ANA SAYFA Blog Sayfa 25

Oslo Gezi Rehberi: Kuzeyin Asil ve Sakin Başkenti

oslo

Oslo, Baltık ülkesi Norveç’in başkenti ve en çok nüfusa sahip şehri, tarihi, müzeleri, yemyeşil ve düzenli parkları ile bu refahı yüksek medeni ülke farklı tatlar yaşatacaktır gezginlere… 

Gezgin olarak alternatif rotaları araştırırken Oslo uygun uçak bilet fiyatları ile cazip bir seçenek olarak karşımıza çıktı ve düşünmeden Oslo biletlerimizi aldık. Ancak her şeyin ucuz uçak bileti olmadığını ve Norveç’in dünyanın en pahalı ülkelerinden biri olduğu gerçeğini daha gitmeden yaptığımız okumalarda anladık.. Tabi artık çok geçti.

Bir haftalık Norveç programımızın üç gününü Oslo’ya ayırdık. Kalan günler için Bergen şehri ve dünyanın en güzel tren yolculukları arasında sayılan Flam treni yolculuğu için Flam kasabası olarak programlandı.

Yanımıza zeytin, peynir, salam, ton balığı, kavurma, kuru yemiş, lavaş gibi hemen bozulmayacak ne varsa aldık. Norveç’te bir bardak balık çorbasına yaklaşık 35 TL verince iyi ki de yanımızda yiyecek getirmişiz dedik. 

Norveç kuzey kutbuna yakın bir ülke olduğundan yılın neredeyse 300 gününün yağışlı ve soğuk geçtiğini okumuştuk. Günlük güneşlik bir ülkeden soğuk bir iklime seyahat edecektik. Bu yüzden kaz tüyü montlarımızı, şapka ve eldivenlerimizi bavulumuza yerleştirdik. Çok şanslıydık ki Oslo’ya ulaştığımız gün dışında gezmemizi engelleyen bir yağış olmadı. Üşüdük tabi ama bizim gittiğimiz hafta öncesinde kar yağdığını duyunca halimize şükrettik.

Ulaşım

30 Nisan’da Esenboğa Havaalanı’ndan bindiğimiz uçağımız İstanbul aktarmalı öğleden sonra Oslo’ya ulaştı. Havaalanından bulduğumuz ilk trenle şehir merkezine gittik. On beş yirmi dakika süren bu kısa seyahat için 180 Norveç Kronu ödeyince hepimizin gözleri yuvalarından fırladı. Havalimanından şehir merkezine iki farklı tren gidiyor. Birisi ekspres tren ve 20 dakikada kalkıyor, diğeri ise normal tren, ilki 180 diğeri 90 Kron tutuyor. Oslo’ya gidecek olanlara bunu hatırlatmak isterim. Neyse ki dönüşümüzde normal tren kullanarak maliyetimizi düşürmüş olduk.

Trenden Oslo Merkez İstasyonu’nda (Oslo Sentralstasjon) inerek otobüs duraklarının bulunduğu geniş alana yürüdük. Otelimize ulaşmak için şehir içi otobüs kullanacağımızdan gazete, dergi satılan bir kiosktan biletimizi aldık. Bir kullanımlık bilet için kişi başı 30 Kron ödeme yaptık. Yani bir otobüs bileti 10 TL’ye mal oluyor.

Konaklama

Dışarıda çok şiddetli bir yağmur vardı. Şansımıza çok beklemeden otobüse bindik ancak indiğimizde gideceğimiz yönü şaşırdık. O sırada karşıdan gelen Norveçli delikanlıya adresi göstererek yolu sordum. O yağmurda hiç erinmeden telefonundan oteli araştırdı. Otelin çok yakın olduğunu ve dümdüz yürüyerek bulabileceğimizi söyledi. Sonra dayanamadı otele kadar bizimle geldi. Norveçlilerin bu yardımsever tutumu ile tüm seyahatimiz boyunca karşılaştık. 

Sonunda otelimiz Cochs Pensjonat’ı bulduk. Oslo’ya gideceklere bu oteli şiddetle tavsiye ederim. Hem fiyatı makul hem de konumu mükemmel denecek bir yerdeydi. Üç gece için kişi başı yaklaşık 420 lira gibi bir tutar ödedik. Odalarda mutfak ve ortada bir masa da vardı. Aslında tencere, tabak gibi mutfak eşyalarını da resepsiyondan isteyince veriyorlarmış ama biz bunu ne yazık ki ayrılırken öğrendik. Neyse ki yanımızda bir miktar kağıt tabaklarımız vardı. 

Oslo Gezilecek Yerler

Odalarımıza yerleştikten sonra çevremizi tanımak için yürüyüş yapmaya karar verdik. Otelin önünden giden caddenin her iki tarafında da güzel mağazalar ve binalar vardı.

Pazar olması nedeniyle hemen hemen her yer kapalıydı. Biraz yürüdükten sonra hem ısınmak hem de dinlenmek için Mc Donalds’a girdik. Hepimiz 1000’lik Kronlarımızı da bozdurmak istiyorduk. Neredeyse 10 kişi teker teker 1000 Kron uzatarak sıcak çikolata istedi. Eminim ki kasiyer hayatı boyunca böyle bir durumla karşılaşmamıştır.

İkinci gün sabah Vigeland Sculpture Parkı‘na doğru yola çıktık. Yaklaşık 15-20 dakika yürüdükten sonra cennet gibi bir parkın içine girdik.

Vigeland Parkı tek bir sanatçı tarafından yapılan dünyanın en büyük heykel parkıymış. 1869-1943 yılları arasında yaşamış olan Gustav Vigeland’ın hayatı boyunca yapmış olduğu 200’den fazla bronz ve granit insan heykeli ile 13 adet eskitme dökme demirden oluşan kapıların büyük kısmı, beş ayrı bölümde yerleştirilmiş. Bunlar Ana Kapı, çocukların oyun alanıyla köprü, şelale, Monolith Platosu ve yaşam döngüsü olarak sıralanmış. Vigeland aynı zamanda parkın dizaynını ve mimari yapısını da şekillendirmiş. Kendisinden sonra bu yapıya hiçbir ekleme veya çıkarma yapılmamasını vasiyet etmiş. Ne yazık ki parkın son halini göremeden yaşama veda etmiş ve yapımına 1939 yılında başlanan park son halini 1949 yılında almış. “Çıplak Heykeller Parkı” olarak nitelendirebileceğimiz bu park Oslo’nun en çok ziyaret edilen, turistlerin ve yerli halkın akınına uğrayan bir parkmış. Yirmidört saat açık ve ücretsiz olduğunu da belirteyim. Yılda yaklaşık bir milyon kişi ziyaret etmekteymiş. Binlerce kişi geziyor burada ama bir tek çöp bile yok.

Heykeller dışında 3 bin ağaç ile 150 değişik cinste 14 bin gül ağacından oluşan gül bahçesi bulunan parkta ayrıca eski bir baraj gölü, çocuk parkı, olimpik yüzme havuzu, futbol stadyumu, cafe ve Vigeland Müzesi olarak bilinen Oslo Şehir Müzesi de bulunmakta.

Parkta bulunan heykellerin en önemli özelliği, bir kaç istisna haricinde tamamının insan figürü olması ve bu insan figürlerinin tamamen çıplak olmalarıymış. İnsan heykelleri doğum, çocukluk, gençlik, yetişkinlik, yaşlılık, ölüm gibi yaşam evreleri ile neşe, hüzün, özlem, kızgınlık, kıskançlık gibi duyguları da anlatıyormuş.Peki kim bu Gustav Vigeland biraz da onu tanıyalım. Gustav Vigeland, Norveç’in güneyinde küçük bir sahil kasabası olan Mandal’da doğmuş. Eğitimi için Oslo’ya gönderilen Vigeland burada ahşap oyma sanatını öğrenmiş. Babasının ölümü üzerine geri dönerek Vigeland kentinde bir çiftlikte büyükbabasıyla yaşamaya başlamış. Daha sonra 1888 yılında Oslo’ya dönen Vigeland heykeltraş olmaya karar vermiş ve zamanın ustalarından olan Bryunjulf Bergslien’den dersler almış. İlk yapıtının ismi “Hagar ve İsmail” olan Vigeland, Kopenhag, Paris, Berlin ve Floransa’da bir süre bulunmuş ve bu dönemde kadın-erkek ilişkileri üzerinde çalışma fırsatı bulmuş. Norveç’in bağımsızlığını kazandığı 1905 yılından sonra Henrik Ibsen ve Niels Henrik Abel gibi ülkenin önde gelen kişilerin anısına heykel ve büstlerini yapması istenmiş. 1924 yılında Vigeland Nobels’deki atölyesine taşınmış ve böylece Frogner Park’da yaptığı eserleri sergileme olanağı bulmuş. Buranın adı artık Vigeland Park olarak bilinmekteymiş. Vigeland’ın naaşı yakılmış ve külleri çan kulesinden saklanmaktaymış. Nobels’deki bu yapının adı daha sonra Vigeland Müzesi olarak değiştirilmiş.

Parkın içinde bir süre yürüdükten sonra heykellerin olduğu aksisin tam ortasına geldik. Önce Sütunu (Monolith) görmek istedik ve o tarafa yürüdük. 

Daha sonra Monolith Platosu’na doğru yürümeye devam ettik. Platoya giriş sekiz döküm demir kapıdan yapılıyormuş ve bu kapılarda da insan figürleri var. Daha uzaktan sütunun güzelliği ve haşmeti görülebiliyor.

Yekpare 14,12 metre uzunluğundaki granit sütun birbiri üzerine yığılmış 121 insan figürünün yaşam döngüsünü ifade ediyormuş. Sütun, Vigeland tarafından bulunan devasa granitin işlenerek bugünkü halini almasıyla sonuçlanmış. Sütun merdivenle çıkılan bir alanın ortasında yer alıyordu. Merdivenlere çıkışta üçlü gruplar halinde 12 sıra dizilmiş ve hayatın çeşitli evrelerinde bulunan kadın erkek figürlerinden oluşan 36 heykel grubu sizi karşılıyor.

Bu eserin tamamlanması tam 14 yıl sürmüş ve ancak Vigeland’ın ölümünden kısa bir süre önce tamamlanabilmiş. Hayranlıkla bakmaktan kendimizi alamıyoruz.

Köprü’nün her iki yanı da heykellerle doluydu. Burası 100 metre uzunluğunda ve gerçek boyutlarında tek ya da ikili insan heykellerinin olduğu 58 parçadan oluşmakta. Vigeland bu kısmı 1926-1933 yılları arasında tamamlamış.

Köprüdeki en önemli ve ilgi çeken eser “Kızgın Çocuk” olarak isimlendirilen heykelmiş. Bu Heykel politik bazı protestoların da adresi olmuş. Üzerine birkaç kere boya dökülmüş, bir seferinde sol eli altın rengine boyanmış, bir diğerinde heykelin poposuna siyah bant yapıştırılmış. 1992 yılında çalınmış ve ancak  bulunabilmiş. Bu yüzden 40 kilo ağırlığındaki heykel bir daha yerinden oynatılamaması için bulunduğu kaideye sabitlenmiş.

Köprünün bitiminde ufak bir bahçe içinde bebek heykelleri yerleştirilmiş. Bu heykellerin tam ortasında ise yine meşhur bir heykel olan “Kafa Üstü Duran Bebek Heykeli” bulunmaktaydı.

Bu heykel parkın ikinci ünlü heykeliymiş. Ayrıca bebek heykellerinin güzelliğinin yanı sıra burada harika bir göl manzarası da vardı. Ördekler, kuşlar, suyun, yeşilin güzelliği adeta mest olmuştuk.

Dört saat yakın süren park gezimizden sonra müzeleri gezmek istedik. Şansızlığımız o gün 1 Mayıs resmi tatildi ve sonraki gün müzelerin çoğunun kapalı olduğu Pazartesi olacaktı. Gitmek istediğimiz Viking Müzesi ise o gün açıktı ve vakit kaybetmeden gitmek istedik. Çünkü bu Müze bir ada üzerinde bulunuyordu ve teknelerle gidilmesi gerekiyordu.

Bir kullanımlık biletlerimizi 7 Eleven marketinden aldık ve otobüs ile limana geldik.  Müze adası diye tabir edilen Bygdøy bölgesine Nobel Barış Merkezi’nin önünden kalkan teknelerle ulaşılıyor. Bu tekneler iki ayrı yerde duruyor. Biz Viking Müzesi’nin bulunduğu durakta indik. Viking Müzesi’nde grup indirimi aldık ve kişi başı 100 Kron ödeyerek içeri girdik.

Müzede 9.yüzyıldan kalma dünyanın en iyi korunmuş Viking gemi kalıntıları, Viking dönemine ait çadırlar, mezarlar, ahşap oyma işleri, kızaklar, bir at arabası, giysiler, kullandıkları eşyalar sergileniyordu.

Buradan tekneye dönerken Norveç Halk Müzesi (Norwegian Folk Museum) tabelası görmüştük. Gelmişken orayı da görmek istedik. Bilet almak için ofise girdiğimizde Müzenin sergi kısmının saatin geç olması nedeniyle kapandığını ancak bahçe kısmını gezebileceğimizi söylediler.

Önce bahçeyi gezip de ne olacak diye düşünürken geniş bir alanda ev, okul, kilise, tiyatro sahnesi gibi yapılar bahçede olduğunu gördük. Norveç tarihi yaşam alanları karşımıza çıkmaz mı! Burası Viking Müzesi’nden daha renkli göründü bize. Ahşap yapıların pencerelerinden içerideki ev ve okul yaşamına dair izleri de görebildik.Tabi biz gittiğimizde saat geç olduğundan muhtemelen gün içerisinde daha canlı olacaktır.

Norveç Halk Müzesi’nde 155 adet birbirinden farklı geleneksel ev ve 13. yüzyılda ahşaptan inşa edilen Stave Kilisesi bulunmakta.

Müzenin açık olduğu saatlerde müze çalışanları bu evlerin içerisinde o dönemin yaşamını canlandırıyorlar, çok çeşitli yaşam kompozisyonu sergileniyormuş. Çok geniş bir alana yayılan bir müze olduğundan en az yarım gününüzü ayırmanız gerekebilir.

Vaktimiz kısıtlı olduğundan bir saat içerisinde gezimizi tamamladık ve geldiğimiz yoldan dönerek gelen ilk tekneye bindik. Limanda Nobel Peace Center önünde tekneden indik. 1 Mayıs resmi tatiline denk geldiği için içeriyi gezme şansımız olamadı böylesine özel bir binayı.

2005 yılında yaptırılan Nobel Barış Merkezi, Alfred Nobel hakkında ve geçmişten günümüze Nobel Barış Ödülü alanların bilgilerinin yer aldığı, geçici sergilerin ve konferansların da düzenlendiği bir kültür-sanat merkezi. Norveç ve İsveç kraliyet ailesi üyelerinin katıldığı törenle Nobel ödülleri veriliyormuş. Nobel Barış Ödülü Norveç tarafından verilmekteyken, diğer ödüller İsveç tarafından veriliyormuş. Nobel Barış Ödül töreni ise 1990 yılından bu yana Oslo City Hall (Oslo Belediye Binası)’de yapılmaktaymış. 

Bir tarafta deniz diğer tarafta restoranların ve cafelerin sıralandığı güzel bir yoldan yürümeye başladık. Limanda denizin etkisiyle hava soğumuştu ve iyice sarınıp sarmalanmıştık. Buna rağmen yol üzerinde gördüğümüz Hennig Olsen’in meşhur bir dondurmacı olduğunu öğrenince o soğukta dondurma yemekten kendimizi alamadık. Hepimiz istediğimiz çeşitleri söyledik. Şenay ve Oya dondurmalarını orijinal bir sosa batırdıklarını ve soğan tadı aldıklarını söyleyince ne olduğunu anlamak için dondurmacıya yöneldim. Ön tarafta bir kasede kıtırlaşmış ve sarartılmış minik taneler vardı. Ne olduğunu anlamak için bakmaya çalışırken dondurmacı gülerek onun soğan olduğunu ve hotdog için kullanıldığını söyledi. Bizim arkadaşlarımız dondurmacılarımızda olan fındık gibi bir şey sanıp dondurmalarını soğana bulamışlar. Buna epeyce gülüp eğlendik. Tadının çok güzel olduğunda ısrar ettiler ama bize pek inandırıcı gelmedi.

Son günümüzde ilk hedef Royal Palace idi. Otelimize yakın olan sarayın bahçesine yürüyerek girdik. Neoklasik tarzdaki Saray 1848 yılında tamamlanmış, Norveç’in en önemli tarihi yapıları arasında. Norveç kraliyet ailesinin yaşadığı 173 odalı sarayın önünde Norveç-İsveç kralı Karl Johan’ın bir heykeli yer almakta. Yaz aylarında sarayın belirli bölümleri rehberle gezilebiliyormuş.  Sarayın önündeki geleneksel giysili askerler her gün 13.30’da nöbet değişimi yapıyorlarmış ve çok renkli oluyormuş. Biz tabi bu saati bekleyemedik. Askerle, Sarayla ve Heykelle bilumum fotoğraflar çektirip yolumuza devam ettik.

Sırada National Theater vardı. Bahçesinde pek çok güzel heykel bulunuyordu. Norveç’in drama tarihinde çok önemli bir yere sahip olan Ulusal Tiyatro 1899 yılında Norveç’in ünlü oyun yazarı Henrik Ibsen’in bir oyunuyla açılmış. Mimarisi Barok tarzda olan binanın etkileyici bir görünümü vardı. Dünyada sergilenen pek çok ünlü eserin ilk kez burada seyirci karşısına çıktığı da söylenmektedir.

Yolun karşısında güzel bir bina vardı. Bunun Oslo Üniversitesi’nin bir fakültesi olduğunu öğrendik. Bu arada Kraliyet Sarayı’nın önünden başlayan Karl Johans Gate Oslo’nun en canlı ve alışverişin en yoğun yaşandığı bir caddesi. Burada ünlü markaların mağazalarını görebilirsiniz.

Üniversitenin yanındaki sokağa girerek National Gallery‘ye ulaşmaya çalıştık. Kapıdaki açılış saati 10 olarak görünüyordu. Açılış saatine kadar kahve içmek için sokağın başındaki cafeye oturduk. 

Saat geldiğinde Müze önünde hiçbir hareket göremeyince biraz işkillendik. Gidip açılış günlerini doğru düzgün okuyunca Pazartesi günleri kapalı olduğunu öğrendik. Müzeyi görememize hayıflansak da Müze önünde sıralandık ve fotoğrafımızı da çektirdik.

Ulusal Müze Norveçli ve Avrupalı birçok sanatçının sanat eserine ev sahipliği yapmakta. Pazar günleri ücretsiz ziyaret edilebilmekte. Ulusal Galeri’nin en değerli eseri Norveçli ressam Edvard Munch’un dünyaca ünlü “Çığlık” (Scream) Tablosu. Çığlık, Mona Lisa tablosundan sonra tanınan en meşhur tablo. Çığlık resminin ön planında acı çeker gibi görünen bir figür, arka planında ise Ekeberg Tepesi’nden Oslofjord’un görünümü yer alıyor. Oslofjord göğü ise kan kırmızısı renginde. Edvard Munch tarafından çizilmiş 4 adet versiyon bulunmakta. 1994 ve 2004 yıllarında çalınan tablo neyse ki bulunmuş. 2012 yılında ise 119.9 milyon dolar gibi rekor bir fiyata satılmış. Bu ünlü tabloyu müzeyi gezip çekemesem de Oslo’yu gezerken hatırlamadan olmaz  diye internetten fotosunu eklemeliyim.

Amazon.com

Buradan yola devam ettik ve bir süre sonra Parlamento Binası’nın önüne geldik.

Bina öyle güvenlik çemberine falan alınmış değil. Gayet rahat bir şekilde çevresinde gezebileceğiniz bir bina. Rehber eşliğinde içi de gezilebiliyor. Biz içeri girmeden yola devam ettik.

Biraz daha ilerleyince Oslo Katedrali‘ni gördük. İçeri girmek istedik ama içeride ayin yapıldığından gezemeyeceğimizi sonra gelmemizi söylediler. Arkadaşlar Türkçe konuşan bir Ermeni görevliyle konuşurken biz birkaç kişi içeri girerek Katedralin hem içini hem de ayini görme fırsatı bulduk.

Haritaya bakarak arkadaşları Norveç Ulusal Opera ve Bale Binası’na yönlendirdim. Oslo Opera Binası kutupları ilham alarak inşa edilmiş. Çatısına da yürüyerek çıkabiliyor ve Oslo’yu panoramik olarak seyredebiliyorsunuz. Üçgen yapısı ve beyaz cephesiyle sudan çıkıyormuş görüntüsü verilmiş.

Binanın içi ise meşe kullanılarak yapılmış ve giriş holü bir at nalı şeklinde dizayn edilmiş. Binanın çatısına  çıkıp Oslo manzarasını  da seyredebilirsiniz. Tabii biz de Oslo’da Opera izleyemesek de, Oslo manzarasını seyrettik bu güzel binanın çatısında.


Bundan sonra Grönland’a doğru yürümeye devam ettik. Ancak belki bizim gittiğimiz sokaklar öyleydi, bölge bize çok döküntü ve düşük gelirli halkın yaşadığı bir yer gibi geldi. Ortadoğulu ve Afrikalıların çoğunlukta olduğu, mağazaların, marketlerin daha salaş olduğu bir bölgeydi. Herkes bir araca binip bir an önce buradan ayrılmak için sızlanmaya başladı. Ekip başı olarak onların sızlanmalarına kulaklarımı tıkayarak hedefime doğru onları yürümeye zorladım, hedef Munch Müzesi (Munch Museet) idi..

En nihayet Müzeyi bulduk ve 10 kişi olduğumuz için yine grup indirimli biletlerimizi aldık. Ancak içeri çanta almadıkları için ben fotoğraf makinesini de almayacaklarını düşünerek bütün eşyalarımı oturan arkadaşlara bıraktım. Sonra nasıl pişman oldum. Keşke o tabloları fotoğraflayabilseydim. Müzede Edvard Munch’un eserleriyle birlikte Mayıs sonuna kadar 1989 yılında ölen kışkırtıcı fotoğrafları ile ünlü fotoğrafçı Mapplethorpe eserleri de sergileniyordu.

Müze çıkışında tekrar yürümeye başladık. Şimdiki hedefimiz rengarenk sokakları olan Grünnerlokka’ydı. Önce bir sokağın üzerinde devasa bir avize gördük.


Devam edince rengarenk boyanmış sokağı bulduk.

Fotoğraf çektirirken birkaç Norveçli sporcu genç grubun parçasıymış gibi bizim fotoğraf karemize girdiler. Biz de bu espriye karşılık onların fotoğraflarına dahil olduk.

Bu sokağı da gördükten sonra yürüyerek merkeze yani Karl Johans Gate bulvarına geldik. Oslo’da son gecemizde akşam yemeğimizi dışarıda yiyecektik. Önce bulduğumuz bir hediyelik eşya mağazasına girerek altını üstüne getirdik. Mağaza sahipleri bizimle yakından ilgilenince yemek yiyebileceğimiz bir yer ismi istedik. Tavsiye edilen restoranda Oslo’da son akşam yemeğimizde lezzetli balıklar yedik.

Oslo kuzeyin pahalılığına, soğuğuna rağmen gelişmiş, yeşil, demokrat, kibar, yardımsever insanları ile  güzel şehri.

 

 

İran Kaşhan Gezi Rehberi

Kaşhan adeta çölün ortasında yaratılmış bir vaha, yeşillikler içerisinde ve çiçeklerle bezeli tarihi bir şehir. İran platosunda en eski yaşam izlerine rastlanan Sialk Höyüğü şehrin 3 km güneybatısında yer alıyor. Bu Höyükten çıkarılan kalıntılara göre bölgenin tarihi prehistorik çağlara kadar uzanmakta ve Kaşhan’ın kuruluşu da Elam Uygarlığı dönemine denk gelmekteymiş.

Kaşhan’ın ünü sadece bahçeleriyle ve çiçeklerinden gelmiyor. Selçuklu hükümdarı I.Melik Şah 11. yüzyılda Kaşhan’a bir kale yaptırmış. Selçukluların etkisiyle o dönemde şehir çanak, çömlek yapımında, çinicilikte ve dokuma işlerinde maharet kazanmış ve bu alanlarda da ünlü hale gelmiş.

Kaşhan gezimize Fin Bahçeleri (Bagh-e Fin) ile başladık. Bu bahçeler İran’ın hala yaşayan en eski bahçesiymiş. Bahçenin ismi bu bölgede yaşamış “Pin” kavminden geliyormuş. Arapçada “P” harfi olmadığı için kelime sonradan “Fin”e dönüşmüş.

UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan bahçenin tarihi 7000 yıl öncelerine kadar gidiyor. Şah Birinci Abbas (1571-1629) bahçeyi Perslerin cennet anlayışına göre yeniden şekillendirmiş. Bahçe sular akan havuzlarla, 500 yıllık sedir ağaçları, portakal ağaçları ve rengarenk çiçeklerle bezenmiş.

Bahçede bir ‘Royal’ hamam bulunuyor. Kaçar döneminde yanına bahçede çalışanlar için de bir ilave yapılıp ikisi birleştirilmiş.

“Royal” hamam tarihinde üzücü bir öykü bulunuyor. Kaçar Sultanı Nasreddin Şah, annesinin planladığı bir komployla, Vezir Mirza Tekihan’ı (Amir Kabir) burada öldürtmüş. Hamamın odalarında olayı canlandıran mumya heykeller de konmuş. Vezir son anında “Bu cellat beni öldüreceğine, en iyi dostum canıma kıysın” dediği anlatılıyor.

Hamamlar Persler için vazgeçilmez alanlarmış, sadece temizlik için değil sosyal ve tıbbi amaçlar için de kullanılıyormuş. Kına (Hana-bandan) törenleri, flebotomi (toplardamarı keserek kan akıtma), kemik kırık-çıkık tedavileri buralarda yapılıyormuş. Ayrıca hamamlar dinlenme ve eğlence amacıyla da hizmet veriyormuş. Şah Abbas’tan sonra bu adetler kaldırılmış ve hamamlar asli işlevlerine dönmüşler.

Hamamda fotoğraf çektirirken farkında olmadan başımın örtüsü kaymış. O sırada tören yapan heyet bizim olduğumuz hamam kısmına gelmez mi ve bir görevli “Hanım hicap” gibi hatırladığım bir şeyler söyleyince hemen başımı kapattım. Neyse ki bu olay dışında kıyafetle ilgili tur boyunca bir sıkıntı yaşamadık.

Fin Bahçeleri’nin dışında hediyelik eşya satış mağazaları bulunuyor. Fin bahçeleri yaseminlerinden yapılan kokuları anı olarak aldık

Fin Bahçelerinden sonra Büyük Ağa Cami ve Medresesi’ne (Agha Bozork) gittik. 18. yüzyılın sonlarında inşa edilen cami ve 19.yüzyılda yapılan dünyadaki en iyi islami komplekslerden biri olarak tanımlanıyormuş. Simetrik dizaynda yapılan camide biri mihrabın önünde diğeri girişte olan iki büyük eyvan bulunmakta. Ana avlu dışında ortada başka bir avluda havuz ve ağaçlar var. Mihrabın önündeki eyvanda tuğladan iki minare örülmüş.

Camiden sonra Kaşhan’daki gezimize devam ettik. Yolda rüzgar kulelerini (Bad-gir) gördük. Bu kuleler çöl ikliminin olduğu hemen her yerde görülüyor. Rüzgar kuleleri kalın seramikten evlere inşa ediliyor ve çöl rüzgarlarını belirli bir açıyla içeriye taşıyıp binaların yaşam alanlarına yönlendiriyormuş. Hafif bir esinti bile binaları serinletmeye yetiyormuş. Doğal klima yapan insanların doğaya uyum sağlama yetenekleri çok yüksek.

Kaşhan’da ziyarete açık tarihi evlerden Tabatabaei Evi’ne gittik. Ev 1880’lerin başlarında varlıklı Tabatabaei ailesi tarafından yaptırılmış.

Geleneksel Pers evlerinin yapısına uygun bir şekilde dekore edilen evin 4 avlusu, duvar işlemeleri ve vitray pencereleri ön plana çıkmakta.

Bu arada okulların dağıldığı saate denk geldik. Yeri gelmişken okuma oranından da söz etmek istiyorum. İran’da okuma yazma oranının % 90 civarında olduğu ve özellikle son yıllarda üniversite mezunu kızların sayısının çok arttığı söylenmekte. Bu durum iş hayatında kendine yer edinen kadınların sayısında da ciddi artış sağlamış.

Bu durumdan erkekler çok da memnun değil anlaşılan. Rehberimiz kadın çalışanların düşük ücretle çalışmayı kabul etmeleri yüzünden daha çok kadın çalıştırıldığını ve bu yüzden erkeklerin işsiz kaldığını memnuniyetsiz bir tavırla anlattı.

Kaşhan’daki gezimiz tamamlanmıştı. Bu arada rehberimiz Sinan programda olmayan ama yolumuzu fazla uzatmadan gezebileceğimiz bir köyden bahsetti. Ekstra 25 Dolar verirsek bu köye gidebilecektik. Köyü diğer tur programlarından okumuş ve çok güzel bir köy olduğunu biliyordum. Grubumuz bu köye gitmeyi istedi ve iyi ki de gitmişiz.

Abyaneh Köyü, İsfahan eyaleti sınırları içinde 300 nüfuslu küçücük bir dağ köyü olup Kerkes Dağlarının eteklerinde 2200 metre yükseklikte yer alıyor. 1500 yıllık köyün en önemli özelliği kırmızı evleri ve bu köyde yaşayanların geleneklerini aynen koruyor olmasıymış.

Köyde kadınlar başlarını ve omuzlarını beyaz üzerine kırmızı mavi çiçek desenli örtüler ile örtüyor ve diz altı etekler giyiyorlar. Erkekler ise İspanyol paça benzeri geniş paçalı pantolonlar ile beyaz hakim yaka gömlekler giyiyorlar. Kadınların bu kıyafetlerine yıllardır hiçbir yönetim müdahale edememiş. Bazı kadınlarda gördüğümüz veya türbelerde giyilmesi için turistlere verilen çiçekli çarşafların kökeni de bunlardan geliyormuş.

Bu köyde adeta zaman durmuş. Köyün çamur ve kerpiçten yapılmış kırmızı evleri, kırmızı merdivenli, kemerli dar sokakları 500 yıl önceki haliyle aynen korunmuş. Binaların kırmızı duvarları nasıl bir teknikle yapıldıysa çok sağlam kalmış. Köy halkı her yıl evlerini baştanbaşa sıvar ve tamir ederlermiş. Halkının da zengin olduğu biliniyormuş. 2007 yılından bu yana Köy, UNESCO Dünya Kültür Mirası Aday Listesi’nde yer alıyormuş.

Köy, dağlardan gelen suyla birlikte bereketli topraklara sahip, özellikle meyve üretimi yapılan bir yer. Halkı da bu bereketten nasibini alarak uzun ömürlü oluyorlarmış.

Köyün çevresindeki arkeolojik kazılarda, geçmişi Sasaniler dönemine dayanan bir Zerdüşt ateş tapınağı ve kale harabeleri bulunmuş. Köyde yer alan Selçuklu dönemi cami kapısı ve ahşap ev kapıları ile kadın ve erkek misafirler için farklılaşan kapı kolları da görülmeye değer.

Otobüsümüzden köyün girişinde indik. Yolları çok dar veya merdivenli olduğu için köye araç giremiyormuş. Yokuş aşağı hep beraber yürümeye başladık. Evler kırmızı renkleriyle çok sevimli gözüküyordu. Cuma camisinin önünden geçtik.

Köyün aşağısında bulunan bir türbede biraz soluklandık. Burada savaşta ölen gençlerin resimleri ve isimleri asılıydı. İranlılar şehitlerine çok sahip çıkıyorlar. İran’da birçok şehirde, yollarda ve türbelerde dua edilsin ve anılsın diye hep şehitlerin fotoğraflarını ve adlarını asıyorlardı.Bu arada türbede gördüğüm çok hoş yerel kıyafetli bir kızı da fotoğrafladım.

Türbeden sonra yokuş yukarı tekrar tırmandık ve. Köyün girişinde içi de dışı da ayrı güzel olan Abyaneh Hotel’in lobisinde bir çay molası verdik.

Bundan sonra artık istikametimiz İsfahan olacaktı. O şehir ki 16. yüzyılda çıkarılmış bazı madeni paraların üzerine “İsfahan dünyanın yarısıdır.” yazılıymış.

 

Gezgin Gülten İŞÇİMEN’in diğer gezi yazıları için http://gezininadresi.blogspot.com.tr
adresini ziyaret edebilirsiniz.

    
   

Kozbeyli Köyü Gezi Rehberi: İzmir’in Güzel Köyü

Kozbeyli doğal güzelliği, otantik taş evleri, sakinliği ve İzmir’e yakınlığı ile son yıllarda daha çok ilgi gören bir köy…

2016 yılına kadar  sadece yurt dışı programları ile ilgileniyordum.  Ancak 2016 yılında İzmir Fotoğrafçılar Derneği ile gittiğimiz bazı köyler ile özellikle Anadolu köylerine ilgim artmış ve özel köyleri tanıtan yazılar yazmaya başlamıştım.  2016 sonbaharında hafta sonu arkadaşlarım ile Foça’da balık yemek üzere çıktığımız yolda Kozbeyli Köyü’nü gezmeyi teklif eden bir arkadaşımızın önerisini değerlendirdik ve uzun uzun köyü gezdik.

Şimdi gelelim Kozbeyli köyüne; ne umduk ne bulduk…

Kozbeyli Köyü İzmir’e 60 km uzaklıkta, İzmir  Foça yolundan 5 km içeride yer almakta. Köy  500 yıllık bir tarihe sahip, Kuzubey isimli bir derebeyi tarafından korsanlardan korunmak amacı ile  bu yüksek coğrafyaya kurulmuş.

Köy aşağı ve yukarı mahalle olarak iki bölümden oluşuyor, yukarı mahallenin doğusu Rum mahallesiymiş. Ülkemizin nedense birçok bölgesinde olduğu gibi asıl güzel taş evler bu Rum mahallesinde. Rumlar Yörük Türklerden daha güzel evler yapıyorlar ve bakıyorlar diyebiliyorum rahatlıkla. Kozbeyli bir Türk köyü olarak kurulmuş daha sonra Rumlar da köye gelip yerleşmişler. Mübadele sırasında da Rumlar köyden ayrılmış, yerlerine çoğunlukla Yunanistan Limni Adası’ndan mübadele ile gelen Türk nüfus yerleştirilmiş. Son yıllarda da sakinlik ve huzur arayanlar veya yazlıkçı olarak yerleşmek isteyenler olarak değişik yerlerden göç almaya başlamış.

Köye girerken önce denize hakim yüksek  bir noktada bir taş binada Kozbeyli Sofrası’nda kahvaltı veya değişik kebaplar yemek mümkün. Biz o noktada duraklamadan bir an önce köye girmek istedik. Köy meydanında park için ayrılan yerde arabamızı bıraktık ve hemen Rum mahallesi sokaklarına daldık.

Sokağın girişinde yukarıda cami minaresini görünce yüksek ve manzaralı olacağını düşünerek, o yöne doğru ilerledik.

Tam tahmin ettiğimiz gibi en yüksek manzaralı yerde küçük bir cami yer alıyor. Caminin tarihinin 1500 yıllara kadar gittiği ve iç yapısının da özgün olduğu belirtiliyor. Biz içeriyi göremedik, dışarıda çinili bir çeşme dikkat çekici, ama ne kadar eski olduğu hakkında bilgim yok. Genel olarak restorasyonun özenli olmadığını düşündürüyor. Günlük kullanımda da bahçede hortumlar, odunlar zorla tıkıştırılmış görünüyor.

Köyün en hakim görünüşünü camiden çekebildim. Aşağıda yer alan geniş ovanın ucunda Ege Denizi görünüyor. Bu arada yine hakim yerde küçük bir kilise olduğunu ve yıkıldığını taşlarının başka inşaatlarda kullanıldığını okudum. Zaten o bölgede dolaşırken bu kadar güzel Rum evlerinin olduğu yerde mutlaka kilise olmalı diye düşünmüştüm.

Caminin yanında Kuzubeyi Kulesi ve  güzel ve bakımlı Rum evleri yer alıyor.

Kozbeyli Köyü’nün en önemli binalarından birisi Çapkınoğlu Konağı ve Meyhanesi. Çapkınoğlu isimli bir Rum 1878 yılında köyün en güzel evini ve karşısına bir meyhane yaptırmış. Meyhanede Rum müzikleri ve İzmir şarkıları çalarken Foça Karası şarabı ikram edilirmiş.  Ünlü meyhane mübadale sonrası boşalmış ve yıllarca boş kalmış. Güzel olan bir şey 2014 yılında İzmir Valiliği ve Foça Belediyesi bu güzel binaları restore etmiş ve ziyarete açmışlar. Köyün böyle binaları tekrar kazanması 2000 yılından sonra turizme açılan köye ciddi bir yatırım olmuş.

Fotoğraf Foça Belediyesinin web sayfasından alınmıştır.

Yine biraz aşağıya doğru yürürken bakımsız, yıkılmış ya da sağına soluna ekleme yapılmış evler. Hadi evine bakamıyorsun maddi nedenlerle, yani boyanı da taş evlerin arasında pembe seçmek zorunda mıydın diye sorası geliyor insanın sokakta dolaşırken.

 

Köy, zamanında su sıkıntısı olmayan dağdan şırıl şırıl sular akan pınarlara sahip bir yer iken, kötü kullanım ile su kaynakları, su yolları, künkler yok edilmiş. Kurumuş derenin yanından içimiz buruk geçtik.

Deredeki suyun mevsim nedeni ile kurumadığı belli çünkü hemen dere kenarında hayvan beslemek için barınak kümes yapılmış.

Gelelim meşhur dibek kahvesine. Köyün isim yapmasında önemli yeri olan Şakir’in Dibek Kahvesi. Köyün meydanında 180 yıldan daha uzun süredir kahve olarak kullanılan taş binada hizmet veriyor. Kahvenin işletmecisi Şakir 1994 yılından beri dibekte kahve yapıyor. Dibek kahvesi  yapmak için kahve modern yöntemlerde değil, dibekte dövülerek öğütülüyor. Kahvenin dövüldüğü  dibek de 100 yıllık. Kahvenin iç dekorasyonu da otantik. Arkadaşım Esin dayanamadı, bizden sonra gelecek müşterilerin kahvesini dövmeye çalıştı.

Şakir’in Dibek kahvesinin karşısında hediyelik eşya satılan dükkanın önüne köyün görülecek yerlerin krokisi konmuş.Dükkan sahibi ziyaretçilere  yardımcı olmak mı istedi yoksa  tam meydanda sürekli yol sorulmasından mı bunaldı bilinmez  ama ne  iyi  yapmış.  Biz  de paylaşalım yeni  ziyaretçiler  için.

Köy zeytin ve çam ağaçları içerisinde. Köyde geçmişten bugüne zeytin üretimi devam ediyor. Zeytin ve yağınızı köyden alabilirsiniz. Geçmişte bölgede özellikle bağcılık asıl geçim kaynaklarından biriymiş. Köyün hem yemeklik hem şaraplık kara üzümleri ünlü ve Rum ve Türk aileler pekmez, şarap üretimi ile uğraşırmış. Yine bir çok bağcılıkla ünlü köyde olduğu gibi mübadele ile Rumlar ayrıldıktan sonra bağlar sökülmüş. Köy 1980’li yıllara kadar tütün üretimine devam etmiş. Bugün uygulanan tarım politikaları ile tütüncülüğe konan sınırlamalar ile köylü bu alandan da çekilmek zorunda kalmış.

Köyde son yıllarda baklagiller, taze sebze meyve üretimi ve hayvancılık yapılmaktadır. Biz meydandaki dükkanlardan yerel ürün aldık.

Köylülerin hep birlikte çalışması ve çeşitli girişimler ile 2000 yılından itibaren turizme açılıp adını daha çok duyurmaya başlamış.

Köy daha önceki yıllara Aliağa Termik Santrali yapımında yer olarak seçilmemek için çok mücadele etmiş ve hala mücadelesi devam ettiği için Köyün çıkışında köyün bilincini, anlayışını, direnişini bir ağaç ve çeşme dile getirmeye çalışıyor.

Son Söz

Kozbeyli yeşilliği, taş evleri, güzel dibek kahvesi, deniz manzarası, doğallığı, aydınlık, sıcak kanlı halkı ve İzmir’den ve Foça’dan bu kadar kolay ulaşılırken uğramadan geçmeyin diyebileceğimiz bir köy. Zaten o bölgenin en güzel köyleri arasında sayılıyor.

Kaynak: Köy hakkında bilgiler iAraştırmacı Hüseyin Yurttaş’ın Kozbeyli Foça kitabından alınmıştır.
.

Sicilya Gezi Rehberi I: Doğu Kıyısı

sicilya

Sicilya hakkında bilgim genelde coğrafya dersinden ve mafya filmlerinden kaynaklanıyor; Akdeniz’in en büyük adası, sıcak hava, sıcak renkler, pizzalar ve mafya…

Hep merak etmiştim. Ve gittim, gördüm, gezdim ve yazıyorum. Yine de sınırları belirlemek lazım; gördüğüm yerler Palermo, Katanya, Sirakusa, Noto, Taormina, Trapani, Marsala, Cefalu ve tam olmasa da Messina ve Agrigento. Aslında 8 günlük bir süre yetmedi, her şehirde eksik kalan bir şeyler oldu yine de bu güzel ada hakkında bir fikrim de oluştu tabii…

Akdeniz iklimi ama benim gezi süremde bana düşen yağmur, kıyamet oldu. Mavi gök, mavi deniz olduğu belli ama sanırım Nisan-Ekim arasında gidilirse bu maviliğe daha çok tanık olunabilir (Benim gezi tarihim Mart ortalarıydı). Bu arada Haziran-Ağustos arası da Akdeniz ikliminin yakıcı yüzü ile karşılaşabilirsiniz.

Sicilya hakkında özet olarak ne söyleyebilirim? Sıcak bir hava hakim; iklim olarak değil, insan ilişkilerinde. Bir an kaptırsanız vay bilader, muhabbetine girebilir insan. Sıcak, samimi, genelde İngilizce veya başka bir yabancı dil bilinmese de iletişim kurmaya hevesli, yardımsever insanlarla karşılaştım. İngilizce yol sorun, size İtalyanca olarak hararetli hararetli bir yol tarif edeceklerdir kesinlikle; ama o yol nereye gider, bilinmez. Mafya ile ilgili bir gözlemim olmadı ama ben kimim ki orada mafyayla saç baş olacağım. Bilmem, insanlar tedirgin görünmüyorlardı.

Sicilya çok ucuz olmasa da, makul bir yer denebilir. Yemek, içmek ucuz. Ama trafik cezaları yüksek. Araba kiralayanlar, sakın arabanızı gelişigüzel park etmeyin, pahalıya mal olur. Gece uygun park yeri olarak görünen bir yer (otopark alanı bile olabilir) ertesi gün hareketli bir sokak pazarına dönmüş olabilir ve arabanız da trafik polisinin park yerine çekilmiş…65 Euroya arabanızı geri alıyorsunuz (2016 yılı itibariyle). Ama arabayı bulmak için tüm polis ve esnaf seferber oldu; doğruya doğru.

Sicilya şehirlerinde binalar köhne. Sanki görkemli geçmişlerini bir kül tabakasıyla örtmeye çalışır gibiler, özellikle Palermo. Bizin Beyoğlu’ndaki binaların 80’lerdeki halini düşünün; aynı grilik, pislik, köhnelik. İnsanın damacanalarla sabunlu suyu üstlerine dökesi geliyor. Yapmışlardır belki ama şimdilik işe yaramamış.

Ve kaktüsler, sukulentler. Ben Ankara’da kaktüslerim bir dal versin diye didinip dururken orada sokaklarda ağaç kaktüsleri, balkonlarda sukulent sarmaşıkları görünce kendi beceriksizliğime mi yanayım, kaktüslerimin nankörlüğüne mi… Sorunu Ankara’nın kuru havasına bağladım ve bağrıma kaktüs basıp gezmeye başladım.

Önce Sicilya’nın doğu yakası var programda. Ama baştan söyleyeyim; Sicilya’da tek bir yere gidecekseniz o Palermo olmalı (Ben Katanya ile başladım).

Sicilya (Doğu Kıyısı)

Katanya

‘Denizine küskün şehir’; Ben bu sözü başka bir şehir (Kazablanka) için kullanmıştım ama Katanya’da da aynı hisse kapıldım. Akdeniz’le kucak kucağa olan bir şehir ama merkezdeyseniz denizi göremiyorsunuz, çünkü şehir merkezinde liman ve demiryolu var. Alışmışız; deniz kenarında oturup çay-kahve içmek, çekirdek çitlemek istiyor insan. Mümkün değil; demiryolu, epey bir süre şehirle deniz arasına giriyor ve bu durum Piazza Europa’ya kadar sürüyor. 
.
Katanya, 1693 depreminden sonra yeniden inşa edilmiş bir şehir. Bu nedenle barok mimari şehre damgasını vurmuş. Havaalanından şehre giderken insan hafiften nereye geldim ben diyor ama şehrin merkezi farklı; barok mimarinin kıvrımları, hareketliliği şehre hakim oluyor. Görülecek yerler birbirine yakın. Tabii tam ortada Catania Duomo’su var (Cattedrale di Sant Agata). Duomo, genelde her Avrupa şehrinde olduğu üzere bir meydana bakıyor. Meydanda Mısır Dikilitaşını taşıyan bir fil ve çevresinde havuzlar var.

Meydanın çevresi kafeler, pastaneler, dükkanlarla dolu. Gezi tarihim paskalya öncesine denk geldiği için kafelerin vitrinleri, sebze-meyve şeklinde marzipanlarla süslüydü. Ama kremalı babarumlar, cannoliler de var tabii…Rikotta peyniri ile yapılan connoliler, Sicilya gezisinin olmazsa olmazı. Babarum ise bizim Şambali tatlısıyla akraba ama rom katkılı; yeterince yenirse Sicilya’yı bambaşka gözlerle görebilirsiniz (Mesela korkunç bir yağmur, bir kaç babarum tatlısından sonra bana bahar çisentisi olarak geldi)

Taş/mermer işçiliği harika ama Sicilya’da bu o kadar sıradan bir hale dönüyor ki, sanırsın taşlar dantel ipliğidir, binalar da dantel örtüler. Sant Agata, Katanya için önemli bir figür. Bir Hristiyan azizesi; din için boğazından hançerlenerek öldürülüyor. Bu durum, travmatik bir hal almış gibi; her yerde, bayraklarda bile resmini görüyorsunuz.

Sant Agata sadece Duomu ile ilgili değil. Duomo’nun hemen yanında bir Sant’Agata Kilisesi daha var (Chiesa della Badia di Sant Agata). Ve şehrin en işlek caddesi Via Ethna’nın ortalarında bir tane daha (Sant Agata Alcelcere; burada Sant Agata hapsedilmiş).

Katanya’da barok tarzı bir sürü kilise ve saray var. Benim gördüğüm kiliseler (muhtelif Sant Agatalar dışında) San Benedetto, San Michelle Arcengelo, San Biagio, San Domenica…


Bunlar arasında San Benedetto’yu özellikle tavsiye ederim, kilise yanında müze de var ve gerçekten hayran kalınacak bir taş, mermer işçiliğine sahip.

San Michelle Arcengello’ya da bir göz atın derim; taş ve mermer işçiliğinin göz kamaştırıcı başka örneklerini göreceksiniz.

Vaktiniz varsa diğer kiliseler San Niccolo ve San Francesco Borgia da görmeniz tavsiye edilenler arasında ama ben görmedim.

Görülmeye değer bir yer de şehir kalesi Castello Ursino. Ben gittiğimde kalede Chagall sergisi vardı. İçinde küçük, iddiasız bir de müze var. Şehirde bir çok saray, malikane var. Çoğu belediye binası, otel, yerleşim yeri olarak kullanılıyor. Bunlar arasında Palazzo Valle ve Palazzo Biscari öne çıkıyor. Bunların bazıları ikametgah olarak kullanılıyormuş. Kapıdan avluya girince, avluyu çevreleyen katlar bulunuyor, katlardaki odalar ya da kat tümden kiralanıyormuş. Bazılarında tuvalet ve yıkanma bölümleri ortak oluyormuş. Sorulduğunda da sarayda oturuyorum diyorlardır. Ama yolunuz üstünde bakar olun, üstü kir pas kaplı olsa da muhteşem taş işçiliğine sahip bu saray/malikanelere rastlayacaksınız. Bir durup bakın.

Duomo Meydanı’nın bir yanında da balık pazarına giden yol ve onun hemen başında bir havuz/çeşme (Lamenano) var.

Balık pazarında kurulan çarşıda türlü peynir, balık, et ve deniz ürünü bulabilirsiniz. Bir şey almadan gezmesi bile güzel. Yolunuz buraya düşmüşken La Paglia’ya gidip taze balık/deniz ürünlerini tadın.

Bizim esnaf lokantası kıvamında, çok şirin, çalışanları cana yakın. Lokanta önünde konuşurken garson İstanbul diye sordu. Türkiye’ye gelmiş ve Türkçeyi tınısından tanımış. Lokantadaki yemeklerin tazeliği bir yana, bu fiyata Türkiye’de yenemez. Benden size bir deniz ürünleri salatası, afiyetler…

Katanya’da antik Yunan-Roma kalıntıları var; rastlarsanız bakın ama fazla vakit kaybetmeyin. Daha iyi örnekleri var. Bellini’nin parkı, evi ilginizi çekebilir. Benim çekerdi ama zaman…

Alışveriş için Etnea Caddesi’nde aradığınız her bir şeyi bulabilirsiniz. AVM olarak bir seçeneğe rastlamadım, daha çok dükkanlar var.

E tabii insan, bu Akdeniz şehrinde denizi görmek istiyor; bu hiç kolay değil. Önce liman, sonra demiryolu engel oluyor şehrin denizle bağlantısına. Ancak Piazza Europa’da yol deniz kenarına yaklaşıyor. Burada da bir kaç balık lokantası var. Ben Andrews Faro’yu tercih ettim; deniz ürünlü gnocchi ve kalamar dolması (rikotta peyniri iledoldurulmuş) yedim; çok memnun kaldım. Pizza isteyenlere Eat Pizzeria’yı öneririm.

Katanya, 1-2 günde gezilebilecek bir şehir. Hava ılıman, ulaşabilirseniz deniz güzel, şehrin geçmişini yansıtan ve ilgiliyseniz sizi hoşnut edecek tarihi mekanlar var, yemekler bizim damak tadımıza uygun ve lezzetli. Ama ikinci kez gelir miyim, bilemem. Bazı yerler insanı (beni) çeker. Katanya güzel, sıcak, sevimli ama bir kez daha görmek için heves uyandırmadı bende. Şehrin her yerini görmedim ama işin ilginci, pek merak da etmedim (inanın bu olağan dışı, gittiğim yerlerin ara sokakları bile çekicidir benim için). Ara sokak demişken, insan ara sokaklara girerken tedirgin oluyor. Şehir tüm Sicilya gibi köhnemiş bir yüze sahip, binalar eski ve kirli duruyor; bu durum da tekinsiz atmosferi destekliyor. Sicilya, kesinlikle restorasyona ihtiyaç duyuyor bence. Adanın en çok siyahi nüfusa sahip şehri sanırım burası. Çok hoş sokak pazarları var, hemen her gün hem de…(Via Santa Maria di Betlem’de hemen her gün pazar kuruluyor. Şehirde trafik biraz kaotik gerçi biz çok alışkınız buna, yalnız park yerlerine dikkat, Park yerinin uygunluğunu iyice öğrenin, varsa paralı otoparka koyun arabanızı. Mavi şeritli park yerleri, park edebileceğiniz yerleri gösterir.

Katanya, Akdeniz ortasında Akdeniz gibi yaşayan, yaşantısı, insanları açısından bizlerle benzerlik taşıyan, eğlenceli zaman geçirebileceğiniz, sizi kısa bir süre için oyalayacak bir şehir. Eğer Adanın doğu yakasında çevre yerleşim yerlerini gezmeyi planlıyorsanız Katanya iyi bir merkez. Hem ulaşım kolay, hem çevre de çok gidilecek yer var (Etna, Sirakusa, Taormina), hem de şehir olarak kaldığınız sürede bir çok ihtiyacı karşılayabileceğiniz bir yer.

Bu durumda Katanya’yı merkez alıp önce güneye inelim; Sirakusa ve Noto’yu gezelim.

Sirakusa

Sirakusa, Katanya’dan yaklaşık bir saat uzaklıkta, şirin bir şehir. Turistler için ilginç olan eski şehir, surlarla çevrili ve ana karaya köprüyle bağlı Ortygia Adası’nda. 1693 depremi Sirakusa’yı da etkilemiş; bu nedenle barok tarzı binalar buralarda da göze çarpıyor. Ama Adanın iç sokakları dar, taş döşemeli, dolambaçlı Orta Çağ şehirlerine özgü yollardan oluşuyor.

Adaya girerken önce Zeus Olimpia Tapınağı’nı görüyoruz. O sırada alanda bir protesto gösterisi vardı. İnsanlar sakin sakin ya dinliyor ya da yoluna devam ediyordu. Polisler de öyle. Ana yoldan devam edince Duomo’ya varıyoruz. Barok cepheli bina etkileyici. Katedral, Athena Tapınağı ile birleştirilmiş. Tapınağı görmeye gerek yok (Giriş 3 Euro).

Duomo Meydanı çevresinde birbirinden gösterişli binalar yer almakta. Burada ana yoldan ayrılıp şehrin içine, dar ve loş sokaklara dalabilirsiniz, sukulentler sarkan balkonlar arasında Orta Çağ havasını soluyarak dolaşabilirsiniz. Böyle bir gezinti sırasında ‘Retro’da oturup bir antipasta tabağıyla soluk aldım ben.Yola devam edince Maniace Kalesi’ne varıyorsunuz. Bu 13 .yüzyıl kalesi, en azından sunduğu deniz manzarası için gezilmeye değer.

Şehri gezerken Arethusa Çeşmesi‘ni göreceksiniz, çok güzel bir çeşme. Mitolojik öyküsü gayet bildik: çapkın tanrılardan birinin peri kızına duyduğu arzu ve şehvetin hikayesi. Kabak her zaman ki gibi arzunun nesnesinde patlıyor, peri kızı çeşme oluyor. Yunan mitolojisinde kadınlar kuğu oluyor, çeşme oluyor, defne ağacı oluyor. Biz de arzu nesnesi kadınlar bıçaklanıyor, öldürülüyor. Mitoloji gerçeğe estetiğini kaybederek dönüşüyor.

Duomo dışında, San Paola, Santa Lucia Kilisesi’ni ve Santa Maria della Concezione Kilisesi’ni gezdim. Zamanınız varsa Santa Lucia Kilisesini gezin.

Adanın etrafında Porta Marina’da yürüyüş yapıp manzaranın keyfini çıkarabilirsiniz. Şehrin dar, uzun yolları, sahile açılıyor, buradan yürüyüşünüze kıyı boyunca devam edebilirsiniz. Gezginler genelde Adaya odaklanıyor ama Şehir, ana karada da sürüyor; yeni yerleşim ana karada. Zamansızlıktan dolayı ben bu kısmı göremedim. Öte yandan Dionysios’un Kulağı denilen insan oyması mağarayı da içeren arkeoloji parkı ile yerel sanatla ilgili bir müzeyi barındıran Bellomo Sarayı’nı gezemedim. O gün içinde gidilecek Noto vardı.

Noto

Noto, Sirakusa’ya çok yakın, dağ yamacında kurulmuş, küçük ama çok yoğun bir kent. Hep bahsettiğimiz 1693 depremi burada da etkili olmuş. Yıkılan kent, tamamen barok tarzda yeniden inşa edilmiş. Şehrin eni dar ve birbirine paralel yollardan yamaç aşağı uzanıyor. Enine bakıldığında, Şehrin ana eksenindeki yollar yaklaşık Taksim’den Galatasaray Lisesi’ne kadar uzanan bir mesafe ancak binaların yüzü o kadar ince taş işçiliğine sahip ki, sanki bir barok mimari konulu açık hava müzesindesiniz. Yoğunluk açısından burası herhalde barok mimarinin şahikasıdır. Noto’nun ana caddesi olan Corso Vittorio Emanuele üzerinde bir yürüyüş size Şehir hakkında önemli bilgi verecektir.

Yol üzerinde katedraller, saraylar, tiyatrolar yan yana dizilmişken hangi birine bakacağınızı şaşırıyorsunuz. Ancak ara sokaklardaki daha küçük binalar da barok tarzdan nasibini almış. San Domenico Kilisesi, San Nicola de Mira Katedrali ve San Francesco d’Assisi Kilisesi özellikle ilgiyi hak ediyor.

Palazzo Alfano, balkon demirlerine kadar işlenmiş haliyle zaten görmemezlikten gelemeyeceğiniz bir diğer yapı. 

Caddenin diğer yanında Tiyatro binası ve Belediye Binası olarak kullanılan Palazzo Ducezio’da dikkate değer binalar.

Noto görülmeye değer bir yer. Evet, barok mimari biraz aşırı doz oluyor ve bir süre sonra bakıp geçiyorsunuz. Her biri bir şehri güzelleştirecek binalar yan yana sıralanınca insan kayıtsızlaşıyor. Düşünüyorum da, bir dağın yamacındaki bu minik şehir, neden bu kadar önemli. Etna ve Taormina var sırada.

Taormina

Etna’ya gideceğim gün, ortalık yine yağmur, fırtına, felaketti. Dağın eteklerindeki kasabalarda bir süre dolandıktan sonra Taormina’ya yöneldim. Ancak yolda bir kasaba kilisesinde gördüklerim paylaşmaya değerdi. Dağ yolundaki Saint Caterina d Alessandria Kilisesi içindeki tasvirler beni şaşırttı.

Çok kilise, katedral gördüm ve türlü dini tasvire rastladım ancakabu başka bir yorumdu. Gerçi sanırım resim öğrencilerinin dini idollerle ilgili eskiz denilecek çizimleriydi yine de ilginç geldi bana. İsa’nın insanlığın günahları için seçilmiş bir koyun, bir tür günah keçisi olduğunu biliyordum. Bir kasaba kilisesinde, kuzuyu sırtlanmış top model kılıklı birini dini tasvir olarak görünce şaşırdım. Bu bizim tanıdığımız çilekeş İsa ya da başka bir dini kişilik gibi durmuyor. Bana ilginç geldi.

Gelelim Taormina’ya. Şehrin otoparkına girdim. Taormina, bir yamaca kurulmuş bir yer ama sahili aşağıda. Bu nedenle önce nereye gideceğimi bilemedim. Ana yerleşim yerinin daha yukarıda olduğunu öğrenince 300-500 metrelik bir yürüyüşle kasabaya vardım. Taormina hemen insanı içine alıyor, büyülüyor. Buranın da bir efsanesi var; Yunanistan’daki zorba kraldan kaçan halk gelmiş, bu tepelik yere yerleşmiş falan filan… Çok iyi etmişler. Gelir gelmez de, denize nazır bir tiyatro yapmışlar. Tiyatronun; bir yanında Etna, bir yanında İyon Denizi, öyle bir manzarası var ki, insan o manzara karşısında olup da tragedya korosunun ‘Ah Agamemnon, Agamemnon’ diye bağırmasına ne kadar etkilenebilir, bilemiyorum. Manzara konusuna yine değineceğim çünkü Kasabanın manzara taraçaları var. Zaten kasaba taraçalarla denize kadar iniyor; taraçalarda villalar, lokantalar, dükkanlar…

Yunan ve Roma dönemlerinden kalan başka antik kalıntılar da var (müzik gösterileri için Odeon ve savaş oyunları için Naumacha) ama çok ilgilenmeden kasabanın yollarında ilerledim Kasabaya girdiğinizde sizi İside ve Serapide Kilisesi karşılıyor, sonra Kasabanın meydanına varıyorsunuz. Orada da Largo Sant Caterina Kilisesi var.


Ben Sicilya’dayken henüz canlı sezon başlamamıştı ama sıkı sıkı siestalarını uyguluyorlardı. Kasaba, hem yağmur, hem daha mevsiminin gelmemesi, hem de siesta nedeniye durgundu. Ama insan yaz dönemlerinde buranın nasıl olacağını tahmin edebiliyor.

Kıvrıla kıvrıla sahile kadar inilen yollardaki (teleferik de var) çiçek, kaktüs, sukulent dolu balkonlu evler, minik hediyelik dükkanlar (özellikle seramikçiler), lokantalar buranın canlı hayatının bir kanıtı.

Yolları takip ederseniz, manzara taraçaları ve parkına (Taormina Bahçeleri) varırsınız. Burada durup soluklanın; bahçe yeşilin her tonuyla dolu, ayrıca manzara nefes kesici. Sahile inemedim. Yağmur ve zaman darlığı buna engel oldu. Yazın tepeden sahile inmek için teleferik var.


Taormina’da Tauro Dağı’ndaki Orta Çağ kalesi ve içindeki Madonna della Rocca görülebilir ama bir hayli uzak görünüyordu, özel bir zaman ayırmak gerek. Palazzo Corjava’ya da gidemedim, halen müze olarak kullanılıyor. Gezdim, dolaştım, acıktım; tesadüfen seçtiğim Baccalane lokantasının hem içi hem yemekleri çok güzeldi. Minestrone ve kalamar dolma aldım. İtalya’da minestroneyi farklı yerlerde farklı biçilerde yapıyorlar. Bazı yerlerde sadece sebzelerden bazı yerlerde tahıllardan oluşuyor çorbanın içeriği. Burada karmaydı. Kalamar dolma ise çok lezzizdi (en az Katanya’da yediğim dolma kadar ama burada çok daha küçüktü).

Taormina, ünlülerin de tercih ettiği bir sayfiye yeri. D.H.Lawrence bir süre burada yaşamış. Evelyn Waugh, Goethe buranın ünlü konuklarından. Richard Burton-Elizabeth Taylor buradan geçmiş. Taormina gerçekten çok sevimli bir tatil kasabası.

Uzun bir zamanda gelip ana caddesi Corso Umberto’da dolaşmak, dükkanlara girip çıkmak, müzesini, kilisesini, antik alanları rahatça gezmek ve sonra denize girmek, akşam da Sicilya şarapları eşliğinde yemek yemek, burada oyalanmak isterdim. Ama arkana bakma yolcu; daha Palermo var. Öncesinde de Messina’dan geçilecek. Missina’yı gördüm diyemem ama yaklaştıkça karşıda İtalya ana karası (çizmenin ucu) ve Sicilya kıyıları çok güzel görüntüler oluşturuyordu. Messina’ya girdiğimde yine siesta arasıydı. Duomo’yu gördüm. Görkemli, çarpıcı ve güzeldi. Duomo meydanındaki Fontana d’orione Çeşmesi, Sicilya’nın en güzel çeşmeleri arasında sayılıyormuş.

Duomo’da Meryem ve kucağında bebek İsa’nın altın çerçeveli resminin aynısı Duomu Müzesi’nde, yüz resimleri boş, sadece altın çerçeve olarak vardı. 

Messina ile Doğu Sicilya’ya veda ettim. Acele etmeliyim. Akşama Palermo’da olacağım. Arada Cefalu var. Milazzo ve Tindari’yi mecburen atlayacağım.

 

Norveç Flam Treni: Fantastik Tren ile Eşsiz Doğada Yolculuk

Cennete mi geldik!

Dünyanın en özel tren rotalarından birisine   Flamsbana treni  ile doğanın ihtişamına bir yolculuk yapmak ister misiniz? Evet dediğinizi duyar gibiyim ve öyleyse haydi hep birlikte gezelim.


Norveç’in başkenti Oslo’dan öğlen treniyle Myrdal’a doğru yola çıktık Gündüz yolculuk yaptığımız için  Oslo’dan Myrdal’a kadar çok güzel manzaralar eşliğinde yolculuğumuz sürdü. 

Myrdal’a doğru yaklaşırken kayak merkezleri, karlı dağ ve tepeler görünüyordu.

Myrdal deniz seviyesinden 866 metre yüksekliğinde bir istasyon ve tren yolu dışında karayoluyla ulaşmak mümkün değil.  Turistik tren olan Flamsbana Tren hattı Myrdal Flam arasında. Flamsbana treni  ile Norveç’in en uzun ve derin fiyordu Sogne Fiyord’un bir kolu olan Aurlan Fiyord’un içlerine doğru uzanıp denizden yüksekliği 2 metre olan Flam Vadisi’ne ulaşılıyor.

Bu hat, Dünyanın en sarp ve dik demiryollarından biri. Myrdal’dan başlayıp deniz kıyısına kadar olan yolculuğun, %80’ lik kısmı % 5.5’lik bir eğime sahip. Lokomotifin ise üç ayrı fren sistemi varmış. Tren 20 kilometrelik Myrdal-Flam hattında, saatte ortalama 25 kilometre hızla, spiral şeklinde içe ve dışa kıvrılan oldukça keskin virajlı toplam 20 tane tünel, 1 köprü ve 1 su tünelinden geçiliyor. Yolculuk süresi 45-50 dakika civarı sürüyor.

Bu yolculuk, National Geographic Traveler Dergisi tarafından Avrupa’nın en güzel 10 tren yolculuğundan biri seçilmiş.  Lonely Planet tarafından da 2014 yılının Dünya’da en iyi tren yolculuğu seçilmiş.  
 
Biz biniş saatimiz belli olan tren biletlerimizi önceden almıştık. Ancak ne olur ne olmaz belki gecikebiliriz diye 1-1,5 saat sonraki trene karar kılmıştık. Karlı ve soğuk bir istasyonda o kadar süre ne yapacaktık. İstasyondaki görevliye o sırada  istasyona gelmiş olan Flamsbana Treni’ne binip binemeyeceğimizi sordum. Düşünceli davranıp bizi bir önceki trene aldılar. Zaten tren de büyük oranda boş sayılırdı. Trende bir kompartmana yerleştik. Dışarıyı görebilmek için hepimiz pencere kenarlarına oturduk. 
 
Seyahat esnasında sesli yayınla çevre anlatılıyordu. Anlatıma göre trenin bir sağına  bir soluna koşuyorduk. Trenin çok dolu olmaması sayesinde iki taraftaki görüntüleri yakalayabildik. Bu fantastik seyahat sırasında çok harika bir doğaya, tepeleri karlarla kaplı sarp dağlara, nefes kesen şelalelere, dağ çiftliklerine ve fiyord manzaralarına tanıklık ettik. Tren bir noktada durdu ve tüm yolcular aşağıya indik.

 Hep birlikte trenden inip şelale, müzik ve dans gösterisini izleyelim.

Kjosfossen Şelalesi iki dağın arasında tüm ihtişamıyla akıyordu. Fotoğraf çekmek ve daha yakından izlemek için bir teras yapılmış. Bol bol fotoğraf çekerek ve harika manzaranın keyfini yaşadık. Turistlerin  daha çok olduğu yaz dönemlerinde yöresel kıyafetli kızlar yerel müzik eşliğinde dans ediyorlar.

Aslında tren yolculuğu hakkında yazı ile çok şey anlatmak zor. Bu nedenle şelale durağımız sonrası yolculuğumuzun güzel manzaralarını kısa bir video ile izleyelim.
Flam’a ulaştığımızda vaktin nasıl geçtiğini anlayamamıştık. Flam Kasabası çok küçük ve huzurlu bir yer. Kasabada yaklaşık 400 kişi yaşıyormuş. Tren istasyonu  limanın yanında ayrıca  hediyelik eşya mağazaları da aynı bölgede yer almakta. Biraz çevrede dolaştıktan  sonra hostele doğru yola koyulduk. 
 
Hostelde görevli genç  kız sanırım kalabalık olmamız nedeniyle bizi arka tarafta olan bir orijinal Norveç evine yerleştireceğini söyledi.
Binada bizim dışımızda Arjantinli genç bir çift daha vardı.  Süheyla yabancı dil bilmemesine karşın onlarla yarı Türkçe yarı bildiği İngilizce kelimelerle, kaş göz ve vücut hareketleriyle konuştuğunu söyleyince epeyce güldük. Akşam yanımızdaki yiyeceklerle güzelce karnımızı duyurduk. 
 
Ertesi sabah erkenden kalkıp ve evin çevresinde dolaştık, kuş sesleri, koyun ağılındaki kuzular ve doğanın görüntüsü bizim için muhteşem bir ziyafetti.

Kaldığımız Norveç evi çok orijinal bir evdi. Eski eşyalar da özenle korunmuş ve mutfak ve banyolardaki eşya ve tesisatlar modernleştirilmişti. Norveç’e gelip de böyle bir Norveç evinde kalmak bizim şansımız olmuştu.

Kahvaltımızı sonrası  eşyalarımızı bir odaya toplayıp istasyona taksi aramak için çıktık. Bir gün önce eşyalar yüzünden güzelliğini çok fazla tadını çıkartamadığımız yoldan tekrar yürüyerek limana ulaştık.

Flam

Limanda bulunan mini turistik tren Flam Kasabasını gezdiriyordu. Bizim de vaktimiz olduğundan bu geziyi yapalım istedik. Tur yaklaşık 50 dakika sürüyordu. Mini tren önce bizim kaldığımız otel evin olduğu tarafa doğru gitti. Biraz ilerde Flam Kasabasının ilk yerleşim yerlerinde dolaştıktan sonra aynı yolu geri döndü. Zaten gördüğümüz yerlere gittiğimizden ve süre de daha çok geçmediğinden trenin bir numarası yokmuş diye tam konuşurken tren bu sefer deniz kıyısından diğer tarafa gitmez mi! İnanılmaz bir manzarayla birlikte bir sürede böyle devam ettik. Döndüğümüzde bu tren yolculuğundan hepimiz memnun kalmıştık.

Bergen’e doğru yol alacak Norles Feribotuna yerleştik. Feribotta kapalı olan iki kat bulunuyordu. Üst katta ayrıca seyirlik bir açık bölüm vardı. Yağmur yoktu ve hava açıktı. Tabi ki denizin ve bulunduğumuz coğrafyanın iklimi nedeniyle oldukça soğuktu. 

Sarınıp sarmalandım ve hemen hemen 5,5 saatlik seyahatin büyük kısmını bu açık bölümde fiyordları, dağları, şelaleri, evleri, denizi izleyerek ve fotoğraflayarak geçirdim.  İlk kez bu kadar uzun süren bir deniz yolculuğu yapıyordum. Çok mutlu ve kendimi çok özgür hissettiğimi anımsıyorum. İç Anadolu insanının denize olan bu tutkusunu yine İç Anadolu’da doğup büyümüş biri anlayabilir.

Gezgin Gülten İŞÇİMEN’in diğer gezi yazıları için http://gezininadresi.blogspot.com.tr  adresini ziyaret edebilirsiniz.
 

 

Doğu’dan Batı’ya Uygarlık Kapıları

Gezgin olarak, bir bilimsel toplantıda büyük bir tesadüf eseri karşıma çıkan ve bir solukta okuduğum kitabı tanıtmak istiyorum.

Hristiyanlık, İslamlık ve Avrupa (Endülüs, Sicilya, Haçlı Seferleri) isimli, Alp Hamuroğlu’nun kitabının konusu, uygarlık-din ilişkisi, uygarlıklar arası dinsel ve kültürel alışverişler ve dinlerin coğrafyalar arası farkları ile coğrafyaların karşılaştırmalı din-kültür tarihidir. Bilim ve Gelecek Kitaplığı yayınlarından 2016 yılı basımıdır.

Kitabın ismi içeriğinin çok kapsamlı olduğu duygusu uyandırıyor. Ayrıca öğrenim hayatımız boyunca aldığımız tarih derslerinin tekdüzeliği aklımıza gelip zorunlu tarih dersleri bitti bu konuları neden tekrar okumalıyım diye düşünebilirsiniz. Siz kitabı okumaya başlayın, bitirince niçin daha önce bu kitabı okumamışım diyeceksiniz.

Uygarlıklar, coğrafya, tarih ve dinler tarihi konusunda sadece gezilerde değil günlük yaşamda da kullanabilecek bilgiler çok sistematik bir şekilde anlatılıyor. Tarih coğrafya derslerinde karşımıza çıkan ve bir türlü bütün olarak göremediğimiz ve sınav bitince unuttuğumuz birçok konu bu kitapta. Kitabı bitirince birçok kavramın, olayın kronolojik sıra ile zihninize yerleştiğini anlıyorsunuz. Kitabın sadece gezginlere değil, her meslekten kişilere ve özellikle öğrencilere farklı bir vizyon sağlayacağına inanıyorum.

Kitabın yazarı Alp Hamuroğlu uzun yıllardır Almanya’da, bir Batı ülkesinde yaşamaktadır. Bir tarihçi olmamasına rağmen yıllardır bu alanda çalışmalar yayınlamıştır. Kitap dinlerin tarihi ile başlayıp 14.yy’a kadar gelen bir dönemi Doğu Batı Uygarlığı açısından akıcı, sade ve anlaşılır bir dille aktarmaktadır. İşin ilginç tarafı, Yazar 20 yıl önce Endülüs gezisi sırasında Doğu’nun İspanya’nın bu bölgesindeki etkisini görünce bu konuları yazmalı diyerek Batı uygarlığında Doğu’nun etkisini araştırmaya başlamış.

Kitapta, ‘Batı mucizesi’ diye adlandırılan modern Avrupa’nın ortaya çıkış sürecinde Doğu ve İslam etkisi vurgulanıyor. Hristiyanlı’ğın karanlık çağı, İslamiyet’in altın çağı Ortaçağ’da Avrupa’nın İslam uygarlığından çok şey aldığını ortaya koyuyor. Doğu’dan Batı’ya uygarlık aktarımında üç kapı öne çıkıyor. Birincisi ‘Avrupa’nın batısındaki Doğu’ Endülüs, ikincisi Sicilya’da oluşan ‘İtalyan İslam’ı ve üçüncü en büyük etkileşim ‘Haçlı Seferleri’.

Kitap, Avrupa ve Batı tarihinin nesnel olmayan bir şekilde ve Hristiyanlığa göre ve Hristiyanlık için yazılıp, gerekli durumlarda seçilmiş ve eksiltilmiş olduğunu ortaya koyuyor. İslam tarihi ile Hristiyanlık tarihi arasında ihtiyaca göre ve sonradan üretilme açısından farklılık bulunmaktadır. İslam tarihi Hristiyanlık tarihine göre daha doğru bir tarihtir.

Yazar kitabın ilk bölümünde Musevilik, Hristiyanlık ve İslamın doğuşunu anlatmaktadır. Daha sonra Doğu uygarlığının sanatın bilimin Batı’ya aktarımını sağlayan üç kapıyı detaylı anlatmıştır. Endülüs, Sicilya ve Haçlı Seferleri ayrı bölümlerde ele alınmıştır. Hristiyanlık tarihinde çok sayıda çok yönlü Haçlı Seferleri yer almaktadır; hristiyanlığı yaymak için, hakimiyet kurmak için, ekonomik nedenlerle olanlar gibi. Kitapta 11 -14. Yüzyıllar arasında İslam’a ve Türklere karşı yapılan ve tarihte esas Haçlı Seferleri olarak bilinen seferleri anlatılmaktadır. Avrupa tarihi açısından bir dönüm noktası olan son derece önemli bu seferler, Yazarın kitabında nedenleri ve sonuçları, dinler, coğrafyalar, toplumlar üzerindeki etkileri ile çok detaylı olarak tartışılmaktadır. Son bölümde ise peygamberler, dinler ve toplumlar yer almaktadır.

Çok gezen mi, çok okuyan mı sorusunu hep sorarız ya! Gezgin olmak aynı zamanda çok okuyan olmak demek. Farklı coğrafyalar, farklı kültürler, farklı tarihler yaşamış ülkelerde gezerken sadece gördüklerimiz yeter, okumaya gerek yok diyemiyoruz. Tanıştığımız her yeni kültürle daha çok okuma istediğimiz artıyor.

Bu kitabı yola çıkan, yola çıkamayan her yaştan, her meslekten, meraklı, okumayı seven herkese öneriyorum.

Floransa Gezi Rehberi: Sanatın İzinde Rönesans’a Yolculuk

Rönesansı yaratıp Avrupa Sanatını etkileyen Michelangelo, Leonardo da Vinci, Botticelli, Rafaello, Dante, Donatello ve nice sanatçının vatanı Floransa.

Dünyada, Rönesans eserlerinin sergilendiği en önemli müze Uffizi, Avrupa’da ilk Sanat Okulu Accademia ve Rönesans mimarisine esin kaynağı olan Duomo kubbesi ilk akla gelenler olmakla birlikte pek çok Rönesans dönemi sanat eserini bünyesinde barındıran sanat ve kültür şehri.

Bir İtalyan şehrini görelim, Orta Çağ sokaklarında dolaşalım, pizzamızı tadıp Floransa şarabını içelimden çok, Rönesansı anlamanın yolu Floransa’dan geçer diye yola çıktık.

Önce Video ile gezmek isterseniz

Floransa’ya gitmek için Lucca-Floransa trenine (7,5 Euro) 13.30 sularında bindik, saat 15.00 civarında Santa Maria Novella İstasyonunda indik. Otelimiz merkezi bir konumda ve istasyona yakındı, vakit kaybetmeden eşyalarımızı bırakıp, kendimizi Floransa sokaklarına attık. Burası, Roma ve gördüğümüz diğer şehirlere göre daha kalabalık ve hareketliydi.

Şehri keşfe katedral ile aynı adı taşıyan tren istasyonunun yakınındaki Santa Maria Novella (Yeni Meryem Ana) Katedrali ile başladık (5 Euro). Novella yeni anlamına geliyor. Katedral küçük bir mabet yerinin üzerine inşa edilmesi nedeniyle bu adı almış. Tarihsel açıdan Floransa’da yapılan ilk büyük kilise olma vasfını taşıyormuş. On üçüncü yüzyılda Dominiken Tarikatı tarafından Romanesk-Gotik tarzda (dışı romanesk, içi gotik ) yapılan katedral özellikle freskleriyle ünlü.

Masaccio’nun persfektif kullanımı ile öne çıkan “Üçleme”si, Uccello’nun “Yeşil Revak taki Nuh ve Tufan freskler”i (1966 yılındaki selde hasara uğramış),

Filippino Lippi’nin Strozzi Şapelindeki “Aziz Filippo ve Aziz Yahya freskler”i, Ghirlandaio’nun Tornabuoni Şapelindeki “Vaftizci Yahya’nın Yaşamı freski” ile İspanyol Şapelindeki freskler bunlardan en önemlileri.

Diğer önemli bir parça Giotto’nun Çarmıhı.

Yağlı boya tablolar ve vitray cam pencereleri de eklemek gerek. Dönemin Floransalı sanatçılarının çoğu dini temalı eserlerini izlerken sanat galerisinde geziyormuş hissine kapılıyorsunuz.

Santa Maria Novella’dan çıkıp şehrin içine yürürken Santa Maria del Fiore -Floransa Katedrali (Duomo) yu görüyoruz. Halen Floransa’nın en yüksek yapısı olma özelliğini koruyan katedrali görmemek ve farketmemek zaten mümkün değil. 1296 yılında 4. yüzyıldan kalan Santa Reparata Kilisesi yerine yapılan ve Duomo Meydanında bulunan katedralin hemen yanında 1334 yılında Giotto’nun tasarladığı bir çan kulesi ve karşısında vaftizhane bulunuyor.

Katedralin çan kulesi örnek alınarak sonradan beyaz, yeşil ve pembe renkte mermerler kullanılan dış cephesi neo-gotik tarzda yapılmış. Çan kulesine çıkıp hava kararmadan Floransa manzarası izlemek istiyoruz, bilet satan görevli kule için ayrı bilet satılmadığını kombine bilet alabileceğimizi ancak kalan sürenin yetmeyeceğini söyleyince maalesef bu isteğimizi gerçekleştiremiyoruz.

Floransa Katedrali öncelikle büyük görkemli kubbesi ile dikkat çekiyor. Rönesans mimarisinin öncülerinden olan Filippo Brunelleschi (1377-1446) özellikle klasik dönem Roma yapıları ve anıtları üzerinde çalışmalar yapmak amacıyla Roma’ya gidiyor ve dönüşünde Floransa’daki yapıtlarında bu Roma mimari stilini kullanıyor. Kaynaklarda Rönesans mimarisinin İtalya’daki başyapıtlarından biri sayılan katedralin kubbesinin Brunelleschi tarafından Pantheon’dan ilham alınarak yapıldığı (1420-1436), Michelangelo ve diğer sanatçıların çalışmalarında da Roma tarzıyla kendi özgün stillerini birleştirme konusunda esin kaynağı olduğu ifade ediliyor. Sonrasında; İtalyan asıllı mimar ve sanatçılar Rönesans stilinde pek çok yapı gerçekleştiriyorlar ve bu sanatçıların çalışmalarına talep artıyor, Michelangelo Papa tarafından San Pietro Katedrali’nin kubbesinin tasarımı için görevlendiriliyor. İtalya’da Rönesans mimarisini yaratıp çıkaran Brunelleschi ve kubbeye biz de şapka çıkarıyoruz.

Vaftizhane ise kapıları ile nam salmış. Kapıların şöyle bir hikayesi var; Floransa’nın 1401 yılında vebadan kurtulmasının anısına yaptırılıyor. Donatello, Ghiberti, Brunelleschi gibi dönemin ünlü sanatçılarının katıldığı yarışmayı Ghiberti kazanıyor. Ghiberti’nin yarışma için sunduğu gotik tarzdan farklılık gösteren eserinin özelliği, bir erken Rönesans eseri olarak kabul edilmesiymiş. Anlaşılan o ki kapılar sanatçının ömrünü yemiş; Ghiberti Kuzey Kapılarını 28, Doğu Kapılarını 21 yılda tamamlamış. Doğu Kapılarının güzelliğine hayran kalan Michelangelo “Cennetin Kapıları” adını vermiş. Bronz kapılardaki panolarda İncil’den sahneler yer alıyor. Kapılardaki orijinal panolar katedralin müzesinde sergilenmekte. Vaftizhanenin tavanındaki 13. yüzyıla ait mozaiklerin de ayrıca görülmeye değer olduğunu ekleyip kapıyı, pardon konuyu kapatalım.

Bu küçük minyatür şehrin içinde her yere yürüyerek ulaşabilmek mümkün. Şehrin merkezinde araç trafiğine izin verilmediği için başka şansımız da yok. Floransa’da tüm yönler Katedral-Duomo merkez alınarak tarif edildiğinden, biz de kayboldukça katedrale dönerek yolumuzu bulduk.

Duomo Meydanında, vaftizhanenin karşısına düşen rastgele yürüdüğümüz sokak bizi Floransa’nın en eski köprüsü olan Ponte Vecchio ‘ya çıkarıyor.

Köprü üzerinde eskiden kasap dükkanları, demir atölyeleri ve tabakhaneler varmış. Bu dükkanların yerini ünlü mücevher markalarının ürünlerinin satıldığı dükkanlar almış. Daha otantik ve özgün sanat ürünlerini yakıştırdığım köprünün mevcut halinden hoşlanmadım. Floransa’nın simgesi olan köprü uzaktan (özellikle Uffizi müzesinin köşesindeki manzarası) daha afilli görünüyor. Haksız mıyım?

Ponte Vecchio üzerinden karşıya geçip, düz yönde devam ettiğimizde sol tarafımızda vasat bir bina görünümü veren Pitti Sarayını görüyoruz. Floransalı banker Luca Pitti’ye ait saray 1549 yılında Medici ailesi tarafından satın alınarak genişletilmiş, en son Baboli Bahçeleri Meydanı ve Parkı eklenmiş. Önceleri resmi davetlerin yapıldığı ve misafirlerin konakladığı saray 1589 yılından itibaren ailenin resmi konutu olarak kullanılmış. Resim-heykel galerileri, porselen müzesi ile kostüm müzesi de bulunan ve 32.000 m2 lik alana yayılan sarayı ve Baboli Bahçelerini gezmek için geniş zaman ayırmak gerekiyor. Floransa’yı ilk ziyaretimizde önceliği Uffizi ve Accademia müzelerine verdiğimizden bu müzeyi pas geçtik.

Floransa ve Pitti Sarayı demişken Rönesans döneminin (tabii ki Floransa’nın) oluşmasında büyük katkısı olan Medici ailesinden bahsetmek gerekiyor. 1434-1743 yılları arasında Floransa’yı yöneten güçlü ve sanatsever ailenin izlerini şehrin her yerinde görmek mümkün. Sanatçıların kilisenin ve varlıklı ailelerin koruması altında olduğu bu dönemde ailenin himayesi altında çalışan sanatçılar arasında kimler yok ki; Botticelli, Leonardo da Vinci, Michelangelo, Raffaello en bilinenleri. Hatta sürgüne gönderilen Galileo’ya da aile sahip çıkıyor. Aynı zamanda şair ve müzisyen olan Lorenzo de Medici -namı diğer Muhteşem Lorenzo dönemi (1469-1492), Medicilerin en parlak ve sanata desteğinin en yoğun olduğu dönem olarak biliniyor. Mediciler sadece görsel sanatları değil, bilimi de desteklemişler. Floransa Üniversitesini Muhteşem Lorenzo kurmuş.

Mediciler, 1565 yılında ailenin mimarı Vasari’ye Pitti Sarayı, Vecchio Palazzo ile Uffizi’yi birbirine bağlayan ve Ponte Vecchio üzerinden geçen bir geçit yaptırarak, güvenli bir şekilde yönetim binası ve ikametgahları arasında gidip, gelmişler. Bu esnada sanatsal estetikten de yoksun kalmayarak koridoru sanat galerisine dönüştürmüşler. Yönetimin sanata olan bu yoğun ilgisini cidden hayranlık verici bulduğumu söylemeliyim. “Vasari Koridoru” adıyla anılan bu koridorda ünlü ressamların oto portre koleksiyonu ile 17. ve 18. yüzyıla ait tablolar sergileniyor. Randevu alarak, özel tur ile gezilebiliyor.

Pitti Sarayından sonra geri dönüp Ponte Vecchio’yu geçip, Ponte alle Grazie köprüsü yönünde devam ederken tesadüfen Uffizi müzesine ulaşıyoruz. Ertesi gün sabah programımızda olan müzenin yerini öğrenmekten çok mutlu oluyoruz. Uffizi’nin yanından meşhur Piazza del Signoria’ya çıkıyoruz. Açık hava müzesini andıran meydanda pek çok anıt ve heykel bulunuyor; Michelangelo’nun Davut heykeli ve hemen yanında Bandinelli tarafından yapılan Herkül heykelinin kopyaları var.

Yine Medici ailesinin törenleri izlemeleri için yapılan Loggia dei Lanzi adlı revakta da heykeller bulunmakta. Celllini’ye ait bronz Perseus heykeli ile Giambologna’ya ait “Sabine Kadınlarının Kaçırılması” heykelinin kopyası en önemlileri. Bartolomeo Ammannati tarafından yapılan “Neptün Çeşmesi” ile meydanın ortasında yer alan Giambologna’nın yaptığı “Cosimo Medici” heykeli meydandaki diğer eserler.

Meydanın yanında 14. yüzyıldan kalan ve Arnolfo di Cambio tarafından inşa edilmiş, kale görünümlü Medici ailesinin ilk resmi konutu Vecchio Palazzo (Eski Saray) yer alıyor. Halkı yangın, sel ve düşman saldırılarına karşı uyarmak ve toplantılara çağırmak amacıyla kullanılan 94 metre yüksekliğindeki kulesi ile göze çarpıyor. Günümüzde Floransa Belediye Sarayı olarak kullanılan sarayın müze bölümünde yer alan, duvar süslemelerini Vasari’nin yaptığı 500’ler Salonu, Dante’nin ölüm maskesi (Ünlü edebiyatçının öldüğünde çıkarılan orijinal yüz maskesi) ile Michelangelo’nun “Zafer Heykeli” ni bir daha ki gelişimizde mutlaka görmek üzere kaydediyoruz.

Oldukça acıktığımız ve yorgun düştüğümüz için fazla zaman kaybetmeden gözümüze ilk kestirdiğimiz bir cafe-restoranda yemek molası veriyoruz. Yemek sonrasında tekrar sokaklara dönüp bu kez Floransa’nın marketlerini (Pegna) inceleme alanımıza alıyoruz. İyi ki yemek sonrasına denk getirmişiz; makarna, peynir, mantar, zeytinyağı ve şarap reyonları arasında insan kendini kaybediyor.

Floransa’nın Roma’dan daha soğuk olduğunu biliyorduk, ama bu kadarını tahmin etmemiştik. Hava ciddi derecede soğuyunca otele dönüp dinlenmek en iyi seçenek geliyor.

Ertesi sabah güne güzel ve zengin bir kahvaltı ile başlıyoruz. Poşet de olsa çay içerek kahvaltı yapmayı özlemişiz. Böylece beğeni çıtamızı giderek yükselten küçük otel “Sempione” yi (1 gecelik ücreti vergiler dahil 33 Euro) rahatlıkla önerebilirim.

Accademia Müzesinin, Uffizi’nin yakınında olduğu konusunda o kadar emindik ki haritaya bakma ihtiyacı duymadık. Bu rahatlıkla kahvaltı muhabbetimizi uzattık. Tabii yanlış bilgiye sahipmişiz, Duomo’ya dönüp, Via Ricasoli sokağını aradık. 15, 20 dakika gecikme ile telaşlı bir koşturma sonrası müzeye vasıl olduk, olsun Davut için değerdi.

4′ er Euro rezevasyon ücreti ödeyip, biletlerimizi online aldık. Uffizi için 12, Accademia için 16,50 Euro ödedik.

Accademia Müzesi

1561 yılında Medicilerin isteği üzerine kurulan Accademia, Avrupa’daki çizim, resim ve heykel tekniklerinin öğretildiği ilk okul olarak biliniyor. Yine müzede sergilenen eserlerin de özellikle öğrencilere çalışma malzemesi sağlamak için toplandığı ifade ediliyor.

Floransa’ya gelmişken tüm zamanların en iyi heykeltıraşı olduğu söylenen Michelangelo’nun Rönesans döneminin heykelde başyapıtı kabul edilen bu eserini görmemek olmazdı.

Davut

Davut; Donatello, Bernini ve diğer İtalyan sanatçılar tarafından da kullanılan, konusu İncil’e dayanan, Hz. Davut’un dev Golyat’la mücadelesini anlatan meşhur bir figür.

Michelangelo’nun 26 yaşında iki yıl sürekli çalışarak oluşturduğu eserinde, diğer Davut heykellerinden farklı olarak Davut’u savaştan önce tasvir etmiş olması gösteriliyor, dinsel bir kahramanı devrimci bir kahramana dönüştürdüğü ifade ediliyor. Olağanüstü özgüvene ve düşmanına saldırmaya hazırlanan gergin bir insanın müthiş konsantrasyonuna sahip olmasını vurgulamak suretiyle Michelangelo’nun aslında Rönesans insanının “Düşünce Adamı”na atıf yaptığı da önemli yorumlar arasında.

Oldukça etkileyici bulduğumuz ve insan anatomisinin tüm özelliklerini taşıyan heykel hakkında konuşmaya ne sanat bilgim, ne de kelimelerim yeterli olmayacak, bu nedenle sözü Michelangelo ile aynı dönemde yaşayan öğrencisi ressam, mimar ve ilk sanat tarihi kitabının yazarı Giorgio Vasari ‘ye bırakıyorum. * “Bu yapıt, bütün çağdaş ve klasik heykellerin -ister Yunan, ister Latin olsun- ününü elinden aldı ve bu yapıtı gören kişi, bizim dönemimizde ya da başka dönemlerde herhangi bir sanatçı tarafından yapılmış başka bir heykeli görmese de olur

Yaptığı sanata aşık Michelangelo’nun yaşamı hakkındaki şu bilgileri öğrenince böyle bir mükemmelliğe nasıl ulaştığına şaşırmıyorsunuz. Michelangelo, yoksul hastalar için küçük bir düşkünler evinin de yer aldığı Santo Spirito (Kutsal Ruh) Manastırına giderek o dönemde yasak olduğu halde suç ortağı baş rahibin bilgisi ve desteği dahilinde gizli gizli kadavralar üzerinde çalışarak insan anatomisini inceliyor.

Esirler: Michelangelo’nun Papa II. Julius’un mezarı için yaptığı eserlerinin adı. Bu çalışmada sanatçının çevrelerindeki yontulmamış taş kütlelerinden kurtulmaya çalışan varlıkları anlatmaya çalıştığı ifade ediliyor.

Müzede geniş bir zamanı Davut ve Esirler’in sergilendiği “Esirler Salonu” nda geçirdik. Gençlerin aralarında eğlenerek Pisa Kulesini kaldırma çabalarının benzerini Davut’a uyguladıklarını ve boyları yetmediğinden epeyce zorlandıklarını izlemek de ayrıca hoştu.

Venüs ve Cupido: Jacopo Pontormo’nun Michelangelo’nun bir taslağına göre yaptığı ifade edilen eseri.

Yaşam Ağacı: Pacino di Bonagudia’nın bu eseri 13. ve 14. yüzyıl dinsel ve Bizans sanatını en iyi yansıtan eserler arasında sayılmakta.

Bu sayılan başlıca eserlerin yanında Filippino Lippi, Bartolomeo, Ghirlandio, Bronzino gibi Floransalı ressamlara ait eserler de yine bu müzede sergileniyor. Hemen hemen tüm ressamlar bir “Madonna” resmi yapmış. Bunların arasında Boticelli’ye atfedilen “Deniz Madonna” öne çıkıyor.

Müze için ayırdığımız iki saatlik süre yeterli geldi. Müzenin satış mağazasını da kısa bir zamanda gezerek Davut heykelini görebilmek için verdiğimiz çabayı hatırlayalım diye birer Davut magneti aldık.

Uffizi Müzesi

1560-1580 yılları arasında Vasari tarafından Dük I. Cosimo’nun çalışma ofisleri olarak yapılmış, zaten “Uffizi” de ofisler anlamına geliyor. İtalyan Rönesans dönemi eserlerinin sergilendiği müzenin binası da önemli bir Rönesans eseri sayılıyor.

Müzenin girişinden 2. kata çıkılıyor. U şeklindeki 2. katın koridorunda antik Roma döneminden heykeller, tavanında ise aralarında Osmanlı padişahlarına ait portrelerin de yer aldığı pek çok portre sergileniyor.

Bu katta koridora bakan 45 oda (galeri) var. Vaktiniz sınırlı ise Francesca’nın erken dönem Rönesans eseri sayılan “Urbino Dükü ve Düşesi” 1472-75.

Botticelli’nin “Venüs’ün Doğuşu”, “İlkbahar”, 1482

Hermaphrodite M.Ö 1.yy dan Roma Sanatı

Michelangelo’nun” Kutsal Aile”, 1506

Filippo Lippi’nin “Çocuklu Meryem ve İki Melek” 1460-65

Uccello’nun “San Romano Savaşı” 1436-40

bu katta sergilenen eserlerden özellikle görülmesi gerekenler. Birinci katın sonunda Loggia dei Lanzi revakının üstünde, müzenin, Piazza del Signoria’ya bakan bir kafeteryası var. Şöyle bir bakıp hemen çıktık ve alt kattaki galerileri tamamladıktan sonra rahat rahat oturalım diye düşündük. Ancak, geri dönüş olmadığından kafeteryada oturamadık. Alt kata geçmeden kafeteryada meydanın manzarasına bakarak şöyle bir soluklanıp, keyifle oturmakta ve zamanı buna göre ayarlamakta fayda var.

Alt katta daha yakın dönem eserler ile yabancı ressamların eserleri çoğunlukta.

Leonardo da Vinci’nin ilk dönem eserlerinden“Meryem’e Müjde” si, 1472-75

Parmigianina’nın Maniyerizm akımına örnek gösterilen “Uzun Boyunlu Meryem”i 1534

Tiziano’nun önemli bir yüksek Rönesans eseri sayılan “Urbino Venüs”ü, 1538

Raffaello’nun “10. Leo ile Kardinal Giulio de’Medici ve Rossi “adlı portresi, 1518  alt kattaki önemli eserler.

Caravaggio odasında “Medusa” ile “İshak’ın Kurban Edilişi” vardı. Sanatçının “Bacchus” eseri müzeyi gezdiğimiz tarihte yerinde yoktu. Medusa, son derece gerçekçi ve dehşet verici bakışlarla karşılaştığınız anda içinizi ürperten bir resim.

Caravaggio’un İsak’ın Kurban Edilişi, 1603

Gezdiğimiz tarihte bu kattaki galeriler 101 no’lu oda ile sonlanıyordu.

Gezi öncesinde Uffizi hakkında yaptığım araştırmada; Botticelli’nin “Venüs’ün Doğuşu” ve “İlkbahar” resimlerinin altı özellikle çiziliyordu, tam anlamı ile kavrayamamıştım.  Müzedeki tüm resimleri gördükten sonra evet sanatçının, bu resimlerinin rengi, ışığı, figürlerinin zarifliği, dini değil mitolojiyi referans alması, erotizmi kullanması açılarından neden farklı bir yerde durduğunu idrak ettim.

Kısaca “Kutsal Aile” resmine de bir parantez açmak istiyorum. Michelangelo sanata resimle başlamış, ancak kendisini heykeltıraş olarak tanımlamış, resme mesafeli durmuş. Bu resim sanatçının şövale üzerinde çalışıp günümüze ulaşan tek eseriymiş. Resimdeki figürlerin hareketli olması, canlı renkler kullanması ile takip eden dönemde Maniyerizm akımının öncüsü olmuş. Heykel dışında nadir yaptığı resim sanatında da farklılığını ve yaratıcılığını ortaya koymuş. Vatikan’da Sistine Şapel’indeki freskleri Papanın zorlaması ile yapmış. İyi ki Papa zorlamış yoksa insanlar bu muhteşem resimlerinden mahrum kalacakmış.

Uffiziyi o kadar keyifle gezdik ki 3 saatin nasıl geçtiğini anlayamadık, keşke tüm gün ayırabilseydik.

Müze gezisi sonrası deri ürünleri ve hediyelik eşyaların satıldığı “Yeni Pazar’ a uğradık, sadece baktık. Fiyatlar yüksek ve kesinlikle pazarlık yapmıyorlar. Pazar yerinin önündeki bronz domuz heykelinin burnunu okşayarak, yeniden Floransa’ya gelmeyi garantiledik.

Diğer İtalyan şehirleri gibi Floransa’da da çok güzel meydanlar bulunmakta. Kalan zamanımızı meydanlarda geçirdik. Piazza Della Repubblica’ya bakan kafelerden birinde dondurma yedik (Türkiye’de daha güzellerini yediğimiz için tavsiye edemiyeceğim!) Yine aynı meydanda el yapımı ve tasarım ürünlerin satıldığı standtlar kurulmuştu, onları gezip, alışveriş yaptık. Piazza Di San Giovanni’de profesyonel olduğunu düşündüğümüz bir sokak şarkıcısının konserine denk geldik. 1-2 arya daha derken zor ayrıldık.

Floransa’yı ilk ziyaretimizde Accademia ve Uffizi müzelerini gezmeyi ve şehrin genel havasını görmeyi, vakit bulursak Fiesole’ye gitmeyi planlamıştık. Kısa zamanda beklentilerimizin ötesinde her yönden çok doyurucu bir gezi oldu. Tekrar geldiğimizde yapılacaklar listemizi şimdiden oluşturduk.

Müzeler ve sanat şehri Floransa’da sanatla ilgilenmeyenler için de ünlü markaların ürünlerinin satıldığı şık mağazalar, ayakkabı müzesi “Ferragamo”, Toscana mutfağı, Fiesole gibi farklı alternatifler olduğunu belirtelim.

İlk fırsatta sanat yolculuğumuza kaldığımız yerden devam edeceğimizi düşünerek Rönesans’ın rüya şehrine şimdilik veda ettik…

Fotoğraflar: Gülten İŞÇİMEN

Kaynak: Bruno Nardini Michelangelo (Bir Dahinin Yaşamı), Can Yayınları, 2. Baskı, 2011.

                                                         

Pisa Gezi Rehberi

Pisa Kulesi herkesin iyi bildiği, resimlerini gördüğü bir kule. Pisa Kulesi Orta Çağ’da 1173 yılında yapımına başlanmış beyaz mermerden gösterişli katedralin çan kulesi. İlginç olan kimse bu kulenin ne zaman ne amaçla ve kimin tarafından yapılmış olduğunu merak etmiyor. Meydanda eğri kuleyi tutmaya çalışan çok sayıda turisti görüyorsunuz.

Sevgili arkadaşım Gülten ile Roma gezimizi planlarken bir şehir daha ekleyelim istedik, Napoli mi, Floransa mı derken tabii ki Rönesansın beşiği Floransa ağır bastı. Ayrıca Floransa gidiş güzergahımız üzerinde bulunan Pisa, Lucca ile Roma’ya dönüşte Siena’yı programımıza aldık.

Roma‘ya vardığımızda Cuma günü toplu taşım araçlarında bir günlük grev olacağını öğrendiğimizde, Floransa’ya gitmekle ne kadar isabetli bir karar verdiğimizi anladık.

Roma-Pisa hızlı tren bileti (9 Euro) ile Siena-Roma otobüs biletimizi (9,10 Euro) önceden online aldık. Diğer ulaşımlarımızda ise bölgesel treni kullandık. Metro açılış saatini (sabah 5.30) dikkate alarak, Termini İstasyonundan 6.15’de hareket edecek Pisa trenine bilet almıştık. Yolculuğumuz yaklaşık 2 saat sürdü. Tren istasyonundan yürüyerek Pisa Kulesini bulmamız zor olmadı. Kuleye gittiklerini tahmin ettiğimiz sırt çantalı turistlerin arkasına takıldık. İstasyonu arkamıza alarak sürekli düz istikamette Arno Nehrinin üzerindeki köprüyü de geçerek yaklaşık 20- 30 dakika yürüdükten sonra sol tarafta Pisa Kulesi görüş alanımıza girmişti.

Bizim neyimiz eksikti, hazır buralara kadar gelmişken bir omuz vermeden olmazdı. Kuleyi düzeltme teşebbüsünde bulunup, Pisa klasiği olan klişe pozda fotoğraflar çekerek Mucizeler Meydanına (Piazza del Miracolide veya bir diğer adı Piazza del Duomo) ulaştık. Nihayet İtalya ile özdeşleşmiş sembollerden biri olan Pisa Kulesi karşımızdaydı. Pisa kulesi, vaftizhane, katedral ve anıt mezar (Campo Santo) ile birlikte etrafı surlarla çevrili geniş bir alana yayılan çim meydanın ortasında yer alıyor.

Onbirinci ve ondördüncü yüzyıllar arasında Ceneviz, Venedik ve Amalfi ile birlikte İtalya yarımadasının en güçlü deniz cumhuriyetlerinden biri olan Pisa’nın, gücünün ve zenginliğinin sembolü olarak kilise tarafından Mirocoli (Mucizeler ) Meydanında katedral, vaftizhane ve katedralin çan kulesinin yapımına karar veriliyor. Bu üçlü yapı Romanesk sanat ve mimarinin İtalya’daki en önemli örneklerinden biri kabul ediliyor. Kronolojik olarak sırası ile katedral, vaftizhane, çan kulesi yapılmış.

Yapımına 1173 yılında başlanılan ve kaynaklarda Babil Kulesinden esinlenildiği ifade edilen kulenin üçüncü katına gelindiğinde güney yönüne eğilmesi nedeniyle inşaatına uzun zaman ara verilmiş, araya savaşların da girmesiyle kule ancak 1350 yılında tamamlanabilmiş. Uzun yapım sürecinde düzeltme amacıyla muhtelif teknikler denenmekle birlikte sorun devam etmiş. Eğimin temel nedeni iki nehrin kavuştuğu yerde bulunan Pisa şehrinin alüvyonlu gevşek toprak yapısı. Katedral, vaftizhane ve diğer yüksek yapılarda da içeri doğru çökme ve eğim var. Döneminde çan kulesinde yuvarlak simetrik tarzın ilk kez kullanıldığı 8 katlı kule üst üste bindirilmiş yuvarlak altı ana sütundan oluşuyor. Silindir biçimindeki daha küçük çaplı sekizinci katta her bir notayı temsilen yedi çan bulunuyor. Bu çanlardan en yenisi 652 kg, en eskisi 3600 kg. Mermerin de ağır bir yapı malzemesi olduğu dikkate alındığında bu ahval ve şartlar altında kule yıkılmayıp da ne yapsın diye düşünüyorsunuz.

Pisa kulesinin mimarının kim olduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte Bonanno Pisano, Giovanni di Simone ve Diotisalvi adları öne çıkıyor. Mucizeler Meydanı bölgesi 1987 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınmış. 1990 yılında 10 yıl sürecek onarıma giren kulenin asıl dikey akstan eğimi 5,4 metreden 3,99 metreye indirilerek ilk kez sabitlenmiş. Böylece bir 200 yıl daha değişmeyeceği tahmin ediliyormuş.

Yaklaşık 55 metre yüksekliğindeki kuleye 15 Euro karşılığında 294 merdiveni yürüyerek çıkmanız mümkün. Uzun bir yürüyüşten sonra bu kadar merdiven çıkmayı göze alamadık, çimlere yayılarak uzaktan seyretmeyi tercih ettik. Pisa’lı astronom, fizikçi, mühendis, filozof ve matematikçi Galileo Galilei’nin kuleden yerçekimi deneyi yaptığını hayal ettik. Fotoğraf çektirdiğimiz Japon turistler de ortalıkta görünmüyordu. Sessiz sakin bir ortamda sadece biz ve kule vardık ve bu anın tadını çıkarttık.

Üç yapının biletleri ayrı alınabiliyor. Gittiğimiz saatte katedral açık olmadığı için vaftizhaneyi (5 Euro) gezebildik. Elli beş metre yüksekliğinde ve otuz dört metre çapında simetrik dairesel formda yapılan vaftizhanenin (1152-1363) ilk mimarı Diotisalvi ölünce Nicola Pisano gotik tarzda tamamlıyor.

İçini gayet sade bulduğumuz vaftizhanedeki en önemli eser Nicola Pisano tarafından yapılan, üzerinde İsa’nın yaşamının betimlendiği işlemeler bulunan mermer vaftiz kürsüsü. İtalya’daki vaftizhaneler içinde en büyüğü olan Pisa Vaftizhanesi aynı zamanda akustiği ile ünlü. Görevlilerden birinin söylediği güzel aryalar ile akustiğini test etme fırsatı bulduğumuz için şanslıydık. Rivayete göre Galileo Galilei de (1564-1642) burada vaftiz edilmiş.

Yapım hatası büyük bir fırsata dönüştürülerek zaman içinde katedralin çan kulesi ünlenmiş, katedral ve vaftizhane kulenin şöhretinin gölgesinde kalmış. Ancak, gri beyaz yatık mermerler kullanılarak romanesk tarzda yapılan ve üzerinde Arap mimarisine ait süsler ve mozaikler bulunan katedralin dış cephesi oldukça görkemli. Müzesi ile birlikte içi de (Hz. İsa mozaiği, işlemeli vaiz kürsüsü vb.) dışı gibi etkileyici olan ve pek çok katedralin yapımında örnek alınan katedral (1063-1090) mimari ve sanatsal açıdan kuleden daha fazla ilgiyi hak ediyor.

Dönüş yolunda şehir hareketlenmeye başlamıştı. Pisa kasaba havasında ama kendi içinde bütünlüğü olan sevimli bir şehir izlenimi verdi Sadece kule ziyaretine geldiğimiz şehrin daracık sokaklarında aylak aylak dolaşmak ve meydana bakan bir kafesinde oturup çevreyi izlemekten de eminim çok keyif alırdım. Bunun için en az yarım gün ayrılmalı. Yol üzerindeki dükkanlarda baktığımız hediyelik eşya fiyatları oldukça yüksekti. Pisa hatırası magnet, vb. şeyleri Roma’da Termini bölgesinden daha ucuza alabilmek mümkün.

Modern bilimin doğmasına büyük katkı sağlamış, yaşamı eserlere konu olmuş, ünlü bilim adamı Galileo Galilei’nin şehrinde çok kısa da olsa bulunmak, aynı havayı solumak, ruhumuza iyi geldi.

Bu enerji ile istikamet Lucca…

Fotoğraflar Gülten İşçimen

 


 
 
 

 

 

 



 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Lucca Gezi Rehberi: Surlar İçinde Bir Orta Çağ Kasabası

Lucca, ünlü besteci Puccini’nin doğduğu, müzik festivalleri ile bilinen muhteşem bir İtalyan kasabası. Etrüks ve Romalılara kadar uzanan zengin tarihi ve bozulmamış dokusu ile geçmişi günümüze taşıyan, surlar içinde kurulu Lucca, İtalya’nın diğer şehirleri kadar ilgiyi fazlasıyla hak ediyor.

Pisa’dan Lucca’ya tren ile 15-20 dakika süren bir yolculukla ulaşılıyor, tren bileti 3,5 Euro. Özellikle bölgesel tren biletlerinde gün ve saat belirtilmediği için trene binmeden önce istasyondaki makinelerden aktif hale getirilmesi gerekiyor. Trene bindikten sonra bileti okuduğumuzda fark ettik, şanslıydık, herhangi bir kontrol olmadığı için sorun yaşamadık. Siz yine de işinizi şansa bırakmayın.

İstasyondan şehre yürürken trenden birlikte indiğimiz ve selamlaştığımız, kocaman kontrabaslarını taşıyan iki müzisyen gencin önümüzden geçerek surlara yöneldiğini gördük. Surların yürüdüğümüz istasyona bakan tarafında bir giriş kapısı göremediğimiz ve arkasında yaşam alanı olduğuna dair herhangi bir emare bulamadığımız için bir anlam veremedik. Keşke hislerimize uyup gençleri takip etseymişiz.

Elimizdeki notlara güvenip, ısrarla yol boyunca uzanan ağaçlıklı yolu takip ederek epeyce bir zaman sonra kendimizi yeni şehir merkezinde bulduk. Çoğu müzik stüdyosu olarak kullanılan çift katlı bahçeli evler ve sokaklar arasında bir süre yürüdük. Eski şehir merkezini sorduğumuz İngilizce bilmeyen (bu arada Lucca çok elit bir şehir ama İngilizce konuşabilen birine rastlamadık, yine de yardımcı oldular) bayanın el kol hareketleri ile yön göstererek ve vurgulu bir şekilde “payte payte” demesinden daha çok yürümemiz gerektiğini anlayarak, hemen sur tarafına yönelip ilk gördüğümüz kapısından içeri girdik. Sonrasında “payte payte” aramızda espri konusu oldu. Çok yürümemiz gerektiğinde bu sözcüğü sıkça kullandık.

1987 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne eklenen Lucca, tarihi surlar içinde kurulmuş bir Orta Çağ kasabası. Dört kilometre uzunluğundaki şehrin surları Alessandro Fernose tarafından şehri düşmanlardan korumak ve giriş çıkışları kontrol etmek için yapılmış (1504-1645) ve günümüze kadar sapasağlam kalmış. Bir estetize yapılar bütünü oluşturan bu surlar, savunmadan ziyade sanki güzel görünsünler diye yapılmış hissi veriyor. Üçü eski (San Pietro, Santa Maria, San Donato) üçü daha yakın dönemde açılan (Elisa, Sant’Anna, San Jacopo) altı sur kapısı bulunuyor. Sur çevresi boyunca kocaman sıralı ağaçlar ve yürüyüş yolu var.

Kaynaklarda; Roma İmparatorluğu döneminde site şehir planında inşa edilen Lucca’nın ortasında bir forum ve aynı zamanda amfi tiyatro bulunduğu ve merkezdeki bu amfi tiyatro planının sonradan yerleşim alanına dönüştüğü ifade ediliyor. Romalılar tarafından yapılan sokak planı az değişiklikle aynen korunmuş.

Surlara girdiğimiz anda kendimizi antik bir şehrin içinde bulduk. Cidden çok heyecan verici, birden başka bir dünyaya ışınlanmış hissediyorsunuz. Bu duygular içinde sokak ve binaların cazibesine kapılarak San Michele Meydanına geldik. Muhtemelen şehrin kurucularına (İngilizce hatta İtalyanca bir yazı ve açıklama yoktu) ait bir heykelin bulunduğu bu meydanda soluklandık.

Meydanın bulunduğu yerde Romalılar döneminde şehir forumu varmış. Antik şehir içinde araç trafiğine izin verilmediğinden Pisa’da olduğu gibi bisiklet kullanımı oldukça yaygın. Öyle ki İtalya’nın en çok bisiklet kullanılan beldesiymiş. Rastladığımız bisikletli kadın ve erkeklerin ve genelde Luccalıların oldukça şık olduklarını belirtmeliyim. Meydanın etrafında ise kafeler yer alıyor.

San Michele’in Foro Kilisesi de yine bu meydanda. Foro adını üzerinde bulunduğu Roma şehir forumuna atfen almış. 1071 yılında yapımına başlanılan kilisenin tamamlanması sürekli yapılan eklemelerle uzun yıllara yayılmış.

1476 yılında vebanın sona ermesini kutlamak için Matteo Civiteli’nin yaptığı Madonna Salutis Pontus heykeli de bu eklemelerden biriymiş ve 1480 yılında kilisenin sağ alt köşesine eklenmiş. Şu an yerinde bulunan orijinali değil, kopyası. Romanesk tarzdaki kilise özellikle Carrara mermeri kullanılan dış cephesi ile göze çarpıyor. Kilisenin tepesindeki iki metre yüksekliğindeki bronz anıt aziz San Michele’i tasvir ediyormuş. Puccini’nin ilk kez bu kilisede org çaldığı da belirtelim.

Diğer önemli kiliseler San Martino Katedrali, San Frediano Bazilikası ile birlikte küçük kasabada toplam kırk üç kilise bulunuyor.

Kiliseyi geçip biraz daha ilerleyince Cittadella Meydanında Puccini’nin müzeye dönüştürülen evi ve bronz heykeli ile karşılaşıyoruz.

Lucca müzisyenleri (özellikle Puccini) ve müzik festivalleri ile ünlü. Tosca, Madame Butterfly, La Boheme, Turandot operalarının bestecisi Puccini bu kasabada doğmuş. 19. yy sonu ve 20. yy başı döneminin en önemli bestecilerindendir, Puccini. Onun varlığı Lucca’ya ayrı bir hava ve canlılık katmış. Lucca’ya uğramamıza Puccini’nin burada yaşamış olmasının da etken olduğunu ifade etmeliyim. Luccalılar ünlü müzisyen ile ne kadar gurur duysalar haklılar. Ölmeden yapılacaklar listemize, yazın müzik festivali zamanında gelmeyi ekliyoruz

Lucca ve çevresinde varlıklı ailelerin bir statü sembolü olarak yapılan iki yüzden fazla kule varmış, büyük bir kısmı yıkılmış. İşte bu kulelerden biri de ondördüncü yüzyıldan günümüze ulaşan Guinigi Kulesi. Lucca’yı Floransa’ya karşı savunan Guinigi ailesine ait kule torunları tarafından hükümete bağışlanmış. Tepesindeki meşe ağaçlarıyla ünlü ve Lucca’nın simgesi haline gelmiş Guinigi Kulesine gitmek istiyoruz. Bulunduğumuz yerden uzakta olduğunu öğrenince ve yerini sorduğumuz çiçekçi kadın “payte payte” deyince Floransa’ya fazla geç kalmamak için vazgeçiyoruz, kuleden Lucca manzarası izlemeyi ve gerçekleştiremediğimiz pek çok şeyi bir daha ki gelişimize öteliyoruz.

Ön keşif mahiyetinde tadımlık bir gezi oldu. Tarih, sanat ve dahi doğanın iç içe geçtiği Lucca’ya bir kez daha gelip,  tam hakkını vermek gerektiğini düşünüyorum.

Türkiye’deki surlar içinde kurulu pek çok eski yerleşim yerini ve surlarını koruyamamanın hüznü ile bu güzel Orta Çağ kasabasından ayrılıyoruz. Dönüşte sıkıntı yaşamadan istasyona bakan yönde ve az da olsa surların çevresindeki ağaçlıklı yolda yürüyüp rahatlıkla çıkıyoruz.

Fotoğraflar: Gülten İŞÇİMEN

 






 
 
 

 



 

 

 

 

 



 
 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 




 

 

 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

Kula Jeoparkı: Yanık Ülke

Yanık Ülke Kula Jeoparkı’nda neler gördük. Unesco Dünya Mirasları Listesi’nde Türkiye’nin ilk ve tek jeoparkını, Türkiye’nin en genç volkan konilerini, peri bacalarını, mağaraları, volkanik kayaçları, lav akıntılarını gördük. Vadilerde, Gediz Nehri ve tarihi köprü üzerinden yürüdük. Topraktan fışkıran şifalı sularda yüzümüzü yıkadık. En önemlisi bir volkanın zirvesine tırmanıp, zirvedeki krateri görüp, kendimizi gökyüzüne yakın hissedip, zirveden aşağıdaki yeşil ovaları ve diğer volkan konilerini seyrettik. Yanık ülke bağlarında yetişen yanık ülke şaraplarını yudumlayarak güneşin batışını izledik. Gelelim resimlerle gezimize.

Yurt içi yazıları yazmaya karar verdiğim 2016 yılı başında, ilk Anadolu yazımın Kula Jeopark ve Kula evleri olacağı hiç aklıma gelmezdi. Çünkü Kula evlerinin özelliklerinden sadece iki ay önce haberdar olmuştum. Jeopark, Kula Peri Bacalarını ise hiç duymamıştım. Kula’yı sadece Manisa’nın bir ilçesi, turistik amaçtan çok özel bir iş için uğranılabilecek bir bölge diye düşünmüştüm. Bölgeyi gördükten sonra ki düşüncem ise, önümüzdeki günlerde Kula ismini  görülmesi gereken yerler arasında daha çok   duyacağımız şeklinde.

İzmir’de yaşamama ve sadece iki saatte ulaşabileceğim bir yakınlıkta olmasına rağmen, Kula benim görülecek yerler programımda yer almıyordu. Üniversiteden arkadaşımız Yunus, bir grup arkadaşını Salihli’de zeytinliğine zeytin ağacı dikmek üzere davet etti. Tabi biz yirmi kişi hayatımızda bir dikili ağacımız olsun diye Salihliye doğru yola çıktık. Yunus ve eşi bizim kalacak otelimizi ve üç günlük programımızı hazırlamıştı. Gezi programımızda ilk ve mutlaka görülmesi yerler arasında Jeopark geliyordu.

Kula jeoparkı 2013 Yılında Türkiye’nin tek ve ilk Avrupa ve Unesco Dünya Mirasları listesine alınmış Jeoparkıdır. Bölgede 1 milyon yıl önce volkanik patlamalar başlamış ve en son patlama 10.000 yıl önce olmuş. Bu doğa olayı ile bölgenin dokusu değişmiş tabi ki. Jeopark 300 kilometrekarelik bir alanı kapsamaktadır. Ülkemizin en genç volkanik bölgelerindendir. Jeoparkın büyük bir bölümü Kula sınırları içerisinde, bir bölümü de Salihli ilçesi sınırları içerisindedir.

Kula tarih boyunca birçok seyyah ve araştrımacının ilgisini çekmiş ,antik coğrafyacı Strobon bölgeyi incelemiş ve Coğrafya adlı eserinde bölgeyi ‘Katakekaumene’ Yanık Ülke olarak adlandırmıştır.

Rehber eşliğindeki proğramımızın ilk durağı, İzmir Ankara karayolu yakınında Yurtbaşı köyünde Kula Peri Bacaları oldu.. Kula Peri bacaları volkanik patlamaları daha sonraki yıllarda oluşmuş, peri bacaları Kapaodakya’ya göre daha küçük boyutlarda.

Yer altından yöre halkının deyimi ile acısu kaynıyor

Jeopark’ta Gediz Nehri üzerindeki tarihi köprü tarihi Kral yolu üzerinde yer alıyor. Hemen yanına Kula yolu üzerinde Hoca Seyfettin köprüsü yapılmış. İki köprü arasında ciddi bir estetik farkı var, günümüze yaklaşırken azalan estetik anlamında.

İki köprünün bir arada görüntüsü ve 21.yy’da kral yolu üzerindeki köprü levhasını bir arada görmek durumu ne kadar açık ortaya çıkartıyor.

Kula bölgesinde volkan konileri, kayaçlari, magaralar vadi içi yürüyüş yolları ayrı bir doğanın eli ile yaratılmış doku. Hayranlıkla çevremizi seyrederek uzun bir yürüyüş yaptık.

Salihli’ye yakın Sandal Divliti’ne ulaşıp ilk kez bir volkanik dağa tırmanıyoruz. 

Çok şanslıyız iki ay önce ahşap merdiven yapılmış.

15.000 yıl önce volkanik patlamalar olduğu için Türkiye’nn en genç volkan konisi, Ağrı dağı, Nemrut dağı gibi yüksek olmasa da bir volkan konisinin tüm özelliklerini gösteriyor. Tepede volkan krateri, magaralar yer almakta. Dağın 60 derecelik eğimi ve kaygan toprak zemini olması nedeni ile bu platform yapılmamış olsa idi zirveye çıkma şansımız olmayacaktı.

Zırvede krater çukuru,

Kraterde mağaralar oluşmuş, Zirve de yeşil.

Zirveden aşağıya verimli ovalar, diğer volkanik oluşumlar ve volkan konilerinin görünüşü uzanıyordu.

Zirvede kendimizi gökyüzüne ve güneşe yakın hissediyoruz.

Sandal Divriti’nden güneş batmasına yakın ayrıldık ve güneşi Yanık Ülke Oteli’nin bahçesinden batırdık.

Kula Jeoparki’na ilişkin daha detaylı bilgi aşağıda eklenen linklerden alınabilir.

kulasalihligeopark.com