ANA SAYFA Blog Sayfa 19

Konya Gezi Rehberi: Gez Dünyayı, Gör Konyayı

“Gez dünyayı, gör Konya’yı” denilirmiş. Doğru; çağımızda da Konya gezginler için bir cazibe merkezi. Gerçi ‘Hanya’yı Konya’yı görürsün’de demişler ama bizim görmek istediğimiz sadece Konya’nın güzellikleri. Bu günlerde Konya’nın mottosu  ‘İslam Dünyası Turizm Başkenti’ olmuş. Ama Konya’nın bunun ötesinde de vereceği şeyler var.

Tabii Konya denince akla ilk gelen Mevlana… Hoşgörü felsefesiyle İslam sınırlarını aşıp tüm dünyayı kucaklayan, sadece din adamı kimliğiyle değil felsefesiyle de gönüllere ulaşan  Mevlana, Konya’nın olmazsa olmazı. Zaten Konya’da her yerde rastlayacaksınız izlerine. Şehir lambalarından lokanta dekorasyonlarına kadar her yerde Mevlana ve Mevlevilikle ilgili şeyler karşınıza çıkacak.

İslam Dünyası için Konya önemli ama Türk Dünyası için de çok önemli bir yer. Türklerin Ön Asya’daki varlıklarının bir imparatorluğa dönüştüğü ilk merkezlerden biri Konya. Selçukluların (İznik sonrasında) başkenti. Mevlana ile birlikte Konya’ya damgasını vuran bir unsur da Anadolu Selçuklularından kalan eserler. Onun için Konya, çok rahat bir Selçuklu başkenti olarak da tanıtılabilir.

Ve tabii Anadolu’daki Türk beylikleri içinde özel yeri olan Karamanoğulları’nın da merkezi Konya. Osmanoğullarına ciddi rakip olan, Grek harfleriyle Türkçe yazan ve Türkçe dışında başka dil konuşulmasını yasaklayan Anadolu’nun Hristiyanlığı seçmiş Türkleri olan Karamanlılar…

Konya’nın Hristiyanlar için de sunabileceği şeyler var. Günümüzde Tarsus, Yalvaç, İzmir hattında ciddi bir Haç yolu olarak sunulabilecek bölgedeki önemli merkezlerden biri Konya.

Tarih öncesi dönemler için de önemli bir yer merkez Konya çevresi. Yani bilebildiğimiz tarihin başlangıç noktalarından biri olup hala önemli bir merkez olmayı sürdüren bir şehirden bahsediyoruz.

Bir de şehir hikayeleri var tabii. Konya, bu açıdan da çok zengin; Türkiye’de hakkında en çok geyik dönen şehirlerden biri de belki Konya’dır. Malum en çok içki tüketilen şehrimizin Konya olduğuna dair bir rivayet döner durur ortalıkta. Doğru değil tabii; Konya muhafazakar bir şehir, kendi yazılmamış kuralları olan ve bu kuralları uygulayan bir yer. Alkollü içki servis eden yerler neredeyse yok, bırakın alkollü lokantayı, alkollü içki satan yerler bile sınırlı. Şehrin gündelik sosyal hayatında alkole pek yer yok. Bu durumda en çok içki tüketen şehir olabilmesi için, akşam evlere çekilince herkesin deli gibi içki içmesi gerek. Bunun için de az sayıdaki tekel bayilerinin önünde uzun kuyruklar olması gerek. Yani yok öyle bir şey. Konya’daysanız bunu veri olarak almanız gerek; yani etli ekmeğinizi ayranla yiyeceksiniz. Ancak benim gördüğüm kadarıyla Konya, muhafazakarlığının içinde farklı yaşam biçimlerine de yer açan bir şehir, ne de olsa Mevlana’nın memleketi; Kısacası Şehrin kendine has bir ahengi var.

Artık gezimize başlayabiliriz. Önce şehir hakkında bazı bilgiler.

Tarihi

Hemen her yerde olduğu gibi, Konya’nın da ismi bir efsaneye dayanıyor.  Efsaneye göre, eski çağlarda şehri tehdit eden bir canavarı öldüren kahraman için bir anıt yaptırılmış, bu anıta da İkonion denmiş. Bu isim zamanla İcconium’a, oradan da türlü değişimlerle Konia’ya kadar uzanmış.

Konya tarih öncesi çağlardan beri insanlığın ilgi odağı olmuş bir yer.  İlk yerleşim neolitik çağa kadar uzanıyor. Çatalhöyük’te neolitik ve kalkolitik çağa ait yerleşim izleri bulunmakta. Konya merkeze yaklaşık 50 km mesafede olan Çatalhöyük’te MÖ 6000 li yıllardan beri yaşam olduğu anlaşılmış. Alaaddin Tepesi ve Karahöyük’te de ilk tunç çağına ait bulgulara rastlanmış.

Bölgede MÖ 1300’da civarında Hitit etkisi olduğu belirlenmiş. Daha sonra Frigler ve Kimmerler bölgeye hakim olmuş. MÖ 7 yüzyılda Lidyalıların, MÖ 6 yüzyılda Perslerin egemenliğinden sonra Büyük İskender’in Pers İmparatorluğu’nu yıkmasından sonra MÖ 334 yılında Makedonya Krallığına bağlanmış. MÖ 1.yüzyıl ve sonrasında Pontus ve Roma İmparatorluğu arasında sürekli el değiştiren Konya, MS 7. yüzyıl başlarında Sasaniler ve Arapların etkisine girmiş.

Daha sonra ise 1071 yılı itibariyle Anadolu’ya akınlar düzenleyen Türklerin ilerlemesi sonucu,  Alparslan’ın komutanlarından Kutalmışoğlu Süleyman Şah Konya ve yöresini fethetmiş. Böylece Anadolu Selçuklu Devleti’nin topraklarına katılan Konya, başkent İznik’in I.Haçlı Ordusu tarafından alınmasından sonra yeni Selçuklu başkenti olmuş. Bu dönemde Konya sadece siyasi bir başkent değil, Bahaeddin Veled, Mevlana Celaleddin, Kadı Burhaneddin, Kadı Sıraceddin, Sadreddin Konevi, Şahabeddin Sühreverdi, Muhyiddin Arabi gibi alimler, düşünürler, mutasavvıfların toplandığı kültürel başkent de olmuş.

1097 yılından 1308 yılına kadar Anadolu Selçuklu Devleti’nin egemenliğinde kalan Konya, Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından sonra Karamanoğulları Beyliği’nin hakimiyetine girmiş. 1465 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından ortadan kaldırılan Karaman Beyliği’nden sonra Konya, Osmanlı toprağı olmuş. Fatih Sultan Mehmet, 1470 yılında dördüncü eyalet olarak Karaman Eyaletini kurmuş, başkenti de Konya yapmış. Tanzimat döneminde bu eyaletin ismi Konya Eyaleti olarak değiştirilmiş. O tarihlerde Konya,  dünyanın 69. büyük şehriymiş.

İstiklal Savaşı sırasında Batı Cephesi Akşehir’de kurulmuş. Mondros Ateşkes Anlaşması’yla Konya İtalyanlar tarafından işgal edilse de 20 Mart 1920 tarihinde işgalden kurtulmuş.

Konya, Cumhuriyet döneminde Türkiye’nin tahıl ambarlığından sanayi merkezi olmaya doğru ivme kazanmış, üniversitelerle canlanmış, geçmişten gelen kültürünü çağımıza yansıtacak projelerle turizm cazibesi artıran, geleneksel ile moderniteyi içine barındırıp, sürekli büyüyen önemli bir şehir olmuştur.

Genel Bilgiler

Konya Türkiye’nin en büyük yüzölçümlü ili. Karaman’ın il olup Konya’dan ayrılmasından sonra bile  40.838 km2 lik yüzölçümüyle, Avrupa’da bazı ülkelerden daha büyük alana sahip.  Anadolu’nun neredeyse ortasından başlayıp güneybatıya doğru uzanan ilin nüfusu ise 2.161.300 kişi. 31 ilçeye sahip Şehrin en kalabalık ilçesi, merkez ilçe konumundaki Selçuklu. Meram ve Karatay, diğer merkez ilçeleri.

Akdeniz’den 250 km uzaklıkta olmasına rağmen deniz seviyesinden yüksekliği ortalama 1016 metreye ulaşmaktaymış. Topraklarının % 38i ovalardan, %35i dağlardan, %27 si platolardan oluşan Konya’nın en büyük ovaları Konya ve Ereğli ovalarıymış. Platoları ise, Cihanbeyli, Obruk ve Taşeli platoları. Konya’nın önemli bir nehri yok ancak bir çok doğal ve baraj gölüne sahip. Tuzgölü’nün yanı sıra, Konya’nın doğal gölleri, Beyşehir, Akşehir, Suğla,  Akgöl, Küçük (Kulu Gölü), Acıgöl, Hotamış Gölü, Küçükhasan Gölü, Ilgın (Çavuşçu) Gölü, Terzihan Gölü, Köpek Gölü ve Devecipınar Gölü. Obruk Gölleri Obruk Yaylası üzerinde. Ayrıca Altınapa, Apa, Sille, Ayrancı, May baraj gölleri bulunmakta. Konya’nın güney doğusu dağlık, Orta Toroslardaki Aydos Dağı 3430 metre ile Konya’nın en yüksek noktasıymış.

Yer altı kaynakları açısından da, özellikle demir, bakır, çinko, krom, linyit açısından zengin olan Konya’da muhtelif maden ocakları bulunmakta. Ayrıca Konya merkez ve bir çok ilçede organize sanayi bölgeleri mevcut.

Gezilecek Yerler

Bu bilgilerden sonra gezmeye başlayabiliriz. Gezilecek yerleri belli gruplara ayırdım Kalkış noktamız ise Alaaddin Tepesi… Şehrin tam ortası olarak kabul edebileceğimiz yer, çoğu toplu taşım aracının da başlangıç noktası. Alaaddin Tepesi’nin çay bahçeleri, parklar, havuzlarla süslü Mevlana Cami’sine bakan taraf bizim kalkış noktamız. Tabii ilk istikametimiz Mevlana Türbe Camisi ve adı Mevlana ile anılan Şems Tebriz-i Camisi.

Mevlana Cami ve Türbesi – Şems-i Tebriz-Cami

Sırtınızı Alaaddin Tepesi’ne verdiğinizde biraz ileride Mevlana Türbesi’nin turkuaz çinilerle döşeli Türbesi sanki kulağınıza fısıldayacak; ‘Gel, umutsuzluk dergahı değil, bizim dergahımız’… Hiçbir araca ihtiyacınız yok, Mevlana Caddesi’nde 15 dakikalık yürüyüşle orada olacaksınız. Zaten Konya’da görmek isteyeceğiniz çoğu yer, Alaaddin Tepesi çevresi ve Mevlana Caddesi  üzerinde. Bu yürüyüş rotası üzerinde  sağ kaldırımda, Mevlana ve Şems Tebriz-i nin ilk karşılaştıkları yerde, o kavuşmanın anısına camekan içinde sekiz kulplu bir şamdan konmuş. Yine de yürümem diyorsanız Alaeddin Tepesi’nden geçen mavi renkli Adalet hatlı tramvay sizi Mevlana’ya götürecektir.

Yol boyunca size biraz Mevlana’dan bahsedeyim… Asıl adı Muhammed Celaleddin olan ve ‘Efendimiz’ anlamındaki lakabını Konya’da genç yaşında din dersleri okuturken kazanan Mevlana, 1207 yılında bugün ki Afganistan’ın Belh şehrinde doğmuş. Mevlana’nın annesi Belh emirinin kızı Mümine Hatun, babaannesi Harzemşah prensesi Melike-i Cihan Emetullah Sultan’mış. Babası ise Alimlerin Sultanı olarak ün yapan Muhammed Bahaeddin Veled. Hazreti Muhammed soyuyla bağlantısı olduğu belirtilen Bahaeddin Veled, bazı kaynaklara göre tasavvuf ilmiyle uğraşmasını çekemeyenlerin baskısı, bazı kaynaklara göre Moğol istilasından kaçmak için Belh’i terketmiş, Hac’a gitmiş, sonra da yanında oğlu Mevlana’yla muhtelif yerlerde konakladıktan sonra Konya’ya yerleşmiş. Babası Mevlana’nın ilk mürşidi, O’na Allah yolunu öğretip tasavvuf usulünce hakikatleri ve sırları gösteren yol göstericisiymiş. Mevlana babasının isteğiyle 18 yaşındayken ilk eşi Gevher Banu ile evlenmiş. Babasının ölümünden sonra Mevlana babasının makamına geçmiş.

Konya

Mevlana yedi yıl süren Halep ve Şam gezilerinden sonra 3 kez en az 20 günlük çile çıkarmış. Bundan sonra Mevlana’nın tamamen kemale erdiği kabul edilmiş. Bu arada Mevlana ilk eşinin ölmesinden sonra Kerra Hatun ile evlenir. O dönemde Mevlana 38 yaşındayken 60 yaşındaki Şems Tebrizi ile karşılaşmış ve bu, Mevlana’nın Hakk yolculuğunda bir dönüm noktası olmuş. Denilir ki, Mevlana Şems Tebrizi’nin gönül aynasında kendini görür ve kendi güzelliğine aşık olur; Mevlana gönlündeki Allah aşkını Şems Tebrizi’de yaşar. Bu arada Mevlana felsefesinin ritüelleri ortaya çıkar. Hatta rivayete göre, bir gün Mevlana’yı kendi etrafında dönerek sema yaparken gören bir esnaf, tüm çalışanlarını aynı şekilde kendi etraflarında döndürür, Mevlana’nı sema ritüelinin doğuşu böylece oluşur. Ancak bu arada Konya’da Mevlana’nın Şems Tebrizi’den sonra değişen halinden memnun olmayanlar ve bundan Şems Tebrizi’yi sorumlu görenler de vardır. Sonuçta  Şems Tebrizi Konya’dan ayrılır ama Mevlana bundan sonra dünyayla tüm ilişkisini kesince Mevlana’nın büyük oğlu gider, Şems Tebrizi’yi bulur ve Konya’ya geri dönmesine ikna eder.

Mevlana Camii ve Türbesi, her gün açık. 15 Nisan-Eylül sonu arası 09.00- 18.30 arası, Ekim-14 Nisan arası 09.00-16.40 arası ne zaman isterseniz Mevlana’nın çağrısına icabet edebilirsiniz. Giriş ücretsiz. Müze olarak kullanılan mekan, Selçuklu döneminde gül bahçesi iken, bahçe Sultan Alaeddin Keykubat tarafından Mevlana’nın babası Sultanü-l Bahaeddin Ulema Veled’e hediye edilmiş. Kendisi 12 Ocak 1231 tarihinde ölünce de buraya defnedilmiş, ancak Mevlana, gök kubbeden daha iyi bir türbe mi olur diye babasını mezarının üzerine türbe yaptırmamış. Daha sonra burası Mevlana’nın dergahı olmuş. Mevlana öldüğünde ise, oğlu Sultan Veled Mevlana’nın mezarı üzerine türbe yaptırılması yönündeki istekleri kabul etmiş. Yeşil Türbe anlamına gelen Kube-i Hadra denilen türbe dört kalın sütun üzerine Mimar Tebrzili Bedrettin’e yaptırılmış. Bu tarihten 19 yüzyıl sonuna kadar da mimari eklemeler devam etmiş. Dergah ve zaviyelerin yasaklanmasından sonra burası 1926 yılında ‘Konya Asar-ı Atika Müzesi’ olmuş, 1954 yılında ise adı Mevlana Müzesi olarak değiştirilmiş.

Müzenin alanı 18.000 m2 imiş. Müzeye ‘Dervişan Kapısı’ndan girilmekte. Avluda Ahmet Eflaki, Hürrem Paşa Türbesi, Sinan Paşa Türbesi, Hasan Paşa Türbesi ve Fatma Hatun Türbesi bulunmaktadır. Ayrıca derviş odaları da bu avluya bakmaktadır. Avlunun diğer ucunda Üçler Mezarlığına açılan Hamuşan (susmuşlar) Kapısı vardır. Matbah, semahane, mescit bölümleri ile Mevlana ve aile fertlerinin mezarlarının bulunduğu bölüm de avluya açılan diğer kısımlardır. Avluda Yavuz Sultan Selim’in yaptırdığı üzeri kapalı şadırvan ile ‘Şeb-i Arus’ havuzu ve selsebil adı verilmiş çeşme dikkate değer. Kur’an-ı Kerim’ güzel sesle ve usulüne uygun olarak okumak anlamına gelen Tilavet adındaki kısımda, önceden Kur’an-ı Kerim okumaları yer almaktaymış, şimdi ise hat sanatına ayrılmış bir kısım. Burada Mahmud Celalettin, Mustafa Rakım, Hulusi, Yesarizade gibi devrilerinin ünlü hattatlarının eserleri bulunmakta.

Türbe salonuna Sokullu Mehmet Paşa’nın oğlu Hasan Paşa’nın 1599 yılında yaptırdığı gümüş kapıdan giriliyor. Burada Mevlana’nın ünlü eserlerinden Mesnevi ve Divan-ı Kebir’ın eski nüshaları sergilenmekte. Türbe salonunda yükseltilmiş bir bölümle ayrılan bir kısımda 6 Horasan erinin sandukaları vardır. Türbe  odasının diğer tarafındaki yükseltilmiş kısımda ise Mevlana ve babası Bahaeddin Veled’in soyundan gelen, onu kadınlara ait olmak üzere 55 adet, Mevlevilikte makam sahibi olmuş kişilere ait 10 adet olmak üzere toplam 65 adet mezar bulunmakta. Yeşil kubbenin altında Mevlana ve oğlu Sultan Veled’in mezarları yer almakta.  Salonda en büyük mezar Mevlana’nın babasına ait ama en gösterişli olanı Mevlana’nın; bu bölüm çini süslemeleri ve hat eserleriyle çok etkileyici. Mevlana’nın ardından oğlunun mezarları gelmekte. Buradaki iki mezar çini kaplı. Zaten ziyaretçilerin en açık görebildiği alan da burası.

Türbe salonunda önünde kuyruklar olan bir yer de ‘Sakal-ı Şerif’… Cam bir kutunun içindeki ‘Sakal-ı Şerif’i görmek için, kutuya yerleştirilmiş büyütece gözünüzü denk getirmeniz gerekiyor. Ama kutu kenarlarındaki dört küçük hava deliği önünde insanlar kuyruktaydı, dualar okuyup o deliklerden içeri üflüyorlardı. Ben uzaktan bakabildim. 

Çerağ kapısından girilen Mescid’te çok değerli halılar ve ahşap kapı örnekleri sergilenmekte. Vitrinlerde ise değerli hat, tezhip örnekleri bulunmakta.

16 yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılan Semahane’de naat kürsüsü, müzisyenlerin oturdukları mutrib hücresi, mahlifler orijinal halleriyle korunurken duvarlarında halılar, vitrinlerde de madeni ve ahşap objeler sergilenmekte.

Avluya bakan ve III.Murat tarafından 1584 yılında yaptırılan 17 adet derviş hücresi, bugün postniş ve mesnevihan hücreleri olarak orijinal eşyalarıyla döşenmiştir, bazı hücreler de Mevlevilere ve dergaha ait çeşitli eşyalar sergilenmekte.  Burada dikkati çeken objelerden biri, Şems Tebriz-i’ye ait olduğu belirtilen bir serpuş ve  Sultan Veled’e ait olduğu belirtilen pamuklu kumaşı üzerinde fetih suresi, Kelime-i Tevhid ve tılsımlı yazılar ile güneş motifinin bulunduğu tılsımlı gömlek dikkat çekici. Bir de dervişlerin sabır tespihi…O tespih sırasında sabretmenin ne kadar zor olduğunun en büyük kanıtı bence.

Dergahın yemek ihtiyacının karşılandığı Matbah 1584 yılında III Murat tarafından yaptırılmış; burada yemek pişirme ve Mevlevilerin yemek yeme adabı ve sema talimlerine yönelik mankenli sergi bulunmakta. Ayrıca dervişlerin semazenlik eğitimine yönelikte mankenli sergi görülebilir. Bu arada hatırlayalım, Mevlana Müzesi’nin yaklaşık 1 km uzağında Mevlana Kültür Merkezi var ve her cumartesi burada sema gösterisi düzenlenmekte.

Dünyayı sarmalayan o hoşgörü felsefesinin yoğrulduğu yerden ayrılmakta zorlanıyor insan. Ama sırada Mevlana’nın ruh eşi Şems Tebriz-i’nin Cami ve Türbesi var. Mevlana’ya geldiğiniz yoldan geri dönerken sağ tarafta karşınız çıkan (İplikçi Cami’nin karşısında) alana girin, Şerafettin Cami’yi geçip ilerleyince önünüze bir park, parkın içinde de bir camii göreceksiniz. Şems Tebrizi’nin (bazılarına göre temsili) türbesi orası. Bu Caminin yapımı 13 yüzyıla tarihlenmekte. Bugünkü yapı Abdürrezzakoğlu Emir İshak Bey tarafından genişletilmiş haliymiş. Türbe mescit ile bitişik, mezarın üzerinde de bir serpuş bulunmakta. Türbe mescide, ince işçiliğe sahip ahşap bir kemerle açılmakta. Tavanda ise geometrik desenler var. Mescidin üstü Selçuklu kümbet külahı ile kaplanmış. Burası, Mevlana Camii ve Türbesine göre çok daha ufak ve sade bir yapı.

Gelelim Şems Tebriz-i’ye; 1185 yılında Tebriz’de doğan Şems Tebrizi, Melik Dad oğlu Ali isimli birinin oğluymuş. Dinin güneşi anlamına gelen Şemseddin lakabıyla anılan Tebrizi küçük yaşlardan itibaren manevi ilimlerle ilgilenmiş, Tebrizli Ebubekir Sellad’a mürtid olmuş, farklı din alemlerinden feyz almak için sürekli seyahat halinde olmuş, bu nedenle kendisine Şemseddin Perende (Uçan Şemseddin) denirmiş. Manevi bir işaret üzerine Mevlana’ya ulaşmış ve üç buçuk yıl süren birliktelikleri süresince Mevlana’da yeni ufuklar açılmasına neden olmuş ve O’nu kamil bir Hakk aşığı yapmayı başarmış.

Yukarda bahsetmiştik, Şems Tebrizi Konya’ya ve Mevlana’ya geri dönmüş, Şems Tebrizi’nin yokluğuyla sarsılan Mevlana için bu hayata dönüş gibi bir şey olmuş. Ancak Şems Tebrizi’nin dönüşüne sevinmeyen bir çok kimse de varmış, bunların arasına Mevlana’nın küçük oğlu da dahilmiş. Sonuçta Şems Tebrizi bir gün yok olmuş, bazı rivayete göre bu düşmanlığa karşı sessizce şehirden ayrılmış, bazısına göre çekemeyenler tarafından öldürülmüş ve başı kesilerek kuyuya atılmış. Yani bir ihtimal, Konya’daki türbe gerçekten Şems Tebrizi’ye ait olmayabilir. Zira, Niğde’deki kesik baş türbesi de Şems Tebrizi’ye izafe edilmekteymiş. Ayrıca Tebriz’de Geçil Mezarlığında ve aynı bölgedeki Hoy’da, Pakistan’daki Multon şehrinde de Şems Tebrizi türbe ve makamları bulunmaktaymış. Ben, orayı Şems Tebrizi’nin Türbesi niyetine ziyaret ettim.

Şems Tebrizi, Mevlana’nın önündeki perdeyi kaldıran kişi olarak gösteriliyor ve Mevlana’nın derin dünyası bugün tüm dünyaya ışık tutuyor. Yoğun maneviyatı dışında  Mevlana’nın dünyasında gündelik hayata da yer var, hele Mesnevisinde öyle öyküler var ki, insan o günün Konya’sını merak etmeden duramıyor.

Türlü rivayetler, muhtelif söylentiler olabilir ama Mevlana’nin insanların iç dünyalarına sunduğu ışık yüzyıllar ötesinden parlamakta; mühim olan bu. Bu ışık, benim kişisel öykümde de, her fırsatta beni Mevlana’ya getirecek gibi görünüyor.

Alaaddin Tepesi – Alaaddin Cami – Seyir Köşkü

Alaaddin Tepesi, Konya’nın tam merkezi demiştik. Burası Şehrin belki de en güzel parkı. Geçmişin görkemini yaşarken, bir yandan da hemen yanı başınızdaki çılgın şehir karmaşasına bulaşmadan parkın serinliğinin tadını çıkarabilirsiniz.

Buradaki en önemli yer şüphesi Alaaddin Cami… Burası Konya’da Anadolu Selçuklularından kalan en eski ve en büyük camiymiş. Caminin yapımına Selçuklu Sultanı Rükneddin Mesud I döneminde başlanılmış, Kılıçaslan II döneminde inşası sürdürülmüş, 1221 yılında Sultan Alaeddin Keykubad I tarafından da tamamlanmış. Dikdörtgen tarzda ve üstü çatılı bir yapı. İçerisinde Bizans dönemine de ait 41 adet sütun bulunmakta. Cami içinde kullanılan malzemeler arasında eski çağ kitabeleri, Grekçe parçalar, kilise yapı malzemeleri varmış. İç tavan kütüklerle desteklenmiş. Minberdeki ahşap işçiliği dikkat çekici; abanoz ağacından birbirine geçmiş parçalardan oluşmakta, 1155 yılında Ahlatlı Mengum Berti tarafından yapılmış. Mihrabın çini işçiliği de ayrıca dikkate değer. Mihrabın kubbesi de çinilerle süslenmiş.  Geniş cami içi ahşap işçiliği ve çini süslemeciliği açısından dönemin en nadide örnekleri olarak kabul ediliyormuş. Yapıya giriş doğudaki kapıdan oluyor ancak kuzey tarafında üç kapısı daha bulunmakta. Cami’de halen restorasyon devam etmekteydi. Cami avlusunda II.Kılıç Aslan ve I.İzzettin Keykavus tarafından yaptırılan iki kümbet var; ilki ongen, ikincisi sekizgen. Restorasyondan dolayı kümbetlere giriş yoktu ama önceki gelişlerimde gezmiştim. Caminin minaresi ise Osmanlı döneminde yapılmış. Cami yanında şu an restorasyondan dolayı kapalı olan Kılıçaslan veya Alaaddin Köşkü olarak bilinen seyran yapısı bulunmakta. Burası iç kale surlarının üstünde 1190’lı yıllarda II.Kılıçaslan tarafından yaptırılmış. 1960 yılında ise beton bir şemsiye ile koruma altına alınmış. Yapılan kazılarda çıkan dönemin en güzel çinilerin bir kısmı bugün Karatay Müzesi’nde görülebilir.

Tepenin kalan bölgeleri yürüyüş alanlarına, çay bahçelerine, çiçekliklere ayrılmış. Mevlana Caddesi’ne bakan tarafta ise bir şelale şeklinde havuzlar bulunmakta. Sıcak yaz günlerinde soluklanmak için gayet güzel bir yer. Ayrıca buranın önündeki durak, kullanacağımız otobüslerin ana noktası…

Şimdi Alaaddin Tepesi çevresinden çok ayrılmadan Konya’daki (Mevlana Müzesi dışındaki) müzeleri gezelim.

Müzeler

Alaaddin Tepesi çevresinde önemli iki müze var, bunlar Selçuklu döneminin medreseleri, ayrıca o dönemin en güzel yapı örneklerinden.

Karatay Medresesi – Müzesi

Alaaddin Tepesinin kuzey tarafında yer alan Müze, her gün  15 Nisan- 02 Ekim tarihlerinde  09.00-19.00 saatleri, 03 Ekim-14 Ekim tarihlerinde 09.00-17.00 saatleri arasında açık olup giriş 5,-TL. II.İzzettin Keykavus döneminde Emir Celaleddin Karatay tarafından 1251 yılında yaptırılmış Medreseye, Selçuklu tarzı taş işçiliğiyle bezeleri ana kapıdan giriliyor. Medresenin tavan kubbesi örtülü ama havalandırma aralığı bulunmakta, geçiş güneş motifleri ile süslü. Karatay Medresesi’nde hadis ve tefsir eğitimi verilmekteymiş. Medrese kapısında yapımı ile ilgili bir kitabe var. Medrese içindeki hücre kapılarında ise ayet-i kürsi, besmele yer almakta. Kubbeye geçişte ise, İsa, Musa, Davut, Muhammed peygamberlerin ve ilk dört halifenin isimleri bulunuyor.  Osmanlı döneminde de kullanılan Medrese, 19 yüzyıl sonunda terk edilmiş.

Anadolu Selçuklu döneminin çiniciliğinde önemli bir yeri olan Medrese, 1955 yılından itibaren çini müzesi olarak kullanılmakta. Medresede kullanılan çiniler turkuaz, siyah ve lacivert renkte. Karatay Medresesi’nde, Medresenin kendi çinileri yanında, II.Kılıçarslan Köşkü ve Kubad Abad Sarayı’ndan çıkarılan çiniler de yer almakta. Selçuklu dönemine ait özellikle stilize hayvan desenli çiniler ve güneş motifli kubbe görülmeye değer.

İnce Minare

Alaaddin Tepesinin batısında yer alan Medrese, Sultan II.Keykavus döneminde vezir Sahip Ata Fahreddin Ali tarafından 1264 yılında hadis ilmi öğretilmek üzere inşa edilmiş. Tek eyvanlı avlusu kapalı tarzda. Yapının ön cephesi kesme taştan olup özellikle taç kapının taç işçiliği hayranlık uyandırıcı . Kubbe çevresindeki kasnaktan ışık alıyormuş. Yapıya adını veren minaresi ise,  kaidesi kesme taş kaplama, minare ise tuğla örülü olup turkuaz çinilerle süslü. Yapı 1956 yılında taş ve ahşap işçiliği müzesinde dönüşmüşmüş. Müzede Selçuklu ve Karamanoğlu Devrine ait taş ve mermer üzerine oyma tekniği ile yazılmış inşa ve tamir kitabeleri, Konya Kalesi’ne ait yüksek kabartma rölyefler, çeşitli ahşap malzemeye oyma tekniği ile yapılmış geometrik ve bitkisel motiflerle bezenmiş kapı ve pencere kanatları, ahşap tavan göbeği örnekleri ve mermer üzerine işlenmiş mezar şahidesi ve sandukalar teşhir edilmekte. Başkenti Konya olan Selçukluların sembolü çift başlı kartal ve kanatlı melek figürlerinin en güzel örnekleri de bu Müzede görebilirsiniz. Müze  hergün 15 Nisan- 02 Ekim tarihlerinde 09.00-18.40,  03 Ekim-14 Nisan tarihlerinde  09.00-16.40 saatleri arasında açık ve giriş 5,-TL.

Şimdi Alaaddin Tepesinden uzaklaşıp diğer müzelere gidelim…

Atatürk Müzesi

Alaaddin Tepesi’nin yanındaki Zafer Mahallesi’nde  Atatürk Caddesi üzerinde bulunan 1921 yapımı bu iki katlı bina, Vali Konağı olarak kullanılıp ziyaretleri sırasında Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e tahsis edilirmiş.  Atatürk, Konya’yı ilki 03.08.1920, son defa 20.11.1937 tarihinde olmak üzere 13 defa ziyaret etmiş. Taş ve tuğladan yapılmış bina, 1928 yılında Konyalılar tarafından Atatürk’e hediye edilmiş, 1940 yılında İl Özel İdaresi tarafından satın alınmış, 1963 yılına kadar Vali Konağı olarak kullanılmış, sonra da Müze olmuş.

Pazartesi hariç her gün 08.30-17.30 arası ziyarete açık ve ücretsiz. Atatürk’ün bu evde yazdığı günlük, kullandığı eşyalar, kahve takımından daktiloya kadar objeler, Konya’daki günlerine ait resimler ve Atatürk’ün kullandığı elbiseler görülebilir.

Arkeoloji Müzesi

Sahibata Mahallesi’nde, Atatürk Heykeli’nden başlayan Sahibata Caddesi üzerinde bulunan Arkeoloji Müzesi, 1901 yılında açılmış, İstanbul Arkeoloji Müzesi’nden sonra ikinci arkeoloji müzesiymiş, bugünkü yerine de 1961 yılında taşınmış. Müze  pazartesi hariç 15 Nisan- 02 Ekim tarihlerinde 09.00-18.40,  03 Ekim-14 Nisan tarihlerinde  09.00-16.40 saatleri arasında açık ve giriş 5 TL.

Arkeoloji Müzesi’nde, Prehistorik dönem, Demir Çağı, Roma dönemine ait eserler yer almakta. Benim en çok ilgimi çekenler ise mozaikler oldu. Türkiye’nin Mozaik Müzeleri yazısını hazırlarken gezdiğim bazı müzelerden çok daha fazla mozaik esere sahip. Tabii neolitik dönemden Çatalhöyük başta olmak üzere Erbaba, Süberde’den çıkan objeler de yabana atılamaz. Hele Çatalhöyük’ten gelen boyalı el izleri, çağlar öncesinden bize uzanan bir el gibi. Bunun yanında muhteşem lahitler, Frig kapları, Roma mücevherleri de ilgiyi hak ediyor. Müze bahçesinde ise, mezar döşemeleri, yazıtlar bulunmakta; özellikle Aziz Paul’ün geçtiği şehirler olan Icanium (Konya), Lystra ve Derbe yazıtları dikkate değer.

Etnoğrafya Müzesi 

Arkeoloji Müzesi’nin yanında bulunan  Etnoğrafya Müzesi, 1975 yılında hizmete açılmış. Bodrum katta halılar zemin katta ise, Konya çevresine ait el sanat ürünleri sergilenmekte. Koleksiyon kapsamında çakmaklı ve kapsüllü tabanca tüfekten hat sanatı örneklerine, mutfak eşyalarından anahtar ve kilit takımlarına, süs malzemelerinden giyim eşyalarına uzanan bir sergi bulunmakta. Müze  her gün 15 Nisan- 02 Ekim tarihlerinde 09.00-19.00,  03 Ekim-14 Nisan tarihlerinde  08.00-17.00 saatleri arasında açık ve giriş ücretsiz.

Müze-i Hümayun

Anadolu’nun ilk müzelerinden olan Müze-i Hümayun 1901 yılında tek katlı, iki odalı taş ve tuğladan yapılmış bir bina. Alaeaddin Tepesi yakınlarında Ankara Caddesi üzerindeki bina restore edilip yeniden hizmete sunulmuş ancak henüz ziyarete açık değil, bina üzerinde ‘….imam hatip okuluna kayıt ve nakilleri başlamıştır’ yazılı bir afiş bulunmakta, o nedenle  kullanım amacını anlayamadım.

İzzet Koyunoğlu Müzesi

Kerimdede Mahallesinde bulunan Müze, şehir merkezine biraz uzak, Karatay Belediyesi’nin önünden geçen dolmuşlarla gidebilirsiniz. Ayrıca Mevlana Kültür Merkezi’nden de yürüyerek gidebilirsiniz. Ahmet Rasih İzzet Koyunluoğlu’nın 1913 yılından itibaren kurmaya başladığı müze ve kütüphanesinden oluşturulmuş bir koleksiyon. Müze aslında A.R.İ. Koyunluoğlu’nun konağının etrafında şekillenmiş bir kompleks.

Zaten Müze avlusunda, bir zamanlar yaşadığı ev hala duruyor. İki katlı, cumbalı bu kagir yapı, A.R.İ.Koyunluoğlu’nun isteği üzerine Konya Evi olarak döşenmiş, öyle sergilenmekte. Avlusunda, ocak, tandır, fırın gibi unsurlar var. Ayrıca avlunun parçası olduğu bahçe de, çeşitli dönemlere ait taş ve mermer kaideler, lahitler, toprak eşyalar, büst ve heykeller yer almakta. Söz konusu ev koruma altına alınıp çevresiyle birlikte istimlak edilerek İzzet Koyunluoğlu Kütüphane ve Müzesi 1984 yılında hizmete girmiş.

Müzede neler yok ki; mamut kemiğinden volkan bombalarına, hat eserlerinden eski paralara, Türkiye’nin ilk fotoğrafçısından Roma dönemi heykelciklerine kadar türlü bölümlerden oluşuyor. Kütüphanede, eski el yazması kitapları yanında kâğıt, hat, minyatür, tezhip, tezyinat, cilt ve ciltbend  sanatlarının seçkin örneklerini de görebilirsiniz. Müze bölümünde Tabiat Tarihi, Anadolu Medeniyetleri, Etnoğrafya, Arşiv ve Hat Salonları bulunmakta.

Müzede Foto Hasan Behçet’e ayrılan bölüm özellikle ilginç; Türkiye’nin ilk fotoğrafçısıymış, 1900’lerin ilk yıllarından kalan siyah beyaz resimler hem o dönem hakkında fikir veriyor, hem de bir an için o insanlarla sanki bir temas kurmuş oluyorsunuz. Müzenin Hat Salonunu da kaçırmayın, çok etkileyici ve zarif.

Parklar

Konya çok yeşil bir şehir. Türkiye’nin yeşil unvanlı diğer şehirlerine rakip olabilecek kadar parklar, bahçeler, yeşillikler ile süslü şehir. Bir çok park var şehirde ama bunların içinde Alaaddin Tepesi’nin ayrı bir yeri var, yHem Selçuklu döneminin nadide eserlerini barındırması, hem şehrin merkezinde olması, hem de bakımlı, çiçeklendirilmiş bir yer olması nedeniyle ilk tercih olabilecek yerlerden. Ama başka parklar da var.

Kültür Parkı 

Kültür Parkı da, Alaaddin Tepesi gibi şehrin tam merkezinde ve ana ulaşım duraklarına yakın bir yer, hatta Alaaddin Tepesi’nin devamı olarak bile görülebilir. 2000’li yıllardan beri Konya’ya gidip geldiğim için burasının yapılış aşamasına tanık oldum. Şimdi özellikle yaz geceleri Konya’nın, kaçış noktası, soluk alacağı bir yer olmuş. Alaeddin Tepesinden Hacı Veyiszade Camii’ye kadar uzanan alanı kapsayan alanda göletler, gül bahçeleri, kafeler, lokantalar, hatta Selçuklu kümbeti bile var. Parkın diğer tarafı Alaaddin Tepesi, öbür tarafı da Şehir Meydanı. Şehir Meydanı’nda bir Selçuklu miğferi heykeli var, ama biraz Yıldız Savaşları’ndaki Darth Vader’in miğferi gibi olmuş; çehresiz olması mı, çehre yerine başka sembolize unsurlar konmasından mı, bilemedim.

Kyoto Japon Bahçesi

Burası şehir merkezine biraz uzak. Kosova Mahallesinde Veysel Karani Sokak üzerinde. Alaaddin Tepesinden kalkan yeşil (H3) tramvayı ile gidebilirsiniz. Kendi isminde durağı var. Japon mimarisinin hakim olduğu 30 000 m2 alana yayılan park, türlü yeşillikler ve çiçeklerle bezeli. Kardeş şehir olduğu Kyoto Belediyesi’ne danışılarak Japon kültürü ve  mimari tarzına uygun olarak düzenlenen ve 2010 yılında açılan Parkın içinde köprülerle geçişi sağlanan birbirine bağlı iki gölet ve bir havuz, seyir terasları, kamelyalar, bir de lokanta var; hepsi Japon mimari tarzında. Parka girince gerçekten Japon havasını solumuş olursunuz ama ortam tamamen Anadolu; sanmayın ki suşiler sarılıyor, tavalarda tempuralar kızartılıyor. Hayır, her kamelyada leğen leğen kısırlar, mercimek köfteleri, semaverler; çayırlara uzanan insanlar Japon Bahçesi’nin keyfini çıkarıyorlar. Lokantada öyle; etli ekmek, tandır baş yemek… Araya noodle sıkıştırmışlar ama o da siparişten 45 dakika sonra bile gelmemişti. Teknik bir sorun oluşmuş; sanırsın termik santral işletiyorlar, tek müşteri benim, onlarca garson ama ortada servis yok. O kadar zaman sonra yemeği göremeden kalktım. Yani bahçe Japon ama içerik nereli, onu bilemem…

Meram Bağları 

Konya deyince akla gelen bir diğer yer de Meram bağları… Tabii, artık burayı  Meram bağları değil Meram lokantaları olarak anmak gerek. Buraya Alaaddin Tepesi’nden kalkan 2,4 numaralı otobüslerle gidebilirsiniz. Aslında her iki otobüste aynı yerden geçiyorlar, birinin gidiş yolu diğerinin geliş yolu oluyor.4 numaralı otobüsün geçtiği yolda, orta sınıftan üst orta sınıfa uzanan yerleşim yerleri, villalar, ara sıra da konsept restorantlar var. 2 numaralı otobüs ise şık kafelerin,  gösterişli lokantaların, butik mağazaların olduğu yer, yani şehrin daha ciks bölgesi…Ama gelinen yer aynı; Meram çayının genişlediği piknik ve gezinti alanı…Konya’ya yaklaşık 6 km mesafede olan Meram, eski Konya’nın yazlık alanı gibiymiş, yazın Konyalılar buradaki konaklarına göç ederlermiş. Şimdi ise akşam eğlencesi için bile gelinebilecek bir yer. Ama dönüşümü Meramdaki hamamdan anlayın, Karamanoğlu Beyliği’nden kalan 1424 yılına ait hamam bile lokanta olmuş.

Konya

Eh tabii, eşeğin aklına karpuz kabuğu düştü…Meram denince akla gelen bir şey de Konya’nın oturak alemleri. Konu, Sabahattin Ali’nin Gramofon Avrat isimli kitabında ve bu kitap esas alınarak Yusuf Kurçenli’nin 1987 yılı yapımı filminde işlenmiş. Türkan Şoray’ın Hakan Balamir ile baş rollerini paylaştığı film, 1930 yılların Konya’sını ve oturak alemlerini dansçı Cemile üzerinden anlatır. 

Tropikal Kelebek Bahçesi

Burası Konya’nın biraz uzağında, Sille Parsana Mahallesi’nde…Kültürpark’ın önündeki duraktan kalkan 47 numaralı otobüsle yarım saatte ulaşabilirsiniz. Pazartesi hariç her gün 9.30-18.30 saatleri arasında gezilebilir. Ben buraya gittim ama benim küt bakış açımla anlatsam hiç bir şeye benzemeyecek. Siz en iyisi burayı arkadaşım Neriman Yaşar’in kaleminden okuyun; büyüleneceksiniz…Yazı linkte.

Konya Kelebek Vadisi

Mengüç Caddesi

Açık havada dolaşabileceğiniz, kahve-nargile içebileceğiniz, yemek yiyebileceğiniz, eski Konya havasını soluklayabileceğiniz bir sokak. Mevlana Müzesi’nin yanındaki Üçler Mezarlığı’nın arkasında bir sokak.  2010 yılında Belediye tarafından 500 yıl öncesinin Konyası’nı yeniden yaşatmak amacıyla projelendirilmiş.  Restore edilmiş eski Konya evleri, şimdi lokanta ya da kafe olarak hizmet veriyor. Keyifli bir yer, özellikle yaz akşamlarında…

Konya çok yeşil bir yer, bir çok bahçesi var. Artık sıra camilerde, medreselerde, türbelerde, kümbetlerde…

Camiler, Türbeler, Kümbetler, Medreseler, Hamamlar

Meraklısına 

Bu bölümü ‘Meraklısına’ adı altında yazıyorum çünkü bir gezi için biraz fazla cami, türbe, hamam, medrese gezim. Bunların bir kısmı atlanabilecek yerler. Zaten Konya’daki en çarpıcı cami ve türbeleri yazının önceki bölümlerinde anlatmıştım. Ama yine de bunlar dışında kalıp hararetle görmenizi tavsiye edeceğim yerler var. Ben gezdiğim yerleri anlatayım ama özellikle beğendiklerimi ayrıca belirteyim. Bir de ben özellikle Selçuklu ve biraz da Osmanlı mirası yerleri gezime esas aldım. Yani 1900’ler sonrası pek yok bu yazıda. Yoksa mesela camilerden bahsedeceksek, Konya’nın siluetine damgasını vuran Hacı Veyiszade  Camii’den bahsetmek gerekirdi. Gittim, gezdim tabii ama yeni bir Camii burası, 1996 yılında ibadete açılmış. Ama yazının konsepti dışında kaldığı için  yeni yapılara  ‘bizimle değilsin’ diyorum.

Sahib Ata Cami ve Külliyesi

Selçuklu Veziri Hacı Ebubekirzade Hüseyinoğlu Sahib Ata Fahreddin Ali tarafından 1258 yılında Gıyaseddin Keyhüsrev sultanlığı döneminde yaptırılan külliye, cami, hamam, türbe, hanigah, çeşme ve dükkanlardan oluşmakta. Larende Caddesi üzerinde olup Etnoğrafya ve Arkeoloji Müzesi ile yan yana. Cami, eski Konya surunun Larende kapısında olduğu için Larende Cami olarak da tanınıyormuş. 1871 yılında yıldırım düşmesi sonucu hasar gören cami aynı yıl tekrar yapılmış. Ayrıca Cami, 1702, 1825, 1848 yıllarında onarılmış. Taç kapıda mimarların ismi geçiyor; Amele Körük ve Bin Abdullah olarak iki kayıt var, bu Ortodoks iken Müslüman olan ve Sahip Ata’nın bir çok eserinde imzası bulunan bir mimarmış.

Caminin minaresi, Külliyenin ana giriş kapısında yer almakta, ayrıca çeşme de burada. Minare üstündeki kırmızı, turkuaz renkli çinilerle yapılan geometrik süslemeler göz alıcı. Tuğla çıkma minare üzerindeki bu çini döşemeleriyle Konya içindeki diğer camilerden ayrılıyor. Külliyenin kapısı da Selçuklu kapılarının güzel bir örneği. Turkuaz çinilerle örgü ve geometrik desen süslemeleri, kapının sivrileşen ana girişinin yanında göz alıcı bir şekilde yükselmekte.

Külliyenin Hanigahı ise, yapının doğusundaki Selçuklu taç kapısından girilmekte. Hanigah (Hankah), Farsça eşik anlamına gelmekteymiş ve genellikle büyük bir şeyhin türbesinin etrafında şekillenen tarikat yapıları, dergahlarmış. Hanigah mimarı belli değilse de 13 yüzyıla ait Selçuklu tekke ve hankahlarının bilinen  en büyüğüymüş. Hanigah bugün ise Sahib Ata Vakıf Müzesi olarak açık, giriş ücretsiz. Hanigahın girişi Selçuklu mimari özelliklerini taşıyan görkemli bir kapı. İçi dört ana bölüme ayrılmış tuğla ve çini örgülü. Aradan geçen yolun karşısında ise hamamı bulunmakta. Tarihi dokusunu bilemem ama hamamda kese ve masaj muhteşem. (Bu arada diğer bir tarihi hamam seçeneği de Şerafettin Camisi’nin arkasındaki Mahkeme Hamamı; tarihi kısmını pek anlamadım).

İplikçi Cami 

Mevlana Caddesi üzerindeki Cami, 1201 yılında Şemsettin Altınoba tarafından yaptırılmış, Somuncu Ebubekir tarafından genişletilmiş. 1951-1960 yılları arasında Klasik Eserler Müzesi olan yapı, 1960’da tekrar ibadete açılmış. Dikdörtgen tuğla örgülü Cami, tek minareli ve bence çok sade ama bir o kadar da etkileyici. Hakkında dillendirilen efsanelere kulak asmayın, sadece İplikçiler çarşısında bulunduğu için bu ismi taşıyormuş.

Caminin bulunduğu yerde önceden Altunaba Medresesi bulunmaktaymış, bu Medresenin vakfının mütevellisinin isminin İplikçi Necibüddin Ayaz olması da bu ismin nedeni olarak görülüyor. (Efsaneye göre, bu Camiyi yaptıran çok zengin kişi, cami yapımında kimseden yardım alınmasın da sevabı tamamen benim olsun diyormuş; mahallenin takıntılı kadınlarından biri de  ben de katkıda bulunayım, sevaba dahil olmak istiyorum, diyormuş ama teklifi sürekli reddediliyormuş, iplikçi olan bu kadın bakmış ki sözünü dinleyen yok, bir gece ipliklerini kırpıp kırpıp harca katmış ve cami bu şekilde tamamlanmış. Camii bitince bir gece bir derviş cami banisinin rüyasına girip bu caminin sevabı sana değil, iplikçi kadına yazıldı çünkü ipliklerini harca kattı, demiş. Şimdi nedir bu; E be kadın, git sen de başka bir cami yaptır, ne karışırsın adamcağızın işine, dur bu namazın bir kısmını da ben kılayım sevabı paylaşalım diyor musun, paran yoksa bütçene göre bir iş yap, olmadı ipliklerini çeyiz hazırlayan gariban kızlara ver, o da sevap… Ya o derviş; neden her şey bittikten sonra ortaya çıkıyorsun, oh işte, sevap senin olmadı diyorsun, baştan uyarsana. Adamcağız bir cami yaptırmaya kalkmış, her iki dünyadan da yapmadıklarını bırakmamışlar. Sevmedim ben bu efsaneyi.)

Şeyh Sadreddin Konevi Cami ve Türbesi

Sadreddin Konevi 13. Yüzyılda Konya’da yaşamış büyük ilim, fikir ve tasaavuf üstadı olup zamanında Konya’nın en büyük alimi ve şeyhi imiş. Aslında 1208 yılında Malatya’da doğmuş. Zenginliğinin yanında bilgin, edip olan ve Konya’nın velilerinden olduğuna inanılan Hace-i Cihan’ın oğlu Ali Han’ı iyileştirmesinden sonra Konya Meram Çeşmekapı Konağ’ında müderrisliğe başlamış. Ölümünden sonra 1274 yılında burası cami ve türbe olarak düzenlenmiş.

Ekberiye geleneğinin kurucusu ve  temsilcisi olan ve Şeyhi Kebir olarak da anılan Şeyh Sadreddin Konevi’nin zamanı Anadolu’nun Moğol istilasına uğradığı ve siyasetin karışık olduğu dönemler. Vasiyeti meşhurmuş; Sadreddin Konevi vasiyetinde Selçuklu devletinin yıkılışına kadar varacak olan karışıklıkları ‘Yakında burada bir takım fitneler zuhur edecek’ şeklinde haber vermiş.

Meram’ın Şeyh Sadreddin Mahallesinde olan camii ve türbe bir bahçe içinde yer almakta. Türbe Selçuklu kümbetlerini andıran bir kafes içinde olup açık türbe şeklinde.

Mahmudiye Medresesi 

Kültür Parkın arkasına düşen yapı Ali Gav Zaviyesi olarak da biliniyor. Kitabesi olmadığından kim tarafından, ne zaman yaptırıldığı bilinemese de, yapı tekniğinden 12-13 yüzyılda yapılmış bir Selçuklu eseri olduğu düşünülüyormuş. Dikdörtgen planlı, tek katlı, taş örülü ve kapalı tür medreselerdenmiş. Ali Gav’ın Selçukluların Konya’yı  kuşatması sırasında bir türlü alınamayan kaleye öküz postuna bürünüp sığırlarla birlikte kale içine sızıp, akşam kale kapısını açan Ali isimli bir asker olduğuna inanılıyor (Farsçada gav, öküz demekmiş). Sultan II Mahmud döneminde aslına uygun olarak restore edilip Mahmudiye adını almış. Sultan Ali Gav’ın  türbesi yapı içinde yer almaktayken, bina dışında da bir Bektaşi şeyhi olan Ali Kemter Baba’nn türbesi bulunmakta. Avlusunda su sistemi olan Medrese 2013 yılında da restorasyon geçirmiş. Halen Konya Meslek Edindirme Kurslarına ev sahipliği yapmakta.

Şerafettin Cami

Mevlana Caddesi’nde Hükümet Konağı ile Şems Tebrizi Cami arasında kalıyor. İplikçi Cami’nin karşısı. 12 yüzyılda Şeyh Şerafettin tarafından yapılmış, 1636 yılında tamamen yıkılarak Çavuş oğlu Mehmet Bey tarafından yeniden inşa edilmiş. Böylece Osmanlı mimarisinin tüm özelliklerini taşıyan bir camiye dönüşmüş. Tek minaresi sonradan eklenmiş. Cami gövdesi kesme taşlarla örülü olup üstünde büyük bir kubbesi var, güney tarafında yarım bir kubbesi bulunmakta. Kenarlar altı sütun üstündeki yedi küçük kubbe ile örtülmüş. Cami içinde yazı ve nakış süslemeleri dikkate değer. Caminin caddeye bakan kısmında Şeyh Şerafettin’in türbesi bulunmakta; Selçuklu kümbeti şeklinde olan Türbe ile Osmanlı tarzındaki Caminin yan yana uyumu görülmeye değer.

Kapu Cami

Bedesten çevresinde Sarraflar Caddesi’ndeki Cami, Konya’da Osmanlı döneminden kalan en büyük camiymiş. Eski Konya Kalesi’nin kapılarından birinin yanında yapıldığı için bu isimle anılıyormuş. Düzgün kesme taşlarla yapılan  Cami, Mevlana’nın torunlarından Şeyh Hüseyin Çelebi 1658 yılında yaptırmış. Daha sonra yıkılan Cami, 1811 yılında Konya Müftüsü Esenlerlizade Seyyid Abdurrahman Efendi tarafından yeniden yaptırılmış. Cami 1867 yılında yanmış ve 1868 yılında yeniden yaptırılmış. Cami bünyesi ve çevresinde muhtelif dükkanlar bulunmakta. Mihrabındaki çiniler göz alıcı.

Aziziye Cami

Aziziye Mahallesinde Bedestenin tam ortasında bulunan Cami, Konya’daki önemli Osmanlı camilerinden. Aynı yerde 1671-1676 yılları arasında IV.Mehmet’in kızlarından Hatice Sultan’ın eşi Damat Mustafa Paşa tarafından yaptırılan Yüksek Cami yanınca yerine Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevniyel Sultan tarafından yeniden yaptırılmış. Cami kesme taştan, altı mermer sütunlu, iki yan duvarında beş girişi olan ve yivli minareleri ile dikkati çeken Osmanlı tarzı barok-rokoko tarzında bir yapı. Minare ve değişik şerefeleriyle bu tarzın en ilginç örneklerinden birini oluşturmakta.

Selimiye Cami 

Mevlana Müzesi’nin batısındaki Cami, 1558 yılında II. Beyazıt Konya’da şehzadeyken yapımına başlanmış 1567 yılında tamamlanmış. Cami, klasik Osmanlı mimarisinin Konya’daki en önemli temsilcisi. Gerçekten İstanbul’daki heybetli selatin camilerinden hiç farkı yok. Kuzey tarafındaki altı sütuna yapılmış yedi kubbesi dikkat çekici. Tek şerefeli iki minaresi var. Ahşap kapıların sağındakinde, ‘Mescit i Mümin suda balık gibidir’ , solundakinde ise ‘Münafık kafeste bunalan kuş gibidir’ ibareleri bulunmakta.

Tahir Paşa Cami

Alaaddin Tepesi’nin yakınında Abdülaziz Mahallesindeki bu Cami, Osmanlıların kuruluşu sırasında önemli bir rol oynayan Dursun Fakih’in oğlu tarafından yaptırılmış ancak 1885 yılında Tahir Paşa tarafından tadilattan geçirtildiği için onun ismiyle anılmaya başlamış. Cami minaresi daha sonra yapılmış. İlginci cami sütunlarından birinde Yunanca yazılar olması. Ayrıca sütunlardaki yaprak kabartmalarının da Bizans stili güvercin kabartmalarından bozularak yapıldığı belirtiliyor.  Osmanlının ilk hutbesinin 1389 yılında bu Camide okunduğu belirtiliyor. Bir rivayet de Fatih Sultan Mehmet’in burada Cuma namazı kıldığı yönünde. Bir özelliği de bahçesinde açık kütüphanesinin olması.

Sahip Ata Cami (Bu Cami, Arkeoloji Müzesinin yanında)  haricinde buraya kadar anlattıklarım Alaaddin Tepesi çevresinde ya da Mevlana Müzesine giden yol üzerinde olan camilerdi. Yani kısa bir Konya gezisinde, her durumda gözünüze çarpacak, merakınızı uyandıracak yapılardı. Bunları gördüğünüzde Konya’daki camiler, medreseler hakkında oldukça bilginiz olmuş olacak. Şimdi biraz şehrin derinliklerine dalacağız ya da ufak, daha göze çarpmayan yapılara uğrayacağız. Eğer zamanınız varsa buraları da ziyaret edebilirsiniz.

Piri Mehmet Paşa Cami ve Zaviyesi

Mengüç Sokağı çevresinde olan bu Cami Yavuz Sultan Selim’in son, Kanuni Süleyman’ın ilk sadrazamı olan Piri Mehmet Paşa tarafından 1523 yılında yaptırılmış. Burası, Konya’daki en eski Osmanlı eserlerinden. Tek kubbeli caminin son cemaat yeri üç minik kubbeyle örtülü. Taş ve tuğladan oluşan binanın minaresi de aynı malzemeden. Caminin hemen yanında Siyavuş Paşa Türbesi bulunmakta. Siyavuş Paşa’nın kimliği açık değilmiş; II Keykavus’un oğlu olduğuna dair inanışlar var. Kümbet şeklindeki türbe cami ile bitişik. Camiye bağlı 12 odalı medrese ise bugün baharatçıların, antikacıların mekanı durumunda.

Fakıh Baba Cami ve Türbesi

Şeker Fabrikasının güneyinde yer alan 13 yüzyıl Selçuklu yapısı olan Fakih Baba Külliyesi, Meram’a giden 4 numaralı otobüs yolunun üzerinde. Dönemin mutasavvıflarından Hoca Fakih Baba 1221 yılında öldüğünde buraya gömülmüş.  Avlu duvarında yan yana çeşme, sarnıç ve sebil bulunmakta. Cami kısmı çatılı bir yapı olup içinden türbe kısmına geçilmekte. Türbenin üstü ise kubbeli.  Caminin Osmanlı döneminde ait olduğu düşünülmekte ve minaresiz. Avlusunda mezarlar bulunan Külliyenin yanında ise 1248 yılına tarihlenen Celaleddin Karatay’ın kardeşi  Kemaleddin Rumtaş tarafından yaptırılan Karatay Mescidi denilen kubbeli bir yapı bulunmakta. Araştırmalar bu bölgenin o dönemler, şimdi Şeker Fabrikasının sınırları içinde kalan Şekerfuruş türbesini de içine alacak şekilde cami, dergah, ev, medreseden oluşan geniş bir külliye olduğunu gösteriyormuş.

Horozlu Han

Horozlu Han, Selçuklu dönemine ait bir kervan saray. Burası Konya’ya 7 km mesafede, eski kervan yolu üzerinde Konya’ya en yakın kervansaraymış. Gitmek isterseniz Alaaddin Tepesinden 44 numaralı otobüse binip Yeni Ayakkabıcılar Sitesinde iniyor, oradan da karşıya geçiyorsunuz. Mermer kitabesi yazısızmış ancak buranın 1246-1249 yılları arasında yaptırıldığı düşünülmekte; banisi de II.Keykavus’un atabeyi Emir Esedüddin Rüzbe…Zaten Kervansaray’ın ismi de Rüzbe’nin zaman içinde dönüşmüş haliymiş. Kemerli geçişlerle ayrılmış bölümlerden oluşan Kervansaray’ın sade taş işçiliğinin hakim olduğu taç kapısının  bazı yerleri, eksik bırakılmış gibiymiş. Bu durum yazısız kitabe ile birleştirilince buranın Rüzbe’nin öldürüldüğü tarihe yakın bir zamanda yapıldığına işaretmiş. Burası şehir merkezi civarında Selçuklulardan kalan bir kervansaray, o açıdan önemli. Ancak buraya şehirden ulaşmak zor. Ayrıca ben gittiğimde tadilattaydı. Karar sizin.

Tavus Baba Türbesi ve Has Bey Mescidi

Meram Bağları olarak bilinen bölgede olan Tavus Baba Türbesi ve Has Bey Mescidi birbirine geçişli bir bahçe içindeler. Tavus Baba Türbesi, I.Alaaddin Keykubat döneminde Konya’ya gelen Şeyh Tavus Mehmet el-Hindi’ye aitmiş. Kendisi hakkında bilgi olarak, Tavus Baba’nın doğayı coşturacak kadar etkili ney üflediğini okudum. Hatta Mevlana’nın kendisi ney üflerken kaldığı yerin yakınına gelip kendisini dinlediği, bir gün beklediği ney sesi bir türlü gelmeyince bakmaları için birilerini gönderdiği, gidenlerin de o mütevazı odada bir avuç tavus kuşu tüyü gördüğü yönünde bir rivayet var. O tüyler oraya gömülür ve burası Tavus Baba Türbesi olarak kabul edilir.

Has Bey Mescisi ise birkaç basamak aşağıda ve 1424 yılında Hacı Hasbeyoğlu Mehmed tarafından yaptırılmış.  Önünde duran tabelada ‘ Meram Tavus Baba Mescid’ine bitişik olarak inşa edilmiş olan tek kubbeli Daru’l-huffaz (hazırlık okulu) nun bitişik olduğunu mescidden önce yaptırılmış olduğu mimari izlerinden anlaşılmaktadır. Daru’l-huffaz’ın cephesi ait pencerelerin kemer hizasına kadar kesme taştan, üzeri ise tuğladan yapılmıştır. Doğu cephesinde bulunan giriş kapısı bir taç kapı anlayışında yaptırılmıştır. Taç kapı iki yanda yüzeyden içeriye iki kademeli iç bükey, düz silme kuşağıyla çevrelenmiştir. Kapı nişinin iki yanında küp başlıklı zikzaklarla oyulmuş sutünçeleri bulunmaktadır. Mescidin mihrabı, dış kapıda olduğu gibi iki yanı küp başlıklı düz sutünçelerle sınırlandırılmış, mukarnası çevreleyen kemerin ” Ayete’l Kürsi ” yazılı kuşakla çevrilmiştir.’ denilmektedir. Tek kubbeli Hafız Okulu yanındaki bölümden yüksek ahşap sütunlu girişiyle çatılı Camiye giriliyor. Meram ağaçlığının arasında olan bu Cami ve Türbe, Meram’a gittiğinizde uğrayacağınız bir yer.

Şazibey Cami (Akcami)

Konya Kültür Park Alanının hemen köşesinde yer alan küçük bir cami. 2007 yılında orijinaline uygun olarak restore edilen caminin ne zaman yapıldığına dair kesin bilgi yok. En önemli özelliği, caminin giriş kapısının minarenin altında olması.

Şifahane (Sakahane Mescidi)

Davutağa Mescidi olarak da bilinen ve  Kültür Park Alanının hemen yanında yer alan bu küçük yapının ne zaman yapıldığı tam olarak bilinmese de Selçukluların son dönemine tarihleniyor. Günümüzde kapısında ‘Konya Müftülüğü, Aile ve Dini Rehberlik Bürosu, İrfan Mektebi’ yazılı bir tabela var.

Süt Tekkesi Çeşmesi

Kültür Park Alanının kenarında mahalle halkı tarafından 1878 yılında yaptırılan bir çeşme; kitabesi de var.

Beşarebey Mescidi

Kültür Park civarında yer alan Beşarebey Mescidi, giriş kapısının üzerindeki kitabeye göre Emir-i Ahır Başarabey tarafından 1219 yılında yaptırılmıştır. 2017 yılı itibariyle restorasyondaydı.

Turgutoğlu Türbesi

Turgutoğullarından Ahmet Bey tarafından 1431 yılında yaptırılan Türbe, Şeyh Sadreddin Konevi Caminin bünyesinde bulunuyor. Selçuklu türbe mimarisi özelliklerine hakim türbenin içinde sanduka bulunmamakta.

Hoca Hasan Cami

Meram İlçesi, Beyhekim Mahallesinde kitabesi bulunmayan bu Caminin 12 yüzyılda yapıldığı düşünülüyor. Kare planlı ve kubbeli olan Cami, tuğla örgülü, minaresinde laciveret ve turkuaz çiniler görülmekte. Bu Caminin en ilginç yanı minaresi; kare tuğla örgülü kaide üzerinde yükselen minaresi şerefeden sonra silindirik bir şekil almakta.

İshak Paşa Türbesi

Şems Tebrizi Camisinin bahçesinde bulunan türbenin kesin yapım tarihi bilinmemekle birlikte 13 yüzyıla tarihlenmekte.  1510 yılında Abdülrezzakoğlu Emir İshak Bey tarafından mescitle birlikte düzenlenip genişletilmiş. Küçük bir yapı olan Türbenin cami kubbesi tarzındaki çatısında yer alan piramitsel çıkıntılar dikkat çekici.

Hacı Hasan Cami 

Valilik binasının yan tarafına düşen Cami,1800 yılında yapılmış kırma çatılı bir yapı. Tek şerefeli bir minaresi olup sade bir cami. Kapı yanlarındaki iki aynı tarzdaki çeşmesi tek göze çarpan süslemesi.

Zenburi Mescidi

Karatay İlçesinde Zenburi Mahallesinde bulunan bu küçük caminin kesin yapılış tarihi ve banisi bilinmemekte. Şerefesinden itibaren yıkılan minaresinden dolayı Kütük Minare Mescidi  olarak da bilinmekte.  Minarede minik çini parçaları da göze çarpmakta.

Hasbey Dar’ül Huffazi

1421 yılında Karamanoğlu Mehmet II devrinde Mehmet Bey tarafından hafız evi olarak yaptırılmış küçük ama muhteşem taş işçiliği olan bir yapı. Kubbesinde çini süslemeleri ve piramitsel çıkıntılarıyla çok hoş bir görüntüsü var. Yeri Alaaddin Tepesi’nin hemen arkasına düşen Gazialemşah Mahallesinde.

Erdemşah Mescidi

1220 yılında Selçuklu devlet adamlarından Şemseddin Erdemşah tarafından taş duvar üstüne tuğla kubbe şeklinde yapılmıştır. Kale-i Celp Mahallesinde bulunan Mescid kapalıydı, içini göremedim.

Sırça Medrese

Meram’daki Medrese, 1242 yılında Selçuklu Emiri Bedreddin Muslih tarafından Muhammed-et Tusi’ye yaptırılmış. Ziyarete kapalıydı ama ismini göz alıcı çinilerinden alıyormuş. Ancak ön cephedeki taş işçiliği de göz ardı edilecek gibi değil. Medrese içindeki öğrenci odaları 19 yüzyılda yıkılmış. Halen Mezar Anıtları Müzesi olarak kullanılmakta, tabii açık yakalarsanız.

Kadı Mürsel Cami

Alaaddin Tepesinin alt tarafına düşen  Gazi Alemşah Mahallesindeki bu Cami kitabesinden  Karamanoğlu Mehmed Bey zamanında 1409 yılında Hacı Mustafa oğlu Mürsel tarafından yaptırıldığı anlaşılmakta. Kitabenin yanında ise küfi hat ile kazınmış  güneş saati var.

Tahir ile Zühre Mescidi

Meram’da Gedavet Parkında bulunan kitabesiz bu mescid aynı zamanda Arzu ile Kanber veya Dön Baba Mescidi olarak da biliniyormuş. Sahip Ata Fahreddin Ali tarafından 13 yüzyıl sonunda yaptırıldığı düşünülmekteymiş. Dikdörtgen ve tuğla örülü yapının kapı ve pencere çevresi çini süslemeciliğine sahip.

Kadı Hacı Efendi Daru’l Kurrası

Şems Tebrizi Mahallesindeki  yapı 1428 yılında yapılmış,  kare şeklinde ve üstünde sekizgen bir taş kasnaktan sonra kubbesi başlamakta. Bu küçük yapı, halen (asıl amacına uygun olarak) Kur’an kıraati, tevcit üzerine eğitimlerin verildiği bir yer.

Zevle Sultan Türbesi ve Mescidi

Alaaddin Tepesinin batısında bulunan bu türbe ve mescid bir Selçuklu dönemi yapısı ama yapılış tarihi ve kimin tarafından yaptırıldığı bilinmemekte. Zelve Sultan’ın kimliği hakkında da bir bilgi yokmuş.

Tacül Vezir Türbesi

Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev devri emirlerinden Tacü’l Vezir olarak bilinen Taceddin Seyid Mehmet tarafından 1239-1240 yıllarında yaptırılmış. Sekizgen olan türbenin yanında eskiden medrese bulunmaktaymış, ancak günümüze ulaşmamış. Kültür Parkın sonunda bulunan türbe yanında eski bir kiliseye ait olduğu düşünülen  sütun parçaları ve başlıkları bulunmakta.

Asmalı Hatip Sultan Cami

Mevlana Müzesinin gül bahçesi kısmında yer alan cami Osmanlıların son dönemlerinden kalma küçük, çatılı bir bina. 1821 yılında yapılan ve süslemeleri olmayan cami, tek şerefeli bir minareye sahip.

Amber Reis Cami

Anıt Alanındaki Cami 1911 yılında Konya Valisi Arifi Paşa zamanında aynı isimli caminin yerine yaptırılmış olup çatı altı ile pencereleri arasındaki turkuaz çinileriyle dikkat çekici.

Tercüman Cami

Şems Tebrizi mahallesindeki minaresiz kare tuğla örülü minik cami. Hakkında pek bir bilgi yok.

Ateşbaz Veli Türbesi

Meram Yolu üzerinde Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesinin arkasına düşen  bir bölge de olan Türbe, Mevlana’nın müridlerinden İzzeddinoğlu Yusuf’a ait olup 1285 yılında yaptırılmış. Kızıl taşlarla örülü türbe sekizgendir. Unvanı hakkında rivayetler mevcut; ateş oyunları yaptığı da söyleniyor Mevlana’nın aşçısı olduğu da…

Üçler Mezarlığı

Mevlana Müzesinin hemen arkasında Üçler Mezarlığı var. Buradaki sanduka şeklindeki üç Selçuklu mezarından dolayı bu isim verildiği söylenmekte; haçlılara şehit düşen üç genç kız için yapılmış mezarlarmış. Bu mezarlardan üç taş alanın da özellikle izdivaç isteklerinin kabul gördüğü yolunda bir inanış var, dileğiniz gerçekleştiğinde taşı geri getirmek şartıyla. Ama artık bu mezarlar tüm taşlardan temizlenmiş durumda. Bunun dışında bu Mezarlık bünyesinde İstiklal Savaşı Şehitliği de bulunmakta. Ayrıca bir çok Mevlevi üstadının mezarı da buradaymış.

Aziz Pavlus Kilisesi

Hristiyanlığın yaygınlaşmasında önemli rolü olan Aziz Pavlus anısına, 1910 yılında Assomptionistes rahipleri tarafından yaptırılmıştır. Alaaddin Tepesinin karşısında olan Kilise halen faaliyette olmasına rağmen ben hiç açık görmedim.

20.yy ve Cumhuriyet Dönemi Yapıları

Konya her dönem önemli bir merkez olduğu için, Osmanlı İmparatorluğunun son dönemi Cumhuriyetimizin ilk dönemlerine ait de bir çok yapı görülmeye değer.

Tren Garı Evleri

Konya Hızlı Tren Garı’nın yanında, Alman evleri olarak bilinen yapılar 1896 yılında Almanlar tarafından inşa edilmiş. Demiryolu personeli için yapılan binalar yeni restorasyondan geçmiş, şimdi şehrin yeni cazibe merkezi olması için hizmete açılmayı bekliyorlar.

Konya Valilik Binası

Mevlana Caddesi üzerindeki meydanda yer alan Hükümet Konağı Binası, 1885-1886 yılları arasında vali Said Paşa döneminde yapılmış, taşlar ise Konya Dış Kalesinden sağlanmış.

Sanayi Mektebi

Osmanlının son dönemlerinde çağdaşlaşma ve eğitime verilen önemin bir göstergesi olarak Sultan II Abdülhamit döneminde 1898 yılında Konya Valisi Avlonyalı Ferit Paşa tarafından yapımına başlanıp 1901 yılında tamamlanan ve öğretime açılan, Mevlana Caddesi üzerinde bir yapı. Binanın bazı kitabeleri kaybolmuş, bir kısmı üstü sıvayla kaplandığı için bugüne kadar gelebilmiş, bir tanesinin üzerinde ‘Padişahım Çok Yaşa’ yazısı varmış. Binanın çinileri dönemin Kütahya Çini Fabrikası öğrencilerinden Mehmet Efendiye ait. Bugün İl Özel İdare Müdürlüğü olarak kullanılmakta. 

Atatürk Anıtı

Atatürk’ün Sarayburnu Gülhane Parkında yapılan heykelinden sonra yapılan ikinci heykeli. Konya Belediyesi tarafından 1926 yılında Heinrich Krippel’ yaptırılmış. Kaidesi 6,50 metre, heykel ise 2,80 metre boyundadır. Ferit Paşa Caddesi üzerinde, caddenin Amber Reis Caddesi ile kesiştiği noktaya yakın yerde.

Konya’da bu döneme ait diğer dikkate değer yapılar Selçuklu Üniversitesi Rektörlük Binası, Hükümet konağı yanındaki Merkez Telekom Binası, Mevlana Caddesi üzerindeki Yapı Kredi Bankası Merkez Şubesi, İsmet Paşa İlk Öğretim Okulu gibi yapılardır.

Sille

 Konya’nın 8 km kuzeybatısında yer alan Sille’ye Alaaaddin Tepesinden 64 numaralı otobüsle ulaşabiliyorsunuz. Yarım saatlik bir yolculuktan sonra tamamen farklı atmosferi olan bu şirin köye ulaşıyor. Burası son dönemlerdeki restorasyonlarla bir turizm cazibe merkezi haline getirilmeye çalışılıyor. Hak ediyor da.

Tarihi MÖ yy’a uzanan Kral Yolu üzerindeki Sille’de ,Aziz Paul’un izlerini, Aya Elenia Kilisesi’ni, kaya mezarlarını, Ak Manastır, Ak Hamam, Mevlana’nın yedi gün ve gece kaldığı su kaynağını, Zaman Müzesini, Çay Camiyi, Tepe Camiyi gezip kısaca her dönemden, kültürden izler bulacaksınız. Sille ayrı bir yazı konusu, linkte yer alan,

 Sille – Konya’nın Bir Başka Yüzü  yazım ilginizi çekecektik.

Günümüz Konyası

Konya sürekli gelişen, bu arada çehresi de sürekli değişen bir şehir. 2000’li yılların başında yaptığım ziyaretlerde daha çok şantiyeyi andıran yerler şimdi dört başı mamur alanlar olmuş. Demiştik; Konya yeşil bir şehir, şehir gelişirken yeşilini de muhafaza etmiş. Bu çağdaş görünüm içinde karşınıza sık sık çıkan kümbetler, bir Selçuklu medresesi, bir Osmanlı camisi şehre çok güzel bir hava katıyor. Ama bu arada şehrin silüeti hızla değişiyor.

Kule Sitesi, Bera İş Merkezi gibi yapılar, Konya görüntüsüne ayrı bir renk katmış. Hele Kule’nin tepesindeki Mevlana Türbesini andıran bitiş, güzel bir sentez olmuş. Modern Konya’dan bir görüntü de Torku Stadyumunun ilginç yapısı.  Konya kendi özünü koruyarak modernleşiyor.

Ama bu arada şehrin merkezi denilecek bazı yerlerde, özellikle Şems Tebrizi Mahallesinin arka bölümleri ile kentsel dönüşüm geçiren ve neredeyse Alaaddin Tepesinin iki arka sokağında bulunan Gazialemşah ve Kale-i Celp mahallelerinin çehresi tamamen değişik. Buralarda neredeyseTürkçe bile konuşulmuyor, tüm dükkanlarda arapça afişler, konuşulan dil arapça. İki sokak ile Arabistan’a ama fakir bir versiyonuna geçmiş oluyor insan. İç içe geçmiş iki dünya gibi. Biraz ötede ki Nalçacı ise sanki şehrin canlı, gösterişli bölgesi. İstanbul’un Bağdar Caddesi, Ankara’nın Tunalısı, İzmir’in Alsancağı gibi… Tabii alkolsüz hali. Şık kafeler, ciks haller burada. Keza Meram Yolu da Konya’nın hipster bölgesi.

Konya kendi tarzını yaratan bir şehir. Grafitileri bile kendi tarzına uydurmuş. Sonuçta Konya  bir gezgine çeşitli seçenekler sunuyor, siz gelin hangisini isterseniz onun tadını çıkarın.

Ulaşım

Ben Konya’ya Ankara’dan hızlı trenle ile gittim. Konya’ya tren, otobüs veya uçakla ulaşmak mümkün. Havaalanından Alaaddin Tepesine 44  numaralı otobüsle, Zafer’e 10A tramvay hattıyla ulaşabilirsiniz.

Otobüs terminali ile Alaaddin Tepesi arasında 10A tramvay hattı, havaalanı arasında 102A-44G otobüs hattı, tren garı arasında 85B otobüs hattı işlemekte.

Tren garı ile Alaaddin Tepesi arasında 67A, 73A, 4B otobüs hattı, Havaalanı arasında ise 67-44 otobüs hattı işlemekte.

Şehir içinde gezilerinizi,  1 TL tutarına alacağınız Konya hattına yapacağınız yükleme ile tüm toplu taşım araçlarını her bir kullanım için 1.90 TL’dan yapabilirsiniz.

Konaklama

Konya’da tüm ünlü otel zincirleri mevcut. Hilton, Mevlana Kültür Mekezi civarında. Ramada, Riksos, Dedeman, Anemon gibi otel zincirleri ise merkeze biraz mesafeli. Ben önceki gidişlerimde Bera Otelde kalmıştım ama son zamanlarda Alaaddin Tepesinin hemen yanındaki Selçuk Otel’de kaldım. Burası Mevlana ve Şems Tebrizi isminde yan yana ama  iki farklı otel olarak hizmet veriyor. İkisi de dört yıldızlı ama Şems Tebrizi biraz daha konforlu bir yer, hem iki otelin de kahvaltı servisi Şems Tebrizi kısmında.

Alışveriş

Konya’da alış veriş yapacaksanız tabii ki tarihi Bedesten’i tercih edin, hem tarihi dokuyu teneffüs edersiniz, hem bu sırada bir çok görülmeye değer cami, medreseyi görürsünüz hem de Konya’ya özgü istediğiniz şeyleri bulabilirsiniz. Ayrıca Kültür Park bünyesinde Konya El Sanatlarını sunan ve satan yerde el işi çini tabaklar, panolar, çeşitli hediyelik eşyalar bulabilirsiniz. Ama illa AVM diyorsanız; Kule Site, M1Tepe AVM, Kipa AVM gibi yerler sizi tatmin edecektir. AVM’lerin çoğu yeşil tramvay hattı üzerinde.

Yeme İçme

Konya’ya özgü akla gelen ilk yemek etli ekmek… Aslında kıymalı pideye benzeyen bu yemeği farklı yerlerde denedim; bazısı tam kıymalı pide şeklindeydi, bazısı kıymalı pidenin yağlı versiyonuydu, bazısı ise kıymalı pidenin sanki yufkayla yapılmış hali gibiydi. Ben bu son halini beğendim, Mevlana Caddesi üzerinde Nezih Lokantasında bulabilirsiniz.

Diğer bir lezzet ise tandır… Ağır ateşte tadını çıkara çıkara pişirilen bu yemek konusunda size Hacı Şükrü’yü tavsiye edebilirim. Merkeze yakın, küçük bir lokanta. Otantik dekorasyonu içinde istediğiniz miktarda eti servis ediyorlar.  Mevlana Müzesi yakınlarındaki Konya Mutfağı’da hem Konya’nın ünlü bamya çorbasını, hem de diğer özel yöresel yemekleri bulabileceğiniz bir lokanta.

Balık derseniz; ben Ankara Caddesi üzerindeki Taka Lokantasını denedim. Çifte kümbetlerin arasında havuzlu, ağaçlı, keyifli bir yer. Balık yanında başka seçenekler de var. Öyle meze, ara sıcak aramayın, balık seçenekleri bile sınırlı ama sırf ortam için bile gidilebilir.

Dondurma için ise Ankara Caddesindeki Asıl Dondurmacısını tavsiye ederim. Sırf orası için yürüme rotasını değiştirmelisiniz.

İçkili lokanta Konya’da pek yok, gar çevresinde bir yer gördüm (Riba Restoran) ama denemedim. Ayrıca Meram’da da alkol servis edilen lokanta varmış, gitmedim. Ancak Alaaddin Tepesi çevresinde birkaç tekel bayisi var.

Son Söz

Başlangıçta demiştik; ‘Gez dünyayı, gör Konyayı’… Bence de Konya mutlaka görülmeli. Gerek dünyayı kucaklayan geniş gönül dünyası ile Mevlana’nın peşinden gitmek için, gerekse Anadolu Selçuklularının  izlerini takip etmek için; İç Anadolu’da günden güne değişen bir şehrin hayatına tanık olmak için, Sille’de ortadan yok olan asıl sakinleri ile aslında ne kadar ortak geçmişimizin olduğunu anlamak için, iç huzuru bulmak için, Meram’da coşmak için, doğaya koşmak için, etli ekmek yemek için, tandırı tatmak için, ete doymak için Konya görülmeli. Anlatması bizden gitmesi sizde

Cabo da Raco Gezi Rehberi: Avrupa’nın Son Noktası

cabo-da-raco

Bir gezginler için dünya haritasını önüne  yayıp en, en… yerlerde gezme hayali kurmak olağan davranışlar arasındadır. Dünyanın burası son noktası, ucu, sonu kelimeleri de özel merak uyandırır bizde.

İşte Cabo da Roca 14. yüzyılda düz olduğu düşünülen dünyanın sona erdiğine inanılan nokta. Bu düşünce o kadar doğru ki o dönemde, kıyının en batı ucuna üzerinde haç bulunan anıt yapılmış ve üzerine 1524-1580 yılları arasında yaşayan ünlü Portekizli şair Luis Camoes tarafından söylenen “Burada kara bitiriyor ve deniz başlıyor” yazan bir yazıtı konmuş.

Benim için Cabo da Roca’nın önemi ise; 2017 yılı Şubat ayında Uzak Doğu’nun doğuda ana karanın bittiği noktada, ada ülkesi Filipinler gezisini yapmıştım. Kendimce en doğusu idi Asya kıtasında tabii ki. Aynı yılın Haziran ayında Portekiz, Lizbon ve Porto gezimizde Avrupa’nın en batı noktasının Lizbon’dan ulaşabileceğimiz bir uzaklıkta olduğunu öğrenince yapacak bir şey yok. Hemen Cabo da Raco ulaşım araçları çalışılır, Avrupa’nın en batı ucuna ayak basılır.

Gelelim Avrupa ana karasının en ucuna ulaştığımızda ne gördüğümüze, ne hissettiğimize.

Cabo da Roca

Kayaların üzerinde bir deniz feneri, bir anıt, turizm ofisi ve hediyelik eşya dükkanı olan bir alana ulaştık.. Bu coğrafyada ne yapacağız? Deniz fenerini yakından göreceğiz, 1772 yılında inşa edilen deniz feneri 1842 yılında bugünkü şeklini almış. Okyanus seviyesinden 150 metre yüksekliğinde ve denizde 46 kilometreden 1000 watt ışığı görülebiliyor. Ancak fenerin içi ziyaretçilere açık değil.

Cabo da Roca

Dünyanın bittiği yere dikilen, Hristiyan topraklarını gösteren anıt ile fotoğraf çektirdik. Hiç şüphe yok ki Avrupa’nın ucunda olduğumuzu gösteren poz buraya gelen herkes tarafından tekrarlanıyor. Buraya ayak bastığımızı kanıtlayan 11 euroluk belge almak yerine fotoğrafımızı yanımıza aldık.

Cabo da Roca

Sert esen rüzgarda dik kayalıklara çarpan Atlas Okyanusu’nun köpüklü dalgalarını izledik. Güneşi bu kıyıda rüzgarın ve dalgaların müziği eşliğinde batırdık.

Sadece bir deniz feneri ve anıtın bulunduğu, okyanus dalgaları ve rüzgar sesinin eşlik ettiği, yalnızlık ve sonsuzluk duygusu uyandıran bir film sahnesindeymişiz gibi hissettik.

Cabo da Roca, Lizbon’dan kolaylıkla ulaşılabilecek bir uzaklıkta. Buraya Sintra ve Carcais kasabalarından 403 numaralı otobüsler ile gidebilirsiniz. Sintra’dan 40 dakika, Carcais’ten 20 dakika uzaklıkta. Asıl sorunuz bu isimler nereden çıktı hani Lizbon’dan gidecektik olabilir. Durun tabii ki Lizbon’dan yola çıkacağız. Biz Lizbon’dan kombine bilet aldık sadece 15 euroya. Bu bilet ile önce Sintra’yı dolaştık, masal şatolar, kaleler, müzeler ile sevimli bir kasaba, sonra Cabo da Raco ve Carcais’i bir günlük gezide gezdik. Tren ve otobüslerde tüm yolculuklar bu bilette kapsanıyor.

Son Söz

Cabo da Raco mutlaka ziyaret etmeli mi? Şüphesiz yurt dışı gezilerimizde öncelik vermek, kalmak ve zaman harcamak isteyeceğimiz bir yer değil. Zaten Portekiz’de herhangi bir yere geldiyseniz, seyahat etmeyi seviyorsunuz ve kıtanın ucundaki ülkeye ulaşmışsınız demektir. Lizbon’da fazladan bir gününüz varsa ve Sintra ve Carcais’i ziyaret etmeyi düşünüyorsanız, Cabo da Raco’da gün batımını izlemelisiniz. Bölgeye sadece bir ziyaret yeterli zaten.

En iyisi siz  Sintra Gezi Rehberi – Masal Diyarında mıyız?  yazımızı okuyup, bizim rotamızı takip edin. Önce Sintra’da Masal Şatolarını gezme, sonra Cabo da Raco’da güneşi batırıp, Carcais’e otobüsle geçmek, Carcais deniz kenarı gezisi sonrası meydanda veya deniz kenarında güzel bir balık ziyafeti, geç saatte Lizbon’a trenle dönüş. İnanın güzel anılarla döneceksiniz.

Brezilya Gezi Rehberi: Samba Ülkesinde Batıdan Doğuya Seyahat

brezilya

Renkli karnavalların, sambanın ve kahvenin ülkesi Brezilya, aynı zamanda Güney Amerika’nın en büyük ve kalabalık ülkesi. Nüfusu 200 milyondan fazla, yüz ölçümü 8.511.965 kilometrekare. Dünyanın yüz ölçümü bakımından beşinci, nüfus bakımından sekizinci büyük ülkesi. Ülkede konuşulan resmi dil Portekizce. Ekvador ve Şili dışında tüm Güney Amerika ülkeleri ile komşu. Ülkenin yarısından çoğu deniz seviyesinden 200 metre bile yüksek değil. Peru’da And Dağları’nın doğusundan çıkan dünyanın en geniş ve en çok su taşıyan Amazon Nehri Brezilya ovaları içinde akıyor. İklim her bölgede aynı değil; ama genellikle tropikal iklim hakim. Brezilya’nın yarısı ormanlarla kaplı. Orta kısımlarında savanlar, güneyde ve Amazon Havzası’nın bazı yerlerinde otlaklar var. Buralar Asya ve Afrika ile mukayese edildiğinde hayvan florası maymun ve kuşlar bakımından zengin.

Brezilya 26 eyaletten oluşan federal bir cumhuriyet. Dünyada enflasyon oranı en yüksek olan ülkeler arasında. En büyük kahve üreticisi ve ihracatçısı olan ülke, aynı zamanda sığır yetiştiriciliğinde de dünyanın önde gelen ülkelerinden. Dünyanın en büyük hidroelektrik santrali de burada.

Bu büyük ülkeyi üç beş günde gezmek mümkün değil. Biz özellikle Amazon Havzası’nı gezmek için gittik. Brezilya rotamız Manaus- Sao Paolo – Salvador De Bahıa – Rio De Janeiro şeklinde. Yoğun ve tempolu bir rota.

Biz Brezilya’ya Bolivya’nın Guayaramerin kasabasından 20 kişilik bir tekne (kayığın biraz büyüğü) ile geçtik. Bolivya ve Brezilya’yı Guapore Nehri ayırıyor.

Brazil

İnsanlar sorgusuz sualsiz iki kıyı arasında gidip geliyorlar. Bana ilginç gelen ülkeyi terk edecekseniz sınırda bir gümrük olur. Burada öyle değil, biz Bolivya’yı terk edeceğiz diye Guayaramerin’de kasaba içinde görevli aradık, sonra nehir kenarına gelip sorgusuz sualsiz karşı kıyıya yani Brezilya’ya geçtik. Burada kıyıya çıkınca bir taksiye atlayıp kasabada “biz Brezilya’ya geldik” diye sınır görevlisi aradık, giriş yapmak için.

Güney Amerika’nın bu bölgesinde insanlar çok yavaş. Bir kişinin pasaport işlemleri abartısız 30 dakika sürebiliyor. Görevli bırakıyor, içeri gidiyor, on dakika sonra geliyor; bir daha gidiyor… Deliriyorsunuz. Nihayet işlemlerimiz tamamlanıyor, iki taksi Porto Velho yoluna çıkıyoruz. 350 km’lik bir yolumuz var. Bizim biletimiz R.Branco’dan-Manaus’a, uçağa yolun yarısından Porto Velho‘dan bineceğiz. Akşam 18.30 dolaylarında Manaus’da olmayı planlıyoruz. Sıcak, nemli bir hava, tropikal iklim bu olsa gerek. Etraf yemyeşil, yol boyunca hindistan cevizi ağaçları, kahve kakao tarlaları, palmiyeler arasında ilerliyoruz.

Her taraf ıslak. Yolda yarım saat bir yemek molası veriyoruz. Country filmlerindeki lokantalara benzeyen bir yerde.

Porto Velho Havaalanı’ndan gece yarısı Manaus’a ulaştık.  Amazon Eyaleti’nin merkezi Manaus, Rio Negro Nehri kıyısında. Yağmur ormanlarının ortasında olduğundan en önemli Amazon Limanı. Meyve, sebze, kuru yemiş çok bol. Sıcaklık sürekli 30 derece üstünde ve hep bol yağışlı. 1888-1912 yılları arasında lateks ticareti nedeniyle çok önemliymiş.

Ertesi sabah otelin özel limanından teknemize biniyoruz. Bu sıcakta, pantolon ve uzun kollu gömleklerleyiz. Sivrisinekler akşam çıkıyor diye bizi teselli ediyorlar. Bu arada bir şey olmaz diyorlar, ama herkes sarı humma aşılı.

Tekne ile önce bir yerli köyüne gidiyoruz. Amazon yerlilerinin gösterilerini izliyoruz. Daha sonra ormanlık alanda yürüyüş yapacağımız bir koya ulaşıyoruz.

Yüzer çarşıdan isteyen alışveriş yapıyor, bir kıyıda pirana tutmak için kargı veriyorlar ve bir tek Memo tutabiliyor. Balıkçılıkla çok ilgilendiği için… Herkes onun tuttuğu balıkla resim çektiriyor.

Öğle yemeğini teknede yiyoruz. Küçük bir motor ile Amazonda timsah arıyoruz ve motorlar duruyor. Kaptan elini atıyor yavru timsahı nehirden alıyor. Daha sonra yavru timsahı geri bırakıyoruz. Artık hava kararmaya başlıyor, sinekler çıkıyor. Ve gece sekiz dolayında salması bozuk her an devrilebilecek motor ile otele dönüyoruz. Bazıları teknede yatıyor. Bunların hepsi turistler için hazırlanmış şovlar. Gerçek Amazonları görmek için daha derinlere gitmek gerekir. Bu nehir gemisi sadece Manaus civarını gösteriyor. Kaptan sürekli Manaus çevresinde kesilip yerleşime açılan ormanlık alanları gösteriyor. Kendisi de gösterdiği büyük bir ormanlık alandan yer almış, Amazonların yok edilişine tanık oluyoruz.

Manaus içinden geçen Rio Negro, Amazon Nehri’nin bir kolu. Karanlık bir suya sahip olan Rio Negro, soluk renkli; Amazon ile birleştiğinde, iki nehrin sularının yoğunluk ve sıcaklık farklarından dolayı ortaya 2 farklı renkte ilginç bir görüntü çıkıyor. Tekne turunda bunu görebiliyorsunuz.

Brazil

Ertesi gün kahvaltıdan sonra şehir turu yapıyoruz. Tüm Manaus’un altını üstüne getiriyoruz.

İlk durağımız Mercado; hayatımda gördüğüm en büyük meyve yığınlarını ve çok iri balıkları fotoğraflıyorum.

Bu arada 2014 Dünya Kupasının oynandığı bu şehir protesto gösterileri ve seçim çalışmaları nedeniyle çok canlı.

Merkado’dan sonra yerli müzesini geziyoruz. Gezilmese de olur. Bir sonraki durağımız ve 19. yy’da yapılan Teatro Amazonas. Rönesans tarzındaki yapı dünyanın en güzel opera binalarından biri. Zamanında dünyanın en zengin şehirlerinden biri olan Manaus’un o dönemdeki ihtişamını yansıtıyor. Mimari Avrupa’dan esinlenilmiş. Küçük bir müzesi de olan bina 32’si Murano camından olan 198 avizeye sahip. Mermerler İtalya’dan, mobilyalar Fransa’dan getirilmiş. Yapımı 15 yıl süren, Amazon Filarmoni Orkestrası’na ev sahipliği yapan bina adeta Manaus‘un hazinesi ve sembolü.

İngilizler Afrika, Malezya, Sri Lanka gibi ülkelere kauçuk ağacı dikerek, kauçuk tekeli elinde bulunan şehrin tekelini kırarak kauçuk fiyatlarını ucuzlatırlar. Fakirleşen şehirde sosyal faaliyetlerde yavaşlar. Teatro Amazon bir süre kapalı kalır, 1950 yıllarında tekrar açılır. Biz gittiğimizde orkestra prova yapıyordu.

Manaus’dan ayrılıyor Cuıaba üzerinden Sao Paolo’ya uçuyoruz.

Sao Paolo Güney Amerika’nın en kalabalık şehri. Banliyölerle birlikte nüfusu 20 milyonu aşıyor. İnişli çıkışlı (tepeler üzerine kurulmuş) bir şehir. Sanayi, bankacılık ve ticaret şehri. Biz havaalanından hemen otele geçiyoruz. Mercure Sao Paolo Paulista’da kalıyoruz. Şehrin en şık semti burası Paulista. Dünyanın en pahalı gayrimenkullerinin olduğu yerlerden biri.

Paulista Caddesi civarı çok hareketli. Burada yemek yiyoruz. Fiyatlar ucuz değil ama restoran şık ve güzel. Ertesi gün Sao Paolo turuna çıkıyoruz. Şehrin % 70‘i iş yeri, % 30’u konut. Denizden 800 metre yükseklikte ki Serra do Mar tepeleri üzerine kurulmuş. Gelişmiş bir metro ve tren ağı var.

Kapitalist sistemin büyük metropollerinde sıkça karşılaşılan manzarası burada da var. Sokaklar evsizlerle dolu. Aynı manzara Buenos Aires sokaklarında da vardı. Aylık asgari ücret 300 dolar imiş. Ama kaldığımız yörede evlerin aylık kirası 5.000 Dolar dolayında. Gelir dağılımındaki eşitsizlik açıkça görülüyor.

Eski şehrin merkezinde neogotik bir yapı olan, içindeki dev sütunlarla karakterize Sao Paolo Katedrali’ni geziyoruz.Ortodoks Katedrali de görülmeye değer.

Eski şehir merkezinin sokaklarında yürüyor; bol bol fotoğraf çekiyoruz. Hotel Unique‘nin karpuz şekli dikkatimi çekiyor.

Brazil

Akşamüstü Gol Havayolları ile Salvador De Bahia‘ya uçuyoruz. Yaklaşık iki buçuk saat sürüyor.

Brazil

Brezilyanın üçüncü büyük kalabalık şehri. Nüfusun % 80 Afrika kökenli. Sokaklarda beyaz birisini görmek zor.

Brazil

Şehir 85 -90 metrelik bir yükseklikle; aşağı ve yukarı olmak üzere ikiye ayrılmış. Yukarı şehir veya eski şehir. Salvador De Bahia‘yı çok beğendim. Portekiz sömürge mimarisi, rengarenk binaları, resim atölyeleri, sanat merkezleri, Arnavut kaldırımlı sokakları ile büyüleyici.

İdari, dini binalar ve ekonomik durumu iyi olanların konutları burada. Yukarı şehri aşağı şehirle bağlayan 72 metre yüksekliğinde bir asansör var. Brezilyanın ilk asansörü. “Cidade Alta” diye adlandırılan eski/tarihi şehir Rönesans dönemi şehirlerinin Amerikan kültürü ile yoğrulmuş güzel bir örneği. 16. yüzyıldan kalma kamu binaları, 17. ve 18. yüzyıla ait kiliseler, barok tarzında yapılmış saraylar arasında gezerken kendinizi bir film sahnesinde hissediyorsunuz. 1990 yıllardan beri restorasyon çalışmaları devam ediyor, 1500’e yakın bina restore edilmiş.

Yukarıda bulunan eski tarihi şehir merkezi ile aşağıda bulunan şehir çok farklı.

Aşağı şehirde Brezilya ruhuna uygun her gün karnaval havası var. Afrika kökenli gençler gruplar halinde ortalıktalar. Zaten karnavallar şehri diye de anılıyor. Dansın, müziğin, neşenin şehri. Amerika’nın en eski şehirlerinden sayılıyor ve şehir 1985 yılında Unesco Dünya Mirasları Listesi’nde yerini almış.

Güven duygusu uyandırmıyor. Küçük bakkal tipi marketler demir parmaklıklar arkasından hizmet veriyorlar. Her bütçeye göre lokanta mevcut. Salvador De Bahia koloni Brezilya’sının başkenti olup (eyaletin başkenti), kuzeydoğu bölgesinin en kalkınmış yeri.

Brazil

Brezilyanın en yoksul bölgesi kuzeydoğusu. Güney Amerika Kıtası ile Afrika‘yı birleştirirseniz (haritada) dünyanın en eski tek parçalı halini hayal edebilirsiniz. Burada gezdiğimiz bir müzede Afrika’dan göç yollarını gösteren bir haritada gördük.

Brazil

Ben bu şehri çok beğendim. Özellikle koruma altındaki eski, tarihi şehir merkezini. Burada Atlas Okyanusu kenarındaki Marazul Hotel’de kalıyoruz. Dışarıdan şık ve güzel görünüyor; ama orta halli bir yer. Bana İspanya kıyılarını hatırlattı, özellikle Mallorca Adası’nı. Tüm okyanusun kenarı çok katlı otellerle kaplı. Gece gezerken kapkaç olaylarına karşı çok dikkatliyiz. Gençler alkol ile çok samimiler; insan ürküyor.

Akşam Atlas Okyanusu kenarında yemek yiyoruz. Fiyatlar mantıklı ve makul. Burası bizim Bodrum gibi bir yer. Öğle yemeklerinde bulduğumuz yerler çok ucuz. Açık büfe bir yerde istediğiniz kadar yiyip kişi başı 8-10 Dolar bir para ödüyorsunuz. Yemek kalitesi orta halli. Çok güzel değil, ama damağa uygun bir yiyecek rast getirebiliyorsunuz. Kıyı boydan boya otel, lokanta v.b yerler dolu. Yerel dans gösterilerin yapıldığı restoranlar kulüpler de bulunuyor.

Üç günlük Salvador De Bahia maceramızdan sonra Rio De Janeiro’dayız. Rio, Brezilya’nın başkenti ve ikinci büyük şehri. Nüfusu 6 milyondan fazla. Hemen meşhur Copacabana plajlarına gidiyoruz; uzun kumsalları ile Antalya‘yaya çok benzetiyorum. Ama daha güzel değil. Şehrin içinde kumsallık bir kıyı şeridi. 4 km uzunlukta, şezlonglar ve büfeler ile bir halk plajı. Üstelik güvenli olmadığını da söylüyorlar. Zaten denize girecek vaktimiz de yok.

Brazil

1700′ lü yıllardan beri yapılan dünyaca ünlü Rio Karnavalında törenin yapıldığı sambadromu görünce hayal kırıklığı yaşıyorum. Ben tüm o gösteri ve yürüyüşlerin tüm şehirde caddelerde yapıldığını düşünüyordum. Her yıl 400 binden fazla turist çeken karnavalda samba okulları gösterilerini sambadromda yapıyorlarmış. Sokaklarda düzenlenen sokak partileriymiş.

Favelaları uzaktan fotoğraflıyoruz. Favela, Rio’nun gecekondu mahalleleri. Nüfusun %25’inin yaşadığı bu alanların çoğuna polis bile giremiyormuş. Son yıllarda turistik amaçlı ziyaret edilebilen favelalar olduğu söyleniyor. Bazen bu favelalar arasında çete savaşları çıkıyormuş.

Brazil

Her türlü yasa dışı olayın döndüğü, dağlarda, denize karşı konumlanmış bu alanların manzarası oldukça güzeldir herhalde diye düşünüyorum. Fakirler, zenginlere tepeden bakıyorlar. Favelalarda “Carioca” denilen yerli halk oturuyor. Rio karnavalı gibi, Favelalar da artık şehrin bir sembolü. Kim bilir belki bir gün yolumuz yine Rio’ya düşer bir Favela ziyareti yapabiliriz.

Brazil

Uzaktan Corcovado Dağı’nı fotoğraflıyoruz. Kurtarıcı İsa Heykeli’nin bulunduğu, 710 metre yüksekliğindeki bu granit yapılı, Tijuca Ormanı ile kaplı dağa çıkmıyoruz.

Brazil

Sugar Loaf‘a çıkmaya zamanımız yetmiyor, karşıdan fotoğraflıyoruz. Onun yerine şehirde biraz daha vakit geçirmek istiyoruz.

Brazil

Bu arada öğle yemeği vakti geliyor. Şahane bir et yiyoruz. Amazon Bölgesi ve Salvador De Bahia’da yediklerimizden çok daha iyi. Zaten Rio‘nun sokakları da iç kısım Brezilya’sından farklı.

Yemekten sonra Arco Do Telles civarını geziyoruz. Burası sömürge Brezilyası’nın bir kalıntısı. Dar sokaklarındaki tarihi binalar restoran, antikacı, kitapçı olarak restore edilmiş. Çok hoş mekanlar var.

Son Söz

Brezilya’ya ayırdığımız 10 gün içerisinde ağırlıklı olarak Amazon Havzası ve belirli şehirleri gezebildik. Bu ülkeyi detaylı gezebilmek için daha çok zaman ayırmak gerekiyor. Bir daha gider misin diye sorsalar Güney Brezilya’daki Iguaçu Şelaleleri için giderim. Bu arada iki gün de Rio’da kalmak isterim. Onun dışında tekrar Brezilya, ancak Peru-Bolivya–Brezilya Amazon Havzasını kapsayan daha geniş ve detaylı bir gezi için olabilir.

NOT: Rio fotoğrafları ve Manaus’ta çekilen Rio Negro-Amazon Nehri birleşiminde renk değişimini gösteren fotoğraflar İnternetten alınmıştır.

Kral Ludwig II’nin İzinde Bavyera Sarayları

Yakın zamanların belki de en aykırı kralının masalsı dünyasına doğru bir gezi olacak bu… Burası, Münih’e veya Bavyera’nın herhangi bir yerine, hatta belki de Almanya’ya yapacağınız gezilerin olmazsa olmazı diyebileceğim kadar güzel, farklı, ilginç ve bir yandan da hüzünlü…

Sizi, Bavyera Krallığı içinde, biraz da Lady Diana gibi sansasyonel bir ikon olmuş,  Kral II Ludwig’in saraylarına götüreceğim bu yazıda. Hükümdarlığı siyasi açıdan çok başarılı kabul edilmese de, kişiliği, kendisi ile yükümlülükleri arasında kalmışlığı, masalsı dünyası ve yaptırdığı şatoları ile efsanesi diğer tüm Bavyera krallarından çok biliniyor. Tabii ayrıca sinema severler, Luchino Visconti’nin 1973 yılı yapımı 4 saatlik filmi ‘Ludwig’den de Kralın öyküsüne aşina olabilirler.

Ayrıca çocukluğumuzdan hayal meyal aklımızda kalan Walt Disney’in logosundan tanıdığımız o şato silüetini gerçek hayatta görmek bile başlı başına nostaljik bir keyif.

II Ludwig, 3 şato yaptırmış, bunlar Linderhof, Neuschwanstein ve Herrenchiemsee şatoları. Bunlardan sadece Linderhof, II Ludwig hayattayken tamamlanmış. Ancak bu üç şato da Münih’ten uzakta. Ben bu şatoların ikisini (Linderhof ve Neuschwanstein) gezebildim. Herrenchiemsee Şatosu ise, Chiemsee Gölü’ndeki bir ada üzerinde yapılmış; Versailles benzeri bir saray yaptırmak amacıyla başlanılmış, ancak kaynak yetersizliğinden sadece orta bölümü ve parkı tamamlanabilmiş. Ne yazık ki,  hem zamansızlıktan, hem mevsimden dolayı burayı gezemedim.

Ben bu iki şatoya, Münih gezim sırasında tur ile gittim. Greyhound Şirketi yılın her döneminde buraya tur düzenliyor; tur her sabah 08.30 da Hauptbahnhof’un karşısından başlıyor ve tüm günü alıyor. Biletler kişi başı 54 euro, ayrıca iki şato giriş bileti için 28 euro veriyorsunuz. Bu geziyi kendi başınıza daha ucuza da yapabilirsiniz. (Turda 28 euro olarak alınan iki sarayın giriş bileti aslında 18,50 euro tutuyor, oradan düşünün).

Yolda I (I Ludwig, Maximilian ve II.Ludwig)

Otobüsümüz Münih’in karmaşasını geride bırakıp Bavyera’nın kırsalına doğru yol alırken ben de size biraz II Ludwig ve Bavyerada hüküm süren Wittelsbach Hanedanlığı ile bilgiler aktarayım.

Kutsal Cermen Roma İmparatorluğu’nun önemli hanedanlarından Wittelsbach Hanedanlığı; 10. yüzyıldan 1918 yılına kadar Bavyera’da hüküm sürmüş.  Hanedanlık Kutsal Roma Cermen imparatorluğu’nun dağıldığı 1806 yılına kadar İmparatorluğun parçasıymış. 1255 yılında Hanedanlık ikiye ayrılmış, 1506 yılında ise tekrar birleşmiş. 1618-1648 yılları arasındaki Otuz Yıl Savaşları’nda Katoliklerin cephesinde yer almış. 1806-1918 arasında ise Bavyera Krallığı olarak hüküm sürmüş. Hanedanlıktan  Maximilian ilk Bavyera Kralı olmuş. Bavyera, 1871 yılında kurulan Almanya İmparatorluğu’nun ikinci büyük eyaleti imiş.

Münih’i gezerken üç hanedan üyesi kralın adı geçmişti; I  Ludwig, II Maximilain ve II Ludwig…

1825-1848 yılları arasında krallık yapan I Ludwig, antik Yunan dünyasına hayran olduğu için dünyanın en iddialı antik Yunan ve Roma heykelleri koleksiyonunu oluşturmuş; Propylaen Anıtı ile Glyptothek ve karşısındaki Antik Eserler Koleksiyonu bunları görebileceğiniz yerler, Münih yazımızda ayrıntılar var. Zaten kendisi Münih’i Isar kıyısındaki Atina olarak isimlendirmiş. I.Ludwig silah ve ordu için ayırması beklenen mali kaynakları  resim ve heykel için harcamayı tercih etmiş ve bu eserleri sergileyeceği görkemli yapılar inşa ettirmiş; yine Münih yazımızda okuyabileceğiniz gibi Alte Pinokothek ve içindeki resimler, kendisinden geriye kalanlar.  Münih’i Avrupa’nın sanat ve kültür merkezi yapmaya çalışmış ancak  sanatla ilgilenmek dışında da işler yapmış; Bavyera’nın sanayileşmesine hız verirken başkent Münih’in modern halinin ilk taşları onun zamanında atılmış. Kralın bu eski Yunan yaşamına düşkünlüğü, bir yandan da Osmanlılara karşı Yunanistan’ın bağımsızlığını desteklemesine neden olmuş, hatta oğlu Otto, Yunanistan’a kral olmuş. Kralın bir ilgi alanı da kadınlarmış, bu ilişkilerini de oldukça sansasyonel bir şekilde yaşamış.

Ardılı olan oğlu  II Maximilian 1848-1864 yıllarında krallık yapmış, aldığı yüksek eğitimin de etkisiyle, entelektüel hayata çok önem vermiş, çevresinde sanatçılar ve bilim adamlarını hiç eksik etmemiş ve onları desteklemiş. Bavyeranın liberalleşmesine çok özen göstermiş, basının bağımsızlığına önem vermiş, bilim, teknoloji ve tarih konularında uzmanlaşan bir akademi kurmuş, en önemlisi de dönemin ileri çıkan güçleri olan Prusya ve Avusturya’ya karşı daha küçük eyaletleri birleştirmek için çabalamış. Öncülüne göre daha sade hayat süren II Maximilian, Bavyeralılık kavramına önem vermiş, bu yaptırdığı eserlere de yansımış; bunun en önemli örneği de Füssen’de yaptırdığı ve Bavyera mimari tarzının en önemli eserlerinden Hohenschwangau Şatosu.

Dönem, Prusya’nın diğer Alman eyaletlerine hakim olmaya çalıştığı, Napolyon Savaşları’nın sürdüğü, Fransa ve Rusya ile sürekli anlaşmazlıkların yaşandığı bir dönem. İşte bu dönemde, bizim yazımızın kahramanı II Ludwig’in krallık serüveni başlamış.  Nymphenburg Sarayı’nda doğan  II Ludwig’in gençliği Hohenschwangau Sarayı’nda geçmiş. Burada babasının entelektüel çevresinde ve sanatla yoğrulan bir atmosferde II Ludwig, resimler ve heykellerden ibaret bir hayatın içine çekilmiş. 1861 yılında Wagner’in ‘Lohengrin’ operasının galasına katılmasıyla ömür boyu sürecek bir Richard Wagner hayranlığı başlamış. 1863 yılında Bismarck ile tanışmış; Bismarck kendisi hakkında hem bir Alman vatanperver hem de Bavyeralı olmayı önemseyen bir prens demiş… II Ludwig 1864 yılında 18 yaşındayken kral olmuş. Kendisini etkileyen monarşik değerlerin 19 yüzyılda işlevsiz kaldığını görmek onun ilk hayal kırıklığı olmuş. Parlamenter düzende yapmak istediği değişiklikler de parlamentonun yaşlı üyeleri tarafından engellenince devlet işlerinden uzaklaşmaya başlamış. Başkent Münih’ten uzaklaşıp Bavyera kırsalında yaşamaya başlamış, imzalaması gereken belgeleri imzalayıp kendi dünyasına dönüyormuş. Gittikçe toplumsal hayattan uzaklaşıp hayaller ve masallarla dolu kendi iç alemine kapanan II Ludwig, şatolar, kaleler yaptırma hevesine kapılmış. Geceler boyu dağlarda dolaşması, zorunlu toplantılara katılmaması, iyice yalnızlığını pekiştirmiş. Bu arada Prusya’nın tacizleri artmış. Savaştan hiç hoşlanmayan ve gidişatı engelleyemediğini fark eden Ludwig tahtan feragat etmeye karar vermiş. Hükümet üyeleri ise Wagner’i araya sokmuş. Kralın imkanlarını sonuna kadar kullanan Richard Wagner, Ludwig’i Münih’e dönmeye ikna etmiş. Böylece II Ludwig, Wagner’in etkisi ve parlamentonun  baskısıyla Prusya’ya karşı harekat iznini imzalamış. Sonuç Bavyera için hüsran olmuş. Tabii sorumlu olarak II Ludwig görülmüş. Prusya ile imzalanan antlaşma koşulları neticesinde 1870 yılında Prusya’nın Fransa ile savaşa girmesinden dolayı, Bavyera’da savaşa sürüklenmiş. Alman ordusunun başarılı olması, Prusya’nın gücünü artırmış. Sonuçta II Ludwig, Prusya kralının Almanya hükümdarı olduğunu kabul etmek zorunda kalmış. Ancak bu durum Bavyera’yı Almanya’ya satan kral olarak tanınmasına yol açmış. II Ludwig bu yıkımları yaşarken kuzeni Prenses Sophie Charlotte ile nişanlanmış ama Kralımız ne onunla ne de başka bir kadınla evlenmiş. Hayatında etkili olan kadın ise kuzeni Avusturya İmparatoriçesi Elisabeth (Sisi) olmuş; bu, platonik bir aşk ile dostluk arasında gidip gelen bir ilişkiymiş. Kadınlarla pek ilgilenmeyen, yalnız ve melankolik hali gittikçe artan II Ludwig, hükümranlık sorumluluklarını yerine getiremediği ve hazineyi yaptırdığı şato ve saraylarla tükettiği bahanesiyle tepkiler de alıyormuş. Neticede Dr. von Gudden’in başkanlığındaki bir komisyon tarafından hiçbir tetkik yapılmadan, Kralın ruhsal durumunun bulunduğu görevi ifa etmesini olanaksız kıldığına dair bir rapor düzenlenmiş ve kendisi tedavi görmek üzere Starnberg Gölü yakınında bir saraya götürülmüş. Ertesi gün ise yürüyüşe çıkan Dr von Gudden ve II Ludwig gölde ölü olarak bulunmuş.

Laf lafı açtı ve biz Linderhof Sarayı’na geldik. II Ludwig hakkında diğer bilgileri şatoları gezerken vereyim. Şimdi sırada Linderhof Sarayı var.

Ama önce belirtmeliyim; Linderhof ve Nueschwanstein’da resim çekmek yasaktı ancak neyse ki turda bir Japon grup vardı, bir Japon’a resim çekmek yasak demek al şu katana kılıcını harakiri yap demek gibi bir şey, harakiri yaparlar ama resim çekmekten vazgeçmezler… Bende onların arasına karışıp resim çekmeye çalıştım, Linderhof’ta başarılıydım ama Neuschwanstein’da maalesef tur rehberleri acımasızdı, bu nedenle özellikle Neuschwanstein’nın resimlerini internetten bulmaya çalıştım.

Linderhof Sarayı

Ben turla geldim ama illa toplu taşımacılık ile geleceğim diyorsanız, Münih’ten Oberammergau’ya tren veya otobüsle gelip oradan Ettal üzerinden 9622 numaralı otobüsü kullanabilirsiniz. Haberiniz olsun bu otobüs o kadar sık işleyen bir otobüs değilmiş. Linderhof, 30 dakikalık turlarla geziliyor, kendi başınıza saraya giremiyorsunuz; giriş kışın 6.50 euro, yazın çevredeki yapılar da dahil 8.50 euro, parklar ücretsiz. Linderhof, her gün açık; Martın ortasından Ekimin ortasına kadar 9-18, Ekimin ortasından Martın ortasına kadar 10-16 saatleri arasında ziyaret edilebilir. (6 ay geçerli Linderhof, Neuschwanstein ve Herrenchiemsee şatoların ziyaretine imkan veren kombine bilet ise 24 euro).

Linderhof, Graswang Vadisi’nde, Maximilian II’nin av köşkünün (Köningshauschen) bulunduğu bir yerde, II Ludwig’in çocukluğundan aşina olduğu bir bölgede. Fransa gezisinde Bourbon’ların şatafatından çok etkilenen II Ludwig, Versailles havasında bir yer tasarlamış. 1869 yılında yapımına başlanmış, bitmesi on yıl sürmüş. Gerçi burası boyut olarak Versailles yanında, bir kulübe gibi kalır ama şaşaası hiç de Versailles’ı aratmaz. Siyasetten bunalan II Ludwig’in gerçek dünyadan kaçacağı görkemli sığınağı 1878 yılında tamamlanır. Sarayın mimarı Georg Dollman. Ön yüzde, Franz Walker tarafından yapılan hanedanlık arması ile Atlas heykeli göze çarpmakta.

Linderhof’un daha girişinde II Ludwig’in Bourbonlara olan hayranlığı göze çarpar. Giriş bölümünün tavanında Fransa kralı XIV Louis’nin sembolü olan güneş armasını görebilirsiniz. Girişin ortasında da, XIV Louis’nin bronzdan heykeli gelenleri selamlamakta. Bu arada II Ludwig, Bourbonlarla şöyle bir bağ da kurmuş olabilir; vaftiz babası olan dedesi I. Ludwig’in vaftiz babası, XIV Louis’miş.

Bu girişten sonra mermer merdivenlerle yukarı kata çıkılıyor. İlk odamız Müzik Salonu… Bu salonda Heinrich von Pechmann’ın altın  çerçeveli rokoko pastoral tablolarına goblen işlemeler eşlik etmekte. Oda da piyano-org karışımı bir de müzik aleti var, ama II Ludwig’in müzik yeteneği berbatmış, ben rehberin yalancısıyım. Oda da bir de gerçek boyutta Sevres porseleni tavus kuşu var. Yazımız boyunca bol bol tavus kuşları, kuğular geçecek, alışın.

Müzik Salonu’ndan Sarı Oda ile Kabul Salonu’na geçiliyor. Linderhof Sarayı’nın duvar ve tavan süslemeleri hep altın renk, sadece Sarı Odada, süslemeler gümüş… Bu nedenle Sarayın en fakir odası deniliyor. Saray’da salonları birbirine bağlayan ara odacıklar var; döşemelerde hakim olan  sarı, eflatun, gül ve mavi renklerden dolayı bu isimlerle biliniyorlar.

Kabul Salonu, Christian Jank’ın Kral için özel tasarladığı farklı bir Bavyera rokoko tarzında döşenmiş, altın varaklar, yeşil kadifeler, oymalı, işli avize; ortada da Kralın kabul sırasında oturduğu koltuk ve mermer masa, yeşil kadife bir perdelikle çevrelenmiş.

Buradan Eflatun Odaya geçiliyor. Burada bizi  XV Louis’nin resmi karşılıyor. İki yanında da metresleri Düşeş Marie-Anne de Châteauroux ve (Münih’te Alte Pinakothek’te resmini gördüğümüz) Madam de Pompadour olarak bilinen meşhur  Jeanne Antoinette Poisson ’un resimleri. II Ludwig’in XV Louis’ye duyduğu hayranlık bu boyutta yani.

Şimdi ise Yatak Salonu’na geçiyoruz. 1884 yılında Kral, sarayın en büyük odasını yatak odası olarak genişletmeye karar vermiş. Duvarlardaki altın işlemeler ile  tavandaki Apollo’nun Arabası resmi dikkat çekici. Odaların pencereleri, Sarayın bahçesini görecek şekilde ayarlanmış, mesela Neptün Çeşmesi ve basamaklarla akan derecik buranın penceresinden görünen manzara.

Buradan da Gül Odaya geçiliyor. Burada XV Louis’nin bir başka metresi, Kontes Jeanne Marie Bubarry’nin resmi var; etrafında Şansölye Augustin de Maupeou ve Dük Cesar Gabriel de Choiseul bulunmakta.

Ve Yemek Salonu… Oval odanın ortasında asansörlü bir yemek masası var. Grimm masallarındaki sihirli masa gibi, aşağı yukarı inip çıkan bir masa; aşağıda mutfakta donatılan masa, asansörle yukarıya gönderiliyor, böylece II Ludwig muhteşem yalnızlığını hizmetçileri görmeden sürdürüyormuş. Masanın ortasında Meissen porseleni vazo içinde bir çiçek demeti bulunmakta.

Buradan da Mavi Odaya geçiliyor. Rokoko tarzı ahşap işçiliği, ipek dokumalar yanında Francois Boucher tarafından yapılan Leda ve Kuğu tablosu odacığın süsleri. Oradan Yaşam Salonu’na varıyoruz. Goblen işlemelerin göz doldurduğu salonda yine gerçek boyutlu porselen bir tavus kuşu bizi karşılıyor. Siyah mermer şöminenin üstünde beyaz mermerden Theobald Bechler yapımı Güzeller Heykeli yer alıyor. Tavanda Apollo ve Aurora resmi var. Duvarlarda da mitolojik öyküler görülebilir.

Buradan da belki de Saray’ın en görkemli salonuna geçiliyor: Aynalar Salonu… Salon altın çerçeveli bir sürü aynayla dolu ama en göz dolduran 16 kollu fil dişi avize. Aynalı salonlar 18 yüzyıl Alman saraylarının ana unsuru ama Linderhof S’arayındaki Aynalı Salonun görkemini artıran başka bir çok detay var; tavandaki Venüs’ün doğumu tablosu, duvarlardaki ahşap işçiliği, lacivert taşından yapılmış şömine, gül ağacı mobilyalar, porselen sehpalar ve ortadaki Bavyera Hanedanı’nın armasının işlenmiş olduğu masa… Masanın üstündeki XV. Louis’nin mermer heykelciği ise, aynalarda sonsuza kadar yansımakta.

Sarayın kendisi kadar çevresindeki parklar, anıtlar, yapılar da görülmeye değer. Ancak tur zamanı yetmediğinden ve mevsimden dolayı çoğu yer kapalı olduğundan çevreyi çok gezemedim. Sarayın doğu ve batı tarafı Fransız ve İtalyan rönesans tarzındaki bahçelerle çevrili; gittiğimde ağaç ve bitkiler koruma altına alınmıştı ama havuzlar ve şelalelerle süslü bahçenin güzelliği yine de izlenebiliyordu.

Bahçe içinde görülecek yerlerden biri Mağribi Köşkü… 1877 yılında  yapılan Köşkün ortasında beyaz mermerden çeşme ve 32 renkli lambadan oluşan bir avize bulunmaktaymış. Ve tabii, Köşkün süksesi açılmış kuyruğuyla bir tavus kuşu şeklindeki tahtıymış…

Venüs Mağarası da II Ludwig’in Wagner’in Tannhâuser operasına atfen yapılan sahte kayalıklardan, yağlı boya resimlerden oluşan bir yermiş. Operanın Münih’teki sahnelenmesinde kullanılan mağara dekorları esas alınmış. Burada ayrıca II Ludwig’in altın bir deniz kabuğu şeklinde bir kayıkla gezinti yaptığı, makinelerle dalgalar oluşturulan gölet varmış. Burası Capri Adası’ndaki mavi mağaradan esinlenmiş. Ayrıca 1878 yılında yapılan ve 1998 yılında Stockalp’ten buraya taşınan Fas Evi, pencerelerinde St Anne Kilisesi de görülebilir.

Linderhof Sarayı’ndan ayrılırken II Ludwig’in tuhaf dünyası, hem ilginç geliyor hem de hafiften sinir oluyor insan. Birine hayran olmak başka, o kişinin metreslerinin resimleriyle evini süslemek başka. Ya her tarafta karşımıza çıkan kocaman porselenden tavus kuşu heykelleri… Dedesi Antik Yunan heykellerine hayranmış, babası resimler, heykellere meraklı, hadi bunlar neyse ne ama porselenden tavus kuşu heykelleri yaptırmak eminim biraz düşündürmüştür aileyi. Kadınlara düşkün dede, Yunanistan için savaşan amca, eşiyle mutlu mesut yaşayan babanın II Ludwig’ten beklentisi, illa hayvan heykeli yaptıracaksa hiç olmazsa demirden, çelikten aslan, kurt gibi hayvanların heykelleri yaptırmasıydı herhalde…

Ama Kralımız  ‘Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey’ diye düşünmüş olmalı. Çünkü Fransa ile savaş varken, Prusya tehdidi ortalığı karıştırırken Kral sadece porselen tavus kuşu, kuğu heykeli peşinde, tüm bütçeyi masal şatolarına, saraylarına akıtmak aymazlığında; bu arada birilerini de sevmiş olmalı ama yanlış zamanda  yanlış kişiyi sevmiş anlaşılan. Eş cinsel olduğu söylenen, hatta Linderhof’taki aynalı salonda fırtınalı bir kavgadan sonra aynaları kıran esrarengiz bir misafirden bahsedilen  Kral hakkında söylentiler de alıp yürüyünce II Ludwig’in şirazesi hepten kaymış olmalı. Paranoya nöbetleri sıklaşmış. Doktor kendisini görmeden ‘durumu görevlerini yerine getirmeye uygun değil’ raporunu vermiş; masal dünyasına gömülü, halüsinasyonlarla yaşayan, gündelik sorunlardan ve yükümlülüklerinden kaçıp başına buyruk yaşantısıyla kendi dünyasına gömülen II Ludwig buna çok üzülmüş. İyi de, karşı taraftan bakınca, doktorlara hak vermemek mümkün değil, Kralımızın durumu da pek iç açıcı görünmüyor doğrusu.

Ama bir yandan da Kralımıza da hak veriyorum; doğası bu… Bu konuya sonradan yine döneceğim. (Bu arada II Ludwig’in ölüm nedeni hala açıklanabilmiş değil; doktoru öldürüp gölde intihar mı etti, gölde boğuldular mı, öldürüldüler mi, hala açıklanabilmiş değil).

Yolda II (Oberammergau ve Nihayet)

Tekrar Bavyera coğrafyasında yola çıkıyoruz. Yol boyunca birbirinden güzel manzaralar, görkemli yapılar görüyoruz. Hatta keşke araba kiralayıp buraları gezmeliymiş diye düşünüyorum. Yol boyunca gördüğüm ilginç yapılardan biri de  Ettal Benedikt Manastırı. Burası Garmisch civarında, Ettal’de 14 yüzyılda İmparator Bavyeralı Ludwig tarafından kurulan bir manastır; 1744 yılında bir yangında yıkılmış 1745 yılında yeniden inşa edilmiş. Bavyera’da sık sık görülen soğansı kubbeler özellikle dikkate değer. Kilisenin kubbesinde  Benedikt Düzeni ile tablosu varmış.

Pencereden akan Bavyera manzaraları ve küçük kasabalara dalıp gitmişken otobüsümüz mola veriyor ve çok ilginç bir kasabayı ziyaret  fırsatı buluyoruz : Oberammergau… Tarihi 9.yüzyıla inen Oberammergau, aslında ‘Tutku Oyunları’ ile ünlü.  Tutku Oyunları deyince 2006 yılında bu isimle vizyona giren Todd Field yönettiği Little Children filmi aklına geliyor insanın. Başka bir tutku, bu tutkunun odağı İsa, oyuncular ise tüm kasaba halkı. Otuz Yıl Savaşları, tüm Avrupa gibi burayı da etkilemiş, üstüne üstlük 1632 yılında veba burayı da yıkmış geçmiş. Bölge halkı da kendilerince korunmak için, bir nevi adak olarak 1633 yılında Tanrı’ya olan sevgi ve bağlarını  on yılda bir sergileyecekleri bir oyunla göstereceklerine söz vermişler. Deniliyor ki, ondan sonra da Kasaba’da vebadan ölen olmamış.

Bir yıl sonra da sözlerini tutup ilk Tutku Oyunu’nu sahneye koymuşlar. 350 yıldan beri, değişiklikler olsa da oyun devam etmiş. 1810 yılına kadar Tutku Oyunları, kasaba mezarlığında sahneleniyormuş ama şimdi  bir kısmı açık hava olan bir sahneleri var oyun için. Yazımızın kahramanı II Ludwig, 1871 de bu oyunlara katılmış, çok beğenmiş ve kasabaya mermer bir haç hediye etmiş. Yetmemiş, İmparator Bavyeralı Ludwig konulu müthiş bir vitray daha hediye etmiş. Kasaba halkı da, kendilerini hediyelere boğan krallarını unutmamışlar, Kral öldüğünde onun anısına Kofel Dağı’nda koca bir ateş yakmışlar, her yıl 24 Ağustosta bu ateş yakılmaya devam ediyormuş.

Kasabanın St Peter ve Paul Kilisesi de meşhur. 18 yüzyıla tarihlenen Kilise, Peter ve Paul’ün şehitliğini konu olan freskolarıyla ünlü. Kasaba ise, cam ve ahşap işçiliği ile duvar boyamalarıyla da göz kamaştırıcı. Kasaba evlerinin duvarları, sanki resim müzesi gibi; genelde dinsel tasvirlerle süslü ama Kırmızı Başlıklı Kız, Hansel ve Gretel gibi masallardan sahnelere de rastlanıyor.

Tekrar otobüse binip Bavyera dağlarına doğru yola çıkıyoruz, artık gezinin en önemli kısmına yaklaşıyoruz. Muhteşem Bavyera coğrafyası pencereden akıp giderken sanki çocukluğumuzun kahramanlarından Heidi ve Peter’in şarkıları dağlarda yankılanacak diyeceğim. Nihayet uzakta ne zamandır görmek için can attığım, masallardan fırlamışçasına duran Neuschwanstein Şatosu beliriyor. 

Neuschwanstein Şatosu

İşte karşımızda çocukluğumuzun masallarının prensesleri, prenslerinin yaşadığı şato; sanki bir pencereden Rapunzel saçlarını sarkıtacak, Kül Kedisi, merdivenlerden koşar adım uzaklaşacak… Hohenschwangau kasabasında otobüsten iniyoruz, giriş biletlerimiz dağıtılıyor, Şatoya gitmek için yola çıkacağız.

Şato’ya bilette yazılı saatte gireceğiz. O zamana kadar bazı bilgiler… Buraya Münih’ten toplu taşıma ile gelmek isterseniz Füssen’e trenle gelip oradan 73 veya 78 numaralı otobüsle ulaşabilirsiniz. Yok, benim gibi turla gelirseniz de, size bir tavsiye; eğer Neuschwanstein Şato’suna giriş saatine 2-3 saat varsa (bizim Şatoya giriş saatimiz, oraya varışımızdan 2,30 saat sonrasınaydı) II Maximilian tarafından yaptırılan ve II Ludwig’in gençliğinin geçtiği Hohenschwangau Sarayını da gezin. Hohenschwangau Sarayı, otobüs durağına Neuschwanstein Şatosu’ndan çok daha yakın, 500 metre ötede, arada da Bavyera Kralları ile ilgili bir müze var.

Kasabadan Neuschwanstein Şatosuna 20 dakikada bir kalkan otobüslerle 1 euroya çıkılabilir, yol da 10 dakika sürüyor, indiğiniz yerden Şatoya varmak için bir 15 dakika daha yürümeniz gerekecek.  Bu yola girmeden önce, Marien Köprüsü’ne de uğrayın; buradan Neuschwanstein Şatosu’nun en güzel resimlerini çekebilirsiniz. Hohenschwangau Sarayı’nı gezmek isterseniz, Şatoya çıkmak için gerekli asgari zamanı bu şekilde hesaplayabilirsiniz. (Ben zamandan emin olamadığım için gezmedim, pişmanım). Şatoya çıkmak için daha otantik bir yol isterseniz 6 euroya faytonla da çıkabilirsiniz; Şato kapısına kadar götürüyor. Ya da demir asa demir çarık, yürüyerek 40 dakikada çıkabilirsiniz.

Karşınızda 5935 m2’lik bir alana yayılmış olan, ana kulesi 79,16 metre yüksekliğinde, 130 metre uzunluğunda Şatomuz… 465 ton Salzburg mermerinin, 400000 tuğlanın, 2050 metre küp ahşap malzemenin kullanıldığı Şato, temel olarak Kralın kendi bütçesinden finanse edilmiş, yetmediğinde ise borç alınmış, toplam maliyet ise 6.180.047 markmış. Ne yazık ki Kralımız, bu Şatoda sadece 172 gün kalabilmiş ve Şato hiçbir zaman tamamlanamamış. II Ludwig öldüğünde, Şatonun yapımı olduğu gibi durdurulmuş ve müze  olarak halka açılmış, Kralın borçları da ailesi tarafından ödenmiş.

Biletinizde belirtilen saatte Şato kapısında olmalısınız, saati gelince bilette yazılı olan tur sayılarına göre gruplar halinde ziyaretçileri içeri alıyorlar ve tur yaklaşık 40 dakika sürüyor. Giriş 12 euro. Şato, 16 Ekimden Mart sonuna kadar 9-15,  Nisandan Ekim 15’ne kadar 8-17 saatleri arasında açık. İçeri giriyoruz  ve nerdivenlerden yukarı çıkıyoruz.

Şatonun ilk katı hizmetlilere ayrılmış, ikinci kat tamamlanmamış; biz Kralın özel odalarının yer aldığı üçüncü kat ve muhteşem Şarkıcılar Salonu’nun yer aldığı dördüncü katı gezebiliyoruz.

Kalenin ikinci katından Kral odalarına geçişi sağlayan bir giriş odası var; her şey orada başlıyor. Buraya Salzburg mermerinden merdivenlerle çıkılıyor. İlk göze çarpan bir köşesinde Schwangau’nun armasının olduğu çapraz destekli tavan süslemeleri. Duvarlarda ise av sahneleri yanında Nibelungen efsanesinin kahramanlarından Sigurd’un ejderha ile savaşı gibi sahneler de görülebilir. Duvar altları meşe döşemeler ile işlenmiş, kapı kenarları ise mermer çemberli. Şato, bir Orta Çağ yapısına benzetilmeye çalışıldığından ve o dönemde cam pencere olmadığından, pencereler de ona göre düzenlenmiş. Bu giriş kapısı, Şatoda karşılaşacağınız şatafatın ilk habercisi.

Ve işte görkem: Taht Salonu… Tamamlanmamış bir salon olmasına rağmen belki de Şato’nun en göz alıcı yeri.  Şatonun genelinde hakim olan Orta Çağ havası burada ki Bizans etkisiyle daha da belirginleşiyor. Özellikle Ayasofya’nın model alındığı belirtilmekte. Salonun tavanı yıldızlı bir gökyüzünü canlandırmakta, bununla tanrısal mertebeye gönderme yapılıyormuş. Tabanda ise dünyayı temsil eden türlü bitki ve hayvan resimleri var, orta da ise bir Bizans tacını hatırlatan muhteşem bir avize… Efendim, böylece Kralın, Tanrı ile dünya arasında bir mertebede bulunduğu, bir aracı olduğu ifade edilmekteymiş… İyi de öteki dünya ile aracılık işleri, daha Prusya ile baş edemeyen II Ludwig’e kaldıysa vay Bavyeralıların haline…

Salon 15 metre yükseklikte, 20 metre uzunluğunda; taban döşemesi Viyana mozaiğiyle döşenmiş, 96 mumlu 900 kg ağırlığında taç şeklindeki avize ise  altın kaplama. Salonda Carrara mermerinden basamaklarla ayrılmış taht bölümü de var ama ne yazık ki burada taht bulunmuyor, II Ludwig’in ölümünden sonra yapım işleri durduğundan yapılamamış. Tahtın üstünde dönemin takdis edilmiş 6 kralının resmi, sağında 12 havarinin resmi, tavanında ise İsa, Meryem ve Havari John resimleri bulunmakta. Ayrıca Hristiyanlık öncesi dönemin kanun yapıcılarını temsilen Hermes, Musa, Zerdüşt, Solon ve Augustus’un resimleri de görülebilir.  Taht bölümünün tam karşısında ise, iyiliği temsil eden Aziz George’un kötülüklerin anası ejderha ile savaşını anlatan bir resim var (Taht odasına giriş bölümünde ise, bunun pagan versiyonu olan Sigurd ile ejderhanın savaşının resmi vardı, hatırlatırım). Neyse, ilginç olan bu resmin arka fonunda Neuschwanstein Şatosu’na çok benzeyen bir şatonun resminin bulunması. Söylendiğine göre, bu da II Ludwig’in dördüncü şatosu olacakmış, Falkenstein Dağı’nın tepesinde yapımı düşünülen şatonun planları bile hazırmış… Pes yani…

Salondan çıkarken kapıların yanında salonun merkezi ısıtma sistemi için düşünülen kapakçıklar görülebilir. Buradan terasa geçiliyor, manzarada Schwansee ile Alpsee Gölleri ile uzakta Tyrolean Dağları ve Hohenschwangau Şatosu.

Geçiyoruz Yemek Odasına… Salonda Linderhof’taki gibi bir sihirli masa yok, çünkü mutfak 3 kat aşağıda, ama burada da elektrik sistemi var, böylece Kralımız isteklerini hizmetçilere iletebileceği bir sistem kurulabilmiş. Odada ki masa bronz üstüne altın kaplama olarak yapılıp Carrara mermeriyle tamamlanmış, üzerinde de Nibelungen Destanı kahramanı Siegfried’ın ejderha ile savaşını anlatan bir heykel bulunuyor. Yemek odası duvarlarında goblen etkisi yaratan keten üstüne yağlı boyayla yapılmış resimler var, bunlar arasında Kralın favori şairlerinin resimleri yanında Nibelungen efsanelerinden sahneler de görülebilir. Isıtma yine metal işçiliği ile gizlenmiş kapakçıklardan sağlanıyor. Manzara ise, 45 metrelik şelale ve Marien Köprüsü…

Gelelim Kralımızın yatak odasına… Meşe ağacından yapılmış ahşap işçiliğin şahikası eşyalarla donatılmış odada, özellikle yatağın geç gotik tarzındaki üst süslemeleri parmak ısırtan cinsten. Burası IX.Louis’ye adanmış bir odaymış. Yatak kenarlıklarında uyku ile ölüm arasındaki benzerliği yansıtan oymalar var. Ayrıca koltuk, sehpa gibi eşyalar da ahşap işçiliği ile süslü. Duvarlarda ise Richard Wagner tarafından ölümsüzleştirilen Tristan ve Isolde efsanesinden resimler bulunuyor. Örtü, perde ve döşemeler ipekten ve mavi… Perdelerde Bavyera arması, kuğu ve Wittelsbacher aslanı işlenmiş. Gümüş kaplama kuğu şeklindeki musluktan akan  su, çevredeki dağlardan sağlanıyormuş. Yatak oldukça geniş, çünkü II Ludwig 1.90 metre  boyuyla oldukça heybetli biriymiş ama son yıllarda ağzında hiç diş kalmadığından dolayı suratı olduğundan çok daha çökük duruyormuş. 12 Haziran 1886 günü II Ludwig’e hakkındaki deli raporu bu odada açıklanmış ve götürülmeden önce kahyasına ‘Tapınağım olan bu odayı sana emanet ediyorum, burayı varlıklarıyla kirletmesinler, hayatımın en acı anlarını burada yaşadım’ demiş.

Yatak odasının yanında bir de yine meşe işçiliğiyle süslenmiş şapel bulunmakta, duvarlardaki resimlerde ve camlardaki vitraylarda Fransa Kralı IX. Louis’nin yaşamıyla ilgili bölümler yer almakta.

Buradan da Giysi Salonuna geçiyoruz. Burası, Şatodaki tavanı ahşap işçiliğiyle süslenmemiş tek oda. Tavan ve duvarlarda 12 yüzyılda yaşamış halk şairi Walter von der Vogelweide’nin hayatı ve Wagner operalarından öyküler resmedilmiş. Kapı kilitlerindeki demir işçiliği dikkat çekici. Perdeler ve örtüler ise eflatun ipek kumaştan ve üstünde de tavus kuşları işli. Kralımız mücevherlerini burada saklıyormuş.

Sırada Oturma Salonu var. Burası geniş bir salondan ve ona bağlı kuğu köşesi denilen bir odacıktan oluşuyor. Salonun duvarları Richard Wagner’in operasına ilham veren Lohengrin efsanesinden sahnelerle süslü. Salondaki kitaplık kapaklarında ise ‘Tristan ve Isolde’, ‘Siegfried’ ve ‘Parsifal’ efsanelerinden bölümlerle süslü. Odanın en büyük süsü ise, Nymphenburg çinisinden kuğu şeklinde bir çiçeklik. Tavandaki altın kaplama 48 mumlu avize ise göz kamaştırıcı.

Kuğu köşesindeki halı ise, orijinal. Aslında bütün Şato buna benzer halılarla süslüymüş ama 2. Dünya Savaşı’nda muhafaza edilmek üzere taşınmışlar, bir daha da gören olmamış. Kuğu sadece zarefetinden değil, Orta Çağ’ın nam salmış Schwangau Şövalyelerinin armasında yer aldığından, daha da önemlisi Wagner’in ‘Lohengrin’ operasında önemli bir rolü olduğundan II Ludwig tarafından sık kullanılan bir figür olmuş.

Buradan Çalışma Salonu’na geçeceğiz ama arada Linderhof’taki gibi bir sahte mağara var. Yine Wagner’in Tannhause operasına atfen yapılmış bir yer. Yanında ise kayalığa gömülü camla kapatılmış kış bahçesi bulunmakta. Burada bir de çeşme var.

Çalışma odasında romanesk tarz hakim; burada da meşe işçiliği ile süslü tavan ve duvar altlıklarıyla kaplı. Duvarlarda ise yine Wagner’in Tannhauser operasından sahneler görülmekte. Perdeler ve döşemeler yeşil ipekten, üstünde de altın ve gümüş Bavyera arması işli. Buradan geçilen son derece sade döşenmiş oda ise Kralın son yardımcısı Kont Dürckheim’a aitmiş. (Kont, doktorların Kral hakkındaki sağlık raporuna her zaman karşı çıkmış biriymiş).

Muhteşem bir salonla başlayan Şato gezimiz muhteşem bir salonla bitiyor: Şarkıcılar Salonu. Gezimizin başındaki giriş salonunda gördüğümüz Sigurd efsanelerinin devamı olan resimler duvarları süslemekte.  Kralın odalarında duvar resimleri kumaşa boyanmışken burada doğrudan duvara boyanmış. Ayrıca duvarlarda Orta Çağ’ın önemli eserlerinden Parsifal’de geçen Gawan ve Gahmuret’in öykülerine ait resimler de var. Geçiş odasının iki yanında iki heybetli mermer kapı var. Buradan muhteşem Şarkıcılar Salonu’na geçiliyor. Bu salonun tarzı, Wartburg’teki şarkıcılar salonundan esinlenmiş. Burayı kullanmak Kral’a kısmet olmamış.

Buradaki ilk konser 1933 yılında Wagner’in ölümünün ellinci yılı anmaları için düzenlenmiş. Duvarlarda yine Parsifal’den sahneler var. Bu resimler Ferdinand Piloty ve August Spiess’in eserleri. Sahnenin iki kapısı var, üstlerinde de Bavyera armaları işli, bir armanın üstünde ise, Kral’ın adı ve unvanı yazılı; bu Şato’nun hamisinin tek bahsedildiği yer.

Şatonun çatı merdivenin başladığı yerdeki bölüm, sanki cennete uzanan bir palmiyenin etrafında yapılmış, yanında da orayı bekleyen bir ejderhanın heykeli var. Buradan en aşağı kata inerseniz mutfak bölümüne ulaşacaksınız. Dönemi için çok modern olan mutfakta eşyalar orijinal. Buradan da servis odasına geçiliyor. Böylece gezimiz burada bitmiş oluyor.

Şato’nun merdivenlerinden inerken kral da olsa hayata tutunamamış birinin yarattığı muhteşem  dünyadan sıyrılmakta zorlanıyorum. Yükümlülükleriyle inandığı masallar arasında kalan, düşleri hayatın sunduğundan çok daha renkli olan ve sonunda büyük hayal kırıklarıyla ölen birinin yaşamına dahil olmak insanı hüzünlendiriyor. Evet, Bavyeranın sorunlarıyla uğraşmak, Prusya ile baş etmeye çalışmak yerine şatolar, saraylar yaptırmak, porselenlerle, mermerlerle süslenmiş bir hayata gömülmek, belki bir krala yakışmıyor diye düşünülebilir. Ya da dedesinin yaptığı gibi parayı savaşacak silahlara harcamak yerine resimlere, tablolara yatırmanın akıllıca olmadığı ileri sürülebilir. Ama bir de şöyle düşünün;  bugün ne Prusya var ortada, ne de Bavyera Krallığı ama II Ludwig’in muhteşem şatoları, sarayları, o heykeller, resimler bu günümüzü güzelleştirmeye devam ediyor ve bir kralın görkemli ama hazin öyküsünü anlatmak için sizleri bekliyor.

Vietnam Gezi Rehberi: Gizemli Ülke

Vietnam, son yıllarda ülkeye gelen turist sayısını en çok artıran, Uzak Doğu’nun popüler destinasyonları arasında bir ülke. Çoğumuz Vietnam’ı Amerikan film endüstrisinin sunduğu Vietnam Savaşı filmlerinden hafızalarımızda kalan imajı ile tanıyoruz; Asya’nın uzak köşesinde, çekik gözlü, fakir insanların yaşadığı, her nasılsa Amerika’yı savaşta yenip, ülkesinden atan ve komünist ve kapitalist olarak ikiye ayrılıp, savaş sonrası birleşen bir ülke olarak…

Vietnam toprakları uzun yıllar işgaller altında kalmış, Çin, Fransa, Japonya, Amerika hep bu toprakları hakimiyeti altına almış. Yani ülke her dönem yakın ve uzak coğrafyadaki ülkelerin ilgisini çekerken, halkı da ağır acılar yaşamış. Ülke bugün bağımsızlığına kavuşmuş ve Dünya’da Sosyalist sistem ile yönetilen beş ülke arasında sayılmaktadır. Savaştan sonra kesilen dış yardımların ve uygulanan ambargoların da etkisiyle 1986 yılında ekonomisi dibe vuran ülke, çareyi Çin gibi sosyalist kökenli serbest piyasa ekonomisine geçişte bulmuş, ekonomik değişim programı (Doi Moi) ile özel sektörü destekleme kararı almış. Ülke dış dünya ile entegrasyonda da çok yol kaydetmiştir. Son yıllarda Dünyanın en yüksek büyüme oranına sahip ülkeleri arasında yer alan Vietnam’da bu büyüme, sınıflar arası uçuruma yol açmadan halka eşit yansıtılmış. Ekonomik gelişme çıtasını yavaş yavaş yükselten ülke, Uzak Doğu’nun en kalabalık genç nüfusuna sahip olması ve eğitime verdiği destekle gelecek için umut vermektedir. Tabii ülkenin ekonomik sistemini incelemek ayrı bir yazı konusu.

Yönetimin son yıllarda uyguladığı turist çekme politikaları ile turizm, ülke ekonomisine önemli katkı sağlayan bir sektör haline gelmiş. Günümüzün en fazla merak edilen ülkeleri arasında yer alan ve ilgi çeken Vietnam, turistlere çok cazip şeyler sunuyor.

Niçin Vietnam
Her gezginin yeni bir ülkeden beklentileri, buldukları, yaşam deneyimleri farklı olabilir. Benim için Vietnam beklentilerimin ötesinde deneyimler yaşadığım, tatlar aldığım, farklı şeyler öğrendiğim bir ülke oldu. Niçin Vietnam kısmında yazılanların bir bölümü kendi deneyimlerimi, hissettiklerimi yansıtmaktadır.

*Öncelikle gizemli bir ülke. Sadece filmlerde izledik, bunca zaman dışa kapalı kaldığından keşfedilecek çok şeye sahip.

*Çok farklı bir coğrafyada, Asya’nın, Uzak Doğu’nun en doğusunda. Farklı ve zengin bir kültür.

*Büyük bir ülke ve her bölgede farklı bir doku var. Kuzey Vietnam sosyalist, devletçi yapının daha çok hissedildiği, daha sade bir bölge, Orta Vietnam’da yer alan Hue tarihi, imparatorluk dönemi şaşalı sarayları, tapınakları ile sakin ve huzurlu bir şehir. Güney’de kapitalist yapının hakim olduğu ticaret ve sanayi şehri, metropol Ho Chi Minh.

*Sadece şehirleri değil, doğası muhteşem, yeşili ayrı güzel.

*Ülkenin Kuzey’inde Sapa’da; doğada ve pirinç tarlalarında gezerken bir taraftan bölgede varlığını sürdüren etnik halklarla tanışabilirsiniz.

*Halong Bay, Dünya’nın Yeni Yedi Doğa Harikası arasında yer alıyor.

*Mekong Deltası yine ayrı bir doğa harikası, beş ülkeden geçerek gelen Mekong Nehri’nin denize kavuştuğu yerde dolaşabiliyorsunuz.

*Benzersiz mimariye sahip yeraltı şehri Chu Chi tünellerinin ziyareti ile Vietnam Savaşı’nın hangi koşullarda kazanıldığına, ufak tefek ve zeki Vietnamlıların verdikleri mücadeleye tanıklık edebilirsiniz.

*Ülke çok ucuz; ucuz konaklama, ucuz ve sorunsuz ulaşım, ucuz ve çok çeşitli deniz ürünleri, tropikal meyveler, ucuz müze girişleri.

*Halkı dışa dönük, turiste kibar, saygılı, güler yüzlü.

*Sağlık sorunu, bulaşıcı hastalık tehlikesi yoktur. Aşı olmak gerekmez.

Genel Bilgi
Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti Güneydoğu Asya’da Çin Hindi Yarımadası’nın doğusunda yer almaktadır. Kuzey’de Çin, batıda Laos ve Kamboçya sınır komşularıdır. Doğusunda Çin Deniz’ine bakan uzun bir kıyı şeridi vardır. Ülkenin yüz ölçümü 331.680 km2, nüfusu 92,7 milyon.

Resmi dil Vietnam dili, ikinci yaygın konuşulan dil Fransızca’dır. Ülke sosyal yaşamda Çin’in (Konfüçyüs öğretisi), yemek kültüründe Fransa’nın etkisinde kalmıştır.

Ülkede genel bir güvenlik sorunu görünmüyor ancak dolandırıcılara dikkat etmek gerekir. Özellikle taksi şoförleri taksimetre açılışını yüksek tutabilir, kısa mesafelerde önceden pazarlık etmek gerekebilir.

Para Birimi
Vietnam Dong, Bizim bulunduğumuz tarih Şubat/2017′ de 1 dolar 23.000 Vietnam Dong civarındaydı.

Vize
Umuma mahsus pasaport sahipleri vizeye tabi. Hizmet, hususi ve diplomatik pasaportlar için vize istenmiyor.

İklim
Tropikal iklim hakimdir. Kuzey ve Güney’de iklim farklılıkları görülebilir. Ülkeye gidiş zamanı seçiminde muson yağmurları ve tayfunların olduğu dönemlerden kaçınmalıdır. Ekim- Kasım -Aralık ve Mart- Nisan ayları en uygun aylardır.

Ulaşım
Ho Chi Minh’e THY’nin direk uçuşu bulunuyor. Katar, Emirates gibi havayollarının da aktarmalı uçuşları bulunmaktadır. Bangkok, Doha, Singapur aktarmalı uçuşlar mümkündür. Biz Filipinler’in başkenti Manila’dan uçtuk. Ülke içinde de şehirler arası ulaşım ağırlıklı olarak hava yolu ile yapılabilir. Ülke içinde uçakla ulaşım uygun fiyatlıdır. Ayrıca otobüs ve demiryolu ile de ulaşım mümkündür.
Konaklama
Vietnam’da konaklama uygun fiyatlı. Biz genellikle merkezi ve üç yıldızlı otellerde kalmayı tercih ettik. Oteller temiz, servis güzeldi, açık büfe kahvaltı dahil üç kişilik oda fiyatı gecelik 30 dolara kaldık. Özellikle Hanoi’de eski şehir civarında otelde kalmak her yere kolay ulaşım sağlıyor. Booking.com da çok uygun konaklama seçenekleri bulabilirsiniz.
Gezilecek Yerler
Genel Vietnam Rehberi yazımız, ülke hakkında genel bilgi ve üç şehirde gezilecek yerlerin listelenmesi şeklinde hazırlanmıştır. Bu yerlerin tek bir yazıda toplanması halinde ortaya okuyucu için uzun bir yazı çıkacağı düşüncesiyle, üç şehri ve Halong Bay’i ayrı yazılarımızda detaylı anlattık. Bu nedenle sayfada verilen linklerden ilgili yerlerin detaylı gezi rehberlerini okumanızı öneririz.

Tarihi, kültürü ve doğası ile Vietnam gezisinde görülecek ve keşfedilecek çok şey var. Türkiye’den alınan tur programlarında çoğunlukla Hanoi ve Ho Chi Minh mutlaka ziyaret edilen şehirler arasında yer alıyorlar. Biz Vietnam’a tam bir hafta ayırdık ve programımıza Hue şehrini de ekledik. Ülkenin kuzeyi Hanoi’den başladık, Vietnam Havayolları ile önce Hue’ye sonra Ho Chi Minh’e uçtuk.

Hanoi
Hanoi Vietnam’ın kuzeyinde, başkent ve en kalabalık ikinci şehir, sade, dokusu az bozulmuş, Ho Chi Minh şehri gibi büyük metropole dönüşmemiş durumda.

Hanoi gezinizde önce Eski Şehrin sokaklarında uzun uzun yürüyebilirsiniz. Bir çok yere yürüyerek ulaşabilirsiniz. Yorulduğunuz yerde iki kişilik uygun fiyatlı sürücülü bisikletler “tricyle” lar veya taksi kullanabilirsiniz. Gelelim Hanoi’de mutlaka görülmesi gereken yerlere;

  • Ho Chi Minh Mozolesi ve Kompleksi
    Ho Chi Minh Vietnam’ın Ho amcası, ülkenin bağımsızlığa kavuşmasını sağlayan lider, başka bir deyimle Vietnam’ın Atatürk’ü. Bizdeki Anıtkabir’e benzeyen mezara, ziyaret saatlerinde giderseniz liderin mumyalanmış bedenini görebilirsiniz. Kompleksin içinde güzel, bakımlı bahçesi yer alıyor ve bu bahçede Fransız Koloni döneminden kalan başkanlık sarayı bulunmasına rağmen Ho Chi Minh bu sarayı kullanmamış. Bahçe içerisinde son derece mütevazı evinde çalışmış.
  • One Pillar Pagoda, hemen kompleksin arkasında küçücük, lotus çiçeğine benzeyen Pagoda,
  • Quan Thanh Temple; Taoizm Tanrılarına adanmış 11. yy’da yapılmış antik tapınak,
    Tran Quoc Pagoda ; Batı gölünün kıyısında 11 katlı kulesi ile Hanoi’nin en eski Budist tapınağı,
  • Temple of Literature (Van Mieu) Edebiyat Tapınağı
    Çin’in Vietnam’daki derin kültürel etkisinin bir simgesi olarak kabul edilen ve Hanoi’de mutlaka görülmesi gereken bu tapınak aslında bir eğitim kurumu. 1070 yılında yaptırılarak, Konfüçyüsçü bilginlere adanmış. 1076 yılından itibaren Vietnam’ın ilk ulusal üniversitesi olan İmparatorluk Akademisi (Quoc Tu Giam) ne dönüştürülmüş.
  • Hoan Kiem Lake (Geri Dönen Kılıç Gölü)
    Şehrin çehresine ayrı bir güzellik katan, Eski Şehrin merkezinde yer alan, içinde yer alan tapınağı ile renkli bir göl
  • Hanoi’ye özel Su Kuklası Gösterisi

Hanoi’yi detalı gezmek isterseniz. 

Hanoi Gezi Rehberi – Vietnam’ın Kuzeyini Yaşatan Şehir

Halong Bay
Unesco Dünya Mirası Listesi’nde ve Yeni Yedi Dünya Harikası arasında yer alan, Hanoi’ye 170 km uzaklıkta, Vietnam gezisinin olmazsa olmazlarından, doğa harikası Halong Bay’e günlük veya bir-iki gece konaklamalı tekne turu alabilirsiniz. Biz iki gece Hanoi’de bir gece Halong Bay’de teknede kalmayı tercih ettik. Bir gecelik tur ile Halong Bay’in gündüzü ve gecesini yaşadık bize yeterli geldi.

Vietnam’ın kuzeydoğusunda Tonkin Körfezi’nde bulunan Halong Bay’da, milyonlarca yıl süren jeolojik oluşumlar sonucunda ortaya çıkan 2000 civarında kireç taşı ada ve adacıkları müthiş bir manzara oluşturmuş. Buradaki adalar aynı zamanda bir çok endemik bitki türü ve hayvana ev sahipliği yapıyor.

Halong Bay’i tekne ile gezelim mi?

Halong Bay – Düşler Diyarı

Ayrıca Halong Bay’in dünyada tanınılırlığını arttıran, başrolünde Catherine Denevue’nun oynadığı ünlü film ‘Indochine’ filminin tanıtım yazısı da linkte.

Indochine; Gezgin Filmlerinde Bir Vietnam Öyküsü

Ho Chi Minh
Ho Chi Minh eski adı ile Saygon, Vietnam’ın güneyinde ve ülkenin en kalabalık şehri. Fransız koloni döneminden kalan estetik binaların dışında Vietnam Savaşı’nı en canlı yaşayabileceğiniz şehir. Şehir büyük gökdelenleri, geniş caddeleri ile tam bir metropol. Bu yüksek binaların yanında tarihi Fransız binaları iyi korunmuş ve şehre ayrı bir hava veriyor. Önce şehirde dolaşıp Fransız Kolonistler tarafından 1880 yılında yapılmış Saygon Nortre Dame Katedrali ve hemen yanındaki tarihi postaneyi gezebilirsiniz.
  • Yeniden Birleşim Sarayı (Reunification Palace) , Güney Vietnam’ın Başkanlık Sarayı ve Kuzey-Güney Savaşı’nın bitirilmesinde özel bir yere sahip.

Gelelim Ho Chi Minh’de Vietnam Amerika Savaşının acılarını ve mucizesini yaşayabileceğiniz, mutlaka görülmesi gereken iki yere.

  • Birincisi Savaş Kalıntıları Müzesi (War Remnants Museum); Amerika Vietnam Savaşı’nı bahçesindeki tankı, helikopteri içinde sergilenen çok özel fotoğraflarla içiniz sızlayarak yaşayacağınız, dünyada örneği olmayan ve yakın tarihimizdeki savaşı anlatan bir müze.
  • Diğeri ise Cu Chi Tünelleri: Mutlaka görülmesi gereken tünellere Ho Chi Minh’den ayrı bir tur alarak gidebilirsiniz, şehre 70 km uzaklıktaki bölgeye, tur kapsamında otobüs ve rehberlik hizmeti de sağlanıyor. Cu Chi tünelleri dünyada örneği olmayan bir mimariye sahip. 250 km’den daha fazla bir alan yer altında örümcek ağı gibi kazılmış, bir kaç katlı yeraltı tünelleri oluşturulmuş. Ülkenin bağımsızlığı ve korunması amacı ile Amerika’ya karşı savaşan Vietnamlı gerillaların yaşam ve savaş alanı ve savaşın kazanılmasında çok önemli bir yere sahip. Gerillaların ve halkın gizlice inşa ettiği çok katlı bir yeraltı şehri.

Ho Chi Minh şehri, Mekong Deltası ve Chu Chu Tünellerini detayı gezmek ister misiniz?

Ho Chi Minh- Vietnam’ın Çok Renkli Güneyi

Mekong Deltası
Güneydoğu Asya’nın en uzun nehri Mekong Nehri, Çin’de doğup, 2700 mil süren yolcuğunda Laos, Tayland, Kamboçya topraklarından geçip, Myanmar ve Laos arasında sınır oluyor ve Vietnam topraklarından Güney Çin Denizi’ne kavuşuyor. Vietnam’da verimli toprakların oluştuğu geniş bir alana yayılan delta, Vietnam’ın tarım alanı. Kanallar içerisinde botlar, köyler, evler, tapınaklar, tropik meyve bahçeleri ile ilginç bir deneyim yaşayabileceğiniz bir yer. Delta’da turlar çok organize çalışıyor. Köylülerin kullandığı teknelerine binip, köylerini dolaşıp, zengin çeşitli meyveler, değişik yemekler tadabiliyorsunuz.

Hue
Parfüm Nehri’nin iki yakasına kurulan tarihi şehir Hue, 1802-1945 yılları arasında hüküm süren en son Vietnam Hanedanlığı’nın (Nguyen) başkenti, aynı zamanda dini ve kültürel merkezi olmuş. Hanedanlığın sona erip, Hanoi’nin başkent yapılmasıyla birlikte imparatorluk şehrinin önemi giderek azalmış.

Hue’de Eski Şehir ve Imperial City ile gezinize başlayabilirsiniz. Imperial City içinde bulunan ‘Mor Yasak Şehir’, Çin Pekin’deki Yasak Şehir gibi sadece İmparatorluk Hanedanının yaşadığı şehir.

Şehir tapınaklar ve imparatorluk mezarları ile çok zengin, şatafatlı. İmparatorlar ölmeden önce mezarlarını hazırlıyorlarmış, her biri farklı mimariye sahip bu anıt mezarlar oldukça etkileyici.

Biz bu tapınakların ve mezarların hemen hemen tamamını gezdik. Bu özet yazıda sadece isimlerini belirtiyorum.

  • Thien Mu Pagoda (Kutsal Kadın Tapınağı)
  • Tu Duc’s Tomb
  • Khai Dinh’s Tomb
  • Minh Mang’s Tomb
  • Bu arada Vietnam’ın ulusal kahramanı Ho Chi Minh çocukluğunda bir süre bu şehirde ailesi ile yaşamış. Ailenin yaşadığı mütevazı evi de ziyaret edebilirsiniz.

Hue sarayları, tapınaklarını adım adım gezmek ister misiniz?

Hue Gezi Rehberi – Vietnam’ın İmparatorluk Başkenti

Vietnam’da Ne Yenir, Ne İçilir?
Vietnam mutfağı dünyada ünlü mutfaklar arasındadır. Diğer Uzakdoğu ülkeleri gibi Vietnam’da da sokak yemekleri çok yaygın

Vietnam Dünyada en çok pirinç üretilen ülkeler arasında dördüncü sırada yer alıyor. Bu nedenle sofranızda öncelikle pirinç göreceksiniz. Pirinç çok değişik formlarda da karşınıza çıkabilir. Pirinç yufkasından (rice paper) yapılan spring roll da bölgeye özel lezzetler arasında.

En ünlü çorbası, et ve sebzeden oluşan Pho Çorbası; Bizim tarhana çorbasında olduğu gibi bölgelerin farklı damak zevkine göre içine katılan baharat ve bitkiler değişiyor.

Sebzeli yemekler de yaygın, asıl güzeli çok çeşitli deniz ürünlerini çok ucuza, bol miktarda yiyebilirsiniz. Çeşitli balıklar, kalamar, karides, ahtapot gibi bildiğimiz tatlar yanı sıra salyangoz, yengeç, ıstakoz, kurbağa bacağı, timsah eti gibi ülkemizde az bulabileceğiniz yiyecekler de sizi bekliyor. Yerel biraları çok ucuz ve lezzetli, Vietnam kahvesi dünyaca ünlü, meyveli çayları güzel. Tropikal meyveler çok çeşitli ve lezzetli. Kısaca Vietnam mutfağı denemeye değer değişik lezzetler içeriyor. Biz keyifle değişik yemekler denedik. Tabii köpek eti denemedik. Sadece sokakta yemeğe cesaret edemedik. Alışkın olmadığımız için olsa gerek. Yoksa tüm Uzakdoğu’da sokakta çok ucuza yemek yiyebilirsiniz.

Tropikal meyvelerinizi sokakta dolaşan kadınlardan da alabilirsiniz, lokantalarda da güzel sunumlarla karşınıza çıkabilir.

Vietnam’da Alışveriş
Vietnam’a özgü aslında köylülerin kullandığı şapkalar, Vietnam’ın her yerinde yerli, turist herkesin kafasında göreceğiniz şapkalar çok orijinal. Vietnam’da resim sanatına özel önem veriliyor, Hanoi’de dolaşırken çok sayıda resim atölyesi gördük. Yerel figürler ile yağlıboya tablolar çok renkli El işi, yerel değişik ürünleri her yerde görebilirsiniz. Tekstilde yol kateden Vietnam’da asıl alınacak ürün ipek kıyafetler olabilir. Hanoi ve Ho Chi Minh’de ünlü gündüz ve gece pazarlarından çok çeşitli ürün bulunabilir. Turistik yerlerin satış yerlerinde aynı ürünlerde fiyatlar ikiye katlanıyor. Alışverişlerinizde pazarlık yapmanızı öneriyoruz.

Son Söz
Uzakdoğu benim için özel çekiciliği olan bir bölge. Vietnam ise yine çok farklı duygularla gezdiğim, özellikle halkın sakinliği, mütevazılığı yanında ülkenin her yönü başka güzel diyebileceğim bir ülke. Bir haftalık sürede üç şehri gezmemize rağmen, ülkede daha uzun süre kalmak isterdik. Kuzeyde Sapa’da pirinç terasları arasında yürüyüş yapmak isterdik. Biz pirinç terasları gezimizi Filipinler’de yaptığımız için Vietnam’da Sapa’ya zaman ayırmadık. Ancak Hoi An’da, Orta Vietnam’da UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan özel şehirde Champa Krallığından kalma Hindu tapınaklarında gezebilmeyi, bu tarih, kültür ve liman şehrinin sokaklarında dolaşabilmeyi isterdik. Yine Dnang’da Pagodoları, Fransız koloniyel döneminin tarihi binalarını gezip, sakin plajlarında deniz keyfi yapabilirdik. Gezginlere Vietnam programlarını yaparken bu üç bölge için de zaman ayırmalarını öneririm. Bizim bu bölgeleri gezme şansımız olmadı maalesef.

Özetle biz üç haftalık Uzak Doğu gezimizin iki haftasını Filipinler’e bir haftasını Vietnam’a ayırdık, çok gezdik ancak iki ülkeye de doyamadık. Yine gider miyim Vietnam’a ilk fırsatta, koşa koşa….Başka söze gerek yok sanırım.

Vietnam tarihini anlatan film Indochine hakkındaki yazımızı okumak isterseniz. Indochine – Gezgin Filmleri

Aktiviteler

İslamköy Demokrasi Müzesi

İslamköy, Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in doğduğu, büyüdüğü köy. Köyün ortasında, Demokrasi ve Kalkınma Müzesi’nin de içinde yer aldığı inanılmaz bir külliye sizi karşılıyor. Mimarisi ve içeride sergilenenler bildiğiniz müze anlayışının çok ötesinde.

Külliyede neler mi var? Ferah bir namazgah, cami, çim alanda taş yürüyüş yolları, rengarenk Isparta gülleri, devasa çam ve meyve ağaçları, havuzlar, havuzlarda heykeller, çeşmeler, kütüphane, Demirel ailesinin müze evi, Demokrasi ve Kalkınma Müzesi, küçük kafeler, …..

Namazgah ve camiyi geçip Külliye bahçesinden girince hemen karşınızda Demokrasi ve Kalkınma Müzesi var. Müzenin giriş kapısının üstünde Cumhurbaşkanlığı Forsu buluyor.

Müze kapısından girince, Süleyman Demirel’in balmumu heykeli şapkası ile sizi selamlıyor. Bu heykel Yılmaz Büyükerşen tarafından hediye edilmiş.

Müzede Süleyman Demirel’e ait her şey var. Diplomalarından cübbesine, verilen hediyelerden kullandığı eşyalara kadar.

Ortadaki geniş sergi alanının etrafındaki girintili çıkıntılı küçük koridorlardan oluşuyor müze. Yüksek tavanlı, taş duvarlı ve çok iyi aydınlatılmış. Her bölümün ortasında camekanlar içinde sergilenen eşyalar çok iyi yerleştirilmiş. Duvarlarda ise 1950 sonrası döneme ilişkin bol resim ve açıklama var. Gezerken; hem mekanın ferahlığı, hem sergilenenlerin ilginçliğine kendinizi kaptırıp, bir şey atladım mı? Şuradakileri görmüş müydüm? duyguları içinde; ihtilaller, hükümetler, barajlar, köprüler, iç ve dış siyasi ve ekonomik olaylara ait resimlerin eşliğinde, yakın dönem Cumhuriyet tarihinde yolculuk yapıyorsunuz.

Hafızamda; zarif ve sessiz siyasetçi eşi olarak eşinin yanında yeraldığını hatırladığım Nazmiye Hanımın ayakkabı ve çantası görüyor sergilenen eşyalar arasında.

Süleyman Demirel Demokrasi ve Kalkınma Müzesinin web sayfasında yer alan misyonlarından biri; “Cumhuriyet ve demokrasi sayesinde köyden bir cumhurbaşkanı çıkabileceği örneğini göstermek”, olarak ifade edilmiş.

Müzeyi ve ardından külliyenin diğer bölümlerini gezdikten sonra, tam da bu duygular ile ayrıldım. Hatta ayrılmayıp, saatlerce külliyenin bahçesinde ağaçlar altında, güller arasında oturmak geldi içimden.

Meraklısına; Külliye, 17 dönümlük bir alan üzerine kurulmuş ve 6 bin metrekare kapalı alanı bulunmaktaymış. 1990 yılında yapımına başlanan Külliye ve müze 26 Ekim 2014 günü törenle hizmete açılmış ve Demirel Vakfına bağlı olarak hizmet veriyormuş. Özel Müze Statüsünde olan Müze, Demirel Vakfı Başkanı Şevket Demirel (Süleyman Demirel’in kardeşi ve işadamı) ve kızları Nihan Atasagun, Binhan Kesici ve Neslihan Demirel tarafından inşa ve restore edilmekte, bakım-onarımları yapılmakta ve tüm işletimi sağlanmaktaymış. Özel Müze deneyim ve birikimleri bulunan Vehbi Koç ve İnan Kıraç Ailesinden gelen bir teknik ekip ile birlikte 2010 yılından itibaren külliye ve müzede önemli ek ve değişikler, teşhir-tanzimler gerçekleştirilmiş.

Külliyede bulunan koleksiyonlar;  Süleyman Demirel’in kendi kütüphanesinde bulunan 46.000 kitap,  126.000 fotoğraf,  8.000 hediye eşya,  4.000 tablo,  6.000 teyp ve video kaset,  500 giyim-kuşam malzemesi ve halı-kilim ile  başka müzelerde ve kütüphanelerde aransa da bulunamayacak, 10.000 klasör dolusu 6 milyon dokümandan oluşmakta imiş. Kütüphane; ilk, orta ve lise öğrencilerine değil, yetişkinlere hitap ediyormuş ve kütüphaneden dışarıya kitap verilmiyormuş.

Demirel Külliyesinde bulunan müzeler, kütüphane, cami, namazgah, gasilhane, restoran, mescit, sanat merkezi, lojman, İslamköy Mezarlığı, helikopter pisti, 9. Cumhurbaşkanının kabrinin bulunduğu Çalca Tepe ve göletleri Demirel Vakfının hizmet kapsamında imiş.

Külliye yapılırken; çevresindeki dokuz ev satın alınmış, restore edilmiş, yeni fonksiyonlar verilerek hem külliye ve İslamköy hem de Isparta ve Atabey çevresi için çekim merkezi olabilecek yeni bir kültür ve turizm alanı yaratılması amaçlanmış.

Satın alınan bu evlerde oturanlara, kendi evlerinin değerlerinin çok üstünde olmak üzere yeni ev ve mandıralar inşa edilmiş; aileler hem İslamköy’den koparılmamışlar hem de külliyeye manevi bağlılıkları sağlanmış.

Süleyman Demirel Üniversitesi Rektörü ile Demirel Vakfı Başkanının imzaladıkları bir protokol doğrultusunda külliye akademik bir ortama da dönüştürülmüş. Üniversitenin “Süleyman Demirel Liderlik Araştırma ve Uygulama Merkezine” külliye içinde bir bina tahsis edilmiş. Bu Enstitü, öğrencileriyle her hafta külliyede dersler yapıyormuş ve lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencileri müzede bilimsel araştırmalar yapabiliyormuş.

Müze, hem haftanın 7 günü hem de tüm bayramlarda ziyarete açık.

Demirel Ailesinin evi, 1920 yılında yapılmış ve 1979 yılına kadar kullanılmış. Şimdi aslına bağlı olarak restore edilmiş ve etnografik bir müze olarak gezilebiliyor. Sergilenen tüm nesneler, Demirel Ailesinin kullanmış oldukları eşyalar ve araç-gereçlermiş.

Süleyman Demirel’in İslamköy’de defnedildiği mezar yeri, Çalca Tepe’de. 2003 yılında yeri belirlenmiş ve 2004 yılında hazırlanmış.

Çim halı ile kaplanmış bir alanın ortasında, toprak bir yükselti ve üzerinde solmuş karanfiller vardı. Demirel için düşündüğümden çok daha mütevazı bir kabir burası.

Yukarıda proje resmi görülen anıt mezarın yapılacağı tepedeki 650 dekar alan, çam ve sedir ağaçlarıyla kaplı ve Demirel Külliyesi’ni, İslamköy’ü ve Isparta’yı da kuş bakışı görüyor.

Yolunuzu düşürürseniz İslamköy’e; hem köydeki külliye, hem Çalca Tepe’deki mezarlık sade bir zarafet ile sizi şaşırtacaktır. Süleyman Demirel’e ilişkin hangi duygular ile giderseniz gidin, 1950 sonrası Türkiye’nin serencamını görüp etkilenmiş döneceksiniz.

Hem belki de, bizim tesadüfen köy meydanında rastladığımız gibi bir düğüne denk gelirsiniz. Düğün sahipleri yüz kişilik grubumuza yemek ikram etti. Hem de biz çekingen davranınca, düğün sahipleri, “misafir kendi rızkını getirir” “yemek biterse yeniden yapılır” dediler. Anadolu insanının cömert yüreği ile eşsiz konukseverliğini sergilediler.

Yazının son sözü; Müzenin girişinde yer alan bir mermer levhada yazılı bulunan ve 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e ait aşağıdaki satırlar olsun…

“Karşılaştığımız sorunların,

Cinsi, sayısı, ciddiyeti ne olursa olsun;

Onların altında ezilemeyiz!

Ufkumuzu karatamayız!

Geleceğimizden şüpheye düşemeyiz!

Devletimize ve demokrasiye olan inancımızı kaybedemeyiz!

Demokrasiden cayamayız!

Çare yerine, çaresizliğe talip olamayız!

ÇARE VARDIR…

VE BU ÇARE DEMOKRASİNİN İÇİNDEDİR.

Süleyman DEMİREL (1924-2015)

Kaynakça;

Demirelvakfı.org

Isparta İl Kültür Turizm Müdürlüğü web sitesi

Sintra Gezi Rehberi: Masal Diyarında mıyız?

Hani bazı şehirlere adım attığınız anda sanki farklı bir tarihte, farklı bir dünyada yaşıyormuşsunuz gibi hissedersiniz. Bu dünyada olduğunuzu hissettiren tek şey sizin gibi çevresine şaşkın şaşkın bakan diğer turistlerdir. Sintra da tam böyle bir kasaba. Trenden indiğiniz an farklı bir yerde olduğunuzu hissediyorsunuz. İlk aklınıza gelen acaba Walt Disney film stüdyosunda mı, yoksa masal dünyasında mıyım? Etrafı dağlarla çevrili, saraylar, kaleler kondurulmuş, sanki kraliyet ailesinin oyun parkı gibi düzenlenmiş bir Orta Çağ kasabasında dolaşıyorsunuz.

Bu güzel kasaba Lizbon’a sadece yarım saat uzaklıkta. Portekiz’in başkenti, dinamik ve her anı yaşayan, en kalabalık şehri olan Lizbon’da birkaç gün kaldıktan sonra, sabah yarım saatte ulaşabileceğiniz bu kasaba size çok farklı bir gün yaşatacak. UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki bu kasaba için bir tam gün ayırmanızı öneriyoruz.

Sintra’yi video ile gezmek ister misiniz?

Ulaşım
Sintra’ya ulaşım çok kolay. Lizbon Oriente İstasyonu veya Rossi İstasyonu’dan Sintra’ya direk tren ile 45 dakikada ulaşabilirsiniz. Gidiş-dönüş sadece 4,30 Euro. Ayrıca kombine bilet satın alarak yolculuğunuza iki yer daha ekleyebilirsiniz. Biz Rossi Istasyonu’ndan 15 Euro ödeyerek bu bileti aldık. Böylece Avrupa’nin en batı noktası Cabo Da Roca ve tatil kasabasi Cascais’i de aynı gün başka bir ulaşım ücreti ödemeden gezdik. Böyle bir geziyi Lizbon’dan rehberli tur alarak da yapabilirsiniz. Ancak daha pahalıya mal olacağı için kendi zamanımızı kendimiz ayarlayarak dolaşmayı tercih ettik. Sadece Sintra’ya gitmek isterseniz gidiş-dönüş tren bileti ucuz. Ancak Sintra içinde ring yapan otobüslere binmek isterseniz ayrıca 5 Euro ödemeniz gerekiyor. Ya da yokuş yukarı uzun bir yürüyüş yapmanız gerekecek. Kombine bilete ilk ödenen rakam yüksek gibi görünmekle beraber tüm gün istediğiniz saatte binebileceğiniz tren ve otobüsler için ayrıca para ödemeyeceğiniz ve daha çok yeri görebileceğiniz için öneriyorum. Bu arada sadece Sintra düşünürseniz tarihi tramvaylar da bir seçenek…Tek yön 2 Euro’ya 40 dakikalik yolculukla ulaşabilirsiniz; her 50 dakikada bir Sintra’ya giden tramvaya yine Rossi Istasyonu önündeki tramvay durağından binebilirsiniz.

Tren biletimizi de aldık; artık gezimize başlayabiliriz. Rossi İstasyonu’ndan trenimize bindik. Kırk beş dakikalık rahat bir yolculuktan sonra Sintra tren istasyonuna ulaştık.

Sintra’ya gitmeden önce dersimizi iyi çalışmıştık. Çok sayıda saray var; önce hangisinden başlayacağımıza karar vermemiz ve rotamızı çizmemiz gerekiyordu. Tren istasyonunun hemen karşısındaki turizm ofisine uğrayıp bir Sintra haritası aldık.

Önce şehir merkezini gezebilir ya da en tepedeki ilginç Pena Sarayı’ndan başlayabilirdik. Tüm gününü burada geçirip uzun dik yokuştan yürüyüş yapmak isteyenler yürüyerek şehir merkezinden başlayarak dolaşabilirler. Ancak Pena Sarayı’na çıkarken yol tek yön, dar ve virajlı; sürekli geçen otobüs ve araçlar nedeniyle rahat bir yürüyüş yapmak zor görünüyor. Bizim için ise öncelik en yüksek noktadaki ilginç masal sarayından başlamaktı. Bu nedenle hemen istasyonun yanından ring yapan otobüse bindik. Otobüs kasabanın merkezinden, Ulusal Saray’ın önünden geçerek tepeye doğru dar bir yoldan ilerledi. Biz Pena Sarayı’nın önünde indik. Sarayın giriş kapısı daha aşağıda. Kapıda saraya giriş ücreti olarak 14 Euro ödedik. Kapıdan saray henüz görünmüyordu; bahçeye girdikten sonra tepeye doğru yürümeniz gerekiyor. Saraya tırmanmak istemeyenler bahçe içinde ulaşımı sağlayan ayrı bir araçla çıkabilirler.

Ağaçlıklı yolda yavaş yavaş tırmanmaya başladık. Tırmanırken karşımıza çıkan, ilginç işlemesi olan haçı, Kral Fernando II, Sintra’nın en yüksek noktası (528 metre) olduğunu belirtmek için yerleştirmiş, ancak orijinali 1997 yılında tahrip edilmiş, replikası ise 2008 yılında konmuş aynı noktaya…

Tırmandıkça sarayın silueti kendini göstermeye başlıyor. Sarayın renkleri bizi çağırıyor ve bir an önce tepeye tırmanmak arzusuna kapılıyoruz.

Pena Sarayı’nı Portekiz Kralı Fernando II, 19. yüzyılda eski bir manastırın yerine yazlık saray olarak inşa ettirmiş. Eklektik mimariye sahip saray benim için de hayatımda gördüğüm en yüksek tepede, en ilginç ve en renkli çok değişik bir saraydı.

Evet; masal sarayın kapısından girdik. Artık sarayı gezme zamanı…Kapısı bile arma ve işlemeleriyle ne kadar özgün…

Dış görünüşü bu kadar ilginç olan sarayın iç dekorasyonunun da farklı olacağını düşünerek hemen sarayı gezmek için içeri girdik.

İlk girişte bizi Kral Ferrnando’nun büstü karşıladı. Sarayı gezmeye başlamadan Portekiz’de bu kadar değişik bir saray yaptıran Kral Fernando’yu biraz tanıyalım.

Portekiz tarihinde önemli rolü olan sanatçı Kral Fernando aslında Portekizli değil. Alman-Avusturya İmparatorlugu topraklarında Ferdinand ismiyle doğmuş bir asil. Krallığı, Portekiz Kraliçesi Maria II ile evlenmesi nedeniyle elde etmiş. Kraliçe Maria II 15 yaşında iken Alman bir dük ile evlenir; ancak kocası evlendikten iki ay sonra ölur. Kısa bir süre sonra Fernando ile evlenir ve mutlu bir evlilikleri olur. Fernando’nun Portekiz Kralı olabilmesi için kraliçeden tahta geçecek bir çocuğu olması gerekir. Maria Fernando ile evliliği sırasında 11 doğum yapar ve 11. doğumu sırasında ölür. Fernando ve Maria’nın döneminde Portekiz’de başarılı, istikrarlı ve refah içinde bir dönem yaşanır. Aslında sanatçı ruhlu Fernando günlük işleri ekibi aracılığıyla yönetirken kendisi Portekiz’de sanat ve sanatçılarla ilgileniyormuş.

Sarayın içinde önce Saray yapılmadan önce burada bulunan eski Manastır bölümünden geçiyoruz.

Sarayın en önemli bölümü Büyük Salon. Bu büyük gösterişli salonda Osmanlı kıyafetli gibi, belki de Kuzey Afrikalı ve sarıklı iki heykel avizeleri tutuyor.

 

Sarayın diğer yaşam bölümlerinde önce Fernando II’nin, sonraki yıllarda Kraliçe Amelia’nın kullandığı yatak ve yemek masası yer alıyor.

Değişik aksesuarlar her yerde görülüyor. Aşağıdaki resimlerde görünen telefon ise telefon odası olarak hazırlanmış ayrı bir bölüm de yer alıyor.

Sanatçı Kral kendi çalışmaları dışında çok geniş sanat koleksiyonuna sahip ve sarayda bu eserlerin bir bölümü sergileniyor. Camlar, seramikler, vitraylar, porselenler, tablolar, kara kalem çalışmalar…

Eserler arasında bir Osmanlı Paşasının yer aldığı kara kalem çalışması da özellikle dikkatimi çekti. Fernando’nun Osmanlı ilgisinin nereden kaynaklandığını bilemiyorum. Bunu anlamak için daha detaylı araştırma yapmak gerekiyor sanırım.

Sarayın içini gezmeyi bitirdikten sonra dışarıda arka tarafa geçiyoruz. Burada ise rengarenk, daha küçük bir saray ile karşılaşıyoruz. Içerisi geziimiyor; ancak tam bir masal şatosunun merdivenlerinden birazdan masal kahramanları dans ederek ineceklermiş gibi geliyor.

Saray gezimizi tamamlamadan Kral Fernando’nun yaşam öyküsünü tamamlayalım. Kraliçenin ölümünden sonra sanat ve sanatçılara düşkün Fernando 1859 yılında İsveçli Opena Sanatçısı Elise Hensler ile evlenir ve krallığa da oğlu Pedro geçtiği için ölene kadar bu sarayda eşi ve sanat ile çok mutlu yaşar. Masal sarayında mutlu bir masal sonu gibi; değil mi?

Kral 1885 yılında 69 yaşında öldü ve Sarayı sevgili karısı Kontes Edia’ya bıraktı. Tabi ki bu durum Portekiz Hükümdarlığı için Kabul edilemezdi. Hükümet Kontes Edia ile bir anlaşma yaptı. Sarayın bahçesinde Fernando ve Edia’nın birlikte yaptırdığı ayrı küçük bir köşkte Edia’nın yaşamasına karar verildi. 1880 yılında dönemin kralı Carlos ve Kraliçe Amelia burayı yazlık saray olarak kullandı.1908 yılında Kral Carlos’un suikast sonucu öldürülmesi sonrası, saray Carlos’un oğlu Prens Manuel için düzenlendi. Uzun yıllar burayı kullanan anne Amelia bu Sarayda yaşamaya devam etti; 1910 yılında Portekiz’de krallık sona erip Cumhuriyet ilan edilene kadar… Cumhuriyetin ilanıyla birlikte Pena Sarayı Ulusal Pena Parkı olarak halkın ziyaretine açıldı.

Sarayın arka tarafinda ise, Sintra’nin çevreye hakim en yüksek tepesinden aşağıda yemyeşil ovanın ve şehrin manzarasını seyredebiliyorsunuz.

Ön tarafta tüm çevreye hakim manzaralı ve sarayın rengarenk tüm yapısını görebileceğiniz terasta kafeteryada oturduk; bu masal diyarında biraz daha kalmak istedik. 

Moors Castle (Magribi Kalesi)

Sintra’nin yine en yüksek tepelerinden birinde yer alan kalenin tarihi 9. yüzyıla dayanıyor. Bu tarihlerde Portekiz’e gelen Kuzey Afrikalı Müslüman Magribiler ele geçirdikleri Sintra’yı koruma amacıyla bu kaleyi yaparlar. Hristiyanların Portekiz’i almalarından sonra, ilk yıllarda her ne kadar bu tarihi kaleye önem verilmiş olsa da bir süre sonra terkedilir, yıllarca bakımsız kalır. Kral Fernando kendi döneminde bu kaleyi de restore ettirir. Panoromik görüntüsü ile bu tarihi kalenin ziyareti de Sintra’da görülmesi gereken yerler arasında belirtiliyor. Giriş ücreti yaz döneminde 8 Euro.
Biz Pena Palas sonrası yürüyerek kalenin giriş yerine ulaştık. Ancak asıl zaman ayırmak istediğimiz yer Quinta da Regaleira, sonrasında da Cabo Da Raco ve Cascais gezileri olduğu için bu kaleye tırmanmak istemedik. Kalenin giriş yeri ve Quinta da Regaleira’nın bahçesinden tepedeki hakim görünüşünün fotoğrafını çekmekle yetindik. Kalenin içinde kalıntıların az olduğu asıl panoramik manzaranın güzel olduğu belirtiliyor. Pena Sarayı da en yüksek noktalar arasında olduğundan zaten yemyeşil panoramik görüntüyü fotograflamıştık.

Sintra’da Pena Sarayı’ndan sonra mutlaka görmek istediğimiz saray Regaleir, Pena Sarayı’ndan çok farklı mimaride; ancak en az onun kadar ilginç ye ziyaretçi çeken bir yer. Bu saraya Sintra merkezinden yürüyerek ulaşılabiliyor. Biz Pena Sarayı’ndan aşağıya rahat bir yürüyüşle indik. Bu saray da ömrünüzde göreceğiniz en ilginç mimariye sahip yerlerden birisi. Mimari tarzi Gotik, Ronesans, Maribi ve Mısır etkilerinin karışımı.

Saray 1904 yılında çok zengin bir Portekizli tarafından inşa ettirilmiş. Daha sonra birkaç kez el değiştirmiş olmasına rağmen 1997 yılında Sintra yerel yönetimince sahiplenilmiş ve ziyarete açılmış.

Saraya giriş ücreti 6 Euro; kesinlikle gezmeye değer. Sarayın içini hızla gezdik. Girişte bir salonda piyano eşliğinde bir kadın şarkı söylüyordu. Sarayın bahçesi içinden daha ilginç olduğu için zamanımızın çoğunu orada geçirdik.

Sarayın hemen yanındaki Şapelin dış görünüşü de, içi de tam saraya uygun bir şekilde dekore edilmiş.

Bahçenin her yerinde değişik semboller yer alıyor. Gotik kuleler, tüneller, Masonik, Tapınak Şövalyeleri ve simyacılıkla ilgili semboller görülebiliyor.

Bahçede 9 katlı bir kuyu yer alıyor. Kuyu ama suyu olmayan bir kuyu. Spiral merdivenler ile zemin kata iniliyor. Kuyunun zemininde Tapınak Şövalyelerinin simgesi olan haç yer alıyor.

Sarayın tüm bahçenin altına tamamen tüneller kazılmış. Tünel kapısından bakıp, karanlık olduğu için girmekten kaçınan çok kişi olabilir. Biz merakımız ile karanlık da olsa bir tünelde ilerlemeye başladık. Birdenbire tünelin sonunda ışıkla karşılaştık; gördüğümüz manzara inanılmazdı. Tünelin bu bölümünün sonunda küçük bir göl vardı. Çevresinde değişik bitkiler; üstelik taştan bir köprü. Gerçekten inanılmazdı, bilmediğin bir bahçede karanlık tünele girip sonunda ışıltılar, sular içinde gökyüzünü görmek.

Son Söz

Sintra tarihi dokusu, yemyeşil doğası, dağlar arasındaki kale ve sarayları ile çok farklı bir yer. Portekiz gezinizde mutlaka uğramanızı öneriyoruz. Lizbon’dan kolaylıkla ulaşıp tüm gününüzü geçirebilirsiniz. Isterseniz bir gece de kalabilirsiniz zamanınız yeterli ise… Biz şehir merkezinde fazla zaman geçiremedik ve Ulusal Sarayı gezemedik. Avrupa’nın en batı ucu Cabo Da Roca’yı ve tatil kasabası Carcais’i programımıza eklemiştik. Cabo Da Roca gittiğimize değdi; aslında orada en fazla bir saat geçirebiliyorsunuz. Carcais ise ayrı bir tatil kasabası. Oraya ancak güneş batışında yetişebildik; deniz kenarında biraz yürüyüş yapıp, meydanda lokantalann olduğu yerde güzel bir yemek yedik. Ancak Carcais’i görmüş gibi hissetmedik. Doğrusu akşam Carcais’e ulaşıp gece orada konaklayıp ertesi gün bu tatil kasabasını gezmek olabilir. Bu durumda Sintra’da daha fazla zaman geçirmek mümkün olabilirdi. Sintra gerçekten güzel ve değişik zaman geçirebileceğiniz bir yer…

Midilli Adası (Lesbos) Gezi Rehberi: Zümrüt Ada

midilli-lesbos

Midilli Adası; Avrupalı seyyahların deyimi ile Zümrüt Ada… Dağlık adada, ağırlıklı olarak çam, meşe, zeytin, portakal, kestane, köknar ağaçlarından oluşan yemyeşil bitki örtüsü dağlardan deniz kenarına kadar ulaşıyor, kahverengi toprağın rengini göremeden zümrüt yeşili renk turkuaz maviye dönüşüyor.

Bir adadasınız; dört tarafınız deniz… Bu arada, iki büyük körfez karanın içlerine giriyor. Geras ve Kalonya Körfezleri. Bu nedenle çok sayıda koy, burun, plaj oluşmuş kıyıda ve adanın içlerinde bile, ne zaman başınızı çevirseniz deniz görecek gibi hissediyorsunuz.

Midilli, Yunan Adaları içerisinde Girit ve Eğriboz’dan sonra en büyük üçüncü büyük ada ve Ayvalık’a Yunanistan’ın ana karasına göre daha yakın.

Midilli Adasını Video ile Gezmek İsterseniz:

Ada Fatih Sultan Mehmet tarafından, 1462 yılında Osmanlı topraklarına katılmış, Balkan Savaşları’nda yenilgi sonrası imzalanan Londra Anlaşması ile 1913 yılında Yunanistan’a bırakılmıştır. Adada yaşayan Türk nüfus 1922 yılındaki mübadele anlaşması ile adadan ayrılmak zorunda kalmış…

Ulaşım

Midilli Adası’na ulaşım çok kolay. Ayvalık’tan her sabah ve akşam karşılıklı deniz ulaşımı var. Yıllardan beri o bölgede hizmet veren Jalem ve TurYol feribotlarının yanı sıra daha hızlı giden Nazlı Jale katamaran da sefere başlamış. Katamaran ile Ayvalık’tan sadece 35 dakikada Midilli Adası’na ulaşılıyor. Normal feribot ile de yolculuk 1,5 saat kadar sürüyor. 

Biz sabah saat 09:00’da kalkan katamarana bindik ve güzel, güneşli bir bahar sabahında Midilli’nin Mytilene limanına ulaştık. Türkler adanın tümünü ve merkezi Midilli olarak adlandırıyor. Adanın tümüne ve merkezine aynı ismi vermek Osmanlının yaklaşımıymış. Yunanlılar merkez ve en büyük şehrini Mytilene, adanın tümünü ise Lesbos Adası olarak adlandırıyor.

Adanın tümü araba kiralayarak gezilebilir. Motorsiklet kiralamak da iyi bir seçenek, tüm Yunan adalarında yaygın kullanılıyor. Yollar virajlı olmakla beraber mesafeler çok uzun olmadığı için rahatl bir ulaşım aracı. Sadece rotayı iyi belirleyip, iyi planlama yapmak gerekmekte.
Ben nasıl gittim? Tur ile gezi tecrübem nerede ise hiç yoktur. Ancak bu gezi İzmir’de yerel bir tur şirketi tarafından düzenlenen bir tur idi. İlk kez turla gezmenin keyfini çıkarttım. Grup sadece 18 kişi idi, Önceden çok okuyup, hazırlık yapmadım, üstelik görülmesi gereken yerleri atlamadık, harika rehberimiz  Taylan’ın güzel anlatımı ile bilgilendik, keyifle gezdik. Bir tur olmasına rağmen koşturarak değil, sakın ve keyifle gezdik. Kısaca Midilliyi her türlü gezmek mümkün.

Konaklama

Otelimiz Lesvion Hotel hemen deniz kenarında üç yıldızlı, temiz, güzel bir oteldi. Otelden Midilli panoramik görüntüsü harika.

İkinci gün kahvaltı sonrası manzaraya karşı kahvemizi içerken adanın kuşları bizi ziyarete geldi ve ada manzarasını resimlerken böyle güzel poz verdiler.

Önce merkezden başlayarak dolaşmaya başlayabiliriz.

Mytilene Kalesi Doğu Akdeniz’in en büyük kalesi. Kale şehrin kuzey ve güney limanları arasında alçak bir tepeye kurulmuş. Kale Bizans döneminde kurulmuş ancak yapıda kullanılan malzemelerden antik bir akropol üzerine kurulduğu düşünülmektedir. Osmanlılar döneminde de kaleye eklemeler yapılmış. Kaleden güzel bir şehir manzarası görüyorsunuz.

Şehrin en önemli caddesi Elmou Caddesi sahile paralel bir cadde. Kalenin biraz altında başlıyor. Caddeye girmeden ilk gördüğümüz, deniz kenarındaki hüzünlü Küçük Asyalı Anne Heykeli. Üç çocuğuna sarılmış üzgün karşı kıyıya bakan anne.  Türkiye’den mübadele ile buraya göçmüş anneyi temsil ediyor. İki yaka halkı için de aynı öykü aslında.

Şehir gezimize caddenin kuzeyinden başladık. Caddenin ilk bölümü Türklerin yaşadığı bölge Osmanlı Çeşmesi‘nin olduğu bölüme kadar devam ediyor.

Türklerin yaşadığı bölgede tarihi bir cami Yeni Cami yer almakta. Tabi şu anda bakımsız durumda. Ayrıca sokakta bir hamam da bulunmakta.

Elmou Caddesi’nin sonunda kapısı hem bu caddeye hem sahile bakan yine Osmanlı’dan kalan bir taş bina. Şimdiki adı Cafe Panellinion. Taş kahvenin, içerisinin düzenlemesi tarihi dokusunu yansıtıyor. Ayrıca denize karşı güzel kahve içilecek bir yer.

Hoş, şık bir kafe, güzel bir Grek kahve söyleyip Türk kahvesi içebilirsiniz. Midilli’de su musluktan içilebiliyor ve parasız. Bir kafeye oturduğunuzda önce kocaman bir bardakla su getiriyorlar, su ücretsiz.

Elmou Caddesi’nin merkeze yakın bölümünde asıl alışveriş yapılabilecek dükkanlar yer alıyor. Caddenin sonunda ise Midilli’ye denizden girerken veya kıyıda herhangi bir noktadan baktığınızda adada en dikkati çeken mimari Agios Therapon Kilisesi. Kubbesi çok dikkat çekici. Kilisenin dış duvarlarında çok güzel süslemeler var.

Midili Adası’nda üç tam gün ve iki gece geçirdiğimiz için adanın görülmesi gereken güzel kasabaları, köyleri, tarihi yerlerini görme şansımız oldu. Merkez dışındaki yerleri sıra ile gezmeye başlayalım.

Agiasos Köyü

Agiasos köyü adanın en yüksek dağı Olimpos Dağı’nın eteklerinde yemyeşil, ulu çınarlar, kestane ve kiraz ağaçları güzel tipik evleri olan, çok güzel bir dağ köyü. Köye merkezden 40-45 dakika yolculukla ulaşabiliyorsunuz. Köyde ahşap oymalar, seramik ve dantel ürünlerin satıldığı hediyelik eşya dükkanları var. Köyün parke dar sokaklarında yürüyüş yapıp, kilisesini ziyaret edip akşam üzeri kahvemizi içtik.

Mandomados – Baş Melek Mikail Kilisesi

Mandomados tarihi kilisesi nedeni ile tüm dünyadan ziyaretçi çeken bir şehir. Mytiline’den 50 kilometre uzaklıkta, kuzey yönünde. Yol manzarası güzel ancak virajlı olduğu için yolculuk bir saatten uzun sürüyor. Şehrin içine girmeden hemen ünlü kilisesine yöneldik.

Agios Tarsiyarhis Kilisesi, Baş Melek Mikail Kilisesi’nde ilginç görüntüler ile karşılaştık. Öncelikle kilisenin bahçesine girmeden gerçek bir uçak karşılıyor kilisenin duvarlarının önünde. Hikayesi var tabii. Kilisenin arka bahçesine askeri bir helikopter düşmüş,  Baş Melek’in koruyucu özelliği nedeni ile içindekilere bir şey olmamış. Bu nedenle ordu bahçeye bir jet uçağı koymuş.

Kilise kırmızı Mistegna taşından yapılmış. bu taş yöreye özgü. Mytilene ile Mandomados arasında yer alan Mistegna kasabasından çıkartılan bir taş. Midilli’de gördüğünüz kırmızı renkli taş binalar, kiliseler buradan çıkartılan taşlardan yapılmış.

Kilisedeki ikonun da öyküsü var. Korsanlar manastıra saldırmış ve 40 rahipten 39’unu öldürmüş. Sadece bir rahip canlı kalmış, o rahip de arkadaşlarının kanı ve çamur ile bu ikonu yapmış. İkon camla kapatılmış. Bakan kişiler ikonun yüz ifadesini kendi duygularına göre gülümseyen veya karamsar görebilirmiş.

Kilisede bizi şaşırtan bir görüntü ise yerde emekleyen genç bir kadın idi. Hiçbir kilisede böyle bir görüntü görmediğimiz için herhalde kadın yürüyemiyor dilek dilemeye geldi diye düşünmüştük. Ancak kadın ikonun önüne geldi, ayağa kalktı ve ağlamaya başladı. İkonun başında çok sayıda ziyaretçi vardı, ikonu öpenler, ağlayanlar, dua edenler.

Ayrıca ilk kez bir kilisede mumla dilek dilemenin dışında, kağıda isim yazıldığını gördüm. Kağıt ve kalem konmuştu mumların yakınına. hani gelinin ayağınn altına liste halinde isim yazılır ya, onun gibi kişilerin kağıtlara isim yazdığını görünce ben de mumla dilek dilemenin yanı sıra isim yazmayı da ihmal etmedim.

Ziyaretçiler Baş Melek Mikail’den dilekleri için ayakkabı getiriyorlar ya da kilise de satılan küçük ayakkabılardan alıp ikonun yanına bırakıyorlar.

Kilisede bulunduğumuz anda bir bebeğin vaftiz töreni vardı, kilise kalabalıktı ve herhalde vaftiz töreni nedeni ile kilisenin girişi pembe renkli bebeklerle çiçeklerle süslenmişti.

Midilli’ye gidenlerin bu kiliseyi ziyaret etmelerini öneririm. Ben kilisede kişileri, töreni uzun uzun izlerken, fotoğraf çekerken kilisenin bahçesindeki kafeterya da yenebilen lokma ve ballı yoğurdu tatmak için zamanım kalmadı. Ballı yoğurdu da özellikle öneriliyor.

Molyvos

Midilli’nin en çok turist çeken kasabası olan Molyvos en kuzeyde. Burayı genellikle İzmir’in Alaçatı’sına benzetiyorlar. Kasabanın en yüksek yerinde adanın ikinci büyük kalesi. Türklere ve Bizanslılara karşı korunmak amaçlı Cenevizliler tarafından yaptırılmış. Molivos’ta önce bu en yüksek yere çıkıp, karşı kıyıdan Türkiye’ye baktık. Genellikle Türkiye’de Ege kıyılarından Yunan Adaları’na bakardık. Kalenin içine giremedik, asıl burada soluk kesen deniz manzarası güneş batarken çok güzel oluyormuş, ancak bizim orada bulunduğumuz saat daha erkendi ve böyle bir şansımız olmadı. Midilli’de iki gece üç gün kaldık iki geceyi de Mytillini de geçirdik. Aslında iki veya üç gece kalacak gezginler bir veya iki gecelerini bu güzel kasabada geçirip güneşi batırıp, deniz keyfi de yapabilirler.

Kaleden yavaş yavaş aşağıya yürüdük. Dar sevimli sokaklar, taş evler, küçük hediyelik eşya dükkanları, sevimli kafeler. Ayrıca bazı kafelerin ve restoranların teraslarında güzel deniz manzarası ile yemek yemek veya kahvenizi içmekte çok keyifli. biz denize karşı teraslı bir kahvede kahvemizi içtik.

Plomari

Plomari kasabası adanın güneyinde, Mytilini’ye kırk kilometre uzaklıkta en eski yerleşim yerlerinden birisi. Tarihi Yunan evleri, dar sokakları, güzel meydanları, kafeleri, güzel balıkçı lokantaları ve plajları var.

Önce asırlık bir çınarın olduğu meydandan şehrin eski bölümüne yürüdük, sokak arasında bir kilise vardı, evlerin bazıları bakımlı bazıları eski kalmış, patika yollu dar sokakları olan bir kasaba. Daha sonra deniz kenarına çıkıp kıyıda kahvemizi içtik.

Plomari ilk Uzo’nun üretildiği yer, halen bu bölgede üretiliyor. Bölgenin suyunun güzelliğinin uzoya ayrı bir tat kattığı söyleniyor. 

Plomarida Midilli’de üretilen ve tat olarak klasik Türk rakısına daha çok benzediği için Türkler tarafından daha çok begenilen ve kalite açısından iddialı olan Uzo markası Barbayanni fabrikasına gittik. Fabrikanın üst katında üretimde kullanılan tarihi malzemelerden oluşan bir müze kurulmuş. Şirket bir aile işletmesi ve 150 yıldır üretimine devam ediyor. Aile üyesi üretim sürecini İngilizce çok detaylı anlattı. Daha sonra sertliğine göre olan üç tür uzodan tadım yapıyorsunuz. Uzo alışverişinizi de fabrikada yapabiliyorsunuz.

Petra

Petra merkeze 55 km uzaklıkta. Köy yüksekte inşa edilmiş Panagia Glikofilousa (Meryem Ana Kilisesi) nin etrafına kurulmuş. Tepeye çıkmak için 114 basamak merdiven çıkılıyor. Basamakların sonunda bizi karşılayan manzara biraz yorgunluğa değiyor.

Üç günlük gezi boyunca yolda gördüğümüz diğer önemli eserlere de göz atalım.

Yol kenarında zamanının önemli eseri olduğu belli ancak bugün harabe olan Sarlitza Palace. Osmanlı döneminde Molla Mustafa Hasan Efendi tarafından kaplıca oteli olarak yaptırılmış. Zenginlerin tatil yeri olarak kullanılmış.


Namık Kemal’in Midilli’de sürgünde iken yaşadığı ev restore edilmiş ancak yeni yapılmış gibi duruyor. Acaba restorasyonu Türk müteahhitler mi yaptı diye düşünmeden edemedim.

Nerede ise denizin içinde bir yel değirmeni.

Midilli’de Ne Yenir, Ne İçilir ?

Midili’de yemekler tam bizim ağız tadımıza uygun. Öncelikle bol çeşitli, taze ve makul fiyatlı deniz ürünleri, Grek salatası, Yunan mezeleri, Musakka ve tabi et ürünleri.

Midilli’ye ilk ulaştığımız Cuma günü kısa bir şehir turu sonrası öğlen yemeğimizi Midilli’ye 20 dakikalık mesafede Panagiouda’da yedik. Küçük, sevimli tabi deniz kenarında bir köy. Midilli’de ilk yemegimiz olduğu için hemen ilk deniz ürünlerimizi tattık.

Mytilini’de limanın karşı kıyısında Fenerde balıkçı lokantası. Ahtapot, kalamar, balık ve Yunan mezelerini yemek ve Midilli uzosunu bu manzara ile içmek isterseniz Midilli Adası’nı programınıza eklenmeli.

Yine Fenerde tavernada Yunan müziği eşliğinde deniz ürünleri

İki gün hem öğlen hem akşam deniz ürünleri yediğimiz için üçüncü gün yemeğimiz musakka ve tavuğa döndü. 

Sappho Meydanı, gündüz ve akşam oturabileceginiz şık kafelerle dolu. Sagda Sappho heykeli. Sappho M.Ö 600’li yıllarda yaşamış ilk kadın şair. Şiirleri ve yaşam öyküsü ve Lesbos adı ile Lezbiyen tartışmasına konu olan antik dönemin en ünlü kadın şairi Sappho’nun memleketidir Lesbos. 

Son Söz

Midilli adasına daha önce bir kez arkadaşlarım ile yelkenli ile gitmiştik. Ancak zamanımızın büyük bir bölümünü merkezde geçirmiştik. Bir gün adanın orta kesimlerinde araba ile dolaşmıştık. Ancak bu gidişimde anladığım Midilli’nin doğu ve kuzeyi mutlaka gezilmeli. Midilli Yunan adaları içerisinde en yeşil adalardan biri. Birçok Yunan Adası’nı gördüğüm için rahatlıkla ifade edebilirim, Midilli farklı, sıcak, keyifli zaman geçirebileceğiniz, dinlenebileceginiz, denize girebileceğiniz, isterseniz sadece hafta sonu isterseniz daha uzun kalabileceğiniz bir ada. Kendinizi hem yurt dışında, hem de kendi ülkenizde hissedebileceğiniz bir yer…

 

 






 

Kuyucak Köyü Rehberi: Lavanta Kokulu Köy

Gözlerinizi kapayıp havayı içinize çektiğinizde; uzaklarda kalmış büyükannenizin kokusunu duyacağınız bir köy Kuyucak. Dantelli, kanaviçeli, kolalanmış gibi ütülü ve lavanta kokulu çarşaflarda uyuduğunuz çocukluk günlerinizi hatırlatan kokudan başınız dönecek. Sonra gözlerinizi açtığınızda uçsuz bucaksız lavanta tarlalarında; eflatun, mor, yeşil renklerin rüzgarla dansını izleyeceksiniz. Lavantaların arasında rengarenk giysileri ile resim çeken insanlar; bir yağlıboya resmin ya da bir filmin kahramanları gibi görünecek gözünüze. Kısa bir an için gerçeklik duygusunu yitirip, renkler ve kokular içinde köye yaklaştığınızda ise gözleme kokuları, lavanta kokusuna karışacak.

Kuyucak köyünü internette araştırdığınızda bulacağınız görseller kalitesinde resimler yok bu yazıda. Köyün muhtarı, resimlerin renk kalitesinin sabah erken saatlerde ve akşam üstü güneş batımından önce en iyi olduğunu söyledi. Bu resimler, muhtemelen profesyonel makineler ile çekilmiş ya da sonradan renklerine biraz müdahale edilmiş olabilir.

Isparta’ya 47 kilometre uzaklıkta olan Kuyucak; Torosların eteğinde yüksek bir tepeye kurulmuş, etrafındaki yamaçların ve ovaların çoğu lavanta tarlalarıyla çevrili küçük bir köy.

Köy girişinde çok sayıda özel araç ve tur otobüsü var. Hasat zamanı olan üç dört hafta boyunca civardaki tüm otel ve pansiyonlar da dolu.

Köyün girişinden itibaren satılan lavantadan örülmüş taçlar genç kızların başını süslüyor.

Lavanta ilk olarak, 1975 yılında gül tüccarı Zeki Konur tarafından bir Fransa ziyareti sonrası bölgeye getirilmiş. İlk olarak lavanta üretimi, gül bahçelerinin kenarlarında ve evlerin bahçelerinde süs ve hobi amaçlı başlamış. 90’lı yıllardan sonra ise ticari olarak üretime geçilmiş. Türkiye’deki toplam lavanta üretiminin, TÜİK 2013 verilerine göre yüzde 93’ünü bu köy karşılıyormuş.

Lavanta uçucu yağı, en fazla kozmetik ve parfüm sanayinde kullanılmaktaymış. Bunun yanında güzel kokusu nedeniyle sabun ve diğer endüstri kollarında, ilaç sanayinde ve ağrı kesici, sakinleştirici, uykusuzluk giderici özellikleriyle de aromaterapide kullanılıyormuş.

Isparta İli Keçiborlu İlçesinin Türkiye’deki lavanta üretiminin büyük kısmını karşılamasını markalaşmaya dönüştürmek ve kadın istihdamını desteklemek amacıyla önce bir kooperatif kurulmuş.

Sonra, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) ve  Anadolu Efes ortaklığı ile yürütülen “Gelecek Turizmde” projesi kapsamında destek alınmış.

Lavanta, bölgede özellikle haziran ayı içerisinde çiçeklenmeye başlıyormuş ve çiçeklenme kademeli olarak yaklaşık 45-50 gün sürüyormuş. Böyle olunca da turizm bakımından kısa süreli bir cazibe merkezi olan köy, bu durumunu büyüterek sürdürebilecek mi? Bunu zaman gösterecek. Köyün muhtarı;  bu kısa süreli fırsatı daha uzun zamana yaymak için, bu yıldan sonra farklı zamanlarda çiçek açan diğer renklerdeki (beyaz ve mor) lavantaları da ekeceklerini söyledi.

Yoğun çiçek açma dönemi olduğundan etrafta arılar dolaşıyor. Bu nedenle parfüm kullanmamamız önerilmişti. Tepenizde güneş tarlalar içinde dolaşacağınızdan başınızda şapka hatta geniş bir şapka bulundurmakta yarar var.

Köyün girişindeki lavanta tarlalarının önlerine kurulmuş ufak tezgahlardan ve köyün içindeki evlerin önündeki tezgahlardan; ucuz fiyata lavanta demetleri, balı, çayı, yağı, suyu, sabunu, kurusu almak mümkün.

Ufak lavanta fideleri de satılıyor. Ben iki tane getirip bahçeme diktim, bakalım ne kadar başarılı olacak.

Köyün içinde; kadınların yaptığı gözleme börek gibi yiyeceklerden yemeniz, çay ve soğuk içecekler içip dinlenmeniz için köy kahvesi ile cafe arasında bir konseptte oluşturulmuş gölgelik bir alan var. Çevrenizde lavanta kokuları, temiz pak ama self servis! Sıraya girip, bir masaya dizilmiş ürünleri alıyor sonra kasaya gidip ödeme yapıyorsunuz (bu kısım büyükanne hayallerime uymadı sanki)

Fırsatınız olursa gidin bu köye, çok modern ve ticari olmadan gidin ve bol lavanta alın. Sonra evinizde bu lavantaları kuruturken, yanından her geçtiğinizde tarlalardaki sihirli görüntüyü hatırlayın. Kuruduktan sonra da avucunuzda öfeleyip, küçük keseler içinde havlularınızın, çamaşırlarınızın arasına koyun ve koklayın bu doğal parfümü.

Kaynakça;

-Isparta İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü web sitesi

-Keçiborlu Kaymakamlığı web sitesi
 

Plovdiv (Filibe) Gezi Rehberi: 2019 Avrupa Sanat Başkenti

Plovdiv
Plovdiv Bulgaristan’ın ikinci büyük şehri ve yaklaşık 700 bin nüfusa sahip, ülkenin kültür başkenti. Yedi tepe üzerine kurulu şehir Avrupa’nın en eski şehirlerinden biri. Ancak günümüze geldiğimizde tepelerden birisi taş ocağı olduğu için 6 tepesi  kalmış. Tepeler, Cehennem Tepe, Cambaz Tepe, Saat Tepe Pınarcık Tepe,  Nebet (Nöbet) Tepe ve Taksim Tepe hala Türk isimleriyle anılıyor. Markova Tepe ise,  Plovdiv’in sokaklarında yer alıyor. Yaklaşık 600 yıl kadar da Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğinde kalmış.
Niçin Plovdiv
Bulgaristan gezi programımızda yola çıkış amacımız başkent Sofya’yı görmekti. Gezimizi planlarken okuduklarımız arasında Plovdiv’in görülmesi önerilerini değerlendirip bir gece Plovdiv’de kalmaya karar verdik. Plovdiv dokusu, kültürü, havası Sofya’dan farklı. Daha küçük, sevimli, insanı cezbeden bir şehir. Bulgaristan gezisi yapacaklara Plovdiv’de en az bir gece kalmalarını öneririz.
Ulaşım
Plovdiv’e İstanbul’dan otobüs veya trenle gidilebilir. Diğer bir yol da Sofya’ya uçakla gidilip, otobüs veya trenle Plovdiv’e ulaşılabilir.

İki günlük Sofya gezimizin ardından, bizim Filibe olarak bildiğimiz Plovdiv’e gitmek üzere yola çıktık. Sofya-Plovdiv trenlerinin eski ve uzun sürdüğünü duyduğumuz için otobüsle gitmeyi tercih etmiştik. Otelimizin otogara yakın olması nedeniyle bizi valizlerimizle gören taksiler durmadı ve belediye otobüsüne binmek durumunda kaldık. Otobüste elinde valizi olan bir kadına  otogarı sorup Plovdiv’e gideceğimizi söylediğimizde, oraya gittiğini ve kendisini takip etmemizi  belirtti, tabii ki beden dili ile anlaştık. Sofya otobüs terminali, tren garı ile yan yana. Bayanı takibimiz sonunda tren garına ulaştık. Sofya’ya gitme planımızı yaparken önce tren düşünmüştük kararımızı  otobüsle gitme olarak vermiştik. Bu nedenle rastlantısal olarak trenle Plovdiv’e gitme şansı ortaya çıkınca çok sevindik.  Sofya Plovdiv  tren ücreti 7 Leva ve yolculuk 2.5 saat sürüyor.  (Otobüs 13 Leva ve o da 2.5 saat kadar sürüyor). Hem daha ucuza yolculuk yapıp, hem de Bulgaristan’da trenle seyahat deneyimi yaşamış olduk. Trenler oldukça ucuz aynı zamanda da eski. İçinde çay kahve alabileceğiniz bir yer yok. İki buçuk saatlik yolculukta bizim için bunlar sorun değildi.
Yol boyunca köylerin, ekili tarlaların yanından geçerek Bulgaristan’ın yemyeşil kırsal alanını da görmüş olduk.
Plovdiv’e indiğimizde otelimize gitmek için yine aynı şekilde taksi macerası yaşadık. Elimizde valizlerle gören taksiciler yerin de yakın olması nedeniyle almak istemediler. Sokakta karşılaştığımız bir Türk satıcı kadın taksilere gideceğimiz yerin yakın olması nedeniyle en fazla 5 Leva vermemizi söyledi. (Dönüşte otelden otogara  gitmek için taksiyi resepsiyondan çağırdıklarında taksimetre ile 2.5 Leva tuttu).  Bulgaristan’da taksileri genelde çağırmak gerekiyor. Yoldan durdurmak istediğinizde durmuyorlar, duranlar ise normalin iki katı fiyat istiyorlar. Sonunda 5 Leva’ya (yaklaşık 10 TL’ye) bir  taksi bulduk ve Old Town’da yer alan otelimize ulaştık.
Konaklama
Konaklama seçenekleri bol. Booking com’dan yerimizi ayırttık. Özellikle merkezi bir yer olmasını tercih ettik. Knyaz Aleksander Caddesi’ne açılan bir sokakta Dali Otelde kaldık. Otelin tüm duvarları ressam Dali’nin eserleri ile kaplıydı. Sanat şehri olunca üç yıldızlı otelde bile bu keyfi alıyorsunuz. Temiz, merkezi ve kahvaltı dahil otele oda başı 70 TL civarında fiyat ödedik. Otelimiz merkezi olunca tüm Plovdiv’i yürüyerek dolaştık. 

Gezilecek Yerler

Plovdiv’de bir buçuk günümüz vardı ve zamanı çok iyi değerlendirmeliydik.  Bu nedenle ‘free walking tour’ a katılmaya karar verdik. Bu turların saati mevsime göre değişiyor ve belediye binasının önünden başlıyor.  Mayıs-Eylül arası saat 11.00 ve 18.00 olmak üzere günde iki tur yapılıyor.  Ekim-Kasım arası ise öğleden sonra 14.00’te başlıyor. http://www.freeplovdivtour.com  sitesinden turla ilgili ayrıntılı bilgiye ulaşabilirsiniz. 
Restoranların, kafelerin ve mağazaların bulunduğu Knyaz Aleksandar I caddesinde bir tur attıktan sonra ‘free walking tour’a katılmak üzere aynı caddede bulunan belediye binasının önüne gidiyoruz ve Plovdiv turumuz başlıyor.
Tiyatro Binası ve Grafiti
Turumuza, grafitili bir sokakla başladık. Kırmızı binanın üzeri çok değişik grafitilerle süslü olduğu gibi, karşıda boş küçük kayalarla dolu bir arazi da değişik yüzlerle kaplanmıştı. 
Binanın üzerindeki grafitiler bina hakkında fikir veriyordu. Özellikle Tiyatro binasının üzeri grafitilerle kaplanmış. Karşıdaki grafitili kayalarının üzerinde Bulgaristan’daki ünlü kişilerin portreleri yer alıyor. Bir grafiti sanatçısı önce kendiliğinden geceleri bu grafitileri yapmaya başlamış. Belediye ise ertesi gün kayaların üzerindeki grafitileri boyatıp kapatıyormuş. Bir süre sonar baş edememişler ve Belediye bu kişiyi görevlendirmiş, artık belediye adına çalışan sanatçı çok başarılı grafitiler yaratmış.

Tiyatro sokağı sonunda merdivenlerden inerken Plovdiv’in delisi Misho’nun heykeli bizi karşıladı. Misho akıllı birkaç dil bilen birisiyken yakalandığı menenjit hastalığı nedeni ile akıl sağlığını yitirmiş. Sokaklarda dolaşan, insanları güldüren, halkın sevdiği Misho Plovdiv’de özel bir kişi olmuş. Öyküye göre bir çocukluk arkadaşı yurt dışında zengin olmuş ve ilerleyen yaşlarında Plovdiv’e geri dönmüş. Misho’nun öldüğünü öğrenince onun anısına bu heykeli yaptırmış. Misho şu anda  yine sokakta sevilen, umut beklenen kişi. sizin dileklerinizi yerine getirmek için oturuyor. Dileklerinizi kulağına fısıldayın yeter.

Roma Stadyumu

Knyaz Aleksander I caddesinden yürüyerek, Roma Stadyumu’na ulaşıyoruz. Stadyum, II. yüzyılda yapılmış ve 30.000 seyirci kapasitesine sahip ve n stadyummuş. Bir proje olarak caddenin camla kaplanarak altta kalan stadyumun açığa çıkması düşünülüyormuş.

Stadyumda günümüzde gösteriler yapılıyor. Biz geçerken bir gösteri provası yapılıyordu.

Cuma Cami

Daha sonra,  Stadyumun hemen yanında yer alan Cuma Camii’ne ulaşıyoruz.  Cami, I. Murat Hüdavendigar tarafından 14. Yüzyılda yaptırılmış. Bu nedenle camiye Hüdavendigar Cami de deniyor. Ancak daha çok Cuma Cami  (Dzhumaya Mosque) olarak biliniyor ve bulunduğu meydana da adını veriyor.  Tek minareli caminin içi oldukça güzel, altında ise bir Türk kahveci yer alıyor  ve genelde Türkler tarafından kullanılıyor.

Kapana
Kısa süreli bir yürüyüşle, eskiden şehrin çarşısı olan Kapana’ya geliyoruz. Kapana adı Türkçe kapandan geliyor. Bölgede 5.yy da sanat ustalarının yerleri bulunuyormuş. Bu nedenle demir (iron), altın (gold), leather (deri) sokak isimleri korunmuş. Osmanlı döneminde Osmanlı esnafı burada dükkan sahibi olmuşlar. Bölgenin adı Uzun Charshıya olarak biliniyormuş. Rehberimizin anlattığına göre Kapana adının nedeni ise bu çarşıya girdiğiniz zaman kapana girmiş gibi olup, alışveriş yapmadan Osmanlı tüccarlarının elinden kurtulamıyormuşsunuz. Çarşı 1906 yılında büyük bir yangında zarar görmüş. 1920 yılında yenilenmiş. Son yıllara kadar fazla tanınmayan ve ihmal edilmiş bölge 2012 yılında Belediyenin çalışmaları ile restorasyona başlanmış ve artık galeriler, stüdyolar, sanat atölyeleri, özel dizayn dükkanlar, kafeler, barlar ile  Plovdiv’in çekim ve eğlence merkezi haline dönüşmüş. Sanatçıları desteklemek amacı ile belediye ilk yıl kira ödemesi olmadan dükkanları kiralamakta. 2019 Avrupa’nın Sanat Başkenti Şehri Poldiv’de bu bölge özel bir yere sahip olacak gibi görünüyor. Plovdiv’e gidenlere gündüz sokaklarında dolaşıp, alışveriş yapıp gece de otantik kafe restoranlarda zaman geçirebilirler.
Plovdiv Evleri
Arnavut kaldırımları ile Osmanlı mimarisini  yansıtan ve restore edilerek müze, sanat galerisi, atölye veya restoran  olarak kullanılan evleri ile Old Town, eski şehire geliyoruz.

Rehberimiz Plovdiv evleri olarak bizi gezdirdi. Tabii ki Plovdiv’de olduğu için Plovdiv evleri ancak bir noktayı belirtmemiz uygun olur. Bu konuyu alanında uzman mimarlar daha iyi değerlendirir ancak ilk bakışta ve dışarıdan gördüklerimizle yazmak istiyorum. Osmanlı’nın 18.yy’da hem Anadolu’da hem de egemenliğinde bulunan Rumeli’de Türk evleri yaptırma projesi olmuş. Bu üst katta cumbalı odalar, alt katta daha az pencere, avluya açılan kapılar ile Anadolu’da gördüğümüz Türk evleri mimarisi hakim görünüyor.

Bu evlerden 1847 yılında Argir Kuyumdzhioglu tarafından yaptırılan ev, Plovdiv Etnografya Müzesi olarak kullanılıyor. Müzede, Plovdiv ve Rhodope dağı civarında yaşayan halkın geleneksel mutfak eşyaları, kıyafetler,  mobilyalar ve tarımda kullanılan araçlar yer alıyor.
Bir diğer ev ise Balabanov Evi Müzesi, Plovdiv’in simgesi durumunda. Bugün resim ve sanat galerilerinin sergilendiği bir sanat galerisi.

1830 yılında yapılan ve 1833 yılında Fransız yazar Alphonse de Lamartine’in kaldığı ev. Lamartin evi olarak anılıyor.  
Yine Osmanlı’dan kalan ismi ile kaleye giriş için tarihi kapı Hisar Kapı Plovdiv evlerinin arasında.
Old Town’da yukarıya doğru çıktıkça, Nöbet Tepe’ye ulaşılıyor. Tepeden tüm Polvdiv manzarası karşınızda. Şehrin 3 tepesi de buradan net görünüyor. Karşıda sağda Rus Meçhul  Asker Anıtı  yine üzerindeki saatten adını alan Saat tepe. Nöbet tepeden güneş batışını izlemek hoş olabilirdi ancak biz tura devam ettik.

Nöbet Tepe’nin hemen yakınındaki Taksim Tepe ve Cambaz Tepe’nin arasında ise Plovdiv’in en önemli ve görülecek eseri Roma Antik Tiyatrosu yer alıyor.

Yine II. Yüzyılda yapılan tiyatro 7.000 kişi kapasiteli ve oldukça iyi durumda. Bugün hala çeşitli etkinliklerin düzenlenmesine kullanılıyor.

Tiyatronun hemen yakınında Kemancı Sasho’yu görüyoruz. Sasho’nun bir Sovyet komutanına yaptığı şakadan sonra ortadan kaybolduğu ve onun anısına bu heykelin yapıldığını öğreniyoruz.

Antik tiyatrodan inerken Plovdiv’in en büyük kiliselerinden birisi olan Sveti Bogoroditsa Kilise’sinin önünden geçiliyor.
Tam güneşin batışına yakın bahçesinden manzara çok güzeldi.
Knyaz Aleksander I Caddesi şehrin en ünlü caddesi, trafiğe kapalı. Hem güzel, şık mağazaların yer aldığı, hem de restoran, kafeler ve casinoların yer aldığı cadde. Caddede gece de gündüz de zaman geçirebilirsiniz.
Belediye Sarayı

Ünlü caddesinin sonuna doğru Belediye binası yer alıyor. Bölgenin gündüzü canlı hareketli, gecesi de renkli.

Yeme-İçme Gece Hayatı

Sofya’da olduğu gibi burada da özellikle yerel  yemekleri tatmak istedik. Otelde bize özel olarak hangi lokantayı tavsiye edeceklerini sorduk. Bize önerilen  Dayana restoranı bulduk.


Restoran otantik dekorasyonu yerel yemekleri, uygun fiyatı ile Plovdiv’i ziyarete gelenlerin tercih ettiği bir mekan. Oldukça zengin bir menüye sahip olan restoranda, porsiyonlar da çok büyük.  Et menüleri özellikle tavsiye edilir, yanında da Şopska salatası ve Zagorka.

Plovdiv’de gece hayatının daha hareketli olduğundan bahsediliyor. Özellikle Kapana bölgesinde bar, restoran ve klübleri tercih edebilirsiniz. 

Ayrıca Sofya’da da, Plovdiv’de de casinolar çok yaygın. Hükümet hem yabancıları ülkeye çekmek hem de istihdamı arttırmak için teşvik ediyormuş. Sadece lüks otellerde değil birçok sokakta casinolar karşınıza çıkıyor. 

Son Söz
Plovdiv değişik, güzel, estetik, halkı huzurlu bir şehir. Küçük ama cezbedici bir şehir. Sofya’nın başkent ağırlığı havasından sonra kendinizi sokaklara atacağınız, kafenizi, içkinizi içeceğiniz sıcak bir şehir. Kısaca bizim gibi Sofya’da iki üç gece kaldıktan sonra bir veya iki  gecenizi geçirip farklı bir kent havası koklayabilirsiniz. Sofya yazımızda da belirttiğimiz gibi Bulgaristan’da yemekler damak tadımıza uygun, fiyatları uygun ayrıca içkileri de çok ucuz. Ulaşımda kolay olduğuna göre kısa tatil programlarınız için iyi bir alternatif olabilir.