Nazar boncuğu doğduğumuz günden itibaren bir şekilde yaşamımızda, yanımızda, cebimizde, yakamızda, takımızda, evimizde…
Türkiye’de tüm nazar boncuklarının İzmir’in iki köyünde, geleneksel ocaklarda tamamen el yapımı olarak üretildiğini biliyor muydunuz? Ben yeni öğrendim, hemen harekete geçtim ve aynı hafta önce Nazarköy’ü sonra Boncukköy’ü gezdim ve hemen yazdım.
Nazarköy İzmir merkeze sadece 25 km, Kemalpaşa ilçesine de 5 km uzaklıkta. Güzel bir sonbahar pazarında rahat bir yolculukla köye ulaştık. Ana yoldan köy levhasını gördüğümüz yerde çok büyük bir restoran çevresinde çok sayıda araba ve kalabalık bulunuyor. Biz restorana uğramadan köy yönüne döndük, ara yolda yine çok sayıda araba ve bir insan seli akıyordu. Adını yeni duyduğumuz köye girerken bu kadar çok kişi görmek şaşırtıcıydı.
Köye girişte ismine yakışır şekilde nazar boncukları ile donanmış bir tezgah karşılıyor.
Biz nazar boncuklarının içine dalmadan önce nazar boncuklarının üretildiği bir atölye görmek istedik. Atölyenin içi çok ilginçti. Ocağın başında dört ayrı kişi, ayrı ayrı hazırlanmış ateşlerin içerisine ince demir çubukları hızla uzatıp, bir parça hamur şeklinde parçayı alıp şekil veriyorlardı. Emeği görünce bu atölyede yapılan boncuklardan almak istedik. Atölyenin hemen altındaki dükkanda bu ürünler satılıyordu.
Atölyenin dükkanında Simge Boncuk sahibi karşıladı. Hemen sohbete başladık, köyün en eski boncuk atölyesi ve dükkanın sahibi olduklarını, atölyede eşi ve oğlunun çalıştığını onların ürettiklerini sattıklarını anlattı. Ürünlerinin gerçek üretim olduğu ve Çin ürün boncuklar olmadığın söyledi. Bu köyde Çin nazar boncuğu sözünü duyunca şaşırdık. Türkiye’nin boncuk üretilen köyünde, birçok kişinin bu boncukları almak için ziyaret ettiği köye Çin boncuğunun girdiği, satıldığı ve tam yerinden aldığınızı sandığınız nazar boncuklarının Çin malı olma ihtimali olabileceğine hazır olun. Böyle bir köyde hiç kimsenin ürünün orijinal olup olmadığını denetlememesi veya satıcıların Çin boncuğu satarak, köyü köy yapan ürünlerine ne kadar zarar verdiklerini düşünmemelerini anlamak çok zor.
Köyde nazar boncuğu 1950’lerden beri üretilip, tüm Türkiye’ye dağıtılıyormuş. Köyün geçim kaynağı nazar boncuğu üretimi. Daha önceki yıllarda çok daha fazla atölye varmış. Bu köyde nasıl başladığı merakımızı da giderdik; öykü şu şekilde, Arabistan’dan iki kardeş cam işçisi Türkiye’ye gelmiş. Önce İzmir Kemeraltı’nda üretime başlamışlar. Daha sonra birisi bu köye diğeri şu anda ismi Boncukköy diye bilinen köye yerleşmiş. Diğer köydeki kardeş başka usta yetiştirmekte isteksiz olup, bilgisini paylaşmaktan kaçınırken, Nazarköy’e yerleşen kardeş köyde boncuk ustaları yetiştirmiş. Asıl ustalarının vatanlarının Mısır veya Suriye olduğunu yazan kaynaklar da var. Vatanı neresi olursa olsun iyi ki gelmiş bu ustalar memleketimize, üretmiş, tanıtmışlar bize bu güzel anlamlı boncukları.
Köyün asıl ismi Kurudere imiş, 2007 yılında Nazarköy olarak değiştirilmiş ve köyün muhtarının çabaları ile köy turizme açılmış. Bir pazar günü gördüğüm kalabalık bu konuda başarılı olduklarını gösteriyor.
Hem hediyelik hem kendimize boncuklarımızı alıp dükkandan çıktık. Köy içerisinde yürürken ileride birkaç dükkan gördük ve sadece bu kadar dükkan var diye düşündük.
Sokakta biraz daha ilerleyince karşımıza çok sayıda tek tip üretilmiş ahşap dükkanlar çıktı. Boncuk tezgahlarını tek tek dolaştık.
Meydanda tezgahların yanı sıra küçük kafelerde oturup çay kahve içmek mümkün. Bir şeyler atıştırmak isterseniz de yerel ev yapımı yiyecek şeyler de bulabilirsiniz.
Nazar boncuğu tezgahlarını inceleyip, gözlememizi yedikten sonra köyde başka neler görebileceğimizi köylülere sorduk. İleride Alabalık Restoranı ve dere olduğunu söylediler. Tabi su kenarını görmek istedik.
Bu kez çarşının ters yönüne doğru yürüdük. Köy halkı köyün turizme açılmasından son derece memnun olmuş ve nazar boncuğunun dışında da köye renk katmak istemişler. Dereye giden sokakta değişik yaratıcı manzaralar gördük.
Bir evin dışını son derece değişik objelerle süslemişler. Ev sahibi evin fotoğrafını yakından çekebilmemiz için bahçeye davet etti. Yeşillikler içinde güzel bir manzara çektik.
İki ayrı bahçede de değişik insan figürleri yerleştirilmiş. Yolun sonunda ayrı bölümde su değirmeni, yine bir köylü figürü ve çeşme yapılmış.
Çeşmenin yanındaki duvara da ilginç objeler eklenmiş bunlar arasında yerel olmayan çığlık filminin maskesi, bu dokuya yakışmadığını düşünüyorum. Kimin fikri ise…
Yine ilginçlikler devam ediyor. Köylülerin yatır dedikleri bir mezar ve yanında dilek ağacı.
Sanki köyü turizme açtık bir de dilek ağacımız olsun demişler. Güzel ağacın üzerine dilek ağacıdır diye tabela asmayı da unutmamışlar.
Yolun sonunda Alabalık Restoranı’na ulaştık. Savanda Çayı’nın kıyısında, otantik döşenmiş, yemyeşil, masalarının bazılarını da suyun içine koymuşlar. Böyle yeşil bir ortamda, suların içerisinde balık yemek keyifli olabilirdi. Hava kararmaya başladığı için biz buraya zaman ayıramadık.
Tabi Nazar Köy olunca, restoranın içindeki ağaç bile nazar boncukları ile süslenmiş.
Köye geldik ya, tabi yerel neler var diye bakmadan olmaz. Arkadaşım Nuran köy yumurtası ve doğal zeytinyağı almadan köyden ayrılmak istemedi.
Bu köyü tanımak ilginç bir deneyim oldu. Nazar boncuğunun el işçiliği ile ne kadar emekli ve ne kadar özgün olduğunu gördük, yani her bir boncuk ayrı, birbirinin aynı boncuk yok. Bir sanat dalı yaşatılmaya çalışıyor ve köy halkının turizme açılma çabaları ve başarıları takdir etmeye değer. Ancak Çin boncuklarının bu tezgahta satılıyor olması inanılabilecek, kabullenilebilecek bir durum değil. Yine değerlerine sahip çıkamayan ülkem.
Gelelim BONCUKKÖY’E…
Boncukköy’ün Görece köyü olduğunu düşünerek Menderes yolunda Görece köyüne saptık. Ancak köye ulaşınca buranın Nazarköy gibi boncukların satılan bir köy olmadığını, asıl boncuk satış yerinin farklı yönde olduğunu Menderes yolu üzerinde olduğunu öğrendik. Geri dönerek Boncukköy levhası aramaya başladık. Köy yolundan ana yola ulaşınca yolun karşı yönünde Boncukköy’ü bulduk.
Boncukköy geniş bir bahçenin içerisinde bir satış yeri. Üretim Görece köyünde iki atölyede yapılıyormuş. Bir baba ve oğulun satış yeri, baba bu işe gönül koymuş ve klasik nazar boncuğunun yanı sıra değişik tasarımları kendilerinin yaptığını anlattılar. Gerçekten hem boncuk sayısı hem çeşidi çok, ilginç tasarımlar da vardı.
Ayrıca Boncukköy boncuk üretimini tescilletmiş ve patentini almış bu bilinçte çok güzel. Bahçenin çok ilginç tasarımı var. Değişik ağaçlar saksılar her köşesi tek tek incelemeye değer.
Bu arada Boncukköy sahibinin hayvanlara düşkünlüğünden de söz etmeden geçemeyeceğim. Bahçede tavus kuşları, horozlar dolaşıyor özel yapılmış yuvalarında güvercinler değişik kuşlar vardı.
Boncukköyde üretim yapılan atölye göremedik ama son derece ilginç satış yeri bulduk. Son derece özgün bir ürünün, özgün satış yeri.
İran’ı son yıllara kadar dışarıya daha kapalı ülkeyi, artık daha yakından tanıma zamanı geldi mi? Sınır komşumuz, tarihi şehirleri, bize yakın damak lezzetleri, sıcakkanlı halkı ile görmek istediğimiz ülkeler arasında yer alacak gibi görünüyor.
İran’a gitme önerisi bir arkadaşımdan geldi. İran’a tur ile gitmenin uygun olacağını düşünerek Ankara’da bir tur şirketinde yerimiz ayırttık. Turdan bir gün önce rehberimiz bizi arayarak bayanların mutlaka uzun ve geniş kıyafetler giymesi ve başlarını da örtmesi gerektiğini söyledi İran’da bulunduğumuz süre zarfında kıyafet konusundaki bu uyarıların biraz aşırı olduğunu anladım. Sonuçta biz turist olduğumuz için müsamaha gösteriyorlardı. Zaten özellikle şehirli İranlıların büyük kısmı çok modern giyimli ve aşırı makyajlı halleriyle dikkat çekiyordu. Baş örtülerinin saçların bir kısmını kapatması yetiyordu.
İran 1.648.000 km2′ lik yüzölçümüyle Suudi Arabistan’dan sonra bölgenin en büyük ülkesi, etnik yönden İran nüfusunun %45’i Fars, %33’ü Azeri, %7’si Kürt, %3’ü Arap, %2’si ise Türkmen kökenlilerden oluşmakta. 2013 sayımına göre nüfusu 74,5 milyon olup nüfusun din ve mezheplere göre dağılımı ise % 90 Şii, % 8 Sünni ve % 2 Zerdüşt, Hıristiyan ve Yahudi şeklindeymiş. İran Anayasasına göre, resmi dini İslam, mezhebi ise Caferi.
Uçağımız Tahran’a inişe geçerken kadınlar çantalarından çıkarttıkları başörtülerini başlarına örtmeye başladılar. Tahran İmam Humeyni Havaalanı yeni yapılmış bir havaalanı.
Havaalanında bizi yerel rehberimiz Behnam karşıladı. Rehberimiz Azeri asıllı akıcı Türkçesi olan bir gençti. Daha sonraki sohbetlerimizde Türkçeyi Türk dizilerinden öğrendiğini söyledi. Zaten Azerilerin bize çok benzeyen dilleri bu diziler sayesinde şive farkını da ortadan kaldırmış gözüküyor.
Behnam, otobüsümüzün hazır olduğunu ancak havaalanından ayrılmadan önce döviz bürosundan biraz para bozdurmamızı önerdi. Aslında sonradan anladık ki en uygun döviz kuru da havaalanında veriliyormuş ya da bize öyle denk geldi. Gezimiz süresince hem daha düşük kurdan para bozdurduk hem de şehirde çok fazla döviz bozduracak yer bulamadık. Paralar çok sıfırlı olduğundan gezinin sonuna kadar para hesabını yapmakta zorlandık. İran’ın para birimi aslında Riyal ancak günlük hayatta Riyal tutarından 1 sıfır atarak Tümen adını verdikleri para birimi kullanılıyor.
* Tahran’da görülecek yerleri hızla okumak isteyenler, meraklısına bölümünü atlayabilir. Kısa tarihi bilgi almak isteyenlere meraklısına bölümünü özellikle okumalarını öneririm.
Meraklısına Tahran, İran’ın başkenti ve 15 milyonu aşan nüfusuyla ülkenin en büyük şehri. Hazar Denizi’ne yaklaşık 100 km mesafede olan şehir Elbruz Dağı’nın eteklerinde geniş bir araziye yayılmış. Tahran ismi Farsça’da “sıcak yer” anlamına gelmekteymiş. Şehir yaz aylarında gerçekten çok sıcak olmaktaymış. Yıllar önce Aşağıdakiler- Yukarıdakiler diye adlandırılan fakirler ve zenginleri anlatan bir dizi vardı televizyonda. İşte yukarıdakiler diyebileceğimiz Sadabad Sarayı’nın da bulunduğu şehrin kuzey tarafı daha serin olması nedeniyle varlıklı insanların evlerinin bulunduğu bir bölgeymiş. Dolayısıyla Tahran’ın isminin anlamı özellikle aşağıda kalan fakir halk için geçerlidir diyebiliriz.
Tahran yerleşim yeri olarak kuruluşu neolitik çağlara kadar gitmekteymiş. Şehir eski çağlarda Elbruz Dağları’na sırtını dayamış küçük bir köymüş. Hemen yakınındaki Rey şehri, M.S. 1197 tarihinde Moğollar tarafından yıkıldıktan sonra bölge halkı Tahran’a yerleşmiş. Rey’in kalıntıları halen Tahran’ın güneyinde görülebilmekte. Tahran böylece bölgenin ticari yaşamının merkezi olmuş. Tahran, 1788 yılında Gajar (Kaçar) Hanedanının başkenti olunca siyasi olarak da önem kazanmış.
Dini merkez olarak Qum ve Meşhed şehirlerinin öne çıkmasına rağmen şehir önemini yitirmemiş ve İran’ın başkenti olarak kalmış. Kaçar Hanedanı’nın 1925’de devrilmesinden sonra Şah Rıza Pehlevi tahta çıkmış. Baba Pehlevi’nin ölümünün ardından 1941 yılında oğlu Muhammed Rıza Pehlevi tahtı devralmış. Kent baba-oğul zamanında hızla modernleşmiş. 1979’da Şah’ın devrilerek İran İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasına Tahran önderlik yapmış.
Ülkenin yaşadığı siyasi ve ekonomik sorunlar şehrin genel görünümüne de yansımış. Tahran’ın arka sokaklarında İran şehirlerindeki geleneksel yapıya uyan iki veya en fazla üç katlı tuğla binaları görülüyor. Binaların çoğunda sıva kullanılmamış ve bu yüzden bütün şehir kirli renkli binalardan oluşan bir çöl kenti havasına bürünmüş.
Tahran çok sıcak bir şehir olmakla birlikte İran’ın diğer şehirlerinde de gördüğümüz yol kenarlarındaki ağaçlar nedeniyle yeşili de oldukça fazla. Ağaçların sulanması için kaldırım kenarlarında arklar açılmış ve sürekli olarak buralardan sular akıyor. İnsanlar cadde ve sokaklarda karşıdan karşıya geçerken ya bu arkların üzerinden atlıyor ya da belirli mesafelerde arklar üzerine yapılmış köprülerden geçiyorlar. İran’daki bu sulama sistemi “Qanat” denilen bir sisteme dayanıyor.
İran’da şehirlerin büyük kısmı su ihtiyacı yüzünden dağlara yakın kurulmuş. Dağlardan akan sular yerleşim yerlerine kanallarla taşınıyormuş. Bizim su kanallarına benzeyen bu sisteme onlar “Qanat” diyorlar. Kanat, Yezd’lilerin buluşuymuş ve bu sistemle yer altından su taşıma yoluyla suyu yol kenarlarına, evlere ve bahçelere taşıyorlarmış. Suyla sağlanan bu bereket ve serinlik, İranlıların kuru ve sıcak çöl ikliminin üstesinden gelmesini sağlıyormuş. Ancak bu basit bir kanal açma işi değilmiş ve yapılacak kanalın dağlardan şehirlere gelen eğimi çok önem taşıyormuş. Eğer eğim az olursa su akmıyor ve durgunlaşıyormuş. Eğimi artırınca da su çok ve hızlı akıyormuş. Bu sefer de erozyona yol açabiliyormuş. Yezdliler çöl ikliminin zorlamasıyla bu konuda uzmanlaşmışlar ve hemen hemen bütün ülke çapında kanat imalatı ve sulama sistemleri konusunda Yezdliler çalıştırılıyormuş.
Tahran’da havaalanından şehir merkezine doğru giderken Humeyni Türbesi‘nin önünden geçtik. Türbenin etrafında aynı zamanda bir cami ve külliye inşa ediliyordu.
Buradan Azadi Meydanı’na geldik ve otobüsümüz kısa bir süre burada durarak Özgürlük Anıtı’nı (Azadi Anıtı) fotoğrafladık.
Eski adı Şehyad (Shahyad) olan bu meydan, Muhammed Rıza Pehlevi tarafından yaptırılmış ve Tahran’ın simgelerinden biri. Burası 50 bin metrekare büyüklüğü ile İsfahan’daki Nakş-ı Cihan Meydanı’ndan sonra İran’ın en büyük meydanı.
Meraklısına Azadi Anıtı 1971 yılında Pers İmparatorluğu’nun kuruluşunun 2500. yılında Shahyad Anıtı olarak yaptırılmış. Kulenin yüksekliği 48 metre, anıt 2.500 adet taş ile süslenmiş. Mimarisinde islam öncesi ve sonrası öğeler kullanılmış. Anıtın orta katında İran Tarihi Müzesi bulunmakta. Asansörle en üst kata çıkılabiliyor ve buradan Tahran kuş bakışı görülebiliyor. Şehrin trafiği stanbul trafiğinden bile çok daha yoğundu. Petrol ülkesi olan İran’da yakıt çok ucuz olduğundan her evde birkaç araba bulunuyormış. Rehberimiz ısınmak amacıyla doğalgaz kullandıklarını ve evin içerisi sıcak olduğunda doğalgazı kısmak yerine pencereleri açtıklarını anlattı. Kışın ayda 10 dolar kadar ödüyorlarmış. Biz en pahalı benzin ve doğalgaz kullanan bir ülkenin vatandaşı olarak ağzımız bir karış açık dinledik. Ayrıca otomobil fiyatları da düşük olduğundan araba sahibi olmak da çok kolaymış. İran’da otomotiv sektörü, petrol ve doğalgaz’dan sonra ikinci büyük endüstriymiş. Yabancı lisanslı 13 marka dışında, Saipa, Khodro, Samand gibi kendi markaları da varmış. Trafikte çok döküntü arabalarla birlikte çok lüks arabaların çokluğu da dikkat çekiyordu. Bu araba bolluğunun yanında üstü yağmur ve sıcağa karşı tenteyle kapalı, tuhaf görünüşlü motorsikletleri de fazlaca gördük. Hatta bunların üstüne ailecek binenler de çoktu.
Daha sonra Milad Kulesi’ne geldik. Burası restaurantların, cafelerin, sergi salonunun, alışveriş merkezinin bulunduğu geniş bir alandı.
Milad Kulesi (Borc-e Milad) dünyanın dördüncü en yüksek gökdeleni olup çatıya kadar olan yüksekliği 315, en uç kısmına kadar olan yüksekliği ise 435 metreymiş. Yapımına 2000 yılında başlanmış ve 2007 yılında tamamlanarak, 2008’de halka açılmış. Tamamen İran ve İslami geleneklere uygun doğu tarzında tasarlanmış. 345 metre yüksekliğinde 12.katta bir de teras yer almakta ve Tahran buradan kuş bakışı izlenebilmekte.
Yukarıya çıktığımızda iç kısımda bir sergi gördük ama çok fazla oyalanmak istemedik. Kendimizi hemen terasa atarak tepeden Tahran’ı görmek istedik.
Uzun süre buradan şehri seyrederek çeşitli yönlerden fotoğraflar çektik. Arkadaşımla selfie çektirmek isterken pek çok Tahranlı bize yardımcı olmayı önerdi. İranlılar bizlere karşı oldukça güler yüzlü ve yardımsever davrandılar. Hatta yabancılara o kadar çok ilgi gösteriyorlar ki birlikte fotoğraf çektirmek istiyorlardı.
İç taraftaki sergilere de baktıktan sonra asansörle aşağıya indik ve Milat Kulesi’nin Milat Restaurant’a ilk akşam yemeğimiz yemek üzere ulaştık. .
Şansımıza bir nişan yemeğine denk geldik ve böylece İran geleneklerini yakından görme imkanımız oldu. Nişanlı çiftler ve aileleri çok şıktı. Müzisyen bizim Türk olduğumuzu öğrenince bildiği birkaç Türkçe şarkıyla bize jest de yaptı.
Böyle turistik mekanlara göre yediğimiz yemekler de oldukça lezzetli idi. İran’da yemeklerde çorba genellikle mercimek veya arpa çorbası getiriliyor. Özellikle arpa çorbası çok lezzetli ve denemenizi öneririm. Safranlı pilav da yine her sofranın demirbaşı olarak getiriliyor. Çeşni için üzerine ufak ufak kıyılmış yaban mersini serpiyorlar. İranlılar safranı ve pirinci çok tüketirlermiş. Yemek konusunda çok zorlanmadık ve İran’dayken en fazla bizim Urfa kebabın aynısı olan kebaplarından yedik.
Yemek sonrasında Tahran’da iki gece konaklayacağımız Espinas Oteli’ne doğru yola çıktık. Otelimiz 4 yıldızlı ve merkezi bir oteldi. Bize verilen odaya çıktık ve yerleştik. Sonrasında biraz çevreyi tanımak için dışarıya çıkarak cadde boyunca yürüdük.
Otele dönerken yaşlıca bir kadının ağladığını ve Farsça bir şeyler söylediğini gördük. Sanki kötü bir haber almış gibi ağlıyordu. Biz de eline biraz para sıkıştırdık. Sonradan öğrendik ki bu da sadaka istemenin bir yöntemiymiş. İran’da yollarda hiç oturup dilenen veya arabalara koşup para isteyen dilenciler görmedik. Yol kenarlarında “sadaka kutuları” vardı ve isteyen veriliş amacı üstünde yazılı olan bu kutulara para atabiliyordu. Sonra bu kutularda biriken paralar tek bir merkezde toplanarak bağışın muhtaç insanlara, çocuklara, malul gazilere falan aktarılmasını sağlıyormuş.
İran’da her gittiğimiz otel odasında kişisel ihtiyaçlarımızı karşılayacak terlik, bornoz, diş fırçası, macun, sabun, şampuan ve duş jeli bulabiliyorduk. Ayrıca, bütün otellerde etajerde seccade ile Kuran-ı Kerim ve adı “mohr” olan, üzeri Farsça yazılı, sertleşmiş bir toprak parçası vardı. Bu toprağın Kerbela’dan getirildiğine ilişkin rivayetler var. Şiiler namaz kılarken secdeye vardıklarında, alınlarını toprak niyetine bu taşa koyuyorlar. Namaz kılmak isteyenler için tavanda bir okla kıblede işaretlenmiş.
Ertesi sabah erkenden kalkıp otelimizde kahvaltımızı yaptık. Kahvaltılıkların lezzeti bizim alıştığımız tada yakındı, sadece çok sevdiğim zeytinin lezzeti farklıydı. İran’da çayhanelerin çok olması beni sevindirmişti. Çünkü ben açıkçası bir çaykoliğim..Ancak İran’da bu konuda tam bir hüsran yaşadım. Öyle her yerde çayhane görmek bir yana çayları da öyle bizim ince belli bardaklarda değil düz su bardaklarının küçük olanıyla ve çok açık içiyorlar. Çayın yanında verdikleri şekerler de çok ilginç geldi. Değişik renklerde ve şekillerde olan bu şekerlerden yuvarlak ve şeffaf olanına “pulaki”, ortasından çubuk geçen sarı renkli olanlarına “nabat” deniliyormuş. İlkini dilinizin üstüne koyup çayınızı yudumlarken diğerini çaya daldırıp istediğiniz tada gelinceye kadar çay kaşığı gibi karıştırıyormuşsunuz.
Kahvaltıda sevdiğim bir diğer yiyecek de hurma oldu. Taze hurmaları her gittiğimiz otelde kahvaltıda yeme imkanı bulduk. Ayrıca kavun ve karpuzu da hem kahvaltıda hem de yemeklerde yiyebiliyordunuz. Kavun ve karpuzu seven bir millet olarak tabi midelerimiz bayram etti.
Kahvaltıdan sonra Tahran gezimize devam ettik. Gülistan Sarayı Pazartesi günleri kapalı olduğu için bizi genel ismi Sa’dabad Kültürel Kompleksi olan Sadabad Sarayı Müzesi’ne götürdüler. Uzun süre otobüs yolculuğu yaptık çünkü Saray şehrin en kuzey bölgesindeki yerleşim olan Şemiranat Şehristanında yer almakta.
Kaçarlar ve Pehlevi Hanedanı tarafından Velenjak’dan Kolakçay bölgesine kadar 3000 dönümlük arazide yapılan bu Kompleksin büyük kısmını doğal orman, pınar ve bahçeler oluşturmakta olup burada 19 değişik müze bulunmaktaymış. Caferabad Irmağı da bu Kompleksin ortasından akmaktaymış.
Kompleks ilk olarak Kaçar Hanedanı’nın yerleşimi için yapılmış ve Kaçar döneminin sona ermesiyle birlikte Pehlevi Hanedanı buraya yerleşmiş. Pehlevilerden sonra ise burada bulunan saraylar müzeye dönüştürülmüş. Komplekste yer alan 7 müzede Şah döneminden kalan çeşitli eserler sergilenmekte. Saraylar birbirinden oldukça uzak olduğundan Kompleks içinde çalışan ücretsiz minibüsler bulunmaktaydı.
Gezdiğimiz iki Saray mimari yapıları ile çok etkileyicilerdi..
Eski adı Şehvend Sarayı olan Yeşil Saray İran’daki en seçkin mimariye sahip saraylardan biriymiş.
1925’de Rıza Şah tarafından doğal bir platformun üzerine yaptırılmış ve Şah’ın ofisi olarak kullanılmış. Arazisi yaklaşık 137 dönüm civarında olup bodrum ile zemin kattan oluşmakta. Burada çok değerli İran halıları, yabancı yapım mobilyalar, avizeler ve porselen yemek takımları sergileniyor.
Sarayın iç duvarları tamamen ahşapla kaplı olup bunlar aynı zamanda mine kakma ve oyma sanatı ile işlenmiş…Dış duvarlar ise işlemeli mermer ile kaplanmış ve yeşil taşların kullanımından dolayı saray Yeşil Saray olarak anılmaya başlanmış. Saray iç ve dış tasarımıyla İran’daki süsleme sanatının bir örneği olarak gösterilmekteymiş.
Daha sonra da Millet Sarayı’nı gezdik. Bu Saray Kompleks’de yer alan sarayların en büyüğü olup beyaz renginden dolayı Beyaz Saray olarak da adlandırılmaktaymış. Yapımı 5 yılda tamamlanan Saray İran ve Rus mimarlar tarafından tasarlanmış ve başta imparatorluk sarayı olarak düşünülmüş olmakla birlikte estetik güzelliğinden dolayı Muhammed Rıza Şah ve eşi Farah Diba’nın yazlık ikametgahına dönüştürülmüş.
Bu Saray’da 54 oda ve 10 ağırlama salonu bulunmaktaymış.1982 yılında müzeye dönüştürülmüş. Sarayın içindeki nadide halılar dünyaca çapında olup, en önemlisi ikinci katta akşam yemeği salonunda bulunan 145 metrekare büyüklüğündeki yuvarlak halıymış. Bu halının Erdebil Şehri’ndeki Şeyh Safiyuddin Erdebil’in türbesindeki halıdan kopyalandığı söylenmektedir. Ayrıca giriş katında yer alan tören salonundaki halı ise 243 metrekare olup İran’ın en büyük halılarından birisiymiş. Bunun dışında Saray’da İtalya, Fransa, Çek ve Slovakya yapımı çeşitli mobilyalar ve silahlar sergilenmekteymiş. Biz saraya hayran olduk ama fotoğraf çekmek yasak olduğundan maalesef sarayın fotoğrafını ekleyemedik.
Ayrıca sarayın girişindeki bahçede daha önce devasa bir Şah heykeli bulunuyormuş. Ancak bu heykel devrim sırasında sökülmüş ve sadece geriye bir çift taştan ayakkabı ve bacaklar kalmış.
Bahçedeki diğer heykel mitolojik bir kahraman olan okçu Arash’ın heykeliymiş. Bu heykelin hikayesine göre İranlılar ve Turanlar (Türkler) arasındaki savaşın uzaması üzerine sınırı belirlemek için okçu Arash’tan ok atarak sınırı belirlemesi isteniyor. Arash okunu çok uzağa atmak istiyor ve bu nedenle yayını öyle geriyor ki kendi vücudu parçalanıyor.
Biz sadece iki sarayı gezebildik ve Kapalı Çarşı’ya (Bazar-ı Bozurg) doğru yola çıktık. Otobüsümüz Kapalı Çarşı’nın önüne kadar giremediğinden ilerde bir yerde bizi indirdi bu arada Gülistan Sarayı’nı da uzaktan görme şansımız oldu.
Kapalı Çarşı, İstanbul’da bulunan Kapalı Çarşı gibi tarihi bir çarşıymış. 10 km uzunluğunda bir alana yayılan bu Çarşı pek çok koridordan oluşmakta olup her biri farklı ürün gruplarında uzmanlaşmış. Çarşının bir çok girişi bulunmakta, en önemlisi Sabze Meydan girişiymiş. Çarşıda dükkanların yanı sıra bankalar, camiler ve oteller bulunmakta.
Biz de çarşıya Sabze Meydan girişinden giriyoruz. Behnam burada İran’a özgü bir şey bulamayacağımızı ve hemen hemen her şeyin artık Çin malı olduğunu ve alışverişimizi İsfahan’da yaparsak daha iyi olacağını söyledi. Bu nedenle Çarşı’da çok fazla oyalanmadık ve hızlıca girip şöyle bir bakarak dışarı çıktık. Gerçekten satılan ürünler bizimkilerden farklı değildi. Sadece kuyumculardaki altın takıların ne kadar büyük ve gösterişli olduğu dikkatimi çekti. İranlılar zenginliklerini böyle takıp takıştırarak gösteriyorlar olsa gerek.
Bu meydanda bir süre dinlenmek üzere oturduğumuzda insanların sürekli bir şeyler alıp sattığını gördük. Meğer burası bizim İstanbul Tahtakale gibi borsa işlerinin yapıldığı bir yermiş.
Buradaki gezimizi bitirip otobüsümüze binmek için dönerken Türkiye Büyükelçiliği’nin önünde olduğumuzu gördük. Hemen fotoğraf çekmek istedik ama önde bekleyen İranlı askerler izin vermedi. Bizim Türkiye’den geldiğimizi ve kötü niyetli olmadığımızı söylesek de dinlemediler. Talihimize bakın ki bir gün sonra Büyükelçimiz ile Kaşhan’da karşılaştık.. Buradan otobüse binerek bir sonraki gezi noktamız olan Ulusal Bahçe’ye geldik.
Ulusal Bahçe (Sardar Bagh-e Melli) tarihi ve kamusal bir kompleks olup daha önce Merasim Meydanı olarak isimlendirilmekteymiş. Kaçar döneminde askeri atış alanı olarak kullanılmış, kamusal park olduktan sonra bu alana önemli hükümet binaları ve müzeleri yapılmış. Dışişleri Bakanlığı, Sanat Üniversitesi, Malek Ulusal Müzesi, Posta ve İletişim Müzesi, Ulusal Müze bunlar arasında sayılabilir.
Ulusal Bahçe’ye çok görkemli bir kapıdan giriyorsunuz. Bu kapının bir kısmı restorasyonda olduğundan tam olarak göremedik.
Buradan İran Ulusal Müzesi’ne geldik.
Ancak içeriye çanta ve fotoğraf makinesi alınmadığından hemen giriş kısmında bulunan emanet kısmına eşyalarımızı bırakmak durumunda kaldık. Müzenin girişinden aldığım tek fotoğraf da budur.
Müze iki kısımdan oluşuyor ve birisi 1937’de oluşturulan Antik İran Müzesi diğeri ise 1972’de oluşturulan İslam Sonrası Dönem Müzesi’ymiş. Antik döneme ait çok iyi muhafaza edilmiş tarihi eserlerle çömlek kalıntıları, metal objeler, kumaş parçaları ve nadir olan kitaplar ve paralar gibi ortaçağ İran antikaları Müzede sergilenmekteydi.
Müzenin giriş katında çoğunlukla İran’da araştırmalar yapan yabancı arkeologların buluntularından oluşan ve Prehistorik dönemden Sasanilere kadar uzanan döneme ait pek çok tarihi eser sergilenmekteydi. Özellikle Persepolis’te bulunmuş olan önemli bazı tarihi eserler de burada bulunmaktaydı. Bunların arasında özellikle I.Darius’u gösteren bir rölyef, altın tabletler, bronzdan bir köpek ve üç aslan figürü önemli eserler arasındaymış.
Bunların dışında tarihi Suş kentinde bulunan ve Hammurabi Kanunları’nı gösteren bir kil tabletin eş modeli bu müzede sergilenmekteydi. Bu tabletin orijinali ise Paris’teki Louvre Müzesi’ndeymiş.
Müzedeki en ilginç parça ise “Tuz Adam”. M.S. 3. veya 4.yüzyılda yaşamış bir madenci tuz madeninde ölmüş ve bedeni tuzlu bir ortamda kalması nedeniyle günümüze kadar çok az bozularak gelmiş.
Rehberlerimiz öğle yemeğini birlikte yememizi ve akşam yemeğinde serbest zaman verebileceklerini söyleyince hep beraber açık büfe ve turistik yakınlardaki bir lokantaya gittik. Mekanın ortamı fena değildi ama yediklerimiz için aynı şeyi söyleyemem. Karnımız yarı aç, yarı tok kalkarak gezimize kaldığımız yerden devam ettik.
Buradan çıktıktan sonra Merkez Bankasıyla aynı binada bulunan 1000 metrekarelik alana sahip Ulusal Hazine ve Mücevher Müzesi’ne gittik. Gezdiğimizde burası abartısız dünyanın en zengin ve değerli müzesi olmalı dedik. Müze Ferdovsi Caddesi’nde Bank Melli’nin arkasında ve Alman Elçiliğinin karşısında yer alıyormuş. Oldukça iyi korunmakta olduğuna bizzat şahit olduk. Önce girişte bir x-ray cihazından geçtikten sonra ara bir bölmede çantalarımızı ve fotoğraf makinelerimizi emanet kısmına bıraktık. Tekrar bir güvenlik kontrolünden geçtikten sonra nihayet müzenin içine girebildik.
Buradaki mücevherlerin çoğunun tarihi yüzlerce yıl öncesine dayanıyordu. Uğruna savaşlar yapılan ve bir servet değerinde olan bu mücevherler gerçekten görülmeye değerdi.
Müzede toplam 35 koleksiyon varmış. Bunlardan en değerlisi tartışmasız Derya-i Nur Elması’ymış. 1738 yılında Nadir Şah Afşar’ın Hindistan seferi sırasında kendisine Derya-i Nur (Işığın Denizi) ve Kuh-i Nur (Nur Dağı) elması bulunan hediyeler sunulmuş. Bunlardan Kuh-i Nur elması daha sonra birçok el değiştirmiş ve şimdi Londra’da Tower of London’da sergilenmekteymiş. Derya-i Nur Elması ise dünyanın en büyük pembe renkli elmasıymış. Nadir Şahın torunu Şahruh Mirza’ya miras olarak kalmış ve sonra Zend ve Kaçar Hanedanına geçmiş. Kaçar Kralı Nasreddin Şah bu Elmas’ın Kurus’un tacını süsleyen elmaslardan birisi olduğuna inanırmış.
Bugünkü haliyle yaklaşık 1000 yaşında olduğu hesaplanan 182 karat ağırlığındaki bu elmas 25 mm genişlikte, 10 mm kalınlıkta, 38 mm uzunlukta olup çerçevesinde 457 adet pırlanta ve 4 adet yakut bulunmaktaymış.
Görülmesi gereken bir diğer eser Nadir Şah Tahtıdır. Müze’de sergilenen tahtın adının Nadir Şah Tahtı olmasına rağmen Nadir Şah ile bir ilgisinin olmadığı, Tahtın, 1798-1834 yılları arasında yaşanan Fetih Ali Şah dönemine ait olduğunu gösteren kanıtların bulunmaktaymış. Tahtın etrafındaki yazıtta yapılışında Fetih Ali Şahın etkili olduğu sonucu çıkartılabilecek bazı bilgiler olduğu, Fetih Ali Şahın bu Tahtı krallığının ihtişamını hem yerli hem de yabancı misafirlerine göstermek için yaptırmış olabileceği düşünülmekteymiş.
Tahtın yapımında 12 ayrı panelde toplam 26.733 adet değerli taş kullanılmış. Bu taht aynı zamanda Muhammed Rıza Pehlevi’nin taç giyme töreninde de kullanılmış.
Bir diğer görülmesi gereken eser Elmaslı Taç’dır. Bu taç altın ve gümüş kullanarak yapılmış, elmaslar, zümrütler, safirler ve inciler kullanılarak süslenmiş. Kumaşı kırmızı kadife olup Tacın dört yanında da elmaslardan yapılmış birer panel bulunuyormuş.
Tacın yapısı Sasani krallarının tasarımlarına benzetilmekteymiş. Tacın ön yüzünde bulunan güneş deseninin ortasında çok büyük bir sarı elmas bulunmaktaymış. Taçta 1.144 karat 3338 adet elmas, 199 karat 5 adet zümrüt, 19 karat 2 adet safir ve 368 adet inci kullanılmıştır. Tacın ağırlığı 2.080 gram gelmekteymiş.
Bu Taç, Kaçar Krallarının taç giyme törenlerinde kullanılmış. Ayrıca Pehlevi hanedanından Rıza Hanın 25 Nisan 1926 tarihinde ve Muhammed Rıza Pehlevinin 26 Ekim 1967 tarihindeki taç giyme törenlerinde de kullanılmış.
Mücevher Kürenin çapı 66 cm olup üzerine oturduğu kaide ahşap üzerine altın kaplamaymış. Küre değerli taşlarla kaplıdır. Küre’de kullanılan toplam altın miktarı 34 kilo ve değerli taş ağırlığı 3.656 grammış. Kullanılan toplam taş miktarı 51.366 adetmiş.
Kürenin işlenmesine 1869 yılında Nasreddin Şah döneminde başlanmış. İbrahim Mesihi ismindeki bir taş ustasının yönetiminde bir grup İranlı taş ustası bu Küreyi İran hazinesindeki taşları kullanarak yapmaya başlamış.
Dünya haritasının değerli taşlarla çizildiği bu Kürede denizler ve okyanuslar zümrüt, Asya, Kuzey ve Güney Amerika ve Avustralya yakut ve ametist, İran elmas ve Avrupa kırmızı yakut, Afrika safir ve ekvator gibi diğer coğrafi çizgiler elmasla işlenmiş. Dikkatlice bakıldığında Nasreddin Şah’ın farklı unvanlarının Küre üzerine yazıldığı görülüyormuş. Demavend Dağı büyük bir yakut kullanılarak kabartma şeklinde ve Tahran da Orangue-zib adı verilen çok özel bir yakutla belirlenmiş.
Müzedeki bir diğer eser ise Güneş Tahtı veya Tavus Kuşlu Taht’dır. Bu Taht, Fetih Ali Şahın emri ile İsfahan valisinin denetiminde altın ve parça taşlar kullanılarak yapılmış. Tahtın sırtın dayanacağı bölümünde kullanılan güneş deseni nedeniyle “Güneş Tahtı” diye isimlendirenler de varmış. Fetih Ali Şah, yeni evliliğini Tavus Tacoduleh ile yapınca bu Tahta “Tavus Kuşlu Taht” ismi verilmiş. Bazı araştırmacılar bu Tahtın Hindistan’dan kaçırılmış ünlü Tavus Kuşlu Taht olduğunu iddia etseler de bu Taht, orijinal taht değilmiş.
Tahtın üzerindeki yazıtlar mavi mine ile altın zemin üzerine işlenmiş. Taht, 1981 yılına kadar Gülistan Sarayında sergilenmiş ve daha sonra 1927 yılında şimdiki yeri olan Ulusal Mücevher Müzesine getirilmiş.
Tüm eserleri öyküleri ile anlatmak bu sayfada mümkün olmasa da bir kaç eserin görüntüsünü paylaşmadan geçemeyeceğim.
Bütün bu olağanüstü eserleri ağzımız bir karış açık ve hayranlıkla izledik. Daha sonra eşyalarımızı emanet bölümünden aldık ve o kısımda bulunan Müze satış mağazasından müzede bulunan eserlerin resimlerinin bulunduğu bir katalog aldık. Buraya yerleştirdiğim fotoğraflar bu katalogdan kopyalanmıştır.
Bu Müzeden sonra Lale Parkının yanında bulunan Tahran Halı Müzesine (Muzeh-ye Fars) gittik. Müze, 18. yüzyıldan günümüze kadar gelen İran halı çeşitlerini sergilemek amacıyla 1976 yılında kurulmuş. Müzenin tasarımı Farah Diba Pehlevi tarafından yapılmış ve 3400 metrekare bir sergi salonunu içermekteymiş. Kütüphanesinde ise yaklaşık 7000 eser yer almaktaymış.
İnsan o halıların nasıl dokunabildiğine hayret ediyor. O kadar güzellerdi ki adeta tablo gibi dokunmuşlardı. El emeği göz nuru diyebileceğimiz halıları büyük bir hayranlıkla izledik.
Müzede çoğu Safavi dönemi ve Kaçar dönemi ile çağımıza ait İran’ın farklı şehirlerinden getirilen çeşitli halılar sergilenmekteymiş. Müzenin dışından gözlemlenen delikli mimari yapı, dokuma tezgahını çağrıştırmak ve aynı zamanda yazın güneş ışınlarının bina içindeki ısıyı arttırmasını önlemek için gölgeyi dış duvarlara yansıtmak üzere özel tasarlanmış.
Birinci kattaki ana salonun girişinde İran’daki en önemli dokuma merkezlerini gösteren bir harita bulunmaktaydı. Burada dokumada kullanılan aletlerin, doğal boyaların, boyanmış ipliklerin ve dikey bir dokuma tezgahının sergilendiği vitrinler vardı.
Müze, binden fazla eski halı ve kilimden oluşan kapsamlı bir koleksiyona sahipmiş. En eski ve özel öneme sahip eserlerden biri Safavi dönemine ait “Sangeşku” adlı halıymış. Müzede sergilenen halılar arasında hayvan desenli motiflerle süslü yedi halı, Şeyh Safiyeddin Erdebili’nin halıları, bahçe halıları ve Polonya halıları görülmeye değerdir. Halılar, Kaşhan, Kerman, İsfahan, Tebriz, Horasan gibi İran’daki en ünlü halı dokuma merkezlerinde dokunmuş.
Polonya Halısı adıyla tanınan halılardan birisi, bir Polonya Prensinin siparişiyle XVII. yüzyılda İsfahan’da dokunmuş. Bu halı daha sonra Polonya’ya gönderilmiş. Halıların dokumasında kullanılan malzemeler altın ve gümüş ipliklerle birlikte dokunan doğal boyalarla boyanmış ipek ipliklermiş. Dünya çapında bu şekilde dokunan sadece 300 halı olduğu belirlenmiş ve yedi tanesi İran’a getirilmiş.
Gezgin Gülten İŞÇİMEN’in diğer gezi yazıları için http://gezininadresi.blogspot.com.tr
Uygarlığın beşiği, tarihi dokusu en iyi korunmuş şehirlerden biri olan Roma’da dolaşmak açık hava müzesinde gezmek demek…
Can arkadaşım Ayşe ile bir yıl önce promosyon uçak biletlerimizi aldık ve gezimizi planlamaya başladık. Yurt dışı deneyimlerimize güvenerek “booking.com”dan Roma ve Floransa için otel rezervasyonlarımızı da yaptık. Roma‘da 6 gece için gecelik 3,5 Euro şehir vergisi dahil 129 Euro’ya ve Floransa’da bir gece için yine vergi dahil 33 Euro’ya iptal imkanı da olan otel rezervasyonu yaptık.
Yaptığımız plana göre tren biletleri satışa açılır açılmaz Roma-Pisa arası hızlı tren biletimizi çok uygun olan 9 Euro’ya aldık. Vatikan Müzesi, Uffizi ve Accademia Müzesinin bilet kuyruklarında beklememek için 4’er Euro rezervasyon ücreti ödeyip biletlerimizi online satın aldık. Uffizi için 12, Academia için 16,50 ve Vatikan Müzesi için 20 Euro ödedik.
Birçok turistik şehirde olduğu gibi Roma’da da 2 veya 3 günlük özel şehir kartları var. Biz iki ücretsiz müze giriş ve sınırsız şehir içi ulaşım hakkı olan 3 günlük “Roma Pass Card” aldık. Bloglarda Roma Pass’i turizm ofislerinden alabileceğimiz yazıldığından uzun süre böyle bir ofis aradık. Birkaç denemeden sonra büfelerde de Pass satıldığını öğrendik ve 3 günlük Pass Card icin 36 Euro ödedik. Ücretsiz müze giriş hakkını Kolezyum ve Galleria Borghese’de kullanmak üzere belirledik. Ancak aklınızda bulunsun Galleria Borghese küçük bir müze olduğundan önceden telefonla rezervasyon yaptırmanız gerekiyor. İki saat içinde müzeyi gezip çıkmak zorundasınız. Havaalanından şehir merkezine gitmenin en ekonomik yolunun otobüs olduğunu okuduklarımdan öğrenmiştim. Havaalanı çıkışında otobüs duraklarını bulduk. Duraklarını diyorum; çünkü birden fazla otobüs firması var. Biz sadece gişesi açık olduğu için TAM firmasından gidiş-dönüş biletimizi 8 Euro ödeyerek aldık ve 40 dakika sonra Termini İstasyonu’na ulaştık. Burası Roma’nın en büyük merkezi tren istasyonu olup aynı zamanda kırmızı ve mavi hat olarak çalışan iki metro istasyonunun da kesiştiği bir noktadır. Bu yüzden istasyon ana baba günüydü. Biz de otelimize gitmek için mavi metro hattına yöneldik.
Roma’da ayarladığımız otel Italyanların yaşadığı tarihi bir binanın bir katında yer alıyordu. Otelimizin yeri de metro durağına oldukça yakındı. Kahvaltı için günlük fiş verdiler ve arka sokakta yer alan bir cafe’yi tarif ettiler. Kahvaltıları tabi ki bizim kahvaltılar gibi değil; sadece krovasan ve kahveden ibaret kahvaltı da bize yetti.
Gezilecek Yerler
İlk gün programıza Kolezyum ile başladık. “Roma Pass Card” için ayrı bir girişten içeri girdik.
Arena, alttaki aslanlar ve gladyatörlerin hazırlandığı bölmeler, yüksek tribün kısımları, 50 bin kişilik kapasitesi ile M.S. 80 yılında böyle bir yapının inşa edilmiş olması gerçekten olağanüstüydü.
Yaklaşık 2 saat içeride gezdikten sonra Kolezyum’un dışına çıktık. Dışarıdan görüntüsü de ayrı bir etkileyiciydi.
Kolezyum ile Palatino Tepesi arasında Konstantin Takı’nı (Arch of Constantine) yer alıyor. Konstantin Zafer Takı, ilk Hristiyan İmparator Constantine’in Milvian Köprüsü Savaşında İmparator Maxentius’a karşı kazandığı zafere adanarak M.S. 315 yılında yaptırılmış.
Roma’nın yedi tepesinden merkezde olanı ve Roma kentinin tarihî kalıntılar açısından en zengin bölgesi Roma Forumu’ndan yaklaşık 40 m yukarıdadır. Bir taraftan Kolezyum’a ve diğer tarafta ise Circus Maximus ile Roma Forumu’na tepeden bakar. İmparatorların evleri, saraylar, taklar, tapınaklar ve ılıcalar burada bulunmaktadır. Yapılan kazılar M.Ö. 1000 yıllarında bile burada yaşamın olduğunu göstermektedir. İsminin etimolojik kökü “palace” (saray) kelimesinden gelmekte.
Roma şehrinin kökleri burada atılmış. Efsaneye göre, Romulus ve Romus ikiz kardeşler, bir dişi kurt tarafından Palatino’daki bir mağarada büyütülmüş ve Romulus Roma’yı kurmaya karar vermiştir. Modern arkeoloji, bu bölgede Roma’nın kurulmasından önceki bir dönem olan bronz çağına ait yerleşim katmanı da bulmuştur.
Kentin ünlü yurttaşlarının büyük çoğunluğu Palatino’da oturmuş. Augustus, bu tepede doğmuş ve imparator olduğunda bile, her fırsatta doğduğu bu yere gelmeyi tercih etmiş. Augustus’un doğduğu Palatino Evi ve Augustus’un karısı Livia’nın Evi olarak bilinen iki bina, bölgedeki en iyi korunmuş evler arasında.
Kybele Tapınağı, Augustus, Tiberius ve Domitian Saray kalıntıları, Flavius Sarayı, Livia’nın Evi, Romulus Kulübeleri, Stadyum ve Farnese Bahçeleri Palatino Tepesi’nde yer alan önemli yapılardandır.
Bu arada yeri gelmişken söyleyeyim; bu kadar geniş alanda pek çok çeşmeye rast geldik. Su şişelerimizi doldurduk ve gönül rahatlığıyla içtik. Roma’da çeşmelerden su içilebilmesi büyük rahatlık…
Burada uzun süre gezdikten ve tepeden pek çok kare fotoğraf aldıktan sonra sıra Roma Forumu’nu gezmeye geldi.
Roma Forumu, eski Roma halkının yaşadığı bölge olup alışveriş, ibadet ve yaşam için gerekli yapıların kalıntılarını görmek mümkün; girişi ücretsiz.
Burada yer alan diğer tak, Septimius Severus Zafer Takı, Roma Forumu’nda yer alan en iyi korunmuş yapılardan biri. İmparator Severus’un Part zaferini ve yeni hanedanı kutlamak amacıyla M.S. 203 yılında yapılmış. İmparatorun Part zaferiyle ilgili öyküler rölyeflerle betimlenmiş.
Yorucu bir merdiven ile Forum’dan çıktık ve Palatino Tepesi’nden gördüğümüz Vittorio Emanuele II Abidesine doğru yürümeye başladık. Roma’nın ünlü anıtlarından olan Vittorio Emanuele II Abidesi, şehrin en hareketli meydanlarından biri olan Piazza Venezia’da yer alıyor. Altare della Patria (Ulusun Mihrabı) olarak da bilinen anıt, Giuseppe Sacconi tarafından Birleşmiş İtalya Krallığı’nın ilk kralı II. Vittorio Emanuele’yi onurlandırmak için 1885-1911 yılları arasında yapılmıştır. Venedik Meydanı ve Capitoline Tepesi arasında bulunuyor.
Burada aynı zamanda 1. Dünya Savaşı’nda ölen 11 meçhul askerin mezarı da olduğundan “Unknown Soldier / Meçhul Asker Anıtı” da denmekteymiş. Askerlerin sürekli nöbet tuttuğu bu anıtta hiç sönmeyen bir ateş yanıyor. İtalyanlar, inşasında mermer kullanıldığı için bu yapıyı pek sevmiyorlarmış ve bu yüzden ‘takma diş, düğün pastası, daktilo’ gibi isimlerle anıyorlarmış. Bu anıtın inşası için civardaki birçok yapı kaldırılmış.
Neoklasik mimari özelliklerinin görülebileceği bu anıt Botticino, Brescia’dan getirilen beyaz mermer ve Corinthian sütunlarından inşa edilmiş. 135 metre genişliğinde ve 70 metre yüksekliğindeki bu yapıda at üstündeki Vittorio Emanuele heykeli, sağ ve sol üst köşelerde yer alan tanrıça Victoria‘nın üstünde olduğu dört at heykeli yer almaktadır.
Vittorio Emanuele II Abidesi’nin alt kısmında İtalyan Birleşme Müzesi (Museum of Italian Unification) üst bölümünde ise bir seyir terası yer almaktadır. Bizim zamanımız kısıtlı olduğundan müzeyi gezemedik, ama Roma’nın güzel manzarasını seyredebilmek için bilet alarak bir kısmını asansörle ve bir kısmını yürüyerek anıtın en üstüne kadar çıktık.
Venedik Meydanı’ndan, Via del Corso boyunca yürüdüğünüzde ulaşacağınız meydan ise Roma’nın en ünlü toplanma meydanı olan Piazza Del Popolo’dur. Meydanın tam ortasındaki Mısır dikili taşında firavun Ramses II’ye övgüler bulunmaktaymış.
Meydanı süsleyen iki çeşme ise, Neptün Çeşmesi ve Obelisk Çeşmeleri. Trafiğe kapalı bir meydan olan Popola Meydanı’ndaki ikiz kiliseler birbirinin aynısı gibi görünse de küçük farklılıkları varmış.
Basilica San Giovanni in Laterano’yu gezdik. Ancak Michelangelo tarafından yapılan Musa heykeli ve II. Julius’un mezarının da bulunduğu San Pietro Vincoli Bazilikası’nı restorasyon nedeniyle gezemedik.
Biraz hislerimize güvenerek ve biraz da yürüyen turistleri takip ederek bir anda kendimizi Trevi Çeşmesi‘nde bulduk. Oldukça heybetli ve son restorasyondan dolayı parlamış gözüküyordu. Trevi Çeşmesi (Fontana di Trevi) ya da daha çok bilinen adıyla Aşk Çeşmesi Roma’nın en ünlü yapılarından biridir.
Trevi Çeşmesi’nın tarihi, İmparator Augustus döneminde başlar. Çeşmenin yapımı, su arayan askerlere su kaynağının yerini gösteren bir kızın efsanesine dayanmaktadır. İmparator Augustus‘un damadı Agrippa, akan suyu Vergine Su Kemeri ile Pantheon’a kadar ulaştırmış. Bu çeşme, 8. yüzyılda, 12. yüzyılda ve 15. yüzyılda restore edilmiştir. 1998‘de büyük bir düzenleme geçirmiş, temizlenmiş ve su sistemi de yenilenmiş. En son restorasyon ise 2015 yılının sonunda tamamlanmış.
Trevi Çeşmesi’nin üzerinde birçok heykel görüyoruz. Trevi Çeşmesi’nin genel ifadesini deniz vermektedir. Klasik ve Barok karışımı bu çeşmede deniz kabuğu şeklinde bir at arabası, arabayı çeken denizden çıkan kanatlı atlar ve arabada bulunan mitolojik deniz tanrısı, görünümün ana konusunu oluşturmaktadır. Çeşmenin orta kısmında 2 Triton’un çevrelediği bir Neptün figürü bulunuyor. Tritonlardan biri huysuz bir deniz atını dizginlemekte, diğeri ise daha sakin olan deniz atını sürmektedir. Yaşlı ve sakallı Triton (bunun Sokrates olduğuna inanılıyor) tarafından yönetilen sakin ve uysal at akılcı aşkı temsil etmekteymiş. Genç ve güzel Triton (Phaidros) tarafından yönetilen asi ve hırçın at ise bedensel ve vahşi aşkı temsil etmekteymiş. Bunlar denizin 2 zıt halini simgelemektedir. Neptün’ün iki yanında bulunan tanrıçalar ise bereket ve sağlık tanrıçalarıymış. Çeşmenin sağındaki rölyefte su kaynağını keşfeden bakire Acqua Vergine betimlenmiştir.
Trevi Çeşmesi’nin bu kadar ünlü olmasının bir nedeni de çeşmeye dilek dileyip bozuk para atılmasıdır. İnanışa göre kim dilek diler ve sağ eli ile sol omzunun üzerinden çeşmeye bozuk para atarsa o kişinin dileği gerçekleşir ve Roma’ya tekrar gelirmiş. Biz de ritüeli bozmadık ve paralarımızı atıp dileklerimizi diledik.
Trevi Çeşmesi’nin etrafı çok kalabalıktı. Çok fazla kalamadık ve yola koyulduk. Yine biraz kalabalığa takılarak bir meydana geldik. Burada da bir çeşme vardı. Zaten Roma adım başı karşınıza çıkan meydan ve çeşmelerle dolu bir şehir. Burada biraz dinlenirken karşımızda aradığımız Pantheon’un olduğunu anladık.
Panteon, Antik Roma döneminden kalan bir tapınak. Günümüzdeki Pantheon aynı yerde yapılmış olan üçüncü yapıdır. Önceki iki yapı yangınlarda tahrip olmuş ve üçüncüsü iyi bir şekilde korunarak günümüze ulaşmıştır.
“Tüm tanrıların tapınağı” anlamına gelen Panteon ilk olarak Antik Roma‘nın tüm tanrıları için M.S. 118 – 125 yılları arasında tapınak olarak inşa edilmiş bir yapıdır. Binanın tasarımı genellikle Trajan‘ın mimarı Şamlı Apollodorus‘a atfedilir ancak imparator Hadrianus veya onun mimarlarına ait olması muhtemeldir. İmparator Hadrian tarafından yaptırılma amacının Augustus’un arkadaşı ve komutanı Marcus Agrippa’nın M.S. 80 yılında yanan Pantheon’un yerine koymak olduğu söylenmektedir. Yapının giriş kısmında Latince yazılmış Marcus Agrippa’ya ithaf edilen bir yazı görülebilir. Yazıda “M. Agrippa, Lucius’un oğlu, üç kez konsül olan kişi yapmıştır” yazmaktadır.
7. yüzyıldan bu yana Hristiyan kilisesi olarak kullanılan Panteon Roma‘daki en eski beton kubbeli binadır. Tepesinde daire biçiminde boşluk vardır. İlk başta içerisinde pagan tanrı heykelleri varken, kilise tarafından bu heykeller yok edilmiş ve Panteon bir katolik kilisesi haline getirilmiş. Yapı 609 yılında Bakire Meryem Kilisesi olarak kutsanmış ve böylece günümüze kadar korunmuş.
Panteon’u böyle etkileyici kılan en önemli özellik hiç şüphesiz ki eşsiz mimarisidir. Arklar sekiz kısımda biter, kubbe ise farklı arklar tarafından desteklenmektedir. Binanın ağırlığını kaldırmak için bu arklardan faydalanılmış. Binanın girişinin iki kısmında Augustus ve Agrippa’nın heykelleri bulunmaktadır.
Çapı 43,3 m olan kubbenin yapımında Romalılara özgü bir beton kullanılmıştır. Kubbenin ortasında Latince’de ”göz” anlamına gelen Oculus adında bir delik bulunmaktadır. 8 metre genişliğindeki bu delik hem içeriyi aydınlatmak hem de tapınaktakilerin gökyüzünü izlemelerini sağlamak amacıyla yapılmış ve bir rivayete göre öyle bir tasarlanmış ki yağmur yağdığı zaman kubbenin ortası açık olmasına rağmen içeriye yağmur girmezmiş. Ancak bu rivayetin aslı bulunmuyor tabi ki… Bu kadar geniş çaplı bir kubbenin betondan yapılması da o günün teknolojisiyle hala bir soru işaretidir.
Panteon kavramı bugün içinde meşhur kimselerin gömülü olduğu anıtlar için kullanılmaktaymış. Geçmişte de Panteon aynı zamanda krallar,ressamlar ve mimarların mezarlarının bulunduğu bir yer olmuş. Mihrabın solundaki şapelde Rönesans sanatçısı Raffaello bir Roma lahdinde gömülüdür.
19. yüzyıl Kraliçesi Margherita eşi Kral I. Umberto ile başka bir şapelde yatmaktadır. Birleşik İtalya’nın ilk kralı olan II. Vittorio Emanuele’nin şapeli de bulunmaktadır.
Burayı da gezdikten sonra aynı yönde yürümeye devam ettik. En nihayet Bernini’nin heykelleri ile süslenmiş Roma’daki en etkileyici meydan Navona Meydanı’na ulaştık. Elips biçimindeki meydanın bulunduğu bu alanda daha önce İmparator Domitian tarafından M.S. 1. yüzyılda yaptırılan bir stadyum yer almaktaymış. 30.000 kişi kapasiteli olan bu stadyumun yıllar içinde yıkılması sonucunda Papa X. Innocent (1644-1655) bölgenin yeniden düzenlenmesini istemiş ve böylece Navona Meydanı hayat bulmuş. Meydanda yer alan üç çeşmenin en ünlüsü ise Dört Nehir Çeşmesi olup 1651 yılında Gian Lorenzo Bernini tarafından Papa Innocent X için yapılmıştır. Dört Irmak Fıskiyesi (Fontana dei Quattro Fiumi), bir başyapıt.
Çeşmenin tasarımı bir yarışma sonucunda belirlenmiş olup ismi dört kıtadaki dört nehrin dört tanrısından geliyor; Afrika’daki Nil, Asya’dakiGanj, Avrupa’daki Tuna ve Amerika’daki Plata’dır.
Çeşmenin ortasında yer alan dikilitaş Roma döneminden kalmadır. Üzerinde İmparator Vespasianus, Titus ve Domitian’ın adlarının hiyeroglifleri bulunur.
Domitian Stadyumu 2000 yıl önce yapılmış olsa bile stadyum şeklini meydanda halen görmek mümkün oluyor. Bugün meydanın yayalara ayrılmış olan kısmı stadyumun oyun alanını, etrafındaki binalar ise stadyumun tribünlerini oluşturuyormuş. Bunu meydandayken hayal edebiliyorsunuz.
Çeşmenin hemen arkasında Sant Agnese in Agone Kilisesi yer alıyor. Roma’nın en ünlü kiliselerinden olan San Luigi dei Francesi binaların arkasında yer alıyor. Navona Meydanı’nın etrafında yer alan binaların çoğu 16. ve 17. yüzyıllardan kalma olduklarından seyrine doyum olmuyor.
Roma’daki üçüncü günümüzde Galleria Borghese’i gezeceğiz. Villa Borghese Parkı’nda çok güzel bahçeler, çeşmeler, heykeller, korular ve yürüyüş yolları ile bir su saati yer almaktaymış.
Bu parkta Giardino del Lago (Gölün Bahçesi) ve Art Nouveau tarzındaki Fontana dei Fauni (yarı insan yarı keçi Orman Tanrısı) çeşmesi dikkat çekici noktalar arasında yer alıyormuş. Pincio Bahçeleri ise parkın özel alanlarından biri. Aynı zamanda burada National Geographic sponsorluğunda kurulmuş bir hayvanat bahçesi varmış. Villa Borghese’nin diğer kısmında ise Roma Modern Sanatlar Müzesi varmış. Biz vaktimiz sınırlı olduğundan sadece müzeye giderken ve dönerken parkın içini görebildik. Ama sakın bunu küçümsemeyin; neredeyse 5 km yol yürüdüğümüzü söyleyebilirim. Ancak çok güzel ve huzurlu bir yer olduğunu bu yürüyüşle anladık diyebilirim.
Müze iki bölüme ayrılmış; zemin katta heykel koleksiyonu (Museo Borghese) ile üst kattaki resim galerisi (Galleria Borghese).
Galleria Borghese’i dünyanın en küçük ve en güzel galerinden biri. Bernini’nin heykelleri ve Caravaggio’nun resimleri görmeye değer. Berninin Hades ve Persephone, Apollon ve Dahne, Davud ile Caravaggio’nun Yılanlı Madonna’sını görmeden ayrılmayın.
Villa Borghese, Papa V. Paul’un yeğeni olan Kardinal Scipione Borghese’ye (1577-1633) ait olan resimleri ve heykelleri sergilemek için yapılmış. Scipione genç Bernini’nin ilk işvereni olup heykellerine Müze’de yer vermiştir. Caravaggio’nun eserlerini ise tutkulu bir şekilde toplamıştır. Diğer eserler Titian, Raphael, Rubens ve Barocci gibi sanatçılara aittir. Müzenin içi hiç bir eser olmasa bile çok etkileyici ve öyle güzel tasarlanmış ki, sadece tavan ve duvar işlemeleri bile gezip görmeye değer. Dıştan görüntüsü de oldukça etkileyici.
Buradan ayrılarak İspanyol Merdivenleri‘ni görmeye gittik. Ancak bizi kötü bir sürpriz bekliyordu. Merdivenleri restorasyona almışlardı ve sadece yan tarafında küçük bir kısmı iniş ve çıkışlar için kullandırıyorlardı. Çok da büyük bir kayıp değildi aslında. Görenlerin önemli olmadığı konusunda hemfikir olduğu bir yer burası.
138 basamaktan oluşan bu merdivenler Avrupa’da yapılmış en uzun merdivenler imiş. 1723-1726 yılları arasında Kral XV. Louis için tasarlanan İspanyol Merdivenleri’nin yapım amacı üst bölümünde yer alan Trinita dei Monti Kilisesi’ne meydandan ulaşım sağlamakmış. Spagna Meydanı Rönesans döneminde yazarların, sanatçıların buluşma noktasıymış. Önce Monti Kilisesinin adı verilse de sonrasında İspanya elçiliği nedeniyle İspanya Meydanı (Piazza di Spagna) adını almış.
Merdivenleri tırmandık ve yukarıda gözüken Trinita dei Monti Kilisesi’ne ulaştık. Kilisenin içini gezdik.
Burası oldukça yüksek olduğundan Kilisenin önünden şehri seyretmek çok keyifliydi.
Sonra tekrar İspanyol Merdivenlerinin yan tarafından meydana indik ve merdivenlerin önündeki ‘ Fontana della Barcaccia ‘ adı verilen tekne şeklindeki çeşmeyi gördük. Çeşme 1627-1629 yıllarında Pietro Bernini tarafından yapılmış ve ‘Çirkin Gemi’ ismiyle de anılmakta imiş. Yapılış amacı, Tiber Nehrinde 1598’de meydana gelen sel felaketini bir botla temsilen göstermekmiş.
Vakit epey ilerledi ve programımızda biraz geciktik. Hızla bir sonraki gezi durağımız için yola koyulduk. Şimdiki hedefimiz Tivoli Bahçeleri.
Tivoli, Roma’ya yaklaşık 50 dakika uzaklıkta, görkemli çeşmeleriyle gezeceğimiz Villa D’este ve İmparator Hadrian’ın villasının bulunduğu küçük bir kasabadır. Ponte Mammolo metro istasyonundan aldığımız 5 Euro’luk otobüs gidiş-dönüş biletiyle kasabaya ulaştık. Otobüsler her 15 dakikada bir çalışıyor. Piazza Giuseppe Garibaldi yakınındaki durakta inerek, Villa’ya kolayca ulaştık Villa D’este’ye 8 € giriş biletinin yanında küçük bir harita da veriyorlar.
Burası 1500’lü yıllarda, Roma’da başarılı olamayan kardinal Ippolito II d’Este tarafından yaptırılmıştır. UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde bulunan villa, zengin freskler ve kabartmalarla süslüydü.
Ancak asıl ilgimizi çeken, çeşitli çeşmeler ve havuzlarla zenginleştirilmiş bahçesi oldu. Pirro Ligorio ve Bernini gibi sanatçılar tasarımlarını yapmışlar.
Tivoli altında 600 metre tünel inşa edilerek su temin edilmiş ve Peterhof ‘daki saray gibi hidroloji teknikleri kullanılmış olup Villanın en ilgi çeken yeri Fontana dell’Organa olmuş. 10.30 da kapakları açılan bu çeşmeden org dinletisi yapılmaktaymış. Her iki saatte bir tekrar ediliyormuş ama biz bu saati yakalayamadık. Fontana della Civetta’da ise saat 10.00’da başlayıp her iki saatte bir kuş sesleri dinletisi yapılmaktaymış.
Son derece huzurlu ve sakin bir yer. Tam gezmeyi bitirdik ki yağmur başladı. Burası oldukça yüksek bir konumda ve bu yüzden eminim yağmuru eksik olmuyordur. Yine de çok şanslıyız bütün bahçeyi gezebildik. Buradan ayrıldık ama yağmurdan dolayı yürümek ne mümkün. Hediyelik eşya satan bir dükkana girmiştik ve kadıncağız dışarıda sergilediği eşyaları içeri taşıma telaşındaydı. Bizim de elimize mi yapışacaktı üçümüz birlikte eşyaları içeri taşıdık. Kadıncağız yardımlaşmamızdan dolayı çok memnun oldu. İtalyanları bize çok benzettim. Özellikle taşraya gittikçe bu benzerlik daha çok ortaya çıkıyor.
Yağmur biraz hızını azaltınca elimizdeki tek şemsiyenin altına sığınıp şehrin sokaklarını gezmeye çalıştık. Daracık sokakları, eski ama iyi korunmuş binalarıyla Tivoli bize çok sevimli ve sıcak gözüktü. Gezerken alışveriş yapma fırsatımız da oldu. Güzel şişe kapakları beğendik ve hem kendimize hem de arkadaşlarımıza pek çok şişe kapağı aldık. Dükkandaki kız o kadar kapağı hiç erinmedi ve hepsini tek tek paket yaptı. İşte yine güleryüzlü bir İtalyan!
Vatikan gezimizi ayrı bir yazı konusu ancak Vatikan gezimiz sonrasında oraya çok yakın konumda olan Castel Sant Angelo’yu görmek istedik. Mausoleum of Hadrian veya daha çok bilinen adıyla Castel Sant Angelo, Roma’nın en önemli tarihi yapılarından biriymiş. Silindirik ve görkemli bir yapı olan Kale, adını Papa Büyük Gregorius’un burada Melek Mikail’i gördüğü rivayetine dayanıyormuş. Yapı, M.S. 139 yılında önce Hadrianus ve ailesinin mozolesi olarak yapılmış, daha sonra İmparator Aurelianus’un yaptırdığı kent duvarlarına dahil edilmiş, Orta Çağ’da kaleye dönüştürülmüş, bir süre de hapishane olarak kullanılmış ve siyasi karmaşa dönemlerinde papaların ikametgâhı olmuş. Fatih Sultan Mehmet’in oğlu Cem Sultan da burada esir tutulanlar arasında yer almış.
Kale ile Vatikan arasında yer alan gizli geçiş ile papaların güvenliği sağlanmak istenmiş. Vatikan Koridoru adı verilen bu bölüm Vatikan Sarayı’ndan Castel Sant Angelo’ya dek uzanıyormuş. Bu koridor, 1227 yılında papanın tehlike anında kaçışı için özel olarak inşa edilmiş.
Castel Sant Angelo günümüzde Museo Nazionale di Castel Sant Angelo’ya (Sant Angelo Kalesi Ulusal Müzesi) ev sahipliği yapmakta. Müzenin içindeki Sala delle Urne bölümünde ölü küllerinin saklandığı kaplar görülebiliyormuş. İmparator Hadrian ve ailesinin külleri de bir zamanlar burada bulunsa da şu an nerede olduğu bilinmemekteymiş.
Kalede yer alan VI. Alexander Merdivenlerini, Perino del Vaga’yı ve Pellegrino Tibaldi’nin göz alıcı freskleriyle (1544-7) süslenmiş Sala Paolina’yı gezerek en son Terrazzo dell’Angelo’da (Melek Terası) büyük, bronz St. Michael heykelinin görüntüsü etkileyiciydi. Bu bölümde yer alan Bronz Melek Heykeli, 18. yüzyıl Flaman heykeltıraşı olan Pieter Verschaffelt’e aitmiş.
Kalenin önünde Roma’nın tek araç trafiğine kapalı köprüsü Ponte Sant Angelo (Hadrian Köprüsü) yer alıyor. Hadrian Köprüsü, Roma’da bulunan en güzel köprüler arasındaymış. Köprünün yan yüzeyleri traverten olup Ponte Sant’Angelo’daki heykeller öncesinde Raphaell tarafından yapılmış ve daha sonra heykeller Bernini’ye zamanın Papası tarafından yeniden yaptırılmış. Tiber Nehri’ni 3 kemer ile geçen köprü Castel Sant Angelo ile seyre değer bir manzara oluşturuyor.
Bu arada Vatikan ve Tiber Nehri’nin panoramik manzarasını seyrettik.
Burayı gezdikten sonra çok yorgun olduğumuzu hissettik. Roma’da henüz gezemediğimiz Trastevere bölgesini ararken güzel bir cafede oturup dinlenme fırsatı bulduk. Haritada çok yakınmış gibi gözüken bölgeye ulaşmak için neredeyse bir saate yakın yürümek zorunda kaldık.
Trastevere’nin Roma’nın elit tabakasının yaşadığı bölge olduğu söyleniyor. Ferzan Özpetek’in evinin bu bölgede olduğunu okumuştuk ve bu nedenle onu görebilme hayaliyle uzun süre sokaklarda dolaştık. Sonrasında bu bölgede bizim meyhanelere benzer küçük bir mekan bulup oturduk. Masa örtüleri çok sevimliydi ve duvarlarında fotoğraflar asılıydı. Burada da bira eşliğinde nefis bir pizza yedik. Bu yemek için yaklaşık 15 Euro ödedik.
Haritadan bulduğumuz en yakın metro durağına yürümeye başladık. Vakit ilerlediğinden ortalık biraz ıssızlaşmıştı. Ben de gördüğümüz bir otobüs durağından otobüse binmeyi teklif ettim. Bindiğimiz otobüs çok eski idi, hoplata zıplata bizi Termini’ye götürdü. Orada hemen metro istasyonuna koştuk çünkü metro seferleri sona ermek üzereydi. İstasyona geldiğimizde bariyerleri indirdiklerini gördük. Ancak arka tarafta insanlar bekliyordu. Bizi İtalyan zannederek birkaç adam bize işaret ederek açık kapıyı gösterdiler. Belki hayatımızın en hızlı koşusunu yaptık. Çünkü hemen sonra gelen tren günün son treniydi ve onu kaçırdığımız zaman yukarı çıkıp taksiyle otelimize gitmek zorundaydık. Bu da hem zaman hem de para kaybı anlamına geliyordu. Ertesi gün ise erkenden yollara düşüp Pisa’ya gidecektik. Neyse ki yine iyi niyetli insanlar sayesinde metroya binmiş ve bu macerayı da güzel bir anı olarak hafızamıza atmıştık.
Böylece Roma’yı son güne bıraktığımız Santa Maria Maggiore Kilisesi dışında istediğimiz gibi gezmiş olmanın huzur ve mutluluğuyla doluyduk. Ertesi gün artık yeni şehirlere doğru yolculuğumuz başlayacaktı.
Pisa, Lucca, Floransa ve Siena şehirlerindeki gezilerimiz de ayrı bir günlük olarak verilecektir. Biz ise gelelim Roma’daki ve İtalya’daki son günümüzde gezdiğimiz kiliseye. Santa Maria Maggiore Kilisesi Termini İstasyonu’na çok yakın bir konumda yer alıyor.
Santa Maria Maggiore’nin, farklı mimari tarzların bir arada kullanımı konusundaki en başarılı örneklerden biri olduğu söylenmektedir. Efsaneye göre bir gece Bakire Meryem papanın rüyasına girmiş ve ona yeni bir kilise inşa etmesini, yeni kilisenin inşa edileceği yeri ise karla işaretleyeceğini söylemiş. Gerçekten de yaz günü olmasına karşın Esquiline Tepesi’ne kar yağmış ve bunun üzerine papa da bu bölgeye M.S 356 yılında kiliseyi yaptırmış.
Kilisenin nef ve nef mozaikleri 5. yüzyıl tarihli orijinal mozaiklerdir. Cosmati işçiliği, apsis mozaikleri ve Romanesk çan kulesi Orta Çağ’dan kalmadır. Santa Maria Maggiore Kilisesi Orta Çağ boyunca çeşitli yenilemelerden geçirilmiştir. Kilisenin tavanı İspanya Kraliçesi Isabella’nın papaya hediye ettiği altın yaldız ile kaplanmıştır.
Kilisenin önünde yer alan Piazza dell’Esquilino Dikilitaşı ise hacılara yol göstermesi için Papa V. Sixtus tarafından dikilmiştir. Papa V. Paulus Borghese için yaptırılan (1611) şapel Cappella Paolina, Jacopo Torriti’nin apsisteki muhteşem mozaiklerinden olan Bakire’nin Taçlandırılması (1295), Cosmati mermer işçiliği ile yapılan Kardinal Rodriguez’in Mezarı (1299), Domenico Fontana’nın Papa V. Sixtus (1585-90) için yaptığı mezarın yer aldığı şapel, kilisedeki en önemli bölümlerdendir. Her yıl 5 Ağustos tarihinde insanlar kutlamalar için toplanıyor ve kilisenin kubbesini çevreleyen galeriden beyaz gül yaprakları atılarak kilisenin kuruluşu anılıyormuş.
Kilisenin tabanında mermer üzerine burçların resimleri çizilmiş ve ayrıca sanırım bir takvim oluşturmak için matematiksel çeşitli hesaplar yapılmış. Dini bir binanın içinde bunları görmek bana ilginç geldi.
Roma gezimizde İtalya’yı ikimiz de çok sevdik ve tekrar gelmek için de bütün ritüelleri gerçekleştirdik. Umarım en kısa sürede başka şehirlerini görmek için İtalya’ya gidebiliriz.
Lizbon; Portekiz’in erken Orta Çağ’dan beri başkenti, bir imparatorluk beşiği, dünya keşiflerinin başlangıç noktalarından biri, fadonun memleketi, Atlas Okyanusu’nun Akdeniz ruhlusu, İber’in yedi tepeli şehri…
Önce Video ile Gezmek İsterseniz.
O zaman, doğruca Portekiz’in başkenti Lizbon’a…
İstanbul’dan Lizbon’a Türk Havayolları uçuyor. Lizbon havaalanı şehre çok yakın. Lizbon’da taksi pahalı değil, havaalanından şehrin merkezine 15 Euro civarında tutuyor. Havaalanındaki danışma bürosundan ön ödemeli taksi bulabilirsiniz ama bu sizi taksi kuyruğundan kurtarmıyor tabii. Taksi dışında, havaalanından Praça dos Restauradores, Rossio, Praça do Comercio’ya giden Aerobus ile 3.55 Euroya şehre gidebilirsiniz, hem de bu biletle o gün içinde tüm otobüslerden yararlanabilirsiniz. Daha da ucuzu var, 44 numaralı şehir içi otobüsle 1,35 Euroya Praça dos Restauradores ve Cais do Sodre’ye gidebilirsiniz. Ama eşyanız fazla veya ağırsa durun bir düşünün derim. Buraya kalp krizi geçirmeye gelmediniz. Bence değmez, ben taksi ile otele geçtim. Otel, şehrin eğlence merkezi sayılan Chiado ile Bairro Alto arasında; harika bir seçim.
Bavulları bırakıp şehirle tanışmak için çıkıyorum. Lizbon, malum Portekiz’in başkenti ve en büyük şehri. Şehir, Atlas Okyanusu’nun kıyısında Tejo Nehri’nin oluşturduğu haliçte. Yani düşünürseniz, doğanın bahşedebileceği tüm güzelliklere sahip bir yer. Malum, Lizbon yedi tepeli bir şehir; o zaman başka bir yedi tepeli şehir için yazılan methiyeyi biraz dönüştürüp başlayalım gezimize. Gezeceğim ve sonunda sana bir tepeden bakacağım Aziz Lizbon, bakalım, gezmediğim, görmediğim, sevmediğim bir yerin olacak mı?
Gezmeye başlamadan önce şehirdeki ulaşım sisteminden de bahsedelim. Yürüyebilirsiniz tabii ama dedim ya, yedi tepeli şehir, yokuşları inmek iyi de tırmanmalar zorlu olabilir. Metro, otobüs, tramvay, feribot ve asansörlerle şehir daha kolay ve kısa zamanda gezilebilir. Ulaşım için yirmi dört, kırk sekiz ve yetmiş iki saatlik olarak üç çeşidi olan Lizbon kartı ile hem tüm taşımalardan ücretsiz yararlanabilir hem de bir çok müzeye indirimli fiyatlarla girebilirsiniz. Tabii tek seçenek bu değil. Metro ile belli başlı turistik yerlere gidebilirsiniz; dört metro hattı var, gayet kapsayıcı (Bedeli 1,25 Euro). Şehirdeki 4 asansör ve füniküler ile yüksek semtlere kolayca çıkabilirsiniz. Mesela Chiado yakınlarında olup Bairro Alto’ya çıkan dev asansör, hem yolu kolaylaştırmakta, hem de çok güzel manzaralar sunmakta. Otobüs ve tramvaylar da esas gezi noktalarına sizi götürecektir, özellikle 1,2, 28 ve 37 numaralı otobüsler, size şehrin neredeyse tamamını gezdirecek rotalara sahiptir. Ama ben şehir tur otobüslerini kullandım. Şehir gezi turlarının da çeşitli bileşimlileri vardı; ben dört hatlı olanı seçtim, 25 Euroydu. Şehri, tur otobüsüyle gezmek isterseniz bu seçeneği tavsiye ederim, tüm şehir görülebiliyor. (Belem-Tagus-Olipso turlarını kapsıyor, ancak kaleye de tramvayla çıkılıyor).
Şehri gezmeye, belki de Avrupa’nın en cazip meydanlarından Praça do Comercio’dan başlıyorum. Burası her daim canlı, kalabalık, çevresi kafelerle, barlarla dolu bir alan. Çevresi sarı boyalı, revaklı binalarla çevrili, kocaman bir alan. 1755 depremi şehrin tarihçesinde çok etkili olmuş, bu depremde şehrin kıyı kesimi büyük oranda hasar görmüş. Deprem ve yeniden inşa döneminde hükümdar olan Dom Jose’nin bronzdan atlı bir heykeli, meydanı süslemekte. Deprem tek değil, bu meydanın tanık olduğu başka acı olaylarda var; Portekiz’in son hükümdarlarından ikisi burada öldürülmüş. Ama olan olmuş, dertlenmeye mi geldik buraya; yola devam…
Gezim sırasında yolum buraya sık sık düşecek çünkü burası şehrin gezi otobüslerinin başlangıç noktası, karşı kıyıya kalkan feribotların durağı, otobüs ve tramvayların başlangıç yeri ve de kafelerin, lokantaların merkezi. Lizbon’a gelen turistler için önemli; Lisbon Welcome Center merkezi de burada, turistik bilgi ve gezi biletleri buradan alınabilir.
Alanda en sevdiğim yerlerden biri ise, bira müzesi konseptindeki bardı. Hem günün yorgunluğunu atmak hem de geceye hazırlanmak için, etrafı seyrederek Museu da Carveja’da bira keyfi yapmak, başlı başına özlenecek bir şey.
Meydan, Arco de Rua Agusta ile şehrin en işlek bölgesi olan Baixa’ya açılıyor. Bu yapı, zafer takı gibi bir anıt geçiş kapısı. Tak üstünde aralarında Vasco da Gama’nın da bulunduğu tarihi kişilerin heykelleri bulunmaktadır. Buradan itibaren Lizbon’un yayalara açık ana caddesi Rua Agusta başlar.
Arco de Rua Agusta’dan geçtiniz; Şimdi sırtınızı Arco de Rua Agusta’ya verin, önünüzde birbirine paralel dokuz cadde var, burası Baixa; şehrin kalbi, alışveriş, gezme, yeme, içme, eğlence, haylazlıklar, burada… Solunuzda Chiado ve Bairro Alto; eğlence ve haylazlıklar konusunda Baixa’ya rahmet okutur. Sağınızda ise, eski şehir Alfama ve Kale. Baixa’dan düz devam ederseniz, Rossio. Buna bir de Belem civarını eklerseniz, bütün gezimizin güzergahı ortaya çıkar. Tabii, daha çok yerleşim yerlerinin konumlandığı Nehrin karşı kıyısına hiç geçmedim, onu baştan söylemeliyim.
Yolunuz mutlaka Baixa’dan geçecektir. Yayalara açık Rua Agusta çevresinde yayılan Baixa, Ankara’nın Kızılayı, İstanbul’un Taksim’i gibi… Buradaki caddeler, daha çok buraya hakim olan sanat ve zanaat faaliyetleriyle anılıyor, ancak büyük ofisler de bu bölgeye girmek üzere; buranın otantik, esnaf ve sanatkarlarının hakim olduğu atmosfer yavaş yavaş değişiyor. Ben bazı akşam yemeklerini bu bölgede yedim. Bol bol balık lokantası var. Ancak eğer balık değil de deniz ürünü yemek istiyorsanız mutlaka vitrinde deniz ürünlerini sergileyen bir lokantayı tercih edin. Yoksa hayal kırıklığına uğrayabilir ve balıkla yetinebilirsiniz. Adego mo ve A Licorista, burada denediğin lokantalardı. Özellikle Adego mo önünde uzun kuyruklar oluşuyordu. Türlü çeşitli balıklar bulabiliyorsunuz; bize yakın bir pişirme yöntemleri var, öyle sosa bulayıp getirmiyorlar, kızartmaysa kızartma, tavaysa tava yapıp getiriyorlar balığı, yanında yeşilliği falan…
Baixa’nın en ilginç yanlarından biri de, sokaklarının hemen altında uzanan minik ama etkileyici müze (Nucleo Arqueologico). Bir inşaat sırasında ortaya çıkan ve korunan müze, antik Roma’dan erken Hristiyanlık dönemlerine kadar bir çok yapıta ev sahipliği yapıyor. Ücretsiz olarak gezilebilir, bir göz atın; ne cep ne de zaman masrafına yol açıyor, hiç ilginizi çekmese bile adamlar üç beş eski tabak çanak dememişler, korumuşlar, şehirlerine katmışlar, bunu görüyorsunuz.
Baixa’dan devam ederseniz, Lizbon’un ilk kuruluşundan beri ana meydanlarından olan Rossio’ya varıyorsunuz. Gösterişli havuzları, mozaik kaldırımları, artık dönüşüm geçiren meydanın hala kendi özgün havasını korumasını sağlıyor. Meydanda Kral IV.Pedro’nun bronz heykeli var. Meydanın çevresindeki, çoğu 18 yüzyıldan kalma binalara da dikkat…
İsterseniz Rossio’nun sağ tarafındaki Elevador De Santa Justa ile şehri 32 metre yükseklikten seyredebileceğiniz bir terasa çıkabilirsiniz, üst çıkıştan Chiado’ya geçebilirsiniz. Ama ben biraz daha meydanda oyalanacağım. Çünkü meydandaki bir Katedrale göz atacağım: Igreja De Sao Domingos…
Kilise ile ilgili bilgilere bakılırsa, kilise’den çok, yeri önemli galiba. 13 yüzyılda Engizisyon Mahkemesi’nin kararlarının okunduğu yerde kurulan Kilise, 1755 yılında yıkılmış, sonrasında ise saray düğün ve vaftizlerinin yapıldığı yer olmuş, 1950’lerdeki bir yangından sonra ise tamamen yok olmuş. Şu anki haliyle Kilise 1997’de yeniden kullanıma açılmış.
Praça Dos Restauradores, Şehrin bir başka önemli meydanı. Meydanın sonundaki Elevador da Gloria ile Bairro Alto’ya geçebilirsiniz. Elevador do Lavra’da yine Baixa’nın lokanta cenneti sokaklarından Rua Das Portas de Santo Antao’da bulunur ve sizi şehrin manzarasını seyredebileceğiniz bir şirin bahçeye götürür. Ama zaten Elevador de Santa Justa ile aynı manzarayı gördüğünüz için bence zaman kaybetmeyin çünkü manzara konusundaki en iddialı yer.
Şimdi Alfama’dan geçip Castelo de Sao Jorge(Kale)’de sıra. Baixa’nın sol tarafında ilerleyince birbirinden cazip lokantalar, hediyelik eşya satan mağazalar, envai çeşit porto satan şarap evleri arasından kıvrıla döne, Şehrin eski bölgesine Alfama’ya doğru ilerleniyor. Önce Lizbon’un en önemli katedrali Largo de Se’yi göreyim.
Kale görünümlü Romanesk bir yapı olan Kilise, Şehrin Mağriplilerden geri alınması şerefine oradaki bir caminin yerine 1150’de yapılmış. Kilise bünyesinde hala kazı çalışmaları sürmekte; bir Roma evi ve Mağriplilere ait yapılar çıkarılmış. Kilise etkileyici ama öyle aman aman bir yanı yok, hazinesi de Avrupa’da bir çok katedralin hazine dairesi yanında ‘eee, başka bir olayınız’ yok mu dedirtecek cinsten ama Katedralin olayı başka;
Hazinede 1173’te Lizbon’a getirilen Saint Vincent’e ait olduğu düşünülen kutsal emanetler var. Bu emanetler bir gemiyle getiriliyor ve gemiyi de kuzgunlar (evet, kuş olan kuzgunlar) idare ediyorlar. O nedenle kuzgunlara özel bir önem atfediliyor ve kuzgunlar uzun yıllar Katedral revaklarında mutlu mesut yaşıyorlar, taa ki 1978’de son kuzgun da ölünceye kadar. Bu bir efsane, inanırsınız ya da inanmazsınız ama efsaneler, insan düş gücünün sınırlarını genişleten anlatımlar bence, hatta sürrealizmin kökenleri bile denilebilir. Neyse kuzgunlar, hala Lizbon’da bir simge…
Hemen o civarda bir kilise daha var: Igreja de Santo Antonio… Şehrin en sevilen azizi için 18 yüzyılda yapılan kiliseden unutamadığım anı ise, ben girdiğimde ayin yapılıyor olmasıydı ve ayin Arapçaydı. Ben bir açık kapı bırakayım; belki de ben bir hayal gördüm ama bilinçaltımda Arapçayla ilgili ne olabilir ki, bilemedim. Kilise yanında Saint Antonio’ya adanmış bir müzecik var, lütfen girmeyin. Daha yolumuz var ve bu nedir canım artık, her kırık tabak için müze mi kurulur…
Bölgedeki kiliseleri gezmeye devam edelim. Sırada Sao Vincente de Fora var. 16 yüzyılda İspanyol egemenliği sırasında yapılan Kilisenin yanındaki manastır da özel ilgiyi hak ediyor. Kilise de bir çok Portekiz kralının mezarı da bulunmakta. Bu ayrı bir cazibe katıyor mu, bilemem ama duvar seramikleri, tavan süslemeleri harika, hatta denizci milletiz deyip deniz altı panoraması bile yapmışlar. Bunlar yetmedi mi; kilisenin terasına çıkın ve harika Lizbon manzarasına bakın.
Ve Santa Engracia Kilisesi. Bembeyaz görüntüsüyle büyüleyici, 1682’de yapımına başlanmış, 1966’da ancak bitirilmiş.
Bu durumda (süre ve ortaya çıkan sonuç hesap edilirse) Barselona’da Gaudi’nin başladığı Sacra de Familia’ya laf etmemek lazım. Bu kilisede daha yakın tarihte ölmüş kişilerin mezarları bulunuyor, Fado kraliçesi Amalia Rodrigues gibi…
Nihayet Kale…Uzun dönemeçli yollardan çıkılıp bir kapı ile kaleye giriliyor.
Aynı yerdeki Mağrip kalesi 1174 yılında şehrin Portekizliler ve Haçlılar tarafından alınmasından sonra yapılan katkılarla biçimlenmiş. On kuleli, dikdörtgen yapıdaki Kale, 14 ve 16 yüzyılları arasında Portekiz krallarının ikametgahıymış ama bunu gösteren bir ihtişama rastlamadım. Buranın en muhteşem yanı, manzarası. Mirador denilen seyir terasında soluklanıp sorabilirim, sana bir tepeden baktım Aziz Lizbon, sevmediğim bir yerin var mı acaba diye ama karşımda Belem ve Jeronimos Manastırı dururken ve henüz oraları görmemişken, daha bu sorunun cevabını vermenin zamanı gelmedi diye düşünüyorum. Kale civarında bir sürü antika dükkanı var, ilgilenenler zaman ayırabilirler buraya.
İnerken yolda Portekiz’in farklı dönemlerine ait çinilerinin sergilendiği Museu Nacional do Azulejo var; çiniler her yerde, bence bakmanıza gerek yok. Ayrıca İngreja do Menino Kilisesi’nden geçeceksiniz, yine bakmanıza gerek yok.
İniş sırasında Alfama’da biraz dolaşın, ara sokaklarına dalın; burası eski şehir, tarihi 12 yüzyıla kadar gidiyor. En parlak dönemini Mağripliler zamanında yaşadıktan sonra esnaflara terkedilen, şimdilerde fado lokantalarıyla ün yapan bölge. Buradaki binaların hiç biri, Hristiyanların Lizbon’u Mağriplilerden geri almasından sonraya ait değilmiş, o kadar eski… Akşamları burada fado gösterileri oluyor. Fado gösterilerinin de yapıldığı evlerin dışı genelde çinilerle kaplı. Fado, denizci kocalarını kaybeden kadınların yaktıkları ağıtlardan doğan ve tarihi 19. yüzyıla kadar giden bir halk müziği türü. Bizim ağıtlar, uzun havalar, arabesk karışımı bir tınısı var, dili bilmeseniz de yüreğinize işliyor, hüznü duyuyorsunuz. Ben gitmedim, o sıralarda günün yorgunluğunu Lizbon gecelerine akarak üzerimden atmaya çabalıyordum, hiç gama, kedere gelecek halim yoktu. Hem bizde bunun daha acılısı var; arabesk… Arabeski lümpen buluyorsanız, Sezen Aksu ‘Sen Ağlama’ diye bir başlasın, bakalım hangi fado şarkıcısı mendiline sarılmaz. Damarlarımızda acı, hüzün var; burada biraz Lizbon’un şen şatır akışına kapılalım…
Aslında itirafım var; evet, o saatlerde ben şehrin başka yerlerinde, Bairro Alto’da hayatın zevk ve renklerine dalmış oluyordum ama aslında Bairro Alto’da da fado barlar var, hatta yine Bairro Alto’da fado tiyatrosu var, akşam 7 ve 9 da iki gösteri yapılıyor. Em azından fikir sahibi olmak için gidilebilirdi ama Bairro Alto’da çok baştan çıkarıcı canım, yolda 4-5 Euroya kocaman mojito kavanozlarına (resmen kavanoz) nasıl karşı koyayım ben…
Böylece Bairro Alto’ya gelmiş olduk. Hazır fadodan bahsederken belirteyim, buradaki Cafe Luso, ünlü fado sanatçısı Amalia Rodriguez’in seneler önce sahne aldığı yer. Ancak iyi yorumlar olduğu gibi, kötü yorumlar da var mekanla ilgili, takdir sizin. Bu bölgede bir çok fado klubü var, barlar, lokantalar, neler neler… Şehrin cehenneme en yakın bölgesi diyeyim, siz anlayın… Bölgenin içlerine girmekten çekinmeyin, gayet güvenli bir şehir. Burası şehrin daha bohem bir bölgesi ama iş yerleri, alış veriş yerleri mevcut.
Bairro Alto’nun üstünde de bir kilise var; Basilica Estrela...
Mezarı da kilisede bulunan Kralie I Maria tarafından 1790‘da yaptırılan Kilise, neoklasik tarzda ama rokoko, ne rokokosu, resmen rüküş, beyaz kubbeleri Lizbon’a damgasını vuruyor.
Bairro Alto ile Baixa arasında şehrin en şık bölgelerinden Chiado var; alışveriş yapmak, rahat-şık kafelerde oturmak, zarif lokantalarda yemek yemek isterseniz sokakları araştırın. Ayrıca apansız acaip indirim yapan dükkanlarda lalique, moser, herend kristalleri, porselenleri gayet ucuz karşınıza çıkabilir. Ben bir dondurma alarak, dondurmanın gül şekline hayran, baka yalaya, sokaklar arasından geçip Museu do Chiado’ya varıyorum.
19 yüzyıldan kalma bir bisküvi fabrikasına kurulan Museu do Chiado, daha çok Portekizli modern sanatçıların eserlerini barındırıyor.
Ben modern sanattan pek anlamam; baktım, baktım, bir de siz bakın…
Chiado’dan nehir kenarına inerken Cais do Sodre’ye varıyoruz. Burası daha köhne bir yer ancak yeni yeni (bizim Karaköy hesabı) şık kafeler, lokantalar görülmekte… Praça do Comercio’dan buraya yürürseniz önce harika mozaik kaldırımlı ve yılankavi sütunuyla Plaça do Minicipio’ya varırsınız. Burada şehirdeki en güzel binalardan biri olan belediye binası da bulunmaktadır. Biraz ilerde, Cais do Sodre’den nehrin karşı kıyısına kalkan feribotların durağı bulunmakta.
Ama benim bu bölgedeki en favori mekanım TimeOut…Av. de 24 Julho Bulvarı’nda Sais do Sodre metro durağının karşı çaprazındaki bu bina, her türlü yiyeceğin, içeceğin satıldığı, neşeli, renkli bir yer, kocaman bir yiyecek akvaryumu. Lizbon’da özlediğim mekanların başında gelir burası, orada da balık ve deniz ürünleri lokantası Azul. Hem çalışanlar çok sıcakkanlı, hem yiyecekler güzel, hem atmosfer harika; daha ne olsun, bir de üstüne bir deniz ürünü tabağı getirdiler ki sanki okyanusu koymuşlar içine…
İnsanın parmak aralarına karidesleri, ahtapotları, kalamarları takıp yiyesi geliyor (Bu da benim fantazilerimin dönüştüğü hal, parmak arasına karides, kalamar takmaca; nereden nereye…)
Ben karşıya geçmedim, dolayısıyla Cristo Rei görmedim, en azından yakından yoksa o muazzam heykeli görmemek mümkün değil. Cais do Sodre’de Elevador de Bica ile Bica’ya çıkabilirsiniz.
Ama ben Chiado’dan Bairro Alto’ya geçip bir buçuk kilise daha göreceğim.
Igreja de Sao Roque, 6 yüzyıldan kalma, dışı taş surat, gösterişsiz bir kilise ama içi oymalar, işlemeler, ayrıntılarla donatılmış bambaşka bir yer, bir de müzesi var, bence uğranılması gereken bir yer.
Buçuk kilise ise, bir manastır kalıntısı; Convento do Carmo. 15 yüzyılda yapılan kilise 1755 depreminde kısmen yıkılmış ama ortada kalan gotik kemerleri, gayet haşmetli.
Mekanda Portekiz tarihinden bazı kişilerin lahitleri var ama daha tuhafı, Kolomb öncesi dönemden iki mumya çömelmiş olarak cam bir sütunun içinden bize bakması. Ürpertici.
Daha sonra yolumuz 17 yüzyıldan kalma bir sarayda bulunan Museu Nacional de Arte Antiga yani Milli Müze’ye varıyor. Burada Portekiz ressamları yanında 14 yüzyıldan bugüne Avrupa sanatçılarının da eserleri sergilenmekte. Müze’de yok yok; Türk çinileri, gotik Hristiyan freskleri, Çin hanedanlarının porselenleri, Japon paravanları… Hayret, Mısır’dan mumya getirmemişler (O Convento do Carmo’ya kısmet olmuş, hem de mumyanın ayağı dışarıda kalarak). Ama Müzenin en güzel yerlerinden biri de nehre karşı manzarası.
Nehir boyunca yürürken Museu do Oriente’nin önünden geçiliyor ama ben girmedim, Portekiz’de de Çin porseleni görmeyeyim daha fazla artık. Yolda karşınıza çıkan uçak heykeli, 1922 yılında Lizbon-Rio de Janerio arasında ilk uçuşu gerçekleştiren iki Portekizli pilot anısına yapılmış; Portekizliler yola, köprüye değil heykellere para harcamışlar yani…Tersaneleri ve 1966 yılında açılan ve karşı kıyıya bağlanan Ponte 25 de Abril (25 Nisan Köprüsü)’in yanından geçip Belem’e doğru ilerliyorum. Belem’e gelmeden önce Padrao dos Descombrimentos (Keşifler Anıtı)’dan geçiyorum. 54 metrelik heykel Portekiz’in denizci ve kaşif kimliğine vurgu yapmakta ve bir dizi Portekiz denizci karakterini barındırmakta, en önde de Vasco da Gama olduğunu düşündüğüm bir kaşif elinde bir gemi ile nehre doğru bakmakta.
Torre Belem ise, 16 yüzyıl başında Tejo Nehri’nin girişini korumak için yapılmış bir kale. Mağrip etkisini de taşıyan kuledeki haç motifi, Tapınak Şövalyelerinin simgesi olan haçmış, bilgilerinize.
Bence Kule’nin en güzel yanı bir dizi boş odadan ya da topların tüfeklerin sergilendiği alanlardan geçilip çıkılan terastaki manzara. Belem’in bir yanı denize bakıyor, bir yanı da çok hareketli, yemyeşil bir meydana.
Şimdi de belki de Lizbon’un en çarpıcı noktasında, Mosterio dos Jeronimos sırada… 1500’lerin başına tarihlenen Manastır ve Kilise, Vasco de Gama’nın Hindistan’a yolculuğuna karşı bir adak olarak inşa edilmiş…
Manueline tarzındaymış, anladığım kadarıyla manueline, Portekiz usulü gotik tarz diye özetlenebiliyor.
Tarzını bilemem ama açılmış bir ağzın üst çenesi gibi duran, taş işçiliğinin hünerleriyle dolu giriş kapısı bizi, çiniler, işlenmiş taşlar, heykeller ve resimlerle süslü çok etkileyici bir mabede davet ediyor.
Manastırın içi bazen sakin bazen dalgalı bir deniz gibi; hayatın sakinliği de sertliği de, İsa’nın acıları da, inancın huzuru da hissediliyor. Ayrıca Kilisenin içinde kaşif Vasco de Gama ve şair Luis de Camoes’nin mezarları var. Kilisenin avlusu geziliyor ama üst kat odalarına giriş yok.
Burada bir tatlı molası vermenin tam zamanı. Pastais de Belem’e girin ve pastane adı ile anılan ancak şehir genelinde pasteis nata olarak da bilinen, milföy hamuru ve kremadan oluşan pastadan tadın. Pastanenin kendisi bir görülmeye değer. Duvarları değişik seramiklerle kaplı, odaları labirent gibi birbirine geçişli olan bir yer. Tatlı ise denemeye değer ama özleyeceğim bir şey değil.
Lizbon’da parklara geniş alanlar ayrılmış. Bairro Alto’daki Botanik Park muhteşem ama Şehrin en güzel parkı Parque Eduardo.
Lizbon’la İstanbul arasında benzerliklerle başladık yazımıza; yedi tepeli şehir, burada bırakılan gonca güller, şehri iki kıyıya ayıran boğaz/nehir (Tajo nehri bir boğaz kadar görkemli ancak düz, bizim Boğazın kıvrımları, sürprizleri yok), boğaz üstündeki asma köprüler, şehrin karmaşası, neşesi, kendi kültürünün oluşu, daha da önemlisi ikisinin de bir imparatorluk başkenti oluşu… Hepsi doğru, ama bir de müze var ki bu benzerliği bir yaşanmışlıkla taçlandırıyor:
Gülbekyan (Gulbenkian) Müzesi… Gülbekyan, İstanbul’da varlıklı bir Ermeni ailesinin evladı, 1869’da doğmuş, petrol ticareti ile servetine servet katmış ve bu serveti sanat eserlerine yatırmış. Yerleştiği İngiltere’den 2.Dünya Savaşı’nda Türk asıllı olması nedeniyle İngiltere tarafından sınır dışı edilen Gülbekyan’a, Portekiz sahip çıkmış, 1942 ile 1955 arasında dünyanın sayılı sanat kolleksiyonunu oluşturmuş ve söylenene göre, ölümünden sonra bu eserlerin Türkiye’de tek bir mekanda sergilenmesini istemiş, Petrol ticaretinden aldığı komisyondan dolayı adı ‘yüzde on’a çıkan Gülbekyan’ın bu teklifi Türkiye tarafından kabul edilmeyince eserler Portekiz’e kalmış.
Müzede, her dönemden az da olsa bir şeyler var; eski Mısır’dan antik Roma’ya, Çin porselenlerinden Türk çinilerine, 19. yüzyıl Avrupa resim akımlarından örneklerden Fransa saltanat dönemi mobilyalarına, dönem porselen eşyalardan art nouveau takılara kadar…
Lizbon’un en çok hoşuma giden özelliklerinden biri de kaldırımları; siyah-beyaz taşlarla döşenmiş kaldırımlar kendi başına bir sanat eseri adeta.
Alışveriş de önemli; Vasco De Gama alışveriş merkezi, devasa Centro Colombo tercih edilebilir ama dediğim gibi sokaklardaki dükkanlarda da baştan çıkarıcı indirimlere rastlayabilirsiniz.
Lizbon’da bir çok caddeden geçtim, parkta soluklandım, sokaklarında dolandım, kiliselerine girdim; burada yazdıklarım bunlardan geriye kalanlar… Bir imparatorluk şehri, en parlak dönemi 15-17 yüzyıllar arasında ama imparatorluk döneminden kalanlardan çok şimdiyi yaşayan Lizbon ilginç geldi bana… İnsanın kendini evinde gibi hissettiği bir yer; mozaik gibi işlenmiş kaldırımları, art nouveau yapıları, çini kaplı binaları, tramvayları, tepeleri, coşkusu, eğlencesi ile tekrar gitmek isteyeceğim, özlediğim bir şehir oldu Lizbon. Gücüm ve vaktim olsa Kale’de Mirador’a gider ve sana bir tepeden baktım aziz Lizbon, hala görmediğim ve bilmediğim yerlerin olabilir ama ben seni çok sevdim, derdim.
Gilindere (Aynalı Göl) Mağarası, Akdeniz kıyısında, Mersin’e bağlı Aydıncık ilçesine 7,5 kilometre uzaklıkta deniz kenarında bir doğa harikası. Hem denizden hem karadan ulaşılabilen bir mağara, çok etkileyici bir oluşum. İçinde dolaşırken başka bir boyuta geçmiş gibi hissediyorsunuz.. Doğanın eli ile 30 milyon yılda yaratılmış. Tek kelime ile büyüleyici.
Mağara kirpi peşinde koşan iki çoban tarafından 1999 yılında bulunmuş. Temmuz 2014 tarihinde ise karadan mağaraya giriş ve mağara içinde yürüyebilmek için demir merdivenler yapılmış ve mağara ziyarete açılmış. Her ne kadar 550 basamak inseniz de mağara rahatlıkla dolaşılabiliyor.
Gilindere Mağarası’nı video ile gezmek isterseniz.
Mağaranın toplam uzunluğu 555 metre, kaynak konumlu polijenik konumlu bir mağara.
Girişte bir ana salon, ana galeriden sonra birçok salon ve oda yer alıyor.
Mağaranın sonunda sizi bir göl karşılıyor. Gölün genişliği 18-30 metre, uzunluğu 140 metre ve derinliği 5 ile 47 metre arasında değişmektedir. Gölün parlaklığı nedeni ile mağara Aynalı Göl diye adlandırılıyor. Göl denize açılmamasına rağmen göl suyu hem tatlı hem tuzlu.
Mağarada her çeşit damla taş oluşumları, sarkıt, dikit, sütun, duvar, perde damla taşlar, akma taşlar görünüyor.
Mağaranın ısısı korunaklı olduğu için mevsime göre çok farklılık göstermiyormuş. Ancak içerisi çok nemli bu nedenle yanınıza yedek kıyafet almanız önerilir.
Mağarada yaşayan canlılar olarak yarasalar görülüyor.
Bir film stüdyosu gibi, renkli, farklı, etkileyici mağaraya yolunuzu düşürmenizi öneriyorum.
Bu yazımızda Japonya Wakayama şehrindeki önemli tapınaklardan biri Kimiidera Tapınağı’nı ziyaret edeceğiz. Wakayama, Osaka Körfezi’ne ve Büyük Okyanus’a kıyısı olan küçük bir şehir. Dağlık alanlarıyla doğası çok zengin. Ormanla kaplı dağlarda ağaçların arasında Koyasan diye adlandırılan bölge, Budizme ve Sinturizme inananların hac yeri. Ağaçlarla kaplı ormanda tepede sayısız tapınaklar ve mezarlık var. Burası ölen kişilerin yakıldıktan sonra alınan boyun kemiklerinin bir bölümünün saklandığı küçük seramik kavanozların konulduğu mezarlığın da olduğu kutsal bir bölge.
Wakayama ve Kimiidera’ya dönelim. Wakayama’nın temiz plajları denize girmek için ideal. Dağ evleri var, yaylaya çıkar gibi yazın insanlar serinlemek için buraya giderler. Bölgeyi bizim Akdeniz bölgesine benzetirim, mandalina ağaçları ile kaplı alanları görünce. Şeftalisi de meşhur. Sanayiden çok tarıma önem verilen bir şehir.
Şehir merkezinde Kishu Tökügawa ailesinin eskiden yaşadığı bir kale var. Çevresindeki park baharda SAKURA, kiraz çiçekleri ile kaplanır. Sonbaharda ise renk cümbüşüne dönüşür.
Kimiidera Tapınağı, hac yeri gibi ziyaret edilen, önemli ve şehir merkezine en yakın tapınaklardan biri. Tapınak, fazla yüksek olmayan tepede ağaçlar arasına gizlenmiş irili ufaklı birçok tapınağın olduğu bir bölgede bulunuyor. Yakınındaki yoldan geçerken ağaçlar arasında kırmızı çatı kıvrımları ile hemen gözünüze çarpıyor ve bir an önce bu gizemli yere ulaşmak istiyorsunuz. Merdiven çıkmakta güçlük çekerseniz merak etmeyin tepeye yakın yerde otopark var. Aracınızı park ettikten sonra biraz çabayla tapınağa ulaşabilirsiniz. Eğer nefesinize güveniyorsanız “ha gayret !” tepeye tırmanmak için dik 231 basamaklı merdivenler sizi bekliyor. Hediyelik eşya ile yöresel yiyeceklerin satıldığı alandan sonra merdivenle kısa bir tırmanış daha yapılarak giriş kapısına ulaşılıyor.
Tapınak sekizinci yüzyılda İkö Shonin tarafından kurulmuş ve o zamanlar 500 civarında Monk yaşarmış, şimdilerde sayıları çok azalmış. Merdivenle çıkan yolun iki tarafı Sakura, kiraz ağaçları ile kaplı. Baharda giderseniz sakuralar tüm yorgunluğunuzu unutturuyor. Bir önemli özelliği de Japonya baharında en erken açan Sakura ağacının burada gizli olması …
Ayrıca tepeye tırmanırken dağdan akan sulardan oluşan küçük su kanalları var. Yine yol kenarındaki irili ufaklı küçük taş heykeller çok sevimli. Merdivenlerin duygulu bir hikayesi de var. Edo döneminde bir delikanlı annesini sırtına almış, merdivenleri tırmanmaya başlamış ve yolun yarısında parmaklı terliklerinin ipi kopmuş, yol üstündeki küçük tapınaklardan birindeki rahibin kızı o terliği tamir etmiş. Birbirine aşık olan iki genç sonra evlenmişler. Genç küçük bir iş adamı iken bu evlilik sonrası işleri daha da düzelmiş ve zengin olmuş. O nedenle “şans merdiveni” olarak da ünlü. En yüksek yerdeki tapınağa giderken yol kenarında irili ufaklı heykeller var ama asıl buda imajı tapınağın içinde, oldukça büyük. İçeri girmek ve dokunmak diğer tapınaklardaki gibi yasak. Tapınağın giriş kapısındaki kocaman zili urganla sallayıp geldiğinizi haber verir iki elinizi göğüs hizasında birleştirip duanızı edersiniz. Tapınağın önünde tütsünüzü yakıp dileğinizi dilersiniz.
Ortada kuyudan çıkan suyun tadı da çok güzel . Özellikle çay töreninde kuyu suyu kullanılıyor ve bu su çaya özel bir tat katıyor. Tapınaktan şehrin bir bölümünü ve denizi görmek mümkün. Tapınak ziyaretiniz sonrası, ilerideki eğlence parkı ve balık pazarı da görülmeye değer. Eğer çiğ balık yemekte sorununuz yoksa yeni yakalanmış som balıklarını küçük dilimlerde tadabilirsiniz. Tapınak ayrıca hasta olanların ziyaret ettiği bir yer. İşte başarılı olmak, okulda başarılı olmak, sağlıklı yaşamak, kazadan korunmak gibi değişik dilekler için hazırlanmış “omamori” alabilirsiniz.
Sağlık ve başarı konusunda dayanılacak bir şey arama “umut” her dinde var. Ben göğüs ağrılarına şifa olsun diye omamorilerden kalp şeklinde olanını aldım.
Umarım bir gün yolunuz bu taraflara düşer de benim deneyimlerimi kendiniz yaşar, gözlemlersiniz…
Horasan erenlerinin, Attar’ın, Hacı Bektaşi Veli’nin, Mevlana’nın, Şemsi Tebrizi’nin, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun, Ömer Hayyam’ın, Nizam-ül Mülk’ün, Hasan Sabbah’ın, Alamut kalesinin, İmam Rıza’nın, Firdevsi’nin, Şehriyar’ın, 1001 gece masallarının diyarında, neredeyse masal tadında bir geziyi anlatacağım size. Düne, geçmişe bir yolculuk bu…
İran çok büyük bir ülke, yüz ölçümü Türkiye’nin iki katından fazla. Bu kadar büyük bir ülkeyi tek seferde gezmek hem uzun zaman alacağından, hem de çok yorucu olacağından, tur programları iki etaplı yapılıyor. Güney İran’a gidebileceğiniz gezi alternatifi bulmak nispeten kolay, ama kuzey İran için yok denecek kadar sınırlı. Biz grubumuzla gezerken, Hazar Denizi kıyılarındaki beş altı kişilik Alman kafile dışında hiç turist görmedik.
Yıllar önce güney İran’a yaptığım gezi sonrası estetik, zarafet, mimari, geçmişe saygı ve kadim bir kültürün her unsurunun korunmuş olması beni çok etkilemişti.
Şairleri ve zarif mimarisi ile aşkın ve şiirin kenti Şiraz, büyük meydanı ve görkemli köprüsü ile İsfahan, yasemin kokan sokakları ve sarı çöl mimarisi ile Yezd, Zerdüşt tapınakları ve ölülerin bırakıldığı sessizlik kuleleri, Persapolis beni başka bir dünyaya götürmüştü sanki.
Kuzey İran ise Türkçe konuşarak gezebileceğiniz, yolda insanların sizi çevirip hatırınızı soracakları, sarılacakları, hatta evlerine davet edecekleri çok bizden bir yer. Alışveriş merkezlerinin olmadığı ya da çok sınırlı olduğu, her ilde çarşı kavramının yaşadığı, yan yana küçük dükkanlardan ihtiyacınız olan her şeyi bulabileceğiniz, sokaklarda insanların ailecek dolaştığı, parklarda çoluk çocuk piknik yaptığı (mangal değil), hani neredeyse bizim 1970 lerdeki aile ve sosyal hayatımıza benzer yapının devam ettiği, suratı asık mutsuz depresif insanlar yerine, kendileriyle barışık dimdik yürüyen insanların yaşadığı bir coğrafya. Kadınların başı örtülü ama bu sadece başın üzerinde bir örtü, son derece öz güvenli, çok şık ve bakımlı kadınlar. Gözleri çok güzel ve muhteşem göz makyajı ile bunu daha da belirgin kılıyorlar.
Yazıda, gezdiğimiz mekanlara ve önemli kişilere ilişkin rehberimizin aktardığı (biraz da benim araştırdığım) bazı bilgiler ve efsanelere de yer verdim, ama bunlar meraklısınadır, ilginizi çekmez ise atlayarak okumanızı öneririm.
Tebriz
Gezimiz Tebriz’den başlıyor. Doğu Azerbaycan Eyaleti’nin (İran’da 31 eyalet var) başşehri. Nüfus olarak İran’ın dördüncü büyük şehri, sanayi bakımından ise İran’ın ikinci büyük şehri Tebriz. Nüfus çoğunluğunu Azerbeycan Türkleri oluşturuyor. Azerice konuşuluyor, sokaktaki herkes ile Türkçe iletişim kurabiliyorsunuz ve çok yardımsever davranıyorlar.
Meraklısına; Azerilerden sonra İran’da yaşayan en kalabalık ve göçebe olan Türk topluluğu Kaşkay Türkleri imiş. Kültürleri hiç bozulmamış, kıyafetleri otantik ve konuştukları dil Anadolu Türkçesine çok yakınmış. Nissan 2006 da çıkardığı modeline; Kaşkay Türklerine atfen, en bozulmamış ve güçlü marka imajı olarak Qashqai adını vermiş. Tasarımcılar, alıcıların da göçebe ruhlu olacağını vurgulamak istemiş.
Tebriz geçmişte bir sancak, veliahtlar şehri imiş. 1200’lü yıllarda İlhanlıların başkenti olmuş. Karakoyunlular, Akkoyunlular, Safeviler, Osmanlılar, Avşarlar, Ruslar, Pehleviler, Azeriler arasında el değiştirdikten sonra, İran İslam Cumhuriyeti’ne dahil olmuş. Bu köklü devletlerin tümü Tebriz’de çok büyük imar faaliyetlerinde bulunmuş, ancak deprem bölgesi olduğundan tarihi eserlerin çoğu yıkılmış, ayakta kalabilenler ise ciddi hasar görmüş.
İran’ın her yerinde şehitlerin resimleri ve şehitler için anıtlar görmek mümkün. Tebriz sokaklarında gezerken gördüğümüz bu duvar ilanının, bir cenaze duyurusu olduğunu öğrendik. Vefat eden bir kadın, ama duyuruda şehit oğlunun resmi var ve “şehit….. nın annesi ….. vefat etmiştir” şeklinde kamuoyuna duyurulmuş.
Şehir Müzesi
Bu müzenin giriş katında Tebriz’de geçmişte kullanılmış objeler sergileniyor. Aydınlatma, ayakkabı, sağlık, itfaiye, film ve baskı gibi alanlarda kullanılmış cihazların ilk hali sergilenmekte.
Üst katta ise dev büyüklükte İran halılarının olduğu bir salon var. Halıların renkleri ve desenleri tablo duygusu verecek kadar gerçekçi.
?
Azerbeycan Milli Müzesi
Çoğunlukla İran Azerbeycan’ındaki kazılardan çıkan eserlerin sergilendiği müze üç kattan oluşuyor. Müzenin giriş katında arkeolojik buluntular sergileniyor. İyi aydınlatılmış ve eserler modern müzecilik anlayışı ile sergilenmiş.
Giriş katın altındaki salonda insanlık tarihine ve bazı olaylara ilişkin dev heykeller ile canlandırma yapılmış. İlk önce ürkütücü geldi, ama sonra heykeller ile yapılmış kompozisyon gibi eserler çok etkiledi beni. Heykellerin yüzlerindeki ifade neredeyse biraz sonra canlanıp ses çıkaracaklarmışçasına gerçekçiydi.
Girişin üstündeki katta ise İslam sonrası eserler sergilenmekte.
Şair Şehriyar’ın Evi
Seyid Muhammed Hüseyin Behçet-Tebrizi (1906 Tebriz- 1988 Tahran) şiirlerinde Şehriyar mahlasını kullanan Azeri bir şair. Şiirlerinde kullandığı duru Türkçe ile tanınıyor. Haydar babaya hitaben yazdığı şiirler bir dağ ile dertleşme imiş. Müze olan evin içindeki eşyalardan mütevazı yaşamının izlerini görmek mümkün.
Aşağıda yer alan dörtlüğü hem yalın anlatımı ile hem de içerdiği derin anlam ile ilgi çekici.
Su gelir akar gider
Deryanı yıkar gider
Bu dünya bir penceredir
Her gelen bakar gider
Biz de Tebriz’de dünya penceresinden şöyle bir bakıp geçtik…
Gök Mescit
Karakoyunlu Cihan Şah tarafından 1465-66 yıllarında yaptırılmış. En büyük özelliği binanın içini ve dışını süsleyen mavi rengin yoğun kullanıldığı çiniler imiş. Depremler sonucu büyük ölçüde yıkılmış, yıkılmayan bölümlerde ise duvar çinilerinin bir kısmı düşmüş. Bu harabe hali ile bile çok görkemli ve etkileyici bir yapı.
Gece Tebriz, ışıl ışıl vitrinli dükkanları ve kalabalık sokakları ile çok hareketli idi.
Otantik bir restoranda; üzerinde küçük nar taneleri gibi (zeliş) tatlı ekşi tadı olan, daha önce hiç yemediğim bir meyvenin bolca kullanıldığı yaprak sarması ve şekli içli köfteye benzeyen ama tadı daha baharatlı ve içinde erik (köftenin ortasında) olan tebriz köfte yedik.
Kurban bayramı öncesi arefe gecesini Tebriz’de geçiriyorduk. Otobüs ile gece yaptığımız şehir turu sırasında bu büyük şehirde; yoğun trafik, rengarenk meydanlar, sokaklarda her yaştan yürüyen insanlar, görkemli konutlar, ağaçlandırılmış refüjlerden geçerek Elgölü (Şahgölü) denilen bir parka geldik. Kaçar Hanedanlığı zamanında yazlık saray olarak da kullanılmış konaktan ve konağın içinde bulunduğu gölden oluşan parkta, göl etrafında yürüyüş yapmak ve etraftaki irili ufaklı restoranlarda yemek yemek mümkün. Gölün üzerinde rengarenk ışıklandırılmış fıskiyeler gece karanlığında dans ediyordu. Etrafta ailecek dolaşan kalabalık bir insan seli içinde yürürken, 70’li yıllardaki Ankara gençlik parkını hatırlattığını düşündüm.
Erdebil
Tebriz’den yaklaşık 216 km mesafede. Modern görünümüne Ahmedi Nejat döneminde gelmiş. Aşure ve Şii ritüellerinin en yoğun yaşandığı şehirmiş.
?
Shaikh Safi al-din Ardabili türbesine, önünde güvenlik görevlilerinin olduğu görkemli kemerli bir kapıdan giriliyor.
Bakımlı, rengarenk güllerin olduğu bir bahçe karşılıyor bizi, buradan geçip yine görkemli ahşap kapıdan büyük bir avluya girdiğimizde “hadi canım” diye hayret nidaları duyuluyor herkesten.
Gökyüzü mavi ve dört bir yanımızın mavi yoğunluklu seramik duvarlardan oluştuğu bir avludayız. Biraz ilerde, mavi çiniler ile sarı taşın birlikte kullanıldığı kubbeli zarif bir yapı var. Fotoğraf karesine sığmayan, daha doğrusu bütününü fotoğraf ile yansıtamayacağınız (benim gibi acemi için) bir avlu burası. Avluya açılan çok sayıda odacık kapısı görünüyor. Bunlardan birisi çilehane olarak kullanılıyormuş. Kuzey İran’da en etkilendiğim mekanlardan biriydi burası. Daha avludayken bir sükunet ve huzur kapladı içimi.
?
Türbenin içine (ayakkabılarımızı çıkararak) girdiğimizde, avludaki mavi renkten sonra kahverengi ve sarının tonları ile altın pırıltısı gözlerimi kamaştırdı. Yapının kubbesi irili ufaklı altın yaldızlı bezemeler ile donatılmış, tam karşıda muhtemelen altın kafeslerden oluşmuş bir paravanın arkasında ahşap oymalı bir sanduka görünüyor. Bu Şeyhin sandukası. Kadın ve erkekler saygılı bir biçimde yaklaşıp kafeslere ellerini sürüp dua ediyor ve sırtlarını dönmeden uzaklaşıyorlardı.
Bu mekanın yan tarafında çok küçük bir bölümde ise Şah İsmail’in kabri bulunuyor.
Bu mekandan alçak bir kapı ile girilen yan tarafta başka bir sürpriz var. Büyük bir salon burası, duvarlar ve kubbeli tavan irili ufaklı nişlerden oluşuyor. Geçmişte Çin imparatorunun gönderdiği farklı büyüklükteki 1200 porselen obje bu nişlerde sergileniyor ve saklanıyormuş. Zaman içinde (depremlerin de etkisi ile) bu porselenler kırılmış, şimdi cam vitrinlerin içinde sergilenen porselen objeler o dönemden kalma değilmiş.
?
?
Bu bölümde bir cam vitrinin içinde 14. Yüzyıldan kalma Şeyh Safi al-din Ardabili’nin hırkası ve el yazması Kuran’lar da sergileniyor.
Çıkıştaki küçük dükkanlardan buraya özgü ve şifalı olduğuna inanılan kara helva yedik. Baharatlı bir tatlıydı bu (mesir macununda olduğu gibi).
Meraklısına; Zerdüşt, “Avesta” kitabını Savalan dağlarında yazmış ve dinini Erdebil’de tebliğ etmeye başlamış.
Meraklısına; Shaikh Safi al-din Ardabili (1252-1337) Safevi Hanedanına ismini veren ve Şah İsmail’in atası olan din alimi. 13.yüzyılın büyük bir sufisi olan Zahid Gilani’nin damadı ve halefi imiş. Fars, Kürt ve Türk olduğuna ilişkin rivayetler bulunmakta.
Sadece alt ve orta sınıfları değil Moğol hükümdarlarını da dini bilgisi ile etkilemiş ve onlardan hürmet görmüş. Hatta bu etkisi yüzünden, Şeyhin Moğol hükümdarının elinden bir çok insanı kurtardığı rivayet edilmekteymiş.
Bahçede avluları ayıran bu kapının iç kısmında devasa bir zincir asılı. Rehberimizden öğrendiğimize göre, İran’da Cuma namazı her camide kılınmıyormuş. Devlet adamları ile birlikte sosyalleşmeyi ve adaleti sağlamak için sadece büyük camilerde kılınıyormuş ve kapısına da bu zincir asılıyormuş geçmişten beri. Bu zincirler, devlet adamlarının (geçmişte atıyla bile gelse), eğilerek içeri girmesini sağlıyormuş.
Erdebil’i gezdikten sonra, yağmurlu bir havada dağ yollarından geçerek Anzali’ye giderken bayramın ilk günü idi (orada zaten bir gün bayram kutlanıyormuş ve bir gün tatilmiş). Dağlarda minik çadırlar kurmuş aileler piknik yapıyordu.
Dağın tepelerinde bir çay bahçesinde mola verdiğimizde, sisler arasından görünen manzara büyüleyici ve hava da insanın ruhunu arındıracak kadar temizdi.
Bu yolda Azerbaycan sınırına ve dikenli tellere paralel geçtik. Yol üzerinde gördüğümüz Astara şehrinde çok geniş yollar ve modern binalar vardı. Burası Azerbaycan ile serbest ticaret bölgesi olduğundan ticaretin çok gelişmiş olduğu bir eyalet merkezi imiş.
Anzali Hazar Kıyıları
Bahri Hazer şiiri- 1928
Ufuklardan ufuklara Ordu ordu köpüklü mor dalgalar koşuyordu; Hazer rüzgârların dilini konuşuyor balam, Konuşup coşuyordu! Kim demiş “çört vazmi!” Hazer ölü bir göle benzer! Uçsuz bucaksız başı boş tuzlu bir sudur Hazer! Hazerde dost gezer, e…..y!.. Düşman gezer! …………..
Nazım Hikmet
Gece Hazar’ın görüntüsü, aynen Nazım Hikmet’in yukarıda giriş bölümüne yer verilen şiirinde anlattığı gibi ürkütücü idi, dost mu düşman mı olduğunu kestiremediğiniz dev dalgalar köpürerek kıyıya vuruyor, Hazar, sonsuz bir karanlık gibi görünüyordu.
Sabah ise gri göl-deniz daha sakin dalgalar ile erimiş gümüş gibi görünüyordu. Hazar’a karşı çay keyfi yapıp vedalaştık.
Sonra Anzar sokaklarında Türkçe konuşan sıcacık insanların arasında dolaştık.
Şehrin ortasındaki şehitlikte, şehitlerinin isim ve fotoğrafları vardı. Gencecik ölmüş insanlar içimizi sızlattı, kendi ülkemizin şehitlerini de minnetle andık.
Balık pazarı; yeni tutulmuş balıkları, sarımsak turşuları, ceviz büyüklüğünde ama çok sulu limonları ve kesilmeyi bekleyen tavukları ile masallardan çıkmış gibiydi.
Masooleh
İran’ın pirinç merkezi (ince uzun basmati pirinci) Rasth’dan geçerek vardığımız, tarihi Masooleh dağ köyünün girişinde büyük bir araba park yerinde inip (otobüsler çıkmıyor yollar dar olduğu için) yürüyerek tırmanmaya başladık dik ve virajlı dağ yoluna.
Bir tarafımızda suları köpürerek akan bir nehir, karşımızda büyük bir köprü vardı. Köprünün arkasında, ağaçlar içinde uzaktan bakıldığında legodan yapılmış gibi üst üste görünen evlerden oluşan bir köy burası.
Köyün içinde ufak kafeler, restoranlar, minik el yapımı bez bebekler, hediyelik yerel ürünler satılan çok sayıda dükkanın arasından etrafı seyrederek vardığımız düzlükten görülen manzara yorucu yürüyüş yoluna değdi.
Bu köye özgü içi fıstık kaplı çöreklerden yiyip, demlenmiş çay içtik. (bütün gezide bu kadar çay keyfinden bahsettiğimden çay tiryakisi olduğum anlaşıldı galiba) Çörekleri o kadar çok beğenmiştik ki dönüşte birer tane daha alıp, elimizde yiyerek aşağı doğru indik.
Meraklısına; İran’da Meşhed dışında sadece burada ezan sesi duyduk. Ezan; Allahu Ekber, Muhammeden Resulullah dan sonra Aliyen Veliyullah diye devam ediyordu. Şiiler, ezanın Hz. Ömer döneminde değiştirildiğine inandıklarından, okunan ezanın da Hz. Muhammed dönemindeki gibi olduğuna inanıyorlarmış.
Dağdan indikten sonra yeniden düştük yollara. Yolda çay toplayan çiftçileri resimledikten sonra, Elbruz dağlarında ilginç bir yolculuk başladı. İran’lı yetkililer uzun araştırmalar sonucu, bu bölgenin zeytin yetiştirmek için uygun olduğuna karar verip, bölgeyi zeytin ağaçları ile ağaçlandırmış.
Dağ yolları, baraj gölü, zeytin ağaçları arasında doğayı hissederek saatlerce süren yolculuk, bir benzerini pek göremeyeceğimiz bir gün batımı ile sonlandı.
Yolculuğun sonunda Zencan’da, safranlı pilav ve çello kebaptan oluşan akşam yemeği ile damaklarımız şenlendi. Kaldığımız otelde bir düğün vardı.
Israrla düğüne gelmemiz için davet etti düğün sahipleri. Gelin ve tüm davetliler (kadınlar kısmını gördük) çok şık idi. Biz sabahtan beri o dağ senin, bu köy benim gezmişiz, üstümüzde yol kıyafetleri ile çok paçoz kalıp utandık İranlı kadınlardan. Mutluluk dileklerimizi iletip hızla odalarımıza gittik.
Sabah, Zencan’da Kaçar Devleti zamanında çamaşırhane (halkın çamaşır yıkadığı ya da yıkattırdığı) olarak kullanılan, şimdi ise müze olan yerin girişinde yerel ürünleri uygun fiyatla alabileceğimiz bir satış mağazası vardı.
Zencan; eskiden beri paslanmaz çelik bıçakları, el yapımı sandalet ve çarıkları, gümüş işlemeciliği ile tanınıyormuş. Bu mağazadan; kilim, seramik, bıçak, gümüş ve deri küçük çarıkları uygun fiyatlarla almak mümkün. Hakkını verdik haliyle…
Zencan sokaklarında son derece zarif binaların önünden geçip, otobüs ile Sultaniye’ye doğru yola çıktık.
Sultaniye
Zencan Eyaletine bağlı bir şehir burası. İlhanlı hükümdarı Olcaytu tarafından 13. Yüzyılda İlhanlı Devletinin başkenti yapılmış.
İlhanlı Hanı Olcaytu tarafından yaptırılan büyük turkuaz kubbeli Olcaytu Türbesi 2005 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne girmiş
Meraklısına; Türbede her şey sekizgen. Bina sekiz köşeli, sekiz minare ve sekiz eyvan varmış. İç mekanı 24,5 metre genişliğinde ve 51 metre yüksekliğinde bir kubbesi varmış. Türbe kubbe yüksekliği bakımından, Floransa Katedrali ve İstanbul Ayasofya’dan sonra dünyanın en yüksek kubbeli üçüncü yapısı imiş. Sekiz köşede minare biçimli sekiz kule ile kubbe ağırlığı dengelenmiş. Kalan izlerden kubbenin yapıldığında turkuaz renkli çiniler ile kaplı olduğu anlaşılmaktaymış.
Binanın sekizgen olması ağırlığı bölüyormuş. Bina üç katlı, ikinci kat içe doğru, üçüncü kat dışa doğru yapılarak ağırlık dengesi sağlanmış. Duvar kalınlığı 7 metre; ilk katta bu yedi metrelik duvarın içi dolu, sonraki iki katta ise duvarların içi boş bırakılmış. Toprak, yumurta beyazı, kireç, hayvan tüyü ve su ile hazırlanan su geçirmez bir harç kullanılmış. 1313-15 arasında yapılmış bina. Olcayto burayı yaparken amacı Hz. Ali’nin naşını getirerek ona türbe yapmakmış. Ama din alimlerince, İslamiyetde bu naklin caiz olmadığı belirtilince kendi türbesi olmuş. Başlangıçta Hz. Ali için yapıldığından Kerbela’dan toprak getirtilerek binanın harcında kullanılmış. Oymalı ahşap bölümler ise Hindistan’dan getirtilen ağaçlardan yapılmış.
İçe doğru olan ikinci kata, çok dar ve sarmal bir taş merdivenden çıkılıyor. İki elinizle duvarlara tutunarak çıkmanız gerekiyor. Bu katta, dar koridorlar ile eyvanlar birbirine bağlanıyor, bu eyvanlardan aşağı bakınca büyük kubbeli iç meydanı görüyorsunuz. Kenarlardaki kafesli pencerelerden gelen güneş ışığı çok mistik bir hava veriyor.
Üçüncü kata çıkmak için de yüksek basamaklı, dar bir taş merdiven kullanılıyor. dizlerinize, bacaklarınıza güvenmiyorsanız çıkmayı denemeyin. Ama çıktığınızda duvar ve tavanları nakış gibi işlenmiş taşlardan oluşan koridorlardan geçerek yüksekten müthiş bir manzarayı izlemek ödülünüz oluyor.
Çelebioğlu Medresesi
İlhanlı Hanı Olcaytu’yu, Şii’liğe çeviren kişi olduğu belirtilen Sultan Çelebioğlu, 1355 de ölmüş. 14. yüzyıldan kalma bu Medresenin kubbe yüksekliği 16 metre, çapı 6 metre ve sekiz köşeli bir bina.
Selçuklu Ulu Cami
Caminin dışında, avluya giriş kapısının önünde dev bir güneş saati vardı.
11.yüzyıl Selçuklu döneminde tuğladan yapılmış cami, seramik kısımlar ve ek binalar ile zaman içinde büyümüş. Büyük avluda dört büyük eyvan birbirine bakıyor (kıbleye bakan eyvan en görkemli olanı), bu Sasaniler’in kullandığı simetrik bir mimari tarzı imiş. Timur döneminde mimaride seramikler başlamış. Safavi döneminde, mavi- beyaz- kahverengi seramik kullanılmış. Kaçar döneminde, gül pembesi ve safran sarı seramik geliştirilmiş. Bu camide tüm bu aşamaları görmek mümkün.
?
Bu camiden sonra yeniden otobüs yolculuğu başlıyor, Tahran var sırada.
Tahran
Azadi Meydanı; Şah Rıza Pehlevi tarafından yaptırılan ve 1972 yılında açılan bu meydanın ortasında, İslam öncesi ve sonrası simgeleri içeren bir anıt bulunuyor. (Anıtın uzaktan genel görünümü Zerdüştlüğün sembolü olan ateşgedeyi andırıyor) İran devrimi sırasında bu meydan sembol haline gelmiş ve çok sayıda insan burada toplanarak günlerce eylem yapmış.
Burası Tahran’da bir caddenin iki yanında yer alan ve her biri sanat eseri gibi görünen kamu binaları. Binalarda Zerdüştlüğün sembolleri de var Persapolis’teki kabartmaların benzerleri de. İran geçmişine ilişkin tüm kültürel öğeleri koruyor ve bunları gururla savunuyor.
İçişleri Bakanlığı binasının kapısının üzerinde; devrimin sloganı olan “ne şarki (Rusya) ne garbi (ABD- İngiltere), Bağımsız İslam Cumhuriyeti” yazılmış.
Milli Arkeoloji Müzesi
İran Milli Arkeoloji Müzesinin binası ve dış kapısı şık bir giriş ile karşılıyor bizi.
İçerde bir duvarı kaplayan İran haritası üzerinden İran tarihi ile ilgili detayları öğrendikten sonra, camekanlarda sergilenen arkeolojik buluntuları görmeye başlıyoruz.
?
Persapolis’te bulunan eserlerin bazılarının orijinali, bazılarının kopyalarının olduğu bölüm.
Bu da Persapolis’den getirilmiş kil tablet. Büyük İskender İran’a geldiğinde çoğu şeyi yakıp yıkmış, ama yangın sonucu kil tabletler pişmiş duruma geldiğinden günümüze kadar bozulmadan ulaşabilmiş. (yani İskender bilmeden hayırlı bir iş yapmış insanlık tarihi açısından)
Duvarda insanın gelişimini anlatan bu eserin özellikle resmini çektim. Yorumsuz…
Gülistan Sarayı
Kaçar hanedanı dönemine ait olan sarayın yapımına, Türk Safevi hanedanından olan I. Tahmasp zamanında başlanmış ve Kaçar Hanedanı şahlarının ikametgahı olarak kullanılmış, Pehlevi Hanedanı döneminde resmi törenler ve yabancı heyetlerin ikametgahı için kullanılan bu saray şimdi müze olarak kullanılıyor.
Bahçede havuzlar, ağaçlar çiçekler dışında en ilginç olan, avlunun dört etrafında rengarenk seramiklerden yapılmış duvarlar adeta her kısım ayrı bir tablo gibi. 1010 gece masallarının kahramanları da poz verdi bize.
Tahran Kapalı Çarşı
Tahran Kapalı Çarşı’nın girişindeki meydanda yer alan Ulu Cami’nin, saat kulesi ve renkli seramik duvarları.
İran’ın diğer şehirlerinde de olduğu gibi kapalı çarşı canlı, cıvıl cıvıl. Hararetle pazarlık eden ve alışveriş yapan insanların sesi uğultu oluşturuyor içeride. Halıdan mücevhere aklınıza gelen her şey satılıyor burada. Ama bana çok cazip gelmedi, buraya kadar gelmişken İran’a özgü bir şey almak isteyenler için; çarşının dışında, ana cadde üzerinde daha düzgün dükkanlar mevcut. Daha pahalı ama daha şık dükkanlar bunlar.
Tahran’da otobüs ile şehir turunu bitirip, havaalanına gittik. Bir buçuk saat süren uçak yolculuğu ile (otobüs ile gidilmesini düşünemiyorum bile) Tahran’dan Meşhed’e geçtik. Yolculuğun son durağı Meşhed’di.
Ama civarda çok gezilecek yer vardı. Sonraki gün Nişabur’a gittik otobüs ile. Yolda, Hayyam’ın hayatını ve rubailerini dinleyerek etrafı izlerken otobüsümüz bozuldu. Küçük bir köyün girişinde yeni otobüsün gelmesini beklerken, köydeki aileler evlerine davet etti, dükkan sahipleri kasalar ile duran yeni toplanmış domateslerden istediğimiz kadar alabileceğimizi söyledi, bir başka dükkandan ise semaver ile demlenmiş çaydan içmemizi teklif ettiler. Para falan istemeden, sadece konukseverliklerini göstermek için yaptılar bunları. İnsanlığın hala paraya satılmamış olması duygulandırdı ve ümit verdi bize.
Nişabur
Ömer Hayyam Türbesi
Burası Ömer Hayyam’ın türbesi. Büyük bir bahçenin içinde ve çok çok şık, zarif, mavi- beyaz etkileyici bir anıt türbe burası. Yakışmış Hayyam’a.
Türbe sütunlarının arası açık olduğundan havadar. Bu sütunların işlemeli dış yüzeylerinde olduğu gibi, iç yüzeyi ve tavanı da dantel gibi işlenmiş taşlardan oluşuyor.
Mezarının başında, saygıyla andık Hayyam’ı ve rehberimiz bol bol rubai okudu. Rubaileri, hem Farsça hem Türkçe dinledik, hatta Fransızca bile okudu rehberimiz. Hayyam’ın rubaileri tüm dillerde çarpıcı ve gerçekten içeriği kadar melodisi de olan dörtlükler.
Beni özene bezene yaratan kim? Sen!
Ne yapacağımı da yazmışın önceden.
Demek günah işleten de sensin bana:
Öyleyse nedir o cennet cehennem?
İki batman şarap, bir buğday ekmeği;
Bir koyun budu, bir de ay yüzlü sevgili;
Daha ne istenir bilmem şu dünyada:
Padişah daha iyisini bulabilir mi?
Meraklısına; Gıyasddin Eb’ul Feth Ömer İbni İbrahim el-Hayyam veya Ömer Hayyam 1048 Nişabur doğumlu ve aynı yerde 1131 de vefat etmiş.
Yaşadığı dönemin ünlü veziri Nizamül-Mülk ve Hasan Sabbah ile aynı medresede eğitim görmüş olduğunu iddia eden kaynaklar olduğu gibi, doğum yeri farklılığı bulunduğu ve yaş farkları olduğundan, aynı medresede beraber eğitim almadıklarını iddia eden kaynaklar da varmış.
Çadırcı anlamına gelen hayyam takma adını, babasının çadırcı olmasından dolayı almış. Matematik ve astronomi ile ilgilenmiş. Rubailerinde dünya, var oluş, Allah, devlet ve insan toplumsal örgütlenme biçimleri gibi insana ilişkin konularda sınır tanımaz biçimde ve özgürce akıl yürütmüş ve korkusuzca bunları dile getirmiş. Döneminde ve sonraları bir çok kişi kendi rubailerini “ben demedim, Hayyam dedi” şeklinde ona atfederek sorumluluktan kaçınmaya çalışmış. Bilinen rubailerinin sayısı 158 olmasına rağmen kendisine mal edilen rubai sayısı bini geçmekteymiş.
Dünya bilimi içinde önemli bir yere sahip olan Ömer Hayyam, miladi ve hicri takvimlerden daha hassas olan “celali takvimi” ni hazırlamış. Pascal üçgeni olarak bilinen matematik kavramı da aslında Hayyam tarafından oluşturulmuş.
Meraklısına İran’da halen kullanılan takvim sistemi; İran’da, Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah döneminden 1079’dan itibaren, Celali takvimi ya da Hicri Şems Takvimi denen, güneş yılı esasına dayanan ve Ömer Hayyam tarafından geliştirilmiş bir takvim kullanılıyormuş. Yılbaşı 21 mart, sonraki aylar ise burçlardaki zaman dilimlerine tekabül ediyormuş. İlk altı ay 31 gün, sonraki beş ay 30 gün ve son ay ise artık durumuna göre 29 veya 30 günden oluşuyormuş.
Hayyam türbesinin dışındaki büyük yapı, onun adına kurulan bir astronomi ve rasathane merkezi. İçini görmedim ama dışarıdan göründüğü kadarıyla, Hayyam’ın bilime katkılarına vefayı güzel yansıtıyordu…
İmamzade Mahruk Türbesi
Ömer Hayyam Türbesi’nin bahçesinin hemen yanında ye ralan İmamzade Mahruk Türbesi, tüm dış cephesindeki ve giriş kapısındaki çini seramikler ile çok uzaktan bile görkemli görünüyor. Türbeye yaklaşırken ihtişam karşısında şöyle bir toparlanıyorsunuz farkında olmadan.
İçeriye girince yeşil camlar ve yeşil ışık içindeki sandukayı gördük, bu yeşil camlarda küçük delikler vardı ve gelenler içeriye para atıyorlardı. İran’da camiler ve türbeler sadece inananların katkısı ile finanse ediliyormuş.
Meraklısına;İmamzade Mahruk, yedinci imam olan Musa Kazım’ın torunu ve Nişabur’da şehit edilmiş. Türbenin mozaik çini kitabesi, oyma sandukası ve giriş kapısı Şah İsmail’in oğlu I. Tahmasb tarafından yaptırılmış. Türbenin içinde sekizinci imam olan İmam Rıza’nın üvey kardeşi İmamzade İbrahim’in de kabri bulunuyor.
Nişabur firuze taşının çıkarıldığı bir yer, bu taşların çok çeşidi olmasına rağmen en makbul olanı Nişabur firuzesi imiş. Yol boyunca yan yana tüm dükkanlarda firuze takılar ve her büyüklükte taş olarak firuzeler satılıyordu. Büyüklükleri, renkleri, taşlardaki damarlar epeyce farklıydı, fiyatları da beş dolardan yüz dolara değişiyordu. Bu kadar taşın içinde tam karar veremediğim için ben almadım.
Feridüddin Attar Türbesi
Zerafetten sarhoş eden bir türbe daha. Türbenin dışı çok ihtişamlı ama içi çok sade. Taş oyma ile yapılmış ince uzun bir mezar taşı buluyor kabrin başında. Selçuklu döneminin tipik mimari örneği imiş bu mezar taşı. Osmanlı arkeolog Osman Hamdi Bey’in mezar taşı da bunun küçültülmüş örneği imiş.
Meraklısına; Ferideddin Attar (Ferideddin Muhammed bin İbrahi-i Nişaburi) 1136- 1221 yıllarında yaşamış ve Mevlana Celaleddin-i Rumi, Şeyh Galip ve diğer mutasavvıflar tarafından yüceltilmiş bir din alimi. Hatta Mevlana’nın ilk üstadı olduğunu iddia ediyor kaynaklar.
Attar, aktar-eczacı- parfümcü anlamına geliyormuş, babası bu işi yaptığından öyle anılmış. Bir gün Attar Nişabur çarşısında çalışırken, bir derviş gelip yemek için yardım istemiş. Attar duymazdan gelmiş. Derviş “Allah rızası için” yeniden yardım istemiş, Attar yine ilgilenmeyince,
Derviş Attar’a, “nasıl öleceksin” diye sormuş.
Attar “herkesin öldüğü gibi öleceğim” diye cevaplamış.
Derviş “benim öldüğüm gibi ölebilecek misin” diye sormuş. Sonra da hırkasını çıkarıp yere koyup, besmele çekmiş ve başını taşa dayayıp ölmüş.
Bu olaydan çok etkilenen Attar, malını mülkünü dağıtmış, din, ilim ve ibadet ile uğraşıp kendini affettirmeye çalışmış.
1221 de Moğollar tarafından parça parça edilerek öldürüldüğü ve bu esnada her aldığı darbeye şükür edip af dilediği rivayet olunuyor.
Attar’ın, 4724 beyitten oluşan Mantıku’t Tayr adlı eseri, tasavvuf edebiyatının başlıca kaynağı sayılıyormuş. Kuşlar ile ilgili bir hikaye üzerinden, çeşitli semboller aracılığı ile tasavvufun temelleri, aşamaları anlatılıyormuş bu eserde. Kuşların, padişahı/tanrısı Simurg’u arama yolculuğunun sonunda, tüm yolları aşan ve hayatta kalan 30 kuşun, Simurg’un aslında “otuz kuş” anlamına geldiğini görmeleri anlatılıyormuş.
Saray ressamı Kemal’ul Mülk özellikle Gülistan Sarayında yaptığı yağlı boya resimleri ile ünlü imiş. Fransa’da eğitim görüp döndükten sonra Tahran’da sanat okulu kurmuş. 1940 da öldüğünde Attar’ın türbesinin yanında küçük ama şık bir türbe yapılmış onun için.
İran’da safran mücevher gibi, ışıltılı vitrini olan küçük dükkanlarda satılıyor. Resimde görünen çiçekleri. Bu çiçekler kurutulduğunda saç teli inceliğinde kırmızı oluyor. Gramla satılıyor. Bir gramı iki dolar civarında. Dövülüp sıcak suya atıldığında sarı rengini alıyormuş. Pilavda çok yoğun kullanıyorlar.
Meşhed
Razavi Horasan Eyaleti’nin başkenti olan Meşhed, İran’ın ikinci büyük şehri. Metrosu olan, 4,5 milyon nüfuslu modern bir şehir. Şii’ler için önemli bir ziyaret ve ibadet merkezi. Tarihi ipek yolu üzerinde yer alan bölge, sekizinci İmam Rıza’nın şehit edilmesine atfen “şehitler yeri” anlamında Meşhed adını almış.
Otelimizin yer aldığı Humeyni Caddesi’nin biraz ilerisinde İmam Rıza Türbesi rengarenk ışıklar içinde görünüyor. Gece gündüz altın kubbe parlıyor.
Sokaklar çok kalabalık ve insanlar akın akın türbeye doğru gidiyor. İran’da diğer şehirlerde gördüğümüzden daha tutucu bir atmosfer hissediliyor. Kadınlar çoğunlukla siyah çarşaflı.
İmam Rıza Türbesi
Gece türbeyi görelim diye yola çıktığımızda sokakta herkes o yöne yürümekteydi. Amacım türbeyi dolaşıp, resim çekip, dua edip çıkmaktı. Yani ben öyle sanıyordum. Kadınlar ve erkeklerin ayrı ayrı giriş yaptığı kapılardan birine yöneldik. Güvenlik görevlisi kadınlar içeri almadı. Sorun çarşafsız olmamızdı. Yan tarafta emaneten çarşaf verilen yerden çarşaf alıp giydik. Bu seferde üstümüzü ve çantamızı aradılar. Cep telefonuna izin veriyorlar ama kamera yasak.
İçeriye girdiğimde düşündüğümden çok büyük bir meydanda buldum kendimi. Meydanda; mermer yerlerde İran halıları serili, üstü açık, dört etrafı seramik kubbeli kapılardan oluşan duvarlar, rengarenk ışık ipleri yukarıdan sarkıyor ve inanılmaz bir kalabalık. Kadın, erkek, çoluk çocuk her yaştan insan var. Bir kısmı namaz kılıyor, bir grup yere oturmuş sohbet ediyor, bir köşede pankart açılmış bir miting var, bazı yerlerde kızlı erkekli gençler bir şeyler tartışıyor, bir sandalyede genç bir sarıklı molla oturmuş bir şeyler anlatıyor önünde yüzlerce insan dinliyor.
Duvarlardaki her kubbeli kapı bir koridora açılıyor oradan değişik odalara, salonlara giriliyor. Bir yandan çarşafımı kontrol etmeye çalışıyorum, bir yandan duvarlarda gördüğüm seramikler aynalar karşısında hayranım, bir yandan insanların neler yaptığını anlamaya çalışıyorum, bir yandan resim çekiyorum, bir yandan bilmeden bir hata yapıp insanları kızdırmaktan korkuyorum. Bu kadar çok şeyi aynı anda yaşayınca, yanımdaki arkadaşlarımdan ayrı kaldığımı anladım. Meydanın karşısında görünen büyük kemerli kapıya kadar gidip, meydanın diğer yanından dönerim diye planlıyordum, ama bu kapıya geldiğimde kapının yeni bir meydana açıldığını gördüm. Her yer birbirine benzer gibi görünüyordu ama değilmiş, yön ve mekan duygusu karıştı ve ben hala türbeyi görememiştim. Kadınların yoğun bir biçimde yürüdükleri tarafa yönelip, üstten kristal avizelerin sarktığı, aynakari işlemeler ile duvar ve tavanlarının bezeli olduğu koridorlardan geçip, uzaktan altın kafesler içindeki İmam Rıza’nın ziyaret odasını gördüm. Yaklaştıkça yüksek sesle ağlamalar, ağıtlar, feryadlar içinde kadınların kolları havada Şii ritüellerini gerçekleştirdiklerini gördüm. Buralarda cep telefonu ile resim çekmek yasaktı. Resim olmadığı için ayrıntıları kafamda tutmaya çalıştım ama muhtemelen çoğu şeyi atlamışımdır. Bu insan seli içinde daha fazla ilerlersem çıkamayabilirim diye düşünüp geri döndüm.
Yine bir meydandaydım, çıkış kapısına yönelirken gençlerden oluşan kalabalık bir grup sloganlar atarak içeri giriyordu. Farsça bağırdıkları için ne dediklerini, neyi protesto ettiklerini anlamadım. Dışarı caddeye çıktığımda, akın akın insanlar hala türbeye geliyordu.
Çok değişik bir deneyimdi içeride gördüklerim, hem binaların ihtişamı, hem de dini ritüeller şimdiye kadar gördüğüm tüm ibadethane tanımlarından farklıydı. Bu gezinin en sıra dışı mekanı idi, hem mimarisi, hem de atmosferi itibarı ile.
Meraklısınaİmam Rıza; Medine’de 766 da dünyaya gelmiş. Tus’da 818 da ölmüş. Hz. Muhammed’in yedinci göbekten torunu. Şiilikte, Caferilikte ve Alevilikte, on iki imamın “sekizincisi” olarak kabul ediliyor. (Babası yedinci İmam Musa-el Kazım)
İmam Rıza’nın ölümüne/ şehadetine ilişkin farklı görüş ve yorumlara yer vermeksizin, rehberimizin anlattıklarını aktaracağım size; Hz. Ali ve oğulları öldürüldüğünden halifelik (siyasi liderlik) ile imamlığın (dini liderlik) zaman içinde ayrışmış. 8.yüzyılda Abbasi Halifesi Harun Reşit, siyasi başkent de Bağdat imiş. Harun Reşit’in İran’lı eşinden olan Me’mun babası ölünce halife olmuş, anne tarafından akrabaları olan İran’lılar ile anlaşmış ve başkenti Bağdat’tan Merv’e yani İran’a taşımış.
Halife Me’mun, Medine’de yaşayan İmam Rıza’ya mektup yazarak; halifeliği Peygamber soyundan gelen İmam Rıza’ya bırakmak istediğini, onu veliaht yapacağını ve ölümünden sonra kendisinin halife olmasını istediğini belirterek, İran’a davet etmiş. İmam Rıza bunun komplo olduğunu sezmiş, ancak etrafındaki halk bu daveti kabul etmesi için ısrar etmiş. İmam Rıza, Medine- Bağdat- Basra körfezi üzerinden Nişabur’a gelip Merv’e yerleşmiş. Medine’deki Şiiler ve Peygamber soyunan gelen diğer akrabaları da onu yalnız bırakmamak ve korumak için arkasından gelmeye başlamış. Ancak bu akrabalar daha Şiraz’a varmadan Me’mun, İmam Rıza’yı zehirleyerek öldürmüş ve İran’a gelen tüm Şiilerin de öldürülmesi talimatını vermiş. Şiiler geridönmeyip halkın arasına karışarak, bu gerçekleri tüm halka anlatmaya başlamış. Evlenip köylere yerleşmişler ve İran’daki seyitler bunlarmış.
Me’mun, İmam Rıza’nın öldürülmediğini hastalıktan öldüğünü kanıtlamak için, İmam Rıza’yı babasının kabri yanına gömmüş ve burası türbe olmuş. Zaman içinde, her gelen kral ve vali bu türbeyi imar etmiş, büyütüp genişletmiş.
Bu günkü ihtişamlı yapısının ve dini turizmin merkezi olmasının yanı sıra, bu türbe bağışlar ve iktisadi faaliyetler (fabrikaları varmış) sonucu zenginleşmiş. Bu kaynaklar hem türbenin giderlerini karşılıyor, hem de 24 saat açık mutfak hizmeti ile tüm fakir fukaranın karnı doyuruluyormuş.
Vahabiler, İmam Rıza türbesinin böyle gelişmesinin Kabe’ye Hac ibadetine alternatif yaratma çabası olduğunu iddia ediyormuş, ama Şiiler bunun gerçeği yansıtmadığını ve Kabemiz Medine’de diyorlarmış. Son yıllarda İranlıların Hacca gitmemesini de, Suudi Arabistan’ın inşaat faaliyetleri ile hacıların can güvenliğini tehlikeye atmasından kaynaklandığını ifade ediyorlar.
Sonraki gün yolculuk otobüs ile Tus şehrine.
Fidevsi Türbesi
Firdevsi İran edebiyatının önde gelen şairlerinden biri. 940-1020 yılları arasında yaşamış ve Tus’da vefat etmiş. Anıtsal bir türbesi var büyük bir bahçenin hatta parkın içinde, önündeki uzun dikdörtgen havuza anıtın gölgesi düşüyor, anlatılmaz bir güzellik içinde huzur ve saygı ile dolaşıyorsunuz. Kenarda başka bir havuzun ortasında beyaz bir heykeli var, tüm zarafeti ile selamlıyor konuklarını ve bu küçük havuzda nilüferler yüzüyor, güneş ışığı havuzdan yansıyor.
Türbenin içinde geniş bir avlunun ortasında mermer sade bir kabir bulunuyor.
Türbenin alt katı ise sanat galerisi gibi. Loş bir ortam, duvarlarda Firdevsi’nin ünlü eseri Şahnamede yer alan bazı olayların mermerden yapılmış canlandırmaları var. Bu mermer eserler camekan arkasında olduğundan ışık yansıması nedeniyle net resim çekemedim. Bu eserler hem olayları, hem de tarihi şahsiyetleri ve doğa üstü güçleri olan yaratıkları tasvir ediyor. Hikayelerini dinlerken bunları izlemek ilginç ve birazda ürkütücü, sanki canavarlar çıkıp üstüme saldıracak gibi geldi, bu tabi ki heykeltıraşların sanatsal başarısı.
Meraklısına; Firdevsi, Samaniler ve Gazneliler döneminde yaşamış İran edebiyatının en önemli Fars şairlerinden biri. Başlıca yapıtı 60.000 beyitten oluşan Şahname’de ilk insandan III Yezdigird dönemine kadar olan İran tarihini anlatmış. Tek şair tarafından yazılmış en uzun epik şiirmiş. 1010 yılında bu eseri Gazne’li Mahmut’a sunmuş, kendisine bağlanan aylığı az bulup, Gazne’li Mahmut’u hicvedince, Gazne’den göçmek zorunda kalmış ve Tus’da ölmüş. Gazne’li Mahmut eserin önemini sonradan anlayıp, Firdevsi’ye hediyeler yollayıp gönlünü almak istemiş, ama hediyeleri götüren heyet yolda cenazesi ile karşılaşmış.
İran’ın milli destanı sayılan bu eserin özgün bir Farsça ile yazıldığı ve dilin korunmasında önemli işlevi olduğu belirtilmekte.
Türbenin alt katındaki kabartma heykellerden biri, Şahname’de anlatılan (hatta eserin en etkileyici bölümü olduğu söyleniyor) Rüstem’in oğlunun ölüm sahnesi. Kısaca bu hikayeyi anlatacağım, neden mi? Çünkü Rüstem doğunun yenilmez kahramanı ve babasının adı da Neriman (bu isim İran ve doğuda erkek ismi olarak kullanılıyor).
Rüstem ve Suhrab’ın hikayesi; Rüstem sadık atı Rakş ile ava çıkmış, farkına varmadan İran sınırını geçip Turan ülkesine girmiş. Atı çalınmış ve atını aramak için Şamangan şehrine gelen Rüstem, buralarda da ünlü olduğu için onuruna bir şölen verilmiş. Şölenden sonra Şamangan şahının kızı Tahmine ile birlikte olan Rüstem, ertesi gün atını bulmuş ve Tahmine’ye hatıra bir bilezik bırakarak oradan ayrılmış.
Dokuz ay sonra doğan oğluna Sührab adını koymuş Tahmine. Çok güçlü bir delikanlı olan Sührab babasının kim olduğunu annesine sorduğunda, Tahmine babasının Rüstem olduğunu söylemiş ve ona bıraktığı bileziği vermiş.
Sührab babasını bulmak ve güçlerini birleştirmek suretiyle; babasını İran Şahı, kendisini de Turan’ın Şahı yapmayı hedeflemiş. Böylece baba oğul cihanın hakimi olacaklarmış.
Turan’ın Şahı olan Afrasyab (Alp Er Tunga), Sührab’ın bir ordu ile İran’a gittiğini öğrenince, baba oğulun birbirini tanımasını engelleyerek, onları önceden ayarlanmış bir çarpışmada karşı karşıya getirmeyi ve ikisinden de kurtulmayı planlamış.
Savaş alanında kahramanlar karşılaşmış, zırhlara büründükleri için birbirlerinin yüzünü görmemişler. Şimdiye kadar hiç yenilmemiş olan Rüstem, genç savaşçının gücü karşısında şaşırmış. Akşama doğru omzundan aldığı gürz darbesi ile Rüstem yere düşmüş. Sührab hançerini çekip ölümcül darbeyi indirmek üzere iken, Rüstem: “gerçek kahraman rakibine bir şans daha verendir” demiş. Sührab rakibini bağışlamış.
Rüstem ertesi gün, insanüstü gücünü kuşanıp savaş alanına öyle çıkmış. İnsanüstü gücü sayesinde, hemen dövüşün başında Sührab’ı yere sermiş ve hançerini rakibinin göğsüne saplamış. Sührab ölürken “babam Rüstem mutlaka bunun intikamın alır” diyerek, bileziğini göstermiş.
Rüstem oğlunu öldürdüğünü anlayıp, bir aslan gibi kükreyerek ağlamış ve kendinden geçmiş. Canlanacağı ümidi ile oğlunun cesedi kucağında kırk gün çöllerde ağlayarak gezmiş.
Haruniye Medresesi
Tus kentinde Firdevsi’nin türbesinin yakınındaki Selçuklular döneminden kalma bu medrese, dönemin alimlerine ev sahipliği yapmış.
Nadir Şah Türbesi
İran’da gördüğüm en sade türbe burası. Türk çadırı şeklinde inşa edilmiş binanın içinde bulunan mezar, duvara yakın kenarda bulunuyor. Rehberimiz Nadir Şah’ın kimseye güvenmediğini ve hep sırtını sağlama almaya çalıştığını anlattı.
Bahçede bulunan devasa heykel onarımdaydı. İçerinde yapılmış mermer büst o kadar gerçekçiydi ki, bir kaşı havada delici bakışları ve yüz hatları yansıtılmıştı.
Meraklısına; 1688-1747 yıllarında yaşayan Nadir Şah; teşkilatçılığı, savaşçılığı ve korkusuzluğu ile tanınıyormuş. 1736- 1747 arasında İran Şahı olan Nadir Şah döneminde, Meşhed altın çağını yaşamış, şehri imparatorluğun merkezi yapmış.
Farsçayı çok iyi bilmesine rağmen Türkçeyi (Çağatayca) kullanmayı tercih etmiş.
Hindistan üzerine üç sefer düzenlemiş, her seferde çok değerli taşlar ülkeye getirilmiş.
Askeri başarılarından dolayı bazı tarihçiler İran’ın Napolyon’u ya da II. İskender olarak adlandırmışlar.
Sonrasında, Meşhed’in uluslararası havaalanında vedalaştık İran ile.
Bir haftada neredeyse Türkiye büyüklüğünde bir alanda yaptığımız gezinin yoruculuğu, sadece gezinin yapıldığı coğrafyanın büyüklüğü değildi. Şaşırtıcı bir geçmiş yolculuğu, değişik dini ritüeller, şairler, şahlar, inanılmaz mimari eserler, saraylar, türbeler ve bunların kafamda yarattığı yorgunluk daha yoğundu.
Hollywood filmleri ve rejim değişikliği sonrası İran’dan ayrılanların yazdıkları üzerinden kafalarımızda oluşmuş İran algısı ne kadar doğru (ya da gerçeği ne kadar yansıtıyor) diye merak ediyorsanız, gidip görmek gerek İran’ı. Hatta hemen gitmek lazım, küreselleşme ve modernite adı altında tüm dünyanın tek tipleştiği günümüzde, hala farklı kalabilmeyi başaran ve bunu gururla savunan bir medeniyetin onurlu duruşunu görmek için.
Diyorlar ki; doğunun onurudur İran… Muaviye karşısında Hz. Ali, Yezit karşısında Hz. Hasan ve Hüseyin, Abbasi halifesi Harun Reşid karşısında İmam Rıza, petrol tröstlerinin karşısında Musaddık, Şah’ın karşısında Behrengi, Molla’nın karşısında Şirin Ebadi, Amerika’nın karşısında ise 7000 yıllık bir kültürdür…
Bu gezide son söz, Ömer Hayyam’ın rubaisi olsun. E daha ne olsun!
Bu yazımda Sicilya’nın batı kıyısını gezeceğiz. Batı yakasında Palermo Sicilya’nın en büyük ve en önemli şehri, başkenti, özel ilgiyi hak ediyor.
Messina’dan sonra Cefalu’dan geçerek Palermo’ya geçeceğim. Orada kalıp, ayrıca Trapani, Erice ve Marsala’yi gezeceğim. Ancak Palermo’yu anlatmayı en sona saklıyorum.
Cefalu
Cefalu’ya sahil yolundan giriliyor ve manzara hemen insana iyi ki gelmişim dedirtiyor. Dağların denize dik indiği küçük bir alanda kurulan Cefalu’ya dar bir yolla ulaşılıyor. Görünüşe göre bir Orta Çağ kasabasını andıran yerdeki dar, kıvrımlı yollar park yeri açısından zorlayacak. Hemen kasabanın girişinde park ediyorum (Ne büyük bir hata; herhalde trafik polisleri pusuda beni takip ediyor).
Yolun bir tarafı dağ eteğinde tek sıra yan yana sıralanış bir kaç şarap tadım evi, karşı tarafta ise deniz. Manzara nefis.
Yolu takip edince Cefalu’nun dar, loş yollarına giriliyor. Sanki konusu Orta Çağ’da geçen bir filmin platosundayım, tabii kenarlardaki hediyelik dükkanlar, mağazalar, lokantalar (Michelin yıldızlı bir lokanta bile vardı) olmasa…
Gerçi hepsi kapalı, şaşırmıyorum artık; Sicilya uzun uzun dinleniyor. Bu dar sokaklar, sonunda harika bir sahile ulaşıyor.
Yolun bittiği yerde minik Ittria Kilisesi var, Kilisenin arka platformundan manzarayı seyrederek soluklanıyorum.
Kıyıda kasabanın eski günlerine ait kalıntılar ve üstüne yapılmış yeni evler görünüyor, biraz ilerleyince kasabanın yeni yerleşim merkezine ulaşılıyor. Sahilden içeri, tekrar dar yolları sapıp yukarı doğru yürürseniz önce yine şehrin geçmişine tanıklık etmiş bir binada kurulu Mandralisca Müzesi‘ne, sonra görkemli Duomo’ya varılıyor.
Sicilya’nın batısına geldiğimizin bir diğer göstergesi, Norman mimarisinin görünür olması. Arkasındaki sarp dağların eteğinde kurulan bu dik ve keskin çizgili katedral gerçekten etkileyici. İçinde 1148 yılına ait İsa mozaikleri insanın içini ürpertiyor. Duomo’nun eteğine kurulduğu dağın tepesinde ise surlar var ama hem kapalı hem çok uzak.
Duomo‘nun yer aldığı meydanda başka kiliseler, kafeler, hediyelik dükkanları var. Önce sokaklarda biraz daha dolanıyorum, bir iki kiliseye daha girip çıkıyorum ancak Duomo’nun yanında sönük kalıyorlar.
Cefalu çok hoş bir tatil beldesi. Sanırım esas havasını yaz aylarında buluyordur. Şimdiye kadar gördüğüm yerlerden Taormina ile birlikte en hoşlandığım yer oldu. Türkiye’den kalkıp buraya deniz tatili için gelinir mi, şüpheli… Ama buralar gezilecekse deniz mevsiminde gezilmeli (Ben Bodrum’um kışını severim, diyenlerdenseniz buyrun gelin, bir sürü kapalı dükkan sizi bekliyor).
Artık Palermo’ya geçme zamanı. Ama demiştim, burada önce Marsala ve Trapani var.
Marsala
Marsala Ada’nın güneybatı ucunda, yöreye özgü aromalı şaraplarıyla ünlü bir kent. Hatta yemeklerde soğan, mantar vb ile birlikte kaynatılarak elde edilen sosta kullanılan şarap. Marsala, sek ya da tatlı şarap olarak üretilebiliyormuş; sadece yemekte kullanmak için ya da içmek için olduğu gibi bazıları iki amaca da uygunmuş. Bu şarabın üretildiği atölyelerden biri bugün Arkeoloji Müzesi olarak kullanılıyor. Tarih müzeleri ilgi alanımda ama asıl önemli olan şaraba ulaşmak ancak tahmin edileceği üzere, her yer kapalı. Bir de bizdeki resmi tatil günlerine fazla derler; Sicilyalıların siesta zamanlarını toplasak biz resmen angaryaya maruz kalıyoruz sayılır. Kentte ayrıca Mozia Müzesi var. Yeniden oluşturulmuş Kartaca gemisi ilgi çekici parçası. Bunlar kasabanın bir yerlerinde ama ben karnımı doyurmak ve şarap almak derdindeyim. Tabii Duomo var ve bir kaç kilise daha (Addolarata, Purgatoria kiliseleri). Yine barok, barok, barok. Yine her yer kapalı. Neyse Marsala şarabını buluyorum, gayet vasat bir yemek yiyorum ancak bir magnet alacak yer bile bulamadan şehirden ayrılıyorum. Şehre cezamdır; buraya Marsala’dan hiç bir resim koymayacağım. Belki Şehrin çıkış kapısı Porta Nuova (giriş de aynı kapıdandı).Şimdi rota doğruca Trapani.
Trapani
Marsala’dan Trapani’ye giderken tuz rezervlerinden geçiliyor.
Trapani’ye liman bölgesinden giriyorum; limanda büyük bir yolcu gemisi. Sanırım turistik gemilerinin bir durağı da burası. Eski şehir bir yarımada üzerine kurulmuş, eski şehrin merkezine doğru yürüyorum. Karşıma bir 17. yüzyıl yapısı olan San Lorenzo Katedrali çıkıyor. O kadar çok katedral, kilise gördüm ki, geziyorum ve çıkıyorum.
Şehrin başka ünlü kiliseleri de var. Bunlardan biri Chiesa del Collegio del Gesuti. Baroz tarzı muhteşem taş işçiliğine yansımış.
Beni en çok etkileyen Purgatorio oldu. Bu kilisede yılda bir kez yapılan Kutsal Cuma yürüyüşünde kullanılan kaç yüzyıllık ahşap heykeller bulunuyor.
Santa Maria Kilisesi’de önerilen yerlerden ama gitmedim. Onun yerine şehrin deniz kenarında yürüyüş yaptım.
Kiliseleri, sarayları, belediye binası, deniz manzarası, kahve molası, campari arası derken zaman geçti. Şehrin hemen karşısında, dik bir tepeye kurulu Erice’ye gidecektim. Ama Palermo’ya 2 saatlik bir geri dönüş beni bekliyor. Ne yapayım, yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar dedim ve Palermo’ya geri döndüm.
Palermo
Palermo, Sicilya’nin İstanbul’u (tabii, ölçek farklılığı var) ve aynı zamanda başkenti. Gerçekten büyük, yaygın bir şehir. Palermo’ya 1,5 gün ayırmıştım, yetmedi. Kıyı boyunca yayılmış bir şehir ve Sicilya’nın diğer şehirlerine nazaran hem geniş hem de görülecek yerler daha dağınık. Belki süresi az olanlar için hop on hop off otobüsleri önerilebilir.
Alfano ve Pellegrino dağlarına yaslanmış, La Cala limanının çevresinde yayılan şehirde barok tarzın süslü, norman tarzının sert ve keskin, arap tarzını kıvrımlı, arrt nouveau tarzın desenli havasına rastlayabilirsiniz. Şehirde yine köhnelik, grilik, eskilik hakim ama bu Şehrin görkemini gölgeleyemiyor. Palermo, bir deniz şehri ama burada da şehir denizle iç içe değil. Şehir merkezinin denize rastlayan kıyısında, denizin keyfini çıkarabileceğiniz bir yer yok.
Ben Şehrin ana caddelerinden Via Vittorio Emanuelle yakın bir yerde kaldım. Neyse, otelin konforu Katanya’dakinden çok daha iyiydi, kendi otoparkı bile vardı. Via Vittorio Emanuelle, Palermo’nun koyu La Cala’ya kadar iniyor. Otele yerleştikten sonra yaptığım yürüyüş sırasında, yol kavşağının dört bir yanında dört çeşme olan Quatro Canti vardı. Roma’daki dört çeşmenin benzeri bir yapı ama çok daha büyük. Dört tarafında dört görkemli çeşmelerin yer aldığı hoş bir kavşak. Bir çeşmenin yanında S.Giuseppe dei Teatini Kilisesi var.
Şehrin görkemine yönelik ilk ipuçlar… Palermo, hayranlıkla bakacağınız yapılarla dolu. Tabii bunların en başında Duomo geliyor. Gotikten Arap mimarisine, bir çok tarzın izlenebileceği Duomo’nun dış cephesi müthiş; insanın birden kavrayabilmesi zor. İçinde ise, özel bir ayin vardı. Kımıldayamadım bile, değil ki müzesini gezmek. Bir daha da uğrayamadım.
Quatro Canti’nin hemen yakınında, Pretoria Çeşmesi ve hemen arkasında Caterina Kilisesi bulunmaktadır.
Caterina Kilisesi’nin diğer kapısının baktığı alanda ise 2 ayrı kilise vardır; San Catildo ve San Giovanni degli Eremiti…San Giovanni degli Eremiti, islam mimarisinin hakim olduğu bir yapı; zaten bir caminin yerine inşa edilmiş bir Norman kilisesi.
Bunların yanında San İgnazio all Olivella, San Ninfa, San Salvatore, San Maria della Catena kiliselerine de uğradım.
Ancak gidecekseniz barokun dibine vuran Gesu’ya gidin. Dışından bir şeye benzemiyor ama içi bir taş/mermer işçiliği harikası.
Palermo gezisinde görülmesi gereken yerler arasında Palazzo Reale var; Bizans döneminden beri önemli, ayrıca Norman krallarının taç giydiği bir yer. Burası Bizans, Norman, İslam sanatının izleri görülebilecek önemli bir nokta. Şehir de ayrıca yeraltı mezarlığı da var, en büyüğü Cappucini katakombu; Avrupanın en fazla ölüye sahip katakombu. Zaman yetmiyor; birini seçmem lazım. Artık nasıl bir psikoloji içindeysem gittim Katakombu seçtim; yüzyıllar ötesinden kalan 8000 ölü. Ölü vücutlar her yerde, giydirilmiş, kuşatılmış halde duvarlarda, tabutlarda… İçimdeki Japon turist uyandı ve ölülerin resmini çekmeye başladım. Tam neden buranın sakinleriyle bir selfie çekmiyorum diye düşünürken İdarenin anonsu beni şuursuz turist halimden sıyırıp kendime getirdi. Resimleri burada paylaşmayayım ama Lombordini ailesinin 6 yaşındaki minik kızlarının kızıl perçemleri bile duruyordu, o kadarını söyleyeyim. Zaten kendisi buraya kabul edilen son ölüymüş, 1912 yılında. Palermo, daha fazla zamanın geçirileceği bir yer. Çevresindeki yerleri, kıyıları gezmek de güzel olurdu. Sicilya’ya bir daha gelir miyim, bilmiyorum ama gelirsem bu, Palermo için olur.
Palermo’da sokaklarda dolaşmak, ara sokaklara sapmak, deniz kıyısında oyalanmak, hepsi güzel… Bu yorgunluk bir pizzayla taçlandırılmalı. Tesadüfen girdiğim La Maschere ‘de menüyü anlamadım ama porcini falan derken, ısmarladığım pizza gayet lezzetliydi.
Ertesi gün bu sefer Sicilya’yı ortadan geçip Katanya’ya geçecektim. Yolda Aggrigento’ya, daha doğrusu Tapınaklar Vadisine uğrayacaktım. Tapınaklar Vadisi, Aggrigento’nun yakınında. Aggrigento ise, Sicilya’nın alt ucundaki kenarında bir şehir, denize yakın ama elbette, Sicilya tarzına uygun olarak deniz kenarındaki dağın tepesinde. Tepeye çıkmadım, Tapınaklar Vadisini gezdim ama Türkiye’den gelen biri için anlamlı bir yer değildi bence. Yunan tapınakları topluluğu… Çoğundan pek bir şey kalmamış geriye ve çok daha mükemmelleri Türkiye’de bulunmakta.
Yolda Outlet AVM vardı, uğradım; ünlü bir sürü marka vardı. 500 Euroluk bir gömleğin 400 Euroya satılmasını ucuzluk olarak görüyorsanız uğrayın. Burada benim payıma kahve düştü.
Son Söz
Sekiz gün Sicilya için yeterli olmadı ama genel bir fikir almış oldum. Özellikle gezip dolaşma amacına deniz tatilini de katacaksanız burada geçireceğiniz süreyi daha uzun tutmanızda fayda var. Sicilya’ya gitmek için ilkbaharın son ayları ve sonbaharın ilk aylarını tercih etmeniz iyi olur. Sicilya’ya geldiğinizde yüzünüze çarpacak olan köhneliğe aldırmayın, altında görkemli bir geçmiş ve ince bir estetik yatıyor. Ancak gezinizin amacı deniz tatili ise (gezdiğim yerler arasında) Taormina veya Cefalu’yu seçin; tarihi ve sanat eserleri gezmek istiyorsanız Palermo tek tercih. Ancak Noto, Messina, Trapani’de kayıtsız kalınamayacak yerler. Bunun yanında pizza, makarna, şarap ve daha bir sürü Sicilya lezzeti eşlik edecek gezinize. Portakal-limon ağaçları, kaktüsler, çiçekler arasında… Tercih sizin…
Oslo, Baltık ülkesi Norveç’in başkenti ve en çok nüfusa sahip şehri, tarihi, müzeleri, yemyeşil ve düzenli parkları ile bu refahı yüksek medeni ülke farklı tatlar yaşatacaktır gezginlere…
Gezgin olarak alternatif rotaları araştırırken Oslo uygun uçak bilet fiyatları ile cazip bir seçenek olarak karşımıza çıktı ve düşünmeden Oslo biletlerimizi aldık. Ancak her şeyin ucuz uçak bileti olmadığını ve Norveç’in dünyanın en pahalı ülkelerinden biri olduğu gerçeğini daha gitmeden yaptığımız okumalarda anladık.. Tabi artık çok geçti.
Bir haftalık Norveç programımızın üç gününü Oslo’ya ayırdık. Kalan günler için Bergen şehri ve dünyanın en güzel tren yolculukları arasında sayılan Flam treni yolculuğu için Flam kasabası olarak programlandı.
Yanımıza zeytin, peynir, salam, ton balığı, kavurma, kuru yemiş, lavaş gibi hemen bozulmayacak ne varsa aldık. Norveç’te bir bardak balık çorbasına yaklaşık 35 TL verince iyi ki de yanımızda yiyecek getirmişiz dedik.
Norveç kuzey kutbuna yakın bir ülke olduğundan yılın neredeyse 300 gününün yağışlı ve soğuk geçtiğini okumuştuk. Günlük güneşlik bir ülkeden soğuk bir iklime seyahat edecektik. Bu yüzden kaz tüyü montlarımızı, şapka ve eldivenlerimizi bavulumuza yerleştirdik. Çok şanslıydık ki Oslo’ya ulaştığımız gün dışında gezmemizi engelleyen bir yağış olmadı. Üşüdük tabi ama bizim gittiğimiz hafta öncesinde kar yağdığını duyunca halimize şükrettik.
Ulaşım
30 Nisan’da Esenboğa Havaalanı’ndan bindiğimiz uçağımız İstanbul aktarmalı öğleden sonra Oslo’ya ulaştı. Havaalanından bulduğumuz ilk trenle şehir merkezine gittik. On beş yirmi dakika süren bu kısa seyahat için 180 Norveç Kronu ödeyince hepimizin gözleri yuvalarından fırladı. Havalimanından şehir merkezine iki farklı tren gidiyor. Birisi ekspres tren ve 20 dakikada kalkıyor, diğeri ise normal tren, ilki 180 diğeri 90 Kron tutuyor. Oslo’ya gidecek olanlara bunu hatırlatmak isterim. Neyse ki dönüşümüzde normal tren kullanarak maliyetimizi düşürmüş olduk.
Trenden Oslo Merkez İstasyonu’nda (Oslo Sentralstasjon) inerek otobüs duraklarının bulunduğu geniş alana yürüdük. Otelimize ulaşmak için şehir içi otobüs kullanacağımızdan gazete, dergi satılan bir kiosktan biletimizi aldık. Bir kullanımlık bilet için kişi başı 30 Kron ödeme yaptık. Yani bir otobüs bileti 10 TL’ye mal oluyor.
Konaklama
Dışarıda çok şiddetli bir yağmur vardı. Şansımıza çok beklemeden otobüse bindik ancak indiğimizde gideceğimiz yönü şaşırdık. O sırada karşıdan gelen Norveçli delikanlıya adresi göstererek yolu sordum. O yağmurda hiç erinmeden telefonundan oteli araştırdı. Otelin çok yakın olduğunu ve dümdüz yürüyerek bulabileceğimizi söyledi. Sonra dayanamadı otele kadar bizimle geldi. Norveçlilerin bu yardımsever tutumu ile tüm seyahatimiz boyunca karşılaştık.
Sonunda otelimiz Cochs Pensjonat’ı bulduk. Oslo’ya gideceklere bu oteli şiddetle tavsiye ederim. Hem fiyatı makul hem de konumu mükemmel denecek bir yerdeydi. Üç gece için kişi başı yaklaşık 420 lira gibi bir tutar ödedik. Odalarda mutfak ve ortada bir masa da vardı. Aslında tencere, tabak gibi mutfak eşyalarını da resepsiyondan isteyince veriyorlarmış ama biz bunu ne yazık ki ayrılırken öğrendik. Neyse ki yanımızda bir miktar kağıt tabaklarımız vardı.
Oslo Gezilecek Yerler
Odalarımıza yerleştikten sonra çevremizi tanımak için yürüyüş yapmaya karar verdik. Otelin önünden giden caddenin her iki tarafında da güzel mağazalar ve binalar vardı.
Pazar olması nedeniyle hemen hemen her yer kapalıydı. Biraz yürüdükten sonra hem ısınmak hem de dinlenmek için Mc Donalds’a girdik. Hepimiz 1000’lik Kronlarımızı da bozdurmak istiyorduk. Neredeyse 10 kişi teker teker 1000 Kron uzatarak sıcak çikolata istedi. Eminim ki kasiyer hayatı boyunca böyle bir durumla karşılaşmamıştır.
İkinci gün sabah Vigeland Sculpture Parkı‘na doğru yola çıktık. Yaklaşık 15-20 dakika yürüdükten sonra cennet gibi bir parkın içine girdik.
Vigeland Parkı tek bir sanatçı tarafından yapılan dünyanın en büyük heykel parkıymış. 1869-1943 yılları arasında yaşamış olan Gustav Vigeland’ın hayatı boyunca yapmış olduğu 200’den fazla bronz ve granit insan heykeli ile 13 adet eskitme dökme demirden oluşan kapıların büyük kısmı, beş ayrı bölümde yerleştirilmiş. Bunlar Ana Kapı, çocukların oyun alanıyla köprü, şelale, Monolith Platosu ve yaşam döngüsü olarak sıralanmış. Vigeland aynı zamanda parkın dizaynını ve mimari yapısını da şekillendirmiş. Kendisinden sonra bu yapıya hiçbir ekleme veya çıkarma yapılmamasını vasiyet etmiş. Ne yazık ki parkın son halini göremeden yaşama veda etmiş ve yapımına 1939 yılında başlanan park son halini 1949 yılında almış. “Çıplak Heykeller Parkı” olarak nitelendirebileceğimiz bu park Oslo’nun en çok ziyaret edilen, turistlerin ve yerli halkın akınına uğrayan bir parkmış. Yirmidört saat açık ve ücretsiz olduğunu da belirteyim. Yılda yaklaşık bir milyon kişi ziyaret etmekteymiş. Binlerce kişi geziyor burada ama bir tek çöp bile yok.
Heykeller dışında 3 bin ağaç ile 150 değişik cinste 14 bin gül ağacından oluşan gül bahçesi bulunan parkta ayrıca eski bir baraj gölü, çocuk parkı, olimpik yüzme havuzu, futbol stadyumu, cafe ve Vigeland Müzesi olarak bilinen Oslo Şehir Müzesi de bulunmakta.
Parkta bulunan heykellerin en önemli özelliği, bir kaç istisna haricinde tamamının insan figürü olması ve bu insan figürlerinin tamamen çıplak olmalarıymış. İnsan heykelleri doğum, çocukluk, gençlik, yetişkinlik, yaşlılık, ölüm gibi yaşam evreleri ile neşe, hüzün, özlem, kızgınlık, kıskançlık gibi duyguları da anlatıyormuş.Peki kim bu Gustav Vigeland biraz da onu tanıyalım. Gustav Vigeland, Norveç’in güneyinde küçük bir sahil kasabası olan Mandal’da doğmuş. Eğitimi için Oslo’ya gönderilen Vigeland burada ahşap oyma sanatını öğrenmiş. Babasının ölümü üzerine geri dönerek Vigeland kentinde bir çiftlikte büyükbabasıyla yaşamaya başlamış. Daha sonra 1888 yılında Oslo’ya dönen Vigeland heykeltraş olmaya karar vermiş ve zamanın ustalarından olan Bryunjulf Bergslien’den dersler almış. İlk yapıtının ismi “Hagar ve İsmail” olan Vigeland, Kopenhag, Paris, Berlin ve Floransa’da bir süre bulunmuş ve bu dönemde kadın-erkek ilişkileri üzerinde çalışma fırsatı bulmuş. Norveç’in bağımsızlığını kazandığı 1905 yılından sonra Henrik Ibsen ve Niels Henrik Abel gibi ülkenin önde gelen kişilerin anısına heykel ve büstlerini yapması istenmiş. 1924 yılında Vigeland Nobels’deki atölyesine taşınmış ve böylece Frogner Park’da yaptığı eserleri sergileme olanağı bulmuş. Buranın adı artık Vigeland Park olarak bilinmekteymiş. Vigeland’ın naaşı yakılmış ve külleri çan kulesinden saklanmaktaymış. Nobels’deki bu yapının adı daha sonra Vigeland Müzesi olarak değiştirilmiş.
Parkın içinde bir süre yürüdükten sonra heykellerin olduğu aksisin tam ortasına geldik. Önce Sütunu (Monolith) görmek istedik ve o tarafa yürüdük.
Daha sonra Monolith Platosu’na doğru yürümeye devam ettik. Platoya giriş sekiz döküm demir kapıdan yapılıyormuş ve bu kapılarda da insan figürleri var. Daha uzaktan sütunun güzelliği ve haşmeti görülebiliyor.
Yekpare 14,12 metre uzunluğundaki granit sütun birbiri üzerine yığılmış 121 insan figürünün yaşam döngüsünü ifade ediyormuş. Sütun, Vigeland tarafından bulunan devasa granitin işlenerek bugünkü halini almasıyla sonuçlanmış. Sütun merdivenle çıkılan bir alanın ortasında yer alıyordu. Merdivenlere çıkışta üçlü gruplar halinde 12 sıra dizilmiş ve hayatın çeşitli evrelerinde bulunan kadın erkek figürlerinden oluşan 36 heykel grubu sizi karşılıyor.
Bu eserin tamamlanması tam 14 yıl sürmüş ve ancak Vigeland’ın ölümünden kısa bir süre önce tamamlanabilmiş. Hayranlıkla bakmaktan kendimizi alamıyoruz.
Köprü’nün her iki yanı da heykellerle doluydu. Burası 100 metre uzunluğunda ve gerçek boyutlarında tek ya da ikili insan heykellerinin olduğu 58 parçadan oluşmakta. Vigeland bu kısmı 1926-1933 yılları arasında tamamlamış.
Köprüdeki en önemli ve ilgi çeken eser “Kızgın Çocuk” olarak isimlendirilen heykelmiş. Bu Heykel politik bazı protestoların da adresi olmuş. Üzerine birkaç kere boya dökülmüş, bir seferinde sol eli altın rengine boyanmış, bir diğerinde heykelin poposuna siyah bant yapıştırılmış. 1992 yılında çalınmış ve ancak bulunabilmiş. Bu yüzden 40 kilo ağırlığındaki heykel bir daha yerinden oynatılamaması için bulunduğu kaideye sabitlenmiş.
Köprünün bitiminde ufak bir bahçe içinde bebek heykelleri yerleştirilmiş. Bu heykellerin tam ortasında ise yine meşhur bir heykel olan “Kafa Üstü Duran Bebek Heykeli” bulunmaktaydı.
Bu heykel parkın ikinci ünlü heykeliymiş. Ayrıca bebek heykellerinin güzelliğinin yanı sıra burada harika bir göl manzarası da vardı. Ördekler, kuşlar, suyun, yeşilin güzelliği adeta mest olmuştuk.
Dört saat yakın süren park gezimizden sonra müzeleri gezmek istedik. Şansızlığımız o gün 1 Mayıs resmi tatildi ve sonraki gün müzelerin çoğunun kapalı olduğu Pazartesi olacaktı. Gitmek istediğimiz Viking Müzesi ise o gün açıktı ve vakit kaybetmeden gitmek istedik. Çünkü bu Müze bir ada üzerinde bulunuyordu ve teknelerle gidilmesi gerekiyordu.
Bir kullanımlık biletlerimizi 7 Eleven marketinden aldık ve otobüs ile limana geldik. Müze adası diye tabir edilen Bygdøy bölgesine Nobel Barış Merkezi’nin önünden kalkan teknelerle ulaşılıyor. Bu tekneler iki ayrı yerde duruyor. Biz Viking Müzesi’nin bulunduğu durakta indik. Viking Müzesi’nde grup indirimi aldık ve kişi başı 100 Kron ödeyerek içeri girdik.
Müzede 9.yüzyıldan kalma dünyanın en iyi korunmuş Viking gemi kalıntıları, Viking dönemine ait çadırlar, mezarlar, ahşap oyma işleri, kızaklar, bir at arabası, giysiler, kullandıkları eşyalar sergileniyordu.
Buradan tekneye dönerken Norveç Halk Müzesi (Norwegian Folk Museum) tabelası görmüştük. Gelmişken orayı da görmek istedik. Bilet almak için ofise girdiğimizde Müzenin sergi kısmının saatin geç olması nedeniyle kapandığını ancak bahçe kısmını gezebileceğimizi söylediler.
Önce bahçeyi gezip de ne olacak diye düşünürken geniş bir alanda ev, okul, kilise, tiyatro sahnesi gibi yapılar bahçede olduğunu gördük. Norveç tarihi yaşam alanları karşımıza çıkmaz mı! Burası Viking Müzesi’nden daha renkli göründü bize. Ahşap yapıların pencerelerinden içerideki ev ve okul yaşamına dair izleri de görebildik.Tabi biz gittiğimizde saat geç olduğundan muhtemelen gün içerisinde daha canlı olacaktır.
Norveç Halk Müzesi’nde 155 adet birbirinden farklı geleneksel ev ve 13. yüzyılda ahşaptan inşa edilen Stave Kilisesi bulunmakta.
Müzenin açık olduğu saatlerde müze çalışanları bu evlerin içerisinde o dönemin yaşamını canlandırıyorlar, çok çeşitli yaşam kompozisyonu sergileniyormuş. Çok geniş bir alana yayılan bir müze olduğundan en az yarım gününüzü ayırmanız gerekebilir.
Vaktimiz kısıtlı olduğundan bir saat içerisinde gezimizi tamamladık ve geldiğimiz yoldan dönerek gelen ilk tekneye bindik. Limanda Nobel Peace Center önünde tekneden indik. 1 Mayıs resmi tatiline denk geldiği için içeriyi gezme şansımız olamadı böylesine özel bir binayı.
2005 yılında yaptırılan Nobel Barış Merkezi, Alfred Nobel hakkında ve geçmişten günümüze Nobel Barış Ödülü alanların bilgilerinin yer aldığı, geçici sergilerin ve konferansların da düzenlendiği bir kültür-sanat merkezi. Norveç ve İsveç kraliyet ailesi üyelerinin katıldığı törenle Nobel ödülleri veriliyormuş. Nobel Barış Ödülü Norveç tarafından verilmekteyken, diğer ödüller İsveç tarafından veriliyormuş. Nobel Barış Ödül töreni ise 1990 yılından bu yana Oslo City Hall (Oslo Belediye Binası)’de yapılmaktaymış.
Bir tarafta deniz diğer tarafta restoranların ve cafelerin sıralandığı güzel bir yoldan yürümeye başladık. Limanda denizin etkisiyle hava soğumuştu ve iyice sarınıp sarmalanmıştık. Buna rağmen yol üzerinde gördüğümüz Hennig Olsen’in meşhur bir dondurmacı olduğunu öğrenince o soğukta dondurma yemekten kendimizi alamadık. Hepimiz istediğimiz çeşitleri söyledik. Şenay ve Oya dondurmalarını orijinal bir sosa batırdıklarını ve soğan tadı aldıklarını söyleyince ne olduğunu anlamak için dondurmacıya yöneldim. Ön tarafta bir kasede kıtırlaşmış ve sarartılmış minik taneler vardı. Ne olduğunu anlamak için bakmaya çalışırken dondurmacı gülerek onun soğan olduğunu ve hotdog için kullanıldığını söyledi. Bizim arkadaşlarımız dondurmacılarımızda olan fındık gibi bir şey sanıp dondurmalarını soğana bulamışlar. Buna epeyce gülüp eğlendik. Tadının çok güzel olduğunda ısrar ettiler ama bize pek inandırıcı gelmedi.
Son günümüzde ilk hedef Royal Palace idi. Otelimize yakın olan sarayın bahçesine yürüyerek girdik. Neoklasik tarzdaki Saray 1848 yılında tamamlanmış, Norveç’in en önemli tarihi yapıları arasında. Norveç kraliyet ailesinin yaşadığı 173 odalı sarayın önünde Norveç-İsveç kralı Karl Johan’ın bir heykeli yer almakta. Yaz aylarında sarayın belirli bölümleri rehberle gezilebiliyormuş. Sarayın önündeki geleneksel giysili askerler her gün 13.30’da nöbet değişimi yapıyorlarmış ve çok renkli oluyormuş. Biz tabi bu saati bekleyemedik. Askerle, Sarayla ve Heykelle bilumum fotoğraflar çektirip yolumuza devam ettik.
Sırada National Theater vardı. Bahçesinde pek çok güzel heykel bulunuyordu. Norveç’in drama tarihinde çok önemli bir yere sahip olan Ulusal Tiyatro 1899 yılında Norveç’in ünlü oyun yazarı Henrik Ibsen’in bir oyunuyla açılmış. Mimarisi Barok tarzda olan binanın etkileyici bir görünümü vardı. Dünyada sergilenen pek çok ünlü eserin ilk kez burada seyirci karşısına çıktığı da söylenmektedir.
Yolun karşısında güzel bir bina vardı. Bunun Oslo Üniversitesi’nin bir fakültesi olduğunu öğrendik. Bu arada Kraliyet Sarayı’nın önünden başlayan Karl Johans Gate Oslo’nun en canlı ve alışverişin en yoğun yaşandığı bir caddesi. Burada ünlü markaların mağazalarını görebilirsiniz.
Üniversitenin yanındaki sokağa girerek National Gallery‘ye ulaşmaya çalıştık. Kapıdaki açılış saati 10 olarak görünüyordu. Açılış saatine kadar kahve içmek için sokağın başındaki cafeye oturduk.
Saat geldiğinde Müze önünde hiçbir hareket göremeyince biraz işkillendik. Gidip açılış günlerini doğru düzgün okuyunca Pazartesi günleri kapalı olduğunu öğrendik. Müzeyi görememize hayıflansak da Müze önünde sıralandık ve fotoğrafımızı da çektirdik.
Ulusal Müze Norveçli ve Avrupalı birçok sanatçının sanat eserine ev sahipliği yapmakta. Pazar günleri ücretsiz ziyaret edilebilmekte. Ulusal Galeri’nin en değerli eseri Norveçli ressam Edvard Munch’un dünyaca ünlü “Çığlık” (Scream) Tablosu. Çığlık, Mona Lisa tablosundan sonra tanınan en meşhur tablo. Çığlık resminin ön planında acı çeker gibi görünen bir figür, arka planında ise Ekeberg Tepesi’nden Oslofjord’un görünümü yer alıyor. Oslofjord göğü ise kan kırmızısı renginde. Edvard Munch tarafından çizilmiş 4 adet versiyon bulunmakta. 1994 ve 2004 yıllarında çalınan tablo neyse ki bulunmuş. 2012 yılında ise 119.9 milyon dolar gibi rekor bir fiyata satılmış. Bu ünlü tabloyu müzeyi gezip çekemesem de Oslo’yu gezerken hatırlamadan olmaz diye internetten fotosunu eklemeliyim.
Amazon.com
Buradan yola devam ettik ve bir süre sonra Parlamento Binası’nın önüne geldik.
Bina öyle güvenlik çemberine falan alınmış değil. Gayet rahat bir şekilde çevresinde gezebileceğiniz bir bina. Rehber eşliğinde içi de gezilebiliyor. Biz içeri girmeden yola devam ettik.
Biraz daha ilerleyince Oslo Katedrali‘ni gördük. İçeri girmek istedik ama içeride ayin yapıldığından gezemeyeceğimizi sonra gelmemizi söylediler. Arkadaşlar Türkçe konuşan bir Ermeni görevliyle konuşurken biz birkaç kişi içeri girerek Katedralin hem içini hem de ayini görme fırsatı bulduk.
Haritaya bakarak arkadaşları Norveç Ulusal Opera ve Bale Binası’na yönlendirdim. Oslo Opera Binası kutupları ilham alarak inşa edilmiş. Çatısına da yürüyerek çıkabiliyor ve Oslo’yu panoramik olarak seyredebiliyorsunuz. Üçgen yapısı ve beyaz cephesiyle sudan çıkıyormuş görüntüsü verilmiş.
Binanın içi ise meşe kullanılarak yapılmış ve giriş holü bir at nalı şeklinde dizayn edilmiş. Binanın çatısına çıkıp Oslo manzarasını da seyredebilirsiniz. Tabii biz de Oslo’da Opera izleyemesek de, Oslo manzarasını seyrettik bu güzel binanın çatısında.
Bundan sonra Grönland’a doğru yürümeye devam ettik. Ancak belki bizim gittiğimiz sokaklar öyleydi, bölge bize çok döküntü ve düşük gelirli halkın yaşadığı bir yer gibi geldi. Ortadoğulu ve Afrikalıların çoğunlukta olduğu, mağazaların, marketlerin daha salaş olduğu bir bölgeydi. Herkes bir araca binip bir an önce buradan ayrılmak için sızlanmaya başladı. Ekip başı olarak onların sızlanmalarına kulaklarımı tıkayarak hedefime doğru onları yürümeye zorladım, hedef Munch Müzesi (Munch Museet) idi..
En nihayet Müzeyi bulduk ve 10 kişi olduğumuz için yine grup indirimli biletlerimizi aldık. Ancak içeri çanta almadıkları için ben fotoğraf makinesini de almayacaklarını düşünerek bütün eşyalarımı oturan arkadaşlara bıraktım. Sonra nasıl pişman oldum. Keşke o tabloları fotoğraflayabilseydim. Müzede Edvard Munch’un eserleriyle birlikte Mayıs sonuna kadar 1989 yılında ölen kışkırtıcı fotoğrafları ile ünlü fotoğrafçı Mapplethorpe eserleri de sergileniyordu.
Müze çıkışında tekrar yürümeye başladık. Şimdiki hedefimiz rengarenk sokakları olan Grünnerlokka’ydı. Önce bir sokağın üzerinde devasa bir avize gördük.
Devam edince rengarenk boyanmış sokağı bulduk.
Fotoğraf çektirirken birkaç Norveçli sporcu genç grubun parçasıymış gibi bizim fotoğraf karemize girdiler. Biz de bu espriye karşılık onların fotoğraflarına dahil olduk.
Bu sokağı da gördükten sonra yürüyerek merkeze yani Karl Johans Gate bulvarına geldik. Oslo’da son gecemizde akşam yemeğimizi dışarıda yiyecektik. Önce bulduğumuz bir hediyelik eşya mağazasına girerek altını üstüne getirdik. Mağaza sahipleri bizimle yakından ilgilenince yemek yiyebileceğimiz bir yer ismi istedik. Tavsiye edilen restoranda Oslo’da son akşam yemeğimizde lezzetli balıklar yedik.
Oslo kuzeyin pahalılığına, soğuğuna rağmen gelişmiş, yeşil, demokrat, kibar, yardımsever insanları ile güzel şehri.
Kaşhan adeta çölün ortasında yaratılmış bir vaha, yeşillikler içerisinde ve çiçeklerle bezeli tarihi bir şehir. İran platosunda en eski yaşam izlerine rastlanan Sialk Höyüğü şehrin 3 km güneybatısında yer alıyor. Bu Höyükten çıkarılan kalıntılara göre bölgenin tarihi prehistorik çağlara kadar uzanmakta ve Kaşhan’ın kuruluşu da Elam Uygarlığı dönemine denk gelmekteymiş.
Kaşhan’ın ünü sadece bahçeleriyle ve çiçeklerinden gelmiyor. Selçuklu hükümdarı I.Melik Şah 11. yüzyılda Kaşhan’a bir kale yaptırmış. Selçukluların etkisiyle o dönemde şehir çanak, çömlek yapımında, çinicilikte ve dokuma işlerinde maharet kazanmış ve bu alanlarda da ünlü hale gelmiş.
Kaşhan gezimize Fin Bahçeleri (Bagh-e Fin) ile başladık. Bu bahçeler İran’ın hala yaşayan en eski bahçesiymiş. Bahçenin ismi bu bölgede yaşamış “Pin” kavminden geliyormuş. Arapçada “P” harfi olmadığı için kelime sonradan “Fin”e dönüşmüş.
UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan bahçenin tarihi 7000 yıl öncelerine kadar gidiyor. Şah Birinci Abbas (1571-1629) bahçeyi Perslerin cennet anlayışına göre yeniden şekillendirmiş. Bahçe sular akan havuzlarla, 500 yıllık sedir ağaçları, portakal ağaçları ve rengarenk çiçeklerle bezenmiş.
Bahçede bir ‘Royal’ hamam bulunuyor. Kaçar döneminde yanına bahçede çalışanlar için de bir ilave yapılıp ikisi birleştirilmiş.
“Royal” hamam tarihinde üzücü bir öykü bulunuyor. Kaçar Sultanı Nasreddin Şah, annesinin planladığı bir komployla, Vezir Mirza Tekihan’ı (Amir Kabir) burada öldürtmüş. Hamamın odalarında olayı canlandıran mumya heykeller de konmuş. Vezir son anında “Bu cellat beni öldüreceğine, en iyi dostum canıma kıysın” dediği anlatılıyor.
Hamamlar Persler için vazgeçilmez alanlarmış, sadece temizlik için değil sosyal ve tıbbi amaçlar için de kullanılıyormuş. Kına (Hana-bandan) törenleri, flebotomi (toplardamarı keserek kan akıtma), kemik kırık-çıkık tedavileri buralarda yapılıyormuş. Ayrıca hamamlar dinlenme ve eğlence amacıyla da hizmet veriyormuş. Şah Abbas’tan sonra bu adetler kaldırılmış ve hamamlar asli işlevlerine dönmüşler.
Hamamda fotoğraf çektirirken farkında olmadan başımın örtüsü kaymış. O sırada tören yapan heyet bizim olduğumuz hamam kısmına gelmez mi ve bir görevli “Hanım hicap” gibi hatırladığım bir şeyler söyleyince hemen başımı kapattım. Neyse ki bu olay dışında kıyafetle ilgili tur boyunca bir sıkıntı yaşamadık.
Fin Bahçeleri’nin dışında hediyelik eşya satış mağazaları bulunuyor. Fin bahçeleri yaseminlerinden yapılan kokuları anı olarak aldık
Fin Bahçelerinden sonra Büyük Ağa Cami ve Medresesi’ne (Agha Bozork) gittik. 18. yüzyılın sonlarında inşa edilen cami ve 19.yüzyılda yapılan dünyadaki en iyi islami komplekslerden biri olarak tanımlanıyormuş. Simetrik dizaynda yapılan camide biri mihrabın önünde diğeri girişte olan iki büyük eyvan bulunmakta. Ana avlu dışında ortada başka bir avluda havuz ve ağaçlar var. Mihrabın önündeki eyvanda tuğladan iki minare örülmüş.
Camiden sonra Kaşhan’daki gezimize devam ettik. Yolda rüzgar kulelerini (Bad-gir) gördük. Bu kuleler çöl ikliminin olduğu hemen her yerde görülüyor. Rüzgar kuleleri kalın seramikten evlere inşa ediliyor ve çöl rüzgarlarını belirli bir açıyla içeriye taşıyıp binaların yaşam alanlarına yönlendiriyormuş. Hafif bir esinti bile binaları serinletmeye yetiyormuş. Doğal klima yapan insanların doğaya uyum sağlama yetenekleri çok yüksek.
Kaşhan’da ziyarete açık tarihi evlerden Tabatabaei Evi’ne gittik. Ev 1880’lerin başlarında varlıklı Tabatabaei ailesi tarafından yaptırılmış.
Geleneksel Pers evlerinin yapısına uygun bir şekilde dekore edilen evin 4 avlusu, duvar işlemeleri ve vitray pencereleri ön plana çıkmakta.
Bu arada okulların dağıldığı saate denk geldik. Yeri gelmişken okuma oranından da söz etmek istiyorum. İran’da okuma yazma oranının % 90 civarında olduğu ve özellikle son yıllarda üniversite mezunu kızların sayısının çok arttığı söylenmekte. Bu durum iş hayatında kendine yer edinen kadınların sayısında da ciddi artış sağlamış.
Bu durumdan erkekler çok da memnun değil anlaşılan. Rehberimiz kadın çalışanların düşük ücretle çalışmayı kabul etmeleri yüzünden daha çok kadın çalıştırıldığını ve bu yüzden erkeklerin işsiz kaldığını memnuniyetsiz bir tavırla anlattı.
Kaşhan’daki gezimiz tamamlanmıştı. Bu arada rehberimiz Sinan programda olmayan ama yolumuzu fazla uzatmadan gezebileceğimiz bir köyden bahsetti. Ekstra 25 Dolar verirsek bu köye gidebilecektik. Köyü diğer tur programlarından okumuş ve çok güzel bir köy olduğunu biliyordum. Grubumuz bu köye gitmeyi istedi ve iyi ki de gitmişiz.
Abyaneh Köyü, İsfahan eyaleti sınırları içinde 300 nüfuslu küçücük bir dağ köyü olup Kerkes Dağlarının eteklerinde 2200 metre yükseklikte yer alıyor. 1500 yıllık köyün en önemli özelliği kırmızı evleri ve bu köyde yaşayanların geleneklerini aynen koruyor olmasıymış.
Köyde kadınlar başlarını ve omuzlarını beyaz üzerine kırmızı mavi çiçek desenli örtüler ile örtüyor ve diz altı etekler giyiyorlar. Erkekler ise İspanyol paça benzeri geniş paçalı pantolonlar ile beyaz hakim yaka gömlekler giyiyorlar. Kadınların bu kıyafetlerine yıllardır hiçbir yönetim müdahale edememiş. Bazı kadınlarda gördüğümüz veya türbelerde giyilmesi için turistlere verilen çiçekli çarşafların kökeni de bunlardan geliyormuş.
Bu köyde adeta zaman durmuş. Köyün çamur ve kerpiçten yapılmış kırmızı evleri, kırmızı merdivenli, kemerli dar sokakları 500 yıl önceki haliyle aynen korunmuş. Binaların kırmızı duvarları nasıl bir teknikle yapıldıysa çok sağlam kalmış. Köy halkı her yıl evlerini baştanbaşa sıvar ve tamir ederlermiş. Halkının da zengin olduğu biliniyormuş. 2007 yılından bu yana Köy, UNESCO Dünya Kültür Mirası Aday Listesi’nde yer alıyormuş.
Köy, dağlardan gelen suyla birlikte bereketli topraklara sahip, özellikle meyve üretimi yapılan bir yer. Halkı da bu bereketten nasibini alarak uzun ömürlü oluyorlarmış.
Köyün çevresindeki arkeolojik kazılarda, geçmişi Sasaniler dönemine dayanan bir Zerdüşt ateş tapınağı ve kale harabeleri bulunmuş. Köyde yer alan Selçuklu dönemi cami kapısı ve ahşap ev kapıları ile kadın ve erkek misafirler için farklılaşan kapı kolları da görülmeye değer.
Otobüsümüzden köyün girişinde indik. Yolları çok dar veya merdivenli olduğu için köye araç giremiyormuş. Yokuş aşağı hep beraber yürümeye başladık. Evler kırmızı renkleriyle çok sevimli gözüküyordu. Cuma camisinin önünden geçtik.
Köyün aşağısında bulunan bir türbede biraz soluklandık. Burada savaşta ölen gençlerin resimleri ve isimleri asılıydı. İranlılar şehitlerine çok sahip çıkıyorlar. İran’da birçok şehirde, yollarda ve türbelerde dua edilsin ve anılsın diye hep şehitlerin fotoğraflarını ve adlarını asıyorlardı.Bu arada türbede gördüğüm çok hoş yerel kıyafetli bir kızı da fotoğrafladım.
Türbeden sonra yokuş yukarı tekrar tırmandık ve. Köyün girişinde içi de dışı da ayrı güzel olan Abyaneh Hotel’in lobisinde bir çay molası verdik.
Bundan sonra artık istikametimiz İsfahan olacaktı. O şehir ki 16. yüzyılda çıkarılmış bazı madeni paraların üzerine “İsfahan dünyanın yarısıdır.” yazılıymış.
Gezgin Gülten İŞÇİMEN’in diğer gezi yazıları için http://gezininadresi.blogspot.com.tr adresini ziyaret edebilirsiniz.