ANA SAYFA Blog Sayfa 22

Halong Bay: Vietnam’ın Düşler Diyarı

Vietnam, tarihi ve farklı kültürü yanında muhteşem doğası ile görülmeyi hak ediyor; Vietnam’ın başkenti Hanoi’ye gelmişken olmazsa olmazlardan biri, Vietnam’ın kuzeydoğusunda Tonkin Körfezi’nde bulunan Halong Bay’i görmek.

Dünyanın yeni yedi doğa harikası arasında yer alan Halong Bay, “Indochine Filmi-1992” nden sonra dikkati çekmiş, 1994 yılında UNESCO Doğa Mirası Listesi’ne girerek korumaya alınmış. Film hakkında bilgi için Indochina Gezgin Filmlerinde Bir Vietnam Öyküsü.

1553 kilometrekarelik bir alana yayılan ve milyonlarca yıl süren jeolojik oluşumlar sonucunda ortaya çıkan 2000 civarında kireç taşı adalar ve adacıklar müthiş bir manzara oluşturmuş. 

Halong Bay’i önce video ile gezmek isterseniz…

Bu doğa harikası oluşumun  başka türlü açıklanamadığından olsa gerek bir efsanesi var; Vietnam denizden saldırıya uğradığında Tanrı, anne ejderha ve çocuklarını yardıma gönderiyor. Gökyüzünden inen ejderhaların düşmanın ilerlemesini engellemek amacıyla ağızlarından denize bıraktığı zümrütler, zaman içinde binlerce ada ve adacığa dönüşüyor. Savaşın kazanılmasından sonra ejderhalar gökyüzüne dönmeyerek anne ejderha Halong Bay’a, çocukları ise Bai Tu Long Bay’e yerleşiyor. Zaten adını da bu efsaneden alıyor; Halong, “Ejderhanın Denize İndiği Yer” anlamına geliyor.

Biz de Halong Bay’i 1 gece konaklamalı 2 günlük tekne turunu otelimizden, kişi başı 80 dolara satın aldık. 1 veya 2 gecelik Halong Bay Turu Vietnam’da yapılacaklar listesinin ilk sırasında yer almaktadır. Hanoi’de turizm şirketlerinden veya internetten önceden alabilirsiniz. Bu turlar Hanoi’nin en gözde turistik faaliyeti olduğundan profesyonel hale gelmiş, organizasyon bir sistem içinde işliyor.
Halong Bay için en uygun zamanın Nisan ve Mayıs ayları olduğu ifade ediliyor. Biz 19 Şubat tarihinde gittik,  şansımıza güneşli ve güzel bir gündü.
Halong Bay Hanoi’ye 170 km uzaklıkta. Otelimizin önünden sabah 8.30 da başlayan yolculuğumuz 4 saat sürüyor. Yol boyunca uzanan pirinç tarlalarını ve çalışan köylüleri görüyoruz. Yeri gelmişken belirtelim, Vietnam dünyada pirinç ihracatında Tayland’dan sonra ikinci sırada geliyor.

Geniş araziler üzerindeki daracık tünel evler dikkat çekiyor ve yol üzerindeki yerleşim yerlerinde özellikle (sarı renkli) resmi yapılarda Fransız mimarisinin etkisi görülüyor.
Dört   saatlik  yolda iki  kez mola veriliyor. Turistlere  satış yapmak  amacıyla  verildiğini  düşündüğüm  ikinci  mola yerinde  hediyelik  eşya satılan büyük  bir dükkan var. Vietnam’a  özgü  iplikten  yapılan çok güzel tablolar ve hediyelik  eşyalar burada  başka yerde  gördüklerimizden  daha yüksek fiyata satılıyor.
Ha Long şehri feribot iskelesinden küçük yolcu feribotları ile kıyıdan uzaklaşıp, 15-20 dakika sonra asıl geceleyecek teknelere geçiliyor.
Teknemize yerleşince kendimizi güverteye atarak nefis manzarayı izlemeye koyulduk. Bir masal dünyasının içinde olduğunuzu hissettiren bu düşler diyarında hangi masalın kahramanı olduğunuz artık sizin hayal gücünüze kalıyor. Sizi hayallerinizle baş başa bırakıyorum…
Kanoların bulunduğu istasyonda verilen molada kano ve kayık gezintisi yapılıyor. Kayıkla dolaştığımız ve büyülendiğimiz bölgenin eşsiz doğasını, hafızalarımıza kaydediyoruz.
Turlar genelde geleneksel, mütevazı teknelerle yapılıyor; arada yanımızdan daha lüks tekneler de geçiyordu.
Yüzen balıkçı köylerinden biri. Buradaki köylülerin temel geçim kaynağı balıkçılık ve turizm.
Gece bir çok teknenin konakladığı koyda sessizlik hakimdi. Halong Bay’in gece manzarası ve bu manzaranın yaşattığı duygular da yine kelimelere sığmayacak güzellikteydi.
Tekne turlarının Vietnam yemeklerini denemek için de büyük bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Çok çeşitli ve seçenekli sunulan yemeklerin lezzetinden pek memnun kaldık; korktuğumuz başımıza gelmedi. Pilav, sebze gibi tadı yalın yiyecekleri de Şili biberinden yapılan acı biber sosu ile tatlandırarak kendi çözümümü buldum. Vietnam gezilecek yerler ve yemekleri ile ilgili ayrıntılı bilgiyi  Vietnam Gezi Rehberi: Gizemli Ülke   yazımızda okuyabilirsiniz.
Turlarda körfezdeki bazı adalar (en popüleri Cat-Ba, Titov,…) ve mağaralar (Hung Sung Sot, Hang Trinh Nu, Hang Bo Nau,..) iki gecelik gezi kapsamındaymış.
Bu geziyle ilgili tek içimde kalan erken uyanıp, güneşin doğuşunu yakalayamamak oldu. Bunun dışında her şey mükemmeldi.
Halong Bay, uzun ve tempolu Uzak Doğu seyahatimizde bize terapi gibi geldi; gözümüz ve ruhumuz dinlendi. Dünyanın yeni yedi harikasından Halong Bay’i görmek için bile Vietnam’a gelmeye değer diyor başka da bir şey demiyorum!

Halong Bay turunu Trip Advisor güvencesi ile aşağıdaki linkten alabilirsiniz.

 

Lübnan Gezi Rehberi: Gizemli, Mistik bir Tarih Yolculuğu

Zengin ve güzelin belalısı çok olurmuş….,

M.Ö. 7000 yıllarından beri yerleşim olan ve farklı tarihi dönemlerin katman katman izlerini görebileceğiniz, ender ülkelerden biri Lübnan. Farklı din ve kültürel yaşamların yan yana yer aldığı, çölü olmayan (yani deve falan görmeyi beklemeyin) küçük bir Doğu Akdeniz ve Ortadoğu ülkesi. Yazar Amin Maalouf’un, Halil Cibran’ın, şarkıcı Feyruz’un ülkesi.
Lübnan’ı gezmeye  başlamadan önce Beyrut şarkısını dinlemek isterseniz….
Lübnan’a gitmeden önce Feyruz’u dinlemek, Amin Maalouf’un Doğudan Uzakta kitabını okumak ve Batı Beyrut filmini izlemek sizi bu gizemli yolculuğa hazırlayacaktır.

Ayrıca Amin Maalouf ‘Doğu’dan Uzakta’ kitabı ve Yönetmen Ziad Doueiri’nin ‘Batı Beyrut’ Filmini izlemenizi önerebiliriz.

Ülkede tüm alışverişlerinizde dolar kullanabiliyorsunuz. Ancak para üstünü yerel para olarak veriyorlar. Sonra hatlar karışıyor, mesela 3 dolarlık bir magnet alıp 5 dolar verirseniz para üstünü Lübnan parası ile veriyorlar, az sonra aynı yerden 2 dolarlık alışveriş yapıp elinizdeki yerel parayı verdiğinizde yetersiz olduğunu söyleyip üstüne para istiyorlar. Aynı miktarı iki kez çapraz kurla çevirdiklerinden zararlı çıkıyorsunuz.
 
Ülkede gezdiğim yerleri anlatmadan önce, kısaca Lübnan’ın tarihine ve siyasi gelişmelerine yer verilen aşağıdaki bölüm meraklısınadır.Lübnan gezi rehberini hızla okumak isterseniz yazıda meraklısına başlıklı bölümleri atlayabilirsiniz. Eğer bu farklı ülkeyi tarihi, politik, ekonomik yapısı ile daha yakından tanımak isterseniz meraklısına bölümünü özellikle okumanızı öneririm. 
 
Meraklısına; Lübnan güneyinde İsrail, doğusunda ve kuzeyinde Suriye’nin yer aldığı bir Akdeniz ülkesi.     
Başkenti Beyrut, konuşulan diller; Arapça, Fransızca, Ermenice. 26 Kasım 1941 de kurulmuş. Ama 22 Kasım 1943 de tanınmış. Nüfusu yaklaşık 5 milyon, nüfusun % 93’ ü Arap, % 6’sı Ermeni, küçük bir kısım kendini Fenikeli olarak tanımlıyor.
Halkın yaklaşık % 59.7’sinin Müslüman, % 39’unun Hristiyan, % 1.3’ünün Dürzi olduğu tahmin edilmekte. Sünni Müslümanlar batıda kıyı kesiminde, Şii Müslümanlar güneyde ve Bekaa vadisinde, Katolik Maruniler Lübnan dağlarında, Dürziler Lübnan dağlarının orta kesiminde, Ortodoks Rumlar kıyı şehirlerinde, Katolik Ermeniler güneyde kırsal kesimde yaşamakta. Beyrut ise tüm unsurların yer aldığı kozmopolit bir şehir.
Arkeolojik kazılarda, Byblos şehrinde 7000 yıl önce balıkçı topluluklarının yaşadığına rastlanılmış. Ülkenin kayıtlı tarihi ise M.Ö. 3000-2500 yılları arasında Fenikeli’ler ile başlatılıyor. Fenikeli’ler ticaret erbabı bir kavim. Ticareti kolaylaştırması için alfabe üretip yazıyı kullanmışlar. Sağdan sola yazılan ve harfleri sonraki alfabelere temel teşkil eden bir yazı.
Sonra Mısır, Asur, Babil, Pers, Makedonya, Roma İmparatorluğu, Maronit Arapları, Emevi’ler, Abbasi’ler, Selçuklu’lar, Eyyubi, Haçlılar, Memluk’lar ve Osmanlı İmparatorluğu hüküm sürmüş.
1.Dünya Savaşı sırasında, Fransızlar’ın Lübnan dağlarındaki Katolik Marunit’lerin koruyuculuğu gerekçesi ile bölge Fransa’nın kontrolüne girmiş. Fransız kontrolünün diğer bir gerekçesi  de Osmanlı’nın son yıllarında Fransız şirketlerinin demiryollarına, limanlara ve ticarete büyük yatırımlar yapmış olmalarıdır.  Ayrıca Ortadoğu’daki İngiliz etkisine karşı denge kurmayı gerektiren bir strateji  ihtiyacının da önemli olduğunu iddia ediyor kaynaklar.
Yani proje olarak Lübnan Devletinin kurulması böyle başlıyor.
Fransa, 1920 de Lübnan’ın yaratılması için eski Lübnan Dağı Mutasarrıflığına; Trablus, Sayda, Sidon, ve Beyrut kıyı şeridini ve verimli Bekaa Vadisini Suriye’den alıp Lübnan sınırları içine dahil ediyor. Yeminle bu yerlerin hepsini gördüm.
1932 yılında yapılan nüfus sayımına göre; yönetimde, dini grupların temsili esasına dayalı olarak Fransa kontrolünde hazırlanan Milli Pakt belirleniyor. Parlamentoda her altı Hristiyan milletvekiline karşılık beş Müslüman milletvekili oluyor.
1941’de kurulan Devlet 1943’de tanınıyor. Yıllar içinde İsrail’den gelen Filistinli’ler ve başka nedenler ile dini grupların sayısal ağırlığı değişse de idari yapıdaki temsilin değişmemesi ülkeyi iç savaşa götürüyor. 1975-1990 arasında süren iç savaş siyasi ve ekonomik iç sebeplerden olduğu kadar, bölgedeki dış dinamiklerden de   kaynaklanıyor. (FKÖ’nün bu ülkede faaliyet göstermesi gibi.)
 
İç savaş bitmiş olsa da, Ortadoğu’daki  siyasi gerilimin yansıması bu ülkede de var. Askeri kontroller, etrafına kum torbalarının yığıldığı kulübeler yol üzerinde ve gezdiğimiz bir çok yerde vardı. Gitmeden önce; askeri kontrol noktaları başta olmak üzere, gözetleme kulesi, garnizon, askeri yasak bölge gibi yerler ile uçak, tank, top gibi harp silah araç ve gereçlerinin fotoğrafını asla çekmememiz konusunda uyarılmıştık. Kapalı bir grup ile Mayıs ayında yaptığımız Lübnan gezisi sırasında kurallara uyduk ve hiçbir sorun yaşamadık.
Beyrut’ta kaldığımız dört yıldızlı Bella Riva oteli çok merkezi bir konumdaydı. Yürüyerek iki üç dakikada deniz kenarına gidebiliyorduk. Otelin bütünü ve odalar, çok temiz düzenliydi. Odanın balkonunda deniz manzarası vardı. Otelin Beyrut’ta olması güneye, kuzeye ve doğuya yapılacak geziler için avantaj sağladı.
Beyrut 

Lübnan’ın başkenti ve 1950-70 yılları arasında Ortadoğu’nun gözbebeği (oryantalist bir tanımla doğunun Paris’i) imiş. Serbest ekonomi ve döviz sistemi,  konvertibl parası, banka hesaplarının gizliliğini sağlayan kanunları, çekici banka faizleri  Beyrut’u Arap zenginlerinin finans merkezi haline getirmiş. Ayrıca deniz ve havayoluyla dünyaya açılması; yabancı firma ve bankalar açısından Ortadoğu’ya girmek için ideal bir üs olmuş. Serbest liman bölgesi ile de Ortadoğu’nun en büyük antreposu ve serbest ticaret bölgesi olmuş.

James Bond filmlerinin de çekildiği bu dönemlerde Beyrut sokakları tuvaletli şık kadınlar, smokinli erkekler, benzerleri Paris’te görülen müzik dans show ve nigth club lerin, kumarhanelerin yer aldığı bir eğlence merkezi imiş.

Ancak 1970’lerden sonra başlayan iç karışıklıklar ve Arap-İsrail savaşından sonra Filistin Kurtuluş Örgütünün (FKÖ) karargahını buraya taşıması, devlet otoritesinin ve düzeninin zayıflaması, para sahipleri için Beyrut’un cazibesini kaybettirmiş. Toplumsal ve siyasi karışıklıkların artması, 1975’de iç savaşın başlaması Beyrut’un ağır maddi hasarına ve can kaybına yol açmış. Savaş 1990 larda bittiğinde 150.000 Lübnan’lı can vermiş ve Beyrut harabeye dönüşmüş. Günümüzde şehir onarılmış ama bazı binalarda hala o dönemin izleri var.
 
Bu ön bilgiler çerçevesinde ilk gün Beyrut’u gezdik. Önce sembol haline gelmiş güvercin kayalarını gördük. Dalgaların kayaları oyması ile oluşmuş bu kayalar ve etrafındaki kafeler güzeldi. Bu iki kayanın gökyüzünden öylece düştüğüne dair yaygın bir inanç varmış. Ama bu kayaların bazen intihar etmek isteyenler tarafından kullanıldığı bilgisi ürpertici geldi.
Beyrut Ulusal Müzesi geçmişte iç savaşta şehri ikiye ayıran yeşil hat üzerinde bulunan son derece modern ve şık düzenlenmiş Müze; arkeolojik bulgular, heykeller ve lahitlerden oluşan etkileyici bir koleksiyona sahip. İçeride kısa bir film gösterisi ile müzenin kuruluş aşamalarını ve iç savaşta nasıl tahrip edildiğini görme imkanı var.
Çatışmalar sırasında Doğu ve Batı Beyrut arasında hareket etmek zorunda olan insanlar müzenin içinden geçmişler. Savaşın tarafları müzenin katlarına yerleşmiş, camları kırmış, pencerelerden ateş açmışlar ve ısınmak için ahşap eserleri yakmışlar. İç savaş sırasında müze zarar görmekle kalmamış, sistemli bir yıkımla karşı karşıya kalmış. (Anlatırken bile insanın içi sızlıyor) Ayrıca; infazlara da sahne olmuş ve adı korkuyla anılmaya başlamış. 15 yıl süren savaş süresince çalınan, yakılan ya da zarar gören eserleri geri getirmek hiçbir zaman mümkün olmamış. 10 yıldan uzun süren restorasyonun ardından 1999’da yeniden açılan müzede savaşın izlerini görmek mümkün. Lübnan tarihinde çok önemli bir yeri olan müzenin, yeterli derecede rağbet görmemesinin başlıca sebebi iç savaşın izlerinin ve getirdiği acıların halen hafızalarda taze olması.
 
Savaş döneminde sergilenen bazı eserlerin zarar görmemesi için üstlerine beton dökülerek korunması sağlanmış.  Pazartesi dışında her gün 9.00- 17.00 saatleri arasında gezilebiliyor.
 
Osman Hamdi Bey (1842- 1910 Osmanlı arkeolog, müzeci ressam), burada sergilenen bazı eserlerin çıkarıldığı arkeolojik kazıları arkeolog ve yönetici olarak sürdürmüş. Kazılarda çıkan ve günümüzde İstanbul’da sergilenen İskender Lahdinin dünyada en iyi korunmuş ve dönem özelliklerini taşıyan bir eser olduğu belirtiliyor. O zaman buraların hepsi Osmanlı toprağı olduğu için sergilemek ve korumak üzere İstanbul’a getirilmesi çok doğal.

Resimlerde bir ailenin kendileri  için hazırlattığı çok bir şık bir lahit ve Kral Ahram’a ait M.Ö 1200 yılına ait lahit görülmektedir. Bir fotoğrafta ise hijyen tanrıçası masum yüzlü  Marble görünüyor. Saçlarının toplanmış olmasının hijyen için önemli bir unsur olduğu söyleniyor.
Müzeden sonra yolculuk Köpek Nehri’ne (Nehr’ül Kelb). Nehir ismini, uzaktan tepeden bakıldığında köpek şeklinde olmasından ve nehrin akış sesinin köpek sesine benzemesinden alıyormuş.
Jeita Grotto Yer Altı Mağarası

Jeita Grotto, Beyrut’un 18 kilometre kuzeyinde, Jounieh yolu üzerinden ayrılan bir vadide yer alıyor. 

Adı; Aramice “Kükreyen Su” anlamına gelen Jeita kelimesinden gelmekteymiş. Mağara iki bölümden oluşuyor. Alt mağara 1836 yılında Amerikalı misyoner William Thomson, 
üst mağara ise 1951 yılında Lübnan’ın ilk mağara araştırmacısı olan Lionel Ghorra tarafından keşfedilmiş. Savaş sırasında zarar gören mağara, 1995 yılında tekrar ziyarete açılmış.

Bilet satış yerinden sonra teleferikle, yürüyerek veya trenle üst mağaranın bulunduğu yere ulaşabiliyor. Ancak en kısa ve keyifli yol teleferiğe binmek. Hem yorulmuyor hem de etraftaki manzarayı keyifle izleyebiliyorsunuz.

Mağaralarda fotoğraf makinesi ve video kayıt cihazı kullanılması yasak olduğundan bu cihazları geldiğiniz araçta veya her iki mağaranın girişinde yer alan dolaplarda bırakmanız gerekiyor. Ya da çantanızda tutup sorulduğunda  “kamera yok” deyin. Ama içeride, her köşede görevliler var, asla resim çekmeyin. Aslında resim çekseniz bile gördüklerinizi kamera aracılığı yansıtmak mümkün değil.
2200 metresi keşfedilen üst mağaranın halen 750 metresi gezilebilmekte. Işık düzenlemesi muhteşem olan üst mağaranın kireçtaşı sarkıt ve dikitleri, kayaların birbirinden farklı şekilleri inanılmaz güzellikte. Mağara içinde ıslak ve hafif kaygan olan, sürekli yükselen tahta köprülerin üzerinde yürürken, gördüğünüz manzara adeta büyüleyici. Mağarada 8 metre 20 santim uzunluğunda dünyanın en uzun sarkıtı da görülebiliyor. Üst mağaradan çıktığınızda görkemli dağ manzarası eşliğinde tren beklerken (yürüyerek de inebilirsiniz ama daha çok gezecek yer var enerjiyi bitirmemek lazım) dağ havasını bol bol içinize çekiyorsunuz. Alt mağaraya üst mağaradan yürüyerek veya trenle inebiliyor.

Bilet satış yerinin bulunduğu yerde bulunan bu mağaranın girişinin yakınında Dr.Nabil Haddad’ın dev bir kireç taşı heykeli yer almakta.

Alt mağarada da  fotoğraf ve video çekilmesine izin verilmemekte. 6.200 metre uzunluğundaki alt mağaranın içindeki nehrin 500 metresi küçük bir botla gezilmekte. Ancak nehrin sularının yükseldiği kış döneminde bu gezintiye izin verilmiyormuş. Bir süre kuyrukta bekledikten sonra, binilen küçük bottaki kısa gezinti sırasında; kayaların ve ışıkların altında görülen nehrin mavi berrak suları muhteşem. Işıklandırılmış bir mağaradasınız, altınızda nehir akıyor, botla ilerliyorsunuz, yukarıda tümüyle asimetrik sarkıtlardan oluşmuş bir tavan var.
 
Kendinizi başka bir evrene gitmiş gibi hissediyorsunuz. Başınızı kaldırdığınızda farklı şekillerde sarkıtların oluşturduğu gök kubbe ve etrafınızdaki dikitlerde görülen şekiller ve yansıtılmış ışık gerçeklik duygunuzu yitirmenize ve kaybolmanıza yol açıyor. Yani sadece bu iki mağarayı görmek için bile Lübnan’a gitmeye değer diyeyim, siz anlayın….
 
Mağaralar çok nemli olduğundan yanınızda ince bir yağmurluk bulundurmakta fayda var. Mağaradan çıkan Köpek Nehri’nin kaynağı ve kaynaktan itibaren kaya duvarlarda, Mısır, Firavun, Frig ve Asur kralları ile Roma, Arap, Fransız ve İngiliz dönemlerinden kalan yazıtlar da görülebiliyor.
 
Sonraki durak Harissa Tepesi. Harissa; Jounieh Koyu’nun üzerinde, denizden 660 metre yükseklikte, Lübnan Dağı’nda yer almakta. Harissa, 15 ton ağırlığında, beyaz renkli bronz, kollarını iki tarafa açmış dev Meryem Ana Heykeli (Our Lady of Lebanon/Notre Dame du Liban ) ile tanınıyor. Heykel XIX. Yüzyılın sonunda yapılmış. Lübnan’ın  koruyucusu olduğuna inanılan heykelin alt tarafındaki merdivenli yüksek kaidenin zemininde küçük bir şapel var. Şapelin yanından kaidenin üzerindeki sarmal merdivenleri çıkarak heykelin eteklerinin altındaki bölüme kadar gidilebiliyor. Buradan muhteşem bir koy ve şehir manzarası seyredebiliyorsunuz.
 
Heykelin çevresinde farklı mimari tarzlara sahip kiliseler var. Heykelin bulunduğu alandaki Maronit Katedrali modern mimarisi ile ilgi çekici.
Kilise ve katedrale gelen çok sayıda ziyaretçi vardı, son derece şık  bakımlı ve modern Hristiyan ziyaretçilerdi bunlar.
 
Tepeden aşağıya teleferikle inerken; arkamızda Lübnan dağları, aşağıda Beyrut’un şehir manzarası ve karşımızda masmavi sonsuz Akdeniz. 
Sonraki durağımız Beyrut’un içinde Şehitler Meydanı (Place des Martyrs) (eski adı Hamidiye Meydanı): Lübnan’ın Osmanlı’ya isyan ettiği meydan burası. 18. yüzyılın sonlarında adı Hamidiye Meydanı, daha sonraları Burç Meydanı, günümüzde ise adı Şehitler Meydanı olan alana bu isim, 1910’da Osmanlı’ya isyan edenlerin Cemal Paşa tarafından burada asılması dolayısıyla 1943’de Lübnan Cumhuriyeti kurulduktan sonra verilmiş. Etrafta şık binalar ve kubbesi görünen bir cami var.
Yürüyerek Parlamento binasına doğru giderken demir teller ile çevrili koruma bölgelerinden geçip (girilmesi yasak yerlermiş ama rehberimiz girişi sağladı) Yıldız Meydanı’na geldik. Yol boyu Avrupa şehirlerinde rastlanabilecek şık mağazalar, sarı taşlardan yapılmış görkemli devlet binaları vardı. Ama sokaklarda araba ve insan yoktu bizden başka.
Meydan; 1930’larda Lübnan asıllı Brezilya vatandaşı olan Michel Abed tarafından hediye edilen ve dört tarafına yerleştirilen Rolex marka saatleri olan bir saat kulesine,

Lübnan Parlamentosuna, iki Katedrale, bir müzeye, birçok kafe ve restorana ev sahipliği yapıyor. Beyrut şehrinin dünya çapında en tanınmış ikonik simgesi olan meydanda, benzerlerini başka yerde pek görmediğim çeşitli türlerde ve renklerde çok sayıda güvercin vardı.

Meydana kuzey tarafından bağlanan, cafe ve restaurantlarla dolu “Al OmarMosque Street” üzerinde “Ömer Cami’ni (Al Omari Cami)” ye girdik.

Cami; pagan tapınağı ve Bizans saray kalıntıları üzerine Haçlılar tarafından XII. yüzyılda yaptırılan kilisenin, 1291 yılında Memluklar tarafından camiye çevrilmesi ile oluşmuş. Caminin içi mimari açıdan görülmeye değer güzellikte. Camiye kadınların girebilmeleri için girişin hemen kenarında asılı duran uzun kapşiyonlu pelerin gibi  giysileri giymek gerekiyor.

Akşam otele dönerken ünlü Hamra Caddesi’nden geçiyoruz. Şık mağazalar,cafeler, restoranlar var. Ünlü cafe zincirinin önünde beyaz gömlekli yaşlı amcalar bir şeyler içerken yoldan geçenleri seyrediyordu.

İkinci gün güneye gidiyoruz. Yol boyu sağımızda Akdeniz, solumuzda zakkum ve begonviller rengarenk liman şehirlerinden geçiyoruz. Ticaretin yoğun olduğu dönemlerde, limandan geçenlerin konaklaması için sarı taştan yapılmış hanlar var. Çoğu Osmanlı döneminde yapılmış. (Ticaret limanına gelen tüccarların ve hayvanlarının barınması ve ihtiyaçlarının karşılanması için)

SUR deniz kenarında kurulmuş bir şehir. Unesco tarafından dünya kültür mirası kapsamına alınmış. Ana giriş yolu denize kadar uzanıyor. 

Kuruluşu milattan önce 3000’li yıllara kadar giden Sur (Tyre, Tyrus)  Beyrut’un yaklaşık 83 km. güneyinde yer alıyor. Kıyıda taşlık bir araziyle 600 m. uzağındaki bir adadan oluşan şehir 15 hektarlık bir alanı kaplıyor. Kıyı ile ada arasındaki bağlantı bir köprü ile sağlanmış. Fenike’liler döneminde Akdeniz sahilindeki stratejik konumu ve limanı sebebiyle önemli bir ticaret merkezi olmuş.

Meraklısına; Sur kentinin geçmişte bu kadar gelişmesinin bir diğer nedeni Sur Firfiri denilen bir boya maddesi imiş. Erguvan renkteki bu madde Murex türü bir salyangozdan elde edilen ve o dönem için son derece pahalı bir boyaymış. Bu boya “zendado” (zendal) denilen bir dokuma cinsinde kullanılmaktaymış ve Sur’un erguvani boyasını elbiselik kumaşlarda kullanmak moda haline gelmiş. İşte böylesine gelişen ve ünlü olan Sur’u, Babil İmparatoru Nabukadnezar 13 yıl boyunca kuşatmış. İ.Ö. 6. yüzyılda olan bu olaydan 200 yıl kadar sonra, Makedonyalı İskender 7 ay süren bir kuşatma sonucunda kenti almayı başarmış. Makedonyalı İskender’in istilasında uğradığı tahribatın ardından, milâttan sonra 64 yılında Roma hakimiyetine girmiş.

Sur stratejik konumu, limanı ve tersanesinden dolayı Haçlı seferleri sırasında önemli merkezlerden biri olarak öne çıkmış. I. Haçlı Seferi’ne katılan birlikler Kudüs’e doğru ilerlerken Urfa ve Antakya’dan gelecek şövalyeleri beklemek için iki gün Sur’da kalmışlar. Sur halkı, Kudüs Haçlı Kralı I. Baudouin’e kıymetli hediyeler gönderip şehirlerinin güvenliğini sağlamaya çalışmışlar.
 
Memluk Sultanı Halil b. Kalavun 18 Mayıs 1291’de Akka’ya hakim olduktan sonra 14 Temmuz 1291’de Sur’u da ele geçirmiş. Halkın bir kısmını öldürtmüş, geri kalanları da esir almış ve şehri tamamen tahrip ettirmiş. 1326’da şehri ziyaret eden İbn Battuta eskiden çok mamur olan Sur’un harap halde olduğunu kaydetmiş. (Seyahatname, I, 91). XVII. yüzyılda Dürzi Emiri Ma‘noğlu Fahreddin harap durumda olan Sur’u onarmaya çalıştıysa da çabaları sonuçsuz kalmış. Bu yüzyılın ikinci yarısında şehri ziyaret eden Evliya Çelebi’nin harap yerlerin çokluğuna vurgu yapması bu hususu teyit etmektedir.
 
Tevrat’ta Sayda (Sidon) kentinden olduğu kadar Sur kentinden de bahsedilmektedir. Ayrıca; Sur Kralı Hiram’ın Hz. Süleyman ile ticaret yaptığı, İsrail Kralı Ahab’ın karısı, acımasız Kraliçe İzebel’in de bir başka Sur kralının kızı olduğu tarihi gerçeklerdir. Bir rivayete göre ise Hz. İsa, Sur (Tyre) ve Sayda (Sidon) şehirlerine ayak basmış, havarilerinden Aziz Pavlus Sur’da bir kilise inşa etmiştir.
 
Sayda – Sidon
 
Sayda (Sidon), Lübnan’ın güneyinde Akdeniz sahilinde yer alan ve 200.000 nüfusu ile Lübnan’ın büyük şehirleri arasındadır.
 
Meraklısına; Antik Çağda önemli bir Fenike şehri olan Sayda’nın eski ismi Sidon. Tevrat’taki Yaratılış (Genesis) faslında Sidon, Kenan’ın oğlu olarak geçmektedir. Günümüz Arapçasında “balıkçı” anlamında kullanılmaktadır.
 
İlk Çağda bugünkü Lübnan’a yerleşmiş olan Fenikeli’lerin kurdukları önemli kentlerden biri olan Sayda (Sidon)’nın tarihi İÖ 2.000 yılına kadar uzanıyor. İÖ. 1.000 yılda Sur kenti ile birlikte Fenike tarihinin en etkin yerleşim yerleri olmuşlar. Her iki kent de Fenikeli’lerin önemli birer ticaret merkezi olduğu kadar, Akdeniz çevresinde kurulan koloni kentlerinin de merkezleri imiş. El yapımı metal işleri ve tekstil ürünleri Akdeniz’in birçok liman kentine satılıyormuş. Teli el-Amarna, çiviyazılı belgelerinde Eski Mısır ile ticaret yaptığına ilişkin bilgiler olduğu belirtiliyor. Cam eşya, keten kumaşlar ve koku üretiminde (günümüzden yaklaşık 4000 yıl öncesi… ve bu ürünler bu gün bile zor üretilen zor bulunan ve pahalı lüks ürünler) ve ihracatta  da döneminin önde gelen kentiymiş. İÖ 678’de Asur Kralı Asarhaddon’un yıkıma uğrattığı kent, Pers egemenliği altında Fenike Satraplığı’nın başkenti olmuş. Büyük İskender’in Asya Seferi’nden (İÖ 333) sonra İskender İmparatorluğu’na bağlanan bölge onun ölümünden sonra Seleukos Krallığı’na, sonra da Roma İmparatorluğu’na bağlanmış. Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılmasından sonra Bizans İmparatorluğu’nun topraklarında kalan kent, Haçlı seferleri sırasında 1110’da, I. Baldwin’in denetimine girmiş.
 
1291’de Abbasi egemenliğine girdiyse de eski önemini yitirmiş. Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi’nden sonra 400 yıla yakın Osmanlı egemenliğinde kalmış. 1837′ deki bir depremden büyük zarar gördüyse de, yeniden bayındır hale getirilmiş. I. Dünya Savaşından sonra Fransız’ların idaresine girmiş. 1943’de Lübnan Devleti’nin kurulmasından sonra bu devletin sınırları içinde kalmış. Günümüzde, Suudi Arabistan’da bulunan petrol yataklarından gelen petrol boru hattının Akdeniz’e ulaştığı liman olarak önem taşıyor.

Tarihi Eserler

Nekrofil (Mezarlık)

Tarih boyunca bu denli yoğun yaşam ve yerleşime tanıklık eden bölgenin mezarlık bölümü de çok çarpıcı. 1855’te kentin güneydoğusunda, büyük bir nekropol alanı açığa çıkarılmış. Fransızlar (Louvre Müzesi) için çalışan defineciler tarafından yapılan kaçak kazıda, tesadüfen Sayda Kralı Eşmuhazar (Eshmunzar)’ın lahdi bulunmuş ve 1856’da Paris’teki Louvre Müzesi’ne götürülmüş.

1887’de Lübnan topraklarının Osmanlı Devletinin yönetiminde olması nedeniyle Müzeler Müdürü Osman Hamdi Bey, Sayda’da bir kazı yapmış ve Sayda Krallık Ailesine ait 20’ye yakın çok değerli lahdi, 1892’de açığa çıkarmış. Bu lahitler günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzesinde sergilenmekte. Başlıcaları: İskender Lahdi, Tabnit Lahdi, Ağlayan Kadınlar Lahdi, Satrap Lahdi, Likya Lahdi. 1963-1964 arasında Beyrut Müzesi’nin yaptığı kazılarda ise İÖ 5-4. yüzyıllara ait 31 lahit  çıkarılmış.
 
Meraklısına; İskender Lahdi olarak bilinen eserin üzerinde yer alan savaş sahnesi Büyük İskender ile Pers Kralı arasındaki Issos Savaş sahnesini anlatır. Savaş, Antakya sınırları içindeki Dörtyol’da Issos ovasında gerçekleşmiş ve yine Hellenistik Dönemin büyük heykeltıraşları tarafından Sayda’nın yeni kralı Abdalonymos için İskender’e ithafen yapılmış.)
 
Roma mezarlığı nekrofile parke gibi döşenmiş taş bir yoldan giriliyor.

Sanatsal mezar taşları var, taşı adeta işlenmişler. Romalılar mezara göz yaşı şişesi ve ölünün ağzına da metal para koyarlarmış. Cennete götürecek kayıkçıya rüşvet olarak vermeleri için.
Bir de zenginlere ait aile mezarları var, kat kat yapılmış. Her odacıkta bir aile bireyi bulunmaktaymış. Bu odacıklarda kemikler hala duruyor.
Bu nekrofilin yan kısmında Filistin’lilerin yerleşim bölgesi var. Çok derme çatma evler, ama hayat sürüyor. Balkon ya da taraçalarda televizyon seyreden aileler, çamaşır asan kadınlar…

Deniz Kalesi

Ana karaya 80 metrelik bir yolla bağlı olan Kale 13. yüzyılda Haçlılar tarafından inşa edilmiş. Öncesinde ise aynı ada üzerinde Fenike Kralı’nın Sarayı ve Fenikeli’lerin tanrılarına adanmış bir tapınak varmış. Hatta şehrin Asurlular tarafından kuşatılması sırasında Fenike halkına sığınak olmuş. Ancak sonraki yıllarda meydana gelen depremlerle saray ve tapınak yıkılmış. O yapıtların taşları ise şimdi kalenin duvarlarını oluşturmakta.

Meraklısına; Lübnan topraklarını almak için Haçlılarla mücadele eden Memluk Sultanı I. Baybars 1271’de Trablus Kontluğu’na bağlı pek çok kaleyi fethetmiş. Ancak Haçlı tehlikesi karşısında anlaşarak geri çekilmek zorunda kalmış. Lübnan topraklarıyla ilgili olarak Haçlılarla çeşitli anlaşmalar yapan Memluk Sultanı Kalavun, 1289 Trablus’u geri almayı başarmış. Artık bölgede Haçlıların elinde sadece Akka, Sayda, Sur ve Aslis şehirleri kalmış.
 
1400’lü yıllarda Sayda ve Sur şehirlerini feth etmek için yapılan Memluk kuşatmaları sırasında büyük zarar gören kale, önemi nedeniyle şehir ele geçirildikten sonra yine Memluklular tarafından restore edilerek kullanılmış. Osmanlı hakimiyetinin ilk yıllarında da kullanılan yapı, kalelerin tarih içinde önemini yitirmesiyle beraber kaderine terk edilmiş. Harabeye dönen kale, neredeyse yok olmak üzereyken, 17. yüzyılda önce Dürzi Emir Fahrettin II, sonraları da Osmanlılar tarafından restore edilerek içine bir de Osmanlı cami imar edilmiş.
 

Kalenin şimdilerde, büyük bir kısmı ise yıkılmış halde. Osmanlı döneminde yapılan küçük cami ise hala ayakta. Kaleden hem Sayda Limanı, hem de eski şehir görülebilmekte. Sayda Deniz Kalesi bu özelliğiyle, bir şehrin geçirdiği sosyal, siyasi ve mimari değişimine 800 yıldan bu yana sessizce şahitlik etmiş.

Bu kadar tarihi kalıntı gezdikten sonra, daldık Sidon sokaklarına ve olağanüstü sokak araları ile çarşılardan geçtik.

Bu arada  tatlıların da tadına baktık.

Sabun müzesi, taş  konağa girdiğiniz anda saf sabun kokusu burnunuza geliyor, doğallık ve temizlik kokusu. Doğal zeytinyağı sabun imalatının yapımını gösterdikleri müzenin son kısmında sabun alışverişi yapabiliyorsunuz. Ama çok pahalı idi küçük bir kalıp sabun beş dolar civarındaydı.Üçüncü gün Çuf dağlarından geçerek Bekaa Vadisine gidiyoruz. Dağlar geçmişte Lübnan’ın sembolü olan sedir ağaçları ile kaplıymış ama şimdi makilik. Virajlı dağ yolundan deniz görünüyor.

Meraklısına; Rivayete göre, Olympe’deki tanrıların yazlık mekânı burasıymış. Zeus’tan Afrodit’e, Apollon’dan Uranos’a kadar cümle büyükküçük tanrı, yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağmurlu olan Akdeniz ikliminin o boğucu günleri başlayınca, bavullarını toplayıp Lübnan Dağları’na göç ederlermiş. Hatta Sisyphe bile, çilesini biraz olsun katlanılır hale getirmek için, o aylarda ebedi cezası olan kayasını sırtlayıp soluğu buralarda alırmış.
 
Deir Ei Qamar
 
Dağda bir Hristiyan köyünde mola veriyoruz. Memlüklerden  kalma bir kervansaray ve küçük ama içi çok ferah bir cami var. Cami avlusunda oturup dağ havasını içime çekip termosumdan çay içiyorum.

Beid Ed Dine Sarayı 

İlk olarak 1620’de inşa edilmiş olan saray iki kez de yanmış. Osmanlılar tarafından vali olarak atanan Emir Beşir Şihap II’nin, Deir el-Qamar’ı terk etmeye ve daha güvenli bir yer olan Beit Ed Dine’e taşınmaya karar vermesi üzerine 1806 yılında yeniden sarayın inşaatına başlanmış.

Tüm Suriye’den İtalyan mimar, sanatkar ve esnaf kiralamış ve inşaat 30 yıl sürmüş. İtalyan ve Arap stillerinin olağanüstü uyumlu uygulaması olan gotik kemer teknikleriyle zamana meydan okuyacak güce kavuşturulmuş.

Saray ilk olarak 1842 yılında Osmanlılar tarafından daha sonra da Fransızlar tarafından Devlet İdari Binası olarak kullanılmış. Lübnan’ın bağımsızlığını kazandığı 1943 yılında restore edilen saray o tarihten itibaren Başkanlık Yazlık İkametgahı olarak kullanılmaktaymış. İsrail işgali sırasında tahrip edilen sarayın, 1984 yılında restorasyon işlemlerini başlatan Velid Canbolat tarafından adı “Halk Sarayı” olarak değiştirilmiş.

Sarayın odaları ve avluları hoş mekanlara, çeşmelere, cephelere, oyma sedir ağacı tavanlara, antika mobilyalara, kakma mermerlere ve ince zarif mozaiklere sahip. Ayrıca, saray iyi korunmuş bir hamam kompleksini bünyesinde barındırmakta. Beiteddine Sarayı, Cumhurbaşkanının yazlık ikametgahı olarak kullanılıyorsa da, Beiteddine festivali süresi hariç olmak üzere, temel alanları yaz aylarında ziyaret edilebilmekte. Saray her gün açık.
Anjar
 
Bekaa vadisinde yer alan Anjar şehri, denizden uzakta kurulmuş olan önemli bir tarihi ticaret merkezi olma özelliği yanında, Emeviler dönemine ilişkin şehir planlamacılığının eşsiz bir örneği olarak kabul edilmekte. Adını “kayadan çıkan su” anlamındaki Arapça kelime olan “ayn al-jaar“dan alan şehir aslında hiçbir zaman tamamlanamamış.

Bekaa Vadisinde bulunan kalıntılar ilk kez tesadüfen 1939 yılında keşfedilmiş ve 1943 yılında Anjar’da  arkeolojik kazılar başlamış. Yapılan kazılarda; iç bölümleri çamur ve molozla kaplanmış iki metre kalınlığında, yaklaşık 350-385 metre uzunluğunda duvarlar içinde bulunan 40’dan fazla kulenin yer aldığı bir şehir ortaya çıkarılmış. Şehir mimari mükemmellikteki kuzey-güney ve doğu-batı eksenleri çevresinde simetrik olarak dört eşit parçaya bölünmüş. Dört farklı giriş kapısı bulunan şehirde, kamu ve özel yapılar sıkı bir planlama gereği bu parçalar arasında dağıtılmış: Ana Saray ve cami güney-doğuda yer alırken diğer saray ve hamamlar ise kuzey-batı ve kuzey-doğuda bulunmakta.

Meraklısına;  1939 yılında Hatay Sancağı Türkiye’ye ilhak edince, günümüzde Vakıflı Köyünde yaşayan Ermeni vatandaşlar hariç diğer Ermeniler Lübnan’ın Ancar kasabasına yerleşmişler. Nüfusu bugün 2400 olan Ancar’ın neredeyse tamamı (%99.9) Ermenil’erden oluşmakta. Altı yerleşim alanına (mahalle) ayrılan Ancar’ın mahalle isimleri, 1939 yılında buraya göç eden Ermeni’lerin göç öncesi Hatay bölgesinde yaşadıkları altı köyün isimleri. Bunlar: Kabusiye, Yoğunoluk, Bityas, Vakıf, Hıdır Bey, Hacı Habibli.iİsrail 1983 yılında Lübnan’ı istila edinceye kadar tedhiş örgütü ASALA’nın merkezi Lübnan’da ve en donanımlı eğitim kampları Lübnan’ın Bekaa vadisindeki Ancar köyünde bulunmakta imiş.
 
Ancar kasabası aynı zamanda Suriye’nin Lübnan’daki varlığının sembolü haline gelmiş. Suriye askeri istihbarat karargahı, Nisan 2005 tarihine kadar Ancar kasabasında bulunmaktaymış. Bekaa Vadisi’ndeki Rayak Askeri Hava Üssünde Nisan 2005’de düzenlenen bir törenle Suriye Lübnan’daki 29 yıllık askeri varlığına son vermiş.
 
Tarihi şehir kalıntılarını gezip çıktığımızda giriş-çıkış kapısının iki etrafında bulunan küçük dükkanlarda gümüş, ahşap, sedef hediyelik eşyalar vardı. Ermeni’ler tarafından işletilen dükkanlardaki ürünler, benzerlerini Türkiye’de daha ucuza alabileceğimiz orta kalitede ürünlerdi.
 
Zahle
 
Yaklaşık 50.000 nüfusu ile Lübnan’ın  büyük kentlerinden biridir. Bekaa vadisinin başkenti. Şehrin sakinleri ağırlıklı olarak Katolik Rum. Lübnan dağları ve Bekaa platosunun birleştiği noktada yer almakta. Zahle coğrafi konumu ve çekiciliği ile “Bekaa’nın Gelini” olarak adlandırılıyormuş. Aynı zamanda “şarap ve şiirin şehri” olarak Lübnan genelinde ünlü olan Zahle, hoş iklimi, nehir kenarındaki restoranları ve kaliteli arak içkisi ile şöhrete sahipmiş.
 
Şehrin ortasından nehir akıyor. Etraftaki binalar, dükkanlar, restoran ve pastaneler Avrupa kentleri havasında. Zahle’nin tepesinde de şehri koruyan Meryem Ana heykeli var.

Baalbek

Jüpiter Tapınağı
 
Tapınağın temsili resmi

Fenikeliler tarafından kurulmuş olan Baalbek; Beyrut’un 86 kilometre doğusunda, Bekaa Vadisi’nde yer alan bir müze şehir ve 1984 yılında UNESCO tarafından koruma altına alınmış. Antik Ortadoğu’da Baal tanrısına tapanların merkezi ve Bekaa eyaletinin en büyük Fenike şehriymiş.

Hristiyanlığın yayılmasına kadar bölgenin dinî merkezi olmaya devam eden şehir, buraya iki lejyon yerleştiren ve derecesini koloniye çıkaran Romalı’lar döneminde çok önem kazanmış ve M.S.2.yy’da yeniden imar edilmiş. Başlıcaları Bacchus, Jüpiter ve Venüs adına olmak üzere çeşitli tanrılar için yapılan birçok tapınak ile süslenmiş. 1898-1905 yılları arasında Almanlar tarafından önemli kazı çalışmaları yapılmış ve ortaya çıkarılan İslam öncesi döneme ait tarihi eserler, daha sonra Fransız Manda İdaresi ve Lübnan Hükümeti tarafından restore ettirilerek Baalbek bir müze-şehir haline getirilmiş.
Baalbek’te harabe halinde üç adet tapınak var. Bunlar; Romalıların gök ve şimşek Tanrısı Jüpiter (Yun: Zeus), şarap tanrısı Baküs (Yun: Dionysos), aşk ve güzellik tanrıçası Venüs (Yun: Afrodit)  adına yapılan tapınaklar.

Bunlardan en büyüğü Jüpiter Tapınağı. M.S. 3. yüzyılda yapılan tapınağın büyük bir giriş kapısı varmış. Kapıdan girilince önce ön avluya, sonra da büyük avluya ulaşılıyormuş. Büyük avlunun eni 104,5 metre, genişliği ise 117 metre yani gerçekten çok büyük. Avludan sonra geniş bir kapıdan girilen tapınağın 84 granit sütunu varmış.  Bugün bunlardan sadece 6 tanesi ayakta. Diğerlerinin bir kısmı kırılmış, bir kısmı da başka yerlere götürülmüş. Bu sütunlardan biri ise  Süleymaniye Camii’nin yapımında kullanılmış.

Baküs Tapınağı daha iyi korunmuş. Bu tapınağın her biri 18 metre yüksekliğinde olan 46 sütunu hala ayakta. Giriş kapısının yüksekliği 12 metre, genişliği ise 7 metre.

Venüs Tapınağı da onarım ve restorasyonda.

Altın Kubbeli Cami 

Roma kalıntıları, tapınak, Jüpiter, Venüs gezdikten sonra; baş örtüsüz içeri alınmayan ve telefon kamera sokmanın yasak olduğu çok etkileyici bir camiye giriyoruz. Girişte ve cami dışında İran etkisi görülüyor. Hem mimari olarak, hem de asılı posterlerden. Etkileyici ve temiz iç mekana girip dualarımızı ettikten sonra çıkıyoruz.
Tripoli – Trablusşam
 
Trablusşam şehri Lübnan’ın en doğu noktası. Nüfusun yaklaşık %80’i Sünni Müslüman olmakla beraber Hıristiyan ve Arap Aleviler de yaşamakta.
 
Meraklısına; Osmanlı Devleti sınırları içerisinde Trablus ismini taşıyan iki tane şehir olduğu için Osmanlılar Lübnan’daki bu şehre Trablusşam, Kuzey Afrika’daki (Libya) şehre ise Trablusgarb ismini vermişler.

Tripoli Kalesi

Orijinal kale 1289 yılında yanmış, 1307-08 yılında Emir Esendemir Kurgi tarafından yeniden inşa edilmiş. Daha sonra kale Osmanlı döneminde kısmi olarak yeniden inşa edilmiş olup, yeniden inşa emrini veren Kanuni Sultan Süleyman’ın tuğrası devasa giriş duvarı üzerinde durmakta.
Kaleye çıktığınızda şehrin panaromik görüntüsü ve deniz manzarasını da görebiliyorsunuz.

Tam manzaraya kendinizi kaptıracakken, kalenin bir çok noktasında yer alan askerler ve savaş gereçlerini görmek ürkütüyor, tabi ki bu görüntülerin resmini çekmek yasak. Kaleden çıkıp şehre doğru inerken Lübnan’ın diğer şehirlerinden daha bakımsız, eski, köhne binalar görülüyor.

 Ortadoğu’da gezerken sürprizlere hazırlıklı olmak lazım.

Sıradaki yerimiz Osmanlı döneminde bölgede savaşmaya gelen askerlerimizin konakladığı Asker Han’a geliyoruz.

Ancak sadece kapının resmini çekebiliyoruz. Görevli bizi içeri almıyor, hatta kapıdan bakmamıza bile izin vermiyor !

Buradan sonra gittiğimiz   Sabun Han rengarenk ve güzel kokulu sabunları ile karşılıyor bizi, ortada çok sayıda tahta sedir var. Küçük lavaş görünümünde kankan denen simitlerden yiyoruz burada içine bol sumak koyarak.
 
Sonra, Sultan II. Abdülhamid Han’ın tahta çıkışının 30 yılını kutlamak için zamanın Trablusşam kentine bir hediye olarak Al-Tell Meydanı’na Osmanlılar tarafından 1906 yılında inşa edilmiş Osmanlı Saat Kulesi ni görüp, günlerdir methini duyduğumuz tatlıları yemek için son derece lüks bir mekana oturuyoruz.
Hatay, Antakya Gaziantep tatlılarının benzerlerini yerken herkes “bu biz de daha lezzetli yapılıyor” diye söylenerek hesap ödüyor.

Ulu Cami

Camii şehrin ortasında ve kiliseden dönüştürülmüş. Caminin planı; merkezi bir avlu, üç taraftan tek revaklar, namaz için içeride bir kıble ve merkezi bir çeşme ile geleneksel bir düzenlemeye sahip. İçeri girerken başınızın örtülü olması gerekli.

Biblos
 
Bir Akdeniz şehrindeyiz şimdi; antik liman ile şehirdeki Fenike, Roma ve Haçlı kalıntıları, kumsalları ve şehri çevreleyen dağları ile ideal ve lüks bir turizm merkezi Biblos. Şehir, balık lokantaları, açık hava barları ve açık hava kefeleri ile ünlü. Altmışlı ve yetmişli yıllarda Marlon Brando ve Frank Sinatra şehre düzenli olarak ziyarette bulunurlarmış.

Meraklısına; Biblos, MÖ 3. ve 2. yüzyıllar arasında Mısır Firavunlarının kontrolü altında iken tüm Fenike sahilinin hem dini hem de ticari başkenti imiş. Bugünkü modern Latin alfabesinin temeli olan ilk lineer alfabeyi de bulanlar Biblos’lular olmuş. Biblos’lular, MÖ 2000 yıllarında Piramitlerin yapımında kullanılan sedir ağaçlarını Mısır’a satarak ticarete başlamışlar. Böylece Biblos, MÖ 11. yüzyılda Fenike’nin en önemli kenti olmuş ve Biblos’lular Akdeniz’de birçok ticaret kolonileri kurmuşlar. MÖ 8. yüzyılda Asur’luların saldırılarıyla bağımsızlıklarını yitirmişler.

Liman yakınında bulunan arkeolojik sit alanı içinde yerli kesme taşlar ve Roma yapılarının kalıntıları kullanılarak yapılmış bir Haçlı Kalesi var.
 
Fenike döneminden günümüze kadar olan ünlülerin balmumu heykellerinin sergilendiği Balmumu Müzesi (Wax Museum) Biblos’un ilginç mekanlarından biri.
Eglise St.Jean Marc Maronite Kilisesi

Çok temiz ve şık bir bahçe ile karşılıyor sizi. Bahçede, dev bir çarmıhta İsa heykeli var. Bahçenin arka avlusu ise sanat eserlerinin sergilendiği bir açık hava galerisi görünümünde. 
Kilise bahçesi ve içi yüzlerce gül ve beyaz çiçekle süslenmiş ve bir düğün törenine hazırlanmıştı.

Gezilecek mekanları tamamladıktan sonra, arkeolojik alanın girişine yakın bulunan tarihi mahalle ve çarşıları gezerken, hediyelik eşya alacağınız eski sokaklardaki dükkanlar sizi bekliyor.

Yorulmuş, ama yoğun Lübnan gezisinde gördüğümüz tarih ve kültür eserleri ile etkilenmiş, şaşırmış, yakın geçmişte ecdadımızın yönettiği ve dedelerimizin şehit olduğu toprakları görmekten hüzünlenmiş olarak döndük ülkemize.
           
Yahya Kemal Beyatlı’nın, emeklilik yıllarında çıktığı Kahire, Beyrut, Şam, Trablusşam gezilerinin kendisinde bıraktığı izlenimlerin ve depresif etkilerin hissedildiği “Yol Düşüncesi” adlı şiirini yazarken hissettiklerini anlamaya çalışma zamanı idi şimdi…
 
Yol Düşüncesi

Bu def’a farkına vardım ki ihtiyarlamışım.
Hayâtı bir camın ardından gören tılsım
Bozulmuş anlıyorum, çıktığım seyâhatte.
Cihan ve ben değiliz artık eski hâlette
Mısır ve Suriye, pek genç iken, hayâlimdi;
O ülkelerde gezerken kayıtsızım şimdi,
Bu gözlerim, medeniyetlerin bıraktığını
Beş on yıl önce, görür müydü böyle taş yığını?
Bugünse yeryüzü hep madde, her ufuk maddî.
Demek ki âlemin artık göründü serhaddi.
Ne Akdenizde şafaklar, ne çölde akşamlar,
Ne görmek istediğim Nil, ne köhne Ehramlar.
Ne bâalbek’de latin devrinin harâbeleri,
Ne Biblos’un Adonis’den kalan sihirli yeri,
Ne portakalları sarkan bu ihtişamlı diyar,
Ne gül, ne lâle, ne zambak, ne muz, ne hurma ve nar
Ne Şam semâsını yâlel’le dolduran şarkı,
Ne Zahle’nin üzümünden çekilmiş eski rakı,
Felekten özlediğim zevki verdiler, heyhat!
Bu hali, yaşta değil, başta farzeden bir zât
Diyordu: “İnsana çarmıh’ta haz verir îman!”
Dedim ki: “Hazret-i İsa da genç imiş o zaman.”
Eğer mezarda, şafak sökmeyen o zindanda,
Cesed çürür ve tahayyül kalırsa insanda,
Cihan vatandan ibarettir, îtikadımca
Budur ölümde çerçevem, murâdımca:
Vatan şehirleri karşımda, her saat bir bir,
Fetihler ufku Tekirdağ ve sevdiğim İzmir,
Şerefli kubbeler iklimi, Marmara’yla Boğaz,
Üzerlerinde bulutsuz ve bitmeyen bir yaz,
Bütün eserlerimiz, halkımız ve askerimiz,
Birer birer görünen anlı şanlı cedlerimiz,
İçimde dalgalı Tekbîr’i en güzel dînin,
Zaman zaman da Nevâ-Kâr’ı doğsun, ltri’nin
Ölüm yabancı bir âlemde bir geceyse bile,
Tahayyülümde vatan kalsın eski hâliyle.
Yahya Kemal Beyatlı
 
Ama son söz Lübnan asıllı ABD’li filozof  Halil Cibran’ın dizelerinde hissettiklerimizdi….
 
Ve arkadaşlığın hoşluğunda,
Kahkahalar, paylaşılan hazlar olsun.
Çünkü küçük şeylerin şebneminde,
Yürek sabahını bulur ve tazelenir.
———————————————————————————————–
Kaynakça
Gezi rehberinin anlattıklarından tutulan notlar
Alb. Mustafa Kaya tarafından hazırlanan Lübnan Gezi Rehberi
LEWIS, Bernard Ortadoğu İkibin Yıllık Ortadoğu Tarihi, Arkadaş Yayınları, 2014
CLEVELAND, William L.,Modern Ortadoğu Tarihi, Agora Kitaplığı, 2008
Wikipedia

 

Şiraz Gezi Rehberi: İran’ın Şairler Şehri

Şiraz, bozulmamış tarihi kent dokusuyla, çevresindeki bağlarıyla, bahçeleriyle İran’ın en güzel, en çok turist çeken şehirleri arasında yer alıyor. Tarih, kültür, sanat, aşk ve şiirin şehri olarak bilinen Şiraz, “İran’ın Kültür Başkenti”, “Şairler Şehri”, “Dar-ul-Elm (Öğrenmenin Şehri)”, “Bahçeler Şehri” ve “Güller Şehri” gibi adlarla da anılmakta. Günümüzde yaklaşık iki milyona yakın nüfusuyla İran’ın altıncı büyük kenti.

Kısa Tarihi

Meraklısına: Şiraz’ın Ahamenik döneminde kurulduğu, Sasaniler döneminde de önemli bir merkez olduğu, 693 yılında Müslüman Araplar tarafından alınarak Bağdat’a bağlı bir vilayet yapıldığı bilinmekte. 12. yüzyılda Fars krallarından Atabeklerin eline geçmiş, son Atabek, Cengiz Han’ın ordularının işgalini önlemek için haraç ödemeyi kabul etmiş, 1382 yılında ise Şah Suja, kız torununun Timur’un oğullarından biriyle evlenmesine razı olarak şehri yakılıp yıkılmaktan kurtarmış. Şiraz, Cengiz Han ve Timur ordularının istilalarından ve yıkımlarından zarar görmediği gibi şehirde kültürel hayat çok ilerlemiş ve özellikle edebiyat ile mimarlık öne çıkmış. Edebiyat alanında Şeyh Sadi Şirazi ve Hafız bu dönemde yetişmiş. Şiraz’da yaşanan kültür ve sanat geleneği ortamında yetişen sanatçılar, yüzyıllar boyunca hem İran’da, hem de yabancı ülkelerde eserler vermişler. Bunlar arasında Semerkand’da ve Hindistan’da yapılan eserler öne çıkıyormuş. Hindistan’daki ünlü Tac Mahal’in mimarlarından biri olan Üstad İsa da Şiraz’da yetişmiş.

Şehir Zend Hanedanlığı (M.S. 1747-1779) zamanında İran’ın başkenti  olmuş. Kendisine Hz. Muhammed’in vekili unvanını layık gören Zend Hanedanı Kerim Han, İsfahan’da Şah Abbas’ın yaptığı gibi Şiraz’da gösterişli eserler yaptırmak istemiş ve şehre eserler kazandırmış. Kerim Han’ın yaptırdığı eserler arasında en önemlisi Arg-e Kerim Han (Kerim Han Kalesi). Vekil Cami de müthiş işlemeleriyle Kerim Han’ın unvanını taşımakta. Ayrıca İran’ın en güzel kapalı çarşısı Vekil Pazarı da Şiraz’da yapılmış.

Şehir 1789’da Kaçarların hakimiyetine girdikten sonra en kötü dönemini yaşamış. Kaçarların başkenti Tahran’a taşımasıyla önemini de kaybetmiş. Kaçarlar Kerim Han’dan kalan bir çok değerli eşyayı talan etmiş. Şiraz, bu dönemde körfezdeki Buşehr limanına giden ticaret yolu üzerinde bulunması nedeniyle ticari önemini koruyabilmiş. Ancak 1930 yılında yapılan demir yolunun Şiraz’dan geçmemesi ile bu özelliğini de kaybetmiş.

Şehir iklimiyle üzüm yetiştirmeye çok uygun olup üzüm bağlarıyla ünlü olan bereketli bir vadide kurulmuş. 7.000 yıllık orijinal kil kaplarıyla birlikte şaraba dair dünyanın en eski kalıntılarının keşfedilmiş olduğu bu şehirde, bir zamanlar uçsuz bucaksız üzüm bağları bulunuyormuş. Şirazın kuzeyindeki Bagh-e Anar ve Bagh-e Takhti bölgelerindeki üzüm bağlarında Şiraz’ın ünlü üzümleri yetiştiriliyormuş. Şiraz’ın özel üzümü ve bu üzümden yapılan şarap türü olan Şiraz ve Cabernet Şiraz şarapları dünyaca ünlü. Hatta Şah zamanında Şiraz şaraplarını tatmak için Avrupa’dan şarap turları yapılırmış. İslam devrimi sonrası güzelim bağlar tahrip edilmiş ve şarap üretimi yasaklanmış. Gayrimüslimler için şarap üretim izni varmış ve kendi şarabını gizlice yapanlar da bulunduğu da söyleniyor.

Gezilecek Yerler

Şehirle ilgili kısa  bilgiden sonra artık gezimize başlayabiliriz. Şehrin girişinde bizi Kur’an Kapısı (Dervaz-e Kur’an) takı karşıladı. Ertesi gün buraya geleceğimiz için mola vermeden kalacağımız Elize Hotel’e doğru yola devam ettik. Otelimizin hem yeri hem de odaları güzeldi.

Odalarımıza yerleştikten sonra biraz çevreyi tanımak amacıyla ana caddede yürüyüş yapmak istedik. Bu şehir diğer İran şehirlerinden inanılmaz bir farklılık gösteriyordu. O nasıl bir lüks, o nasıl bir giyim kuşamdır. Gençlerin altında lüks araçlar ve saçlarının çok azı kapalı, daracık pantolonlar giymiş kızlar, yabancı markaların mağazalarını görünce gerçekten şok yaşadık. Ertesi gün etrafı duvarlarla çevrili kocaman bahçeleri olan villaları görünce şehirdeki zenginliği daha iyi anladık.

Ertesi sabah gezimiz Kerim Han Kalesi ile başladı. Şehrin önemli eserlerinden birisi olan bu Kale Zend hükümdarı Kerim Han tarafından 1766 yılında yaptırılmış ve oldukça iyi korunmuş. Kerim Han’ın kaleyi İsfahan’daki mimari eserlerle rekabet edebilmek için yaptırmış. Şah Rıza Pehlevi döneminde  kale bir süre hapishane olarak kullanılmış.

Kalenin toplam alanı 4000 metrekare olup, tuğladan yapılmış surlarının yüksekliği ise 12 metre. Kale surlarının dört köşesinde yüksekliği 14 metre olan dört burç bulunuyor. Bu burçlardan biri Pisa Kulesi gibi eğik gözükmekte. Uzun süre eğriliği düzeltmek için uğraşılmış ama olmamış. Kalenin yapımında 12.000 işçi çalıştırıldığı söylenmekte.

Kalenin iç avlusunda geniş bir bahçe, kralın özel dua mekanı ve özel hamamı görülmekte. Binanın ahşap işlemeleri, vitrayları ve duvarlardaki minyatürler hayranlık verici. Kaledeki işlemeler Kaçar Hanedanlığı dönemine aitmiş. Kalenin girişindeki yazıtta Farsça olarak : “Şiraz’a yeni gelen bir gezgin, uzun süre Kerim Han Sarayı’nın endamını övmekten geri duramayacaktır” sözü yazılıymış.

Duvarlarda asılı pek çok siyah beyaz fotoğraf vardı. Gerçekten hepsi de çok ilgi çekiciydi ama bizim durup hepsini teker teker inceleyecek vaktimiz yoktu.

Kalenin içinde el sanatları ürünlerinin satışı yapılan bir bölüm bulunuyor. Burada kakma sanatıyla ilgili usta bize uygulamalı olarak bilgi verdi. Gerçekten çok güzel ve zarif eşyalar vardı ama fiyatları çok yüksekti.

Kalenin içinde gezmeye devam ettik.

Burayı gezmeyi tamamladıktan sonra sıra kısa bir yürüyüş mesafesinde olan Vekil Camisi‘ni gezmeye gelmişti.

Vekil Camisi Zend hükümdarı Kerim Han tarafından 1773 yılında yaptırılan, harika çini süslemeleriyle ihtişamlı bir cami. İran camilerindeki geleneksel dört eyvan yerine, bu camide çok güzel düzenlenmiş iki büyük avlu bulunmakta.

İç avlu, muhteşem taç kapı, harika çini işlemeli kameriye ve sundurmalar görülmeye değer. Cami, 1773 yılında yapılmış olmasına karşın özellikle çiçek desenli çini işlemelerinin çoğu Kaçar döneminde yapılmış.

Caminin mihrap bölümü mozaik işlenmiş ve tamamı tek parça taştan kesilmiş 48 sütunla desteklenmiş bir kubbenin altında. 14 basamaklı ve tek parça blok mermerden yapılan mimber ince işçiliği ile dikkat çekici. Cami, iki büyük deprem yaşamasına rağmen ayakta kalabilmiş. Cami sadece Cuma günleri ibadete açık.

Caminin bitişiğinde pazarın içinde Müşir Sarayı (Sarey-e Moshir) isimli bir  hamam var. Kerim Han’ın özel hamamı olarak yapılmış hamam tavan ve kubbe işlemeleriyle dikkat çekiyor. Burası günümüzde geleneksel bir çay evi ve restoran haline dönüştürülmüş. Canlı klasik İran müzik eşlik akşam yemeklerine ediyor. Zamanı olanlara tavsiye ediliyor.

Cuma günü olması nedeniyle Vekil Pazarı da kapalıydı ve sadece dışarıdan görüntü alabildim.

İran’ın egzotik atmosferini yansıtan pazarı yaptıran Kerim Han, Şiraz’ı bölgenin ticaret merkezine dönüştürmeyi amaçlamış. Pazar aynı bizim Kapalı Çarşı ve İran’ın öteki pazarları gibi labirent bir yapıya sahip olup geleneksel el sanatları ürünleri, meşhur Şiraz halıları, rengarenk kumaşlar gibi envai çeşit ürün ve eşyayı bulmak mümkün.

Biraz soluklanma molamızda İran’a özgü içecek olan kavun suyu denedik grubumuzla. Çok lezzetli bir içecek olduğunu söyleyebilirim. Yeterince kavun üretilen ülkemizde neden kavun suyu tüketilmediği aklımıza takıldı.

Daha sonra Nasır el-Mülk Camisi‘ni gezmeye gittik. Hani anlatılmaz yaşanır durumları vardır ya bu da onlardan biriydi. Harikulade bir iç tasarımı ile caminin pencerelerinde kullanılan renkli camlarla güneş ışığının buluşması ve bunun camiye yansıması bir renk cümbüşü oluşturuyordu. Bu renk şöleni her mevsime ve günün her saatine göre camiye ayrı bir güzellik katıyor. Kullanılan pembe rengin yoğunluğundan  cami “Pembe Cami” olarak adlandırılmakta.

Cami Kaçar hükümdarı Mirza Hasan Ali Nasır el-Mülk tarafından 1876-1888 yılları arasında inşa ettirilmiş.

Camide bir süre oturarak içerideki huzuru ve dinginliği yaşama fırsatı bulduk. İran’daki camilerin sadece ibadet için kullanılmadığını daha önce de belirtmiştim. Burada da aşağıdaki fotoğrafta da görüldüğü üzere kuruyemiş yiyerek sohbet eden kadınları gördük. Bizimle de çok ilgilendiler ve ısrarla yedikleri kuru yemişten ikram ettiler.

Bu güzel camiden sonra otobüsümüz bizi güzel bir türbeye götürdü. Böylesini hayatım boyunca saraylarda dahi görmedim. Burası Şah-e Çerağ Türbesi olup Şiilerin en önemli ziyaret yerlerinden biri.

12 imamdan birisi olan İmam Rıza’nın öz kardeşi Seyyid Emir Ahmed 835 yılında Şiraz’da düşmanları tarafından öldürülmüş. 14. yüzyılda onun mezarının bulunduğu yerde bu türbe yaptırılmış. Şah-e Çerağ “Işıkların Şahı” anlamına geliyormuş ve bu isim Seyyid Emir Ahmed’e, Şirazlıların vermiş olduğu bir lakaptan geliyormuş.

Ancak türbe deyince bizim ülkemizdeki türbeler gibi olacağı sanılmasın. Adeta bir saray yaptırılmış. Türbenin iç duvarları milyonlarca küçük ayna ile mozaik şeklinde işlenmiş. Yine parıltılı dev avizelerden yayılan ışık milyonlarca ayna üzerinde değişik şekillerde yansıyor ve bir ışık sağanağına tutulmuşsunuz gibi oluyor.

Geldiğimiz gün bir de onların tatil günü olan Cuma olunca burası ana baba günüydü. Türbeye giriş ücretsiz ve kadınlarla erkekler ayrı ayrı giriş kapılarından alınıyorlar. Kadınların ayrıca “çadoor” denilen çarşaf giymeleri şart koşuluyor. Olmayanlara ödünç veriliyor. Turist olarak gelenler için ise  sanırım kalabalığın içinde kaybolmasınlar diye daha farklı renkte “çadoor” veriliyor. Biz de aldık ve başkalarınca kullanılmış giysileri kullanmaktan duyduğumuz rahatsızlıkla üzerimize geçirdik.

İçerisi çok kalabalıktı. Oturup kenarda sohbet edenler, namaz kılanlar, Kuran okuyanlar, ağıt yakanlar, ağlayarak dua edenler hepsi birbirine karışmıştı. İçerideki hüzünlü ve mistik havayı hissetmemek mümkün değildi. Mezarın olduğu kısma kadar gidip burada yatan zata dualarımızı ettik. Sonra buradan yeni yapılan cami kısmına geçtik. Orada artık erkek kadın diye bir ayırım yoktu.

Türbenin önüne çıkarak bir sürede de burada geleni gideni izledik. Türbenin olduğu yer aslında büyük bir kompleks olup ne için kullandıklarını bilemediğim pek çok bina vardı.

Türbe binası altın kaplama kubbesi, duvarlarında ve tavanlarındaki eşsiz mavi çini ve mozaikleriyle bu sade binaların arasında eşsiz bir mücevher gibi parlıyordu. Maalesef bu türbeyi dışarıdan çekmemişim ve bu yüzden webten aldığım bir fotoğrafı buraya ekliyorum.

Burayı da gezdikten sonra otobüse bindik. Tur programında olmamasına karşın, rehberimiz Tahran’da Gülistan Sarayı’nı gezdiremediğinden bizi İrem Bağlarına (Bağ-ı İrem) götüreceğini söyledi. İrem Bağları’nda tatil günü olduğu için olsa gerek önünde upuzun bir kuyruk vardı.

Bu büyük bahçe, Kaçarlar zamanında hükümdar İlhanlı Muhammed Ghori’nin emriyle yapılmış. İrem Bahçesi’ndeki bina, dönemin önemli mimarı Üstad Muhammed Hassan tarafından yapılmış ve daha sonra binanın çevresi yeşillendirilerek İrem Bahçesi oluşturulmuş. Binanın içinde bahçeye bakan bir salon ve aynalarla süslenmiş odalar var.

19. yüzyılda yapılmış binanın ön cephesindeki çiniler de oldukça etkileyici gözüküyor. Köşkün dış cephesindeki çini süslemelerde Yusuf ve Züleyha, Ferhat ile Şirin tasvirleri yapılmış. Ayrıca ön cephede İranlıların çok değer verdikleri şairlerden Hafız ve Sadi’nin şiirleri de bulunuyor.

Şiraz kentinin geçmişten gelen doğa merakına bu bahçeyle birlikte canlı bir şekilde şahit olduk. Bahçedeki kameriyeler lavanta çiçekleriyle donatılmış. Gezinti yolları, havuzlar, ağaçların ve çiçeklerin sıralanışı üstün bir estetik anlayışıyla ve klasik İran tarzına uygun olarak yerleştirilmiş. Buradaki bitkiler arasında en ünlüsü ise sadece Şiraz’da yetişen bir tür servi ağacı olan (Sarv-e Naaz)’mış. Bu ismin bizde Servinaz biçiminde kadın ismi olarak kullanıldığı söyleniyor. Bahçede çok sayıda bulunan bu ğaçlardan bazılarının 300 yaşında olduğu söyleniyor.

Onlarca dönüm arazi üzerine kurulmuş, 700 çeşit bitki ve ağaç türü bulunan, envai çeşit çiçeklerle bezenmiş, havuzlar, fıskiyeler, lavanta çiçekleriyle dolu kameriyeleri ve küçük dereleri olan bu bağda gezmek insanın ömrüne ömür katıyor olmalı. Bahçe Şiraz Üniversitesi tarafından bakılıyormuş.

Burada da diğer şehirlerde olduğu gibi turistlere özellikle Türklere ilgi çoktu. Hatta Azeri olduklarını söyleyen bir aile ısrarla bizi evlerinde konuk etmek istediklerini söylediler. Hala bozulmamış, eski kültür ve geleneklerini muhafaza eden insanları görmek beni mutlu ediyor.

Sıra İranlıların en büyük şairlerinden olan Sa’di’nin Türbesini görmeye geldi. Türbe’nin girişinde otobüsten indik ki bir de ne görelim onlarca kadın, erkek, çoluk çocuk dememiş kuyruğa girmiş. Bir şaire böylesine değer verilmesini kendi ülkemizle karşılaştırmak pek mümkün görünmüyor.

Sa’di 1203 yılında doğmuş ve 1291 yılında ölmüş Farsi bir şair ve İslam alimi.  Bağdat’da Nizamiye Medreselerinde öğrenim görmüş. 30 yıl boyunca Ortadoğu, Hindistan ve Kuzey Afrika’yı gezdikten sonra memleketi Şiraz’a dönerek şiirlerini yazmaya başlamış. Moğol ve Haçlılarla yapılan savaşlara katılmış ve esir düşmüş. Esir tutulduğu Tripoli’de ki hapishaneden tünel kazarak kaçmış. 14 defa hacca gitmiş.

Yazdığı şiirlerde İslamı bilgelikle yorumlamış. Sadi’nin bütün şiirlerinde Sadi mahlası bulunuyormuş. Her yılın 21 Nisan günü de İran’da “Sadi Günü” olarak anılıyor.

Türbeye etrafında ağaçlar olan ortadan bir su yolu geçen bir yoldan ulaşılıyor. Türbe uzaktan beyaz mermer sütunlar üzerinde çini işlemeli kubbesiyle huzura davet eder gibi süzülüyor.

Şiirde ve düz yazıda başarılı eserler veren Sa’di bunu gezdiği yerlerdeki insan karakterlerini ve yaşantılarını tanıması ve bunu da islam felsefesi ve sanatıyla birleştirmesi ile yapmış. Kendi ifadesiyle “ruhsal açlığını doyurmak” için gezdiği yıllar boyunca açlık ve susuzlukla yaşamış, çok güzel ağırlandığı zamanlarda olmuş. Verdiği çok değerli eserlerde bu yılların izi görülebiliyormuş. Bunlardan en önemlileri “Bostan” ve “Gülistan” isimlerini taşımaktaymış.

Sa’di’nin Türbesi beyaz mermerden yapılmış ve üzerine;

“Şiraz’lı Sa’dinin Türbesi aşkın kokusunu saçacak
Hatta, onun ölümünden binlerce yıl sonra bile.”

beyiti yazılmış.

Sa’di’nin Türbesinin fotoğrafı 100 bin Riyallik banknotların arkasına da konulmuş. Bunun yanında İngilizce yazılmış bir cümle de varmış;

“Human beings are members of a whole,
In creation of one essence and soul.”

1258 tarihli “Gülistan” adlı eserinden alınan bu mısralarla birlikte devamı daha önce New York’taki Birleşmiş Milletler binasının “Hall of Nations” girişinde yazıyormuş ama şimdilerde kaldırılmış;

“If one member is afflicted with pain,
Other members uneasy will remain.
If you have no sympathy for human pain,
The name of human you cannot retain.”

Şiir gerçekten çok anlamlı ve etkileyici görünüyor. Bunun dışında yine “Bostan” ve “Gülistan” kitaplarından alınmış olan beğendiğim birkaç sözü de yazarak Sa’di gezimizin hakkını vereyim.

“Kendi ahlakını düşmanından dinle, dostun gözünde her yaptığın iyidir.”
“Sen kendi kaygını sağlığında çek, hısımların hırsa düşerler ölenle ilgilenmezler. Parayı, nimeti şimdiden ver, çünkü senindir ve senden sonra bunlar senin emrinden çıkacaktır.”
“Herkes kuvveti derecesinde yük taşır, karıncaya göre çekirge ayağı ağırdır.”
“Murada ermedim diye düşüne düşüne kalbini yakma, kardeşim. Çünkü her gecenin gündüzü vardır.”

Sa’di Türbesi ziyaretimiz sonrası otobüsle önceki gün Persepolis’den gelirken geçtiğimiz Kur’an Kapısı’na (Dervaz-e Kur’an) gittik.

Kur’an Kapısı, bin yıl önce yapılmış bir giriş kapısı. Eskiden Şiraz şehrine giriş için zorunlu olarak bu kapıdan geçilmesi gerekiyormuş. Zend hükümdarı Kerim Han, bu yapının üst katında tam girişin üstüne rast gelen bir odaya kutsal kitaptan bazı bölümleri koyduktan sonra bu kapıya Kur’an Kapısı denilmeye başlanmış. Bu Kapı 1950’lerde yıkılmış ve daha sonra bir tüccarın bağışlarıyla yeniden yapılmış.

Şiraz’daki yaygın bir inanca göre seyahate giden bir yolcu bu kapının altından geçerek yola çıkarsa kesinlikle Şiraz’a güvenli bir şekilde geri dönermiş. İranlılar bu inanışı evlerine de taşımış. İran’da evden uğurlamalarda Kuran’ın baş üstünde tutulması ve uğurlanan kişinin altından geçmesi geleneği devam etmekteymiş. Behnam eşinin sabahları işe uğurlarken mutlaka dış kapının önünde Kuran’ı tutarak altından geçmesini istediğini anlattı. Bunu yapmazsa içinin rahat etmediğini söyledi.

Gece aydınlatmasıyla birlikte kapının güzelliği daha çok ortaya çıkmıştı. Bir de  her yere yayılmış ve piknik yapanlar, bizim otoyol kenarlarında azıcık yeşillik görüp piknik yapanlar gibiydiler.

Kapının altından da geçtikten sonra sıra Şiraz ve İran’daki son gezi durağımız Hafız’ın Türbesi oldu. Asıl adı Şemsettin bin Kemalettin olan ve yaygın olarak Hafız-ı Şirazi olarak da bilinen Hafız, 14.yüzyılda 1324-1391 yılları arasında yaşamış. İran tasavvuf şiirinin öncülüğünü yapmış İranlı bir şair. Farsçanın en büyük şairlerinden olduğu, şiirlerinde gerçeküstü ögeler kullandığı, fikirlerindeki kuvvet ve görüşleri açısındandoğudaki en lirik şairlerden biri sayılmakta.

Hafız kısa bir süre dışında hayatı boyunca Şiraz’dan dışarı çıkmamış. Şiirlerinde her zaman Şiraz’dan bahsetmiş ve ölümünde de Şiraz’a gömülmek istemiş. Hafız’ın gömüldüğü yer daha sonra türbeye çevrilmiş. Şirazlılar bu Türbeye “Hafıziye” ismini vermişler. İranlılar Hafız ve kitaplarına çok önem veriyorlarmış. Hatta her İranlının evinde Kuran-ı Kerimin yanında mutlaka Hafız’ın bir şiir kitabı bulunuyormuş. Hafız dışında böyle ilgi gören bir diğer eser de Şehriyar’ın “Şahname” siymiş.

Hafız’ın Türbesi, geniş bir bahçe içinde, iki havuzla süslü, sekiz sütun üzerine çini işlemeli bir kubbesi bulunan ve ziyaretçileriyle her daim kalabalık olan ama huzuru iliklerinize kadar hissedebileceğiniz bir yer. Aynı Sadi’nin Türbesi’nde olduğu gibi içeride iğne atsanız yere düşmeyecek bir kalabalık bulunmaktaydı. Her iki türbenin girişinin de ücretli olduğunu söyleyeyim.

Hafız’ın mezar taşına şiirlerinden biri işlenmiş. Bu taş, 1773 yılında Kerim Han tarafından yerleştirilmiş ve türbenin üzerine 1935 yılında  bir kubbe yapılmış.

“Feryadı boşuna değildir Hafız’ın,
Şaşılacak şey çok, dili altında anın (onun).”

Hafız, Kuran-ı Kerim’i o kadar iyi biliyormuş ki tersten dahi ezbere okuyabiliyormuş. Hafız eserlerinde öyle ustalıklı bir dil kullanmış ve öyle büyük eserler yaratmış ki, bunların başka bir dile çevrilmesi hemen hemen imkansız olmuş. Türbeye gelenlerden bazılarının ellerinde Kuran-ı Kerim ve Hafız’ın şiir kitapları vardı. Hem okuyup hem ağlayanı mı, bahçede oturup piknik yapanları mı, çocuklarını gezdireni mi ararsınız burada her çeşit insan vardı.

Bir de Hafız’ın Timur’la görüşmesi rivayet ediliyormuş. Timur 1387’de Şiraz’ı fethettiğinde şehir halkını vergiye bağlamış ve Hafız’a da bir miktar vergi düşmüş. Hafız Timur’a giderek vergiyi verecek durumda olmadığını, iflas ettiğini söylemiş. Timur da ona söylediği bir beyti hatırlatarak “Maşukunun yüzündeki bene Semerkant ve Buhara’yı bağışlayan insan müflis olamaz” deyince Hafız da “İşte bu yüzden iflas ettik ya” diye cevap vermiş. Timur bu zarif ve nükteli cevabı çok beğendiğinden Hafız’ı vergiden muaf tutmuş.

Hafız’ın bir de fal kitabı varmış. İranlılar türbeye gelerek adı “Fal-e Hafız” olan bu kitaptan rastgele bir sayfa açarak gelecekte kendilerini ne beklediğine ilişkin bir işaret ararlarmış.

Türk edebiyatında da Hafız’dan etkilenen Yahya Kemal Bayatlı “Rindlerin Ölümü” adlı şiirinde Hafız’dan söz ediyormuş.

“Hafızın kabri olan bahçede bir gül varmış, Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle.
Gece bülbül, ağaran vakte kadar ağlarmış, Eski Şirazı hayal ettiren ahengiyle. Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde; Gönlü her yerde buhardan gibi yıllarca tüter. Ve serin serviler altında kalan kabrinde Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter. ”
Hafız’dan etkilenen sadece bizim edebiyatçılarımız da değil.

Alman şairi Goethe Hafız’dan esinlenerek Batı-Doğu Divanı (West-Östlicher Divan) adlı eserini kaleme almış.

Biraz da beğendiklerimden Hafız’ın sözlerine bakalım.
“Gönül o denli zarif, incinebilir bir yapıdadır ki tıpkı goncanın kıvrım kıvrım sarılmış yaprakları gibidir. Zorlayarak açmaya kalkma, zamana bırak kendiliğinden yavaşça açılsın!”
“Ömür de bir harman yerine benzer
Yandığı zaman bir saman çöpü kadar değeri kalmaz, bu yüzden yaşamdan tat almaya bak!”“Zaman, yaşamamız için bize sunulmuş armağandır
Bu armağanı doyasıya yaşa ve dostlarına da yaşat, elini çabuk tut!”
“Allah biɾ kapıyı açmadan biɾ kapıyı kapamaz.”
“Hiç biɾ yiğidin kaza ve kadeɾ okuna kaɾşı kalkanı yoktuɾ.”
“Bizim türbemizden geçtiğinde himmet iste
Çünkü bizim kabrimiz cihan rindlerinin ziyaretgahı olacaktır”

Bir de Hafız’ın güzel bir şiiriyle bu gezimizi tamamlamak istiyorum.
“Kaybolan Yusuf döner gelir Kenan’a;
Üzülme.
Bir gün döner hüzünler kulübesi gül bahçesine;
Üzülme.
Ey gamlı gönül;
İyileşirsin nasıl olsa.
Getirme aklına kötü şeyler.
Bu perişan başın da gelir hale yola,
Üzülme.
Ey güzel sesli bülbül;
devam edersen çimen tahtında kalmaya,
yine başına çiçekten güneşlik takarsın;
Üzülme.
Şu kısa ömrümüzde felek
dönmezse bir iki gün muradımızca,
gerçekleşmezse arzularımız,
devam etmez ya bu hep böyle;
üzülme.
Umutsuzluğa kapılırım deme!
Gayb aleminin sırlarını bilmiyorsun çünkü.
Perde arkasında,
nice gizli oyunlar var.
Üzülme.
Hey gönül;
söküp götürse de yokluk seli varlığımızı,
Üzülme.
Nuh gibi kaptanın var;
Üzülme.
Batarsa deve dikenleri her yanına Giderken Kabe yolunda
Üzülme.
Olsa da konak yerleri tehlikeli,
Olsa da menzilin uzak,
bitmeyen yol yok,
Üzülme.
Bir yanda dosttan ayrılığın acısı,
Bir yanda rakibin rahatsız edişleri.
Biliyor bunların tümünü
halleri değiştiren Tanrı.
Üzülme.
Ey Hâfız,
Düşmüyorsa dilinden dua, Kur’an,
Çekilmişken fakr köşesine, halvete,
gerçekleşecek arzuların;
Üzülme,
üzülme,
üzülme.

Böylece İran gezimiz sona ermiş oldu. Gece uçağıyla Türkiye’ye döndük ve sabah saatlerinde ülkemize ulaştık. İran’ı kültürüyle, doğasıyla ve insanlarının sıcaklığıyla sevdim. Ancak başka bir ülkeye gittiğimde kendi kendime bu ülkede doğmak veya yaşamak ister miydim diye bir soru sorarım. İran’ın kısa süre kalacak ve bir turisti memnun edecek çok fazla artısı olmakla birlikte uzun süre kalacağım ve yaşayabileceğim bir ülke olduğunu sanmıyorum.Yine de Arap kültüründen oldukça farklı olan Farsi kültürünü tanımak için İran mutlaka görülmeli…

Gezgin Gülten İŞÇİMEN’in diğer gezi yazıları için  http://gezininadresi.blogspot.com.tr
adresini ziyaret edebilirsiniz.

 

Hanoi Gezi Rehberi: Vietnam’ın Kuzeyini Yaşatan Şehir

Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti’nin başkenti ve en kalabalık (7,6 milyon) ikinci kenti Hanoi. Ülkenin kuzeyinde Kızıl Nehir’in batı kıyısında kurulmuş. 1000 yılı aşan bir geçmişe sahip kent, 11-18. yüzyılda bağımsız Vietnam Krallığı’nın, Fransız kolonisi döneminde (1884-1954) ise Hindiçin (Kamboçya, Laos, Vietnam)’ın başkenti olmuş.

İkinci Dünya Savaşı’nda Japonya’nın işgali ile Fransa’nın koloni dönemi kesintiye uğrasa da 1945 yılından sonra yine kaldığı yerden devam etmiş. 1954 Cenevre Anlaşması ile Hindiçin ülkeleri bağımsızlığına kavuşurken, Vietnam on yedinci paralelden ikiye bölünmüş ve Hanoi, 1954-1976 yılları arasında Kuzey Vietnam’ın başkenti olmaya devam etmiş. Cenevre Anlaşması’na göre 1956 yılında yapılacak seçimlerin sonucunda ülkelerin birleşmesi kararlaştırılmış. Ancak seçimi Kuzey Vietnam’ın lideri Ho Chi Minh’in kazanacağı kaygısıyla Güney Vietnam seçime yanaşmamış. Kuzeyi destekleyen Vietkong gerillaları Güney Vietnam’ın lideri Ngo Dinh Diem’e karşı mücadele başlatmışlar. 1959 yılında ülkeden tamamen çekilen Fransa’nın yerini bu kez Amerika alarak “demokrasi getireceğim söylemi” ile önce danışmanları sonra askeri gücü ile Amerika yanlısı Güney Vietnam’a konuşlanmış.

Aslında zamanın doğu ve batı bloğu arasındaki çatışmanın sonucu olan hazin hikayenin devamını çoğunuz biliyorsunuz; Vietnamlılarca “Amerika Savaşı”, Amerikalılarca “Vietnam Savaşı” olarak adlandırılan 1965-1973 yıllarındaki Amerika ile Kuzey Vietnam arasındaki savaş 8 yıl sürmüş. Amerika (Fransa ve Japonya’ya karşı bağımsızlık mücadelesinden yorgun düşmüş, on yedi milyon nüfuslu, ekonomisi tarıma dayalı bu yoksul ve küçük ülkeye karşı), İkinci Dünya Savaşı’nda atılan bombanın üç katı bomba kullanmış, her türlü kimyasal silahı (zehirli portakal gazı ve napalm bombası ) denemiş, binlerce sivil ölmüş, doğayı katletmiş. Tüm bunlara rağmen Amerika yürütülen gerilla yöntemine karşı başarılı olamamış. Savaş hakkındaki manipülasyonları (My Lai katliamı, vb.) ortaya çıktıkça ve ölen asker sayısı yükseldikçe ülke içinde de giderek artan muhalefetin sonucunda savaştan çekilmek durumunda kalmış. Kuzey Vietnam’ın galibiyetiyle biten savaştan sonra 1976 yılında Kuzey ve Güney Vietnam yeniden birleşerek günümüzdeki Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti kurulmuş. 

Amerika’nın kullandığı kimyasal silahların yıkıcı etkisi uzun yıllar sürmüş, sonraki nesillerde de sakat insanların doğmasına neden olmuş.

Napalm bombasından kaçmaya çalışan 9 yaşındaki Kim Phuc’un fotoğrafı Vietnam Savaşı’nın simgesi olmuş. Fotoğraf,  Huynh Cong Ut (Nick Ut) tarafından 2013 yılında Ho Chi Minh’deki “War Remnants Museum” a bağışlanmış. Bugün Kim Phuc geçirdiği bir dizi ameliyat ve tedaviden sonra hala savaşın izlerini taşıyor ve barış elçisi olarak çalışıyor.

Vietnam Savaşını anmak için yapılan bir toplantıda  Kim Phuc’un “..o bombaları atan pilotla karşılaşsam, ona geçmişi değiştiremeyiz derdim. Ama bugün, yarın ve hatta sonsuza dek barışa hizmet etmek için elimizden geleni yapabiliriz!” sözünden ders almışa benziyor muyuz dersiniz?

Kanımca bu savaşın esas kazananı Hollywood olmuş; Vietnam Savaşı, film endüstrisine ve bir çok filme malzeme ve fon oluşturmuş, benim yaş kuşağımın Vietnam’a ilgi ve merakı ilk bu filmlerle başlamıştır. Eve Dönüş (1978), Avcı (1978), Müfreze (1986), Günaydın Vietnam (1987), Hamburger Tepesi (1987), Doğum Günü 4 Temmuz (1989), Bir Zamanlar Askerdik (2002). Şafak Harekatı (2006). Kızılderili filmlerinde olduğu gibi çoğu Amerikan  bakış açısından ele alınan ya da  bir tarafın dramını ve acısını ön plana  çıkaran bu filmler, savaşın öte yüzü ve doğruları hakkında soru işaretleri yaratmıştır.

İlk Uzak Doğu seyahatimde, çok merak ettiğim ve 10 yıl öncesine kadar gidebilmeyi hayal dahi edemediğim bu gizemli ülkeyi nihayet görecek olmak beni çok heyecanlandırdı. Hanoi’ye Cebu Pasifik Havayolları ile Filipinler Manila’dan uçtuk. Vietnam vize uyguluyor, ancak yeşil pasaport kullanmamız nedeniyle vize almamız gerekmedi. 2017 Şubat ayından itibaren 40 ülke için elektronik ortamda vize başvurusu imkanı getirilmiş, maalesef bu ülkeler arasında Türkiye yer almıyor. THY’nin Hanoi ve Ho Chi Minh’e düzenli uçuşları var.
Ulaştığımız saatte yeni ve modern görünümlü Noi Bai Havaalanı çok sakindi. 

Yanımıza gelen bir taksi şoförü şehir merkezine ulaşım için 20 Dolar istedi. Korsan taksi olabileceği şüphesiyle çekinik davranıp, önce turizm ofisinden bilgi aldık; Toplu ulaşım aracı otobüsün bu saatte bulunmadığını ve havaalanından merkeze taksi ücretinin yaklaşık 20 Dolar olduğunu öğrendik. Bu esnada şoför sürekli peşimizde ve bırakmaya niyeti yok.  Diğerleri de yaklaşmaya çalışınca ekmek parası derdindeki azimli taksi şoförünü tercih ettik, nitekim işini yapmaya çalışan birisiydi.

Havaalanından kent merkezi 25-30 dakika sürdü, geniş ve düzgün yollar modern bir kent ile tanışacağımızın ilk işaretlerini verdi.
Hanoi’de Gezilecek Yerler

Hanoi’de gezilecek yerler “Eski Kent” ve çevresinde yürüyerek görülebilecek mesafede toplanmış. Genelde yürümekle birlikte arada taksi kullandık. Öncesinde gideceğiniz yeri belirterek, fiyat konusunda anlaştıktan sonra taksiye binmeniz konusunda uyarırım. Turizme yeni açılan bir ülke olduğundan sektör dışındakiler pek İngilizce bilmiyorlar, ancak uyanık olanlar ellerindeki hesap makinesini kullanarak bir şekilde anlaşmanın yolunu buluyorlar.  İki kişilik “tricyle” lere binmek de keyifli olabilir. Hazırsanız “Eski Kent” turumuza başlayabiliriz.

Hanoi’yi Önce Video ile Gezmek İsterseniz.

‘Eski Kent’ deki binalar genel olarak “tünel” ev diye adlandırılan dar ve uzun bir biçimde inşa edilmiş. Nedeni eskiden verginin, evlerin caddeye bakan genişliğine göre hesaplanmasıymış. Bu kez, binalar arkaya doğru genişlemiş öyle ki diğer sokağın başına kadar uzanan binalar varmış.

Eski Kent’de konakladığımız Crystal Hotel’de bu şekilde bir tünel evdi. 

Sokak mutfağı oldukça yaygın, kaldırımlarda küçük tabureler üzerinde yemek yiyen çok fazla insan görüyoruz. Sanırım Hanoi’de yaşayan Vietnamlılar evlerinde yemek yapmıyorlar. 
Kentin ara sokakları çarşı ve dükkanlarla dolu ve bir dalarsanız zamanın nasıl geçtiğini fark etmiyorsunuz. Bütün zamanınızı buralarda geçirebilirsiniz. Hanoi’de görülecek çok yer var aman dikkat!

Yolumuzun üzerinde tanınmış ressamların reprodüksiyon eserlerinin satıldığı birçok resim galerisi görüyoruz. Doğal olarak özgün Vietnam resimleri daha fazla ilgimizi çekiyor.      

Geleneksel şapkasıyla tipik Vietnam kadını, kadınlar tarlada, sokakta ve hayatın her alanındalar.

Böyle ufak tefek ve incecikler, kıskanmamak elde değil. Koyu renkli olmak makbul sayılmadığından, tropikal iklimin güneşinden korunmak için genel olarak kapalı kıyafetler giyiniyorlar. 
Eski Kent’de bir meydan ve eski evler. Geçmişte askeri gücüyle ülkeyi ele geçiremeyen Amerika, günümüzde   KFC, Burger King  vb. şirketleri yoluyla bunu başarmış gözüküyor. 

Dien Bien Phu Caddesi, Ho Chi Minh Mozolesi’nin bulunduğu Ba Dinh Meydanı’na çıkıyor. Hanoi’de motosiklet kullanımı oldukça yaygın. Ancak güneyde  Ho Chi Minh kentini görünce bu yoğun motosiklet trafiğinin ne olduğunu anladık .

Bir yönüyle ülkenin kuzeyinden başlayarak güneyine inmemiz iyi oluyor. Son derece dinamik ve kalabalık bir kent olan Ho Chi Minh’den önce motosiklet trafiğine alışıp pratik yapıyoruz. Yaya kaldırımlarına kadar uzanan motosiklet selinin arasından nasıl geçmeyi başardığımıza hala inanamıyorum. Bu kadar fazla sayıda motosiklet kullanılmasının nedeni araba fiyatlarının alım gücünü zorlayacak kadar pahalı olmasıymış. Hoş bu trafikte araba kullanmak ta kolay olmasa gerek.

Askeri Müze, askeri amaçlı olarak inşa edilen gözlem kulesi Plag Tower’da cadde üzerinde.

Dünyada yıkılmadan kalmış Lenin Heykellerinden biri de Askeri Müze karşısında yer alıyor.
Yine aynı cadde üzerinde elçiliklere ait güzel binalar yer alıyor.
Ho  Chi Minh Mozolesi

Ho Chi Minh namı diğer Vietnamlıların Ho amcası, ülkenin Japonya, Fransa ve Amerika’ya karşı verdiği bağımsızlık mücadelesinin önderi ve Amerikalıların yenemediği nadir liderlerden biridir. 1954-1969 yılları arasında Kuzey Vietnam’ın Devlet Başkanlığı’nı yapmıştır. Hatta Vietnamlıların ulusal kahramanının mücadelesi Türkiye’yi de etkilemiş, meşhur “Ho Ho Ho Chi Minh iki üç, daha fazla Vietnam Ernesto’ya bin selam” sloganı bu dayanışmanın simgesi  haline gelmiştir.

Adı “aydınlatan insan” anlamına gelen Ho Chi Minh, öldüğünde yakılmasını vasiyet etmiş, ancak vasiyetini yerine getirmeyen  Vietnamlılar liderlerini mumyalayarak anısına bir anıt mezar yaptırmışlar. Anıtkabir’in kare şeklinde olanı diye tanımlayabileceğim anıt mezar, Ho Chi Minh’in 2 Temmuz 1945 tarihinde Vietnam’ın bağımsızlığını ilan ettiği Ba Dinh Meydanı’nda bulunuyor. 
Meydana ulaştığımızda saat 11’i geçtiğinden sadece dışından görebildik, nöbet değişim törenini izlemekle yetindik. Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri saat 8-11 arası ziyarete açık. Liderin cam içindeki mumyalanmış bedenini ziyaretin kuralları var; fotoğraf çekilemiyor, şapka, kısa şort ve etekle girilemiyor. Kurallara bakılacak olursa adeta bir ibadethane yaklaşımı sunuluyor.

Ho  Chi Minh Kompleksi
Kompleks; anıt mezar ve Ho  Chi  Minh Müzesi ile  bunların biraz ilerisinde geniş ve bakımlı bir bahçe içine dağılmış bulunan, Ho  Chi Minh’in Devlet Başkanlığı yaptığı dönemde yaşadığı ve çalıştığı  muhtelif yapıların toplamını kapsıyor.
Koloni  döneminde Hindiçin Valisi’nin ikamet ettiği tipik Fransız mimarisine sahip Başkanlık Sarayı, günümüzde Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti Başkanlığı Ofisi olarak kullanılmaktadır. 
Ho Chi Minh Başkanlık Sarayı’nı hiç kullanmamış, 1954-1958 yılları arasında gölün karşı kıyısında daha küçük evde yaşamış ve çalışmış.
Ho Chi Minh, 1958-1969 yılları arasında da aynı zamanda çalışma ofisi olarak kullandığı göl manzaralı bu ahşap evde oldukça sade bir yaşam sürmüş. 
Ho Chi Minh’in Devlet Başkanlığı dönemine ait arabalar.
Ho Chi Minh’in sabahları spor ve yürüyüş yaptığı Mango Yolu ve  mütevazı çalışma odası.
One Pillar Pagoda (Chuna Mot Cot) 

Ho Chi Minh Müzesi’nin arkasında yer alıyor. Kral Ly Thai Tong tarafından 11 inci yüzyılda yaptırılmış ve merhamet tanrıçası Kwan Yin’e adanmış. Saflığın sembolü Lotus çiçeğine benzeyen Tapınağın yapımı ilginç bir efsaneye dayanıyormuş.  Rüyasında merhamet tanrıçası Kwan Yin’in kendisini lotus çiçekli bir havuzun ortasındaki tapınağa götürerek kucağına bir bebek verdiğini görmesi üzerine eşi hamile olan kral, bu tapınağı  yaptırmış. Fransızlar ülkeyi terk ederken tamamen yıktıkları için şu anki Tapınak orijinali esas alınarak yapılan kopyası.

Quan Thanh Temple

Kral Ly Thai To (1010-1028) döneminde yaptırılarak,  Taoizm’in tanrılarından Huyen Thıen Tran Vo’ya adanan tapınak, Hanoi’nin dört kutsal tapınağından biriymiş. Hayatımda gördüğüm ilk tapınak olması sebebiyle benim için de bir kutsallık taşıyor.

West Lake (Ho Tay)

Hanoi’nin en büyük gölü. Göl çevresinde yürüyenler, dinlenenlerin yanı sıra, etrafında kafeler ve restoranlar var.

Tran  Quoc Pagoda’nın açılış saatine (13.30) kadar olan zamanımızı bu gölün kıyısındaki bir restoranda geçirdik. Yerel halkın geldiği restoranda limonata, yeşillik, papaya sosu ve unlu sosa batırılarak kızartılmış karidesten oluşan bir menü aldık. Vietnam’da ilk öğlen yemeğimizin lezzetinden memnun kaldık. Vietnam mutfağına ilişkin daha geniş bilgiyi genel Vietnam Rehberi yazımızda paylaşacağız.

Tran Quoc Pagoda
Batı Gölü’nün doğu yakasında yer alan, King Ly Nam De tarafından yapılan Tran Quoc Pagoda, 1500 yılı aşan tarihiyle Hanoi’nin en eski Budist tapınağıymış. Sonradan eklenen kulesiyle uzaktan kendine has farklı bir görüntüsü var. 2003 tarihinde tamamlanan 11 katlı kulenin her katındaki altı kemer içinde Buda Amitabha’nın heykeli bulunuyor.

İnsanlar ibadet ederken fotoğraf çekmek çok garip geliyor, kibar Vietnamlılar bu durumu kanıksamış görünüyorlar.

Bu güzel tapınaktan çıkarken küçük kaplumbağaların satıldığını gördük. Uzakdoğu’nun yemek kültürüne ilişkin ön yargı ile acaba kaplumbağaları yenmek üzere mi satıyorlar diye düşünerek satıcı kadına sorduk.

Kaplumbağaları dilek dileyerek göle atacaksınız dedi. Hayatımızda hiç kaplumbağa ile dilek dilemediğimiz için hemen birer bebek kaplumbağa satın alarak dileklerimizle göle attık. 

Bu arada göl kenarından ayrılırken küçük çocuklar gölde kaplumbağa avlıyorlardı. Bizim dileklerimizle göle attığımız kaplumbağalar birazdan başka turistlerin dileklerini yerine getirmek üzere tezgahlardaki yerlerini alarak mesailerine devam edecek gibi görünüyorlardı.

Temple of Literature (Van Mieu) Edebiyat Tapınağı

Ly Hanedanının üçüncü imparatoru  Ly Thanh Tong tarafından 1070 yılında yaptırılarak, bilgelere ve Konfüçyüsçü bilginlere adanmış. Çin’in Vietnam’daki derin kültürel etkisinin bir simgesi olarak kabul edilen Tapınakta, Ly Nhan Tong döneminde, 1076 yılında Vietnam’ın ilk ulusal üniversitesi olan İmparatorluk Akademisi (Quoc Tu Giam) kurulmuş.

1802 yılında Nguyen Hanedanı döneminde, Hue’nin başkent yapılmasından sonra İmparatorluk Akademisinin buraya taşınması ile önemi azalarak, bölge okulu haline gelmiş.

Beş avludan oluşan Tapınakta kaplumbağalı kitabelerin (günümüze ulaşan tek orijinal belgeler)  bulunduğu üçüncü avlu oldukça ilginç. Le Thanh Tong döneminde 1484 yılından itibaren üç yılda bir yapılan sınavlar sonucunda İmparatorluk Akademi’sinden mezun olan başarılı öğrencilere ait bilgiler (isim, doğum yerleri, vb.) bu kaplumbağalı kitabelere yazılmaya başlanmış.

Matematikçi Luong The Vinh, tarihçi Ngo Sy Lien, politikacı-diplomat Ngo Thi Nham bu okulun başarılı öğrencilerinden. Toplam 116 kitabeden  günümüze ulaşan 82 si, 2011 yılında UNESCO tarafından Dünya Belleği Listesi’ne dahil edilmiş.
Törenlerde kullanılan dördüncü avlunun çevresinde Devlete ait hediyelik satış ofisleri bulunuyor. Fiyatlar Eski Kent’teki dükkanlara göre daha makul, alışveriş yapılabilir.
Dördüncü avlunun hemen kuzeyinde ise halkın ibadet yeri Konfüçyüs Tapınağı var.

Tapınağa adını veren Çinli filozof, eğitimci ve politikacı Konfüçyüs (M.Ö.551-479)

Akademinin en önemli eğiticisi ve müdürü Chu Van An (1292-1370)
Tapınağın  bir diğer özelliği de geleneksel Vietnam mimarisini yansıtan en önemli yapı olmasıymış. Bu arada Tapınakta geleneksel kıyafetleri ile dolaşan güzel Vietnamlı genç kızlarla çektirdiğim fotoğrafı da paylaşmak isterim.
Saint Joseph Katedrali ile Hanoi Grand Opera House
Şehirde Fransız mimarisinin etkisi görülüyor. Fransız Kolonisi döneminden kalan Saint Joseph Katedrali ile Hanoi Grand Opera House bu mimarinin en önemli örneğini temsil ediyor.

Nha Chung caddesi üzerinde bulunan iki çan kuleli Roma Katolik Katedrali, 1866 yılında neo-gotik tarzda yapılmış. 1901-1911 yılları arasında yapılan Opera binasında ise Paris’teki Opera Garnier’den esinlenilmiş.

Hoan Kiem Lake (Geri Dönen Kılıç Gölü)

Şehrin çehresine ayrı bir güzellik katan bu göl tarihi bölgede, Eski Kent’in merkezinde yer alıyor. Efsaneye göre, Tanrılar İmparator Le Loi’ye istilacı Çinliler’i yenmek için sihirli bir kılıç hediye ediyor ve savaşı kazanmasının ardından gölde teknesi ile gezerken, gölden çıkan dev bir kaplumbağa imparatordan kılıcını geri alıyor. Göl de adını bu efsaneden alıyor.
Gölün güneyindeki  küçük adanın üzerinde bir kaplumbağa kulesi bulunuyor.

Gölün çevresinde halkın sabah sporunu yaptığı,  kentin gürültüsünden uzaklaştığı güzel bir park var. 

Ngoc Son Temple

Hoan Kiem gölünün kuzey yönündeki ada üzerinde kurulmuş Tapınağa  kırmızı korkuluklu köprüden geçilerek ulaşılıyor. 

 

Eskiden gölde dev kaplumbağalar yaşarmış. Tapınakta  bu gölde yaşadığı söylenen  dev bir kaplumbağa sergileniyor. Ejderha kutsal sayılan bir simge, yine kaplumbağa da kutsal sayılıyor ve şans getirdiğine inanılıyor. 

Tapınağın girişinde sırtında kılıç taşıyan kaplumbağa ve ejderha süslemeleri de  bu efsaneyi anlatıyor. 

Tapınak ziyareti sonrası gideceğimiz Hanoi’nin ünlü Su kuklaları gösterisine kadar Thang Long Puppet Theatre’nin yanındaki Vietnam Specialty Coffe’de soluklanıyoruz. Buzlu ve soğuk Vietnam kahvesi içerken bir taraftan meydanda dans edenleri izliyoruz. Havanın kararmasıyla birlikte kentin hareketliliği ve canlılığı daha da artıyor.

Thang Long Puppet Theatre 

Hoam Kiem Gölünün çok yakınında bulunuyor. Geleneksel Vietnam müziği eşliğinde su dolu bir sahne içinde balık tutma, kurbağa yakalama gibi günlük yaşamdan sahneler ile ejderha dansı gibi geleneksel konuların canlandırıldığı 1 saat süren oldukça keyifli  “Water Puppet Show” mutlaka izlenmeli. 14.00, 18.00 ve 20.00 saatlerinde olmak üzere bir günde 3 gösteri yapılıyor. Saat 20.00 deki gösteriye son anda bilet buluyoruz.

Böyle bir gösteriyi anlatmak yerine sizin için  kısa bir videosunu hazırladık.

Night Market

Tiyatro çıkışında gece pazarına uğruyoruz. Geniş bir alana yayılan kalabalık pazarda bir iki otantik eşya dışında çok kayda değer bir şey göremiyoruz.

Son Söz

Hanoi için 3 gün programlamıştık, Hanoi’de mutlaka görülmesi gereken Halong Bay’de bir gece kalmaya karar verince şehir içinde müzelere zaman kalmadı. Böylece bir kez daha gelme nedenimiz oldu! Ayrıca Kuzeye Sapa’ya gitmek ve doğada vakit geçirmek isterseniz daha fazla süreye ihtiyacınız olacak.

Geçmişi işgaller ve savaşlarla dolu Vietnam ancak, 40 yıldır silahların gölgesinden uzakta ve huzuru bulmaya çalışıyor. Bu bakış açısından değerlendirildiğinde, beklentilerimin üstünde bir kent ve ülke ile karşılaştığımı söyleyebilirim ki daha da gelişecek görünüyor. 1986 yılında “Doi Moi” olarak adlandırılan reform politikası ile devlet kontrolünde serbest pazar ekonomisine geçilmiş. Dışa açık ekonomiye geçilmesinin de getirdiği ivmeyle turizmin yükselen yıldızı olmaya aday.

Hanoi, Hue ve Ho Chi Minh kentlerine göre Vietnam kültürü ve yaşamını daha yoğun hissedebileceğiniz bir kent izlenimi verdi. Mütevazı ve güler yüzlü insanlarını sevdim.

Gölleri, tapınakları, muhteşem doğası, eski kenti, farklı kültürü ve insanlarıyla bu güzel kenti tanıyınca eminim siz de çok seveceksiniz…

 

 

Tirilye Gezi Rehberi: Mavi-Yeşil Doğa ve Tarih

Tirilye, yemyeşil bir  vadi içerisinde, masmavi Marmara Denizi kıyısında, tarihi milattan önceye uzanan, tarihi Rum evleriyle, Türkiye’nin en ünlü zeytinlerini yetiştiren, balık restoranlarında taze deniz ürünleri sunan, canlı, yaşayan, sevimli bir balıkçı  beldesi. 

Tirilye Marmara Denizi kıyısında, Mudanya’ya bağlı ve ilçeye sadece 12 km uzaklıkta, Mudanya’dan her yarım saatte kalkan dolmuşlarla da ulaşmak mümkün Tarihi M.Ö 5. yy dayanan Tirilye’nin ismine ilişkin iki öykü bulunmaktadır. Birisi İznik Konsülüne katılan üç din adamı piskoposlar tarafından aforoz edilmiş ve buraya yerleşmişler. Üçlü din adamlarına atfen Tirilye adını aldığı söylencesidir. Diğeri ise bölgede  barbun balığı bol bulunduğundan, latince kırmızı balık anlamına gelen Tirilye kelimesinden ismini aldığıdır. Bölge zeytin üretimi ve işlemeciliği ile ünlü olduğu için  adı 1963 yılında Zeytinbağı olarak değiştirilmiş, ancak 2011 yılında eski adına dönmüştür. 

Tirilye bir Rum köyü iken Kurtuluş Savaşı sonrası yapılan mübadele ile Rumlar buradan ayrılmışlar. Köyden göç edenler Yunanistan’da kendilerine aynı isim ile yeni Tirilye kurmuşlar.

Tirilye hakkında kısa bilgi verdikten sonra sıra gezimize geldi. İzmir Fotoğraf Sanatı Derneği ile beldeyi görmek ve fotoğraf çekmek için burada bir gün geçirdik. Belde küçük ancak tüm gününüzü dolu dolu geçirebiliyorsunuz. Taze balık ve deniz ürünleri yenip, tarihi evler kiliseleri ziyaret edip, güzel sokaklarda dolaşıp, akşam üzeri Çamlı Kahve’de çayınızı kahvenizi keyifle içebilirsiniz. Bu arada sokaklarda dolaşırken birbirleri ile sohbet eden köylü kadınlara sohbet etmek için de zaman ayırabilirsiniz. Gülen yüzleri ile sizi sohbete davet edebilirler. Tirilye’ye ulaşınca ilk olarak balıklarının ününü duyduğumuz için  güzel bir balık lokantasında taze balık ve kalamar yemeği tercih ettik. Deniz kenarında çok sayıda balık lokantası var. Lokantalar temiz, balıklar taze ve servis hızlı.

Pazar günü Tirilye halkı ailecek deniz kenarında dolaşıyorlar. Çocuklar neşe ile uçurtma uçuruyorlar. Tabi sokaklarda çok sayıda ziyaretçi var.
Deniz kenarından yukarıya doğru yürüyerek gezimize başladık. Önce çok sevimli bir hediyelik eşya dükkanında oyalanıp ufak tefek hediyeliklerden aldık. Biraz yürüyünce bizi tarihi Rum evleri karşıladı. 
İki katlı, üç katlı evlerin bazıları restore edilmiş.
Evlerin bazılarının kapılarının iki  yanında  pencere var. Herhalde kapıyı açmadan önce geleni görmek amaçlanıyordu.
Tirilye zeytinleri ve zeytin işlemeciliği ile ünlü olduğundan çok sayıda zeytin işleme yerleri ve yağhaneler yer alıyor. Tarihi bir işliğin önünde gelin ve damat poz veriyordu. Kendi fotoğrafçılarına poz verirken, birden karşısında kendilerine yöneltilmiş objektifleri görünce önce şaşırdılar sonra gülümseyerek  poz verdiler.
İlk ziyaret ettiğimiz yer Tirilye Fatih Cami. Aya Todori Kilisesi 1560 yılında yapılmış, sonradan Fatih Cami’si olarak çevrilmiş. Kilisenin girişinde Bizans sütun başlıkları ve  19 metre yüksekliğinde bir kubbesi bulunmaktadır. 
Caminin bitişiğinde Yavuz Sultan Selim tarafından yaptırılan bir hamam yer alıyor.

Caminin avlusundaki tarihi çeşmenin üzerindeki teknolojik ürünler pek bir garip duruyordu. 

Yönümüzü belirlemeden Tirilye’nin ara sokaklarına daldık. Yine evlere bakarak ilerliyorduk, Tirilye küçük bir yer asıl görmek istediğimiz tarihi binalar karşımıza çıkacak diye düşünüyorduk.
Yine de yol sormamız gerekiyor derken, karşımıza sevimli bir hediyelik eşya satan bir dükkan çıktı. Tesadüfen kapının önünde duran dükkan sahibine görmek istediğimiz yerleri söyleyip hangi yöne gitmeliyiz diye sorduk. Dükkan sahibi kendince çok güzel bir harita  hazırlamış. Dükkanın dışına görünen bir yere Tirilye rehberi çizmiş. Aşağıda bu resmi paylaşıyorum. Çok orijinal  bir harita.

Artık rotamızı biliyorduk aynı sokakta devam ettik. Karşımıza kocaman, tarihi bir bina çıktı.

Taş Mektep

Taş Mektep Tirilye’nin en görkemli binası. Sultan Abdülmecit döneminde Tanzimat Fermanı ile başlayan batılılaşma sürecinde modern okul inşa edilmesi amacı ile yapılan okullardan biri. Yapımına 1904 yılında başlanmış, 1909 yılında tamamlanmış. Kıbrıs Eski Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makorios’un da bu okuldan mezun olduğu söylenmektedir.  Kurtuluş Savaşı sonrası Rumların Tirilye’den ayrılması sonrası okul öksüz ve yetim öğrenciler için ‘Darü’l Eytam’ olarak açılmış.1925 yılında yatılı bölge okulu olmuş. 1957 yılında ise Tirilye Orta Okulu burada açılmış ve okul 1989 yılına kadar bu binada eğitime devam etmiş. Böylesine bir binanın boşaltılıp, kullanılmayarak yıkılmaya terk edildiğini görmek çok üzücü. Binanın önünde bir levhada okul hakkında detaylı bilgi var ancak niye boşaltıldığı ve ne yapılması düşünüldüğü konusunda bir bilgimiz yok. Bazı kaynaklarda binanın Uludağ Üniversitesi’ne devredildiği yazılmakta.

Aynı sokakta yine zamanında güzel üç katlı bir binanın penceresine Perili Ev olduğunu belirten yazı asılmış. Açıklaması da yapılmış.

Dündar Evi

Günümüzde Dündar Evi diye bilinen bina aslında Aziz Yuhanna Kilisesi, Rumlar dönemindeki kilise, Rum nüfus bölgeden ayrılınca özel mülk olmuş ve konut olarak kullanılmıştır. Böyle tarihi binanın nasıl özel mülk olabileceğini anlayamıyorum. Bina üç katlı, kemerli bir kapısı, ikinci katta büyük dikdörtgen pencereleri var. Üçüncü kat pencerelerinin üstleri kemerli. Bizim  bulunduğumuz dönemde evde yaşayan görünmüyordu. 

Kemerli Kilise, asıl ismi Panagia Pontobasillissa, duvarlarına tarihte ilk resim yapılan kilise diye biliniyor. daha fazla bilgi
 

Halkımızın tarihi eserlere verdiği değere örnek olarak: civarda oturanlar nedense çamaşır kurutmak için en uygun yer olarak  bu tarihi kilisenin duvarlarını bulmuş. Koltuğunu yıkadığı halısını buralara koymuş.

Yine tarihi çeşmenin yanındaki binanın estetik görüntüsü, üç katlı binanın sahibi evin içinde süpürgesini koyacak bir köşe bulamamış nedense. çeşmenin önünde saksılar, süpürgeler yer bulmuş.

Tirilye’yi sokak sokak gezip tarihi evleri, kiliseleri, camiyi gezdikten sonra tepeden masmavi Marmara Denizi’ni, Tirilyeyi seyredip, asırlık çınar ağaçları, çam ağaçları altında çayınızı kahvenizi içip gözleme yemek isterseniz Çamlı Kahve son durak oluyor. 
Yüksek, çevreye hakim bir tepe üzerinde manzaranın ve hafif esintinin eşliğinde dinlenme keyfi bizi bekliyor. Kahve pazar gününe ve güzel havaya bağlı kalabalığa sahip. Servis çok amatörce genç çocuklar koşturuyor ancak bir bardak çay için çok uzun süre bekleyebilirsiniz. İçeride köylü kadınlar gözleme yapıyor ancak siparişlere yetişemiyorlar. Yine de çaya, kahveye, gözlemeye takılmadan Marmara Denizi’nin turkuaz mavisi gözümüzü, gönlümüzü şenlendirdi.

Son Söz

Tirilye güzel, şirin bir belde. Halkı aydınlık ve güleryüzlü, sakin mutlu. Hafta sonu günübirlik veya bir gece kalmak üzere gidilebilecek tatil yeri. Mudanya’ya çok yakın ve aradaki yol virajlı olmakla beraber deniz kenarından yeşil ve mavi el ele güzel bir manzara içinde yolculuk yapıyorsunuz.

Cumalıkızık Gezi Rehberi: Bir Osmanlı Köyü

Cumalıkızık, tarihi 1300 yıllarına dayanan, Osmanlı’nın Bursa’da ilk yerleşim yerlerinden. Uludağ’ın eteklerinde ve UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde bir köy.

Osmanlı döneminde, Uludağ eteklerinde ve vadiler arasında yer alan köylere kızık köy adı verilirmiş. Cumalıkızık günümüze kadar korunmuş beş kızık köyünden biri, köyler özelliklerine göre isim almışlar. Değirmenlikızık, Derekızık, Fidyekızık ve Hamamlıkızık diğer dört köyün isimleri. Bu köy,  köylülerin cuma günü namaz için toplandıkları bir köy olduğu için adının Cumalıkızık olarak verildiği şeklinde değerlendirilmektedir.

Köye girişinde asırlık ağaçları ile gölgelenmiş, geniş bir meydan karşılıyor. Hediyelik eşya tezgahları meydanın iki yanına sıralanmış.

Meydana giriş yaptığımız yönün tam karşısında köyün tarihi evleri ve sokakları başlıyor.

Köyün evleri Osmanlı tarzı Türk evleri. Kerpiç, moloz taş ve ahşaptan yapılmış, cumbalı, pencereleri kafesli, çoğunlukla iki katlı, bazıları üç katlı, geniş bir kapıdan avluya giriliyor. Birinci katlarda ya çok az pencere var ya da hiç pencere yok.

Taş döşeli daracık sokaklarda yürüyoruz.  

Köyün tarihi dokusu ve mimarisi nedeni ile köyde tarihi filmler ve diziler çekilmiş. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu anlatan “Kuruluş” dizisi, Kurtuluş Savaşı’nı anlatan “Kurtuluş” ve bir dönem popüler olan “Kınalı Kar” dizisi bu köyde çekilmiş. Bu filmler ve diziler köyün tanıtımına çok katkı sağlamış. Köylüler de bu durumu köyün tanıtımı için yerinde kullanmışlar.

Cumalıkızık yerleşik 250 ev ile yaşayan bir köy. Bazı evler restore edilmiş, boyanmış, pansiyon, otel, restorana çevrilmiş, bazıları ise dokunulmamış durumda.

Bazı evler restore edilmiş, yemek ve içecek servisi yapılan yerler olmuşlar. Evler hafta sonu ziyaretçiler için süslenmiş, bezenmiş ve hazırlanmışlar.  

Belediye bir evi restore etmiş ve örnek bir Osmanlı evi olarak kullanılan eşyalar ile birlikte ziyarete açmış. Düşük bir ücret karşılığı ev gezilebilmektedir.

Evin döşenmesine ilişkin olarak bir konu tartışılabilir. İki odaya pirinç yataklar koyulup yatak odası olarak düzenlenmiş. Uzmanlık alanım değil, ancak kalabalık yaşamın olduğu Türk evlerinde odaların çok amaçlı kullanılmakta olduğunu biliyorum. Hangi dönemde evin iki odası yatak odası olarak ayrıldı acaba? Acaba zengin konaklarında böyle mi idi.

Evin avlusu da bir şeyler içilebilecek şekilde hazırlanmış.

Köye adım attığınız andan itibaren her yerde tezgahlarda yerel üretilen reçeller, yerel ürünler ve hediyelik eşyalar satılan tezgahlar görüyorsunuz. Ahududu reçeli özel. Köyde her yıl Ahududu Festivali düzenleniyor.

Cumalıkızık’ın köye yakışır mimarisi ile küçük ve tarihi camisi…

Köy hakkındaki kişisel görüşümü özetlemek istersem, tarihi Osmanlının kuruluşuna dayanan, Osmanlı sivil mimarisi mirası ve otantik görünümünü koruyan bir köyün varlığını duymak ve görmekten çok mutlu oldum. Tüm evler restore edilmemiş bile olsa tarihi bir köy görmek etkileyici. Cumalıkızık, tarihi dokusunun yanı sıra çok yeşil bir köy. Ulaşımı kolay; Bursa’dan dolmuşlar ile yarım saatte köye ulaşılabiliyor. Çevrede başka geziler sırasında programa alınabilecek 2-3 saat sokaklarında dolaşılıp, yerel lezzetlerin tadılabileceği güzel bir köy. Ancak sessiz, sakin ve sokaklarında kaybolacağınız bir yer diyemeyeceğim. Nedenini son değerlendirmemde açıklıyacağım.

Son Söz

Son yıllarda köy tanınmaya başlamış ve sokakta hafta sonu günübirlik gelen çok kişi görüyorsunuz. Bu durum köyün ekonomisine çok katkı sağlamış; kadınlar gözlemeler yapıyor, tezgahlarında ürünlerini ve hediyelik eşyalar satıyorlar.

Ancak köyde dolaşırken sanki yaşayan bir köyde değil, sanal bir film stüdyosunda dolaşıyor gibi hissettim. Çok fazla sayıda hediyelik eşya tezgahı, çok sayıda yemek içmek için yerlerin olması bu duyguyu uyandırdı. Hafta sonları sanırım bu görüntü hakim oluyor. Ayrıca sanki hafta sonu tüm köylüler evlerini yeme içme yerine çevirmiş, ya da tezgahını açmış. Bu durum doğal köy yaşamından uzaklaşmaya yol açmış gibi geldi. Belediyenin restoran sayısında ve tezgah sayısında bir denetim ve düzenleme yapmasının zamanı olduğunu düşünüyorum.  

Filipinler Gezi Rehberi: Adalar Ülkesi

Yedi bin adadan oluşan, doğası, güneşi, harika kumsalları, masmavi denizi ile çok uzak bir ülke idi bizim için Filipinler. Ama gezginler için uzak ülkeleri yakın yapmak çok olağandı.

Bir yaz günü üç arkadaş Katar Havayolları’nın promosyon Uzak Doğu biletlerini görünce aklımızın bir kenarında olan Filipinler gezisi kararını verdik. Filipinler için uygun zaman olan Şubat ayı için 22 günlük Manila gidiş dönüş bileti aldık, daha sonra bu 22 günün 7 gününü Ayşe’nin rüyalarının ülkesi Vietnam’da geçirme kararını verdik ve 15 günlük Filipinler programımızı hem güneş, deniz, adalar, hem de tarih kültür her yönden ülkeyi tanıyabileceğimiz bir gezi olacak şekilde programladık.

Filipinler’i çok sevdik. Tekrar tekrar gitmek isteyebileceğimiz bir ülke.

Niçin Filipinler
    • Halkı çok sıcakkanlı. Plajda otururken yanınıza gülerek yaklaşıp, hello maaaam…, yani madam diyerek sohbete başlıyorlar. Çok kibarlar sürekli madam, sir diye hitap ediyorlar. Güleryüzlüler, sakinler, rahatlar, yumuşak sesle konuşuyorlar. Uzun kaldığımız ülkede en çok halkını sevdim diyebilirim.
    • Diğer önemli konu ülkede herkes İngilizce konuşuyor. Taksi şoföründen, satıcısına, sokaktaki çocuğuna kadar. İngilizce kendi dillerinin yanı sıra ikinci resmi dil. Uzun yıllar İspanya sömürgesi olmalarına rağmen İspanyolca en yaygın kullanılan dil değil. Güneyde bir bölgede daha yaygın konuşuluyormuş. Hem sakin, hem konuşkan halk ile çok kolay iletişim kuruluyor. Ayrıca turizm sektöründe işlerini iyi yapıp, elde ettiği para ile yetiniyorlar. Turist kazıklamak için uğraşmadıklarını hissediyorsunuz. Manila’nın dışında kendinizi güvensiz hissetmiyorsunuz.
    • En önemlisi Türkler için vize istenmeyen bir ülke. 29 güne kadar vize almanız gerekmiyor. Daha uzun kalmak isterseniz orada başvuruyorsunuz.
    • Ucuz bir ülke. Konaklama ucuz, yiyecek ucuz. Ayrıca Türk Lirası Filipinler Peso’suna göre değerli. Bizim bulunduğumuz tarihte 1 TL 13 Peso ediyordu. bu nedenle ulaşımınızı, bizim yaptığımız gibi promosyon ile uygun fiyata alabilirseniz, sonrası ülke içinde harcamalarınız bir Avrupa ülkesine göre çok daha ucuz. Alışveriş yaparken, restoranda yemek yerken, turlar alırken kendinizi zengin turist gibi hissediyorsunuz. Bu duygu da yaşamaya değer.
    • Filipin yemeklerine alışamam diye korkanlar olabilir. Mutfakları Tayland kadar olmasa da zengin, öncelikle deniz ürünleri çok çeşitli ve ucuz, ayrıca sebze, tavuk et çeşitleri de bol. Sadece unlu mamulleri genellikle tatlı, ekmek ve tuzlu atıştırmalığı biraz aramak gerekiyor.
    • Doğa çok farklı, her bölgede farklı deneyimler, görüntüler gezinize ayrı bir heyecan katıyor.
    • Dikkat edilmesi gereken gitmeden önce çok detaylı program yapmak. Filipinler’e gidince nasıl olsa adalar ülkesi tekneler ile adalar arası ulaşım kolay olur diye düşünülmemeli. Mesafeler uzun, bazı adalar arası uçakla geçmek zorunda kalınıyor. Ara uçuşlar için biletler önceden alınırsa uygun fiyatlı bilet bulunabiliyor, son dakika biletler pahalı oluyor.
    • Filipinler’e ne zaman gidilir; diğer Uzak Doğu ülkeleri gibi en uygun zaman Kasım, Nisan ayları arası, Haziran Eylül arası, nemli, sıcak, yağmurlu, kapalı hava ve özellikle Filipinler’de fırtına ve tayfunla da karşılaşabilirsiniz.
    • Filipinler programına geçmeden biraz Filipinler’i tanıyalım.

Filipinler Pasifik Okyanusu’nun batısında bir Güneydoğu Asya ülkesi. Ülke üç ana kara parçasından oluşuyor. Kuzeyde Luzon, ortada Visayas ve güneyde Mindanao. Aslında ülke 7000’den fazla adadan oluşmakta, adaların 800’ünde yerleşim bulunmakta.

Filipinler 100 milyondan fazla nüfusu ile dünyanın en kalabalık 12. ülkesi. Halkın kökenlerinin Avustralya’dan gelen Negritolara dayandığı düşünülmektedir. 1521 yılında İspanyol İmparatorluğu’nun desteği ile buraya gelen Portekizli denizci Macellan’ın ülkeye gelmesinden sonra İspanyol sömürgeciliği başlamıştır. 1543 yılında ülkeye gelen İspanyol kaşif, İspanya Kralı’nın onuruna bu topraklara Las Islas Filipinas adını vermiştir. Ülke 300 yıldan fazla İspanyol sömürgesi olarak kalmış. 1898 yılında ise İspanya-Amerika Savaşı sonrası, İspanya 20 milyon dolar karşılığı adayı ABD’ye devretmiş. Amerika’nın hakimiyeti 1945 yılına kadar sürmüş ve 1946 yılında bağımsız Filipinler Cumhuriyeti kurulmuş.

Ulaşım
Filipinler’in başkenti Manila’ya İstanbul’dan sadece THY ve Phillipines Airline’ın direk uçuşu bulunuyor. Uçak biletimizi promosyonlu bilet olduğu için Katar Havayolları’ndan aldık. Uçak İstanbul’dan Katar’ın başkenti Doho aktarmalı Filipinler’in başkenti Manila’ya uçuyor. Doho’da bekleme süresi giderken 4 saat iken dönüşte 1,5 saat oldu. Aktarma bekleme süresi hariç İstanbul Manila arası yaklaşık 12 saat gibi uzun bir süre. Ancak Katar Havayolları uçakları rahat, servis güzeldi. Ayrıca Doho Havaalanı yeni, modern bir havaalanı.
Filipinler Programımız
Filipinler gezimizi özetlemeye başlamadan haritada rotamızı göstermek isterim. Manila’dan başlayan gezimizde önce kuzeye, sonra güneye adalara gittik. Gideceğimiz adaları dikkatli seçtik, sadece Bohol’u ulaşım ve zaman nedeni ile programdan çıkarttık. Bu genel yazımızda gezdiğimiz yerleri birer fotoğraf ve birer paragraf ile tanımladım. İlginizi çeken yerleri linklerde detaylı yazıları okuyabilirsiniz.

Filipinler gezimizde klasik güneş, deniz, ada tatili öncesi Manila’nın kuzeyine özel bir bölgeye gitmek istedik. Hiç pirinç tarlalarının Dünya Mirasları Listesi’nde yer alacağını düşünebilir misiniz? Biz de düşünemezdik. Ama 2000 yıllık özel teraslanmış pirinç tarlaları ve asılı tabutlar mutlaka görülecekler listesine alınmıştı bizim için.

Bize göre nerede ise dünyanın bir ucundan gelip yaşadığımız Banaue, Batad ve Sagada deneyimleri eşsizdi.

Manila’da uçaktan inip aynı gece 10 saatlik çok uzun bir otobüs yolculuğu ile Banaue’ye ulaştık. Burası pirinç tarlalarının olduğu küçük bir yerleşim yeri ancak son yıllarda çok turist çekiyor yeşil doğası, yürüyüş rotaları var. Ayrıca Batad ve Sagada’yı gezecekler için konaklama yeri.

Öncelikle Batad  Unesco Dünya Mirasları Listesi’ndeki pirinç tarlalarının ve şelalenin olduğu köy Banaue ‘e yarım saat uzaklıkta. Küçük kasabada 2000 yıl önce teraslanmış pirinç tarlaları içinden şelaleye uzun ve güzel bir yürüyüş yaptık.

Sagada ise yine Banaue’e iki saat uzaklıkta yemyeşil güzel bir kasaba. Asıl ilginci halkın ölülerini tabutları ile kayalara asıyorlar veya magaralarda saklıyorlar. 2000’li yıllara kadar bu gelenek devam etmiş. Sagada’da çok güzel bir vadide (eko vadi) de yürüyüş yaparak asılı tabutları gördük. Ayrıca yeraltı magarası gezdiğimiz yerler arasındaydı. Sagada birkaç gün konaklayıp magara gezileri, trekking ve rafting gibi sporların yapılabileceği bir kasaba…

İki tam günlük kuzey gezimiz sonrası yine gece otobüsü ile Manila’ya döndük. Artık güney adalar turumuz başlayacaktı. Manila’da gecelemeden havaalanından Coron uçağına bindik. Yolculuk 1 saat sürüyor. Coron Adası’nda otelimiz Discovery Otel bir adada yer alıyor. Otelimiz havaalanından transferimiz sağladı. Coron’da merkezde daha ucuza oteller bulunabilir ancak bizim oteli fiyatı, yeşilliği, sakinliği, restorandaki yemek çeşitleri ve uygun fiyatları ile önerebiliriz. Coron’da iki gece kaldık, ilk gün termal gezisi ve güzel bir restoranda akşam yemeği ile geçirdik. İkinci gün tüm gün tekne turu yaptık. Snorkel ile dalarak rengarenk resifleri, balıkları yakından görmek çok farklı bir deneyimdi. Twin Lagun’da yüzdük. İncecik kumlu plajlarda güneşlendik, hem de şubat ayında. Doğa harikası Kayangan Gölü’nün zümrüt yeşili suyunda yüzdük. Coron’da daha uzun kalınarak, daha çok tura katılıp, su altı batık gemileri, diğer doğal güzellikler görülebilir.

Coron Adası’ndan hızlı tekne ile El Nido‘ya geçtik. El Nido küçük bir balıkçı kasabası, ancak Filipinler’in en gözde yerleri arasında. El Nido’da yine tekne turu ile karstik oluşumlu kayalar arasında, lagunlarda, özel plajlarda yüzdük, magaralar gördük. Küçük balıkçı kasabası sokaklarında dolaştık, güzel deniz ürünleri yedik, kasabanın hem doğallığı, hem huzurundan çok etkilendik.

El Nido’dan bir minivan kiralayarak Puerto Princesa Yeraltı Nehri ne ulaştık. Dünya’nın yeni yedi doğa harikaları arasında ve dünyanın en uzun ikinci yeraltı nehri ve magaraları görülmeye değer.

Puerto Princesa’dan Manila aktarmalı uçuşla Boracay‘a gittik. Boracay Filipinler’in gözde, lüks, popüler adası. Küçük adada her türlü deniz sporlarını yapabilirsiniz, ya da hiçbir şey yapmadan, dünyanın en iyi plajları arasında yer alan dört kilometre uzunluğundaki pudra gibi incecik kumlu ‘White Beach’ te uzanıp, plajın ortasında masaj yaptırabilirsiniz.

Filipinler adalar turumuzda son durağımız Boracay’dan Vietnam’a uçtuk, Vietnam’da bir haftalık tatil sonrası Manila‘ya döndük. Kuzey ve adalarda görmek istediğimiz yerleri tamamlamıştık. Büyük ve kaotik şehir ilgimizi çok çekmiyordu, ama başkenti görmeden olmazdı. Manila’ya iki gün ayırdık. Bu sürede Manila’nın kale içindeki tarihi şehri, Intramudos’u ve zengin bölgesi Makati’yi detaylı gezdik.

Son Söz

Filipinler gezisi, adalarda klasik bir güneş ve deniz tatili gibi düşünülebilir, ancak tüm tatil boyunca her bölgede karşılaştığımız farklı dogal güzellikler ve aktiviteler bizi sürekli dinamik tuttu ve her yeni güne büyük merak ve heyecanla başladık.

Filipinler doğası, tarihi, kültürü, zenginliği, fakirliği ile görülesi bir ülke. Uzak olsa da ulaştığınız an sizi sarıp sarmalayan hele Türkiye’de kış mevsiminde sıcacık bir iklim sunan ülke. 

 

 

Türkiye’deki Mozaik Müzeleri

Renkli küçük taş parçalarının bir araya gelip bir öykü resmetmesi, o resimlerle yüzyıllar öncesinin insanlarını, yaşamlarını, efsanelerini bugüne iletmeleri, önce bir hayranlık sonra merak uyandırdı bende. Bunda en önemli pay da,  çok sevdiğim ve sık sık gittiğim Hatay’daki, (o zamanlar) nehir kıyısındaki,  ufak bir binada olduğu halde, hakkında ‘Dünyanın ikinci büyük mozaik müzesi’ denilen (doğruluğu kimin umurunda) Hatay Müzesi’nin… Bazen bir Yunan-Roma tanrısının hercailiği, bazen bir gladyatörün ölüme yakın bakışı, mozaikler aracılığıyla yüzyılları aşıp bugüne ulaşmış. Öte yandan benim için, o minik renkli taşların bir araya gelip bir bütün olmaları, çok çeşitliliğin insan hayatını nasıl renklendireceğinin, zenginleştireceğinin bir kanıtı. O küçük, bir tarafı düzleştirilmiş, bazıları neredeyse saydam o küçük taşlar, sadece eski dönemlerin estetik anlayışını açıklamıyor, bugüne uzanıp (ilgilenenlerin) hayatlarını renklendiriyor.
Mozaik, antik Yunan-Roma uygarlığından miras kalan bir sanat. Ama tuhaftır; antik dünyada Yunan uygarlığının doğal uzantısı olarak kabul edilen Anadolu’nun batı kıyılarından ziyade (İstanbul’daki küçük müze hariç), daha çok güney-doğuda mozaik eserler çıkarılmış. Mozaik süslemeciliği, bir çok tarihi eserde uygulanmış bir yöntem ama burada sadece mozaiklerden oluşan müzeleri, en azından  mozaik eserlere kapsamlı bir bölümün ayrıldığı müzeleri esas aldım.  
Mozaik, antik Yunan-Roma uygarlığından miras kalan bir sanat. Ama tuhaftır; antik dünyada Yunan uygarlığının doğal uzantısı olarak kabul edilen Anadolu’nun batı kıyılarından ziyade (İstanbul’daki küçük müze hariç), daha çok güney-doğuda mozaik eserler çıkarılmış. Mozaik süslemeciliği, bir çok tarihi eserde uygulanmış bir yöntem ama bu yazıda sadece mozaiklerden oluşan müzeleri, en aından  mozaik eserlere  kapsamlı bir bölümün ayrıldığı müzeleri esas aldım. 
İnternetten yaptığım araştırmada,  Türkiye’de bu sınıflamaya uyan 7 mozaik müzesi olduğunu öğrendim. Biri Hatay’daki; oradaki mozaikleri defalarca gördüm. Gerçi daha sonra ayrıntılandıracağım üzere, Müze yeni yerine taşındı; şu an mozaik bölümünün yine çok hacimli olduğu bir arkeoloji müzesi kapsamında. Türkiye’deki mozaik müzeleri şunlardır.
  • Gaziantep Zeugma Müzesi
  • Gaziantep Arkeoloji Müzesi
  • Hatay Mozaik Müzesi
  • Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi (Amazonlar Villası) 
  • Adana Misis Mozaik Müzesi 
  • Mersin Narlıkuyu Mozaik Müzesi  
  • İstanbul Büyük Saraylar Mozaik Müzesi

Anlatacağım üzere Zeugma Müzesi ve Gaziantep Arkeoloji Müzesi’ni daha önce görmüştüm. Mart 2017 yılında yaptığım bir gezide Zeugma Müzesini tekrar görme fırsatım oldu. Gaziantep Arkeoloji Müzesi ise tadilattan dolayı kapalıydı. Ancak zaten Zeugma Müzesi kurulurken Arkeoloji Müzesindeki mozaiklerin çoğunun bu yeni yere aktarıldığı söylenmekte. Zeugma Müzesi açılmadan önce de gittiğim Arkeoloji Müzesindeki mozaikleri görmüştüm ama son durumda Arkeoloji Müzesinde hangi tablolar kaldı veya hepsi nakledildi mi, bilemiyorum.  Arkeoloji Müzesi açılınca göreceğiz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Şanlıurfa Mozaik Müzesi, İstanbul Büyük Saraylar Müzesi ve Mersin Narlıkuyu Mozaik Müzesini de 2017-Mart ayında ziyaret ettim; izlenimlerim bu yazıda… 

Elbette Adana Misis Mozaik Müzesi’ne de gittim. Burası Adana-Ceyhan yolunda, Adana’ya 26 km uzaklıkta bir yer. Ana yoldan ayrılıp Misis beldesine ulaşmanız gerekiyor. Ben Adana’dan taksiyle gittim, sırf bu Müze’yi görmek için. MS 4 yüzyıla tarihlenen bir tapınağın tabanında yer alan  ve Nuh Tufanını konu edinen bir pano olduğunu öğrenmiştim. O kadar zor ulaştığım Müze’nin kapısına gittiğimde kapalı olduğunu gördüm, meğer Adana’da yeniden düzenlenen Arkeoloji Müzesi’ne taşınıyormuş. Ne zaman, belli değil…  Müzenin kapalı olduğu konusunda da, Turizm Bakanlığı’nın ya da Müzenin web sayfasında da hiçbir bilgi yok. 

Neyse, mozaiklere ayrılmış müzeleri sizlerle paylaşayım istedim. Yazı kapsamı 2017-Mart ayı itibariyle açık olan müzeleri içermekte. Eksikleri olabilir. Hatırlatmak isterim; ben bu konunun uzmanı değilim, teknik açıklamalar ya yok, ya da alıntı… Müzeleri önem sırasına göre sıraladım; tabii ki kişisel bir sıralama. Aslında Hatay Müzesi benim için çok özel, bunu söyledim. Ama burada, müzenin kapsamının tamamen mozaik üzerine olup olmaması, mozaiklerin hacmi, konu çeşitliliği, bütünlüğü-yıpranmışlığı gibi kriterlere göre değerlendirme yaptım. Bu durumda Zeugma Müzesi önceliği aldı. O zaman gezimize Zeugma Müzesi’nden başlayalım.

Zeugma Müzesi

Gaziantep’in Nizip ilçesinde Fırat kıyısındaki barajın, sular altında bırakacağı alanlarda yapılan arkeolojik kazılar, fevkalade bir müzenin doğmasına neden olmuş. 1999 yılında yoğunlaşan kazı çalışmaları sırasında, tesadüfen Gaziantep’te olduğum için kazı alanını ve bazı mozaikleri grme şansım olmuştu. 

Daha sonraki gezilerimde de  Gaziantep Arkeoloji Müzesine yerleştirilen mozaik panoları görmüştüm. Ama bu mozaiklerin taşındığı yeni Zeugma Müzesi’ni görmemiştim. 09.09.2011 tarihinde, Şehir girişinde,  Hacı Sani Konukoğlu Bulvarında açılan yeni Müze, hem tasarımı hem alanı ile, mozaiklerin hakkıyla sergilenmesi açısından gerçekten büyüleyici. Müze Nisan-Ekim döneminde 9-19, Kasım-Mart döneminde 9-17 saatleri arasında açık ve giriş 15,-TL…
Müze’de, Fırat kıyısında yer alan Zeugma antik kentindeki villalardan çıkarılan taban ve duvar mozaik döşemeleri sergilenmekte… Mozaiklerin çıkarıldığı villalar, Okeanos, Zosimos, Menad, Giyoşlu, Dionysos, Poseidon, Euphrates villaları; mozaikler genelde MS 2-3 yüzyıla tarihleniyor…
Zeugma, MÖ 300 yüzyılda Büyük İskender tarafından Selevkia Euphrates adıyla kurulmuş. Romalı komutan Pompeius MÖ 64 yılında kenti I.Antiachos’a vermiş. Kommagene Krallığının 4. Büyük şehri olan kent, MÖ 31’den itibaren Roma İmparatorluğu’na bağlanmış ve ‘köprü, geçiş’ anlamına gelen Zeugma adını almış. İşte bu bölgeden çıkarılan mozaikler, Mars heykeli ve kil mühürler Müze’ye taşınmış.
Ayrıca mozaik döşemeleriyle beraber yeniden kurulan MS 3 yüzyılına ait Roma Hamamı da Müzede görülebilir.
Müze’nin yanı sıra, Fırat kıyısındaki kazının yapıldığı yerde 400 ton demirle kurulan çadır içinde Dionysos ve Danae villaları da görülebilir. Burası, villaların konumu ve yapısını kafanızda canlandırmak için görülmeye değer bir yer, ayrıca bazı villaların mozaikleri de duruyor. Giriş ücretsiz.

Mozaikler genelde Yunan-Roma mitolojisinden sahneleri, tanrıları ve tanrıların maceralarını içermekte… Eros (Aşk) ve Physke (Ruh)’nin aşkı,  Venüs’ün doğuşu, 10 kişinin yer aldığı Dionysos’un Ariande ile düğünü, Akhilleus’un Troya Savaşına katılması için ikna edilmesi, Danae ‘nin oğlu Perseus ile Kral Kepheus’un kızı Andromede’nin aşkı, Zeus’un boğa kılığına girip Suriyeli Europa’yı baştan çıkarması gibi mitolojik efsaneler yanında bereket tanrısı Demeter, Yunuslu Eros, Poseidon- Oceanus-Tethys, Metiokhos ve Partherope, kadınlar karşısında aciz kalan erkeklerin simgesi olan tanrı Akratos, Fırat Nehri Tanrısı Euphrates, Fırat Nehri Kralı Akheloos’da mozaiklerde resmedilen tanrı ve kahramanlar.  Ancak genelde tablonun ortasına yerleştirilen esas tablonun çevresindeki bordürler de dikkatten kaçmamalı… Saç örgüsü, hasır, dalga, noktalama, çiçek, yaprak veya geometrik desenlerden oluşan bu kısım da çok etkileyici; hatta bazen bunlar başlı başına bir tablo oluşturmakta. Bu tür desen içeren konusu olamayan tablolara, bütün mozaik müzelerinde rastlanabiliyor. Baş döndüren sarmal desenler, üç boyutlu bir şekilde düzenlenen sütunlu tablolar, bu tür panoların şahikalarından.
Bazı müzelerde sık sık karşımıza çıkan aynı konular var, hatta bazıları farklı yerlerde, neredeyse aynı şekilde resmedilmişler. Mesela şarap ve bağ bozumu tanrısı Dionysos, sarhoş haliyle, bir çok müzede karşımıza çıkan bir figür (Deniz tanrısı Oceanus ve tanrıçası Tethrys figürleri farklı müzelerde, neredeyse aynı biçimde tasvir edilerek çok sık rastladığım mozaik tablolar). Genelde panolarda Dionysos, yaka bağır açık, hatta neredeyse çıplak, mainadlar ve satirler tarafından kör kütük sarhoş halde taşınırken resmedilmiş. Dionysos adına düzenlenen şenliklerde şaraplar sel gibi akarmış, haliyle sarhoşluk da konunun muhteviyatında bir durum, hatta buradan yola çıkarak Dionysos insanın yoldan çıkmasını da temsil ediyormuş, bu nedenle böyle resmedilmesi normal…  Üzümdü, şaraptı diye düşününce bir yandan kendisiyle kanka olabilirmişim gibi geliyor bana ama tabii bir tanrının böyle perperişan, yarı çıplak, satirlerin, hatta  şenliğe katılan hanımkızların kollarında küfelik olarak taşınması da hoş bir manzara değil. Gerçi, kendi içiyor kimseye zararı yok, hem ölümsüz olduğu için karaciğer sorunu da yok. Peki ya o Zeus’a ne demeli, yok boğa olur, yok kuğu olur, genç kızların ırzına geçer… Bu arada Zeus’un maceraları da mozaik tabloların sık kullandığı konular arasında.
Müzedeki ilginç bir pano da, Zosimos villasından çıkarılan, MS 2-3 yüzyıla tarihlenen ve üstünde mozaikle ‘Synanstosai’ yani ‘Kahvaltı Sofrasındakiler’ yazısı bulunan tablo. Üç kadın, iki genç kızın bir masa etrafında gösterildiği tablo, Menander’in bir komedisine atfedilmiş. Benzer mozaik tablolar, Napoli’de ve Yunanistan’da da bulunmuş.
Ve tabii Çingene Kızı tablosu… Karanlık labirentlerle girilen ve etkili bir şekilde aydınlatılmış tabloda, yüzyıllar ötesinden yüzümüze yüzümüze bakan kaplara gözlerden etkilenmemek mümkün değil. Mona Lisa tablosunda da kullanılan teknikle hangi açıda olursanız olun, size bakan bir durumda. Zeugma kazıları başlamadan 1992 yılında Menad villasından çıkarılmış. Kime ait, belli değil. Büyük İskender’in portresi olduğu bile iddia edilmiş, asma yapraklarından dolayı tanrı soylarının çıktığı ilk element olarak görülen ve erkek element olmadan çevresini saran gök, dağ ve denizi yaratan yer tanrısı Gaia olduğu ileri sürülmüş ama benim en çok hoşuma giden yorum, sıradan bir çingene kızı olanı…  Başındaki şeffaf örtüden çıkan siyah saçları, kara gözleri, çıkık yanakları, dolgun dudakları ve  küpeleri ile daha Zeugma kazıları başlamadan çok önce hayatımıza giren o yüz, bugün Gaziantep’in de sembolü gibi…
Bu sefer gittiğimde (Mart-2017) Müzenin bir bölümü kapalıydı ama birkaç kez gördüğüm için ben eksikliğini hissetmedim. Belki de o bölümdeki eserler de, açık tarafa taşınmıştı.
Bu görsel şölenden sonra, Müze’nin üç sokak arkasında (bulvara paralel olarak) Halil Usta’ya gidip bir de gastronomik şölen çekebilirsiniz. Hali tavrı ile bir esnaf kebapçısı ama yemeklerin haklı şöhreti, mahalleleri, şehirleri aşmış… Siz gidin oturun, gerisini onlar hallediyor. Hem makul fiyatlı, hem lezzetli.

Hatay Arkeoloji Müzesi

Ben, mozaik müzesi kavramını ilk bu Müze’de duydum, bir de bu Müze’nin ilk yerinin insanı kendine çeken bir havası vardı (Müzenin şimdiki hali ise çok muhteşem, o ayrı tabii). O nedenle burası benim en çok sevdiğim müzelerin başında gelir.
Hatay’da bilimsel kazı çalışmaları 1932 yılında başlamış, o yıllarda Fransız idaresinde bulunan kentte mimar Michel Ecocherde tarafından hazırlanan bir projeyle çıkan eserlere göre bir müze hazırlanmış, mozaik müzesi olarak planlanan binanın yapımına 1934 yılında başlanmış, Hatay Devleti zamanında tamamlanmış, düzenlemesi uzun sürdüğünden 23 Temmuz 1948’de Hatay’ın Türkiye’ye katılışının onuncu yıl kutlamaları sırasında ziyarete açılmış. Müzenin genişletilmesi için yapılan ek inşaat da 1974’te tamamlanmış.
Antakya ve çevresinde, Harbiye, Narlıca, Güzelburç, Samandağ gibi yerlerde yapılan kazılarda elde edilen tarihi eserlerin sergilenmesi için açılan Müzenin ilk yeri, Asi Nehrinin kenarında, şehir parkının hemen yanında. Gerek parktaki, gerekse müze bahçesindeki ağaçlar, özellikle turunç ağaçlarının rahiyası, özellikle bahar aylarında burayı cennet bahçesi haline sokuyordu. Ağaçlar, bahçede sergilenen eserler, nehir; hepsi birden Müze’nin etkisini arttırıyordu. Ama küçüktü; ek bina yapılsa da 8 sergi salonlu 1140 m2’lik bu Müze, kendi zenginliğini sergilemekte yetersizdi. Bu nedenle burası 28.12.2014 tarihinde, St. Pierre Kilisesi’nin yakınında çok daha büyük, modern bir yere taşındı; 32.784,16 m2 oturum alanı ve 10.700 m2 sergi alanı olan, 1.340 m2’lik mozaik tablonun sergilendiği müthiş bir müzeye dönüştü.  Müze pazartesileri kapalı, kış döneminde 8-16.30, yaz döneminde 9-18.30 saatleri arasında açık ve giriş 8,-TL. Burası sadece mozaik müzesi değil, taşdevrinden İslam uygarlığına kadar uzanan bir dönemi kapsayan eserleri de barındıran bir yer. Ama yazımızın konusundan dolayı, odak noktamız mozaikler… Buradaki mozaikler MS 1-5 arasına tarihlenmişler ve hepsi taban döşemesiymiş.
Mozaik panoların ortasında genelde, mitolojik olaylar ya da tanrılar,  kişilerin portreleri veya gündelik olaylar betimlemesi varken çevresi  örgü, hasır ya da geometrik desenlerle bordürlenmişler. Müzenin en eski tarihe ait panosu, Roma döneminden MS 1 yüzyıla ait dalga motifli çakıl desenli bir tablo. Yunan mitolojisini konu edinen MS 3 yüzyıla tarihlenen  ‘Psykhe ve Eros’ ve ‘Apollo ve Dafne’ gibi tablolar yanında, mitolojik tanrı ve kahramanları esas alan tablolar da var, Okeanos Tethy, MS 2 yüzyıla ait genç Sartyros, MS 3 yüzyıla ait Hermaphroditler, MS 2 yüzyıla ait  avlanan amazonlar, MS 2 yüzyıla ait Narkisos panoları gibi…  Okeanos Tethy ve Sarhoş Dionysos ise en çok işlenen temalar; aynı tablolar Zeugma Müzesi’nde de mevcut… Bu arada Avlanan Amazonlar tablosu, Şanlıurfa Müzesinde ‘de var, ama buradaki diğerinden 2 yüzyıl sonra yapılmış. 
Ayrıca hokkabazlar, perilerin eğlenceleri, sporcu ya da önemli kişilerin portreleri, hatta Yunanistan’daki Ladon ve Psalis nehirleri de Müze’deki tablolar… Av sahneleriyle çevrelenmiş büyük ruhun (megalopsykhia) konu edildiği tablo da dikkat çekici. Mısır tanrıçası İsis’in konu edildiği panolar da dönemin kültür etkileşmesi açısından ilginç. Bazı tablolar ise baya bir müstehcen; MS 2 yüzyıla tarihlenen ‘bahtiyar kambur’, öyle duvara asayım da baktıkça bakayım, denecek cinsten bir tablo değil, kamburumuz beline taktığı bir kemer dışında anadan üryan… Acaba bu tablo ne tür bir yeri süslüyordu?
Hatay Müzesi, sadece mozaikler açısından değil, başka eserler açısından da dikkat çekici. Özellikle Hitit kralı Şuppiluliuma heykeli mutlaka görülmeli. Bir başka görmeden geçilmemesi gereken eser de, Babil kentlerine yönetim kurallarının yazılı olduğu kitabe; eserin bilgi yazısında ise, ‘Bu kuralların Tevrat’a dayanak oluşturduğu düşünülmektedir’ yazmakta…
Hatay ile ilgili bir haber; aynı bölgede yapılmakta olan bir otelin temel kazıları sırasında bulunan geniş  bir mozaik döşeme, söz konusu otel bünyesinde camlı taban yapılarak sergilenecekmiş… Merakla bekliyorum; beklerken de Asi’ye karşı  künefe yemeli…

Amazonlar Villası – Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi
Amazonlar Villası, Şanlıurfa Müzesi’nin hemen yanında, ayrı bir binada olduğu halde Şanlıurfa Müzesi’nin bir bölümü olan bir yer. Şanlıurfa ve çevresinde yapılan kazılarda bulunan mozaik panoları sergilenmekte. Şanlıurfa Müzesi, Nisan-Ekim döneminde 8-19, Kasım-Mart döneminde 8-17 saatleri arasında açık, pazartesileri kapalı ve giriş 8,-TL… Şehir içinden Müzeye ulaşmak karışık gibi görünebilir ama Balıklı Göl’ün oradaki Rizvaniye Camii’nin bitiminden şehre doğru yürürseniz (sağınızda mağara evler kalarak) Müzeye ulaşabilirsiniz. Şehir içinden yerine şehir mezarlığı arasından geçerek varabilirsiniz. Müze karşısında şehrin en büyük alışveriş merkezi bulunmakta.
Müze’nin ana teması, Haleplibahçe’deki Amazonlar Villası diye adlandırılan yapının Tablium odasında çıkarılan eserler; iç avlu ve bir salon etrafında dizilen odacıklardaki MS 5-6 yüzyıla tarihlenen mozaik tablolar yanında , Alanyurt, Harran, Yukarı Göklü, Duybuk, Mağaralı, Aşağı Başak, Yolbilen gibi, çevredeki başka kazı alanlarından çıkarılan eserler de yer almakta. Müzenin ana bölümünde yer alan panoda, Müze’ye adını veren Amazonların avlanma sahnesi yer alıyor, Amazonların çevresinde devekuşu ile köpeğin mücadelesi, yaralı aslan, Eros’un av sahnesi gibi sahneler de var. Aralarda zebra ile adam, aslan figürü gibi sahneler de yer almakta. 
Müzenin girişinde Akhielleus’un hayatından kesitleri tasvir eden bir pano ile karşılaşıyorsunuz. Sonra şehirlerin ve yapıların koruyucusu Ktisis büstü yer almakta. Müzenin en dikkat çekici parçası ise, yurtdışına kaçırıldıktan sonra önce İstanbul Arkeoloji Müzesine, sonra Şanlıurfa Müzesine getirilen Orpheus Mozaiği; panoda Frig başlığı takan Ozan, bir tarafında etobur, bir tarafında otobur hayvanlar arasında lir çalarken betimlenmiş… MS 194 yılına ait olan tablo, Müze’deki en eski eser olup ayrıca üstünde yapan sanatçı ismi (Bar Saged)  ve Süryanice yazılar bulunmakta. Müzedeki mozaikler arasında yer ve duvar panoları yanında, kapı ve mezar süsü olarak tasarlanmış mozaikler de bulunmakta.

İşin açığı, yolunuz Şanlıurfa’ya düşerse, Arkeoloji Müzesi mutlaka görülmesi gereken bir yer ama Müze’nin önemi, mozaiklerinden daha çok Göbeklitepe’de sürdürülen kazıda çıkarılan, belki de dünya tarihini değiştirecek bulgulardan geliyor.  Dünyanın  bu ana kadar bulunan en eski tapınağının replikası mutlaka ilginizi çekecektir 

Şanlıurfa’nın müzesini, mozaiklerini gördünüz, peki çiğ köftesini tatmayacak mısınız; çiğ köfte, Ömer Usta’da yenir. Yok, acıyla işim olmaz derseniz, Gökçin’de bir baklava size iyi gelecektir.
İstanbul Büyük Saraylar Mozaik Müzesi

İstanbul’da Sultan Ahmet Camii’nin hemen arkasında yer alan Arasta Çarşısının ortalarından girişi olan Büyük Saraylar Mozaik Müzesi, pazartesi hariç her gün 9-17 saatleri arası ziyaret edilebiliyor, giriş bedeli 15 TL. Büyük Saraylar Mozaik Müzesi 1953 yılında İstanbul Arkeoloji Müzesine bağlı olarak kurulmuş, 1979 yılında Ayasofya Müzesine bağlanmış. Müze, Bizans İmparator Saraylarının döşemesinde kullanılan mozaikleri barındırmakta.  İmparator Konstantin, MS 328 yılında başkent ilan ettiği Konstantinopolis’te, bugünkü Sultanahmet civarında, meydandan sahile kadar inen kısımda  Palatium Magnum (Büyük Saray)’u yaptırmış; daha doğrusu başa geçen her imparator ekledikleri yeni bölümlerle taraçalar halinde Sarayı, Marmara Denizine kadar genişletmiş. Saray Tepesi olarak adlandırılan bu bölge, aslında burada hüküm süren her uygarlığın yönetim bölgesi olmuş. 11 yüzyıla kadar kullanılan Saray, ilk olarak İmparator Konstantin zamanında yan yana inşa edilmiş, ayrı ama birbiriyle bütünlüğü olan avlular, taht salonları, arzhaneler, kiliseler, dua odaları, kuyular, kütüphanelerden oluşmaktaymış. Araştırmalara göre denize kadar inen altı terastan oluşan Saray, zaman içinde eklenen Bukoleon Sarayı, Blakhernai Sarayı gibi yapılarla genişlemiş. Saray kompleksinin kuzey doğusuna denk gelen ve sarayları birbirine bağlayan  ortası açık sütunlu ve revaklı  avlu (Peristy) ise, bugün karşısında durduğumuz mozaiklerin kaynağı…

Müze bu avlu üzerine kurulmuş ve avlunun diğer yerlerindeki mozaikler de sökülüp buranın duvarlarına monte edilmiş. İmparator I. Jüstinyen’in (MS 527-565) Saray’da tadilat yaptırdığı sırada döşenen mozaikler olduğu sanılıyor, alt katmanda 5 yüzyıldan kalma mozaik izlerine de rastlanmış. 1872 m2’lik  bir kısmıortaya çıkarılan mozaik tasvirlerinin beyaz fon kısmında balık pulu tekniği kullanılmış (bir noktadan yelpaze gibi dışa açılan gruplar)…Mozaik taşları ise 5 mm boyutunda, kireç taşı, pişmiştoprak ve renkli taşlardan oluşmaktaymış. Mozaiklerin tarihleri, biraz da tablodaki öğelerden saptanmış. Örneğin ‘Kuş Avında Maymun’ mozaiğinde, bir maymun ciddi bir ifadeyle elindeki uzun ökse çubuğuyla kuşyakalamaya çalışırken resmedilmiş; bu çubuk ise MS 6 yüzyılın ikinci yarısında kullanılmaktaymış.
Saray mozaikleri arasında genelde hayvanların birbiriyle mücadeleleri konu edilmiş, insan figürünün olduğu av sahneleri de mevcut… Bunun yanında deve üstünde çocuklar, kaz güden çocuklar, eşek besleyenler, keçi sağan adam, çocuğu emziren anne, çemberle oynayan çocuklar gibi gündelik hayat tasvirleri de var. Mozaikler arasında efsanevi yaratıklar da görülmekte; grifonlar buna örnek… Mevcut mozaik tabloları içinde, Yunan mitolojisine gönderme yapan pek bir tablo bulunmamakta; sadece Pan’ın omuzundaki çocuk Dionysos figürü buna bir örnek…  Dini konular ise hiç tasvir edilmemiş.

İstanbul Büyük Saraylar Mozaik Müzesi, hem İstanbul’un Bizans yanı hakkında biraz daha bilgi verecek, hem de hemen yanında yer alan Arasta Çarşısı ile birlikte İstanbul’un bir başka yüzünü görme fırsatınız olacak; gidin derim.

Narlıkuyu Mozaik Müzesi

Mersin’in Silifke ilçesine bağlı Narlıkuyu mevkiinde bulunan bu 65,28 m2’lik küçük Müze, bir Roma Hamamından kalan yıkanma bölümünün mozaik tabanı ve su yalağı üzerine yapılmış. Girişi ücretsiz olan Müze, yaz sezonunda 08:30 ve 19:00, kış sezonundaysa 08:00 ve 17:00 saatleri arasında ziyaretçilere açık. Mersin-Silifke arasındaki otobüslerle ulaşabileceğiniz, Silifke’ye 20 km mesafedeki Müze, Narlıkuyu’nun balık lokantalarıyla ünlü koyunda… Roma İmparatorluğu döneminde önemli bir ziyaret yeri olan Korykion-Antron (Cennet-Cehennem Mağaraları)’dan doğan tatlı su kaynağının denize döküldüğü yerde yapılan hamam, MS IV yüzyıla tarihlenmekte.

Antik Calamie şehrinin limanı olan bölgede, Kutsal Adalar Valisi Poimenios tarafından yaptırılan hamamın döşemesinde keklik, kumru gibi kuşlar ile Zeus’un Eurynome’den doğan üç kızı, Aglaia, Thalia ve Euphrosine (üç güzeller) resmedilmiş. Ayrıca döşemede Yunanca bir yazı bulunmakta: ‘Ey dost, bu güzel hamamın suyunun saklı olan kaynağını kimin bulduğunu sorarsan, bil ki o kişi, kutsal adaları dürüst yöneten ve imparatorların da dostu olan Poimenios’tur’.

Bu döşeme yıllarca, bir kahvehanenin tabanı olarak kullanıldıktan sonra 1975-1979 yıllarında bir müzeye dönüştürülmüştür.  Antik Calamie kentinin geniş alanı ise Erdemli’den Narlıkuyu’ya kadar size eşlik edecektir. Müze ziyaretinden sonra bu antik kenti de dolaşabilirsiniz ama ziyaret için zorlu bir alan… Başka bir öneri ise, bu kadar yolu geldikten sonra Narlıkuyu’nun tadını çıkarmak, bir balık lokantasında biraz demlenmek… Yalnız sonra tadınız kaçmasın, masaya siz istemeden bir sürü salata, yeşillik, zeytin tabağı getiriyorlar, bunlar ikram değil, sonra hesapta göreceksiniz, onun için eğer istemiyorsanız,  almayın. Burası diğerleri yanında küçük bir müze ama Narlıkuyu’da geçireceğiniz bir güne renk katacak güzellikte bir yer… Tek başına burası için gelinir mi; siz en iyisi mayonuzu da yanınıza alın…

Gördüğüm müzeler bunlar… Ben Türkiye’nin antik mozaik eserleri açısından çok zengin olduğunu düşünüyorum, sanırım gelecek dönemlerde yeni kazılarda yeni eserler gün ışığına çıkacak. En azından sırada  halen tadilatta olan Adana Müzesi var, yeni mozaikler beklenebilir… Bu yazı, mozaiklerin çağrısına kayıtsız kalmayacaklar için kaleme alındı; var olan eserlerin peşinde gitmek isteyenlere küçük bir rehber olsun istedim. Umarım mozaiklerin renkli dünyasından aldığım keyfi size de aktarabilmişimdir. Mozaiklerin dünyasına dalmışken belki de bir Dionysos şenliğinde karşılaşırız, kim bilir…

Kırşehir Gezi Rehberi: 13. Yüzyıla Zamanda Yolculuk

Ahi kişinin eli-kapısı-sofrası açık, gözü-beli-dili kapalı olmalıymış.

Kırşehir, İç Anadolu bölgesinin sakin, bozulmamış ve tarih kokan bir şehri. Neşet baba gibi mütevazı ve onurlu bir şehir. Ahilik felsefesinin ve geleneğinin doğduğu ve yaşatılmaya çalışıldığı şehir. Kentsel dönüşüm yeni başlamış, eski evler mahalleler bir uçtan yıkılıyor. Kısa süre sonra tek katlı bahçe içindeki evler tümüyle yok olup, çok katlı tek tip binalar şehre hakim olacak gibi görünüyor. Bu nedenle gitmeyi düşünürseniz çok gecikmeyin.
Meraklısına; Kırşehir’deki arkeolojik buluntular Hitit dönemine kadar uzanmaktaymış. Roma döneminde su şehri anlamına gelen Makissos ismi kullanılmış. Türklerin yerleşiminden sonra ise bozkırda olması nedeni ile kıraç şehir anlamında Kırşehir ismi verilmiş.1243 yılında yapılan Kösedağ savaşından sonra Moğollar Anadolu’da hakim olduklarında, özellikle Horasan Erenlerinin bu bölgede faaliyet gösterdiği ve Moğol istilasına karşı, Türklüğün Anadolu’ya yerleşmesinde etkili oldukları söyleniyor.
 
Ankara’dan hafta sonu sabah arabanıza atlayıp, dümdüz bir yolda Neşet Ertaş’ın bir CD sini dinleyerek, 3 saatte varabileceğiniz bir gezi rotası burası. Öğleden sonranızda, küçük bir esnaf lokantasında yemek yiyip, Selçuklular döneminden kalma eserleri gezip,  bozkırın tezenesi Neşet Ertaş’ın anıt mezarına uğrayıp, kaleden şehri panoramik  izleyip akşam evinize dönebilirsiniz. Ya da geceyi bir termal otelde geçirip ruhunuzu ve bedeninizi dinlendirmeniz mümkün. Şehrin içindeki termal otel, temiz ve ekonomik ama biraz eski. Bir de şehrin biraz yukarısında, küçük bir korunun yanında yeni yapılmış beş yıldızlı çok konforlu ve müthiş manzarası olan bir termal otel var. Otelde kalacaksanız, önce otelinize yerleşip sonra gezmeye başlayın.
 
Otelin önünde bir heykel sizi karşılıyor. Bu heykelde; ortada bir esnaf, bir yanında omzunda güvercin olan Hacı Bektaş-ı Veli, diğer yanında Ahi Evran bulunuyor. Ben bunun bir kuşak bağlama törenini sembolize ettiğini düşündüm.
 
Şehrin merkezine arabanızı park edip, yürüyerek keşfedebileceğiniz kadar küçük bir şehir burası. Bu yazıda; Anadolu Selçuklulardan kalma eserler ile 13. yüzyıla küçük bir tarih turu var.
 
Cacabey Gökbilim Medresesi

Kırşehir’deki gezilecek yerler arasındaki en sıra dışı mekan bu Medresenin içinde ve dışında, çok ilginç taş oyma motifleri, sembolleri görmek mümkün. 13. yüzyılda yapılmış bir medrese, cami, rasathaneden oluşan bir astronomi okulu.1240- 1301 yıllarında yaşamış olan Cacabey Kırşehir’e vali olarak atanmış. Burada 1272 de Cacabey Medresesi’ni yani dönemin astronomi okulunu kurmuş.

Medresenin giriş kapısı çok görkemli; iki renkli taş ile çizgili bir görünüm oluşturacak şekilde yapılmış.

Medresenin dış duvarının üç köşesinde sütun gibi görünen roket figürleri taş oyma ile yapılmış. Roketin ateşlenme ve fırlatılması sembolize edilmiş sanki.

Kapının etrafında taş oyma ile oluşturulmuş sarmal sütunlar bulunuyor. Bu sütunlardan sarkan küresel taş oymaların güneş ve ayı sembolize ettiği düşünülüyor.
Giriş kapısının üstünde, yanlarında ve türbenin içinde taşa oyularak oluşturulmuş kitabeler var. Bu kitabelerde; Kur’an ayetlerinden bölümler olduğu gibi, esnafın üzerinden vergi yükümlülüğünün kaldırıldığına ilişkin metinler de var.
Zikzaklı süslemeleri olan minarenin ise gözlem kulesi olarak kullanıldığı tahmin edilmekte. Mavi çiniler ile süslenmiş olduğundan, halk arasında “cıncıklı minare” deniliyormuş.
Medresenin içi büyük bir dikdörtgen avlu gibi. Karşınızda bir mihrap var, tam ortada mermer bir havuz/kuyu ve havuzun üstünde cam bir kubbe mevcut.

Cam kubbeden gelen ışık havuzun/kuyunun içinde aynalı parçalar ile yansıyor. Gece yıldızların hareketlerini izlemek için kullanılıyormuş muhtemelen. Dünyadaki ilk aynalı teleskop olduğu iddia ediliyor.

Yöreye özgü sarı kesme taş ile yapılmış medresenin iç ve dışında, pencere kenarları ve duvar köşelerindeki detaylarda  taş ve mermer oyma sanatının örneklerini görmek mümkün.

Lale Cami

İl merkezinde kesme taştan yapılmış bu caminin kitabesi bulunmadığı için yapım tarihi tam olarak bilinmiyormuş. Caminin mimari tarzı itibarı ile 13. yüzyılda darphane olarak yaptırılmış olacağı tahmin edilmekte imiş.

Melikgazi Kümbeti

Lale caminin yanından geçerek çıkılan küçük bir meydanın ortasında, uzay roketi görünümlü (ya da Türk çadırına benzeyen) bir kümbet sizi karşılıyor. Anadolu Selçuklu mimarisinin temel özelliklerini taşıyan bu kümbet, kare bir kaide üzerine sekizgen planlı olarak kesme taştan yapılmış. Üst kısmı külah şeklinde ve sekizgen yapıya üçgen semboller ile birleştirilmiş.
 
Mengücük oğullarından Müzafirüddin Behram Şah adına eşi tarafından 1240-50 yıllarında yaptırılmış.

Ahi Evran Türbesi

Türbeye yeni yapılmış duvarların yanından yürüyerek gidiyorsunuz. Bahçe kapısından girince büyük bir meydanın ortasında,  kesme taştan yapılmış. Ahi Evran Cami ve Türbesi görülüyor.

Beyaz mermerden yapılmış zarif bir kapıdan içeri girdiğinizde, kalem işi kemerleri ve tavan motifleri olan  ferah aydınlık bir iç avlu sizi karşılıyor.

Meraklısına; Ahi Evran (1171- 1264), asıl adı Mahmud Bin Ahmet Ebu’l Hakayık           Nasurid-din olup Horasan’ın Hoy kasabasında doğmuş. Horasan’da Pir Ahmet Yesevi ve Fahreddin Razi gibi alimlerin dergahında eğitim almış. Anadolu’ya gelen Horasan erenlerinden olan Pir Ahi Evran-ı Veli, 1206 yılında 35 yaşında iken  Kırşehir’e gelmiş.Burada Ahilik teşkilatını kurup, lideri ve piri olmuş. İlk mesleği debbağlık (dericilik) olan Ahi Evran, bayraktarlar, bağbanlar, başmakçılar, kılıççılar, çadırcılar, çanakçılar, dokumacılar, dülgerler, neccarlar, gemiciler, hallaçlar, iğneciler, kuyumcular, kürkçüler, şairler, tabipler, tüfengçiler gibi 32 mesleğin ustası ve piri olmuş.
Ahilik tüm bu meslekler için üretim standartları belirlemiş, meslek içi yükselme şartlarını ve esnafın birbiri ile ilişkisini belirleyen kurallar koymuş. Bu ekonomik sistem, Osmanlının sosyal, iktisadi ve siyasi yaşam tarzında belirleyici olmuş.Ahiliğin anayasası Fütüvvetnamelermiş ve Ahi kişinin; eli, kapısı, sofrası açık, gözü, beli, dili kapalı olmalıymış.
Kalehöyük

Taş merdivenleri tırmanarak çıktığınız höyükten şehri panoramik olarak seyretmeniz mümkün. Ancak çok bakımsız ve kirli bir ortam sizi karşılıyor.

Ağaçların altında yapılmış ahşap banklarda oturup etrafı seyredip ortamın bakımsızlığına takılmayın bence.

Yapılan araştırmalarda M.Ö. 3000 den günümüze, höyükte yerleşim olduğuna ilişkin bulgulara rastlanmış. Höyüğün üzerinde, Selçuklular zamanında 1230 yılında Alaaddin Camisi yapılmış. 1893 yılında tümüyle yıkılarak, Mutasarrıf Arif Bey tarafından yeniden yaptırılmış. 

Buraya kadar anlatılan eserler şehir merkezinde ve birbirine çok yakın olduğundan yürüyerek gezmek mümkündü, ama devamında anlatılanlar için araba ile gitmeniz gerekli.

ık Paşa Türbesi
Ankara- Kayseri yolunun kenarında bulunan türbeye, bakımlı bir bahçeden geçerek gidiliyor.
Türbe 1333 yılında Aşık Paşa’nın yeğeni Eratna veziri Ali Şah Ruhi tarafından yaptırılmış. Tamamen beyaz kesme mermerden yapılan türbenin özel bir mimari üslubunun tek örneği olduğu söyleniyor. Kırgız çadırına benzeyen kubbesi, yana kaydırılmış ince uzun taç kapısı ile Eratna beyliği dönemine has bir mimari tarzı yansıtmaktaymış.
Giriş kapısı, bu günkü tıp rozetini andıran bordür ile çevrelenmiş. Kapının üst kısmındaki niş, istiridye şeklinde oyulmuş ve bütün olarak çok zarif görünüyor.
Kırşehir’de dünyaya gelen Aşık Paşa (1272- 1333) Horasan erenlerinden Baba İlyas’ın torunu imiş. Hacı Bektaş-ı Veli’nin çağdaşı. Türkçe olarak yazdığı Garib-name, yaklaşık 12.000 beyitten oluşmaktaymış. Dini- tasavvufi bir eser olan Garib-name, halka tasavvufu öğretmek amacıyla yazılmış.

Neşet Ertaş Anıt Mezar
Kırşehir’e gelip de, Neşet Baba’nın mezarını ziyaret etmeden dönmek olmazdı.  Babası Muharrem Ertaş’ın  mezarının ayak ucunda, siyah mermerden mütevazı bir mezar taşı ve gülen yüzünün resmi ile karşılaşınca hüzün duymamak mümkün değil.
Kısa süre önce, Devlet Tiyatrolarında oynanan Neşe Dert Aşk oyununa gitmiştim. Oyunda geçen bir bölüm aklıma geldi burada;
Neşet Ertaş ilk gençlik dönemlerinde bir kıza aşık olmuş. Derin bir sevdaymış bu. Babası Muharrem Ertaş’ı gönderip kızı istetmiş. Kız tarafı “çalgıcıya kız vermeyiz” deyip geri göndermiş. Kısa süre sonra, kızı bir başkasına vermişler, ve düğüne davetlileri eğlendirmek için baba oğul Ertaş’ları çağırmışlar. Neşet Ertaş içi kan ağlayarak, ekmek parası için gidip çalmış. Ama bu acıyı hiç unutmamış.
Şimdi baba oğul yüksekten seyrediyorlar Kırşehir’i yaşamın sırrını çözmüş olarak…
 
İşte geldim işte gittim
Güz çiçeği gibi bittim
Yalan dünyada ne iş tuttum
Ömrüceğim geçti gitti
Halk Ozanı Muharrem Ertaş (mezar taşından) 

 

Manila Gezi Rehberi: Filipinler’in Başkenti

Manila Adalar ülkesi Filipinler’in başkenti ve en kalabalık şehri. Manila’yı tanımlamak çok zor. Kalabalık, kaotik, zengin, fakir, düzensiz, trafiği karmaşa, havası kirli, büyük ve lüks alışveriş merkezleri, hareketli gece hayatı, lüks gökdelenleri, residansları, teneke evleri gibi bünyesinde zıtlıklar barındıran farklı bir şehir.

En iyisi fotoğraflarla tanıtmaya başlayalım. Havaalanından Makati bölgesine lüks otellerin, evlerin ve iş merkezlerinin olduğu bölgeye gelirken görüntü. Uzaktan yüksek gösterişli gökdelenler. Tabii büyük ve gelişmiş bir şehre girdiğimizi düşündürüyor bu gökdelenler.

Makati bölgesindeki otelimize yaklaşırken bir sokak, solda yıkık bir binanın arasında bir adam, Manila’nın geleneksel toplu ulaşım aracı jeepney, yola parketmiş lüks bir araç hemen karşısında çok sayıda lüks gökdelenler. Alttaki resimde hemen yan sokakta çöpü karıştıran aile. Manila’nın görüntüsü böyle.

Bir ülkeye giderken uluslararası havaalanı en önemli şehirlerden biridir  diye düşünür, öncelikle o şehirde birkaç gün geçirip, ülkeyi tanımaya çalışmak için heyecan duyarız. Ancak Filipinler gezimizi planlarken hep Manila’dan uzak kalmaya çalıştık. Manila havaalanına ara uçuşlarda birden çok kez uğramamıza rağmen kalmayı dönüş yolunda iki gece olarak programladık. Hep duyduğumuz ifade aman Manila’da dikkat edin, güvenli bir bölgede otelde kalın, gece sokakta kalmayın şeklinde oldu. Aslında çoğu turist için de Manila Filipinler’in turistik yerlerine geçiş noktası.

Manila’ya İstanbul’dan direk uçuş yok, Doha aktarmalı 15-16 saat süren bir yolculuk ile akşam saat altıda Ninoy Aquino Havaalanı’na ulaştık. Manila havaalanı çok büyük ve kalabalık. Bavul ve pasaport işlemleri sonrası, kuzeye Banaue’ye gidecek otobüslerin olduğu terminale gitmek için havaalanından çıktık.

Kapıdan çıkarken ilk dikkat etmemiz gereken konu; hemen taksi şoförleri yanımıza geldi. Hazırlıklı olduğumuz için onlarla konuşmadık. Havaalanına kayıtlı araçlar sarı taksiler. Güvenilir ve taksimetre açıyorlar. Ancak daha pahalıya mal olabiliyormuş. Biz de ilk gün güvenlik nedeni ile sarı taksilere bindik. Son gelişimizde bu kez yine şehir taksisi beyaz taksileri kullandık. Bölgelere göre sabit fiyatları bir panoya asmışlar. Taksimetre açmadan o fiyat üzerinde ödedik. Bu arada yanımıza yaklaşan mavi renkli bir taksi bizden Makati bölgesi için 1200 peso isterken beyaz taksiye 400 peso yani 8 dolar ödedik. Diğer taksi tam üç katı fiyat istemişti. Yani havaalanından çıkarken dikkat, sadece sarı ve beyaz taksiye binmek gerek.

İlk Manila izlenimimiz taksi ile otobüs terminaline gitmek oldu. Yüksek binalar, hemen yanında teneke evlerle bu yolda karşılaştık. Daha sonra kuzeyden dönüp tekrar Coron’a Manila’dan uçtuk. Ayrıca iki kez daha Manila’dan aktarmalı uçmamıza rağmen şehirde hiç zaman geçirmedik. Filipinlerin hem kuzeyini, hem güneyindeki çok güzel adalarını gördükten sonra başkentini görmemek olmaz düşüncesiyle iki gecemizi Manila’ya ayırdık.

Manila’nın mutlaka görülmesi gereken bölgesi Intramuros. Üç yüz yıldan fazla İspanyol sömürgesi olarak yaşayan Filipinler’in Manila’daki tarihi İspanyol bölgesi, eski Manila. Intramuros duvarlar arasında anlamına gelmektedir. Eski şehir Pasig Nehri’nin denize kavuştuğu yere 1570 yılında kurulmuş. Şehir 6 metre yüksekliğinde, 3 km uzunluğunda surlarla çevrilmiş. Şehir politik, askeri ve dini merkez olarak düşünülmüş.

Tarihi şehrin yönetim merkezi Fort Santiago. Burası İspanya’nın Uzakdoğu’da yer alan en eski askeri kalesidir. İspanyollar ganimetlerini de burada tutuyorlarmış, ayrıca içeride hapishane, hücrelerde yer alıyor. Giriş ücretli, 70 Peso.

Jose Rizal Filipinler’in bağımsızlık mücadelesi veren milli kahramanı. Kendisi bilim adamı, şair, akademisyen ve ulusalçı bir doktor . Filipinlerin bir sömürge ülkesi olması yerine bağımsız bir ülke olması için çalışıyordu. Birçok aktivist politikacılar gibi İspanyol yönetim tarafından hapse atıldı ve 35 yaşında burada kurşunlanarak öldürüldü. Bugün onun anısına heykeli yer almaktadır.

San Agustin eski şehirde en önemli yapılardan birisi. Unesco Dünya Mirasları Listesinde yer alan Barok stili kilise 1571 yılında kuruldu. İspanyol misyonerlerin kurduğu ilk kiliseler arasında. Filipinler’in en eski kilisesi olmasının yanı sıra bir mimari harikası olarak değerlendiriliyor. Şu andaki kilise üçüncü yapı. İlk iki kilise bambu ağaçlarından yapılmış ancak iki kez yangından zarar görünce üçüncü bina taştan yapılmıştır. Ayrıca kiliseye bitişik San Augustin Müzesi’nde İspanyol döneminde objeler, resimler, mobilyalar sergilenmektedir.

Kilise ibadet için kullanılmakla beraber düğünler ve önemli kutlamalara da açıktır. Hemen hemen her hafta sonu düğün törenleri olmakta kilisede. Bizim şansımıza da düğün töreni vardı. Misafirler çok şıktı, bu arada ayağımızda şortlarla turist kıyafeti ile kilisenin içine girmedik tabii ki. Kapıdan töreni izledik.

Manila Katedrali 1571 yılında Manila Kilisesi olarak kurulmuş, 1579 yılında Manila Katedrali olarak yeniden yapılanmış. Yapımda kullanılan geleneksel malzemeler nipa ve bamboo olmuş. Daha sonra yangınlar, deprem ve savaşlarla çok tahribat görmüş. Katedralin şu andaki yapısı yedinci inşaat ve 1958 yılında tamamlanmış.

Katedralin içi çok aydınlık, ayrıca değişik eserler var. Bunlardan biri Michelangelo’nun çok önemli eseri La Pieta heykelinin kopyası. Meyem’in kucağındaki İsa Heykeli dünyanın en önemli heykelleri arasında olan bu yapıtın kopyasını Filipinlerde görmek ilginç oldu. Eserin aslı Vatikan St. Peters Bazilika’da yer alıyor.

San Diago Bahçesi yine eski şehrin surları arasında, güzel düzenlenmiş, surların üzerinde dolaşabileceğiniz bir bölüm. Bahçeye giriş ücreti olarak 50 Peso ödedik.

San Diago bahçesinden çıkınca bir bölümde Filipinler’in tüm başkanları resim, büst gibi değişik bir formda sergileniyor.

Eski şehirde yürüyerek, tricyle ile ya da fayton ile dolaşabilrsiniz. Tricyle’lar iki kişilik, faytonlara dört kişi binebiliyorsunuz. Biz biraz yürüdük sonra fayton kiraladık. Tricylebir saat 350 peso (7 dolar) fayton yarım saati 500 Peso (10 dolar civarında). Önerim Manila’nın gezmeye değer en önemli yeri olduğu için Intramuros’ta mümkün olduğu kadar uzun zaman geçirilebilir.

Intramuros’un çıkışında güzel bir park Rizal Park yer alıyor. Bizim fazla zamanımız kalmadığı için sadece önünden geçtik, parkın içini gezemedik.

Manila’da görmek istememize rağmen gidemediğimiz bir yer Çin Mahallesi. Dünyanın en eski Çin mahallesi Manila’da bulunuyor. Ancak bizim zamanımız yetmedi bu özel bölgeyi görmeye.

Eski şehirde fayton ile gezilebildiğini söylemiştim. Manila içinde jeepneyler toplu ulaşım aracı. Jeepneyler İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika’lıların ülkeyi terk ederken bıraktıkları askeri araçlar modifiye edilmiş, renklendirilmiş ve sokaklarda sevimli bir görüntüsü var.

Tabi askeri araçtan bozulduğu için oturma düzeni de askeri araç gibi, yolcular iki yanda oturuyorlar.

Manila eğitimde Asya ülkelerinden öğrenci çeken bir şehir. Özellikle İngilizce günlük yaşamda da kullanıldığından, yabancı öğrenciler ingilizce öğrenmek için Manila’ya geliyormuş. Aşağıdaki resimde Manila’nın köklü özel üniversitelerinden biri.


Gelelim Makati bölgesine. Makati bölgesi Manila’nın en lüks bölgelerinden birisi. Gökdelenler, lüks konutlar, oteller, iş merkezleri ve alışveriş merkezleri bu bölgede. Biz de güvenlik nedeni ile otelimizi bu bölgede seçtik. Bölgenin en lüks otellerinden ve gökdelenlerin ortasında değil, tam zengin bölgenin başında daha sade bir oteldi. Ancak yeri ve temizliğinden çok memnun kaldık. Makati bölgesinde de uygun fiyatlı oteller bulunabileceğini belirtmek isterim. Ayrıca Manila’da güvenli ve otellerin yoğun olduğu diğer bölge Malate bölgesi. Daha uygun fiyatlı oteller bu bölgede de bulunabilir.

Makati bölgesini tanımak için zaman geçirdik. Çok yüksek gökdelenler, lüks binalar, lüks arabalar, çok sayıda güvenlik görevlileri ile bakımlı şık bir bölge. Önce büyük bir alışveriş merkezine girdik. Kısa sürede böyle bir yerde ne farklılık olabilir ki diyerek kendimizi dışarıya attık. Daha doğrusu zemin kattaki marketten atıştırmalık bir şeyler almak istedik. Markette tesadüfen Manila’da yaşayan Ceyhun Bey ile tanıştık. Ceyhun Bey Makati’de güzel bir kafe işletiyor. Bizi kafesine davet etti ve 22 gün boyunca çok az Türk görmüştük, özlemişiz hemşerilerimizi ve davetini kabul ettik. Böylece Filipinler’deki son günümüzde bir Türk restoranında ezo gelin çorbası ve Türk kahvesi içme keyfini yaşadık.

Son Söz

Başlangıçta çok ürktüğümüz Manila’dan herhangi istenmeyen bir durumla karşılaşmadık. Tabi ki Manila’da güvenli dolaşmak için tüm önlemler alınmıştı. Filipinlerde kaldığımız 14 gün boyunca adalarda sokaklarda geç saatlere kadar rahat dolaşmıştık. Manila öyle mi, otel güvenli bir bölgede ayırtıldı, tüm gün bir taksi ile dolaştık, hava jkararmadan otel bölgemize dönüldü. Yine de Filipinler’e gelip başkent Manila görülmeden olmazdı.