ANA SAYFA Blog Sayfa 2

Heidelberg Gezi Rehberi: Romantik Orta Çağ Şehri

Heidelberg aslında ‘Romantik Yol’ rotası üzerinde olmayan ancak Almanya’nın en romantik ve eski şehirleri arasında yer alan masalsı bir Orta Çağ şehri.

Almanya’nın en güzel şehirleri arasında sayılan Heidelberg II. Dünya Savaşı’nda zarar görmediğinden, Orta Çağ dokusunu günümüze taşıyabilmiş. Nechar Nehri’nin kıyısında, yemyeşil doğası ile Heidelberg küçük bir öğrenci şehri. 1386 yılında kurulan Heidelberg Üniversitesi  Almanya’nın en eski üniversitesi ve üniversitenin bilim alanındaki öncülüğü günümüzde de devam ediyor. Üniversitenin hocaları fizik, kimya ve tıp alanında üçer adet olmak üzere toplam 9 Nobel ödülü almış.

Şehri konu alan iki filmin yanı sıra şehir için ‘Ich hab mein Herz in Heidelberg verloren’ şarkısı bestelenmiş

Heidelberg gezimize şehrin bu romantik şarkısını dinleyerek ve güzel manzaralarını izleyerek başlayabiliriz.

Ulaşım

Türkiye’den direk uçulabilecek, Heidelberg’e en yakın şehirler Frankfurt ve Stuttgart. Frankfurt’un güneyinde ve havaalanına 80 km uzaklıkta olan Heidelberg’e Frankfurt Merkez Tren İstasyonu’ndan (Hauptbanhof) tren seferleri de bulunmakta. Biz Frankfurt Havaalanı’nda araba kiralamayı tercih ettik.

Heidelberg içinde gezilecek yerlerin çoğu Altstadt (Eski Şehir)’de. Bu yüzden konaklanacak yer eski şehre yakın seçilirse her yer rahatlıkla yürüyerek dolaşılabilir.

Kısa Tarihi

Heidelberg’de yerleşim antik çağlara, Roma dönemine kadar uzandığından şehirde Roma kalıntılarına rastlanmakta. Bölgeye 13.yy’dan 18.yy’a kadar Alman Palatine kontları yerleşmiş. Fransızlar 1600’lü yıllarda şehri işgal etmiş ve kale bölgesine zarar vermişler. Heidelberg, Almanya’nın II.Dünya Savaşı sırasında bombalanmayan ve tarihi yapılarının zarar görmediği nadir şehirlerinden biri. ABD stratejik konumu nedeniyle şehri askeri üs olarak kullanmak istediğinden şehri bombalamamış. Nitekim Amerikan askerleri savaş sonrası 1945 yılında şehre yerleşmişler.

Gezelim Görelim

Biz Almanya ‘Romantik Yol’ rotamıza Frankfurt’tan başladık. Aslında klasik rota Frankfurt’un güney doğusunda Würzburg şehrinden başlıyor. Biz madem yola ‘romantik yol’ diye çıktık diyerek Almanya’nın en güzel ve romantik şehirlerinden sayılan Heidelberg’e uğramadan olmaz diye düşündük. Bu düşünceyle ilk görülecek yer olarak seçtiğimiz Heidelberg’e iki gecemizi ayırdık. 

Heidelberg küçük bir şehir ve Altstadt bölgesinin birçok yeri bir günde gezilebiliyor. UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer alan Alstadt’da biz de yüzlerce yıllık binalar, saraylar, köprüler, sokaklar arasında Orta Çağ’a ışınlanmış gibi dolaştık. 

Heidelberg bana Avusturya’nın Salzburg şehrini hatırlattı. Mozart’ın doğum yeri Salzburg’da bir Orta Çağ şehri, Salzach Nehri şehrin ortasından akıyor. Şehrin tarihi bölgesinde hakim bir tepeye şehrin kalesi kurulmuş. Heidelberg’de daha şehre adım atar atmaz bu şehirde daha önce bulunmuş gibi hissettim. Birden bir zihnime Salzburg görüntüleri geldi. 

Salzburg yazımın linkini ekleyeyim buraya, Heidelberg yazısının sonunda dönüp okumak isteyebilirsiniz.

Salzburg Gezi Rehberi: Mozart’ın melodileri ile Orta Çağ’da Yolculuk

Karl Theodors Köprüsü

Gezimize şehrin tarihi sembolik yapılarından olan Karl Theodors Köprüsü ile başladık. Nechar Nehri’nin iki yakasını bağlayan köprü şehrin tarihi kimliğini ilk hissettiğimiz yer oldu. Karl Theodors Köprüsü haşmetli bir taş köprü. Aslında burada 12.yy’da yapılan başka bir köprü varmış, 1788 yılında ise yerine bu taş köprü yapılmış. Ancak II. Dünya Savaşı sonrasında şehre yerleşen Amerikan askerleri köprüye zarar vermişler. Bunun üzerine halkın çabaları ile köprü yeniden inşaa edilmiş ve 1947 yılında tekrar  kullanıma açılmış. Köprünün üzerinde köprüyü yaptıran Kral Karl Theodor’un heykeli, Roma tanrıçasına adanmış iki heykel ve bir maymun heykeli bulunuyor.

Köprü motorlu taşıtlara kapalı. Buna rağmen üzerinde yürüyenler, bisiklet sürenler, fotoğraf çektirenler ve sadece hayranlıkla şehrin iki yakasını seyredenlerle öylesine doluydu ki köprü üzerinde zorlukla ilerleyebildik. Yine de tabii ki köprüyü bir baştan diğer başa yürüdük. Sonrasında köprünün iki kubbeli gösterişli girişinin karşısındaki bir kafede yazın ılık havasında köprü manzarasına karşı kahvemizi içmek çok keyifliydi.

Heidelberg Kalesi

Tarihi köprü üzerinden şehir manzarasını izlerken karşılaştığımız, yüksek bir tepeye kurulmuş Heidelberg Kalesinin haşmetli görüntüsü doğal olarak rotamızı kaleye yöneltmemize neden oldu. Köprünün hemen karşısındaki bir patika yoldan kaleye yürüyerek çıkılabilmekte. Bu patika yolun tarihi bir önemi de var. Yolun biraz ilerisi ‘Philosopher Walk’ a ulaşıyor. Geçmişte üniversite hocaları ve filozoflar bu yolda yürüyerek düşündükleri için yol filozoflar yolu adını almış. Yürümeyi tercih edenler için ayrıca Market Meydanı’ndan çıkan bir patika yol da bulunuyor. Bu yol 15-20 dakika süren bir yokuş olduğu için kaleye ulaşmak üzere alternatif olarak füniküler yapılmış. Bizim tercihimiz de füniküler olduğundan Market Meydanı’na doğru yürüdük. Füniküler ile istenirse ilk durak olarak sadece kaleye kadar çıkılabiliyor, istenirse devamında daha yukarıya çıkıp şehrin manzarasını kuşbaşı görmek mümkün. Biz kalede indik. Kaledeki tarihi binaları, müzeleri gezmek ve seyir teraslarından şehrin biblo gibi evlerini seyretmek yeterince heyecan verici geldi. Füniküler ücreti kaleye kadar olan bölüm ve kale girişi dahil gidiş dönüş 9 Euro ve yolculuk 3-4 dakika sürüyor. En yukarıya manzara seyretmek için çıkarsanız o bölüme kadar gidiş dönüş ve kale ücreti ise 16 Euro.

Fünikülerden inince, kısa bir yürüyüş sonrası kalenin gösterişli iç kapısına ulaştık. İç kapı üzerindeki koruyucu iki şövalye ve gücün sembolü iki aslan heykeli adeta ziyaretçileri karşılıyordu.

İç kalede seyir teraslarından şehri seyrederken, el ele veren tarih ve doğanın sunduğu nefes kesici manzara ile görsel bir şölen yaşadık. Öyle ki; seyir teraslarından uzun süre ayrılmak istemedik. Ancak kalenin bize hazırladığı başka sürprizleri keşfetme merakı ile yürümeye devam ettik.

Alman Eczacılık Müzesi

Terastan ayrılıp iç avluya gelince çok süslü kırmızı taşlı bir binanın altındaki Alman Eczacılık Müzesine girdik. Kimyasal ilaçların ortada olmadığı yıllarda kullanılan bitkisel ilaçların tarihsel sürecini her yönüyle anlatan bu müzede bitkisel ilaçların yapımında kullanılan tarihi aletler, kaplar ve bitkiler sergileniyor. Küçük ama yazılı açıklamaları oldukça detaylı, öğretici ve güzel bir müzeydi.

Dünyanın En Büyük Şarap Fıçısı

Bu kalede dünyanın en büyük şarap fıçısının yer aldığını görmek çok şaşırtıcıydı. 1751 yılında yapılan ve 185 litre şarap alan fıçı kalenin bir bölümüne yerleştirilmiş. Bu bölümde  şarap tadımı da yapılıyor. Ancak tadılan şaraplar arasında bu fıçıda dinlendirilen de var mı sorumuza yanıt bulamadık.

Oldukça faal olan kalede festivaller ve konserler de yapılıyor. Biz kaleden ayrılırken bir akşam konseri hazırlıklarına denk geldik. Şehre hakim bir tepedeki bu Orta Çağ kalesinde özel bir konser dinlemenin keyfinden mahrum kalsak da keşfedeceğimiz diğer yerlere doğru yol aldık.

Nechar Nehri Kıyısı

Şehrin nehir kenarında yürüyerek devam ediyoruz gezimize. Yemyeşil nehir kıyısındaki konser salonu, Zeughaus (cephanelik), Marstall (Kraliye Ahırları) ve Sinagog gibi tarihi binaların önlerinden geçiyoruz. Sinagog dışındaki tarihi binaların çoğu üniversite tarafından çeşitli amaçlarla kullanılıyor.

Nechar Nehri’nde tekneyle nehir turu yapılabiliyor. Bir saat süren nehir gezisinin fiyatı 13-15 Euro civarında. Çok istememize rağmen zaman ayıramayınca biz bu tura maalesef katılamadık.

Hauptstrasse –  Çok Uzun ve Çok Renkli Cadde

Sıra geldi tarihin ve günümüzün renklerini bir arada taşıyan, şehrin en ünlü caddesini turlamaya. Şehrin mutlaka yürüyeceğiniz caddesi Hauptstrasse,  kelime anlamı ile ana cadde demekmiş. Almanlar şehrin 1,5 km uzunluğundaki bu caddesine Hauptstrasse adını vermişler. Bu cadde sadece şehrin değil tüm Avrupa’nın trafiğe kapalı en uzun caddesi unvanına sahip. Kafeler, barlar, restoranlar, dükkanlar ve renkli, sevimli, tarihi evleri ile çok hareketli bir cadde. Doğal olarak bu uzun ana caddeyi kesen birçok küçük sokak bulunuyor. Bu ara sokaklar da kafelerle, hediyelik eşya dükkanları ile neredeyse ana cadde kadar renkli ve canlı. Biz ara sokaklara gire çıka Hauptstrasse’yi bir baştan bir başa yürüdük.

Marktplatz

Cadde sonunda Marktplatz’a ulaşıyoruz. Meydanda Fransız işgaline karşı şehri savunan halkın kahramanlığını sembolize eden Herkül heykeli karşılıyor.

Heiliggeistkirche – Kutsal Ruh Kilisesi

Almanya’nın en çok ziyaret edilen kiliseleri arasında yer alan, şehrin büyük tarihi kilisesi Heiliggeistkirche da bu meydanda. Kutsal Ruh Kilisesi 1398 ve 1515 yılları arasında romaneks ve gotik tarzda yapılmış. Kilise şehir manzarasını seyretmek için de çıkılabilen 82 metrelik bir kuleye sahip. Yeterince yüksek bir tepedeki Heidelberg Kalesi’nden şehrin panoramik görüntüsünü doyasıya seyrettiğimiz için bu kuleye tırmanmayı hiç düşünmedik. 

Almanya’nın birçok şehrinde akşam 18.00-19.00’saatlerinde sokaklar boşalırken bu öğrenci şehri ise daha geç saatlerde hala hareketliydi. Çok güzel bir havada, bu renkli meydandaki bir  restoranda yediğimiz akşam yemeği oldukça keyifliydi.

Studentenkarzer

Belki de şehrin en kendine özgü ve ilginç yapısı öğrenci hapishanesi. Üniversite öğrencileri arasında toplumsal düzene uygun davranmadıkları için cezaya çarptırılanlar, cezalarını çekmek üzere bu binaya gönderiliyorlarmış. 24 saat ile 4 hafta arasında hapishaneye kapatılan öğrencilere ilk iki gün sadece ekmek ve su veriliyormuş. Sonraki günler dışarıdan yemek ve hatta bira alabiliyorlarmış. Asıl ilginci öğrenciler derslerinden geri kalmamaları için ders zamanında üniversiteye gidebilirken diğer tüm zamanlarını hapishanede geçirmeleri. Hapishanede kalanlar  ilk zamanlarda şömine kurumları ile duvarlara figürler yapmış. Zamanla dışarıdan gelen boyalarla yazmaya, çizmeye devam etmişler. 1712 yılından 1914 yılına kadar öğrencilerin kaldığı hapishane bugün müze olarak ziyarete açık. Müze giriş ücreti 3 Euro.

Son Söz

Yakın zamana kadar Almanya şehirlerini gezmek için özel bir merakım yoktu. Ancak romantik yol güzergahında Orta Çağ kasabalarını gezmek için çıktığımız yolculukta rotamıza aldığımız Heidelberg bizi kendine hayran bıraktı. Toplamda 1,5 günde şehrin önemli bir bölümünü gezdik. Sadece Kupfalzisches (Sanat Müzesi) görmek isteyip de zaman ayıramadığımız bir yer olarak aklımızda kaldı. 

Tarih ve doğanın uyumla birleştiği tablo gibi bir şehir yaratılmış. Biz kartpostallık romantik, sevimli, canlı bu şehri çok sevdik. Küçük bir yer beklerken sokakları dolu dolu bir şehir ile karşılaştık. Heidelberg’in Almanya’nın turistik açıdan en popüler şehirleri arasında olduğunu bizzat gözlemlemiş olduk. Gezginlere ister Romantik Yol rotası içinde, ister başka bir fırsatla bir-iki gün bu şehrin sokaklarında dolaşmalarını öneriyorum. Bizim gibi günlerin uzun olduğu yaz mevsiminin bu bölgedeki ılık havasında rahat rahat dolaşabileceğiniz gibi, Christmas zamanı şehrin rengarenk süslenmiş halinde gezmenin de ayrı bir keyfi olacağına eminim.

Fas Gezi Rehberi: Renklerin Dans Ettiği Ülke

Fas;  egzotik, modern, şahane mimarili, çok farklı iklimlerin yaşanabildiği, güzel insanların yaşadığı bir coğrafya. Avrupa, Arap, Berberi kültürleri harmanı. Hayallerimin ötesinde, tam bir sürpriz.

Fas bir Mağrip ülkesi; 458 bin kilometre karelik, 37 milyonluk nüfusu ile.

Meraklısına; Bu bölümde Fas coğrafyası ve tarihine ilişkin genel bilgiler yer alıyor. İsteyenler bir sonraki bölüme atlayabilir.

Mağrip ülkeleri Afrika’nın geri kalanından Atlas Dağları ve Sahra Çölü ile ayrılırlar. Coğrafi ve kültürel olarak Akdeniz Havzası’nın bir parçası sayılabilirler. Günümüzde Mağrip dar anlamda Tunus, Cezayir, Fas ve Batı Sahra’yı içerir. Geniş anlamda Libya ve Moritanya da bu ülkelere dâhildir

Fas’ı gezmek demek dağlar, ovalar, çöller, vadiler, vahalar arasında gidip gelmek demek. Ilıman Akdeniz iklimi yanında güneyde çöl iklimi görülüyor. Fas’ın komşu ülkeleri Cezayir ve Tunus, kuzey ve batısında Akdeniz ve Atlas Okyanusu yer alıyor. Güneyindeki Batı Sahra, Moritanya ile olan tartışmalı topraklar.

Etnik yapı yerli halk berberiler ve 7. yy da buraya gelen Araplardan oluşuyor.  Resmi dil Arapça. Başkent Rabat. En büyük şehri Casablanca. Buralara ilk yerleşenler M.Ö 1000 yıllarında Liksos kolonisini kuran Fenikeliler. Daha sonra aynı soydan gelen Kartacalılar bu topraklarda şehirler kurmuş. Yunanlı tüccarlar bu bölgenin iç kısımlarında yaşayan vahşi yerlilere  “bizden olmayan” anlamına gelen barbaroi /berberiler, (barbar da aynı kökenden gelir) adını vermişler. Berberilerin kökeni tam olarak bilinmemektedir. Keltler, Basklar, hatta kuzey Lübnan’daki Kenanlılarla ilişkilendirilmektedir. M.Ö 5. ve 6. yy’da Kuzey Afrika’da yayılan Capsein (M.Ö 8000-2700 yılları arasında Mağrip merkezli Mezolitik ve Neolitik bir kültür) kültüründen olma ihtimali yüksektir. Berberiler kendi dil ve geleneklerini günümüze dek korumuşlar. Kartacalılardan sonra Roma daha sonra İslam hakimiyetine giren topraklar, Osmanlı izlerinin görülmediği bir coğrafya. İdrisiler, Murabıtlar, Muvahhidler, Meriniler, Sadiler, Filaliler sırasıyla yönetimi ele geçiren aile/kabileler. Şu anda yönetimde bulunan Kral VI. Muhammed Filalilerden.

Ülkede resmi dil Arapça olmasına karşın, İspanyolca, Fransızca, Berberice de konuşuluyor. Para birimi Fas Dirhemi. Krallıkla yönetilmesine rağmen seçilmiş bir başbakan bulunuyor. 2011 Reformu ile başbakanın yetkileri genişletilmiş. Demokrasi endeksinde melez rejim diye değerlendiriliyor. ABD’yi dünyada ilk tanıyan ülke olan Fas, NATO dışı başlıca müttefik statüsünde. Batı Sahra’daki topraklarının bir kısmı Moritanya ve bazı ulusal gruplar ile ihtilaflı. Batı Sahra; Birleşmiş Milletler Raporuna göre Afrika kıtasında kendini yönetemeyen topraklar listesindeki tek yer. Fas 50 yıldır Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti ve buradaki Polisario Cephesi ile sorununu çözememiş. Afrika’nın kuzeybatısında, Sahra Çölü’nün en batısındaki 266 bin kilometrekarelik çölü Fas kendi toprağı olarak kabul ediyor. Bu bölgede zengin fosfat ve petrol yatakları var. Burada yaşayan halka çölde yaşayan anlamına gelen Sahravi adı verilmiş. Yaklaşık 150 bin kişiler. Kendi kaderlerini tayin etme hakları uluslararası aktivist ve sanatçılar tarafından destekleniyor. Şu anda 3. nesli Batı Sahra ve Cezayir’de mülteci kamplarında dünyaya gelen Sahraviler zor koşullar altında yaşıyor). Fas Afrika’nın en güvenli iki ülkesinden biri, diğeri Namibya. Kişi başına milli geliri 3000 Amerikan doları civarında. Liberal ekonomiyi benimsemişler. Turizm, madencilik (fosfat), tarım başlıca geçim kaynakları. İşsizlik % 15’e yaklaşıyor. Her yıl 70 bin kişi ülkeden göç ediyor. Yurt dışında 3 milyona yakın Faslı yaşıyor. Fas için önerilen seyahat mevsimi kasım-mart  arası. Bizim seyahatimizde ocak sonu, şubat başı.

Gezelim Görelim

Fas’a İstanbul’dan THY ile uçtuk, yaklaşık 4,5 saat sonra Casablanca’da VI.Muhammed Havalimanı’na ulaştık.

Fas haritası ve geniş bir coğrafyayı kapsayan gezimiz aşağıda yer alıyor.

Casablanca, 1515’te Portekizlilerin Atlantik kıyısında kurdukları kente Casa Branca’ya (Beyaz Ev, Arapça’ da Darü’l Beyza), 18′ yy’da İspanyollar Casablanca olarak adlandırmış. Casablanca 1907 Fransız işgali sonrası hızla büyüyerek, bugün Fas’ın en büyük limanı, en kalabalık şehri haline gelmiş. Şehir ülkenin endüstriyel üretiminin yarısından fazlasını üretiyor ve krallığın ekonomi ve endüstri başkenti.

Casablanca’da önce Habous’a (Yeni Medina) gidiyoruz. Burası Fas’ın her yerinden gelen tüccarları barındırmak için, 1920-1930 arası Fransa himayesinde inşa edilmiş bir yer. Fransız mimarlar geleneksel alışkanlık ve stillere saygı duyarak,  modern şehircilik kurallarına uygun bir medina inşa etmişler. Bugün Sultan Muhammed Bin Yusuf Cami, Hispano-Mağribi tasarımıyla ünlü bir yönetim binası olan Mahakma al-Pasha gibi binaları, ev sahipliği yaptığı esnaf, zanaatkâr, kitapçı, sebze-meyve satıcıları ile turistik bir cazibe merkezi.

Daha sonra V. Muhammed Bulvarı ve Birleşmiş Milletler Meydanı’na gidiyoruz. Meydanı ve Mağribi tarzında yapılmış Belediye Binası, Adliye ve diğer yapıları fotoğraflıyoruz.

Casablanca ’nın sahili Corniche Caddesi. Casablanca’nın gezinti yeri, oldukça kalabalık. Corniche’in devamı plajlar ve beyaz evleri ile Ayn Diab.

Morocco Mall’ın önünden dönerek II. Hasan Camisi‘ne yürüyoruz.

Dünyanın en büyük camilerinden, iç mekân 25 bin, avlusu 80 bin kapasiteli. Bir milyar dolardan fazlaya mal olmuş. İç mekan Fas el sanatları ve mimarisinin güzel bir örneği. Atlas Okyanusu kenarında görkemli ve muhteşem bir yapı.

Sırada Sidi Abderrahman Adası, kemerli bir köprü ile kıyıya bağlanmış küçük bir ada. Ada hakkında çeşitli efsaneler var. Bağdatlı Sidi Abderrahman 18.yy’da adaya yerleşir. Fakir, kuran okuyamayan münzevi, lavtasını çalarak lanet bozma, hastalık iyileştirme işleriyle uğraşır. Sidi Abderrahman’ın bir şifa gücü olduğuna inanılır. Ölümünden sonra da evliya olarak kabul ediliyor. Gelgitlerle suyun çekildiği zaman yürüyerek ulaşılabilen adaya bir köprü yapılır. Bugün Sidi Abderrahman Türbesi etrafında kendini şifacı kabul eden 40-50 evlik bir topluluk yaşıyor. Faslılar dilek dilemek, şifa bulmak için adayı ziyaret ediyorlar.

1943 Oscar ödüllü unutulmaz Casablanca filminin, Casablanca’da değil stüdyoda çekildiğini unutmuyoruz. Casablanca filmindeki “Rick’s Cafe“ turistik amaçlı, 1942 yapımı filmde kullanılan bir mekan değil. Kalacağımız 4 yıldızlı New Hotel’e gidiyoruz. Tertemiz bir otel.

Casablanca Fas geleneksel kültürünü deneyimleyebileceğiniz yerlerin yeterince olmadığı büyük şehir havasında bir yer.

Ertesi gün Casablanca’dan  85 km uzaklıkta Rabat’a hareket Rabat Bou Regreg Irmağı’nın ağzında kurulmuş, aynı ırmakla Sala/Sale kentinden ayrılmış. Ortaçağın önemli ticaret merkezi Sale, bugün Rabat’ın banliyösü konumunda. 1912 de Fransız himayesinin başlaması ile başkent, Fez‘den buraya taşınmış. 1956 yılında bağımsızlık yeniden kazanıldığında başkent değiştirilmemiş. Nehrin sağında Sale, solunda Rabat var. Rabat, Fas’ın 2. büyük şehri. (Rabat/Sale diye bahsediliyor)

Rabat’ta ilk durağımız Dar al-Makhzen (El Mechouar Essaid-Mutluluk Mekanı). Saray IV. Muhammed tarafından 1864’de inşa edilmiş, kralın 12 sarayından biri. Önünde kocaman bir tören alanı, geniş bakımlı bahçeleri var. Kral ve ailesi Dar es –Salaam Sarayı’nda yaşıyor, burada elçi kabulü yapıyormuş. Kraliyet muhafızlarının bir kısmı da burada oturuyor. Sarayın sadece bahçesi halka açık, gezilebiliyor.

Rabat surlarının hemen dışında kalan bir alanda Shella Nekropolü var. Burası 1154 yılında terkedilerek bugünkü Sale oluşturulmuş. 14. yüzyılda Meriniler burayı mezarlık olarak kullanmaya başlamışlar. Bölgenin çevresini surlarla örmüşler. Surları dışarıdan fotoğraflıyoruz.

Şimdi V.Muhammed’in Anıt Mezarı ve  II.Hasan Kulesi‘ni görmeye gidiyoruz. V. Muhammed  1956 yılında Fas’a bağımsızlığını kazandıran kral. Anıt Mezar 1960’larda yapılmış, geleneksel Fas sanatlarına adanmış bir yapı. Kralın iki oğlu da buraya gömülü. Girişin iki yanında muhafızlar bekliyor.

Anıt Mezar, 12.yy sonunda Muvahhid Hükümdarı Yakub el-Mansur tarafından yaptırılan Hasan Cami kalıntılarına bakıyor. Yakub el-Mansur yapıyı tamamlayamadan ölmüş. 1755 Lizbon depremi Fas’taki pek çok yapı gibi burayı da etkilemiş. Bugün projeden kalanlar, yıkılmış tuğla duvar kalıntılarıyla çevrili birbirine paralel kısa sütunlar ve Hasan Kulesi olarak bilinen minare.

Bir sonraki durağımız, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Casbah Oudaias. 12.yy dan kalma, daha sonra eklemeler yapılmış pitoresk bir Casbah. Beyaz, çivit mavisi renkli binalar, demirli pencereler arasındaki  labirent sokaklardan yürüyüp Platform Semaphore geliyor, Regreg Irmağı’nın Atlas Okyanusu’na kavuşmasını, plajları, Rabat’ı fotoğraflıyoruz.  Surlarla çevrili Casbahın yanında çok güzel, oldukça bakımlı bir Endülüs Bahçesi var.

Fas Parlamentosu önünden geçiyoruz. Parlamento  milletvekillerinden oluşan Temsilciler Meclisi ve yerel yönetimler ile sivil toplum kuruluşlarının-meslek odaları, sendikalar, işveren temsilcilerinden oluşan Danışmanlar Meclisi olmak üzere iki kanatlı bir yapıya sahiptir.

Uzaktan yapılmakta olan, Afrika’nın en yüksek ikinci kulesi VI. Muhammed Kulesi‘ni fotoğraflıyor, öğle yemeği için teknelerin olduğu bir yat limanına geçiyoruz.

Fas  ziyaretçileri Rabat’ı pek programlarına almıyor, bence görülmeye değer bir şehir.

Tanca’ya yola çıkıyoruz. 250 km.lik yol 3 saat civarında sürüyor. Tanca, Afrika ve Avrupa’nın Cebelitarık Boğazı’nın  iki yakasının birbirine baktığı bir noktada. Cebelitarık 6.7 kilometrekarelik alanda Britanya’nın denizaşırı toprağıdır. Tanca Fenikeliler tarafından bir ticaret kolonisi olarak kurulmuş. Roma,  Bizans, Arap, İspanyol, Portekiz egemenliklerinde kalmış. 1912 yılında uluslararası bölge ilan edilmesi ile Avrupa ve Amerikalı maceraperest ve entellektüellerin ilgi odağı olmuş. Ressam ve heykeltraş Henry Matisse  bir süre  Tanca’da yaşamış. Eserlerinde bu dönemin büyük etkisi olduğu söyleniyor. Fas’ın en önemli ikinci sanayi merkezi.  PSA Grup-Peugeot- ve Renault grubunun Fas’da bulunan fabrikalarının bir kısmı Tanca’da. Deniz kenarında yabancılar, özellikle Avrupalılar için kurulan pek çok tatil sitesi var.  Avrupa’ya yakınlığı ve fiyatların ucuz olması nedeniyle cazip bir yer. Turizm ve tarım, özellikle narenciye diğer geçim kaynakları. Tanca Rabat arası hızlı tren var, ücreti 26 Euro.

Tanca’da önce Spartel Burnu‘na gidiyoruz. Cebelitarık girişinde, bir tarafı Atlas Okyanusu bir tarafı Akdeniz olan güzel bir deniz fenerinin bulunduğu turistik bir alan. Etraf koruluk ve pek çok domuz var. Güneşi burada batırıyoruz.

Spartel Burnu’nda 14 km uzunluğunda bir ucu denize, bir ucu karaya açılan muhtemelen Fenikelilerin taş oyarak oluşturdukları bir mağara var. Hakkında çeşitli efsaneler üretilen, bu mağaranın adı Herkül Mağarası

Medina (Kuzey Afrika ülkelerinde eski şehir merkezine verilen ad) çarşılar, riadlar (geleneksel Fas evi), müzeler, kafeler, çeşitli pazarlar  ile kaplı. Zaman zaman dar labirent sokaklardan geçiliyor. Petit Soco (küçük çarşı) medinanın odak noktalarından. Amerika’nın, Amerika dışında ilk mülkü ve elçiliği olan bina da burada. Tabii şimdi elçilik değil. Casbah, Medina’nın kuzey ucundaki bir parçası. Çağdaş Sanat Müzeleri, İbn Batutta Müzesi gibi müzeler var. Medina, yeni Tanca’dan Grand Socco denilen yarı dairesel bir kavşakla ayrılıyor. Palmiyelerle kaplı Grand Socco’nu bir tarafında da Mendoubia Bahçeleri yer alıyor.

Medina ve Casbah’da ondan fazla kapı var. En etkileyicilerinden biri Bab Al Bahr.

Tanca’da 4 yıldız Kenzi Solazur Otel’de konakladık.        Afrika’nın, Avrupa’ya bakan pırıltılı şehri, Tanca  Fas’ta ziyaret edilmesi gereken bir yer.                                                                       

Tanca’dan Chefchaouen/ Şafşavan’a doğru yola çıkıyoruz. Şafşavan Rif Dağları‘nın batı kısmının eteklerinde denizden 600 metre yükseklikte, biyolojik çeşitlilik açısından zengin bir bölge. Bölgedeki Talassemtane ve Bouhachem Milli Parkları UNESCO Biyosfer Rezervine dahil edilmiş. Dağların arasından Şafşavan’a giderken bu dağlardan sağlanan su kapasitesinin yıllık 29 milyar metreküp olduğunu öğreniyoruz. Yollarda arka arkaya bend gölleri var.

Zeytin, incir, tahıl, keçi yetiştiriciliği nedeniyle UNESCO Akdeniz diyeti için bölgeyi tanır ve Şafşavan’ı 2020’de UNESCO küresel öğrenen şehirler ağına ekler.  Şehir iki tane tepenin yamacında yer alıyor. Şafsavan ismini de Berberice iki boynuz anlamına gelen bu konumundan alıyor. Tarihi 12. yy’a dayanan bir kent. İspanya’dan Yahudilerin kovulmasından sonra sonra pek çok Yahudi buraya yerleşmiş. Şu anda Fas’da yaşayan Yahudi sayısı azalmış olsa da  Fas yahudi dostu bir Arap ülkesi olarak kabul ediliyor. Fas’ta 3000’i Casablanca’da olmak üzere 5000 civarı Yahudi yaşadığı söyleniyor. Casablanca’da Arap ülkelerindeki tek Yahudi müzesi bulunuyor.

Şafşavan’ın nüfusu 40 bin civarında (2000’i Medina’da yaşıyor). Gürültüsüz, sakin, huzurlu  Şafşavan  3-4 yıldır dünyanın dikkatini çekmeye başlamış. Mavi şehirde Hammam Meydanı’ndan gezmeye başlıyoruz.

Öğlen Restoran Casa Hassan’ da  tavuk tajin yiyoruz, çok beğeniyorum. Fas mutfağı, Berberi, Orta Asya,  Endülüs, Fransız esintileri taşıyan egzotik bir mutfak. Harira-koyun etli,  nohutlu çorba, Tajin, et, tavuk balıkla toprak kapta yapılan güveç,kuskus, kefta dedikleri sulu köfteleri, şahane çörek, tatlı hamur işleri ile çok etkileyici bir mutfak.

Ras El Ma’da yürüyüşü bitiriyor, geri Hammam Meydan’ına dönüyor, kahve içip, dolaşıp akşam otelimize geliyoruz. Şafsavan’da Jibal Chaouen Hotel’de kalıyoruz. Hava oldukça soğuk. Otel de soğuk.  Dünyanın çok farklı noktalarında çok daha kötü şartları gördüğüm için rahatsız değilim. Gerçek bir gezgin değilseniz, değişik bir deneyim yaşamak istemiyor, konfor arıyorsanız Şafşavan’da konaklama önermiyorum. Doğaya meraklı gerçek bir gezginseniz burada 2 -3 gece konaklayıp Rif Dağları’nda yürüyüş yapıp doğa ile bütünleşebilirsiniz. Şafşavan görülmeden Fas gezisi yarım kalır.

Sabah, dünyanın en büyük ve en iyi korunmuş Orta Çağ İslam kentlerinden biri olan Fez’e gitmek üzere yoldayız. VIII. yy da 2. Moulay İdris tarafından kurulan şehrin adının nereden geldiği bilinmiyor. Orta Atlas Dağları’nın Berberice adı olan Fazaz’dan geldiğine inanan da var, Fez Nehri’ni ikiye ayıran bir balta hikayesinden geldiğine inanan da (Arapçada Fez balta anlamında). 1070 yılına dek karışıklığın hakim olduğu şehir Almoravid yönetimi altında şekillenerek, 200 bin nüfusu ile dünyanın en büyük şehri haline gelir. 1250 yılında yönetimi ele geçiren Merenidler Fez’i başkent yaparlar. Fez kültürel ve entelektüel bir merkez haline gelir. Endülüs ve Almohad geleneklerinin karışımı olan Fassi tarzı doğar. Bugün Fez manevi başkent olarak Afrika’nın Atina’sı, batının Mekkesi olarak biliniyor. Orta Atlas Dağları’nın kuzey batısında, denizden 414 metre yükseklikte. 200 km.lik yolu 4 saate yakın bir sürede alıyoruz. 19.yy sonuna dek fes üreten tek yer olan Fez’in ekonomisi el sanatları, dericilik, turizm, tarım, hayvancılığa dayanıyor. Fas’ta otobüs ile seyahat ederken tarıma verdikleri önemi görmemek mümkün değil. Etraf zeytinliklerle dolu. 2019 verilerine göre zeytin üretiminde dünya altıncısı. Ama o kadar çok yeni dikilmiş zeytinlik gördük ki bu sıra yükselecektir. 1 Milyon palmiye/hurma ağacı var. Her ay 500 fidan dikiyorlar. Dünya hurma üretiminde ilk ikiye girmek istiyorlarmış. Hayvancılığın gelişmiş olduğu, etin kilosunun 1 dolar altında olmasından belli, petrolde dışarıya bağımlı. 

UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde olan Fez Medina‘sına 1913 de inşaa edilen mavi mozaik karolu heybetli Bab Boujeloud Kapısı‘ndan giriyoruz.

İçeriye araç alınmıyor, yerel rehberiniz olsa bile bu labirente girerken 2 medina rehberi de bize eşlik ediyor. Yoksa burada yolunuzu  bulup çıkamazsınız, 9454 sokak, 300 cami ve 1200 yıllık surlarla çevrili bir yer burası. Gözüme ilk çarpanlar canlı hayvanlar, kasaplar.

Önce Bou Inania (Ebu İnaniye) Medresesi’ne gidiyoruz. Marinidlerin 13 yy.da yarattığı en büyük ve en önemli medrese. Lizbon depreminden sonra pek çok  onarım görmüş. Zamanında cami  özelliği taşıyan tek medrese. Bu nedenle minaresi var. Minareler Fas’ta dikdörtgen. Mermer döşemeli avlu, Mukarnas tavanlar, geometrik yıldız desenli ve Arapça kaligrafik yazı bantları olan duvarlar, geometrik yıldız desenli yüksek sedir kapıları ile görülmeye değer bir yer

Başka bir 13. yy Marinid Medresesi olan Al Attarin Medresesi‘ne, bu yılların en güzel örneğini gördüğümüz için içeriye girmiyoruz.                                                           

Al-Karaouine Medresesi’ni ziyaret ediyoruz. 857-859 yıllarında küçük bir cami olarak kurulmuş, şehrin en simgesel yapılarından biri ve Fas mimarisinin en iyi temsilcilerinden. Pek çok kez restore edilmiş, genişletilmiş, sağlamlaştırılmış. Fez’in kültürel ve dini kimliğinin merkezinde  yer  alan yapı, zamanla önemli bir eğitim merkezi haline gelmiş. Din bilginlerini, felsefecileri, coğrafyacıları ağırlamış. 1940 yılında kadınların kabul edilmeye başladığı medrese  1963 yılında üniversite statüsüne alınmış. İslam din ve hukuk bilimlerine odaklanan kurumda İslam dışı dersler de veriliyor. UNESCO ve Guinness Dünya Rekorları kaynaklarına göre dünyanın sürekli faaliyet gösteren en eski multidisipliner yüksek öğrenim kurumu olarak kabul ediliyor.   

Labirent sokaklarda yürümeye devam ederek Nejjarine Meydanı‘na geliyoruz. Meydan Fez’in en atmosferik küçük meydanlarından biri. Meydanın 1244 yılından beri var olduğu söyleniyor. Burada bulunan Funduk al-Nejjarine yıllar boyunca kervansaray, ticari depo, Fransız Karakolu olarak kullanılmış (Nejjarin Marangoz, Funduk: kervansaray demek) Bugün Ahşap Sanatlar ve El Sanatları Müzesi olarak kullanılan bina Fas Riad mimarisinin en önemli örneklerinden. Meydanda iki sütun arasına, ahşap bir gölgelik yerleştirilmiş Nejjarine  Çeşmesi var.

Öğlen yemeğini Medinada atmosferi çok güzel bir yer olan Palais Mnebbi’de yiyoruz.  Erikli, etli tajin  yiyorum.

Medinada pek çok tabakhane var, biz Chouara Tabakhanesi’ne gidiyoruz. İşçiler sarı, pembe, kahverengi, beyaz, kırmızı ve diğer renklerin oluşturduğu bir renk cümbüşü içinde, küçük havuzlarda derileri boyuyorlar. Chouara’nın satış bölümü ve seyir terası var. Seyir terasından medina çok etkileyici görünüyor.

Medinayı fotoğraflayarak, bu labirent benzeri rüya mekandan ayrılıyoruz.

Marinid Mezarlarına gidiyoruz. Fez üç bölümlü bir şehir. Medinanın içinde olduğu Fez el-Bali, Fez el-Jdidve Ville Novelle denilen Fransızlar tarafından inşa edilen yeni bölge. Mezarlar Fez el-Bali’nin yukarısında bir tepede. 13-15 yy. da Fas’ı yöneten Marinid Hanedanının Nekropolü. Bugüne kadar kapsamlı bir arkeolojik kazı yapılmadığı gibi, harap edilmiş, anıt mezarların içinde hayvanlar dolaşıyor. Tepeden Fez el-Bali için çok güzel bir gözetleme noktası.

Bundan sonraki ziyaretimiz  Fez el-Jdid‘de  bulunan Dar al-Makzen’e. Sarayın çoğu 17-20’yy da yapılsa da ilk temelleri 1276 da Marinidlerin kraliyet kalesi olan Fez el Jdid’e dek uzanıyor. En büyük kraliyet sarayı hala kullanılıyor. Sarayın bazı bölümleri kralın olmadığı zamanlar ziyarete açık. Yedi kapılı, kapılardan bir tanesi sadece kraliyet üyeleri için ayrılmış. 

Fas’ın  pek çok şehrinde mellah (Yahudi mahallesi) var. Fas’da ki  mellahların en eskisi Fez’de ama bugün burada çok az Yahudi yaşıyor. Çoğu Casablanca, Fransa, israil’e taşınmış. Yahudiler  kral korumasında oldukları için saraya yakın yerleşmeyi tercih etmişler.  Pencereleri iç avluya bakan Fas evlerinin aksine, dış cephesi ferforjeli balkonlu Yahudilerin evleri. 

Otelimiz 5 yıldızlı Palais Medina Hotel. Fez, Fas’ı  en güzel tanımlayan şehir.                                                    

Sabah Erfoud’ya gitmek üzere yola çıkıyoruz. Atlas Dağları’nı aşacağız. Yol sık sık karla kapandığı için yol değişikliği yapabiliriz. Kar durumuna göre yapacağımız değişiklik sonucu yolumuz 410, 475 veya 525 km aralıklarında bir şey olabilir. Bu nedenle erkenden yoldayız. Atlas Dağları, Kuzey Afrika’da, Atlantik Okyanusu ve Akdeniz’i, Sahra Çölü’nden ayıran sıradağlardır. Zirvesi 4167 metre ile Fas’ta bulunur. Demir, bakır, gümüş, kurşun, civa, mermer, kaya tuzu, kömür, doğal gaz, fosfat  gibi doğal kaynaklar açısından zengindir. Atlas Dağları dört bölgeye ayrılıyor; 1. Anti Atlas, Orta Atlas, Yüksek Atlas-Fas’ta- 2.Tell Atlas-bir kısmı Fas’ta- 3. Aures Dağları 4. Sahra Atlası. Biz en kuzeyde olan Bir çeşit kireçtaşı platosundan oluşan Orta Atlasları geçiyoruz. Yamaçları ormanlık. Dar kanyonlardan geçerek bir Orta Atlas kasabası olan İfrane’ de kahve ve fotoğraf molası veriyoruz. Buradaki Alp  iklimi nedeniyle yazın serin olduğu için 1928 de Fransızlar burada Alp tarzı dağ evleri yapmışlar. İfrane denizden  1665 metre yükseklikte. Yerli dilinde mağaralar demek. Muhtemelen buranın ilk sakinleri mağaralarda barınmışlar. İkinci Dünya Savaşı’nda esir kampı olarak da kullanılmış. Bugün burada açılan üniversite iç turizmi de canlandırmış, Şehir Fas’ın tatil beldesi ve kayak merkezi olmuş.

Orta Atlaslarda dar vadilerde yolumuza devam ediyor, Midelt yakınlarında öğle yemeği ve fotoğraf molası veriyoruz. Midelt Orta Atlas ve Yüksek Atlas Sıradağları arasında bir düzlükte, denizden 1508 metre yükseklikte bir kasaba. Atlas Dağları ile çevrili bu kasaba  çevredeki Berberi köylerini ziyaret ve trekking için öneriliyor.

Erfoud’a ulaşınca otele öncelikle eşyalarımızı bırakıp, sonra  4×4  araçlara atlayıp, Merzuğa’ya   güneşi batırmaya gidiyoruz.  Merzuga, Fas’ın Cezayir sınırına yakın çölde küçük bir köy. Eskiden Timbuktu’ya giden tüccarların  geçiş noktası iken, bugün turistlere çöl deneyimi yaşatan bir yer.  

Çölde güneş batısı sonrası 4 yıldızlı şık ve güzel Palais de Desert Hotel’e dönüyoruz.

Erfoud bir vaha şehri. Çevredeki çöl film yapımcıları için film platosu. Mumya, Pers Prensi filmlerinin bazı sahneleri burada çekilmiş. Fas’ın bu bölgesi görünüş ve jeolojik olarak Mars’a benzediğinden Mars analog saha araştırması için ilgi görüyormuş. 2013 yılında Avusturya uzay formu burada bir ay geçirmiş. Ayrıca etrafta 3000 yıl önce kumullara gömüldüğü  düşünülen bir şehir için arkeolojik kazı çalışmaları başlamış.   

Sabah ilk ziyaret yerimiz  bir fosil atölyesi. Erfoud 500 milyon yıl önce sular altındaydı. Balık, dinazor, timsah kalıntılarının olduğu söyleniyor. Pek çok fosil atölyesi var. Bir atölyede de ammonitleri, nautiloidleri, krinoidleri, trilobitleri görüyoruz.

Fosil atölyesinden ayrılıp Todgha Kanyonu‘na ulaşıyoruz. Yüksek Atlas Dağları’nda kireçtaşından oluşmuş bir nehir kanyonu. Kanyon duvarları bazı yerlerde 400 metreye dek yükselebiliyor. Kuru mevsimde ziyaret edilmesi öneriliyor. Kuru mevsimde tabandan akan cılız su, yağmurlarla sele dönüşebiliyor. Kilometrelerce süren kanyonun kısa bir bölümünde yürüyüş yapıyoruz. Kaya tırmanışı yapanları fotoğraflıyoruz. Sonra, Fas halılarının olduğu  bir üreticiye yöneliyoruz.

Tinghir’e gidiyoruz. Yüksek Atlaslar ve Küçük Atlaslar arasında 30 km uzunluğunda, 4 km genişliğinde  vaha. Todgha Kanyonu ile komşu. Palmiye/hurma ağaçları yoğun. 

Quarzazate gideceğiz, yolumuz uzun 175 km civarı, molalarla birlikte 3 saate yakın sürüyor. 4 yıldız Al Baraka Des Loisirs Hotele yerleşiyoruz.

Quarzazate, Fas’ın  orta güneyinde, denizden 1160 metre yükseklikte bir platoda kurulmuş. Draa Vadisi ve çöldeki gezintiler için başlangıç noktası. Draa Vadisi Quarzazate ve Zagora şehirleri arasında 100 km.lik, onlarca Casbahın olduğu, Qued Draa Nehri’nin Atlas Dağları’ndan indikçe kaybolduğu, binlerce palmiye ağacı ile kaplı toplam 6 vahanın olduğu bir vadi. Yamaçlardaki mağaraların, kaya oymalarının güzelliği maceraperestlerin ilgisini çekiyormuş. Biz Tinghir üzerinden geldiğimiz için bu vadiden geçmedik. Quarzazate bulunmamızın nedeni, dünyaca ünlü filmlerin çekildiği  stüdyoları ve UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki Aıt Benhaddou’yu görmek.

Sabah 1983 yılında kurulan  Atlas Film Stüdyolarındayız. 322 bin metrekareden fazla bir alanı kaplıyor. Nil’in Mücevheri, Babil, Alaaddin, Cennet Krallığı, Gladyatör, Astriks ve Oburiks, Atlantis, Vikingler, Mumya, Game of Thrones, Büyük Tur, Hapishaneden Kaçış, İnanılmaz Yarış Atlas Stüdyosu’nu kullanan bazı dizi ve filmler.

Sırada Aid Ben Haddou var. Burası Sahra ve Marekeş arasında eski bir kervan yolu üzerinde bir köy. Unesco Dünya Mirası Listesi’nde, Fas toprak mimarisinin harika bir örneği. Köyün tarihi 11.yy’a kadar uzanmakta. Bugün  stratejik önemini kaybettiğinden köyde çok az aile yaşıyor. UNESCO korumasında olması ve 20 den fazla Hollywood Film çekiminde kullanılması nedeniyle büyük kısmi restore edilmiş. Ounila Nehri’nin yanındaki bir tepenin yamacına kurulmuş. Mütevazi küçük evler yanında, kuleli gösterişli evlerde mevcut. Cami, kervansaray, kamu binaları, Müslüman ve Yahudi mezarlıkları, tahıl ambarları.

Buradan Marekeş’e doğru yola çıkıyoruz. Yaklaşık 200 km yolumuz var. Marakeş ve Quarzazate’ı bağlayan Yüksek Atlas Dağları üzerindeki Tiz n’Tichka Geçidi‘nden geçiyor, fotoğraf çekiyoruz. En yüksek yeri 2207 metre. Kuzey Afrikanın en yüksek ana dağ geçidi. Bu yol kışın kapalı olabiliyor. Ama seyahat kitapları gezginlere öneriyor.

Yolda, bir argan yağı üretim tesisinde  mola veriyoruz. Burası kadınların üretim yaptığı bir kooperatif. Argan ağacı, Fas’ın güneybatısı ve Cezayir de kireçli, yarı çöl topraklarda yetişen, fundagillerden endemik bir ağaç. Birleşmiş Milletler 10 Mayıs Uluslararası Arganya Günü ilan etmiş. Fas’ta UNESCO Biyosfer Rezervi olarak kabul edilen yaklaşık 8300 kilometrekarelik bir argan ağacı ormanı var. Keçiler bu ağacı çok seviyor ve tahrip ediyor. Bir ağaca insan yardımsız bir keçinin tırmanması mümkün değil. Fas’ta gördüğünüz argan ağacına tırmanmış keçiler insan eliyle gerçekleştirilmiş, turistik bir gösteri. Argan yağı yiyecek olarak kullanıldığı gibi kozmetik alanda da kullanılıyor.

Yol molalarla bir 5 saati aşıyor. Fas Hükümeti, Marakeş ve Quarzazate  arasını 1,5 saate indirmek için 10 km.lik bir tünel yapmayı planlıyormuş. Son üç gündür Atlas Dağları, geçitler, çöller arasındayız. İfrane,  Midelt, Erfoud, Merzuga, Todgha Geçidi, Quarzazate Atlas Film Stüdyoları, Aid Ben Haddou’yu görmeden Fas’ı anlamak mümkün değil.

Marekeş’teyiz. Tensift Nehri vadisinde, Atlas Dağı eteklerinde yer alan şehir, Afrika’nın en işlek şehirlerinden biri. Bir ekonomi ve turizm merkezi. ”Kızıl Şehir”” Çölün Kızı” gibi adlarla anılıyor. Neolitik Dönemden beri berberi çiftçilerin yaşadığı bir yer. 180 binden fazla palmiye ağacı, portakal, incir, nar, zeytin ağaçları ile tarımın yapıldığı bir vaha. Fas’ın eski imparatorluk şehirlerinden birisi. FIA Formula II Şampiyonası, Dünya Binek Araçları Şampiyonasına ev sahipliği yapmışlığı da var. Orta Çağ’dan, 20.yy başına dek krallığın başkenti. 2000’li yıllarla birlikte gerek kültürü, gerek mülklerin ucuzluğu nedeniyle Avrupa jeti için  revaçta bir yer haline geliyor. Onlarca şık otel yapılıyor. Marekeş’e iner inmez ilk gözümüze çarpan, Kutubiyya Camisi‘nin minaresi oluyor. 1147 yılında inşaa edilen cami, 1158’de yeniden yapılmış. Almohad ve Fas mimarisinin klasik ve önemli bir örneği. Minare 77 metre yüksekliğinde, çeşitli geometrik kemer motifleriyle süslü, tepesinde sivri bir uç ve metal küreler var. Rabat’taki II.Hasan Kulesi, Sevilla Giralda ile aynı döneme ait. Minare Jemaa el-Fnaa Meydanı’na çok yakın.   

                                                                                    Jemaa el-Fnaa Meydanı ve Medina UNESCO Dünya Mirası listesinde ve 11.yy dan beri şehrin simgelerinden. Medinanın girişinde yer alan etrafı lokantalar, standlar, binalar ile çevrili bu meydan günlük ticari faaliyetlerin yürütüldüğü, çeşitli eğlencelerin yaşandığı bir alan. Geleneksel tıp, kına, vaaz, falcılık gibi hizmetler sunulup, yiyecekler satılıyor. Hikaye anlatıcıları, şairler, dansçılar, yılan oynatıcıları, berberi müzisyenler, doğaçlama yapan performans sanatçıları ile meydan Fas kültürünün bir konsantrasyonunu yaşatıyor. Önemli bir kültür alışveriş yeri. Turizm nedeniyle olumsuz etkilenmesinden korkuluyor. Meydanın etrafındaki sokaklarda geleneksel pazarlar var. Kumaşçılar, deri ve hasır çantalar, fener, sandalet,  kayısı v.b yiyecekler, ahşap işleri satılıyor.  Burayı görünce Fas’ın karmaşık ruhu diyorsunuz. Burada yankesicilere karşı dikkatli olmanız ve alışveriş yaparken sıkı bir pazarlık yapmanız öneriliyor. Biz hava kararırken ve aydınlıkta iki kez meydanı ve çevredeki sokakları gezme şansı bulduk. 5 yıldızlı Da Palm Plaza Hotel’e geliyoruz. Otelin mutfağı oldukça iyi, akşam otelin kulübünde çok hoş müzikler dinliyoruz, sanki İzmir veya İstanbul’dayız.

Ertesi sabah Bahia Sarayı‘na gidiyoruz. Sarayın geçmişi 19.yy ortalarına dayanıyor. 2 hektarlık bir alanı kaplayan saray, etrafı odalarla çevrili avlulardan oluşuyor. Bu tip geleneksel Fas evleri Riad diye adlandırılıyor. Sarayın özelliği dekorasyonu. Duvarlarındaki Arapça yazılar, geometrik desenler, tavan detayları dikkat çekici.

Majorelle Bahçeleri‘ne gidiyoruz. Jacques Majrelle Fransız oryantalist bir ressam. 1917 de buranın yöneticisi Fransız general tarafından buraya davet edilir. Marekeş’e hayran olur ve 1923 de burada yaşamaya karar verir. Bir hurma korusu alır. 1931 de Art Deco tarzında bir sanatçı inşaat için görevlendirilir. Duvarlar Majjorelle mavisine boyanır ve sanat eseri olarak bahçe tasarlanır. 1947 de bahçeyi halka açar. 1962 de ölünce bahçe terk edilir. 1980 de Pierre Berge ve Yves Saint Laurent burayı satın alır ve çok çeşitli bitkiler eklenir. Ressamın atölyesine de Berberi kültürüne adanmış bir müze açılır. 2008 yılında YSL’nin ölümü sonrası Pierre Berge burayı YSL Vakfına bağışlar.

İsteyen Jemaa el-Fnaa Meydanı’na alışverişe yönleniyor, isteyen sokaklarda yürüyerek otele dönüyor. Markete gitme alışkanlığım Fas’ta da devam ediyor. Avokado, peynir, şarap, ekmek, balık…    Her şey Türkiye’den ucuz. AVM lerde ki markalarda uygun fiyatlı. Bu arada Fas’ta çok Türk giyim mağazası var.

Akşam yemekten sonra Chez  Ali ye gidiyoruz. Turistik gösterilerin yapıldığı bir eğlence mekanı. Gösteriler sıradan, ortam çok görkemli, görülmeye değer.

Fas çok renkli coğrafyası, zengin kültürü, tarihi ve lezzetli mutfağı ile görülmeye değer bir ülke. 

  • Fotolarımızın çoğunluğu ve en güzelleri Cem Uşakligil’in çekimleridir. Fotoğraflarını kullanma izni verdiği için çok teşekkürler Cem Uşaklığil’e…

Bakü Gezi Rehberi: Azerbaycan’ın Tarihi Başkenti

Azerbaycan’ın en büyük şehri ve başkenti Bakü, batı Asya ve Kafkasya’nın tarihi, kültürel ve iş merkezi konumundadır. Hazar Denizi kıyısındaki ‘Rüzgarlı Şehir’ yeniyle eskinin, zenginlikle yoksulluğun, modernizmle muhafazakarlığın, doğu ve batının harmanlandığı bir şehir.

Tarihi İpek Yolu üzerindeki Bakü’de yerleşim M.S 5.yy’a kadar uzanmaktadır. 11. yüzyılda Şirvanşahlar zamanında şehir başkent yapılmış. Moğol işgalinden sonra 16.yy’da Akkoyunlular ve Karakoyunlular yönetiminde kalmıştır. Akkoyunlu devletinin yıkılmasından sonra Safaviler Hanedanlığı ile İran Şahlığı tarafından  yönetilmiş. 19. yüzyıl başında Bakü Rusya topraklarına arasına katılmış ve 1920 yılında da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri arasında yer alan  Azerbaycan’ın başkenti olmuş. 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası bağımsızlığını kazanan Azerbaycan Cumhuriyeti’nin başkenti olmuştur. 

Bakü’nün tarih boyunca sahip olduğu önemin asıl nedeni ülkedeki petrol kaynakları ve petrol işleme sanayi. Bakü’deki petrolün varlığı 8. yüzyıldan beri bilinmekteymiş ve 15. yüzyılda sığ kuyulardan petrol çıkarılmasına başlanmış. 20.yy’ın sonunda da Bakü petrol ihracında dünya liderliğine soyunmuştur. Petrol ihracatçısı ülke olarak Bakü diğer petrol zengini Körfez ülkelerine benzetilmektedir. Ancak Bakü tarihi, doğası ve kültür sanat alanındaki  zenginlikleri başka bir kimlikte. 

Nüfusu 4 milyona yaklaşan Bakü’de üç ayrı mimari yapı bulunmakta. Tarihi yerleri yani İçerişeher, Sovyetler döneminde inşa edilen bölgeyi ve gökdelenlerin istila ettiği modern Bakü kısmını iç içe görmek mümkün. 

Bakü’de müzik ve sanata özel önem verilmiş. Azerbaycan’ın eski müziği olan Mugam için bir müze açılmış. Azerbaycan Devlet Filarmonisi ülkenin ulusal filarmoni orkestrası olup klasik batı müziğinin yanı sıra Azerbaycan müziğinden de eserler sunmakta. 2012 yılı Eurovision Şarkı Yarışması Bakü’de gerçekleştirildiğinden 25.000 kişilik çok büyük bir müzik arenası Kristal Salon inşa edilmiş. Azerbaycan Güzel Sanatlar Müzesi’nde ise Azerbaycan, Avrupa, Rusya ve Doğu sanatına ilişkin sanat eserleri sergilenmekte. 

Niçin Bakü
  • Bakü Türk vatandaşları için vizesiz ve sadece kimlik ile gidilebilecek bir ülke. Vizesiz 90 gün kalınabiliyor. 
  • Geniş, planlı, düzenli caddelerin arasında Rusların döneminden kalan tarihi binaları ile estetik bir batı şehri.
  • Turistler için Bakü merkezde ve çevresinde gezilecek görülecek çok yer var. Tarihi yerler, müzeler, sanat galerileri, opera, bale, tiyatroları ile çok geniş bir kitleye hitap ediyor. Sadece sokaklarda, Hazar Denizi kıyısında yemyeşil parklarda dolaşarak da şehrin keyfini çıkartabilirsiniz.
  • Restoranlar, kafeler çok sayıda. Restoranların çoğunda canlı Azeri ve Türk müziği eşliğinde, Azerbaycan mutfağının lezzetlerini tadabiliyorsunuz. Zengin mutfağında et, tavuk, kebap çeşitleri bol.
  • Azerbaycan parası Manat Türk Lirasına göre daha değerli ancak halkın yaşam gücü çok yüksek olmadığından fiyatlar Avrupa ülkelerinde tatil yapmaya göre bizim için daha uygun fiyatlı.
  • Halkı çok sıcakkanlı, hele Türk olduğunuzu duyunca her türlü yardımı yapıyorlar. Türk olarak kendinizi çok iyi ağırlanıyor hissettiriyor karşılaştığınız kişiler.
  • Dil sorunu yok her yerde Türkçe konuşabiliyorsunuz.
  • Ulaşım kolay, Türkiye’den birçok şehirden 2,5-3 saat arasında   direk uçulabiliyor Bakü’ye.
  • Güvenli bir ülke olduğunu söyleyebiliriz. 
Ulaşım

Azerbaycan başkenti Bakü’ye, Türkiye’de birden çok şehirden direk uçuş bulunmaktadır. THY, Pegasus Havayolları’nın yanı sıra son yıllarda Azerbaycan Havayolları da uçuş sayısını arttırmıştır. İstanbul her iki havaalanından, Ankara, İzmir, Antalya, Gaziantep, Samsun, Adana, Trabzon, Kayseri şimdilik direk uçuşlar yapılan şehirler arasında. 

Bakü Haydar Aliyev Uluslararası Havaalanı Kafkasya’nın en büyük ve işlek havaalanıdır. Kuzey ve güney iki terminali tamamen camlarla kaplı gösterişli bir havaalanı karşılıyor gelenleri. Terminal 1’e diğer ülkelerin uçakları inerken, Azerbaycan’ın kendi havayollarının uçakları 2 no’lu terminale inmekte. 

Şehre 20 km uzaklıktaki havaalanından şehir merkezine ulaşımın en ekonomik aracı otobüsler. Sabah 6.00’dan akşam 22.00’ye kadar her yarım saatte bir kalkan otobüsler gece saat başı hareket etmektedir. Otobüse binmek için havaalanındaki kiosklardan Bakü şehir kartı almak gerekiyor. Otobüs ücreti 1,5 Manat.

Havaalanı çok uzak olmadığından taksi de bir seçenek. Havaalanı çıkışında taksiler karşılıyor, merkeze 30 Manat civarında tutmakta. Taksi için ekonomik olan yaygın kullanılan Bold uygulaması ile taksi çağırmak. Bold ile yarı fiyatından daha az ücret ödeniyor. Şehir içinde de Bold kullanmak uygun olacağından havaalanında kullanmaya başlamak en iyisi. Biz havaalanından otele transfer almıştık, şehir merkezindeki otelimiz için 30 Manat ödedik, dönüşte Bold uygulamasından çağırdığımız taksiye 12 Manat ödedik.

Bakü şehir içinde birçok yeri yürüyerek dolaşabilirsiniz. Ayrıca toplu ulaşım çok gelişmiş ve ucuz, metro, minibüs ve otobüsle tüm şehir gezilebiliyor. 

Gezelim Görelim

Gezmeye şehrin her yerinden görünen, Azerbaycan’ın ilk gökdelenleri arasında yer alan Ateş Kuleleri ile başlayalım.

Alev Kuleleri, 190 metre yüksekliğinde 3 farklı binadan oluşan yapılar grubu. Otel kulesi, konut kulesi ve ofis kulelerinin ortasında alışveriş merkezi yer alıyor. Gün ışığında diğer çok katlı binalardan farklı gözükmese de kulelerin güzelliği hava kararınca ortaya çıkıyor. Işık oyunlarıyla tam bir görsel şov başlıyor. 

Alev Kulelerinin tam karşısındaki Şehitler Meydanı ve Şehitlik Camisi bulunuyor.

Şehitler Anıtı‘nda (Şehitler Hıyabanı) etkileyici bir manzarayla karşılaştım. Burası 1918 yılında savaşlarda şehit düşmüş Azerbaycanlı ve Türk askerlerinin gömüldükleri bir yermiş. Sovyet döneminde 1924-1990 yıllarında bu mezarlık kaldırılmış ve yerine Dağüstü Park (eğlence merkezi) yapılmış.

1990 yılında Sovyet-Rus askeri birliklerinin Bakü’de sivil ahaliye karşı yapmış oldukları 20 Ocak katliamından sonra arazi yeniden Şehitler Hıyabanı olarak düzenlenmiş ve Ocak katliamı şehitleri de oraya gömülmüş. Hıyabanda bunlardan başka, Karabağ Savaşı şehitlerinin bir kısmı da defnedilmiş. Şehitler Hıyabanı’ndan füniküler ile  doğrudan sahile inilebilmekte.

Bakü’nün bir zamanlar dünyanın en büyük bayrağı olan Bayrak Meydanı da sahilde. Meydandaki  bayrağın direğinin yüksekliği 162 metre, kaidesi 220 ton. Daha önce direğe asılı olan bayrağın toplam alanı 2450 metrekare, kütlesi ise yaklaşık 350 kilogram imiş. Bayrak Meydanı’nda bulunan Azerbaycan Cumhuriyeti’nin arması, devlet marşının metni ve ülke haritası altın kaplı bronzdan hazırlanmış. Bu yükseklikle bayrak direği 2010 yılında Guinness Dünya Rekorları arasına girmiş. Ancak, 2011 yılında Tacikistan, yüksekliği 165 metre olan bayrak direği yapmış ve böylece bu unvan Tacikistan’a geçmiş. Bu arada bayrak direğinden bayrak kaldırılmış, 2026 yılında alanın yeniden düzenlenmesi planlanmış. 

Bakü gezimize tarihi şehir ile devam ediyoruz. İçeri şehrin metro istasyonu yanındaki girişinde karşımıza çıkan bir heykel ile başlayacağız. Yapılışı yakın tarih olsa da özgün sanatsal bir formu ile benzersiz bir heykel. 

Aliağa Vahid Heykeli

Aliağa Vahid Azerbaycan’ın gazel ve satirik şiir ustası, Bakü doğumlu ünlü şairleri. Fuzuli’nin yolundan giden şair için özgün bir heykel çalışması üç ünlü heykeltraş tarafından 1990 yılında yapılmış. Ağaç-portre tarzında yapılan heykelin formu, Aliağa Vahid’in ‘Ben kendimim, Ulu Füzulümüzün emaneti’gazelinin ünlü beyitinden kaynaklanmaktadır. 

Heykelde Vahid’in başı kök salıyor ve bir ağaç gibi büyüyor. Heykelin üzerinde farklı bölümler bulunuyor. Vahid’in düğünü, cenazesi, cenaze sonrası ağlayan kadınlar, Vahid’in gazel okuyan arkadaşları, Azerbaycan milli müzik aleti mugam üçlüsü başının sol tarafında kulağının yanında yer alıyor. İçeri Şehir girişindeki bu heykel özgün formu ile dikkati çekiyor.

İçeri Şeher (Eski Şehir)

İçeri şeher, Bakü’nün aynı zamanda doğunun en eski tarihi merkezlerinden biri. Kale bölgesi bronz döneminde yerleşim alanı olmuş. İçeri şehre halk arasında Kale de denmekteymiş. Hazar Denizi’nin kıyısında, tepe üzerinde yapılmış. Yerleşim merkezi yüksekliği 8-10 metre, genişliği 3,5 metre olan yüksek duvarlarla çevrelenmiş, 22 hektarlık bir alanı kapsamakta. Üçlü surlar, Kız Kalesi ve diğer binalarla beraber şehir bir savunma kalesi görünümünde. Şehrin yapı planı askeri üstünlük ve savaş taktiği düşünüldüğünde sanki gerçek bir labirente benzemekte.

İçeri Şeher’deki üç anıt (Şirvanşahlar Sarayı, Kız Kulesi, Muhammed Cami) ülkenin en önemli eserleri arasında. 2000 yılında Kız Kalesi ve Şirvanşahlar Sarayı UNESCO Dünya Kültürel Miras Listesi’ne alınmış.

İçeri Şeher’de en önemli eser Şirvanşahlar Sarayı‘. Sarayın giriş ücreti 10 Manat. Saray 9. yüzyıl ve 16. yüzyıllar arasında Şirvan Devleti’nin hükümdarlarına ev sahipliği yapmış. Şirvanşahlar Sarayı, 15. yüzyılda Bakü’nün ekonomik ve siyasi öneminin artması sonucunda Şirvanşahlar şahı İbrahim Halilullah’ın döneminde yapılmış. Halilullah sarayını Şamahı’dan Hazar Denizi’nde önemli bir liman kenti ve yenilmez kale olan Bakü’ye aktarmış.

Sarayın tümü aynı zamanda inşa edilmemiş. Rölyefe göre inşası, üç düzeyde yükseltilen birkaç yapıdan oluşuyormuş. Sarayın ana binası 1420’lerde, türbeler 1435’de, Minareli Şah Cami 1441’de, Divanhane ve Seyyid Yahya Bakuvi Türbesi 1450’lerde yapılmış. Sarayın doğusunda Murad kapıları (1585), avdan ve hamam kalıntıları yer alıyor. 1964 yılında Şirvanşahlar Sarayı müze ilan edilerek devlet korumasına alınmış ve UNESCO Dünya Kültürel Mirası Listesi’ne 2000 yılında girmiş.

Kusursuz oymaları ve pencereleri ile keskin hatlara sahip olan saray, kocaman, etkileyici ve muhteşem gözüküyor. Saray kompleksinin içinde, pek çok kapı, cami, hamam ve anıt görülebiliyor. Saray, yakın doğunun en görkemli mimari eserlerinden birisi olarak kabul edilmekteymiş.

Şah Camisi iki ibadet salonundan oluşuyor. Birisi şah ve diğer saray erkanı için diğeri kadınlar için ayrılmış.

Bu komplekste Seyit Yahya Bakuvi’nin Türbesi bulunuyor. Seyit Yahya I. Halilullah döneminde yaşamış bir alimmiş. Mistik – sufi karakterler taşıyan yaklaşık 30 eseri bugünlere kadar gelebilmiş. Şirvanşahlara ait mezarları da bu bölgede görebiliyorsunuz.

Hamam ise 15. yüzyılda yapılmış ve burada kullanılan su yeraltı kaynaklarından sağlanmış. Zamanında hamamın içi ve dışı seramiklerle süslenmiş, şimdilerde pek bir şey kalmamış.

Yürüyerek Kız Kulesi’nin önüne geldim. Giriş için 10 Manat ödeyerek yukarı tırmanmaya başladım. Her katta değişik sergiler vardı, çıkılmasa da olurmuş diye düşündüm. Zaten son kata kadar çıkılmasına izin verilmiyor, sadece 5 kat çıkabiliyorsunuz. Dışarıdan görüntüsü daha etkileyici.

Abşeron’un kulelerinden en büyüğü ve haşmetlisi olduğu belirtilen Kız Kulesi’nin eşsiz ve doğuda benzeri olmayan bir sanat yapısı olduğu ifade ediliyor. Kız Kulesi 12. yüzyılda mimar Masud ibn Davut tarafından inşa edilmiş. Kulenin kapısının üzerinde büyük bir taşa Kufi hatla yazılmış bir kitabe bulunmakta. Burada “Davud’un oğlu, Mesud’un kulesi” sözleri yazılmış. Bu kitabe kalenin 15. yüzyılın birinci yarısında Selçuk Sultanı Mesut tarafından yapıldığını akla getiriyormuş.

Kız Kulesi hakkında çeşitli efsaneler var. Efsaneye göre, kralın çok güzel bir kızı varmış, kral kendi öz kızına aşık olmuş ve onunla evlenmek istemiş. Bu düğünü ertelemek isteyen kızcağız babasından büyük bir kule inşa ettirmesini istemiş. Kule tamamlanınca kız kuleye çıkmış ve kendini Hazar Denizi’nin sularına bırakmış.

Afrasiyab Badalbeyli tarafından bestelenen ve Azerbaycan’ın ilk bale gösterisi olan Qız Qalası baleti (1940) bu efsaneyi farklı bir şekilde işliyormuş. Bu yorumlama bana daha mantıklı geldi. Savaştan dönen kral karısının bir oğul yerine bir kız doğurduğunu öğrenmiş ve buna çok öfkelenerek kızının öldürülmesini emretmiş. Ancak kızın dadısı bebeği kaçırmayı başarmış ve onu gizli bir yerde büyütmüş. Bu bebek 17 yıl sonra çok güzel bir kız olmuş. Kızı olduğunu bilmeyen kral bir gün kızı görmüş ve onunla evlenmek istemiş. Kız nişanlı olduğundan onu kaçırarak bu yüksek kuleye kapatmış. Kızın nişanlısı peşlerinden gelerek kralı öldürmüş ve kızı kurtarmak için kuleye gitmiş. Kulenin merdivenlerinde ayak sesleri duyan kız, kralın geldiğini düşünerek kulenin tepesinden kendini atmış. Ne acı bir son!

Yüksekliği 28 metre, çapı 16-16,5 metre, duvarlarının kalınlığı dip tarafta 5 metre, yukarı tarafta ise 4 metre olan Kız Kulesi silindir biçimli asıl kaleden ve güney taraftan ona birleşmiş olan büyük destek duvardan oluşmakta. Bu yapının hangi amaçla kullanıldığı henüz tespit edilememiş. Sekiz kata ayrılan kulenin her katı taş tavanlı ve kubbeli yapılmış. Bu katlar duvar içine inşa edilmiş taş merdiven aracılığıyla birbirine bağlanmış.

Çıkılmasına izin verilen açık alanda çektiğim şehir manzarasını da paylaşmadan olmaz.

Dikdörtgen kalenin içi de sanat galeri olarak düzenlenmiş. Bu kalenin içinde de sergiler bulunuyordu.

Buradan yürümeye devam edince Gosha Gala yani İkiz Kapıya geldim.

İkiz kapıların yakınında iki cami bulunuyor. Biri 1078-1079 tarihinde yaptırılan Muhammed Camisi.

Daha sonra sokaklarda gezinirken minaresi restore edilen ve 1899 yılında yaptırılan Cuma Camisi karşıma çıktı.

Minyatür Kitap Müzesi

Dünya’nın ilk ve tek Minyatür Kitap Müzesi’nde 66 ülkeden kitaplar sergileniyor. Sadece 7,5 cm’den küçük olan kitapların minyatür kabul edildiği müze, Guinness Rekorlar Kitabına girmiş. Müze Azerbaycan’ın meşhur ressamlarından Tahir Salahov’un kız kardeşi Filolog Zarife Salahova’nın gittiği her ülkeden minyatür kitap toplamasıyla başlamış. Salahova, hem kendi imkanlarıyla hem de Azerbaycan Cumhurbaşkanlığı’nın desteği ile 25 yılda topladığı 6 binden fazla kitabı içeren koleksiyonunu en sonunda bir müzeye dönüştürmüş. Müzenin en küçük kitabı 0,75×0,75 milimetre ebadındaki “Dört Mevsim Çiçekleri” adındaki kitap. 22 sayfalık bu kitabı ancak özel mikroskopla okumak mümkün. Müzedeki bir diğer özel kitap ise minyatür Kuran-ı Kerim. Polonyalı bir Katolik olan Mihali Şorç isimli kitapsever, Suudi Arabistan’da 1672 yılında büyük şekilde basılan Kuran-ı Kerim’in orijinalinden 19. yüzyılda basit bir makine kullanarak minyatürlerini çıkarmış. Polonyalı Şorç bu Kuran-ı Kerimleri korumak için demirden bir muhafaza yapmış ve üzerine de bir büyüteç yerleştirmiş. Zarife Salahova, minyatür Kuran-ı Kerim’le ilgili , “Bu Kuran-ı Kerim’i de bana yaşlı bir kadın hediye etti. Kadın bu Kur’an-ı Kerimi bana verdiğinde, bu kitabın yüzyıldan fazla onların ailelerinde bulunduğunu, nesilden nesile geçtiğini söyledi’ diye açıklamış kuranın kaynağını.

Girişin ücretsiz olduğu bu müzede, hediyelik bölümünden minyatür kitap satın alınabiliyor. Müze’de Zarife Salahova ile tanışmak da mümkün.

Tarihi bölge günümüzde yerleşim alanı olarak da kullanılmakta, 1300 aile yaşıyormuş. Binaların çoğu otel, restoran kafeye dönüştürülmüş. Artık eski şehirde sokak aralarında serbest dolaşma zamanı gelmişti. 

İçerişehir’e ara bir yoldan giderken önünde değişik heykellerin bulunduğu bir hamam gördüm. Binanın önünde fotoğraf çekerken Türk olduğumu anlayan polisler halen kullanılan hamamın iç kısmına girmek için bana izin verdiler. Taze Bey Hamamı 1886 yılında inşa edilmiş. İçindeki ve dışındaki heykeller ve tablolarla hamamdan çok müzeyi ve sanat galerisini andırıyor. Burada, Atatürk’ün bir portresini görmek çok şaşırtıcı ve gurur verici oldu.

İçeri şeher Bakü’ye gelenlerin öncelikle ziyaret ettiği bölge.  Bu eski şehirde saraylar, camiler, müzeler, hamamlar, sanat galerini gezdikten sonra restoranlarında, kafelerinde oturulabilir. Bu tarihi dokuda en az yarım gün, hatta tüm gün geçirilebilir. 

Halı Müzesi

İçeri Şeher’den sahile  açılan kapıdan çıkarak Halı Müzesi’ne ulaşılabiliyor. 

Halı müzesi binası katlanmış halı şeklinde tasarlanmış. Azerbaycan halıları köklü bir geçmişe sahip, ve dünyanın ilk halı müzesi Bakü’de 1967 yılında açılmış. Yeni tasarımlı şimdiki yerine 2019 yılında taşınmış. Müze kolleksiyonunda halı ve kilim sanatının en güzel örneklerini görebilirsiniz. Bu müze kolleksiyonu UNESCO’nun somut olmayan kültürel miras listesinde yerini almış. 

Çok eski halıları ve kilimleri, yöresel kıyafetleri giriş katı dışındaki 2 kata çok güzel bir şekilde yerleştirmişlerdi. Halılar ve kilimler çok güzeldi ama beni etkileyen her kata yerleştirilen halı tezgahlarında canlı olarak halı dokunmasıydı. Rehberli gelen bir grup halı dokunuşunu izlerken rehber dokuyucudan daha yavaş hareketlerle ilmekleri atmasını istedi. O kadar hızlı hareketleri vardı ki takip etmek imkansızdı. Elleri artık makine gibi hareket ediyordu.

Hazar Denizi kıyısında çevre düzenlemeleri ile çok güzel bir park yapılmış. Burada uzun yürüyüşler yapabiliyorsunuz, çocuklar için oyun parkları,  kafeler, restoranlar ve alışveriş merkezleri var, müze var, opera binası var, yani varoğlu var. 

Haydar Aliyev Kültür Merkezi

Baku’nün ikonik yapısı  Haydar Aliyev Kültür Merkezi görülmesi gereken yerler arasında yer almaktadır. 1991 yılına kadar şehrin mimari yapısına 19. yy’da yapılan Sovyet yapıları damgasını vurmuştu. Azerbaycan 1991 yılında Sovyetler Birliği’nden ayrılıp, bağımsızlığını kazandıktan sonra şehrin mimari yapısını da değiştirip modern bir şehir kimliği kazandırmaya çalışmak için yatırımlar yaptı. Bu tür yatırımlar içinde en çok dikkati çeken çalışma Haydar Aliyev Kültür Merkezi sayılabilir. Sıra dışı, modern, futuristik bir mimari ile post modern bir yapı ortaya çıkmıştır. Modern mimari ve teknoloji birleştirilerek Hazar Denizi’nin dalga formu ve akışkan bir tasarım yaratılmış.

Gerek dış cephesi, gerek iç tasarımı ile derin anlam ve sembollere sahip bina kültürel etkinlikler ve sanatsal gösterimlerin merkezidir. Merkez ünlü mimar Zaha Hadid tarafından tasarlanmıştır. Bina 2013 yılında hizmete açılmıştır.

Üç ana bölüme ayrılan binanın ilk bölümünde Haydar Aliyev’in yaşamını anlatan bir müze de bulunmakta.  İkinci bölümünde sergi salonlarında kalıcı ve geçici sergiler bulunmaktadır. Üçüncü bölümde ise  konser salonları, sergi salonları tiyatro sahneleri, kütüphane ve toplantı salonlar yer almakta.

Bu özgün merkezin önünde I love you Baku yazısının önünde fotoğraflarımızı çektirerek, sanat, kültür yolculuğumuza başlıyoruz. 

Biz Aliyev Müzesi bölümüne girmeden kalıcı ve geçici sergiler bölümüne yöneldik. Bakü’nün  en önemli yapılarının minyatür  maketlerini, Türk dünyasının çok çeşitli çalgı aletlerini, resim gibi dokunmuş harika halılarını, kuklalarını ve geçici sergilerini dolaştık. Merkez hem tarihi, hem modern bir sanat yolculuğuna çıkartıyor ziyaretçileri. Gerek binanın iç tasarımı, gerek sergi salonlarının düzenlemeleri sarıp sarmalıyor gelenleri. Bir saatte hızlı gezip çıkarız diye düşündüğümüz merkezden ancak 2,5 saatte ayrılabildik. 

Merkezin giriş ücreti 15 Manat, ayrı bir bölümde sergilenen klasik arabaları görmek isteyen meraklılar 10 Manat ek bir ücret ödüyorlar.

Bakü Çevre Gezisi

Bakü merkezinde turistik yerlerin çoğu  iki veya üç günde gezilebilir.  Bakü şehir merkezi dışındaki yerler için günlük turlar düzenlenmekte. Bu turlar içerisinde bizim aldığımız turla milattan öncesine uzanan tarihi Gobustan’da ilk uygarlıkların izlerinin yanında çok değişik bölgeleri dolaştık. Bakü gezisine çıkanların bu bir günlük turu almalarını öneriyorum. Birçok tur şirketinden alınabildiği gibi, özellikle içeri şehirde gezerken genç çocuklar çevrenizde bu turu tanıtmak için dolaşıyorlar. Biz ilk gün İçeri Şehri gezmeyi ikinci gün de bu turu almayı planladığımız için ilk günden turumuzu aldık. Tur fiyatı iki şekilde 100 manat civarındaki turda öğle yemeği ve gezilecek yerlerin giriş ücretleri dahil. Yemek ve giriş ücretlerini kapsamayan tur ise 55 Manat. Biz her şeyi kapsayan turu almayı tercih ettik.  

Turumuza ülkenin can damarı petrol kuyularının en eskisi, ilk açılan tarihi petrol kuyuları ile başlıyoruz. 1846 yılında açılan petrol kuyusu halen petrol çıkartmaya devam ediyor. Günümüzde kullanılan petrol kuyuları da yol boyunca bize eşlik etti. 

İkinci gezi noktamız olan Gobustan’ın girişinde bölgede çıkarılan bazı eserlerin sergilendiği ve Gobustan bölgesinin tanıtımının yapıldığı Gobustan Rock Art Cultural Landscape Müzesi’ni gezdik. Müzede sergilenen buluntular çok ilginçti.

Bakü’ye 64 km uzaklıktaki Gobustan’da antik mağaralar, kalıntılar, çamur volkanları ve grizu kayası oluşumları bulunuyor. Gobustan’ın adı kobu (çamur volkanlarının oluşturduğu kuru dereler) kelimesinden gelmekte. Gobustan ilgili literatürde “kobular ve oyuklar memleketi” olarak açıklanıyor. Bölgedeki dağlar Büyüktaş, Küçüktaş, Jıngırdağ ve Yazılı Tepe 1966 yılında devletin koruması altına alınmış. Çok eski kaya oymalarının ve resimlerinin çokluğu ve kalitesi nedeniyle bu bölge “olağanüstü evrensel değer” olarak kabul edilerek UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınmış. Gobustan’da burada yaşayan ilk insanların kültürünü yansıtan 35.000 yıl öncesine dayanan 6 binden fazla eski resim bulunmuş. Bunlar yarı çöl sayılabilecek bir alanda üç kayalık platoda bulunmakta. Ayrıca eski yerleşim birimlerinde 20 mağara, 40 kurgan tipi mezar ve 100 binden fazla kültür eşyası tespit edilmiş. En eski resimlerin Mezozoik zamana ait olduğu düşünülmekteymiş.

Müzeden daha ilginç ve etkileyici olanı açık alanda, kayalıklardaki resimlerdi. Bu resimler gerçekten inanılmaz! Mutlaka gidip görmelisiniz. Çok zaman geçtiği için izler belli belirsiz olduğundan arkeologlar zarar vermeden resimleri biraz belirgin hale getirmişler. Gobustan’daki bu kaya oymaları ve resimleri tarih öncesi dönemlerdeki avcılık, yaşam, hayvanlar ve bitki örtüsü hakkında önemli bilgiler veriyor. 

Kayalara genellikle kadın ve erkek ile keçi, öküz, maral, ceylan ve arslan gibi hayvanlar resimler çizilmiş. Kayalar üzerine kazınmış içlerinde insan olan kayıklar, 2 tekerleği olan arabalar, yılan, balık, kertenkele resimleri av, savaş, tarım, ibadet ve oyun oynama sahnelerini yansıtıyormuş. Resimler işleme tekniği, ölçü ve kompozisyon farklılıkları itibarıyla yapıldıkları yıllara göre değişiklik gösteriyormuş. Mesela daha eski resimlerde siluet tarzında ve büyük ölçekte resimlere rastlanırken daha sonraları resimler daha belirginleşip ölçeği küçülmüş.

Kayalıkların arasında yürürken bir kıpırtı oldu ve rehberimiz bir yılanın geçtiğini söyledi. Bölgede kurt, vahşi fare, kaplumbağa gibi hayvanlara rastlanabiliyormuş. Bölge denize çok yakın ve ufukta deniz görülebiliyor. Kazılarda elde edilen bulgulara göre bir zamanlar deniz suyu kayalıkların çok yakınına kadar geliyormuş. 

40 bin yıllık tarihi olan bir yeri gezmek, yürüdüğüm bu topraklarda ilk insanların yaşadığını bilmek tuhaf bir duygu veriyor.

Çamur Volkanları

Küçük tepeciklerden volkan çıkar gibi gazla birlikte çamur yükleliyor. Hiç beklemediğiniz bir anda gazla birlikte çamur yükseliyor ve çok hoş bir görüntüsü oluyordu. Kısa bir mesafe yürüyerek yakındaki çok büyük olan krater havuzuna doğru yürüdük. Rehber buranın çok derin ve tehlikeli olduğunu söyledi.

Ateşgah

“Ateşgah” sözcüğü ateş mabedi anlamına geliyor. Bakü’ye 30 km mesafede bulunan Ateşgah, dünyadaki 3 Mecusi Tapınağından biri olup Azerbaycan’daki en ilginç tarihi yapılardan. 

İslam öncesi dönemde İpek Yolu üzerinde olan bu bölgede ateş görülmesi nedeniyle ateşperest Hintliler tarafından yapılmış eski bir tapınak olduğu söylenmekte.

Hücreler ve mabed 12-19. yüzyıllar boyunca çeşitli dönemlerde inşa edilmiş. Merkezi secdegahı ise 1810 yılında tacir Kançanagaran tarafından yaptırılmış. Bazı bölümler, Bakü’de yaşayan Kuzey Hindistan’dan gelen sikhler kastına mensup olan Hint topluluğu tarafından yapılmış. Kervansaraya benzeyen yapı, kapalı beş köşe biçiminde olan ve bir zamanlar ziyaretçilere hizmet için kullanılan 24 hücreden ve bir odadan ibaret.

Tam orta yerinde hiç sönmeyen, doğalgaz ateşiyle yanan büyük bir ateş var. İran’da Yezd şehrinde gördüğüm Ateşgah’daki ateş özel odunlarla sürekli beslenen ve görevlinin özel bir şekilde giyinerek yaklaşabildiği bir ateşti. Zerdüştlere göre ateş temiz ve tanrısal sayılıyor ve insan elinin ve hatta nefesinin kirli olduğu için ateşi kirleteceğine inanılıyor. Bu nedenle ateşe odun atan görevli boydan boya beyaz bir giysi giyiyor, ellerine eldiven, başına bone ve yüzüne de burnunu kapatacak şekilde maske takıyor. Burada bu işleme de gerek kalmamış ve doğal bir ateş yüzlerce yıldır yanıp durmakta.

Ateşgah ana kapıdan geçince önce hücreleri gezdik kullanılma amacını yansıtan canlandırmalar yapılmış, hücreler çilehaneye benzeyen ibadet yerleri.

Yanardağ

Ateşgahtan sonra Yanardağ’a gittik. Bakü’nün neredeyse bütün yeraltı tabakası doğal gaz ve petrol yatağı durumunda. Burada kayalıkların arasından sızan gaz devamlı yanmakta. Bizim Olympos’da yanan ateşe benziyor.

Son durağımız Haydar Aliyev Camisi idi. Tek kelimeyle bu Cami bir “harika”.

Eski Devlet başkanı adına 1994-2013 yılları arasında inşa edilen ve 20 yılda tamamlanan Cami 2014 yılında hizmete açılmış. Şirvan-Abşeron mimari tarzıyla ve özel taşlarla inşa edilen Cami 95 metre yüksekliğe sahip. 4 Minareli Cami dünyanın 10. ve Kafkasların en büyük camisiymiş. 

Her yer bembeyaz olduğu ve tavanlar da çok yüksek olduğundan bir sonsuzluk ve huzur hissiyatı veriyor. Buraya protokol heyetleri getiriliyormuş.

Bu arada Baku sokaklarında gezerken fotoğrafladığım bazı yerlere bakalım.

Niyazi Caddesinde bulunan Ulusal Güzel Sanatlar Müzesini Azerbaycan’ın en büyük sanat müzesi. Müze 1936 yılında kurulmuş ve 1943 yılında ünlü Azeri tiyatro set tasarımcısı ve tiyatro sanatçısı Rüstem Mustafayev’in adını almış. Müzenin içindeki nadide eserlerin dışında binası da tarihi. Neoklasik tarzda 1885’de inşa edilmiş.

Haydar Aliyev Sarayı

1926 yılında yaptırılan Demiryolu Gar binası.

Üzeyir Hacıbeyli Müzik Akademisi

Azerbaycan Devlet Tiyatrosu

Devlet Filarmoni Binası

Gençlik durağında sağıma soluma bakıp çevreyi tanımaya çalışırken gözlerime inanamadım. Bakü’nün en gözde ve canlı bölgesinde karşıma “Atatürk Parkı” çıkmıştı.

Bakü’nün en canlı ve hareketli meydanı Fevvareler Meydanı. Lüks mağazaların, restoranların ve kafelerin bulunduğu bölge. Gündüz hareketli olmakla birlikte özellikle hafta sonları çok canlı.

Yeme-İçme

Bakü gezi rehberi zengin Azerbaycan mutfağından söz etmeden eksik kalır. Asya, Avrupa ve Orta Doğu’nun birleşim yerinde konumlanan Azerbaycan mutfağında bu bölgelerden etkilenmiş ancak özgün bir mutfak yaratılmış. Ağırlıklı, et ve hamur işlerinden oluşan geleneksel tarzda pişirilen yemekler bizim damak zevkimize tam anlamı ile hitap ediyor. 

Yemeklerin en ünlülerinden Şah Pilavı, adı gibi geleneksel yemeklerin şahı. Dovga çorbası mutlaka tadılmalı, bizim yoğurt çorbası benzeri sütle yapılan çorba. Dushbara daha iri mantı benzeri içi et ile doldurulmuş hamur işi. Dolma, yaprak ve lahana sarması benzer. Çeşit çeşit kebaplar, saç kebaplar, şiş kebaplar, tavuk çeşitleri de tadılmalı. Tavukları bizim market tavuklarının çok ötesinde bir lezzete sahip. Yemekler hem zengin içerikli, uygun baharatlar ile tatlandırılmış, diğer yandan midenizi şişirmeyen hafif yiyecekler. Azerbaycan baklavası parmak yalatan cinsten. 

Azerbaycan mutfağının ününü bildiğimiz için biz de özellikle isim yapmış restoranlarında tatmak istedik. Öncelikle en ünlü restoranlar arasında Şirvanşah Müze Restorandan söz edeceğim. Tarihi bir hamam üç katlı restorana dönüştürülmüş. Her köşede yer alan antika eşyalar, objeler ile bir etnografya müzesinde yemekte gibisiniz.  Canlı müzik ve dans gösterilerinin olduğu restoranda mutlaka önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyor.  Şah pilavımızı bu restoranda yerel Azerbaycan şarabı ile yedik.

Şah pilavı içi et, badem, kayısı ve erik kurusu ile zenginleştirilmiş pirinç bir hamura sarılarak en az bir buçuk saat pişiriliyor. 

Bir diğer restoran Şaki Qala Restoran geniş bir mekan, lezzetli çeşitler, canlı müzik ve güzel bir servis ile karşılandık restoranda. 

Bize önerilen diğer bir restoran Çanaqqala Restoran idi. Türk turistlerin de favorisi imiş. Restorana gitmek için bindiğimiz taksi bu restorana çok Türk turist getiriyorum dedi. Hem kapalı hem de geniş açık havada oturacak yerleri olan restoranın yemeklerini tadamadık. Kapalı alanda iki ayrı organizasyon olduğundan biz oturmak istemedik, bu nedenle yemekleri konusunda yorum yapamıyorum.

Bakü’de gece hayatı da renkli. Restoranların bir kısmında canlı müzik dinlendiği gibi, gece kulüpleri de yaygın. Restoranları, kafeleri, pubları ve kulüpleri ile en hareketli yeri Fevvareler (Fıskıyeler) Meydanı. Birçok ana cadde bu meydana çıkıyor. Gündüz de gece de çok hareketli. Biz de son gecemizde bu meydanda Kafe Araz’ı seçtik. Yine canlı müzik eşliğinde lezzetli et yemeklerini denedik. Özellikle saç kavurmasını çok beğendik. Yemeğin yanında yerel meyvelerinden yaptıkları komposto şeklinde meyve sularını sürahi ile sofraya getiriyorlar.

Dört gün içinde denediğimiz restoranların hepsini önerebilirim. Fiyatları da Türkiye’de orta kalitede bir restoranda ödeyeceğiniz fiyatlara yakın olduğunu söyleyebilirim. Bu zengin çeşitler ve lezzetler tadılmayı hak ediyor diyebilirim.

Azerbaycan halkı için çay servisi de özel bir öneme sahip. Çay masaya porselen çaydandık içinde servis ediliyor. Çayın yanında reçel, kurabiyeler de ikram ediliyor. İnce belli bardak da her kafede bulabilirsiniz, ayrıca belirtebilirsiniz bardağınız ince belli cam bardak olmasını. Türk kahvesini de her kafede lokum eşliğinde içebilirsiniz.

Bakü’de gezemediğim yerler kaldı ama bir şehri üç-dört gün içinde tamamen gezebilmek zaten mümkün değil.

Yazdıklarımın dışında Bakü’de görülebilecek diğer yerleri sıralarsak: Taza Pir Cami, Nizami Azerbaycan Edebiyat Müzesi, Hayvanat Bahçesi, Rus Kilisesi, Nariman Narimanov Evi Müzesi, El Yazmaları Müzesi, Tagiyev Tarih Müzesi, Aleksander Nevski Rus Ortodoks Katedrali, Bibi Heybet Cami, Mirzabekov Apartmanı, Antika Eşya Müzesi, Modern Sanat Müzesi, Etnoğrafya Müzesi, Ermeni Kilisesi.

Son Söz

Bakü ülkemize mesafe ve kültürel yakınlığının yanı sıra hem doğu hem Avrupai havada değişik bir şehir.  Gezilecek, görülecek çok yer var. Tarihi ve doğal güzelliğinin yanı sıra sokaklarında huzurla ve sakin doşaşabileceğiniz, ayrıca vizesiz gidilen bir şehir. Son yıllarda turistlerin de ilgisini çeken bir yer. Gidilip, görülecek bir şehir. 

Urla Enginar Festivali: Enginarın Kalbi Urla’da Atıyor

Urla tarihi değerleri, doğal güzellikleri, iklimi, bereketli toprakları, kültürü ile hem yerleşmek hem de tatil için  huzurlu ve renkli bir ilçe. Bereketli topraklarında yetiştirilen ürünlerle agro turizm ve gastronomi alanında da adını duyuran Urla’nın en önemli sebzelerinden biri enginar. Ege ve Akdeniz kıyılarında yetişen enginarın en çok üretildiği şehir İzmir ve en fazla miktarı da Urla yarımadasında yetişmektedir. Urla Yarımadası sakız enginarları da ‘Urla Sakız Enginarı’ olarak tescillenmiştir. Sağlık için çok yararlı olan enginarın yarımadada üretiminin yanında enginar festivali ile ürünlerini ve lezzetlerini tanıtıp, ilçenin ürünün yarattığı değerden pay alması da sağlanıyor. 

Değişik bir bitki enginar. Çiçek açtığı zaman mor renkli bir taç şeklinde görünüyor. Çiçeklenmesi geçip, olgunlaştığı zaman enginarın kalbi yeşil yapraklarının arasında gizleniyor ve kalbin üzeri dikenli tüylerle kaplanıyor, sanki kalbi korumaya alınmış gibi.

Enginarın bu özelliği mitolojik bir öyküde de yerini bulmuş. Tanrı Zeus Kinaros Adası’na gittiğinde güzeller güzeli Cynara’yı görür ve görür görmez de vurulur. Cynara’yı yanında Olimpus Dağı’na götürür ve tanrıça yapar. Bir süre sonra ailesini özleyen Cynara gizlice ailesini görmeye gider. Bunu duyan Zeus, bir tanrıçaya böyle bir davranış yakışmaz diyerek sinirlenir. Klasik Zeus davranışı olarak ceza verir genç kıza. Onu dışı sert, içinde yumuşak bir kalbi olan ancak kalbi dikenli tüylerle kaplı enginar bitkisine çevirir. Potasyum açısından zengin, karaciğer sağlığı için yararlı bitki. Enginarın M.Ö 4.yy’da İtalya’da ve Sicilya’da yetiştirilmeye başlandığı, sonraki yıllarda Avrupa’da aristokratların tükettiği değerli bir sebze olduğu söyleniyor.

Her yıl enginar mevsiminde düzenlenen ve çoşku ile kutlanan  festivalde katılımcılar  enginarın kalbi Urla’da enginarın değişik, lezzetli sunumları ile tanışıyorlar.

Bu yıl 2024 yılı mayıs ayının ilk haftasında festival onuncu kez gerçekleştirildi. Çok canlı, hareketli, bol etkinlikli, çok sayıda ziyaretçinin katıldığı dolu dolu başarılı bir organizasyon oldu. 

Festival etkinlikleri belirli meydanlarda toplanmış. Urla merkezinde yer alan Atatürk Meydanı’nda tezgahlar düzenlenmiş.   Meydanın girişinde  rengarenk bahar çiçekleri karşılıyor.

Bir bölüm taze enginar üreticilerine ayrılmış. Öncelikle taze enginarlar, tarladan toplandığı gibi satışa sunulurken, ayıklanmış, temizlenmiş, vakumlanmış çeşit çeşit sunuluyor ziyaretçiler için. İsterseniz yeşil enginarlarını alıp  kendiniz temizleyebilirsiniz. Ancak enginar temizlemek ayrı bir uzmanlık alanı. İçindeki tüylerin özenle ve çanağına zarar vermeden alınması gerekiyor. İsterseniz tamamen yapraklarından ayıklanmış çanağını alabilirsiniz, yeşil yapraklı olarak almak isterseniz da dış yapraklarının bir bölümü ve tüyleri temizlenmiş olarak alıp,  yapraklı zeytinyağlısını veya dolmasını pişirebilirsiniz. Temizlenmiş, hatta şişelenmiş enginarlar da sizi bekliyor. 

Taze enginarlara gözümüz doyduktan sonra Urlalı kadınların elleri ile yaptıkları özel enginar yemekleri, pastaları, salataları, tatlıları bölümüne geçiyoruz. 

Diğer tezgahları da tek tek inceledik. İzmirli olarak zeytinyağlı baklalı enginar ve enginar dolması alıştığımız tatlardı.  Ama tezgahtaki ürünlerde çok değişik tarifler kullanılmış belli. Enginar düşkünü olarak bu kadar   farklı lezzetlerden mümkün olduğunca çok çeşit tatmaya çabaladık merak etmeyin.

Festivalde çok zengin bir etkinlik programı hazırlanmış. Atatürk Meydanı’nda hazırlanan bir alanda üç gün boyunca söyleşiler, workshoplar düzenleniyor. Etkinlikte Urla tarihi, enginar tarımı, çeşitleri, gastronomi tartışılırken,  yeni nesil şefler enginarlı değişik yemekler hazırlayarak hünerlerini sergiliyorlar. (Boşnak,  Arnavut, Yörük, Tatar, Roman, Bulgar…) festival kapsamında yer alıyor.

Meydanın diğer bir köşesinde üretici kadınlar el emeklerini sergiliyorlar.

Atatürk Meydanı’ndan diğer bir etkinlik alanı Malgaca Pazarı’na doğru ilerlemeye başlıyoruz. Önce pazarın Cumhuriyet Meydanı’na bakan girişinde, Belediyenin Kafesinin hemen önünde elinde enginar ile bize bakan Anaksagoras Heykelinin önünde duruyoruz. Urlalı Anaksagoras atamız ile fotoğraflarımızı çektiriyoruz. 

Urlalı Anaksagoras M.Ö 500 yılında Urla’da doğmuş bir doğa bilimleri öncüsü filozof. Anaksagoras bilim ile hurafelerin çatışmasını gösteren bir simge isim. Meteorları inceleyen alim, yıldızların taştan ve topraktan olduğunu ileri sürer. O dönemde eski Yunanlılar için yıldızlar kutsal bir tanrı katı, taştan, topraktan yapıldığı iddia edilemez. Anaksagoras yerleşik inanca karşı geldiği için mahkemeye çıkartılır ve ceza olarak Lapseki’ye sürgün edilir ve M.Ö 428 yılında burada ölür. Bugün ayın yüzeyinde bir kratere onun ismi verilmiş. 2524 yıl önce doğan bilim adamının heykeli Heykeltraş Tülay Çelikel tarafından yapılır ve Urla Gönüllülerinin ve Yerel Yönetimin desteği ile Urla merkeze yerleştirilir heykel. Heykelin ilk yapıldığında elinde ayı temsil eden küre bulunmakta idi ne yazık ki çalınır. Urla Enginar Festivali’nde her yıl Anaksagoras da elinde enginar ile karşılıyor ziyaretçilerini.

Malgaca Pazarı Meydanı’nda yer alan kafelerde kahvenizi içip veya yerel sevimli restoranlarda enginarlı menüleri tadabilirsiniz.

Biz enginarlarımızı Urla’nın eski ve ünlü restoranlarından birinde tatmak istedik. Malkaca Pazarı’nın hemen altında Beğendik Abi restoranın tüm masaları dolu idi. Biraz beklemeyi göze alarak ilk boşalan masaya yerleştik. Değişik tariflerle yapılmış zeytinyağlı enginarları ve enginar tatlısını yedik. Gerçekten  her tabak ayrı bir lezzet idi.

Yemek sonrası kahvelerimizi yine Urla’nın iyi tanınan kahvesi, Bizbize Aile Çay Evi Gazozcusu’nda içtik. Kahvelerin lezzeti ve güzel sunumunun dışında her türlü gazozların sergilendiği raflar ve kahvenin dekorasyonu da orijinal.

Akşam üzeri Sanat Sokağı’na girdik. Sanat Sokağı’nın asıl adı Zafer Sokağı. Sokakta iki üç katlı tarihi Urla evlerinde çok sayıda sanat atölyeleri, tasarım ürünler, antikalar satan dükkanlar, kafeler yer alıyor. 

Sevimli kafelerde molalar vererek dolaşmaya devam edebilirsiniz. Yine sokakta  yürürken müzisyenlerin hoş melodileri size  eşlik ediyor.

Sokağı boydan boya keyifle yürüdükten sonra meydana geri dönerken kulağımıza gelen müzik sesine doğru yöneldik. Bu kez bizi Belediyenin Orkestrası karşıladı. Bu müzik grubundan keyifli bir konser dinledik. 

Daha gece bitmedi. Sanat Sokağı’ndan ağır ağır Atatürk Meydanı’na giderken sokaklar, kafeler, restoranlar ışıklar içinde başka güzel, canlı görünüyor.

Hava karardıktan sonra bizi başka bir ünlü grubun konseri bekliyordu Atatürk Meydanı’nda. Bu yıl festivalin ikinci gecesinde Yeni Türkü müzik grubu konser verdi. On yıl önce ilk Urla Enginar Festivali’nde konser vermiş Yeni Türkü. Onuncu yılında aynı grubun çalması iki yönlü vefa örneği olsa gerek. Konser sırasında meydan ağzına kadar dolu idi. Meydana sığmayan izleyiciler caddenin karşısında, yollarda, kaldırımlarda, pencerelerde eşlik ettiler grubun şarkılarına.

Bu yazıda İzmir’i ve Urla’yı tanıyan bir kişi olmama rağmen, Festivali sadece gezgin gözü ile yazmaya çalıştım.  Urla Belediyesi’nin bu organizasyonda ne büyük bir sorumluluk aldığını ve başarı ile altından kalktığını görüyorum.  Urla Belediyesi’ne organizasyonu ve emekleri için özel olarak teşekkür etmeliyiz diye düşünüyorum.

Urla Enginar Festivali’ 10. yılında, güzel bir bahar gününde, aydınlık yüzlü kadın, erkek, genç, çocuk birlikte üretip, yaratıp, sunup, paylaşıyor. Sokaklar, meydanlar çok güzel düzenlenmiş. Değişik illerden, ilçelerden, yakın çevreden çok sayıda ziyaretçi de katılarak  bu Festivale renk kattılar.

Urla, Türkiye’nin  yaşanacak en gözde ilçeleri arasında yer aldığından son yıllarda çok göç almaya başladı. Bu göçte güzel, huzurlu, dingin, sanat ve estetik değerlerin hakim olduğu bir ilçeye yerleşmek ve yaşamak çoğunluğun temel motivasyonu gibi görünüyor. Yerel dokusunu koruyarak, farklı bölgelerden kişilerle birlikte kültürlü, hoşgörülü, uyumlu, sanatla iç içe, rengarenk  bir Urla beklentisi ile.

Phuket Gezi Rehberi: Çok Renkli Ada

Phuket, Güneydoğu Asya ülkesi Tayland’ın en büyük ve en popüler adası. Hint Okyanusu, Andaman Denizi’ndeki ada anakaraya bir köprü ile bağlanmakta. Phuket Adası son yıllarda dünyanın her yerinden, her yaştan ve her gelir grubundan çok sayıda turist çekmektedir. Ada sadece güneş, deniz tatilinin ötesinde her yaşa, her zevke çok şey sunan bir tatil beldesi.

Phuket Adası’nda 18.yy’da kalay endüstrisi, 20.yy’da kauçuk üretimi ile gelir elde edilmektedir. Adada asıl yerleşim yeri de denizden uzak Phuket Town’dır. 1970’li yıllarda dünyada kalay ve kauçuk fiyatları düşünce, ada ekonomisi zora girer. Bu döneme kadar dünya üzerinde turizmde  adı geçmeyen Phuket, iyi bir planlama, yatırım ve tanıtım ile son yıllarda dünyanın en gözde turistik adaları arasında yerini alır.

Hollywood filmlerinde bu cennet adaların film stüdyosu olarak  kullanılması da Phuket’in dünya çapında tanınmasında önemli rol oynadı. Uzaklığına rağmen Türk turistlerin de yoğun ilgisini çeken Phuket’e niçin gitmeliyiz sorusunun cevaplarını sıralayabiliriz.

Niçin Phuket:
  • Adanın batı kıyısı bembeyaz kumsalları, masmavi denizi ile boydan boya plajlar ile donatılmış.
  • Bu plajlar her türlü  tatil tercihlerine hitap ediyor; Deniz, güneş tatili yanı sıra hareketli ve bol eğlenceli gece hayatı arayanlar, deniz sporları, su altı dalış yapmak isteyenler, ailecek daha sakin tatil arayanlar, tercihlerinize göre farklı plajlar bekliyor sizleri.
  • Bizler için önemli bir nokta Türklerden vize istemiyor. Turist olarak bir ay kalınabiliyor.
  • Yöre halkını, dinini, tarihini, coğrafyasını merak edenler için klasik batı ülkelerinin dışındaki bu farklı coğrafya yeni ufuklar açacak gezginlere.
  • Değişik mutfak lezzetlerini tatmak isteyenler, Uzakdoğu’nun en zengin Thai mutfağı ile tanışacaklar ve eminim sevecekler bu lezzetleri. Üstelik bu lezzetleri her fiyattan tadabilirsiniz. Uzakdoğu’da birçok ülkede olduğu gibi gece pazarları çok değişik sokak lezzetlerini sunuyor.
  • Halkı çok sakin, güleryüzlü, saygılı ve ülke son derece güvenli. Her yerde ingilizce konuşuluyor, iletişim sorunu yaşanmıyor.
  • Phuket’e ilk kez gitmeme rağmen başkent Bangkok’a ilk gidişim 2014 yılında idi ve Tayland’ı çok ucuz bulmuştum. Geçen on yılda ülkede Tayland Bahtı cinsinden fiyatlar pek artmamış ancak Türk lirasının değeri çok düştüğü için fiyatlar Türkiye fiyatlarına yaklaşmış. Yine de en azından restoranlar, kafeler, otellerde fiyatlar çok farklı olmadığı için turist olarak kazıklanmış duygusu yaşamıyorsunuz.
  • Hem konaklama fiyatları hem de yeme içme fiyatları uygun rakamlarda. Hele Thai mutfağına ve sokak lezzetlerine alışırsanız  birçok batı ülkesine göre çok daha ekonomik tatil yapabilirsiniz.
  • Yerel, otantik objelerden, elektronik ürünlere kadar geniş yelpazede alışveriş keyfi yapabilirsiniz.
  • Ayrıca kuzey yarımkürede kış mevsimi yaşanırken deniz tatili yapabilme şansına sahip olabiliyorsunuz.
Phuket’e Hangi Mevsimde Gidilir?

Sıcaklığın tüm yıl 30-32 derece civarında olduğu Phuket’de kış mevsimi yaşanmıyor; bir yılda yağışlı ve yağışsız iki mevsim bulunuyor. Uzakdoğu’nun muson rüzgarları nedeniyle yaz ayları yoğun yağışlı bir dönem. Aslında Phuket için yılı serin, sıcak ve yağışlı olarak üç sezona ayırmak gerekiyor. Kasım ayından şubat ayı sonuna kadar, serin dönem turizm açısından en çok tercih edilen sezon.  Bu dönemde hava açık, sıcak ve nem oranı aşırı yüksek değil. Mart ve nisan ayları deniz tatili için sıcak ancak nem oranı yüksek olduğu için bunaltıcı olabiliyor. Mayıs- ekim arasında muson yağışlarının yanı sıra plajların olduğu batı kıyıları rüzgarlı ve denizi akıntılı ve dalgalı olmakta. Phuket’te gönlünüzce tatil yapmak isterseniz ekim-nisan arası en uygun dönem. Yüksek sezonda fiyatlar doğal olarak daha yüksek olacaktır.

Phuket Ulaşım

Phuket’e İstanbul’dan THY ile 10 saat süren bir yolculuk ile direk uçulabilmekte. Tayland’da sadece Phuket’te tatil yapacaklar direk uçuşu tercih edebilirler. Biz bu kış bir aylık Tayland gezimizde  son dinlenme yeri olarak Phuket’i planladık. İstanbul’dan Thai Havayolları ile direk Bangkok’a uçtuk.  Bangkok, Chang Mai ve Pattaya ve Laos’tan sonra Bangkok’tan Phuket’e uçtuk. Dönüşümüzde Phuket’ten Etihad Havayolları ile Abu Dhabi aktarmalı İstanbul’a ulaştık. THY’na alternatif olarak Etihad, Katar, Thai Havayolları gibi kaliteli hizmet sunan havayolları ile aktarmalı olarak Phuket’ten İstanbul’a uçabilirsiniz. Biz her zaman olduğu gibi uygun fiyatlı olması için uçak biletlerimiz seyahat tarihinden beş ay önce aldık, Bangkok gidiş, Phuket dönüş biletimizi, 600 dolar ödedik.

Phuket’e Bangkok’tan uçtuk. Bangkok’tan Phuket’e otobüs ile de gidilebilir. Ancak Phuket Old Town’a otobüs yolculuğu 12 saat sürüyor. Bangkok’tan Thai Havayolları ile uygun fiyata uçulabiliyor. Biz Bangkok-Phuket uçuşlarımızı da erken aldığımız için tek yön 50 dolar civarında ödeme yaptık.

Phuket Adası’nda havaalanından ulaşıma gelince, hangi bölgede kaldığınız önemli. Havaalanından Old Town ve plajlara akşam belli saate kadar otobüs kalkmakta. Gitmeden otobüs saatlerine bakmak gerekir. Otobüs ücreti 100 Baht. Ancak sabah erken saat ve akşam geç saatte tek seçenek taksi kalıyor. Havaalanı çıkışında taksiler olmasına rağmen Tayland’da UBER’e alternatif olarak kullanılan GRAB ile taksi çağırabilirsiniz. Biz tüm Tayland gezimizde GRAB uygulamasını kullandık. Havaalanı-Patong Beach taksi 800 Baht, havaalanı-Old Town taksi ücretinin 700 Baht civarında olduğunu söyleyebiliriz.

Konaklama

Phuket’te konaklama seçeneklerinin de çok olduğunu, her fiyattan kalacak yer bulunabileceğini söyleyebiliriz. Lüks otellerden, bungalovlara kadar geniş bir yelpazede seçimimiz şüphesiz bütçemize göre olacak. Tabi otelin önceden ayırtılması daha uygun fiyatı yakalama şansımızı arttırıyor. Ayrıca yüksek sezonda son dakika rezervasyonlarında yer bulmak da sorun olabiliyor. Biz ilk ayırttığımız oteli plaja uzak ve havadar olmadığı için değiştirmek istedik. Tekrar ararken fiyatların çok arttığını fark ettik. Çok daha yüksek fiyata sahilde daha kaliteli bir otelde son odayı ayırtabildik. Ancak bu bölgenin sorunu da Bangla Road’ın yanında olduğundan gece saat 4’e kadar çok yüksek sesli müzik yayının odamızda dinleniyor olması idi. Üçüncü otelimiz daha orta karar idi, daha sakin ve sahile de yürüme mesafesinde idi. Özet olarak booking.com ve Uzak Doğu’da daha yaygın kullanılan Agoda’dan istediğiniz oteli seçebilirsiniz. Mümkün olduğunca erken ayırtmanın avantajını da değerlendirmek gerek.

Gezelim Görelim

Biz bir aylık Tayland ve Laos gezimizde Phuket’e 15 gün ayırdık. Bu 15 günlük sürede de Phuket Adası’nın yanı sıra Krabi Adası ve Phi Phi Adası’nda kaldık.

Phuket büyük bir ada olduğundan öncelikle konaklanacak yerin iyi planlanması gerekiyor. Biz bu kararı vermek için ciddi bir çalışma yaptık. Deneyimlerimizi paylaşmak istersek;

Öncelikle Phuket haritasını inceledik.

Havaalanı adanın kuzeyinde, şehir merkezi Phuket Town ise adanın güneydoğusunda ve denize kıyısı bulunmuyor. Adanın deniz tatili yapılacak plajları batı kıyısında.

Phuket tatilinde konaklama yeri ve gezilecek yerleri belirlemek için öncelikle bölgeleri tanımak iyi olacaktır. 

Phuket Old Town

Phuket Adası’nda ilk akla Phuket şehir merkezinde konaklamak gelebilir.  Phuket Old Town deniz kıyısında olmadığı gibi uzun süre kalınacak ve çevreye kolaylıkla ulaşılacak bir  konuma da sahip değil. Phuket Adası’nda şüphesiz deniz tatili öncelikler arasında olacaktır. 

Old Town zamanında buraya yerleşmiş Portekiz ve Çinlilerin mimarisinin hakim olduğu renkli, iki katlı evlerin bulunduğu düzenli bir şehir. Tarihi bölge küçük, sevimli ve canlı. Yarım günde tüm sokakları yürüyerek dolaşılabiliyor. Tarihi evler bugün restoranlar, kafeler ve dükkanlara dönüştürülmüş. Sokak aralarında dolaşırken Thai veya Çin tapınakları da çıkıyor karşımıza. Yine küçük müzeleri de ziyaret edebilirsiniz. Sokaklardaki renkli grafitiler de renk veriyor şehre.

Şehri yarım günde gezilebilse de şehrin gecesi de çok renkli. Şehirde birbirine paralel beş altı cadde var.  Thalang Caddesi en hareketli ve popüler olanı, bu caddeden gezmeye başlayıp zamanımızın çoğunu burada geçirdik. Thalang Caddesi’nde pazar akşamları kurulan gece pazarı da başka bir canlılık veriyormuş bölgeye. Biz iki gece kaldık tarihi Phuket şehrinde ancak bu pazarı yakalayamadık. Bu caddenin en ünlü tarihi yeri mekanı  China  in Cafe. Biz orada iken kapalı olduğundan bu tarihi yerde kahve içme şansını yakalayamadık. Alternatif olarak Cat Cafe’de renkli kedi objeleri ve kediler arasında içtik kahvemizi.

Thalang Caddesi’ne açılan kısa dar sokak Soi Romanee ise şehrin Red Light bölgesi. Oasis Caddesi de Thalang Caddesi’ne açılan daha çok kıyafetler, aksesuarlar, hediyelik eşyalar alabileceğiniz renkli cadde.

Tarihi Phuket sokaklarını gündüz ve gece doya doya dolaştık. Gerçekten lezzetli yemeklerin olduğu temiz restoranlarında yemek yedik, kafelerinde kahveler ve taze meyve sularını içtik. Kıyafet satan dükkanlarında fiyatlar diğer bölgelere göre biraz yüksek görünse de tasarımları ve kalitelerini daha iyi bulduk.

Şehirde tarihi dokuyu daha iyi hissetmek için Phuket Thai Hua müzesini gezdik. Ticaret yapmak üzere ve maden işçisi olarak adaya yerleşen Çinlilerin şehirde yaşadıkları dönemi ve geleneklerini anlatan küçük bir müze idi. Giriş ücreti 200 Baht, daha çok afişlerle, yazılarla, fotoğraflarla öyküler anlatılmış. 

Özet olarak Phuket Old Town Patong Plajı’na göre daha sakin, daha temiz, daha estetik, renkli binalarla bezenmiş bir şehir. Günübirlik veya bir gece kalarak gezilebilir.

Phuket Adası Plajları

Adanın en renkli bölümünün tüm batı kıyısı olduğu açık, bembeyaz kumsalları ile birbirinden farklı özelliklerde 41 plaj, çok sayıda konaklama tesisi ile her mevsim turistleri ağırlamaya hazır.

Phuket’te o kadar çok plaj olunca kalacak bölge seçeneği de ona göre değişiyor. Plajlar denizi, kumsalı, doğallığı, güzelliği ile birbirine benzerken, ziyaretçiler kendi beklentilerine göre farklı plajlar seçme şansına da sahip. Öncelikle bu plajları tanıyalım.

Adanın kalabalık, canlı, hareketli, restoranları, kafeleri, alışveriş yerleri ve sabaha kadar süren gece hayatı ile  popüler plajı Patong Plajı.

En gözde plajları arasında, Karon Beach, Kata Beach, Kamala Beach, Surin Beach, Bangtoa Beach, Mai Khao Beach sayılıyor.

Phuket’in çevresinde irili ufaklı 39 ada bulunuyor. Bunların bazılarına tekne ile günübirlik turlar ile ziyaret edilebildiği gibi bazılarında konaklama tesisleri de bulunuyor.

Biz adanın en popüleri Patong Plajı’nda kalmaya karar verdik. Bu plajda bile üç ayrı otelde toplam 8 gece kaldık. Old Town’da 2 gece, 4 gece Krabi Adası’nda, 1 gece Phi Phi Adası’nda kaldık.

Phuket  büyük ve renkli ada hem ada içinde hem çevresinde kalacak yer, görecek yer çok. 

Patong Plajı Gezilecek Yerler

Patong Plajı Phuket Adası’nın batı kıyısının ortasında yarım ay şeklinde 3 km uzunluğunda bembeyaz kumlarla kaplı bir plaj. Turistler arasında en çok tercih edilen ve en kalabalık plajı.

Plajın deniz tarafında az sayıda otel ve birkaç kafe restoran var. Bembeyaz, pudra gibi incecik kumların üzerine havlunuzu serip ücretsiz güneşlenebilirsiniz. Günlük şezlong da kiralanabiliyor, bir şezlong ve güneşlik 100 Baht, 80 TL civarında. Plaj kıyısında çeşitli deniz sporları için çeşitli alternatiflerin yanısıra, açık havada Thai masajı da yaptırabilirsiniz. Bana göre plajda güneş batarken, günü Thai masajı ile kapatmak da her tatilde yaşanamayacak bir deneyim.

En popüler plaj Patong Plajı doğal olarak çok kalabalık. Ancak çok uzun bir plaj olduğundan sahilde kalabalık  olumsuz bir duygu yaratmıyor.

Patong Plajı’nın en önemli özelliklerinden biri hareketli gece hayatı. Bölgede çok sayıdaki restoranlarda, kafelerde zaman geçirebilirsiniz. Gece sabaha kadar açık en hareketli bölgesi Bangla Road. İşte bu cadde her gece çok kalabalık. Çok az yerde bir caddede bu kadar çok turist gördüğümü söyleyebilirim. Bu sahile dik çıkan geniş caddenin üzeri kafeler ve özellikle gece kulüpleri, striptiz kulüpleri, işin aslı Tayland’a özgü eğlence yerleri ile dolu. Caddeye taşan müzikler, eğlence yerlerinde dans edenler, sokakta ellerindeki broşürlerle sizi kulüplerin içine davet eden satıcılar, kapının önündeki davetkar kızlar baş döndürüyor. Tabi Bangla Road bizim için sadece caddede yürüyüp, yol kenarında açık bir pubta bir kadeh bir şey içecek kadar bir anlam ifade ediyor idi. Gece kulüplerini ziyaret edenlerin farklı deneyimler yaşadıklarına eminim. Bangla Road üzerinde çok sayıda ot satan büfeler, kafeler olduğunu da belirtmeliyim. Son yıllarda birçok ülkede olduğu gibi Tayland’da da ot satışı serbest bırakıldığından, satışlar da açıkta yapılıyor. 

Patong’un  her bölgesinde çok sayıda masaj salonu bulunuyor. Çok uygun fiyatlarla 200-300 Bahttan başlayan fiyatlarla ayak, tüm vücut masajları yaptırabilirsiniz. Biz de bu fırsatı değerlendirdik. Ancak masaj salonunu seçerken de dikkatli olmak gerekiyor. Birçok masaj salonunun önünde oturan kadınlar salona davet ediyor. Bizim için salon seçimine de özen göstermemiz gerektiğinin işareti oldu bu davet şekilleri de.

İki büyük alışveriş merkezi Jungceylon ve CentralPatong’dan alışveriş yapabileceğiniz gibi ayrıca yerel ürünlerin satıldığı dükkanlarda da çok çeşitli, özgün ürünler bulabilirsiniz.

Patong Plajında konaklayıp çevre plajları ve Phuket Adası’nın gezilecek yerlerini gezebilirsiniz. Patong’dan havaalanına  giden otobüs belirli plajlara uğruyor. Phuket Town için de saat başı akşam saat 18.00’e kadar toplu ulaşım aracı kalkmaktadır. Eğer toplu ulaşım kullanmayacaksanız tuktuklar ile pazarlık yapabilirsiniz.

Biz Phuket Town’a toplu ulaşım kullanarak, Kata Beach ve Karan Beach’e ise tuktuk kiralayarak ulaştık. Plajlar birbirlerine yakın olduğu için Patong Beach’te kalıp diğer plajlarda da deniz keyfi yapabilirsiniz.

Phuket çevresi için günlük turları seyahat acentalarından satın alabilirsiniz. Ancak birden çok kişi iseniz günlük tuktuk kiralamak daha ucuza geliyor. Seyahat acentasının bir günlük çevre gezisi programı kişi başı 2000-2500 Baht civarında idi. Biz üç kişi olduğumuzdan günlük tuktuk kiralayarak seyahat acentasının yaptığı programı kendimiz yaptık. Günlük tuktuk kirası olarak genellikle 3000 Baht isteniyor, biz sıkı pazarlık ile 2000 Baht ödedik. Phuket’te öncelikle görülecek yerler arasında Big Buda yer almakta. Adanın en yüksek noktasına yapılan Big Buda heykeli son yıllarda yapılmış olsa da görmeye değer. 

Big Buda

Phuket’te görülecek yerler arasında adanın en yüksek noktasında yaptırılan büyük buda heykeli yer alıyor. Beyaz mermer ile kaplanmış Buda Gautama 45 metre yüksekliğinde, 25 metre genişliğinde oturur pozisyonda Nakkert Tepesi’ne yerleştirilmiş. Andaman Denizi’nde Ao Chalong Körfezi’ne bakan heykel Tayland’ın en büyük üçüncü heykeli ve adanın birçok yerinden görünüyor.

Yapımına 2004 yılında başlanan kompleksin,  halen devam eden bölümleri de var. Büyük ölçüde bağışlarla yapılan tapınakta sadece turistik amacının ötesinde spiritüel bir ortam da yaratılmaya çalışılmış. Büyük Buda heykelinin yanında çok sayıda heykeller, tapınaklar, dua salonları, meditasyon alanları, sunum alanları ile bir kompleks yaratılmış. Burada Budist rituelleri de izleyebilirsiniz. Biz de bir kutsanma töreni izledik. Monkun önünde sıraya giren ziyaretçiler dizlerinin üzerinde kutsanmayı bekliyorlar, kutsanınca da hemen monkun yanındaki bağış kutusuna bağışlarını atıyorlar.

Bu arada alanda özgürce dolaşan maymunlara dikkat. Gözümüzün önünde bir turistin kırmızı renkli, göz alıcı çantasına saldırdı, kadının omuzundan almak için uğraştı kadın çok direndi, kurtardı maymunun elinden çantasını. Maymun vazgeçmedi hemen arkasından başka bir turistin gözünden güneş gözlüğünü kaptı ve ağaca tırmandı.

Big Buda’ya toplu taşıt ile ulaşılamıyor. Ya bir seyahat acentasından tur alınıyor, ya da taksi veya bizim gibi tuktuk kiralayabilirsiniz, giriş için bir ücret ödenmiyor.

Chalong Tapınağı

Phuket Wat Chalong, Phuket’in en önemli, en büyük, mimari açıdan en gösterişli, tarihi Budist Tapınağı. Tapınak 19. yy’da inşa edilmiş. Çin isyanı sırasında mücadele eden ve yaralanan iki monka adanmış bu tapınak. Tapınak kompleksinde birden çok yapı bulunmakta. Kule şeklinde olan binanın ilk iki katında Buda’nın değişik heykelleri ve duvarlarda yaşam öyküleri yer almakta. Üçüncü katta ise bir cam korunakta Buda’nın kemiği bulunmakta. Diğer bir tapınakta da iki kutsal monkun altın yapraklarla kaplı heykelleri yer alıyor. Özet olarak Phuket’te bir Budist tapınak gezmek isterseniz tercihiniz Chalong Tapınağı olabilir.

Phuket Town’a 8 km uzaklıktaki bu kompleksi bizim gibi Big Buda ile birleştirerek gezebilirsiniz.

Kaplan Parkı

Big Buda turistik bir çekim merkezi haline gelince yol üzerine turistlere yönelik cazip yerler yapılmış. Tiger Park da bunlardan biri. Yeşillikler içinde bakımlı, temiz parkın girişi ücretsiz. Kafeslerin arkasından kaplanları izleyebiliyorsunuz. Ziyaretçiler kaplanlarla daha yakın olup, sevmek ve fotoğraf çektirmek isterlerse ücret karşılığı kafeslerin içerisine alınıyorlar. İlginç olan ise fotoğraf ücretleri kaplanların yeni doğan, bebek veya büyük olmasına göre değişiyor.

Biz kafeslerin arkasından izledik hayvanları. Kaplanlar ya ilaçla sakinleştirildiklerinden ya da tüm gün insanlarla beraber olmaktan yorgun ve uykulu idiler. Belki de burada doğup büyüdükleri için insanlara alışkınlar.

Biz gezilerimizde hayvanlar üzerinden para kazanılan aktivitelerden uzak durmaya çalıştığımızdan, kafeslerin arkasından kısa süre hayvanları izleyip, fotoğraflarımızı çekip ayrılmayı tercih ettik.

Fil Besleme

Uzak Doğu ülkeleri gezilerimizde  turistler için fillerle yapılan aktiviteler ile karşılaştık. Birçok ülkede daha çok turistler fillerle dolaştırılıyor. Birçok kişi de bu gezilerin hayvanlara işkence olduğunu düşünerek bizim gibi fillerden uzak durmayı tercih ediyorlar. Tayland bu konuda filler üzerinden para kazanmanın daha insani yolunu bulmuş gibi. Filleri besleme, fillere banyo yaptırma ve fillerin yanında yürüme aktiviteleri daha yaygınlaşmış. Bir yandan ülkenin turizm gelirlerine ihtiyacı, diğer yandan bu kocaman hayvanların beslenme ihtiyaçları nedeni ile yaratılan yeni faaliyetlerin hayvanlara acı vermediğini görmek memnuniyet verici oluyor.

Yine bu bölgede ATV ile orman macerası yaşayabilirsiniz.

Ayrıca Phuket plajlarında yüzmenin yanısıra ada turları da almanızı öneririz. Long Tail olarak adlandırılan yerel tekneler ile James Bond Adası ve Phang Nga Körfezi’nde deniz keyfi yapabilirsiniz. Ya da sürat teknesi veya diğer tekneler ile en popüler adalardan Phi Phi Adası’na gidebilirsiniz.

Yukarıda bahsettiğim adalara günlük turlar yapabileceğiniz gibi yakındaki adalara gece kalmalı da gidebilirsiniz. Biz özellikle Krabi Adası ve Phi Phi Adası’nda konaklamayı tercih ettik.Krabi Adası’nda Aong Plajı’nda dört gece kaldık ve oradan günlük tekne turlarına katıldık. Krabi Adası’ndan Phuket’e dönerken, Krabi’den Phi Phi Adası’na geçtik bir gece orada konakladık ve ertesi gün akşam üzeri Phuket’e hareket ettik. Böylece günübirlik hızlı bir Phi Phi adası yerine 1,5 gün zaman geçirerek hem gece hayatını hem de plajlarını görmüş olduk. Bu nedenle Phuket’e gidenlerin zamanı olması halinde özellikle Krabi Adası ve Phi Phi Adası’nda kalmalarını öneriyorum.

Bangla Road’da gece kulüplerine özellikle girmediğimizi belirtmiş idim. Ancak istediğimiz ancak izleyemediğimiz iki show bulunuyor. Fantasic Show ve Simon Kabare Gösterisi önerilen gösteriler arasında. Ayrıca Tayland’da dünyanın en şiddet dolu dövüş sporu Muay Thai’ye  ilgi çok yoğun. Turistlerin de yoğun ilgisi var ki, sokaklarda gün boyu reklamını yapıyorlar. Tabi bu alan da tamamen ilgimiz dışında idi.

Phuket Yeme İçme

Phuket Adası gezimizde zengin Thai mutfağının yanı sıra Çin mutfağı lezzetleri ile de tanışma şansımız oluyor. Uzak Doğu mutfağına yabancı olanların bu lezzetleri tatmalarını öneririm. İlk Tayland gezimde, mesafeli dursam da Thai yemeklerine, sonraki gidişlerimde özellikle Thai mutfağı çeşitlerini denedim. Yemeklerde en çok kullanılan pirincin yanında özellikle her çeşit deniz ürünü sofralarda yerini alıyor.  Pirincin alternatifi erişte, noodlle ana yemeklerde, salatalarda da bol kullanılıyor. Aynı yemek türleri tercihe bağlı olarak deniz ürünleri, tavuk, dana eti veya domuz eti ile yapılıyor. Yemek siparişlerinde yemekteki eti özel olarak belirtmenin yanında acılığını da hatırlatmak gerekiyor. Thai yemekleri bol baharatlı ve acı olabiliyor, özellikle az acılı diye belirtmeniz gerekiyor.

Phuket’te Çin mutfağının yanı sıra çok sayıda Hint restoran ve Türk restoran bulabilirsiniz. Tabi batı mutfağı tercihi olanlar da istedikleri çeşitleri bulabilirler. Deniz ürünleri restoranlarında her çeşit deniz ürünlerini, çok uygun fiyatlara tadabilirsiniz.

Phuket’te çok sayıda restoran ve kafenin yanı sıra birçok Uzak doğu ülkesinde olduğu gibi gece pazarlarında çok çeşitli lezzetler tadabilirsiniz. Akşamları kurulan gece pazarlarında çok uygun fiyatla çok çeşidi tadabilirsiniz.

Phuket Alışveriş

Tayland bir alışveriş cenneti. Fiyatlar bizim paramız ile artsa da yine de birçok ürünü daha uygun fiyata alabilirsiniz. Birden çok bölgede pasajlar içerisinde yerel ürün satan dükkanlar bulunuyor. Ayrıca Patong Beach’te çok büyük iki AVM’de de dünya markalarını bulabilirsiniz. Biz özellikle bol miktarda yazlık kıyafet aldık. Yerel kıyafetler ilgimizi çekti. Kıyafetlerde özellikle Phuket Old Town butiklerinde güzel tasarımlar bulunabiliyor. Thai ipeği kıyafetler, şallar, yerel kıyafetlerde renkli, uygun fiyatlı ve değişik.

Ayrıca orijinal yerel hediyelik eşyalar, heykeller,  aksesuarlar, Tayland baharatları, sabunlar, spa, masaj ürünleri, el yapımı çantalar, takılar, özellikle gümüş takılar arasında çok zevkli ürünler bulunuyor. Üstelik fiyatları da bir çok ülkeye göre daha uygun geliyor.

Son Söz

Çok sevdiğim coğrafya Uzak Doğu’nun her ülkesi beni heyecanlandırmıştır. Uzak Doğu’ya ilk adımımı tam 10 yıl önce Tayland Bangkok ile attım. 2024 yılının ilk aylarını da yine Tayland’da geçirdim. Bu arada son 10 yılda korona dönemi iki yıl hariç nerede ise her kış bu coğrafyaya gittim. 2024 yılında artık görmediğim tek ülke Laos ve çok turistik olsa da deniz tatili Phuket öncelikli görülecek yerler diye yola çıktık. Phuket deniz güneş tatili beklentimin ötesinde keyifli geçti. Sanırım son yıllarda en çok turisti bu adada gördüm. On yıl öncesinin daha eski bakımsız tuktuklarının, taksilerinin yerini pırıl pırıl araçlar almış, herşey çok organize, restoranlar temiz, restoranlar, kafelerde, otellerde çalışanlar güleryüzlü ve sakin. Bir madenci adası kısa sürede çok yol kat etmiş. Bu yıl artık Tayland’ın hem kuzeyini, hem güneyini adalarını da gördüm tekrar gelmeme gerek var mı sorusuna ise cevabım hayır olamıyor. İki hafta kaldığım Phuket’e ve güneydeki adalara kış ortasında deniz tatili yapmak üzere tekrar gitmeyi isterim. Phuket’e tekrar gitmem halinde Patong plajı yerine bu kez daha sakin ve daha az kalabalık olan Kamala Plajı veya Kata Plajı’nda kalmayı tercih edebilirim. Gezginlere de bu farklı coğrafyayı görmelerini öneririm.

Pepuza Antik Kenti: Kadın Hareketleri Öncülerinin Anadolu’daki Yurdu

Hristiyanlığın kayıp mezhebi Montanizmin başkenti tarihi Pepuza kenti, İç Ege’de, Uşak il sınırlarında Pepuza Vadisi’nde yer almaktadır. Bu toprakları kutsal olarak gören ve İsa’nın gökten buraya ineceğine inanan Montanistler M.S 165-550 yılları arasında Pepuza’da yaşamışlardır.

İsa’dan sonra ikinci yüzyılın ikinci yarısında, erken Hristiyanlık döneminde Montanus, Maximilla ve Priscifia adlı  iki kadınla birlikte, Anadolu topraklarında Frigya bölgesinde derin bir akarsu vadisinde Montanizm mezhebini kurdular. Montanus’un öncesinde Ana Tanrıca Kybele kültürünün rahibi olduğu da ileri sürülmektedir.

Dindeki Hristiyanlıktaki erkek egemen hiyerarşik yapıya karşı çıkan Montanistler kendi mezheplerinde kadınların da psikopos olmalarının önünü açtılar. Bu yaklaşımla kısa sürede çok sayıda Hristiyan kadın rahibi saflarına kattılar. Montanizm birçok Avrupa ülkesine yayıldığı gibi İtalya’dan Kuzey Afrika’ya da atladı.  Montanizm mezhebi Hristiyanlığın yayılma döneminde üç kıtada var oldu. Anadolu toprakları Frigya’da Montanizm mezhebinin merkezi kuruluş yeri Pepuza zamanla uzaklardaki taraftarları için bir haç merkezi oldu.

Montanistler dinde kadın haklarına yaklaşımlarından dolayı her dönem Kilise örgütünün dışında tutuldular, radikal bir dinsel düşünce akımı olarak görüldüler.

Montanizmin yönetim merkezi Pepuza dört yüzyıl boyunca “Yeni Kudüs” olarak anılmış.  Montanistlerce kıyametin yakın olduğu İsa’nın Pepuza’ya ineceği savunulmuş. Evliliğin istenmeyen bir şey olduğu benimsenmiş olsa da, evlilik tamamen yasaklanmamış.

M.S 313 yılında Roma İmparatorluğu’nda Hristiyanlık diğer bir çok din ile birlikte yasal statü kazandı. Ancak Montanizm mezhebi Kilise örgütünün dışında olduğundan Hristiyanlar arasında kabul görmedi.

M.S 325 senesinde toplanan İznik Konsülü’nde hangi mezheplerin Hristiyanlık inancı açısından kabul edileceğine karar verildi. M.S 380 senesinde resmi olarak kabul edilmeyen Hristiyan mezhepleri arasında sayılan Montanistler de “kafir-sapık” ilan edildi, legal  çalışma statülerini kaybettiler ve mallarına Roma devletince el konuldu.

Altıncı yüzyılda Doğu Roma yani Bizans imparatoru Justinianus’a (527-565) karşı  Başkent istanbul’da  Nika ayaklanması yaşandı. İmparator Justinianus, şimdiki Sultanahmet At Meydanı’ndaki stadyumda otuz bin kişiyi katlettirerek tahtını koruyabildi. Çok dindar bir Hristiyan olan Justinianus  kilisenin kesin çizgileri dışında kalan inançlara amansız bir soykırım başlattı. Bu katliamlardan Montanistler fazlası ile nasiplerini aldılar. baskı ve katliamlara dayanamayan Montanistler, 550 yılında  derin nehir vadisindeki kayalara oyulmuş üç katlı kaya manastırlarına kendilerini kapatıp yaktılar.

Montanistlerin  kiliseye, dine  yönelttikleri eleştirilerin bir çoğu geçerliliğini yüzyıllar boyu korudu. Kadın erkek eşitliği düşüncesi dünyada büyük taraftar buldu. 8 Mart 1857 tarihinde A.B.D. nin New York şehrinde  40.000 kadın dokuma işçisi eşit işe eşit ücret, çalışma saatlerinin azaltılması, doğum izni gibi insani taleplerle greve başladılar. Grev esnasında çıkan yangında fabrikaya kilitlenen 129 kadın işçi yandı. Kaç on yıl sonra 8 Mart “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak kabul edildi. Feminist hareketler çığ gibi büyüdü.

Kadın hakları savunucuları  düşüncelerinin “ataları” saydıkları Montanistlerin  ana yurdu Pepuza’yı ve kendilerini yaktıkları üç katlı kaya manastırı daha sıkı aramaya başladılar. Afyon’da, Denizli’de, Çivril’de aradılar.

2001 ve 2002 yıllarında Heidelberg Üniversitesinden Pr.Dr Peter Lampe ve ABD’den Pr.Dr. Wiliam Tabbernee yaptıkları  yüzey araştırmaları sonucu olarak Pepouza kentinin Uşak’a bağlı Karahallı ilçesi Karayakuplu köyü yakınlarında olduğunu ilan etmişlerdir. Roma imparatorluğunun ağır vergilerine itiraz eden ve üzerinde  Pepouza adının geçtiği kitabe Uşak Müzesi’nde saklanmaktadır.

Karahallı ilçesine on yıllarca elektrik sağlayan Banaz Çayı Vadisi’ndeki  Clandras Köprüsü’nün doğusundan başlayıp batıya Pepuza şehrine uzanan taşlara oyulmuş su yolu hala ayakta mutlaka görülmeli.

Pepuza Uşak ili, Karahallı ilçesine bağlı Karayakuplu köyü sınırları içerisindedir. Karayakuplu köyü Uşak’a 30 km, Karahallı’ya 18 km uzaklıktadır.

Montanistlerin yurtlarına vadi içi yürüyüş ile iki farklı yoldan ulaşabilirsiniz.

1. rota; Clandras Köprüsü’nden Pepuza’ya yürümek.

Pepuza’ya su taşıyan Banaz Çayı boyunca kayalara oyulmuş su kanalı Clandras Köprüsü’nün biraz doğusunda başlar. Clandras Köprüsü’nün altından geçen ve Banaz Çayı’nın akışı yönünde nehri takip eden dünyanın en güzel doğa harikalarından biri olan vadide tahta yürüyüş yolu ile belli bir yere kadar çok keyifli geçersiniz. Tahta korunaklı yol bittiğinde, kayaların arasındaki patika yoldan nehir boyu ilerleyerek 5-6 km’lik bir yürüyüş ile Pepuza Manastırı’na ulaşabilirsiniz.

2. rota; Uşak Ulubey ilçesi Hasköy sınırlarında olan Hasköy Asarı mevkisinden başlayabilirsiniz Pepuza topraklarını tanımaya. Hasköy asarında kaya mezarları ve tepeden Banaz Çayı’na inen tarihi tünelli merdiveni göreceksiniz.

Yürüyüşe Hasköy asarında başlayıp Banaz Çayı’nın akışının ters yönünde ilerleyerek Bakırali mevkisine gelinir. Toprak yolda önce Kalemlik Köprüsü’nden geçilir ve ardından zamanında değirmen olan Ayvaz dayının değirmenin olduğu bahçeden geçmek için Ayvaz dayıdan izin alınarak, yaklaşık 800 metre sonra Pepuza Manastırı’na ulaşırsınız. Tarihin bu saklı kalmış köşesinden, yeşil yaprakların arasından sızan güneş ışıklarının dansı ile enerji toplatıp tabana kuvvet yürümeye devam edin. Clandras Köprüsü’nün yukarısından kayalar oyularak açılan Pepuza’ya su getiren kanalı yakaladığınız yerde büyük bir kırlangıç kolonisinin yuvalarının olduğu mağaraya bakıp kalacak, gözlerinizi ve usunuzu sayıları binleri aşan kırlangıç yuvasından ayıramayacaksınız.

Mağaranın önünden geçen kayalara oyulmuş su kanallarına her el sürüşte kaç asır önce bu kanalları yapanlarla el ele tutuştuğunuzu hissedeceksiniz. Su yolunun, Banaz Çayı’nın derin vadisinde birden yükselen heybetli, gösterişli, çıkılması zor ya da imkansız kayaların oyuklarına yaptıkları yuvalarından çıkıp vadi üstünde süzülen şahinleri seyre dalıp kalırsınız; kendilerini göremeseniz de çok sayıda bülbül sesi işitince bülbülün aşık olduğu gülleri ararken dağ zambaklarına vurulursunuz. Banaz Çayı eşliğinde su kanalının içinde yürüye yürüye yeni yapılan tahta yürüyüş yolunu bulacak ve Clandras Köprüsü’ne ulaşacaksınız. Yaklaşık 13 km’lik Clandras Köprüsü’ne kadar kanyon içinde uzayan bir buram buram tarih kokan bir yolculuğu tamamlamış olacaksınız.

Banaz Çayı Vadisi’nde Montanistler kadınların dinsel hiyerarşide eşit olmalarını savundukları için katledilmelerine, 550 senesinde üç katlı kaya manastırlarında diri diri yakılmalarına, ya da baskılara dayanamayıp kendilerini yakmalarına tanık olan balıklar gitmiş çaydan, ağaçlar kurumuş, yeni ağaçlar bitmiş, kuşlar gitmiş, yeni kuşlar gelmiş. 550 senesinden 2024’e vadide baki kalan her birisi bir heykele benzeyen, adeta yüzyıllar öncesinden ses veren yüce sert kayalar kalmış. 

O kayalar konuşmasın, gerçeğin tanığı hiç kalmasın dercesine bir mermer firması bölgede taş çıkarma ocağı açmış. Parçalıyor bağıran kayaları.

Ülke turizmi açısından çok önemli bu coğrafyada ihtişamlı bir geçmişe sahip Uşak şehrinde size bu zenginliği anlatacak rehber sayısı bir elin parmakları kadar bile değil.

Uşak’ı adım adım gezmek üzere çıktığımız yolculukta, biz çok şanslı idik. Uşak Tanıtım ve Kültür Gönüllüleri Derneği Başkanı Mehmet Keyvanoğlu bizi karşıladı ve Uşak Müzesi, Kent Belleği Müzesi, Uşak Şehit ve Gazi Müzesi, Uşak evleri, Bedestan, Dönertaş ….ı gezdirirken ilmik ilmik Uşak ve bölgenin geçmiş ekonomik, sosyal, siyasal tarihini; işgal altından çıkıp yeniden doğan bir uluşun kurtuluş mücadelesini usumuza işledi. 

Uşak’ın tarih ve doğa harikası bölgesi, Pepuza Vadisi ve Ulubey Kanyonlarında,  bize gönüllü rehberlik yapan trekking ve hiking rehberi, Mustafa Zeki Ada gönüllerimizi fethetti. Onun sayesinde yapabildik uzun vadi yürüyüşlerimizi.

Saraybosna Gezi Rehberi: Kültürlerin Buluştuğu Kadim Kent

Saraybosna doğu ve batının, değişik milletlerin, dinlerin, kültürlerin kesişim noktası. Coğrafi konumunun yanı sıra çok kültürlü yapısı, tarihi zenginliği ile hoşgörü merkezi. Şehirde 500 yıldan fazla bir dönemin ruhunu sokaklarında hissederek dolaşabilirsiniz.

Saraybosna Balkanlarda, Bosna Hersek’in başkenti ve en büyük şehri. Sarajove Vadisi’nde Miljacka Nehri’nin iki kıyısına kurulmuş, yeşil bir şehir.  Boşnakça ve Batı dillerinde adı Sarajevo, saraj ve evo kelimelerinin birleşimi, Osmanlı’dan kalma bizim için Türkçe Saraybosna adı da saray ve ova kelimelerinden gelmektedir.

Coğrafi olarak Doğu Roma ile Batı Roma’nın sınırında konumlanmış olan Saraybosna doğal olarak Katolik ve Ortodoks nüfusu barındırmakta idi. Osmanlının bu topraklara hakim olması sonrası  Müslüman nüfus yerleştirilir bölgeye. İspanya’dan ve Portekiz’den 1492-1496 yıllarında sürülen Yahudilere Osmanlı İmparatorluğu sahip çıkar ve Yahudi nüfusun bir bölümü Saraybosna’ya yerleştirilir. Böylece daha önceki dönemlerde Hristiyan ağırlığa sahip bölge üç dinin hoşgörü içinde birlikte yaşadığı bir şehir olur ve  Avrupa’nın Kudüs’ü olarak anılmaya başlanır.

Saraybosna bizim araba ile çıktığımız Balkanlar gezimizde Adriyatik kıyılarından sonra ulaştığımız son şehir idi. Çoğunluk Müslüman halkın yaşadığı, daha doğu havasında bir şehir beklerken Saraybosna oldukça şaşırttı beni. Bir yanda korunan Osmanlı eserleri ile doğu ruhu yaşatılırken, diğer yanda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yarattığı modern, Avrupai şehir güzel bir harmoni oluşturmuş. Gerçekten sokaklarda dolaşırken çok renklilik yaşanıyor. Ancak 1992-1995 arasında yaşanan savaşın ağır yaraları da sokaklarda, müzelerde, savaşın tahrip ettiği binalarda hissediliyor. Saraybosna benim için Balkan gezisinde mutlaka görülmesi gereken şehirler arasında yerini aldı.

Bu arada Saraybosna’yı görmek için çok daha fazla neden sayabiliriz.

Niçin Saraybosna;

  • Çok kültürlü bir şehir, farklı milletler, farklı dinler harmonisi.
  • Hem doğu, hem batı sentezi.
  • Tarihi, mimarisi, yemyeşil doğası ile güzel bir şehir.
  • Sıcakkanlı halkı ile hem bizim için ortak kültürlü, hem batılı.
  • Damak tadımıza uygun zengin mutfağı.
  • Türklere vize istenmeyen bir ülke.
  • Fiyatlar birçok Avrupa ülkesine göre daha uygun.
  • İstanbul’dan direk uçuş ile iki saatte ulaşılabilen bir şehir.
  • Saraybosna’dan günlük turlarla Bosna Hersek’in başta Mostar şehri ve diğer görülmesi gereken Balağay Tekkesi ve Kraviçe Şelaleri’ne gidebilirsiniz.

Bu arada yine Bosna Hersek’in diğer tarihi şehri Mostar  ve çevrede diğer görülecek yerler yazımı linkten okuyabilirsiniz.

Mostar Gezi Rehberi: Bir Köprüden Çok Daha Fazlası

Ulaşım

Saraybosna, THY’nın İstanbul Havalimanı’ndan, Pegasus Havayolları’nın Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan her gün direk uçuşu ile iki saatte ulaşılabilecek bir şehir. Saraybosna Havaalanı şehre sadece 6 km uzaklıktadır. Havaalanından şehir merkezine  birkaç şirketin otobüsü işlemekte. Havaalanı çıkışında otobüs durağını görebilirsiniz. Şehir merkezine havaalanı uzak olmadığı için taksi ile ulaşım da  bir  seçenek olarak görünüyor.

Bu arada İstanbul’dan Saraybosna’ya her gün düzenli otobüs seferleri yapılmaktadır. Otobüs yolculuğu 16 saat sürmektedir.

Bireysel gezen gezginlerin Saraybosna’nın yanı sıra  gezi programlarına yakındaki diğer şehirleri de alacaklarını düşünerek otobüs ve tren seferlerinden söz etmek uygun olacaktır.

Saraybosna’da iki şehirlerarası otobüs terminali bulunuyor. Merkez tren istasyonunun yanında yer alan ‘Autobusna Stanica’ terminalinden Dubrovnik, Zagrep, Split, Novi Pazar, Mostar’a seferler düzenleniyor. Diğer otobüs terminalinden de Karadağ, Belgrad, Podrorica’ya seferler düzenlenmekte. İşin doğrusu Saraybosna’dan başka şehirlere giderken hangi terminalin kullanılacağını önceden kontrol etmek gerekiyor. Sefer yerleri değişebilir şüphesiz.

Tren ile ulaşım da diğer ülkeler ve şehirler arasında kullanılabilecek bir seçenek. Saraybosna’dan Macaristan’ın başkenti Budapeşte, Hırvatistan’ın başkenti Zagrep’e ve Mostar’a düzenli tren seferleri bulunmaktadır.

Biz Adriyatik kıyılarını gezmek amacıyla araba ile çıktığımız yolculukta Makedonya, Karadağ ve Hırvatistan sonrası güneyden Dubrovnik’ten Bosna Hersek sınırına ulaştık. Bosna Hersek’te önce Mostar’da bir gece konaklayıp sonra Saraybosna’ya geçtik. Şehir içinde gezerken arabaya ihtiyaç duymadık.

Saraybosna küçük bir şehir, yürüyerek keşfedilebiliyor şehrin tarihi ve turistik yerleri. Daha geniş bir alanı dolaşmak isterseniz tramvay veya otobüs kullanabilirsiniz. Biz tüm şehri yürüyerek dolaştıktan sonra halkın yaşadığı bölgeleri görmek için tramvaya bindik. Tramvay Başçarsı’da Sebil’in hemen önünden geçiyordu. Tramvay durağının karşısındaki büfeden biletimizi aldık.  Tramvaya binince bileti okutmak gerektiğini hatırlatalım. Aynı tramvay ile şehrin bir ucuna  kadar gidip, döndük. Havaalanı ve terminal dışında pek taksi kullanma ihtiyacınız olmayacağını söyleyebiliriz.

Konaklama

Saraybosna’da uygun fiyatlı konaklama seçenekleri bulunabilir, booking.com, agoda.com veya airbnb’den ayırtılabilir.

Biz airbnbden ayırttığımız Milk&Honey Apartment’dan memnun kaldık. Evin temel ihtiyaçlarımızı karşılayacak şekilde ve zevkli döşenmesinin yanında şehrin turistik yerlerine yürüyerek ulaşmamızı sağlayan konumu  çok büyük avantaj idi.

Konaklama yerini Ferhadiye Caddesi’ne yakın yerden seçmek hem doğuyu hem batıyı gezmeyi kolaylaştırıyor.

Kısa Tarihi

Orta Çağ’da Vrhbosna Eyaleti olan Saraybosna bölgesi, 1463 yılında Osmanlı topraklarına katılmış. Osmanlı kendi toprakları arasında yer alan Avrupa sınırları içerisindeki en büyük Avrupa şehrine hanlar, hamamlar, camiler, köprüler ile önemli yatırımlar yapmış.

Şehir 1878 yılında Avusturya Macaristan İmparatorluğu hakimiyetine geçmiş. Bu dönemde yapılan yatırımlar ile Saraybosna bir Avrupa şehri özelliklerini kazanmış. I. Dünya Savaşı’nın tetiklenmesinde önemli rol alan şehir, 1918-1929 yılları arasında Sırp, Hırvat, Sloven Devleti tarafından yönetilmiş. 1929-1941 Yugoslavya, 1941-1945 yılları arasında Hırvatistan kontrolünde olmuş şehir. 1945 yılında Yugoslavya Federasyonlar Birliği’nin Bosna Hersek Federasyonu’nun başkenti olmuş. Ancak Yugoslavya Federasyonu’nun 1992 yılında dağılması sonrası Saraybosna halkının bağımsızlık referandumu sonrası şehir Sırplar tarafından işgal edilir. Bu kuşatma 1996 yılına kadar sürer. Ağır roket saldırıları ile 11.000 kişi öldürülür, 50.000 kişi yaralanır, binaların büyük bir kısmı hasar görür. Ancak 1995 yılında imzalanan Dayton Anlaşması ile kuşatma kaldırılır. Saraybosna şehri Bosna Hersek devletinin ve Müslüman Hırvat Federasyonu’nun başkenti olarak ilan edilir.

Gezilecek Yerler

Saraybosna’ya Osmanlı toprakları arasına girdikten sonra önemli yatırımlar yapılmış. 1463 yılında bölgede Bosna Sancak beyi olan İshak bey ve oğlu İsa bey tarafından ilk Müslüman yerleşim yerleri kurulmuş. Şehirde saray, Fatih Sultan Mehmet adına Hünkar Cami, hamam, zaviye, medrese, bedesten, imaret ve köprü yaptırmışlar. 16. yy’da 1521-1541 sancak beyi olan Gazi Hüsrev Bey şehrin sembolü olarak ortasına külliye, şehirde ticari, dini, kültürel binalar yaptırmış. Nüfusun islamileştirilmesinde önemli rol oynamıştır. Saraybosna’nın ilk kurucusu İsa Bey, ikinci kurucusu Gazi Hüsrev Paşa olarak biliniyor. Bizim de gezimizde öncelikle şehrin Osmanlı döneminden günümüze kalan ve halen kullanılan eserlerini göreceğiz.

Saraybosna’nın mimari yapısında diğer önemli dönem 1878-1918 yılları arasındaki Avusturya Macaristan İmparatorluğu dönemidir. Avusturya_Macaristan İmparatorluğu şehri bir yandan ticari olarak geliştirirken modern, Avrupa kültürüne uygun imar faaliyetlerine girişir. Modern yerleşim yerlerinin yanı sıra müze, tiyatro, belediye binası, mahkeme binası, demiryolları, otel, fakülte binaları yaptırılır. Şehir elektriğe bu dönemde kavuşmuş, yeni su kanalları açılmış, refah düzeyi artan şehrin nüfusu da hızlı artış göstermiştir.

Saraybosna şehri I. Dünya Savaşı’nın başlamasının tetiklendiği şehirdir. 1914 yılında Avusturya-Macaristan Krallığı’nın veliahtı  Frans Ferdinand ve eşinin Saraybosna’yı ziyareti sırasında, arabaları Latin Köprüsü üzerinde iken silahlı saldırıya uğrarlar. Bir  Sırp teşkilatı üyesi silahla saldırır, veliaht ve eşi bu suikastta ölür. Bu saldırı sonrası Avusturya Sırbıstan’a savaş açar ve I.Dünya Savaşı başlar.

Bizim Saraybosna gezimiz iki bölümdeki eserlerin çoğunu kapsıyor. Yürüyerek hem Osmanlı hem de batı modern kesiminde tüm şehri keşfedebiliyoruz. Konaklamanızı Başçarşı civarı veya Ferhadiye Caddesi’ne çıkan sokaklarda seçerseniz ulaşım çok kolay olacaktır. Ferhadiye Caddesi çok önemli bir cadde. Caddenin bir ucu Başçarşı’ya Osmanlı tarafına çıkıyor. Caddenin diğer tarafında aynı cadde üzerinde Ortodoks Kilisesi, Katolik Kilisesi, Cami ve Sinagog görebilirsiniz. Hatta caddenin ortasında yer taşlarının üzerinde şehrin batı ve doğu yönü ve kültürlerin bileşimi vurgulanmış.

Her ne kadar şehirde şu anda Boşnak Müslüman oranı % 50’nin üzerinde olsa da Ferhadiye Caddesi üzerindeki yürüyüş ile şehrin kültürel mozaiğini ruhunuzda özümseyeceksiniz. Balkan şehirlerinin bir bölümünde 500 yıla yakın kalan Osmanlının şehre bıraktığı tarihi eserler ve bugünkü yaşamda etkileri her şehirde farklı boyutlarda orta çıkıyor. Bir karşılaştırma yaparsak, doğu batı ayrımını en keskin şekilde Üsküp’te görüyoruz. Şehrin doğu ve batısı bir köprü ile ayrılıyor. Ancak Üsküp batı tarafında son yıllarda yaptığı devasa heykeller ve modern tasarımlı binalar ile farklı bir doku yaratırken, doğu tarafına ve kalesine yatırım yapmayarak iki taraf arasında ters yönlü bir farklılığı göze sokmaya çalışıyor. Ancak Saraybosna daha estetik bir şekilde ortaya koymuş bu farklılığı. Osmanlı izlerinin olduğu şehirlerde Kavala, Prizren, Mostar gibi şehirlerde Osmanlıdan kalanlar restore edilip turizme açılmış.

Saraybosna gezimize Başçarşı’dan yani Osmanlı eserleri ile başlıyoruz.

Başçarşı

Başçarşı 15.yy’da Osmanlı dönemi ile birlikte şehrin ticaret merkezi olmuş. Saraybosna’da Başçarşı’nın yanında Franaçka Çarşısı, Sabljarkska Çarşısı, Terzijska Çarşısı gibi çarşılar bulunmakla beraber şehrin ana çarşısı Başçarşı. Tarihi çarşı Osmanlı döneminde olduğu gibi, 1878-1918 yılları arasında Avusturya Macaristan İmparatorluğu dönemi ve bugün de önemini ve canlılığını korumaktadır.

2015 yılı öncesi bakımsız kalan Başçarşı, Saraybosna Stari Grad Belediyesi ve Bursa Osmangazi Belediyesi’nin eşit şekilde finanse etmesi ile TİKA tarafından projelendirilerek yapılan destekler ile  yenilenmiş. Çarşı son derece bakımlı durumda. Bu arada 1.2 milyonluk Konvertible Mark civarındaki projeye Bursa ilinin bir belediyesinin kaynak ayırması çarpıcı geldi bana.

Başçarşı gezisi şehrin en hareketli bölgesinde Osmanlı eserleri ile zengin bir keşif olacak. Bedestenler, camiler, hanlar, hamamlar, çeşmeler gibi tarihi eserlerin yanında, özgün eserlerin olduğu dükkanlar, bakırcılar çarşısı, hediyelik eşyalar, otantik kafeler hep bu bölgede. Bu çarşı uzun zaman geçireceğiniz yer, alışverişlerinizin yanı sıra yöresel yemekleri tadacağınız restoranlar da bu arada. Biz öğlen yemeğinde cevabi kebabımızı burada yedik, yemek sonrası bakır cezvelerde pişirilen bol köpüklü kahvemizi otantik bir kahvede içtik. İlk günümüzde şehrin batı bölümüne geçmemize rağmen akşam yemeği için tekrar Başçarşı’ya klasik  Boşnak mutfağını tatmak için döndük.

Başçarşı Sebili

Başçarşı gezimize bölgenin semboli Sebil ile başlıyoruz. Sebil Başçarşı Meydanı’na 1753 yılında Mehmed Paşa Kukaviçe tarafında yaptırılmış, ahşap, Osmanlı tarzı bir çeşmedir. Çeşmenin çevresi Başçarşı dükkanları ile çevrilmiş. Çeşmenin başı sürekli kalabalık. Bir inanca göre bu sebilden su içenler tekrar Saraybosna’ya gelecektir.

Gazi Hüsrev Bey’in Eserleri

Saraybosna sancak beyi Gazi Hüsrev Paşa şehirde ciddi imar işleri yaptırmıştır. Sancak beyi 1537 yılında bir medrese yaptırmış ve o dönemden bugüne bu medresede eğitim kesintisiz sürmüş. Yugoslavya lideri Tito döneminde ve savaş dönemlerinde de burada İslami eğitimine izin verilmiş.

Gazi Hüsrev Vakfı eli ile yönetilen bir kompleksin içinde Gazi Hüsrev Bey Cami, Gazi Hüsrev Bey Müzesi, Gazi Hüsrev Bey Medresesi, Zaviyesi, Çeşmesi ve Hamamı bulunmakta. Caminin bahçesinde kendi türbesi de yer almaktadır.  Sadece bu dini yapılar değil ticari amaçlı Gazi Hüsrev Bey Bedesteni de yapılmıştır. Bu kompleksin yaşamın her alanında yer aldığı görülmekte. Caminin bahçesinde Gazi Hüsrev Bey’in türbesi de bulunuyor. Bu binalardan müze, cami ve Abdülaziz sergisini gezmek ücretlidir.

Saraybosna Saat Kulesi

Caminin hemen yanında yer alan saat kulesi ülkenin ulusal anıtları arasında sayılmaktadır. Yine Gazi Hüsrev Bey tarafından yaptırılan saat kulesi 30 metre yüksekliği ile ülkenin en uzun saat kulesidir. Saatin asıl özelliği güneş saatine göre değil 29,5 günlük ay saatine göre ayarlanmakta olmasıdır. Saat tam güneş batarken akşam namazı saatinde 12’yi gösterir. Asıl olarak ezan saatlerini göstermektedir.  Ancak saatin her hafta ayarlanması gerekmektedir. Bu saat dünyada kamuya ait tek ay saatidir.

Taşlıhan

Yine Gazi Hüsrev Bey döneminde 1543 yılında yapılan bir kervansaray bedestenin yanında yer alıyor. Saraybosna’nın en eski taş kervansarayı. Ancak bina yıkılmış, gezilecek bir yeri kalmamış.  Sadece duvarlarının bir bölümü görülebiliyor.

Morica Han

Morica Han 1551 yılında yapılmış 300 yolcu ve 70 hayvan alabilecek kapasitede ve bugün Saraybosna’daki ayakta kalan tek kervansaraydır. Bu han da Gazi Hüsrev Bey Vakfı tarafından yönetilmektedir. Şu anda hanın içinde kafelerde oturabilir veya hediyelik eşya dükkanları ve halıcılardan alışveriş yapabilirsiniz.

Brusa Bezistan Müzesi

Başçarşı sokaklarında dolaşırken tarihi binada karşımıza çıktı müze. İki katlı küçük müze Saraybosna’da antik dönemden başlayarak Saraybosna tarihini anlatıyor. Girişte şehrin Avusturya Macaristan İmparatorluğu’na geçmeden önceki dönemde şehrin maketi sergilenmekte. Müze 1551 yılında yapılmış Brusa Bezistan’da yer alıyor. İsimdeki Brusa adı Bursa ilinden gelmekte. Bezistanda Bursa’dan gelen ipekler satıldığı için bu isim verilmiş. Başçarşı gezisinde karşınıza çıkan müzeyi gezmek çok zamanınızı almayacak, gezmenizi öneririm. Giriş ücreti çok yüksek sayılmaz.

Hünkar Cami

Osmanlı eserlerini gezmeye Başçarşı’dan çıkıp, nehrin karşı tarafına geçerek devam ediyoruz. Nehrin karşı tarafında Saraybosna’nın kurucularından İsa Bey’in 1457 yılında Fatih Sultan adına yaptırdığı Hünkar Cami, Bosna’nın fethinden sonra Saraybosna’da yapılan ilk camidir. Şehre gelen müslümanlar da cami etrafındaki mahalleye yerleştirilmişlerdir. Cami ilk yapıldığında ahşap ve daha küçük yapılmış. 1480 yılında çıkan yangında hasar gören cami Kanuni Sultan Süleyman döneminde yapılan restorasyon ile bugünkü haline kavuşmuş. Yine 1992-1995 yıllarında, savaş sırasında çok zarar gören camiye  Daha sonraki eklemelerle bugünkü boyutlarına ulaşmış. Türkiye Cumhuriyeti TİKA destekleri ile 2015 yılında cami onarımdan geçmiştir.

Latin Köprüsü

Hünkar Cami’sini görmek için nehrin karşı tarafına geçmiş idik. Tekrar nehrin diğer tarafına dönmek için şehrin en ünlü tarihi köprüsü Latin Köprüsü’nü kullanıyoruz.

Latin Köprüsü, şehrin tam ortasından geçen Miljacka Nehri üzerinde yapılan en eski köprülerden biri. Köprü Osmanlı döneminde, 1541 yılında tahta köprü olarak yapılmış. Daha sonra dört gözlü taş köprü olarak yenilenmiş.

Latin Köprüsü yapılış tarihinin eskiliğinden çok 19.yy’da şahne olduğu bir olay ile I. Dünya Savaşı’nın ilk fişeğinin atıldığı köprü olarak tanınıyor. Avusturya Macaristan Arşidükü Franz Ferdinand ve eşi 28 Haziran 1914 yılında bu köprüde suikasta uğradı. Bu köprüde Gavrilo Princip isimli bir Sırp ateş etti Prens Ferdinand’a. Yugoslavya’nın hükümranlığı sırasında bu köprüye suikastı yapan Sırp Princip’in adı verildi. Yugoslavya dağıldıktan sonra köprü tekrar Osmanlı dönemindeki adına kavuştu.

Köprünün bitiminde Sarajevo Müzesi bulunmakta. Müzede Avusturya Macaristan dönemine ilişkin eserler fotoğraflar, belgeler yer alırken, suikasta da yer verilmiş, olayın olduğu yerde müze duvarına bir levha konmuş, kapının önünde de prensin ve eşinin içinde olduğu araba sergilenmekte.

Köprüyü geçip yine eski şehirde Ferhadiye Caddesi’ne çıkıyoruz. Bu cadde şehrin kimliğini tam anlamı ile yansıtıyor. Doğu ile batı eserleri aynı cadde üzerinde. Doğu’dan batıya doğru yürürken doğu ve batının sentezi, birleşim yeri de yer karoları üzerinde vurgulanmış. Gezimizde batı bölümüne geçerken önce savaşın hüznünü yaşayacağımız Galeri’ye uğrayalım.

Galeri 11/07/95 Srebrenica Exhibition

Srebrenica soykırımında trajik şekilde hayatlarını kaybeden 8372 kişinin anısının korunması için Bosna Hersek’te ilk açılan anma galerisidir. 12 Temmuz 2012 tarihinde açılan Tarik Samarah’ın fotoğraflarından ve soykırıma ilişkin bilgi ve belgelerden oluşan daimi sergi 300 metrekare alana kurulmuş.

Galeri Tarik Samarah’ın Srebrenica’daki toplama kamplarında ve toplu mezarlarda çektiği, belge niteliğindeki fotoğraflardan, video belgelerinden, soykırım haritasından, bugüne kadar bulunan toplu mezarların işaretlendiği haritalardan, portre ve katledilen insanların adları ve soyadları ile kurtulanların açıklamalarından oluşmaktadır.

Her bir kareye bakarken hüzünlenmemek mümkün değil gözleriniz doluyor ve fotoğraflanan insanların derin acısını yüreğinizde hissediyorsunuz. Tüm fotoğrafların tamamı siyah beyaz çekilmiş ve hüzün yüklü olduğu için sanki her bir fotoğraf karesi yapılan insanlık zulmünün sonuçlarını daha bariz görmemizi sağlıyor.

TİKA desteğiyle restore edilen gri renkli, soğuk ve hüzünlü bir bina burası. Asansöre binmek için kapıyı açtığımızda aynada kendi yüzünüzün yanı sıra Boşnakça, Türkçe ve İngilizce yazılmış o etkileyici cümle çarpıyor gözünüze: “Sen benim tanığımsın” Gezenlerin ayrılırken artık bir “tanık” olduğu, müze ve galeri karışımı bir mekan burası.

Bu özel mekana ilişkin görseller ve bilgi için galerija110795.ba/tr/ sitesi ziyaret edilebilir. Site açıklamaları mekanın kendisinde olduğu gibi Türkçe de hazırlanmış. Sergideki fotoğraflar dünyanın bir çok yerinde ziyarete açılırken henüz Türkiye’ye gelmemiş.

Srebrenitsa katliami Avrupa’da II.Dünya Savaşı sonrası yaşanan en büyük soykırım olarak belgelenmiş ve kabul edilmiştir.

Kutsal Kalp Katedrali

Galeriden çıktıktan sonra karşımıza Saraybosna’nın sembolik eserlerinden biri Kutsal Kalp Katedrali (The Catedral of Jesus’ Sacred Heart) geliyor. 1889 yılında yapılan Saraybosna’nın en büyük katedrali bu katedral. Neo Gotik stilde yapılan katedralin iki yanında 43 metre yüksekliğinde iki saat kulesi bulunmakta.

Katedralin önünde Papa John Paul’un heykeli yer almakta. 1997 yılında savaş sonrası şehre gelerek ve barış ve hoşgörü mesajları veren Papanın adına yapılmıştır.

Ortodoks Katedrali

Gotik mimarili gösterişli Katolik Kilisesi’nden sonra Miljacha Nehri’ne doğru yönümüzü çevirdiğimizde hemen yakında barok mimarili Sırp Ortodoks Katedrali yükselmekte. Kilisenin yapımı 1874 yılında tamamlanmış. Kilise dünyanın önemli  Ortodoks merkezleri arasında sayılıyor. Kilise içinde bir müze de bulunmakta.

Sonsuz Ateş

Ebedi ateş, Bosna-Hersek’teki İkinci Dünya Savaşı’nın askeri ve sivil kurbanlarının anıtıdır. Anıt 6 Nisan 1946’da, Saraybosna’nın dört yıl süren Nazi Almanyası ve Hırvatistan’ın işgalinden kurtarılmasının ilk yıldönümünde yapılmış. Ferhadiye ve Tito Caddesi’nin birleştiği yerde görebileceğiniz bu ateşi 2011 yılında bir grup söndürmeye kalkmış ama çevredeki turistlerin gayreti sayesinde tekrar yanmış. 1946 dan günümüze hiç sönmeden yanmakta olan ateş hüzünle karışık  duygular uyandırıyor.

Anıt, özgürlüğü temsil etse de Saraybosna’nın tüm acılarını sanki içinde barındırıyor.

Saraybosna Gülleri

İsminin güller olduğuna bakmayın, Saraybosna gülleri dünyada örneği olmayan, bu  şehre özgü bir simge. Bosna savaşı sırasında şehri kuşatan Sırp ordusu şehre binlerce havan topu saldırısında bulunmuş. Tahminen şehre düşen havan topu sayısı günde 300’ü bulmaktaymış Düştüğü yerde oyuklar meydana getiren havan topları çiçek şeklinde görülmekte. Savaş sonunda, şehrin yaşadığı bu acıların unutulmaması için havan topunun yarattığı oyuklar bazı yerlerde kırmızı reçine ile doldurulmuş. Saraybosna güllerinin yaşanan kuşatmanın ve acı sonuçlarının sembolü olarak korunması gerektiği düşünülüyor.

Belediye Binası – Vijesnica Kütüphanesi

Saraybosna’da üç büyük caddesin kesiştiği yerde, mimarisi ile dikkatiniz çekecek bir bina Belediye Sarayı. Avusturya Macaristan İmparatorluğu döneminde 1894 yılında yapılan, Mağribi etkisi görülen bina şehir mahkemesi, meclis evi ve idari amaçlarla kullanılmış. 1949 yılında Milli Kütüphane olarak açılmış. Şu anda da çeşitli etkinliklerde kullanılmaktadır.

İnat Evi

Belediye binasının hemen karşısında nehrin diğer yanında üzerinde ‘Inat Kuca’ yazan iki katlı bir binanın ilginç bir öyküsü bulunmakta. Avusturya Macaristan İmparatorluğu döneminde şehirde önemli imar faaliyetleri planlamaya başlanır. Bu arada şimdiki Belediye Binasının yerinde bir ev bulunmaktadır. Bu binanın yerine yeni bina yapılması için evin sahibinin evinden çıkması istenir. Ev sahibi birebir aynısı yapılırsa evini bırakabileceğini söyleyerek evden çıkmaya direnir. Bu durumda evin yapı malzemeleri tek tek taşınarak nehre karşı aynı ev yapılır. Bugün binada bir restoran faaliyet göstermekte ve binanın üzerinde de ‘İnat Evi’ yazmaktadır. Bizim bu restoranda oturacak zamanımız olmadı.

Yahudi Müzesi

Osmanlı döneminde Saraybosna’ya yerleşen yahudilerin yaptırdığı ilk tarihi sinagog 1581 yılında yapılmış. İkinci Dünya Savaşı’nda katledileğ 12.000 Yahudinin isimleri, kişisel eşyaları ve fotoğrafları Sinagogta yer alan müzede sergilenmekte. Biz binayı dıştan görebildik, açık olmadığı için gezemedik.

1992-1995 İnsanlığa Karşı Suçlar ve Soykırım Müzesi

Saraybosna’da ziyaret edilmesi gereken müzelerden. Yaşanan savaşın etkilerini ve dramını yaşatan müzenin benzerini Mostar’da gezdiğimiz için biz bu müze yerine Galerija 11/07/95 Fotoğraf Sergisini gezmeye zaman ayırdık.

Svrzo Evi

Osmanlı dönemi konaklarına örnek olan ve yapıldığı dönem itibari ile hem Osmanlı hem de batı tarzı yaşamı bir arada gösteren ev örneği olarak gezilmesi önerilen Svrzo Evi bugün müze olarak hizmet veriyor. Biz de evi bulmak için tüm bölgeyi dolaşmamıza rağmen sanırım açık olmadığı için bulamadık bu evi.

Umut Tüneli

Saraybosna sokakların tarihten bugüne yolculuğumuz bir yanda hayranlık, diğer yanda savaşın izleri ile hüzünlü oldu. Ancak gezimizde zamanımız yetmediği için şehrin en hüzünlü yerine gidemedik. Bu en hüzünlü yer şu anda turlarla turistlere gezdirilmekte. Şehrin dışında yer alan tünelin öyküsü hem acıklı, hem bir kahramanlık öyküsü barındırıyor. Sırp kuvvetlerin işgali altındaki şehirde dış dünya ile ilişki kuramayan Bosna halkı havalimanından şehre bir tünel kazarak hem kaçış hem de malzeme ulaşımını sağlamışlardır. Bugün bu tünel müze olarak ziyarete açıktır. Müze 5 Euro ücret ile gezilebilmekte.

Yeme İçme

Yazılarımızda doğal olarak ülke mutfaklarından söz ediyoruz. Çünkü her yeni ülke farklı lezzetler sunan mutfaklarını açıyor bize.  Saraybosna’da mutfak lezzetleri hem bizden sunumlarda hem de Doğu ve Orta Avrupa mutfağından. Yani ne tatsanız size lezzetli gelecek demektir.

Balkanlar mutfağı hem bizden, hem daha renkli lezzetli sanki. Balkanlarda Osmanlı etkisi uzun süren ülkelerde olmazsa olmaz doğal olarak; cevabi ve börek. Cevabi bizim bildiğimiz köftenin yerel tatlarla doyulmaz bir lezzete ulaşmış hali diyebiliriz. Diğer lezzet börek tabi ki. Bizde de yöresel farklı börekler yapıldığı gibi Balkanların böreği de her ülkede illaki tadılacak. Bu arada Saraybosna’nın böreğinin ününün bizde de Boşnak böreği olarak bilindiğine göre bu topraklarda tatmadan olmaz. Yine bizim mutfak benzeri dolmalar, güveç yemekleri, mantı Osmanlı mutfağından tadabileceğimiz yemekler. Biz de kaldığımız üç gecede Başçarsı civarında belirli lokantalarda yemeğe çalıştık. Avrupa mutfağı denemedik. Yine kahveler bizim bildiğimiz kahve lokumla ve su ile servis yapılıyor. İçeceklere gelince Balkanların geleneksel içkisi rajika, bizim rakıdan biraz farklı. Ayrıca yerel biraları da tadılabilir.

Biz yemek ve kahvelerimizi doğu yakasında tatmayı tercih etsek de bir akşam üzeri Ferhadiye Caddesi üzerinde canlı, renkli, kalabalık, modern kafelerinde de zaman geçirmeyi tercih ettik.

Alışveriş

Şüphesiz Saraybosna’da alışveriş merkezleri bulunmakta. Ancak bir gezgin olarak AVM’lerde geçirecek zamanımız olmadı. Alışveriş keyfini bu şehirde zaten Başçarsı’da sevimli, zengin çeşitlere sahip dükkanların içinde geçirdiğimiz için yerel ürünlerden anı ve hediyelik eşyalar aldık. Yerel ürünler de bakırcılar çarşısından bakır süs eşyaları, kahve fincan takımları, lokum, kahve olabilir.

Son Söz

Biz Osmanlı izlerini takip ederek şehrin doğusunda tarihi eserleri gezip, kahvehanelerinde kahvelerimizi içip, geleneksel Boşnak yemekleri yapan restoranlarında yemekleri tattık. Şehrin batı modern yüzünde kafelerinde oturduk, sokak aralarını dolaştık. Daha sonra Osmanlı mahallelerini daha yakından görmek için sebilin karşısındaki tepeciğe doğru ilerledik . Diğer bir amaç da Svrzo Evi’ni gezmek idi. Ancak epey yol kat etmemize rağmen evi bulamadık. Yine de Osmanlı mahallesi sokak aralarında dolaşmak keyifli idi.

Bu bölgeden tekrar sebile doğru yürürken sebilin yanından geçen caddeden sevimli tramvaya bindik. Amacımız şehrin merkezi ve turistik bölgesinin dışını görmek idi. Savaşın etkilerini bize bu tramvay yolculuğu çok açık gösterdi. Başçarşı ve Ferhadiye Caddesi civarındaki tarihi yapılardaki savaşın yaraları gerek Türkiye’den aktarılan gerek başka fonlarla 18 yılda sarılmaya çalışılmış. Turizm gelirlerini arttırmak amaçlanmış. Ancak gerçekten halkın yerleşim yerleri olan birçok binanın dış yüzlerinde savaşın izleri durmakta, binalarda kurşun ve roket izleri kapatılamamış olsa da yaşam devam etmekte bu binalarda.

Savaşın gerek insanların yüzünde de, binaların üzerinde de kalan etkilerini görmek gerçekten etkiliyor insanı. Bu duyguların benzerini Mostar şehrinde de yaşamıştık. Saraybosna ve Mostar tarihi dokusu, kültürü, doğası, halkı ile  Balkan gezimizde çok özel şehirler olarak zihnimize yerleşti. Bu özelliklerine rağmen savaşın acılarının külleri henüz sönmemiş gibi geliyor insana.

Hakkari Gezi Rehberi: Hakkari Kaç Mevsim!

“…insan, memleketini niye sever? Başka çaresi yoktur da ondan ama biz biliyoruz ki, bir yerde mutlu mesut olmanın ilk şartı, orayı sevmektir.

Burayı

Seversen, burası dünyanın en güzel yeridir. Dünyanın en güzel yerini sevmezsen, orası dünyanın en güzel yeri değildir.” böyle başlıyordu Hakkari’nin 1974 yıllarını anlatan ‘Vizontele’ filminde.

Bu yazımız, bir seyyahın gözünden, Hakkari’nin farklı coğrafyasını, tarihini, kültürünü merak edip yolu buraya düşecek gezginlere bir yol rehberi olmasını amaçlamaktadır. Son yıllarda gezi turlarında adını duyurmaya başlayan Hakkari Kürt kültürünün en yoğun yaşandığı coğrafyalardan biridir. Hakkari en uzak coğrafya olarak ifade edilir. Uzaklık görecelik kavram, neye göre kime göre! Evet ‘Batı’ için uzak bir kent olmuştur. Türkiye’nin en büyük metropol şehirlerine, başkente… bütün bunlara rağmen keşfedilmeyi bekleyen bir bakir coğrafya. Türkiye’nin en dağlık alana sahip bir şehirdir Hakkari. Ayrıca İran ve Irak’a sınır komşusu ve buna bağlı olarak da orada yaşayan akrabalarının bir kısmı bu iki ülke sınır köylerinde yaşıyorlar.

Peki Hakkari Nerede ve Nasıl Bir Coğrafya?

Doğuda Yüksekova ilçesinde yer alan Esendere sınır kapısı ile İran’a, güneyde ise Üzümlü yarı resmi kapısı ile yer Irak’a açılmaktadır. Yakın zamanda Şemdinli’ye bağlı Derecik kapısı da resmi olarak faaliyete girdi.

Hakkari’nin kuzeyinde Van’a bağlı Başkale ve Gürpınar ilçeleri, batısında ise Şırnak ilinin Beytüşşebap ilçesi yer almaktadır. Daha net bir ifadeyle Türkiye’nin güneydoğu ucunu oluşturmaktadır.  Hakkari’nin üç ilçesi vardır. Bunlar; Yüksekova (bugünlerde il olma durumu konuşuluyor!), Şemdinli ve Çukurca. Bunun dışında daha ayrıntı vermek gerekirse 4 beldesi, 136 köyü ve 377 mezrası vardır. Denizden yüksekliği 1720 metredir.

Dağların Ülkesi Hakkari’ye Nasıl Ulaşırız?

Hakkari’ye en yakın ulaşım Yüksekova’da 2015’te hizmete açılan Selahaddin Eyyubi Havalimanıdır, bunun yanında dileyenler Van Havalimanı’nı da tercih edebilirler.

Karayoluyla Yüksekova’dan Hakkari’ye sabah saat 07:00’den akşam 18:00’ a kadar minibüsler ile ulaşım sağlanmaktadır. Hakkari-Yüksekova arası 78 km olup, yol yaklaşık 50 dakika sürmektedir.

Van Havalimanı’ndan gelecekseniz; Van-Hakkari arasında seyahat eden firmaların minibüsleri sabah 07:00’den başlayıp her saat başı araçlar hizmet vermekte ve unutmayın akşam 18:00’de son araç kalkmaktadır.

Şehirlerarası otobüs tercih edecekseniz tek bir firma Hakkari merkeze seferlerini başlatmıştır. Bunun dışında Van üzerinden aktarmalı ulaşabilirsiniz. Van-Hakkari arası 210 km yol yaklaşık 3 saat sürmektedir. Şırnak üzerinden gelmek isterseniz sabah 07:00 ve öğlen 13:00 arasında minibüsler hizmet vermektedir. Hakkari-Şırnak arası 190 km olmakla birlikte zorlu geçitlerden dolayı 4-5 saat bir yolculuk sürmektedir.

Özel aracınızla gelmek isterseniz, Muş-Tatvan veya Bitlis-Tatvan istikameti kullanılırsa, Tatvan-Gevaş güzergahı takip edilerek ulaşılır. Bu güzergahta Gürpınar ilçesi geçildikten sonra Van-Hakkari yolunun 60.km’sinde bulunan Hoşap beldesinden sonra halk arasında 32 viraj diye tabir edilen 2.744 rakımlı sarp bir Güzeldere geçidini geçmeniz gerekecektir. Burada devam eden tünel çalışmasının sona yaklaşıldığı haberleri yapılmıştı!

Gelenlerin Çok Kalmadığı Bir Kent!

Tuğba: “Yazarım sana...”

Deli Emin: “Yazma, o zaman bekliyor insan. E buraya çok az insan geliyor, çok insan gidiyor. Kalan da bekliyor ama bazen çok uzun bekliyor. Yani hani mesela zannediyorsun ki bir yoldan birisi gelecek; boş uzun bir yol… Devamlı ona bakıyorsun. Sonra kimse gelmiyor. Yazma boş ver!”

Yılmaz Erdoğan’ın yönetmenliğini yaptığı ‘Vizontele-2’ filminde, hikaye böyle hüzünlü bir replikle devam ediyordu. Ama Hakkari’de günü karşılamak özellikle Sümbül Dağı’na karşı içinizde nedensiz bir enerji yükseldiğini fark edeceksiniz.

Hakkari’de Nerede Konaklarım?

Bu sorunun cevabı, hangi evin kapısını çalarsanız sizi konuk edecektir, evet yanlış duymadınız! Anadolu’nun kendi öz değerlerini taşıyan bir kenttesiniz. Turizm kenti olma yolundaki Hakkari’de konaklamak için alternatiflerimiz; Yüksekova’da 5,4,3 yıldızlı otel seçenekleri, Hakkari’de 3 yıldızlı otel seçeneği yanında öğretmenevi de hizmet vermektedir. Şemdinli ilçesinde bir otel ve öğretmenevi, Çukurca ilçesinde de bir otel ve öğretmenevi mevcuttur.

Eko Turizmi Yapacağınız Ender Yerlerden Biri!

Dağların ülkesi Hakkari Türkiye’nin en yüksek on zirvesinden altısına sahiptir. Cilo Reşko Dağı 4.156 metre, Bobek 4.080 metre yüksekliğindedir. Sümbül-Çarçelan, Cilo-Buzul, Sat-Geverok Dağları…  Hakkari coğrafyasında kaya tırmanışı, buzul tırmanışları, Zap Nehri’nde rafting ve kano, birçok dağ bisikleti rotaları olan, yamaç paraşütünün yapıldığı, 6 ay boyunca karla kaplı kayak merkezi, mağara sporları, oryantring, kampçılık, tırmanışlar, doğa yürüyüşleri gibi çeşitli aktiviteleri yapma fırsatı sunuyor. Daha ne olsun!

Hakkari Kültür Turizminde Nelerle Karşılaşırsınız?

Kente ilk geldiğinizde sizi güler yüzlü mizaçlı Hakkari (Colemerig) halkı karşılayacaktır. Kültürel değerlerini -insana verdikleri değerleri- koruyan nadir bir kenttir Hakkari. Geçmişi çok eski çağlara dayanır. Sırtını Zagros Dağı’na vermiş Hakkari’de avcı toplayıcı dönemden Neolitik döneme kadar yaşam izlerinin olduğu tespit edilmiştir. Özellikle tespit edilen mağara ya da yüksek yaylalarda o döneme ait yabani geyiklerinin çizimlerine rastlanmıştır. Bu mağara ve yaylalar araştırma açısından bakir alanlar, Urartuların da hakim olduğu coğrafyalardandır.

Birçok medeniyete ev sahipliği yapmış özellikle Hakkari yönetiminde söz sahibi olan Mir ailesi günümüzde onların eseri olan Bay Kalesi, Kasrı Hevgan Kalesi, Mir Kalesi, Meydan Medresesi görülmeye değerdir. Halk kendine has eski düğün geleneklerini sürdürür. İmece usulü bağ ve bostanlarda çalışan halk ile çeltik tarlalarında stranların, klamların (Kürtçe’de şarkı türleri) birlikte icra ettikleri müzikleriyle karşılaşmanız ihtimal dahilindedir.

Bu zengin coğrafyada rehberiniz eşliğinde detaylı gezebileceğinizi belirtip, bunların dışında var olan kültür değerlerini sıralarsak;

-Koçanıs Kilisesi (Nesturilerin patriklik merkezi)

-Mar Abdişo Manastırı

-Mar Şalita Manastırı

-Urartu Mezarlığı

-Kızıl Kümbet Mezarlığı

-Kelat Sarayı

-Kayme Sarayı

-Taş Köprüler

-Sidan Vadisi ve su bendi

-Kaval Şelalesi

-Helil Kilisesi

-Azizan Kilisesi

-Şemdinli Kara Kilisesi

-Orişe Kilisesi

-Çukurca Çeltik Mar Şalita Kilisesi… gibi tarihi yapılar sıralanabilir.

Hakkari’de en önemli nehirlerden biri Zap Suyu’dur. Devrimci Gençlik Köprüsü bu nehrin üstünde kurulmuştur ve hikayesini anlatmadan geçmek olmaz. İstanbul’da köprü yapılmasına karşı çıkan 68 kuşağının önde gelen gençleri, “boğaza değil, Zap’a köprü” sloganlarıyla örgütlenirler. Çünkü burayı geçmeye çalışan çoluk çocuk, havyan sürüleri ne yazık ki o dönemin şartlarında nehre kapılıp yaşamlarını yitirmişlerdir. Daha sonra bu kuşak gençleri tarafından yardım toplanır ve buraya bir köprü yaparlar. Yıllarca ‘Denizlerin Köprüsü’ olarak anılan köprü 1999 yılında havaya uçurulur. On bir yıl sonra tekrar köprü onarılır. Bununla ilgili Şemsi Belli’nin yazdığı bir şiiri Selda Bağcan’nın sesinden mutlaka dinleyin.

“gul, gurban olduğum Hökümet Baba!

Baa bir alfabe veremez miydin?

Gara dağlar kar altında galanda

Ben gülmezem

Dil bilmezem

Şavata’dan Hakkari’ye yol bilmezem

Gurban olam, çaresi ne, hooy babooov?

….

Dohdor ilaç, çarşı bazar tam takiro

Gurban olam bu ne işdir hooy baboov!

Parasizo,

Çaresizo

….

Böyle devam etmekte o dönem Hakkari’sini anlatan şiir.

Hakkari bölgesinde yaylacılık hayatın büyük bir kısmını teşkil eder. Özellikle baharın gelmesiyle hayvanların doğayla buluşması yaşanır. Haziran ile birlikte artık daha yüksek rakımlı yerlerde hayvanlarını beslemek isteyenler için geçici göçerlik başlar. Bu mevsimde artık yaylalarda kıl çadırlar kurulmaya başlanır. Sonbahar başlamasına yakın hayat burada devam eder. Yarı konar göçerlik bir yaşam. Yaz ayında bu yaylalarda festivaller de yapılır, festivale katılmak istiyorsanız bizi takip etmeyi unutmayın!

Bu coğrafya kendi doğal yaşamını kendisi şekillendirir. Özellikle doğadan topladıkları bitki kabukları, bitki kökleriyle ve koyun yünleriyle ürettikleri kilimler, dünyanın öbür ucuna satılmaktadır. Aslında gittikçe bu geleneğin bitmek üzere olduğunu da üzülerek söylemek zorundayız. Nedeni çok basit, sen almazsan, ben almazsam nasıl üretecek bu eller!

Bunun yanında başka bir yerde göremeyeceğiniz yerel kıyafetli insanlar!  Bu kıyafetlerin de buraya has tarzı var. Bu geleneği sürdüren azalsa da Hakkari merkezde gezdiğinizde rahatlıkla yerel kıyafetli bölge halkına rastlayacaksınız. Kadınlarda; Kıras, Fistan, Dersuk, Desmal, Leçek, Erkeklerde; Şel, Şepik, Yelek, Şutik, Cemadani, Berguz gibi yerel Kürt kıyafetleri giysileri vardır.  

Hakkari bölgesinin kendine özgü bir yemek kültürü var. Geldiğinizde mutlaka denemeniz gereken yemekleri sıralamam gerekirse; Devin/Çorba, Kıris, Doleme, Kotildevk, Keledoş, Tırşik, Doğaba… gibi yöreye özgü tatları denemenizi öneririm.

Hakkari’yi anlatmak için sayfalarca yazsak yetmez, Ters Laleli florasıyla, ters giden halayıyla, ‘bırakmak’ fiilinin her eylemde kullanıldığı bambaşka bir kültürdür Hakkari.  Hakkari’yi gelip hissetmeniz, kente dokunmanız lazım. Burada anlatamadığımız bu kültürün detaylarını merak ediyorsanız biz sizi orada bekliyor olacağız. Son olarak Ferit Edgü romanından bir alıntı ile..

(…)

Odaya doğru ilerlediğimde, ardımdan, Pir. Köyünün yeni öğretmenisiniz, değil mi? diye sordu.

Tanrım! herkes tanıyor beni bu kentte.

Ya da herkes herkesi tanıyor.

Ben hariç.

(…)

Hakkari Her Mevsim Sizi Bekliyor!

Selanik Gezi Rehberi: Ata Memleketinden Günümüze

Selanik Yunanistan’ın Atina’dan sonra ikinci büyük, ticari olarak önemli ve turistik olarak da popüler şehirleri arasında. Selanik kuruluşundan bu yana farklı uygarlıklara, farklı milletlere, farklı dinlere yerleşim yeri olmuş. Şehir coğrafi konumu, ticaret yolları üzerindeki yeri, ticari limanı, ılıman iklimi ile her dönem diğer uygarlıkların topraklarına göz koyduğu bir şehir olduğundan, tarih boyunca çok sayıda işgale uğramış.

Ege Denizi kıyısında, karşı yakamızda yer alan Selanik, öncelikle Atamızın doğduğu, belirli dönem yaşadığı, ayak izlerini bıraktığı şehir. Ayrıca 500 yıl Osmanlının hüküm sürdüğü ve Balkan coğrafyasında en önem verdiği şehir. Osmanlı döneminde şehre Türkler yerleştirildiği gibi, 15.yy’da İspanya’dan sürülen Seferad nüfus İstanbul ve İzmir’in yanında Selanik’e yerleştirilmiş.

Selanik ruhu, havası ile bir yanda 20.yy’da yaratılmış modern bir şehir, diğer yanda Roma, Bizans, Osmanlı izleri ile tarihi bir şehir. 

Tarihi bağlarımızın kuvvetli  olduğu, ulaşımı kolay ve yakın Selanik, benim için bunca yıl öncelikle görülecek şehirlerin arasına girememiş. Nihayet araba ile çıktığımız Balkan gezimizde Selanik ilk uğrak yerimiz oldu.

Öncelikle niçin Selanik’i gezilecek yerler listemize alalım, şehirde neler bulabileceğimize bakalım, sonra detaylı dolaşalım Selanik’i.

Niçin Selanik:
  • İstanbul’dan karayolu ile Anadolu’daki birçok kentten daha yakın, havayolu ile ulaşım da kolay,
  • Atatürk’ün doğum yeri, Atatürk’ün doğduğu ev müze ev olarak ziyarete açık,
  • Tarihi şehirde Osmanlı izlerinin yanı sıra, Roma, Bizans kalıntıları arasında bir Avrupa şehrinde dolaşılıyor,
  • Ilıman iklimi, sıcakkanlı insanları, mimari  yapısı, kordonu ile İzmir’in kız kardeşi  havasında,
  • Deniz kenarında, ünlü meydanlarında bolca deniz ürünleri ve mezeler tadabileceğiniz şehir, restoranları, kafeleri ile her daim canlı, cıvıl cıvıl,
  • Selanik’te tarih, kültür ve deniz tatili bir arada yapılabilir. Ayrıca birçok Avrupa ülkesine göre daha ekonomik bir tatil olacağını söyleyebiliriz,
Ulaşım

Selanik’e ulaşım her türden kolay. İstanbul’dan THY’nın her gün düzenli uçuşu bulunmakta. Yine Aegean Airline’ın İstanbul ve İzmir’den direk uçuşları var. Atina üzerinden de uçakla veya karayolu ile kolaylıkla Selanik’e ulaşılabilir. Selanik Uluslararası Havaalanı şehrin Aristotelous Meydanı’na sadece 16 km uzaklıkta ve havaalanından meydana otobüs seferleri bulunmakta.

Özel araba ile İstanbul’dan 600 km uzaklıkta, yolculuk sınır kapısı geçişleri ile 6,5-7 saat sürmekte. Yine İzmir ve İstanbul’dan Selanik’e otobüs seferleri diğer bir ulaşım alternatifi.

Deniz yolu ile 2022 yılında İzmir Selanik arasında karşılıklı feribot seferleri başladı. Yeterli talep ile seferlerin süreklilik kazanmasını dileriz. Kısaca Selanik, hava, kara ve denizyolu ile kolay ulaşabileceğimiz bir şehir.

Selanik şehir içinde de Ano Poli (Eski Şehir) dışındaki birçok bölge rahatlıkla yürüyerek dolaşılabilir.

Kısa Tarihi

Türkçe Selanik olarak adlandırdığımız şehrin tarihi ve günümüzde kullanılan adı Thessaloniki. Makedonya Kralı Cassender M.Ö 315 yılında kurar ve eşi Büyük İskender’in kız kardeşi Thessalonike’nin adını verir şehre. Kuruluşundan itibaren Thessalonike Makedonya’nın önemli bir liman kenti olur.

Romalılar 168 yılında işgal ettiklerinde şehre özerklik tanırlar. Şehir MS 1.yy’da Hristiyanlık için de önemli bir rol üstlenir. M.S 1185 yılında Normanlar tarafından yağmalanır, 1204 yılında Franklar hakim olur ve Latin Krallığı’nın başkenti olarak ilan edilir. 1246 yılı sonrası şehir Bizans hakimiyetine girer.

1430 yılında Osmanlı Padişahı II.Murat  döneminde  Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarına katılan Selanik, 500 yıl Osmanlı hakimiyetinde önemli bir ticaret merkezi olur. 1912 yılı Balkan Savaşları sonunda  Osmanlıdan ayrılır. Osmanlı döneminde şehirde Rumlar, Türkler ve Yahudiler birlikte yaşarlar. 1912 yılında en kalabalık grup Yahudi nüfusudur. 1923 yılında mübadele sonunda Türkler ve Yahudilerin bir bölümü Türkiye’ye göç ederler. Şehirde kalan Yahudiler ise daha acı bir son beklemektedir. İkinci Dünya Savaşı’nda Alman işgalinde şehirdeki 46.000 Yahudi katledilir.  20 yy’a kadar çok kültürlü, çok dinli şehir, zaman içinde bu özelliğini kaybederek tek renge dönüşür.

1917 yılında çıkan yangında şehrin büyük bir kısmı yanar. Yangından sonra Selanik önemli mimari yapılanmaya girişir.

Beyaz Kule

Hani bazı şehirlerin simgesi her şehir fotosunda yer alır, turistler öncelikle orayı görmeye giderler ya, Selanik için Beyaz Kule işte o sembolik yapı.  Kulenin 12.yy’da yapılan Bizans savunma kulesinin yerine,  1535 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın emri ile yaptırıldığı, kesin olmamakla beraber mimarının Mimar Sinan olduğu söyleniyor. Kule gözetleme kulesi, garnizon ve hapishane olarak kullanılmış Osmanlı döneminde. II. Mahmut döneminde kuledeki tutukluların kılıçtan geçirilmesi sonrası Kanlı Kule olarak adlandırılmış. Kule 1912 yılında Balkan Savaşları sonrası şehir Yunanistan’a verilince özgürlük sembolü olarak beyaza boyanmış.  Kule altı katlı, 30 metre yüksekliğinde 70 metre çapında, günümüzde şehrin tarihini anlatan müze şeklinde düzenlenmiş. Asansör ile en tepesine de çıkılabiliyor, bu yükseklikten Selanik panoraması izlemek keyifli olsa gerek. Biz kule gezmeyi bir sonraki gelişimize bıraktık. Kule Pazartesi günleri dışında her gün 8.30-15.00 saatleri arasında gezilebiliyor.

Atatürk Evi

Selanik şüphesiz bizim için ayrı öneme sahip. Atamızın doğduğu evi ziyaret, gezimizin en heyecanlı bölümünü oluşturuyor. 

Şanslıyız ki Yunanistan Atamızın evini koruyup, ziyaret imkanını da sağlamış. Selanik Belediyesi özel mülk olan evi 1937 yılında satın alarak Atatürk’e hediye etmiş. Selanik Konsolosluğumuzun gözetiminde müze olarak 10 Kasım 1953 yılında hizmete açılmış. Sergilenecek eserler Topkapı Sarayı ve Dolmabahçe Sarayı’ndan özenle seçilmiş.

Selanik’e adım atan her Türk gibi bizim de ilk ziyaret ettiğimiz yer Atamızın doğduğu ev oldu. Atamızın sadece doğduğu ev olmasının ötesinde, 1907 yılında Selanik’te görev yapan Atamız bir süre ailesi ile bu evde yaşamış, toplantılar yapmış. Üç katlı, bakımlı evin bahçesinde bizi Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi’nin diktiği nar ağacı karşıladı. Evin ikinci katında Atatürk’ün balmumu heykeli, annesi Zübeyde Hanım’ın bir heykeli ve Atatürk’ün bir masa başında canlandırması vardı. Sınırlı sayıda Atatürk’ün eşyaları ve duvarlarda okul karneleri ve duvarlarda Atatürk’ün hayatını anlatan yazılar vardı.

Bu evi görmekten çok mutlu olduk ancak içimizde biraz boşluk hissetmedik diyemeyeceğim. Sanki beklentimiz Atamızdan daha çok eşya bulunan, daha sıcak bir ev görmek idi. Evin son yıllarda elden geçtiğini, öncesinde daha çok eşya bulunduğu ancak eşyaların azaltılmış olduğunu duymuştum. Acaba eski hali nasıldı diye merak etmekten alamadım kendimi. Tabii ev el değiştirdiği için orijinal eşyalar olmayabilir ancak Atatürk’ü dünya üzerinde bilmeyen yok, acaba doğduğu ev sadece Selanik şehrini ve hayatını anlatan yazılardan daha farklı şekilde  düzenlenebilir miydi?

Bu arada Kırklareli Belediye Başkanı Mehmet Kesimoğlu’nun öncülüğünde Atatürk’ün doğduğu evin mimari olarak birebir aynısı 2018 yılında Kırklareli’de açılmıştır. Üç yıl önce orayı gezdiğimde Atatürk’ten kalan çok daha fazla objenin evde yer aldığını görmüş acaba Selanik’teki evi nasıl diye merak etmiştim. Selanik’teki Atatürk evini gören, görmeyenlere Kırklareli’deki evi ziyaret etmelerini öneririm. 

Selanik’teki evin internette restorasyonu yapan firma tarafından yapılan açıklama aşağıda görülmektedir.

Müze-ev, 2010-2013 arasında yeniden restore edildi. Bu restorasyon sırasında Atatürk’ün kişisel eşyaları ve mobilyaları ile Atatürk büstü ve anı defteri kaldırılıp Türkiye’deki başka müzelere gönderilmiştir.[5]

Kişisel eşyalarının, büstünün, anı defterinin kaldırılmasına bir açıklama bulamıyorum. En iyisi gidin, görün ve yorumunuzu yapın…

Aristotelous Meydanı

Aristotelous Meydanı şehrin tam merkezinde ve en önemli meydanı. Meydanın düzenlemesi 1917 yılında şehrin büyük yangın ile çok hasar görmesi sonrası başlar. Yunan hükümetince yakın tarihte topraklarına katılan Selanik’te Osmanlı döneminde şehirde planlı, düzenli bir yapılaşma olmadığı düşünülmekteydi. Yangın sonrası yeniden yapılan Selanik’te diğer Avrupa ülkeleri gibi büyük meydanlar ve anıtsal yapılar yapılması planlandı. Meydanın düzenlenmesi de Fransız mimar  Ernest Hebrard’a bırakıldı. Mimar Bizans ve modern Avrupa mimarisini harmanlayarak düzenledi şehir merkezini.

Meydana adını veren ünlü Yunan düşünürü Aristo’nun heykeli meydanda yer almakta, ayrıca bir köşesinde yer alan tarihi Electra Oteli binası da dikkat çekici.  Bu ünlü meydan festivaller, kutlamalar ve siyasi toplantıların da düzenlendiği, en önemli meydanı olarak görülmekte.

İskender Heykeli

Selanik

Beyaz Kule’den sonra sahil boyunda ilerken deniz kenarında şahlanan bir atın üzerinde Makedon Kral İskender’in heykelini göreceksiniz. 1973 yılında yapılan heykel, 6 metre yüksekliği ile ülkedeki en büyük heykel.

Galerius Kemeri

Galerius Kemeri M.S 4. yüzyılda Roma İmparatoru Galerius adına yaptırılmış. Antik dönemde şehrin ana giriş kapısı olarak tasarlanmış, kemerden kalanlar bugün şehrin hareketli Kamara Meydanı’nda yer alıyor. Bir cephesinde İmparator Galerius’un Pers, Mezopotamya ve Ermeni seferlerini canlandıran kabartmalar bulunmakta. 

Rotunda

Selanik

Roma İmparatoru Galerius adına 306 yılında yapımına başlanmış. Başlangıçta amaç Galerius’ün mozolesi olması imiş. Daha sonra İmparator Konstantin kiliseye çevrilmesini istemiş. Roma’daki Panteon gibi dairesel bir yapı olarak inşa edilmiş. Osmanlı döneminde camiye çevrilen yapının yanına minare eklenmiş. Rotunda’nın yanında minare ayakta durmaktadır. Selanik 1912 yılında Yunanistan topraklarına katıldıktan sonra Rotunda tekrar kiliseye çevrilmiştir. 1917 yılından sonra da müze, galeri olarak halka açılmış.

Antik Agora

Şehrin merkezinde  tarihi MÖ 1. yy Roma dönemine uzanan antik agora  kalıntıları görünmektedir. Geniş bir alanı kaplayan agorada Roma hamamı ve küçük bir tiyatro kalıntıları bulunmakta.

Galerius Sarayı

Deniz kenarında Rotunda’ya doğru ilerken Navarinou Meydanı’nda yüksek modern binaların arasında geniş bir kazı alanında Roma İmparatoru Galerius Maximianus’un, Thessoloniki’de kaldığı zamanlarda yaşadığı sarayının kalıntıları görünmekte.

Ano Poli – Eski Şehir

Selanik’in yukarı şehri, tarihi şehri Ano Poli Selanik’in farklı bölgesi. Mutlaka gezilmeli. Bu bölgede yerleşim 4. ve 5. yüzyıla kadar uzanıyor. Ano Poli’nin kuzeydoğusu Türk bölgesi olarak biliniyor. 1922 yılı sonrası bölgeye mübadele ile Türkiye’den göçen Yunan vatandaşları da yerleştirilmiş.

Bu bölgede en üst noktada Heptapyrgion Kalesi öncelikle Bizans döneminde yapılmış. Osmanlı döneminde yenilenen kuleler, 19. yy’da hapishane olarak kullanılmış. Buradaki yapılar 1989 yılına kadar hapishane olarak kullanılmış.

Şehrin en yüksek noktasında Selanik’in muhteşem manzarası seyredilebilir.

Biz bir akşam yemeğimizi de şehrin bu en yüksek bölgesinde, müzikli, çok hoş bir tavernada yedik. Daha önce giden arkadaşlarımızın önerisi ile bulduk bu tavernayı, ortam, müzik ve mezeler güzel, fiyatları da son derece makul idi.

Villa Allatini

  • Wikipedia

1800’li yılların sonlarına doğru Selanik Kalamaria bölgesinde İtalyan mimarlara büyük bahçeli, deniz manzaralı lüks villalar yaptırılır. Bunların içinde en büyüğü Villa Allatini, Charles Allatini isimli  İtalyan Yahudi bir iş adamına ait. Bu villanın bizim tarihimiz açısından önemi ise Sultan Abdülhamid Balkan Savaşları öncesi Selanik’e gönderildiğinde 3 yıl ailesi ile bu villada yaşamış olmasıdır. Abdülhamid’in bu dönemi Zülfi Livaneli’nin Kaplanın Sırtında kitabında anlatmaktadır.

Selanik Kiliseleri

Hristiyanlık tarihinde de önemli bir misyona sahip olan Selanik bir anlamda kiliseler şehri, yazımızda önemli birkaçından söz edelim.

Hagia Sophia Church

Hagia Sophia Church, Roma döneminde yapılan bir bazilikanın üzerine 7.yy’da yapılan ve Hristiyan dünyasının önemli eserleri arasında sayılan şehrin en eski kilisesi. 

1205 yılında Selanik’in katedrali olan kilise, Osmanlının şehri almasından sonra ismi korunarak Ayasofya Cami olarak değiştirildi. 1912 yılından sonra tekrar kiliseye çevrilen kutsal mekan bugün UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer almaktadır.

Panagia Chalkeon Kilisesi

Şehrin merkezindeki kilise 1028 yılında yapılmış iki katlı bir kilise. Dört sütunlu, iki kubbeli kilise kırmızı tuğlalı yapısı ile kırmızı kilise olarak adlandırılmış. Kilise Osmanlı döneminde Kazancılar Cami adı ile camiye çevrilmiştir.

Prophet Elijah Kilisesi

Selanik

Ano Poli bölgesinde ilk karşımıza çıkan kiliseden bahsetmeliyim. Unesco Dünya Mirasları Listesi’nde yer alan kilise 1360-1870 yıllarında yapılan geç dönem Bizans kilisesi. Şehre hakim konumu ile şehrin panoramik manzarasını sunmakta. Bölgede Aziz Catherina Kilisesi, Başmelekler Kilisesi, Kutsal Havariler Kilisesi ve Osios David Kilisesi gibi tarihi kiliseler bulunmaktadır.

Selanik’te Osmanlı Eserleri

Selanik 500 yıl kadar Osmanlı toprakları arasında olduğundan ve Balkanlarda stratejik olarak önemli görülen bir şehir olduğundan şüphesiz mimari eserler yapıldı. Bu eserlerden bazıları eski Bizans, Venedik eserlerinin yenilenmesi, bazıları ise eski kiliselerin camilere çevrilmesi şeklinde olmuş. Bunların yanı sıra Osmanlı tarzı bedestenler, hamamlar, imaretler, çeşmeler, kamu binaları ve Osmanlı köşkleri bulunmakta. Kiliselerden çevrilen camiler çoğunlukla tekrar kiliselere veya galerilere çevrilmiş. Bazı eserler de  büyük yangından etkilenmiş, bazıları da şehrin Avrupalılaştırılması sırasında ihmal edilmiş, bakımsız kalmıştır. Belki de Osmanlı izlerini takip etmek için daha detaylı bir tur yapmak uygun olabilir. Bu yazıda dışarıdan görebildiğimiz iki özel yapıdan söz edelim; Bey Hamamı ve Hamza Bey Cami.

Bey Hamamı

Bey Hamamı Yunanistan’da inşa edilen ilk hamam ve yine aynı bölgede günümüze kalan en büyük hamam. Hamam 1444 yılında II.Murat zamanında yapılmıştır. Kadın ve erkekler için ayrı bölümleri olan hamam 1960’lara kadar hamam olarak hizmet vermiştir.

Hamza Bey Cami

Osmanlının Selanik’i fethettikten sonra ilk cami 1467 yılında yaptırılmış. Cami 20.yy’da Alkazar sineması olarak kullanıldığından Alkazar olarak tanınmakta. Hamza Bey Cami halen restorasyonda.

Selanik Yeme-İçme

Selanik’te Yunanistan anakara ve adalarında lezzetleri tam bizim damağımıza uygun. Mezelerinden tatlılarına birçoğunda isimler bile aynı. Bu durumda Yunan mutfağı mutlaka denenecek ve lezzetleri karşılaştırılacak. Selanik de gurme şehirler arasında. Tercihiniz  bir tavernada öncelikle deniz ürünleri, mezeleri ve uzosunu müzik eşliğinde yemek şeklinde olabilir. Deniz ürünleri düşkünü değilseniz Yunan kebapları Souvtaki lezzetli et yemekleri arasında. 

Selanik’in yeme içme ve eğlence açısından en hareketli bölgesi Ladadika’da çok sayıda taverna, restoran ve kafe bulabilirsiniz.  Aristo Meydanı civarı ve eski şehir Ano Poli’de manzaralı restoranlar ve kafeler seçenekleriniz arasında. Biz bir gece Ano Poli’de bir taverna denedik, çok beğendik ancak Ladadika civarında başka özel restoranlar denemediğimiz için özel olarak restoran bar önermiyorum.  

Son Söz

Selanik’te gezilecek yerler şüphesiz bu yazıdaki yerlerle sınırlı değil. Biz iki gün ayırabildiğimiz Selanik gezimizde öncelikle görülecek yerleri belirleyip planlı bir şekilde mümkün olduğunca çok yer görmeye çalıştık. Selanik’te kültür turu yapacaklar, en az iki gün daha ayırıp müzeleri, sanat galerini de programlarına alabilirler. Biz iki gece daha kalıp, merkezdeki restoranlarda kafelerde daha çok zaman geçirmek isterdik. Ayrıca Selanik İzmir gibi deniz kenarında. Şehrin merkezinde denize girilmese de yarım saatlik bir yolculuklar plajlara ulaşılabilmekte. Sadece bir saat uzaklıkta Yunanistan’ın popüler tatil yeri Halkidiki’de Ege’nin berrak sularında serinleyip, gece hayatı eğlencesini yaşayabilirsiniz.

Kaman Japon Bahçesi ve Kale Höyük Kazısı

Japonya’dan sonra en büyük Japon bahçesinin Kırşehir Kaman’da olduğunu öğrendiğimde; hem şaşırmış, hem de uçsuz bucaksız sakuraların, göz alabildiğince uzanan pembe beyaz çiçeklerinin olduğu, rüzgar çanlarının fısıltılarının duyulduğu bir bahçe gözümde canlanmıştı.

Ancak gezdiğim bahçe; bunlardan çok farklı, daha büyüleyici, göze ve ruha hitap eden neredeyse bir arınma, meditasyon alanı gibiydi. Ya da ben öyle hissettim.

Bu bahçe, Japonya Ortadoğu Kültür Merkezi tarafından 1993 yılında, Altes Prensi Takahito Mikasa’nın Kale höyük kazılarını başlatması anısına ve bölge halkına rekreasyon alanı yaratmak amacıyla yapılmış. Japon Bahçesi, Japonya sınırları dışında bulunan en büyük bahçe olarak biliniyor.

Mikasanomiya Anı Bahçesi; “Shakkei” tekniğinde (çevredeki doğal manzara ile bahçeyi birleştiren bir düzenleme tekniği) ve “Kaiyu” stilinde (bahçede değişik manzaraların dolaşarak gösterilmesi stili) düzenlenmiş.

Bahçede yer alan göletin etrafında oturabileceğiniz banklar var. Yeşilin değişik tonlarını, ağaçları, minik heykelleri ve gökyüzünün suya yansımasını izleyerek sanki başka bir boyuta geçtiğinizi hissediyorsunuz.

Japonya’dan getirilerek doğal dokuyu bozmadan ekilmiş ağaçlarda değişik meyveler görmeniz mümkün.

Ufak derelerin yanından, bitki sarılmış çardakların altından, değişik ağaçların adlarını okuyarak sonsuz bir yeşilliğin içinde yürüyorsunuz.

Göletin kenarında ve ağaçların arasına minik heykeller, Japon kültürüne ait semboller  yerleştirilmiş.

Alışageldiğimiz bahçe veya parklara pek benzemeyen bu alanda, farklı bir kültürün bakış açısını, doğaya saygı ve uyumunu görünce, aslında bize uzak kültürlerden öğreneceğimiz çok şey olduğunu düşündüm. Sakuralar fazla yoktu ama büyülü bir yeşillik ve sizi huzura çağıran değişik bir atmosfer vardı.

Kale Höyük

Bilindiği üzere Höyükler; eski yerleşim yerlerinin zamanla, herhangi bir nedenle toprakla örtülüp tepe biçimine gelmiş halidir. Höyükler genelde üst üste gelmiş çok katmanlı yerleşim yeri birikimleridir ve günümüze göre en yakını en üstte olmak üzere eskiye doğru uzanan bir katmanlaşma gösterirler. 

Kale Höyük; MÖ 3000 yılından bu yana yaklaşık 5000 yıllık bir yerleşim geçmişine sahip olan   Kaman’da bulunmakta.

Tepe yaklaşık 280 metre çapında olup 16 metre yükseklikte imiş. Höyükteki kazılar 1986 yılından bu yana Sachihiro Omura başkanlığında, Japonya Ortadoğu Kültür Merkezi ve Japon Anadolu Arkeoloji Enstitüsü adına yapılmakta imiş. Kazılarda 4 uygarlık katı ve bu katlara ait evreler ve çok sayıda yapı katı ortaya çıkarılmış.

Yapılan kazılarda ele geçen eserlerden, Kaman ve yöresinin MÖ 3000 yılarına giden bir yerleşim yeri olduğu anlaşılmakta imiş. Bu durumda MÖ 3000 yıllarında Hititler buraya yerleşmişler.

Kaman, zaman dilimlerine göre uzun yıllar Hititler, Frigler, Asurlular, Persler, Roma ve Bizanslılar ile Mengücekoğulları, Eratna, Karaman ve Dulkadiroğulları Beyliklerinin hakimiyetleri altında kalmış.

Kale höyük kazılarından çıkarılan ve yukarıda sözü edilen uygarlıklara ilişkin kazı buluntular, Japon bahçesinin yanındaki bir müzede sergileniyor.

Müzenin giriş kapısının iki yanında, iki Hitit aslanı size “burası benim korumamda” dercesine duruyorlar.

Müzeye girdiğinizde, isterseniz rahat koltuklarda oturup Kale höyük kazısına, müzeye ve Japon bahçesine ilişkin kısa bir tanıtım filmi izlemeniz mümkün.

Müzede dört ayrı döneme ve dört katmana ve farklı uygarlıklara ilişkin, buluntular sergileniyor.

IV katman:   M.Ö. 2300- 1900 arasındaki Eski Tunç Çağı

III katman; M.Ö. 1900- 1500 arasındaki Orta Genç Tunç Çağı

II katman; M.Ö. 1200- M.S. 300 Demir Çağı

İskansız Dönem

I katman; M.S. 1400 Osmanlı Dönemi

Tarihin çok farklı dönemlerine ait höyükten çıkarılan zarif kalıntıları görüp müzeden çıkınca, Japon bahçesine gitmek ise sizi aynı zaman diliminin farklı bir kültürüne götürüyor. Ne dersiniz zaman ve mekan boyutu belki de zihnimizin bir oyunudur…