ANA SAYFA Blog Sayfa 2

Nahçıvan Gezi Rehberi: Size Selam Getirmişem…

Dost ziyareti olmasa belki Nahçıvan’a gitmek aklıma bile gelmezdi. Bakü’nün ışıltısının gölgelediği Nahçıvan hakkında, biraz da Yozgat, Gümüşhane civarı kıvamında Türkiye’nin taşrası önyargısı vardı; e durup dururken neden Yozgat’a gideyim, değil mi? Ama iyi ki gitmişim.

Azerbaycan’ın özerk bölgesi olan ve Türkiye ile Azerbaycan’ın tek sınır noktasında bulunan Nahçıvan, kuzeyi ve doğusu Ermenistan, güneyi ve batısı da İran ile çevrili. Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘Türk Kapısı’, Kazım Karabekir Paşa’nın ise ‘Şark Kapısı’ olarak nitelendirdiği Nahçıvan ile Türkiye’nin bağlantısı, Türkiye’nin kuzeybatısındaki Dilucu olarak bilinen bölgede 17 km’lik bir sınır ile sağlanıyor; geçiş ise Aras Nehri üzerindeki Umut Köprüsü’nden yapılmakta.

Azerbaycan’ın yaklaşık %6,3’ünü kapsayan ama Azerbaycan ile fiziki bağlantısı olmayan Nahçıvan, kuzeyinde Zengezur dağları, güneyinde Aras nehri arasında 5.502 km2 büyüklüğünde ve genelde dağlık bir coğrafyaya sahip. Bölgenin beşte birini kapsayan ovaları ise tarıma ve hayvancılığa elverişli; ayrıca zengin maden suyu, soda ve tuz kaynakları da mevcut.

Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti; başkent Nahçıvan ve Şerur, Şahbuz, Culfa, Babek, Kengerli, Sederek ve Ordubad rayonlarından oluşmakta…

Ulaşım

Nahçıvan’a İstanbul’dan uçakla doğrudan gidilebilir Bu durumda başkent Nahçıvan’a gidip merkeze çok yakın olan havaalanından taksiyle şehre ulaşabilirsiniz.

Bir diğer seçenek ise Iğdır’a gidip oradan taksiyle Nahçıvan’ geçmek. Iğdır’da gerek şehir merkezinde gerekse havaalanında Nahçıvan’a giden taksi ve otobüsler bulunmakta. Taksiler 5 kişilik ve taksi başına 120 manat. Eğer tek kişiyseniz kişi başı 25 manat ödemeniz gerekecek, tabii taksinin dolması şartıyla.

Iğdır ile Nahçıvan şehir merkezi arası yaklaşık 160 km. Türkiye tarafından Dilucu gümrük kapısından çıkıp Nahçıvan tarafında Sederek gümrük kapısına geçiş yapmanız gerekecek. Belki daha ucuz ancak meşakkatli bir tercih olabilir ama bir tarafta Ermenistan, bir tarafta İran’ın uzandığı yol boyunca müthiş doğu coğrafyasını ve Ağrı dağının türlü türlü hallerini  seyretmek de işin artısı.

Bu yolu seçerseniz aklınızda bulunsun; her iki kapıda da gümrükten siz ve araç ayrı ayrı geçiyor. Kişilerin ve araçların gümrük geçiş kuyrukları için zaman gerekebilir; planınızı ona göre yapın.

Nahçıvan’dan İran’a geçmek için ise, Culfa sınır kapısını kullanmanız gerekir. Ermenistan’a veya Ermenistan üzerinden Azerbaycan’a gitmek ise mümkün değil, 1990’ların başından beri kapılar kapalı.

Nahçıvan’ın Kısa Tarihi

Meraklısına; Bu bölüm Nahçıvan tarihini merak edenler içindir. İsteyenler bir sonraki bölüme geçebilirler. Asya ile Avrupa’nın geçiş yolu üzerinde bulunan Nahçıvan, tarihin her aşamasında önemli rol oynamış bir bölge… Tarih öncesi dönemlerde bile insan yaşamının bulunduğu coğrafya, çeşitli uygarlıkların çatışma alanı olmuş. MÖ 8-7 yy’da Minna ve Medlerin hakimiyetinde olan bölge, Büyük İskender sonrası Seleukosların idaresine girmiş. Bölgede 3 yy sonrası Sasani yönetimi görülmüş. Roma, İran ve Bizans çatışmalarına sahne olan bölge, 654’te Arap emiri Mesleme tarafından alınmış; Araplara karşı başlatılan Hürremiler mücadelesinin öne çıkan ismi ise Babek imiş. 9.yy’da kurulan Nahçıvan Şahlığını takiben 11. yy’da Selçuklular bölgeye girmiş ve burası Alpaslan’ın ikametgahına ayrılmış. 12 yy başında başka bir Türk hanedanı olan Eldegizlerin başkenti olan Nahçıvan yüzyıl sonlarına doğru Moğol istilasına maruz kalmış. Atabey Şemsedin’in ikametgahı olan Nahçıvan, İlhanlılar döneminde tümen olarak idare edilmiş. 14 yy’da Çobaniler, Celayililer, Muzafferiler, Karakoyunlular, Akkoyunlular arasında el değiştiren Nahçıvan 1387’de Emir Timur’un istilasına uğramış. 16 yy’da Safavi devletinin vilayetlerinden olan bölgeye 1554’te Kanuni Sultan Süleyman Nahçıvan Seferi’ni başlatmış, 1590 yılında imzalanan barış antlaşması ile Osmanlıların eline geçmiş. 1603’de Şah Abbas tarafından geri alınan bölge, 1724’te imzalanan İstanbul Antlaşması ile tekrar Osmanlılara geçmiş. Ancak bölgenin 1735’te tekrar İran’ın eline geçmesi üzerine Osmanlılar doğudan çekilmeye başlamış.

Osmanlı-Safevi mücadelesi boyunca sürekli el değiştiren bölgede, 1747’de Afşar İmparatorluğu’nun kurucusu Nadir Şah’ın ölümünden sonra Haydar Kuli Han tarafından Nahçıvan Hanlığı kurulmuş. 1747-1828 tarihleri arasında varlığını sürdüren Hanlık,  Nahçıvan bölgesi ile Ermenistan’ın Vayots Dzor ilnin bulunduğu topraklarda hüküm sürmüş ve Azerbaycanlı Kangarlı Hanedanı tarafından yönetilmiş. Karabağ Hanı Penah Han döneminde Karabağ hanlığına bağlanan Nahçıvan, 1808 yılında, süregelen İran-Rus Savaşı sırasında Rusya İmparatorluğu tarafından işgal edilmiş ancak Gülistan Antlaşması ile İran’a geçmiş. 1826-1828 tarihleri arasındaki İran-Rusya arasındaki savaş neticesinde imzalanan Türkmençay Antlaşması ile Nahçıvan Hanlığı Rusya’ya verilmiştir. Ruslar, Nahçıvan’ı Erivan Hanlığı ile birleştirip Erivan merkezli Ermeni Oblastı’nı kurmuş.

Ermenilerin bölgede Türk nüfus üzerine baskı ve şiddet uygulamalarını artırması neticesinde 15 Mayıs 1918’de Osmanlı 3.Ordusu bölgeye geçmiş, Ermenilerin Nahçıvan’ı işgal etmesinden sonra 20 Temmuz 1918’de Türk kuvvetleri müdahale etmiş. Brest-Litovsk Antlaşmasına göre 14 Temmuz 1918’de yapılan halk oylaması ile Kars, Ardahan, Batum ile birlikte Nahçıvan’da Osmanlı Devletine katılmış ancak 1.Dünya Savaşının kaybedilmesi üzerine Osmanlı askerlerinin bölgeden tahliyesine başlanmış. Bu esnada bölgedeki Türk ve müslüman nüfusun mevcudiyetini korumak için sırasıyla Aras Türk Hükümeti, Milli Şura Hükümeti ve Cenub-ı Garbi Kafkas Hükümeti kurulmuş ve son kurulan hükümet İngilizler tarafından kabul edilmiş. Ancak yine İngilizler tarafından bu hükümet lağvedilip üyeleri sürülmüş, topraklar ise Ermenistan’a verilmiş. 24 Mayıs 1919’da Ermeniler bölgeyi işgal etmiş. Daha sonra İngilizler bölgedeki İngiliz Valiliğini sonlandırıp bölgeden ayrılmış.

Bu düzenlemeden sonra Nahçıvan 15.Kolordu sorumluluğuna girmiş, Kazım Karabekir tarafından bölge savunması için görevlendirmeler yapılmış. Bolşevik devriminden sonra kurulan yeni yönetimin Ermenileri bölgeye hakim kılma çabalarına karşı, gösterilen yoğun mücadelelerin sonucu 6 Mart 1921 tarihli Moskova Antlaşması ile Nahçıvan, özerk bir yapıda kalmak ve başka ülkelere devredilmemek şartıyla Azerbaycan’a bırakılmış. Bu durum 13 Ekim 1921’de Türkiye, Sovyetler Birliği, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan arasında imzalanan Kars Antlaşması ile teyit edilmiştir. Azerbaycan ile Nahçıvan arasındaki Zengezur bölgesi ise Ermenistan’a verilmiştir. Moskova Antlaşması sırasında Mustafa Kemal Atatürk, bölgeyi Türk Kapısı olarak niteleyip Türklerin elinde kalması için yoğun çaba sarf etmiş. 1924’te Nahçıvan Muhtar bölgesi, Nahçıvan Özerk Bölgesi’ne dönüşmüş. 1948’de Ebrenus ilçesi Culfa ile birleştirilmiş ve Nahçıvan beş idari bölgeye sahip olmuş.

Sovyetler Birliği’ne bağlı Azerbaycan, 1991 yılında bağımsızlığını ilan etmiş, Nahçıvan’da Azerbaycan’ın bir parçası olarak özerk cumhuriyet statüsünü devam ettirmiştir. Aynı yıl Ermenistan’ın Karabağ bölgesine saldırmasının ardından idari ve siyasi yapı değişikliğine gidilmiş, 1994’te Türkiye ile Dilucu’nda sınır bölgesinde Sederek ilçesi, 2004’te ise Kengerli ilçesi oluşturulmuş. 1918-1920 yılları arasındaki Azerbaycan Cumhuriyeti’nin üç renkli bayrağı, bayrak olarak kabul edilmiş.

Bugün Nahçıvan, 1995’te kabul edilen Azerbaycan Anayasasına göre, içişlerinde özerk, savunma ve dışişlerinde Azerbaycan’a bağlı bir statüdedir. Yasama organı beş yıllığına seçilen 45 üyeli Ali Meclis, yürütme organı ise Nazirler Kabineti (Bakanlar Kurulu) tarafından yürütülmektedir. Şehir ve ilçeler ise İcra Hakimiyetlerinin Başçıları (valiler) tarafından idare edilmektedir.

Nahçıvan’ı Tanıyalım

Nahçıvan, küçük bir yer; nüfusu 2022 sonu itibarıyla 465.194 kişi… Bir yerlerden tanıdığımız, kendine has  bir havası var; Bir yanıyla 1970’ler Türkiye’si diyorsunuz, bir yanıyla buralarda 2024 sonunda bile göremediğimiz bir standartı yakalıyorsunuz. Yozgat falan dedim ama (kimse alınmasın) alakası yok. Öncelikle belirteyim ki, benim ki daha çok dost ziyaretiydi, kendi başınıza giderseniz Nahçıvan’ın bu sıcak, sarmalayıcı havasını hissetmeniz belki biraz zaman alır ama mutlaka hissedersiniz.

Gezimin ekseni Nahçıvan’ın başkenti ve en büyük ili Nahçıvan şehriydi. Eğer amacınız şehrin belli başlı yerlerini gezip ayrılmaksa 1-2 gün yeter ama ben ayrılırken keşke bir süre burada yaşasaymışım, dedim.

Nahçıvan karasal iklime sahip bir yer; yazlar çok sıcak, kışlar çok soğuk. Gezi için en uygun zamanlar baharlar, ilkbaharın sonu, sonbaharın başı gibi…

Nahçıvan’da beni çok etkileyen konu düzenli yapılaşması. Şehrin ana hattı olan Aliyev Caddesi sizi şehrin merkezine ve görülecek yerlerine götürecek. Yollar geniş, temiz ve düzgün; çöp birikintileri, yerinden fırlamış taşlar yok. Merkezdeki yapıların neredeyse hepsi, heykeller ve süslemelerle bezeli. Keza meydanlarda heykellerle donatılmış. Çevrede ise Sovyet dönemine ait toplu konutlar ve bahçeli tek katlı evler görülmekte. Koskoca caddelerde, trafik ışığı az sayıda ama trafik aksamıyor, şerit takip edilerek kendiliğinden akıyor trafik. Kurallara uyuluyor. Ve bir yaya cenneti; bir yaya caddeye adım attığında araçlar durmakla yükümlü. En önemlisi suç oranı çok düşük, kendinizi tamamen güvende hissedebileceğiniz bir yer. Dendiğine göre, başkentte bir kadın gecenin kaçı olursa olsun tek başına istediği yere gayet güven içinde gidebilirmiş. Son zamanlardaki göçlerle bu durum biraz sarsılsa da konuyla ilgili çözümler getiriliyormuş. İşte bu hususlar beni, burayı Türkiye taşrası ile (hatta metropolleri ile) kıyaslarken düşündürdü.

Öte yandan insan ilişkilerinin sıcaklığı, samimiliği, yaşamın akışı, kurulan pazarlar, yapılan çay muhabbetleri, yemeler, içmeler, o kadar tanıdık ki… Elbette konuşulan dilin kardeşliği de bunu pekiştiriyor; hemen alışıyor insan, anlıyorsunuz birbirinizi.

Ne de olsa kardeş ülke; ortak dil, ortak efsanaler, ortak tarih… Nahçıvan’da, özellikle Dilucu’nda Türkiye ile dirsek teması kurulması için gösterdiği çaba için Mustafa Kemal Atatürk bir kahraman olarak görülüyor.  Hatta önemli bir caddeye Atatürk’ün ismi verilmiş ve bir heykeli ise cadde süslenmiş.Dillerden düşmeyen bir diğer memleketlimiz ise Recep Tayyip Erdoğan…

Nahçıvan’da doğan tanınmış kişiler arasında Haydar  Aliyev, Ebulfez Elçibey, ressam İbrahim Safi, ressam Behruz Kengerli, yazar Celil Memmedguluzade ve Memmed Sadi Ordubadi, şair Mehmet Araz ve Hüseyin Cavid sayılabilir.

Nahçıvan’da Türkiye Başkonsolosluğu bulunmakta. Mevcut bir diğer konsolosluk ise İran’a ait.

Gezelim Görelim

Başkent Nahçıvan’da görülecek yerler şehrin ana damarı Aliyev Caddesi çevresinde o nedenle gezmesi kolay. Diğer bölgelerdeki yerleri ziyaret etmek isterseniz en makul yol araç kiralamak. Gezmeye başkentten başlayalım.

Başkent içi: Aliyev Caddesi, gezinizde çok uğrayacağınız bir yer. Görülecek yerler, lokantalar, kafeler hep bu eksende. Cadde, sizi ayrıca Nahçıvan’ın Ali Meclis, Nazırlar Kabineti gibi  idari yapılarına, tiyatro, kütüphane ve müzelerine götürecektir. Bu yapıların önünde Nahçıvan’ın önemli kişilerin heykelleri yer almakta.

Nahçıvan Kalesi:

Yapımı 632-653 arasına tarihlenen Kale, Nahçıvan Ali Meclisi’nin 05.06.2013 tarihli kararıyla müze alanı olarak kabul edilmiştir. Burada Aras Nehrinin en güzel hallerini seyrederken bir yandan da kaleyi, Nuh Peygamber türbesini ziyaret edebilirsiniz. Hemen yakında ise eklektik yapısıyla ve çinileriyle göz alıcı ve devasa camiyi görebilirsiniz.

Nuh Peygamber Türbesi: Nahçıvan’ın belki de ilk önce ziyaret edilmesi gereken yerlerinden biri, Nuh Peygamberin türbesi. Türbenin 632-652 tarihleri arasında yapılmış. 2016’da ise türbe elden geçirilmiş. Biz, Nuh’un gemisi Ağrı dağında karaya oturduğunu iddia ediyoruz ama Nahçıvan bu konuda çok daha iddialı sanki.  Söylenene göre, Nuh’un gemisi Ilandag, Elengez ve Kemki dağlarına çarpıp Gemigaya’da karaya oturmuş. Nuh Peygamber’de çarptığı her tepeye isimler vermiş. Daha da ötesi, bugün hala geminin kalıntıları ‘Ayı Çukuru’nda görülebilirmiş. Nuhdaban ve Nehrem köylerinde de kalıntılara rastlanıyormuş. Bildiğim kadarıyla Nuh Peygamber’in Şırnak’ta da bir türbesi var ama  Nahçıvan bu konuda çıtayı daha da yükseltmiş; iddialara göre, Nuh Peygamber’in türbesi yanında esas mezarı Nahçıvan’ın güneyinde, kız kardeşininki ise kuzeybatısında bulunuyormuş. Bu durumda Nuh’un oğlu ve Türklerin neslinin dayandığı Yasef’in mezarını bulmamız şart oldu.

Mömine Hatun Türbesi: Nahçıvan’da görmeniz gereken bir diğer yer de Mömine Xatın (Hatun)  Türbesi. Sekizgen olarak yapılan çinilerle bezeli Türbe, Atabeyler döneminin kurucularından Şemseddin İldeniz tarafından  karısı Mümine Hatun için 1186’da yaptırılmaya başlanmış, oğlu Muhammed Cihan Pehlivan tarafından tamamlanmış.

Yapının mimari ise Acemi ibn Ebubekir Nahçivani imiş.  Türbenin ana kemerinde ise ‘Biz gideriz rüzgar kalır, biz geçeriz, sadece yapılan işler kalır’ yazıyormuş.

Türbe içinde ise Atabeylerle ilgili secereler, türbenin  ve mimarının yağlıboya resimleri  bulunmakta. Türbenin karşısında ise genelde mezar alınlığı olarak kullanılmış koyun, koç heykeller oluşan bir alan  da görülebilir. Söz konusu heykel örnekleri şehrin çeşitli bölgelerinde de karşınıza çıkacak.

Nahçıvan Han Sarayı: 18 yy’dan kalma saray, 20 yy başlarına kadar hanların ikametgahı olarak kullanılmış. Nahçıvan hanı İhsan Han’ın babası Kelbani Han tarafından yaptırılan ve içi aynalarla bezeli saray,  günümüzde müze olarak kullanılmakta.

Burada Nahçıvan hanlarının seceresi, halılar, bayraklar, silahlar, mobilyalar görülebilir. Hatıra objeleri almak için ise Müze dükkanı çok iyi bir seçenek.

Cami Mescidi: 18 yy’a ait bu caminin kapısındaki yazıya göre Cami, 1894’te restore edilmiş. Sovyetler döneminde şehirdeki tek cami olan tek minareli bu cami, 2007’de tamamıyla elden geçirilmiş.

Yusif Küseyroğlu Türbesi: Türbe, Nahçıvanlı din ve devlet adamı Yusif Küseyroğlu için 1162’de ünlü mimar Acemi ibn Ebubekir Nahçivani tarafından yapılmış. Yeraltındaki kafes üzerine yükselen ve çinilerle bezeli altıgen yapı üzerindeki piramitsel çatı, 800 yıldır orijinal haliyle durmaktaymış.

Zaviye Medrese Binası: Şu an Nahçıvan Turizm Merkezi olarak hizmet veren Arap mimari özellikler taşıyan yapı, 17-18 yy’lara tarihlenmiş ve zamanında derviş dergahı olarak kullanılmış.

İmamzade Türbesi: Şiilerin 8 nci imamının gömülü olduğuna inanılan bina, bir dönem dervişlerin yaşam, ibadet ve zikr yeriymiş. Türbe kısmı 18 yy’da yapılan binaya bağlı daha geniş arka bölümde hanların mezarları bulunmakta. Yapı 2017’de restore edilmiş.

Nahçıvan Devlet Tarih Müzesi:

Tarih öncesi dönemlerden başlayarak yakın geçmişe kadar Nahçıvan’ın tarihinin özetlendiği küçük ama çok yoğun bir müze. Tarih öncesi döneme ait buluntular ve Nahçıvan tarihine ait objeler yanında Nahçıvan’daki ressamlar, yazarlar, etnografik canlandırmalarla mutlaka görülecek yerler arasında.

Şamil Qazıyev’in gündelik hayata dair resimleri, geleneksel takılar ve işlemeler yanında Nasreddin Hoca üzerine kitaplar, Kazım Karabekir ve Atatürk ile ilgili resimler, gazete haberleri de görülebilir.

Aliyev Müzesi: Aliyev Caddesinin idari yapılarla çevrili merkez noktasında bulunan müze, Aliyev ile ilgili tanıtım ve objelerin yer aldığı bir müze; ilgilisine… Ayrıca başkentte sanat olaylarının gerçekleştiği Haydar Aliyev Sarayı ve yanında şehirler için bir anma alanı da bulunmakta.

Tren İstasyonu: Sovyet mimarisinin  şehirdeki en güzel örneklerinden biri tren istasyonu.  Şehrin  aşağı kısmında yer alan istasyon alanında milli kahraman Babek’in heykeli ve zarif bir su kulesi bulunmakta.  Ama alanın esas ilgi noktası ise Kızılay Lokantası…

Mezarlıklar, Parklar, Heykeller: Paris’e gittiğinizde Pere Lachaise Mezarlığına gidilir de Nahçıvan’da gidilmez mi… Mezar ziyaretimizin nedeni ise, Aras’ın muhteşem manzarasının en iyi izlenebileceği yer olması… Bir de siyah mermerlere işlenen muhteşem resimler… Şehir park ve yeşilliklerle dolu ama en büyük park, Eğlence Merkezi içinde; burada luna park, muhtelif çay bahçeleri, kafeler, heykeller ve Cahan AVM bulunmakta.

Heykeller ise şehrin önemi süslerinden. Cadde köşelerinde, parklarda Nahçıvan’ın önemli isimlerinin heykelleri yanında Babek, Dede Korkut ve Köroğlu’nun heykelleri de görülebilir.

Nahçıvan Dışı:

Nahçıvan’da başkent dışında sadece Ashab-ı Kehf’i gördüm. Ama Nahçıvan doğal ve tarihi zenginlikler açısından başka önemli yerlere de sahip. Ulaşımın özel araçlarla sağlanabildiği bu yerleri  de özetledim.

Ashab-ı Kehf Ziyareti: Başkente 12 km uzaklıkta, Hacıdağ ile Nehecir dağı arasında bulunan bu kutsal alan, Kur’an-ı Kerim’in Kehf suresinde geçen mağara olduğu düşünülmekte.

Mağara arkadaşları anlamına gelen sözcük, Allah tarafından bir mağarada uyutulan kişiler için kullanılmış ve bu kişiler Nahçıvan’da bulunan  bu küçük yarı açık mağarada uyutulmuş olduğuna inanılmakta.  Oldukça fazla basamaklarla çıkılan kutsal alanda mescid  mevcut. Gücünüz varsa, bir çıktığınız kadar daha çıkıp dilek mağarasına ulaşırsanız, burada bir dileğinizin gerçekleşme ihtimali var; oturup kayalardan başınıza bir damla suyun düşmesini bekleyeceksiniz. Neyse ki, yetkililer dileklerinizin gerçekleşmesi için ellerinden geleni yapıyorlar; zaman zaman birilerinin yukarıdan kayalara su döktüğü rivayet edilmekte… Ancak söz konusu uyuyanların neden yukarıdaki geniş, rahat mağarada değil de bu her tarafı açık, minik kovukta uyutulduklarını anlamadım. Neyse geliş yolunda, ziyaret yerine gelmeden sağda doğal madensuyu kaynağı da bulunmakta.

Gamikaya Dağı: Bölgedeki ilk insan meskenlerinden birine ev sahipliği yapan 3725 metre yüksekliğindeki dağ, Nuh tufanı ile de bağlantılı olduğu düşünülmekte. Ayrıca MÖ 3 ve 1 yy’dan kalma kaya resimleri ve yazılar da görülebilir. Ordubad’ta yer alan bölgeye ulaşmak için özel araç kullanmak en akıllıcası.  Ayrıca Culfa rayonundan geçerken  12 yy’dan kalma Gülistan Türbesi’ne de uğrayabilirsiniz. Ordubad’ın merkezinde ise şehir camisi görmeye değer.

Şahbuz: Zangazur ve Daralayaz dağları arasında bulunan Şahbuz ise doğal güzellikleri, gölü, renkli fauna ve florasıyla öne çıkıyor. 2003’de milli park ilan edilen bölgede bronz ve demir çağlarından kalma mezarlar yanında Batabat’da yüzen adayı görebilirsiniz.

Ayrıca Kargarlı’nın Karabağlar köyündeki Abaka Han’ın karısı olduğu düşünülen Kutlu Hatun için 12 yy’da yapılmış türbe; Nehram’daki İmam Museyi-Kazım’ın oğlu Seyid Agil’in bulunduğu Nehram İmamzade Türbesi; Şarur civarındaki Parçı İmamzade Türbesi de ziyaret edilebilir. 

Konaklama

Nahçıvan’da  otel seçenekleri gayet tatmin edici. Saat Meydahı Oteli, Tebriz Otel, Düzdağ Otel, Grand Nakhchivan Oteli seçenekler arasında; kahvaltı dahil fiyatlar 70-120 Manat civarında. Bu arada 1Manat, 20 TL’na eşit.

Yeme İçme

Nahçıvan doğal ürün tutkunları için bir lezzet durağı; ne yerseniz tadını sonuna kadar alıyorsunuz. Bahçeden topladığımız eriklerin tadını hala unutamam. Et ürünleri de gayet lezziz. Genelde yemekler et üzerine. Tren İstasyonu civarındaki Kızılay’da Lüle Kebabı yedim, tavsiye ederim. Ama muhtelif tatlı su balıkları, karides, kalamar gibi deniz ürünleri, ördek, tavuk gibi kümes hayvanları ve kırmızı et çeşitlerinden yemekler de bulunmakta.

Nahçıvan lezzetleri için ayrıca Milli Yemekler Lokantası ile gemi biçimindeki Nuhun Gemisi Lokantası tavsiye edilebilir. Ayrıca Dayırmanet, Local, İbesta öne çıkan restoranlardan.

Nahçıvan’ın sokak lezzetleri arasında börek olarak niteleyebileceğimiz qutab ve peraşki denenebilir. Qutablar yeşillik, et, bal kabak, kestane dolgulu olabiliyor.

Şehirde bir çok çayhane var ama aklımda kalan ve farklı olan Vanilland Cafe idi; özellikle sneakers pastasını deneyin. Park Cafe ise, Cami Mecidi karşısında, bir gölet kenarında bulunan keyifli bir mekan. Nahçıvan’da çay ayrı bir merasim ile geliyor. Bildiğimiz siyah çay yanında güllü, kekikli, naneli çaylar da gayet lezzetli. Yanında limon ve ceviz reçeliyle geliyor. Soğuk içecekler için Mia’nın  armutlu ve tarhunlu içeceklerini tavsiye ederim. Dondurmada ise, Sovyetler döneminden kalan Plombir’i deneyin, tam dondurma. Ayrıca Piran da bu konuda tercih edilebilir.

Nahçıvan’ın bira markası ise Prestij. Biranın da ayrı bir merasimi var. Yanında haşlanmış nohut, ayçekirdeği, çeçil peyniri türünde bir peynir, çubuk patates ve peynir kızartması geliyor ama sipariş vermeniz gerek tabii.  Bölge şarap üzümleri açısından da zengin; ben Rtvelisi şarabını denedim, mutlaka başka çeşitleri vardır, benim seçtiğim yoğun, biraz da şekerliydi. Ağır içkiler açısından Azerbaycan, Old Baku, Kız Kalası markaları var, fiyat 11-75 manat arasında değişiyor.

Alışveriş

Nahçıvan’dan alabileceğiniz ürünler arasında doğal gıdalar en başta gelecek. Bunun için de en ideal yer, Cami Mescidi karşısında Park Cafe yanında kurulan açık pazar; hem gezmesi güzel, hem doğal ürünlere doğrudan ulaşabilirsiniz. Ayrıca 11. mahallede Cahan AVM çevresindeki pazar da aradığınızı bulabileceğiniz bir yer.

Şehir içinde; Park AVM, biri Eğlence Merkezi, diğeri 11 mahallede olmak üzere iki tane Cahan AVM ve şehrin eteklerinde yer alan Mega Store alışveriş yapabileceğiniz yerler. Nahçıvan’dan tekstil ürünü almak çok akıllıca değil; çoğu Türkiye’den geliyor, İran ve Çin malları da mevcut ama pahalı. Bence tercih edilecek ürünler yiyecek, içecekler.  Tercih sizin.

Son Söz

Nahçıvan, kimsenin seyahat listesinde başlarda yer alan bir yer değildir, eminim; hatta Azerbaycanlılar için bile… Ama ben gittiğime çok memnunum; sadece tarihi ve doğal güzelliklerinden değil, yaşadıklarım ve geziden geriye kalanlar için de, özellikle gelenekselliğini kaybetmeden güvenli, huzurlu  medeni bir hayatın olabileceğini gördüğüm için. Ayrıca size sunduklarıyla şaşıracağınız, memnun kalacağınız bir gezi olacaktır. Ama bir tavsiye, Nahçıvanlı bir dostunuz olsun, mümkünse onunla gidin; sizi saran sımsacak sevgi ve ilgileriyle çoktan unuttuğumuz eskilerin rivayetlerindeki insan ilişkilerini yeniden yaşayacaksınız, bu da gezinizi unutulmaz kılacaktır, dönüşte kuruyan yerlerimizden yeşillenen duygularla…

Domatia (Doğanbey) Köyü Gezi Rehberi: Tarihi Ege Köyü

Tarihin ve doğanın kucaklaştığı bir coğrafyada özel bir köy Domatia (Doğanbey Köyü). Mitolojik adı ile Meandros- Büyük Menderes Nehri’nin Ege Denizi’ne kavuştuğu deltaya yüzünü dönmüş, sırtını Dilek Yarımadası’nda antik adı ile  Mykale Dağları’na sırtını dayamış Domatia köyü.

Domatia köyü Aydın ili Söke ilçesine bağlı bir Rum köyü. Söke’ye 30 km, Aydın’a 75 km uzaklıkta, Dilek Yarımadası’nın güney kıyısındadır. Yerleşiminin M.Ö 7. yy’a kadar uzanan Antik İyon şehir devletleri Miletos ve Priene şehirlerine de yakın konumda.  

Domatia’nın kelime anlamı küçük odalar veya küçük odalı evler anlamına geliyor. Osmanlı döneminde Padişah fermanı Samos, Sakız Adası ve Kıbrıs gibi yakın adalardan göçen Rumlar 400 yıl yaşamışlar bu köyde. Rumlar  bölgeye ilk geldiklerinde Menderes deltasına yakın kıyıya yerleşmişler. Ancak bu bataklık bölgede yaşanan hastalıklar nedeni ile kıyıdan uzaklaşıp daha havadar bir yere yerleşmeyi seçmişler. Aslında bölgede İyonlar döneminden beri yaşam olduğu düşünülüyor.

Rumlar vadinin iki yakasında üzüm bağları dikmişler ve şarap üretmişler, zeytin ağaçları dikerek zeytincilik yapmışlar, Ege Denizi kıyısında balıkçılık yapmışlar. Köye 8 km uzaklıktaki Karina Limanı’ndan kalkan gemilerle ürünlerini diğer adalara, uzak diyarlara göndermişler, bu ticaretten geçimlerini sağlamışlar.

1923 yılında Türk Yunan Mübadele Sözleşmesi sonucu Rumlar köylerini terk etmek zorunda kalmışlar. Mübadele öncesi 450 hanede 1200 civarında Rum yaşamış bu köyde. 1924 yılında köye Selanik’ten gelen Türk göçmenler yerleştirilmiş, Selanik’teki arazileri karşı ev ve arazi verilmiş. Ancak yerleşenler yamaçtaki köyün kendi alıştıkları tarım anlayışına uygun olmadığını yıllar içinde anlamışlar. Üzüm ve zeytin dışındaki tarım ürünleri üretmek ve hayvancılık yapmak isteyen köyün yeni sakinleri ovada üretim yapmak istemişler. Ayrıca kalabalık aileler ve hayvanları için taş evlerin yeterince büyük olmadığını düşünen köy halkı, yerleşim yerlerini değiştirip, ovaya doğru inmeye başlamışlar. Ovada yeni Doğanbey köyü kurulmuş. 1980’li yıllarda köy terk edilmiş.  Artık burası Eski Doğanbey olmuş.

1980’ler sonunda İstanbul’dan akademisyen bir grup, terk edilmiş köyü keşfederler. İlk aşamada Üniversite hocaları terk edilmiş, yaşanmayan 15 evi satın alırlar. I. Derece sit alanı olan bölgede tarihi dokuyu koruyarak ilk evleri restore ederler. 1987 yılında Yeni Asır gazetesinde İstanbullu zenginlerin, sanatçıların, akademisyenlerin Domatia köyünden ev alıp yerleştikleri haberi çıkıyor. Bu haber sonrası köyün adı daha çok duyulmaya başlıyor. 2001 yılına kadar restorasyonlar yapılmaya devam ediliyor. 2001-2016 yılları arasında restorasyonlar durduruluyor. 2016 yılında köy için ciddi bir koruma planı yapılıyor. Bu planlama sayesinde evler gerekirse tamamen yıkılıp ancak aslına birebir uyan rekonstrüksiyonun yapılmasına izin veriliyor. Tüm köyün yenilenmesi sonrasında köyde 370 kadar ev olacağı düşünülüyor.

Rum mimarisini koruyan köyde evler yöre taşlarından yapılmış. Mykale Dağı’ndan elde edilen kayrak taşı ve mermerler kullanılmış, toprak harç ile örülmüş. Evlerin kapıları ve pencereleri ahşap ve iki kanatlı olarak yapılmış. Pencere kanatları motiflerle süslenmiş.

Arnavut kaldırımlı sokaklar da taştan yapılmış. Köyün girişinde otoparkta araçlar bırakılıp köy içinde araç trafiği olmadığından sokaktaki taşların da korunması sağlanmış oluyor.

Köyde kilisenin olduğu din amaçlı toplanma yeri ve sosyal amaçlı toplanma yeri olarak iki meydan bulunuyor. Her iki meydanda da yıllanmış çınar ağaçları ve çeşme bulunmakta.

Köydeki cami Selanik’ten gelenler tarafından inşa edilmiş, köyün eski kilisesinden geriye bir şey kalmamış.

Köyün girişinde eskiden hastane, karakol, okul olarak kullanılan tarihi bir bina ‘Dilek Yarımadası Büyük Menderes Deltası Milli Parkı Ziyaretçi ve Tanıtım Merkezi’ olarak düzenlenmiş. Eski Doğanbey Köyü ve Dilek Yarımadası’nda yaşayan hayvan ve bitki örtüsü hakkında bilgi veren objeler sergilenmekte. 

Taş evler arasında, dar taş sokaklarda nar, zeytin, incir, çınar ağaçları ve renkli çiçeklerle süslü bakımlı evler arasında dolaşıyoruz. Meydanlarda çok sayıda bakımlı ev görüyoruz. Restore edilmiş 70-80 civarında ev varmış. Evlerin bir kısmı butik otel, pansiyon ve kafe olarak hizmet veriyor. Daha çok sakin bir ortam arayanlar, okuyup, yazmak ve çevredeki tarihi şehirleri dolaşmak isteyen yerli ve yabancı ziyaretçiler konaklıyor. Çoğunlukla İstanbul’dan sanatçı ve akademisyenler köye  yerleşmeyi tercih ediyorlar. Köyde bir de Domatia Atölyesi açılmış. Yine İstanbul’dan göçen Serpil hanım altı yıl önce açmış bu atölyeyi. Özel tasarım objeler üretiliyor atölyede.

Tarihi dokusunu koruyan Doğanbey köyü birçok filmde de stüdyo olarak kullanılmış. Yönetmen Yüksel Aksoy’un Entel Köy Efe Köye Karşı filminin entel köyü bu köy. 2013 yılında çekilen Alman filmi Pinokyo için 1920’lerin İtalyan köyü görünüşlü yer arayan filmciler Doğanbey köyünde bulmuşlar aradıkları dokuyu.

Köyün içinde dolaşıp, köyün tarihi öyküsünü dinleyip, sevimli, vadi manzaralı kafelerinde oturduktan sonra akşamüzeri gün batımını izlemek üzere köyün tarihi limanı Karina’ya doğru yola çıkıyoruz. Karina Büyük Menderes Nehri’nin Ege Denizi ile buluştuğu deltanın kıyısında. Küçük bir liman. Rumların ürünlerini zeytin ve şaraplarını gemilere yüklediği liman. Tarihi taş gümrük binası bugün restoran olarak hizmet veriyor. Dilek Yarımadası’nın güneyinde Samos Adası’na o kadar yaklaşıyoruz ki, Karina sahilin bir ucuna Jandarma binası yapılmış. Yürüyerek veya araç ile Jandarma binasının ilerisine geçilemiyor. Karina kıyısından bugün yük gemileri ile ticaret yapamıyoruz. Üretim ve satış kalmamış. Ancak deniz kıyısında birkaç balık restoran gelen misafirleri ağırlıyor. Üç yüz dört yüz yıl önce yöre halkı üzüm ve zeytin üretimlerini ve kurutulmuş balıklarını gemilere yükleyip ticaret yapacak kadar ekonomik gelişmişliğe sahip Doğanbey Köyü ve Karina Limanı bugün nostaljik bir yolculuk yaptırıyor ziyaretçilerine.

Ne yaman bir çelişki gibi görünüyor, bugün eski Doğanbey köyünde, ‘kentli Yenidoğanbeyliler’ yaşıyor. Yeni Doğanbeyliler, eski Doğanbeyi yeniden yaşatmaya çalışıyorlar. Ancak sakin, huzurlu ve teknolojiden uzak bir köy arayışı ile köye yerleşen yeni sakinler, köyün daha çok duyulup, tur programlarında yer almaya başlamasıyla ne kadar mutlu olacakları sorusunu sormaktan da kendimi alamıyorum..

Colmar Gezi Rehberi: Fransa’da Bir Masal Şehri

Colmar Fransa’nın kuzey doğusundaki Alsace bölgesinde, Almanya ve İsviçre sınırına yakın bir şehir. Alsace üzüm bağları, şarapları ile ünlü ve çok sayıda turist çeken bir bölge. Bölgenin en renkli şehri ise tahmin edeceğiniz üzere Colmar ve Colmar şarap rotasının  da başkenti sayılıyor.

Parke taşlı, trafiğe kapalı sokaklarındaki  rengarenk ve yarı ahşap şirin evlerinin yanından geçerken, meydanlarında  dolaşırken  ve kanalları arasında teknelerle süzülürken masal diyarında mıyım ya da bir film stüdyosunda mıyım acaba dedirtiyor Colmar. Yere sıkı sıkı basıp kendimize bir çimdik atınca, film stüdyosunda ya da masal diyarında değil, Orta Çağ’ın Rönesans döneminden kalma bir şehrin tarihi sokaklarında gezdiğimizi anlıyoruz.

Tarihi dokusu mükemmel derecede korunmuş ve sokakları, evleri rengarenk çiçeklerle bezeli olan Colmar; ziyaretçilerini Orta Çağ sokaklarındaki Fransız ve Alman lezzetlerini sunan restoranlarında, kafelerinde, Alsace şarapları eşliğinde ağırlayan bir şehir.

Colmar’ın Noel zamanı evleri ve meydanları ile çok daha renkli görünen bir şehir olduğu ve şaraplarının yanı sıra renk cümbüşü Christmas süsleri ile bu dönem ayrı bir ilgi gördüğü söyleniyor. Ancak üzüm hasat mevsimi olan sonbaharda, ılık bir havada Colmar ve tüm Alsace bölgesinde dolaşmanın keyfi de bir başka diye düşünüyorum. Yani neredeyse dört mevsim tadı bir başka diyebileceğimiz Colmar’a biz ise Temmuz ayında gittik ve sokaklarda ağır ağır dolaşıp meydanlarında oturup şarap eşliğinde yemeklerimizi keyifle yiyebildik. Sokaklarda Noel süsleri olmasa da evler, dükkanlar, kafeler her yer Noel süslerini aratmayacak güzellikte çiçeklerle bezenmiş ve rengarenkti. Bu yüzden ben Colmar’ı üşüme derdi olmayan ve günlerin uzun olduğu herhangi bir mevsimde gezmenizi öneririm.

Ulaşım

Colmar’a Türkiye’den direk uçuş ile Euro Airport Basel-Mulhouse-Freiburg veya Strazburg Havalalanı’ndan ulaşılabilir. Biz Strazburg’a uçtuk ve oradan Flixbus  otobüs ile bir saatte Colmar’a ulaştık. Ayrıca Strazburg Merkez Tren Garı’ndan da çok sık tren seferleri bulunmakta. Tüm Fransız şarap rotasını gezmek isteyenler için şüphesiz en rahat ulaşım araba kiralamak olabilir. Şarap rotası içinde Strazburg ve Colmar’ın yanı sıra Colmar’a yakın köyler de araba ile rahatça dolaşılabilir. Colmar Tren İstasyonu’nun yakınında köylere kalkan otobüsler de bulunmakla beraber tüm köyleri görmek bu otobüs saatlerine bağlı kalınca zor görünüyor.

Colmar içinde ise yürüyerek ya da turistik küçük tren ile şehrin tüm sokaklarını rahatlıkla dolaşabilirsiniz. Biz bol zamanımız olduğu için yürüyerek dolaşmayı tercih ettik. Ayrıca tekne ile kanal turu da yapabilirsiniz.

Kısa Tarihi

Colmar, 1226 yılında kutsal Roma İmparatoru Frederick II tarafından bağımsız imparatorluk şehri statüsü verilmesinden sonra tarih sahnesinde adı geçen bir şehir olmuş. Sonrasında şehir çok kez işgale uğramış ve el değiştirmiş. Ünlü 30 Yıl Savaşlarında 1632 yılında İsviçre topraklarına katılmış. Fransa ilk kez 1673 yılında Kral XIV. Louis döneminde ele geçirmiş bu toprakları. 1854 yılında koleradan halkın çoğunluğu hayatını kaybetmiş. 1871 yılında Fransa Prusya Savaşı sonunda diğer Alsace bölgesi ile birlikte Almanya’ya geçen şehir; I. Dünya Savaşı sonunda Versay Anlaşması ile tekrar Fransa’ya dahil olmuş. Ancak 1940 yılında Nazi Almanyası tarafından geri alınan Colmar son olarak 1945 yılındaki Colmar Savaşı sonunda Fransa sınırlarına yeniden katılır. Tarihi boyunca birçok kez sınır değişikliğine uğrasa da I. ve II. Dünya Savaşları sırasında hiç bombalanmayan ve  hasar görmeyen Colmar bu sayede tarihi dokusunu koruyabilmiş. Daha çok Almanya ile Fransa arasında gidip gelen şehirde mimari, sanat, kültür açısından Alman etkileri dikkat çekmektedir.

Gezelim Görelim

Colmar yüzünüzde meditasyon yapmış gibi sakin bir gülümsemeyle, hayran hayran dolaşacağınız küçük bir şehir. Ancak otel fiyatları Strazburg’a kıyasla daha yüksek olduğundan  biz konaklamayı Colmar yerine Strazburg’da yaptık. Üç gece kaldığımız Strazburg’dan sabah erken saatte otobüse bindik ve akşam saat 20.00’ye kadar Colmar sokaklarını adımladık. Bu arada bir veya iki köye gitmeyi deneyebilirdik ancak tüm günümüzü Colmar’da geçirmeyi tercih ettik. Colmar’a iki gün zaman ayıranlar günübirlik turlarla Alsace bölgesinin güzel şarap köylerini gezebilirler.

Colmar son yıllarda özellikle Noel pazarı turları ile adını ve güzelliğini duyduğumuz şehirler arasındaydı. Bu yaz Almanya Romantik Yolları rotamızda Orta Çağ kasabalarını gezmeyi planladık. Colmar ve Strazburg’un Almanya sınırına yakınlığı ve Fransız şarap rotasının da en önemli iki şehri olması nedeni ile gezimizin sonuna Strazburg ve Colmar’ı ekledik. Böylece 10-11 gün içinde iki ülke iki rota yapmış olduk.

Colmar, küçük bir şehir olması ve bahsettiğimiz konaklama maliyetlerinin yüksekliği nedeni ile Fransa, Almanya ve İsviçre gezinizde bir gün veya çevre köylerini de gezmek isterseniz iki gün ayrılabilecek bir yer.

Şimdi uzun bir Colmar gününde görebildiğimiz yerlerde dolaşmaya başlayabiliriz.

Colmar Tren Garı

Strazburg’dan bindiğimiz otobüs bizi Colmar Tren Garı’nın önünde bırakınca otobüsten iner inmez garın tarihi, renkli binası dikkatimizi çekti. Yapım tarihlerinde Alman İmparatorluğu toprakları arasında olan Colmar ve Polonya Tren Garları aynı mimari özelliklere sahip.

Gardan yavaş yavaş eski şehir yönüne doğru yürümeye başladık. Haritasız, sokaklarında, meydanlarında sakin sakin dolaşılacak bir şehir olsa da biz gezgin olarak dersimizi iyi çalışmıştık. Bu yüzden önce Colmar’ın en renkli bölgesi Küçük Venedik’e ulaşıp sonrasında sokaklarında kaybolduk.

Küçük Venedik

Küçük Venedik Colmar’ın en sembolik bölümü. Tarihi şehrin en güzel renkli evlerinin kenarına sıralandığı kanallar ve üstündeki köprüler, tekneler, sevimli kafeler sizin kadrajınızda yerini almayı bekliyor. Colmar’ın en güzel fotolarını bu bölgede çekebilirsiniz. Bir zamanlar balıkçılarla sebze meyve üreticilerinin yerleştiği, kanaldan ürünlerini taşıdıkları bölge bugün turistlerin en çok ilgi odağı durumunda. Köprüler üzerinde bol bol foto çekenler, kanaldaki teknelerde gezinti yapanlar, kafelerde bir şeyler yiyip içerek manzaranın keyfini çıkartan çok sayıda turistle gözünüzün değdiği her yer cıvıl cıvıl bu bölgede. Tarih ve doğanın ziyaretçilerine  güzel bir sunum yaptığı bölgedeki kapalı pazar da gezmeye değer. Şehrin ortasından geçen Lauch Nehri’nin kıyısında, 19.yy’da yapılan bu tarihi bina mutlaka dikkatiniz çekecektir.

Biz kanal gezisi yapmadık ancak kanal kenarında sevimli bir kafede aperol yanında yerel atıştırmalıklar ile bölgenin canlılığını keyifle izledik.

Şehir gezisi için seçtiğimiz başlangıç noktası sonrasında; sokaklarda kaybolup ortaya çıktığımız meydan kafelerinde oturmak, ardı ardına girip çıktığımız hediyelik eşya dükkanlarının renkliliği ve  bol bol fotoğraf çekmek günümüzü keyifle doldurdu. 

St. Martin Kilisesi

Küçük Venedik dönüşünde önce Katedral Meydanı’na ulaştık. Meydanda gösterişli  tarihi kilise karşıladı bizi. St. Martin Kilisesi Alsace bölgesinin gotik mimari açısından en önemli ve tarihi kiliseleri başında yer alıyor. 1235’de başlayıp yapımı 130 yıl gibi uzun bir zaman sürerek 1365 yılında tamamlanan bu kilise görülmeye değerdi.

Colmar Evleri ve Sokakları

Colmar’da gerçekten elinizde harita ile belli bir hedefe doğru yönelmek yerine sokaklarda ağır ağır yürümek istiyorsunuz. Biz de parke taşlı bu sokaklara  daldık ve karşılaştığımız her ev birbirinden renkli olsa da bazı evlerin tarihi özelliklerini de belirtmek istiyoruz. 

Maison Pfister

Sokaklarda dolaşırken mutlaka dikkatinizi çekecek bu konak Colmar’ın sembolik yapılarından biri. Rönesans mimarisinin ilk örneği olan bina 1537 yılında Colmar’da bir tüccar için yapılmış. Bina ismini 19.yy’da burada oturan Pfister ailesinden almış. Ahşap ve mozaik dokusu ile dikkat çeken evin dışında inanç ve adalet ile ilgili figürler bulunmakta.

House of Heads

On yedinci yüzyılda yapılan bu ilginç ev Alman Rönesans tarzını yansıtmakta. Binanın ortasında yer alan iki kattaki cumbada ve pencere dikmelerinde 106 kafa figürü yer aldığından Kafalar Evi olarak bilinmekte. Özel mülk olarak yapılan bina günümüzde otel ve restoran olarak kullanılıyor.

Koıfhus

Eski şehrin merkezinde yer alan, 15.yy’da yapılan gotik mimarili bina tarihi eser olarak kabul edilmekte. Eskiden gümrük binasıyken bugünse restoran ve sergi salonları ile ziyaretçilere hizmet veriyor.

Özgürlük Heykeli

ABD’deki Özgürlük Heykelinin replikası Colmar’da. Ne ilişkisi var derseniz Özgürlük Heykelini yapan sanatçı Bartholdi Colmarlıymış. Heykel eski şehir bölgesinde yer almıyor, Strazburg yolu üzerinde bir kavşakta yer aldığından ancak araba ile dolaşanlar görmeye gidebilir. Ayrıca sokaklarda bol bol özgürlük heykelini hatırlatan objeler bulunuyor.

Colmar Müzeleri

Colmar’da bir günden daha uzun kalanlar ve müze ziyaretlerini sevenler için değişik müzeler de var. Birçok şehirde ya şehrin tarihi eserlerinin sergilendiği ya da şehre özgü müzeleri gezmeyi severim. Ancak Colmar’da  zamanımız olmasına rağmen, şehrin çok renkli ve havanın çok güzel olması nedeni ile kapalı bir alana girmek yerine açık hava müzesi tadındaki Orta Çağ sokaklarında  dolaşmayı tercih ettiğimizden müzeleri ziyaret etmedik. Yine de bu müzelere kısaca değinelim.

Unterlinden Müzesi

Müze eski şehrin merkezinde ilk karşımıza çıkan dini yapılardan biriydi ve kilise olduğunu düşünerek içeriye girmek istedik. Ancak kapıda ücretli girişi olan bir müze olduğunu görünce sonra dönmek üzere ayrılsak da tekrar dönmeye zamanımız kalmadı.

Şehrin bu en önemli tarihi müzesi aslında 13.yy’da yapılan bir Dominik Manastırı. Müzede Orta Çağ’dan 20.yy’a kadar bir dönemin önemli sanat eserleri sergileniyor. Alsace bölgesinde en çok ziyaret edilen müzede ulusal ve uluslararası sanatçıların eserleri yer alıyor. Müzedeki en önemli eser Alman Rönesans döneminin ünlü ressamı Matthias Grünewald’ın Isenheim Altarı. Müzede Orta Çağ’dan kalan objeler yanında 20.yy sanatçılarından Picasso, Renoir gibi ünlü ressamların da eserleri sergilenmektedir.

Bartholdi Müzesi

Yukarıda bahsettiğimiz üzere, Bartholdi New York’taki Özgürlük Heykelini yapan sanatçı. Colmar doğumlu olan Bartholdi’nin doğduğu ev müzeye dönüştürülerek sanatçının çalışmaları bu evde sergilenmekte.

Colmar’da ayrıca tarih müzesi, oyuncak müzesi, çikolata müzesi ve şarap müzesi de bulunmaktadır.

Eski şehir ile Colmar Garı arasında güzel bir park yer alıyor. Biz dönüşte uğradık bu parka. Bir pazar günü Colmar sokakları, kafeler, restoranlar turistlerle dolu iken park yerel halkın hafta sonu piknik yaptığı, dinlendiği bir alan idi.

Yeme İçme

Fransa’nın şarap üretimi ile ünlü Alsace bölgesinin merkezi ve başkenti Colmar’da ilk akla gelen elbette yerel şarapları ve Colmar özellikle beyaz şarapları ile ünlü. Doğal olarak önce Colmar şarapları tadılmak istense de şehrin kurabiyeleri, çikolataları, tatlıları da özgün.

Colmar Fransız mutfağı ağırlıklı ve yeme içme açısından oldukça zengin bir mutfağa sahip olsa da uzun süre Almanya sınırları arasında kaldığından mutfak lezzetlerini Alman kültürü de etkilemiş görünüyor.

Alışveriş

Colmar’ın sokakları ve evleri gibi dükkanları da çok zengin ve renkli. Çok sayıdaki şarap ve şarap malzemeleri satan dükkanların yanı sıra tatlı ve kurabiye satılan yerler de çok davetkar görünüyor. Hediyelik eşya dükkanlarında yerel, özgün, renkli hediyelik eşyalar bulunuyor. Colmar’ın simgesi leylek olduğu için dükkanlarda leylek motifli çok şey bulabilirsiniz. Leyleklerin göç yolu üzerinde olan Alsace bölgesinde leyleklerin talih ve doğurganlık getirdiğine inanılıyor.  Biz de bu renkli hediyelik eşyalar dükkanlarından kendimizi uzak tutamadık ve uzun zaman geçirdiğimiz bu dükkanlardan ellerimiz kollarımız dolu çıktık.  Noel zamanı bu dükkanların çok daha çekici göründüğüne eminim. 

Son Söz

Fransa’nın Alcase bölgesi şarap başkenti, renkli, tarihi, ışıltılı, sevimli şehri olan Colmar daha kapsamlı ve konseptli bir gezi içerisinde rotaya alınarak keyifli zaman geçirilecek bir şehir. Sokaklarında dolaşıp yerel şarap ve lezzetlerini tatmaktan zevk alacağınız bir şehir. Colmar gezisi gezginlerin zihinlerinde uzun süre tatlı bir yer edinecektir.

Phaselis Antik Kenti: Bir Kuru Balığa Satılan Cennet

Şu sıralar Antalya’da avuç içi kadar bir yer almak için servetler ödendiğine bakmayın, bir zamanlar emekli olsam da ömrümü orada geçirsem diye hayalini kurduğunuz yerlerin bedeli birkaç kuru balıkmış. En azından Heropythos öyle söylüyor; Ona göre koloni kurmak için bölgeye gelen Laikos, Kylabros isimli çobana bütün bölge karşılığı tuzlu kuru balık veya mısır mı arpa mı artık neyse ne, birini seçmesini teklif etmiş. Şu anda bile orada denize girdiğinizde balıkların hücumuna uğramanıza rağmen çobanımız, herhalde  şimdi kim uğraşacak balık tut, kurut, tuzla falan demiş ve bölgeyi birkaç tuzlu balık karşılığında Laikos’a vermiş. Bari arpa, buğday seç, di mi; yersin, eker çoğaltırsın, balığın yanında garni yaparsın… Ama efsane böyle. Phaselis’in gerçek öyküsüne döneriz ama önce bir Phaselis’e gidelim.

Ulaşım

Phaselis, Kemer ilçesinin Çamyuva beldesinde yer almakta ve Antalya’ya 57 km, Kemer’e ise 12 km mesafede. Antalya otogardan kalkan ve kıyı yoluyla batıya (Kumluca, Finike, Demre, Kaş, Fethiye) giden tüm araçlarla ulaşabilirsiniz. Phaselis yol ayrımında inip bir km civarındaki yolunu geçeceksiniz, ağaçlıklı, çiçekli bir yol. Burası müze konumunda; ziyaret saatleri yazın 08.00-19.00 saatleri arası, kışın ise  kapanış 17.30.  Giriş bedeli ise 2024 yılında 60 TL, müze kartı ile ücretsiz.

Konum olarak Phaselis, antik dönemde Likya ve Pamfilya  bölgelerinin kesişme noktasında bulunduğu için stratejik  öneme sahipmiş. Beydağları sınırında olup Beydağları, Akdağ ve Tahtalı Dağı (Olympos) arasında, üç körfezi cepheleyen düzlükte kurulmuş.

Phaselis Tarihi

Phaselis’in kuruluşu MÖ 690 civarında Rodos kenti Lindoslular tarafından gerçekleşmiş sonra Pers hakimiyetine girmiş. Dilinin Yunanca veya Sami kökenli olduğu düşünülmekteymiş. Kayra satrabı Maisolos, komşu kent Lmyra kralı Perikles hakimiyetlerini atlatan şehir MÖ 469’da Attika-Delos birliğine girmiş ve Atina’ya bağlanmış. MÖ 411’de tekrar Pers egemenliğini yaşayan kent, MÖ 333’de Büyük İskender tarafından alınmış.  Hatta Termessos yamaçlarında aradığı başarıyı bulamayan İskender’in burada bir ay tatil yaptığı söylenmekte; rehabiliteye girmiş olabilir. Ama Phaselis halkı kendisini altın bir taç ile karşılayıp şehri teslim edince Termessos’un sarp yollarını unutmuştur muhtemelen. Büyük İskender sonrası komutanlarının hakimiyetinde sürekli el değiştiren bölge otonom yapısını hiç kaybetmemiş;

Ptolemaios’tan sonra Seleukos tarafından alınan şehir müreffeh bir döneme girmiş, sikkeler basılmış, hatta sikke bastırmaya gücü yetmeyen daha gariban durumdaki Side ve Aspendos’ta bile kullanılmış bu sikkeler. MÖ 188’de Seleukoslar ve Roma arasındaki Apameia Antlaşmasıyla özgürleşen kent MÖ 167’de Likya Birliği’ne girmiş. Ancak kentin başı bu sefer de korsan ve haydutlarla derde girmiş, bir ara Zeniketes isimli korsan bölgeyi yönetmiş. Korsan saldırıları artınca Roma, olaya müdahale etmeye karar vermiş ama bu esnada bölgenin tapınakları Roma tarafından yağmalanınca, Phaselisliler de korsanların yanında yer almış. Ama Phaselis yanlış ata oynamış; Romalı komutan Servilius Varta MÖ 79’da korsanları yenince onlara yardım eden Phaselis’i de cezalandırıp savaş ganimeti olarak Asia Eyaletine bağlamış. Ama ceza dönemi hayırlara vesile olmuş; MÖ 48’de Ceasar Phaselis’e özerklik tanımış, MÖ 42’de ise Marcus Antonius Phaselis’in de dahil olduğu Likya Birliği borçlarını silmiş ve bölge parıltılı bir döneme girmiş.  Böyle güzel bir yeri Hadrianus’un kaçırması beklenemezdi; MS 129’da İmparator şehri ziyaret etmiş. Ancak şehrin parıltısı, korsanların  gözlerini kamaştırınca MS 6 yy’a kadar sürecek bir kaos dönemine girilmiş. MS 5 ve 6 yy’da Bizans hakimiyetiyle tanışan kent, 451’de Kadıköy Konsülüne katılmış. 7 yy’da Arap istilalarına maruz kalan kent, 1158’de Selçuklu hakimiyetine girmiş. Ama işlevselliğini yitiren limanlar, azalan nüfus, karışıklıklar derken şehir unutulmuş.

Antik dönemde bölge liman ve ticaret yanında bağcılık ve zeytinyağı üretimiyle de ünlüymüş. Ama Romalı Plinius, artık gerçek mi, kıskançlık mı, bilinmez Phaselis üzümlerinden yapılan şarabın kabızlık yaptığını iddia etmiş. Aslında Phaselis’in esas şöhreti, tüm Akdeniz’in gözdesi sayılan gül suyuymuş. Ahşap işçiliği ve reçine de buraların özel ürünlerindenmiş.

Phaselis’in Phaselis olduğunu ise, 1812’de İngiliz Kraliyet Donanma Kaptanı Francis Beaufort bölgeyi ziyareti sırasında buradaki kitabeleri araştırırken keşfetmiş.

Görülecek Yerler

Phaselis, Beydağları’na uzanan konumuna rağmen bugün kıyıda üç koya yayılan alanıyla gezilebiliyor. İşin açığı günümüzde Phaselis, gezginlerin gelip denize girdiği, piknik yaptığı bir yer. Ama antik kent içinden denize girmek ayrı bir keyif.  Fakat Phaselis uzun süreceğe benzer bir restorasyon geçirmekte. Bu nedenle, benim esas sevdiğim merkez liman koyu piknik için çok uygun değil. Ama genelde  ziyaretçiler tarafından Güney Liman’ın olduğu koy tercih ediliyor; hem daha geniş, hem de Tahtalı Dağı’na bakan müthiş bir manzarası var.

O halde gezimize Güney Liman’dan başlayalım. Güney Liman şehrin ticari gücüne paralel olarak hem deniz hem kara yollarının kavşak noktası konumundaymış. Phaselis’e arabayla gelirseniz, bu koya su kemerlerinin yanındaki park yerinden geldiğiniz yönün aksi istikametinde yürüyerek ulaşabilirsiniz. Burada bizi İmparator Hadrianus’un şehri ziyaretine atfen yapılan tek kemerli Hadrianus Anıtsal Tak karşılayacak.

Gezeceğimiz yerler Güney Limanı’nı Merkezi/Askeri Liman’a bağlayan 225 metrelik yolun üzerinde. Ana caddenin genişliği 12 metre olup üç basamakla kaldırıma geçilmekte. Caddenin altından kanalizasyon ve drenaj sistemi uzanmakta.  Caddenin iki yanında kamu binaları, dükkanlar, küçük hamam, latrina (Kamu tuvaleti denebilir) ve agora var. Caddenin sonunda ise zamanla dükkan olarak da kullanılmış büyük hamam ve su kemerleri bulunmakta. Ana cadde üzerindeki en eski yapı ise, ithaf yazısından Domitianus adına yapıldığı anlaşılan Domitianus Agorası’ymış. Merkez limanının karşısında ise daha çok küçük teknelerin kullandığı Kuzey Liman bulunmakta.

Cadde üzerindeki agoranın güneydoğusunda basamaklarla akropolis ve tiyatroya ulaşılmakta. Helenistik döneme ait küçük ölçekli tiyatroya Roma döneminde sahne eklenmiş. Tiyatronun karşısındaki agorada ise küçük bir Bizans bazilikası mevcut.

Şehirde önceleri su ihtiyacı kuyu ve sarnıçlarla karşılanırken Roma döneminden itibaren kemerler ve künklerle dağlardan su getirilmiş.  Üç liman ve üç agorası olan kente arabayla gelirken solda göreceğiniz bir tapınak ya da anıtsal mezara ait olduğu düşünülen kalıntılarda restorasyon kapsamında. Şehrin Kuzey Limanının arkası ise şehrin nekropolüymüş. Ayrıca şehirde iki tane daha nekropol bulunmakta.

Phaselis bugün antik kent özelliğinden çok üç koyuyla daha çok deniz sefası için tercih edilmekte. Ancak  gelirken hazırlıklı olun; Müze kafesinden başka yiyecek içecek satılan bir yer yok henüz.

Son Söz

Phaselis hem tarih hem doğa sevenlere eşsiz hazlar sunan bir yer. Phaselis’i özel kılan da bence bu özelliği; geçen zamana meydan okuyan, bin bir masalı anlatan kalıntılar arasından Akdeniz’in eşsiz koylarından birinde denize girmek. Düşünsenize belki de Hadrianus’un geçtiği yerlerden geçeceksiniz, belki de karşılaşırsınız Hadrianus ile ellerinizde Phaselis burçağı demeti ile, belki Büyük İskender ile kulaçlarınız çarpışacak yüzyıllar ötesinden. Hatta gelirken yanınızda birkaç kuru balık getirin, belki Kylabros’a rastlarsınız.

Kaynaklar:

-Phaselis, Dünden Bugüne Antalya, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü (2012)

-Aktüel Tarih Dergisi, 10.sayı (2024)

Heidelberg Gezi Rehberi: Romantik Orta Çağ Şehri

Heidelberg aslında ‘Romantik Yol’ rotası üzerinde olmayan ancak Almanya’nın en romantik ve eski şehirleri arasında yer alan masalsı bir Orta Çağ şehri.

Almanya’nın en güzel şehirleri arasında sayılan Heidelberg II. Dünya Savaşı’nda zarar görmediğinden, Orta Çağ dokusunu günümüze taşıyabilmiş. Nechar Nehri’nin kıyısında, yemyeşil doğası ile Heidelberg küçük bir öğrenci şehri. 1386 yılında kurulan Heidelberg Üniversitesi  Almanya’nın en eski üniversitesi ve üniversitenin bilim alanındaki öncülüğü günümüzde de devam ediyor. Üniversitenin hocaları fizik, kimya ve tıp alanında üçer adet olmak üzere toplam 9 Nobel ödülü almış.

Şehri konu alan iki filmin yanı sıra şehir için ‘Ich hab mein Herz in Heidelberg verloren’ şarkısı bestelenmiş

Heidelberg gezimize şehrin bu romantik şarkısını dinleyerek ve güzel manzaralarını izleyerek başlayabiliriz.

Ulaşım

Türkiye’den direk uçulabilecek, Heidelberg’e en yakın şehirler Frankfurt ve Stuttgart. Frankfurt’un güneyinde ve havaalanına 80 km uzaklıkta olan Heidelberg’e Frankfurt Merkez Tren İstasyonu’ndan (Hauptbanhof) tren seferleri de bulunmakta. Biz Frankfurt Havaalanı’nda araba kiralamayı tercih ettik.

Heidelberg içinde gezilecek yerlerin çoğu Altstadt (Eski Şehir)’de. Bu yüzden konaklanacak yer eski şehre yakın seçilirse her yer rahatlıkla yürüyerek dolaşılabilir.

Kısa Tarihi

Heidelberg’de yerleşim antik çağlara, Roma dönemine kadar uzandığından şehirde Roma kalıntılarına rastlanmakta. Bölgeye 13.yy’dan 18.yy’a kadar Alman Palatine kontları yerleşmiş. Fransızlar 1600’lü yıllarda şehri işgal etmiş ve kale bölgesine zarar vermişler. Heidelberg, Almanya’nın II.Dünya Savaşı sırasında bombalanmayan ve tarihi yapılarının zarar görmediği nadir şehirlerinden biri. ABD stratejik konumu nedeniyle şehri askeri üs olarak kullanmak istediğinden şehri bombalamamış. Nitekim Amerikan askerleri savaş sonrası 1945 yılında şehre yerleşmişler.

Gezelim Görelim

Biz Almanya ‘Romantik Yol’ rotamıza Frankfurt’tan başladık. Aslında klasik rota Frankfurt’un güney doğusunda Würzburg şehrinden başlıyor. Biz madem yola ‘romantik yol’ diye çıktık diyerek Almanya’nın en güzel ve romantik şehirlerinden sayılan Heidelberg’e uğramadan olmaz diye düşündük. Bu düşünceyle ilk görülecek yer olarak seçtiğimiz Heidelberg’e iki gecemizi ayırdık. 

Heidelberg küçük bir şehir ve Altstadt bölgesinin birçok yeri bir günde gezilebiliyor. UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer alan Alstadt’da biz de yüzlerce yıllık binalar, saraylar, köprüler, sokaklar arasında Orta Çağ’a ışınlanmış gibi dolaştık. 

Heidelberg bana Avusturya’nın Salzburg şehrini hatırlattı. Mozart’ın doğum yeri Salzburg’da bir Orta Çağ şehri, Salzach Nehri şehrin ortasından akıyor. Şehrin tarihi bölgesinde hakim bir tepeye şehrin kalesi kurulmuş. Heidelberg’de daha şehre adım atar atmaz bu şehirde daha önce bulunmuş gibi hissettim. Birden bir zihnime Salzburg görüntüleri geldi. 

Salzburg yazımın linkini ekleyeyim buraya, Heidelberg yazısının sonunda dönüp okumak isteyebilirsiniz.

Salzburg Gezi Rehberi: Mozart’ın melodileri ile Orta Çağ’da Yolculuk

Karl Theodors Köprüsü

Gezimize şehrin tarihi sembolik yapılarından olan Karl Theodors Köprüsü ile başladık. Nechar Nehri’nin iki yakasını bağlayan köprü şehrin tarihi kimliğini ilk hissettiğimiz yer oldu. Karl Theodors Köprüsü haşmetli bir taş köprü. Aslında burada 12.yy’da yapılan başka bir köprü varmış, 1788 yılında ise yerine bu taş köprü yapılmış. Ancak II. Dünya Savaşı sonrasında şehre yerleşen Amerikan askerleri köprüye zarar vermişler. Bunun üzerine halkın çabaları ile köprü yeniden inşaa edilmiş ve 1947 yılında tekrar  kullanıma açılmış. Köprünün üzerinde köprüyü yaptıran Kral Karl Theodor’un heykeli, Roma tanrıçasına adanmış iki heykel ve bir maymun heykeli bulunuyor.

Köprü motorlu taşıtlara kapalı. Buna rağmen üzerinde yürüyenler, bisiklet sürenler, fotoğraf çektirenler ve sadece hayranlıkla şehrin iki yakasını seyredenlerle öylesine doluydu ki köprü üzerinde zorlukla ilerleyebildik. Yine de tabii ki köprüyü bir baştan diğer başa yürüdük. Sonrasında köprünün iki kubbeli gösterişli girişinin karşısındaki bir kafede yazın ılık havasında köprü manzarasına karşı kahvemizi içmek çok keyifliydi.

Heidelberg Kalesi

Tarihi köprü üzerinden şehir manzarasını izlerken karşılaştığımız, yüksek bir tepeye kurulmuş Heidelberg Kalesinin haşmetli görüntüsü doğal olarak rotamızı kaleye yöneltmemize neden oldu. Köprünün hemen karşısındaki bir patika yoldan kaleye yürüyerek çıkılabilmekte. Bu patika yolun tarihi bir önemi de var. Yolun biraz ilerisi ‘Philosopher Walk’ a ulaşıyor. Geçmişte üniversite hocaları ve filozoflar bu yolda yürüyerek düşündükleri için yol filozoflar yolu adını almış. Yürümeyi tercih edenler için ayrıca Market Meydanı’ndan çıkan bir patika yol da bulunuyor. Bu yol 15-20 dakika süren bir yokuş olduğu için kaleye ulaşmak üzere alternatif olarak füniküler yapılmış. Bizim tercihimiz de füniküler olduğundan Market Meydanı’na doğru yürüdük. Füniküler ile istenirse ilk durak olarak sadece kaleye kadar çıkılabiliyor, istenirse devamında daha yukarıya çıkıp şehrin manzarasını kuşbaşı görmek mümkün. Biz kalede indik. Kaledeki tarihi binaları, müzeleri gezmek ve seyir teraslarından şehrin biblo gibi evlerini seyretmek yeterince heyecan verici geldi. Füniküler ücreti kaleye kadar olan bölüm ve kale girişi dahil gidiş dönüş 9 Euro ve yolculuk 3-4 dakika sürüyor. En yukarıya manzara seyretmek için çıkarsanız o bölüme kadar gidiş dönüş ve kale ücreti ise 16 Euro.

Fünikülerden inince, kısa bir yürüyüş sonrası kalenin gösterişli iç kapısına ulaştık. İç kapı üzerindeki koruyucu iki şövalye ve gücün sembolü iki aslan heykeli adeta ziyaretçileri karşılıyordu.

İç kalede seyir teraslarından şehri seyrederken, el ele veren tarih ve doğanın sunduğu nefes kesici manzara ile görsel bir şölen yaşadık. Öyle ki; seyir teraslarından uzun süre ayrılmak istemedik. Ancak kalenin bize hazırladığı başka sürprizleri keşfetme merakı ile yürümeye devam ettik.

Alman Eczacılık Müzesi

Terastan ayrılıp iç avluya gelince çok süslü kırmızı taşlı bir binanın altındaki Alman Eczacılık Müzesine girdik. Kimyasal ilaçların ortada olmadığı yıllarda kullanılan bitkisel ilaçların tarihsel sürecini her yönüyle anlatan bu müzede bitkisel ilaçların yapımında kullanılan tarihi aletler, kaplar ve bitkiler sergileniyor. Küçük ama yazılı açıklamaları oldukça detaylı, öğretici ve güzel bir müzeydi.

Dünyanın En Büyük Şarap Fıçısı

Bu kalede dünyanın en büyük şarap fıçısının yer aldığını görmek çok şaşırtıcıydı. 1751 yılında yapılan ve 185 litre şarap alan fıçı kalenin bir bölümüne yerleştirilmiş. Bu bölümde  şarap tadımı da yapılıyor. Ancak tadılan şaraplar arasında bu fıçıda dinlendirilen de var mı sorumuza yanıt bulamadık.

Oldukça faal olan kalede festivaller ve konserler de yapılıyor. Biz kaleden ayrılırken bir akşam konseri hazırlıklarına denk geldik. Şehre hakim bir tepedeki bu Orta Çağ kalesinde özel bir konser dinlemenin keyfinden mahrum kalsak da keşfedeceğimiz diğer yerlere doğru yol aldık.

Nechar Nehri Kıyısı

Şehrin nehir kenarında yürüyerek devam ediyoruz gezimize. Yemyeşil nehir kıyısındaki konser salonu, Zeughaus (cephanelik), Marstall (Kraliye Ahırları) ve Sinagog gibi tarihi binaların önlerinden geçiyoruz. Sinagog dışındaki tarihi binaların çoğu üniversite tarafından çeşitli amaçlarla kullanılıyor.

Nechar Nehri’nde tekneyle nehir turu yapılabiliyor. Bir saat süren nehir gezisinin fiyatı 13-15 Euro civarında. Çok istememize rağmen zaman ayıramayınca biz bu tura maalesef katılamadık.

Hauptstrasse –  Çok Uzun ve Çok Renkli Cadde

Sıra geldi tarihin ve günümüzün renklerini bir arada taşıyan, şehrin en ünlü caddesini turlamaya. Şehrin mutlaka yürüyeceğiniz caddesi Hauptstrasse,  kelime anlamı ile ana cadde demekmiş. Almanlar şehrin 1,5 km uzunluğundaki bu caddesine Hauptstrasse adını vermişler. Bu cadde sadece şehrin değil tüm Avrupa’nın trafiğe kapalı en uzun caddesi unvanına sahip. Kafeler, barlar, restoranlar, dükkanlar ve renkli, sevimli, tarihi evleri ile çok hareketli bir cadde. Doğal olarak bu uzun ana caddeyi kesen birçok küçük sokak bulunuyor. Bu ara sokaklar da kafelerle, hediyelik eşya dükkanları ile neredeyse ana cadde kadar renkli ve canlı. Biz ara sokaklara gire çıka Hauptstrasse’yi bir baştan bir başa yürüdük.

Marktplatz

Cadde sonunda Marktplatz’a ulaşıyoruz. Meydanda Fransız işgaline karşı şehri savunan halkın kahramanlığını sembolize eden Herkül heykeli karşılıyor.

Heiliggeistkirche – Kutsal Ruh Kilisesi

Almanya’nın en çok ziyaret edilen kiliseleri arasında yer alan, şehrin büyük tarihi kilisesi Heiliggeistkirche da bu meydanda. Kutsal Ruh Kilisesi 1398 ve 1515 yılları arasında romaneks ve gotik tarzda yapılmış. Kilise şehir manzarasını seyretmek için de çıkılabilen 82 metrelik bir kuleye sahip. Yeterince yüksek bir tepedeki Heidelberg Kalesi’nden şehrin panoramik görüntüsünü doyasıya seyrettiğimiz için bu kuleye tırmanmayı hiç düşünmedik. 

Almanya’nın birçok şehrinde akşam 18.00-19.00’saatlerinde sokaklar boşalırken bu öğrenci şehri ise daha geç saatlerde hala hareketliydi. Çok güzel bir havada, bu renkli meydandaki bir  restoranda yediğimiz akşam yemeği oldukça keyifliydi.

Studentenkarzer

Belki de şehrin en kendine özgü ve ilginç yapısı öğrenci hapishanesi. Üniversite öğrencileri arasında toplumsal düzene uygun davranmadıkları için cezaya çarptırılanlar, cezalarını çekmek üzere bu binaya gönderiliyorlarmış. 24 saat ile 4 hafta arasında hapishaneye kapatılan öğrencilere ilk iki gün sadece ekmek ve su veriliyormuş. Sonraki günler dışarıdan yemek ve hatta bira alabiliyorlarmış. Asıl ilginci öğrenciler derslerinden geri kalmamaları için ders zamanında üniversiteye gidebilirken diğer tüm zamanlarını hapishanede geçirmeleri. Hapishanede kalanlar  ilk zamanlarda şömine kurumları ile duvarlara figürler yapmış. Zamanla dışarıdan gelen boyalarla yazmaya, çizmeye devam etmişler. 1712 yılından 1914 yılına kadar öğrencilerin kaldığı hapishane bugün müze olarak ziyarete açık. Müze giriş ücreti 3 Euro.

Son Söz

Yakın zamana kadar Almanya şehirlerini gezmek için özel bir merakım yoktu. Ancak romantik yol güzergahında Orta Çağ kasabalarını gezmek için çıktığımız yolculukta rotamıza aldığımız Heidelberg bizi kendine hayran bıraktı. Toplamda 1,5 günde şehrin önemli bir bölümünü gezdik. Sadece Kupfalzisches (Sanat Müzesi) görmek isteyip de zaman ayıramadığımız bir yer olarak aklımızda kaldı. 

Tarih ve doğanın uyumla birleştiği tablo gibi bir şehir yaratılmış. Biz kartpostallık romantik, sevimli, canlı bu şehri çok sevdik. Küçük bir yer beklerken sokakları dolu dolu bir şehir ile karşılaştık. Heidelberg’in Almanya’nın turistik açıdan en popüler şehirleri arasında olduğunu bizzat gözlemlemiş olduk. Gezginlere ister Romantik Yol rotası içinde, ister başka bir fırsatla bir-iki gün bu şehrin sokaklarında dolaşmalarını öneriyorum. Bizim gibi günlerin uzun olduğu yaz mevsiminin bu bölgedeki ılık havasında rahat rahat dolaşabileceğiniz gibi, Christmas zamanı şehrin rengarenk süslenmiş halinde gezmenin de ayrı bir keyfi olacağına eminim.

Fas Gezi Rehberi: Renklerin Dans Ettiği Ülke

Fas;  egzotik, modern, şahane mimarili, çok farklı iklimlerin yaşanabildiği, güzel insanların yaşadığı bir coğrafya. Avrupa, Arap, Berberi kültürleri harmanı. Hayallerimin ötesinde, tam bir sürpriz.

Fas bir Mağrip ülkesi; 458 bin kilometre karelik, 37 milyonluk nüfusu ile.

Meraklısına; Bu bölümde Fas coğrafyası ve tarihine ilişkin genel bilgiler yer alıyor. İsteyenler bir sonraki bölüme atlayabilir.

Mağrip ülkeleri Afrika’nın geri kalanından Atlas Dağları ve Sahra Çölü ile ayrılırlar. Coğrafi ve kültürel olarak Akdeniz Havzası’nın bir parçası sayılabilirler. Günümüzde Mağrip dar anlamda Tunus, Cezayir, Fas ve Batı Sahra’yı içerir. Geniş anlamda Libya ve Moritanya da bu ülkelere dâhildir

Fas’ı gezmek demek dağlar, ovalar, çöller, vadiler, vahalar arasında gidip gelmek demek. Ilıman Akdeniz iklimi yanında güneyde çöl iklimi görülüyor. Fas’ın komşu ülkeleri Cezayir ve Tunus, kuzey ve batısında Akdeniz ve Atlas Okyanusu yer alıyor. Güneyindeki Batı Sahra, Moritanya ile olan tartışmalı topraklar.

Etnik yapı yerli halk berberiler ve 7. yy da buraya gelen Araplardan oluşuyor.  Resmi dil Arapça. Başkent Rabat. En büyük şehri Casablanca. Buralara ilk yerleşenler M.Ö 1000 yıllarında Liksos kolonisini kuran Fenikeliler. Daha sonra aynı soydan gelen Kartacalılar bu topraklarda şehirler kurmuş. Yunanlı tüccarlar bu bölgenin iç kısımlarında yaşayan vahşi yerlilere  “bizden olmayan” anlamına gelen barbaroi /berberiler, (barbar da aynı kökenden gelir) adını vermişler. Berberilerin kökeni tam olarak bilinmemektedir. Keltler, Basklar, hatta kuzey Lübnan’daki Kenanlılarla ilişkilendirilmektedir. M.Ö 5. ve 6. yy’da Kuzey Afrika’da yayılan Capsein (M.Ö 8000-2700 yılları arasında Mağrip merkezli Mezolitik ve Neolitik bir kültür) kültüründen olma ihtimali yüksektir. Berberiler kendi dil ve geleneklerini günümüze dek korumuşlar. Kartacalılardan sonra Roma daha sonra İslam hakimiyetine giren topraklar, Osmanlı izlerinin görülmediği bir coğrafya. İdrisiler, Murabıtlar, Muvahhidler, Meriniler, Sadiler, Filaliler sırasıyla yönetimi ele geçiren aile/kabileler. Şu anda yönetimde bulunan Kral VI. Muhammed Filalilerden.

Ülkede resmi dil Arapça olmasına karşın, İspanyolca, Fransızca, Berberice de konuşuluyor. Para birimi Fas Dirhemi. Krallıkla yönetilmesine rağmen seçilmiş bir başbakan bulunuyor. 2011 Reformu ile başbakanın yetkileri genişletilmiş. Demokrasi endeksinde melez rejim diye değerlendiriliyor. ABD’yi dünyada ilk tanıyan ülke olan Fas, NATO dışı başlıca müttefik statüsünde. Batı Sahra’daki topraklarının bir kısmı Moritanya ve bazı ulusal gruplar ile ihtilaflı. Batı Sahra; Birleşmiş Milletler Raporuna göre Afrika kıtasında kendini yönetemeyen topraklar listesindeki tek yer. Fas 50 yıldır Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti ve buradaki Polisario Cephesi ile sorununu çözememiş. Afrika’nın kuzeybatısında, Sahra Çölü’nün en batısındaki 266 bin kilometrekarelik çölü Fas kendi toprağı olarak kabul ediyor. Bu bölgede zengin fosfat ve petrol yatakları var. Burada yaşayan halka çölde yaşayan anlamına gelen Sahravi adı verilmiş. Yaklaşık 150 bin kişiler. Kendi kaderlerini tayin etme hakları uluslararası aktivist ve sanatçılar tarafından destekleniyor. Şu anda 3. nesli Batı Sahra ve Cezayir’de mülteci kamplarında dünyaya gelen Sahraviler zor koşullar altında yaşıyor). Fas Afrika’nın en güvenli iki ülkesinden biri, diğeri Namibya. Kişi başına milli geliri 3000 Amerikan doları civarında. Liberal ekonomiyi benimsemişler. Turizm, madencilik (fosfat), tarım başlıca geçim kaynakları. İşsizlik % 15’e yaklaşıyor. Her yıl 70 bin kişi ülkeden göç ediyor. Yurt dışında 3 milyona yakın Faslı yaşıyor. Fas için önerilen seyahat mevsimi kasım-mart  arası. Bizim seyahatimizde ocak sonu, şubat başı.

Gezelim Görelim

Fas’a İstanbul’dan THY ile uçtuk, yaklaşık 4,5 saat sonra Casablanca’da VI.Muhammed Havalimanı’na ulaştık.

Fas haritası ve geniş bir coğrafyayı kapsayan gezimiz aşağıda yer alıyor.

Casablanca, 1515’te Portekizlilerin Atlantik kıyısında kurdukları kente Casa Branca’ya (Beyaz Ev, Arapça’ da Darü’l Beyza), 18′ yy’da İspanyollar Casablanca olarak adlandırmış. Casablanca 1907 Fransız işgali sonrası hızla büyüyerek, bugün Fas’ın en büyük limanı, en kalabalık şehri haline gelmiş. Şehir ülkenin endüstriyel üretiminin yarısından fazlasını üretiyor ve krallığın ekonomi ve endüstri başkenti.

Casablanca’da önce Habous’a (Yeni Medina) gidiyoruz. Burası Fas’ın her yerinden gelen tüccarları barındırmak için, 1920-1930 arası Fransa himayesinde inşa edilmiş bir yer. Fransız mimarlar geleneksel alışkanlık ve stillere saygı duyarak,  modern şehircilik kurallarına uygun bir medina inşa etmişler. Bugün Sultan Muhammed Bin Yusuf Cami, Hispano-Mağribi tasarımıyla ünlü bir yönetim binası olan Mahakma al-Pasha gibi binaları, ev sahipliği yaptığı esnaf, zanaatkâr, kitapçı, sebze-meyve satıcıları ile turistik bir cazibe merkezi.

Daha sonra V. Muhammed Bulvarı ve Birleşmiş Milletler Meydanı’na gidiyoruz. Meydanı ve Mağribi tarzında yapılmış Belediye Binası, Adliye ve diğer yapıları fotoğraflıyoruz.

Casablanca ’nın sahili Corniche Caddesi. Casablanca’nın gezinti yeri, oldukça kalabalık. Corniche’in devamı plajlar ve beyaz evleri ile Ayn Diab.

Morocco Mall’ın önünden dönerek II. Hasan Camisi‘ne yürüyoruz.

Dünyanın en büyük camilerinden, iç mekân 25 bin, avlusu 80 bin kapasiteli. Bir milyar dolardan fazlaya mal olmuş. İç mekan Fas el sanatları ve mimarisinin güzel bir örneği. Atlas Okyanusu kenarında görkemli ve muhteşem bir yapı.

Sırada Sidi Abderrahman Adası, kemerli bir köprü ile kıyıya bağlanmış küçük bir ada. Ada hakkında çeşitli efsaneler var. Bağdatlı Sidi Abderrahman 18.yy’da adaya yerleşir. Fakir, kuran okuyamayan münzevi, lavtasını çalarak lanet bozma, hastalık iyileştirme işleriyle uğraşır. Sidi Abderrahman’ın bir şifa gücü olduğuna inanılır. Ölümünden sonra da evliya olarak kabul ediliyor. Gelgitlerle suyun çekildiği zaman yürüyerek ulaşılabilen adaya bir köprü yapılır. Bugün Sidi Abderrahman Türbesi etrafında kendini şifacı kabul eden 40-50 evlik bir topluluk yaşıyor. Faslılar dilek dilemek, şifa bulmak için adayı ziyaret ediyorlar.

1943 Oscar ödüllü unutulmaz Casablanca filminin, Casablanca’da değil stüdyoda çekildiğini unutmuyoruz. Casablanca filmindeki “Rick’s Cafe“ turistik amaçlı, 1942 yapımı filmde kullanılan bir mekan değil. Kalacağımız 4 yıldızlı New Hotel’e gidiyoruz. Tertemiz bir otel.

Casablanca Fas geleneksel kültürünü deneyimleyebileceğiniz yerlerin yeterince olmadığı büyük şehir havasında bir yer.

Ertesi gün Casablanca’dan  85 km uzaklıkta Rabat’a hareket Rabat Bou Regreg Irmağı’nın ağzında kurulmuş, aynı ırmakla Sala/Sale kentinden ayrılmış. Ortaçağın önemli ticaret merkezi Sale, bugün Rabat’ın banliyösü konumunda. 1912 de Fransız himayesinin başlaması ile başkent, Fez‘den buraya taşınmış. 1956 yılında bağımsızlık yeniden kazanıldığında başkent değiştirilmemiş. Nehrin sağında Sale, solunda Rabat var. Rabat, Fas’ın 2. büyük şehri. (Rabat/Sale diye bahsediliyor)

Rabat’ta ilk durağımız Dar al-Makhzen (El Mechouar Essaid-Mutluluk Mekanı). Saray IV. Muhammed tarafından 1864’de inşa edilmiş, kralın 12 sarayından biri. Önünde kocaman bir tören alanı, geniş bakımlı bahçeleri var. Kral ve ailesi Dar es –Salaam Sarayı’nda yaşıyor, burada elçi kabulü yapıyormuş. Kraliyet muhafızlarının bir kısmı da burada oturuyor. Sarayın sadece bahçesi halka açık, gezilebiliyor.

Rabat surlarının hemen dışında kalan bir alanda Shella Nekropolü var. Burası 1154 yılında terkedilerek bugünkü Sale oluşturulmuş. 14. yüzyılda Meriniler burayı mezarlık olarak kullanmaya başlamışlar. Bölgenin çevresini surlarla örmüşler. Surları dışarıdan fotoğraflıyoruz.

Şimdi V.Muhammed’in Anıt Mezarı ve  II.Hasan Kulesi‘ni görmeye gidiyoruz. V. Muhammed  1956 yılında Fas’a bağımsızlığını kazandıran kral. Anıt Mezar 1960’larda yapılmış, geleneksel Fas sanatlarına adanmış bir yapı. Kralın iki oğlu da buraya gömülü. Girişin iki yanında muhafızlar bekliyor.

Anıt Mezar, 12.yy sonunda Muvahhid Hükümdarı Yakub el-Mansur tarafından yaptırılan Hasan Cami kalıntılarına bakıyor. Yakub el-Mansur yapıyı tamamlayamadan ölmüş. 1755 Lizbon depremi Fas’taki pek çok yapı gibi burayı da etkilemiş. Bugün projeden kalanlar, yıkılmış tuğla duvar kalıntılarıyla çevrili birbirine paralel kısa sütunlar ve Hasan Kulesi olarak bilinen minare.

Bir sonraki durağımız, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Casbah Oudaias. 12.yy dan kalma, daha sonra eklemeler yapılmış pitoresk bir Casbah. Beyaz, çivit mavisi renkli binalar, demirli pencereler arasındaki  labirent sokaklardan yürüyüp Platform Semaphore geliyor, Regreg Irmağı’nın Atlas Okyanusu’na kavuşmasını, plajları, Rabat’ı fotoğraflıyoruz.  Surlarla çevrili Casbahın yanında çok güzel, oldukça bakımlı bir Endülüs Bahçesi var.

Fas Parlamentosu önünden geçiyoruz. Parlamento  milletvekillerinden oluşan Temsilciler Meclisi ve yerel yönetimler ile sivil toplum kuruluşlarının-meslek odaları, sendikalar, işveren temsilcilerinden oluşan Danışmanlar Meclisi olmak üzere iki kanatlı bir yapıya sahiptir.

Uzaktan yapılmakta olan, Afrika’nın en yüksek ikinci kulesi VI. Muhammed Kulesi‘ni fotoğraflıyor, öğle yemeği için teknelerin olduğu bir yat limanına geçiyoruz.

Fas  ziyaretçileri Rabat’ı pek programlarına almıyor, bence görülmeye değer bir şehir.

Tanca’ya yola çıkıyoruz. 250 km.lik yol 3 saat civarında sürüyor. Tanca, Afrika ve Avrupa’nın Cebelitarık Boğazı’nın  iki yakasının birbirine baktığı bir noktada. Cebelitarık 6.7 kilometrekarelik alanda Britanya’nın denizaşırı toprağıdır. Tanca Fenikeliler tarafından bir ticaret kolonisi olarak kurulmuş. Roma,  Bizans, Arap, İspanyol, Portekiz egemenliklerinde kalmış. 1912 yılında uluslararası bölge ilan edilmesi ile Avrupa ve Amerikalı maceraperest ve entellektüellerin ilgi odağı olmuş. Ressam ve heykeltraş Henry Matisse  bir süre  Tanca’da yaşamış. Eserlerinde bu dönemin büyük etkisi olduğu söyleniyor. Fas’ın en önemli ikinci sanayi merkezi.  PSA Grup-Peugeot- ve Renault grubunun Fas’da bulunan fabrikalarının bir kısmı Tanca’da. Deniz kenarında yabancılar, özellikle Avrupalılar için kurulan pek çok tatil sitesi var.  Avrupa’ya yakınlığı ve fiyatların ucuz olması nedeniyle cazip bir yer. Turizm ve tarım, özellikle narenciye diğer geçim kaynakları. Tanca Rabat arası hızlı tren var, ücreti 26 Euro.

Tanca’da önce Spartel Burnu‘na gidiyoruz. Cebelitarık girişinde, bir tarafı Atlas Okyanusu bir tarafı Akdeniz olan güzel bir deniz fenerinin bulunduğu turistik bir alan. Etraf koruluk ve pek çok domuz var. Güneşi burada batırıyoruz.

Spartel Burnu’nda 14 km uzunluğunda bir ucu denize, bir ucu karaya açılan muhtemelen Fenikelilerin taş oyarak oluşturdukları bir mağara var. Hakkında çeşitli efsaneler üretilen, bu mağaranın adı Herkül Mağarası

Medina (Kuzey Afrika ülkelerinde eski şehir merkezine verilen ad) çarşılar, riadlar (geleneksel Fas evi), müzeler, kafeler, çeşitli pazarlar  ile kaplı. Zaman zaman dar labirent sokaklardan geçiliyor. Petit Soco (küçük çarşı) medinanın odak noktalarından. Amerika’nın, Amerika dışında ilk mülkü ve elçiliği olan bina da burada. Tabii şimdi elçilik değil. Casbah, Medina’nın kuzey ucundaki bir parçası. Çağdaş Sanat Müzeleri, İbn Batutta Müzesi gibi müzeler var. Medina, yeni Tanca’dan Grand Socco denilen yarı dairesel bir kavşakla ayrılıyor. Palmiyelerle kaplı Grand Socco’nu bir tarafında da Mendoubia Bahçeleri yer alıyor.

Medina ve Casbah’da ondan fazla kapı var. En etkileyicilerinden biri Bab Al Bahr.

Tanca’da 4 yıldız Kenzi Solazur Otel’de konakladık.        Afrika’nın, Avrupa’ya bakan pırıltılı şehri, Tanca  Fas’ta ziyaret edilmesi gereken bir yer.                                                                       

Tanca’dan Chefchaouen/ Şafşavan’a doğru yola çıkıyoruz. Şafşavan Rif Dağları‘nın batı kısmının eteklerinde denizden 600 metre yükseklikte, biyolojik çeşitlilik açısından zengin bir bölge. Bölgedeki Talassemtane ve Bouhachem Milli Parkları UNESCO Biyosfer Rezervine dahil edilmiş. Dağların arasından Şafşavan’a giderken bu dağlardan sağlanan su kapasitesinin yıllık 29 milyar metreküp olduğunu öğreniyoruz. Yollarda arka arkaya bend gölleri var.

Zeytin, incir, tahıl, keçi yetiştiriciliği nedeniyle UNESCO Akdeniz diyeti için bölgeyi tanır ve Şafşavan’ı 2020’de UNESCO küresel öğrenen şehirler ağına ekler.  Şehir iki tane tepenin yamacında yer alıyor. Şafsavan ismini de Berberice iki boynuz anlamına gelen bu konumundan alıyor. Tarihi 12. yy’a dayanan bir kent. İspanya’dan Yahudilerin kovulmasından sonra sonra pek çok Yahudi buraya yerleşmiş. Şu anda Fas’da yaşayan Yahudi sayısı azalmış olsa da  Fas yahudi dostu bir Arap ülkesi olarak kabul ediliyor. Fas’ta 3000’i Casablanca’da olmak üzere 5000 civarı Yahudi yaşadığı söyleniyor. Casablanca’da Arap ülkelerindeki tek Yahudi müzesi bulunuyor.

Şafşavan’ın nüfusu 40 bin civarında (2000’i Medina’da yaşıyor). Gürültüsüz, sakin, huzurlu  Şafşavan  3-4 yıldır dünyanın dikkatini çekmeye başlamış. Mavi şehirde Hammam Meydanı’ndan gezmeye başlıyoruz.

Öğlen Restoran Casa Hassan’ da  tavuk tajin yiyoruz, çok beğeniyorum. Fas mutfağı, Berberi, Orta Asya,  Endülüs, Fransız esintileri taşıyan egzotik bir mutfak. Harira-koyun etli,  nohutlu çorba, Tajin, et, tavuk balıkla toprak kapta yapılan güveç,kuskus, kefta dedikleri sulu köfteleri, şahane çörek, tatlı hamur işleri ile çok etkileyici bir mutfak.

Ras El Ma’da yürüyüşü bitiriyor, geri Hammam Meydan’ına dönüyor, kahve içip, dolaşıp akşam otelimize geliyoruz. Şafsavan’da Jibal Chaouen Hotel’de kalıyoruz. Hava oldukça soğuk. Otel de soğuk.  Dünyanın çok farklı noktalarında çok daha kötü şartları gördüğüm için rahatsız değilim. Gerçek bir gezgin değilseniz, değişik bir deneyim yaşamak istemiyor, konfor arıyorsanız Şafşavan’da konaklama önermiyorum. Doğaya meraklı gerçek bir gezginseniz burada 2 -3 gece konaklayıp Rif Dağları’nda yürüyüş yapıp doğa ile bütünleşebilirsiniz. Şafşavan görülmeden Fas gezisi yarım kalır.

Sabah, dünyanın en büyük ve en iyi korunmuş Orta Çağ İslam kentlerinden biri olan Fez’e gitmek üzere yoldayız. VIII. yy da 2. Moulay İdris tarafından kurulan şehrin adının nereden geldiği bilinmiyor. Orta Atlas Dağları’nın Berberice adı olan Fazaz’dan geldiğine inanan da var, Fez Nehri’ni ikiye ayıran bir balta hikayesinden geldiğine inanan da (Arapçada Fez balta anlamında). 1070 yılına dek karışıklığın hakim olduğu şehir Almoravid yönetimi altında şekillenerek, 200 bin nüfusu ile dünyanın en büyük şehri haline gelir. 1250 yılında yönetimi ele geçiren Merenidler Fez’i başkent yaparlar. Fez kültürel ve entelektüel bir merkez haline gelir. Endülüs ve Almohad geleneklerinin karışımı olan Fassi tarzı doğar. Bugün Fez manevi başkent olarak Afrika’nın Atina’sı, batının Mekkesi olarak biliniyor. Orta Atlas Dağları’nın kuzey batısında, denizden 414 metre yükseklikte. 200 km.lik yolu 4 saate yakın bir sürede alıyoruz. 19.yy sonuna dek fes üreten tek yer olan Fez’in ekonomisi el sanatları, dericilik, turizm, tarım, hayvancılığa dayanıyor. Fas’ta otobüs ile seyahat ederken tarıma verdikleri önemi görmemek mümkün değil. Etraf zeytinliklerle dolu. 2019 verilerine göre zeytin üretiminde dünya altıncısı. Ama o kadar çok yeni dikilmiş zeytinlik gördük ki bu sıra yükselecektir. 1 Milyon palmiye/hurma ağacı var. Her ay 500 fidan dikiyorlar. Dünya hurma üretiminde ilk ikiye girmek istiyorlarmış. Hayvancılığın gelişmiş olduğu, etin kilosunun 1 dolar altında olmasından belli, petrolde dışarıya bağımlı. 

UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde olan Fez Medina‘sına 1913 de inşaa edilen mavi mozaik karolu heybetli Bab Boujeloud Kapısı‘ndan giriyoruz.

İçeriye araç alınmıyor, yerel rehberiniz olsa bile bu labirente girerken 2 medina rehberi de bize eşlik ediyor. Yoksa burada yolunuzu  bulup çıkamazsınız, 9454 sokak, 300 cami ve 1200 yıllık surlarla çevrili bir yer burası. Gözüme ilk çarpanlar canlı hayvanlar, kasaplar.

Önce Bou Inania (Ebu İnaniye) Medresesi’ne gidiyoruz. Marinidlerin 13 yy.da yarattığı en büyük ve en önemli medrese. Lizbon depreminden sonra pek çok  onarım görmüş. Zamanında cami  özelliği taşıyan tek medrese. Bu nedenle minaresi var. Minareler Fas’ta dikdörtgen. Mermer döşemeli avlu, Mukarnas tavanlar, geometrik yıldız desenli ve Arapça kaligrafik yazı bantları olan duvarlar, geometrik yıldız desenli yüksek sedir kapıları ile görülmeye değer bir yer

Başka bir 13. yy Marinid Medresesi olan Al Attarin Medresesi‘ne, bu yılların en güzel örneğini gördüğümüz için içeriye girmiyoruz.                                                           

Al-Karaouine Medresesi’ni ziyaret ediyoruz. 857-859 yıllarında küçük bir cami olarak kurulmuş, şehrin en simgesel yapılarından biri ve Fas mimarisinin en iyi temsilcilerinden. Pek çok kez restore edilmiş, genişletilmiş, sağlamlaştırılmış. Fez’in kültürel ve dini kimliğinin merkezinde  yer  alan yapı, zamanla önemli bir eğitim merkezi haline gelmiş. Din bilginlerini, felsefecileri, coğrafyacıları ağırlamış. 1940 yılında kadınların kabul edilmeye başladığı medrese  1963 yılında üniversite statüsüne alınmış. İslam din ve hukuk bilimlerine odaklanan kurumda İslam dışı dersler de veriliyor. UNESCO ve Guinness Dünya Rekorları kaynaklarına göre dünyanın sürekli faaliyet gösteren en eski multidisipliner yüksek öğrenim kurumu olarak kabul ediliyor.   

Labirent sokaklarda yürümeye devam ederek Nejjarine Meydanı‘na geliyoruz. Meydan Fez’in en atmosferik küçük meydanlarından biri. Meydanın 1244 yılından beri var olduğu söyleniyor. Burada bulunan Funduk al-Nejjarine yıllar boyunca kervansaray, ticari depo, Fransız Karakolu olarak kullanılmış (Nejjarin Marangoz, Funduk: kervansaray demek) Bugün Ahşap Sanatlar ve El Sanatları Müzesi olarak kullanılan bina Fas Riad mimarisinin en önemli örneklerinden. Meydanda iki sütun arasına, ahşap bir gölgelik yerleştirilmiş Nejjarine  Çeşmesi var.

Öğlen yemeğini Medinada atmosferi çok güzel bir yer olan Palais Mnebbi’de yiyoruz.  Erikli, etli tajin  yiyorum.

Medinada pek çok tabakhane var, biz Chouara Tabakhanesi’ne gidiyoruz. İşçiler sarı, pembe, kahverengi, beyaz, kırmızı ve diğer renklerin oluşturduğu bir renk cümbüşü içinde, küçük havuzlarda derileri boyuyorlar. Chouara’nın satış bölümü ve seyir terası var. Seyir terasından medina çok etkileyici görünüyor.

Medinayı fotoğraflayarak, bu labirent benzeri rüya mekandan ayrılıyoruz.

Marinid Mezarlarına gidiyoruz. Fez üç bölümlü bir şehir. Medinanın içinde olduğu Fez el-Bali, Fez el-Jdidve Ville Novelle denilen Fransızlar tarafından inşa edilen yeni bölge. Mezarlar Fez el-Bali’nin yukarısında bir tepede. 13-15 yy. da Fas’ı yöneten Marinid Hanedanının Nekropolü. Bugüne kadar kapsamlı bir arkeolojik kazı yapılmadığı gibi, harap edilmiş, anıt mezarların içinde hayvanlar dolaşıyor. Tepeden Fez el-Bali için çok güzel bir gözetleme noktası.

Bundan sonraki ziyaretimiz  Fez el-Jdid‘de  bulunan Dar al-Makzen’e. Sarayın çoğu 17-20’yy da yapılsa da ilk temelleri 1276 da Marinidlerin kraliyet kalesi olan Fez el Jdid’e dek uzanıyor. En büyük kraliyet sarayı hala kullanılıyor. Sarayın bazı bölümleri kralın olmadığı zamanlar ziyarete açık. Yedi kapılı, kapılardan bir tanesi sadece kraliyet üyeleri için ayrılmış. 

Fas’ın  pek çok şehrinde mellah (Yahudi mahallesi) var. Fas’da ki  mellahların en eskisi Fez’de ama bugün burada çok az Yahudi yaşıyor. Çoğu Casablanca, Fransa, israil’e taşınmış. Yahudiler  kral korumasında oldukları için saraya yakın yerleşmeyi tercih etmişler.  Pencereleri iç avluya bakan Fas evlerinin aksine, dış cephesi ferforjeli balkonlu Yahudilerin evleri. 

Otelimiz 5 yıldızlı Palais Medina Hotel. Fez, Fas’ı  en güzel tanımlayan şehir.                                                    

Sabah Erfoud’ya gitmek üzere yola çıkıyoruz. Atlas Dağları’nı aşacağız. Yol sık sık karla kapandığı için yol değişikliği yapabiliriz. Kar durumuna göre yapacağımız değişiklik sonucu yolumuz 410, 475 veya 525 km aralıklarında bir şey olabilir. Bu nedenle erkenden yoldayız. Atlas Dağları, Kuzey Afrika’da, Atlantik Okyanusu ve Akdeniz’i, Sahra Çölü’nden ayıran sıradağlardır. Zirvesi 4167 metre ile Fas’ta bulunur. Demir, bakır, gümüş, kurşun, civa, mermer, kaya tuzu, kömür, doğal gaz, fosfat  gibi doğal kaynaklar açısından zengindir. Atlas Dağları dört bölgeye ayrılıyor; 1. Anti Atlas, Orta Atlas, Yüksek Atlas-Fas’ta- 2.Tell Atlas-bir kısmı Fas’ta- 3. Aures Dağları 4. Sahra Atlası. Biz en kuzeyde olan Bir çeşit kireçtaşı platosundan oluşan Orta Atlasları geçiyoruz. Yamaçları ormanlık. Dar kanyonlardan geçerek bir Orta Atlas kasabası olan İfrane’ de kahve ve fotoğraf molası veriyoruz. Buradaki Alp  iklimi nedeniyle yazın serin olduğu için 1928 de Fransızlar burada Alp tarzı dağ evleri yapmışlar. İfrane denizden  1665 metre yükseklikte. Yerli dilinde mağaralar demek. Muhtemelen buranın ilk sakinleri mağaralarda barınmışlar. İkinci Dünya Savaşı’nda esir kampı olarak da kullanılmış. Bugün burada açılan üniversite iç turizmi de canlandırmış, Şehir Fas’ın tatil beldesi ve kayak merkezi olmuş.

Orta Atlaslarda dar vadilerde yolumuza devam ediyor, Midelt yakınlarında öğle yemeği ve fotoğraf molası veriyoruz. Midelt Orta Atlas ve Yüksek Atlas Sıradağları arasında bir düzlükte, denizden 1508 metre yükseklikte bir kasaba. Atlas Dağları ile çevrili bu kasaba  çevredeki Berberi köylerini ziyaret ve trekking için öneriliyor.

Erfoud’a ulaşınca otele öncelikle eşyalarımızı bırakıp, sonra  4×4  araçlara atlayıp, Merzuğa’ya   güneşi batırmaya gidiyoruz.  Merzuga, Fas’ın Cezayir sınırına yakın çölde küçük bir köy. Eskiden Timbuktu’ya giden tüccarların  geçiş noktası iken, bugün turistlere çöl deneyimi yaşatan bir yer.  

Çölde güneş batısı sonrası 4 yıldızlı şık ve güzel Palais de Desert Hotel’e dönüyoruz.

Erfoud bir vaha şehri. Çevredeki çöl film yapımcıları için film platosu. Mumya, Pers Prensi filmlerinin bazı sahneleri burada çekilmiş. Fas’ın bu bölgesi görünüş ve jeolojik olarak Mars’a benzediğinden Mars analog saha araştırması için ilgi görüyormuş. 2013 yılında Avusturya uzay formu burada bir ay geçirmiş. Ayrıca etrafta 3000 yıl önce kumullara gömüldüğü  düşünülen bir şehir için arkeolojik kazı çalışmaları başlamış.   

Sabah ilk ziyaret yerimiz  bir fosil atölyesi. Erfoud 500 milyon yıl önce sular altındaydı. Balık, dinazor, timsah kalıntılarının olduğu söyleniyor. Pek çok fosil atölyesi var. Bir atölyede de ammonitleri, nautiloidleri, krinoidleri, trilobitleri görüyoruz.

Fosil atölyesinden ayrılıp Todgha Kanyonu‘na ulaşıyoruz. Yüksek Atlas Dağları’nda kireçtaşından oluşmuş bir nehir kanyonu. Kanyon duvarları bazı yerlerde 400 metreye dek yükselebiliyor. Kuru mevsimde ziyaret edilmesi öneriliyor. Kuru mevsimde tabandan akan cılız su, yağmurlarla sele dönüşebiliyor. Kilometrelerce süren kanyonun kısa bir bölümünde yürüyüş yapıyoruz. Kaya tırmanışı yapanları fotoğraflıyoruz. Sonra, Fas halılarının olduğu  bir üreticiye yöneliyoruz.

Tinghir’e gidiyoruz. Yüksek Atlaslar ve Küçük Atlaslar arasında 30 km uzunluğunda, 4 km genişliğinde  vaha. Todgha Kanyonu ile komşu. Palmiye/hurma ağaçları yoğun. 

Quarzazate gideceğiz, yolumuz uzun 175 km civarı, molalarla birlikte 3 saate yakın sürüyor. 4 yıldız Al Baraka Des Loisirs Hotele yerleşiyoruz.

Quarzazate, Fas’ın  orta güneyinde, denizden 1160 metre yükseklikte bir platoda kurulmuş. Draa Vadisi ve çöldeki gezintiler için başlangıç noktası. Draa Vadisi Quarzazate ve Zagora şehirleri arasında 100 km.lik, onlarca Casbahın olduğu, Qued Draa Nehri’nin Atlas Dağları’ndan indikçe kaybolduğu, binlerce palmiye ağacı ile kaplı toplam 6 vahanın olduğu bir vadi. Yamaçlardaki mağaraların, kaya oymalarının güzelliği maceraperestlerin ilgisini çekiyormuş. Biz Tinghir üzerinden geldiğimiz için bu vadiden geçmedik. Quarzazate bulunmamızın nedeni, dünyaca ünlü filmlerin çekildiği  stüdyoları ve UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki Aıt Benhaddou’yu görmek.

Sabah 1983 yılında kurulan  Atlas Film Stüdyolarındayız. 322 bin metrekareden fazla bir alanı kaplıyor. Nil’in Mücevheri, Babil, Alaaddin, Cennet Krallığı, Gladyatör, Astriks ve Oburiks, Atlantis, Vikingler, Mumya, Game of Thrones, Büyük Tur, Hapishaneden Kaçış, İnanılmaz Yarış Atlas Stüdyosu’nu kullanan bazı dizi ve filmler.

Sırada Aid Ben Haddou var. Burası Sahra ve Marekeş arasında eski bir kervan yolu üzerinde bir köy. Unesco Dünya Mirası Listesi’nde, Fas toprak mimarisinin harika bir örneği. Köyün tarihi 11.yy’a kadar uzanmakta. Bugün  stratejik önemini kaybettiğinden köyde çok az aile yaşıyor. UNESCO korumasında olması ve 20 den fazla Hollywood Film çekiminde kullanılması nedeniyle büyük kısmi restore edilmiş. Ounila Nehri’nin yanındaki bir tepenin yamacına kurulmuş. Mütevazi küçük evler yanında, kuleli gösterişli evlerde mevcut. Cami, kervansaray, kamu binaları, Müslüman ve Yahudi mezarlıkları, tahıl ambarları.

Buradan Marekeş’e doğru yola çıkıyoruz. Yaklaşık 200 km yolumuz var. Marakeş ve Quarzazate’ı bağlayan Yüksek Atlas Dağları üzerindeki Tiz n’Tichka Geçidi‘nden geçiyor, fotoğraf çekiyoruz. En yüksek yeri 2207 metre. Kuzey Afrikanın en yüksek ana dağ geçidi. Bu yol kışın kapalı olabiliyor. Ama seyahat kitapları gezginlere öneriyor.

Yolda, bir argan yağı üretim tesisinde  mola veriyoruz. Burası kadınların üretim yaptığı bir kooperatif. Argan ağacı, Fas’ın güneybatısı ve Cezayir de kireçli, yarı çöl topraklarda yetişen, fundagillerden endemik bir ağaç. Birleşmiş Milletler 10 Mayıs Uluslararası Arganya Günü ilan etmiş. Fas’ta UNESCO Biyosfer Rezervi olarak kabul edilen yaklaşık 8300 kilometrekarelik bir argan ağacı ormanı var. Keçiler bu ağacı çok seviyor ve tahrip ediyor. Bir ağaca insan yardımsız bir keçinin tırmanması mümkün değil. Fas’ta gördüğünüz argan ağacına tırmanmış keçiler insan eliyle gerçekleştirilmiş, turistik bir gösteri. Argan yağı yiyecek olarak kullanıldığı gibi kozmetik alanda da kullanılıyor.

Yol molalarla bir 5 saati aşıyor. Fas Hükümeti, Marakeş ve Quarzazate  arasını 1,5 saate indirmek için 10 km.lik bir tünel yapmayı planlıyormuş. Son üç gündür Atlas Dağları, geçitler, çöller arasındayız. İfrane,  Midelt, Erfoud, Merzuga, Todgha Geçidi, Quarzazate Atlas Film Stüdyoları, Aid Ben Haddou’yu görmeden Fas’ı anlamak mümkün değil.

Marekeş’teyiz. Tensift Nehri vadisinde, Atlas Dağı eteklerinde yer alan şehir, Afrika’nın en işlek şehirlerinden biri. Bir ekonomi ve turizm merkezi. ”Kızıl Şehir”” Çölün Kızı” gibi adlarla anılıyor. Neolitik Dönemden beri berberi çiftçilerin yaşadığı bir yer. 180 binden fazla palmiye ağacı, portakal, incir, nar, zeytin ağaçları ile tarımın yapıldığı bir vaha. Fas’ın eski imparatorluk şehirlerinden birisi. FIA Formula II Şampiyonası, Dünya Binek Araçları Şampiyonasına ev sahipliği yapmışlığı da var. Orta Çağ’dan, 20.yy başına dek krallığın başkenti. 2000’li yıllarla birlikte gerek kültürü, gerek mülklerin ucuzluğu nedeniyle Avrupa jeti için  revaçta bir yer haline geliyor. Onlarca şık otel yapılıyor. Marekeş’e iner inmez ilk gözümüze çarpan, Kutubiyya Camisi‘nin minaresi oluyor. 1147 yılında inşaa edilen cami, 1158’de yeniden yapılmış. Almohad ve Fas mimarisinin klasik ve önemli bir örneği. Minare 77 metre yüksekliğinde, çeşitli geometrik kemer motifleriyle süslü, tepesinde sivri bir uç ve metal küreler var. Rabat’taki II.Hasan Kulesi, Sevilla Giralda ile aynı döneme ait. Minare Jemaa el-Fnaa Meydanı’na çok yakın.   

                                                                                    Jemaa el-Fnaa Meydanı ve Medina UNESCO Dünya Mirası listesinde ve 11.yy dan beri şehrin simgelerinden. Medinanın girişinde yer alan etrafı lokantalar, standlar, binalar ile çevrili bu meydan günlük ticari faaliyetlerin yürütüldüğü, çeşitli eğlencelerin yaşandığı bir alan. Geleneksel tıp, kına, vaaz, falcılık gibi hizmetler sunulup, yiyecekler satılıyor. Hikaye anlatıcıları, şairler, dansçılar, yılan oynatıcıları, berberi müzisyenler, doğaçlama yapan performans sanatçıları ile meydan Fas kültürünün bir konsantrasyonunu yaşatıyor. Önemli bir kültür alışveriş yeri. Turizm nedeniyle olumsuz etkilenmesinden korkuluyor. Meydanın etrafındaki sokaklarda geleneksel pazarlar var. Kumaşçılar, deri ve hasır çantalar, fener, sandalet,  kayısı v.b yiyecekler, ahşap işleri satılıyor.  Burayı görünce Fas’ın karmaşık ruhu diyorsunuz. Burada yankesicilere karşı dikkatli olmanız ve alışveriş yaparken sıkı bir pazarlık yapmanız öneriliyor. Biz hava kararırken ve aydınlıkta iki kez meydanı ve çevredeki sokakları gezme şansı bulduk. 5 yıldızlı Da Palm Plaza Hotel’e geliyoruz. Otelin mutfağı oldukça iyi, akşam otelin kulübünde çok hoş müzikler dinliyoruz, sanki İzmir veya İstanbul’dayız.

Ertesi sabah Bahia Sarayı‘na gidiyoruz. Sarayın geçmişi 19.yy ortalarına dayanıyor. 2 hektarlık bir alanı kaplayan saray, etrafı odalarla çevrili avlulardan oluşuyor. Bu tip geleneksel Fas evleri Riad diye adlandırılıyor. Sarayın özelliği dekorasyonu. Duvarlarındaki Arapça yazılar, geometrik desenler, tavan detayları dikkat çekici.

Majorelle Bahçeleri‘ne gidiyoruz. Jacques Majrelle Fransız oryantalist bir ressam. 1917 de buranın yöneticisi Fransız general tarafından buraya davet edilir. Marekeş’e hayran olur ve 1923 de burada yaşamaya karar verir. Bir hurma korusu alır. 1931 de Art Deco tarzında bir sanatçı inşaat için görevlendirilir. Duvarlar Majjorelle mavisine boyanır ve sanat eseri olarak bahçe tasarlanır. 1947 de bahçeyi halka açar. 1962 de ölünce bahçe terk edilir. 1980 de Pierre Berge ve Yves Saint Laurent burayı satın alır ve çok çeşitli bitkiler eklenir. Ressamın atölyesine de Berberi kültürüne adanmış bir müze açılır. 2008 yılında YSL’nin ölümü sonrası Pierre Berge burayı YSL Vakfına bağışlar.

İsteyen Jemaa el-Fnaa Meydanı’na alışverişe yönleniyor, isteyen sokaklarda yürüyerek otele dönüyor. Markete gitme alışkanlığım Fas’ta da devam ediyor. Avokado, peynir, şarap, ekmek, balık…    Her şey Türkiye’den ucuz. AVM lerde ki markalarda uygun fiyatlı. Bu arada Fas’ta çok Türk giyim mağazası var.

Akşam yemekten sonra Chez  Ali ye gidiyoruz. Turistik gösterilerin yapıldığı bir eğlence mekanı. Gösteriler sıradan, ortam çok görkemli, görülmeye değer.

Fas çok renkli coğrafyası, zengin kültürü, tarihi ve lezzetli mutfağı ile görülmeye değer bir ülke. 

  • Fotolarımızın çoğunluğu ve en güzelleri Cem Uşakligil’in çekimleridir. Fotoğraflarını kullanma izni verdiği için çok teşekkürler Cem Uşaklığil’e…

Bakü Gezi Rehberi: Azerbaycan’ın Tarihi Başkenti

Azerbaycan’ın en büyük şehri ve başkenti Bakü, batı Asya ve Kafkasya’nın tarihi, kültürel ve iş merkezi konumundadır. Hazar Denizi kıyısındaki ‘Rüzgarlı Şehir’ yeniyle eskinin, zenginlikle yoksulluğun, modernizmle muhafazakarlığın, doğu ve batının harmanlandığı bir şehir.

Tarihi İpek Yolu üzerindeki Bakü’de yerleşim M.S 5.yy’a kadar uzanmaktadır. 11. yüzyılda Şirvanşahlar zamanında şehir başkent yapılmış. Moğol işgalinden sonra 16.yy’da Akkoyunlular ve Karakoyunlular yönetiminde kalmıştır. Akkoyunlu devletinin yıkılmasından sonra Safaviler Hanedanlığı ile İran Şahlığı tarafından  yönetilmiş. 19. yüzyıl başında Bakü Rusya topraklarına arasına katılmış ve 1920 yılında da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri arasında yer alan  Azerbaycan’ın başkenti olmuş. 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası bağımsızlığını kazanan Azerbaycan Cumhuriyeti’nin başkenti olmuştur. 

Bakü’nün tarih boyunca sahip olduğu önemin asıl nedeni ülkedeki petrol kaynakları ve petrol işleme sanayi. Bakü’deki petrolün varlığı 8. yüzyıldan beri bilinmekteymiş ve 15. yüzyılda sığ kuyulardan petrol çıkarılmasına başlanmış. 20.yy’ın sonunda da Bakü petrol ihracında dünya liderliğine soyunmuştur. Petrol ihracatçısı ülke olarak Bakü diğer petrol zengini Körfez ülkelerine benzetilmektedir. Ancak Bakü tarihi, doğası ve kültür sanat alanındaki  zenginlikleri başka bir kimlikte. 

Nüfusu 4 milyona yaklaşan Bakü’de üç ayrı mimari yapı bulunmakta. Tarihi yerleri yani İçerişeher, Sovyetler döneminde inşa edilen bölgeyi ve gökdelenlerin istila ettiği modern Bakü kısmını iç içe görmek mümkün. 

Bakü’de müzik ve sanata özel önem verilmiş. Azerbaycan’ın eski müziği olan Mugam için bir müze açılmış. Azerbaycan Devlet Filarmonisi ülkenin ulusal filarmoni orkestrası olup klasik batı müziğinin yanı sıra Azerbaycan müziğinden de eserler sunmakta. 2012 yılı Eurovision Şarkı Yarışması Bakü’de gerçekleştirildiğinden 25.000 kişilik çok büyük bir müzik arenası Kristal Salon inşa edilmiş. Azerbaycan Güzel Sanatlar Müzesi’nde ise Azerbaycan, Avrupa, Rusya ve Doğu sanatına ilişkin sanat eserleri sergilenmekte. 

Niçin Bakü
  • Bakü Türk vatandaşları için vizesiz ve sadece kimlik ile gidilebilecek bir ülke. Vizesiz 90 gün kalınabiliyor. 
  • Geniş, planlı, düzenli caddelerin arasında Rusların döneminden kalan tarihi binaları ile estetik bir batı şehri.
  • Turistler için Bakü merkezde ve çevresinde gezilecek görülecek çok yer var. Tarihi yerler, müzeler, sanat galerileri, opera, bale, tiyatroları ile çok geniş bir kitleye hitap ediyor. Sadece sokaklarda, Hazar Denizi kıyısında yemyeşil parklarda dolaşarak da şehrin keyfini çıkartabilirsiniz.
  • Restoranlar, kafeler çok sayıda. Restoranların çoğunda canlı Azeri ve Türk müziği eşliğinde, Azerbaycan mutfağının lezzetlerini tadabiliyorsunuz. Zengin mutfağında et, tavuk, kebap çeşitleri bol.
  • Azerbaycan parası Manat Türk Lirasına göre daha değerli ancak halkın yaşam gücü çok yüksek olmadığından fiyatlar Avrupa ülkelerinde tatil yapmaya göre bizim için daha uygun fiyatlı.
  • Halkı çok sıcakkanlı, hele Türk olduğunuzu duyunca her türlü yardımı yapıyorlar. Türk olarak kendinizi çok iyi ağırlanıyor hissettiriyor karşılaştığınız kişiler.
  • Dil sorunu yok her yerde Türkçe konuşabiliyorsunuz.
  • Ulaşım kolay, Türkiye’den birçok şehirden 2,5-3 saat arasında   direk uçulabiliyor Bakü’ye.
  • Güvenli bir ülke olduğunu söyleyebiliriz. 
Ulaşım

Azerbaycan başkenti Bakü’ye, Türkiye’de birden çok şehirden direk uçuş bulunmaktadır. THY, Pegasus Havayolları’nın yanı sıra son yıllarda Azerbaycan Havayolları da uçuş sayısını arttırmıştır. İstanbul her iki havaalanından, Ankara, İzmir, Antalya, Gaziantep, Samsun, Adana, Trabzon, Kayseri şimdilik direk uçuşlar yapılan şehirler arasında. 

Bakü Haydar Aliyev Uluslararası Havaalanı Kafkasya’nın en büyük ve işlek havaalanıdır. Kuzey ve güney iki terminali tamamen camlarla kaplı gösterişli bir havaalanı karşılıyor gelenleri. Terminal 1’e diğer ülkelerin uçakları inerken, Azerbaycan’ın kendi havayollarının uçakları 2 no’lu terminale inmekte. 

Şehre 20 km uzaklıktaki havaalanından şehir merkezine ulaşımın en ekonomik aracı otobüsler. Sabah 6.00’dan akşam 22.00’ye kadar her yarım saatte bir kalkan otobüsler gece saat başı hareket etmektedir. Otobüse binmek için havaalanındaki kiosklardan Bakü şehir kartı almak gerekiyor. Otobüs ücreti 1,5 Manat.

Havaalanı çok uzak olmadığından taksi de bir seçenek. Havaalanı çıkışında taksiler karşılıyor, merkeze 30 Manat civarında tutmakta. Taksi için ekonomik olan yaygın kullanılan Bold uygulaması ile taksi çağırmak. Bold ile yarı fiyatından daha az ücret ödeniyor. Şehir içinde de Bold kullanmak uygun olacağından havaalanında kullanmaya başlamak en iyisi. Biz havaalanından otele transfer almıştık, şehir merkezindeki otelimiz için 30 Manat ödedik, dönüşte Bold uygulamasından çağırdığımız taksiye 12 Manat ödedik.

Bakü şehir içinde birçok yeri yürüyerek dolaşabilirsiniz. Ayrıca toplu ulaşım çok gelişmiş ve ucuz, metro, minibüs ve otobüsle tüm şehir gezilebiliyor. 

Gezelim Görelim

Gezmeye şehrin her yerinden görünen, Azerbaycan’ın ilk gökdelenleri arasında yer alan Ateş Kuleleri ile başlayalım.

Alev Kuleleri, 190 metre yüksekliğinde 3 farklı binadan oluşan yapılar grubu. Otel kulesi, konut kulesi ve ofis kulelerinin ortasında alışveriş merkezi yer alıyor. Gün ışığında diğer çok katlı binalardan farklı gözükmese de kulelerin güzelliği hava kararınca ortaya çıkıyor. Işık oyunlarıyla tam bir görsel şov başlıyor. 

Alev Kulelerinin tam karşısındaki Şehitler Meydanı ve Şehitlik Camisi bulunuyor.

Şehitler Anıtı‘nda (Şehitler Hıyabanı) etkileyici bir manzarayla karşılaştım. Burası 1918 yılında savaşlarda şehit düşmüş Azerbaycanlı ve Türk askerlerinin gömüldükleri bir yermiş. Sovyet döneminde 1924-1990 yıllarında bu mezarlık kaldırılmış ve yerine Dağüstü Park (eğlence merkezi) yapılmış.

1990 yılında Sovyet-Rus askeri birliklerinin Bakü’de sivil ahaliye karşı yapmış oldukları 20 Ocak katliamından sonra arazi yeniden Şehitler Hıyabanı olarak düzenlenmiş ve Ocak katliamı şehitleri de oraya gömülmüş. Hıyabanda bunlardan başka, Karabağ Savaşı şehitlerinin bir kısmı da defnedilmiş. Şehitler Hıyabanı’ndan füniküler ile  doğrudan sahile inilebilmekte.

Bakü’nün bir zamanlar dünyanın en büyük bayrağı olan Bayrak Meydanı da sahilde. Meydandaki  bayrağın direğinin yüksekliği 162 metre, kaidesi 220 ton. Daha önce direğe asılı olan bayrağın toplam alanı 2450 metrekare, kütlesi ise yaklaşık 350 kilogram imiş. Bayrak Meydanı’nda bulunan Azerbaycan Cumhuriyeti’nin arması, devlet marşının metni ve ülke haritası altın kaplı bronzdan hazırlanmış. Bu yükseklikle bayrak direği 2010 yılında Guinness Dünya Rekorları arasına girmiş. Ancak, 2011 yılında Tacikistan, yüksekliği 165 metre olan bayrak direği yapmış ve böylece bu unvan Tacikistan’a geçmiş. Bu arada bayrak direğinden bayrak kaldırılmış, 2026 yılında alanın yeniden düzenlenmesi planlanmış. 

Bakü gezimize tarihi şehir ile devam ediyoruz. İçeri şehrin metro istasyonu yanındaki girişinde karşımıza çıkan bir heykel ile başlayacağız. Yapılışı yakın tarih olsa da özgün sanatsal bir formu ile benzersiz bir heykel. 

Aliağa Vahid Heykeli

Aliağa Vahid Azerbaycan’ın gazel ve satirik şiir ustası, Bakü doğumlu ünlü şairleri. Fuzuli’nin yolundan giden şair için özgün bir heykel çalışması üç ünlü heykeltraş tarafından 1990 yılında yapılmış. Ağaç-portre tarzında yapılan heykelin formu, Aliağa Vahid’in ‘Ben kendimim, Ulu Füzulümüzün emaneti’gazelinin ünlü beyitinden kaynaklanmaktadır. 

Heykelde Vahid’in başı kök salıyor ve bir ağaç gibi büyüyor. Heykelin üzerinde farklı bölümler bulunuyor. Vahid’in düğünü, cenazesi, cenaze sonrası ağlayan kadınlar, Vahid’in gazel okuyan arkadaşları, Azerbaycan milli müzik aleti mugam üçlüsü başının sol tarafında kulağının yanında yer alıyor. İçeri Şehir girişindeki bu heykel özgün formu ile dikkati çekiyor.

İçeri Şeher (Eski Şehir)

İçeri şeher, Bakü’nün aynı zamanda doğunun en eski tarihi merkezlerinden biri. Kale bölgesi bronz döneminde yerleşim alanı olmuş. İçeri şehre halk arasında Kale de denmekteymiş. Hazar Denizi’nin kıyısında, tepe üzerinde yapılmış. Yerleşim merkezi yüksekliği 8-10 metre, genişliği 3,5 metre olan yüksek duvarlarla çevrelenmiş, 22 hektarlık bir alanı kapsamakta. Üçlü surlar, Kız Kalesi ve diğer binalarla beraber şehir bir savunma kalesi görünümünde. Şehrin yapı planı askeri üstünlük ve savaş taktiği düşünüldüğünde sanki gerçek bir labirente benzemekte.

İçeri Şeher’deki üç anıt (Şirvanşahlar Sarayı, Kız Kulesi, Muhammed Cami) ülkenin en önemli eserleri arasında. 2000 yılında Kız Kalesi ve Şirvanşahlar Sarayı UNESCO Dünya Kültürel Miras Listesi’ne alınmış.

İçeri Şeher’de en önemli eser Şirvanşahlar Sarayı‘. Sarayın giriş ücreti 10 Manat. Saray 9. yüzyıl ve 16. yüzyıllar arasında Şirvan Devleti’nin hükümdarlarına ev sahipliği yapmış. Şirvanşahlar Sarayı, 15. yüzyılda Bakü’nün ekonomik ve siyasi öneminin artması sonucunda Şirvanşahlar şahı İbrahim Halilullah’ın döneminde yapılmış. Halilullah sarayını Şamahı’dan Hazar Denizi’nde önemli bir liman kenti ve yenilmez kale olan Bakü’ye aktarmış.

Sarayın tümü aynı zamanda inşa edilmemiş. Rölyefe göre inşası, üç düzeyde yükseltilen birkaç yapıdan oluşuyormuş. Sarayın ana binası 1420’lerde, türbeler 1435’de, Minareli Şah Cami 1441’de, Divanhane ve Seyyid Yahya Bakuvi Türbesi 1450’lerde yapılmış. Sarayın doğusunda Murad kapıları (1585), avdan ve hamam kalıntıları yer alıyor. 1964 yılında Şirvanşahlar Sarayı müze ilan edilerek devlet korumasına alınmış ve UNESCO Dünya Kültürel Mirası Listesi’ne 2000 yılında girmiş.

Kusursuz oymaları ve pencereleri ile keskin hatlara sahip olan saray, kocaman, etkileyici ve muhteşem gözüküyor. Saray kompleksinin içinde, pek çok kapı, cami, hamam ve anıt görülebiliyor. Saray, yakın doğunun en görkemli mimari eserlerinden birisi olarak kabul edilmekteymiş.

Şah Camisi iki ibadet salonundan oluşuyor. Birisi şah ve diğer saray erkanı için diğeri kadınlar için ayrılmış.

Bu komplekste Seyit Yahya Bakuvi’nin Türbesi bulunuyor. Seyit Yahya I. Halilullah döneminde yaşamış bir alimmiş. Mistik – sufi karakterler taşıyan yaklaşık 30 eseri bugünlere kadar gelebilmiş. Şirvanşahlara ait mezarları da bu bölgede görebiliyorsunuz.

Hamam ise 15. yüzyılda yapılmış ve burada kullanılan su yeraltı kaynaklarından sağlanmış. Zamanında hamamın içi ve dışı seramiklerle süslenmiş, şimdilerde pek bir şey kalmamış.

Yürüyerek Kız Kulesi’nin önüne geldim. Giriş için 10 Manat ödeyerek yukarı tırmanmaya başladım. Her katta değişik sergiler vardı, çıkılmasa da olurmuş diye düşündüm. Zaten son kata kadar çıkılmasına izin verilmiyor, sadece 5 kat çıkabiliyorsunuz. Dışarıdan görüntüsü daha etkileyici.

Abşeron’un kulelerinden en büyüğü ve haşmetlisi olduğu belirtilen Kız Kulesi’nin eşsiz ve doğuda benzeri olmayan bir sanat yapısı olduğu ifade ediliyor. Kız Kulesi 12. yüzyılda mimar Masud ibn Davut tarafından inşa edilmiş. Kulenin kapısının üzerinde büyük bir taşa Kufi hatla yazılmış bir kitabe bulunmakta. Burada “Davud’un oğlu, Mesud’un kulesi” sözleri yazılmış. Bu kitabe kalenin 15. yüzyılın birinci yarısında Selçuk Sultanı Mesut tarafından yapıldığını akla getiriyormuş.

Kız Kulesi hakkında çeşitli efsaneler var. Efsaneye göre, kralın çok güzel bir kızı varmış, kral kendi öz kızına aşık olmuş ve onunla evlenmek istemiş. Bu düğünü ertelemek isteyen kızcağız babasından büyük bir kule inşa ettirmesini istemiş. Kule tamamlanınca kız kuleye çıkmış ve kendini Hazar Denizi’nin sularına bırakmış.

Afrasiyab Badalbeyli tarafından bestelenen ve Azerbaycan’ın ilk bale gösterisi olan Qız Qalası baleti (1940) bu efsaneyi farklı bir şekilde işliyormuş. Bu yorumlama bana daha mantıklı geldi. Savaştan dönen kral karısının bir oğul yerine bir kız doğurduğunu öğrenmiş ve buna çok öfkelenerek kızının öldürülmesini emretmiş. Ancak kızın dadısı bebeği kaçırmayı başarmış ve onu gizli bir yerde büyütmüş. Bu bebek 17 yıl sonra çok güzel bir kız olmuş. Kızı olduğunu bilmeyen kral bir gün kızı görmüş ve onunla evlenmek istemiş. Kız nişanlı olduğundan onu kaçırarak bu yüksek kuleye kapatmış. Kızın nişanlısı peşlerinden gelerek kralı öldürmüş ve kızı kurtarmak için kuleye gitmiş. Kulenin merdivenlerinde ayak sesleri duyan kız, kralın geldiğini düşünerek kulenin tepesinden kendini atmış. Ne acı bir son!

Yüksekliği 28 metre, çapı 16-16,5 metre, duvarlarının kalınlığı dip tarafta 5 metre, yukarı tarafta ise 4 metre olan Kız Kulesi silindir biçimli asıl kaleden ve güney taraftan ona birleşmiş olan büyük destek duvardan oluşmakta. Bu yapının hangi amaçla kullanıldığı henüz tespit edilememiş. Sekiz kata ayrılan kulenin her katı taş tavanlı ve kubbeli yapılmış. Bu katlar duvar içine inşa edilmiş taş merdiven aracılığıyla birbirine bağlanmış.

Çıkılmasına izin verilen açık alanda çektiğim şehir manzarasını da paylaşmadan olmaz.

Dikdörtgen kalenin içi de sanat galeri olarak düzenlenmiş. Bu kalenin içinde de sergiler bulunuyordu.

Buradan yürümeye devam edince Gosha Gala yani İkiz Kapıya geldim.

İkiz kapıların yakınında iki cami bulunuyor. Biri 1078-1079 tarihinde yaptırılan Muhammed Camisi.

Daha sonra sokaklarda gezinirken minaresi restore edilen ve 1899 yılında yaptırılan Cuma Camisi karşıma çıktı.

Minyatür Kitap Müzesi

Dünya’nın ilk ve tek Minyatür Kitap Müzesi’nde 66 ülkeden kitaplar sergileniyor. Sadece 7,5 cm’den küçük olan kitapların minyatür kabul edildiği müze, Guinness Rekorlar Kitabına girmiş. Müze Azerbaycan’ın meşhur ressamlarından Tahir Salahov’un kız kardeşi Filolog Zarife Salahova’nın gittiği her ülkeden minyatür kitap toplamasıyla başlamış. Salahova, hem kendi imkanlarıyla hem de Azerbaycan Cumhurbaşkanlığı’nın desteği ile 25 yılda topladığı 6 binden fazla kitabı içeren koleksiyonunu en sonunda bir müzeye dönüştürmüş. Müzenin en küçük kitabı 0,75×0,75 milimetre ebadındaki “Dört Mevsim Çiçekleri” adındaki kitap. 22 sayfalık bu kitabı ancak özel mikroskopla okumak mümkün. Müzedeki bir diğer özel kitap ise minyatür Kuran-ı Kerim. Polonyalı bir Katolik olan Mihali Şorç isimli kitapsever, Suudi Arabistan’da 1672 yılında büyük şekilde basılan Kuran-ı Kerim’in orijinalinden 19. yüzyılda basit bir makine kullanarak minyatürlerini çıkarmış. Polonyalı Şorç bu Kuran-ı Kerimleri korumak için demirden bir muhafaza yapmış ve üzerine de bir büyüteç yerleştirmiş. Zarife Salahova, minyatür Kuran-ı Kerim’le ilgili , “Bu Kuran-ı Kerim’i de bana yaşlı bir kadın hediye etti. Kadın bu Kur’an-ı Kerimi bana verdiğinde, bu kitabın yüzyıldan fazla onların ailelerinde bulunduğunu, nesilden nesile geçtiğini söyledi’ diye açıklamış kuranın kaynağını.

Girişin ücretsiz olduğu bu müzede, hediyelik bölümünden minyatür kitap satın alınabiliyor. Müze’de Zarife Salahova ile tanışmak da mümkün.

Tarihi bölge günümüzde yerleşim alanı olarak da kullanılmakta, 1300 aile yaşıyormuş. Binaların çoğu otel, restoran kafeye dönüştürülmüş. Artık eski şehirde sokak aralarında serbest dolaşma zamanı gelmişti. 

İçerişehir’e ara bir yoldan giderken önünde değişik heykellerin bulunduğu bir hamam gördüm. Binanın önünde fotoğraf çekerken Türk olduğumu anlayan polisler halen kullanılan hamamın iç kısmına girmek için bana izin verdiler. Taze Bey Hamamı 1886 yılında inşa edilmiş. İçindeki ve dışındaki heykeller ve tablolarla hamamdan çok müzeyi ve sanat galerisini andırıyor. Burada, Atatürk’ün bir portresini görmek çok şaşırtıcı ve gurur verici oldu.

İçeri şeher Bakü’ye gelenlerin öncelikle ziyaret ettiği bölge.  Bu eski şehirde saraylar, camiler, müzeler, hamamlar, sanat galerini gezdikten sonra restoranlarında, kafelerinde oturulabilir. Bu tarihi dokuda en az yarım gün, hatta tüm gün geçirilebilir. 

Halı Müzesi

İçeri Şeher’den sahile  açılan kapıdan çıkarak Halı Müzesi’ne ulaşılabiliyor. 

Halı müzesi binası katlanmış halı şeklinde tasarlanmış. Azerbaycan halıları köklü bir geçmişe sahip, ve dünyanın ilk halı müzesi Bakü’de 1967 yılında açılmış. Yeni tasarımlı şimdiki yerine 2019 yılında taşınmış. Müze kolleksiyonunda halı ve kilim sanatının en güzel örneklerini görebilirsiniz. Bu müze kolleksiyonu UNESCO’nun somut olmayan kültürel miras listesinde yerini almış. 

Çok eski halıları ve kilimleri, yöresel kıyafetleri giriş katı dışındaki 2 kata çok güzel bir şekilde yerleştirmişlerdi. Halılar ve kilimler çok güzeldi ama beni etkileyen her kata yerleştirilen halı tezgahlarında canlı olarak halı dokunmasıydı. Rehberli gelen bir grup halı dokunuşunu izlerken rehber dokuyucudan daha yavaş hareketlerle ilmekleri atmasını istedi. O kadar hızlı hareketleri vardı ki takip etmek imkansızdı. Elleri artık makine gibi hareket ediyordu.

Hazar Denizi kıyısında çevre düzenlemeleri ile çok güzel bir park yapılmış. Burada uzun yürüyüşler yapabiliyorsunuz, çocuklar için oyun parkları,  kafeler, restoranlar ve alışveriş merkezleri var, müze var, opera binası var, yani varoğlu var. 

Haydar Aliyev Kültür Merkezi

Baku’nün ikonik yapısı  Haydar Aliyev Kültür Merkezi görülmesi gereken yerler arasında yer almaktadır. 1991 yılına kadar şehrin mimari yapısına 19. yy’da yapılan Sovyet yapıları damgasını vurmuştu. Azerbaycan 1991 yılında Sovyetler Birliği’nden ayrılıp, bağımsızlığını kazandıktan sonra şehrin mimari yapısını da değiştirip modern bir şehir kimliği kazandırmaya çalışmak için yatırımlar yaptı. Bu tür yatırımlar içinde en çok dikkati çeken çalışma Haydar Aliyev Kültür Merkezi sayılabilir. Sıra dışı, modern, futuristik bir mimari ile post modern bir yapı ortaya çıkmıştır. Modern mimari ve teknoloji birleştirilerek Hazar Denizi’nin dalga formu ve akışkan bir tasarım yaratılmış.

Gerek dış cephesi, gerek iç tasarımı ile derin anlam ve sembollere sahip bina kültürel etkinlikler ve sanatsal gösterimlerin merkezidir. Merkez ünlü mimar Zaha Hadid tarafından tasarlanmıştır. Bina 2013 yılında hizmete açılmıştır.

Üç ana bölüme ayrılan binanın ilk bölümünde Haydar Aliyev’in yaşamını anlatan bir müze de bulunmakta.  İkinci bölümünde sergi salonlarında kalıcı ve geçici sergiler bulunmaktadır. Üçüncü bölümde ise  konser salonları, sergi salonları tiyatro sahneleri, kütüphane ve toplantı salonlar yer almakta.

Bu özgün merkezin önünde I love you Baku yazısının önünde fotoğraflarımızı çektirerek, sanat, kültür yolculuğumuza başlıyoruz. 

Biz Aliyev Müzesi bölümüne girmeden kalıcı ve geçici sergiler bölümüne yöneldik. Bakü’nün  en önemli yapılarının minyatür  maketlerini, Türk dünyasının çok çeşitli çalgı aletlerini, resim gibi dokunmuş harika halılarını, kuklalarını ve geçici sergilerini dolaştık. Merkez hem tarihi, hem modern bir sanat yolculuğuna çıkartıyor ziyaretçileri. Gerek binanın iç tasarımı, gerek sergi salonlarının düzenlemeleri sarıp sarmalıyor gelenleri. Bir saatte hızlı gezip çıkarız diye düşündüğümüz merkezden ancak 2,5 saatte ayrılabildik. 

Merkezin giriş ücreti 15 Manat, ayrı bir bölümde sergilenen klasik arabaları görmek isteyen meraklılar 10 Manat ek bir ücret ödüyorlar.

Bakü Çevre Gezisi

Bakü merkezinde turistik yerlerin çoğu  iki veya üç günde gezilebilir.  Bakü şehir merkezi dışındaki yerler için günlük turlar düzenlenmekte. Bu turlar içerisinde bizim aldığımız turla milattan öncesine uzanan tarihi Gobustan’da ilk uygarlıkların izlerinin yanında çok değişik bölgeleri dolaştık. Bakü gezisine çıkanların bu bir günlük turu almalarını öneriyorum. Birçok tur şirketinden alınabildiği gibi, özellikle içeri şehirde gezerken genç çocuklar çevrenizde bu turu tanıtmak için dolaşıyorlar. Biz ilk gün İçeri Şehri gezmeyi ikinci gün de bu turu almayı planladığımız için ilk günden turumuzu aldık. Tur fiyatı iki şekilde 100 manat civarındaki turda öğle yemeği ve gezilecek yerlerin giriş ücretleri dahil. Yemek ve giriş ücretlerini kapsamayan tur ise 55 Manat. Biz her şeyi kapsayan turu almayı tercih ettik.  

Turumuza ülkenin can damarı petrol kuyularının en eskisi, ilk açılan tarihi petrol kuyuları ile başlıyoruz. 1846 yılında açılan petrol kuyusu halen petrol çıkartmaya devam ediyor. Günümüzde kullanılan petrol kuyuları da yol boyunca bize eşlik etti. 

İkinci gezi noktamız olan Gobustan’ın girişinde bölgede çıkarılan bazı eserlerin sergilendiği ve Gobustan bölgesinin tanıtımının yapıldığı Gobustan Rock Art Cultural Landscape Müzesi’ni gezdik. Müzede sergilenen buluntular çok ilginçti.

Bakü’ye 64 km uzaklıktaki Gobustan’da antik mağaralar, kalıntılar, çamur volkanları ve grizu kayası oluşumları bulunuyor. Gobustan’ın adı kobu (çamur volkanlarının oluşturduğu kuru dereler) kelimesinden gelmekte. Gobustan ilgili literatürde “kobular ve oyuklar memleketi” olarak açıklanıyor. Bölgedeki dağlar Büyüktaş, Küçüktaş, Jıngırdağ ve Yazılı Tepe 1966 yılında devletin koruması altına alınmış. Çok eski kaya oymalarının ve resimlerinin çokluğu ve kalitesi nedeniyle bu bölge “olağanüstü evrensel değer” olarak kabul edilerek UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınmış. Gobustan’da burada yaşayan ilk insanların kültürünü yansıtan 35.000 yıl öncesine dayanan 6 binden fazla eski resim bulunmuş. Bunlar yarı çöl sayılabilecek bir alanda üç kayalık platoda bulunmakta. Ayrıca eski yerleşim birimlerinde 20 mağara, 40 kurgan tipi mezar ve 100 binden fazla kültür eşyası tespit edilmiş. En eski resimlerin Mezozoik zamana ait olduğu düşünülmekteymiş.

Müzeden daha ilginç ve etkileyici olanı açık alanda, kayalıklardaki resimlerdi. Bu resimler gerçekten inanılmaz! Mutlaka gidip görmelisiniz. Çok zaman geçtiği için izler belli belirsiz olduğundan arkeologlar zarar vermeden resimleri biraz belirgin hale getirmişler. Gobustan’daki bu kaya oymaları ve resimleri tarih öncesi dönemlerdeki avcılık, yaşam, hayvanlar ve bitki örtüsü hakkında önemli bilgiler veriyor. 

Kayalara genellikle kadın ve erkek ile keçi, öküz, maral, ceylan ve arslan gibi hayvanlar resimler çizilmiş. Kayalar üzerine kazınmış içlerinde insan olan kayıklar, 2 tekerleği olan arabalar, yılan, balık, kertenkele resimleri av, savaş, tarım, ibadet ve oyun oynama sahnelerini yansıtıyormuş. Resimler işleme tekniği, ölçü ve kompozisyon farklılıkları itibarıyla yapıldıkları yıllara göre değişiklik gösteriyormuş. Mesela daha eski resimlerde siluet tarzında ve büyük ölçekte resimlere rastlanırken daha sonraları resimler daha belirginleşip ölçeği küçülmüş.

Kayalıkların arasında yürürken bir kıpırtı oldu ve rehberimiz bir yılanın geçtiğini söyledi. Bölgede kurt, vahşi fare, kaplumbağa gibi hayvanlara rastlanabiliyormuş. Bölge denize çok yakın ve ufukta deniz görülebiliyor. Kazılarda elde edilen bulgulara göre bir zamanlar deniz suyu kayalıkların çok yakınına kadar geliyormuş. 

40 bin yıllık tarihi olan bir yeri gezmek, yürüdüğüm bu topraklarda ilk insanların yaşadığını bilmek tuhaf bir duygu veriyor.

Çamur Volkanları

Küçük tepeciklerden volkan çıkar gibi gazla birlikte çamur yükleliyor. Hiç beklemediğiniz bir anda gazla birlikte çamur yükseliyor ve çok hoş bir görüntüsü oluyordu. Kısa bir mesafe yürüyerek yakındaki çok büyük olan krater havuzuna doğru yürüdük. Rehber buranın çok derin ve tehlikeli olduğunu söyledi.

Ateşgah

“Ateşgah” sözcüğü ateş mabedi anlamına geliyor. Bakü’ye 30 km mesafede bulunan Ateşgah, dünyadaki 3 Mecusi Tapınağından biri olup Azerbaycan’daki en ilginç tarihi yapılardan. 

İslam öncesi dönemde İpek Yolu üzerinde olan bu bölgede ateş görülmesi nedeniyle ateşperest Hintliler tarafından yapılmış eski bir tapınak olduğu söylenmekte.

Hücreler ve mabed 12-19. yüzyıllar boyunca çeşitli dönemlerde inşa edilmiş. Merkezi secdegahı ise 1810 yılında tacir Kançanagaran tarafından yaptırılmış. Bazı bölümler, Bakü’de yaşayan Kuzey Hindistan’dan gelen sikhler kastına mensup olan Hint topluluğu tarafından yapılmış. Kervansaraya benzeyen yapı, kapalı beş köşe biçiminde olan ve bir zamanlar ziyaretçilere hizmet için kullanılan 24 hücreden ve bir odadan ibaret.

Tam orta yerinde hiç sönmeyen, doğalgaz ateşiyle yanan büyük bir ateş var. İran’da Yezd şehrinde gördüğüm Ateşgah’daki ateş özel odunlarla sürekli beslenen ve görevlinin özel bir şekilde giyinerek yaklaşabildiği bir ateşti. Zerdüştlere göre ateş temiz ve tanrısal sayılıyor ve insan elinin ve hatta nefesinin kirli olduğu için ateşi kirleteceğine inanılıyor. Bu nedenle ateşe odun atan görevli boydan boya beyaz bir giysi giyiyor, ellerine eldiven, başına bone ve yüzüne de burnunu kapatacak şekilde maske takıyor. Burada bu işleme de gerek kalmamış ve doğal bir ateş yüzlerce yıldır yanıp durmakta.

Ateşgah ana kapıdan geçince önce hücreleri gezdik kullanılma amacını yansıtan canlandırmalar yapılmış, hücreler çilehaneye benzeyen ibadet yerleri.

Yanardağ

Ateşgahtan sonra Yanardağ’a gittik. Bakü’nün neredeyse bütün yeraltı tabakası doğal gaz ve petrol yatağı durumunda. Burada kayalıkların arasından sızan gaz devamlı yanmakta. Bizim Olympos’da yanan ateşe benziyor.

Son durağımız Haydar Aliyev Camisi idi. Tek kelimeyle bu Cami bir “harika”.

Eski Devlet başkanı adına 1994-2013 yılları arasında inşa edilen ve 20 yılda tamamlanan Cami 2014 yılında hizmete açılmış. Şirvan-Abşeron mimari tarzıyla ve özel taşlarla inşa edilen Cami 95 metre yüksekliğe sahip. 4 Minareli Cami dünyanın 10. ve Kafkasların en büyük camisiymiş. 

Her yer bembeyaz olduğu ve tavanlar da çok yüksek olduğundan bir sonsuzluk ve huzur hissiyatı veriyor. Buraya protokol heyetleri getiriliyormuş.

Bu arada Baku sokaklarında gezerken fotoğrafladığım bazı yerlere bakalım.

Niyazi Caddesinde bulunan Ulusal Güzel Sanatlar Müzesini Azerbaycan’ın en büyük sanat müzesi. Müze 1936 yılında kurulmuş ve 1943 yılında ünlü Azeri tiyatro set tasarımcısı ve tiyatro sanatçısı Rüstem Mustafayev’in adını almış. Müzenin içindeki nadide eserlerin dışında binası da tarihi. Neoklasik tarzda 1885’de inşa edilmiş.

Haydar Aliyev Sarayı

1926 yılında yaptırılan Demiryolu Gar binası.

Üzeyir Hacıbeyli Müzik Akademisi

Azerbaycan Devlet Tiyatrosu

Devlet Filarmoni Binası

Gençlik durağında sağıma soluma bakıp çevreyi tanımaya çalışırken gözlerime inanamadım. Bakü’nün en gözde ve canlı bölgesinde karşıma “Atatürk Parkı” çıkmıştı.

Bakü’nün en canlı ve hareketli meydanı Fevvareler Meydanı. Lüks mağazaların, restoranların ve kafelerin bulunduğu bölge. Gündüz hareketli olmakla birlikte özellikle hafta sonları çok canlı.

Yeme-İçme

Bakü gezi rehberi zengin Azerbaycan mutfağından söz etmeden eksik kalır. Asya, Avrupa ve Orta Doğu’nun birleşim yerinde konumlanan Azerbaycan mutfağında bu bölgelerden etkilenmiş ancak özgün bir mutfak yaratılmış. Ağırlıklı, et ve hamur işlerinden oluşan geleneksel tarzda pişirilen yemekler bizim damak zevkimize tam anlamı ile hitap ediyor. 

Yemeklerin en ünlülerinden Şah Pilavı, adı gibi geleneksel yemeklerin şahı. Dovga çorbası mutlaka tadılmalı, bizim yoğurt çorbası benzeri sütle yapılan çorba. Dushbara daha iri mantı benzeri içi et ile doldurulmuş hamur işi. Dolma, yaprak ve lahana sarması benzer. Çeşit çeşit kebaplar, saç kebaplar, şiş kebaplar, tavuk çeşitleri de tadılmalı. Tavukları bizim market tavuklarının çok ötesinde bir lezzete sahip. Yemekler hem zengin içerikli, uygun baharatlar ile tatlandırılmış, diğer yandan midenizi şişirmeyen hafif yiyecekler. Azerbaycan baklavası parmak yalatan cinsten. 

Azerbaycan mutfağının ününü bildiğimiz için biz de özellikle isim yapmış restoranlarında tatmak istedik. Öncelikle en ünlü restoranlar arasında Şirvanşah Müze Restorandan söz edeceğim. Tarihi bir hamam üç katlı restorana dönüştürülmüş. Her köşede yer alan antika eşyalar, objeler ile bir etnografya müzesinde yemekte gibisiniz.  Canlı müzik ve dans gösterilerinin olduğu restoranda mutlaka önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyor.  Şah pilavımızı bu restoranda yerel Azerbaycan şarabı ile yedik.

Şah pilavı içi et, badem, kayısı ve erik kurusu ile zenginleştirilmiş pirinç bir hamura sarılarak en az bir buçuk saat pişiriliyor. 

Bir diğer restoran Şaki Qala Restoran geniş bir mekan, lezzetli çeşitler, canlı müzik ve güzel bir servis ile karşılandık restoranda. 

Bize önerilen diğer bir restoran Çanaqqala Restoran idi. Türk turistlerin de favorisi imiş. Restorana gitmek için bindiğimiz taksi bu restorana çok Türk turist getiriyorum dedi. Hem kapalı hem de geniş açık havada oturacak yerleri olan restoranın yemeklerini tadamadık. Kapalı alanda iki ayrı organizasyon olduğundan biz oturmak istemedik, bu nedenle yemekleri konusunda yorum yapamıyorum.

Bakü’de gece hayatı da renkli. Restoranların bir kısmında canlı müzik dinlendiği gibi, gece kulüpleri de yaygın. Restoranları, kafeleri, pubları ve kulüpleri ile en hareketli yeri Fevvareler (Fıskıyeler) Meydanı. Birçok ana cadde bu meydana çıkıyor. Gündüz de gece de çok hareketli. Biz de son gecemizde bu meydanda Kafe Araz’ı seçtik. Yine canlı müzik eşliğinde lezzetli et yemeklerini denedik. Özellikle saç kavurmasını çok beğendik. Yemeğin yanında yerel meyvelerinden yaptıkları komposto şeklinde meyve sularını sürahi ile sofraya getiriyorlar.

Dört gün içinde denediğimiz restoranların hepsini önerebilirim. Fiyatları da Türkiye’de orta kalitede bir restoranda ödeyeceğiniz fiyatlara yakın olduğunu söyleyebilirim. Bu zengin çeşitler ve lezzetler tadılmayı hak ediyor diyebilirim.

Azerbaycan halkı için çay servisi de özel bir öneme sahip. Çay masaya porselen çaydandık içinde servis ediliyor. Çayın yanında reçel, kurabiyeler de ikram ediliyor. İnce belli bardak da her kafede bulabilirsiniz, ayrıca belirtebilirsiniz bardağınız ince belli cam bardak olmasını. Türk kahvesini de her kafede lokum eşliğinde içebilirsiniz.

Bakü’de gezemediğim yerler kaldı ama bir şehri üç-dört gün içinde tamamen gezebilmek zaten mümkün değil.

Yazdıklarımın dışında Bakü’de görülebilecek diğer yerleri sıralarsak: Taza Pir Cami, Nizami Azerbaycan Edebiyat Müzesi, Hayvanat Bahçesi, Rus Kilisesi, Nariman Narimanov Evi Müzesi, El Yazmaları Müzesi, Tagiyev Tarih Müzesi, Aleksander Nevski Rus Ortodoks Katedrali, Bibi Heybet Cami, Mirzabekov Apartmanı, Antika Eşya Müzesi, Modern Sanat Müzesi, Etnoğrafya Müzesi, Ermeni Kilisesi.

Son Söz

Bakü ülkemize mesafe ve kültürel yakınlığının yanı sıra hem doğu hem Avrupai havada değişik bir şehir.  Gezilecek, görülecek çok yer var. Tarihi ve doğal güzelliğinin yanı sıra sokaklarında huzurla ve sakin doşaşabileceğiniz, ayrıca vizesiz gidilen bir şehir. Son yıllarda turistlerin de ilgisini çeken bir yer. Gidilip, görülecek bir şehir. 

Urla Enginar Festivali: Enginarın Kalbi Urla’da Atıyor

Urla tarihi değerleri, doğal güzellikleri, iklimi, bereketli toprakları, kültürü ile hem yerleşmek hem de tatil için  huzurlu ve renkli bir ilçe. Bereketli topraklarında yetiştirilen ürünlerle agro turizm ve gastronomi alanında da adını duyuran Urla’nın en önemli sebzelerinden biri enginar. Ege ve Akdeniz kıyılarında yetişen enginarın en çok üretildiği şehir İzmir ve en fazla miktarı da Urla yarımadasında yetişmektedir. Urla Yarımadası sakız enginarları da ‘Urla Sakız Enginarı’ olarak tescillenmiştir. Sağlık için çok yararlı olan enginarın yarımadada üretiminin yanında enginar festivali ile ürünlerini ve lezzetlerini tanıtıp, ilçenin ürünün yarattığı değerden pay alması da sağlanıyor. 

Değişik bir bitki enginar. Çiçek açtığı zaman mor renkli bir taç şeklinde görünüyor. Çiçeklenmesi geçip, olgunlaştığı zaman enginarın kalbi yeşil yapraklarının arasında gizleniyor ve kalbin üzeri dikenli tüylerle kaplanıyor, sanki kalbi korumaya alınmış gibi.

Enginarın bu özelliği mitolojik bir öyküde de yerini bulmuş. Tanrı Zeus Kinaros Adası’na gittiğinde güzeller güzeli Cynara’yı görür ve görür görmez de vurulur. Cynara’yı yanında Olimpus Dağı’na götürür ve tanrıça yapar. Bir süre sonra ailesini özleyen Cynara gizlice ailesini görmeye gider. Bunu duyan Zeus, bir tanrıçaya böyle bir davranış yakışmaz diyerek sinirlenir. Klasik Zeus davranışı olarak ceza verir genç kıza. Onu dışı sert, içinde yumuşak bir kalbi olan ancak kalbi dikenli tüylerle kaplı enginar bitkisine çevirir. Potasyum açısından zengin, karaciğer sağlığı için yararlı bitki. Enginarın M.Ö 4.yy’da İtalya’da ve Sicilya’da yetiştirilmeye başlandığı, sonraki yıllarda Avrupa’da aristokratların tükettiği değerli bir sebze olduğu söyleniyor.

Her yıl enginar mevsiminde düzenlenen ve çoşku ile kutlanan  festivalde katılımcılar  enginarın kalbi Urla’da enginarın değişik, lezzetli sunumları ile tanışıyorlar.

Bu yıl 2024 yılı mayıs ayının ilk haftasında festival onuncu kez gerçekleştirildi. Çok canlı, hareketli, bol etkinlikli, çok sayıda ziyaretçinin katıldığı dolu dolu başarılı bir organizasyon oldu. 

Festival etkinlikleri belirli meydanlarda toplanmış. Urla merkezinde yer alan Atatürk Meydanı’nda tezgahlar düzenlenmiş.   Meydanın girişinde  rengarenk bahar çiçekleri karşılıyor.

Bir bölüm taze enginar üreticilerine ayrılmış. Öncelikle taze enginarlar, tarladan toplandığı gibi satışa sunulurken, ayıklanmış, temizlenmiş, vakumlanmış çeşit çeşit sunuluyor ziyaretçiler için. İsterseniz yeşil enginarlarını alıp  kendiniz temizleyebilirsiniz. Ancak enginar temizlemek ayrı bir uzmanlık alanı. İçindeki tüylerin özenle ve çanağına zarar vermeden alınması gerekiyor. İsterseniz tamamen yapraklarından ayıklanmış çanağını alabilirsiniz, yeşil yapraklı olarak almak isterseniz da dış yapraklarının bir bölümü ve tüyleri temizlenmiş olarak alıp,  yapraklı zeytinyağlısını veya dolmasını pişirebilirsiniz. Temizlenmiş, hatta şişelenmiş enginarlar da sizi bekliyor. 

Taze enginarlara gözümüz doyduktan sonra Urlalı kadınların elleri ile yaptıkları özel enginar yemekleri, pastaları, salataları, tatlıları bölümüne geçiyoruz. 

Diğer tezgahları da tek tek inceledik. İzmirli olarak zeytinyağlı baklalı enginar ve enginar dolması alıştığımız tatlardı.  Ama tezgahtaki ürünlerde çok değişik tarifler kullanılmış belli. Enginar düşkünü olarak bu kadar   farklı lezzetlerden mümkün olduğunca çok çeşit tatmaya çabaladık merak etmeyin.

Festivalde çok zengin bir etkinlik programı hazırlanmış. Atatürk Meydanı’nda hazırlanan bir alanda üç gün boyunca söyleşiler, workshoplar düzenleniyor. Etkinlikte Urla tarihi, enginar tarımı, çeşitleri, gastronomi tartışılırken,  yeni nesil şefler enginarlı değişik yemekler hazırlayarak hünerlerini sergiliyorlar. (Boşnak,  Arnavut, Yörük, Tatar, Roman, Bulgar…) festival kapsamında yer alıyor.

Meydanın diğer bir köşesinde üretici kadınlar el emeklerini sergiliyorlar.

Atatürk Meydanı’ndan diğer bir etkinlik alanı Malgaca Pazarı’na doğru ilerlemeye başlıyoruz. Önce pazarın Cumhuriyet Meydanı’na bakan girişinde, Belediyenin Kafesinin hemen önünde elinde enginar ile bize bakan Anaksagoras Heykelinin önünde duruyoruz. Urlalı Anaksagoras atamız ile fotoğraflarımızı çektiriyoruz. 

Urlalı Anaksagoras M.Ö 500 yılında Urla’da doğmuş bir doğa bilimleri öncüsü filozof. Anaksagoras bilim ile hurafelerin çatışmasını gösteren bir simge isim. Meteorları inceleyen alim, yıldızların taştan ve topraktan olduğunu ileri sürer. O dönemde eski Yunanlılar için yıldızlar kutsal bir tanrı katı, taştan, topraktan yapıldığı iddia edilemez. Anaksagoras yerleşik inanca karşı geldiği için mahkemeye çıkartılır ve ceza olarak Lapseki’ye sürgün edilir ve M.Ö 428 yılında burada ölür. Bugün ayın yüzeyinde bir kratere onun ismi verilmiş. 2524 yıl önce doğan bilim adamının heykeli Heykeltraş Tülay Çelikel tarafından yapılır ve Urla Gönüllülerinin ve Yerel Yönetimin desteği ile Urla merkeze yerleştirilir heykel. Heykelin ilk yapıldığında elinde ayı temsil eden küre bulunmakta idi ne yazık ki çalınır. Urla Enginar Festivali’nde her yıl Anaksagoras da elinde enginar ile karşılıyor ziyaretçilerini.

Malgaca Pazarı Meydanı’nda yer alan kafelerde kahvenizi içip veya yerel sevimli restoranlarda enginarlı menüleri tadabilirsiniz.

Biz enginarlarımızı Urla’nın eski ve ünlü restoranlarından birinde tatmak istedik. Malkaca Pazarı’nın hemen altında Beğendik Abi restoranın tüm masaları dolu idi. Biraz beklemeyi göze alarak ilk boşalan masaya yerleştik. Değişik tariflerle yapılmış zeytinyağlı enginarları ve enginar tatlısını yedik. Gerçekten  her tabak ayrı bir lezzet idi.

Yemek sonrası kahvelerimizi yine Urla’nın iyi tanınan kahvesi, Bizbize Aile Çay Evi Gazozcusu’nda içtik. Kahvelerin lezzeti ve güzel sunumunun dışında her türlü gazozların sergilendiği raflar ve kahvenin dekorasyonu da orijinal.

Akşam üzeri Sanat Sokağı’na girdik. Sanat Sokağı’nın asıl adı Zafer Sokağı. Sokakta iki üç katlı tarihi Urla evlerinde çok sayıda sanat atölyeleri, tasarım ürünler, antikalar satan dükkanlar, kafeler yer alıyor. 

Sevimli kafelerde molalar vererek dolaşmaya devam edebilirsiniz. Yine sokakta  yürürken müzisyenlerin hoş melodileri size  eşlik ediyor.

Sokağı boydan boya keyifle yürüdükten sonra meydana geri dönerken kulağımıza gelen müzik sesine doğru yöneldik. Bu kez bizi Belediyenin Orkestrası karşıladı. Bu müzik grubundan keyifli bir konser dinledik. 

Daha gece bitmedi. Sanat Sokağı’ndan ağır ağır Atatürk Meydanı’na giderken sokaklar, kafeler, restoranlar ışıklar içinde başka güzel, canlı görünüyor.

Hava karardıktan sonra bizi başka bir ünlü grubun konseri bekliyordu Atatürk Meydanı’nda. Bu yıl festivalin ikinci gecesinde Yeni Türkü müzik grubu konser verdi. On yıl önce ilk Urla Enginar Festivali’nde konser vermiş Yeni Türkü. Onuncu yılında aynı grubun çalması iki yönlü vefa örneği olsa gerek. Konser sırasında meydan ağzına kadar dolu idi. Meydana sığmayan izleyiciler caddenin karşısında, yollarda, kaldırımlarda, pencerelerde eşlik ettiler grubun şarkılarına.

Bu yazıda İzmir’i ve Urla’yı tanıyan bir kişi olmama rağmen, Festivali sadece gezgin gözü ile yazmaya çalıştım.  Urla Belediyesi’nin bu organizasyonda ne büyük bir sorumluluk aldığını ve başarı ile altından kalktığını görüyorum.  Urla Belediyesi’ne organizasyonu ve emekleri için özel olarak teşekkür etmeliyiz diye düşünüyorum.

Urla Enginar Festivali’ 10. yılında, güzel bir bahar gününde, aydınlık yüzlü kadın, erkek, genç, çocuk birlikte üretip, yaratıp, sunup, paylaşıyor. Sokaklar, meydanlar çok güzel düzenlenmiş. Değişik illerden, ilçelerden, yakın çevreden çok sayıda ziyaretçi de katılarak  bu Festivale renk kattılar.

Urla, Türkiye’nin  yaşanacak en gözde ilçeleri arasında yer aldığından son yıllarda çok göç almaya başladı. Bu göçte güzel, huzurlu, dingin, sanat ve estetik değerlerin hakim olduğu bir ilçeye yerleşmek ve yaşamak çoğunluğun temel motivasyonu gibi görünüyor. Yerel dokusunu koruyarak, farklı bölgelerden kişilerle birlikte kültürlü, hoşgörülü, uyumlu, sanatla iç içe, rengarenk  bir Urla beklentisi ile.

Phuket Gezi Rehberi: Çok Renkli Ada

Phuket, Güneydoğu Asya ülkesi Tayland’ın en büyük ve en popüler adası. Hint Okyanusu, Andaman Denizi’ndeki ada anakaraya bir köprü ile bağlanmakta. Phuket Adası son yıllarda dünyanın her yerinden, her yaştan ve her gelir grubundan çok sayıda turist çekmektedir. Ada sadece güneş, deniz tatilinin ötesinde her yaşa, her zevke çok şey sunan bir tatil beldesi.

Phuket Adası’nda 18.yy’da kalay endüstrisi, 20.yy’da kauçuk üretimi ile gelir elde edilmektedir. Adada asıl yerleşim yeri de denizden uzak Phuket Town’dır. 1970’li yıllarda dünyada kalay ve kauçuk fiyatları düşünce, ada ekonomisi zora girer. Bu döneme kadar dünya üzerinde turizmde  adı geçmeyen Phuket, iyi bir planlama, yatırım ve tanıtım ile son yıllarda dünyanın en gözde turistik adaları arasında yerini alır.

Hollywood filmlerinde bu cennet adaların film stüdyosu olarak  kullanılması da Phuket’in dünya çapında tanınmasında önemli rol oynadı. Uzaklığına rağmen Türk turistlerin de yoğun ilgisini çeken Phuket’e niçin gitmeliyiz sorusunun cevaplarını sıralayabiliriz.

Niçin Phuket:
  • Adanın batı kıyısı bembeyaz kumsalları, masmavi denizi ile boydan boya plajlar ile donatılmış.
  • Bu plajlar her türlü  tatil tercihlerine hitap ediyor; Deniz, güneş tatili yanı sıra hareketli ve bol eğlenceli gece hayatı arayanlar, deniz sporları, su altı dalış yapmak isteyenler, ailecek daha sakin tatil arayanlar, tercihlerinize göre farklı plajlar bekliyor sizleri.
  • Bizler için önemli bir nokta Türklerden vize istemiyor. Turist olarak bir ay kalınabiliyor.
  • Yöre halkını, dinini, tarihini, coğrafyasını merak edenler için klasik batı ülkelerinin dışındaki bu farklı coğrafya yeni ufuklar açacak gezginlere.
  • Değişik mutfak lezzetlerini tatmak isteyenler, Uzakdoğu’nun en zengin Thai mutfağı ile tanışacaklar ve eminim sevecekler bu lezzetleri. Üstelik bu lezzetleri her fiyattan tadabilirsiniz. Uzakdoğu’da birçok ülkede olduğu gibi gece pazarları çok değişik sokak lezzetlerini sunuyor.
  • Halkı çok sakin, güleryüzlü, saygılı ve ülke son derece güvenli. Her yerde ingilizce konuşuluyor, iletişim sorunu yaşanmıyor.
  • Phuket’e ilk kez gitmeme rağmen başkent Bangkok’a ilk gidişim 2014 yılında idi ve Tayland’ı çok ucuz bulmuştum. Geçen on yılda ülkede Tayland Bahtı cinsinden fiyatlar pek artmamış ancak Türk lirasının değeri çok düştüğü için fiyatlar Türkiye fiyatlarına yaklaşmış. Yine de en azından restoranlar, kafeler, otellerde fiyatlar çok farklı olmadığı için turist olarak kazıklanmış duygusu yaşamıyorsunuz.
  • Hem konaklama fiyatları hem de yeme içme fiyatları uygun rakamlarda. Hele Thai mutfağına ve sokak lezzetlerine alışırsanız  birçok batı ülkesine göre çok daha ekonomik tatil yapabilirsiniz.
  • Yerel, otantik objelerden, elektronik ürünlere kadar geniş yelpazede alışveriş keyfi yapabilirsiniz.
  • Ayrıca kuzey yarımkürede kış mevsimi yaşanırken deniz tatili yapabilme şansına sahip olabiliyorsunuz.
Phuket’e Hangi Mevsimde Gidilir?

Sıcaklığın tüm yıl 30-32 derece civarında olduğu Phuket’de kış mevsimi yaşanmıyor; bir yılda yağışlı ve yağışsız iki mevsim bulunuyor. Uzakdoğu’nun muson rüzgarları nedeniyle yaz ayları yoğun yağışlı bir dönem. Aslında Phuket için yılı serin, sıcak ve yağışlı olarak üç sezona ayırmak gerekiyor. Kasım ayından şubat ayı sonuna kadar, serin dönem turizm açısından en çok tercih edilen sezon.  Bu dönemde hava açık, sıcak ve nem oranı aşırı yüksek değil. Mart ve nisan ayları deniz tatili için sıcak ancak nem oranı yüksek olduğu için bunaltıcı olabiliyor. Mayıs- ekim arasında muson yağışlarının yanı sıra plajların olduğu batı kıyıları rüzgarlı ve denizi akıntılı ve dalgalı olmakta. Phuket’te gönlünüzce tatil yapmak isterseniz ekim-nisan arası en uygun dönem. Yüksek sezonda fiyatlar doğal olarak daha yüksek olacaktır.

Phuket Ulaşım

Phuket’e İstanbul’dan THY ile 10 saat süren bir yolculuk ile direk uçulabilmekte. Tayland’da sadece Phuket’te tatil yapacaklar direk uçuşu tercih edebilirler. Biz bu kış bir aylık Tayland gezimizde  son dinlenme yeri olarak Phuket’i planladık. İstanbul’dan Thai Havayolları ile direk Bangkok’a uçtuk.  Bangkok, Chang Mai ve Pattaya ve Laos’tan sonra Bangkok’tan Phuket’e uçtuk. Dönüşümüzde Phuket’ten Etihad Havayolları ile Abu Dhabi aktarmalı İstanbul’a ulaştık. THY’na alternatif olarak Etihad, Katar, Thai Havayolları gibi kaliteli hizmet sunan havayolları ile aktarmalı olarak Phuket’ten İstanbul’a uçabilirsiniz. Biz her zaman olduğu gibi uygun fiyatlı olması için uçak biletlerimiz seyahat tarihinden beş ay önce aldık, Bangkok gidiş, Phuket dönüş biletimizi, 600 dolar ödedik.

Phuket’e Bangkok’tan uçtuk. Bangkok’tan Phuket’e otobüs ile de gidilebilir. Ancak Phuket Old Town’a otobüs yolculuğu 12 saat sürüyor. Bangkok’tan Thai Havayolları ile uygun fiyata uçulabiliyor. Biz Bangkok-Phuket uçuşlarımızı da erken aldığımız için tek yön 50 dolar civarında ödeme yaptık.

Phuket Adası’nda havaalanından ulaşıma gelince, hangi bölgede kaldığınız önemli. Havaalanından Old Town ve plajlara akşam belli saate kadar otobüs kalkmakta. Gitmeden otobüs saatlerine bakmak gerekir. Otobüs ücreti 100 Baht. Ancak sabah erken saat ve akşam geç saatte tek seçenek taksi kalıyor. Havaalanı çıkışında taksiler olmasına rağmen Tayland’da UBER’e alternatif olarak kullanılan GRAB ile taksi çağırabilirsiniz. Biz tüm Tayland gezimizde GRAB uygulamasını kullandık. Havaalanı-Patong Beach taksi 800 Baht, havaalanı-Old Town taksi ücretinin 700 Baht civarında olduğunu söyleyebiliriz.

Konaklama

Phuket’te konaklama seçeneklerinin de çok olduğunu, her fiyattan kalacak yer bulunabileceğini söyleyebiliriz. Lüks otellerden, bungalovlara kadar geniş bir yelpazede seçimimiz şüphesiz bütçemize göre olacak. Tabi otelin önceden ayırtılması daha uygun fiyatı yakalama şansımızı arttırıyor. Ayrıca yüksek sezonda son dakika rezervasyonlarında yer bulmak da sorun olabiliyor. Biz ilk ayırttığımız oteli plaja uzak ve havadar olmadığı için değiştirmek istedik. Tekrar ararken fiyatların çok arttığını fark ettik. Çok daha yüksek fiyata sahilde daha kaliteli bir otelde son odayı ayırtabildik. Ancak bu bölgenin sorunu da Bangla Road’ın yanında olduğundan gece saat 4’e kadar çok yüksek sesli müzik yayının odamızda dinleniyor olması idi. Üçüncü otelimiz daha orta karar idi, daha sakin ve sahile de yürüme mesafesinde idi. Özet olarak booking.com ve Uzak Doğu’da daha yaygın kullanılan Agoda’dan istediğiniz oteli seçebilirsiniz. Mümkün olduğunca erken ayırtmanın avantajını da değerlendirmek gerek.

Gezelim Görelim

Biz bir aylık Tayland ve Laos gezimizde Phuket’e 15 gün ayırdık. Bu 15 günlük sürede de Phuket Adası’nın yanı sıra Krabi Adası ve Phi Phi Adası’nda kaldık.

Phuket büyük bir ada olduğundan öncelikle konaklanacak yerin iyi planlanması gerekiyor. Biz bu kararı vermek için ciddi bir çalışma yaptık. Deneyimlerimizi paylaşmak istersek;

Öncelikle Phuket haritasını inceledik.

Havaalanı adanın kuzeyinde, şehir merkezi Phuket Town ise adanın güneydoğusunda ve denize kıyısı bulunmuyor. Adanın deniz tatili yapılacak plajları batı kıyısında.

Phuket tatilinde konaklama yeri ve gezilecek yerleri belirlemek için öncelikle bölgeleri tanımak iyi olacaktır. 

Phuket Old Town

Phuket Adası’nda ilk akla Phuket şehir merkezinde konaklamak gelebilir.  Phuket Old Town deniz kıyısında olmadığı gibi uzun süre kalınacak ve çevreye kolaylıkla ulaşılacak bir  konuma da sahip değil. Phuket Adası’nda şüphesiz deniz tatili öncelikler arasında olacaktır. 

Old Town zamanında buraya yerleşmiş Portekiz ve Çinlilerin mimarisinin hakim olduğu renkli, iki katlı evlerin bulunduğu düzenli bir şehir. Tarihi bölge küçük, sevimli ve canlı. Yarım günde tüm sokakları yürüyerek dolaşılabiliyor. Tarihi evler bugün restoranlar, kafeler ve dükkanlara dönüştürülmüş. Sokak aralarında dolaşırken Thai veya Çin tapınakları da çıkıyor karşımıza. Yine küçük müzeleri de ziyaret edebilirsiniz. Sokaklardaki renkli grafitiler de renk veriyor şehre.

Şehri yarım günde gezilebilse de şehrin gecesi de çok renkli. Şehirde birbirine paralel beş altı cadde var.  Thalang Caddesi en hareketli ve popüler olanı, bu caddeden gezmeye başlayıp zamanımızın çoğunu burada geçirdik. Thalang Caddesi’nde pazar akşamları kurulan gece pazarı da başka bir canlılık veriyormuş bölgeye. Biz iki gece kaldık tarihi Phuket şehrinde ancak bu pazarı yakalayamadık. Bu caddenin en ünlü tarihi yeri mekanı  China  in Cafe. Biz orada iken kapalı olduğundan bu tarihi yerde kahve içme şansını yakalayamadık. Alternatif olarak Cat Cafe’de renkli kedi objeleri ve kediler arasında içtik kahvemizi.

Thalang Caddesi’ne açılan kısa dar sokak Soi Romanee ise şehrin Red Light bölgesi. Oasis Caddesi de Thalang Caddesi’ne açılan daha çok kıyafetler, aksesuarlar, hediyelik eşyalar alabileceğiniz renkli cadde.

Tarihi Phuket sokaklarını gündüz ve gece doya doya dolaştık. Gerçekten lezzetli yemeklerin olduğu temiz restoranlarında yemek yedik, kafelerinde kahveler ve taze meyve sularını içtik. Kıyafet satan dükkanlarında fiyatlar diğer bölgelere göre biraz yüksek görünse de tasarımları ve kalitelerini daha iyi bulduk.

Şehirde tarihi dokuyu daha iyi hissetmek için Phuket Thai Hua müzesini gezdik. Ticaret yapmak üzere ve maden işçisi olarak adaya yerleşen Çinlilerin şehirde yaşadıkları dönemi ve geleneklerini anlatan küçük bir müze idi. Giriş ücreti 200 Baht, daha çok afişlerle, yazılarla, fotoğraflarla öyküler anlatılmış. 

Özet olarak Phuket Old Town Patong Plajı’na göre daha sakin, daha temiz, daha estetik, renkli binalarla bezenmiş bir şehir. Günübirlik veya bir gece kalarak gezilebilir.

Phuket Adası Plajları

Adanın en renkli bölümünün tüm batı kıyısı olduğu açık, bembeyaz kumsalları ile birbirinden farklı özelliklerde 41 plaj, çok sayıda konaklama tesisi ile her mevsim turistleri ağırlamaya hazır.

Phuket’te o kadar çok plaj olunca kalacak bölge seçeneği de ona göre değişiyor. Plajlar denizi, kumsalı, doğallığı, güzelliği ile birbirine benzerken, ziyaretçiler kendi beklentilerine göre farklı plajlar seçme şansına da sahip. Öncelikle bu plajları tanıyalım.

Adanın kalabalık, canlı, hareketli, restoranları, kafeleri, alışveriş yerleri ve sabaha kadar süren gece hayatı ile  popüler plajı Patong Plajı.

En gözde plajları arasında, Karon Beach, Kata Beach, Kamala Beach, Surin Beach, Bangtoa Beach, Mai Khao Beach sayılıyor.

Phuket’in çevresinde irili ufaklı 39 ada bulunuyor. Bunların bazılarına tekne ile günübirlik turlar ile ziyaret edilebildiği gibi bazılarında konaklama tesisleri de bulunuyor.

Biz adanın en popüleri Patong Plajı’nda kalmaya karar verdik. Bu plajda bile üç ayrı otelde toplam 8 gece kaldık. Old Town’da 2 gece, 4 gece Krabi Adası’nda, 1 gece Phi Phi Adası’nda kaldık.

Phuket  büyük ve renkli ada hem ada içinde hem çevresinde kalacak yer, görecek yer çok. 

Patong Plajı Gezilecek Yerler

Patong Plajı Phuket Adası’nın batı kıyısının ortasında yarım ay şeklinde 3 km uzunluğunda bembeyaz kumlarla kaplı bir plaj. Turistler arasında en çok tercih edilen ve en kalabalık plajı.

Plajın deniz tarafında az sayıda otel ve birkaç kafe restoran var. Bembeyaz, pudra gibi incecik kumların üzerine havlunuzu serip ücretsiz güneşlenebilirsiniz. Günlük şezlong da kiralanabiliyor, bir şezlong ve güneşlik 100 Baht, 80 TL civarında. Plaj kıyısında çeşitli deniz sporları için çeşitli alternatiflerin yanısıra, açık havada Thai masajı da yaptırabilirsiniz. Bana göre plajda güneş batarken, günü Thai masajı ile kapatmak da her tatilde yaşanamayacak bir deneyim.

En popüler plaj Patong Plajı doğal olarak çok kalabalık. Ancak çok uzun bir plaj olduğundan sahilde kalabalık  olumsuz bir duygu yaratmıyor.

Patong Plajı’nın en önemli özelliklerinden biri hareketli gece hayatı. Bölgede çok sayıdaki restoranlarda, kafelerde zaman geçirebilirsiniz. Gece sabaha kadar açık en hareketli bölgesi Bangla Road. İşte bu cadde her gece çok kalabalık. Çok az yerde bir caddede bu kadar çok turist gördüğümü söyleyebilirim. Bu sahile dik çıkan geniş caddenin üzeri kafeler ve özellikle gece kulüpleri, striptiz kulüpleri, işin aslı Tayland’a özgü eğlence yerleri ile dolu. Caddeye taşan müzikler, eğlence yerlerinde dans edenler, sokakta ellerindeki broşürlerle sizi kulüplerin içine davet eden satıcılar, kapının önündeki davetkar kızlar baş döndürüyor. Tabi Bangla Road bizim için sadece caddede yürüyüp, yol kenarında açık bir pubta bir kadeh bir şey içecek kadar bir anlam ifade ediyor idi. Gece kulüplerini ziyaret edenlerin farklı deneyimler yaşadıklarına eminim. Bangla Road üzerinde çok sayıda ot satan büfeler, kafeler olduğunu da belirtmeliyim. Son yıllarda birçok ülkede olduğu gibi Tayland’da da ot satışı serbest bırakıldığından, satışlar da açıkta yapılıyor. 

Patong’un  her bölgesinde çok sayıda masaj salonu bulunuyor. Çok uygun fiyatlarla 200-300 Bahttan başlayan fiyatlarla ayak, tüm vücut masajları yaptırabilirsiniz. Biz de bu fırsatı değerlendirdik. Ancak masaj salonunu seçerken de dikkatli olmak gerekiyor. Birçok masaj salonunun önünde oturan kadınlar salona davet ediyor. Bizim için salon seçimine de özen göstermemiz gerektiğinin işareti oldu bu davet şekilleri de.

İki büyük alışveriş merkezi Jungceylon ve CentralPatong’dan alışveriş yapabileceğiniz gibi ayrıca yerel ürünlerin satıldığı dükkanlarda da çok çeşitli, özgün ürünler bulabilirsiniz.

Patong Plajında konaklayıp çevre plajları ve Phuket Adası’nın gezilecek yerlerini gezebilirsiniz. Patong’dan havaalanına  giden otobüs belirli plajlara uğruyor. Phuket Town için de saat başı akşam saat 18.00’e kadar toplu ulaşım aracı kalkmaktadır. Eğer toplu ulaşım kullanmayacaksanız tuktuklar ile pazarlık yapabilirsiniz.

Biz Phuket Town’a toplu ulaşım kullanarak, Kata Beach ve Karan Beach’e ise tuktuk kiralayarak ulaştık. Plajlar birbirlerine yakın olduğu için Patong Beach’te kalıp diğer plajlarda da deniz keyfi yapabilirsiniz.

Phuket çevresi için günlük turları seyahat acentalarından satın alabilirsiniz. Ancak birden çok kişi iseniz günlük tuktuk kiralamak daha ucuza geliyor. Seyahat acentasının bir günlük çevre gezisi programı kişi başı 2000-2500 Baht civarında idi. Biz üç kişi olduğumuzdan günlük tuktuk kiralayarak seyahat acentasının yaptığı programı kendimiz yaptık. Günlük tuktuk kirası olarak genellikle 3000 Baht isteniyor, biz sıkı pazarlık ile 2000 Baht ödedik. Phuket’te öncelikle görülecek yerler arasında Big Buda yer almakta. Adanın en yüksek noktasına yapılan Big Buda heykeli son yıllarda yapılmış olsa da görmeye değer. 

Big Buda

Phuket’te görülecek yerler arasında adanın en yüksek noktasında yaptırılan büyük buda heykeli yer alıyor. Beyaz mermer ile kaplanmış Buda Gautama 45 metre yüksekliğinde, 25 metre genişliğinde oturur pozisyonda Nakkert Tepesi’ne yerleştirilmiş. Andaman Denizi’nde Ao Chalong Körfezi’ne bakan heykel Tayland’ın en büyük üçüncü heykeli ve adanın birçok yerinden görünüyor.

Yapımına 2004 yılında başlanan kompleksin,  halen devam eden bölümleri de var. Büyük ölçüde bağışlarla yapılan tapınakta sadece turistik amacının ötesinde spiritüel bir ortam da yaratılmaya çalışılmış. Büyük Buda heykelinin yanında çok sayıda heykeller, tapınaklar, dua salonları, meditasyon alanları, sunum alanları ile bir kompleks yaratılmış. Burada Budist rituelleri de izleyebilirsiniz. Biz de bir kutsanma töreni izledik. Monkun önünde sıraya giren ziyaretçiler dizlerinin üzerinde kutsanmayı bekliyorlar, kutsanınca da hemen monkun yanındaki bağış kutusuna bağışlarını atıyorlar.

Bu arada alanda özgürce dolaşan maymunlara dikkat. Gözümüzün önünde bir turistin kırmızı renkli, göz alıcı çantasına saldırdı, kadının omuzundan almak için uğraştı kadın çok direndi, kurtardı maymunun elinden çantasını. Maymun vazgeçmedi hemen arkasından başka bir turistin gözünden güneş gözlüğünü kaptı ve ağaca tırmandı.

Big Buda’ya toplu taşıt ile ulaşılamıyor. Ya bir seyahat acentasından tur alınıyor, ya da taksi veya bizim gibi tuktuk kiralayabilirsiniz, giriş için bir ücret ödenmiyor.

Chalong Tapınağı

Phuket Wat Chalong, Phuket’in en önemli, en büyük, mimari açıdan en gösterişli, tarihi Budist Tapınağı. Tapınak 19. yy’da inşa edilmiş. Çin isyanı sırasında mücadele eden ve yaralanan iki monka adanmış bu tapınak. Tapınak kompleksinde birden çok yapı bulunmakta. Kule şeklinde olan binanın ilk iki katında Buda’nın değişik heykelleri ve duvarlarda yaşam öyküleri yer almakta. Üçüncü katta ise bir cam korunakta Buda’nın kemiği bulunmakta. Diğer bir tapınakta da iki kutsal monkun altın yapraklarla kaplı heykelleri yer alıyor. Özet olarak Phuket’te bir Budist tapınak gezmek isterseniz tercihiniz Chalong Tapınağı olabilir.

Phuket Town’a 8 km uzaklıktaki bu kompleksi bizim gibi Big Buda ile birleştirerek gezebilirsiniz.

Kaplan Parkı

Big Buda turistik bir çekim merkezi haline gelince yol üzerine turistlere yönelik cazip yerler yapılmış. Tiger Park da bunlardan biri. Yeşillikler içinde bakımlı, temiz parkın girişi ücretsiz. Kafeslerin arkasından kaplanları izleyebiliyorsunuz. Ziyaretçiler kaplanlarla daha yakın olup, sevmek ve fotoğraf çektirmek isterlerse ücret karşılığı kafeslerin içerisine alınıyorlar. İlginç olan ise fotoğraf ücretleri kaplanların yeni doğan, bebek veya büyük olmasına göre değişiyor.

Biz kafeslerin arkasından izledik hayvanları. Kaplanlar ya ilaçla sakinleştirildiklerinden ya da tüm gün insanlarla beraber olmaktan yorgun ve uykulu idiler. Belki de burada doğup büyüdükleri için insanlara alışkınlar.

Biz gezilerimizde hayvanlar üzerinden para kazanılan aktivitelerden uzak durmaya çalıştığımızdan, kafeslerin arkasından kısa süre hayvanları izleyip, fotoğraflarımızı çekip ayrılmayı tercih ettik.

Fil Besleme

Uzak Doğu ülkeleri gezilerimizde  turistler için fillerle yapılan aktiviteler ile karşılaştık. Birçok ülkede daha çok turistler fillerle dolaştırılıyor. Birçok kişi de bu gezilerin hayvanlara işkence olduğunu düşünerek bizim gibi fillerden uzak durmayı tercih ediyorlar. Tayland bu konuda filler üzerinden para kazanmanın daha insani yolunu bulmuş gibi. Filleri besleme, fillere banyo yaptırma ve fillerin yanında yürüme aktiviteleri daha yaygınlaşmış. Bir yandan ülkenin turizm gelirlerine ihtiyacı, diğer yandan bu kocaman hayvanların beslenme ihtiyaçları nedeni ile yaratılan yeni faaliyetlerin hayvanlara acı vermediğini görmek memnuniyet verici oluyor.

Yine bu bölgede ATV ile orman macerası yaşayabilirsiniz.

Ayrıca Phuket plajlarında yüzmenin yanısıra ada turları da almanızı öneririz. Long Tail olarak adlandırılan yerel tekneler ile James Bond Adası ve Phang Nga Körfezi’nde deniz keyfi yapabilirsiniz. Ya da sürat teknesi veya diğer tekneler ile en popüler adalardan Phi Phi Adası’na gidebilirsiniz.

Yukarıda bahsettiğim adalara günlük turlar yapabileceğiniz gibi yakındaki adalara gece kalmalı da gidebilirsiniz. Biz özellikle Krabi Adası ve Phi Phi Adası’nda konaklamayı tercih ettik.Krabi Adası’nda Aong Plajı’nda dört gece kaldık ve oradan günlük tekne turlarına katıldık. Krabi Adası’ndan Phuket’e dönerken, Krabi’den Phi Phi Adası’na geçtik bir gece orada konakladık ve ertesi gün akşam üzeri Phuket’e hareket ettik. Böylece günübirlik hızlı bir Phi Phi adası yerine 1,5 gün zaman geçirerek hem gece hayatını hem de plajlarını görmüş olduk. Bu nedenle Phuket’e gidenlerin zamanı olması halinde özellikle Krabi Adası ve Phi Phi Adası’nda kalmalarını öneriyorum.

Bangla Road’da gece kulüplerine özellikle girmediğimizi belirtmiş idim. Ancak istediğimiz ancak izleyemediğimiz iki show bulunuyor. Fantasic Show ve Simon Kabare Gösterisi önerilen gösteriler arasında. Ayrıca Tayland’da dünyanın en şiddet dolu dövüş sporu Muay Thai’ye  ilgi çok yoğun. Turistlerin de yoğun ilgisi var ki, sokaklarda gün boyu reklamını yapıyorlar. Tabi bu alan da tamamen ilgimiz dışında idi.

Phuket Yeme İçme

Phuket Adası gezimizde zengin Thai mutfağının yanı sıra Çin mutfağı lezzetleri ile de tanışma şansımız oluyor. Uzak Doğu mutfağına yabancı olanların bu lezzetleri tatmalarını öneririm. İlk Tayland gezimde, mesafeli dursam da Thai yemeklerine, sonraki gidişlerimde özellikle Thai mutfağı çeşitlerini denedim. Yemeklerde en çok kullanılan pirincin yanında özellikle her çeşit deniz ürünü sofralarda yerini alıyor.  Pirincin alternatifi erişte, noodlle ana yemeklerde, salatalarda da bol kullanılıyor. Aynı yemek türleri tercihe bağlı olarak deniz ürünleri, tavuk, dana eti veya domuz eti ile yapılıyor. Yemek siparişlerinde yemekteki eti özel olarak belirtmenin yanında acılığını da hatırlatmak gerekiyor. Thai yemekleri bol baharatlı ve acı olabiliyor, özellikle az acılı diye belirtmeniz gerekiyor.

Phuket’te Çin mutfağının yanı sıra çok sayıda Hint restoran ve Türk restoran bulabilirsiniz. Tabi batı mutfağı tercihi olanlar da istedikleri çeşitleri bulabilirler. Deniz ürünleri restoranlarında her çeşit deniz ürünlerini, çok uygun fiyatlara tadabilirsiniz.

Phuket’te çok sayıda restoran ve kafenin yanı sıra birçok Uzak doğu ülkesinde olduğu gibi gece pazarlarında çok çeşitli lezzetler tadabilirsiniz. Akşamları kurulan gece pazarlarında çok uygun fiyatla çok çeşidi tadabilirsiniz.

Phuket Alışveriş

Tayland bir alışveriş cenneti. Fiyatlar bizim paramız ile artsa da yine de birçok ürünü daha uygun fiyata alabilirsiniz. Birden çok bölgede pasajlar içerisinde yerel ürün satan dükkanlar bulunuyor. Ayrıca Patong Beach’te çok büyük iki AVM’de de dünya markalarını bulabilirsiniz. Biz özellikle bol miktarda yazlık kıyafet aldık. Yerel kıyafetler ilgimizi çekti. Kıyafetlerde özellikle Phuket Old Town butiklerinde güzel tasarımlar bulunabiliyor. Thai ipeği kıyafetler, şallar, yerel kıyafetlerde renkli, uygun fiyatlı ve değişik.

Ayrıca orijinal yerel hediyelik eşyalar, heykeller,  aksesuarlar, Tayland baharatları, sabunlar, spa, masaj ürünleri, el yapımı çantalar, takılar, özellikle gümüş takılar arasında çok zevkli ürünler bulunuyor. Üstelik fiyatları da bir çok ülkeye göre daha uygun geliyor.

Son Söz

Çok sevdiğim coğrafya Uzak Doğu’nun her ülkesi beni heyecanlandırmıştır. Uzak Doğu’ya ilk adımımı tam 10 yıl önce Tayland Bangkok ile attım. 2024 yılının ilk aylarını da yine Tayland’da geçirdim. Bu arada son 10 yılda korona dönemi iki yıl hariç nerede ise her kış bu coğrafyaya gittim. 2024 yılında artık görmediğim tek ülke Laos ve çok turistik olsa da deniz tatili Phuket öncelikli görülecek yerler diye yola çıktık. Phuket deniz güneş tatili beklentimin ötesinde keyifli geçti. Sanırım son yıllarda en çok turisti bu adada gördüm. On yıl öncesinin daha eski bakımsız tuktuklarının, taksilerinin yerini pırıl pırıl araçlar almış, herşey çok organize, restoranlar temiz, restoranlar, kafelerde, otellerde çalışanlar güleryüzlü ve sakin. Bir madenci adası kısa sürede çok yol kat etmiş. Bu yıl artık Tayland’ın hem kuzeyini, hem güneyini adalarını da gördüm tekrar gelmeme gerek var mı sorusuna ise cevabım hayır olamıyor. İki hafta kaldığım Phuket’e ve güneydeki adalara kış ortasında deniz tatili yapmak üzere tekrar gitmeyi isterim. Phuket’e tekrar gitmem halinde Patong plajı yerine bu kez daha sakin ve daha az kalabalık olan Kamala Plajı veya Kata Plajı’nda kalmayı tercih edebilirim. Gezginlere de bu farklı coğrafyayı görmelerini öneririm.

Pepuza Antik Kenti: Kadın Hareketleri Öncülerinin Anadolu’daki Yurdu

Hristiyanlığın kayıp mezhebi Montanizmin başkenti tarihi Pepuza kenti, İç Ege’de, Uşak il sınırlarında Pepuza Vadisi’nde yer almaktadır. Bu toprakları kutsal olarak gören ve İsa’nın gökten buraya ineceğine inanan Montanistler M.S 165-550 yılları arasında Pepuza’da yaşamışlardır.

İsa’dan sonra ikinci yüzyılın ikinci yarısında, erken Hristiyanlık döneminde Montanus, Maximilla ve Priscifia adlı  iki kadınla birlikte, Anadolu topraklarında Frigya bölgesinde derin bir akarsu vadisinde Montanizm mezhebini kurdular. Montanus’un öncesinde Ana Tanrıca Kybele kültürünün rahibi olduğu da ileri sürülmektedir.

Dindeki Hristiyanlıktaki erkek egemen hiyerarşik yapıya karşı çıkan Montanistler kendi mezheplerinde kadınların da psikopos olmalarının önünü açtılar. Bu yaklaşımla kısa sürede çok sayıda Hristiyan kadın rahibi saflarına kattılar. Montanizm birçok Avrupa ülkesine yayıldığı gibi İtalya’dan Kuzey Afrika’ya da atladı.  Montanizm mezhebi Hristiyanlığın yayılma döneminde üç kıtada var oldu. Anadolu toprakları Frigya’da Montanizm mezhebinin merkezi kuruluş yeri Pepuza zamanla uzaklardaki taraftarları için bir haç merkezi oldu.

Montanistler dinde kadın haklarına yaklaşımlarından dolayı her dönem Kilise örgütünün dışında tutuldular, radikal bir dinsel düşünce akımı olarak görüldüler.

Montanizmin yönetim merkezi Pepuza dört yüzyıl boyunca “Yeni Kudüs” olarak anılmış.  Montanistlerce kıyametin yakın olduğu İsa’nın Pepuza’ya ineceği savunulmuş. Evliliğin istenmeyen bir şey olduğu benimsenmiş olsa da, evlilik tamamen yasaklanmamış.

M.S 313 yılında Roma İmparatorluğu’nda Hristiyanlık diğer bir çok din ile birlikte yasal statü kazandı. Ancak Montanizm mezhebi Kilise örgütünün dışında olduğundan Hristiyanlar arasında kabul görmedi.

M.S 325 senesinde toplanan İznik Konsülü’nde hangi mezheplerin Hristiyanlık inancı açısından kabul edileceğine karar verildi. M.S 380 senesinde resmi olarak kabul edilmeyen Hristiyan mezhepleri arasında sayılan Montanistler de “kafir-sapık” ilan edildi, legal  çalışma statülerini kaybettiler ve mallarına Roma devletince el konuldu.

Altıncı yüzyılda Doğu Roma yani Bizans imparatoru Justinianus’a (527-565) karşı  Başkent istanbul’da  Nika ayaklanması yaşandı. İmparator Justinianus, şimdiki Sultanahmet At Meydanı’ndaki stadyumda otuz bin kişiyi katlettirerek tahtını koruyabildi. Çok dindar bir Hristiyan olan Justinianus  kilisenin kesin çizgileri dışında kalan inançlara amansız bir soykırım başlattı. Bu katliamlardan Montanistler fazlası ile nasiplerini aldılar. baskı ve katliamlara dayanamayan Montanistler, 550 yılında  derin nehir vadisindeki kayalara oyulmuş üç katlı kaya manastırlarına kendilerini kapatıp yaktılar.

Montanistlerin  kiliseye, dine  yönelttikleri eleştirilerin bir çoğu geçerliliğini yüzyıllar boyu korudu. Kadın erkek eşitliği düşüncesi dünyada büyük taraftar buldu. 8 Mart 1857 tarihinde A.B.D. nin New York şehrinde  40.000 kadın dokuma işçisi eşit işe eşit ücret, çalışma saatlerinin azaltılması, doğum izni gibi insani taleplerle greve başladılar. Grev esnasında çıkan yangında fabrikaya kilitlenen 129 kadın işçi yandı. Kaç on yıl sonra 8 Mart “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak kabul edildi. Feminist hareketler çığ gibi büyüdü.

Kadın hakları savunucuları  düşüncelerinin “ataları” saydıkları Montanistlerin  ana yurdu Pepuza’yı ve kendilerini yaktıkları üç katlı kaya manastırı daha sıkı aramaya başladılar. Afyon’da, Denizli’de, Çivril’de aradılar.

2001 ve 2002 yıllarında Heidelberg Üniversitesinden Pr.Dr Peter Lampe ve ABD’den Pr.Dr. Wiliam Tabbernee yaptıkları  yüzey araştırmaları sonucu olarak Pepouza kentinin Uşak’a bağlı Karahallı ilçesi Karayakuplu köyü yakınlarında olduğunu ilan etmişlerdir. Roma imparatorluğunun ağır vergilerine itiraz eden ve üzerinde  Pepouza adının geçtiği kitabe Uşak Müzesi’nde saklanmaktadır.

Karahallı ilçesine on yıllarca elektrik sağlayan Banaz Çayı Vadisi’ndeki  Clandras Köprüsü’nün doğusundan başlayıp batıya Pepuza şehrine uzanan taşlara oyulmuş su yolu hala ayakta mutlaka görülmeli.

Pepuza Uşak ili, Karahallı ilçesine bağlı Karayakuplu köyü sınırları içerisindedir. Karayakuplu köyü Uşak’a 30 km, Karahallı’ya 18 km uzaklıktadır.

Montanistlerin yurtlarına vadi içi yürüyüş ile iki farklı yoldan ulaşabilirsiniz.

1. rota; Clandras Köprüsü’nden Pepuza’ya yürümek.

Pepuza’ya su taşıyan Banaz Çayı boyunca kayalara oyulmuş su kanalı Clandras Köprüsü’nün biraz doğusunda başlar. Clandras Köprüsü’nün altından geçen ve Banaz Çayı’nın akışı yönünde nehri takip eden dünyanın en güzel doğa harikalarından biri olan vadide tahta yürüyüş yolu ile belli bir yere kadar çok keyifli geçersiniz. Tahta korunaklı yol bittiğinde, kayaların arasındaki patika yoldan nehir boyu ilerleyerek 5-6 km’lik bir yürüyüş ile Pepuza Manastırı’na ulaşabilirsiniz.

2. rota; Uşak Ulubey ilçesi Hasköy sınırlarında olan Hasköy Asarı mevkisinden başlayabilirsiniz Pepuza topraklarını tanımaya. Hasköy asarında kaya mezarları ve tepeden Banaz Çayı’na inen tarihi tünelli merdiveni göreceksiniz.

Yürüyüşe Hasköy asarında başlayıp Banaz Çayı’nın akışının ters yönünde ilerleyerek Bakırali mevkisine gelinir. Toprak yolda önce Kalemlik Köprüsü’nden geçilir ve ardından zamanında değirmen olan Ayvaz dayının değirmenin olduğu bahçeden geçmek için Ayvaz dayıdan izin alınarak, yaklaşık 800 metre sonra Pepuza Manastırı’na ulaşırsınız. Tarihin bu saklı kalmış köşesinden, yeşil yaprakların arasından sızan güneş ışıklarının dansı ile enerji toplatıp tabana kuvvet yürümeye devam edin. Clandras Köprüsü’nün yukarısından kayalar oyularak açılan Pepuza’ya su getiren kanalı yakaladığınız yerde büyük bir kırlangıç kolonisinin yuvalarının olduğu mağaraya bakıp kalacak, gözlerinizi ve usunuzu sayıları binleri aşan kırlangıç yuvasından ayıramayacaksınız.

Mağaranın önünden geçen kayalara oyulmuş su kanallarına her el sürüşte kaç asır önce bu kanalları yapanlarla el ele tutuştuğunuzu hissedeceksiniz. Su yolunun, Banaz Çayı’nın derin vadisinde birden yükselen heybetli, gösterişli, çıkılması zor ya da imkansız kayaların oyuklarına yaptıkları yuvalarından çıkıp vadi üstünde süzülen şahinleri seyre dalıp kalırsınız; kendilerini göremeseniz de çok sayıda bülbül sesi işitince bülbülün aşık olduğu gülleri ararken dağ zambaklarına vurulursunuz. Banaz Çayı eşliğinde su kanalının içinde yürüye yürüye yeni yapılan tahta yürüyüş yolunu bulacak ve Clandras Köprüsü’ne ulaşacaksınız. Yaklaşık 13 km’lik Clandras Köprüsü’ne kadar kanyon içinde uzayan bir buram buram tarih kokan bir yolculuğu tamamlamış olacaksınız.

Banaz Çayı Vadisi’nde Montanistler kadınların dinsel hiyerarşide eşit olmalarını savundukları için katledilmelerine, 550 senesinde üç katlı kaya manastırlarında diri diri yakılmalarına, ya da baskılara dayanamayıp kendilerini yakmalarına tanık olan balıklar gitmiş çaydan, ağaçlar kurumuş, yeni ağaçlar bitmiş, kuşlar gitmiş, yeni kuşlar gelmiş. 550 senesinden 2024’e vadide baki kalan her birisi bir heykele benzeyen, adeta yüzyıllar öncesinden ses veren yüce sert kayalar kalmış. 

O kayalar konuşmasın, gerçeğin tanığı hiç kalmasın dercesine bir mermer firması bölgede taş çıkarma ocağı açmış. Parçalıyor bağıran kayaları.

Ülke turizmi açısından çok önemli bu coğrafyada ihtişamlı bir geçmişe sahip Uşak şehrinde size bu zenginliği anlatacak rehber sayısı bir elin parmakları kadar bile değil.

Uşak’ı adım adım gezmek üzere çıktığımız yolculukta, biz çok şanslı idik. Uşak Tanıtım ve Kültür Gönüllüleri Derneği Başkanı Mehmet Keyvanoğlu bizi karşıladı ve Uşak Müzesi, Kent Belleği Müzesi, Uşak Şehit ve Gazi Müzesi, Uşak evleri, Bedestan, Dönertaş ….ı gezdirirken ilmik ilmik Uşak ve bölgenin geçmiş ekonomik, sosyal, siyasal tarihini; işgal altından çıkıp yeniden doğan bir uluşun kurtuluş mücadelesini usumuza işledi. 

Uşak’ın tarih ve doğa harikası bölgesi, Pepuza Vadisi ve Ulubey Kanyonlarında,  bize gönüllü rehberlik yapan trekking ve hiking rehberi, Mustafa Zeki Ada gönüllerimizi fethetti. Onun sayesinde yapabildik uzun vadi yürüyüşlerimizi.