk olduğumuzu öğrenince birlikte fotoğraf çektirme talebinden mutlu oluyoruz.

Tapınağın ibadet yapılan bölümü, Dai Hung Tapınağı

Dai Hung Tapınağı’ndaki Buda heykellerinden sanırım en sevimlisi “Gülen Buda” heykeliydi.

?

Güney Vietnam’ın katolik Devlet Başkanı Ngo Dinh Diem’in Budistlere uyguladığı baskı politikasını protesto amacıyla 11 Haziran 1963 tarihinde, Saygon (Ho Chi Minh) kentinde kendini yakarak öldüren Budist rahip Thich Quang Duc’un eylem günü kullandığı araba, bu Tapınakta sergileniyor.

Protesto tüm dünyada ses getirmiş ve gazeteci Malcolm Browe son derece etkileyici fotoğrafı ile Pulitzer ödülü almış. Dönemin ABD Başkanı J.F. Kennedy “Bugüne kadar yayınlanmış hiçbir haber fotoğrafının bu fotoğraf kadar duygusal bir etki yaratmadığını” ifade etmiş ve bu olay Ngo Dinh Diem yönetiminin sonunu getirmiş.

Oldukça sade Tapınağın nehir manzaralı bahçesinde kuş, horoz ve su sesleri eşliğinde yürürken cidden huzur buluyoruz.

Tapınağın girişinde hediyelik eşya dükkanları var. Hue turistik bir kent olduğundan satıcılar ısrarcı olabiliyorlar; almayacağınız şeylerden uzak durup, alışveriş yaparken pazarlık yapmanızı öneririm.

Standing Buddha Temple

Programımızda olmamakla birlikte turist sever şoförümüzün sayesinde yolumuzun üzerindeki küçük bir tepede bulunan bu tapınağı da ziyaret ediyor ve tütsü yakarak gezgince dua ritüelimizi yerine getiriyoruz:))

Zamanı olanlar diğer önemli Tu Dam ve Dieu De Tapınaklarını da görebilirler.

İmparator Mezarları

Budizm’de bir mezar geleneği olmamasına rağmen Nguyen Hanedanları daha yaşarken mezarlarının nerede ve nasıl olacağını planlar ve yaptırırlarmış. İmparatorlar, ebedi istirahatleri için Kentin en güzel manzarasına sahip Parfüm Nehri’nin çevresini mekan seçmişler. Çok haklılar, benim de Aşiyan’da gözüm var, Tevfik Fikret’i kıskanıyorum dersem yalan olmaz!

İçlerinde göller, bahçeler, onur avluları, havuzlar, tapınaklar, mezarlar, saraylar gibi benzer yapılar bulunmakla birlikte, hepsi birbirinden farklı ve etkileyici mimariye sahip 7 imparatorluk mezarından önemli üçünü ziyaret ediyoruz. Anıt mezarlar aynı zamanda imparatorların kişiliklerine yönelik ipuçlarını da veriyor.

Tu Duc’s Tomb

Nguyen Hanedanlığı’nın 4. İmparatoru Tu Duc, 1848 ve 1883 yılları arasında ülkeyi yönetmiş ve on üç Nguyen İmparatoru içinde en uzun süre yönetimde kalan imparator olmuş.

Kent merkezine 8 km. uzaklıktaki Tu Duc’s Tomb, Hue’deki imparator mezarları içinde en güzeli kabul ediliyor. Etrafı duvarla çevrili, yaklaşık otuz dönümlük alana yayılan ve yapımı üç yıl (1864-1867) süren Mezar Kompleksinde tapınak, sunak, saray, tiyatro, mezar vb. 50 yapı varmış. Alçak gönüllülüğü ifade etmek için tüm yapıların isimlerine Khiem (Tevazu) kelimesi eklenmiş. Ancak mezarın yapımı için getirilen angarya ve ek vergilerin, halkı isyan noktasına getirdiğini göz ardı etmeyelim.

Kompleks, birbirine paralel iki dikey eksen üzerinde düzenlenen iki ana alana (Tapınaklar ve mezarlar olarak) ayrılmış.

Edebiyat, sanat, tarih ve Doğu felsefesi konularıyla da çok ilgili olan Tu Duc, ölümünden önce yazlık saray olarak kullandığı ve dinlendiği Mezar Kompleksinde birçok şiirini (ki dört bin şiiri varmış) Luu Khiem Gölüne bakan bu Xung Khiem Köşkünde yazmış.

Tapınaklara giden yoldaki giriş kapısı Khiem Cung Gate

Tu Duc’un sağlığında çalışma alanı olarak kullandığı Hoa Khiem Sarayı ölümünden sonra İmparator ve esi Hoang Le Thien Anh’a ibadet edilen tapınağa dönüştürülmüş. Tapınakta sergilenen eşyalar arasında cam üzerine değişik bir teknikle yapılmış resimler özellikle görülmeye değer.

Hoa Khiem Tapınağı’ndan sonra İmparatorun sağlığında dinlenme amacıyla kullandığı ancak ölümünden sonra annesi Tu Du’ ya ithaf edilen Luong Khiem Tapınağı’na ulaşılıyor. Sanatsever İmparator, bu Tapınağın arkasında sol taraftaki Minh Khiem odasında Minh Khiem Duong tiyatrosunun oyunlarını izlermiş. Bu tiyatro, Vietnam’da halen varlığını sürdüren en eski tiyatrolardan biriymiş. Tapınağın arkasında sağ tarafta ise imparatorluk eşyalarının bulunduğu Khiem Sarayı var.

Mezarlar alanında, Onur Avlusu, Kitabeli Köşk, İmparator ve eşi ile evlatlığı Kien Puc’a ait mezarlar yer alıyor.

Tu Duc 1,53 metre boyunda olduğu için “Onur Avlusu”ndaki bürokratların heykelleri İmparatorun boyunu aşmayacak ölçüde yapılmış. Hiyerarşinin her alanda gözetiliyor olmasını günümüz mantığıyla anlamak zor…

Kitabeli Köşk’te yer alan 20 ton ağırlığındaki taş kitabe, Vietnam’daki en büyük kitabeymiş. Kitabede İmparatorun otobiyografisinin anlatıldığı yazıtı, çocuğu olmayan Tu Duc kendisi kaleme almış. Kitabeli Köşkün iki yanındaki dikilitaşlar ise İmparatorun gücünü simgeliyormuş.

Bu alandaki diğer yapılar mezarlardan oluşuyor ancak, İmparatorun gerçek değil, temsili mezarı var. Nedendir bilinmez (Muhtemelen yağmacılardan korumak için) gizli bir yere gömülmüş ve İmparatorun defninde görevli 200 kişinin kafası kesilmiş. Güç ve paranın yol açtığı bu hüzünlü öyküsünü dikkate almazsanız; mimari tasarımında doğayla uyum içinde geleneksel bir zarafetin gözetildiği Kompleksten güzel bir parkta yürüyüş yapmış olmanın getirdiği hoş duygularla ayrılabilirsiniz!

Khai Dinh’s Tomb

Nguyen Hanedanlığı’nın 1916-1925 yılları arasında 9 yıl iktidarda kalan 12. İmparatoru Khai Dinh için yapılmış. 1920-1931 yılları arasında on bir yılda inşa edilen Mezar Kompleksinin yapımında hem geleneksel Vietnam hem de zamanın modern Fransız malzemeleri kullanılmış ve Orta Çağ Avrupa kalelerinden esinlenilmiş. 127 basamakla çıkılan Kompleks beş terastan oluşuyor. İlk çıkış basamağındaki duvarlarda devasa ejderha figürleri var.

İkinci terasta; kitabe köşkü, köşkün sağında ve solunda dikili taşlar, İmparatora saygılarını sunan üst düzeydeki sivil ve askeri bürokratları temsil eden heykeller ile fil ve at heykelleri bulunuyor.

Mezar Kompleksinin en önemli bölümü olan beşinci ve son terasta ise İmparatorun mezarı ve tapınağının bulunduğu Thien Dinh Sarayını görüyoruz.

Khai Thanh Tapınağı

Khai Dinh’in mezarı bronz heykelinin altındaymış.

Mezar Kompleksinin iç bölümünde; renkli cam ve seramiklerin kullanıldığı Vietnam geleneksel sanatını yansıtan rölyeflerin, çok değerli olduğu belirtiliyor. Tavan dekorasyonunda Batı’dan etkilenilmiş, ancak geleneksel figürler (ejderha ve bulut) tercih edilmiş. Kompleksin İmparatorun Avrupa hayranlığını yansıtan karanlık dış mimarisi ile oldukça renkli iç mimarisi arasındaki tezat dikkat çekiyor.

Dünyadaki tüm hanedanların hikayesi benzer; hepsinin bir “Lale Devri” dönemi var. Hanedanlığın gücünü kaybettiği son dönemlerinde yapılan bu oldukça gösterişli mezarın bir diğer özelliği tüm mezar kompleksleri içinde en yüksek maliyetli mezar olması.

Mang’s Tomb

Kompleks, Vietnam Hanedanlık mimarisinin başyapıtları arasında sayılıyor. Kentin 12 km. güneybatısında bulunan mezar ve aynı zamanda tapınak, Nguyen Hanedanlığı’nın 1820-1841 yılları arasında 21 yıl iktidarda kalan 2. İmparatoru Minh Mang için yapılmış. Bu dönem Hanedanlığın en parlak dönemi olarak kabul ediliyor. Vietnam’ın bağımsızlığını savunan ve sömürgeci ülkelere karşı duran İmparator tabii ki bu ülkeler tarafından sevilmiyor. On beş hektarlık alanı kaplayan ve yapımı 3 yıl (1840-1843) süren Mezar Kompleksinde 40 civarında yapı bulunuyormuş.

Etrafı 1200 metre uzunluğunda duvar ile çevrilmiş olan Komplekste esas yapılar, Minh Gölü’nün ortasından geçen ana eksen üzerinde şu şekilde sıralanmış:

Onur Avlusu

Kitabe Köşkü


İmparatorun oğlu Thieu Tri tarafından yazılan kitabesi

Hien Duc Kapısı

İmparator ve eşi Ta Thien Nhan’a ibadet edilen Sung An Tapınağı

Hoang Trach Kapısı

Minh Lau Köşkü; üç teras, üç doğal gücü (Yeryüzü, su, cennet) temsil ediyormuş.

Tüm bu yapıların sonunda köprüyü geçince minik bir tepe üzerinde, ağaçlar arasında bulunan Minh Mang’in mütevazı mezarına ulaşılıyor. Mezar kapısı yılda bir kez İmparator’un ölüm yıl dönümünde açılıyormuş.

Tasarımını sıkı bir Konfüçyüs hayranı olan Minh Mang’in yaptığı Mezar Kompleksinde “Feng Shui Felsefesi” esas alınmış. Kompleksin en önemli özelliği, denge ve simetrinin gözetilmesi imiş.

Mezar kompleksleri arasındaki mesafeler uzak ve gezmek zaman alıyor. Bu yüzden aralarda mola vermek gerekiyor. Şeker kamışı suyu içtiğimiz bir mola mekanında tütsü yapılan ve hediyelik eşya satılan bir dükkanı ziyaret ediyoruz.

Imperial Citadel (İmparatorluk Kenti)

Nguyen Hanedanlığını kuran Gia Long tarafından 1804 yılında yapımına başlanılmış ve 1833 yılında Minh Mang döneminde tamamlanmış. Etrafı 10 km uzunluğunda, 6,5 mt yüksekliğinde duvar ve duvarın dışında su kanalları ile çevrili Citadel’in içinde Çin-Pekin’deki “Mor Yasak Kent”ten esinlenilen (Yalnız imparator ve ailesinin kalabildiği, İmparator dışında hiçbir erkeğin giremediği) kale kent, idari ve askeri binalar, imparatorluk sarayları, tapınaklar, vb. 147 yapı bulunuyormuş. Citadel, Güney yönüne bakacak şekilde ve beş doğal elemente (su,toprak,ateş,ahşap,metal) göre tasarlanmış. 10 tane kapısı var, kapılar çıkış yönlerine göre isimlendirilmiş.

Citadel’e 1833 yılında Minh Mang döneminde inşa edilen, Güney yönündeki Ngo Mon Kapısından giriyoruz. Kapı, İmparatorun birliklerini gözden geçirdiği ve törenlerde kullandığı bir gözlem kulesi işlevi de görmüş. İleriye yürüdüğümüzde karşımıza Thai Hoa Sarayı çıkıyor.

Büyük törenlerin yapıldığı ve konukların ağırlandığı Thai Hoa Sarayı, Citadel’in en önemli yapısı sayılıyor.

?

Sarayın içinde fotoğraf çekimine izin verilmiyor, gizlice çektiğim tek kareyi paylaşıyorum.

1947 ve 1968 yıllarındaki savaşlarda en büyük hasarı Citadel ve özellikle Mor Yasak Kent görmüş. Bazı binalar restore edilmekle birlikte onarılmayı bekleyen çok yapı var. Zarar gören yapılardan tiyatro ve konser binası 1995-2001 yıllarında restore edilmiş.

Citadel; törenlerin yapıldığı, günlük işlerin yürütüldüğü, eğlencelerin düzenlendiği, dini vecibelerin yerine getirildiği (Tapınaklar), İmparator ve ailesinin ikamet ettiği (Mor Yasak Kent) gibi kullanım amaçlarına göre bölümlere ayrılmış. Bu bölümler arasındaki geçişleri sağlayan kapılar birbirinden güzel ve etkileyici.

Onarımı tamamlanmış yapılar

520 hektarlık alanı kaplayan Citadel için en az yarım gün ayırmak gerekiyor.

Citadel’in çevresinde yer alan Eski Kent

Tek yolcunun oturduğu üç tekerlekli bisiklet benzeri araçlarla Eski Kent’in sokaklarında keyifli bir tur yaptık.

Geniş ve düz bir alana yayılan bu eski yerleşim bölgesinde yaşayan halkın daha alt gelir grubundan olduğu anlaşılıyordu. İmparatorluk döneminin ihtişamından birden sade ve normal bir yaşamın içine daldık; sokaklarda odun kıran, dikiş diken insanlar da gördük, kahvehanelerde toplanmış boş oturan insanlar da…

Kentin etrafındaki kale kalıntılarında fotoğraf molası verdik.

Rölyefleri ile öne çıkan bir tapınağı ziyaret ettik.

Bir diğer durağımız da Ho Chi Minh’in çocukluğunda bir süre yaşadığı evdi. Ho Chi Minh çocukluğunda 10 yıl kadar ailesi ile Hue’de bu kulübede yaşamış.

Fotoğraflarda kullandığı yatağı ile annesinin dokuma tezgahı görülmektedir. Fransız hakimiyetinin olduğu dönemde bu kentte yaşadıkları, onun kişiliğine ve mücadeleci ruhuna önemli katkı sağlamıştır.

Dong Ba Pazarı

Nehrin kuzeyinde yer alan pazara Truong Tien Köprüsü’nden geçerek kolayca ulaşılabilir. Yiyecek pazarındaki rengarenk ve göz alıcı tezgahlarda bizim için oldukça değişik sebze, meyve ve deniz ürünleri satılıyordu.

Pazarın kapalı bölümünde ise ipek kıyafetler, şapkalar, geleneksel hediyelik eşyalar ile kurutulmuş meyveler, ilgimizi çekti.

Otelimiz Diamond Otel

Filipinlerden sonra Vietnam’daki otellerin açık büfe kahvaltılarından fazlasıyla memnun kaldık. Üstelik otel ücreti (kişi başı 10,8 Dolar) çok makuldu, çoğu Avrupa ülkesinde bu fiyata ancak kahvaltı yapılabilir.

Kent’in geçmişte dini merkez olmasının yansımalarını bugün de görmek mümkün; kaldığımız otelin önünde bir dua köşesi oluşturulmuştu. Başka binalarda da bu dua köşelerine sıkça rastladık.

Hue’deki iki günümüz yoğun geçtiğinden ve hava karardığından çok istediğimiz tekne gezisini gerçekleştiremedik ama nehir kenarındaki lotus çiçeğine benzer yerel bir restoranda, nefis gün batımını izlemeyi başardık.

Vietnam turlarında genel olarak Hanoi ve Ho Chi Minh kentleri geziliyor. Ancak Hue’nin de öncelikle görülmesi gereken kentler arasında olduğunu düşünüyorum. Hanoi Kuzey Vietnam’ın başkenti, Ho Chi Minh Güney Vietnam’ın başkenti iken, Hue de İmparatorluk başkentidir. Tarihi yapıların dışında, Parfüm Nehri ile kuzeyindeki puslu Ngu Binh Dağları’nın çehresine ayrı bir güzellik kattığı Hue’yi görmeden, yapılacak Vietnam gezisi eksik kalacaktır.

Vietnam’ın başkenti Hanoi’yi gezmek isterseniz.

Hanoi Gezi Rehberi

Vietnam’ın en büyük şehri Ho Chi Minh’i gezmek isterseniz.

Ho Chi Minh

Halong Bay’i gezmek isterseniz.

Halong Bay

Indochine: Gezgin Filmlerinde Bir Vietnam Öyküsü

Gezgin filmleri yazılarımız ile gezginlerin belirli destinasyonlarda gezileri öncesinde veya sonrasında izleyecekleri filmlerle, gezi anılarına bir tutam lezzet katmayı amaçlıyoruz. Bu nedenle gezilerimizle birlikte izlediğimiz ve beğendiğimiz filmleri de paylaşmak istiyoruz.

En çok filmi yapılan destinasyonların başında Vietnam geliyor. Vietnam gezi yazılarımızın yanı sıra konusu bu ülkede geçen güzel bir filmi yeniden hatırlatmak ve tanıtmak isterim.

Geçmişi savaşlarla ve işgallerle dolu ülke Vietnam, uzun yıllar Çin’in hakimiyetinde kaldıktan sonra Fransa, Japonya ve Amerika tarafından işgal edilmiştir. Ancak, Vietnam denince nedense aklımıza hep yakın dönem Vietnam Savaşı ve bunu anlatan filmler gelir. Vietnam’ın da içinde olduğu Fransız Hindiçini diye adlandırılan bölge (Laos, Kamboçya, Vietnam) 100 yıl Fransa’nın kolonisi olmuştur. İşte, Fransa kolonisi döneminin son yıllarında (1930-1954) geçen Indochine, Vietnam tarihinin daha az bilinen bu sömürge dönemini yansıtır.

Kauçuk plantasyonu işleten Eliane (Catherine Deneuve) ile evlatlık edindiği ve Fransız kültürüne uygun olarak kendi kızı gibi yetiştirdiği Camille (Linh Dan Pham), Saygon’da mutlu mesut yaşayıp giderken, yaşamlarına giren Fransız deniz subayı Jean-Baptiste (Vincent Perez) ile birlikte tüm dengelerini kaybederler. Birbirlerinden habersiz başlayan bu aşk üçgeni arasında romantik bir eksende ilerleyen film, arka planda ayrımcılığı, Fransızların halka uyguladığı zulmü, yerli halkın yoksulluğunu ve her şeye rağmen komünizmin yükselişini gösterir.

Vietnam’da doğduğu ve Fransa’yı hiç görmediği halde Eliane, bir Fransız’ın sahip olduğu tüm ayrıcalıklarıyla sömürgeci Fransa’yı temsil ediyor. Annesinin Tonkin Körfezi’nde ıssız bir adaya sürgüne gönderdiği Jean-Baptiste’i bulmak için yollara düşen naif ve kırılgan Camille, zaman içinde giderek politikleşerek Fransız sömürüsüne karşı radikal duruşun simgesine (bir kızıl prensese) dönüşüyor. Dünyanın değişebileceğine dair inancını korumak isteyen huzursuz, kararsız ve duygusal bir genç olan Jean-Baptiste ise aslında Camille’in ülkesinin gerçek yüzünü görüp değişmesinde bir katalizör konumunda. Fransızların gözünden aktarılan bu değişim biraz hızlı gerçekleşiyor ve boşlukta kalıyor ama…

Filmin bir sahnesinde Camille, Eliane’ye İmparator Minh Mang’in ahenk ve huzur içinde yatacağı uygun mezar yerini aramaya 25 yaşında başladığını belirterek, ” Ben de ahenkli bir yer hayal ediyorum ama yaşamak için ” der. Peki bu mümkün müdür?

Günümüzde sömürü sistemi, işgal ve konuşlanmaya bile gerek kalmadan, değişik yöntemlerle tüm şiddetiyle devam ediyor. Aklıma tam da bu konuya değinen, yakın zamanda izlediğim “Even the Rain-Yağmuru Bile” filmi geliyor neyse dağılmadan, Indochine – Indochine’ye dönersek; büyük bir bölümü Vietnam’da çekilen film oldukça etkileyici görselliği ile bize yine Vietnam’ın bilinmeyen bir başka yönünü, harika doğasını sunuyor.

Film, Fransız oyuncu Catherine Deneuve ile filmin çekildiği Halong Bay (Körfezi)’ nin dünyaca tanınırlığını sağlamış; hem oyuncunun hem de Körfezin şöhreti artmış. Catherine Deneuve en iyi kadın oyuncu ödüllerini alırken, Halong Bay’de UNESCO Doğa Mirası Listesi’ne dahil olmuş. Fransız yönetmen Regis Wargnier’in yönettiği film 1993 yılında “En İyi Yabancı Film Oscarı” ödülünü almış ve aynı yıl verilen başka ödüllerin çoğunu toplamış.

Fransızların Vietnam’da olup bitenler konusunda Fransız kalmalarının altını çizen, destansı bir sinema diline sahip bu muhteşem filmi izleyin, siz de Fransız kalmayın derim…

 

 

ve videomuzu izlemek isterseniz:

Filmle birlikte batı dünyasında tanınırlığı artan Halong Bay’i daha detaylı gezmek isterseniz;

Halong Bay; Vietnam’ın Düşler Diyarı  yazımızı okumak isterseniz.

Vietnam Gezi Rehberi – Gizemli Ülke

Oxford Gezi Rehberi: Asil, Zengin ve Üniversiteli

oxford

Memlekette Oxford vardı da biz mi gitmedik! diyen türkücümüz Urfa’da dünyanın en iyi üniversitesi var mıydı diyor. Bu seyahatimizde ülkemizde bir türkücünün bu veciz sözüyle bilinen Oxford’a gidiyoruz.

Oxford, İngiltere’nin güneydoğusunda bir üniversite şehridir. Yaklaşık 155.000 nüfusuyla küçük bir şehir olsa da Birleşik Krallık’ta nüfusu en hızlı artan şehirler arasındadır. Şehir Londra’dan 82 km, yaklaşık bir saat uzaklıktadır.

Tarihi geçmişi 8. yüzyıla kadar giden, kültürel ve tarihi açıdan önemli olan Oxford, İngilizce konuşulan ülkeler arasında dünyanın en eski üniversitesi Oxford Üniversitesi’ne ev sahipliği yapmaktadır. Oxford’daki binalar, Sakson döneminin sonlarından bu yana, İngiliz mimarlık dönemine ait kayda değer örnekler olarak gösterilmektedir. Oxford ekonomik olarak da gelişmiş bir şehir. Şehirdeki sanayi dalları arasında motor üretimi, eğitim, yayıncılık ve çok sayıda bilgi teknolojisi ve akademik sektöre hizmet eden bilime dayalı işletmeler yer almaktadır.

Oxford - England

Oxford Üniversitesi, dünyanın en ünlü ve prestijli yüksek öğretim kurumlarından biridir. Üniversite, The Times Higher Education Dünya Üniversite Sıralaması’na göre dünyanın bir numaralı üniversitesi olarak gösteriliyormuş. Dünyanın dört bir yanından gelen öğrencileriyle kozmopolit bir yapıya sahip olan Oxford, tarihi ve görkemli kolejleri, mimarisi ve kültürel geçmişiyle turistler için de bir cazibe merkezidir. Oxford, çoğu giriş ücreti ödemeden gezilen birçok müze, galeri ve koleksiyona ev sahipliği yapmaktadır. Bunların çoğu, Oxford Üniversitesi’nin bölümleridir.

Kurulduğu tarih bilinmemesine rağmen, 1096 yılında bu şehirde eğitim olduğuna dair belgelerin olduğu Oxford Üniversitesi, 1167 yılında II. Henry’nin İngiliz öğrencilerinin Paris Üniversitesi’nde okumasını yasaklamasıyla hızla büyümüş. Ancak 1209 yılında anlaşmazlıklar sonucu bazı akademisyenler Cambridge şehrine gitmiş ve burada Cambridge Üniversitesi’nin temellerini atmışlar. Bugün bu iki eski üniversite Oxbridge adıyla biliniyormuş.

Oxford Üniversitesi, üniversite içinde özerk, kendi öğrencilerini seçen, yapısı ve faaliyetlerini kendileri belirleyen toplam 38 kolejden oluşmakta.

Üniversitenin tüm binaları ve tesisleri şehir merkezi içinde yer almaktadır. Yani şehrin sokaklarında gezerken adım başı bir kolejle, bir üniversite yapısıyla karşılaşmak mümkün.

Üniversite, dünyanın en eski üniversite müzesi olan Ashmolean Müzesi’ne, dünyanın en büyük üniversite yayıncısı Oxford University Press’e ve Birleşik Krallık’ın en büyük kütüphane sistemi olan The Bodleian Library’ye ev sahipliği yapıyor. Oxford’un önemli mezunları arasında pek çok Nobel Ödülü sahibinin yanı sıra 27 Birleşik Krallık Başbakanı ve pek çok yabancı devlet başkanı bulunuyor.

Bu kısa özetten sonra artık gezmeye başlayalım mı!

Gezilecek Yerler

Glasgow’da başlayan otobüs yolculuğum sabah saatlerinde Londra’da Victoria İstasyonu yakınlarında son buldu. Oxford için önceden otobüs biletimi almıştım ve gidip durağını buldum. Bindiğimde boş olan iki katlı otobüsün üst katına çıkıp en öne oturdum. Camları da temizleselermiş iyi olacakmış! Otobüsten çektiğim bütün fotoğraflar lekeli çıkmış ama yine de yerimi çok sevdim.

Oxford - England

Pazar sabahı olması nedeniyle trafik oldukça sakindi. Yolculuğumuz yaklaşık 1 saat sürdü. Oxford’a Londra’dan trenle de ulaşmak mümkün. Trene Paddington Tren İstasyonu’ndan binilebiliyor. Otobüs biletimi alırken incelemiştim ancak tren biletleri otobüs biletlerine göre çok pahalı geldi bana. Otobüs biletlerini önceden alırsanız oldukça uygun fiyata bulunabiliyor. Bir de Oxford’ta otobüs terminali şehrin merkezinde olduğundan hemen kendinizi sokaklara atabiliyorsunuz. Oysa trenle giderseniz Oxford İstasyonu’nda inip tekrar otobüsle şehir merkezine gitmek gerekiyor.

Oxford’a girer girmez muhteşem mimarisi olan binalar, her iki yandan gözlerimi şenlendirerek akmaya başladı. Burası gerçekten bir masal şehri, insanlar modern kıyafetlerle buraya tezat teşkil ediyor.

Aşağıdaki saatten de anlaşılacağı üzere Oxford’a saat 10.10 civarında ulaşmış oldum.

Oxford - England

Otobüs son durak olarak Gloucester Green Otobüs Terminali’nde durdu.Terminalin açıldığı meydana turistler için yön tabelaları da konulmuş.

Tabelada gördüğüm Asmolean Müzesi’ne doğru yürümeye başladım. İstasyondan kısa bir yürüyüş mesafesinde olan Müzeyi çabucak buldum.

İşte burada size bir tüyo vermek istiyorum. Akşam Türkiye’ye geri döneceğim için büyük bir sırt çantasıyla gelmiştim. Onca yükle şehri gezemeyeceğimi düşündüğümden gelmeden önce araştırma yaptım. Oxford’da bir hostelin az bir ücret karşılığı bagaj emaneti aldığını okumuştum ve buraya gitmeye niyetlenmiştim. Sonra kafamda bir şimşek çaktı ve bazı müzelerin büyük çantaları sergi eşyalarının güvenliği nedeniyle müzeye almadıklarını ve bunlar için bir emanet odası oluşturduklarını hatırladım. Bu müzenin sayfasına bakınca böyle dolaplar olduğunu gördüm. Bu yüzden önceliğim bir an önce bu müzeye gidip sırtımdaki yükten kurtulmak oldu.

Sadece el çantamı aldım. Artık rahat rahat müzede dolaşabilirdim. Sıkı durun şimdi dünyanın en güzel müzelerinden birisini gezeceğiz.

The Ashmolean Museum of Art and Archaeology – Ashmolean Sanat ve Arkeoloji Müzesi

Oxford - England

Müze binasının kendisi zaten bir mimari şaheser. Beaumont Caddesi’ndeki Ashmolean Sanat ve Arkeoloji Müzesi, dünyanın ilk üniversite müzesi ve İngiltere’deki en eski müzeymiş. İlk binası 1678-1683 yıllarında inşa edilmiş. Mevcut bina ise daha sonra 1841–1845 yıllarında inşa edilmiş. Müze, 2009 yılında büyük bir restorasyonun ardından yeniden açılmış.

Ana müzede, arkeolojik örnekler ve güzel sanatlarla ilgili koleksiyonlar sergilenmektedir.

Müzede Mısır mumyaları, İslam sanatı, Hint tekstili, antik belgeler, nadir porselenler, gümüşler, paha biçilmez müzik aletleri gibi eserler dört katta sergilenmektedir.

Türkiye’den götürülmüş eserler de mevcut. Bergama Great Altar’dan eşsiz parçalar sergileniyor.

Müze, Raphael öncesi resim, majolika çanak çömlekleri ve İngiliz gümüşlerinde en iyi koleksiyonlardan birine sahipmiş.

Bölüm ayrıca Eski Mısır ve Sudan’dan geniş bir antika koleksiyonuna sahiptir. Bunlara ilaveten Müze, Mısır biliminin gelişimi için Griffith Enstitüsü’ne ev sahipliği yapmaktadır.

Çeşitli söyleşiler ve sergilerin de yapıldığı bu Müze Pazartesi hariç diğer günler 10.00 – 17.00 saatleri arasında ücretsiz olarak ziyaret edilebiliyor.

Montagna, Lorenzo, Titian, Caravaggio, Rodin, Vuilllard, Renoir, Degas, Pablo Picasso, Vincent van Gogh, Giambattista Pittoni, Paolo Uccello, Anthony van Dyck, Peter Paul Rubens, Paul Cézanne, John Constable, Claude Lorrain, Samuel Palmer, John Singer Sargent, Piero di Cosimo, William Holman Hunt ve Edward Burne -Jones’den resimler, heykeller

Antonio Stradivari tarafından yapılan keman Messiah Stradivarius.

Prehistorik Mısır ve bunu takip eden Early Dynastic Period of Egypt (Mısır’ın Erken Hanedanlar Dönemi)’nden geniş bir antika koleksiyonu bulunmaktadır.

Daha neler neler, çok zengin koleksiyona sahip müzeden buraya aktarabildiğim eser ve resimlerin çok sınırlı olabileceği açık. Oxford gezinizde bu müzeye zaman ayırmayı unutmayın.

Burada bir de ilginç bir olay yaşanmış. 31 Aralık 1999’da yeni yıl kutlamalarına eşlik eden havai fişeklerin fırlatıldığı sırada hırsızlar, bitişik binadan Müzenin çatısına tırmanmışlar. Ancak sadece Cézanne’nin manzara resmi olan View of Auvers-sur-Oise tablosunu çalmışlar. 3 milyon Sterlin değerinde olan resim, Cézanne’ın erken dönemden olgun döneme geçişini gösteren önemli bir esermiş. Hırsızlar aynı odadaki paha biçilmez diğer eserleri görmezden geldiklerinden ve çalınan Cézanne tablosunun sonradan satışı da yapılmadığından, bu hırsızlığın bir sanatseverin nokta siparişi olduğu düşünülmekteymiş!

Müzeden çıkınca yakındaki Magdalen Caddesi’nde küçük meydanda Martyrs Memorial (Şehitler Anıtı) yerleştirilmiş. 16. yüzyıl Oxford Şehitlerini anmak için yapılmış 1843 yılında yapılan anıt  Victorian Gotik stilinde tasarlanmış.

Oxford - England

Yürüyerek George Street’e geldim. Burası çok kalabalık ve canlı bir caddeydi.

Oxford - England

Çok güzel caddelerden yürüyerek tamamen tesadüfen Oxford’un en ünlü caddesi olan Cornmarket Street’e gelmişim. Caddede St. Michael Kilisesi ve The Saxon Tower bulunuyor.

Oxford - England

Şehirde başka ünlü kuleler var ama zamanım kısıtlı olduğundan önüme çıkanı değerlendirmek zorundaydım. Bu kilisenin The Saxon Kulesi isimli kulesinden şehri panoramik olarak görebilecektim.

Saxon Kulesi pazartesiden cumartesiye kadar 10.30-17.00 ve pazar günleri 12.00-17.00 arası açık. Kuleye çıkış ücreti kişi başı 3 pound ve 3 pound daha ödenip kilise rehber eşliğinde gezilebiliyor. Hemen ücreti ödeyip kilisenin içine girdim. İçeride bir koro çalışması vardı, bir süre onları dinlemeyi tercih ettim.

Saxon Tower

St Michael at the North Gate, Ship Street ile Cornmarket Street’in kesiştiği yerdeki bir kilisenin adıdır. Kilisenin bu adı, şehir bir surla çevriliyken kilisenin kuzey Oxford kapısı yakınına inşa edilmesi nedeniyle verilmiş.

Oxford - England

1040 yılından bu yana ayakta kalan kulesiyle, 1000-1050 civarında inşa edilen kilise Oxford’un en eski binası. Mercan parçalarından inşa edilmiş. Kilisenin kuzey koridoru ve haç şeklindeki uzantıları 1833’te yeniden inşa edilmiş.

Oxford - England

Oxford Şehitleri, 1555 ve 1556 yıllarında şehir duvarlarının hemen dışında şimdilerde Broad Street’in yakınlarında olan bir direğe bağlanarak yakılmadan önce kilise tarafından Bocardo Hapishanesi’nde tutulmuşlar. Hücre kapıları halen kilisenin kulesinde sergileniyor.

Oxford - England

Oxford Kalesi’ne gidemedim ancak Kuleden burayı az da olsa görme şansı buldum.

Oxford Kalesi

Oxford’da görülebilecek en ilginç ve değişik yerlerden biri Orta Çağ’dan kalma 1000 yıllık bir tarihe sahip olan ve insafsız işkencelerin de yapıldığı bir hapishaneye sahip Oxford Kalesi. Kaleye giriş 10.00-16.20 saatleri arasında olup turla gezilen kalenin ücreti 11.95 Sterlin.

Buradan çıktığımda Oxford’un en ünlü caddesinde gezmeye başladım. Her şehirde olduğu gibi Oxford’da da trafiğe kapalı ve birçok ünlü mağaza, dükkan ve cafenin bulunduğu, şehrin adeta kalbinin attığı hareketli caddeler bulunuyor. Bunlardan birisi olan Cornmarket Street, şehrin en popüler caddesi.

Oxford - England

Bu caddenin solunda kalan ilk cadde ise Oxford’un bir diğer güzel caddesi Queen Street.

Oxford - England

Önce çevredeki güzel dükkanlarıyla Broad Street‘i keşfettim.

Sonra Oxford’da en azından bir kolej gezebilmek için girişe yöneldim. Oxford Üniversitesi’ndeki kolejlerin hepsi turistlere açık değilmiş. Gezilebilenlerin arasında en güzel okullardan biri Balliol College. Kolejin girişini Sheldonian Tiyatrosu’nun önünden düz devam ettiğinizde ileride sağda görebilirsiniz. Giriş ücreti kişi başı 3 Sterlin.

Balliol College

Oxford - England

1263 yılında kurulan Balliol College Oxford Üniversitesi’nin en eski kolejlerinden biri. Durham’daki Barnard Kalesi’nde bulunan zengin bir toprak sahibi olan John I de Balliol tarafından bu kolejin kurulması için çok yüklü bir bağış yapılmış.

Üniversitenin mezunları arasında üç eski başbakan, (bir zamanlar Balliol erkeklerini “zahmetsiz bir üstünlüğün sakin bilincine” sahip kişiler olarak tanımlayan HH Asquith, Harold Macmillan ve Edward Heath), Norveçli Harald V, 5 Nobel ödüllü kişi, Adam Smith, Gerard Manley Hopkins ve Aldous Huxley gibi sayısız edebiyatçı ve filozof ile 1360’larda kolejin üstadı olan ve İncil’i İngilizceye çeviren John Wycliffe bulunmaktadır.

Yedi yüz yıldan fazla bir süre Balliol College’e sadece erkekler kabul edilmiş. 8 Mart 1977’de Üniversite tarafından kadınların kabulüne izin verilmiş.

Balliol ayrıca kaplumbağalarıyla adını duyurmuş. Kolejde en az 43 yıl yaşamış olan orijinal kaplumbağa, ünlü Alman Marksist Rosa Luxemburg’un adını taşıyormuş ve Rosa olarak biliniyormuş. Kampüste bulunan kaplumbağanın bakımı, her yıl Balliol öğrencilerine verilen görevlerden biriymiş ve bu göreve “Yoldaş Kaplumbağa” diyorlarmış.

Üç Sterlin ödeyip biletimi aldıktan sonra girişe yöneldim. Önce büyük bir avluya adım attım.

Oxford - England

Sonra Üniversitenin küçük şapeline girdim. Özellikle vitray pencereler çok hoş gözüküyordu. Güneş ışığı yansıttığından çektiğim fotoğraflarda çok net gözükmüyor.

Oxford - England

Gittiğim gün Üniversitenin yaz okulu kayıtları yapılıyormuş. Bir çok aile ve ellerinde bavulları olan gençler akın akın buraya geliyordu.

Oxford - England

Ne kadar bakımlı binaları ve bahçesi var.

Üniversitenin önündeki kürenin simgesel bir anlamı olsa gerek.

Kilisenin bahçeden görünümü de şöyle.

Oxford / England

Üniversitenin Senato Salonunun yeni kayıt yaptıranlar için hazırlanmış olduğunu gördüm.

Oxford / England

Bahçede 400 yaşında olan bir Mulberry ağacı bulunuyor. Bahçesi çok güzel ve bakımlıydı. Hatta bazı yerlerde tarihi eser gibi bazı sergiler de bulunuyordu.

Balliol Kolej’den çıkıp biraz ilerleyince diğer bir ünlü kolej, Trinity Koleji karşıma çıktı. Balliol gibi 3 Sterlin karşılığında gezilebiliyor.

Oxford / England

Uzun yıllardır, Balliol öğrencileri ile doğu tarafındaki komşuları olan Trinity Koleji öğrencileri arasında geleneksel ve sert bir rekabet yaşanıyormuş. Bu rekabet sahada ve nehirde yapılan sporlarla, iki kolej arasındaki duvarlar üzerinde söylenen şarkılarla ve bazen diğer koleje “baskınlar” yapılarak ortaya konuluyormuş.

Oxford / England

Caddenin karşı tarafında ise Museum of the History of Science yani Bilim Tarihi Müzesi bulunuyor.

Museum of the History of Science – Bilim Tarihi Müzesi

Oxford / England

Bilim Tarihi Müzesi, dünyanın en eski müze amaçlı inşa edilmiş binasında, Broad Street’de yer almaktadır. Antik dönemden 20. yüzyıla kadar 15.000 eser içermektedir ve bilim tarihinin neredeyse bütün yönlerini sergilemektedir. 1683 yılında inşa edilmiş olan müzede, Albert Einstein’ın 1931’de Oxford Üniversitesi’nde kullandığı yazı tahtası da sergilenmekteymiş. Müze girişi ücretsiz. Benim zamanım olmadığından burayı gezemedim ama aklım kaldı.

Müzenin hemen yanında ise bir başka mimari şaheser olan The Sheldonian Theatre bulunuyor.

The Sheldonian Theatre

Oxford / England

Clarendon Binası’nın sağında Sheldonian Tiyatrosu yer alıyor. Bu tiyatro binası, Oxford Üniversitesi için 1664-1669 yılları arasında inşa edilmiş. Binaya, o zaman Üniversite Şansölyesi olan ve projenin ana mali destekçisi Gilbert Sheldon’ın adı verilmiş. Christ Church Dramatic Society tarafından 2015 yılında Arthur Miller’in “The Crucible” eseri burada sahneleninceye kadar salon dramalar için kullanılmamış ve sadece müzik konserleri, konferanslar ve Üniversite törenlerinde kullanılmış.

Bina, tavanın ortasında, ana tavan üzerinden kubbeye açılan bir merdivenle erişilebilen, sekiz kenarlı bir kubbeye sahiptir. Kubbenin her tarafındaki büyük pencereler Oxford’un merkezine bakmaktadır.

Tiyatro binası şimdilerde, müzik resitalleri, dersler, konferanslar ve Üniversite tarafından düzenlenen çeşitli mezuniyet törenleri için kullanılıyormuş.

Tiyatro, 1000 kişilik olup Broad Street’in bitişiğindeki Bodleian Kütüphanesi’nin bir parçası olarak kurulmuş.

Burayı da doğal olarak gezemedim ve yolun devamında karşıma The Bodleian Library çıktı.

The Bodleian Library – Bodleian Kütüphanesi

Oxford / England

Bodleian Kütüphanesi, Oxford Üniversitesi’nin ana araştırma kütüphanesi ve Avrupa’daki en eski kütüphanelerden biri. 1602 yılında kurulan kütüphanede farklı dillerden de yüzlerce kaynak bulunmaktadır.

Toplamda 190 km uzunluğundaki raflara yerleştirilmiş 11 milyondan fazla cilde sahip olan Bodleian Kütüphanesi, İngiltere Kütüphanesi’nden sonra Birleşik Krallık’taki en büyük ikinci kütüphanedir. Bodleian yasal bir emanet kütüphanesidir ki bu, İngiltere’de yayınlanan her kitabın ücretsiz bir kopyasını talep etme hakkına sahip olduğu anlamına gelir. Bu nedenle koleksiyonu her yıl beş kilometreden fazla raf hacmi kadar büyümektedir.

Ziyaretçiler, 15. yüzyıldan kalma İlahiyat Okulu, Orta Çağ Dükü Humfrey Kütüphanesi ve Radcliffe Camera gibi tarihi odalarını görmek için rehberli ve ücretli Eski Bodleian Kütüphanesi turuna katılabilir.

Radcliffe Camera

Oxford / England

Oxford Üniversitesi’nin bir parçası olan The Radcliffe Camera (Latince’de “oda” anlamına gelen Camera) 1737-1749 yıllarında neo-klasik tarzda tasarlanmış. Bu yapı Radcliffe Bilim Kütüphanesi’ne ev sahipliği yapmaktadır.

Kütüphanenin inşaatı ve bakımı, zamanının ünlü bir doktoru olan John Radcliffe’nin 1714’te ölümünden sonra buraya bıraktığı 40.000 Sterlin’lik miras ile finanse edilmiş.

Bu bina halen Radcliffe Camera olarak bilinmesine rağmen, Bodleian için bir okuma odası olarak kullanılmaya devam etmektedir.

Şehrin simgesi haline gelmiş bu yapının içine girmek isterseniz, Bodleian kütüphanesine 15 Sterlin ödenerek burası da görülebiliyormuş.

Bu yapının hemen arkasında ise Brasenose Koleji bulunuyor.

Oxford / England

The University Church of St Mary the Virgin – Bakire St Mary Üniversitesi Kilisesi

Oxford / England

High Street’in kuzey tarafında bulunan bir kilisedir. İngiltere’nin en güzel kiliselerinden biri olarak gösterilmektedir. 13. yüzyıldan günümüze kalan kilise Barok mimari tarzı ile inşa edilmiş. Oxford Üniversitesi’nin genişlediği alana inşa edilmiş olduğundan ibadet edenlerin neredeyse tamamını üniversite ve kolejlerden gelenler oluşturuyormuş.

St Mary, High Street’e bakan eksantrik bir barok sundurmaya ve bazı kilise tarihçilerinin İngiltere’deki en güzellerden biri olduğunu iddia ettiği bir kuleye sahip.13. yüzyıldan kalma kuleye ücret ödeyerek çıkılabiliyormuş. Kule, tarihi üniversite şehrinin merkezini, özellikle Radcliffe Meydanı, Radcliffe Camera, Brasenose College, Oxford ve All Souls College’i görebilecek güzel bir manzaraya sahipmiş.

Bütün bu yapıları hep dışarıdan görmek zorundayım çünkü bunları gezecek vaktim yok. Yine de kilisenin içine hızlı bir şekilde bakmaktan kendimi alamadım.

Kiliseden çıkarak hızlıca gezmeye devam ettim. Binalar o kadar etkileyici ve görsel olarak zengin binalar vardı ki seyrine doyum olmuyordu. Bu yürüyüş sırasında şehrin yine önemli bir caddesi olan High Street’e gelmişim.

Oxford / England

High Street’de bulunan Rhodes Binası‘nın dış yüzünde heykeller bulunuyor. Bu bina üniversitenin eski öğrencisi olan Cecil Rhodes tarafından Oriel Koleji’ne bağışlanan 100.000 Sterlin kullanılarak inşa edilmiş. Ön tarafta tam ortada Cecil Rhodes’in bir heykeli ve her iki taraftaki heykellerin başında da iki kralın heykeli yerleştirilmiş.

Oxford / England

Caddelerde böyle amaçsız gezerken tesadüfen Kapalı Çarşıyı gördüm ve içeri girdim.

Covered Market – Kapalı Çarşı

Kapalı Çarşı, Oxford’un merkezinde, büyük kapalı bir yapı içerisinde tezgahlar ve dükkanların bulunduğu tarihi bir pazar. Çarşı, 1774’te açılmış ve hala aktif olarak kullanılan bir pazar. Bu tarihten önce tezgahlar Oxford’un merkezindeki ana caddelere kuruluyormuş ve halk bunların “düzensiz, dağınık ve lezzetsiz tezgahlar” oldukları konusunda şikayet edince bu kapalı pazar yeri inşa edilmiş.

Başlangıçta 20 kasap dükkanı inşa edilmiş ve 1773’ten sonra etin sadece pazarın içinde satılmasına izin verilmiş. Bundan sonra sonra pazar, bahçe ürünleri, domuz eti, süt ürünleri ve balık tezgahları ile büyümüş.

Hediyelik eşya dükkanları, pastaneler, dondurmacılar ve cafeler de var. Özellikle cumartesi günleri çok hareketli oluyormuş. Mayıs 2017’de, Kapalı Çarşı, Prens Charles ve Cornwall Düşesi tarafından ziyaret edildiğinde “Kraliyet onay mührünü” de almış.

Çarşıdan çıkıp yürüyerek Cornmarket’e geldim ve kalabalığın arasına karıştım.

Cornmarket Street üzerinde bulunan bir kulenin önü çok kalabalıktı ve ne olduğunu anlamak için yaklaştığımda bunun Carfax Kulesi olduğunu öğrendim.

Carfax Kulesi

Oxford / England

Carfax Kulesi 12. yüzyıldan kalma St. Martin’s Kilisesi’nin bugünlere gelebilmiş tek parçası imiş. Kuleden Oxford’u panoramik olarak izlemek mümkün ve 99 basamakla çıkılan kulenin giriş ücreti 2.70 Sterlin.

Yine bilinmeyene doğru bir yürüyüş ve muhteşem binalara bir bakış. St. Aldate Street’de çok güzel binalar vardı. Gördüğüm bu güzel binalardan biri de St. Aldate Müzik Fakültesi.

Oxford / England

Üniversitenin St. Aldate Müzik Fakültesi‘nde, Orta Çağ’dan günümüze kadar batı klasik müzik enstrümanlarının bir koleksiyonu olan Bate Müzik Aletleri Koleksiyonu bulunmaktaymış.

Christ Church Cathedral

Oxford / Englan

Bu Katedral, Oxfordshire, Buckinghamshire ve Berkshire bölgelerini kapsayan Oxford piskoposluğunun katedrali olarak belirlenmiş. Aynı zamanda burası Oxford Üniversitesi’ndeki Christ Church Kilisesi’nin şapelidir. Katedral ve kolej şapeli olarak üstlendiği bu ikili rol, İngiltere Kilisesi’nde başka bir yerde bulunmuyormuş.

Katedral aslında St Frideswide’ın Manastır kilisesiymiş. Bu bölge tarihsel olarak, Oxford’un koruyucu azizi St. Frideswide tarafından kurulan rahibe manastırının bulunduğu yer olarak kabul ediliyormuş. Şu anda Latin Şapeli’nde bulunan ve 1180’de yeniden inşa edilen türbeye taşınan kalıntılar için 12. yüzyıldan 16. Yüzyılın başlarına kadar hac yapıldığı görülmüş.

Christ Church Cathedral, aynı zamanda İngiltere Kilisesi’ndeki en küçük katedrallerden biridir.

Christ Church, hem kolej hem de üniversite kilisesi olarak hizmet veriyor. Christ Church, onüç İngiliz başbakanı (diğer Oxbridge kolejlerinden daha fazla), Kral Edward VII, Hollanda Kralı II. William, onyedi Başpiskopos, yazarlar Lewis Carroll (Alice Harikalar Diyarında) ve W.H. Auden, filozof John Locke ve bilim adamı Robert Hooke olmak üzere önemli mezunlar vermiş. Ayrıca Albert Einstein, 1931-1933 tarihleri arasında burada ders vermiş. İlk kadın lisans öğrencileri ancak 1980 yılında Christ Church Kolejine kayıt yaptırabilmiş.

127 basamakla çıkılan kilisenin kulesinden çok nefis bir manzara görülebiliyormuş. Harry Potter hayranları sıkı durun filmde geçen Hogwart Salonu Christ Church’de yer alıyormuş. Filmin çekildiği yerler için özel turlar düzenleniyormuş. Christ Church kampüsünün ana giriş kapısı Tom Kulesi’nin bulunduğu yer.

Kampüste yer alan diğer yapılar ise Christ Church Library ve Christ Church Picture Gallery’dir.

Bu güzel yapı da Museum of Oxford ve konserlerin verildiği Town Hall binası.

Oxford / England

Bridge of Sighs – İç Çekiş Köprüsü

Oxford / England

Çoğunlukla “İç Çekiş Köprüsü” olarak adlandırılan Hertford Köprüsü, Oxford’daki New College Lane yolu üzerinde Hertford Koleji’nin iki bölümünü birbirine bağlayan bir köprü. Köprünün “İç Çekiş Köprüsü” olarak adlandırılmasının nedeni öğrencilerin sınavlarına yetişmeye çalışırken üzerinde iç çekmeleriymiş! Şehrin simgesi sayılan bu köprü 1914 yılında inşa edilmiş.

Venedik’te bulunan Bridge of Sighs’in bir kopyası olduğu söylenmekle birlikte aslında yine aynı şehirdeki Rialto Köprüsüne daha çok benzediği tespit edilmiş.

Oxford şehri aslında bir tam günde ve yürüyerek dolaşılabilecek bir şehir. Ben tüm gün ayıramadığımdan gezemediğim yerler kaldı. Onlardan da kısaca bahsederek Oxford’a gideceklere rehber olmak isterim.

National History Museum – Tabiat Tarihi Müzesi: Girişin ücretsiz olduğu Tabiat Tarihi Müzesi’nde Üniversitenin zoolojik, entomolojik ve jeolojik örnekleri sergileniyor.

Pitt Rivers Müzesi: 1884 yılında kurulan ve 500.000’den fazla öğeyi barındıran Üniversitenin arkeolojik ve antropolojik koleksiyonlarının sergilendiği bir müze.

Christ Church Resim Galerisi: General John Guise’nin bağışladığı 200’den fazla ünlü ressamın resim koleksiyonuna sahiptir.

Üniversite ayrıca, Oxford University Press Müzesi’nde bir arşive sahiptir. Oxford’daki diğer müzeler ve galeriler arasında Modern Art Oxford, Oxford Müzesi ve The Story Müzesi sayılabilir.

Kitapseverlerin Oxford’da çok sevecekleri bir yer ise Blackwell’s Books kitapevidir.

Gezilebilecek diğer önemli bir yer de Botanik Bahçeleridir.

Oxford’da yapılabilecek en ilginç ve eğlenceli aktivite “punting” olarak adlandırılmaktadır. Magdalen Köprüsü’nde Punt denilen bu tekneleri kiralayabiliyormuşsunuz.

Son olarak da Oxford’a yakın olan Village Outlet Alışveriş Merkezi gezilebilir.

Son Söz

Oxford’u bir günde tam anlamı ile gezdim demek bu şehre haksızlık olur. Sanki bir film setine geldim veya bir masal diyarına ışınlandım. Ya da Ortaçağ’ın gizemli havasını sokaklarda doyasıya soludum. Hogwards adı verilen Great Hall yani Büyük Salonu göremesem de Harry Potter filmlerini izleyenler ne demek istediğimi anlayacaklardır. Tadı damağımda kalan bu tarihi üniversite şehrine tekrar gidip görmediğim, gezemediğim yerleri de ziyaret etmek isterim.

Dublin Gezi Rehberi; Edebiyat Başkenti

İrlanda, izlediğim filmlerin*, oyunların ya da okuduğum kitapların etkisinden olacak, hep merak ettiğim ve sempati duyduğum bir ülke oldu. Yani bazı ülke ve örgütlerin sanat ve kültürü kullanarak algı yaratma çabaları boşuna değil! Fakat bu ada ülkesi ile kavuşmamız Ferhat’ın dağları delmesi kadar olmasa da az meşakkatli olmadı…

Londra için KLM’den (Amsterdam aktarmalı) uygun bilet bulunca dönüş biletimizi Dublin üzerinden aldık (gidiş dönüş toplam 159 Euro). Çok öncesinden (9 ay) bilet almanın dezavantajları da olabiliyor tabii. KLM’nin değişen uçuş saatleri bize uymayınca gidiş biletimizi Paris aktarmalı Air France ile değiştirdik. Bu değişikliği yaparken ben her zamanki dalgınlığım ile biletimi arkadaşımdan bir gün sonraki tarihe almışım. Promosyon bileti olduğu için tarihi değiştirmem mümkün olmadı. Bununla bitmedi tabii, arkadaşım Air France ile sorunsuz bir şekilde Londra’ya ulaşırken tam yola çıkacağım gün check-in sırasında Air France uçuşunun grev nedeniyle iptal edildiğini öğrendim. Satış acentası ile iletişim kuramadım, neyse internet üzerinden biraz uğraşarak aynı saatlerde Londra’ya varan THY uçuşunu onaylamayı başardım. Ankara İstanbul uçuşumu Air France’nin saatine ayarladığım için İstanbul Atatürk Havalimanı’nda 8 saat bekledim. KLM ile başlayıp Air France ile devam eden yol hikayem THY ile mutlu sonlandı, Londra’ya planladığım saatten önce ulaştım. Öğrendiğime göre Macron sonrası grevler çok artmış, sorun yaşamamak için Air France’den uzak durmakta fayda var.

Konuya gelelim Londra ile Dublin’in alakası ne diyeceksiniz, çok alakası var; İngiltere ve İrlanda yeşil pasaport dahil vize uyguluyor, öncesinde İngiltere’ye giriş yapmış olmanız koşuluyla İrlanda’da İngiltere vizeniz geçerli sayılıyor. Londra seyahatimiz sonrasında İrlanda’ya İngiltere turist vizemizle geçtik.

Bu arada haritada da görüldüğü gibi İrlanda İngiltere’nin batısında, Londra’dan Dublin’e uçmak hem süre hem uçak fiyatlarının uygunluğu nedeni ile son derece kolay oluyor.

İrlanda Adası’nın ikinci büyük şehri ve Kuzey İrlanda’nın başkenti, Belfast Gezi Rehberi; Özgürlük Sevdalısı İrlandalı yazımızı okumak isterseniz.

Ulaşım

Dublin’e THY’nin İstanbul’dan doğrudan uçuşu var. Dublin-Dalaman hattında Ryanair’in doğrudan uçuşları başlamış bulunuyor. KLM, British Airways, Lufthansa gibi firmaların aktarmalı uçuşları ile de gidilebilir. Biz Londra’dan Ryanair ile uçtuk.

Havalimanı şehir merkezinden 10 km uzaklıkta. Şehirde metro yok. İrlandalılar genel olarak havalimanına ulaşımı kendi araçlarıyla sağlıyorlar. Toplu ulaşım aracı otobüsler belirli saatler arasında çalışıyor. Yalnız değilseniz en iyi seçenek taksiye binmek görünüyor. Şehir merkezine taksi ücreti 24-30 Euro civarında tutuyor.

Bizim durumumuza düşmeyin diye yaşadığımız deneyimi paylaşmak isterim; Havalimanına geç saatte indik, pasaport kontrolünde de çok bekleyince vakit hayli ilerledi. Terminal 1 den otobüs duraklarının bulunduğu yola çıktık. Durak levhası üzerinde şehir merkezi yazdığı için hiçbir şey sormadan gelen hınca hınç dolu otobüse kendimizi attık. Şoför sırayla alfabenin harflerini söyleyip, arabalarının bulunduğu park yerine gelen insanlar birer birer inmeye başlayınca park şirketinin shuttle servisine bindiğimizi anladık. Kilometrelerce alana yayılan park alanı düşünün. Z harfini anons ettiğinde inmemizi bekleyen şoföre aslında şehir merkezine gitmek istediğimizi söyledik. Havalimanının devasa park alanında ring yaparak başladığımız noktaya döndük. İlk kez böyle bir uygulama ile karşılaşıyorduk kendi aramızda çok eğlendik. Otobüs durağında shuttle için bekleyen bir yolcudan bu saatte şehir merkezine otobüsle ulaşımın olmadığını öğrenince az ilerideki taksilere yöneldik.

Taksiye biner binmez dobra bir ses tonuyla konuşan, şoför Nebahat kıvamındaki kadın şoförün “kayboldunuz mu kızlar” diyen sesini duyduk. Gecenin 1 inde kadın taksi şoförüne denk gelmek günün en güzel sürpriziydi. Şehir hakkında bilgi alarak keyifli bir sohbet eşliğinde otelimize ulaştık. Öğrendik ki, “müşteri kıt ekmek aslanın ağzında” imiş…

Şehir içinde ulaşım çift katlı sarı otobüsler ve tramvay ile sağlanıyor. Uzak mesafeler arasındaki bazı hatlarda ise “DART” denilen raylı ulaşım sistemi var.

Genel Bilgi

Meraklısına

İrlanda’nın tarihi MÖ 6. yy’ a Keltler’e kadar uzanıyor, ancak bu dönemde henüz şehirler oluşmamış. İrlanda’da şehir anlamında ilk yerleşim yeri Dubh Linn (Kara Gölcük) ülkeyi 795 yılından itibaren istila eden Vikingler tarafından kuruluyor (837). Ülke Vikinglerin ardından kısa süren bağımsızlık dönemi sonrası 1170 yılında Anglo-Normanların istilasına uğruyor ve bu tarih İrlanda’nın bağımsızlığına kadar sürecek olan İngiltere ve İrlanda arasındaki mücadelenin de başlangıcı oluyor. Uzun yıllar İngiltere’nin hakimiyetinde kalıyor.

Özellikle 1500’lü yıllardan sonra İngiltere İrlanda üzerindeki baskı ve kontrolünü artırıyor; VIII. Henry döneminde Katolik Kilisesi baskı altına alınarak St. Patrick’s ve Christ Church katedralleri Protestan oluyor. (1534). I. Elizabeth Protestan eğitiminin yaygınlaşması amacıyla Trinity College’yi kuruyor (1592). 1649 yılında Dublin’e gelen Oliver Cromwell’in yönetiminde ülke talan ediliyor, binlerce İrlandalı öldürülüyor ve sürgüne gönderiliyor. 1704 yılında çıkarılan Ceza Yasası ile zenginleşmelerini engellemek amacıyla Katolikler haklarından mahrum bırakılıyor…

18. yy sonu bağımsızlık mücadelesinin yoğunlaştığı bir dönem oluyor. Henry Grattan’ın çabalarıyla 1782 yılında İrlanda Parlamentosu kurularak ceza yasalarının çoğu yürürlükten kaldırılıyor. İrlanda tarihinde önemli bir yeri olan Wolfe Tone tarafından Katolik veya Protestan İrlandalıların özgürlüğünü sağlamak amacıyla “Birleşik İrlandalılar” kuruluyor (1791). Tone tutuklanarak ortadan kaldırılıyor. 1800 yılında parlamento kendini feshediyor ve 1801 yılında İrlanda’yı Londra’nın egemenliğine alan Birleşme Yasası yürürlüğe giriyor; Parlamentonun İrlandalı üyelerinin Londra’da görev yaptığı bu dönemde zengin ve güçlü İrlandalılar İngiltere’ye yerleşiyor. Dublin siyasi ve ekonomik anlamda gerileme dönemine giriyor. 1803 yılında Robert Emmet’in başını çektiği isyan bastırılıyor. Daniel O’Connel bayrağı devralarak Katolikler Birliği’ni kuruyor ve Katolikler lehine haklar verilmesini sağlıyor ancak Birleşme Yasası’nı kaldıramıyor. Parlamentonun İrlandalı üyesi Parnell; kiracı köylülerin toprak sahibi olabilmelerine imkan veren İrlanda Toprak Yasası’nın yürürlüğe girmesini sağlıyor, yönetsel özerklik yasa tasarısı için mücadele ediyor ancak yasalaşan tasarı I. Dünya Savaşı vs. nedenlerle yürürlüğe giremiyor.

24 Nisan 1916 tarihindeki Paskalya Ayaklanması çok şiddetli biçimde bastırılıyor, ancak bu olay bağımsızlık mücadelesini ateşliyor, özerklik ile yetinmeyen İrlandalılar artık tam bağımsızlık istiyorlar ve silahlı mücadele için İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA)’ yı kuruyorlar. 1919 yılı seçimlerinde Cumhuriyetçi Sinn Feein partisinin Parlamentoya seçilen üyeleri Londra’ya gitmiyor İrlanda Meclisi olarak parlamento kurup 1921 yılına kadar sürecek Gerilla Savaşı’nı başlatıyorlar. Savaş, Protestanlar’ı destekleyen Kuzey İrlanda’daki altı eyalet dışında İrlanda’nın tamamına bağımsızlık veren bir anlaşmanın imzalanmasıyla sona eriyor. Cumhuriyetçilerin çoğu bu sınırlı bağımsızlık anlaşmasına karşı çıkıyorlar ve anlaşmayı imzalayan Michael Collins ve Arthur Griffith destekçileriyle ülkenin bölünmesine karşı çıkan Eamon de Valera destekçileri arasında bir yıl süren iç savaş çıkıyor. Savaşın sonunda güneyde bağımsız İrlanda Cumhuriyeti ile kuzeyde Birleşik Krallığa bağlı Kuzey İrlanda kuruluyor (1922). İrlanda Cumhuriyeti, 1948 tarihli Cumhuriyet Yasası ile Birleşik Krallık ile bağlarını tamamen koparıyor.

Bağımsızlığın ilk dönemlerinde göç, yoksulluk ve kilisenin baskısı gibi sorunlar yaşasa da 1972 yılında Avrupa Birliği’ne katılan İrlanda Cumhuriyeti, aldığı fonlarla ekonomide büyük gelişme sağlamış ve bir zamanların göç veren yoksul ülkesi konumundan, başka ülkelerden göç alan ülke konumuna geçmiştir. Para birimi Euro’dur.

Avrupa’nın en mutlu insanlarının yaşadığı, İrlanda Cumhuriyeti’nin başkenti Dublin’i yakından tanıyalım.

Konaklama

Dublin’de metro olmadığı için ulaşımda zaman kaybetmek istemediğimizden merkezi bir yerde konaklamayı tercih ettik. Rezervasyonumuzu “booking.com” üzerinden aylar öncesinden yaptık. Dublin popüler ve aynı zamanda pahalı bir destinasyon. Uygun koşullu konaklama yerleri çabuk tükeniyor. MEC Hostel, bir zamanlar güneyli Dublinlilerin küçümsediği kuzey bölgesinde North Georges Caddesindeydi. Kişi başı kahvaltı dahil 4 gece konaklama için 145 Euro ödedik.

The James Joyce Centre de hostelimiz ile aynı sokakta bulunuyordu.

Önce video ile gezmek isterseniz.

Gezilecek Yerler
İlk gün için ücretsiz yürüyüş turuna kayıt yaptırmıştık, saat 10.00 da City Hall’ da olmamız gerekiyordu. Cadde isimlerine baktığımızı gören İrlandalı bir genç turist olduğumuzu öğrenince yardımcı olmak istedi ve O’Connel Caddesinin sonuna kadar bize eşlik etti. Dublin’de bulunduğumuz sürede bu durumla çok sık karşılaştık. İrlandalılar kadar turisti el üstünde tutan bir millet daha görmedim. Buluşmamıza yetişemedik, uzak mesafedeki yerlerden başlayacak şekilde yürüyüş rotamızı kendimiz belirledik.

Şehir içinde herhangi bir araca ihtiyaç duymadan yürüyerek dolaştık.  İsterseniz Viking tarzı  turistik araçlara binerek şehir turu yapabilirsiniz.

O’Connel Caddesi Çevresi
Güzergahımız üzerinde bulunan, şehrin ana caddelerinden, O’Connel Caddesi’nden her gün geçtik. Geniş caddenin ortasındaki refüjde birçok heykel ve yakınında önemli yapılar bulunuyor. 1949 yılında İrlanda Cumhuriyeti’nin ilanı, Postane binası önünde binlerce kişinin katılımıyla bu caddede kutlanmış.

The General Post Office (Postane Binası)
O’Connel Caddesi üzerindeki Postane binası, İrlanda’nın tarihinde ve özgürlük mücadelesinde önemli bir yere sahip. Tarihe Paskalya Ayaklanması (24 Nisan 1916) olarak geçen olayda sendikacı James Connolly ve şair Padraig Pearse öncülüğündeki Cumhuriyetçiler bazı binaların kontrolünü ele geçiriyorlar. Bu binada bağımsızlık bildirgelerini okuyorlar. Ayaklanma İngilizlerce çok kanlı bir biçimde bastırılarak liderleri idam ediliyor. Bu olay bağımsızlık yolunda bir mihenk taşı oluyor, İrlandalıların bağımsızlık mücadelesini tetikliyor.

James Joyce Anıtı
Yaşamının büyük bölümünü İrlanda dışında geçirmekle birlikte eserlerinde İrlandayı anlatan ve İrlanda ile bütünleşmiş bir yazar James Joyce onu unutmayan İrlandalılarla birlikte…

Caddenin O’Connell Köprüsüne bağlandığı meydanda İrlanda’nın ulusal kahramanlarından Daniel O’Connell’in bir heykeli bulunuyor.

Şehri kuzey ve güneye ayıran Liffey Nehri aynı zamanda bu bölgeler arasında kültürel bir bölünme de yaratmış. Nehrin iki yakasını bağlayan önemli köprülerden O’Connell Köprüsü (1790).

O’Connell Köprüsü’nün paralelindeki Ha’penny Köprüsü (1816) adını geçmişte köprü geçişinin ücretli olmasına atfen almış.

O’Connell Köprüsü’nden karşıya geçip O’Connell Köprüsü yönünde nehir boyunca yürüyerek Winetavern Caddesi’nden sola döndüğümüzde yolun sağ tarafında Dublinia sol tarafında ise Christ Church’ü görüyoruz.

Christ Church Cathedral
Dublin’in en eski yapısı kabul edilen bu Katedral, Dublin’in ilk piskoposu olan Dunan tarafından 1030 yılında eski şehrin merkezinde kurulmuş. Giriş ücreti 7 Euro.

Dublinia
Özellikle çocuklar ve gençlerin ziyaret ettiği bu müze Orta Çağ ve Vikingler dönemindeki Dublin’i merak edenler için.

Guinness Store House

Guinness İrlanda ile özdeşleşmiş siyah renkli bira markası ve ülkenin en önemli ihraç ürünü. Yedi katlı ilk fabrika binasında, yapım tarihi 1759 yılına kadar uzanan Guinness’in tarihçesi ve üretim süreci adım adım etkileyici bir sunumla anlatılıyor. Gravity Bar’da panoramik manzara eşliğinde içilen Guinness ile sonlanıyor. Giriş ücreti 25 Euro. Dublin gezisinin olmazsa olmazlarından.

Birası dışında üç kez damıtılan İrlanda viskileri de yine uluslararası bir üne sahip. Viski severler Liffey Nehri’nin kuzey bölgesinde, Bow Caddesi’nde yer alan Old Jameson Distillery’i ve Grafton Caddesi’ndeki Whiskey Museum’u ziyaret edebilirler.

Saint Patrick’s Cathedral
1225 tarihli Gotik tarzdaki Katedral, İrlanda’nın koruyucu azizi St. Patrick’in anısına inşa edilmiş. İrlanda’ yı 17 Mart tarihinde ziyaret ederseniz çok coşkulu ve çok yeşil Aziz Patrick Günü kutlamalarına denk gelebilirsiniz. Katedral dini mekandan ziyade bir müzeyi gezdiğiniz hissi veriyor. Giriş ücreti 7 Euro.

İçinde Katedralin yapımında çıkarılan taşlardan, birçok politikacı ve asker anıtına, Birinci Dünya Savaşı’nda yaşamını yitirenlerin anısına yapılan mozoleye kadar yok yok. Birinci Dünya Savaşı’nın yüzüncü yıl dönümünde, 2014 yılında, savaşın acımasızlığını vurgulamak amacıyla yapılan anma ağacını da görebilir hatta mesaj bırakabilirsiniz.

Guliver’in Seyahatleri’nin yazarı Jonathan Swift ile yakın arkadaşı Stella’nın mezarı da yine bu Katedralde bulunuyor. Katedralin çiçek kokularından mest olacağınız güzel bahçesini gezmeyi ihmal etmeyin.

Dublin Castle
On üçüncü yüzyıl başlarında Vikinglerin ilk yerleşim yeri üzerine inşa edilmiş. İrlanda’yı yedi yüz yıl egemenliği altında tutan İngiltere’nin yönetim merkezi olmuş. Şu anda Devlet Başkanının göreve başlaması gibi ulusal etkinliklerin yapıldığı önemli bir Devlet binası ve kültür mekanı olarak hizmet veriyor. Gezilecek bölümlerin kapsamına göre giriş ücreti 7-10 Euro.

Aşağıdaki resimler kalenin Orta Çağ dönemindeki orijinal halini gösteriyor.

Trinity College

İrlanda’nın bu ilk üniversitesi aslında İngiltere kraliçesi I. Elizabeth tarafından Protestan eğitimi vermesi amacıyla kurulmuş (1592). Yazar Jonathan Swift, fizikçi ve Nobel Ödülü sahibi ETS Walton, bilim insanı ve matematikçi William Rowan Hamilton, bağımsızlık mücadelesinin kahramanlarından Wolfe Tone ve Robert Emmet, Nobel ödüllü yazarlar Oscar Wilde ile Samuel Beckett okulun ünlü mezunlarından.

Aynı zamanda Dünya’nın en ünlü Orta Çağ el yazması kitabı olan Book of Kells’e ev sahipliği yapıyor. 9. yy’da dana derisi üzerine kök boya kullanılarak yazılan kitap İsa’nın dört İncil’inin işleme ve süslemelerle bezenmiş kopyası imiş. Şehrin merkezindeki üniversiteye ücret ödemeden, kimlik göstermeden gayet rahat girebiliyorsunuz. Sadece Book of Kells’in de bulunduğu tarihi kütüphane için bilet almanız gerekiyor. Biz uzun bilet kuyruğunu beklemeyip bu çok köklü, kurumsallaşmış okulun birimlerini görüp, bahçesinde özgürce dolaşmayı tercih ettik, öğrencilik günlerimizi andık.

Molly Malone Statue
Çok bilinen eski bir İrlanda şarkısını anlatan nam-ı diğer “El arabalı fahişe” heykeli, Dublin’in şehir oluşunun 1000 inci yılını kutlamak için yapılmış ancak heykeli beğenmeyen bazı Dublinlilerce bu ad verilmiş. Aramızda kalsın; yazarlarıyla ön planda olan şehrin kuruluş yıl dönümüne münasip görülen heykeli ben de beğenmedim, öyküsüyle örtüşeceğini düşündüğüm yine çok keyifli bir şehir olan Hamburg’a daha çok yakıştırdım. Olup bitenler turistlerin ilgi odağında olan Molly Malone’nin pek de umurunda değil gibi…

Temple Bar
İrlanda pubları Dünya çapında nam salmış; gittiğiniz ülkelerde mutlaka denk gelmişsinizdir. Sosyal ve kültürel yaşamın bir parçası olarak her an her yerde karşınıza bir pubın çıktığı Dublin’de özellikle Temple Bar bölgesindeki publar daha popüler ve turistik. Tarihi Temple Bar’da geleneksel İrlanda müziği eşliğinde bir Dublin klasiğini yerine getirerek çok eğlendik. Mekan küçük ve çok kalabalık olmasına rağmen kendinizi rahat hissedeceğiniz bir ortam var ancak içecek almak için en az 20 dakika sırada bekliyorsunuz. Uzun süre yaşasam turistik olmayan yerel mekanları tercih ederim. Peki pubların “Guinness Rekorlar Kitabı” na esin kaynağı olduğunu biliyor musunuz? Guinness şirketi, inatçı ve iddiacı İrlandalıların publardaki tartışmalarının sonucunda çıkan kavgaların önüne geçmek için en çok tartışılan konuların cevabının bulunduğu bir kitap yayımlamış, bu kitap evrilerek nihayetinde rekorlar kitabına dönüşmüş.

Grafton Caddesi


Ünlü markaların mağazalarının bulunduğu Dublin’in en popüler alışveriş caddesi. Adını İngiltere Kralı II. Charles’in gayri meşru oğlu, 1. Grafton Dükü, Henry Fitzroy’dan almış. Sokak müzisyenlerinin büyük renk ve canlılık kattığı Cadde, başta U2 Grubunun solisti Bono olmak üzere birçok müzisyenin çıkış yaptığı yer olarak da biliniyor.

St. Stephen’s Green Bölgesi
Grafton Caddesi üzerinde batı yönünde caddenin bittiği yerde mimarisinde demir ve cam materyalin kullanıldığı günümüz yapılarından St. Stephen’s Green Shopping Centre (1980) görülebilir.

Alışveriş merkezinin biraz ilerisinde Paskalya Ayaklanmasında Cumhuriyetçiler tarafından kullanılan, bu döneme ait kurşun deliklerinin görülebileceği Royal Collage of Surgeons (1806) binası yer alıyor.

Binanın çaprazında St. Stephen’s Green parkının girişinde anıt kemer “Fusiller’s Arch” var. Dokuz hektarlık alana yayılan, geçmişi Orta Çağ’a uzanan şehir merkezindeki bu park, Dublin’ deki en eski yeşil alanmış.

Dublin’li şair ve politikacı William Butler Yeats 1918-1919 yılları arasında St. Stephen’s Green bölgesindeki bu evde yaşamış.

George’s Street Arcade
Grafton caddesi civarındaki 1881 tarihli Victorian tarzındaki kapalı çarşı, Avrupa’nın en eski alışveriş merkezleri arasında sayılıyor. İçinde kitap, giysi, müzik ve ikinci el eşya satan dükkanlar ile uygun fiyatlı fast food tarzı yemek mekanları bulunuyor.

Powerscourt Centre
1770’li yıllarda yapılan ve bir zamanlar Powerscourt ailesinin ikametgahı olan bina restore edilerek antika ve tasarım ürünlerin satıldığı, kafe, restoran ve sanat galerilerinin bulunduğu modern ve şık bir alışveriş merkezine dönüştürülmüş.

City Hall
1916 Paskalya Ayaklanmasında İrlandalı Cumhuriyetçilerin kontrolünü ele geçirmek istedikleri binalardan biri de City Hall. 1769-1779 yılları arasında borsa binası olarak inşa edilen neo-klasik tarzdaki yapının tasarımını yarışma ile belirlenen Thomas Cooley yapmış. 1852 yılında Dublin Belediye Meclisi tarafından satın alınan bina, 1995 yılına kadar belediye binası olarak kullanılmış. Dublin Belediyesi Konsey üyeleri, her ayın ilk pazartesi günü toplantılarını halen burada gerçekleştiriyormuş.

Binanın on iki sütunla desteklenen, yüksek kubbeli dairesel bir giriş holü var. Bu holde İrlanda’nın tarihindeki ve şehrin geçmişindeki önemli kişilerden O’Connel, Drummod, Thomas Davis ve Charles Lucas’ın heykeli bulunuyor.

National Gallery
Merrion Square’ye çıkan Clare Caddesi üzerindeki müzenin sürekli koleksiyonundaki eserler ücretsiz geziliyor. Müze koleksiyonunda Filippino Lippi, Tittian, Perugino, Rembrant, Pieter Brueghel the Younger, Johannes Vermeer, Caravaggio, El Greco, Velasquez, Claude Monet Picasso, Edgar Degas ve birçok Avrupalı ressamın eseri bulunuyor. 1600′ lü yıllardan günümüze tarihsel bir süreç içinde İrlanda resminin örnekleri sergileniyor. Özellikle İrlandalı ressam Jack Butler Yeats’ın (1871-1957) resimlerine ayrılan
galeriyi atlamamanızı öneririm.

Dublin Writers Museum
UNESCO tarafından 2010 yılında “Edebiyat Kenti” seçilen Dublin, her daim edebiyat ve tiyatronun ağırlığını hissettirdiği bir şehir olmuş. Uluslararası üne sahip birçok yazar yetiştirmiş. Thomas Moore, Drakula’nın yaratıcısı Bram Stoker, Gulliver’in Seyahatleri kitabının yazarı Jonathan Swift, zekası ve mizahı ile öne çıkan Bernard Shaw ile Oscar Wilde, W. B. Yeats, edebiyatta bilinç akışı tekniğinin en yetkin temsilcisi James Joyce, Godot’u Beklerken’in yazarı Samuel Beckett,…liste uzun. Glenn Meade ve Maeve Binchy yine Türkiye’de de çok bilinen günümüzün Dublin’li yazarları. Değişken ve kasvetli havasından mı, baskıcı dinci uygulamalardan mı, bağımsızlık mücadelesi ortamından mı, suyundan mı neden Dünya çapında ünlü bu kadar çok yazarın Dublin’den çıktığı konusu gizemini korumaya devam ediyor.

Nobel ödüllü dört İrlandalı yazarın üçünün (W.B. Yeats, Bernard Shaw, Samuel Beckett) doğduğu bu şehirde gezerken yazarlar şehrinde olduğunuzu anımsatan birçok mekan ve heykel ile karşılaşıyorsunuz. Bu mekanlardan Dublin Writers Museum, özellikle edebiyat ve tiyatro ile ilgilenenlerin gezmekten keyif alabilecekleri bir müze. Liffey Nehri’nin kuzeyinde Parnell Meydanı’nda 18. yy dönemine ait binada, 1991 yılında açılan müze kaldığımız hostelin çok yakınındaydı, rahat ulaştık. Giriş ücreti 7.5 Euro.

İrlanda edebiyatının tarihsel gelişimi, Abbey tiyatrosunun kuruluş öyküsü gibi bilgilerin yanı sıra kitapların ilk baskısı, tiyatro programları, yazarların özel eşyaları, yazışmaları vb. değerli şeyler sergileniyor. Büyük bir istekle gezdiğim müzenin çok standart ve mütevazı olmasının biraz hayal kırıklığı yarattığını söylemeliyim.

Ben gezemedim ama sanatseverlere Müzenin hemen iki bina ilerisinde bulunan zengin bir koleksiyona sahip Dublin City Gallery’i atlamamalarını öneririm.

Merrion Square Bölgesi


18. yy dönemine ait Georgian tasarımı evler ile Dublin’in meşhur renkli kapılarını görebileceğiniz en güzel bölge Merrion Square bölgesi. Georgian mimari ve Georgian dönemi adını İngiltere’nin bu dönemdeki adı George olan dört farklı kralından almış. Dublin’in tarihi dokusunu oluşturan mimari eserlerin çoğu bu dönemde yapılmış.

Çeşitli şirketlerin ve iş merkezlerinin bulunduğu bölge günümüzde de zengin semt konumunu korumuş görünüyor.

Dublin’in renkli kapıları hakkında muhtelif hikayeler var; Politik olan hikaye, İngiltere kraliçesi Victoria öldüğünde yas nedeniyle bütün evlerin kapılarının siyaha boyanması emredilmiş, İngiltere kraliçesi için yas tutmayacaklarını söyleyerek emre karşı gelen asi İrlandalılar kapılarını rengarenk boyamışlar. Turist rehberleri tarafından sıkça anlatılan diğer bir hikaye, İrlandalı ünlü yazar George Moore yine kendisi gibi yazar olan komşusu Oliver St. John Gogarty’nin sürekli sarhoş olup evinin kapısını çalmasından o kadar bıkmış ki çareyi evinin kapısını yeşile boyamakta bulmuş, buna karşılık Gogarty de aşağı kalmayacak ya kapısını kırmızıya boyayarak cevap vermiş, halkın benimsemesiyle renkli kapılar yaygınlaşmış.

Oscar Wilde’nin 1855-1878 yılları arasında yaşadığı, çocukluğunun geçtiği Merrion Square bölgesindeki ev, 1994 yılında Amerikan Koleji tarafından satın alınarak restore edilmiş, çeşitli kültürel etkinliklerin yapıldığı “Oscar Wilde House” olmuş. Evin karşısındaki parkın köşesinde yazarın bir heykeli bulunuyor.

National Museum-Natural History
1857 yılında açılan ve girişin ücretsiz olduğu Tabiat Tarihi Müzesi de yine Merrion Square bölgesindeki önemli yapılar arasında yer alıyor.

O’Connel Köprüsünü merkez alıp Liffey Nehri boyunca Doğu yönünde yürürseniz Samuel Beckett Köprüsü, Customs House ve Famine Memorial’ i görebilirsiniz.

Samuel Beckett Bridge
İrlandalı yazar Samuel Beckeett’in adını taşıyan, İrlanda’nın simgesi arp şeklinde tasarlanmış köprü 2009 yılında hizmete girmiş.

Customs House
Dublin’in Georgian dönemine ait önemli mimari eserlerinden biri olan bina 1791 yılında James Gandon tarafından inşa edilmiş.

Famine Memorial
Ülkenin en temel besin kaynağı patates üretiminde 1845 yılında meydana gelen hastalık nedeniyle üç yıl sürecek “Patates Kıtlığı Dönemi” başlıyor. Üzerinde Güneş Batmayan Birleşik Krallık yanı başında olup bitenlere seyirci kalıyor, arka bahçesi olarak gördüğü bu ülkeye mali yükünü kaldıramayacağı gerekçesiyle yeterince yardım yapmıyor. Kıtlık döneminde Osmanlı İmparatorluğu, Birleşik Krallığın izin verdiği ölçüde çok uzağındaki bu ada ülkesine yardım ediyor. 1919 yılında Drogheda Futbol Kulubü kurulurken kulüp, geçmişteki iyiliğe vefasını ambleminde ay-yıldıza yer vererek gösteriyor.

Binlerce insanın öldüğü bu dönemde İrlanda’dan İngiltere, Kanada ve Amerika’ya büyük göçler yaşanıyor öyle ki bugün İrlanda dışında yaşayan İrlandalı sayısının İrlanda nüfusundan daha fazla olduğu söyleniyor.

Sıska çelimsiz insanlardan oluşan bronz heykel grubu büyük kıtlık döneminde İrlanda’dan göç eden insanların anısına Rowan Gillespie tarafından 1997 yılında yapılmış. Heykellerin bulunduğu yer 1846 yılında İrlanda’dan yola çıkan ilk geminin hareket noktasıymış.

Liffey Nehri’nin kuzeyinde Customs House ile Sean O’Casey Köprüsü arasında bulunuyor. Köprüye adını veren Sean O’Casey (1880-1964) yine Dublinli ünlü bir oyun yazarı.

Yeme İçme ve Alışveriş
Yeme içme açısından Dublin’de her türlü damak zevki ve bütçeye hitap edecek şekilde çok seçenek ve mekan var. Biz yerel lezzetleri keşfedecek vakit bulmadık, Fish & Chips tercih ettik (13 Euro). Adını anımsayamadığım Grafton Caddesi civarındaki bir Macar restoranında lezzetinden memnun kaldığımız klasik burger için 8,75 Euro ödedik. Bira genelde 5,75 – 6,95 Euro arasında.

Temple Bar bölgesindeki Temple Bar Trading Company ve her yerde karşınıza çıkacak Carrolt’s mağazalar zincirinde hoş ve küçük hatıra eşyaları bulabilirsiniz. Geleneksel el işi örme kıyafetlerin satıldığı mağazalar ise özellikle Merrion Square’ye çıkan Clare Caddesi üzerinde toplanmış. Ancak fiyatlar el yakıyor…

Son Söz
İnsan sürekli sevdiğinden bahseder anlatmalara doyamazmış ya benimki de o hesap, anlaşılacağı üzere Dublin gezmeye ve anlatmaya doyamadığım bir şehir oldu. Yer bitti söz bitmedi, Türkçe şiir yazan İrlandalı şair Mangan’a sıra gelmedi. 3 gün şehir merkezinin sokaklarını adım adım gezmemize rağmen şehrin biraz dışında kalan,

-İngiltere-İrlanda savaşı sırasında İrlanda Cumhuriyetçilerinin pek çok üyesinin gözaltına alındığı, şehrin tarihinde önemli bir yeri olan, “Babam İçin” filminin çekimlerinin yapıldığı Kilmainham Gaol binasını ve müzesini,

-Avrupa’nın en büyük kapalı şehir parkı ve geyiklerin doğal yaşam alanı olan Phoenix Parkını,

-Dublin’in 8 km güneyinde sahil kasabası Sandycove’ de bulunan, Ulysses’ de bahsi geçen Martello Kulesi ve James Joyce Müzesini,

-Powercurt Bahçelerini,

çok istediğimiz halde göremedik. Göremediğimiz diğer bir şey de kitaplarda tasvir edilen kasvetli şehir silüeti oldu. Tersine hayat dolu, bizi, tüm içtenliğiyle sıcacık sarıp sarmalayan bir şehirle karşılaştık. Dublin gezisi sonrasında artık “İçimizdeki İrlandalı” olarak diğer şehirlerini ve tüm İrlanda’yı keşfetme isteği ve heyecanı duydum. “İçimizdeki İrlandalılar” ın çoğalması dileğiyle…

*İrlanda’yı yakından tanımak isteyen meraklısı için birkaç kitap ve film önerisi

Kitaplar:
Dublinliler – James Joyce
İrlanda Güncesi- Heinrich Böll
Dört Dublinli- Richard Ellmann
Dublinesk- Enrique Vila-Matas (Dublin ile doğrudan ilgisi olmadığını özellikle Dublinli yazarlar Samuel Beckett ile James Joyce’yi odağına alarak edebiyatı anlatan/sorgulayan, daha çok edebiyat severlere hitap eden bir kitap olduğunu belirtmek isterim.)

Filmler:
In The Name Of The Father (Babam İçin)
Michael Collins (Özgürlüğün Bedeli )
Bloody Sunday (Kanlı Pazar)
The Wind That Shakes The Barley (Özgürlük Rüzgarı)
Ryan’s Daughter (İrlandalı Kız)

Valensiya Sokaklarında Festival: Fallas ve Corpus Festivalleri

valensiya-festivali

Valensiya gezim ünlü Fallas Festivali’nin ortasına denk gelince, seyahatim çok daha ilginç hale geldi. Gitmeden pek bilgim yoktu, meğer Valensiyalılar için çok önemli bir festivalmiş. Tamamen bir şehir kültürü olmuş bu festival bir yandan da hem sınırsız eğlencelerin adresi hem de büyük gürültülerin. Valensiya’da Fallas yanında önem taşıyan bir festival de Corpus Christi Festivali; başka yerlerde de kutlanan bu festival Valensiya’da özel bir öneme sahip, hem de adına bir müze kurulacak kadar. Bu arada ülkemizde belki de bu festivallerden daha popüler olan ve La Tomatina olarak geçen domates savaşı festivali Valensiya’nın yakınlarındaki Bunol şehrine ait bir festivalmiş; yani pek Valensiya ile ilgisi yokmuş.

Bu yazıda gezim sırasında denk geldiğim Fallas Festivali heyecanıyla Falero Müzesi’ni, Corpus Christi Festivali’ni ve Corpus Müzesi’ni esas alarak Valensiya sokaklarında dolaşacağım. Ancak yazıda, Festivalin can alıcı kısımlarında orada olmadığım için kendi çektiğim resimler kadar internetten aldığım fotoları da kullandım.

Fallas Festivali

Valencia Fallas FestivalValensiya’nın ünlü festivali Fallas eski bir geleneğe dayanmaktaymış. Eskiden kışın marangozlar erken düşen karanlığa çare olarak dükkanlarının önüne çok kollu fenerler asarlarmış, havalar ısınınca Aziz Joseph şenliği akşamında da bu fenerleri yakarlarmış. Bu nedenle bu şenliğin doruğa ulaştığı 19 Mart, San Jose şenliğinin olduğu günmüş. Bu gece yakılacak ne varsa yakılıyormuş. 18. yüzyılda festival için yakıcı materyallerden objeler hazırlanmaya başlamış. Olay aslında kısaca bu. Ateşin temizleyiciliğine, gücüne bir övgü. Daha sonra yakmak için hazırlanan bu objeler gittikçe hicivsel ve eleştirel olmaya başlayınca bir süre festival yasaklanmış. Ama sonra tekrar hayata geçirilen fallaslarda, bir de en iyi fallas ödülü verilmeye başlanmış. Mart ayı bu nedenle Fallas dönemi olarak biliniyor.

Valencia Fallas FestivalTüm yıl boyunca yanıcı cisimlerden türlü çeşitli kuklalar üretiliyormuş. Kukla diyorum ama aslında üstünde emek harcanan balmumu, kağıdımsı maddelerden yapılan birçok parçacığın birbirine eklenerek bir bütün oluşturduğu heykeller bunlar. Bu küçük parçalara ninots deniyormuş. Bunlar şehrin önemli noktalarına sazlı sözlü danslı ve içkili eğlencelerle yerleştiriliyor. Fallas zamanı boyunca da eğlenceler sürüyor. Genel olarak eğlence çatpat, maytap atmak havai fişek fırlatmak (La desperta) ve bunları seyretmekle gerçekleşiyor. Bu dönemde şehir sanki bir savaş alanına dönüyor. Festival dönemi boyunca günde üç kez bu la desperta olayı yapılıyor. İlki sabah 8‘de, yandım Allah diye uyanmanız için ( ben buna pek denk gelmedim). Diğeri saat 14’de Plaza del Ayuntamiento’da, buna Mascleta deniliyormuş o anda meydanda 120 kilo barut patlatılıyor; işte bunu yaşadım ama ne yaşamak, anlatacağım. Sonuncusu ise gece yarısı civarında Plaza del Ayuntamiento ve Turia nehri yatağında yapılan havai fişek gösterisi, buna da la nit de foc deniliyormuş, buna neredeyse her gece tanık oldum.

Gezinizi ayarlamak isterseniz diye Fallas takvimini kısaca özetleyeyim:

Şubat ayının son pazarı crida günüymüş; Fallas kraliçesi Serranos Kulesi’nde Fallası resmen başlatıyormuş. Böylece Fallas, Turia nehrinde maytaplar patlatılarak başlanıyormuş, buna desoerta deniliyormuş.

Valencia Fallas FestivalFallas boyunca sergilenen kuklalardan oluşan sahneleri oluşturan parçalar (ninots) 3 şubat-15 mart arası sergileniyormuş. Bütün heykellerin 16 marta kadar yerlerine yerleştirilmiş olması gerekiyormuş. Bu sergi planta zamanına kadar sürüyormuş.17 ve 18 martta ise La Ofrenda zamanı; Plaza Virgindeki Basilici Nuestra Senora de los Desamparados civarında çiçeklerden Hazreti Meryem heykeli yapılıyormuş.

Valencia Fallas FestivalBu dönemde şehrin muhtelif merkezlerinde sahnelenen bu ninotları ziyaretçiler oylayabiliyorlarmış. Şehrin muhtelif yerlerine yerleştirilen kuklalardan 14 tanesi ayrılıyormuş. En çok oyu alan ninot da yanmaktan kurtulup müzede yerini alıyormuş. Bundan sonra 1-19 Mart süresince her gün saat 14’de Ayuntamiento Alanı’nda mascletas denilen barut patlatma gösterileri oluyormuş ki ben bunlara sık sık denk geldim. 15 mart planta günüymüş; bu gün artık ninotlar yerlerine yerleştirilmesi tamamlanmaktaymış. Genelde 15-18 Mart arasında Turia nehir yatağında (Las Flores köprüsü civarında) havai fişek gösterileri düzenleniyormuş; bu gösteriler geceleri Ayuntamiento Meydanı’nda da yapılıyor, buna da gezim sırasında sık sık tanık oldum.

Valencia Fallas FestivalSon gün olan 19 Mart ise Festivalin doruk noktası, buna La crema deniliyor ve gece 10’dan itibaren tüm heykeller yakılıyor. Plaza Del Ayuntamiento’daki kukla heykel ise gece saat 1’de yakılıyor. Ben son günü göremedim ama Fallas dönemi boyunca, oyuncakların yerleştirilme döneminde Valensiya’daydım. Bir gün de öğlen Mascletasına rastladım. Gerçi buna rastlamak denemez, gösteriden 2 saat önce Plaza del Ayuntamiento’dan geçerken yapılan hazırlıkları gördüm. Önce ellerinde şaraplar hafiften mahalle orkestrası kıvamında bir grup şarkılar çaldılar, söylediler. Bu arada polis alanın belli bölgesini kapadı, itfaiye geldi, sağlık ekipleri geldi. Herkes dans ediyor, eğleniyor. Bense koruma bölgesinin hemen sonrasında en öndeyim. Sonra alan gittikçe kalabalıklaştı. Portatif sandalyesini, ay çekirdeğini, patates cipsini alan geldi, oturdu. Hatta ilk okul çağı çocuklar bile kendi başlarına gelmişler. Ciddi ciddi bekliyoruz. Sağlık ekipleri bir oraya gidiyor bir şey yapıyor, bir buraya koşuyor iki dans ediyor; tehlike var mı yok mu anlayabilmiş değilim. Neden sonra orkestra üyeleri kendilerine gelip daha ciddi çalmaya başladılar ve o anda geleneksel kıyafetler içinde ablalar, kız kardeşler halkı selamlayarak alana yürümeye başladı.

Valencia Fallas Festival

İspanya geleneksel kıyafet deyince hepimizin aklına o uçarı farbelalı, kurdelalı Flamenko kıyafetleri geliyor ama öyle değil, bunlar resmen ayak bileğinde biten kabarık etekli kadınlardı. (Hafta içinde erkekleri de geleneksel diyemeyeceğim ama özel kıyafetler içinde gördüm; onların ki bir tür matador kıyafeti gibiydi ama boğanın epey hırpaladığı bir matadoru düşünün, o kıvamdaydı, öyle parıltılı, süslü değildi, hatta bazısı cepken altı şort havasındaydı.) Anladığım kadarıyla Fallas’ta olay kadınlar etrafında dönüyor; her yıl festival için 12 kadın temsilci olarak seçiliyor, 12 tane de kız çocuğu, hepsi kabarık etekler içinde. Neyse geçitten sonra yine epeyce bekledik, alanda çevre binaların pencereleri, balkonları bile doluydu. Ve sonunda olan oldu; sanırsınız taarruza geçtik, o ne patlama, ne gürültü. Ve bende ki ne kaçış… O kadar bekledim ama ilk anlarında hemen ayrıldım oradan, o kalabalığı geçmek kolay olmadı ama eni konu tehlikeli bir olay. Ama milletin umurunda değil, eğleniyorlar… Çevre sokaklara girdiğimde de, diğer meydanlarda orkestraların müzik yaptığını, milletin trafiğe kapatılmış yollarda dansettiğini gördüm. Denk gelirseniz aklınızda bulunsun Reina, Ayuntamiento meydanları öğlen 12-15 arası trafiğe kapanıyor. Gece ise bildiğiniz havai fişek gösterileri yapılıyor.

Valencia Fallas FestivalBunun yanında kuklaların yerlerine yerleştirilmesi sırasında her gece eğlenceler düzenleniyordu. Mahalle aralarına kurulan çadırlarda kah çılgın partiler düzenleniyordu, kah geleneksel kıyafetler içinde bir kadın, sevimli kızı ve yanlarında ne olduğu belli olmayan kıyafetiyle bir adamdan oluşan bir ailenin parladığı yemekler veriliyordu. Sokak aralarında kurulan açık hava platformlarında yemekler, içkiler, danslar gece geç saatlere kadar sürüyordu, hele hafta sonuysa…Hatta bir çadırda hepsi polis kılığına girmiş kadınlar toplanmış dans ediyorlardı; bir meslek dayanışma toplantısı mı, yoksa bir fetiş gecesi mi, anlamadım.

Valencia Fallas FestivalEğer fallas dönemine denk gelmediyseniz Valensiya’daki fallas ile ilgili müzeleri ziyaret edin derim. Ben Museo Fallero’ya gittim. 1934 yılından beri fallas yangınlarını (seçimlerle, festival yetkililerinin korumalarıyla yakılmaktan kurtularak) sağ salim atlatabilmiş kuklaların sergilendiği harika bir müze. Göreceksiniz, heykeller arasında terbiyeli olanlar da var en yakası açılmadık olanlar da.

Valencia Fallas FestivalBu dönemde şehrin sokakları da noel zamanı gibi ışıklandırılıyor, her mahallenin ayrı bir sokak süsü oluyor. Adeta kuklalar gibi ışıklandırmalar da yarışıyor gibiydi. Bu dönemde tüm şehir ışık, renk, barut kokusunun birbirine karıştığı bir cümbüşü yaşıyor belli ki.

Bu müze Pazartesi-Cumartesi 10-19, Pazar 10-14 arası ziyaret edilebilir, giriş 2 euro ancak cumartesi ve pazarları ücretsiz. Buraya 13-15-25-95 numaralı otobüslerle gelebilirsiniz. Opera Valencia’nın tam karşısı. Ben gitmedim ama fallas festivali ile ilgili bir de Museo de Artista Fallero var; Museo Fallero’nun aksine bu kukla yapımcılarının oluşturduğu bir müzeymiş ve resmi müzeye göre çok daha cüretkarmış, ne de olsa resmi müzede genel beğenilerle seçilen kuklaların olmasına karşı burada seçimi kaybetmeyi hak etmiş ama yanmaktan kurtulmuş radikal kuklalar sergileniyormuş. Ama burası şehrin kuzeyinde, oldukça uzak bir yerde.

Corpus Christi Festivali

Valencia Fallas FestivalFallas festivalinin yanında Valensiya’da halkı sokaklara döken bir başka önemli festival daha var; Corpus Christi (Els Miracles de Sant Vicent)…Benim Valensiya ziyaretime denk gelmemişti ama Müzesini görme fırsatım oldu. Onun için hem biraz festival hakkında derlediğim bilgileri vereyim hem de Müze’den bahsedeyim. 1355’lere dayanan geçmişe sahip bu festival paskalyadan sonraki altmışıncı günde kutlanıyormuş ve noel ve paskalyadan sonra üçüncü önemli dini gelenekmiş. Dört gün süren bu festivalin en çarpıcı anı Pazar gününe denk gelen kısmı. Kötülüklerle iyiliğin savaşını konu alan ve neyse ki iyiliğin hep kazandığı festivalde, Corpus Müzesi’nde saklanan dini konulu heykeller haşmetli, görkemli, göz alıcı arabalarla Cuma günü Plaza de la Virgen’e götürülmekte, burada sergilenmekteymiş.

Valencia Fallas FestivalCumartesi öğlen İncil’de yer alan mucizeleri anlatan oyunlar yine bu alanda oynanmaktaymış. Pazar günü öğle vakti Miguelete’nin çanları Corpus Festivali için çaldıktan sonra cabalgata del convite alayı türlü karekterleri canlandıran gösterilerle Plaza de Manises’den yola çıkıyormuş. Bunlar arasında els cavallets/atlıkarınca, els pastorets/çobanlar olsa da da en dikkat çekici olanı moma ve momoların dansıymış, bu da yedi günah ve erdemin mücadelesini anlatan bir gösteriymiş. Bu geçidin en beklenileni ise Degota, evlere gidip doğan ilk çocuğu katleden Romalı askerleri temsil eden gösteriymiş; siyah maskeli bu kişiler ellerinde sopalar ve şekerleme dolu torbalarla yürürken şekerleri halka atıyorlarmış, insanlar da pencerelerden üstlerine su döküyormuş.

Valencia Fallas FestivalGeçit şarkılarla danslarla meydanları dolaşıyormuş. Saat 16 civarında Corpus geçidi başlıyormuş. La Rochas denilen belki 500 yıllık oyma heykeller iki atın çektiği arabalarla dolaştırılıyormuş. Saat 17.30 da 5 metrelik dev heykeller (Els Gegants) Plaza de la Virgen’e getiriliyormuş; bu heykeller dünyanın dört tarafındaki Katoliklerin temsilcisiymiş.

Valencia Fallas FestivalAkşam 19 civarında Katedralin Havariler kapısından yürümeye başlayan ve İncil’deki olayları konu alan alay tüm şehir dolanıyormuş ve festival böylece tamamlanıyormuş. Müzikle, şarkılarla, halk danslarıyla, eğlencelerle geçen bu festival Valensiya’nın sokaklara dökülmek için aradığı bahanelerden biri olsa gerek; gördükten sonra anlayacaksınız Valensiya sokaklarda, kafelerde, lokantalarda yaşayan bir şehir.

Valencia Fallas FestivalFestivale denk gelemeseniz bile Museo del Corpus’a (Casa de las Corous) göz atmanızda fayda var. Festivalin en can alıcı unsuru olan görkemli arabalarda geçiti yapılan ve İncilden sahneler betimleyen Rocas denilen koskaca heykellerin yıl boyu saklandığı bir Müze burası. Salı-cumartesi 10-14 ve 15-19, pazarları 10-22 arası açık olan bu Müze ücretsiz.

Valencia Fallas FestivalValensiya dışa dönük bir şehir; her şeyi eğlenceye dönüştürmeye hevesli bir Akdenizli…Gezinizi Valensiya’nın yaşamına damgasını vuran bu festivallerden birine denk getirmenizi hararetle tavsiye ederim.

Zürih Gezi Rehberi: Çok Konformist Çok Doğal

İsviçre (ve Zürih) Dünyanın refah seviyesi en yüksek, en güvenli, en demokratik, zengin doğal güzelliklere sahip ve en yaşanılası ülkesi olmasına rağmen öncelikle görmek istediğim şehir ve ülkeler arasında yer almıyordu. Alpleri dünyaca ünlü panoramik tren Glacier Express ile gezmek ve yine UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Bernina Express ile İtalya’ya yolculuk yapmak istediğimiz için İstanbul’dan Zürih’e uçtuk. Glacier Express’e bineceğimiz Zermatt’a Zürih üzerinden gittik. İsviçre’nin bu güzel şehrini de iki günde doyasıya gezdik.

Gezimize başlamadan önce Zürih’i biraz tanıyalım; İsviçre Konfederasyonu’nun 26 kantonundan biri olan Zürih kantonunun başkenti Zürih, İsviçre’nin en büyük, en kozmopolit şehri ve ekonomi-finans merkezidir. İsviçre Alpleri’ne yakınlığı nedeniyle ülkenin Alpler’e açılan kapısı olarak tanımlanmaktadır. Bu şehirde bulunan Zürih Üniversitesi-1833 ile EHT Zürich (İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsü-1855), Dünyanın en iyi üniversiteleri arasında sayılmaktadır. Bu okullar Albert Einstein, Wilhelm Condrad Röntgen ve nice Nobel ödüllü bilim insanına sahiptir. Sizi bilmem ama İrlandalı yazar James Joyce’un Ullysses’i bu şehirde yazmış olması benim için önemlidir. Yazarın mezarı da öldüğü bu şehirdedir (Fluntern mezarlığı). Analitik psikolojinin kurucusu, ünlü psikiyatr Carl Jung’un yaşadığı ve öldüğü şehirdir. Meraklısı için bir başka ilginç bilgi de dünyadaki en büyük sukulent koleksiyonunun yine bu şehirde bulunmasıdır.

Geçmişi çok öncesine dayanmakla birlikte şehre ilk adını Romalılar vermiştir. Orta Çağ’da Protestan Reformunun merkezi olmuştur.

Zürih’i önce video ile gezmek isterseniz.

Ulaşım
THY ve Pegasus’un Zürih’e düzenli uçak seferleri bulunuyor. Uçuş süresi yaklaşık üç saat. Şehir merkezine 10 km uzaklıktaki Zürih havaalanından Hauptbahnhof (Merkez Tren İstasyonu) ‘na S2 ve S16 hatları ile ulaşılıyor. Biz S2 hattını kullanarak doğrudan otelimizin bulunduğu bölgeye geldik (6.80 CHF).

İşgücü fazlasının olmadığı ülkelerde mevcut işgücü tasarruflu kullanılıyor. Resepsiyonsuz ve şifre ile girilebilen otelde kalmıştık ama bu otelin (Anwand Lodges Hotel) sistemi de hayli ilginç geldi. İlk kez karşılaştığımız bu deneyimi paylaşmak isterim. Otel rezervasyonumuz sonrası e-posta hesabımıza gönderilen şifreyi girerek dış kapının yanındaki kutudan anahtarımızı aldık. Dış kapı ve odalarda aynı anahtarı kullandık. Kaldığımız apart hem merkezi, hem de temizdi.

İsviçre’nin merkezinde ve Zürih Gölü’nün kuzey kıyısında konumlanan Zürih, yürüyerek gezilebilecek küçük bir şehir. Görülmesi gereken yerler Limmat Nehri’nin çevresinde dar bir alanda toplanmış. İlk gün Eski Şehri yürüyerek tanımaya çalıştık. İkinci gün 1 günlük Zürih Pass bileti (17.60 CHF) alarak Zürih Gölü ve Uetliberg Tepesi’ne ulaşımda tramvay ve treni kullandık. İstasyona giderken taksiye de bindik. Fikir vermesi açısından 2-2,5 km mesafe için 20 CHF ödedik.

Bu arada bizim bulunduğumuz Mart/2018 tarihinde 1 İsviçre Frangı 4,20 TL 1 Euro 1,20 İsviçre Frangı değerindeydi.

Çevrim dışı kullanılabilmesi nedeniyle özellikle gezginler için çok faydalı bir uygulama olan ‘maps.me’ eşliğinde şehir turumuza başlayalım.

İsviçre denince herkesin aklına önce çikolata, para (İsviçre bankaları) ve saat geliyor. Zürih’de de hemen ilk göze çarpan imge saat oluyor, her kilisenin çan kulesinde saat görüyoruz. İşte bunlardan biri, günümüzde sosyal ve kültürel amaçla kullanılan St. Jakop Protestan Kilisesi. Otelimizden yürüdüğümüzde karşımıza çıkan bu ilk kilisenin içinde Afrin’de yaşananlara ilişkin bir sergi yer almaktaydı.

Güneşli günü fırsat bilen İsviçreliler soluğu Limmat Nehri kıyısında almışlar. İlk bakışta bir sanat etkinliğini izliyormuş hissi yaratan hoş tablodan sizi mahrum bırakmak istemedim.

Hauptbahnhof (Merkez Tren İstasyonu)
Her halükarda yolunuz bu güzel ve her ihtiyacı karşılayabilecek şekilde fonksiyonel düzenlenmiş istasyona düşecek. İstasyon içindeki turizm ofisinden şehir ile her türlü bilgi edinilebilir. İstasyonun önünde İsviçre demiryolunun gelişmesine öncülük eden politikacı ve iş adamı Alfred Escher (1819-1882)‘in heykeli bulunuyor.

İstasyonda Türkiye’ye özgü el sanatları (Ebru,..) ile yiyecek (Kahve, lokum…) tanıtımının yapıldığı bir standa rastlamak ve çalışkan Türk kadınlarıyla tanışmak güzel bir tesadüf oldu.

Bahnhofstrasse
Şehrin en önemli, en hareketli ve en zengin caddesi Bahnhofstrasse, İstasyon’dan başlayarak Zürih Gölü’ne kadar uzanıyor. Cadde üzerinde İsviçre ve Dünyanın ünlü markalarının mağazaları var. Yine ülkenin finans merkezleri de bu caddede sıralanmış.

Augustıner-Gasse
İstasyonu arkanıza alarak Bahnhofstrasse Caddesinde ilerlerken sol taraftaki ara sokaklardan Augustıner-Gasse’yi görebilirsiniz. Tasarım mağazalarının ve küçük kafelerin bulunduğu bu sanat sokağı ve çevresi oldukça sevimli.

Augustıner-Gasse’ye çok yakın Grossmünster Meydanı. Diğer ülkelerde görmediğimiz bir uygulama ile karşılaşıyoruz; meydanlara halkın oturması için sandalyeler yerleştirilmiş.

St. Peter Kilisesi
Zürih’in bu en eski ve eklektik mimariye sahip protestan kilisesinin tarihi 9. yy’a kadar uzanıyor. Kilisenin çan kulesi 1911 yılına kadar yangın gözetleme kulesi olarak da hizmet vermiş. Kule üzerindeki çapı 8.7 metre uzunluğundaki saat, Avrupa’nın en büyük kilise saati unvanına sahipmiş. Maalesef bizim bulunduğumuz saatte kapalı olduğundan içini gezme fırsatımız olmadı.

Kilisenin karşısında çeşitli kültürel etkinliklerin yapıldığı Lavaterhaus var. Kültür evine adını veren İsviçreli şair, yazar, filozof, fizyognomist Johann Kaspar Lavater, 1778 ve 1801 yılları arasında bu kilisede papaz olarak çalışmış.

Fraumünster Kilisesi
9. yy’a tarihlenen gotik tarzlı kilisenin önemi aslında kadın kilisesi olmasından kaynaklanıyormuş. Ancak günümüzde Rus-Fransız sanatçı March Chagall ve İsviçreli ressam, heykeltıraş Augusto Giometti tarafından yapılan vitray pencereleri ile ünlenmiş. İlk gelişimizde kapalı bulduğumuz kiliseye tekrar geldiğimizde ziyaretin ücretli (5 CHF) olduğunu öğrenince içini gezme ısrarımızdan vazgeçtik.

Grossmünster Kilisesi
Zürih’in simgesi olan Romanesk tarzındaki bu kilise, 16. yy’ın ilk yarısında Huldrych Zwingli ve Heinrich Bullinge liderliğinde İsviçre-Alman reformunun başladığı yer olarak olarak biliniyor. 187 basamağı çıkmayı göze alabilirseniz kulelerinden şehir ve göl manzarasını izleyebilirsiniz. Biz Lindenhof Tepesini tercih ettik.

Rathaus
Zürich Önceki belediye binalarının yerine 1694-1698 yıllarında inşa edilen üçüncü Zürih Belediye evi. Dış mimaride Rönesans ve Barok döneminin izlerini taşıyan ve nehir üzerinden de giriş yapılabilen, değerini geçmiş yaşanmışlıklarından, hayat öyküsünden alan bina, Zürih’in tarihindeki önemli yapılardan biri kabul ediliyor.

Lindenhof Tepesi
Eski Şehir bölgesinde hemen merkezde bulunan bu seyir terasının yerinde 4. yy.’dan erken Orta Çağ dönemine kadar bir Roma kalesi varmış. Günümüzde insanların rahatladıkları, satranç oynadıkları ve buluştukları bir mekana dönüşmüş.

Güzel açık havada nehirle birlikte hoş bir görüntü sunan şehri buradan izlemenizi öneririm.

Kunsthaus Zürich Güzel Sanatlar Müzesi
Geç gotik döneminden modern sanat eserlerine kadar zengin bir koleksiyona sahip müzenin giriş ücreti 16 CHF. Müzeyi ziyaret ettiğimiz Çarşamba günü ücretsiz gezilebiliyordu ve saat 20.00’ye kadar açıktı. İzlenimci sanatçıların eserlerinin olduğu bölüm en keyif aldığımız bölüm oldu.

Auguste Rodin (1840-1917) The Martyr

Sırasıyla; Pablo Picasso (1881-1973), Vincent van Gogh (1853-1890), Henry Rouseu (1844-1910)’ya ait üç eser.

Claude Monet (1840-1926) The Water Lily Pond with Irises

Müze, March Schagall, Edward Munch, Paul Cezanne, Paul Gauguin, Edgar Degas, Henri Matisse, Salvador Dali, Alfred Sisley’in yanı sıra başta Alberto Giocometti, Fuseli olmak üzere pek çok İsviçreli sanatçının eserini de yakından tanıma fırsatı sunuyor.

Uetliberg Tepesi
Hemen Zürih’in yanı başında yer alan 869 metre yüksekliğinde bu dağ önemli bir cazibe merkezi konumunda. Tepesinde gözlem kulesi var. Turistler buraya şehir, göl ve şehrin etrafını çevreleyen Alp dağlarının muhteşem manzarasını izleyip fotoğraf çekmek amacıyla gelirken, yerel halk yürüyüş, bisiklet gibi doğa sporları için geliyor.

Trenle S10 hattından 20 dakikada ulaşılıyor. İstasyonda trenden indikten sonra hafif dik yamacı yürüyerek tepeye varmak ise 10-15 dakika sürüyor.

Zamanımız olsaydı; yürüyüş rotalarından birini izleyerek bütün günümü bu dağda geçirmek isterdim doğrusu.

Ülkede bulunduğumuz sürede yardımsever, barışçıl ve turiste saygılı İsviçrelilerin doğaya ve çevreye karşı da son derece duyarlı davrandıklarını gözlemledik. Üetliberg Tepesi’nde karşılaştığımız cıvıl cıvıl minikler büyüklerinin kılavuzluğunda doğayı keşfe çıkmışlardı. Belki de işin püf noktası çevre bilincinin bu şekilde çok erken yaşlarda kazandırılmasıdır…

Zürih Gölü ve Bürkliplatz
Şehrin bir başka göz alıcı bölgesi Zürih Gölü civarına yürüyerek gidilebilir. Biz zaman kazanmak için Hauptbahnhof’un önünden Bahnhofstrasse Caddesinden geçen 6 no’lu tramvaya binerek Bahnhof Enge’de indik. Enge istasyon binası da son derece ihtişamlıydı. Buradan General Guisan Qai’ye çıkıp biraz yürüyerek Bürkplatz’a ulaştık. General Guisan Qai üzerindeki görkemli tarihi binalardan gözümüzü alamadık.

Bürkliplatz’da bu meydanla bütünleşen ‘Ganymed’ heykeli bulunuyor. 1952 yılında sanatçı Hubacher tarafından mitolojiden esinlenilerek yapılan heykel, insanın Olympus Dağı’na yükselme arzusunu sembolize ediyormuş. Gerçek mitolojik öyküde ise Kral’ın yakışıklı oğlu Ganymedes’in Zeus tarafından kaçırılarak, Olympus Dağı’nın zirvesine çıkarılması anlatılıyor.

Sadece insanlar değil bu şehirde yaşayan hayvanlar da mesut, bahtiyar, ozgur yaşamın tadını çıkarıyor…Kıskanılası bir manzara; ah su olsam, bulut olsam, Zürih Gölü’nde kuğu olsam…

Gezimizin en keyifli bölümü gölde yaptığımız tekne turu oldu. Bürkliplatz’ın önündeki limandan başladığımız turumuz iki saat sürdü. Zürih Pass biletimiz olduğundan 5 CHF ödedik. (Tam ücret 13.70 CHF) Biz tekneden ayrılmak istemedik, ama isterseniz ara istasyonlarda inip yerleşim yerlerini dolaşmanız mümkün. Göl çevresindeki yerleşim yerlerinde tarihi doku korunmuş, doğayla iç içe geçmiş bu yapıların estetiğini bozan hiçbir şey bir şey yok… Çok sakin ve zarif bir bir şehir olan Zürih’i gezmek zaten dingin hissettirirken, tekne turu bu duygumuzu daha da perçinledi.

Sechselauten Platz ve Opernhaus Zürich
1834 yılında yapılan tiyatro binasının yanması üzerine 1891 yılında neo-barok tarzdaki bu bina yapılmış. Günümüzde Zürih operası, Zürih balesi ile birlikte Zürih Bernhard tiyatrosuna ev sahipliği yapan binanın opera binası olarak tanınması Almanya’dan İsviçre’ye sürgüne gönderilen Richard Wagner sayesinde olmuş, burada çalınan ilk opera eseri Wagner’e aitmiş.

Opera binasının bulunduğu Sechselauten Platz, çevresindeki kafeler ile birlikte güzel vakit geçirilebilecek hareketli bir meydan.

Yeme İçme !
Yiyecek ve içecek aşırı pahalı. Satın alma gücümüzün diplere vurduğu bu ülkede yemeyin ve içmeyin diyorum…Valla biz öyle yaptık, yanımızda götürdüğümüz konservelerle idare ettik. Pardon çeşme suları çok steril ve bedava istediğiniz kadar içebilirsiniz…Hazır su satın almak isterseniz en az 4 CHF (17-18 TL) ödemeniz gerekiyor.Tek tadına baktığımız Glacier Express’teki menüden de hoşnut kalmadık. Gravyer peynirleri gayet lezzetliydi, hakkını verdik.

Son Söz
Her şehrin enerjisi, ruhu, onu öne çıkaran özelliği, kısacası tadı lezzeti farklı. Bizimki planlanmamış, biraz zorunluluktan doğan bir tanışma olsa da bir yanıyla çok zengin ve konformist diğer yanıyla çok doğal bu şehri sevmemek mümkün değil. Üstelik gezimizi Mart ayında gerçekleştirmiştik, doğanın canlandığı dönemde ziyaret etmenin yaşatacağı hazzı düşünemiyorum…

Küba’yı Görmeden Önce İzlemeniz Gereken Filmler

Bir ülke Küba, birkaç film. Küba geziniz öncesi bu filmleri mutlaka izlemelisiniz. Aslınca sadece Küba’ya gideceklere değil, gidip görenler ve henüz gitmemiş olup gitmeyi hayal edenlere de  önerilerimiz. Sözünü edeceğim filmler 1964 ve 2017 yılları arasında çekilmiş.

İlk filmimiz, Soy Cuba (I am Cuba), orijinal adı Soy Cuba, İngilizce adı I am Cuba olan film,

1964 tarihli filmi Mikhail Kalatazov yönetmiş, Küba’nın varoluş hikayesini, devrim sürecini anlatan Küba Rus ortak yapımı bir başyapıt, siyah beyaz çekilmiş filmin her karesi hafızanıza kazınacak, neden Küba Küba olmuş, neden Fidel Castro çıkmış o topraklardan, daha iyi anlıyor insan filmi izleyince. Günahları  ve sevapları ile neden sevmişler Fidel’i, kısaca izleyince unutulmayacak filmlerden  hem sinematografik açıdan hem tarihsel açıdan dört dörtlük .

Küba’nın çok fazla değişmediğini nereden biliyorum derseniz, yıllar yıllar sonra Soy Cuba filminin çekim öyküsü hakkında 2004 yılında Vicenta Ferraz tarafından çekilen O Mamute Siberiano belgeselinden. Aynı mekanlar kullanılmış çünkü.

Memories of Underdevelopment (Az Gelişmişliğin Anıları)

1968 yılında devrimden hemen sonra Tomas Gutierrez Alea tarafından yönetilen film Fidel Castro’nun ülkeden kovduklarının ve ülkeden kaçanların öyküsünü anlatıyor. 1961-1962 dönemi Küba’nın günlük yaşamını anlatan film hem  kapitalizme hem  Komünist Devrim’e bir eleştiridir.

Sırada sıcacık bir film var, Fresa Y Chocolate (Çilek ve Çikolata)

1994 yılında  Tomas Gutierrez Alea ve Juan Carlos Tabio tarafından yönetilen filmi izleyip, Küba sokaklarında dolaşırken muhakkak çilekli dondurma yiyoruz.

Devrim sonrası  eğitim, tarım, ekonomi konularında  başlatılan seferberlik sırasında zaman zaman yapılan hatalar nedeniyle canları yanan insanlar üzerine bir film. Dünya görüşleri ve cinsel yönelimleri farklı  iki insanın dostluğu anlatılıyor. 1994 tarihli Berlin Film Festivali’nde Büyük Jüri Ödülü alan filmi Fidel Castro’da izlemiş ve beğenmiş, yaptıkları hataları da kabul etmiş, evet demiş “bu konularda hata yaptık ama her şeye yetişmek mümkün  değildi“. Ne hata yapmışlar derseniz filmi izleyin seveceksiniz.

Sırada Buena Vista Social Club var,

1999 yılında  Wim Wenders tarafından yönetilen film  efsane grubun belgeseli, çok açıklama yapmaya gerek yok bence Küba severler zaten biliyor bu topluluğu ve hikayelerini.

Yine sıcacık bir film var sırada, Lista de Espera,  

2000  Juan Carlos Tabio tarafından çekilen film Küba’nın toplu ulaşım sistemini anlatıyor, ambargo nedeniyle petrol olmadığı için şehirler arası otobüsler her gün farklı şehirlere gitmek zorunda, yolcu çok, üstüne otobüs  arıza yapınca ve parça bulunmayınca kalabalık artıyor. Türkçeye Otobüs Durağı olarak çevrilmiş filmin adı, aslında Bekleme Listesi demek,  şehirler arası  otobüse binebilmek için sıralama  listesi yaparken, bekleyen insanların gecelerini de istasyonda geçirmeleri gerekince bir rüya görüyorlar. Ne görüyorlar derseniz filmi izleyin  umudun, iyi niyetin, sevginin , hayal etmenin güzelliğini görmek iyi gelecek size de, bana geldi.

Geldik, Fernando Perez tarafından 2003 yılında  çekilen, sıra dışı belgesele, Habana Suite.

Bir saat yirmi beş dakika süresince Küba insanının hayallerine ve gerçekleştirdiklerine bakıyoruz, hiç konuşma olmayan belgeselde Küba sokaklarında dolaşırken olağanüstü insanlarla ve hayalleri ile tanışıyoruz.

Söz ettiğim yıllar arasına ilave edilebilecek pek çok film var, hepsine burada yer vermemiz mümkün olamıyor ama biri var ki  ondan söz etmeden bitirmek olmaz film önerilerini, Cuba and the Cameraman,  

Jon Alpert tarafından 42 yıl süresince Küba’da yaşayan bir ailenin ve tabi Küba’nın geçirdiği değişimi çerçeveye alan belgesel.

Fidel Castro’nun ölümü ile başlayıp ilk çekim yapıldığı yıllara doğru gidip geliyor. Sıra dışı bir düşüncenin belgeseli izlenmeye değer görüntüler ve hikayeler anlatıyor.

Küba’yı görmüş olanlar filmleri izleyince Küba’nın çok fazla değişmediğini görecekler. Küba’ya gitmeyi düşünenler ise seyahat planlarında Küba’yı öne çekecekler.

Otobüsle Balkanlar Turu

Balkan turları ülkemizde özellikle son yıllarda çok talep görmekte. Bu bölge coğrafi ve kültürel olarak çok yakın olmamıza rağmen yıllarca gezemediğimiz ülkeleri kapsamaktadır. Uygulanan siyasi sistem nedeni ile 1990’lara kadar içe kapalı olan ülkelerin 90’lar sonrası sınırları değişti, sayıları arttı. Bu ülkeler 2000’lerden sonra özellikle Avrupa’nın sonra da bizim halkımızın ilgisini çekip, en çok görülmek istenen yerler haline geldi. Aslında sadece coğrafi yakınlık değil, Osmanlı’nın uzun yıllar bu topraklarda hüküm sürmüş. Osmanlının son dönemlerinde Balkan Savaşlarının kaybedilmesi ile bu topraklar elden çıkmış. Cumhuriyetin ilk yıllarında  bu bölgeden ülkemize Türk nüfusun göçmesi nedeni ile azımsanmayacak bir grubun ata toprağını görmek üzere yola çıktığını da hatırlatalım.

Sonuç olarak bu yakın coğrafyaya tek bir ülke için gitmek yerine, birçok ülkeyi kapsayan bir tur ile gezmek, cazip bir seçenek olmaktadır. Bu turlarda gidiş dönüş uçakla veya tamamı otobüsle olabilmekte. Bu yazımızda otobüsle çok sayıda ülke gezdiren Balkanlar turunu çok genel olarak tanıtmak amaçlanmıştır.

Turumuz Yunanistan, Makedonya, Arnavutluk, Karadağ, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Sırbıstan, Bulgaristan olmak üzere 8 ülkeyi kapsamaktadır. Suya yeşile ve tarihe doyulan bir tur.

“Balkan”  kelime anlamı olarak dağlık bölge demek. Bu turda da bir çok dağ, ova ve yeryüzü şekilleri görüyorsunuz. Tahmini olarak 7-8 günde ortalama 1300- 1500 km arası Balkanlarda yolculuk yapıyorsunuz. Bizim turumuzda hareket İzmir’den olup belirttiğimiz süre gidiş ve dönüş hariçtir. Şehirler arası mesafe denilecek kilometrelerde ülke sınırları geçiyorsunuz. Bunun da nedeni Yugoslavya dağıldıktan sonra bir çok sınır kapısının yakın mesafelerde yer alıyor olması. Tahmini olarak Yunanistan- İpsala sınır kapısından başlayıp Sofya dahil olursa 24 olmazsa 22 sınır kapısından geçiyorsunuz.

Açıkçası bir keyif turu olmaktan ziyade sürekli yolculuk yaptığınız her gün başka bir ülkede konakladığınız için biraz zahmetli oluyor. Her gün en az 3-4 saat otobüs yolculuğu yapılıyor. Kendi aracınız ile konfor biraz daha fazla olabilir ancak rehberlik anlamında ön çalışma yapıp kendi kendinizin rehberi olmanız gerekecektir.

Bölge çok yağış alması sebebi ile yeşil ile kaplı. Bunu süsleyen nehirler ve bunların kolları yeşile daha bir güzellik katıp sizi ferahlatıp size adeta terapi yaptırıyor. Bölge nispeten daha az yağmur aldığı dönem olan Mayıs, Haziran ve Ağustos 15’inden sonra Eylül ve Ekim aylarında seyahat etmek için daha uygun olmaktadır.

Tarihi dokunun hakim olduğu AB üyesi ülkelerin diğer Balkan ülkelerine nazaran turizmde ve modernlikte fark  attığı açık ara gözlemlenmektedir. Aynı zamanda kapitalizmin sosyalist dönemden kalma birçok yerde, sahil bölgelerinde bile yüksek inşaatların başlatılması ile doğanın bozulmaya başladığını göreceksiniz.

Bu yazıda gezdiğimiz ülkelerden kısaca söz etmek isteriz. Aslında her biri ayrı bir yazı konusu ancak  kaldığımız sürede tanıdığımız kadar bu şehir ve ülkelere değinebileceğiz. 

Kavala

Yunanistan’ın Makedonya tarafında bir liman şehridir. Batı Trakya’nın önemli merkezlerinden biridir. Tarihi M.Ö. 600 yıllarına kadar dayanmaktadır. Yunanistan’ın Taşöz Adası’ndan gelen göçmenler tarafından Neopolis ( Yeni Şehir ) kurulmuştur. Kavala 1387- 1912 yılları arasında Osmanlı yönetiminde kalmıştır. Kanuni Sultan Süleyman zamanında bir çok su kemerleri yapılmıştır. Sizi şehrin girişinde görkemli bir su kemeri karşılamaktadır. Ancak bugün işlevini görmemekte sadece tarihi bir doku olarak yer almaktadır. Kavala kurabiyesi ile meşhur. Birçok yerden alım imkanınız var.

Panagia ise Kavala’nın keşfedilmesi gereken eski şehridir. Burada sizi İbrahim Paşa Cami karşılar. İbrahim Paşa Cami Kanuni Sultan Süleyman’ ın vezirlerinden Pargalı ( Maktul- Makbul ) İbrahim Paşa tarafından 1530 yılında yaptırılmıştır. Lozan Antlaşması’ndan sonra 1926-1927 yıllarında kiliseye dönüştürülerek Saint Nikolas adını almıştır. Cami kiliseye çevrilirken mihrap ve minber kaldırılmış ve minaresi yıktırılarak minare kaidesi üzerine çan kulesi yapılmıştır ve bahçe de bulunan ulu çınar ağacı kesilmiştir. Yolumuza devam ederken Arnavut kaldırımlı sokakları size yürüyüşünüzde eşlik eder. Evlerin çiçekli balkonları sizi mest eder. Yol üzerinde 19. y.y. neo klasik yapıları, İmarethane’ yi görüp ziyaret edebilirsiniz. Hafif yokuş olan yolun sonunda ise Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ nın Evi’ni ziyaret edilebilir. Kavala’ da doğan Kavalalı Mehmet Ali Paşa Yunanlılar tarafından çok sevilmektedir. Ve evinin hemen yanına heykeli yaptırılmıştır. Bunun da sebebi bir Osmanlı Paşası olmasına rağmen Osmanlı’ ya karşı tutum sergilemiş ve isyan etmiş olmasıdır. Tarihte de “Mısır Sorunu ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa” olarak yer almaktadır. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ nın Evi’nin hemen yanında Meryem Ana Kilisesi yer almaktadır.  

Selanik

Selanik Yunanistan’ın ikinci en büyük şehridir. Selanik şehrinin bilinen tarihi 2000 yıldan daha eskidir. Roma, Bizans ve Osmanlı kültürlerinden etkilenmiştir. Şehirde bir çok Romalı, Osmanlı ve Yahudi yapılarına rastlanmaktadır. Balkanların en büyük üniversitesi Aristotales Üniversitesi  bu şehirdedir.

Şehir M.Ö. 315 yılında  Makedon kralı Kassander tarafından antik şehir Terma yakınlarında kurulmuştur. M.S. 168 yılında Makedon krallığının yıkılması ile kent Roma Cumhuriyeti’nde bağımsız olarak  varlığını devam ettirmiştir. Yine bu dönemde Roma ticaret yolları sayesinde önemli bir ticaret merkezi olmuştur. 476 yılında Roma İmparatorluğunun çöküşü ile Doğu Roma İmparatorluğu’nun büyük ve önemli bir şehri haline gelmiştir. Bu dönemde Hristiyanlığın yayılmasında önemli bir merkez olmuştur.

Ege’nin karşı kıyısındaki Selanik ile beri yakadaki İzmir arasındaki benzer yönler dikkat çekmektedir. İzmir’in Kordon’u gibi kıyı boyunca kafeler restoranlar  ve yürüyüş yolları yer almaktadır. Yemek seçeneğiniz çok fazla, Atatürk’ ün evini ziyaret ettikten sonra ana caddeye çıktıktan sonra sol tarafa yürüyün, çok güzel ve uygun fiyatlı sulu yemek yapan bir restoran göreceksiniz. Denemeye değer lezzetler var. İnsanlar son derece saygılı ve ingilizce rahatlıkla anlaşabiliyorsunuz.

Gezimize Atatürk’ ün Evi’inden başlıyoruz. Şu an müze olarak kullanılan evde Atatürk’ün özel eşyaları, kıyafetleri, mutfak eşyaları, annesi Zübeyde Hanım ve Atatürk’ ün balmumu heykelleri yer almaktadır.

Selanik’te Türk yemeklerini rahatlıkla bulabileceğiniz gibi fiyatları da son derece uygun.

Görülecekler arasında Kral Konstantin Heykeli, Osmanlı dönemi Gümrük Binası, Aristotales Meydanı, Beyaz Kule, Büyük İskender Heykeli, Rotonda, Zafer Takı, Venizelos Heykeli, Bedesten, Hamza Bey Cami, Eski Hükümet Konağı, Aziz Dimitri Kilisesi yer almaktadır.

Aristotales Meydanı; 5 Ağustos 1917 yılında Selanik şehrinde çıkan büyük bir yangın sonrasında şehrin yeniden planlanması sırasında şehrin tam kalbine yapılmıştır. Bu meydandan geçilerek deniz kenarına ulaşılmakta, meydandan ve sahil tarafında çeşitli restoran ve kafelerde şehrin havası nüfuz edilebilmektedir. Burada alışveriş için çeşitli mağazalarda bulunmaktadır. Konaklamak isteyenler için yeterli sayıda ve değişik tercihlere göre otel bulmak imkanı söz konusudur.

Beyaz Kule; Kanuni Sultan Süleyman zamanında yaptırılmış olup, bir rivayete göre Mimar Sinan’ın yaptığı söylenmektedir. 30 metre yüksekliğinde 70 metre çapında olup altı katlıdır. 1912 yılında I. Balkan Savaşı’ndan sonra Yunanlıların eline geçen kule sembolik bir vaftiz töreni gibi düşünülerek beyaza boyanmıştır. Ancak günümüzde orijinal rengine dönmüştür. Pazartesi günleri hariç saat 08:30- 15:00 arasında ziyarete müze olarak açılmaktadır. Yine Büyük İskender’in Heykeli’ni de Beyaz Kule’ yi geçer geçmez görebilirsiniz.

Sinan Paşa- Hortaca Camii/Rotonda; M.S. 306 Roma İmparatorluğu  Galerius Sezar’ ın hükümdarlığı zamanında Zeus Tapınağı olarak yaptırılmıştır. Kilise olarak kullanılan yapı Yemen fatihi Sinan Paşa tarafından 1590- 1591 yıllarında minare, mihrab, minber ilave edilerek Süleyman Hortaca Efendi Cami olarak anılmıştır. Bugün itibari ile minaresinin tepesi olmayıp, Selanik’ te minaresi kalan tek yapıdır. Diğer tüm camilerin minareleri yıkılmıştır. Ayrıca Mustafa Kemal Atatürk’ ün babası Ali Rıza Efendi’ nin de bu yapının avlusunda defnedildiği bilinmekle birlikte bugün mezar taşlarından hiçbir iz kalmamıştır. Restorasyon işleri devam eden yapıyı müze olarak ziyaret edebiliyorsunuz. Yine bu yapıya sırtınızı döndünüzde karşınızda Zafer Takı görebiliyorsunuz.

Galerius Zafer Takı; daha çok bilinen adıyla Kamara. İranlılara karşı yapılan savaşlarda Selanik’ e zafer ile dönen Roma İmparatoru Sezar Galerius adına M.S.306 yılında yapılmıştır.

Manastır (Bitola)

Manastır’da Atatürk’ ün okuduğu Askeri İdadiye ( Askeri Lise ) ziyaret ediyoruz. Atatürk’ ün özel eşyalarını, fotoğraflarını görüp, tanıtım videosunu seyredip savaş yıllarında nelerin yaşandığını hissedip gözlerimiz doluyor. Sonrasında Manastır’ın merkezinde türküsü ile de meşhur havuzu görebilirsiniz. (Manastırın Ortasında Var Bir Havuz…) Ancak havuz maalesef sudan mahrum kalmış, boş bir şekilde duruyor. Aynı Manolya Meydanı’nda Osmanlı’ dan kalan Ordu Evi, Saat Kulesi, İshakiye Camii, Yeni Cami gibi eserleri görebilirsiniz. Şirok sokaktan deniz yönüne doğru giderken sol tarafınızda Atatürk Askeri İdadiye’ye giderken evinin önünden geçtiği ve platonik bir aşka maruz kalan Eleni’ nin evi yeri almaktadır. Eleni’nin büyük bir aşk duyduğu bilinmektedir.

Manastır’da Türk döneri bile bulabileceğiniz gibi boşnak böreği de yiyebilirsiniz. Ancak döner yerine yerel lezzetleri tercih etmeniz naçizane tavsiye edilir.

Resne

Manastır’ dan Ohri’ ye doğru olan yol güzergahında 1908 yılında Enver Bey ile dağa çıkan ve II. Abdülahamid’ in meşrutiyeti yeniden ilan etmesiyle sonuçlanan Jön Türk Devriminin öncülerinden Niyazi Bey’ in memelekti olan Resne’ ye girebilirsiniz. Burada Resneli Niyazi Bey’in yaptırdığı konağı ve yolun karşısında eski oturduğu evi görebilirsiniz. Konağı müze olarak ziyarete açıktır.

Ohri 

Ohri’ye vardığınızda merkezindeki büyük meydandan sağlı sollu alışveriş yapabileceğiniz dükkanların olduğu caddeyi takip ederek göl kıyısına ulaşabilirsiniz. Göl denemeyecek kadar büyük olmakla birlikte kumsalından göle girilebilmekte ve tekne turları yapılmaktadır. İncileri ile meşhur olan Ohri’ de çok fazla sayıda inci satışı yapan dükkan hanımlara hitap etmektedir. Ancak inci fiyatları Türkiye’dekine kıyasla çok pahalı, yine de seçim siz ziyaretçilere kalmış. Tekne turu ise gölün havasını solumak için ideal bir gezi, mutlaka öneririm. Sokaklarında dolaşırken eski Osmanlı evlerini de görebilirsiniz.

Diğer taraftan Ohri tarihsel olarak Osmanlıların Balkanlardaki önemli üslerinden biri olmuş ve “ Tanrı cenneti çamurdan yaparken bir parça kopup Ohri’ nin üzerine düşmüş.” Tanımlaması ile ünü bilinmektedir. Ayrıca Unesco Kültür Mirası Listesinde de yer almaktadır. Kiril Alfabesinin yaratıcılarından Aziz Kiril ve Metodi, öğrencileri Aziz Naum ve Klemeus heykelleri yine Ohri Gölü kıyısında yer almaktadır.

Elbasan 

Çoğumuzun “Elbasan” kelimesini yemek ismi olarak duymuşuzdur. Arnavutluğa özgü bir yemek olan ve ana vatanı Elbasan’ a kısaca uğrayıp bu yemeği yerinde yemenizi tavsiye ediliriz. Güveç kaplarda sunuluyor, ayrıca o doğa harikası yeşillikler  ile beslenen hayvanların sütlerinden yapılmış olan yoğurdu da tatmadan geçip gitmeyin.

Tiran

Tiran’ a giderken Makedonya- Arnavutluk sınır kapısını geçtikten sonra yol bayunca Shkumbini Nehri’ nin eşsiz manzarası size eşlik ediyor. Arnavutluk başkenti olan Tiran 1614 yılında Süleyman Paşa tarafından imar edilmiş ve 1920’ mde Arnavutluk’ un başkenti olmuştur. 20. Yüzyıl boyunca savaşlara maruz kalması sebebi ile turizmden pek pay alamadığı görülmüştür. İskender Bey Meydanına giderken yol üzerinde bazı ağaçların gövdelerine sarılmış insan figuleri ile karşılaşabilirsiniz. Şehir merkezinde resterasyon çalışmaları olmakla birlikte birçok yapıyı yakın yürüyüş mesafelerinde gezip görebiliyorsunuz. Ethem Bey Camii, Tarihi Saat Kulesi, Ulusal Müze, Opera ve Bale Binası, Parlamento ve Başbakanlık Binaları, Cumhurbaşkanlığı Köşkü, İskender  Bey Heykeli bunlar arasındadır.

Budva

Arnavutluk- Karadağ sınır kapısını geçtikten sonra Adriyatik kıyıları görünmeye başlıyor. Karadağ sahillerinin en gözde turistik yeri olan Stevi Stefan Adası’ nı yol güzergahı üzerinde görebilirsiniz. Hatta burada bir çok konaklama yeri olup buranın gecesini de yaşayabilirsiniz.

Budva’ ya vardığınızda şehir merkezinde Starti Grad ( eski şehir merkezi ), Kale ve Kale içinde bulunan Aziz Loannis Katolik Kilisesi, Kutsal Üçleme Ortodoks Kilisesi görebilirsiniz. Kale içinde aynı zamanda kalenin dokusuna uygun ototntik dükkanlar alışveriş için sizi beklemekte. Ancak sabah çok erken saatte açık dükkan bulamıyorsunuz.

Kotor

Kotor coğrafi konumu sebebi ile Osmanlılar tarafından tarihte ele geçirilememiştir. Surlar ile çevrili Kotor şehri insanı tarihin içinde hissettirmekte. Surlardan içeri girerken sizi Tarihi Saat Kulesi karşılıyor. Surların içinde tarihi bir yürüyüş yaparken alışveriş imkanı bulabilir, sur içindeki kafelerde dinlenebilirsiniz.

Kotor ve Dubrovnik artık şimdilerde Avrupa sosyetesinin tercih ettiği gözde kıyılar olarak günden güne değer kazanmaktadır.

Dubrovnik

Kotor’ dan ayrılıp Dubrovnik yönüne giderken Kotor Körfezi’nin büyüleyici güzelliği eşliğinde Barbaros Hayrettin tarafından alınan tarihi Herceg Novi şehrini görebiliyorsunuz. Karadağ- Hırvatistan sınır kapısını geçtikten sonra eski adı Ragusa olan Dubrovnik şehri sizi surları ve tarihi dokusu ile karşılıyor. Orta Çağdan kalma bu şehrin sokaklarında gezerken kendinizi o yüzyıla aitmiş gibi hissediyorsunuz. Çekimleri İzlanda, Hırvatistan ve Fas’ ta yapılan Game Of Thrones (Taht Oyunları) dizisinin duygusunu bununla birlikte yaşıyorsunuz. Surların içerisinde Onofrio Çeşmesi, Fransisken Manastırı, 14. y.y. kalma Eczane, Çan Kulesi, Orlando Sütunu, Aziz Blaise Kilisesi, Sponza Sarayı, Rektör Sarayı’nı görebilirsiniz. Denizin güzelliği karşısında burada denize girmemezlik yapmayın. Gençlerin kayalıklardan denize atlayışları ayrı bir seremoni. Balkanlar turunda en yoğun turist çeşitliliğini burada görüyorsunuz. Dubrovnik’ te dondurma yemeği de sakın unutmayın…

Mostar

Neretva Nehri üzerinde 1557 yılında Mimar Sinan’ın öğrencilerinden Mimar Hayreddin’in inşa ettiği ancak 1993 yılında Hırvat topçu ateşi ile yıkılan daha sonra 2004 yılında Türkiye’ nin desteği ile orijinaline uygun olarak tekrar yapılmıştır. Mardinli ustalar tarafından ve kapanan taş ocağı tekrar açtırılarak yeniden inşa edilebilmiştir. UNESCO Dünya Mirası Listesi’ ndeki yerini almıştır. Yüzyıllarca nehrin iki ayrı yakasında yaşayan Hırvat ve Müslümanları bu köprü birleştirmiştir.

Neretva Nehri’nden 24 metre yükseklikte, 30 metre uzunluğunda, 4 metre genişliğinde olan köprüde 456 adet kalıp taş kullanılmıştır. Köprünün üzerindeki taş sayısı 99 olup bu sayı Allah’ ın 99 ismini ifade etmektedir. Mostar Köprüsü ve oraya giden yol çok ziyaret ılması nedeni ileile taşların kayganlaşmasına sebep olmuştur. Burayı ziyaret ederken mutlaka lastik, tabanı kaymayan bir ayakkabı tercih etmeniz önerilir.

Her yıl Mostar Köprüsü’nden Temmuz ayında yerli, yabancı erkekler tarafından cesaret atlayışı gerçekleştiriliyor. Belki gittiğiniz tarihte siz de katılabilirsiniz bu atlayışa cesaretiniz varsa…

Köprüyü geçtikten sonra Sultan Selim Mescidi, Koski Mehmet Paşa Cami, Kuyumcular Çarşısı gezip, görülebilecek yerler arasında yer almaktadır. Ara sokaklarda demlenmiş Türk çayı da bulabiliyorsunuz. Ayrıca dondurmalarının da lezzetine diyecek yok.

Saraybosna

Bosna- Hersek’ in başkenti olan şehir iki asır boyunca Balkanlar’ın kültür başkentliğini de yapmıştır. 1914 yılında Avusturya-Macaristan Veliahtı Arşidük Franz Ferdinand’ ın Sırplar tarafından burada öldürülmesi üzerine Birinci Dünya Savaşı’ nın çıktığı yer olan Saray Bosna halen 1992-1993 yılındaki savaşın izlerini silmek için uğraş vermektedir.

1992-1993 yılları arasında Sırpların Müslüman halka karşı yaptığı katliamlar ve bu sokırımı red etmeleri mahkemelere konu olmuştur. Bunun için delil bulunması gerektiğinde “Mavi kelebekler” fark edilmiştir. Bu kelebekler mezarlıklarda toprağın jeolejik yapısının değişmesi sonucu yetişen mezar çiçeklerine doğru akın etmeye başlamışlardır. Kelebekleri izleyerek yapılan kazılarda 500 den fazla toplu mezar bulunmuştur. Şehre girdiğiniz andan itibaren ve çevresinde toplu mezarlar ve şehitlikler size o vahşeti hatırlatmakta. Bir çok kişi bu katliamda yakınını kaybedip acılardan payını aldığı için insanların yüzleri hala pek gülmüyor. Yani kısacası savaşın yarattığı travma burada çok büyük olmuş. Savaşta bombalanan bazı konutları da aynen bırakmaları ayrı bir dram konusu.

Şehirde yaşayanların din çeşitliliği dolayısı ile Avrupa’nın Kudüs’ü sayılmaktadır. Bosna Savaşı’ında günlerce yanan ve milyonlarca el yazması eserin de yok olduğu Eski Kütüphane, Seher Köprüsü, İnat Evi, Hünkar Camii, Franz Ferdinand’ın suikastının yaşandığı Latin Köprüsü kısa mesafeli yürüyüşle görülebilmektedir.

Ayrıca Eski Şehrin Avusturya bölümünde Katalik Kilisesi, Sonsuz Ateş Anıtı, Sinagog görülebilir. Saraybosna’ nın sembolü olan Baş Çarşı’da alışveriş yapıp, kafelerinde keyif yapabilirsiniz.

Belgrad

Sırbistan’ın başkenti olan şehir Sırpça “beyaz şehir” anlamına gelen Belgrad ismi ile anılmaktadır. Şehir Sava ve Tuna Nehirlerinin birleştiği noktada kurulmuştur. Şehrin merkezinde Parlamento Binası, Eski Saray, Ulusal Müze, Terazi Çeşmesi yer almaktadır. Her biri kısa yürüyüş mesafelerinde yer almaktadır. Daha sonra iki nehrin birleşme noktasına hakim manzarası ile bezeli kalesini gezebilirsiniz. Leopold ve Zidan Kapılarını, Sokullu Mehmet Paşa Çeşmesi’ni, Damat Ali Paşa Türbesi’ni, Askeri Açık Hava Müzesini, Fransa’ya Şükran Anıtı’nı görebilirsiniz. Belgrad’ ın Mihailova Caddesi’ nde marka mağazalardan alışveriş yapabilir, cadde üzerindeki cafelerde birşeyler içebilirsiniz. Mağaza fiyatları Türkiye’ ye benzer veya biraz daha pahalı konumda…yine de tercih size kalmış tabiki…

Üsküp

Yahya Kemal’ in şehri olarak bilinen ve Makedonya’nın başkenti olan şehir Vardar Nehri’ nin iki yakasına kurulmuştur. Şehrin ana meydan ve bulvarı Üsküp 2014 Projesi kapsamında yapılan bir çok heykel ve yapı ile doludur.

Üsküp Kalesi önünden yürüyüşe başladığınızda; Mustafa Paşa Cami, Sulu Han, Murat Paşa Camii, Çifte Hamam, Eski Türk Çarşısı, Kapan Hanı, Davut Paşa Hamamı, Taş Köprü gibi Osmanlı yapısı eserleri görüyorsunuz. Yine Türk Çarşısı’nda alışveriş için vakit geçirebilirsiniz.

Ürünlerin hemen hemen hepsi Türkiye’ den geliyor.

Mekadonya Meydanı tarafına geçtiğiniz anda şehrin yapısı hemen modernleşiyor ve daha gelişmiş bir görünüm sergiliyor. Meydanda Makedon tarihinin önemli kişilerinin heykelleri yer alıyor. Bunlar arasında; Öncelikle milli kahramanları kabul ettikleri Büyük İskender Heykeli, İskender’in babası II: Philip, Çar Samuil, Jüstinyen, Kraliçe Olympia, Rahibe Teresa Anı Evi’ ni görebilirsiniz.

Buranın meşhur fasulye üzeri köftesini tadabilirsiniz. Akşam da Balkan müziği eşliğinde yemek yemeği tercih edebilirsiniz.

Sofya

Bulgaristan’ın Vitoşa Dağı’ nın eteklerinde kurulu başkent Sofya’ nın yine aynı isimle anılan Vitoşa Cadde’inde yemek yiyebilir ve lüks mağazalardan alışveriş yapabilirsiniz. Ancak fiyatlar biraz yüksek. Şehre ismini veren Ayasofya ve Bulgaristan’ ın en büyük kilisesi olan Aleksander Nevski Katedralini görmeden gitmeyin.

Gezilecek yerler arasında Koca Mustafa Paşa Camii, Nedelya Kilisesi, Milenyum Anıtı, Banyabaşı Camii, Parlamento ve Rus Kilisesi ve bunlarla birlikte Atatürk’ ün Sofya’ da Askeri Ateşeliği döneminde yeniçeri kıyafeti ile katıldığı kıyafet balosunun yapıldığı eski Ordu Evi’ni ziyaret edebilirsiniz.

Son Söz

Kısa sürede çok sayıda ülke ve şehir gezdiren Balkanlar turunun özeti bu şekilde. Tüm bölgeyi görmek güzel, biraz da yorucu. Ancak bu gezi sonrası özellikle en beğendiğiniz şehirler seçilip, üç veya dört şehire daha uzun zaman ayıracak yeni geziler planlanması önerilir.

Yağ ve Mermer: Gezgin Kitapları

Aynı dönemde  Floransa sokaklarında dolaşan, muhtemelen karşılaşan iki deha  Michelangelo ile Leonardo da Vinci’nin birbirleri ile rekabetleri ve sanatları hakkındaki  düşüncelerini merak etmiştim, özellikle İtalya gezim öncesi.

Yalnız değilmişim! İtalyan Rönesans sanatına tutku derecesinde ilgi duyan ve İtalya’da sanat tarihi eğitimi alan Stephanie Storey, birbirlerinden hiç hoşlanmayan iki sanatçı arasındaki müthiş rekabeti odağına alan bir roman yazmış. Merakımı giderirken başka meraklara yol açan eğlenceli kitabı hemen tanıtmak istedim.

Yirmi iki yaşındaki genç Michelangelo, Vatikan Aziz Petrus Bazilikası’nda yer alan ilk başyapıtı Pieta heykelini tamamlamıştır. Pieta’da, çarmıhta ölmüş İsa’nın bedeni, annesi Meryem’in kollarında tasvir edilmektedir. Heykel’in özelliği; İsa’nın bedeninin son derece gerçekçi olması, Meryem’in oğlunun bedenini kucağında rahat taşıyabilmesi amacıyla elbisesinin kıvrımlarının kalın ve geniş dökümlü tasarlanması ve Meryem’in ebedi gençliğine vurgu yapılmasıdır. İlk ünlü “Pieta” sı ile adını ve başarısını daha geniş kitlelere duyuran  Michelangelo için artık Floransa’ya dönme vakti gelmiştir.

Uzun zamandır Milano’da yaşayan ve burada Santa Maria delle Grazie Kilisesi için “Son Akşam Yemeği” adlı eserini yapan Leonardo da ustalık çağına geldiği bu şehirden ayrılmak durumunda kalmıştır. İsa ve 12 havarisini gösteren “Son Akşam Yemeği” nde, İsa’nın havarilerine “içinizden biri bana ihanet edecek” dediği anki havarilerin ruh hali resmedilmektedir.  Santa Maria delle Grazie Kilisesinin yemekhane duvarına çizilen büyük boyutlu resim; sanatçının, gerçekçilik, denge, derinlik ve hareket konusundaki ustalığını gösteren bir başyapıt olarak nitelendirilmektedir.

Henüz yeni tanınmaya başlayan, sanatına aşık, pejmürde kılıklı, genç heykeltıraş Michelangelo ile 50’li yaşlarını süren, şöhretli, kibirli ve karizmatik ressam (aynı zamanda bilim adamı) Leonardo’nun yolları Floransa’da kesişir.  İki sanatçı arasındaki rekabet sanat tarihinin en önemli eserlerinden Mona Lisa ve Davut’un oluşum sürecini tetikler; 1501-1505  yıllarına denk gelen bu dönemde Leonardo bir ipek tüccarının karısının portresini yaparak Mona Lisa’yı,  Michelangelo ise yıllarca kaderine terk edilerek tahribata uğramış, tam bir figür oluşturmanın imkansız göründüğü dev mermer blokundan, mucizevi bir şekilde, devasa heykel Davut’u yaratır. Kitapta bir yandan Rönesans dönemi diğer yandan iki sanatçının birbirinden farklı sanat yaratma süreci ve yöntemleri, günlük yaşamları da yansıtılarak, insani yönleriyle anlatılıyor.

Tarihsel  bir kurmaca olarak yazılan kitapta yaşamlarının bir dönemine tanıklık ettiğimiz Leonardo ve Michelangelo’nun özelliklerini hatırlamak istersek;

Leonardo da Vinci (1452-1519):  İtalyan Rönesans döneminin dahi sanatçılarından, Floransalı ressam, heykeltıraş,  mühendis, müzisyen ve bilim adamı. Müthiş bir yetenek, yüzyıllar öncesinden günümüz uçak ve denizaltılarını öngören çizimler yapmış. Yaşamı boyunca uçmayı hayal etmiş. Ancak birçok şey öğrenmeye meraklı bu Rönesans aydınının  başladığı işleri yarım bırakmak gibi ufak bir de kusuru var. En önemli eserleri Son Akşam Yemeği, Mona  Lisa…

Michelangelo Buonarroti (1475-1564): İtalyan Rönesans döneminin dahi sanatçılarından, Floransalı ressam, heykeltıraş, mimar ve şair. Birkaç sanat dalıyla ilgili olmasına rağmen kendisini daima bir heykeltıraş olarak tanımlamış. Gelmiş geçmiş tüm zamanların en iyi ressam ve heykeltıraşı olarak kabul ediliyor. Ölümünden sonra değer verilen birçok sanatçının aksine dehası yaşarken kabul görmüş ve takdir edilmiş. En önemli eserleri Pieta, Sistina Şapeli tavan freskleri, Son Yargı, Davut…

Sanat dışında astronomi ve  bilimle de yoğun  ilgilenen ve ressamdan çok daha fazlası olduğunu düşünen Leonardo, kendisini sadece ressam olarak tanımlayanlara şöyle der “… .Merakım beni sanattan koparmıyor, aksine onu besliyor. Müzik matematiği, matematik bilimi, bilim de resim sanatını besler. Eşsiz bir şey yaratmanın tek yolu, görünürde farklı şeyler arasında bağlantılar kurmaktır. Sadece resme odaklanmak onun yok olmasına neden olacaktır.”  “..Bilime değil de sadece sanata takıntılı olanlar, denize pusulasız açılan kaptanlar gibidir. Nereye gittiklerini asla bilmezler.”  Yaşamı ve yaptıklarına bakıldığında romanda Leonardo’ya atfedilen bu sözlerin ona ait olmadığını kim iddia edebilir ki?

Okuması rahat ve oldukça keyifli kitabı İtalya’yı gezen özellikle Floransa’yı görmüş ve görecek olan sanatseverlere hararetle öneririm. Günlük hayatımızdan kısa bir mola alarak, Machiavelli, Botticelli, Leonardo, Michelangelo eşliğinde on altıncı  yüzyıl Floransa sokaklarında tarihsel yolculuğa çıkmanın hepimize iyi geleceğini düşünürüm. İyi yolculuklar…

Kitap adı:   Yağ ve Mermer

Yazar     :  Stephanie Storey

Çevirmen:  Levent Kurtuluş

Yayınevi  : Maya Kitap

Basım yılı : 2017