ANA SAYFA Blog Sayfa 22

Tiflis Gezi Rehberi

Tiflis sınır komşumuz Gürcistan’ın başkenti, en büyük şehri ve kültür, sanat ve sanayi kenti. Son yıllarda Türk turistler için de popüler destinasyonlar arasında. En güzel yönü de bu ülkeye gitmek için bir yıla kadar kalışlarda vize ile uğraşmanız gerekmediği gibi pasaportunuzu bile yanınıza almanız gerekmiyor. Nüfus cüzdanı ile komşu ülkeye giriş yapmanın keyfini yaşıyorsunuz.

Genel Bilgi
Gürcistan Doğu Karadeniz’de, Güney Kafkaslar bölgesinde yer almaktadır.

Türkiye’nin Kuzeydoğu’dan sınır komşusu. Diğer komşuları ise Rusya, Azerbeycan ve Ermenistandır.

Ülke 19.yy’a kadar Osmanlı İmparatorluğu ve Pers İmparatorluklarının hakimiyetinde kalmış. 19.yy’da Rus İmparatorluğu’nun topraklarına katılmış, daha sonra da SSCB’nin Federe Devletleri arasında yer almış. Ülke 1991 yılında bağımsızlığına kavuşmuştur.

Gürcistan SSCB döneminde güçlü bir ekonomiye sahip iken, dağılmanın ardında yaşanan bağımsızlık ile ekonomik olarak zayıflamış ve istikrarsızlık yaşamış.

Gürcistan 4.385.000 nüfusu ile kalabalık olmayan bir ülke. Kişi başına milli geliri 2015 yılında 3.789 $ ile oldukça düşük olup ve işsizlik oranı da yüksek.

Para Birimi: Gürcistan Larisi , döviz kuru 1 TL= 0,70 Lari (Temmuz 2017).

Ulaşım
İstanbul’dan Tiflis’e THY, Pegasus ve Atlas Global Havayolları’nın direk uçuşları ile 2,5 saatlik bir yolculukla ulaşabilirsiniz. Karayolu ile de ulaşım mümkün, araba veya otobüs ile Sarp sınır kapısından geçerek önce Batum sonra Tiflis gezisi de yapılabilir.

Gezilecek Yerler
İstanbul’dan saat 23.00 dolaylarında bindiğim Atlas Global Havayolları’na ait uçak gece 2,5’ta Tiflis’e indi. Geç saatte bilmediğim bir ülkede olacağım için önceden kalacağım pansiyondan transfer hizmeti istemiştim. Havaalanında beni almaya gelen yaşlıca bey ailenin babasıymış, çok iyi olmayan İngilizcesiyle yol boyunca çevreyi tanıtmaya çalıştı. miras kalan ve büyük bir konağın bir katında yer alan dairelerini pansiyon olarak kullandıklarını anlattı. Pansiyon eski Tiflis bölgesindeydi, bu bölgedeki bazı evler gibi evlerin yıkılmasını önlemek için her tarafına destekler atılmıştı. Muhtemelen burayı restore edecek yeterli kaynak bulamayınca böyle geçici bir çözüm üretilmiş.

Tiflis’te dört gece kaldım. İki tam günü şehir merkezinde geçirdim. Diğer iki günde çevreyi kapsayan iki ayrı tura katıldım. Yazıda önce şehir merkezinde görülecek yerleri daha sonra turları ayrı ayrı aktarmaya çalıştım.

Şehir Merkezi
Sabah pansiyondan çıkıp kısa bir yol gidince hemen büyük bir kilise Jvaris Mama Kilisesi karşıma çıktı. Ana kilise kullanılmıyordu ve iç kısmı harabe gibiydi. Yan tarafındaki sanırım manastır kısmı çok güzel bir şekilde dizayn edilmişti. Bahçesi de oldukça bakımlıydı ve bir süs havuzunun etrafına banklar yerleştirmişlerdi.

Kilisenin önündeki caddeden biraz yürüyerek Özgürlük Meydanı’na ulaştım. Daha çok erken olduğu için dükkanlar açılmamıştı ve insanlar işlerine yetişme telaşı içinde sağa sola koşturuyorlardı.

Şimdiki adı Özgürlük Meydanı (Tavisuplebis Moedani) olan bu meydanın adı Çarlık Döneminde Erivan Meydanı, Sovyet döneminde ise ortasına Lenin’in bir heykeli de konularak Lenin Meydanı olarak isimlendirilmiş. 2006 yılında ise meydanın ortasına Hristiyan tarihinde önemli bir yeri olan asker-aziz St. George‘un bir dragonu mızrakla öldürmesinin sahnelendiği 50 metrelik bir kaide üzerinde duran, altın renginde bir heykel yapılmış.

Burası Gürcistan yakın tarihinde önemli olayların geçtiği bir yer olarak biliniyormuş. Lenin’in heykeli 1991′de yıkılmış ve bağımsızlığın ilanının ardından bu meydan Özgürlük Meydanı olarak adlandırılmış. Aynı zamanda 2003 yılındaki Gül Devrimi’nde protestocuların parlamentoyu basmadan önce toplanıp harekete geçtikleri alanmış.

Bağımsızlık kutlamaları her zaman bu meydanda yapılıyormuş. Meydanın etrafını çevreleyen güzel binalardan birisi şehrin en lüks otellerinden olan “Marriott International”, diğeri ise Belediye Binası. Bu meydandan Tiflis’in en önemli caddesi olan Rustaveli caddesine çıkılıyor. Ben bu caddeye girmek yerine yokuş aşağı biraz yürüyerek nehrin paralelindeki caddeye çıktım. Buradan da geldiğim istikamete doğru yürüdüğümde ön bahçesinde çok güzel heykeller bulunan Ambassador Oteli’ne ulaştım.

Otelin yakınında küçük ama çok sevimli ‘Gabriadze Theatre’  bir tiyatro binası bulunuyor. Bu tiyatro, tüm dünyada tanınan Rezo Gabriadze tarafından 1981 yılında kurulmuş. Burada Gabriadze tarafından yazılmış ve sahneye konulmuş pek çok oyun sergilenmiş. Tiyatronun altında bir de küçük cafe var. Burada her gün bir kahve çekirdeği kavrularak aromasının bütün tiyatroya yayılması sağlanmak istenmiş.

Tiyatro binasının hemen yanında çok güzel ve farklı bir mimari stili olan bir saat kulesi yükseliyordu.

Bu saat kulesinin biraz ilerisinde ise 4.yüzyıldan kalma Anchiskhati Basilica Kilisesi yer alıyor. İlk yapıldığında St. Mary adını taşıyan Bazilika antik Filistin mimarisine göre inşa edilmiş. 17. yüzyılda Anchi Katedrali’nden büyük ikonanın getirilmesinden sonra kilisenin ismi bugünkü halini almış. Gürcistan’ın en büyük miraslarından birisi olan Kurtarıcının Vernikli İkonası bugün Güzel Sanatlar Müzesi’nde sergilenmekteymiş. Müzeye gezemedim ancak kilisenin içine gezmeyi ihmal etmedim.

Kilisenin ilerisinde Barış Köprüsü görünüyordu. Resmi olarak 2010 yılında açılan Barış Köprüsü, Mtkvari (Kura) Nehri’nin üzerinde çelik ve camdan yapılmış yuvarlatılmış hatları olan modern bir köprü.

İtalya’dan getirilen 200 farklı parçanın birleştirilmesi inşa edilen köprü, 156 metre uzunluğunda ve güneşin batmasından önce 90 dakika boyunca 10.000 LED ampul kullanılarak aydınlatma yapılıyormuş. Bu aydınlatma ile Mors alfabesi kullanılarak Mendeleev’in periyodik tablosundaki kimyasal elementlerin insan vücudunu oluşturduğu mesajı veriliyormuş. Köprünün dizaynını yapan İtalyan Michele De Lucchi böylece “insanlar ve uluslar arasındaki hayat ve barışın marşı” mesajını yaymaya çalışmış.

Köprü modern Tiflis şehrinin sembollerinden birisi olup Rike Park ile şehrin eski bölgesini birbirine bağlıyor. Daha sonraki gece kendimde şahit olduğum üzere buradaki manzara güneş batımında ve gece muhteşem oluyor. 2012 yılında bu köprü dünyadaki en ilginç 13 köprüden biri seçilmiş.

Rike Park’a doğru yürüyerek ne yapacağıma karar vermeye çalıştım. Biraz ileride teleferik için sıra bekleyenleri görünce o tarafa yöneldim. Çok uzun olan kuyruğun sonuna takıldım. Yaklaşık yarım saat kadar bekledim. En sonunda gişenin önüne ulaşıp bir ulaşım kartı ve tek biniş için 4,50 Lari ödeyerek teleferiğe bindim. Aerial Cable Car dedikleri teleferik Narikala Kalesi ile Rike Park alanını birbirine bağlıyor. Burası 2012 yılında hizmete açılmış ve teleferik kabinlerinin dört tarafı da cam olduğundan eşsiz bir manzara sağlıyordu.

İstenilirse teleferiğe binmeden de Narikala Kalesine çıkmak mümkün. Ancak tepeye doğru oldukça dik ve dolambaçlı bir yol olduğundan böyle sıcak günlerde yürümek yerine benim gibi teleferikle çıkılması uygun olur. Dönerken yokuş aşağı yürüyerek inmeyi düşündüğümden biletimi de tek yön olarak almıştım. Yolculuk çok uzun sürmüyor zaten, sadece birkaç dakika. Tepeden görünen manzara da müthiş.

Teleferikten inince Heykel tarafına doğru yürümeye başladım. Kartlis Deda (Mother of a Georgian) heykeli şehrin sembolü olarak biliniyor. Heykel, Tiflis’in 1500. yıldönümü kutlaması için 1958 yılında Sololaki tepesine dikilmiş. Gürcü ulusal kıyafetlerine bürünmüş 20 metrelik alüminyum bir kadın figürü dizayn edilmiş. Bu kadın Gürcistan’ın ulusal karakterini sembolize ediyormuş. Sol elinde tuttuğu şarap kadehiyle dostlarına misafirperver olduklarını, sağ elinde tuttuğu kılıç ise düşmanlarına saldırıyla cevap vereceğini göstermekteymiş.

Heykeli yakından gördükten sonra rotamı Narikala Kalesi’ne çevirdim. Bu Kale Tiflis’in antik kalıntıları arasında en bilineni ve en eski yapısıymış. Hatta kent halkı için burası “şehrin kalbi ve ruhu” ymuş.

Kalenin yapımı 4. yüzyıla kadar gidiyormuş. Bu yıldan sonra kale giderek genişlemiş. 7 ve 8. yüzyıllarda Araplar tarafından işgal edilmekle birlikte kale modern görüntüsüne o zaman kavuşmuş. Araplar, kale duvarları içine “Emir Sarayı” inşa etmişler. 11 ve 12. yüzyıllarda bu defa Moğol istilasına uğramış. Daha önce ismi İmrenilen Kale “Shuris-tsikhe” iken Moğol istilasından sonra Narin Kala (Küçük Kale)’ye dönüşmüş. Kale, 1827 yılında bir depremle tahrip olmuş ve restorasyonlarla bugüne kadar sadece dış duvarları ayakta kalabilmeyi başarmış.

Kalenin gece ışıklarıyla görüntüsü muhteşem oluyor ve bunu Tiflis’de kaldığım her gece keyifle seyrettim.

Kalenin içinde bulunan St. Nicolas Kilisesi’ne doğru yürüdüm. Ortodoks kiliselere girişte kıyafet zorunluluğu bulunuyor. Kesinlikle şortla, mini etekle ve askılı bluzlarla giremiyorsunuz. Kiliselerin pek çoğunun giriş kısmına örtüler konularak turistlerin girmelerini kolaylaştırmışlar. Bu zorunluluğu bildiğimden yanımda uzun bir etek ve şal götürmüştüm.

St. Nicolas Kilisesi 12. yüzyılda inşa edilmiş ve bir yangın sonrasında tamamen yok olmuş. 1996 yılında kalenin mimari yapısına uygun bir şekilde yeniden yapılmış. Haç şeklinde inşa edilen kilisenin üç tarafında kapı bulunuyor. İç kısmında ise İncil ve Gürcistan tarihindeki çeşitli olayları gösteren freskler kullanılmış. Kilisenin ön tarafında bulunan mezarları ve surlarda bulunan çanları da inceledim. Bunların mutlaka bir hikayeleri vardır ama benim araştıracak zamanım yoktu.

Artık dönüş zamanı gelmişti ve yokuş aşağı fazla zorlanmadan inmeye başladım. İnerken yolumun üzerindeki St. George Ermeni Katedrali’ne daldım. Kilisenin özellikle tavan işlemelerine hayranlık uyandırıcı.

13. yüzyılda tuğlayla inşa edilen Katedral daha yakın tarihlerde restore edilmiş ve bugün Tiflis’de halen ibadet yapılan 2 Ermeni kilisesinden biri. Bahçesinde şair ve ressamların da gömülü olduğu eski mezarlar var. Biraz dinlendikten sonra yürümeye devam ettim ve kendimi Gorgasalis Meydanı’nda buldum. Buradan da Metekhi Köprüsü’ne doğru yürüdüm.

Tiflis’deki en eski köprü olan Metekhi Köprüsü ilk olarak 1821 yılında ahşap malzeme ile inşa edilmiş. Bu ahşap köprü yerine 1870 yılında metal bir köprü yapılmış. Günümüzde halen kullanılan köprü ise 1950 yılında inşa edilmiş. Öyle çok mimari özelliği olan bir köprü değildi. Köprüden nehrin diğer tarafına geçerken tam karşıda Tiflis’in sembolü olan Metekhi Kilisesi ve onun bahçesinde bulunan Kral Vakhtang Gorgasali’nin heykeli görünüyor.

Kura Nehri’nin kayalık kısmında yükselen kilise ve çevresi beşinci yüzyıla dayanan tarihiyle Tiflis’teki en eski yerleşim bölgesi olarak kabul edilmekte. Biraz yokuş olan yolu tırmanarak önce Kilisenin bahçesine ve heykelin yakınına gittim.

Heykel, Tiflis şehrinin kurucusu olan Kral Vakhtang Gorgasali’nin ata binmiş, modern, bronz bir anıtı. Bu heykel 1961 yılında, heykeltıraş Amashukeli tarafından yapılmış.

“Metekhi”nin kelime anlamı “saray çevresi” demekmiş. Bu bölgede ilk kilisenin Kraliçe Tamara zamanında yapıldığı söyleniyor. 1289 yılında Kral 2. Demetre’nin emriyle inşa edilen Metekhi Kilisesi’yle birlikte bu bölge hem dinsel yönü bulunan hem de Gürcistan krallarının yaşadığı bir bölge olmuş. Metekhi Tapınağı’nın yeraltı mezarında ilk Gürcistan şehidi olan Aziz Shushanik’in naaşı bulunmaktaymış.

Metekhi ismine ilk 13.yüzyıl kayıtlarında rastlanmış. Burası defalarca yıkılmış ve yeniden yapılmış. Özellikle de 1235 yılındaki Moğol istilasından sonra yerle bir olmuş. Yeniden yapılan kilise bu defa da 15. yüzyılda Persler tarafından tahrip edilmiş. Gürcü kralları 16 ve 17. yüzyıllarda tekrar inşa etmişler. 1988 yılında Sovyetler döneminde bu defa kilise yakılmak istenmiş, ancak büyük bir halk direnişiyle karşılaşınca bundan vazgeçilmiş. Bir süre hapishane olarak kullanılan kilise bir süre de tiyatro olarak kullanılmış. Gürcistan’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra orjinaline dönmüş.

Kilise, ortasında kubbesiyle çok yüksek tuğla bir yapıya sahip olup yuvarlak bir de kulesi bulunmaktadır. Bugün halen ibadete açık bir Ortodoks kilisesidir.

Burayı gezdikten sonra geldiğim istikamete geri yürüyerek Gorgasalis Meydanı’nı gezmek istedim. Bu sırada merdivenlerle inilen Meidan Bazaar adındaki tarihi bir yeraltı çarşısını gezme fırsatı buldum. Çarşıda Gürcistan el sanatlarını ve çeşit çeşit hediyelik eşyaları bulabiliyorsunuz.

Çarşıdan çıkınca günün her saati hareketli olan bu meydandan ara bir sokağa daldım. Biraz ileri gitmiştim ki bir Sinegog binası gördüm. Hayatımda ilk kez iki ay önce Ukrayna’nın Lviv şehrinde bir sinegogun içini görme fırsatı bulmuştum. Sinegog’un içine girip fotoğraf çekmeye başladım. Sinegog görevlisi bana hangi ülkeden olduğumu sordu. Türk olduğumu öğrenince birazdan kapatacaklarını ve acele etmemi söyledi.

Gürcistan Sinegogu aynı zamanda Büyük Sinegog olarak da biliniyormuş. Burası Ahıska’dan gelerek Tiflis’e yerleşen yahudiler tarafından 1895 ve 1903 yılları arasında inşa edilmiş. Bitişikte ise Şinval yahudileri tarafından yapılmış bir diğer ibadet evi bulunuyormuş.

Sinegog, Tiflis’deki pek çok bina gibi tuğladan ve eklektik bir tarzda inşa edilmiş. Binanın tepesinde bir kubbe ve ışık girmesi için bir kule de binaya eklenmiş. İki katlı binada iki de ibadet salonu bulunuyormuş. Ben sadece Davut yıldızıyla dekore edilen giriş katındaki salonu görebildim.

Sinegog’un hemen yanında da yahudilerin iç rahatlığıyla yiyip içmeleri için bir kosher restoran bulunuyordu. Şehirde gezdiğim zaman da bu kosher restorantları gördüğüme göre Tiflis’de yaşayan pek çok Yahudi olmalı.

Kiliseye yakın Tiflis Tarih Müzesi’nin önünden geçtim. Müzeyi gezmek isterdim ancak zamanım yeterli değildi. Daha görecek çok yer vardı.

Biraz ilerlemiştim ki uzaktan  meşhur Sioni Katedrali’ni göründü. Katedralin inşasına İberya Kralı Guaram’ın döneminde 500 yılında başlanmış. 620 yılında Kral I. Adarnese zamanında ancak tamamlanabilmiş. Katedral tarih boyunca defalarca yıkılmış. Mevcut yapısının genel hatları 13. yüzyılda Gürcistan’ın altın çağında çizilmiş. Her restorasyonda eski haline getirmeye çalışırlarken binaya yeni unsurlar eklenmiş.

19. yüzyılda Grigory Gagarin’in dizaynları kullanılarak bütün kilise yeni baştan boyanmış. Bugün katedralin tavanında Gagarin’in freskleri görülebiliyormuş. Yan duvarlarda daha modern freskleri bulunmaktaymış. Katedraldeki bütün ikonalar Gürcistan’a ait ikonalarmış. Bu katedrali önemli kılan bir diğer özelliği ise Azize Nino’nun kutsal haçına ev sahipliği yapmasıymış. Efsaneye göre bu haç, azizenin asma dallarını kendi saçıyla bağlayarak yaptığı iki ucu aşağıya doğru eğik bir haçmış. Bu haçın bir replikası, bronz bir kafesin arkasında kilisede sergileniyormuş ama nerelere sakladılarsa ben göremedim. Gerçek haç ise bu kilisede güvenli bir şekilde ve gözlerden uzakta saklanmaktaymış. Bu Azizenin Anadolu’da Kapadokya’da yaşamış olduğunu söylemeliyim. Bunu ertesi gün gittiğim turdaki rehberimiz
anlattığından yeri gelince daha detaylı olarak bahsedeceğim.

Akşamın ışıklarıyla Narikala Kalesi ve Metekhi Kilisesi çok güzel görünüyordu.

Şehrin görmediğim kısımlarını keşfetmek amacıyla Narikala Kalesi’nden yokuş aşağı inerken gördüğüm Sülfür Hamamları’na doğru yürüdüm.

Bu hamamlara Erekle’nin hamamları da deniyormuş. Tarihçiler genellikle bu hamamların Arap döneminde 7 ve 8.yüzyıllarda yapıldığını söylüyorlarmış. Altın Çağ boyunca burada neredeyse 68 hamam varken 17. yüzyılda şehrin sürekli işgal edilmesi ve bu nedenle hamamların tahrip olması yüzünden sayı sadece 6’ya düşmüş. Caddenin sonuna kadar yürüdüm ve su kenarına yapılan yürüyüş yolundan daha ileriye gitmeye çalıştım. Akan suda cirit atan kurbağaların sesini duydum. Yukarılarda bir yerde Kalenin de bulunduğu kayalıklardan sular akıyordu. Geri dönerken caddenin sonunda gördüğüm mozaik duvarı yakından görmek istedim. İslam mimarisiyle yapılmış bu çok güzel bina Orbeliani Hamamıymış. Bu gördüğüm mozaik de şehirdeki İslam etkisini gösteren tahrip olmamış son örnekmiş. Bu hamam 17. yüzyılın sonlarında yapılmış ancak 19 ve 20. yüzyıllarda önemli bir şekilde restore edilmiş.

Merkezde geçirdiğim ikinci gün sabah erkenden dışarı çıkıp çok sessiz ve sakin olan cadde ve sokaklarda yürüyerek Rustaveli Bulvarı’na gittim. Burası ismini ünlü Gürcü Şair Shota Rustaveli’den alıyormuş ve Özgürlük Meydanı’ndan başlayarak 1,5 km boyunca şehrin bazı resmi kurumlarıyla müzelerinin sıralandığı önemli bir uğrak noktasıymış. Biraz yürüyünce Parlamento Binasını gördüm. Yolun sonuna kadar yürüdüğümde Gürcistan Ulusal Müzesini, Tiflis Opera ve Bale Salonunu, Rustaveli Devlet Tiyatrosunu, Kashveti Kilisesini, Gürcistan Bilimler Akademisini ve Sovyet İşgali Müzesini dışarıdan görmüş oldum.

Sovyet mimarisine uygun olarak yapılan eski Parlamento Binasının önünden rahatça yürüyüp geçiyorsunuz. Bu bina ve önündeki meydan tarihte birçok önemli ana tanıklık etmiş. 1989 yılında ölenlerin anısına binanın ön kısmına bir de anıt dikilmiş.

Yol boyunca kaldırıma yerleştirilen küçük ve sevimli heykelleri görmek de mümkün.

Ulusal Galeri binasını dışarıdan görmüş oldum.

Rustaveli Bulvarı’ndan bir görüntü.

Bu güzel bina Güzel Sanatlar Akademisi olabilir.

Rustaveli Tiyatrosu’nun yolun karşısından görünümü.

Paliashvili Opera ve Bale Tiyatrosu da yıllar önce yanmış ve aslına uygun olarak restore edilmiş.

Hızlıca pansiyona dönerken Kuru Köprü Pazarı (Dry Bridge) olarak bilinen antika pazarına da uğramak istedim. Nehir kenarında ve sadece güzel havalarda kurulan bu pazarda birçok sanatçı kendi yaptığı tabloları sattığı gibi antika değerindeki eşyalar ve diğer hediyelik eşyalar satılıyormuş. Benim gördüklerim antikadan çok döküntü eşyalardı.

Gürcistan gezisinde sadece Tiflis şehir merkezi ile sınırlı kalmak istemedim ve iki ayrı gün iki ayrı tura katıldım. Sırada Tiflis çevre gezileri var.

Mtskheta Turu
Bir gün önce tur biletimi aldığım Georgian Tour adlı seyahat acentasına sabah 9’da ulaştım. Gidilecek yerlere göre bizi gruplandırdılar ve acentanın adı bulunan birer boyun askılığı verdiler. Gruplar teker teker binip gittiler ve kala kala biz kaldık. Toplam 6 kişiydik ama acenta sayımız az diye turu iptal etmedi rehberimizle birlikte yola koyulduk. İşin tuhafı 3 kişi Rusya’dan gelmiş ve sadece Rusça konuşabiliyordu. Bir Amerikalı kız ve bir de Rusça ile İngilizce bilen Endonezya’lı bir genç vardı. Rehberimiz tur boyunca helak oldu zavallı. Gittiğimiz yerlerle ilgili bilgileri 3 kişiye Rusça anlatıyordu ve bu arada biz de anlamadığımız için sağa sola dağılıyorduk. Sonra bizi toplayıp aynı şeyleri dönüp bir de İngilizce anlatıyordu.

Tur minibüsü de konforlu sayılırdı.Çok güzel manzaralar eşliğinde kıvrım kıvrım dolanarak çok yüksek bir noktada bulunan Jvari Manastırı’na ulaştık.

Bu Manastır erken Orta Çağ döneminin en önde gelen eseri sayılıyormuş. Antik şehir olan Mtskheta’nın tam karşısında bir dağın tepesinde bulunuyor. 6 – 7. Yüzyıllarda inşa edilen manastırın isminin kelime anlamı “Haç Manastırı” imiş ve aynı adı taşıyan bir diğer Gürcü manastırı da Kudüs şehrinde bulunmaktaymış. İşte Azize Nino burada da karşımıza çıkıyor. Azize Nino ilk tahta haçı bu bölgede yapmış. Kilisenin ortasında bunun ana kaidesi hala görülebiliyormuş. Minyatür büyüklüğüyle klasik dört ucu olan bu örnek bütünselliği ve güzelliğiyle izleyenleri büyülüyor.

Yeri gelmişken biraz da Azize Nino’dan bahsedeyim. M.S. 280-332 yılları arasında yaşayan ve Gürcü Ortodokslarının en büyük azizesi olan Azize Nino’nun Kapadokya bölgesinde Ortahisar’da yaşamış olduğu söyleniyor. Burada hristiyanlığı yaymaya çalıştıktan sonra kiliselerde fresk ve ikonaların yasaklanmasının ardından küçük bir İncili saçlarının arasına saklayarak kaçtığı ve Gürcistan’a yerleştiği rivayet ediliyor.

O zaman aya, güneşe ve yıldızlara tapan Gürcistan halkına Hristiyan öğretilerini anlatarak halkın Hristiyanlaşmasını sağlamış. Ayrıca rivayet şudur ki çeşitli mucizelerle hastaları da iyileştirmiş. Bunlar abartılarak ve üstüne eklemeler yapılarak nesilden nesile aktarılmış hikayeler olsa gerek.

Kilisenin bir zamanlar mozaiklerle dekore edilen iç kısmı ise şimdi oldukça çıplak durumda. Ancak Kilisenin içinden çok dışından gördüğümüz manzara mükemmel ötesi denebilecek güzellikte. Çok yüksekte olduğumuz için her yer ayaklarımızın altında gibiydi. Kuzeyden gelen Mtkvari Nehri, kent içinde Aragvi Nehri ile birleşiyor.

Doyasıya manzara seyredip fotoğraf çektikten sonra rehberimizin uyarısıyla hepimiz minibüse döndük.

Sonraki durağımız yükseklerden gördüğümüz Mtskheta oluyor. Tiflis şehir merkezinin yaklaşık 20 km. kuzeyinde olan bu şehre Gürcistan’ın ruhani merkezi, hatta ikinci Kudüs diyorlarmış. Bu bölge 1994 yılında UNESCO tarafından “Dünya Kültür Mirası Listesi”ne dahil edilerek koruma altına alınmış.

Minibüsten iner inmez hemen Svetitskhoveli Kilisesi’ne doğru yürüdük. Rehberimiz bu bölgenin tamamen restore edildiğini ve şehrin turizme açıldığını söyledi. Gerçekten evler çok bakımlı ve mimari olarak da çok güzel gözüküyordu. Kilisenin kapısına gelince giriş ücreti olarak kişi başı sanırım 5 Lari toplanarak biletlerimiz alındı.

İçeri girdiğimizde oldukça büyük bir bahçesi olan büyük bir kiliseyle karşılaştık. Svetitskhoveli Katedrali ve Jvari Manastırı’nda Gürcü alfabesinin erken dönem örnekleri bulunmaktaymış. Uzun yıllar, burası Gürcüler tarafından baş kilise olarak kabul edilmiş ve en saygı duyulan ibadet yerlerinden biri olmuş. 1994 yılından beri UNESCO Dünya Mirası listesinde. Devasa Katedral binasının içerisinde, çok daha eski küçük dini yapılar da bulunuyormuş. 14. yüzyılda Moğol yıkımından da nasibini almış ama buna rağmen yine de ülkenin en güzel dini yapılarından birisi olagelmiş. Yerde, azizlere ait mezarlar da bulunuyor. Oldukça yüksek tavanı, üç yana açılan kapısı, dev kolonları ile gerçekten büyük ve etkileyici bir bina.

Güya İsa’nın gömleği Kartli’nin başkenti Mtskheta’da gömülüymüş. Bu gömleği buraya İsa’nın çarmıha gerilmesi sırasında Kudüs’te bulunan Mtskhetalı bir Yahudi olan Elioz getirmiş. Azize Nino işte burada da karşımıza çıkıyor. Kral Mirian’ın emriyle, Azize Nino’nun belirlediği bir yerde bir kilise yapımına başlanmış. Azize Nino’da, üzerinde çok büyük bir ladin ağacı büyüyen İsa’nın gömleğinin gömülü olduğu yeri seçmiş. Kilise yapılırken bu ladin ağacını kesmişler ve bundan bir sütun yontmuşlar. Bu sütunu kilisenin yükseleceği yere dikmek istemişler ama bir türlü başaramamışlar. Akşam olunca Azize Nino burada kalmış ve bütün gece dua etmiş. Sabah olduğunda bir mucize gerçekleşmiş. Gökyüzünden ışıkla inen bir genç sütunu alıp göğe yükselmiş ve sonra sütun kendiliğinden istenilen yere dikilmiş. Yeni yapılan kiliseye bundan dolayı Svetitskhoveli (Yaşayan Sütun) ya da Tsotshali Sveti (Canlı Sütun) adı verilmiş.

Bu kilise ilk defa 4. yüzyılda ahşaptan inşa edilmiş ve bu ilk kilisenin bazı nüvelerihalen korunuyormuş. Gürcü Rönesans mimarisinin en parlak örneği olan halihazırdaki bu kilise ise mimar Arsukidze tarafından 1010-1023 yıllarında yenilenmiş.

Sonra tekrar minibüse binip sonraki durağımız olan Samtavro Kilisesi’ne gittik. Gördüğünüz gibi hepsi artık birbirine benzemeye başladı. Yine de Samtavro Kilisesi’nin pencere kenarlarındaki taş işçiliğinin muhteşem gözüktüğünü itiraf etmeliyim.

Samtavro Manastır kompleksi 1130 yılında Kral Miryan ve karısı Nana tarafından yaşam alanı olarak yaptırılmış ve öldükten sonra kilise bahçesinin güneybatısına gömülmüşler. Daha sonra burası Gürcü kraliyet ailesinin mezarlığı ve cenaze törenlerinin yapıldığı bir yer olmuş. Kilisede ve bahçede pek çok mezar bulunuyor.

Gori

Bir sonraki durağımız Gori’ye doğru yola koyulduk. Gori, Gürcistan’ın iç kısmında kalan küçük bir şehir. Gori’nin kelime anlamı Gürcü dilinde tepe imiş. Eskiden çok daha kalabalık olan şehir nüfusu bugünlerde 50.000 civarındaymış. Önemli olmasının en önemli nedeni Sovyet liderlerinden Stalin’in doğum yeri olması ve Stalin için oluşturulan müze ile doğduğu evin ziyaret edilebilmesi. Babası kunduracı olan ve 1879 yılında doğan Stalin’in asıl adı Joseph Vissarionovich Jughashvili’ymiş. Yakın Rus tarihine damgasını vurmuş önemli kişiler arasında olan ve daha çocuk yaştayken devrimci eylemlere katılan Stalin kimilerine göre bir katil kimilerine göre ise bir kahraman. Tarihi bir kişilik olması nedeniyle özellikle ona ait eşyaların ve belgelerin sergilendiği müze tüm turistlerin ilgisini çekiyormuş.

Stalin Caddesi’nde bulunan Stalin Müzesi’ne giriş 10 Lari, tren vagonunu da görmek isterseniz ayrıca 5 Lari ödüyorsunuz. Treni dışından gördüğüm için varsın içini de görmeyeyim diyerek sadece Müze bileti aldım. Müzede Stalin’e ait pek çok eşya, portreleri, fotoğrafları, hayatıyla ilgili belgeler, verilen hediyeler belli bir sistematik içinde sergilenmekteydi. Stalin öldüğünde yüzünden kalıp alınan alçı maske de burada sergileniyormuş. Oldukça da büyük bir müzeydi ve sergilenen bu kadar çok malzemeyi görünce Rusya’da Stalin’e ait hiçbir şey kalmadığından kuşkulandım.

Müzenin bulunduğu geniş alanda Stalin’in doğduğu evi de görebiliyordunuz. Müzenin önündeki bahçede üzeri kapatılarak koruma altına alınmış ve ahşap sütunlarla desteklenmiş küçük evi buldum. Ancak ev kapalı olduğundan ne yazık ki içini göremedim.

Daha sonra Stalin’in pek çok seyahatini gerçekleştirdiği özel vagonun dışından fotoğrafını çektim.

Gezimiz tamamlanınca Gori’de bir restoranta gittik. Bu tür turlar başka ülkelerden gelen insanları tanımak için de son derece faydalı oluyor. Grup olarak sohbet ederek lezzetli yemeklerimiz yedik. İçinde sığır eti olan Bozbaşı adında bir yemek sipariş ettim. Gele gele içine kemikli bir parça et konulan çorba gibi bir yemek geldi. Turistik bir restoran olduğundan fiyatlar da çok yüksekti. Ödeme sırasında sıkıntı yaşadım ve garson para üstünü epeyce bir tutar eksik getirince hesaba itiraz ettim. Belki de kalabalıktan istifade edip böyle yaparak turistleri kazıklıyorlardır. Onun için turistik seyahatlerinizde hesabı ve verdiğiniz parayı kontrol etmek gerek.

Uplistsikhe

Yemek sonrası son gezi noktamız olan Uplistsikhe’ye  bizim Kapadokya’yı andıran antik kayalık yerleşim bölgesine gittik. Giriş ücreti olarak 5 Lari ödedik.

Uplistsikhe kelimesi “Tanrı’nın Kalesi” anlamına geliyormuş. 1. yüzyılın ilk yarısından kalan bu antik mağaralar önemli ticaret rotalarının kesiştiği bir yerde bulunuyormuş. Pagan dininin merkezi olan 4 hektarlık bu bölgede mağaralar, tiyatrolar, altarlar, pagan tapınakları, gizli tüneller, hapishaneler, eczane, fırın, geçitler, caddeler hep taşlar oyularak yapılmış. Bölge, Kartli krallarının da yaşadığı bir yer olmuş.

En zengin olduğu yıllarda burada yaşayan nüfusun yaklaşık 20.000 kişi olduğu tahmin ediliyormuş. Hıristiyanlığın bu bölgeyi de etkisi altına almasından sonra 9 ve 10. yüzyıllarda buraya 3 odalı bir de bazilika (Three Nave Bazilika) inşa edilmiş. Daha sonra yapılan kiliseyi ise kapalı olduğundan gezme fırsatı bulamadık.

Birçok Gürcü şehrinin Moğollar tarafından istila edilmesi ile burası da önemini kaybetmiş ve insanlar burayı terketmiş. Buradan arkeologlar tarafından çıkarılan altın, gümüş ve metal bir çok materyal Tiflis’deki Ulusal Müzede sergileniyormuş. Bu bölge de UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesine girmek üzere aday listede yer alıyormuş. Kayalardan hoplaya zıplaya ve biraz zorlanarak çevreyi gezdik. Yüksek bir noktada olduğumuzdan manzara da çok güzeldi.

Kazbeği Turu

Tiflis gezimde katıldığım ikinci tüm günlük tur Kazbeği turu idi. Birden çok, birbirinden ilginç bölge gezdik.

Bu turda ilk mola yerimiz Ananuri Kalesi. Muhteşem bir manzaraya sahip kale Aragvi Nehri’nin kenarına yüksek bir alana kurulmuş.

Bu Kale de UNESCO’nun aday listesinde bulunuyormuş. Zalim bir yönetici olan Aragvi Dükü tarafından yaptırılmış ve en eski bölümleri 13. yüzyıldan kalmaymış. Mimari yapısı geç ortaçağ tarzında olan bu kompleksde bir kale, 2 kilise, eski bir saat kulesi, hapishane ve diğer evler bulunuyormuş. Kiliselerden büyük olanı Dük Bardzem’in oğlu için 1689 yılında yaptırılan kilisenin duvarları ve kapıları çok şık bir şekilde dekore edilmiş.

Bu kompleks meşhur Gürcistan Askeri Otoyolu üzerinde bulunduğundan Gürcistan’ın kuzey sınırında bir gardiyan gibi de işlev görmüş. Tarihi yapıların ve kilisenin içine girip gezdik ama beni en çok etkileyen kaleden bakıldığında görünen muhteşem manzara oldu. Hava da şansımıza pırıl pırıldı.

Kalenin önünde birçok stand kurulmuştu. Turistlere yerel ürünleri ve çeşitli hediyelik eşyaları satıyorlardı. Aslında çok güzel doğal bal vardı ancak benim gezim daha 10 gün süreceği için taşımak istemiyordum. Bunun yerine tadına bakarak karar verdiğim nar rengindeki cevizli sucuklardan 3 Lari ödeyerek aldım.

Rehberimizin verdiği saate göre gezimizi tamamladık ve herkes zamanında minibüsteki yerini aldı. Bir süre gittikten sonra tekrar nehir kenarında durarak siyah beyaz nehri izledik. İlginç bir şekilde 2 koldan akan su tam önümüzde birleşiyor ama sular birbirine karışmadığından bir kısmı siyah ve bir kısmı beyaz olarak akıyordu. Oldukça değişik bir görüntüydü.

Kafkaslardan beslenen Aragvi Nehri pek çok kola sahipmiş. Mtiuleti yani Beyaz Aragvi ile Gudamakari yani Siyah Aragvi kolları bulunduğumuz Pasanauri noktasında birleşip Zhinvali barajına kadar akıyormuş. Burada da epeyce fotoğraf çektikten sonra yola devam ettik.

Bu sırada Gudauri kayak bölgesine yaklaştık.. Uzaktan kışın kayak yapılan dağları ve tepeleri görüyorduk. Bu mevsimde bile bazılarının üstü karlarla kaplıydı.

Sırada traverten benzeri bir kayalık vardı. Rengi bizim Pamukkale travertenleri gibi beyaz değil ve daha sarımtrak bir rengi vardı. Kafkaslarda birçok maden ve mineral yatakları bulunduğundan bu bölgede de sülfür bulunmaktaymış. Zaten kayalığın adı da Sülfür Kayasıydı. Rehberimiz tehlikeli olmadığını tırmanıp yakından bakabileceğimizi söyleyince herkes sağa sola dağıldı.

En sonunda Stepantsminda kasabasına geldik. Aslında bu kasaba daha çok Kazbegi ismiyle biliniyormuş ve burası Rus sınırına çok yakınmış. Burada konaklamak için pek çok seçenek bulunuyor. Muhteşem bir manzarası ve yaz ayında olmamıza rağmen titreten bir havası var.

Burada tur minibüsünden inerek yedi yolcunun binebildiği küçük Mitsubishi jiplere bindik. İşte ondan sonra hayatımın en sarsıcı yolculuğunu yaptım. Hoplata zıplata, daracık ve virajlı yollardan son sürat giden jipte farklı duyguların etkisi altında kaldım. Yan tarafı uçurum olan yolda en küçük hatada düşme tehlikesi olduğundan büyük bir korkunun pençesinde kıvranırken diğer tarafta gördüğüm muhteşem ve eşsiz manzaranın sarhoşluğunda adeta büyülenmiş gibiydim. Şoförler karşı taraftan araç geldiğinde iyice yan tarafa yanaşıyorlar ve hızlarını azaltmadan devam ediyorlardı. Bu yolu yürüyerek çıkanlar da vardı ama çok uzun ve dik olduğundan yürünecek gibi değil. Yaklaşık üç saat sürüyormuş. Atla da gidilebiliyormuş ancak çok iyi bir at sürücüsü olmak lazım. En sonunda Kazbegi kasabasında uzaktan çok küçük gördüğümüz Gergeti Trinity Kilisesi’ne ulaştık.

Aracımız yeşil bir alanda park ettikten sonra herkes gezmek için dağıldı. Gergeti Trinity başka bir adla Kutsal Trinity Kilisesi Khevi bölgesinde 13-14. yüzyıla inşa edilen tek kubbeli kiliseymiş. Kiliseden ayrı olarak bir de çan kulesi bulunuyor.

Kafkasların en yüksek ve en güzel tepe noktasında 2170 metre yüksekliğinde bulunan Kilise Gürcü Ortodoksları için çok büyük önem taşıyormuş. 8. yüzyılda Tiflis Persler tarafından işgal edilince başta Azize Nino’nun haçı olmak üzere değerli miraslar korunmak için Mtskheta’dan buraya getirilmiş. Sovyetler döneminde de bütün dini hizmetler yasaklanmasına rağmen burası popüler bir uğrak noktası olmuş.

Kilisenin içine girdim ve sağa sola bakınırken kapının yanındaki rahiple göz göze geldim. Bana işaretle dışarı çıkmamı söyledi. Elimle bermuda şortumu gösterip bu yüzden mi diye sordum. Maalesef bu kilisede Tiflis’de gittiğim bütün kiliselerde olduğu gibi kapı önüne örtüler konulmamıştı. Ben de buna güvenip yanıma etek almamıştım.

Kiliseden çok buranın manzarası beni daha çok etkiledi. Çok yükseklerde olduğumuzdan Kafkasların karlı tepelerini ve Kazbegi Kasabasıyla birlikte yemyeşil bir ovayı görebiliyordum. Burası kesinlikle doğaseverlerin kaçırmaması gereken bir yer. Hatta belki bir kaç gün kalıp yürüyüş yapılarak fotoğraf çekilebilir. Bu bölgenin doğası bizim Doğu Karadeniz Bölgesi’ne benziyor.

Bu Kazbegi Dağı’yla ilgili bir de mitolojik bir hikaye bulunuyormuş. Amirani isimli bir kahraman ölümlülere hediye etmek için tanrıların elinden ateşi çalmış. Prometheus’a benzer şekilde ceza olarak tanrılar onu Kazbegi Dağı’nın çok yüksek bir noktasına zincirlemişler. Bu hapsin Dağın 13.000 feet yüksekliğinde bulunan Bethlemi Mağarası’nda olduğu şeklinde bir rivayet bulunuyor.

Bu alana turistlere yönelik olarak atlar da getirilmiş ve isterseniz sizi bindirip  etrafı gezdirebiliyorlar.

Zamanımız dolduktan sonra herkes geldiği jiplere bindi ve geri dönmeye başladık. Artık bu kadar geziden sonra yavaş yavaş acıkmaya başlamıştık. Jiplere bindiğimiz yerde inerek tekrar tur minibüsüne geçtik ve o da bizi bu kasabadaki yerel bir evin önüne götürdü. Başka bir tur minibüsü de geldi. Evin büyük bir bahçesi vardı ve uzun masalar hazırlanmıştı. Her tur grubu ayrı bir masaya yerleşti ve şenlik başladı. Aman Allahım o ne yiyeceklerdi öyle! Bir tabak yeni bir yemek önümüze konuyor daha onu bitirmeden başka bir yemek geliyordu. Gürcü mutfağının meşhur yiyecekleri Khinkali yani mantı ve Haçapuri yani farklı iç malzemeyle hazırlanmış börekleri soframızın baş konuklarıydı. Yediğim tavuk budu bile sanırım organic olduğundan çok lezzetliydi. O kadar çok yiyecek geldi ki çoğu yemeği bitiremedik bile.

Yemek sonrasında tekrar minibüse binerek dönüş yoluna geçtik. Rehberimiz bu dağlarda parasailing yapıldığını ve istersek gerekli hazırlıkları yaptırmak için ona söylememizi istedi. Gruptan sadece Hintli karı-koca olarak katılmak istedi. Bizi Gürcistan-Rusya Dostluk Anıtının bulunduğu alana bırakan minibüs bu çifti parasailing için etkinlik bölgesine götürdü.

Bu Anıt, Georgievsk Anlaşması’nın iki yüzüncü yıldönümünü ve Rusya ile Gürcistan’ın devam eden dostluğunu kutlamak amacıyla 1983 yılında inşa edilmiş. Oldukça renkli olan Anıt aynı zamanda muhteşem bir manzarayı gözlemlemek için bir platform görevi görüyordu.

Burada uzun süre geçirdikten sonra Hintli kadını getiren minibüse binerek adamı paraşütle indiği yerden almak için yola koyulduk. Adamı aldığımızda bir ayağında ayakkabı bulunmadığını gördük. Meğer havalanırken bir ayakkabısı platformda kalmış. Adamın ayağına bakıp bakıp herkes gülüyordu. Havada uçacaksın madem insan ayakkabısını sağlam bir şekilde bağlar.

Yeme İçme
Gezdiğim ülkelerde özel bir mutfak bulunuyorsa bunu mutlaka denemek isterim. Gürcistan’ın zengin bir mutfağı var ve damak tadı da Türk Mutfağına oldukça benziyor. Şimdi gelelim bu lezzetleri tanıtmaya. 

Benim favorim bizim Karadeniz pidesine benzeyen çeşitli iç malzeme konularak yapılan Haçapuriler. Gürcistan’a özel olan Sulguni ve Imerulitan peynirleri kullanılarak yapılanlar bence en lezzetlisi. Bunun dışında patateslisi, etlisi, kabaklısı ve hatta fasulyelisi bile var.

Bir diğer lezzet ise bizim mantımıza benzeyen ancak büyük bir bohça kıvamında olan Khinkali yani hıngal. Anadolu’nun bazı şehirlerinde bizim küçücük mantılarımız yerine hingel adı verilen ve biraz daha büyük olup içine et, peynir ve patates konularak yapılan yemekler olduğunu biliyorum. Aynı coğrafyada yaşayan halkların yemek kültürlerinin de birbirine benzemesi kaçınılmaz. Khinkali’nin içine de değişik malzemeler konulabiliyor. Rehberimizin anlattığına göre özgün hali kıymalı olanmış; ancak gelen turistlerin talebi doğrultusunda mantar, peynir gibi diğer iç malzemeler de konulmaya başlanmış. Öyle çatalla bıçakla yenmiyor özel bir yeme şekli var. Hamuru sap kısmından elle tutarak tepesinden önce küçük bir ısırık alınıyor ve açılan bu küçük delikten hamurun içindeki su içiliyor. Sonra da sapı dışında kalan mantı bir güzel yeniyor. Sap kısmındaki hamur çok kalın olduğundan iyi pişmiyormuş ve bu yüzden yenmezmiş.

Harço çorbası et ve pirinçle yapılan Gürcistan mutfağına ait geleneksel bir çorba. Tavuk yemekleri de sanırım organik olduklarından çok lezzetli.

Mtsvadi ya da diğer adıyla Şaşlık ise bir kebap çeşidi. Kuzu şiş olarak da bilinen bu kebap, kuzu, dana veya domuz eti kullanılarak yapılıyor. Gürcülerin sosları bir harika. Nedense Türk mutfağında bu tarz soslar çok fazla kullanılmıyor.

Cevizli patlıcan, patlıcanların uzunlamasına dilimler halinde kesilip kızartılması ve arasına Satsivi denilen cevizli tarator sosu sürülerek katlanması ile yapılan bir yiyecek. Tur yemeğinde bunu tatma imkanı buldum ve patlıcanlar çok kıvamında kızartıldığı için cevizle birlikte çok lezzetli geldi. Gürcistan mutfağında ceviz çok kullanılıyor.

Gürcistan şaraplarının ününden söz etmeliyim. Üzümleri oldukça kaliteli olduğundan şaraplarına da aynı kalite yansımış diyelim. Zaten Dünyadaki şarap üretiminin ilk yapıldığı yerlerden birisiymiş burası. Marka olarak da halk şarabı olarak bilinen “Saperavi” öneriliyor.

Bir diğer içecek ise Cha Cha adı verilen bir nevi Brandy kategorisinde bir içecek. Daha çok ev yapımı olanlar revaçta. Alkol oranı oldukça yüksek olduğundan küçük bardaklarda servis ediliyor ve fondip yapılması öneriliyor. İçmeden önce ve içtikten sonra da mutlaka bir şeyler yemeyi ihmal etmeyin.

Gürcistan gazozları da çok meşhur. Tarhunlu ve armutlu olarak 2 çeşit satılan gazozlarını denemeden dönmeyin.

Alışveriş
Gürcistan’dan ne alalım; şarap ve peynir ve bal.

Son Söz
Herkesin çok methettiği, yıllar önce görmeyi isteyip de uçak biletimi aldığım halde sağlık sebepleri dolayısıyla gidemediğim Tiflis’i en nihayet gidip görmek kısmet oldu. Çok şahane diyemesem de genel olarak beğendiğimi söyleyebilirim.

Tiflis şehri zenginliğin ve fakirliğin kol kola girdiği, yeniyle eskinin tezat bir şekilde yan yana durduğu, çok fazla din vurgusunun olduğu, insanların yine de gülmeyi, eğlenmeyi, yemeyi, içmeyi unutmadıkları, bir şehir olarak zihnimde yer etti. Sevdim mi sevdim, kaldığım sürece ülkeyi ve kültürünü yeterince tanıdığımı düşünüyorum. Bu kadar yakın ve vizesiz, kimliksiz gidilebilecek ülkeyi kısa tatillerinizde değerlendirmenizi öneririm.

Filipinler Coron Adası Gezi Rehberi

Coron Busuanga Adası’nın en büyük yerleşim yeri. Filipinler’in popüler adalarından biri. Coron’da neler yapılabilir; İncecik kumlarla kapılı plajlar, dünyanın en temiz göllerinden Kayangan Gölü, adanın çevresinde yer alan görkemli kaya formları, dalgıçlar için II.Dünya Savaşı’ndan kalan gemi batıkları ve çok özel denizaltı canlıları, dalgıç olmasanız dahi şnorkelle dalarak göreceğiniz inanılmaz denizaltı yaşamı, hepsi hepsi…

Filipinler gezimiz önce kuzeyde Banaue, Batad ve Sagada’ da kültür, doğa turu ile başlamıştı. Bu bölgeden çok keyif almıştık. Diğer yandan Filipinler deyince ilk akla adalar geliyor. Bizim adalar turumuz Coron ile başlayacaktı. Coron’a ulaşmak bize ayrı bir heyecan veriyordu.

Gezimize kısa video ile başlamak isterseniz.

Coron Adası’na Manila’dan Cebu Pasifik Havayolları ile uçtuk. Yaklaşık bir saatlik yolculuk sonrası Busaanga Havaalanı’na indik. Otelimiz taksi gönderdi, havaalanında şoför karşıladı ve otelimize rahat bir yolculuk ile ulaştık.

Manila’dan Coron’a daha ucuz bir ulaşım gemi ile olabiliyor. Gemi yolculuğu 14 saat sürüyormuş. Gemi ile yolculuk yapan bir turiste yolculuğu sordum. Lüks bir cruise gemisi beklentiniz olmazsa, iyi bir yolculuk, gece uyunabilecek kamara ve yemek yenebilecek restoran olması nedeni ile rahat bir yolculuk yaptıkların söylediler.

Coron Adası şehir merkezinde bir ana cadde üzerinde çok sayıda oteller pansiyonlar, restoranlar, kafeler yer alıyor. Ancak cadde kalabalık ve gürültülü, sürekli tricyles sesi. Biz otelimizi yorumları değerlendirerek bir adada ayırttık. Otel bir adada olduğundan tekne ile ulaşılıyor adaya. Gövdeleri ince olan teknelerin dengeyi sağlaması için iki yanda uzantıları ilginç bir görüntüydü bizim için. Daha sonra tüm ada teknelerinin aynı olduğunu görünce gözümüz alıştı.

Discovery Otel, yeşillikler içerisinde, sakin, güzel huzur veriyor. Otele ulaşır ulaşmaz hemen denize girmek istedik, kıyıda deniz anaları olduğu için önermediler. Bizim içinde sorun değildi, ertesi gün için tekne turumuz olacaktı. Şubat ayının başında denize girmek için bir gün daha bekleyebilirdik.

İlk günümüzü Coron’da mutlaka yapılması gerekenler arasında olan termal ile değerlendirdik. Maquinit Hot Spring’e gündüz sıcak olduğundan akşam saat 6 dan sonra tricyle kiralayarak ulaştık. Oldukça uzun bir yol şehrin dışında, bizim otelden 30 dakika kadar sürdü. Ancak mutlaka görülmeli. Yemyeşil, kat kat düzenlenmiş büyüklü küçüklü havuzlar kalabalıkta olsa keyifle havuzlara daldık. Tesisin çevre düzenlemesi güzel ancak ayrı bir soyunma odası beklemeyin, tuvalette üzerinizi değiştirebiliyorsunuz. Çıkınca da duş yapma imkanınız yok. Filipinler’e gidenler bu eksikliklerden rahatsız olmaz zaten. 

Gündüz kıyıda bir restoranı gözümüze kestirmiştik. Termal keyfi sonrası güzel bir akşam yemeği bizi bekliyordu. Restoran deniz üzerinde ve deniz ürünleri sunuyor. Saat 9 dan sonra restorana ulaştık ve yarım saat masa boşalması için bekledik. Masamız hazırlanıp yemeğe başladığımızda nerede ise saat 10 idi.

Restoran zaten dışarıdan, denizin içinde, şık görünüşü ile davetkar görünüyordu. Doğru restoran seçtiğimiz yemekler gelince açıkça ortaya çıktı. Yediklerimiz ve içtiğimiz özel içki beklediğimize değdi. Yemek olarak özel soslu çok lezzetli jumbo karidesler ve yengeç yedik. Her iki yemeğinde sunumu çok güzeldi. En çok tercih edilen içkilerini sorduk, Mangodiquel olduğunu öğrenince hemen siparişini verdik. Kesinlikle içmeniz önerilir.

Coron’da kasaba içinde denize girmek için plaj bulunmamakta. Mutlaka çevre turları almak gerekiyor. Bu turları birçok seyahat acentasından satın alabilirsiniz. Biz otelimizden tur almayı tercih ettik. Değişik tur alternatifleri bulunuyor.En önemli ve mutlaka görülmesi gereken adalar turu kişi başı 1500 peso (30 dolar).

Otelden katılan bir Kanadalı çift, bir Fransız genç gezgin kız ile altı kişilik teknemiz ile sabah 9 da denize açıldık. Değişik formlu, yeşil, büyük kayaların aralarına girdik.


Daha ilk durağımızda hayatımızda görmediğimiz güzellikleri gördük. Seven Islands bölgesinde küçük adaların yanına demirledik. Demirledik dediğime bakmayın buralarda denize çapa atılmıyor tabi ki. Deniz altında inanılmaz güzellikte coral, resif ve balıklar, rengarenk, her boyda, binlerce çeşitte deniz canlıları. Şnorkelle daldık, denizde kaldığımız 45 dakika boyunca gerçekten kendimizi kaybettik. Adaların çevresinde bir metre kadar derinlikte olan su altı dünyasında rengarenk balıklar bacaklarınızı arasında dolaşıyor, canlılarının dokunabileceğiniz mesafede olması bizi başka bir dünyaya götürdü. Gerçekte hayatımda yaşadığım en ilginç deneyimler arasında yerini aldı bu inanılmaz görüntüler.

İkinci durağımız Twin Lagun, iç içe iki lagun. Yanaştığımız ilk lagunun arkasında dar bir geçitten geçerek, kayaların arasında yeni bir laguna ulaşılıyor. Dört tarafı kayalarla çevrili minik bir gölde yüzme keyfini yaşadık.

Üçüncüsü incecik kumları ile cennet gibi bir plaj. Önce öğlen yemeği hazırlandı. Filipinler’in kuzeyinde yemek seçerken epeyce ürkek davranmış ve Filipinler yemeklerine alışamayacağımızı düşünmüştük. Diğer yandan da 15 gün geçireceğimiz bu ülkede bir an önce de yemeklerle tanışmak istiyorduk. Tekne gezileri ile bu şansı çok iyi yakaladık. İlk tekne turumuzda çok zengin bir sofra ile karşılandık. Hem balık hem tavuk yanında hem noodle, pilav, salata, deniz yosunlu bir salata, bol meyve. Daha sonraki tüm tekne turlarımızda böylesine zengin çeşitli sofralarda değişik lezzetle tattık.

Yemek sonrası deniz, güneş keyfi böyle bir plajda güzel görünüyor değil mi?

Son yerimiz Kayagan Gölü yine bir dünya harikası. Yüksek kayalıklar arasında küçük koya teknemiz yanaştı. Buradan 250 basamak ile çıkarak bu koyun tam sırtında göl görünüyor.. Yine doyulmaz manzara bu kez göl suyunda yüzme keyfi.

Akşam beşte Coron cennetinde geçirdiğimiz güzel günün anıları ile otelimize döndük. Coron’da yapılacak şeyler arasında güneş batışını seyretmek var. Bu görüntü için ayrı bir yere gitmemize gerek yoktu. Otelimizdeki odamızın balkonu inanılmaz deniz ve adalar manzarasına zaten sahipti, akşam saatinde güneş batışını kahvemizi içerken seyrettik

Bir gece önce dışarıda deniz ürünlerini tatmıştık, ikinci gecemiz için otelin menüsü ve yemek fiyatları da çok uygun olduğu için otelde yeşil ve mavinin uyumu içerisinde yemeği tercih ettik.

Son Söz

Coron’da çok güzel iki gün geçirdik. Ayrılırken aklımız kaldı, ancak bizi bekleyen yeni adalar vardı. Doğanın özel olarak şekillendirdiği kayalar, lagunlar, göllerde yüzdük, deniz altındaki rengarenk balıklarla yüzdük, doyasıya deniz ürünleri tattık, kış ortasında yaz mevsimi yaşadık. Coron Adası turistler için popüler, Filipinler’de çok ada arasında seçim yapmak gerekiyor, her şekilde görülecek ilk adalar arasında yer alacaktır Corona. Biz de gittik, gördük siz de yolunuz Filipinler’e düşerse Coron Adası’nı görün derim. 

Filipinler Sagada: Asılı Tabutlar Kasabası

Sagada Filipinlerin başkenti Manila’nın kuzeyinde, Manila’dan 12 saatlik otobüs yolculuğu ile ulaşılan bir kasaba. Sagada kayalara asılı tabutları ile ünlü. Kasaba halkı ağaçtan tabutlara koydukları ölülerini vahşi hayvanlar parçalamasınlar diye yıllarca kayalara asmışlar veya magaralarda saklamışlar. Son yıllarda beton ile mezar yapmayı öğrenince ölülerini toprağa gömmeye başlamışlar.

Sagada’ya Banaue’den kolay ulaşılabiliyor. Tabi Banaue’ye ulaşımın kolay olmadığını Banaue yazımızda belirtmiştik. İsterseniz Banaue’de geceleyip, arabalı ve rehberli günlük bir program yapılabilir. Ya da Banaeu’dan toplu taşım aracı olarak kullanılan jeepneyler ile ulaşıp orada bir veya daha fazla gece kalıp daha uzun bir program olabilir. Aslında zamanı olanlar için Sagada’da üç dolu gün geçirmek doğada yürüyüş, magara turları yanı sıra diğer yerleri de görmek daha keyifli olabilir. Bizim Filipinlerin güneyinde adalar turumuz olacağı için Banaue”de konaklayıp Sagada’ya bir gün ayırabildik. Banaue’den aldığımız tur ile sabah 8.30’da Sagada’ya hareket ettik.

Banaue’den 80 km uzaklıkta ancak yol dar ve çok virajlı olduğundan 2 saat sürüyor. Yeşillikler, vadiler, pirinç tarlaları, dağlardan akan suların arasında, sert virajlara rağmen çok güzel bir yolculukla gözümüz yeşile doyuyor. Aslında yeşilin yoğunluğu ve rengi bize Karadeniz’i çağrıştırdı. Sadece teraslı pirinç tarlaları farklı görünüyordu. İklimi de Karadeniz havası.

Sabah güneşli bir havada yola çıktık, yolda yagmur yağdı, arabadan indiğinizde güneş açmıştı. Filipinlerin diğer bölgelerine göre en serin yerlerinden.

Yolda bölgede yaşayan İgorot kabilesinden kişilerin olduğu manzaralı bir tepede renkli yerel giysili kadınlarla fotoğraf çektirdik. İgorot kabilesi Luzon bölgesinin kuzeyinde yaşayan Austronesian kökenli kabile. İgorat kelime olarak ‘dağdan gelen’ anlamına gelen İgorat daha genel bir terim bu grubun altında beş ayrı grup bulunmakta. Asıl Banaue’de yaşayan grup Ifugao’lar. Banaue’den Sagada’ya giderken yol üzerinde Ifugao kabilesini görme şansımız oldu.

İkinci durak yine bir manzara seyretme ve foto çekme noktasında bu kez yarı çıplak, elinde kalkanı ve silahı ile bizi bir kabile savaşçısı karşıladı. Tabi bu güler yüzlü savaşçı turistlerle fotoğraf çektirmek için böyle giyinmişti.

Asıl komiği fotoğrafımızı çektirdikten sonra kullandığımız lavabonun parasını da bu savaşçıya ödedik.

Sagada da neler yapılabileceğini en güzel, şehre girişte hem kayıt yaptırıp, hem de kasabaya giriş ücreti ödediğimiz turizm ofisindeki broşür açıklıyor.

Sagada programımız önce magara ile başladı. Daha çok zamanımız olsa idi rehberle magara içinde gezebilirdik.

Magara içinde biraz zorlu üç aşamalı bir yürüyüş oluyormuş. Üçüncü aşama sular içinde yürüyerek devam ediyormuş. Türkiye’de çok magara olduğu ve magaracılık ilgi alanımıza girmediği için turumuza magara içi uzun yürüyüşü dahil etmemiştik. Magarada belirli bir noktaya kadar yürüyüp geri döndük daha ilerisi yerler kaygan çamurlu ayrıca karanlık olduğu için gaz lambası ile gidilebiliyormuş.

Sagada’nın en özgün geleneği ve bizi de oraya çeken asılı tabutlar idi. Bölgenin geleneği ölülerini tahta tabutlara koyarak yüksek kayalıklara asmak veya mağara içerisinde saklamak. Yemyeşil bir vadi, ekovadide, orman içinde doğal basamaklardan inerek vadinin dibinde tabutların asılı olduğu kayalığa ulaştık. Kayaların üzerine tabutlar asılmış, tabutlarınızın bu kayalarda yer alması için öncelikle evlenmiş ve torunlarınız olması gerekmekte. Tabutların eski tarihte asılanları küçük boyda iken, sonra asılanlar bir insan boyunda. Küçük olanlar çocuk tabutları değil. Sagada halkının inanışına göre insanlar anne karnında cenin pozisyonunda en rahat pozisyonlarındadırlar. Doğumda olduğu gibi ölünce de tabuta cenin pozisyonunda yerleştiriliyormuş ve tabutların boyları küçük oluyormuş.. Ancak 1902 yılında ülkeye gelen Amerikalılar halkın ölüm merasimlerine bile karışmışlar. Ölülerin uyur gibi uzatırlarsa daha rahat edeceğine halkı inandırmışlar ve tabutların boyları büyümüş. Bazı tabutların üzerinde sandalyeler asılıydı. Bu da ölen kişi son gün sandalyeye oturtuluyor, daha doğrusu cesedi sandalyeye iple bağlanıyor, eve gelen akrabaları onu sandalyede görüyor ve. vedalaşıyorlarmış. Bu sandalyeleri de tabutun yanına asıyorlarmış. Tabutları asma geleneğine aslında 2010 yılında son verilmiş. Rehberimizin söylediğine göre yine de çok istenirse ve çok para harcanırsa yani 21 domuz kesilirse tabutunuzun asılması mümkünmüş. İkinci yöntemde tabutlar magarada muhafaza ediliyor. Bizim zamanımız yetmediği için bu magaraya yürüyemedik.

Gelelim günümüzdeki ölüm törenlerine. Ölüm sonrası üç domuz kesiliyor, her bir domuz maliyeti 10.000 Peso yani 2000 dolar civarında, eğer ölen kişinin yeterli parası yoksa akrabalar yardım ediyor, önce yakınlara bir yemek töreni, sonrası daha klasik bir yere gömülüyorsunuz. Klasik mezarlık: beton veya mermer hatta seramik. Sagadalı’lar hayvanlara karşı ölülerini koruyabileceklerini anlayınca klasik mezarlara ölülerini gömmeye başlamışlar.

Gelelim klasik mezardaki ritüellere…

Önce mezarın yanındaki boşluğu açıklayalım, ölenin sevdiği, eşi için hazırlanmış. Mezarın önündeki yanmış odunlar ise, her yıl 1 Kasımda ölülerin ruhlarını ısıtmak için yakılan ateşten kalanlar.

Sagada’da asılı tabutları ve mağaraların dışında neler var? Eko vadiye asılı tabutları görmeye giderken yol üzerinde St. Mary Kilisesi yer alıyor. Kilise geçen yüzyılda Sagada’ya gelen Amerikan Angelican misyonerler tarafından yapılmış. Sagada halkı Hristiyan olmakla beraber hala Pagan dininin ritüellerini de uygulamaya devam etmekteler.

Sagada yemyeşil sevimli bir kasaba. Şehrin çıkışında bakımsız teneke evler olsa da içinde çok sayıda bakımlı güzel evler de göze çarpıyor.

Öğlen yemeği için iyi bir lokanta aradık, rehberimiz ve lokanta sorduğumuz kişiler özellikle bir lokanta ismi söylediler. Biz de bu restoranı bulduk ancak çok kalabalıktı, sırada bekleyenler vardı. Daha programımızda gezilecek yerler olduğundan yemek için çok beklemek istemedik. Özellikle bu restoranda yemek ve yoğurt ürünlerinin tadılması öneriliyor. Uzak Doğu’da yogurt bulmak zaten şaşırtıcı idi. Ayrıca özellikli bir restoran olsa gerek. Biz fotoğrafını ekleyelim belki yolunuz Sagada’ya düşer.

Sagada turist çeken bir yerleşim yeri. Banaue’ye göre daha büyük, sevimli, yemyeşil bir köy. Dinlenmek amaçlı birden çok gün de kalınabilir. Ayrıca rafting, magaracılık, kano, gibi doga sporları yapmak içinde çok cazip bir yer olarak görünüyor.

Sagada ile ilgili son sözleri yine orada çekilen resimlere bırakıyorum
Dönüş yolunda pirinç teraslarına bakan kafedeki basamaklar da çok anlamlı.

Tabi bana da söyleyecek son söz, Sagada asılı tabutları görmek için ziyaret edilse de ilginç geleneği gördükten sonra zaman sizin. Bu kadar yol kat ettikten sonra asılı tabutların yanında kasabada geceleyip, doğada uzun yürüyüşler yapmak da ayrı bir keyif olsa gerek. Bu arada yukarıdaki resmi her daim hatırlayalım.

Filipinler Batad: 2000 Yıllık Pirinç Terasları

Filifinler - Batad

UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde pirinç tarlaları yer alır mı? Evet Filipinler Batad’daki pirinç tarlaları, 2000 yıl önce teraslanmış ve hala aynı teraslarda, aynı yöntemlerle pirinç üretiliyormuş. Bunu duyan bizler Türkiye’den kalkıp bu pirinç teraslarını görmeye Batad’a gittik.

Batad Banaue’ye 22 km uzaklıkta. Banaue yazımızda Batad ve Sagada için toplam 6000 Peso’ya (rehberlik ve ulaşım dahil) paket tur aldığımızdan bahsetmiştim. Otele bavullarımızı bırakıp, saat 9’da Batad’a doğru yola çıkıyoruz. Karadeniz’in köy yolları gibi oldukça virajlı, engebeli yolda ve yeşil doğanın eşliğinde yarım saat süren bir yolculuk sonunda artık arabaların devam edemeyeceği  bir noktaya geliyoruz. Batad Köyünden rehberimiz Andrew bizi karşılıyor. Andrew’in önerisi ile hediyelik eşya satan küçük dükkandan tahta baton kiralıyoruz ve muhteşem doğası olan yeşil patika bir yola giriyoruz. Gelenler gidenlerle yol hareketli.  Bir süre yürüdükten sonra  seyir terasında ilk pirinç tarlası fotoğraflarımızı çekiyoruz. Yürüdükçe görüş açımız genişliyor ve  giderek manzara daha etkileyici hale geliyor.

Arada yerleşim yerlerinin içinden  geçiyoruz ve yolumuzun üzerindeki köy okulunu da görüyoruz.  Okul demişken  Filipinler’de iletişim sorunu olmadığını belirtmem gerek. 7 den 70’e herkes İngilizce biliyor. Fazla sayıda olmamakla birlikte konaklama yerleri mevcut. 3-4 km yürüdükten sonra hediyelik eşya satışı yapılan ve yemek yeme imkanı bulunan manzaraya hakim yüksek bir yerleşim yerine geliyoruz. Evet meşhur pirinç terasları;  tablo gibi muhteşem bir manzara tam da karşımızda. Mekan aynı zamanda fotoğraf çekmek için çok uygun. Biz de bu ani kaydetmek istiyoruz ve fotoğraf çekmelere doyamıyoruz.

Molamız yağmurun başlamasıyla uzuyor, yağmur yağarken bu güzel manzaraya karşı öğlen yemeğimizi yiyoruz. Ne yediğimizi merak ederseniz, sebzeli pizza ve sebzeli omlet. Henüz Filipin yemeklerini denemeye hazır değilmişiz demek ki.

Karadeniz havası gibi birden yağmur kesiliyor, hatta güneş açıyor. Yağmur diner dinmez batonlarımızı alıp, pirinç tarlalarını yakından görmek üzere yola koyulduk. Macera yeni başlıyor.

Yeniden yerleşim yerlerinin içinden ve horozların arasından geçerek sonunda pirinç teraslarına ulaşıyoruz.

Andrew’u takip ederek pirinç teraslarını birbirinden ayıran dar duvarlar üzerinde yürüyoruz. Serde yürüyüşçülük olmasına rağmen başta tırstığımı itiraf ediyorum. Sopadan batonlarımızı kullanarak zamanla dengede durmaya alışıyoruz. Teras geçişleri arasında tırmanıp, iniyoruz. Dar duvarlar üzerinde iki kişinin yan yana durması çok zor. Bu nedenle aynı rota üzerinde dönüş yolunda karşılaşanlar birbirini kibarca bekleyerek yol veriyorlar.

Pirinçlerin hasat dönemi geçmiş, Andrew tarlalarda yeni ekim yapılmış pirinçleri gösteriyor ve bizi bilgilendiriyor.

Bu şekilde Tappiyah Şelalesinin coşkulu sesi eşliğinde zorlu yürüyüşümüz sürüyor, ancak şelaleyi bir türlü göremiyoruz. Kavuşmamız için karşımızdaki dağın arka yüzüne geçmemiz gerektiğini söylüyor Andrew. Bu arada dönüş yolundaki turistlere şelaleyi soruyoruz, ulaşmak zor ama değer diyorlar. Bu motivasyon ve enerji ile şelaleye varmayı başarıyoruz. Tabii bir de bunun dönüşü var ama  düşünmek için henüz erken, şimdi vuslatın keyfini çıkarmalı. 40 feet yüksekliğindeki şelalenin sesi kendisinden daha mı heybetli ne!

Şelaleyi görmek çocukça bir enerji veriyor, tehlikeli hareketler ile kaygan taşların üzerinde yürüyerek oldukça yakınına geliyoruz. Andrew Türkiyede’ de böyle şelaleler olup olmadığını soruyor, biz de var deyip keyifle sayıyoruz. Bence Türkiye’deki şelalelerin aşağı kalır yanı yok, hatta Kayseri Yahyalı’daki Kapuzbaşı Şelalesinin eşi benzeri yok.

Dönüş kolay geliyor ve yerleşim yerlerinde mola verip, köylülerden alışveriş yapıyoruz. Buradan aldığım, tüm seyahatim boyunca taşıdığım yarım kilo organik pirince kıymetli eşya muamelesi yapıyorum. Neler alınabilir derseniz ağaçtan yapılan el yapımı heykeller ve objeler ile şans kolyesi diyeceğim.

Dönüş yolumuzda yine dağlardan süzülen suların yanında yürürken, aşağıda pirinç tarlalarını seyrederken zamanın nasıl geçtiğini anlamadık.

Tahmin edildiği gibi araçların beklediği yere geldiğimizde bizim aracımızdan başka araç kalmamıştı, Batad’dan en son biz ayrıldık. Neyse virajlı yollarda karanlığa kalmadan dönmeyi başardık. 

Bu arada bir anımızı paylaşmadan geçemeyeceğim. Şelale’ye gitmeyip arkadaşlarının dönmesini bekleyen İsrail’li ve oldukça sempatik bir turist, Türk olduğumuzu öğrenince ardarda Türkçe kelimeler sıraladı. Nerede öğrendiniz deyince adını bizim bile bilmediğimiz Türk dizilerini saydı.

2000 yıl önce makine kullanılmadan el ile yapılmış, özel teraslanmış, mühendislik harikası sulama sistemine sahip muhteşem manzaralı pirinç tarlalarını görmek, görmekle kalmayıp, üzerinde yürüyüş yapmak keyif katsayısı oldukça yüksek, yaşamım boyunca unutamayacağım eşsiz bir deneyimdi. Yazarken de aynı keyfi aldım, umarım sizlere de yansıtabilmişimdir.

Tüm Filipinler gezimizin özeti yazımız ilginizi çekebilir.

Filipinler Gezi Rehberi – Adalar Ülkesi

 

 

Banaue Gezi Rehberi: Filipinler’in Yeşil Kuzeyi

Banaue,  UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan, 2000 yıllık pirinç teraslarının bulunduğu Batad ile asılı tabutların bulunduğu Sagada ‘ya ulaşımın sağlandığı, Ifugao Eyaleti sınırları içinde yer alan küçük bir yerleşim yeri. Filipinler’in kuzeyindeki Luzon Adası’nda ve Manila’ya 400 km uzaklıkta.

Banaue, Filipinler’de ilk durağımız. Yaklaşık 16 saat süren İstanbul Manila uçak yolculuğumuz sonrası uzun bir otobüs yolculuğu bizi bekliyordu.

Banaue’ye ulaşmak için, Manila Havaalanı’ndan Ohayami Trans otobüslerinin hareket noktasına geldik. Cor.Fajaryo St.Lacson Avenue, Sampaloc adresinde bu terminal. Özellikle adresi yazmak istedim, havaalanında inince başka otobüs terminalllerine yönlendirilebilirsiniz.

Havaalanından otobüs terminaline ulaşım için taksiye 600 Peso (12 dolar) ödedik. Otobüs durağı çok kalabalıktı ve her ülkeden turistler ve yerel halk bekliyordu. İnternette yaptığımız araştırmada her gün saat 21’de otobüs olduğunu öğrenmiştik. Bu otobüsü yakalama telaşı ile terminale ulaştık ancak otobüste yer kalmamıştı.

Korktuğumuz başımıza geldi diye düşünürken, yarım saat sonra kalkan, başka bir yere uğrayarak Banaue’ye giden otobüste yer bulmak bizi rahatlattı. Otobüs ulaşım ücreti kişi başı 450 Peso (9 dolar) Yüksek sezon olduğu için daha sık otobüs seferleri konmuş belli ki. On altı saatlik uçak yolculuğunun üzerine uzun otobüs yolculuğu kolay olmayacaktı tabii ki. Ancak başka bir ulaşım alternatifimiz yoktu. Manila’dan Banaue’ye yolculuğumuz dokuz buçuk saat sürdü. Neyse korktuğumuz kadar zor bir yolculuk olmadı. Uzun uçak yolculuğunun yorgunluğu ile deliksiz uyuduk. Otobüsle ilgili asıl sorun içinin çok soğuk olmasıydı.

Zorlu bir otobüs yolculuğu sonrası, sabahın erken saatinde otobüsten inince gördüğümüz manzaranın güzelliği, yeşili nefes kesiciydi. Ancak bizi bir sürpriz bekliyordu, otobüsten iner inmez, turizm ofisi elemanları ellerinde fiş ile bizi karşıladılar ve 20 Peso ayak bastı parası ödedik.

Banaue’de kalacak yer ayırtmamıştık. Erken saatte gittiğimiz için kolay yer bulacağımızı düşünmüştük. Otobüste önde oturuyorduk. Yolun sonuna doğru muavin ile sohbete başladık, tabii akıllı muavin kalacak yerimiz olup olmadığını sordu. Kendisinin muavinliğin yanı sıra turizmle de ilgilendiğini, yer bulma konusunda yardımcı olabileceğini söyledi. Otobüsün son durağında muavin ile servis aracına bindik. Komisyon karşılığı müşteri bulduğunu düşündüğümüz muavinin arkadaşları karşıladı ve bizi tam merkezde Uyumi’s Greenview oteline götürdü. Biz zengin turistler olarak aldatılacak mıyız endişesini taşıyorduk! Tek bir oteli görerek karar vermek yerine, hemen yanındaki iki oteli de gezdikten sonra üçüncü otelde karar kıldık. Daha sonra Banaue’yi gezince otellerin buranın en önemli otelleri olduğunu anladık. 

Uyumi’s Greenview Hotel üç kişilik odaya gecelik 1500 ve 2000 Peso, yanındaki People’s House 750 Peso, Korean Hotel 1000 Peso fiyat verdi. Korean Hotel’i tercih ettik, gecelik kişi başı 25 TL’ye mal oldu. Genel olarak otelimizden memnun kaldık.

Her üç otelin de müthiş bir manzarası vardı. Odamıza girer girmez karşılaştığımız manzara, görmek için o kadar yol katettiğimiz pirinç tarlaları, yemyeşil bir doğa ve akan sulardı.

İlk otelin manzarası güzel bir restoranı vardı ve çok sayıda turist kahvaltı yapıyordu bizim ulaştığımız saatte. Kalabalık bize yemeklerin güzel ve fiyatların uygun olduğunu düşündürdü ve ikinci akşam yemeğimizi bu otelin restoranında yedik. Gerçekten de tahminimiz doğru çıktı. Harika bir kuşkonmaz çorbası ve sebzeli pirinç tattık. Kasabanın küçük meydanında bizi çeken başka bir restoran da görememiştik zaten.

Banaue için turizm önemli  bir kazanç kapısı. Buraya konaklamaya gelen turistler kasaba civarındaki pirinç tarlalarının yanı sıra mutlaka Batad ve Sagada’ya gidiyorlar. Tabii otelimizi ayarlayan muavin aracılığı ile hemen yanımıza tur pazarlayan bir genç geldi. Batad ve Sagada programlarımız için uzun pazarlıklar ile toplam 6000 Pesoya  (rehberlik ve ulaşım dahil) turlar aldık. Aslında toplu ulaşım aracı jeepney ile iki yere de ulaşılabiliyor ancak ulaşım saatleri sabah gidip, akşam dönmeye uygun olmayabilir. Bu durumda Batad’ta olmasa bile Sagada’da konaklamak gerekebilir. Zamanı olan gezginler toplu ulaşım araçlarını tercih edebilirler, biz üç kişi olmanın avantajını kullanarak  iki gün özel araba ve rehberle dolaşmayı tercih ettik. Kişi başı maliyet iki gün için toplam 40 dolar tuttu. 

Banaue’ye yeterli miktarda Peso ile gelmek iyi olur. Küçük bir kasaba ve döviz bozduracak sınırlı yer olduğundan havaalanına göre çok daha düşük bir kurdan dolar bozdurduk.

Asıl teraslı pirinç tarlalarını görmek üzere geldiğimiz kasabada bizi ilk görüşte çarpan araçlar jeepneylerdi. Amerikalılar II. Dünya Savaşı sonrası ülkeden ayrılırken askeri jiplerini bu ülkede bırakmışlar. Filipinliler de bu araçları modifiye ederek toplu ulaşımda kullanmışlar. Dünyanın başka hiçbir ülkesinde görmediğimiz rengarenk araçlar bize çok çarpıcı geldi. 

Kasabanın küçük bir meydanı var ve tüm alışveriş yerleri burada toplanmış. Banaue’de konakladık ve Batad ve Sagada turlarını aldık, aslında daha uzun süre kalınıp çevrede yürüyüş rotalarına katılınabilir.

Doğası ve dumanlı havası ile memleketim Karadeniz’e çok benzeyen Banaue, şimdiden anılarımda özel  yerini aldı. 
 Filipinler Gezi Rehberimizi okumak isterseniz.
 

 

 

 

Madrid Gezi Rehberi: Müzeler Diyarı

Meydan, park ve sokaklarıyla yaşayan şehir Madrid, aynı zamanda kültür ve sanat severlere de hitap ediyor. Sanat sevenler için adeta bir “Müzeler Diyarı” olan şehirde, bu ölçekte bir şehirden beklenmedik sayıda müze  bulunuyor.

Biz de Madrid’deki ikinci günümüzde bu müzelerin en önemlilerinden, Prado ve Reina Sofia Müzelerini gezdik. Dünya çapında önemli bu iki müzenin en önemli eserlerini birlikte gezebiliriz.

Prado Müzesi

Gran Via’da doğu yönünde düz ilerleyip, Cibeles Meydanı’na vardığımızda Paseo Del Prado’ya dönüyor ve bu yolu takip ederek kolayca Prado Müzesi’ni buluyoruz. Metro kullanıldığında Banco de Espana veya Atocha metro istasyonundan ulaşılabilir. Müze biletlerimizi önceden 1 Euro fazla ödeyerek 15 Euro’ya online aldık ve bilet alırken  gezi tarihimize denk gelen (31 Mayıs-11 Eylül tarihleri arasındaki) geçici Hieronymus Bosch sergisini de izlemek istediğimizden saat 10.00’a rezervasyon yaptırdık. Sadece müze koleksiyonunu görmek isterseniz saat belirlemeniz gerekmiyor, gün içinde istediğiniz saatte ziyaret edebiliyorsunuz.

Madrid’de görülmesi gereken müzelerin başında gelen ve dünyanın sayılı müzeleri arasında yer alan Prado Müzesi’ni neoklasik tarzda binası, eserler ve eserlerin sergileniş tarzı açısından çok beğendim. Ancak, galeriler labirent gibi olduğundan atlamamak için mutlaka müze planı ile gezilmeli.
 
Hieronymus Bosch (1450-1516)
Müze ziyaretimize giriş katında yer alan Hollandalı erken Rönesans dönemi ressamı Bosch’un geçici sergisi ile başladık.  Yaşadığı dönem açısından, resimlerinde kullandığı gerçeküstü imgeler ve  yaratıcı zekası ile öncesinde tanımadığım ressamın beni oldukça şaşırttığını ifade etmeliyim. En karmaşık, esrarengiz, aynı zamanda en ünlü çalışması olarak tanımlanan “The Garden of Earthly Delights Triptych- Dünyevi Zevkler Bahçesi (1500-1505)” adlı  eseri Salvador Dali’yi hatırlattı ve muhtemelen Dali’nin ressamdan ilham almış olabileceğini düşündüm.
 
Üç panelden oluşan bu altar resminde; ilk panelde cennet, ikinci panelde dünya, üçüncü panelde ise cehennem tasvir edilmiş. Ressam cehennem bölümüne kendi portresini de yerleştirmiş. Yan paneller kapandığında ise dış kapaklarında dünyanın yaradılışının anlatıldığı başka bir resim oluşuyor.
Bosch sanat eleştirmenlerince gizemini koruyan bir ressam. Bu eseri hakkında da farklı görüşler var; Bazı eleştirmenlerce dünyevi şeyleri yücelttiği, karşı görüşteki eleştirmenlerce ahlaki çöküşün eleştirisini yaptığı ifade ediliyor. Hangi görüşü yansıtırsa yansıtsın gerçek olan sanatsal ifade tarzının özgünlüğü ve mükemmelliği.
 
Yine sergide yer alan, ortasında “ Dikkat dikkat, Tanrı seni gözlüyor” yazısının bulunduğu bir göz ve bu gözün etrafında yedi ölümcül günahın betimlendiği bir başka ilginç resim.

“ The Tabletop of the Seven Deadly Sins –Yedi Ölümcül Günah-1480”

Dünyanın en nev’i şahsına münhasır ressamları arasında olan sanatçının, tüm eserlerini bir arada görmek bizim için paha biçilemez bir fırsat oldu. Bosch’un büyük hayranı olan Kral II. Felipe zamanında sanatçının pek çok eseri İspanya’da toplanmış. Bu arada, Bosch’un  en fazla eseri Prado Müzesi’nde bulunmaktaymış. “Dünyevi Zevkler Bahçesi, “Yedi Ölümcül Günah” ın yanında yine en önemli eserlerinden ”The Haywain Triptych -Saman Arabası 1512-15” ve “Extracting the Stone of Madness- Deliliğin Tedavisi 1501-5” ile  “The Adoration of Magi Triptych 1494”,“The Temptation of Saint Anthony 1510-15” adlı eserlerinin müze  koleksiyonunda  olduğunu meraklısı için belirtelim.

Prado’da fotoğraf çekilmesine izin verilmiyor. Resimler müzenin mağazasından aldığim “Visitor Guide” dan çekilmiş veya internetten alınmıştır.
 
Müze Koleksiyonu
Kuzey Rönesans sanatının önemli eserlerine ev sahipliği yapan müzede, Bosch, Rubens, Titian, Raphael, Murillo, Dürer, El Greco, Caravaggio, Ribera, Rembrant, Bruegel, Sorolla ve daha birçok değerli sanatçının eseri bulunuyor.
Müze koleksiyonundan bazı eserler:

Hollanda’nın ilk önemli ressamı Rogier Vander Weyden (1400-1464) ‘in “The Descent from the Cross- Çarmıhtan İndiriliş-1435” adlı çalışması, canlı renkleri ve yüz ifadelerinde yansıtılan derin hüznü ile öne çıkıyor. Resim müzenin en önemli eserleri arasında kabul ediliyor.

Jose de Ribera’nın konusunu İncil’den alan resmi “Jacop’s  Dream –Yakub’un Düşü 1639”

Caravaggio’nun  ışığın konrast kullanımı ile öne çıkan eseri  ”David and Goliath- Davut ve Golyat -1600”

Titian’ın “Equestrian Portrait of Charles V at Mühlberg- V. Charles’in Atlı Portresi -1548” adlı eseri 

Ressamın, Dürer’in “Şövalye, Ölüm ve Şeytan-1513” adlı gravüründen esinlenerek yaptığı Habsburg hükümdarının bu portresi, sanat tarihindeki en önemli portreler arasında sayılıyor.

Titian “Danae and Shower of Gold- Danae ve Altın Duş-1553”

II. Felipe tarafından yaptırılan, konusunu Roma’lı şair Ovid’in epik şiiri “Metamorfozlar” dan alan Titian’ın“Poesie” adlı bir dizi resminden biri.

Alman ressam Albrecht  Dürer “Self-portrait-1498” adlı çalışmasında otoportresini yapmış, iyi de yapmış.
Yine Dürer’in gerçek insan ölçütlerinde yapılmış ilk Adem ile Havva betimlemesi olan “Adam and Eve- Adem ile Havva-1507” adlı eseri. İki ayrı ahşap panel üzerine yapılan bu resimler, İsveç Kraliçesi Christina tarafından IV. Felipe’ye hediye edilmiştir. 
El Greco “The Trinity 1577-79”
El Greco’nun Roma ve Venedik sanatının izlerini taşıyan İspanya’daki ilk çalışmalarından.

El  Greco “The Nobleman with his Hand on his Chest-1580”

Rönesans döneminde daha çok siyasal iktidardaki kişilerin portreleri yapılırken, El Greco bu sanatı halka indirmiştir. Bu kapsamda Toledo’da yaptığı ilk çalışmalarından. Portrenin kime ait olduğu bilinmiyor.

Rembrandt “Judith at the Banquet of Holofernes -1634”

Konusunu İncil’den alıyor. Halkını kurtarmak için Asur Generali Holofernes’i öldüren Judith’in, Generali öldürmeden önceki hali resmedilmiş. Resmin en önemli özelliği ışığın etkili kullanımı.

Tintoretto “Christ washing the Disciples’feet- İsa Havarilerinin Ayaklarını Yıkaması- 1547”

Venedik’li ressam, döneminde resimde sık kullanılan favori konulardan birini, son akşam yemeğinden önceki bir sahneyi anlatmış.

Raphael “The Cardinal-1510”
Raphael, Kardinal Francesco  Alidosi’nin bu portresini yaparken resmin duruş kompozisyonunda, Leonardo  da Vinci’nin “Mona Lisa” sından ilham almış görünüyor.
İspanyol ressamlar  Velazquez ve Goya’dan özellikle bahsetmek istiyorum:
 
Diego Velazquez  (1599-1660)
Saray ressamı olan ve portreleriyle tanınan Velazquez’e resimlerinde abartıdan uzak durması ve doğallığı tercih etmesi nedeniyle “Gerçeğin Ressamı” lakabı verilmiş. Velazquez’in Las Meninas (Nedimeler 1656) adlı eseri Prado’daki en önemli eser sayılıyor. IV. Felipe döneminde sarayın baş ressamlığına getirilen ressamın bu  resmini değerli kılan özelliği, üç boyutlu yapılan ilk resim olması imiş.  
   

Pablo Picasso da çok etkilenmiş olmalı ki kübik tarzda 58 resimlik bir Las Meninas koleksiyonu oluşturmuş.

Barselona’da Picasso Müzesindeki Las Meninas  serisinden bir örnek
Picasso’ya ilham veren bu resim, Barselona’daki Picasso Müzesi’nde sergilenen seriyi farklı bir gözle yeniden görme isteği uyandırıyor.
 
“The Surrander of Breda-Breda’nın Teslim Edilişi (1634-1635)”

Velazquez’in bu önemli eserinde, Hollandalı General Justin of Nassau’nun Breda şehrini (anahtarını)  General Ambrogio Spinola yönetimindeki İspanyol güçlerine teslim etmesi, doğal ve gerçekçi bir atmosfer içinde anlatılmış. 

Sanatçının mitolojiden esinlenerek yaptığı ilk resmi “The Drinkers or The Feast of Bacchus-(1628-1629)”

“The Buffoon Diego de Acedo, ‘El Primo’ -1644”

Velazquez, Habsburg dönemi İspanyasında mahkemelerde eğlence figürü olarak kullanılan cücelerden, takma adı El Primo olan Don Diego de Acedo‘yu resmetmiş. 

“Prens Balthasar Charles’ın Atlı Portresi”  ve “The Spinners or The Fable of Arachne -Dokumacı Kadınlar”  ile daha pek çok eseri müzede müze koleksiyonunda yer alıyor. 

Francisco Goya (1746-1828)

Picasso’nun en çok etkilendiği  ressam olan Goya, toplumsal bilince sahip ilk ressam olarak tanınıyor ve İspanyol modern dönem ressamlarının da öncüsü kabul ediliyor. Zorlu bir yaşamı olan ressamın resimleri de çalkantılı yaşamı paralelinde gelişmiş. Saray’ın himayesinde saray ressamlığı yaptığı dönem var. 62 yaşında iken Fransızlar tarafından sivillerin katledilişinden çok etkilenerek toplumsal resimler yapmış. “Sağır’ın Evi” nde inzivaya çekildiği dönemde yaptığı soyut ve depresif resimleri var. Bu dönemde evinin duvarlarına yaptığı ve isimlendirmediği  “Karanlık Resimler”i sonradan tuvale aktarılmış, Prado Müzesi’nde ayrı bir bölümde sergileniyor.

“The Third of May, 1808- Mayıs’ın Üçü,1808” Fransızların sivil İspanyolları katlettiği günü anlatıyor.

Goya’nın   yaşadığı   dönemdeki   koşullar (Engizisyon   mahkemeleri,   İspanya’nın işgali, vb.)  dikkate alındığında, ülkesindeki insanlara uygulanan politika ve şiddeti tuvaline bu şekilde yansıttığı yorumlanmaktadır.

Goya’nın iktidar hırsının, insanı (çocuklarını bile yok edecek ölçüde) nasıl vahşileştirebildiğini anlatan, karanlık dönem resimlerinden “Oğlunu Yiyen Satürn 1819-1823” tablosu, konusunu Yunan mitolojisinden alıyor. Yunan tanrısı Kronoss/Satürn kendi yerine geçeceği kaygısıyla beş oğlunu doğar doğmaz yer. Karısı Ops, altıncı oğulları Zeus/Jüpiter’i  Girit’de saklar. Sonunda Satürn’ün kehaneti doğru çıkar ve  Jüpiter babasının yerine geçer.

Mitolojiden esinlenerek aynı konuyu işleyen Rubens’e ait  bir tablo daha var. Bu iki muhteşem resmi karşılaştırarak görmenizi öneririm. Sağda Goya’nın tablosu, solda Rubens’in  eseri yer alıyor.
Yine ressamın önemli resimleri arasında yer alan “Çıplak Maya, “Giyinik Maya” resimleri, Müzede yan yana sergileniyor. İspanyol engizisyonunun çıplak kadın resimlerini yasakladığı dönemde, Goya İspanya Başbakanı Manuel de Godoy’un isteği üzerine önce “Çıplak Maya” daha sonra “Giyinik  Maya” resimlerini yapıyor.  Sanatçının bu resmi, ardından gelen İzlenimci ressamları etkilemiştir.

 “The Naked Maja-1797-1800”

Şahsen sanatsal ve estetik açıdan “Çıplak Maya” resmini daha etkileyici buldum.

“The Family of Charles IV-1800”

Kral IV üncü Charles ve ailesini çizdiği bu resminde Goya,”Las Meninas” ve ”Velazquez”e hayranlığının bir belirtisi olarak, arka planda kendi portresine yer vermiştir.

Goya’nın müdürlüğünü de yaptığı, Prado Müzesi’nin bahçesinde heykelini görünce, “Osman Hamdi Bey” in İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin önünde bir heykelinin bulunmamasına çok hayıflanıyoruz.

Giriş katıyla birlikte 3 kattan oluşan müzede çok sayıda eseri görebilmek için geniş zaman gerekiyor. 5 saat ayırdığımız müzede bizim göremediğimiz bir de heykel bölümü var. Madrid’e geldiğinizde sanatla çok ilgili olmasanız bile bu değerli müzeye uğrayın ve kendinizi görsel bir şölene bırakın, pişman olmazsınız.

Reina Sofia Müzesi
 
Fotoğraf, resim, heykel, grafik vb. karma eserlerin bulunduğu, video ve film gibi görsel malzemelerin de kullanıldığı çağdaş sanatlar müzesi. Bu eserlerin yanında sanat eserleri üzerine yazılan binlerce kitaba ev sahipliği  yapıyor,  arşiv hizmeti de veriyor. 1805 yılında inşa edilen Madrid’in ilk büyük hastanesi 1978 yılında müzeye dönüştürülmüş ve   İspanya kraliçesinin adını almış. 

Müzenin 2 ve 4 üncü katlarında sürekli koleksiyonlar bulunuyor. Diğer iki kat (Koleksiyon için ayrılan bölümler dışında) geçici sergilere ayrılmış. Başta Salvador Dali, Miro ve Picasso olmak üzere İspanya’nın modern dönem sanatçılarının eserleri müze koleksiyonunda yer alıyor. Atocha metro durağından ulaşılabilir. Salı günleri kapalı.

Müzedeki en değerli eser; Picasso’nun “Guernica” sı , İspanya iç savaşı döneminde Franco’nun izni ile Alman orduları tarafından, Guernica kasabasının bombalanmasını anlatıyor. Nasıl savaşın acımasızlığını betimleyen, savaş karşıtı en güzel edebi eser  “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” ise bunun resim sanatındaki  karşılığı “Guernica”’da hayat buluyor. Picasso ülkesi özgür oluncaya kadar resminin İspanya’ya girişini yasakladığından, New York Modern Sanatlar Müzesinde misafir olan resim, İspanya’ya 1981 yılında gelebilmiş.
Müzede diğer eserlerin fotoğraflarını çekme izni varken, Guernica’nın sergilendiği salondaki eserleri çekmek yasaktı. Ancak, bu önemli eseri internetten kopyalayarak ekliyorum. 

Ünlü resmin önündeki hayran kitlesi hiç azalmıyor, şöyle bir baş başa kalamıyorsunuz. Beklediğimden daha büyük 3,5X7,8  metre ölçülerindeki bu etkileyici resimle vedalaşmamız biraz zor oluyor. Aynı odada resmin yapılış aşamaları, eskizleri de yer alıyor. Dora Maar’a ait açıklamalı fotoğraf serisi bulunuyor. 
 
Müze koleksiyonunda yer alan diğer eserlerden özellikle Francese Catala-Roca (1922-1998), Gabriel Cuallado (1925-2003) ve diğer fotoğraf sanatçılarının fotoğraflarından çok etkilendim. 
Müze koleksiyonundan bazı eserler: Dali, Picasso ve Solana’dan
Figures by the Seal-1932

Picasso bu resminde, 1929 yılında Cannes sahilleri için planladığı büyük anıt kompozisyonunu tuvale aktarmış. 

Müzenin 2 nci katında sergilenen “Guernica” yı dünya gözü ile görmenizi hararetle öneriyorum.

Prado Müzesi dünyanın en ünlü müze ve sanat galerisi,  resim sanatında en ünlü ressamların seçkin eserleri sergileniyor. Reina Sofia Müzesi de dünyanın en büyük modern sanat müzeleri arasında yer alıyor. 20. yy sanat eserleri ve ağırlıklı İspanyol sanatçılarının çok sayıda eserleri sergileniyor. Madrid gezimiz öncesi  bu iki müzeyi görmeyi programımıza almıştık. Gitmeden önce de tüm eserleri yeterince incelemeye zamanımızın yetmeyeceğini düşünerek müzenin kendimce önemli gördüğüm eserlerini listelemiştim. Tabii ki öznel listeyi paylaşarak hem gezilerinize  tat katmak hem de bazı eserlerin daha dikkatli incelenmesine  yardımcı olmak istedim. Ayrıca ben göremesem de diğer  müzeleri kısaca tanıtmak istedim. Bazı gezginler ilgi alanlarına ve Madrid’de geçirecekleri zamana göre bu müzeleri de programlarına eklemek isteyebilirler. 

Museo Thyssen –Bornemisza: Dünyanın en önemli özel koleksiyonları arasında sayılıyor. Son eklenen izlenimci ve geç izlenimci ressamların eserleri ile daha da zenginleşmiş. Banco de Espana veya Atocha metro istasyonundan ulaşılabilir.   

Museo Naval: İspanyol denizcilik tarihi ile ilgili bu müze, Dünyadaki en önemli denizcilik müzeleri arasında sayılıyor. Banco de Espana metro durağından ulaşılabilir.

Museo Sorolla: Valancia’lı ressam Joaquin Sorolla’nın (1863-1923) yaşadığı ev müzeye dönüştürülmüş. Ressam tarafından Endülüs tarzında tasarlanan bahçesi ile de ilgi çekiyor. Sanatçının eserleri ile başka sanatçılara ait seramik, heykel ve resimlerin sergilendiği Müzenin bazı bölümlerinde özel geçici sergiler de düzenleniyor.  
Museo de America: Latin Amerika kültürlerine ait eserler sergileniyor. Kuzeybatı yönünde, şehrin dışında bulunuyor.
Museo Cerralbo: 17 nci Ceralbo Markizi’nin hayatı boyunca topladığı eserleri kente bağışlaması ile oluşturulmuş. Plaza Espana metro durağı ile ulaşılabilir.
Museo Arqueologico Nacional: İspanya dışında Mısır, Etrüks, Antik Yunan gibi medeniyetlere ait eserlerin de sergilendiği oldukça eski ve zengin bir koleksiyona sahip arkeoloji müzesi. Serrano veya Colon metro durağından ulaşılabilir.
Museo Municipal: Kentin 1833 yılındaki maketinin de bulunduğu Kent Tarihi Müzesi. Trıbunal Metro istasyonu kullanılabilir.
Biblioteca Nacional: Nam-ı diğer kağıt Prado. Ünlü ressamların çizimleri, gravürler, ilk baskı ve el yazmaları vb. eserler yer alıyor.
Museo Lazaro Galdiano: Sanat koleksiyoncusu Jose Lazaro Galdiano’nun özel  koleksiyonundan oluşuyor. Goya’nın “Cadıların Sebti” müzenin en değerli eseri kabul ediliyor. Ruben Dario metro istasyonundan ulaşılabilir.
Museo Nacional del Romanticismo: Sergilenen resimler, mobilyalar ve eşyalar ile Ondokuzucu yüzyıl dönemi ve romantizmini yansıtan ev müze.Trıbunal metro istasyonundan ulaşılabilir.
Real Academia de Bellas Artes de San Fernando: Bir zamanlar Goya, Picasso ve Dali’nin de  öğrencileri arasında olduğu Güzel Sanatlar Akademisi kraliyet sanatçılarının eserleri bulunuyor. Sol veya Sevilla metro durağı kullanılabilir.
Museo del Ferrocarril: 1971 yılına kadar hizmet veren ve İspanya’nın ilk tren istasyonu olan “Delicias” 1984 yılında müze yapılmış. Meraklısı için ilginç olan bu müzeye Delicias metro durağından ulaşılabilir.
Museo de Antropologico: İspanya’da bilime adanan ilk müze vasfını taşıyor. Kişisel bir girişimle 1875 yılında kurulmuş ve Devlet’in desteği ile geliştirilmiş. Afrika ve Asya’dan,  Uzak Doğu  ve Latin Amerika’ya kadar çok farklı kültürlere ait ait eser ve kalıntılar toplanmış.

Çocuklar için Doğa Bilimleri Ulusal Müzesi’ni sporseverler için Atletico Madrid Müzesi ile Real Madrid Müzesi ve Bernabeu Turu’  nu da ekleyelim.

Güneşin çiçekleri renklendirmesi gibi, sanat da hayata renk verir” demiş, Lord  Auebury.
Renksiz kalmayın!
Madrid’i gezmek isterseniz.

En Uygun Fiyatlı Uçak Bileti Nasıl Alınır?

??????????
Gezgin olarak yurt dışı gezi programımızı yaparken belki de en çok önem verdiğimiz, maliyetimizi  en çok etkileyen kalem uçak fiyatları oluyor. Uçak fiyatları da borsada hisse senedi almak gibi, haftanın hangi günü aldığınıza, uçuştan kaç gün önce aldığınıza, aldığınız havayolu şirketine göre değişmektedir.
Bu yazıda önce güncel bir araştırma sonuçlarını özetleyip sonra kendi deneyimlerimi yazmak istedim.
Expedia  (Dünyanın en büyük online bilet satan şirketi) ve Airlines Reporting Corporation’ın ‘2017 Yılı Dünya Çapında Havayolu Seyahat Trendleri ve Fiyatları’ konusundaki araştırmaları  ucuz uçak bulma konusunda da bazı noktaları ortaya koymaktadır.
.
Araştırma 2016 yılı Ocak-24 Kasım 2016 döneminde gerçek verilere dayanarak yapılmış. araştırma bulgularına göre:
 
  • Tüm dünyada ortalama uçak fiyatları düşmektedir. Tek yön ve gidiş dönüş ekonomi sınıfı bilet fiyatları 2013 yılından bu yana en düşük düzeyde.
  •  Uçak bileti reservasyonu  için en uygun gün  pazar,   en kötü gün ise cuma. İş seyahatine çıkacaklar genellikle cuma günleri bilet almayı tercih ediyorlar.
  • Uçuş tarihinden 21 gün önce alınan biletler en uygun fiyatlı olabiliyor.
  • Uçak bileti alırken aynı anda otel ve araba kiralamayı sağlayan paketler çok avantajlı. Önce uçak biletini alıp, ayrı ayrı otel ve araba kiralamak daha maliyetli olabilir.
  • Birçok ülkede genellikle Cumartesi gününü kapsayan gidiş dönüş biletleri daha uygun fiyatlı oluyor. Ancak Çin ve Kuzey Asya’da tersine Cumartesi dahil fiyatlar daha pahalı
  • Araştırmaya göre global olarak havayollarının   kapasitesi bir yılda ortalama  % 5 artmış. Bu durum daha çok uçak daha çok destinasyona uçuyor demek. En gözde 500 destinasyon içinde 2015 ten 2016 ya en fazla artış gösteren havaalanları Kuba, Havana Havaalanı (%53 artış),Vietnam Da Nang Havaalanı (%51 artış) olmuş.
Güncel bilimsel verileri içeren araştırma sonuçları ile hangi günler, ne kadar süre önce bilet almanın ekonomik olacağını özetledik.
 
Şimdi bir gezgin olarak kendi deneyimlerimi anlatmak istiyorum. Gezilerimi planlarken temel ilkem en ucuz bilet ile seyahat etmek. Gezi planlaması sonra başlıyor. Bunun için neler yapıyorum.
  • Belirli havayollarının mail gruplarına üyeyim. Tüm promosyonlardan haberdar olmaya çalışıyorum.
  • Seyahat tarihleri ve günleri konusunda esnek davranıyorum. Genellikle hafta arası salı çarşamba günleri bilet fiyatları daha düşük oluyor. Ayrıca sabah erken saatler ve akşam saatleri fiyatların daha yüksek olması nedeniyle, gün içi saatleri tercih edebilirsiniz.
  • Biletleri çok önceden alıyorum. Biletlerimi altı ay sekiz-dokuz ay önceden alındığım çok oluyor. Yaz kampanyasında kışın uçacağım yerlerin, kış kampanyasında yazın uçacağım yerlerin biletlerini hazırlıyorum. Aslında hep cüzdanımda bir iki üç bilet  hazır bulunuyor. Emin olun hepsi de ucuza alınmış oluyor. Gideceğim tarihlere yakın bilet fiyatlarının üç, dört kat arttığını görüyorum.
  • Düşündüğüm destinasyona uçak bileti alırken belirli bir havayolunun sayfasını değil, aynı anda çok sayıda havayolu fiyatlarını bir arada gösteren arama motorlarını kullanıyorum. Önerebileceğim siteler, skyscanner.com, expedia.com, kayak.com, momondo.com, ekobilet.com, turna.com
  • Arama motorlarına alarm kuruyorum, bilet fiyatı düşerse hemen haberdar oluyorum
  • Bir rotada birden çok uçuş varsa gerekirse birden çok havayolu kullanarak aktarmalı uçuyorum.
  • Uçuşlarımdan mil kazanıyorum bunları zamanında kullanıyorum.
  • Harcamalarımdan mil kazandıran kredi kartı kullanıyorum. Harcamalarımı çoğunlukla kredi kartı ile ödüyorum. Kullandığım kredi kartında yeterli mil puanım olmasa da gerekirse avans kullanarak bilet alıyorum. Bu avansı bir yıl içerisindeki kazanacağınız puanlar ile kapatabiliyorsunuz. Kapatamazsanız da yıl sonunda faiz işlemeden kapatabiliyorsunuz. 
  • Seyahat bloglarını takip ediyorum,promosyonlardan haberdar oluyorum.

Leipzig Gezi Rehberi: Tarih, Sanat, Kültür ve Daha Fazlası

Almanya’nın en eski kentlerinden ve Saksonya’nın ikinci büyük kenti olan Leipzig’in kuruluşu Orta Çağ’a kadar dayanıyor. Konumu nedeniyle ticaret merkezi olmuş, birçok ticaret fuarına ev sahipliği yapıyor. 15 inci yüzyıldan itibaren kitap ve yayın dünyasının merkezi  olan kentte Frankfurt’dan sonra Almanya’nın ikinci büyük kitap fuarı düzenleniyor. Aynı zamanda bir üniversite kenti; öğrencileri arasında Goethe, Gottfried Leibniz, Angela Merkel, Friedrich Nietzsche gibi pek çok ünlünün bulunduğu Almanya’nın ikinci en eski üniversitesi bu kentte kurulmuş (1409).

Kentin meziyeti bunlarla sınırlı değil, klasik müzik festivalleri ve etkinlikleri ile de ön planda. Ünlü Alman besteci Johann Sebastian Bach ömrünün son 27 yılını burada geçirmiş. Kent müzisyenle o kadar bütünleşmiş ki “Bach’ın Kenti” diye de anılmakta. Robert Schumann’ın yaşadığı, Richard Wagner’in doğduğu ve müzik eğitimini  aldığı kent. Yine ünlü Alman besteci Mendelssohn, yaşadığı dönemde Leipzig’i Avrupa’nın önemli müzik merkezlerinden biri haline getirmiş.

Tarihi yönlendiren önemli olaylara sahne olmuş; Katolik kilisesine karşı reform hareketi, Martin Luther’in St. Thomas Kilisesi’nde verdiği vaazlarla başlamış. 1813 yılında Napolyon bu kentte bozguna uğratılmış. Berlin duvarının yıkılmasıyla sonuçlanan toplumsal hareket 1982 yılında ilk bu kentte başlamış.

Nazım Hikmet’in yolu da ömrünün son yıllarında bu kentle kesişmiş. Kendisine yaşlılığın dayanılmaz ağırlığını hatırlatan Leipzig’li kızlara yazdığı meşhur bir şiiri de var.  Gezimize bu şiirinden bir dörtlük ile başlayalım.
“Leipzigli kızların bacakları gayetle güzel,
etekleri de gayetle kısa,
ömrümün bu kadar gerilerde kaldığını görmezdim, 
Leipzigli kızların bacakları böyle uzak olmasa…”

Doğrusu Leipzig gezisi aklımızda yoktu. Dokuz  gün ayırdığımız Berlin gezimiz öncesinde Berlin’in çevresindeki yakın şehirleri araştırırken keşfettik ve programımıza aldık, iyi ki de almışız. Leipzig’e  ulaşımda  ekonomik olması nedeniyle otobüsü tercih ettik.  Berlin’den otobüsle ulaşım iki saat sürüyor ve gidiş– dönüş bilet ücreti yaklaşık  15 Euro. Hızlı tren ile daha kısa zamanda ulaşmak mümkün. Şehre İstanbul’dan THY’ nin düzenli uçuşları var.
 
Sabah 8.00 civarında otobüsten geniş bir cadde (Goethe Strasse) üzerinde indik ve kentin ünlü meydanı Augustusplatz’a çıktık. Meydan adını ilk Saksonya kralı Frederic Augustus’dan almış. Büyük cadde ve meydanlara Martin Luther, Richard Wagner, Goethe gibi  kentin önemli kişi ve sanatçılarının adları verilmiş.
 
Pazar sabahı geldiğimiz saatte henüz şehir uyanmamıştı, tabii biz de. Açık bir kafe ararken Augustusplatz’dan Grimmaischer sokağına girer girmez hemen sağda Lukas kafeyi gördük. Sessiz, sakin bir Pazar sabahı yeni bir şehirle tanışmanın heyecanı ve her şeyden azade huzuru içinde hayatımda yaptığım en güzel kahvaltılardan biri idi. Zaman zaman hayat çok zor geldiğinde, o sabahki ruh halime ışınlanmak istiyorum. 

Tüm Avrupa kentlerinde olduğu gibi Leipzig’de de görülmeye değer çok sayıda müze var. Biz bu ilk gelişimizde müze gezmekten ziyade eski kent merkezinde dolaşmayı tercih ettik. Eski kent içinde yürüyerek her yere ulaşmak mümkün.

Kent turumuza Augustusplatz‘dan başlıyoruz. Geçmişte Napolyon’un bozguna uğratıldığı meydan, günümüzde kentin müzik merkezine dönüşşDünyanın en eski (1781) senfoni orkestralarından Leipzig Gawendhaus Orkestrasına ev sahipliği yapan Gawendhaus binası bu meydanda bulunuyor. 1981 yılında yapılan orkestranın bu üçüncü binasının en önemli özelliği, akustiği ile (en büyüğü 9,5  mt., en küçüğü 8 cm. olan ve 6638 borudan oluşan) devasa orgu imiş. Felix Mendelssohn (1835-1847) ve Kurt Mansur (1970-1996) da orkestranın şefliğini yapmışlar. Ayrıca orkestranın şöyle bir mottosu varmış: “Gerçek Keyif Mühim Meseledir”. Demek oluyor ki bu orkestra dinlenecek!

Konser salonunun hemen önünde  Leipzig’in en büyük anıt çeşmesi olan Mende Çeşmesi (The Mende Fountain- 1883-1886) yer alıyor.

Gawendhaus’un tam karşısında ise Avrupa’nın en eski operalarından (1693) birine hizmet veren Leipzig Opera Binasını görüyoruz. Operanın bağımsız bir orkestrası olmadığından temsillerde Gawendhaus Orkestrası eşlik ediyormuş.

Miler Hermann Hanselmann tarafından açık bir kitap şeklinde tasarlanan ve 1968-1972 yıllarında yapılan City- Hochhaus binası da yine meydanın yakınında yer alıyor. Eskiden Leipzig Üniversitesi tarafından kullanılan binada bürolar, restoranlar ve bir gözlem platformu bulunuyormuş

Leipzig Üniversitesi’ne ait Paulinum binası, yerine inşa edildiği Aziz Paul Kilisesi’ne atfen kilise şeklinde tasarlanmış. City- Hochhaus ile birlikte hoş bir profil oluşturmuşlar.

Meydandan Grimmaischer sokağına girildiğinde heykeltraş Bernd Göbel’in eseri “Zamansız Çağdaşlar- 1886-89” heykelini görüyoruz. Anlamını çözmeye uğraşmayın güzel bir heykel deyip geçelim!

Leipzig’de her köşe başında karşınıza bir sokak müzisyeni çıkıyor. Sokaklar müzik çınlıyor. 

Yürümeye devam ediyoruz aslan heykellerinin olduğu tarihi bir çeşmenin arkasındaki meydanda, kentin ilk barok binalarından Borsa binası bulunuyor. Eskiden Leipzigli işadamları burada buluşurlarmış. Johann Georg Starcke tarafından tasarlanan bina 1678-87 yıllarında inşa edilmiş. Ancak, kentteki birçok yapı gibi İkinci Dünya Savaşı sonunda yeniden yapılmış. Binanın önünde Alman edebiyatçı  Goethe’nin (1749-1832)  heykeli yer alıyor.

Meydanın yanında eski kent merkezindeki en çekici bina olan Altes Rathaus (Eski Belediye Binası) uzanıyor. 1556-57 yılları arasında Rönesans tarzında inşa edilen bina 1909 yılına kadar belediye hizmet binası olarak kullanılmış. Şu anda Leipzig Kent Tarihi Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor. Müzenin bu konuda Avrupa’nın en zengin koleksiyonuna sahip olduğu ifade ediliyor.

Altes Rathaus’un diğer tarafında ise Pazar (Markt) Meydanı bulunuyor. Meydanda çeşitli eşyalar ve içeceklerin satıldığı tezgahlar kurulmuş. Gün içinde giderek canlanan Meydandan birkaç kez geçtik,  birinde bize nostalji yaşatan bir pop konserine denk geldik.

Borsa binasının tam karşı yönünde geçmişte ticaret ve sergi merkezi olarak kullanılan Madler-Passage yer alıyor. Kentin geçmişini yansıtan en önemli tarihi yapılardan biri olan pasaj oldukça etkileyici ve zarif görünüyor.
Grimmaischer sokağına bakan yönünden pasaja girdiğinizde sizi Goethe’nin Faust adlı eserinden sahneler gösteren iki heykel karşılıyor. Heykellerin yanındaki merdivenlerden indiğinizde Goethe’nin Faust’ unda bahsi geçen tarihi “Auerbachs Keller” restoranına ulaşıyorsunuz.
Restoran “Grosser Keller” ve  “Historische Weinstuben” adlı karşılıklı iki farklı mekandan oluşuyor. Pasaja akşam saatinde tekrar geldiğimizde Goethe’nin müdavimi olduğu  “Historische Weinstuben” kapalıydı. Merakımızdan  “Grosser Keller” a ise şöyle bir bakıp çıktık. Geniş zamanı ve parası olanlar için hoş bir  atmosferi olan restoranda Saksonya yemekleri tadılabilir.   
                                       
Zeitgeschictliches Forum Leipzig binasının önündeki  “Step of the Century”  heykeli. Heykel Wolfgang Matthever tarafından 1984 yılında yapılmış.

St. Thomas Kilisesi yolunda karşılaşğımız hoş mimarisi ile Commerzbank binasını farketmemek imkansız.
St. Thomas Kilisesi’ne geliyoruz.  Geç gotik dönemi kilisesi St. Thomas, Leipzig için büyük öneme sahip; Dünyanın en eski (1212) “Thomanerchor” erkekler korosu bu kilisede konser veriyor. Martin Luther reformu tanıtan vaazlarını bu kilisede vermiş.

Diğer kiliselerde rastlamadığımız “dua hacı” çok ilginç geliyor. 1989 yılındaki toplumsal olayların hemen öncesinde insanlar geleceğe yönelik düşünce, dilek ve umutlarını kilisedeki bir dua tahtasında dile getirmişler ve 2001 yılında dua tahtasının yerine bu dua hacı konulmuş.

Bach’ın  mezarı da  uzun yıllar koro şefliğini yaptığı bu Kilisede bulunuyor. Kilisenin dışındaki  Bach  heykeli ile sanatçının anısı yaşamaya devam ediyor.

St. Thomas Kilisesi’nin tam karşısındaki Bach’ın yaşadığı ev müzeye dönüştürülmüş. Müzede saat 15.00 de Bach konseri olduğunu öğrenince programımızı ayarlayıp bu güzel fırsatı değerlendiriyoruz. Bir bilet için 15 Euro ödediğimiz keyifli konser 1 saat sürüyor.
St. Thomas Kilisesi’nin hemen yakınında küçük bir parkta Mendelssohn’un Heykeli’ni görüyoruz. Bu sanatçının 2008 yılında yapılan ikinci heykeli imiş. 1892 yılında Gawendhaus binası yanındaki ilk heykeli Nazizmi savunan bir Leipzig Belediye Başkanının  döneminde yıkılmış.
Martin Luther ringi üzerinde karşımıza çıkan ve müze diye düşündüğümüz görkemli binanın Almanya’nın beş yüksek mahkemesinden biri olan Federal İdare Mahkemesi olduğunu öğreniyoruz.
Aynı yol üzerinde eski kentin güneybatı köşesinde 1905 yılında Alman geç Rönesans tarzında yapılan yeni Belediye (Neuses Rathaus)  binası bulunuyor. Bu gezimizde diğer Alman kentlerindeki belediye binalarının da benzer anıtsal yapılar şeklinde tasarlandığını gördük, sanırım içlerinde en heybetlisi bu binaydı.
Yeni Belediye binasının yanından üniversite yönünde yürürken minimalist tarzda son derece modern bir kiliseye (Propsteikirche St. Trınıtatıs) rastladık, ayin yeni bitmişti, yetişemedik. Bu sade ama etkileyici kilisenin mimari tasarımı yarışma sonucunda belirlenmiş.
 

Nihayet Goldschmid Caddesi’ndeki Mendelssohn Evi ve Müzesine ulaşıyoruz Sanatçının son iki yılını geçirdiği bu bina, Dünyada kalan tek Mendelssohn eviymiş. Sanatçı ünlü “Elijah” oratoryosunu bu evde bestelemiş. Teknik olarak nota vb. belgeleri anlamayacağımız düşüncesiyle müzeyi gezmedik.

Müzenin dışındaki küçük sergi salonunda, Parisli bir sanatçı tarafından Mendelssohn’un anısına düzenlenen resim sergisini gezdik. Müzede Pazar günleri saat 11.00 de konser veriliyor. Konseri kaçırıyoruz.

Leipzig’in Bach’ın kenti olduğundan bahsetmiştik. Ancak, Bach’ı yeniden yaratan müzisyenin  Mendelssohn olduğunun altını çizmek gerekiyor. Yaşadığı dönemde ünlenen Bach’ın ölümünden sonra eserleri demode bulunuyor ve zaman içinde unutuluyor. Mendelssohn  Bach’ın eserlerini tesadüfen keşfedip etkileniyor, sahip çıkarak 100 yıl sonra yeniden popülerleştiriyor. 

Leipzig’de 1843 yılında Almanya’nın ilk konservatuarını kuruyor. On dokuzuncu yüzyılda Leipzig’i Avrupa’nın müzik merkezi haline getiriyor. Kısacası kentin müzik tarihinde sanatçının yeri çok büyük.     

Mendelssohn evi ile eski kentin etrafındaki turumuzu tamamlıyoruz. Yeniden kent merkezine bu kez Nicholas Kilisesi’ne yöneliyoruz. Orta Çağ’dan (1165) kalma Nicholas Kilisesi’nin iç kısmı 1790 yılında neo klasik tarzda yenilenmiş. Dış görünümüne bakıp içini gezmedik ama siz bu hatayı yapmayın, iç mekanın güzelliğini kaçırmayın! Kilise 1982 yılından itibaren rejim karşıtlarınca pazartesi akşamları yapılan barış duaları ile biliniyor. 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması ile sonuçlanan toplumsal hareket  bu kilisede başlamış. Bach, “St. John Passion” adlı eserinin ilk prömiyerini ve bir çok eserini bu kilisede çalmış.
Kentin mimari dokusunu Art Nouveau ve Barok tarzda binalar oluşturuyor.
 

Eski kent sokaklarında dolaşarak Coffe Baum’a geliyoruz. Almanya’nın en eski (1711) kahve evlerinden Coffe Baum’un giriş katında kafe, 1 inci katında bir restoran bulunuyor. Diğer katlar kahve kültürüne ait objelerin sergilendiği kahve müzesi olarak düzenlenmiş. Bir zamanlar Bach, Goethe, Schumann, Lizst, Wagner hatta Napolyon kahve evinin müşterileri arasındaymış. Müzeyi gezdikten sonra biz de bu tarihi mekanda pasta ve kahve eşliğinde bir süre dinlendik. En az iki asır sonra bu kişilerle aynı mekanı paylaşmanın hissiyatı, kelimelerle anlatılır gibi değil.

Kentte çirkin bir şey göremiyorsunuz. Otopark olarak kullanılan boş alanın yanındaki binanın cephesi bile renklendirilmiş, insanın içi açılıyor.

Kent küçük ama Avrupa’nın en büyük tren garına (Hauptbahnhof) sahip. Ticaretin gelişmiş olması kenti demiryolu ağının merkezi konumuna getirmiş.Tren garında aynı zamanda yeme-içme mekanları ve alışveriş mağazalarının bulunduğu alışveriş merkezi bulunuyor. Tesadüfen öğlen yemeği saatine denk geldiğinden “North Shields” e uğradık. Otobüsümüzün kalkacağı caddeye yakın olduğundan akşam için buradaki Ludwig Kafe (kitaplı kafe)’yi gözümüze kestirdik.

Yabancıların çok rağbet etmediği Kentte bulunduğumuz süre içinde bir Türk’e rastlamasak da, Türkiye’ye gelmiş ve yeniden gelmeyi planlayan bir Alman’la tanıştık.
 
Daha fazla zamanımız olsaydı;
  • Napolyon’un yenilgisiyle sonuçlanan savaşın 100 üncü yıldönümünde yapılan “Ulusların Muhaberesi Anıtı”nı,
  • Avrupa’nın en büyük pamuk fabrikasının sanat atölyeleri ve sanat galerilerine   dönüştürüldüğü Spinnere’yi,
  • Doğu Almanya’nın gizli polis birimi Stasi’nin çalışma yöntemleri ve yapısını fotoğraf, koku deposu, mini kamera vb doküman ile anlatan “Stasi Müzesi Runda Ecke” ni görmek isterdim. 
Son Söz
Leipzig’i nasıl bilirsiniz derseniz, sokaklarında 7/24 müzik çınlayan bir kent derim. Almanya’nın yeni yeni keşfedilen, gezmesi kolay bu müzik ve sanat kentini Berlin veya Dresden ile programınıza almanızı şiddetle öneririm. Hele ıhlamur ağaçlarının açtığı zamana ve bir festivale denk gelirseniz değmeyin keyfinize. Söylemedi demeyin!

Potsdam Gezi Rehberi: Huzurun ve Doğallığın Adresi

Potsdam, Almanya Brandenburg Eyaletinin başkenti ve Unesco Dünya Kültür Mirasları Listesi’nde yer alan bir şehir. Berlin’in 30 km güneybatısında, huzur bulabileceğiniz, yemyeşil, olağanüstü sevimli, küçük bir şehir. 

Potsdam şehrinin tarihi 10. yüzyıla kadar gitmekte. Yüzyıllar boyunca ismi duyulmayan ve sakin bir yerleşim yeri olan Potsdam’ın adı Hohenzollern ailesi ile birlikte duyulmaya başlamış. Prusya İmparatorluğu’nun hanedanı olan Hohenzollern  ailesi bu bölgeyi de yönetmekteymiş. 18. yüzyılın ortalarında Kral Frederick, Potsdam’da dinlenebileceği ve yönetim tasasından uzak kalacağı yazlık bir saray inşa ettirmeye karar vermiş. Bu nedenle sarayın da bulunduğu parka Fransızca “tasadan uzak, tasasız” anlamında “sans souci” denilmiş. Saray inşası 3 yılda tamamlanmış ve şehrin önemi bir anda artmış.

Potsdam’ın II. Dünya Savaşı sonunda, 1945 yılında üç büyük devletin, ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği’nin katıldığı konferansa ev sahipliği yapması da dünyada adının duyurulmasına neden olmuş.

Şehirde 20 göl ve çok sayıda su kaynağı bulunuyor. Sulak topraklar ve iklimin etkisi ile şehrin çoğunluğu yeşil alanlardan oluşuyor. Zengin şehrin I. Dünya Savaşı sırasında da zarar görmemiş mimarisi görülmeye değer. Şehirde göçmen yerleşimi de yok.
Potsdam’a gitmek için farklı ulaşım alternatifleri bulunuyor. Potsdam merkezine gitmek için S7 veya bölgesel tren olan RE1 kullanılabilir. Schloss Sanssouci ve Park Sanssouci gitmek için RE1’i kullanılıp Potsdam merkez tren istasyonundan sonraki durakta inilerek yaklaşık 10 dakika yürünebilir. Potsdam’a gidip dönmek için daha kapsamlı olan ABC bileti alınması gerektiğini belirtmeliyim. Bizim Berlin’de aldığımz welcome kartımız ABC kapsamlı olduğundan ayrıca tren bilet almamıza da gerek olmadı.
Potsdam trenleri gün içerisinde çok sık. Bu küçük şehri Berlin’in uzak bir mahallesi gibi düşünebilirsiniz. İnsanlar Berlin’de çalışıp Potsdam’da oturabiliyorlar. Türkiye’de bu benzerlik benim bildiğim İstanbul-Kocaeli ve Ankara-Kırıkkale’de var. 
Berlin’de istasyona gittiğimizde gelen ilk trene bindik. Çok geçmeden Potsdam merkez istasyonuna ulaştık. İner inmez tarihi bölgeye gidebilmek için bir otobüse bindik.
   
İndiğimiz yerde bir çarşı ve büyük bir kilise vardı. Yol boyunca Sanssouci tabelalarını izleyerek yürüdük. Sokağın iki yönünde çok güzel evler ve bahçeler yer alıyordu.
Bu yol üzerinde  Potsdam Tarihi Müzesi, Film Müzesi ve Bilim Müzesi varmış. Vaktimiz bu müzeleri gezmek için yeterli olmadığından yürümeye devam ettik ve uzaktan Nauener Tor’u gördük. Bu kapı Potsdam’ın bugüne kadar korunmuş üç kapısından biri.
1755 yılında inşa edilen kapı Kıta Avrupası’nda İngiliz gotik mimarisinin ilk örneğini oluşturmaktaymış.

Kapı Dutch Quarter adı verilen Hollandalılar Sokağı’na da çok yakın. Zamanında bu kapıyı askerler, tüccarlar, yöneticiler ve sanatçılar kullanmış. Günümüzde etrafındaki kafelerle, restoranlarla ve barlarla popüler bir buluşma noktası. Kapının masal diyarlarından fırlamış bir görüntüsü yok mu!

Kapıya doğru yaklaşırken sağ tarafta Dutch Quarter‘ı (Hollandisches Viertel) gördük. Burası, yapımı 1740’ta tamamlanmış 69 adet kırmızı tuğlalı Hollanda evinden oluşan bir bölge. Yan yana bir düzen içinde dizilmiş olan bu evlerin arasında kendinizi Hollanda sokaklarındaymış gibi hissedebilirsiniz.  Hollanda tarzı evlerin bulunduğu Avrupa’daki en büyük koleksiyonmuş.

Bu evlerin hikayesi şöyle: Garnizon kasabasını genişletmek isteyen kral Frederick I acil olarak yetişmiş ustaları bulmak ister. Şansına bu ustaları komşu ülkeden bulur ve gelen ustalar da kendilerini evlerinde hissetmek için Hollanda mimarisine sahip  evleri inşa ederler. 

Biraz yürüyünce yolun sol tarafında Rathaus Potsdam‘ı (Belediye Binası) gördük. Tarihi binanın içerisine girmekten kendimizi alamadık.

Şehrin mimarisinin çok güzel olduğundan bahsetmiştim. Bu da yürürken gördüğümüz sıradan bir ev.

Tabelaları takip ederek sakin, sessiz sokakta uzun süre yürüdük. Parkın içine girmeden önce Alexandrowka‘yı (the Russian Colony) gezmek istiyorduk. En nihayet bu güzel evleri gördük.

Buranın hikayesine gelirsek, Prusya Kralı Frederick III ile Rus Çarı Alexander yakın arkadaşlarmış. Bu arkadaşlığın nişanesi olarak Kral Frederick 1826-1827 yıllarında Rus kolonisi Alexandrowka’yı inşa ettirmiş. Burada Rus stilinde 13 adet ahşap ev yapılmış. Yeşil alanlar Peter Joseph Lenne tarafından dizayn edilerek Rus müzisyenler için özel bir atmosfer yaratılmış.

Bu bölge de UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yerini almış. Daha birkaç nesil önceye kadar burada yaşayanlar varmış. Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinden önce buranın restorasyonu için çaba gösterilmiş ancak çok az para bulunabildiğinden gerçekleştirilememiş. Birleşme sonrasında evler aslına uygun bir şekilde restore edilebilmiş.

Yolumuzun üzerinde çiftlik tarzında yapılarla karşılaştık.

Parkın girişini bulmak için çok fazla yürüdük. Girdiğimiz noktadan doğruca Sanssouci Sarayı’nın arkasına çıkmışız. Önce nerede olduğumuzu anlayamadık.  Tam karşımızda Kraliyet armalı bir yapı görünüyordu.

Ön tarafa doğru yönelince Sarayın muhteşem görüntüsüyle karşıladı bizi.

Prusya’nın 18. yüzyılda hızla gelişmesini sağlayan ve “Taç sadece yağmuru geçiren bir şapkadan ibarettir.” diyerek mütevazi ve sade bir insan olduğunu vurgulayan Büyük Frederick, Potsdam’ın sırtlarında erik, incir gibi meyveler yetiştirmek ve şarap üretmek istemiş. Bu nedenle 1744 yılında Sanssouci Park’da teraslanmış bir bahçe yaptırmış. Bir yıl sonra bahçenin muhteşem manzarasını görünce kralın aklına bu terasın tam üst kısmına büyük bir yazlık saray yaptırmak gelmiş. Bu saray kralın favori mekanı olmuş ve zaman zaman köpekleriyle yalnız kaldığı bile olmuş. Hatta sarayla kendini o kadar özdeştirmiş ki kendisi öldüğünde sarayın da öleceğini söylemiş.

Saray rokoko stilinde yapılmış ve 10 odadan oluşuyormuş. İç dizaynında Frederick’in etkisi o kadar çokmuş ki bu stile “Frederician Rococo” ismi verilmiş. 

Uzunca bir süre Sarayı fotoğraflamaya çalıştık. Keşke hemen gidip biletimizi alsaymışız. Çünkü içeriye küçük gruplar halinde alıyorlarmış ve bilet aldığınız saatte orada olmanız gerekiyormuş. Bilet almak istediğimizde neredeyse 2 saat sonrasına bilet verebiliyorlardı. Biz de parkı gezerken dönemeyeceğimizi düşünerek içeri girmekten vazgeçtik.

Gezmeyi düşünenlere bizim gibi vakit kaybetmeden hemen biletlerini almalarını tavsiye ediyorum. Sarayın içi bir görevli nezaretinde gezdiriliyormuş ve her oda tek tek geziliyormuş. 

Şimdi gelelim bahçeye. Frederick zamanında barok tarzında yapılan bahçe daha sonraki hanedanlar döneminde değiştirilmiş ve İtalyan unsurlar bahçeye eklenmiş. Günümüzde ise bahçe peyzajı aslı korunarak çok düzgün yapılmış ve her yer pırıl pırıldı. Bahçeye Sarayın önünden kuş bakışı bakmak inanılmaz keyifliydi.
Frederick, Versay Sarayı’na özenerek Sarayının önüne bir de çeşme yapılmasını istemiş. Bu çeşmenin etrafındaki heykel ve figürlerde de Versay Sarayı’ndan esinlenilmiş. 
Sarayın sağ tarafında kalan Tarihi Değirmene (Historische Mühle) doğru yürüdük. Yolun kenarında  nostaljik kıyafetler içinde müzik çalıyordu.

İlk Değirmen Büyük Frederick zamanında 1738 yılında yaptırılmış. Bu değirmen rüzgarın yönüne göre dönebilen tamamen ahşap bir malzemeden yapılmış. Daha sonra bu değirmenin yerini alan değirmen ise II. Dünya Savaşı’nda tahrip olunca eski resimlerinden esinlenilerek tarihi değirmen tekrar inşa edilmiş.

Bu Değirmenle ilgili bir efsane varmış. Bu efsaneyi daha önce duymuştum ama bu gördüğümüz değirmenle ilgili olduğunu sonradan anladım. Efsane de şöyle: Frederick’in yazlık sarayı değirmene yakın olduğundan değirmen kanatlarının sesinden rahatsız olmuş ve değirmeni Johann William Grävenitz adındaki değirmenciden satın almak istemiş. Değirmenci bunu reddedince kral tehditkar bir ifadeyle “Sen benim kim olduğumu bilmiyor musun istersem kraliyet yetkilerimi kullanarak burayı bir kuruş dahi ödemeden senin elinden alırım” demiş. Bunun üzerine değirmenci adalet dünyasında çok bilinen ifadeyle “Majesteleri şüphesiz ki bunu yapabilirdiniz eğer Berlin’de hakimler olmasaydı” demiş..

Değirmeni biletle gezilebiliyor. Hemen altında da bir kafe bulunuyor. Biz vaktimiz kısıtlı olduğundan değirmeni gezemedik ve yolumuza devam ettik. Bahçede yürümek çok keyifliydi ve yol üzerinde Orangery’yi gördük. 1947’de Büyük Frederick, Sanssouci Sarayı’nın tamamlanmasının hemen ardından sarayın yakınlarında bir Orangery (Neue Kammern) inşa edilmesini istemiş. Burası değerli, tropik bitkilerin kış aylarında korunması amacıyla yapılmış. Ancak bir süre sonra Frederick burayı konukları misafir etmek amacıyla kullanmaya başlamış.

İçi rokoko tarzında yapılmış kocaman salonlardan oluşuyormuş. Dışarıdan birkaç fotoğraf çektikten sonra yolumuza devam ettik. Yürürken çektiğim fotoğraflardan sadece birkaçını buraya ekliyorum. Tablo gibi gözüken bu muhteşem manzaraya bakar mısınız!

Kısa bir yürüyüş sonrasında Orangery Sarayı’nın önündeydik. Sarayın dış tarafında restorasyon çalışmaları vardı. Rönesans tarzında yapılan binanın çok çarpıcı olduğu söyleniyor ancak biz çalışmalar yüzünden burayı göremedik.

Orangery, Kral IV. William’ın çizdiği taslağa uygun olarak 1851’den 1864’e kadar inşa edilmiş. Sarayın mimarları fikirlerini krala kabul ettirerek sarayı İtalyan Rönesansı tarzında yapmışlar. 300 metrenin üzerindeki genişliğiyle Parktaki en uzun bina olma özelliğini taşıyormuş.
Saray iki kanattan oluşuyormuş ve geçmişte Potsdam’ın pek çok kamu dairesine ev sahipliği yaptığı gibi hassas bitkilerin kış aylarında korunması için de kullanılmış. Sarayın ortasındaki ana binada yer alan Raffael Salonu çok etkileyici bir yer olarak kaynaklarda belirtiliyor. İki hikayeli Salon, Vatikan’daki “Sala Regia” ya benzetilmiş, kırmızı ipek kaplanmış duvarların üzerinde ise altın çerçeveli 50 meşhur Rönesans ressamının eseri sergilenmekteymiş. 

Parkta yürümeye devam ettik ve kendimizi büyük bir sarayın önünde bulduk. Neues Palais (Yeni Saray), Parktaki diğer yapılara daha sonra eklendiği için verilen bir isimmiş. Büyük Frederick döneminde,Yedi Yıl Savaşlarının sonunda Prusya’nın gücünü ve zaferini göstermek amacıyla yapılmış. Barok tarzındaki bu Sarayın inşasından sonra Prusya’da artık barok tarzında bir yapı inşa edilmediğinden bir devrin kapanışını da simgeliyormuş.

Sarayın üstünde bir kubbe ve tepesinde bir taç bulunuyor. Sarayın iç dekorasyonunda şaşalı süslemeler, gösterişli ve abartılı tasarımlar bulunuyormuş. Sarayın içinde 200’ün üzerinde oda, toplantı odaları, balo salonları ve hatta bir tiyatro bile varmış. Frederick hastalık derecesinde Fransa özentisiymiş. O yüzden bu tiyatroda da Fransız ve İtalyan operaları seslendirilirmiş. Frederick bu Sarayda daha çok misafirlerini konuk etmiş. Bu Sarayın içi o kadar çok eşyayla doluymuş ki, II. Kaiser Wilhelm 1918’de buradan kaçarken 60 tren vagonu dolusu eşyayı Hollanda’ya götürmüş. II. Dünya Savaşındaki bombalardan kurtulan yapının halen 1918’deki görüntüsünü koruduğu belirtilmektedir.

Yeni sarayın bir kısmı Potsdam Üniversitesi’nin Felsefe Bölümüne ev sahipliği yapmaktaymış ve isteyenler gezebiliyormuş. Sarayın önündeki çimlik alan ise gerçekten çok genişti. Sarayın ihtişamlı yapısını daha yakından görmek için epeyce yürümek zorunda kaldık. aşağıdaki fotoğrafta ne kadar ince işçilik var görebiliyor musunuz!

Fazla oyalanmadan yolumuza devam ettik. Parkta görmemiz gereken daha çok eser vardı. Araya birkaç park manzarası da ekleyeyim.

Sırada başka bir saray, Charlottenhof Palace vardı. Parkın güneybatısında kalan ve üzerinde o tarihlerde bir çiftlik evi bulunan bu alan Frederick William III tarafından satın alınmış ve oğlu Frederick William ve eşi Elizabeth Ludovika’ya noel hediyesi olarak verilmiş. Burası yazlık konut olarak kullanılmış. Frederick William Roma tarzında bir saray yapılmasını istemiş ve hatta Charlottenhof Sarayı’nın dizaynını bizzat kendisi üstlenmiş. Sarayın ismi ise buranın  sahiplerinden birisi olan Charlotte von Getzhow’dan geliyormuş.

1829 yılında yapımı tamamlanan sarayda 10 oda bulunuyormuş. Sarayın öne çıkan özelliği ise Sezar’ın çadırından esinlenerek dizayn edilen odaymış. Bu odada duvarlar ve tavan mavi ve beyaz çizgili duvar kağıdıyla kaplanmış, pencere pervazları, yatak başlıkları, yatak takımları ve mobilyalar hep aynı renkleri taşıyormuş. Mavi ve beyaz teması Sarayın bütün pencerelerinde görülüyormuş. İtalyan etkisiyle yapılan sade saray ve bahçesi gerçekten görülmeye değer bir yer. 

Parkta yürüyüşümüz sırasında Roma Hamamlarıyla (Roman Baths) karşılaştık. Yapımından bizzat Frederick William IV’ün sorumlu olduğu Roma Hamamları 1829-1840 yıllarında tamamlanmış. Roma’daki orijinallerinden esinlenerek ve İtalyan olan her şeye duyulan sevgiyle Frederick kendi evi saydığı Sanssouci Parkta kendi Roma Hamamını da yaptırmak istemiş.

Roma Hamamları çok farklı unsurlardan oluşuyormuş. Bir çay evi, bir çiçek evi ve pek çok ilave bina görülüyor.
Burada da fazla oyalanmadan yolumuza devam ettik. Hedefimiz “The Chinese House” yani Çin Evini bulmaktı. Birkaç kişiye yol tarifi sorarak en nihayet burayı bulduk. İlk izlenimimiz muhteşem ışıltılı bir yapı olduğuydu.
Büyük Frederick çiçek ve sebze bahçesine kendini adayabilmek için burada bir köşk yaptırılmasını istemiş. Bahçe mimarı, 1755-1764 yıllarında zamanın popüler dizaynı olan Çin mimarisi ile rokoko tarzını harmanlayarak bu köşkü inşa etmiş. Tamamlandıktan sonra sadece bahçe köşkü olarak değil çeşitli sosyal aktivitelerin de düzenlendiği bir yer olmuş.

Çin Evi yonca şeklinde yapılmış ve yuvarlak orta merkezin boş alanlarına düzenli bir şekilde 3 oda serpiştirilmiş. Binanın dışında yemek yiyen, içen ve müzik yapan Çin figürleri kullanılmış.

Binanın içinde ise enstrüman çalan insan heykelleri, maymunlar, papağan ve oturan Budha heykelleri altın kaplama olarak süslemede kullanılmış. Çok şık bir avize ise binanın kubbesinden sallanıyormuş. 

Sanssouci Park’daki bütün yapılar yapay bir gölün etrafına yerleştirilmiş.

Parkın diğer  girişine Flora ve Pomona isimli tanrıça heykellerinin bulunduğu iki dikilitaş yerleştirilmiş..

Yine birkaç kişiye sorarak en nihayet aradığımız Barış Kilisesini (Church of Peace) bulduk. Burası Potsdam’ın ilk Protestan kilisesiymiş ve yapımını sanat ve kültür aşığı olan Prusya Kralı Frederick IV 1845 yılında istemiş. 

Kilisenin dizaynı Roma’daki San Clemente Kilisesinde betimlenen bir Orta Çağ çalışmasına dayanmaktaymış. Kilise sütunlu bir bazilikaya ve 42 metre yüksekliğinde bir çan kulesine sahip.  Kilisenin içinde bir sessizlik hakimdi. Oldukça sade bir görüntüsü vardı ve katolik kiliselerinde gördüğünüz şaşayı burada göremiyordunuz. Zaten Protestan kiliselerinde ikonalar kullanılmıyor. Kilisenin tavanı o kadar yüksekti ki başımızı kaldırırken boynumuz ağrıdı. Ses çıkartmamaya özen göstererek birkaç fotoğraf çektik.

Kubbedeki mozaikler 13. yüzyıl Venedik mozaikleriymiş. İtalya Murano adasında  harap olmuş bir kiliseden Frederick William tarafından satın alınarak buraya getirilmiş. Bu kutsal sahnenin tam altında Frederick ve karısı Elizabeth Ludovika’nın mezarları bulunuyormuş.
Park gezimizi tamamlayıp Potsdam’ın en işlek ve popüler caddesi Brandenburg Caddesi’ne çıktık. Ortalık cıvıl cıvıl ve çok sevimli gözüküyordu. 
Doğal olarak yolumuzun üzerinde Küçük Brandenburg Kapısı’nı (Brandenburg Gate) gördük. Bu kapıyı yine pek çok yer gibi Büyük Frederick yaptırmış. Yedi Yıl Savaşları’nın akabinde zaferinin göstergesi olarak daha önce aynı yerde bulunan ve daha basit olan kapının yıkılarak görkemli bir kapı yapılmasını istemiş.
Bu nedenle Brandenburg Kapısı Roma’daki Konstantin Takı örnek alınarak bir Roma zafer takı gibi inşa edilmiş. Bu kapının bir diğer özelliği iki farklı mimar tarafından inşa edilen iki farklı tarafı olmasıymış. 

Potsdam’da tarih boyunca aslında beş kapı bulunuyormuş ancak bunlardan sadece üçü bugünlere gelebilmiş. Bu kapıların en eskisi olan Avcı Kapısı (Hunters Gate) 1733 yılında yapılmış. Kapıların ikisini bu gezimizde gördük ancak maalesef üçüncü kapıyı göremedik.  

Brandenburg Kapısı’ndan da geçtikten sonra Brandenburger Strabe’de yürümeye başladık. Caddenin sonunda St. Peter ve Paul Kilisesi göründü.

Caddede çevremize bakarak yürümeye devam ettik. Keşke biraz vaktimiz olsaydı da şu güzelim kafelerden birinde kahve içseydik demekten kendimizi alamadık.

En sonunda caddenin bir ucunda bulunan St. Peter ve Paul Kilisesi’ne ulaştık. Bu sarı tuğlalı Kilisenin en önemli özelliği 60 metre yüksekliğindeki İtalyan stili çan kulesiymiş. 1867-1870 yıllarında Bizans ve Roma stili kullanılarak inşa edilen Kilise Potsdam’ın ilk Katolik kilisesiymiş. Kilise’de Antoine Pesne tarafından yapılan üç resim sergileniyormuş. Pesne, barok ve rokoko tarzındaki çağının en büyük sanatçılarından birisi olarak gösteriliyormuş. Biz Kilisenin içine giremeden dışarıdan bakmakla yetindik.
Bizim gezebildiğimiz yerler bu kadar oldu. Bunun dışında Sanssouci Parkta kral mezarları, Dragon House, Picture Gallery, şehirde ünlü Potsdam Konferansı’nın yapıldığı Cecilienhof Palace, Lustgarden, müzeler ve diğerleri ile şehre yakın Klausberg’deki Belvedere, Marmorpalais, Ruinenberg gibi yerleri ise gezemedik. Vaktiniz olursa gezmenizi tavsiye ederim. 
Son Söz

Potsdam’ı dertsiz, tasasız, huzurlu insanların yaşadığı bir şehir olarak hafızama yerleştirdim. Hani bazı şehirler insanı sarıp sarmalar ya burası tam da öyle bir yer. Gidin eminim ki siz de seveceksiniz.

Semerkant Gezi Rehberi: Orta Asya’nın Bilim Merkezi

Semerkant Özbekistan’ın üçüncü büyük şehri. Tarihi M.Ö 8. yüzyıla uzanıyor. Tarihi İpek Yolu üzerinde önemli bir kavşak. Şehir M.Ö 329’da Büyük İskender, 712 yılında Müslüman Araplar tarafından fethedilmiş, 13. yy.da Cengiz Han şehri teslim almış ve yerle bir etmiş. Amir Timur ise şehri fethettikten sonra başkent ilan etmiş, ve hakimiyetindeki bölgelerden bilim adamları ve sanatçıları başkente getirtmiştir. Böylece Semerkant bilim kültür merkezi olmuştur. Günümüzde bir sanayi şehri olmasına rağmen, Şehir Unesco Dünya Mirasları Listesi’nde yer alıyor. Korunmuş ve ihtişamlı  anıtlar, müzeler, camiler, medreseleri ile görülmesi gereken bir Orta Asya şehri.


Semerkant’ı videolarla gezmek isterseniz.

 
Şehrin merkezinde öncelikle şehrin ihtişamını sağlayan Amir Timur Heykeli’ni görüyoruz. Amir Timur Semerkant’ın güneyinde Şehr’i Sebz yakınında Keş köyünde doğmuş. 
 
Timur (1336-1405) yılları arasında Hindistan’dan Akdeniz’e uzanan bir bölgede büyük bir imparatorluk kurmuş, 1402 yılında Ankara Savaşı’nda Osmanlı İmparatoru Yıldırım Beyazıt’ı yenince tüm Asya ve Avrupa’da ünü artmıştır. Orta Asya’nın bu büyük kahramanının gezdiğimiz tüm Özbek şehirlerinde heykelleri, kahramanlık öyküleri ile daha yakından tanıma fırsatımız oldu. Bu kahraman bizim tarih kitaplarında Aksak Timur diye geçiyor. Özbekistan’ı ziyaret ederseniz  sakın aksak ifadesini kullanmayın, bu ifade büyük  kahramanlarına hakaret anlamına geliyor.
Semerkant’a Buhara’dan uzun bir otobüs yolculuğu sonrası ulaştık. Son üç gündür gezdiğimiz Khiva ve Buhara tarihi şehirler sonrası Semerkant’a girince hemen büyük bir şehre geldiğimizi anladık. Yemyeşil, geniş caddeler, bakımlı binalarla karşılaştık. 
Bu arada büyük şehir olmasına rağmen yüksek katlı binalar ve AVM’lerle karşılaşmamız da dikkat çekici idi.
Kentin kalbi, merkezi, Registan Meydanı kumlu yer anlamına gelmektedir. Çok güzel bir meydan. Meydanın güzelliği nedeni ile Semerkant’taki ilk gecemizde önce ışıklar içindeki muhteşem görüntüsünü  görmeye gittik. İkinci gün meydandaki medreseleri uzun uzun gezdik. Meydan hem gece hem gündüz görmelik.
Registan Meydanı Semerkant için her dönem halkın toplandığı, ticaretin yapıldığı en önemli meydan olmakla beraber Semerkant’ın tarihi içinde değişik dönemler yaşamıştır. 17.yy da Semerkant ekonomik kriz yaşamış ve başkent olma ünvanını da Buhara’ya kaptırmış. İpek yolu üzerinde olmasına rağmen artık kervanlar bu şehre uğramaz olmuşlar. Şehirden dışarıya çok büyük göç yaşanmış şehirde sadece 1000 aile kalmış. Medreseler de terk edilmiş ve meydanlar yabani hayvanların dolaştığı yerler haline gelmiş. Ancak 1875 yılında Semerkant tekrar canlanmaya başlamış ve meydan da canlanmış. 1918 yılına geldiğinde ise Sovyetler Birliği medreselerde dini eğitimi yasaklamış, hava koşulları, deprem gibi doğal etkilerle medreseler tahrip olmuş. Daha sonraki yıllarda Sovyet hükümeti tüm bu binaların restorasyonu kararını almış. Uzun yıllar restorasyon devam etmiş. Sovyetler Birliği dağılmadan bu restorasyon bitmiş. Registan Meydanı bugün Semerkant’ın en önemli meydanı tüm kutlamalar, konserler, etkinlikler bu ihtişamlı meydanda yapılıyor. 

Meydanda üç muhteşem medrese yer alıyor. Ortadaki medrese Tilla Kori altın kaplama anlamına geliyor, Ulug Bey Medresesi meydana yapılan ilk medrese olarak 1417 yılında yapılmış. Ulug Bey Medresesi’nin karşısında ise Sher-Dor Medresesi yer alıyor.

Ulug Bey Medresesi Semerkant’ta en büyük bilim ve eğitim merkezi rolünü üstlenmiş.. Öğrencilere felsefe, astronomi, matematik ve din eğitimi verilmiş. Meydanın batısında, dikdörtgen şeklindeki medresenin iki minaresi, arkada avluya açılan sınıfları, ana kapıda 10 yıldız motifi gökyüzü ve astronomiyi sembolize ediyor.

Tilla Kori Medresesi, meydana en son yapılan medrese, zengin ve ışıltılı işlemeli, mavi kubbeli ve altın işlemeli camisi göz alıcı.

Sher-Dor Medresesi, Ulug Bey Medresesi’nin yapımından 200 yıl sonra, bu medresenin tam karşısına meydanın doğu tarafına dönemin Emiri Bahadur tarafından yaptırılmıştır. Medresenin kapısında iki altın kaplan sırtlarında güneşi taşıyorlar. Medresenin adı da  bu kaplanlardan geliyor. Sher kaplan anlamına geliyor, Kaplanlarla Süslü Medrese adını alıyor.

Gur Emir Medresesi ve Anıt Mezarı,  Semerkant’ın görülecek en önemli eserlerinden biri. Amir Timur’un mezarı orada. Aslında Timur torunu Muhammed Sultan için yaptırmış. Timur’un kendinden sonra imparatorluğu’nu yöneteceğini düşündüğü torunu erken ölünce torununu Semerkant’ın merkezine gömdürmek için yaptırmış. Kısa süre sonra Timur ölünce o da oraya gömülmüş, ayrıca diğer torun Mirzo Ulugbek ve Timur’un hocası ve iki oğlu da aynı yere gömülmüş.
Mezarların konduğu salonda önce Timur’un resmi ve fethettiği toprakların haritasını görüyoruz. Amir Timur’un hakimiyetindeki toprakların ne kadar geniş bir alanı kapsadığı açıkça görülüyor.

Göz kamaştırıcı altın işlemeli salonda koyu yeşil yeşim renkli Timur’un tabutu, en öndeki mezar Timur’un hocasının. Ne kadar anlamlı; Timur hocasının ayakları yönünde gömülmüş. Bilime, bilgiye bu kadar değer veren bir lider yönetmiş bu toprakları. İki oğlu ve iki torununun mezarları da aynı salonda.

Mirza Ulug Bey, Timur’un torunu, Timur İmparatorluğu’nun 4.sultanı.

Mirza Ulug Bey de sadece bir sultanın ötesinde; döneminin büyük astronomu, bilim adamı, mimarı, siyaset adamı. 1420 yılında en büyük rasathaneyi yapmış. Bu gözlem evi sonraki yıllarda tahrip edilmiş, iyi ki 20.yy’ın başında Sovyet arkeologlar  tarafından ortaya çıkartılmış.

Ulug Bey Rasathanesi‘nde döneminin  ünlü astronomları Ali Kuşçu, Bursalı Kadızade Rumi ile birlikte çalışarak çok önemli bir eser Ziyci Sultanı kitabını hazırlamışlar. Bu kitap sonraki yüzyıllarda doğulu ve batılı astroloji ile uğraşan bilim adamlarına yol gösterici olmuş.


Rasathanede  Ulug Bey’in yıldızların hareketini izlemek için kurduğu sistem yer altına kazılmış.

Rasathanenin yanına yapılan müze
Ulug Bey Rasathanesi için özel olarak düzenlenmiş müze rasathanenin hemen karşısında, Ulug Bey’in astronomi çalışmalarında kullandığı araçlar çok güzel sergilenmiş.
Aşağıda yer alan minyatürde müzede yer alıyor, o dönemden bir görüntü resmedilmiş. Benim için ise bir minyatür örneği. Günümüz resim sanatında perspektif çok önemlidir. Resimde görüntü gözümüz ile gördüğümüz şekilde yansıtılır. Ancak minyatür çalışmalarında perspektif anlayışı bulunmamaktadır. 
Şehrin ilk yerleşim yeri Afrosiyob tepesidir. Bu antik bölgede Afrosiyob Müzesi kurulmuş. Bu tarihi bölgede yerleşim milattan önce 8.yy da başlamış. Bu müzede kentin bu kadar eski tarihinden objeler sergileniyor. 

Müzede sergilenen eserlerden bir bölüm; ölülerin kemikleri toprak kaplarda saklanmış.

Eski şehirde dolaşırken günümüzde de çevredeki evlerin de eski şehrin dokusuna uygun olduğu görülüyor. Semerkant’ın düzenli planlı yerleşim yerlerinden farklı sanki bizim gecekondulara benziyor
Shakhi Zinda, Afrasiad bölgesinin yakınında bir mezarlıklar kompleksi. Bir Orta :ağ sokağının etrafında onbir mezar sıralanmış. Her biri kare şeklinde, üstleri mavi yuvarlak kubbeler ile kaplanmış türbeler. Türbeler 14. ve 15. yy’da yapılmış. Shakhi Zinda  yaşayan kral anlamına geliyor. Buradaki en önemli mezar Hz. Muhammed’in kuzeni Kusama Ibn Abbas’ın. Bu mezar İslam aleminden çok sayıda ziyaretçi çekmektedir.  

Kompleksin sonunda merdivenlerin bitiminde açık alanda mezarlar görülüyor. Bu mezarlar da Semerkant’ın önemli kişilerin mezarları. İslam dininde mezarlarda fotoğraf olmamasına rağmen Rusya’nın diğer bölgelerinde görüldüğü gibi bu mezarlarda da yatan kişilerin fotoğrafları görülmektedir.

Shakhi Zinda kompleksinin hemen güneyinde yanında Hz Hızır Cami görünüyor. Merdivenlerde çıkılan yüksekçe bir tepede. Biz sadece yanından geçtik, karşıdan fotoğrafını çekip, Semerkant’ın en önemli camilerinden Bibi Hanım Cami’ye yöneldik.

Bibi Hanım Cami Semerkant’ın en gösterişli camisi.  Caminin öyküsü de ilginç. Timur en sevdiği karısı Bibi Hanım için dünyanın en güzel ve büyük camisini yaptırmak ister. Hint seferinden ganimet ile dönen Timur yüzlerce mimar, sanatçı, ustayı Semerkant’a getirtir. Caminin yapımı beş yıl sürer. Işıl ışıl duvarları, galerileri, yüksek minareleri, mermer işlemeleri ile muazzam bir yapı ortaya çıkar. Cami ibadete açılır ama yapımından bir yıl sonra bina çökmeye başlar.

Bibi Hanım Caminin hemen yanında ünlü Açık Pazar. Özellikle taze sebze meyve, kuru meyve bakliyat onun dışında çok çeşitli ürünlerin satıldığı, güzel planlı bir pazar. Tabi biz de pazarı güzelce  gezdik ve alışveriş yaptık.
Semerkant’ta güzel, temiz bir otelde kaldık. Bizim kaldığımız Grand Samarkand Superior, tam karşısında Grand Samarkand vardı. Bizim otelimiz herhalde bir yıldız fazla idi. Çok memnun kaldığımız bir otel.

Yemek yediğimiz restoranlar da güzeldi.

Yemeklerimizden görüntüler, yine güzel Özbek yemekleri.

Türkiye’ye ulaşım Taşkent Havaalanı’ndan olduğundan son durağımız Taşkent’e gitmemiz gerekiyor. Bu iki şehir  arasında hızlı tren kullandık. Güzel bir tren istasyonu, temiz ve hızlı tren ile yolculuk çok keyifli idi.