ANA SAYFA Blog Sayfa 3

Nepal Gezi Rehberi: Barış Ülkesi

Nepal değişik ülkeleri görmüş, yeni renkler, farklı kültürler, farklı inançlar arayanlar ve en önemlisi dünyanın en yüksek zirvelerine sahip Himalayalar’a tırmanmak isteyenler için özel bir destinasyon. Hayatında ilk kez yurt dışına çıkacaklara Nepal’i görülecek ilk ülke olarak tavsiye etmek uygun olmayabilir. Ancak gezginler için görülmesi gereken bir coğrafya.

Nepal dünyanın en az gelişmiş ve 1000 doların altında kişi başı milli geliri ile dünyanın en yoksul ülkelerinden. 1960’lı yıllarda özellikle hippilerin ilgi gösterdiği ülke, 1996-2006 yılları arasında ülkede yaşanan iç savaş nedeni ile içe kapanmış. Ancak 2008 yılından sonra krallık rejiminden cumhuriyete geçilmesi ve uygulanan politikalar nedeni ile son yılların popüler ülkeleri arasında yerini almaya başlamış.

Nepal yıllardır kendini günümüzde en az kullanılan terimler arasında olan barış ülkesi sloganı ile tanımlamış. Dünyanın en büyük iki ülkesi Çin ve Hindistan ile sınır komşusu olan, bir yanda da Tibet ve Himalaya sıradağları ile sınırlanan, üstelik denize açılmayan bir ülkenin sömürge ve işgal altında yaşamamak için bu slogan benimsemesi çok önemli.

Niçin Nepal?

Kişisel olarak Avrupa’da ve Uzakdoğu’da birçok ülkede bulunup, Hindistan’da Hindu kültürü ile tanıştıktan sonra sıraya aldığım bir ülke oldu Nepal.

Nepal gezisinden bir yıl önce Hindistan gezisi yapmıştık. Hindistan Seyahat Planlaması yazımı okuyabilirsiniz. Nepal’i Hindistan’dan sonra gezerek ortak kültüre sahip ve Hindu inancını benimsemiş iki ülkeyi birlikte değerlendirme şansım oldu. Karşılaştırmalı olarak Nepal hakkında bilinmesi gerekenleri görelim.

*Nepal, Hindistan’ın bir bölgesi mi acaba diye düşünenler olabilir. Nepal Federal Demokratik Cumhuriyeti bağımsız bir ülke.

*Hindistan bir milyar üç yüz milyonun üzerindeki nüfusu ile dünyanın en fazla nüfusuna sahip ikinci ülkesi iken, Nepal otuz milyon yaşayanı ile küçük bir ülke. Her iki ülkede Hindu inancı yaygın, Hindistan’da yaşam biçimi de tamamen bu inanç doğrultusunda şekillenmiş. Nepal nüfusunun % 80’i Hindu, % 10’u budist ve %10’u diğer dinlere inanmakta. Nepal’in farklı bir yönü, Budizm’in kurucusu Siddharta M.Ö 563 yılında Nepal’in Lumbuni şehrinde doğmuş, felsefesini bu bölgede yaymış. Bu nedenle Nepal’de Hinduizm ve Budizm iç içe ve büyük bir uyum içinde yaşamakta. İki din birbirini ve yaşam tarzını birlikte etkilemiş. Hatta Hindu ve Budist tapınakları tarih boyunca aynı meydanda yan yana inşa edilmiş.

*Hindistan’ın kalabalığı, pisliği, tozu, sokaklardaki sürekli korna sesi rahatsız edici gelmişti. Nepal’in başkenti Katmandu da kalabalık, kaotik ve tozlu olmasına rağmen, sokaklarda Hindistan’daki kadar çok inek ve inek pisliği görmedik. Ortalıkta domuzlar da dolaşmıyordu. Maymunlar da daha çok belli tapınaklarda mutlu yaşıyorlardı.

*Sokaklarda çok fazla sayıda motor var, dikkatli yürümek gerek. Ancak Hindistan gibi sürekli korna çalınmıyor, hatta bazı yerlerde korna çalmanın yasak olduğunu gösteren trafik işaretleri bile konmuş. Özellikle sessiz, sakin, yeşil Pokhara’da bu işareti gördüm.

*Her iki ülkede de sokağa tükürmek ayıp karşılanmıyor, kadın erkek sokağa tükürenler sizi şaşırtmasın.

*Yemek kültürleri benzer, ancak Hindistan’da hijyen bence sıfır, ilk kez o kadar pislik gördüğümden nerede ise hiç yemek yiyememiştim, Nepal’de ise daha temiz görünüşlü restoranlarda rahatlıkla yemek yiyebildik. Sadece sokaktaki tezgahlardan bir şey tatmadık.

*Nepal coğrafyasının en büyük özelliği, dünyanın çatısı Himalayalar’ın en yüksek 10 dağının 8’i ve 8848 metre yüksekliği ile dünyanın en yüksek dağı Everest’in bu ülkenin sınırları içinde olması. Dağcılar, trekkingciler için cazip bir ülke.

*Budizm öğretisinin doğduğu yer olması nedeni ile yoga ve meditasyon merkezleri de özel.

*Ayrıca ormanlık bölge Chitwan’da safari yapabilirsiniz. Her ne kadar bengal kaplanlarını görme bir efsane olsa da jeep ve fil safarisi, kano ile timsahların arasında kano turu, kuş gözleme, orman içi yürüyüşler gibi farklı aktiviteler mümkün.

*Nepal’in 2015 yılında 8,1 şiddetinde geçirdiği deprem sonucunda özellikle Katmandu’da birçok tapınak zarar görmüş. Ancak hem ülke kaynakları hem de tüm dünyadan sağlanan yardımlar ile bu tapınaklar renovasyona girmiş veya kalıntılar toplanmış. Bu deprem sonrası kamu otoritelerinin ve halkın bilinçlendiğini, yolların çevrenin ve tarihi yerlerin daha temiz tutulması için özen gösterdikleri de tartışılıyor. Rehberlerimize bu konuyu özellikle sorduğumda deprem sonrası turizme ve turistik yerlere özel önem verildiğini söylediler. Ya da Hindistan’ı görmeyenler Katmandu’yu kirli, bakımsız bulurken ben Hindistan deneyimi yaşadığım için daha temiz bir ülke ile karşılaştığımı düşünüyorum.

*Bu arada bayrağından da söz edelim, Nepal dünyada dikdörtgen olmayan bayrağa sahip sınırlı ülkelerden biri, dünya da İsviçre ve Vatikan kare bayrağa sahipken, Nepal bayrağı üst üste iki üçgenden oluşan formu ile dünyanın en ilginç bayrağı olarak değerlendirilebilir.

*Nepal çok renkli. Nepal Krallığının kültürel ve dini merkezleri mimarisi, dokusu, mistik ruhu etkileyici. Çok tanrılı Hinduizmin her tanrı için ayrı, birbirinden özel tapınaklarının yanı başında budist tapınakları inşa edilmiş meydanları açık hava müzesi gibi. Ancak müze sözü ile sadece gezilen turistlere ayrılan yerler değil halkın dualarını ettiği, sunaklarına sunumlarını bıraktıkları, huzur içinde oturdukları zaman geçirdikleri yerler. Asıl güzeli halk ile birliktesiniz.

*Nepal halkı utangaç, sakin, huzurlu sizi gözleri gülerek namaste diye karşılıyor. Turiste son derece saygılılar. Hindistan’ın kalabalığında, kargaşasında güvenli hissedemeyebilirsiniz. Ancak Nepal’in en büyük ve en kalabalık şehri Katmandu’da bile sokakta her saat güvenli dolaşabildik. Ne taciz, ne gasp, ne kazıklanma, ne aldatılma korkusu yaşamadık. Hatta yüksek sesle konuşan, bağıran bir kişi bile görmedik.

*Zaman zaman sizinle fotoğraf çektirmek isteyebilirler. Onların fotoğrafını çekmek isterseniz de gülerek poz veriyorlar.

Çocuğu, genci, yaşlısı Nepallilerin doğallığı, bakışlarının güzelliği fotoğraflara yansıyor.

Siyasi Tarihi

Nepal topraklarında M.S. 4. yy’da Hint Prenslikleri kurulmuş, bir dönem Çin İmparatorluğu saldırıları yaşanmış, 1201 yılında Malla Hanedanlığı toprakları geri alıp krallığını kurmuş, 12-15 yy arasında Malla Krallığı ülkeyi kalkındırmış ancak 15.yy da oğullar arasında ülke Katmandu, Bakhtapur ve Patan olarak üç ayrı krallığa bölünmüş, 18. yy’da tekrar bu krallıklar Nepal Krallığı altında birleşmiş. 1811-1816 arası İngiltere ile savaşılmış, İngiltere’nin ülkede gücü artmış. Birinci Dünya Savaşı ve sonrası İngiltere Nepal gençlerini kendi savaştığı ülkelerde Gurka askeri olarak kullanmış. Ülke 1990 yılına kadar mutlak monarşi, 1990 sonrası parlamenter monarşi ile yönetilmiş. 1996-2006 yılları arasında halk ve Maocu kuvvetler ile Nepal Krallığı’na karşı 10 yıl süren iç savaş başlamış. Savaşta Amerika ve Hindistan’ın kraliyeti desteklemesi çok sayıda silah yardımı yapmasına rağmen savaşın galibi Çin’in desteklediği Maocu halk cephesi olmuş. 2006 yılında anlaşma sağlanmış ve 2008 yılından bu yana ülke Cumhuriyet rejimine geçmiş. Bu arada 2001 yılında ülkenin en trajik olayı yaşanmış. Prens Dipendre, Kral Brendra, Kraliçe ve ailenin 11 üyesini öldürüp sonra da kendisi intihar etmiş. Ülkede hala bu konu tam açıklığa kavuşmamış, olayı gerçekleştirenin Prens olup olmadığı kesin değil. Kral Brendra’nın tüm aile üyeleri öldürülürken kendi ailesinden hiç kimsenin zarar görmediği Kralın erkek kardeşi yeni kral olarak tahta oturmuş.

Para Birimi
Nepal Para birimi Nepal Rupisi, uluslararası kodu NPR. Bizim bulunduğumuz tarihte 1 $ =110 Rupi civarındaydı. Alışverişlerde dolar olarak ta fiyat veriyorlar genellikle 1$, 100 Rupi olarak çeviriyorlar. En iyisi dolarınızı bozdurup rupi üzerinden alışveriş yapmak. Kredi kartı çoğu yerde kullanılıyor ancak kredi kartı ile alışverişte dükkanlarda ve otellerde % 4 komisyon kesiliyor.
Dil
Nepal’de çok sayıda etnik grup var ve çok sayıda dil kullanılıyor. Ancak İngilizce bilen sayısı çok iletişim sorunu yaşanmıyor.
Vize

Nepal diplomatik pasaporta sahip olanlar dışındaki Türk vatandaşlarından vize istiyor, ancak vizeyi kolaylıkla havaalanında hiç bir belgeye ihtiyaç olmadan almak mümkün. Sadece paranızı hazırlamak yeterli. Vize ücretleri 15 günlük 25 dolar, 30 günlük 40 dolar, 90 günlük 100 dolar. Vize için önce vezneye para yatırıp sonra bilgilerinizi girmek için makinelerin başında kuyruğa giriyoruz. İşlem zor değil yine de takıldığınız bölümde dolaşan bir görevliden yardım istenebiliyor. Yanınızda vesikalık foto getirmeniz dahi gerekmiyor, yeni teknoloji ile makineler fotoğrafınızı da çekip forma ekliyor.

Ulaşım

Katmandu’ya şüphesiz en kolay ancak en pahalı ulaşım THY’nin direk uçuşu, İstanbul’dan gidiş 7 saat dönüş 8 saat sürüyor. THY’den daha düşük fiyatlı aktarmalı uçuşlar Katar Havayolları, Emirates, Fly Dubai, Air Arabia ile yapılabilir.

Uçak 8000 metre yükseklikte iken nerede ise aynı hizada görünen dünyanın en yüksek sıradağları Himalayalar’ın manzarası hangi firma ile uçarsanız uçun nefes kesici olacaktır. Öncelikle pencere kenarı ve kanat üstü olmayan Himalayalar’ı göreceğiniz bir koltuk seçmenizi öneriyorum.

Katmandu Uluslararası Tribhuvan Havaalanı oldukça küçük, pistte uçaktan inip yürüyerek içeriye geçebiliyoruz. Vize formunu doldurduktan sonra polis kontrol noktasından içeri giriyoruz.  

Katmandu Havaalanı şehir merkezine 6-7 km mesafede. Biz otelimizi Thamel Meydanı’nda ayırtmıştık. Merkezi bir yer olmasına rağmen havaalanında taksi pazarlığı ile uğraşmak istemediğimizden otelden 7 dolar karşılığı transfer istemiştik. Havaalanı çıkışında ismimizi görünce rahatladık. Havalaanında taksi kiralamak isteyenler için de ayrı bir büro ayrılmış taksilerle pazarlık yapmak zorunda kalmadan buraya başvurabilirsiniz.

Havaalanının şehir merkezine yakın olmasına rağmen trafik yoğunluğu nedeni ile bu mesafe bir saate yakın sürebiliyor, özellikle dönüş uçuşlarında bu süreyi dikkate almak gerek. Nepal’de resmi tatil cumartesi günü bizim gidiş ve dönüşümüz cumartesi günü olduğu için yolumuz çok uzun sürmedi.

Katmandu’da şehir içi ulaşımda öncelikle taksiyi önerebiliriz. Fiyatlar makul, biz dört kişi olduğumuzdan ulaşım maliyeti oldukça düştü. Ancak taksiler çoğunlukla taksimetre açmıyor, binmeden önce sıkı bir pazarlık yapmak gerekiyor. Tabii önde bisikletli sürücülü araçları olan yerel rikşa da kısa mesafelerde tercih edilebilir. Ayrıca halkın kullandığı otobüslere de binilebilir. Son derece ucuz 20-30 NPR’ye seyahat edilebilir ancak çok kalabalık olduğunu görünce cesaret edip halk otobüslerini deneyemedik.

Konaklama

Nepal’de konaklama uygun fiyatlı. Öncelikle dikkat edilmesi gereken konu sıcak su ve klima olması. Katmandu’da otellerin çoğu Thamel Meydanı’nda. Burası ara sokaklarında dükkanları, restoranları, kafeleri ile turistik ve canlı bölge. Asıl ana cadde yerine caddeye açılan yan sokaklardaki bir otelde daha sessiz bir odada kalabilirsiniz. Üç yıldızlı otellerde oda başına 25-30 dolar fiyatla kahvaltı dahil güzel bir hizmet alabilirsiniz. Bizim tercihimiz de bu şekilde oldu. Katmandu’daki otelimizi memnun kalmazsak diye önce iki gecelik ayırtmıştık, memnun kaldığımız için 8 gece aynı otelde kaldık. Pokhara ve Chitwandaki otellerimiz de yine üç yıldızlı merkezi temiz otellerdi. Pokharada Lakeside Road bölgesinde turistik oteller yer alıyor. Hem göl kenarı, hem de temiz, canlı turistik bölge. Chitwan’da da orman kenarında güzel oteller seçilebilir. Chitwan’daki otelimizde kahvaltının yanı sıra öğle ve akşam yemekleri dahildi.

Hangi Mevsim Gezilir?

Nepal gezisi için Eylül, Ekim, Kasım ve Mart Nisan Mayıs havanın 25 derece civarında olduğu en uygun aylar, Haziran, Temmuz Ağustos Muson yağmurları nedeni ile gidilmemesi gereken aylar. Gelelim Aralık, Ocak ve Şubat ayları havanın en soğuk aylar olması nedeni ile önerilmeyen mevsim. Ancak biz Ocak ayında gittik ve çok soğuk olacağını düşünmüştük. beklentimizin aksine gündüz 17-20 derece arasında bir sıcaklıkta, güneşli havada dolaştık, gece gündüz hiç üşümedik. Turistlerin yoğun olmadığı mevsim olmasının da avantajını yaşadık. Yine de en uygun sezonda gitmeyi tercih edebilirsiniz.

Gezi Planlaması

Nepal gezimiz için ayırabileceğimiz maksimum süreyi ayırdık. Toplam 14 gece kaldık. Bu sürenin 8 gününü Katmandu’da geçirdik. Şehirde görülmesi gereken yerlerin çoğunu gördük, ayrıca Bhaktapur, Patan, Kiktapur şehirleri, Narangot köyüne günübirlik geziler yaptık. Programımıza aldığımız diğer iki şehir Pokhara ve Chitwan için kaldığımız otelden tur aldık. Her iki tur için toplam 250 dolar ödedik. Böyle turları Thamel Meydanı’nda çok sayıda bulunan seyahat acentalarından da almak mümkün biz otelden almayı tercih ettik. Ya da otelinizi kendiniz ayırtıp, otobüs biletlerini de satın alıp kolaylıkla programınızı kendiniz yapabilirsiniz. Katmandu’dan Pokhara’ya çok sayıda otobüs gidiyor, hepsinin kalkış saati aynı, sabah 7’de hareket ediyorlar. Biz her yönü ile turdan memnun kaldık. Pokhara’da üç gece kaldık tüm şehir turu yaptık, ayrıca iki arkadaşımız tüm gün rehberli yürüyüş turuna katıldı. Bu turu Pokhara da bir seyahat acentasından aldılar.

Chitwan Milli Parkı’nda safari için üç gece sabah, öğlen akşam yemekleri dahil olan yemyeşil güzel bir otelde kaldık. Turumuzun tek zorlu yönü otobüs ile yolculuk oldu. Katmandu’dan Pokhara’ya 8 saatten uzun, Pockhara Chitwan arası 5 saat, Chitwan Katmandu arası da 6 saat sürdü. Nepal’in kırsalını daha iyi görme fırsatı tanıdığı için manzara açısından güzeldi. Ancak yollar dar, tozlu otobüsler turist otobüsü olmasına karşın yeterince konforlu değil. Bu nedenle en azından Katmandu Pokhara arasını uçakla yapmanızı öneriyorum. Tabii maliyet çok artacak, otobüs 10 dolar iken uçak 120 dolar civarında.

Nepal’e ne kadar süre ayırmalı sorusuna gelince, biz Katmandu’ya 8 gün ayırdık, zaman sınırı olanlar için 4-5 günde birçok yer gezilebilir, Pokhara’da 3 gece kaldık rahat gezdik, Chitwan’da 3 gece konakladık, safari turu için 2 günde bir çok aktivite yapılabilir. Kısaca bizim gezdiğimiz şehirler için 9-10 gün yeterli olabilir, dağcılar ve trekkingçiler bu sürenin üzerine tırmanma ve yürüyüş turları için 3 gün veya bir haftalık süreler ekleyebilirler.

Nepal Gezilecek Yerler

Nepal’de Katmandu, Patan, Bhaktapur gibi Katmandu Vadisi’nde yer alan şehirler tarihi, mimari tarzına hayran kalacağınız meydanları, tapınakları ile sizi kendine bağlarken, Pokhara da doğa, sükunet, yeşil ruhunuzu dinlendirecek, Chitwan’da orman içinde doğal yaşamındaki hayvanlarla birlikte olabileceksiniz. Dağcılar için ise dünyanın en yüksek zirvelerine tırmanma hayallerini gerçekleştirebilecekleri ülke Nepal.

Katmandu; Nepal’in başkenti ve en kalabalık şehri.

*Thamel Meydanı; oteller, dükkanlar, restoranlar, kafelerin olduğu canlı, hareketli turistik alan
*Asan Bölgesi; Yerel halkın alışveriş yaptığı özgün pazar yeri.
*Durbar Meydanı; En önemli meydanı, eski kraliyet sarayı, hem hindu hem budist tapınakların yer aldığı tarihi meydan
*Pathupatnath Tapınağı; Hindu tapınaklarının yer aldığı, hac mekanı, ayrıca hindu inancına göre ölü yakma törenlerinin yapıldığı en kutsal mekan
*Boudhanath Stupa; Budistler için dünyanın en kutsal mekanları arasında hac yeri
*Swayambhunath Stupa, Maymun Tapınağı
*Narayanhiti Kraliyet Sarayı Müzesi; 20 yy. da yapılmış kraliyet ailesinin yaşadığı bugün müzeye çevrilen yer.

Katmandu Yakını Şehirler

*Bhaktapur; Bhaktapur krallığının başkenti
*Patan; Patan krallığının başkenti
*Kiktapur ; Tarihi, doğal, kutsal şehir
*Narangot ; Himalaya dağlarının en geniş açılı ve en güzel manzarası ile güneş doğuşu, batışı ve yürüyüş için güzel bir köy

Katmandu ve çevresini detaylı olarak Katmandu Gezi Rehberi – Mistik Nepal yazımızda okuyabilirsiniz. 

Pokhara

Katmandu’ya 200 km uzaklıkta, Nepal’in ikinci büyük şehri. Doğal güzellikleri yanı sıra özellikle dağcılar, trekkingçiler için görülmesi kalınması gereken bir şehir.

Pokhara’yı detaylı olarak Pokhara Gezi Rehberi – Yeşil ve Sakin Nepal yazımızda okuyabilirsiniz.

Chitwan Ulusal Parkı

Unesco Dünya Mirasları Listesi’nde yer alan Asya’nın en iyi doğal yaban alanları arasında. Orman içinde safari turları ile çeşitli hayvanlarla tanışmak mümkün. Chitwan Safari Turumuzu detaylı okumak isterseniz.  Vahşi Nepal – Chitwan Ulusal Park’ta Safari   yazımızı okuyabilirsiniz.

Yeme İçme

Nepal yemekleri Hint yemeklerine benziyor. Köri ve kişniş ağırlıklı kullanıyor. Daha çok sebzeli, tavuklu çeşitler karşınıza çıkacak. Yine de Nepal yemeklerine alışamayanlar için dünya mutfaklarından yemekler bulmak mümkün. En popüler yemekleri Hindistan da olduğu gibi Daal bhaat tarkaari.

Diğer yemek Çin’de, Gürcistanda da yaygın olan buharda pişmiş mantı Momo. Bizim mantıya benzer hamur içinde sebze, tavuk veya et konmuş buharda pişirilmiş ya da kızarmış yiyebileceğiniz popular yemek. Mutlaka deneyin. İçkiye gelince Nepalde içki çok pahalı. Yerel biraları, Nepal, Everest, Gorka markalı. Dışarıda içerseniz ortalama 5 dolar, markette ise 2,5 dolardan başlıyor.

Sabah kahvaltılarını otellerde aldık. Açık büfe bizde ki kadar zengin olmasa da zeytin dışında birçok şeyi bulabildik.

Bu arada Nepale özgü Masala çayı da denemeye değer.

Gece hayatı olarak gece klübleri beklemeyin, restoran ve barlarda yerel müzik eşliğinde oturabilirsiniz. Biz bir restoranda yerel dansçıları izleme şansına sahip olduk.

Alışveriş

Nepal’e dağcılık için gelen çok turist olduğundan out door malzemeler Türkiye’ye göre daha uygun fiyatlı. Yak koyunu yününden yapılan yak atkılar, battaniyeler, kaşmir kıyafetler, şallar da güzel. Değerli taşlar ve gümüş takılar da ilginizi çekebilir. Asıl özgün evinize asmak için Budizm öğretisini yansıtan Mandala ve Tanka resimleri alabilirsiniz. Alışverişinizi Katmandu Thamel Meydanı ve Pokhara Lakeside bölgesi turistlerin alışveriş yapacağı çok sayıda dükkanın bulunduğu yerler. Genel kuralımızı hatırlayıp, pazarlık yapmayı unutmuyoruz.

Nepal özel bir ülke. Nepal gezisi planlamak isteyenler için genel bilgiler vererek özellikle gezilecek yerlerden çok Nepal’i kültürü, tarihi, ekonomisi, halkı ile ayrı bir yazıda tanıtmak istedim. Avrupa’da Amerika’da bir ülke için böyle bir tanıtım yazısına ihtiyaç duyulmayabilir. Ancak, böylesine farklı bir ülkeye gezi planlamadan önce büyük resmi görmek faydalı olabilir. Nepal gezi kararını verdikten sonra daha ayrıntılı bilgiler içeren şehir gezi rehberlerini okumanızı öneririm.

Son Söz

Nepal’in gördüğümüz üç şehri de birbirinden farklı özellikleriyle öne çıkıyor; tarihi, mistik ve kaotik Katmandu, doğal ve sakin Pokhara, maceracı Chitwan. Ayrıca iki elini birleştirip sıcak, gülen gözlerle ve saygıyla sizi namaste diyerek selamlayan dingin, huzurlu insanları da içinizi ısıtıyor. Herkese hitap etmeyen bu uzak ülkeye gelmişseniz meraklı ve değişik kültürlere açık bir gezgin olarak zaten tüm şehirlerini keşfetmek ve tanımak isteyeceksiniz. Fazla söze gerek yok…

 

Shirakawa-Go: Japonya’da Bir Masal Köyü

????????????????????????????????????????????????????????????

Shirakawa-Go, Japonya’da UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan, dağların arasındaki bir vadide yirmi otuz hanelik küçük bir köy. Vadinin ortasında bir nehir ve nehrin iki yakasını üzerinde yürürken sallanan asma köprü bağlıyor. Yüksekteki bir tepeden köyün kuş bakışı görünüşü harika; masal dünyası gibi, her an bir köşesinden karşınıza bir masal kahramanı çıkacak gibi…

Çok merak ettiğimiz bu güzel köye geçen yıl gitme fırsatı bulabildik. Eskiden köye ulaşım zormuş, ancak yeni yapılan yollar ulaşımı kolaylaştırmış. Araba ile mola vermeden yaklaşık beş altı saatte Osaka’dan Takayama şehrine ulaşabiliyorsunuz. Shirakawa-go köyü de Takayama’dan iki saat uzaklıkta.

Evlerin geleneksel mimarisi çok özel. Bazı evler müze gibi, düşük bir ücret ile gezilebiliyor. İlginç olan hala bu müze evlerde aileler yaşıyor. İki üç neslin bir arada yasadığı evler de bulunmakta.

Ne yazık ki büyük şehirde yaşamanın cazibesi gençleri köyden uzaklaştırmış, çevrede genellikle yaşlıları görünüyor.

Evler iki katlı, üçüncü kat çatı katı gibi. Çatı katında eskiden beri kullanılan aletleri sergiliyorlar. İpek bile üretmişler.

Köy halkı kendi yetiştirdikleri ürünlerle yaşamlarını sürdürüyorlarmış. O dar vadide çeltik alanları, meyve ve sebze bahçeleri var.

Köyün sokaklarında yürürken yüreğinizde huzuru hissediyorsunuz. Arada bir terk edilmiş evler var, bu görüntüler ile yüreğinizdeki huzurun yerini bir burukluk alıyor.

Evlerin mimarisine dönelim mi ? Çatılar çok çarpıcı, piramit gibi görüntüsü var . Asıl ilginci ise, çeltik sonrası kalan sap saman ile çatıyı kaplıyorlar. Bu kaplamayı yapmak her babayiğidin harcı değilmiş, bu işin uzmanları varmış. Çatının kalınlığı bir metreye yakın ve en az yirmi yılda bir yenilenmesi gerekiyormuş.

Yoksa sap saman çürümeye başlıyor, sonra toprak tutkal gibi kaldığında yabancı otlar büyüyor. Terk edilmiş bazı evlerde bu şekilde yabani bitkiler ile kaplanmış çatıları görmek mümkün.

Üçgen seklindeki çatı kışın yağan yoğun kar nedeniyle çatının çökmesini önlemek içinmiş. Binaların çoğunluğu ahşap ve çatılar sap saman olduğundan köyde her yıl yangından korunma tatbikatı yapılıyormuş.

Evlerin pencereleri camlı, ancak içeride kağıt kaplı ikinci bir çerçeve var. Bu kağıt kaplı çerçeve nedeni ile kışın gecenin karanlığında evlerin görüntüsü çok hoş olmalı. O soğukta uzaktan da olsa insanın içini ısıtan bir görüntü ortaya çıkmalı…

Köy halkı, soğuktan korunmak için kullandıkları geleneksel yöntemleri yavaş yavaş bırakmışlar. Klimalar ve elektrikli ısıtıcılar kullanılıyor günümüzde.

Her mevsimde ayrı bir güzelliği olmalı bu yörenin. Bizim gittiğimiz ilkbaharda sebze ve çiçekler büyümekte idi.

Köyde otel yok ama bazı evler odalarını pansiyon olarak kullanıma açmışlar. Hem Japonlar hem de yabancı turistler birkaç gün kalıyor yöresel yiyecekleri tadıp, temiz havayı soluyup dönüyorlarmış evlerine.

Hediyelik eşya satan bir iki dükkan bulduk. Ulaşım yeni yapılan yollarla kolaylaştığı için hem yerli hem de yabancı turist sayısında artış var deniliyor, ama kışın sessiz buralar diye yakındı yöre insanı.

Evler arasında yürürken küçük bir kahvehane bulduk. Sahibi bir kaç nesildir bu köyde yaşadıklarını söyledi. Sayamadım ama çok sayıda fincan vardı. İstediğiniz bir fincanı seçip kahvenizi ısmarlıyorsunuz.

Yöreye özgü tatlıyı da ısmarlayabilirsiniz. Kahvemizi içip, tatlımızı yedikten sonra bir defter uzattı kahvehane sahibi. Kendi dilimizde de olsa duygularınızı ve TEŞEKKÜR kelimesini yazmamızı rica etti. Duygularımızı ifade ettikten sonra sayfaları çevirdik ve Türkçe mesajlar da gördük. “Teşekkür ederim, çok sevdim burayı .” diye yazan.

Birkaç hediyelik eşya alıp Osaka’ya evimize döndük. Bizim için unutulmaz bir tatil olmuştu.

Termessos Antik Kenti: Büyük İskender’in Durduğu Yer

Termessos

Termessos denince akla, Makedonya’dan başlayıp kısacık hayatına Hindistan’a kadar uzanan fetihler, zaferler sığdıran, tarihin en önemli komutanlarından Büyük İskender’in alamadığı kent geliyor. Ama bugün için sadece çok iyi korunmuş bir antik kent olması değil, yalçın dağlarıyla, yemyeşil ormanlarıyla,  müthiş güzel doğası da Termessos’u bir cazibe merkezi haline getiriyor.

En sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim; burası gerçekten vahşi doğa… Gezi rotasının sürekli izlendiği belirtiliyor ama öyle yerlerden geçiyorsunuz ki, orada tek başınasınız… Eğer yaşınız ileriyse ya da sağlık sorunlarınız varsa yalnız gitmeyin derim. Ayrıca çoğu yerde telefon da çekmiyor. Öte yandan; Antik kentin en kalabalık yeri olan otoparkın hemen arkasındaki Kuzey nekropolünde yalnız gezerken bir yaban domuzu ailesiyle burun buruna geldim; neyse ki iki taraf da birbirinden korkup ters yönlere kaçtık. Bunlar sizi yanıltmasın; Termessos Antalya geziniz yeterince uzunsa, gitmekten, görmekten büyük keyif alacağınız bir yer.

Termessos Güllük Dağı’nda yaklaşık 1150 metre yükseklikte bir alanda kurulu… Termessos’a Antalya-Korkuteli yolu üzerinden gidiliyor. Antalya’ya yaklaşık 30 km mesafede… Antalya-Burdur yolundan Korkuteli’ne dönüldükten sonra yol üzerinde sağda Selçuklulardan kalma Evdirhan ve solda Güver Uçurumu bölgenin tarihi ve doğal zenginlikleri açısından ilk işaretleri veriyor. Korkuteli yolu üzerinde yaklaşık 15 km sonra bir dört yol ayrımına ulaşacaksınız. Buradan sola dönerseniz Termessos’a ulaşırsınız. Ama  ben bu işin en başından başlayayım derseniz sağda Karain’e doğru dönebilirsiniz; Anadolu’daki ilk yerleşimlerden olan Karain Mağarası, sizi Paleolitike kadar götürecektir.

Biz Termessos’a devam edelim. Sola döndükten 500 m sonra Termessos Milli Parkı’na ulaşacaksınız. Giriş ücretli , müze kartlarına ücretsiz. Termessos Milli Parkı haftanın her günü açık, yaz döneminde (nisan-eylül) 10.00-19.00, kış dönemi (ekim-mart) 08.00-17.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir.

Girişte piknik alanı, danışma binası ve interaktif doğa müzesi var, burada soluklanmak isterseniz hem tanıtıcı broşür alabilirsiniz hem de bölgenin flora ve faunası hakkındaki sergiyi görebilirsiniz.

Vitrinden bakan boz ayı gözünüzü korkutmasın, gezginler daha çok sincaplarla karşılaşacaklar. Bölgede yaygın kedigillerden kara kulağı görebilirsiniz. Ayrıca duvarlardaki kozalaklardan yapılmış mozaikler de görmeye değer.

Termessos Milli Parkı, Güllük Dağı’nda 6702 hektarlık bir alan… Akdeniz havasını hissedeceğiniz parkta bölgeye has menengiç, zakkum, çan çiçeği, adaçayı, tavşan kirazı, akça kesme, sandal ağacı, sakız ağacı, teşbih ağacı, yabani zeytin, yabani mersin, defne, keçiboynuzu, kermes meşesi, alçak kesimlerde ise kızılçam ve maki yaygın. Asıl Termessos’un prensesi, Termessos çiğdemi; geziniz boyunca yolunuzu renklendirecektir… Faunasında ise alageyik, yaban keçisi, şah kartal, vaşak, karaca, ayı, yaban domuzuna rastlanmakta…

Piknik alanından yola devam edersek yeşillikler içinden, yalçın dağlar arasından döne kıvrıla giden tek şeritli bir yolla Termessos Antik Kenti’ne varacaksınız. Bu arada Termessos’a toplu taşıma araçlarıyla gelmek zor iş; ancak Antalya-Korkuteli otobüslerine binip yol ayrımında ineceksiniz, sonrası size kalmış…

Biz antik kente girmeden önce hem dinlenelim hem de biraz geçmişine bakalım…

Geçmiş Zaman Olur ki.. Meraklısına

Termessos, antik dönemde Pisidia denen bölgenin güney batısına denk gelen Milyas kısmında bugün Güllük olarak bilinen Solymos Dağı’nın yalçın kayalıkları arasındaki korunaklı ve gizli yerinden dolayı uzun süre gözlerden uzak yaşamış…  Bazı tarihçiler şehrin kuruluşunu Hitit dönemi ile eşleştirmekteymiş, hatta Hititlerin Attarimma dedikleri yerin Termessos olduğunu savunmaktalarmış. Bir yaklaşıma göre, şehrin ismindeki çift s harfi, Termessosluların  Anadolu halklarından olduğunun bir işareti olarak kabul edilmekteymiş. Coğrafyacı Strabon’ın savaşçı bir kavim olarak nitelendirdiği Termessoslular kendilerini Solymi olarak tanımlarmış. Solymiler Anadolu’nun kadim halkı Luvilerin soyundan gelmekteymiş. Termessoslulara da ismini veren Solymos, daha sonra Zeus Solymus kültünün oluşmasına yol açmış. Homeros, Solymi halkını Likyalılardan farklı olarak nitelemiş.

Lidyalı Kroissos döneminde bağımsız olan Termessos, Harpasos tarafından Pers hakimiyetine alınmış ve Darius döneminde Birinci Satraplığa katılmış, MÖ 460’da Evrinedon Savaşı ile bölge bağımsızlığını kazanmış.

Kent hakkındaki esas bilgiler Büyük İskender ile başlamakta… Makedonya’dan yola çıkan Büyük İskender Hindistan’a kadar süren kısa ama yoğun macerası sırasında MÖ 333’de Termessos’a da gelmiş ve şehri kuşatmış. Termessos, tabii, gayet hoş, latif bir yer ama Hindistan’a kadar gitmeyi düşünen bir komutan için dağın tepesindeki göreceli küçük bir şehrin önemi ne olabilir ki, İskender gelip buraları kuşatmış, bilinmez… Bazıları İskender’in hırsına bağlar, bazıları Pergeli hasımlarının Büyük İskender’i yanıltıp buraya yönlendirdiğini söyler… Büyük İskender döneminde yaşamasa da kendisinin büyük bir hayranı olan  ve hakkında Aleksandrou Anabasis eserini yazan Xenophon ise buranın Frigya’ya geçmek için bir geçit olduğunun düşünüldüğünü belirtir. Gerek Termessosluların direnci gerekse doğanın geçit vermezliği Büyük İskender’i canından bezdirmiş. Tabii bakmış olacak gibi değil, Büyük İskender kuşatmayı kaldırmış ve hıncını başka bir dağ kenti olan Sagalassos’tan çıkarmış.

Neyse, Büyük İskender esmiş kavurmuş, erken bir yaşta da ölmüş. Sonrasında fethedilen bölgeler İskender’in komutanları arasında paylaşılmış. Anadolu için Seleukoslar ve Ptolemoslar önemli… Büyük İskender’e geçit vermeyen Termessos ise Ptolemosların hakimiyetine girmiş.

Bundan sonrasına ait bazı bilgileri ise  Likya’nın Araxa kentindeki bir yazıttan öğreniyoruz. Örneğin MÖ 200’lerde bir şekilde Likya kentleriyle savaşmış, MÖ 199’da yine Pisidia’dan İsinde kenti ile mücadele etmiş. MÖ 2. yüzyılda ise kentin yakınında Küçük Termessos kolonisi kurulmuş. Daha sonra Selge’ye karşı Pergamon Kralı II.Attalos ile güç birliği yapılmış; II Attalos bunun anısına Termessos’ta bir stoa yaptırmış.

Pergamon’un Roma hayranlığından mıdır, bilinmez ama Termessos, Roma’nın müttefiki olmuş ve MÖ 71’de Roma Senatosu tarafından bağımsızlığı tanınmış. Büyük İskender sonrası Helenleşen  Termessos, MS 2. ve 3. yüzyıllarda Roma İmparatorluğu’nun da desteği ile en parlak dönemini yaşamış; bugün gördüğümüz çoğu yapı da o döneme aitmiş. Daha sonraki dönemlerde ise şehir terkedilmiş ve derin bir sessizliğe gömülmüş…

Tırmanalım, Gezelim …

Milli parktan antik kente giden yol boyunca kentten geriye kalan izler size eşlik edecek… Kral yolu, kale ve tahkimat duvarları eşliğinde yaklaşık 9 km’lik bir yoldan sonra şehir kapısına ulaşacaksınız. Buradan yaklaşık 1 km‘lik bir tırmanışla kentin en üst noktasına, tiyatroya varacaksınız.

Otoparkın hemen yanında şehrin kuzeydoğu nekropolü var; Çoğu kırılmış dökülmüş lahitlerle dolu alanda asker mezarları ve  aslanlı anıt mezar dikkati çekiyor. Yüzünüzü dağa çevirdiğinizde sağınızda  Roma İmparatoru Hadrian adına yaptırılmış Artemis Tapınağı/Hadrian Propylon’u yer almakta… Tapınağın yanında şehrin ikinci tiyatrosunun  izleri bulunmakta…Ön tarafta ise su tankı ve yıkıntı halde bazı yapılar göze çarpmakta.

Sol taraftan başlayacağınız tırmanışta, önünüze çıkan yan yollar Kral Yolu olarak adlandırılmakta. Daha sonra sarnıç, su kemerleri, şehir surları boyunca geçip şehrin kapısı ve gözetleme kulesine ulaşacaksınız. Termessos şehirciliğinde egemen olan Roma tarzı yanında Helenistik ve Pergamon tarzı da görülmekte. 

İlerledikçe solunuzda hamam/gymnasium, sağınızda ise yukarı şehir duvarları görülecek.  Soldaki patikayı izleyince hamamın muhteşem kemerleri ve yan duvarlarını göreceksiniz. Dağın başında  bu ölçülerde bir yapı ve su tesisatı, Termessos uygarlığı hakkında ipuçları vermekte. Taş oymacılığındaki ustalık ise sağda solda karşınıza çıkacak taş parçalar da gözlenebilir.

İleride Hellenistik esintili yukarı tahkimat duvarlarına ulaşacaksınız. Şehrin drenaj sisteminin yanında düzlükte sütunlu cadde ve dükkan kalıntıları mevcut… Bu düzlükte ilerlerseniz, sağ taraftan otoparka inen  patikaya ulaşırsınız; aşağıya inerken kaya mezarları, lahitler ve taş ocağını görebilirsiniz.  Bu yolun dayandığı yamacın kayalıklarında da bazı mezarlar ve gözleme kuleleri yer almakta.

Ama biz hamamdan ileriye, yukarı doğru yürüyeceğiz. Önümüze Korint Tapınağı ve Pergamon Kralı II Attalos adını taşıyan Attalos Stoası çıkacak. İlerlersek beş bölmeli sarnıca ulaşacaksınız; o dönemlerin su ihtiyacının nasıl karşılandığını hayretler içinde göreceksiniz. Sarnıçların arkasında ise adı bilinmeyen bir kahraman için yapılmış anıt olan Heroon’u göreceksiniz. Daha ilerde ise bir zamanların ihtişamını kemerli geçidiyle bugüne taşıyan Kurucunun Villası bulunmakta.

Düz gitmeyip sağa dönerseniz karşınıza çıkan patikadan uzun bir yürüyüşle güneybatı nekropolüne ulaşacaksınız. Tahrip edilmiş, parçalanmış lahitlerle dolu bölgenin biraz ilerisinde manzaranın keyfini çıkarabileceğiniz bir seyir terası var.

Güneybatı nekropolüne sapmayıp düz ilerlerseniz ve ağaçlar, çalılıklar arasından sabırla ve cesaretle yürürseniz, önce bir mağara şeklinde bir su sarnıcı göreceksiniz, sonra da  bence Termessos’un (tiyatrodan sonra) en çarpıcı yerine geleceksiniz; Alcetas’ın Anıt Mezarı… Dağ yamacındaki kayalıklara at üzerinde tasvir edilmiş bu rölyef, Büyük İskender’in komutanlarından Alcetas’a adanmış…

Hikayesi ise gayet hazin… Diodorus’un aktardıklarına göre, Büyük İskender’in ölümünden sonra komutanlarından Antigonos Monophtalmos kendisini Küçük Asya’nın hakimi ilan etmiş ve Antigon Hanedanlığı’nı kurmuş. Bu arada İskender’in başka bir komutanı Alcetas, türlü ittifaklar içindeymiş ama kendisi de hakimiyet peşindeymiş. Görünen o ki, bu dönemde Büyük İskender’in muhtelif komutanları, türlü çeşitli iktidar mücadelelerine girmişler. Ama Alcetas’ın kaderi baştan kötü yazılmış olmalı; önce destekçisi ve abisi Perdiccas Mısır’da kendi askerleri tarafından öldürülmüş. Bu arada Eumenes ile birlikte hareket eden Alcetas, başka bir komutan Craterus ile mücadeleye girmiş. Ama sanırım işler planladığı gibi gitmemiş, Craterus ve Mısır hakimleri Ptolemler tarafından öldürülmek istendiklerinde Alcetas, Eumenes ile yolunu ayırıp Attalos ile birleşip Antigonos’a karşı harekete geçmiş. Ancak Antigonos’un muazzam ordusu karşısında bakmış ki pabuç pahalı, Alcetas, bir zamanlar kuşatıp alamadıkları kahramanlıklarıyla akıllara kazanan Termessoslulara sığınmış. Termessos da kapılarını kendisine sonuna kadar açmış. Ama Antigonos bir defa kızmış; gelmiş Termessos’un kapısına dayanmış. Bunun üzerine bir zamanlar yiğitlikleriyle destan yazan Termessos’un yaşlıları, amaaan hayatımızın baharında bir Makedon için kendimizi tehlikeye atmaya gerek var mı, diye sorup cevabını da hemen vermişler ve Alcetas’ı teslim etmeye karar vermişler. Ama şehrin gençleri buna karşı çıkıp Alcetas’ı teslim etmek istememişler. Ne yazık ki, şehrin gençleri Antigonos ile savaşmak için kenti terk edince yaşlılar Alcetas’ı teslim etme fikrini ilgilisine ulaştırmışlar. Bunu öğrenen Alcetas ise ölümüm Antigonos elinden olacağına kendi elimden olsun deyip intihar etmiş. Ama şehrin hayata sıkı sıkı bağlı yaşlıları duramamışlar, Alcetas’ın cesedini Antigonos’a yollamışlar. Antigonos, bütün hıncını Alcetas’ın cesedinden çıkarmış. Daha sonra bu duruma çok bozulup yaşlıları epey hırpalayan Termessoslu gençler Alcetas’ın cesedini alıp anısını kayalara işlemişler.

Bu hazin öykü ve muhteşem rölyefin etkisiyle o uzun yolu çalılar dikenler arasında geri döndükten sonra bu sefer hamamın ilerisinden sola döneceğiz. Bu çevrede önce Osbaras Stoası var. Kendisinin Termessos’un önemli bir kişisi olduğu ve Attalos’un Stoasını müthiş kıskanıp kendisine de bir tane diktirdiği düşünülmekte (son kısmı ben uydurdum…). Daha sonra kamu binası olduğu düşünülen tamamlanmamış bir yapı önünden seçilip bir düzlüğe varılıyor. Bu geçidin sağında  şehrin Agorası, şehrin meclisi Bouleuterion, Zeus Solymeus Tapınağı ve Artemis Tapınağı, artık geriye ne kaldıysa görülebilir.(Bouleuterion’un duvarından, hacmi hakkında bir fikir edinebilirsiniz).

Yolun sonu ise gezimizin sonuna ve en vurucu yerine geliyor, dayanıyor; Tiyatro’ya… Bu, antik tiyatrolar arasında en muhteşemi değil belki ama konum olarak en etkileyicisi, çünkü sahne duvarının arkası neredeyse uçurum… Dağın en tepe noktasında, sahne duvarı, eğimli bir şekilde olsa da boşluğa doğru yükselen bir yapı… Karşınızda başka bir dağ tepesi…Helenistik özellikler taşıyan tiyatro, MS 2’nci yüzyıla tarihlenmekteymiş.

Termessos’un her anlamda doruk noktası Tiyatro… Çoğu ziyaretçinin de odaklandığı yer burası. Termessos’tan bugüne kalanlar daha çok MS 1-2 yüzyıla tarihlenmekte. Burada bir kazı çalışması yapılmıyor ama konumundan dolayı gayet iyi korunmuş bir durumda. Tabii, yağmalanan, kırılıp parçalanan lahit mezarları saymazsak…

Genelde Antalya Müzesi çevredeki antik uygarlıklardan eserler barındırıyor ama Termessos’tan pek bir şey yok, bir şey hariç; belki Müze’nin en göz alıcı eseri değil ama en içe dokunan parçası…MS 3. yüzyılda yaşayan Rhodope isimli yalnız bir kadının sevgili köpeği Stephanos için yaptırdığı  sade lahit…

Termessos, antik kentler açısından çok zengin bir yer olan Antalya’da gerek öyküsü gerek konumu itibariyle özel bir yere sahip. Tarih, doğa, spor, piknik; bir tatil gününü geçirmek için türlü tercihlere cevap verebilecek bir yer… Alcetas’ın umutsuzluğu da burada yaşandı, Büyük İskender’e karşı kazanılan zaferin coşkusu da… Termessos’ta gezerken belki Alcetas’ın endişelerine denk geleceksiniz, belki İskender’in heyecanına ve geziniz boyunca  geçmişin öykülerini dinlerken bir yandan da sağda sola yolunuzu şenlendiren çiğdemlere kulak verin; bu devranda bir an olmanın mutluluğunu duyacaksınız…

***Yazıda Dr. Mehmet Kürkçü’nün ‘ Yeni Bulgular Işığında Termessos Şehirciliğine İlişkin Değerlendirmeler’ 

Prof.Dr Elmas Erdoğan ve Arkeolog Nergiz Belen ‘Termessos Arkeolojik Sit Alanının Ekomüze Kapsamında Değerlendirilmesi’ makalesinden yararlanılmıştır.

 

Venedik Gezi Notları: Kısa Kısa – Görülecek En Özel 10 Yer

Venedik

Venedik zaman isteyen, yürümek gerektiren bir şehir. Avuç içi kadar bir alana koca koca zaman dilimlerini sığdırmış bir yer; öyle ya, bizim bildiğimiz, Bizansı, Selçukluları, Osmanlıları epey uğraştırmış bir şehir devletinden bahsediyoruz… Bir de ticaretle zenginleştiğini düşünürseniz, şehrin şatafatını, muhteşemliğini gözlerinizin önüne getirebilirsiniz… Onun için boyutuna aldanmayın; burası bir gezgin için gayet yoğun bir şehir.

Eğer Venedik, gezi rotanızda uğradığınız bir duraksa, sayılı saatleriniz varsa; hiç gerilmeyin, atlayın bir vaporettoya, Büyük Kanal boyunca bir kanal gezisi yapın, sonra da San Marco Meydanı’nda bir kahve içip etrafa bakın, bu bile size epey bir bilgi verecektir.

Venedik Biraz daha zamanınız varsa ve şehri daha ayrıntılı gezmek isterseniz size öncelikle görmenizi ve yapmanızı tavsiye edeceğim on noktayı sıralayayım; kendi tercihimle, elbette… Bu yerlerle veya daha fazlasıyla ilgili ayrıntılı bilgi almak, şehrin öykülerine kulak vermek isterseniz, sayfanın sonunda link verilen, bölümler halinde kaleme alınan uzun Venedik yazılarına  göz atmanızda fayda var.

1.Canal Grande’de bir kanal turu yapın…

Venedik Venedik’i Venedik yapan en önemli özelliği kanalları… Canal Grande, Venedik’in merkezinin bulunduğu iki ada arasındaki su yolu, Venedik’in en büyük kanalı. Burada yapacağınız bir gezinti, size Venedik’i dünüyle, bugünüyle tanıtacaktır. Tabii, bu gezinin en şık hali, gondolla olanı… Yan kanallara girip, şehrin içlerine de göz atabilirsiniz. Ayrıca gondol tam bir Venedik klasiği… Tabii, bunun bir bedeli var. Bunu ödemek istemezseniz, vaporetto ile Canal Grande üzerinde bir gezinti de epey keyifli olacaktır.

2.Palazzo Ducale’yi gezin…

Venedik San Marco Meydanı’nın bir köşesinde turist bekleyen bu yapı, Venedik tarihinin en önemli tanığı. Düklerin Sarayı olarak kullanılan bu Gotik şaheser, yönetim ve yasama amaçlarıyla da kullanılmış. Fransa ve Avusturya hakimiyetini de yaşayan Saray, Venedik’in en muhteşem yapılarından.

3.Basilica di San Marco’yu keşfedin…

Venedik San Marco Meydanı’nın en güzel süsü olan bu göz alıcı Kilise, kubbeli Bizans tarzı yanında Latin istilası sırasında İstanbul’dan kaçırılan eserler ile de dikkate değer. Her köşesi uzun uzun gezilecek bir yer, Pala d’Oro’ya özellikle dikkat…

4.Piazza San Marco’da zaman geçirin…

Venedik Gezi RehberiBasilica di San Marco ve Palazzo Ducale’nin bulunduğu bu Meydan, şehrin kalbi… Kafelerle, lokantalarla çevrili meydanda oturup bir kahve içmek bile, Venedik’in ruhuna dair çok şey hissettirmekte… Burası Venedik’in de bir özeti… Saray ve Kilise yanında, uzun kuyrukları göze alabilirseniz harika bir Venedik manzarasını görebileceğiniz Campanile, Rönesans tarzıyla şehrin ticari bölgesinin girişindeki saat Kulesi Torre dell’Orologio, şehrin şaşaalı eğlencelerine tanıklık etmiş Procuratie yapıları, Venedik’in geçmişinin sergilendiği, değerli objelerle süslü Museo Correr, Fatih Sultan Mehmed’in portrelerini de görebileceğiniz Museo Archeologico di Venezia burada yer almakta. Meydanın başka bir güzelliği ise, müthiş lezzetler sunan Caffe Flori ve Caffe Quadri…

5. La Fenice’de Konser…

Venedik1836’daki yangından sonra küllerinden yeniden doğan ve ismini buradan alan Opera salonu, her ne kadar Maria Callas ile anılsa da, Leyla Gencer’in de adını diva olarak sanat tarihine kazıdığı bir yer. Binanın muhteşemliği bir yana, Callas ve Gencer’in aryaları sanki hala yankılanmakta… Ruhu olan binalardan… Konsere gitmeseniz bile rehberli turlara katılabilirsiniz.

6. Gallerie dell’ Accademia ve Scuola Grande di San Rocco’nun tadını çıkarın…

Venedik Scuolalar, Venedik’te 13 yüzyıldan beri muhtelif meslek gruplarına ya da muhtaçlara yardım amacıyla kurulan loncavari örgütlenmelerken zamanla bazıları zenginleşip sanat atölyelerine ve galerilere dönüşmüşler. Venedik’te 8 tane scuoladan bahsedilmekle beraber, Scuola Grande di San Rocco, en muhteşemlerinden.

Venedik Scuola della Cartia olarak da bilinen Gallerie dell’Accadermia ise, Orta Çağ’dan Rönesans ve Barok’a uzanan sanat akımlarının en nadide örneklerini görebileceğiniz muhteşem bir koleksiyon. Mermerden bir kutu görünümündeki yapının işçiliği ayrıca göz kamaştırıcı.

7. Kiliseleri gezin…

Venedik San Marco Kilisesi, Venedik’in olmazsa olmazı… Ama Venedik’in görkemini anlamak için en az 3 kiliseyi gezin. Şehirdeki kilisenin çoğu, muhteşemlikte birbiriyle yarışmakta. Ama bazıları öne çıkmakta. Örneğin Venedik’e Büyük Kanal’ın girişinde bir yarım adada gelenleri selamlayan Santa Maria della Salute Kilisesi, şehrin silüetine damgasına vurmakla kalmıyor, dış cephenin barok taş işlemeleriyle, Tizziano’nun resimleriyle görenleri büyülüyor. Yine Venedik’in girişinde bir ada üzerindeki San Giorgio Maggiore Kilisesi, ulaşımı zor ama mutlaka buna değen yapılardan.

Venedik Büyük Kanalın diğer ucunda karşılıklı duran San Simeone Piccolo Kilisesi ve Santa Maria di Nazareth Kilisesi ayrıca görülmeye değer. Santa Maria Gloriosa dei Frari, Il Redentore, Gesuati, Gesuiti şehrin diğer zenginliklerinden.

8.Rialto’dan geçin…

Venedik Venedik’in simge yapılarından biri de Rialto Köprüsü. Büyük Kanal üzerindeki en görkemli köprü olan Rialto’dan geçmezseniz olmaz… Şehrin en hareketli yerlerinden. Balık, sebze, meyveden tutun pahalı cam objelere kadar herşey var.

9. Palazzo’lar arasından seçim yapın…

Venedik Gezi RehberiVenedik’in önde gelen şahsiyetlerinin Büyük Kanal üzerindeki malikaneleri bugün çeşitli müzelere, büyük şirketlerin idari binalarına ev sahipliği yapmakta. Bu palazzoları ziyaret ederek 17. ve 18. yüzyıl Venedik üst sınıfının yaşantısı hakkında bilgi sahibi olabileceğiniz gibi doğa tarihinden çağdaş sanata kadar, ilgi alanınız neyse, muhtelif müzeleri de gezebilirsiniz. Bunlar arasından benim önerilerimi sıralayayım… Fondaco dei Turco, malikane olarak yapılıp sonradan Türk hanı olarak kullanılan ve şehre gelen Türk tüccarlara ayrılan yer; bugün doğa tarihi müzesi olarak kullanılmakta… Ca’d’Oro ise diğer önerim; Büyük Kanal üzerinde bir dantel gibi süslenmiş taş işçiliğiyle dikkatinizi çekecektir, bugünse Venedikli sanatçıların eserlerine ev sahipliği yapmakta…

Venedik Ca’ Rezzonico ise görkemiyle Büyük Kanal’ın dikkat çeken malikanelerinden, bugün 18. yüzyılda Venedik Yaşamı konulu bir müzeye ev sahipliği yapmakta. Ca’Pesaro ise 17 ve 18 yüzyıl Venedikli sanatçıların eserleri yanı sıra Miro, Matisse, Klimt, Kandinsky, Klee gibi çağdaş sanatın dehalarının eserlerine de ev sahipliği yapan barok şahikası bir yapı. Çağdaş sanatla ilgiliyseniz Guggenheim’da listenizde olmalı.

10.Burano, Murao, Torcello, Lido gezisi yapın…

Venedik Venedik’i çevreleyen onlarca ada arasında Burano, Murano, Torcello ve Lido öne çıkmakta. Lido, Venedik’in sayfiye yeri gibi. Murano cam işçiliği, Burano dantelleri ve rengarenk boyalı evleri, Torcello ise Santa Maria Assunta Katedrali ve Santa Forsa Kilisesi ile ünlü.

Ve son bir öneri… Mutlaka, Rialto Köprüsü’nün bir ucundaki ünlü markaların dükkanlarının bulunduğu Fondaco dei Tedeschi’nin terasına çıkın. Önceden alınan randevularla sadece 15 dakika bulunabileceğiniz teras, sizi nefis Büyük Kanal manzarasıyla karşılayacak… Hele zamanlamayı güneş batışına göre ayarlarsanız, iyi ki Venedik’e gelmişim diyeceksiniz…

Venedik

Burada anlatılan veya anlatılamayan yerler hakkında ulaşımdan tarihçesine daha ayrıntılı bilgi almak, şehir öyküleri okumak isterseniz, Karnaval dahil dört bölümden oluşan Venedik yazılarına göz atın derim.

Keyifli gezmeler…

 

Venedik Gezi Rehberi 1- San Marco Meydanı Venedik’e Dair Her Şey

Venedik Gezi Rehberi II: Canal Grande – Dünyanın En Güzel Bulvarı

Venedik’in Üç İncisi: Murano, Burano, Torcello

Venedik Karnavalı; Bir Maskeyi Sevmek

 

 

Kars Gezi Rehberi: Karlar İçinde Kars’a Yolculuk

Kars, Doğu Anadolu’nun tarihi, serhat şehri  son yılların popüler destinasyonları arasında yer almakta. Şehir özellikle kış aylarında çok sayıda yerli ve yabancı turist çekiyor. Kars’a son yıllarda artan ilgide Doğu Ekspresi seferlerinin önemli rolü olduğu söylenebilir. Ankara’da başlayıp Kars’a kadar giden Doğu Ekspresi treninin yanında, 2019 yılında seferlerine başlayan yataklı ve yemekli Turistik Doğu Ekspresi Kars’ı özellikle kış aylarında bir cazibe merkezi haline getirmiştir. 

Niçin Kars
  • Kars  Kafkaslar’dan Anadolu’ya açılan kapı, stratejik konumu ile zengin tarihi ve kültüre sahip,
  • Unesco Dünya Mirasları arasında yer alan 1000 yıldan fazla geçmişe sahip Tarihi Ani Kenti mutlaka görülmeli,
  • Rusların 40 yıllık hakimiyeti döneminde Baltık mimari tarzlı taş binaları, geniş caddeleri, kalesi, kiliseleri, camileri, köprüleri ile farklı bir Doğu Anadolu şehri,
  • Kışın buz tutan Çıldır Gölü’nde yürümek, atlı kızaklarla gezmek ve göl de tutulan aynalı sazan balıklarını tatmak bambaşka bir deneyim,
  • Dünyada sadece Alpler’de bulunan kristal kar Sarıkamış Kayak Merkezi’nde ve bu kayak merkezinde yılın altı ayı kış sporları yapılabiliyor,
  • Sarıkamış Şehitleri anısına yapılan şehitlik ve Kafkas Cephesi Harp Tarihi Müzesi – Kanlı Tabya 19.yy’da bu toprakları korumak için canlarını kaybeden şehitlerimizin hüzünlü anılarını yaşatıyor,
  • Çok kültürlü topraklar zengin bir mutfak yaratmış bu coğrafyada. Kars’ın yüksek yaylalarında beslenen hayvanların lezzetli etlerinden yapılan yemekler ve illaki kaz eti. Erzurum Kars Platosu’nda doğal koşullarda beslenen hayvanların sütlerinden yapılan Kars kaşarı ve Kars gravyeri farklı lezzetler sunuyor,  
  • Kars edebiyat, müzik ve dans şehri. Ünlü Rus şairi Puşkin, Orhan Pamuk, Namık Kemal gibi yerli yabancı sanatçılarının  izlerini görebilirsiniz. Kars’ın yerel oyunlarının yanı sıra Hoş Gelişler Ola Mustafa Kemal Paşa ve Şeyh Şamil dansları ile şehrin farklı kültürünü hissettiriyor. Ayrıca Anadolu’nun geleneksel Aşık Atışmaları da şehirde yaşanacak deneyimler arasında…
Kısa Kars Tarihi

Kars’ta yerleşim 5000 yıl öncesine kadar uzanıyor. Şehir en görkemli dönemini M.Ö 9 ve 6.yıllar arasında Urartu Krallığı döneminde yaşamış.

Bölgede 885-1045 yılları arasında Ermeni Bagratuni Hanedanlığı hüküm sürmüş ve 961 yılında Ani Hanedanlığın başkenti olmuş. Kars ayrıca 1918-1919 yıllarında Güneybatı Kafkas Geçici Hükümeti’nin de başkenti olmuş.

Kars, tarihi İpek Yolu üzerinde ve Anadolu’ya açılan kapı olarak tüm tarih boyunca hükümranlıkların hakimiyet kurmak istedikleri topraklar olmuş. Doğal olarak çok savaş gören şehrin bir adı da serhat şehri olmuş.

Urartular, Ermeniler, Moğollar, Persler, Selçuklular, Osmanlı ve Rusların hakimiyetinde kalmış şehir. 20.yy’ın başında da Türkiye Cumhuriyeti topraklarına katılmış.

Kars topraklarında yerleşen uygarlıklar, tarihi zenginlik ve kültürel çeşitlilik yaratmış. Eski şehirde Selçuklular, Osmanlıdan kalan kale, camiler, hamamlar, köprüler, evler korunmaya çalışılmış, bazıları restore edilmiş. Ruslar hakim oldukları 40 yıllık dönemde şehri mimari olarak yeniden yapılandırmışlar. Geniş, ızgara planlı caddelerde, Baltık mimari özelliklerinde, yöresel bazalt taştan üretilen büyük binalar, konaklar yapmışlar. 

Ulaşım

Kars Havaalanı’na İstanbul, Ankara, İzmir gibi üç büyük kentten ve toplam 12 şehirden direk uçuş bulunmaktadır. Kars Harakani Havalimanı şehir merkezine 6 km uzaklıkta.

Ulaşım açısından Ankara’dan başlayan ve Anadolu topraklarında uzun ve keyifli bir  yolculuk sunan Turistik Doğu Ekspresi ve Doğu Ekspresi trenleri  güzel bir alternatif. Özellikle turistik trenin yataklı vagonlarında yer bulmak zor olsa da, diğer trenin yataklı vagonlarını da deneyebilirsiniz. Yine de Ankara’dan başlayan 24 saatlik yolculuk uzun derseniz, tren yolculuğunuzu Erzurum Kars, Erzurum Sarıkamış veya sadece Kars Sarıkamış arasında yapabilirsiniz. Biz İzmir-Kars gidiş dönüş uçak ile yapmamıza rağmen, karlar içinde tren keyfini eksik bırakmamak için Kars Sarıkamış arası tren yolculuğu yolculuğu yapmayı tercih ettik. 

Kars şehir içini yürüyerek dolaşmak kolay. Ancak çevreyi gezmeden Kars gezisi eksik kalacaktır. Tarihi Ani Kenti’ne İl Özel İdare Binası önünden ücretsiz servisler kalkıyor. Ancak bizim gibi Çıldır Gölü ve Sarıkamış gezinizin kapsamında olursa -ki olmalı- araba kiralamak veya taksilerle anlaşma seçeneğiniz kalıyor. 

Gezelim Görelim

Kars Kafkasya’yı Anadolu’ya bağlayan sınır şehrimiz. Şehir merkezinin yanı sıra çevresindeki tarihi değerler ve doğanın sunduğu güzellikler ile zengin bir şehir bizi karşılıyor. Kars küçük bir şehir gibi görünmekle birlikte çevresi ile birlikte en az üç gün ayırıp detaylı gezmeyi hak ediyor. 

Kars gezimize önce Kars eski şehir bölgesinden başlayalım.

Tarihi şehir merkezi rahatlıkla yürüyerek dolaşılabiliyor. Kale, camiler, kiliseler, hamamlar, bazı konaklar birbirine yakın. Ayrıca Rus döneminde yapılan  gösterişli taş binalar da yine o dönemde yapılan geniş caddeler üzerinde sıralanmış.

Kars Kalesi

Gezimize Kars Kalesi ile başlayalım. Tarihi Kars kalesi şehre hakim yüksek bir konumda hemen dikkat çekiyor. İç kale M.S 1153 yılında Selçuklulara bağlı Saltuklu Sultanı Melik İzzeddin zamanında, dış surların yapımına da ise 12.yy’da başlanmış. Anadolu’ya adım atan Timur 1386 yılında kaleyi yerle bir etmiş. Osmanlı Sultanı III. Murat 1579 yılında iç ve dış kaleyi yeniden yaptırmış. Rus işgali döneminde kale tahribata uğramış.

Kalenin içinde 12.yy’dan kalma bir türbe, askeri koğuşlar, tarlalar, koğuşlar ve mescit yer almaktadır. Kalenin üç kapısı bulunmakta, kuzeydeki kapısından hafif bir tırmanış ile kaleye yürüyerek ulaşıp Kars manzarası seyretmek mümkün.

On İki Havariler Kilisesi

Eski Kars’ta görülecek en önemli tarihi yapı olarak On İki Havariler Kilisesi’ni sayabiliriz. Kars kalesinin güney eteğinde konumlanmış kilise, 10. yy’da Gürcü Krallığı Bağratlı Hanedanı tarafından yapılan Ermeni-Gürcü Kilisesi. Rus İşgali döneminde Rus Ortodoks Başpiskoposluğu olmuş bu kilise. Kilise doğunun Ayasofya’sı olarak değerlendiriliyor.

Kilise 932-937 yıllarında yapılmış, 1064 yılında Türk hakimiyetine geçince camiye çevrilmiş, Rusların döneminde katedral, sonrasında tekrar cami, 1964 yılında müze ancak 1993 yılından bu yana Kümbet Cami olarak kullanılmaktadır. 1000 yıldan fazla geçmişi olan bu kilise mutlaka gezilmeli.

Ebul Hasan Harakani ve Evliya Cami

Ebul Hasan Harakani, İran Horasan bölgesinde Harakan köyünde doğmuş bir evliya. Anadolu’ya MS.11.yy’da Selçuklu akınları sırasında gelmiş ve 1033 yılında Bizans akınlarına karşı savaşırken Kars’ta ölmüş.  1579 yılında III.Murad döneminde Kars kale içinde Evliya Cami ve yanına Anadolu’nun ilk evliyalarından olan Harakani için türbe yaptırılmıştır.

Katerina Sarayı

Rus Çarı II.Nikola’nın eşi Katerina için yaptırdığı saray Kars Çayı’nın kenarında konumlanmış. Baltık mimarili tarihi taş yapı hastane, konak ve askeri birlik olarak kullanılmış, 1980 sonrası da tamamen terk edilmiş. 2015 yılında restore edilmiş ve Karslı bir işadamı tarafından otel olarak hizmet vermeye başlamış. Böyle bir otelde kalmak keyifli olsa gerek. Burada geceleme şansı olmayanlar, saray bahçesinde düzenlenen akşam partilerine katılabilirler. Biz kış akşamı, karlar içerisinde bahçede ateş karşısında, Karslı müzisyenlerin akordiyonları ile yerel müzikleri dinleyip,  sıcak şaraplarımızı yudumlayarak sarayın tarihi dokusunu kokladık.

Taş Köprü

Katerina Sarayı’nın hemen önünde, Kars Çayı üzerinde 1579 yılında II.Mahmut zamanında yapılmış taş köprü halen ayakta. Köprü yörenin bazalt taşlarından yapılmış.

Mazlumoğlu Hamamı – Puşkin Hamamı

Taşköprü yanında Osmanlı mimarisi ile yapılmış üç hamam yer alıyor.  Mazlumoğlu Hamamı son yıllarda restore edilip turizme kazandırılmış. 18. yüzyılda Osmanlı Sultanı III. Murat’ın yaptırdığı hamamlar uzun yıllar hizmet vermiş, Kars’ın  Rusların hakimiyetinde olduğu dönemde ünlü Rus şair Puskin de bu hamamda yıkanmış. Onun kullandığı oda ‘Puşkin’in Şeref Yeri’ olarak düzenlenmiş içine Puşkin’in büstler, kitapları el yazmaları konmuş.

Kars Fethiye Cami

*tr.wikipedia.org

Kars Merkezde bir parkın içinde 19.yy’da Ruslar tarafından Baltık mimari tarzında yapılmış Ortodoks kilise yürüyerek dolaşırken karşımıza çıkıyor. 1985 yılında kilisenin kuleleri yıkılmış, iki minare eklenerek  camiye çevrilmiş. Orijinal yapısı bozulmuş olsa da gösterişli mimarisi dikkat çekiyor. 

Kars Baltık Tarzı Binaları

Kars’ın 1879 yılında Rusların yönetimine geçmesi ile şehir planlı yapılaşmaya geçmiş. Baltık tarzı ızgara planlı sokaklar üzerine taş binalar, konaklar, kiliseler inşa edilmiş. Günümüze kalan taş binaların bazıları kamu binaları olarak kullanılmaktadır.

1883 yılında bir Rus tüccar tarafından konut olarak yapılan bina bir dönem vilayet binası, sonra vali konağı olmuş, bugün valinin çalışma ofisi olarak kullanılmakta  Binanın solunda Atatürk Parkı var. 6 Ekim 1924 te Atatürk Kars’a gelir. Hoş Gelişler Ola Mustafa Kemal Paşa şiiri o dönem yazılır ve bestelenir. Atatürk Parkı’nın karşısındaki göz alıcı bina da halen Defterdarlık olarak hizmet vermektedir. Rus döneminde yapılan caddeler ve binalar arasında uzun uzun gezinebilirsiniz.

Bu binalarda yer alan şık kafeler ve restoranlar da şehrin dokusuna uymuş. Bu caddede Puşkin Cafe ve Kaz Evi’ni özellikle görmek istedik.

Tarihi Ani  Kenti

Kars gezisinde 1000 yıllık ören yeri Ani Kenti ilk ziyaret edilecek yerler arasında. Ani kenti Ortaçağ’ın en büyük, gelişmiş, İpek Yolu üzerinde yer alan ticaret ve din merkezi idi. Bu kent 2016 yılında Unesco Dünya Mirasları Listesi’ne alınmıştır.

Ani, Kars’ın güneydoğusunda, merkeze 42 km uzaklıkta, Ermenistan Türkiye sınırında, Arpaçay ve Alacasu Vadilerine hakim yüksek bir alana kurulmuş. Kafkaslardan Anadolu’ya ilk giriş noktasında kurulan bir şehir. Ani çok kültürlü, şehircilik, mimari ve ekonomik olarak güçlü, gelişmiş bir metropol. Zamanında 1001 Kiliseli şehir olarak anılan Ani’de 20 kilise, şapel ve anıt mezarlar bugüne ulaşabilmiş.

Surlarla çevrili, geniş şehir alanından 1000 yıl sonrasına kalanlar bile şehrin haşmetini gözlerimizin önüne sunuyor. Surların içinde en büyük katedral 1001 yılında haç planlı kırmızı taşlarla yapılmış. Bu katedral 1064 yılında camiye çevrilmiş.

Şehir içinde çok sayıda kilisenin yanı sıra Anadolu’da ilk Zerdüşt, Ateşgede Tapınağı da buradadır. Türklerin Anadolu’da yaptıkları ilk cami Ebul Manucehr Cami de Ani’de.

Ani’de Bronz ve Demir çağlarında ve Urartular döneminde yaşam olduğuna dair eserlere ulaşılmış. 6. yy’da da Ermeni beylerinin yerleşim alanı olmuş. Asıl parlak zamanları Ermeni Bagratlı hükümranlığı döneminde olmuş. 961-1045 yılları arasında bu krallığın başkenti olmuş. 100.000 nüfusa ulaşan metropol 1045 yılında Bizanslılar, 1064 yılında da Selçuklu sultanı Alpaslan tarafından alınmıştır. Ancak Selçuklular burada yönetimi üstlenmemiş, Ani, Şeddadi Beyliği’nin başkenti olmuş. Her dönemde değişik hükümranlıklar tarafından ele geçirilmek istenen kent, Gürcü Krallığı, Moğollar, Celayirli, Karakoyunlu, Timur tarafından işgal edilmiştir. Osmanlı Rus Savaşı sonunda Rusların eline geçen Ani, 1920 yılında Türkiye Cumhuriyeti sınırlarına dahil olmuştur.

Çıldır Gölü

Kars ve Ardahan il sınırlarında olan Çıldır Gölü, Türkiye’nin en büyük tatlı su ve ikinci en büyük gölü de Kars gezisinin başka bir sürprizi. Baharda da güzel olan göl özellikle kış aylarında üzerinde gezme keyfi yaşatıyor. Tamamen buz tutan göl üzerinde yürüyerek veya faytonlu kızaklarla gezebilirsiniz. Ülkemiz ikliminde pek yaşayamadığımız bu deneyimi en soğuk ilimiz Kars’ta yaşayabilirsiniz. Tamamen buz tutmuş gölde gezip, aynı anda taze tutulmuş gölde yaşayan aynalı sazan balığını da tadabilmek ne eşsiz bir duygu. Yaz kış balık tutulabilen gölde kışın buzlar kırılarak balık avlanabilmekte. Turistler kırılan buzlarda kendi yiyecekleri balıkları tutabileceği gibi balıkçıların balık tutmasını da izleyebilirler. Keyifle göl üzerinde dolaştıktan sonra kıyıdaki tek restoranda balıklarınızı yiyip, yöresel aşık atışmalarını dinleyebilirsiniz.

Sarıkamış Kayak Merkezi

Çok kültürlü, tarihi kent Kars’a doğanın bir hediyesi de Sarıkamış Dağları. Türkiye’nin en yüksek rakımlı ve en soğuk şehri Kars’a yağan kar da özel. Dünyada sadece Alplerde yağan kristal kar Kars’a da ayrıcalıklı davranmış. Sarıçamlar arasında, kristal karlar üzerinde kayma şansı yanında, yılın 6 ayında karlı alanda hava çoğunlukla açık ve buzlanma olmuyor. Ülkemizdeki popüler kayak merkezleri kadar kalabalık olmayan ve yeterli yatak kapasitesine sahip merkez kayak severleri bekliyor. Sarıkamış kış sporları yapmak için uzun süreli kalınacak bir merkez. Ancak Kars gezinizde birkaç saat içinde, çam ağaçları arasında bembeyaz kristal karlar arasında dolaşıp, teleferik ile dağın zirvesine çıkabilirsiniz.  

Katerina Av Köşkü

Sarıkamış’ta Kayak Merkezi’nin yanı sıra tarihi köşk Katherina Av Köşkü ilçeye 1 km uzaklıkta. 19.yy’da Rus Çarı II. Nikolay’ın hasta oğluna rehabilitasyon amacı ile yaptırdığı köşk şu anda terkedilmiş durumda. Baltık mimarisi, taş yapıyı karşıdan görüp geçiyoruz. Şu anda bakımsız binanın da şehirdeki Katherina Köşkü gibi otel olarak restore edilme çalışmaları olduğu bilgisini aldık.

Sarıkamış Şehitliği

Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1914 yılında Osmanlı ile Rusya arasındaki savaşta Osmanlı ağır yenilgi yaşamış. Kış koşulları altında iyi planlanamayan savaşta Sarıkamış’ta Kars’ı savunmaya çalışan 60.000 den fazla askerimiz donarak ölmüş ve toplu olarak gömülmüşlerdir. Onların anısına yapılan şehitlik Sarıkamış’a 6 km uzaklıkta. Hüzünlü bir şehitlik ziyareti oluyor.

Kars Kafkas Cephesi Harp Tarihi Müzesi

Osmanlı İmparatorluğu, 1734 yılından sonra Rusya ve İran’dan doğu sınırlarını korumak amacı ile tabyalar oluşturmuş. Tabyalar askeri birliklerin yerleştirildiği kapalı alanlardır. Kanlı tabya da o dönemde inşa edilen 46 tabyadan biri. Sultan III.Selim döneminde, 1803 yılında Yeni Tabya adı ile yapılan tabyaya, 1828 yılında Ruslar saldırmış ve bir gecede tüm tabya askerleri şehit edilmiş. Bu tabya binasında Kafkas Cephesi Harp Tarihi Müzesi açılmış. Müzede savaş şartlarında askerlerin yaşamları silikon heykellerle canlandırılmış, tarihi belgeler ve asker mektupları yer almakta. Sarıkamış şehitlerinin anısına da şehitlerin çarıklarından oluşan şehitler yolu yapılmış. Müzenin bahçesinde Kars Anlaşması sonrası Ruslar tarafından Kazım Karabekir Paşa’ya hediye edilen beyaz vagon yer almakta. Şehir merkezine sadece 2,5 km olan bu müzeyi ziyaret ile bu kıymetli şehrin savunması için verdiğimiz şehitlerin yanında ülkemizin her karış toprağı için akıttığımız kanları tekrar hatırlıyoruz.

Kars Müzik ve Dans

Kars üniversite öğrencileri ile genç nüfusun olduğu bir şehir. Belirli sayıda kafe, restoran açılmış. Ancak turistler için şehre özel gösteriler dikkat çekiyor. Kafkas müzikleri ve dansları ile öne çıkan Kars son yıllarda belirli restoranlarda Kars gecelerinde gösteriler sunmakta. Belirli özel restoranlarda örneğin Kars Kaz Evi, Puşkin Kafe Restoranda önceden rezervasyon yaparak yemeğiniz ile birlikte bu dansları izleyebilirsiniz. Biz oteldeki yemeğimiz sonrası Kars Sahne Gösteri Merkezi’nin geniş salonunda izledik dans gösterisini. Sabit bir ücret içinde çay kahve ve kuruyemiş servisi yapılmakta, alkollü içkiler giriş ücretinin dışında. İlk bakışta fazla turistik mi acaba diye biraz tereddüt etsek de, Kars’ta bu dansları izlemek son derece keyifli geldi.

Aşıklar Atışması

Anadolu’nun Aşıklar Atışması geleneği de Kars için turistik gösteriler arasına eklenmiş. Değişik, güzel bir deneyim oluyor yaşatılmaya çalışılan bu gelenek.

Yeme İçme

Kars çok zengin mutfağı ile farklı lezzetler sunuyor ziyaretçilerine. Kars 2000 metre yüksek rakımda, yaylalarda beslenen hayvanların lezzetli etlerinden yapılan yemekler sofranızda yer alacaktır. Yine Kars yaylalarında beslenen Kars kazı tatmadan ayrılmadık bu şehirden. Özel tarifi ile pişirilen kaz eti için en çok önerilen restoran tarihi binasında Kaz Evi, ancak rezervasyon yaptırmak gerekiyor. Bir akşam hem kaz eti yemek hem de Kars dansları izleyebilirsiniz. Biz Kaz Evi dışında başka bir restoranda tattık.

Kars et yemeklerinin dışında hamur işleri ve bakliyat ürünleri ile yapılan yerel yemekler zengin Kars mutfağında yer almakta.

Alışveriş

Kars gezimiz yerel, özgün ve doğal ürünlerin alışverişi ile sonlanıyor. Kars kaşarı ve gravyerinin yanı sıra kaymağı, pekmezi, pestili, tereyağı, eriştesi, sucuğu, gibi çok çeşitli kahvaltılık ve süt ürünleri alabilirsiniz.

!878 yılı sonrası Ruslar tarafından Kars’a yerleştirilen Rus Malakanlar Boğatepe Köyüne yerleştirilmiş. Bölgede tarım ve hayvancılık ile uğraşan bu grup peynir üretimini de  tanıtmış yöre halkına. Bugün dünya çapında ünlü Kars gravyeri ve Kars kaşarı yanında özel Malakan peynir çeşitlerini de alabilirsiniz. Bugün Kars merkeze 1 saat uzaklıktaki Boğatepe Köyü’nde peynir üretimi devam ederken Türkiye’nin ilk peynir müzesi de burada kurulmuş. Bizim zamanımız olmadı ve bu köye gidemedik ancak şehirde çok sayıda peynir dükkanından peynir çeşitleriniz seçebilirsiniz. Bu arada Kafkas arı ırkının ürettiği Kars yayla balını ve arı ürünlerini de alışveriş listenize ekleyebilirsiniz.

Son Söz

Tarihi şehrimiz Kars turistik açıdan son yıllarda keşfedilmiş her anlamda zengin bir bölge. Yıllarca çeşitli uygarlıklara ev sahipliği yapmış, çok renkliliğini günümüze yansıtmış. Sadece şehir merkezi ile değil çevresi ile gezilecek görülecek bir şehir. Uzaklığına rağmen uçak ve tren ile ulaşım kolay ve keyifli. Zengin mutfağı daha önce tatmadığımız lezzetler sunuyor. Halkı turizm açısından bilinçlenmiş, hem sunulan ürünler hem de gezginlere yardımcı oluyorlar. İzmirli olarak kışın karlar içerisinde dolaşmak ayrı güzel geldi ancak bu yüksek plato ve yaylalar  sadece kışın değil baharda da keyifle gezilebilir.

Giethoorn Gezi Rehberi: Hollanda’da Bir Masal Diyarı

Giethoorn masallardan fırlamış sakin, huzurlu, yemyeşil bir köy. Birbirine 176 köprü ile bağlanmış adacıklar üzerinde, kanalların kenarlarına sıralanmış sazdan çatılı tipik Dutch çiftlik evleri ile süslenmiş bir köy.

Köyün evlerinin yapım tarihi 18. yy’a kadar uzanmakta, tarihi dokusu da tamamen korunmuş. Köyün sokaklarında motorlu taşıt göremiyoruz, evlerin önlerinden sadece yürüyüş ve bisiklet yolu geçmekte. Bu yolda yürürken sanki bir film setinde dolaşıyor duygusuna kapılıyor insan. Yemyeşil çimlerle kaplı bahçelerde, rengarenk çiçekler arasındaki biblo gibi evlerin kapılarını birazdan masal kahramanları aralayacak ve çimlerin üstlerinde dans etmeye başlayacaklar gibi geliyor.

Giethoorn’da yerleşim 13. yy’a uzanmakta.  Giethoorn kelimesi Hollandaca keçi boynuzu anlamına gelmekte. Köye ilk yerleşenler Güney Avrupa’dan vebadan ve dini baskılardan kaçan halk olmuş. Köye gelenler 1170 yılında yaşanan su baskınında  boğulan vahşi keçilerin boynuzları ile karşılanmışlar. Köyün adı da ‘Goat Horn’ veya ‘Geytenhoren’ daha sonra da Giethoorn olarak kullanılmaya başlanmış. Köye ilk yerleşenler su altındaki fosilleşmiş bitkilerden oluşan kömürleri çıkartıp satarak para kazanmayı amaçlayan göçmen işçiler olmuş. Sonraki yıllarda su altından çıkartılan bu kömürleri daha kolay taşıyabilmek için kendileri uğraşarak daha çok kanallar açmışlar.

Uzun yıllar köy halkı bu güzel köyde sessiz, sakin, işinde gücünde mutlu mesut yaşarken Hollandalı yönetmen Bert Haanstra köyü film stüdyosu olarak kullanmış. Yönetmenin 1958 yılında çektiği Fanfare isimli komedi filmi ile köy tüm dünyada popüler olmuş.

Günümüzde kuzeyin Venedik’i olarak adlandırılan Giethoorn, Hollanda’nın en popüler 10 turistik yeri arasında sayılıyor. Asıl nüfusu 3000 kişiden az olan olan köy bu kadar popüler olunca doğal olarak bu romantik köyde sakin ve sessizlik içinde dolaşmayı hayal edemeyeceğiz. Kanallar botlarla, teknelerle dolu, yürüyüş yolunda fotoğraf çeken, hayranlıkla dolaşan çok sayıda turist göreceksiniz. Yılda 1 milyon kişi ziyaretçi ağırlıyor köy, bu arada en çok da Çinli turist.

Kanalda değişik türlerde botlarla hatta gondolla bile dolaşabileceğiniz gibi teknenizi kendiniz de kullanabilirsiniz. Ya da daha büyük bir teknede köyün öyküsünü dinleyerek, kahvenizi yudumlayabilirsiniz. En küçük ve ucuz kendinizin kullanabileceği bot tipi ‘fluisterboot’ 2-4 kişilik ve bir saati 15 Euro. Ancak kanal içinde birbirine çarpan, yanlış yöne giren botlarla karşılaşabileceğinizi hatırlatmalıyım. Biz daha büyük ve 20 kişiden daha çok kişi alan kaptanın aynı zamanda birkaç dilde rehberlik yaptığı, kahve ikramı da olan bir tekne tercih ettik. Bir saatlik tur için kişi başı 10 Euro ödedik. Köyün içinde motorlu araç sesi olmadığı gibi, teknelerde elektrikli ve sessiz tam köye yakışır şekilde. Tekne kiralama ile daha detaylı bilgiyi linkten edinebilirsiniz. https://www.boatrental-giethoorn.eu/

Ulaşım

Giethorn Hollanda’nın doğusunda Overijssel eyaletine bağlı, Amsterdam’a araba ile 1,5 saat uzaklıkta ve günübirlik gezilecek bir yer.

Giethoorn’a birden çok ulaşım seçeneği bulunmakta;

  • Biz Amsterdam’dan araba ile yolculuk yapmayı seçtik. Yolculuk manzaralı, düz bir yolda rahat ve keyifli idi. Giethoorn köyün içine motorlu araç girişi olmadığından, köyün girişindeki ücretsiz otoparka arabamızı park ettik.
  • Amsterdam’dan günübirlik tur da alabilirsiniz, bu turlar köye ulaşımın yanı sıra, kanalda tekne gezilerini de kapsıyor.
  • Hollanda’da en yaygın kullanılan ulaşım aracı tren ile ulaşmak mümkün köye. Amsterdam Central Station’dan kalkan tren ile ulaşılabilir. Ancak köyün içinde bir tren istasyonu bulunmuyor. En yakın istasyonlar Steenwijk ve Meppel istasyonları. İki istasyondan da taksi veya bisiklet kiralayarak köye ulaşabilirsiniz. Steenwijk köye 8 km ve yol düz ve rahat olduğu için bisiklet ile ulaşım kolay.
  • Steenwijk’ten Giethoorn’a 70 numaralı ve 270 numaralı iki otobüs ile ulaşabilirsiniz. Ancak sadece Steenwijk İstasyonu’ndan otobüse binebilirsiniz. Mepper İstasyonu’nda taksi veya bisiklet ile ulaşım seçenekleri bulunuyor.

Konaklama

Giethoorn bir günde rahatlıkla gezilebilecek bir köy. Ancak bu güzel köyde konaklamak isterseniz yine bu köy evlerinde, kanal kenarında oteller, apartlarda kalabilirsiniz. Gün içinde çok fazla turistin olduğu köy akşam üzeri turistler ayrılınca çok huzurlu bir sessizliğe kavuşuyor. Biz köyde daha çok zaman geçirmek için akşam yemeğimizi de orada yemek istedik. Daha hava kararmadan köyün boşaldığını gördük. Böyle sessiz, sakin bir ortamda gecelemek iyi bir tercih olabilir.

Gezelim Görelim

Biz köye ulaşınca arabamızı park yerine bıraktık. Hemen kanal kenarına çıkıp önce kanal turu satın aldık. Köyün sokakları kanallar olduğuna göre kanallar arasından geçerek göle kadar ulaştık.

Köye bir şekilde ulaştıktan sonra sokaklarda dolaşmanın ilk yolu bir kanal turu almak. 1-1,5 saat boyunca fotoğraflık evler, ahşap köprüler arasında keyif ile dolaştıktan sonra başladığımız noktada tekneden iniyoruz. Sıra kanal kenarında yürüyüş yolundan dolaşarak ortamın keyfini daha yakından yaşamaya geliyor. Birbirinden güzel evler, çiçekler, köprüler arasında  bol bol bol fotoğraf çekiyoruz.

Daha yürüyüşün başında ‘Museum Giethoorn Olde Maat Uus’ karşımıza çıkıyor.  1800’lü yıllardan kalan orijinal bir Giethoorn evinde sergilenmekte müzenin objeleri. Müzede tarihi köyün sakinlerinin yüzyıl önceki yaşam tarzını yansıtan kıyafetler, günlük kullanımda kullanılan eşyalar, tarihini anlatan bilgiler içeren küçük bir müze. Köyün ruhunu daha iyi anlamak için 15 dakikada gezebileceğiniz bir müze. Müzenin giriş ücreti 4 Euro ancak müze kartınız varsa ücretsiz. Ben uzun süreli Amsterdam programımda müze kartı aldığım için hiç düşünmeden girdim müzeye.

Bu müzenin yanında köyde birkaç müze daha var: Automuseum Histomobil/ Otomobil Müzesi, Gloria Maris Schelpengalerie/Deniz Kabukları Müzesi, Museum De Oude Aarda/Eski Dünya Müzesi gibi. Biz müze kartımız olmasına rağmen köyün dış mekanlarında zaman geçirmek için sadece bir müze gezmek ile yetindik..

Köyün 1871 yılında yapılan tarihi kilisesi de kanal kenarında. İbadete ve ziyarete açık bir kilise. 

Köyde hoş kafeler, restoranlar karşılıyor gelenleri. Köyün yeşilini, ruhunu, turistlerin hayranlıklarını izlemek için kanal kenarında bir kafede oturabilirsiniz. Yürüyüşünüz sırasında karşınıza çıkacak kafeler arasında; Binnenpad 68, Twenty Seven, Het Wapen va Giethoorn, Cafe-Restaurant Smit’i sayabiliriz. Kafelerde çay, kahve, bir kadeh şarap yanında bir şeyler atıştırabilirsiniz. Biz kahvemizin yanında geleneksel Hollanda wafflemızı kanal kenarındaki kafelerde tadarken, akşam yemeğimizi de köyün girişindeki restoranlardan birinde yedik. 

Ayrıca küçük birkaç dükkanda hediyelik ve hatıralık eşyalara göz atabilirsiniz.

Son Söz

Giethoorn hakkında yazılacak çok şey kalmadı sanırım. Bu güzel köy Hollanda’nın en popüler yerleri arasında sayılırken, yeşilliği, sakinliği, tarihi ve kültürel özellikleri ile Hollanda gezilerinde yolumuzun geçeceği bir köy olacaktır. 

Mostar Gezi Rehberi: Bir Köprüden Çok Daha Fazlası

Mostar, Balkanlar coğrafyasında Bosna Hersek’in tarihi, çok kültürlü, Saraybosna’dan sonra ikinci önemli şehri. Mostar küçük bir şehir ancak Osmanlı döneminden kalan eserleri, çok kültürlü yapısı, yemyeşil doğası, sıcakkanlı halkı ve lezzetli Boşnak mutfağı ile Türklerin ilgisinin yanında çok milletten turist çekmekte. Mostar adı Boşnakça ve diğer Slav dillerindeki most (köprü) anlamından gelmektedir.

Şehirde Müslüman Türkler, Ortodoks Hırvatlar ve Katolikler uzun yıllar uyum içinde yaşamışlar. Ancak 1992 yılında  yaşanan etnik kökenli çatışmalarla şehir ve Boşnak halkı ağır yaralar aldı. 

Neretva Nehri kıyısına kurulan şehrin son dönemlerde adının daha çok duyulmasında rol oynayan en önemli yapısı şüphesiz Mostar Köprüsü. Özellikle 1992-1995 yılında yaşanan iç savaş sırasında gördüğü hasar nedeni ile bu özel köprünün ne kadar çok tartışıldığını hatırlarız.

Niçin Mostar

    • Ülke henüz Avrupa Birliği’ne girmediği için Türk vatandaşlarına vizesiz.
    • Mostar uzun dönem Osmanlı toprakları olduğundan mimarisi, sokakları, çarşısı, kültürü ile Balkan ülkeleri arasında bize yakın, sıcak gelen bir şehir.
    • Şehir küçük, sevimli, yemyeşil.
    • Başkent Saraybosna’ya İstanbul’dan direk uçulabiliyor.
    • Ülke henüz diğer Avrupa ülkelerine göre daha uygun fiyatlı, henüz Euro kullanımına geçilmemiş.
    • Balkan mutfağı lezzetleri ile bol, çeşitli etler, kebaplar, uygun fiyatlı.
Ulaşım

Mostar, Balkanlarda Bosna Hersek Federasyonu’nda Hersek eyaletinin başkenti.

  • Mostar’a Türkiye’den direk uçuş bulunmamakta. Şehirdeki havaalanına sınırlı ülkelerden uçuşlar yapılmakta. Başkent Saraybosna’ya İstanbul’dan THY ve Pegasus Havayolları ile  direk uçulabiliyor. Mostar Saraybosna’nın güneyinde 167 km uzaklıkta, 2,5 saat süren bir karayolu yolculuğu ile ulaşılabilir.
  • Karayolu ile Saraybosna’dan ulaşımın yanında, vize sorunu olmayanlar için Hırvatistan’ın Dubrovnik şehrinden yol 2,5 saat sürüyor. Her iki şehirden de düzenli otobüs seferleri yapılmakta. Otobüs garajı Mostar merkeze 20 dakika yürüme mesafesinde, garaj ile merkez arasında toplu ulaşım bulunmadığından yürümek istemeyenlere taksi ile ulaşım kalıyor.
  • Saraybosna’dan günde iki kez sabah ve akşam saatlerinde tren seferleri de bulunmakta.

Mostar’ı ziyaret edecekler bu şehrin yanında başkent Saraybosna, Hırvatistan’ın Dubrovnik şehri ve Karadağ Budva, Kotor’u rotalarına ekleyebilirler. Biz kendi arabamız ile çıktığımız Balkan gezimizde Adriyatik kıyılarında Karadağ’da Budva ve Kotor, Hırvatistan’da Dubrovnik’i gezdikten sonra kuzeye Mostar ve Saraybosna’ya rotamızı çevirdik. Kendi arabası veya araba kiralayarak gezenler önce Mostar, Mostar’a ulaşmadan önce aşağıda yazdığım Kraviçe Şelalesi ve Balagay Tekkesi’nden Mostar’a, sonra başkent Saray Bosna’ya ulaşabilirler.

Mostar ile birlikte, Bosna Hersek’in başkenti Saraybosna’yı da gezmek isterseniz linke tıklayınız.

Saraybosna Gezi Rehberi: Kültürlerin Buluştuğu Kadim Kent

Konaklama

Mostar’da mesafeler yakın olduğu için eski şehir civarında çok sayıda otelde uygun fiyatlarla konaklamak mümkün. Biz Neretva Nehri kıyısında merkeze yakın bir aile işletmesinde konakladık. Temizliği, konumu ve fiyatı ile memnun kaldık. ‘Booking’ ve ‘airbnb’ aracılığı ile seçim size kalmış.

Hangi Mevsim Gidilir

Mostar’da Akdeniz iklimi hakim, ilkbahar, sonbahar ve haziran aylarında daha rahat dolaşılabilir. Temmuz ve ağustos ayları hem çok sıcak hem çok kalabalık olabilir. Kış aylarında rahatça gezebilmek için hava biraz sert gelebilir.

Kısa Tarihi

Mostar’da yerleşim tarihi çok eskilere gitmemektedir. Romalılar bir dönem bu topraklarda koloni halinde bulunsa da sürekli yerleşim olmamıştır. Mostar’ın adı ilk kez 1452 yılında bir Dubrovnik belgesinde geçer. Osmanlı İmparatorluğu 15.yy’nın ikinci yarısında Bosna Hersek Bölgesini Osmanlı topraklarına katmasından sonra şehrin stratejik önemi artar. 1878 yılında Avusturya Macaristan İmparatorluğu bölgeyi sınırlarına dahil edene kadar 400 yıl Osmanlı hakimiyetinde kaldı. 1918 yılında Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun yıkılması sonrası önce Sırp Hırvat Sloven Krallığı’na sonra Yugoslavya Krallığına bağlandı Mostar. 1945- 1990 yılları arasında Yugoslavya Federe Devleti’nin altı federe devleti arasında olan Bosna Hersek sınırları içinde kaldı. 1992 yılında Yugoslavya’nın dağılması sonrası Bosna Hersek iç savaşında 1992-1995 yıllarında Mostar şehri bombalarla yıkıldı. Şehirden çok sayıda göç oldu. Ancak 2000 yılından sonra şehre Müslüman Boşnaklar ve Hırvatlar yerleşti. Sırpların çoğunluğu şehri terk etti. Bugün nüfusun % 50’sinden fazlası Boşnaklardan oluşmaktadır. 

Gezelim Görelim

Mostar Saraybosna ile Adriyatik kıyısı arasında bir geçiş noktası. Şehir nehrin iki kıyısına kurulmuş, çok geniş bir alana yayılmıyor.

Şehir merkezindeki birçok yer bir günde rahatlıkla gezilebilir. Dubravnik ve Saraybosna’dan günübirlik gezilebilir. Ancak Mostar gezisinde sadece şehir merkezini değil çevreyi de gezmek için en az bir gece konaklanmalı. Biz Dubrovnik’ten erken yola çıktık, yol üzerinde önce Kraviçe Selaleleri’ni, sonrasında yine yol üzerinde Balağay Tekkesi’ni ziyaret ettik. Mostar’a akşam üzeri ulaşıp kısa bir şehir turu sonrası ünlü restoranlarından birinde yerel kebaplarını, yemeklerini tattık. Ertesi gün Mostar’ın tüm gezilecek yerlerini tamamladıktan sonra Saraybosna’ya hareket ettik. Bu bölümde öncelikle şehir merkezini gezelim, sonrasında çevredeki güzelliklerden söz edelim.

Mostar Köprüsü

Mostar’ın simgesi Mostar Köprüsü ile başlıyoruz gezimize. Önce bir sonraki köprüden gece ve gündüz fotoğrafını çekiyoruz bu tarihi de, hikayesi de özel köprünün. Köprü üzerinde yürüyüp, suya atlayanları da izleyeceğiz. 

Mostar Köprüsü’nün gece ve gündüz muhteşem fotolarını bu köprüden bir önceki köprü olan Liman Köprüsü’nden çektik. 1913 yılında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminde yapılan köprü doğal olarak Mostar Köprüsü’nün gölgesinde kalıyor. Ancak özellikle gün batımında en güzel köprü fotolarının bu köprüden çekildiğini söylemeliyim.

Neretva Nehri şehri doğu ve batı yönünde ikiye bölüyor. Doğu yakasında müslümanlar, batı yakasında Sırplar ve Hırvatlar yaşamış tarih boyunca.

Mostar köprüsünün yerinde daha önce doğu ve batı kıyısını bağlayan bir tahta köprü bulunuyormuş. Boşnakça adı Stari Most olan köprü 1557-1566 yılları arasında,   Kanuni Sultan döneminde Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayrettin tarafından yapılmış. Köprü 30 metre uzunluğunda, 4 metre genişliğinde ve 24 metre yüksekliğinde. Bu muhteşem görünüşlü kemerli taş köprü Bosna Hersek’in bağımsızlık savaşında gördüğü hasar ile tüm dünyanın dikkatini çekmiştir. Tarihi köprü önce Bosnalı Sırpların saldırısına uğramış, 1993 yılında da Hırvatlar tarafından tahrip edilmiş. Bu saldırılarla yıkılan köprü Avrupa Kalkınma Bankası, İtalya, Hollanda, Hırvatistan ve Türkiye’nin desteği ile 2004 yeniden yaptırılmış. Mostar Köprüsü 2005 yılında UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yerini almış.

Bu arada Savaş ve Soykırım Müzesi’nde sergilenen Mostar Köprüsü’nün savaşta aldığı hasarın fotosu da içimizi burkuyor.

Mostar Köprüsü her daim kalabalık, şehre gelenlerin öncelikle bu tarihi köprüden geçtikleri açık. Tam köprünün üzerinden geçerken köprüden suya atlayan bir genç gördük. 20 metreden yüksek olan köprüden, nehrin serin sularına atlamak 1600’lü yıllardan kalan bir gelenek imiş. Evlilik çağındaki gençler cesaretlerini göstermek için atlarlarmış bu yüksek köprüden. Günümüzde ise daha çok turistik amaçlı atlayışlar yapılıyormuş. Atlayış yapan genç önce para toplayıp sonra bu gösterisini yapıyor.

Turistler arasından da atlayış yapmak isteyenler köprünün yanındaki Bridge Diver Club’dan eğitim alıp atlayışını gerçekleştirebilmekte ve atlayış yaptığını gösteren sertifikasını da alabiliyor. Ayrıca ağustos sonu eylül başında Red Bull’un Cliff Diving etkinliğinde Mostar Köprüsü’nden atlayışları izleme şansınız da bulunmakta. 2023 yılında etkinlik 9 Eylül’de düzenlenmekte.

Eğri Köprü

Mostar Köprüsü’nün 150 metre kadar ilerisinde Mostar Köprüsü’ne benzer ancak daha küçük boyutlu bir taş köprü karşımıza çıkıyor. Eğri Köprü  Neretva Nehri’ni besleyen Radobolja Deresi üzerinde yapılmış. 1558 yılında tamamlanan köprü Mostar Köprüsü inşa edilmeden önce minyatürü yapılmış gibi düşündürüyor. Restoranların arasında dere üzerindeki köprü bölgeye ayrı bir hava katıyor.

Karagöz Bey Cami

Uzun yıllar Osmanlı toprakları olan Mostar’da doğal olarak karşımıza tarihi camiler de çıkıyor.

Karagöz Bey Cami devasa kubbesi ve minaresi ile Mostar’ın en büyük camisi. Cami Osmanlı döneminde 1558 yılında bir Katolik kilisenin temellerinin üzerine  yapılmış. Cami, medrese, kütüphane ve bahçede bir şadırvan bulunmakta. Caminin içi arabesk boyamalar ve hat sanatı ile süslenmiş. Süslemelerde Arap ve Osmanlı sanatının etkileri görünürken, Bosna ve Hersek’e özgü çiçek, nar, üzüm, selvi gibi motiflerle bezenmiş.

Caminin şehrin her yerinden görünen 35 metre yüksekliğindeki minaresine 94 basamak ile çıkılmakta. Camiye giriş ve minareye çıkış ayrı ayrı ücrete tabi. Biz kapıya yaklaştığımızda kapıdaki görevli genç nereli olduğumuzu sordu. Türk olduğumuzu söyleyince siz müslümansınız ücretsiz girin hatta minareden görüntüyü kaçırmayın diye teklifte bulununca şehrin en yüksek noktasına tırmanmaktan kendimiz alamadık.  Doksan dört basamak çıkmak kolay olmasa da Mostar’ın tümünü ayaklarımızın altında görmek ve fotoğraflarımızı çekmek tüm yorgunluğumuzu unutturdu.

Koski Mehmet Paşa Cami

Koski Mehmet Paşa Camii 1618 yılında inşa edilmiş, tek kubbeli, sade Osmanlı mimarisini yansıtan tarihi bir cami. Camide Avusturya-Macaristan İmparatoru Franz Joseph’in hediye ettiği halılar bulunmakta. Bu caminin minaresinden de Monstar’ın panoramik manzarası güzel bir görüntü sunmakta. Camiye giriş ve minareye çıkış ücretli. Biz sadece kapıdan göz attık. Cami iç savaş sırasında zarar görmüş, 2001 yılında yenilenmiş.

Savaş ve Soykırım Müzesi 1992-1995

Mostar’da birden çok ilginç müze var. Ancak genel olarak şehre sınırlı zaman ayrıldığı için hepsini görmek mümkün olamıyor. Biz gezdiğimiz şehirlerde bir tarih müzesi veya arkeoloji müzesi gezmeyi tercih ediyoruz. Mostar’da ise çok daha ilginç bir o kadar da hüzünlü müzeyi gezdik.

1992-1995 yılları arasında Hırvatların, Müslüman Boşnaklara karşı yaptıkları kıyımları fotoğraflarla, savaş mağdurlarından kalan eşyalarla anlatıldığı müzeden yaşlı gözlerle ayrıldık. Mostar ve Saraybosna’nın acılı öyküsü bu müzelerde ve mezar taşlarında vücut buluyor.

Bakırcılar Çarşısı -Kujundziluk Pazarı

Osmanlı döneminde şehir iki bölüm olarak planlanmış. Çarşı olarak adlandırılan el sanatları ile uğraşan ustaların atölyeleri, dükkanları ve ticari faaliyetlerin yürüdüğü alan ve halkın yaşadığı mahalle olarak. Mostar geniş bir alana yayılan tarihi çarşı sokaklarında dolaşmak, otantik dükkanlardan alışveriş yapmak ve çarşıdaki yine yerel kafelerde oturmak şehir gezimizin bir parçası. Zaten çarşı da eski köprüye ulaşmaya çalışırken karşımıza çıkıyor. Daha çok turistlere yönelik dükkanların bulunduğu çarşıda şehre özgü hediyelik eşyalarınızı seçebilirsiniz.

Tara Kulesi

Mostar Köprüsü’nün iki yanında Tara Kulesi ve Halebiye Kulesi yer almakta. İki kule gözetleme kulesi olarak yapılmış. Tara Kulesi bir dönem hapishane ve mühimmat deposu olarakda kullanılmış. Günümüzde müze olarak kullanılıyor en üstü katından şehir manzarası da seyredilebiliyor. Biz şehri minare tepesinden seyrettiğimiz için Tara Kulesi’ne tırmanma isteği duymadık. Müze tercihimizi Savaş ve Soykırım Müzesi’nden yana kullandığımız için bu müzeye ayıracak zaman bulamadık.

Halebiye Kulesi’nde de İç Savaşta yaşanan acıları fotoğraflayan bir gazetecinin fotoğrafları sergileniyor.

Mostar Barış Çan Kulesi

Barış Çan Kulesi Mostar’ın en yüksek binası 107,2 metre yükekliğinde. Şehrin Hristiyan tarafında bulunan Katolik Kilisesi 1866 yılında Osmanlı döneminde yapılmış. 1992 yılında savaş sırasında yıkılan kilise 2000 yılında tekrar yapılmış.

Tarihi Mostar Evleri

Mostar’da tarihi Osmanlı evlerini ziyaret etmek mümkün. Bu evlerden en eski olanı Mostar Köprüsü’nden de önce 1520 yılında yapılan, Mostar Kadısı Kaytaz’ın evi. Ev Osmanlı döneminde mahkeme binası olarak da kullanılmış. Ayrıca iki Türk evi bulunuyor. Muslibegovic Evi ve Bisçeviç Evi. Biz tarihi bir Türk Evi görme kararlılığı ile Muslibegovic evini arayıp bulduk. Kapıdaki bir görevli binanın otele çevrildiğini, o anda da açık olmadığından içeriye alamayacağını söylediği için ancak dışarıdan fotoğraf çekebildik.

Mostar şehir içi gezimizi güneşli, güzel bir haziran gününde keyifle yaptık. Geniş bir Balkan coğrafyasını kapsayan 15 günlük gezimizde özellikle Mostar bizi hüzünlendirdi. Bir yandan tarihi köprünün yeniden yapılmasına sevinirken, diğer yandan Savaş ve Soykırım Müzesi’nde kayıplardan kalan ve sergilenen objeler, fotolar ve kurşun izleri üzerinde binalar savaşın acılarını hatırlattı.

Kravica Şelalesi

Mostar’ın küçük bir şehir olduğunu ve tüm şehri bir gün içinde gezmenin mümkün olduğunu belirttim yukarıda. Ancak Bosna Hersek ülke gezisinde bizim gibi bu doğa harikası Kravica Şelalesi’ne zaman ayırmanızı öneririm.

Kravica Selalesi’nde 25 metre yükseklikten köpürerek akan bembeyaz sular, döküldükleri yerde zümrüt yeşili doğal bir havuz oluşturuyor. Bu doğal havuzda keyifle yüzenler, tekne ve kano ile gezenler suların keyfini çıkartıyorlar. Şelalenin karşısında oturacak yerlerde sıcak soğuk içeceklerden cevabi köfteye kadar yerel yemekleri tadabiliyoruz. Biz şelalede yüzemesek de yeşilin ve suların verdiği serinlikle şelaleye karşı oturup, bir şeyler atıştırdık.

Bu serinleten cennete yerli halk da turistler de ilgi gösteriyor. Güneyden Mostar’a gelenler uğramadan geçmemeli bu güzelliği. Bu arada Kravica şelalelerine girişin ücretli olduğunu da belirtelim.

Güneyden Dubrovnikten ve Karadağ’dan özel araba ile gelenler için zaten yol üzerinde şelale. Önce Saraybosna’ya uğrayıp sonra Mostar’a gelenler için ise Mostar’dan ulaşılabilecek bir uzaklıkta. Kravice Mostar’a 43 km uzaklıkta ancak yol bir saat sürüyor. Kraviçe Bosna’nın en çok turist çeken yerleri arasında.

Kraviçe’ye ulaşıma gelirsek buraya toplu ulaşım bulunmamakta. Özel araba veya kiralık arabanız yok ise Mostar’dan 35-40 Euro’ya günlük tur alınabilir. Ya da 80-100 Euro’ya taksi tutulabilir. Ancak yalnız seyahat eden gezginler için Mostar’dan otobüs ile Ljubuski ve Citluk’a gidip daha kısa mesafe için taksi tutulabilir.

Balagaj Tekkesi

Balagaj Tekkesi, Neretva Nehri’nin bir kolu olan Buna Nehri’nin kaynağındaki su altı mağarasının yanına kurulmuş tarihi bir tekke. Bektaşi dervişlerin kurucusu olduğu tekke 1520 yılında yapılmış. Bektaşiler bölgede müslümanlığın yayılmasında önemli rol oynamış. Daha sonraki yıllarda değişik tarikatlara hizmet eden tekke içinde ibadethane, türbeler ve misafirhane bulunmakta. Daha önceki yıllarda ücretsiz gezilen tekke ücret karşılığı gezilmekte. Biz türbenin içine girmedik ancak Buna Nehri’nin kenarındaki kafede kahve eşliğinde dik kayalıkların arasından doğan nehrin manzarasını seyre daldık.

Yeme İçme

Mostar’da çok sayıda lezzetli yemeklerini tadabileceğiniz restoranların yanısıra kafe ve barlar da bulunuyor. Biz de kaldığımız gece özel yemeklerini tatmak istedik. Restoranlar turistik bölgede birbirine yakın, fiyatlar makul. Biz evsahibimizin önerisi ile Şadırvan Restoranı tercih ettik.  Kebapların yanı sıra Boşnak dolmasını da tattık. Hem manzarası hem lezzetli yemekleri ile ünlü birkaç restoran ismi yazayım, siz gönlünüze göre seçebilirsiniz. Şadırvan gibi Hindin Han, Lagero, Babilon daha çok tercih edilen restoranlar arasında. Bu arada Boşnak böreklerinin de tadına doyulmadığını belirtmeliyim.

Gece klübü ve kafe arayanlar için de yine manzaralı ve canlı müzikli yerler yine aynı bölgede. Mostar Pub, Spago Pub, Beer Ti&Ja, Black Dog Pub populer yerler arasında sayılıyor.

Mostar küçük bir şehir olduğundan bir gece konaklayarak bir buçuk gün içerisinde çevresi ile birçok yerini görmeye çalıştık. Tabi yapamadıklarımız oldu, Mostar’ın en güzel parkı Zrinjevac Parkı’nı gezemedik.

Son Söz

Balkan gezimizi planlarken sadece Mostar Köprüsü’nü görüp geçeceğimiz bir şehir olarak kafamızda canlandırdığımız Mostar bize çok daha renkli bir resim çizdi. Sıcak, sevimli ve Osmanlı izleri ile yaşayan şehir, çevresi de doğal güzellikleri ile  adım adım gezilecek bir yer.

 

Seul Gezi Rehberi – Teknoloji ve Tarihin Harmonisi

Güney Kore Doğu Asya’nın en doğusunda, Kore Yarımadası’nın güneyinde 51 milyondan fazla nüfusu ile gelişmiş bir ülke. Başkent Seul çevresi ile dünyanın en büyük metropolleri arasında yer almaktadır. Ülke nüfusunun yarısından fazlasının yaşadığı Seul ülkenin can damarı, sanayi, ticaret ve finans merkezi.

Ülke 20. yy’da işgaller, savaşlar ve siyasi, ekonomik istikrarsızlık içinde dönemler geçirse de, bugün dört Asya kaplanı ülkesinden biri ve Doğu Asya’nın yükselen yıldızı. Yüksek büyüme hızı, sanayileşme, teknolojik ürünlerde öncülüğü yanı sıra kültürel olarak dış dünyaya tanıtımı da çok başarılı. Kore drama dizileri ve K-Pop müzik alanındaki yatırımları ile de tüm dünyada  bilinen merak edilen bir ülke.

Güney Kore, ülkemizde adı çok duyulan hep sempati ile düşündüğümüz uzaklarda bir dost ülke. Bu kadar uzaklığa karşın, Güney Kore ile   yakın ilişkilerimizin tarihi 1950’lere gitmekte. 1950 yılında Güney Kore ve Kuzey Kore arasındaki savaşta Birleşmiş Milletler Savaş Gücü askerleri arasında yer alan Türk askerleri üç yıl savaştı bu topraklarda. İngiltere’den sonra en çok şehit veren Türkiye, bu bedelin karşılığı Nato üyesi olarak kabul edildi.

Bu tarihi dostluk filmlerle, belgesellerle, öykülerle bu güne kadar korundu. Ancak Kore bize göre tam anlamı ile dünyanın bir ucu. Gidip, gezip geleyim diyebilecek bir coğrafyada olmasa da, yine de niçin Kore’ye gitmeliyim sorusunu cevaplayalım. 

Niçin Kore’yi Görmeliyiz:
  • Farklı bir ülke, farklı bir kültür
  • Tarihi ilişkiler, 1950’lerde Kore için savaşmaya giden Türk askerlerinin anıları, şehitlerin mezarları gezilebiliyor
  • Başkent Seul bir yanda, modern gökdelenler arasında saraylar, tapınaklar, sokak yemekleri ile çok renkli bir ülke
  • Güney Kore’den Japonya’ya ulaşım kolay, Türkiye’den o kadar yol gidince Japonya gezisi ile hem benzer hem farklı iki kültürü tanımak mümkün
  • Seul bir metropol, ancak kalabalık nüfus yormuyor. Konfüçyüs öğretilerini uygulayan Kore  halkı çok sakin, kibar ve saygılı. Güvenli bir ülke. 
  • Kore mutfağı Uzak Doğu’nun en lezzetli tatlarını sunuyor.
  • Türk vatandaşlarından 90 güne kadar vize istenmiyor

Seul gezi rehberi yazımıza başlamadan Güney Kore yolculuk kararımın nedenini yazmalıyım. Uzak Doğu ülkelerine merakım tam 10 yıl önce başladı. 2013 yılında Uzak Doğu’da ilk adım attığım mistik, farklı, fakir, kaotik, kalabalık ancak çekici ülke Tayland benim Uzak Doğu maceramın ilk fişeği oldu. Sonraki yıllarda nerede ise her yıl bizim kış mevsimimiz, Uzak Doğu’nun en güzel mevsiminde bu ülkeleri gezmeye başladım. Bu ülkeler; Myanmar, Nepal, Hindistan, Sri Lanka, Kamboçya, Vietnam, Filipinler, Tayvan ve Çin şeklinde sıralandı. Gezdiğim ülkelerin kültürleri, dinleri, tarihleri, halkları batı uygarlığından farklı, Tayvan ve Çin’in dışında, genellikle halkı fakir ancak saygılı topraklar idi.

Güney Kore ve Japonya bu yıllar arasında öncelikli ülkeler listeme girmemiş idi. Uzak Doğu’da birçok ülkeyi gördükten sonra sıra Asya kıtasının en doğusu ve en gelişmiş iki ülkesine geldi. Bu iki ülkeye bugüne kadar uzak durmamın ilk nedeni; iki ülkenin de diğer Uzak Doğu ülkelerine göre (Tayvan dışında) çok daha gelişmiş olmaları, gökdelenlerle kaplı başkentleri ile mistik doğu kültüründen uzaklaştıklarını düşünmem idi. Diğer bir neden ise şüphesiz iki ülkenin, özellikle Japonya’nın dünyanın en pahalı ülkeleri arasında sayılması idi. Yine de Uzak Doğu’nun bu iki özel ülkesini görme zamanı geldi diyerek, en güzel mevsim ilkbaharda, sakura mevsiminde iki ülkeyi programımıza aldık.

Güney Kore gezimiz başkent Seul ile başladı, güneydeki liman şehri Busan da ikinci şehrimiz oldu. Busan’dan gemi ile Japonya Fukuako Limanı’na geçerek Japonya’da gezimize devam ettik. Üç haftalık gezimizin bir haftasını Güney Kore’ye ayırdık.

Güney Kore Kısa Tarihi 

Meraklısına: Bu bölüm ülke tarihini merak edenler için eklenmiştir. İsteyenler bir sonraki bölüme atlayabilirsiniz.

Kore yarımadasına yerleşim M.Ö 3000’li yıllara kadar uzanmakta. Yarımadada M.S 918 yılında kral Wang Kon krallıkları bir araya toplar ve Koryo Hanedanlığı’nı kurar. İngilizcede kullanılan Korea adı da bu hanedanlıktan gelmekte. 1392 yılından 1910 yılına kadar 500 yıl, Choson Krallığı ile ülkede politik ve kültürel olarak bağımsız bir dönem yaşandı. 16.yy sonlarından 19. yy’a kadar ülke dış dünya ile ilişkilerini de sınırladı. Ancak 19.yy’da Kore içe kapalı politikalarını değiştirerek, Birleşik Krallık, Fransa ve ABD ile diplomatik ve ticari ilişkiler kurma çabalarına girişti.

Ülke diğer ülkelerde ilişkilerini arttırırken, ülkeyi çevreleyen üç büyük devlet, Japonya, Rusya ve Çin  Kore topraklarına hakim olmak istedi. Japonya 1910 yılında Kore’yi işgal etti. Kolonial dönemde Kore sanayileşmede ileriye gitse de  kendi kültürlerini ve dillerini koruma konusunda Japonların baskısı altında kaldı. II. Dünya Savaşı sırasında da Kore  Japonya’nın yanında savaşmaya zorlandı.

Japonya’nın 1945 yılında, II. Dünya Savaşı’nda  yenilmesi ile sömürge olmaktan kurtulan Kore farklı bir senaryo ile karşılaştı. ABD ülkenin 38.paralelden ikiye bölündüğünü ilan ederek adanın güneyini işgal etti.  Sovyetler de kuzeydeki topraklara girdi. Güneyde başkenti Seul olan Kore Cumhuriyeti, kuzeyde ise başşehri Pyongyang olan Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti kuruldu. 1950’de Güney Kore’nin tam bağımsız ilanına Sovyetler Birliği ve Çin’in karşı koyması sonrası Kore Savaşı başladı. Amerika ve Birleşmiş Milletler kuvvetlerinin desteği ile 1953 yılında savaşı Güney Kore kazandı. Yarımada da 38. paralelden sınırları ayrılan iki ülkeye bölündü. Tabi bu savaş 2,5 milyon can kaybına yol açtı.

Savaş sonrasında ABD, Güney Kore’ye politik, askeri ve ekonomik destek verdi. 1960-1970 arasında askeri yönetim altında olan Güney Kore’de ekonomik büyüme ve sanayileşme hızlandı. Kore öncelikle eğitim, ekonomi ve kültürel alanda çok yol kat etti. 1945 yılına kadar 40 yıl Japon sömürgesindeki ülke, 1950’lerde 3 yıl süren ve ağır kayıplarla sonuçlanan Kore Savaşı sonrası 1960’larda Asya’nın fakir ülkesi görünümünde idi. Demokratik yönetime  geçişte sıkıntılar yaşayan Güney Kore iki askeri darbe, iki başkanın ömür boyu başkanlık için rüyaları ile demokratik yönetime, insan haklarına verdikleri zararlar, üç kez parlamento feshi ile siyasi istikrarsızlıkla mücadelelerinin yanında 1990’ların  ekonomik krizini de ağır geçirdi.  Ancak bugün ülke teknoloji ve sanayide dünya üzerinde söz sahibi ülkeler arasında yer almakta. Kore milli gelir artışı ile Asya’nın en hızlı büyüyen ekonomisi, dünyanın da 10. büyük ülkesi. Son yetmiş yılda az gelişmiş bir ülkeden yüksek gelirli gelişmiş bir ülkeye dönüşen Kore bir mucize gerçekleştirdi. Ülkede karma ekonomi ile planlı ihracata dayalı büyüme modeli uygulamaktadır.

Bugün Güney Kore Doğu Asya’nın Japonya ve Çin’den sonraki  en güçlü devleti haline geldi. 

Ulaşım

Başkent Seul’a THY ve Korean Airlines’ın direk seferleri bulunmakta. İstanbul-Seul arası 10 saate yakın sürmektedir. Bu iki havayolu dışında diğer havayollarında aktarmalı uçuşlarda uygun fiyatlı biletler bulunabilir. Biz Etihad Havayolları’ndan mart sonundaki uçak biletimizi uçuştan 5 ay önce  çok uygun fiyat  ile aldık. Gidiş Abu Dhabi dönüş Singapur aktarmalı idi uçuşlarımız. İlkbaharın turistlerin talebinin en yüksek olduğu dönem olmasına rağmen biletleri erken almanın avantajını kullandık, uçuş tarihimize yakın fiyatlar tam iki katına ulaşmıştı.

Biletimizi Seul gidiş, Tokyo dönüş olarak aldık. Seul’den direk Tokyo’ya uygun fiyatlı uçuş bulmak mümkün iken, biz Japon Denizi’nden gemi ile Japonya’ya geçmek istedik.  Güney Kore gezimizde sadece Seul ile sınırlı kalmaması için güneydeki, ülkenin ikinci büyük şehir Busan’ı programımıza aldık. 

Şimdi gelelim özel olarak Seul içi ulaşıma. Seul’de tüm uluslararası uçuşlarda Incheon Havaalanı kullanılmaktadır. Havaalanından yaklaşık bir saat uzaklıktaki şehir merkezine ulaşımın birden çok yolu bulunmakta, bilet fiyatına ve yolculuk süresine göre tercih sizin olacak.

İki çeşit tren karşınıza çıkacaktır. All stop train ve  express train. İki tren ile de Seul Tren İstasyonu’na kadar gidebilirsiniz. Birincisi birden çok durakta durarak, 60 dakikada merkeze ulaşıyor, 5-10 dakika sıklıkla hareket ediyor, fiyatı 4.150-4750 KRW arasında. Express train ise 20-40 dakika arasında hareket ediyor, 40 dakikada şehre ulaşıyor, fiyatı ise diğer trenin iki katı civarında, 9.500 KRW.

Otobüs; Havaalanında diğer seçenek, bizim de tercih ettiğimiz otobüs. Öncelikle hemen havaalanı çıkışta kredi kartı ile biletinizi alabiliyorsunuz. Fiyatı çok uygun 5.000 KRW ödedik, ayrıca son derece rahat koltukları olan bir otobüse az sayıda turist bindik. Çoğunluk treni tercih etmiş belli ki. Otobüs ile ulaşım trene göre daha uzun, ineceğiniz durağa göre 60-80 dakika sürmekte. Biz otelimizin konumuna göre otobüsten hangi durakta ineceğimizi önceden çalışmıştık. Otobüse binerken şoföre haritada durağımızın ismini gösterdik, Şoför durağa ulaşınca bizi uyardı, biz de bavulumuzu çeke çeke durağa yakın otelimize kolaylıkla ulaştık.

Diğer bir seçenek de taksi, birden çok kişi iseniz değerlendirilebilir. Dört ayrı tür taksi standarttan, vana kadar değişiyor. Türüne göre değişebilir fiyatlar, aslında taksi çok pahalı değil, biz şehir içinde kısa mesafelerde çok kullandık, ancak havaalanında tren ve otobüs seçenekleri arasında ısrarla taksi aramak istemeyebilirsiniz bizim gibi.

Gelelim şehir içi ulaşıma. Şehir içi ulaşım için Seoul City Pass kartları alabilirsiniz. Seoul City Pass

Tmoney card alıp para yükleyerek tüm toplu ulaşım araçlarından yararlanabilirsiniz. Kart için başta 2500 Won ödeniyor, sonrasında kullanımınıza göre kiokslarda ve bazı dükkanlarda kartınıza para yükleyebilirsiniz. Biz Seul’de metroyu az kullandığımız için bu kartı kullanmadık, ancak Busan’da bu kart ile çok rahat yolculuk yaptık.

Seul metro sistemi çok gelişmiş, her türlü ulaşımınızı metro ile yapabilirsiniz.  Seoul Metro Uygulaması

Biz son güne kadar metro kullanmadık. Konaklama bölümde bahsedeceğim gibi, konaklama yerimizi dikkatli seçtik ve görmek istediğimiz birçok yere yürüyerek ulaştık. Arada da taksi kullandık. Biz kocaman metropol Seul’u küçük ve sevimli bir şehri gezer gibi gezdik.

Bu arada Seul geziniz için telefonunuza KakaoMap uygulamasını indirmenizi de önermek isterim. Tüm gezilecek yerler ve popüler restoranlar, kafeler için bu uygulama ‘Googlemaps’e göre daha doğru yönlendiriyor.

Konaklama

Seul gibi büyük ve çok renkli bir şehirde konaklanacak bölgeyi kendi ilgi alanlarınıza, en çok nerelerde zaman geçirmek istediğinize göre seçmek daha doğru olabilir. Önce bölgeleri tanıyalım. Myeongdong:  Bol alışveriş yapmak, eğlence parklarında zaman geçirmek, şık kafelerinde, restoranlarında, aynı zamanda da sokak yemeklerinde de değişik lezzetler tatmak istiyorsunuz tercih edilecek popüler bir bölge.

Hongdae: Hongik Üniversitesi civarında, eğlenceli, genç nüfus ağırlıklı, yine kafeleri, restoranları ve uygun fiyatlı konaklama imkanı olan bir bölge Itaewon: Bu bölge de çok sayıda alışveriş merkezleri, uluslararası restoranları ve gece hayatı için canlı bir bölge

Insadong: Gelelim bizim konakladığımız bölgeye. Turistler için öncelikle görülecek saraylar, tarihi alanlar arasında olan, bu yerlere yürüyerek kolaylıkla ulaşılacak bir bölge. Yine şık ancak geleneksel dükkanlar, butikler, kafeler restoranlar da ulaşılacak mesafelerde. Biz üç gün boyunca bir çok yere yürüyerek ulaştık, Seul Tower gibi daha uzak yerlerde de taksi kullandık. Yürüyerek çok yere kolaylıkla ulaşıp, gökdelenler ve AVM’ler arasında kaybolmadığımız için bizim gözümüzde Seul çok sevimli bir şehir olarak kaldı.

Vize

Birçok blogda Türk vatandaşları için Kore vize istemiyor yazısı görebilirsiniz. Aman dikkat, Eylül 2021 tarihinden itibaren Kore için farklı bir şekilde vize uygulamasına geçilmiş gibi. Birçok ülkede uygulanan kapı vizesinden de farklı. Kore’ye uçmak için daha ülkeden çıkmadan online ETA formunu doldurup, 45 dolar ödeme yapıp onay beklemeniz gerekiyor. Onay iki gün içerinde dönüyor. Turlar ile gidenler acentalar tarafından bu konuda uyarılıp, form doldurma işini daha önce yapabilirler. Ancak bizim gibi bireysel gidenler uçuş yapmak üzere check in yaparken bu uygulamayı öğrenip, uçak kalkmadan onay gelip gelmeyeceğini bilemeden heyecan yaşayabilirsiniz. 

Online başvuru linki aşağıda; 

Kore ETA Başvuru

Gezelim Görelim

Seul, Güney Kore’nin başkenti ve en büyük şehri. Seul 10 milyonluk merkez nüfusu, çevresi ile 26 milyona ulaşarak, dünyanın en büyük metropolleri arasında yer almaktadır. Ülkenin yarısından çoğu da bu şehirde yaşamaktadır. Ülkenin gelişmişlik düzeyinin artmasında en çok payı olan Seul şehri de son yıllarda çok daha fazla turist çeken bir şehir kimliğine kavuştu.

Gezginler için de Seul ilgi alanlarınıza göre çok şey bulabileceğiniz bir şehir. Bizim gibi daha çok ülke tarihi, kültürü, halkı, yaşam şekli ile ilgili iseniz saraylar, tapınaklar, müzeler sizi karşılıyor. Markalı ve teknolojik ürünler, hareketli gece hayatı, Kore lezzetleri sunan restoranlar, kafeler, temalı modern AVM ler öncelikleriniz arasında ise her birini fazlası ile bulabileceksiniz.

Seul gezimize kraliyet sarayları ve tapınakları ile başladık. Seul’deki tarihi tüm sarayları gezecek zamanınız olmayabileceğini düşünerek mutlaka görülmesi gereken iki sarayı paylaşacağım.

Saraylara geçmeden önce ‘Hanbok’ tan söz etmeliyim. Sarayların önünde geleneksel Kore giysileri ile dolaşanları görünce şaşırmayın. Biz şaşırmıştık. Nedenini öğrenince hemen Hanbok kiralayan bir dükkana girip yüzyıl öncesinin geleneksel Kore giysilerinden en beğendiğimizi kiralayıp, sarayları ücretsiz dolaştık. Sokaklarda bu kıyafetler ile dolaştık, bol bol fotolar çektik. Bu nedenle saraylarla Seul gezisine başlamadan linkteki yazımı okumanızı öneriyorum. ‘Hanbok’ Geleneksel Kore Giysisi ile Turistlere Unutulmaz Anlar

Changdeokgung Palace

Changdeokgung  Sarayı 1392-1897 yılları arasında Joseon Hanedanı tarafından yaptırılan beş saraydan biri. Saray 1405 yılında ana saray Gyeongbokgung Sarayı’ndan daha sonra yapılmış, daha küçük olsa da 45 hektarlık bir alanda 13 bina ve 28 bahçe pavilonları ile gösterişli bir saray.  Sarayın mimarisi ve dağın eteğinde bulunduğu doğal ortama uyumlu ve asimetrik yerleşimi ile farklı bir tarza sahiptir. Saray 1592 yılında Japon işgali sırasında çıkan yangında çok zarar görmüş. 1610 yılında restore edilmiş ve 270 yıl ülkenin son krallığına kadar ana saray olarak kullanılmış. Saray 1917 yılında yine yangında bazı bölümleri tahrip olsa da 1991 yılından sonra yapılan restorasyonlarla bugüne getirilip halka açılmıştır.  Saraylar içinde yine de en iyi korunmuşlar arasında yer alan saray, özellikli Kore mimarisi ve doğa ile uyumlu konumu ile 1977 yılında Unesco Dünya Mirasları Listesi’nde yerini almış.

Sarayın görülmesi gereken bir bölümü de ‘Secret Garden’. Saray giriş sadece 3000 KRW iken gizli bahçe eklenirse 8000 KRW’ye yükseliyor ücret. Biz baharda sakura zamanında hem bu sarayı, hem gizli bahçeyi gezme şansına sahip olduk. Ayrıca yukarıdaki yazımda belirttiğim gibi geleneksel kıyafetleri ‘hankok’ ile gezince iki saraya da gizli bahçeye de bilet ücreti ödemedik. Gizli bahçe saatlerine göre rehberle gezilebiliyor. Bahçede yaşı 300 yıldan büyük 26.000 ağaç bulunuyor. Sakuraların açtığı dönemde sakura ağaçlarının önleri fotoğraf sırası bekleyen turistlerle çevrelenmişti. Doğal olarak biz de ilgimizi göz alıcı sakuralara yöneltince diğer özel ağaçları dikkatimizden kaçırdık gibi. Seul’da bu sarayları gezmek için en güzel zamanın özellikle ilkbaharda sakuraların açtığı ve sonbaharda yaprakların sarı, kırmızı renk dönüşümleri sırasında olduğunu belirtmeliyim.

Ancak bu arada Gizli Bahçe’de Josean Hanedanlığı döneminden kalma güneş saatinin yer aldığı gözümüzden kaçmadı.

Changdeokgung Palace, pazartesi günleri dışında 9.00-18.30 arası ziyarete açık. Bizim ziyaret ettiğimiz mart ayında saat 17.30 kapanış saatiydi.

Gyeongbokgung Palace

Gyeongbokgung Palace, Josean Hanedanlığı döneminde yapılan ilk ve en büyük saray. Seul’de mutlaka görülmesi gereken yerlerin ilk sırasında. Saray 1395 yılında inşa edilmiş, hanedanlık döneminde dört saray daha yapılsa da, Gyeongbokgung Palace hanedanlığın ana sarayı olmuş.

Japon işgali zamanında tahrip olan sarayın yenilenmesi için Kore devleti önemli yatırımlar yapmıştır. Sarayın içinde Kore Ulusal Saray Müzesi ve Folk Müzesi de yer almaktadır.

Sarayın gösterişli Gwanghawamun Kapısı’ndan giriyoruz. Bu kapıda günde üç kez saat 11.00 -14.00 ve 16.00’da nöbet değişimi yapılıyor. Şanslı iseniz bu değişimi görüntüleyebilirsiniz. Bu arada üzülmeyin sarayın içinde de bu saatlerden birer saat önce yine üç kez nöbet değişim törenini izleyebilirsiniz. Biz şanslı turistler arasında idik ve kapıdaki nöbet değişimini yakaladık. Saray ve bahçesini çok keyifle ve hankoklarımız ile dolaştık.

Saray salı günleri dışında yaz döneminde 9.00-18.00 arası açık, giriş ücreti 3.000 KRW.

Bukchon Hanok Köyü

Seul gibi gökdelenlerle çevrilmiş bir metropolde önce şehrin ortasındaki saraylarda dolaştıktan sonra sırada şehrin göbeğinde bir köy vardı. Gitmeden önce gezeceğimiz yerleri okurken bir ulaşım aracı ile bu köye ulaşacağımızı düşünmüştük. Ancak Seul’de otelimizi tarihi bölgede ayırttığımız için Hanok Köyü’ne de yürüyerek ulaştık. Seul büyürken tarihi köy şehrin içinde kalmış, ancak bizdekinin aksine tarihi evleri ve dokusu korunmuş köyün,  turistlerin ilgisini çeken bir bölge yaratılmış.

Bukhan Hanok köyü Gyeongbok ve Changdeok Sarayları ve Jongmyo Tapınağı’na  yakın bir bölge. Joseon Hanedanı döneminde, 600 yıl önce asillerin ve üst düzey devlet görevlilerinin yaşadığı 900 Kore evi yer alan köy. Köyde 1920’lere kadar önemli değişiklik olmamış. Ancak 1930’larda devletin girişimi ile şehrin içinde geleneksel Kore mimarisi korunarak köy yenilenmiş.  Bugün bu evler müzelere, sanat merkezlerine, butik otellere, restoranlara, kafelere dönüştürülmüş. Dar sokakların arasında, vadide dolaşırken tarihi mimarisi, kapıları, çatıları, bahçe düzenlemeleri ile altı asır öncesinin sokaklarında  dolaşıyoruz. Hala bazı evlerde yaşayanlar olsa da artık bölge turistlerin özel ilgi gösterdiği bir alana dönüşmüş. Herhangi bir giriş ücreti olmayan Hanok Köyü, sokaklarında serbestçe dolaşacağınız, belirli evleri yakından görebileceğiniz, bahçesinde fotolar çekeceğiniz tarihi bölge. Seul gezisinin de olmazsa olmazlarından.

Jongmyo Shrine

Seul gezimizde önceliğimiz tarihi, geleneksel Seul izlerini aramak olduğu için Jongmyo Tapınağı’nı da gezilecek yerler listemize aldık. Hızlı Seul gezisi yapanların veya modern Seul gezenlerin görmeden geçeceği bir tapınak olabilir. Özellikle gezmeyi öneriyorum.

Jongmyo Tapınağı, günümüzde korunan en eski ve en otantik kraliyet Konfüçyüs Tapınağı. Tapınak yine Joseon Hanedanı döneminde 1394 yılında yapılmış ve ölen kral ve kraliçelerin anılmasına adanmış. Her mevsim ve yılın son ayı olmak üzere yılda beş kez atalarını anmak için törenler düzenlenirmiş.  Tapınak bugünkü hali ile 16.yy’da düzenlenmiş, eski kraliyet ailelerinin öğretilerini içeren tabletler de sergilenmekte. Günümüzde, mayıs ayının ilk pazar günü ve kasım ayının ilk cumartesi günü olmak üzere yılda iki kez   Joseon Hanedanlığını anma ritüeli müzik, şarkı ve dans eşliğinde yapılmaktadır. Bu dans ve müzik ritüeli Unesco Somut Olmayan Kültürel Mirasları arasında yer almaktadır.

Tapınak mimarisi ve bahçesi ve sergilenen eserler bizi en az saraylar kadar etkiledi.

Bongeunsa Tapınağı
  • Tripadvisor

Seul’de yine şehrin ortasında bu kez karşımıza renkli bir Budist Tapınağı çıkıyor. Tapınağın ilk yapılışı 794 yılına kadar gitmektedir. Joseon hanedanlığında bir dönem Budizm baskılanmış yerine Konfüsyanizm daha önem kazanmış. Bongeunsa 1550-1936 yılları arasında Kore’nin en önemli Budist Zen Tapınağı olarak yerini almış. 1936’dan sonra yangın ve savaşla birlikte zarar görmüş ancak 1941-1982 yılları arasında yapılan restorasyonlarla eski kimliğini kazanmış. Tapınakta ülkenin en yüksek taş heykeli olan ‘Maitreya –Future Buda’ heykeli yer almakta. Gangdam Bölgesinde, Starfield COEX Mall’ın yakınında yani gökdelenler arasında yer alan tapınak yine de sakin bir atmosfer sunuyor ziyaretçilerine.

Seul Tower

Seul’ün tarihi bölgelerinin en önemli yapıları, sarayları tapınaklarını gezdikten sonra modern Seul’e yüzümüzü dönme zamanı geldi. 

Seul Kulesi, Seul’un en yüksek noktasından tüm şehri kuşbaşı görebileceğimiz bir yer. Hele akşam üzeri güneş batarken doyumsuz bir manzara sunuyor. Namsan Dağı’na Radyo TV istasyonu olarak 1971 yılında yapılan, 236 metre yüksekliğindeki  kule bugün turistlerin ilgisini çeken bir nokta.

Kulenin cazibesini arttıran başka bir özelliği ise sonsuz aşk dilekleri ile çiftlerin ziyaret yeri olması. Seul Kulesi’nde çok sayıda aşk kilitlerinin kulenin birçok yerine asılmasının ötesinde ayrıca otomatik aşk kilidi makinesi konmuş tepeye. Çiftler aşk kilitlerini makineden alıp istedikleri yere astıktan sonra kilidin anahtarını Namsan Dağı’ndan fırlatıyorlar. Anahtarları bulunup aşk kilitleri açılamayacağı için aşklarının da sonsuza kadar süreceğine inanmaktalar. Kısaca Radyo TV istasyonu bugün turistler ve aşıkların özel ziyaret yeri.

Seul Kulesi’ne  Chungmuro ve Dongguk metro istasyonlarından geçen 1 numaralı Namsan Sunhwan Shuttle Bus ile ulaşılabilir. Ya da teleferik ile kuleye çıkabilirsiniz. Teleferik saatleri 10.00-23.00 arası tek yön 11.000 Won, gidiş dönüş 14.000 Won ücret ile çıkılabilir. Tabi teleferik ücreti biraz yüksek. Biz tek yön çıkmayı tercih ettik, dönerken dağdan merdivenlerle rahatlıkla inilebiliyor.

Kulede dört adet restoranda Seul manzarasına karşı akşam yemeği yiyebilirsiniz, ya da ayrıca bir bilet ile kulenin en tepesine çıkabilirsiniz. Biz kulenin en üst gözlem yerine çıkmadık, aşağıda şehir manzarası sunan geniş terasta güneşi batırmayı tercih ettik. Kule saat 10.00-23.00 arası açık, cumartesi günleri gece yarısına kadar kalabilirsiniz bu renkli alanda.

Namsan Dağı’nın en yüksek noktası tarihi olarak da ayrı bir yere sahip. Joseon döneminde uzun mesafeli haberleşme amacıyla kullanılan önemli noktalardan biri. Özellikle düşman kuvvetlere karşı ülkede beş yüksek dağdan gündüz duman gece ise ateş ile haberleşme sağlanmakta imiş. Namsan Dağı da sınır bölgelerden gelen haberlerin izlendiği ve haberleşmenin yapıldı bir dağ olarak kullanılmış tarih boyunca. Gözetleme ve haberleşme kulesi de restore edilmiş.

Myeongdong Alışveriş Bölgesi

Seul’un modern ve hareketli bölgesi Myeongdong. Dünya çapında alışveriş merkezleri ile pahalı bölge turistler için de ilgi çeken yerlerden biri. Gökdelenlerle kaplı ana caddelerdeki ünlü alışveriş merkezlerinin dışındaki ara sokaklarda daha uygun fiyatlı marketlerde de alışveriş yapabilirsiniz. Bu arada Kore’nin kozmetik ürünleri dünya çapında üne sahip. Çok sayıda sade kozmetik ürün satan mağazalar göreceksiniz. Biz bölgede dolaşırken mask isimli bir mağazaya daldık, güzellik ürünleri çeşitleri başımızı döndürdü ve hiç düşünmediğimiz halde ellerimiz kollarımız dolu çıktık. Hem dükkanlarda, hem tezgahlarda çok sayıda Kore’ye özgü yerel ürünler, hediyelik eşyalar da bulabilirsiniz. Şüphesiz teknolojik ürünlerin çeşitlerinin zenginliğini söylemeye gerek yok.

Ayrıca sokak aralarına akşam saatlerinde kurulan sokak tezgahlarında da zengin Kore mutfağının lezzetlerini tadabilirsiniz. Myeongdong metro istasyonunda inip çevreyi gündüz ve gece gezebilirsiniz. Biz gündüzleri tarihi bölgeleri gezip geceleri hareketli, canlı sokaklarda dolaştık. Ancak büyük AVM’lerde zaman geçirmek istemedik.

Nandaemun Alışveriş Bölgesi

Myeongdong Bölgesi’nde şık mağazalarda dolaşıp, bütçenize göre belki sınırlı alışveriş yapma şansınız olabilir. Buna alternatif olarak Nandaemun bölgesini mutlaka dolaşmanızı öneriyorum. Şehrin en büyük alışveriş alanı, çok çeşitli ürünleri daha uygun fiyatlı bulabilirsiniz. Günün her saati dolaşabilirsiniz, ancak akşam saatlerinde daha hareketli ve yine sokak yemeklerini tadabileceğiniz çok sayıda tezgahlar da sizleri bekliyor. Biz bir akşamımızı da bu bölgede geçirdik.

Bu arada daha geleneksel Kore ürünlerini bulabileceğiniz alışveriş bölgesi Insadong, yine alışveriş ve sokak lezzetleri tadılan bir bölge. 

Dongdaemun Design Plaza ve Park

Seul’un ilginç modern yapılarından biri neofuturistik kültür kompleksi. Dongdaemun Stadyumu 1920’li yıllarda ülke Japonya hakimiyeti sırasında yapılmış. Stadyum 2011-2014 yılları arasında günümüzde dünyanın en büyük üç boyutlu atipik yapısına dönüştürülmüş. Bina tarih ve kültür parkı olarak ziyarete açılmış. İçinde sanat galeri, müzeler, etkinlik alanları ile farklı bir yapı Dongdaemun Plaza.

Yeme İçme

Kore ve Japon mutfakları benim açımdan Uzak Doğu lezzetinin tavan yaptığı mutfaklar oldu. İlk Tayland’a gidişimde ürkek ürkek sokak yemeklerine bakarken, bu gezimde ne varsa tatmak istedim. 

Kore mutfağı zaten Uzak Doğu mutfağı içinde en bilinen lezzetli mutfaklar arasında. Öncelikle et ve balıktan zengin, doyurucu çorbalar sofralarda baş köşede. Lokantada  sofraya ekmek gelmediğinden doğal olarak pirinç ve sağlıklı kimchi yemeğin yanında. Kimchiyi bizim lahana turşusu olarak düşünebiliriz.

Kore et yemekleri de tadılacak illaki, hele lokantada masanın ortasına uzanan bacaları ile mangal yapmanın da tadına doyulmaz. Biz bazı restoranlarda masaların ortasındaki mangalları ve bacaları görünce bir akşam özellikle böyle bir restoranda yemek istedik. Restoranda menüdeki fotolara bakarak porsiyon olarak etimizi söyledik. Biraz sonra masaya etler yanında soslar ve yanında başka malzemeler geldi. Biz birisinin gelip bize servis yapacağını beklerken garson bırakıp gitti. Malzemelere bakakaldık. Bu arada yan masada bir genç bizim şaşkınlığımızı fark ederek masamıza yöneldi. Biz Seul’de ikinci gecemiz olduğunu, Kore mutfağını tanımadığımızı ve nasıl pişireceğimizi  bilmediğimizi söyledik. Kendi yemeğini bırakıp masamıza gelen gencin yardımı ile başardık etlerimizi pişirmeyi. 

Biz diğer akşam yemeklerimizde Nandaemun ve Myeongdong bölgelerinde sokakta yedik. Son derece temiz tezgahlarda (hiç Tayland’a benzemiyor), çok çeşitli yiyecekleri, görerek seçme şansımız olduğu için tercih ettik. İstakozundan, yengecine çeşitli deniz ürünlerinden, tatlılarına, atıştırmalıklarına birçok lezzeti tadabildik. Kore çeşitleri, baharatları hepsi çok lezzetli geldi. Biraz Uzak Doğu mutfağına alışan damak tadımın yanı sıra gerçekten Kore mutfağının da lezzetli olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Tabi kişisel olarak her gittiğim ülkenin yemeklerini tatmak gezi programlarımın bir parçası olduğundan her türlü yerel mutfak bana değişik geliyor.

Son Söz

Güney Kore modern ve geleneksel dokuyu çok güzel sentezleyen bir ülke. Başkentte tarihi sarayları, tapınakları, ülkenin asırlık değerleri korunmuş. Bugünün Seul’u ışıl, ışıl renkli neonlarla süslü, hareketli caddeleri, alışveriş merkezleri, eğlence parkları, restoranları, kafeleri, gece klübleri ile yaşayan bir şehir. Şehir tertemiz, büyüklüğüne rağmen düzenli, sakin, turistlere saygılı insanları, zengin mutfağı ile Seul gezilecek, görülecek şehir. 

Seul gibi bir metropolde beklentilerimizin üzerinde tarihi, kültürel, estetik eserlerle  karşılaştık. Kore için en güzel gezme mevsimi ilkbahar ve sonbahar. Biz  ilkbaharda çok keyifli dolaştık ülkeyi. Birçok turistik yerlerini gezebilsek de, ünlü gökdelenleri, AVM’leri, eğlence parkları, kafelerini ve modern sanat galerinin ve müzelerini de gezemedik. Seul üç geceden daha fazla zaman ayırmayı hak ediyor.  

 

 

 

 

 

 

 

Kozbeyli Köyü Gezi Rehberi: İzmir’in Güzel Köyü

Kozbeyli doğal güzelliği, otantik taş evleri, sakinliği ve İzmir’e yakınlığı ile son yıllarda daha çok ilgi gören bir köy…

Daha önceki yıllarda daha çok yurt dışı programları ile ilgileniyordum. İzmir Fotoğrafçılar Derneği ile gittiğimiz bazı köyler ile Anadolu köylerine ilgim arttı ve özel köyleri tanıtan yazılar yazmaya başladım. İzmir’de bir hafta sonu Foça’da balık yemek üzere çıktığımız yolda Kozbeyli Köyü’nü gezmeyi teklif eden bir arkadaşımızın önerisi üzerine Koybeyli yoluna saptık ve uzun uzun köyü gezdik.

Şimdi gelelim Kozbeyli köyüne; ne umduk ne bulduk…

Kozbeyli Köyü İzmir’e 60 km uzaklıkta, İzmir  Foça yolundan 5 km içeride yer almakta. Köy  500 yıllık bir tarihe sahip, Kuzubey isimli bir derebeyi tarafından korsanlardan korunmak amacı ile  bu yüksek coğrafyaya kurulmuş.

Köy aşağı ve yukarı mahalle olarak iki bölümden oluşuyor, yukarı mahallenin doğusu Rum mahallesiymiş. Ülkemizin nedense birçok bölgesinde olduğu gibi asıl güzel taş evler bu Rum mahallesinde. Rumlar Yörük Türklerden daha güzel evler yapıyorlar ve bakıyorlar diyebiliyorum rahatlıkla. Kozbeyli bir Türk köyü olarak kurulmuş daha sonra Rumlar da köye gelip yerleşmişler. Mübadele sırasında Rumlar köyden ayrılmış, yerlerine Yunanistan Limni Adası’ndan gelen Türk nüfus yerleştirilmiş. Son yıllarda da bir Ege köyünde sakinlik ve huzur arayanlar veya yazlarını bu bölgede geçirmek isteyenlerin ilgisini çekmiş Kozbeyli.

Köye girişinde denize hakim yüksek  bir noktada yer alan Kozbeyli Sofrası’nda, taş binada kahvaltı veya değişik kebaplar yemek mümkün. Biz o noktada duraklamadan bir an önce köye girmek istedik. Köy meydanında park için ayrılan yerde arabamızı bıraktık ve hemen Rum mahallesi sokaklarına daldık.

Sokağın girişinde yukarıda cami minaresini görünce yüksek ve manzaralı olacağını düşünerek o yöne doğru ilerledik.

Tam tahmin ettiğimiz gibi en yüksek manzaralı yerde küçük bir cami yer alıyor. Caminin tarihinin 1500 yıllara kadar gittiği ve iç yapısının da özgün olduğu belirtiliyor. Biz içeriyi göremedik, dışarıda çinili bir çeşme dikkat çekici ama ne kadar eski olduğu hakkında bilgi edinemedik. Genel olarak restorasyonun özenli olmadığını düşündürüyor. Caminin bahçesinde hortumlar, odunlar zorla tıkıştırılmış görünüyor.

Köyün en manzaralı görüntüsünü camiden çekebildim. Aşağıda yer alan geniş ovanın ucunda Ege Denizi görünüyor. Bu arada yine hakim yerde küçük bir kilise olduğunu ve yıkıldığını taşlarının başka inşaatlarda kullanıldığını okudum. Zaten o bölgede dolaşırken bu kadar güzel Rum evlerinin olduğu yerde mutlaka kilise olmalı diye düşünmüştüm.

Caminin yanında Kuzubeyi Kulesi ve  güzel ve bakımlı Rum evleri yer alıyor.

Kozbeyli Köyü’nün en önemli binalarından biri Çapkınoğlu Konağı ve Meyhanesi. Çapkınoğlu isimli bir Rum 1878 yılında köyün en güzel evini ve karşısına bir meyhane yaptırmış. Meyhanede Rum müzikleri ve İzmir şarkıları çalarken Foça Karası şarabı ikram edilirmiş.  Ünlü meyhane mübadele sonrası kapanmış ve yıllarca boş kalmış. Güzel olan bir şey 2014 yılında İzmir Valiliği ve Foça Belediyesi bu güzel binaları restore etmiş ve ziyarete açmışlar. Köyün böyle binaları tekrar kazanması 2000 yılından sonra turizme açılan köye ciddi bir yatırım olmuş.

Fotoğraf Foça Belediyesi’nin web sayfasından alınmıştır.

Yine tepeden aşağıya doğru yürürken bakımsız, yıkılmış ya da sağına soluna ekleme yapılmış evler karşımıza çıkıyor. Hadi evine bakamıyorsun maddi nedenlerle, yani boyanı da taş evlerin arasında pembe seçmek zorunda mıydın diye sorası geliyor insanın sokakta dolaşırken.

Köy zamanında su sıkıntısı olmayan, dağdan şırıl şırıl sular akan pınarlara sahip bir yer iken kötü kullanım ile su kaynakları, su yolları, künkler yok edilmiş. Kurumuş derenin yanından içimiz buruk geçtik.

Deredeki suyun mevsim nedeni ile kurumadığı belli çünkü hemen dere kenarında hayvan beslemek için barınak kümes yapılmış.

Gelelim meşhur dibek kahvesine. Köyün isim yapmasında önemli yeri olan Şakir’in Dibek Kahvesi. Köyün meydanında 180 yıldan daha uzun süredir kahve olarak kullanılan taş binada hizmet veriyor. Kahvenin işletmecisi Şakir 1994 yılından beri dibekte kahve yapıyor. Dibek kahvesi  yapmak için kahve modern yöntemlerde değil, dibekte dövülerek öğütülüyor. Kahvenin dövüldüğü  dibek de 100 yıllık. Kahvenin iç dekorasyonu da otantik. Arkadaşım Esin dayanamadı, bu günün müşterilerine ikram edilecek kahveyi dövmeye çalıştı.

Şakir’in Dibek kahvesinin karşısında hediyelik eşya satılan dükkanın önüne köyün görülecek yerlerinin krokisi konmuş. Dükkan sahibi ziyaretçilere  yardımcı olmak mı istedi yoksa  tam meydanda sürekli yol sorulmasından mı bunaldı bilinmez  ama ne  iyi  yapmış.  Biz  de paylaşalım yeni  ziyaretçiler  için.

Köy zeytin ve çam ağaçları içerisinde. Köyde geçmişten bugüne zeytin üretimi devam ediyor. Zeytin ve yağınızı köyden alabilirsiniz. Geçmişte bölgede özellikle bağcılık asıl geçim kaynaklarından biriymiş. Köyün hem yemeklik hem şaraplık kara üzümleri ünlü ve Rum ve Türk aileler pekmez, şarap üretimi ile uğraşırmış. Yine bir çok bağcılıkla ünlü köyde olduğu Rumlar ayrıldıktan sonra bağlar sökülmüş. Köy 1980’li yıllara kadar tütün üretimine devam etmiş. Bugün uygulanan tarım politikaları ile tütüncülüğe konan sınırlamalar ile köylü bu alandan da çekilmek zorunda kalmış.

Köyde son yıllarda baklagiller, taze sebze meyve üretimi ve hayvancılık yapılmaktadır. Biz meydandaki dükkanlardan yerel ürün aldık.

Köylülerin hep birlikte çalışması ve çeşitli girişimler ile 2000 yılından itibaren turizme açılmış köyün adı duyulmuş.

Köy daha önceki yıllarda Aliağa Termik Santrali yapımında yer olarak seçilmemek için çok mücadele etmiş ve hala mücadelesi devam ettiği için köyün çıkışında köyün bilincini, anlayışını, direnişini bir ağaç ve çeşme dile getirmeye çalışıyor.

Son Söz

Kozbeyli yeşilliği, taş evleri, güzel dibek kahvesi, deniz manzarası, doğallığı, aydınlık, sıcak kanlı halkı ve İzmir’den ve Foça’dan bu kadar kolay ulaşılırken uğramadan geçmeyin diyebileceğimiz bir köy. Zaten o bölgenin en güzel köyleri arasında sayılıyor.

Kaynak: Köy hakkında bilgileri Araştırmacı Hüseyin Yurttaş’ın Kozbeyli Foça kitabından alınmıştır.
.

Kral Ludwig II’nin İzinde Bavyera Sarayları

Yakın zamanların belki de en aykırı kralının masalsı dünyasına doğru bir gezi olacak bu… Burası, Münih’e veya Bavyera’nın herhangi bir yerine, hatta belki de Almanya’ya yapacağınız gezilerin olmazsa olmazı diyebileceğim kadar güzel, farklı, ilginç ve bir yandan da hüzünlü…

Sizi Bavyera Krallığı içinde, biraz da Lady Diana gibi sansasyonel bir ikon olmuş,  Kral II Ludwig’in saraylarına götüreceğim bu yazıda. Hükümdarlığı siyasi açıdan çok başarılı kabul edilmese de, kişiliği, kendisi ile yükümlülükleri arasında kalmışlığı, masalsı dünyası ve yaptırdığı şatoları ile efsanesi diğer tüm Bavyera krallarından çok biliniyor. Tabii ayrıca sinema severler, Luchino Visconti’nin 1973 yılı yapımı 4 saatlik filmi ‘Ludwig’den de Kralın öyküsüne aşina olabilirler.

Ayrıca çocukluğumuzdan hayal meyal aklımızda kalan Walt Disney’in logosundan tanıdığımız o şato silüetini gerçek hayatta görmek bile başlı başına nostaljik bir keyif.

II Ludwig, 3 şato yaptırmış, bunlar Linderhof, Neuschwanstein ve Herrenchiemsee şatoları. Bunlardan sadece Linderhof, II Ludwig hayattayken tamamlanmış. Ancak bu üç şato da Münih’ten uzakta. Ben bu şatoların ikisini (Linderhof ve Neuschwanstein) gezebildim. Herrenchiemsee Şatosu ise, Chiemsee Gölü’ndeki bir ada üzerinde yapılmış; Versailles benzeri bir saray yaptırmak amacıyla başlanılmış, ancak kaynak yetersizliğinden sadece orta bölümü ve parkı tamamlanabilmiş. Ne yazık ki,  hem zamansızlıktan, hem mevsimden dolayı burayı gezemedim.

Ben bu iki şatoya, Münih gezim sırasında tur ile gittim. Greyhound Şirketi yılın her döneminde buraya tur düzenliyor; tur her sabah 08.30 da Hauptbahnhof’un karşısından başlıyor ve tüm günü alıyor. Biletler kişi başı 54 euro, ayrıca iki şato giriş bileti için 28 euro veriyorsunuz. Bu geziyi kendi başınıza daha ucuza da yapabilirsiniz. (Turda 28 euro olarak alınan iki sarayın giriş bileti aslında 18,50 euro tutuyor, oradan düşünün).

Yolda I (I Ludwig, Maximilian ve II.Ludwig)

Otobüsümüz Münih’in karmaşasını geride bırakıp Bavyera’nın kırsalına doğru yol alırken ben de size biraz II Ludwig ve Bavyerad’a hüküm süren Wittelsbach Hanedanlığı ile bilgiler aktarayım.

Kutsal Cermen Roma İmparatorluğu’nun önemli hanedanlarından Wittelsbach Hanedanlığı; 10. yüzyıldan 1918 yılına kadar Bavyera’da hüküm sürmüş.  Hanedanlık Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’nun dağıldığı 1806 yılına kadar imparatorluğun parçasıymış. 1255 yılında Hanedanlık ikiye ayrılmış, 1506 yılında ise tekrar birleşmiş. 1618-1648 yılları arasındaki Otuz Yıl Savaşları’nda Katoliklerin cephesinde yer almış. 1806-1918 arasında ise Bavyera Krallığı olarak hüküm sürmüş. Hanedanlıktan Maximilian ilk Bavyera Kralı olmuş. Bavyera, 1871 yılında kurulan Almanya İmparatorluğu’nun ikinci büyük eyaleti imiş.

Münih’i gezerken üç hanedan üyesi kralın adı geçmişti; I Ludwig, II Maximilain ve II Ludwig…

1825-1848 yılları arasında krallık yapan I Ludwig, antik Yunan dünyasına hayran olduğu için dünyanın en iddialı antik Yunan ve Roma heykelleri koleksiyonunu oluşturmuş; Propylaen Anıtı ile Glyptothek ve karşısındaki Antik Eserler Koleksiyonu bunları görebileceğiniz yerler, Münih yazımızda ayrıntılar var. Zaten kendisi Münih’i Isar kıyısındaki Atina olarak isimlendirmiş. I. Ludwig silah ve ordu için ayırması beklenen mali kaynakları  resim ve heykel için harcamayı tercih etmiş ve bu eserleri sergileyeceği görkemli yapılar inşa ettirmiş; yine Münih yazımızda okuyabileceğiniz gibi Alte Pinokothek ve içindeki resimler, kendisinden geriye kalanlar.  Münih’i Avrupa’nın sanat ve kültür merkezi yapmaya çalışmış ancak  sanatla ilgilenmek dışında da işler yapmış; Bavyera’nın sanayileşmesine hız verirken başkent Münih’in modern halinin ilk taşları onun zamanında atılmış. Kralın bu eski Yunan yaşamına düşkünlüğü, bir yandan da Osmanlılara karşı Yunanistan’ın bağımsızlığını desteklemesine neden olmuş, hatta oğlu Otto, Yunanistan’a kral olmuş. Kralın bir ilgi alanı da kadınlarmış, bu ilişkilerini de oldukça sansasyonel bir şekilde yaşamış.

Ardılı olan oğlu  II Maximilian 1848-1864 yıllarında krallık yapmış, aldığı yüksek eğitimin de etkisiyle, entelektüel hayata çok önem vermiş, çevresinde sanatçılar ve bilim adamlarını hiç eksik etmemiş ve onları desteklemiş. Bavyeranın liberalleşmesine çok özen göstermiş, basının bağımsızlığına önem vermiş, bilim, teknoloji ve tarih konularında uzmanlaşan bir akademi kurmuş, en önemlisi de dönemin ileri çıkan güçleri olan Prusya ve Avusturya’ya karşı daha küçük eyaletleri birleştirmek için çabalamış. Öncülüne göre daha sade hayat süren II Maximilian, Bavyeralılık kavramına önem vermiş, bu yaptırdığı eserlere de yansımış; bunun en önemli örneği de Füssen’de yaptırdığı ve Bavyera mimari tarzının en önemli eserlerinden Hohenschwangau Şatosu.

Dönem, Prusya’nın diğer Alman eyaletlerine hakim olmaya çalıştığı, Napolyon Savaşları’nın sürdüğü, Fransa ve Rusya ile sürekli anlaşmazlıkların yaşandığı bir dönem. İşte bu dönemde, bizim yazımızın kahramanı II Ludwig’in krallık serüveni başlamış.  Nymphenburg Sarayı’nda doğan  II Ludwig’in gençliği Hohenschwangau Sarayı’nda geçmiş. Burada babasının entelektüel çevresinde ve sanatla yoğrulan bir atmosferde II Ludwig, resimler ve heykellerden ibaret bir hayatın içine çekilmiş. 1861 yılında Wagner’in ‘Lohengrin’ operasının galasına katılmasıyla ömür boyu sürecek bir Richard Wagner hayranlığı başlamış. 1863 yılında Bismarck ile tanışmış; Bismarck kendisi hakkında hem bir Alman vatanperver hem de Bavyeralı olmayı önemseyen bir prens demiş… II Ludwig 1864 yılında 18 yaşındayken kral olmuş. Kendisini etkileyen monarşik değerlerin 19. yüzyılda işlevsiz kaldığını görmek onun ilk hayal kırıklığı olmuş. Parlamenter düzende yapmak istediği değişiklikler de parlamentonun yaşlı üyeleri tarafından engellenince devlet işlerinden uzaklaşmaya başlamış. Başkent Münih’ten uzaklaşıp Bavyera kırsalında yaşamaya başlamış, imzalaması gereken belgeleri imzalayıp kendi dünyasına dönüyormuş. Gittikçe toplumsal hayattan uzaklaşıp hayaller ve masallarla dolu kendi iç alemine kapanan II Ludwig, şatolar, kaleler yaptırma hevesine kapılmış. Geceler boyu dağlarda dolaşması, zorunlu toplantılara katılmaması, iyice yalnızlığını pekiştirmiş. Bu arada Prusya’nın tacizleri artmış. Savaştan hoşlanmayan ve gidişatı engelleyemediğini fark eden Ludwig tahtan feragat etmeye karar vermiş. Hükümet üyeleri ise Wagner’i araya sokmuş. Kralın imkanlarını sonuna kadar kullanan Richard Wagner, Ludwig’i Münih’e dönmeye ikna etmiş. Böylece II Ludwig, Wagner’in etkisi ve parlamentonun  baskısıyla Prusya’ya karşı harekat iznini imzalamış. Sonuç Bavyera için hüsran olmuş. Tabii sorumlu olarak II Ludwig görülmüş. Prusya ile imzalanan antlaşma koşulları neticesinde 1870 yılında Prusya’nın Fransa ile savaşa girmesinden dolayı, Bavyera’da savaşa sürüklenmiş. Alman ordusunun başarılı olması, Prusya’nın gücünü artırmış. Sonuçta II Ludwig, Prusya kralının Almanya hükümdarı olduğunu kabul etmek zorunda kalmış. Ancak bu durum Bavyera’yı Almanya’ya satan kral olarak tanınmasına yol açmış. II Ludwig bu yıkımları yaşarken kuzeni Prenses Sophie Charlotte ile nişanlanmış ama Kralımız ne onunla ne de başka bir kadınla evlenmiş. Hayatında etkili olan kadın ise kuzeni Avusturya İmparatoriçesi Elisabeth (Sisi) olmuş; bu platonik bir aşk ile dostluk arasında gidip gelen bir ilişkiymiş. Kadınlarla pek ilgilenmeyen, yalnız ve melankolik hali gittikçe artan II. Ludwig, hükümranlık sorumluluklarını yerine getiremediği ve hazineyi yaptırdığı şato ve saraylarla tükettiği bahanesiyle tepkiler de alıyormuş. Neticede Dr. von Gudden’in başkanlığındaki bir komisyon tarafından hiçbir tetkik yapılmadan, Kralın ruhsal durumunun bulunduğu görevi ifa etmesini olanaksız kıldığına dair bir rapor düzenlenmiş ve kendisi tedavi görmek üzere Starnberg Gölü yakınında bir saraya götürülmüş. Ertesi gün ise yürüyüşe çıkan Dr von Gudden ve II Ludwig gölde ölü olarak bulunmuş.

Laf lafı açtı ve biz Linderhof Sarayı’na geldik. II Ludwig hakkında diğer bilgileri şatoları gezerken vereyim. Şimdi sırada Linderhof Sarayı var.

Ama önce belirtmeliyim; Linderhof ve Nueschwanstein’da resim çekmek yasaktı ancak neyse ki turda bir Japon grup vardı, bir Japon’a resim çekmek yasak demek al şu katana kılıcını harakiri yap demek gibi bir şey, harakiri yaparlar ama resim çekmekten vazgeçmezler… Bende onların arasına karışıp resim çekmeye çalıştım, Linderhof’ta başarılıydım ama Neuschwanstein’da maalesef tur rehberleri acımasızdı, bu nedenle özellikle Neuschwanstein’nın resimlerini internetten bulmaya çalıştım.

Linderhof Sarayı

Ben turla geldim ama illa toplu taşımacılık ile geleceğim diyorsanız, Münih’ten Oberammergau’ya tren veya otobüsle gelip oradan Ettal üzerinden 9622 numaralı otobüsü kullanabilirsiniz. Haberiniz olsun bu otobüs o kadar sık işleyen bir otobüs değilmiş. Linderhof, 30 dakikalık turlarla geziliyor, kendi başınıza saraya giremiyorsunuz; giriş kışın 6.50 euro, yazın çevredeki yapılar da dahil 8.50 euro, parklar ücretsiz. Linderhof, her gün açık; Martın ortasından Ekimin ortasına kadar 9-18, Ekimin ortasından Martın ortasına kadar 10-16 saatleri arasında ziyaret edilebilir. (6 ay geçerli Linderhof, Neuschwanstein ve Herrenchiemsee şatoların ziyaretine imkan veren kombine bilet ise 24 euro).

Linderhof, Graswang Vadisi’nde, Maximilian II’nin av köşkünün (Köningshauschen) bulunduğu bir yerde, II Ludwig’in çocukluğundan aşina olduğu bir bölgede. Fransa gezisinde Bourbon’ların şatafatından çok etkilenen II Ludwig, Versailles havasında bir yer tasarlamış. 1869 yılında yapımına başlanmış, bitmesi on yıl sürmüş. Gerçi burası boyut olarak Versailles yanında bir kulübe gibi kalsa da şaşaası Versailles’ı aratmaz. Siyasetten bunalan II Ludwig’in gerçek dünyadan kaçacağı görkemli sığınağı 1878 yılında tamamlanır. Sarayın mimarı Georg Dollman. Ön yüzde, Franz Walker tarafından yapılan hanedanlık arması ile Atlas heykeli göze çarpmakta.

Linderhof’un daha girişinde II Ludwig’in Bourbonlara olan hayranlığı göze çarpar. Giriş bölümünün tavanında Fransa kralı XIV Louis’nin sembolü olan güneş armasını görebilirsiniz. Girişin ortasında da, XIV Louis’nin bronzdan heykeli gelenleri selamlamakta. Bu arada II Ludwig, Bourbonlarla şöyle bir bağ da kurmuş olabilir; vaftiz babası olan dedesi I. Ludwig’in vaftiz babası, XIV Louis’miş.

Bu girişten sonra mermer merdivenlerle yukarı kata çıkılıyor. İlk odamız Müzik Salonu… Bu salonda Heinrich von Pechmann’ın altın  çerçeveli rokoko pastoral tablolarına goblen işlemeler eşlik etmekte. Oda da piyano-org karışımı bir de müzik aleti var, ama II Ludwig’in müzik yeteneği berbatmış, ben rehberin yalancısıyım. Odada bir de gerçek boyutta Sevres porseleni tavus kuşu var. Yazımız boyunca bol bol tavus kuşları, kuğular geçecek, alışın.

Müzik Salonu’ndan Sarı Oda ile Kabul Salonu’na geçiliyor. Linderhof Sarayı’nın duvar ve tavan süslemeleri hep altın renk, sadece Sarı Odada süslemeler gümüş… Bu nedenle sarayın en fakir odası deniliyor. Sarayda salonları birbirine bağlayan ara odacıklar var; döşemelerde hakim olan  sarı, eflatun, gül ve mavi renklerden dolayı bu isimlerle biliniyorlar.

Kabul Salonu, Christian Jank’ın Kral için özel tasarladığı farklı bir Bavyera rokoko tarzında döşenmiş, altın varaklar, yeşil kadifeler, oymalı, işli avize; ortada da Kralın kabul sırasında oturduğu koltuk ve mermer masa, yeşil kadife bir perdelikle çevrelenmiş.

Buradan Eflatun Odaya geçiliyor. Burada bizi  XV Louis’nin resmi karşılıyor. İki yanında da metresleri Düşeş Marie-Anne de Châteauroux ve (Münih’te Alte Pinakothek’te resmini gördüğümüz) Madam de Pompadour olarak bilinen meşhur  Jeanne Antoinette Poisson ’un resimleri. II Ludwig’in XV Louis’ye duyduğu hayranlık bu boyutta yani.

Şimdi ise Yatak Salonu’na geçiyoruz. 1884 yılında Kral, sarayın en büyük odasını yatak odası olarak genişletmeye karar vermiş. Duvarlardaki altın işlemeler ile  tavandaki Apollo’nun Arabası resmi dikkat çekici. Odaların pencereleri, sarayın bahçesini görecek şekilde ayarlanmış, mesela Neptün Çeşmesi ve basamaklarla akan derecik buranın penceresinden görünen manzara.

Buradan da Gül Odaya geçiliyor. Burada XV Louis’nin bir başka metresi, Kontes Jeanne Marie Bubarry’nin resmi var; etrafında Şansölye Augustin de Maupeou ve Dük Cesar Gabriel de Choiseul bulunmakta.

Ve Yemek Salonu… Oval odanın ortasında asansörlü bir yemek masası var. Grimm masallarındaki sihirli masa gibi, aşağı yukarı inip çıkan bir masa; aşağıda mutfakta donatılan masa, asansörle yukarıya gönderiliyor, böylece II Ludwig muhteşem yalnızlığını hizmetçileri görmeden sürdürüyormuş. Masanın ortasında Meissen porseleni vazo içinde bir çiçek demeti bulunmakta.

Buradan da Mavi Odaya geçiliyor. Rokoko tarzı ahşap işçiliği, ipek dokumalar yanında Francois Boucher tarafından yapılan Leda ve Kuğu tablosu odacığın süsleri. Oradan Yaşam Salonu’na varıyoruz. Goblen işlemelerin göz doldurduğu salonda yine gerçek boyutlu porselen bir tavus kuşu bizi karşılıyor. Siyah mermer şöminenin üstünde beyaz mermerden Theobald Bechler yapımı Güzeller Heykeli yer alıyor. Tavanda Apollo ve Aurora resmi var. Duvarlarda da mitolojik öyküler görülebilir.

Buradan da belki de Saray’ın en görkemli salonuna geçiliyor: Aynalar Salonu… Salon altın çerçeveli bir sürü aynayla dolu ama en göz dolduran 16 kollu fil dişi avize. Aynalı salonlar 18 yüzyıl Alman saraylarının ana unsuru ama Linderhof Sarayında’ki Aynalı Salonun görkemini artıran başka bir çok detay var; tavandaki Venüs’ün doğumu tablosu, duvarlardaki ahşap işçiliği, lacivert taşından yapılmış şömine, gül ağacı mobilyalar, porselen sehpalar ve ortadaki Bavyera Hanedanı’nın armasının işlenmiş olduğu masa… Masanın üstündeki XV. Louis’nin mermer heykelciği ise aynalarda sonsuza kadar yansımakta.

Sarayın kendisi kadar çevresindeki parklar, anıtlar, yapılar da görülmeye değer. Sarayın doğu ve batı tarafı Fransız ve İtalyan Rönesans tarzındaki bahçelerle çevrili; gittiğimde ağaç ve bitkiler koruma altına alınmıştı ama havuzlar ve şelalelerle süslü bahçenin güzelliği yine de izlenebiliyordu.

Bahçe içinde görülecek yerlerden biri Mağribi Köşkü… 1877 yılında  yapılan köşkün ortasında beyaz mermerden çeşme ve 32 renkli lambadan oluşan bir avize bulunmaktaymış. Ve tabii, Köşkün süksesi açılmış kuyruğuyla bir tavus kuşu şeklindeki tahtıymış…

Venüs Mağarası da II Ludwig’in Wagner’in Tannhâuser operasına atfen yapılan sahte kayalıklardan, yağlı boya resimlerden oluşan bir yermiş. Operanın Münih’teki sahnelenmesinde kullanılan mağara dekorları esas alınmış. Burada ayrıca II Ludwig’in altın bir deniz kabuğu şeklinde bir kayıkla gezinti yaptığı, makinelerle dalgalar oluşturulan gölet varmış. Burası Capri Adası’ndaki mavi mağaradan esinlenmiş. Ayrıca 1878 yılında yapılan ve 1998 yılında Stockalp’ten buraya taşınan Fas Evi, pencerelerinde St Anne Kilisesi de görülebilir.

Linderhof Sarayı’ndan ayrılırken II Ludwig’in tuhaf dünyası, hem ilginç geliyor hem de hafiften sinir oluyor insan. Birine hayran olmak başka, o kişinin metreslerinin resimleriyle evini süslemek başka. Ya her tarafta karşımıza çıkan kocaman porselenden tavus kuşu heykelleri… Dedesi Antik Yunan heykellerine hayranmış, babası resimler, heykellere meraklı, hadi bunlar neyse ne ama porselenden tavus kuşu heykelleri yaptırmak eminim biraz düşündürmüştür aileyi. Kadınlara düşkün dede, Yunanistan için savaşan amca, eşiyle mutlu mesut yaşayan babanın II Ludwig’ten beklentisi, illa hayvan heykeli yaptıracaksa hiç olmazsa demirden, çelikten aslan, kurt gibi hayvanların heykelleri yaptırmasıydı herhalde…

Ama Kralımız  ‘Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey’ diye düşünmüş olmalı. Çünkü Fransa ile savaş varken, Prusya tehdidi ortalığı karıştırırken Kral sadece porselen tavus kuşu, kuğu heykeli peşinde, tüm bütçeyi masal şatolarına, saraylarına akıtmak aymazlığında; bu arada birilerini de sevmiş olmalı ama yanlış zamanda  yanlış kişiyi sevmiş anlaşılan. Eş cinsel olduğu söylenen, hatta Linderhof’taki aynalı salonda fırtınalı bir kavgadan sonra aynaları kıran esrarengiz bir misafirden bahsedilen Kral hakkında söylentiler de alıp yürüyünce II Ludwig’in şirazesi hepten kaymış olmalı. Paranoya nöbetleri sıklaşmış. Doktor kendisini görmeden ‘durumu görevlerini yerine getirmeye uygun değil’ raporunu vermiş; masal dünyasına gömülü, halüsinasyonlarla yaşayan, gündelik sorunlardan ve yükümlülüklerinden kaçıp başına buyruk yaşantısıyla kendi dünyasına gömülen II Ludwig buna çok üzülmüş. İyi de, karşı taraftan bakınca, doktorlara hak vermemek mümkün değil, Kralımızın durumu da pek iç açıcı görünmüyor doğrusu.

Ama bir yandan da Kralımıza da hak veriyorum; doğası bu… Bu konuya sonradan yine döneceğim. (Bu arada II Ludwig’in ölüm nedeni hala açıklanabilmiş değil; doktoru öldürüp gölde intihar mı etti, gölde boğuldular mı, öldürüldüler mi, hala açıklanabilmiş değil).

Yolda II (Oberammergau ve Nihayet)

Tekrar Bavyera coğrafyasında yola çıkıyoruz. Yol boyunca birbirinden güzel manzaralar, görkemli yapılar görüyoruz. Hatta keşke araba kiralayıp buraları gezmeliymiş diye düşünüyorum. Yol boyunca gördüğüm ilginç yapılardan biri de  Ettal Benedikt Manastırı. Burası Garmisch civarında, Ettal’de 14 yüzyılda İmparator Bavyeralı Ludwig tarafından kurulan bir manastır; 1744 yılında bir yangında yıkılmış 1745 yılında yeniden inşa edilmiş. Bavyera’da sık sık görülen soğansı kubbeler özellikle dikkate değer. Kilisenin kubbesinde  Benedikt Düzeni ile tablosu varmış.

Pencereden akan Bavyera manzaraları ve küçük kasabalara dalıp gitmişken otobüsümüz mola veriyor ve çok ilginç bir kasabayı ziyaret  fırsatı buluyoruz : Oberammergau… Tarihi 9.yüzyıla inen Oberammergau, aslında ‘Tutku Oyunları’ ile ünlü.  Tutku Oyunları deyince 2006 yılında bu isimle vizyona giren Todd Field yönettiği Little Children filmi aklına geliyor insanın. Başka bir tutku, bu tutkunun odağı İsa, oyuncular ise tüm kasaba halkı. Otuz Yıl Savaşları tüm Avrupa gibi burayı da etkilemiş, üstüne üstlük 1632 yılında veba burayı da yıkmış geçmiş. Bölge halkı da kendilerince korunmak için, bir nevi adak olarak 1633 yılında Tanrıya olan sevgi ve bağlarını on yılda bir sergileyecekleri bir oyunla göstereceklerine söz vermişler. Deniliyor ki, ondan sonra da kasabada vebadan ölen olmamış.

Bir yıl sonra da sözlerini tutup ilk Tutku Oyunu’nu sahneye koymuşlar. 350 yıldan beri, değişiklikler olsa da oyun devam etmiş. 1810 yılına kadar Tutku Oyunları, kasaba mezarlığında sahneleniyormuş ama şimdi  bir kısmı açık hava olan bir sahneleri var oyun için. Yazımızın kahramanı II Ludwig, 1871 de bu oyunlara katılmış, çok beğenmiş ve kasabaya mermer bir haç hediye etmiş. Yetmemiş, İmparator Bavyeralı Ludwig konulu müthiş bir vitray daha hediye etmiş. Kasaba halkı da kendilerini hediyelere boğan krallarını unutmamışlar, Kral öldüğünde onun anısına Kofel Dağı’nda koca bir ateş yakmışlar, her yıl 24 Ağustosta bu ateş yakılmaya devam ediyormuş.

Kasabanın St Peter ve Paul Kilisesi de meşhur. 18 yüzyıla tarihlenen Kilise, Peter ve Paul’ün şehitliğini konu olan freskolarıyla ünlü. Kasaba ise, cam ve ahşap işçiliği ile duvar boyamalarıyla da göz kamaştırıcı. Kasaba evlerinin duvarları, sanki resim müzesi gibi; genelde dinsel tasvirlerle süslü ama Kırmızı Başlıklı Kız, Hansel ve Gratel gibi masallardan sahnelere de rastlanıyor.

Tekrar otobüse binip Bavyera dağlarına doğru yola çıkıyoruz, artık gezinin en önemli kısmına yaklaşıyoruz. Muhteşem Bavyera coğrafyası pencereden akıp giderken sanki çocukluğumuzun kahramanlarından Heidi ve Peter’in şarkıları dağlarda yankılanacak diyeceğim. Nihayet uzakta ne zamandır görmek için can attığım, masallardan fırlamışçasına duran Neuschwanstein Şatosu beliriyor. 

Neuschwanstein Şatosu

İşte karşımızda çocukluğumuzun masallarının prensesleri, prenslerinin yaşadığı şato; sanki bir pencereden Rapunzel saçlarını sarkıtacak, Kül Kedisi, merdivenlerden koşar adım uzaklaşacak… Hohenschwangau kasabasında otobüsten iniyoruz, şatoya gitmek için yola çıkacağız.

Şato’ya bilette yazılı saatte gireceğiz. O zamana kadar bazı bilgiler… Buraya Münih’ten toplu taşıma ile gelmek isterseniz Füssen’e trenle gelip oradan 73 veya 78 numaralı otobüsle ulaşabilirsiniz. Yok, benim gibi turla gelirseniz de, size bir tavsiye; eğer Neuschwanstein Şato’suna giriş saatine 2-3 saat varsa (bizim Şatoya giriş saatimiz, oraya varışımızdan 2,30 saat sonrasınaydı) II Maximilian tarafından yaptırılan ve II Ludwig’in gençliğinin geçtiği Hohenschwangau Sarayını da gezin. Hohenschwangau Sarayı, otobüs durağına Neuschwanstein Şatosu’ndan çok daha yakın, 500 metre ötede, arada da Bavyera Kralları ile ilgili bir müze var.

Kasabadan Neuschwanstein Şatosuna 20 dakikada bir kalkan otobüslerle 1 euroya çıkılabilir, yol da 10 dakika sürüyor, indiğiniz yerden Şatoya varmak için bir 15 dakika daha yürümeniz gerekecek.  Bu yola girmeden önce, Marien Köprüsü’ne de uğrayın; buradan Neuschwanstein Şatosu’nun en güzel resimlerini çekebilirsiniz. Hohenschwangau Sarayı’nı gezmek isterseniz, Şatoya çıkmak için gerekli asgari zamanı bu şekilde hesaplayabilirsiniz. Şatoya çıkmak için daha otantik bir yol isterseniz 6 euroya faytonla da çıkabilirsiniz; Şato kapısına kadar götürüyor. Ya da demir asa demir çarık, yürüyerek 40 dakikada çıkabilirsiniz.

Karşınızda 5935 m2’lik bir alana yayılmış olan, ana kulesi 79,16 metre yüksekliğinde, 130 metre uzunluğunda Şatomuz… 465 ton Salzburg mermerinin, 400000 tuğlanın, 2050 metre küp ahşap malzemenin kullanıldığı Şato, temel olarak Kralın kendi bütçesinden finanse edilmiş, yetmediğinde ise borç alınmış, toplam maliyet ise 6.180.047 markmış. Ne yazık ki Kralımız, bu Şatoda sadece 172 gün kalabilmiş ve Şato hiçbir zaman tamamlanamamış. II Ludwig öldüğünde, Şatonun yapımı olduğu gibi durdurulmuş ve müze  olarak halka açılmış, Kralın borçları da ailesi tarafından ödenmiş.

Biletinizde belirtilen saatte Şato kapısında olmalısınız, tur yaklaşık 40 dakika sürüyor. Giriş 12 euro. Şato, 16 Ekimden Mart sonuna kadar 9-15,  Nisandan Ekim 15’ne kadar 8-17 saatleri arasında açık. İçeri giriyoruz  ve merdivenlerden yukarı çıkıyoruz.

Şatonun ilk katı hizmetlilere ayrılmış, ikinci kat tamamlanmamış; biz Kralın özel odalarının yer aldığı üçüncü kat ve muhteşem Şarkıcılar Salonu’nun yer aldığı dördüncü katı gezebiliyoruz.

Kalenin ikinci katından Kral odalarına geçişi sağlayan bir giriş odası var; her şey orada başlıyor. Buraya Salzburg mermerinden merdivenlerle çıkılıyor. İlk göze çarpan bir köşesinde Schwangau’nun armasının olduğu çapraz destekli tavan süslemeleri. Duvarlarda ise av sahneleri yanında Nibelungen efsanesinin kahramanlarından Sigurd’un ejderha ile savaşı gibi sahneler de görülebilir. Duvar altları meşe döşemeler ile işlenmiş, kapı kenarları ise mermer çemberli. Şato, bir Orta Çağ yapısına benzetilmeye çalışıldığından ve o dönemde cam pencere olmadığından, pencereler de ona göre düzenlenmiş. Bu giriş kapısı, Şatoda karşılaşacağınız şatafatın ilk habercisi.

Ve işte görkem: Taht Salonu… Tamamlanmamış bir salon olmasına rağmen belki de Şato’nun en göz alıcı yeri.  Şatonun genelinde hakim olan Orta Çağ havası buradaki Bizans etkisiyle daha da belirginleşiyor. Özellikle Ayasofya’nın model alındığı belirtilmekte. Salonun tavanı yıldızlı bir gökyüzünü canlandırmakta, bununla tanrısal mertebeye gönderme yapılıyormuş. Tabanda ise dünyayı temsil eden türlü bitki ve hayvan resimleri var, ortada ise bir Bizans tacını hatırlatan muhteşem bir avize… Efendim, böylece Kralın, Tanrı ile dünya arasında bir mertebede bulunduğu, bir aracı olduğu ifade edilmekteymiş… İyi de öteki dünya ile aracılık işleri, daha Prusya ile baş edemeyen II Ludwig’e kaldıysa vay Bavyeralıların haline…

Salon 15 metre yükseklikte, 20 metre uzunluğunda; taban döşemesi Viyana mozaiğiyle döşenmiş, 96 mumlu 900 kg ağırlığında taç şeklindeki avize ise  altın kaplama. Salonda Carrara mermerinden basamaklarla ayrılmış taht bölümü de var ama ne yazık ki burada taht bulunmuyor, II Ludwig’in ölümünden sonra yapım işleri durduğundan yapılamamış. Tahtın üstünde dönemin takdis edilmiş 6 kralının resmi, sağında 12 havarinin resmi, tavanında ise İsa, Meryem ve Havari John resimleri bulunmakta. Ayrıca Hristiyanlık öncesi dönemin kanun yapıcılarını temsilen Hermes, Musa, Zerdüşt, Solon ve Augustus’un resimleri de görülebilir.  Taht bölümünün tam karşısında ise, iyiliği temsil eden Aziz George’un kötülüklerin anası ejderha ile savaşını anlatan bir resim var (Taht odasına giriş bölümünde ise, bunun pagan versiyonu olan Sigurd ile ejderhanın savaşının resmi vardı, hatırlatırım). Neyse, ilginç olan bu resmin arka fonunda Neuschwanstein Şatosu’na çok benzeyen bir şatonun resminin bulunması. Söylendiğine göre, bu da II Ludwig’in dördüncü şatosu olacakmış, Falkenstein Dağı’nın tepesinde yapımı düşünülen şatonun planları bile hazırmış… Pes yani…

Salondan çıkarken kapıların yanında salonun merkezi ısıtma sistemi için düşünülen kapakçıklar görülebilir. Buradan terasa geçiliyor, manzarada Schwansee ile Alpsee Gölleri ile uzakta Tyrolean Dağları ve Hohenschwangau Şatosu.

Geçiyoruz Yemek Odasına… Salonda Linderhof’taki gibi bir sihirli masa yok, çünkü mutfak 3 kat aşağıda, ama burada da elektrik sistemi var, böylece Kralımız isteklerini hizmetçilere iletebileceği bir sistem kurulabilmiş. Odada ki masa bronz üstüne altın kaplama olarak yapılıp Carrara mermeriyle tamamlanmış, üzerinde de Nibelungen Destanı kahramanı Siegfried’ın ejderha ile savaşını anlatan bir heykel bulunuyor. Yemek odası duvarlarında goblen etkisi yaratan keten üstüne yağlı boyayla yapılmış resimler var, bunlar arasında Kralın favori şairlerinin resimleri yanında Nibelungen efsanelerinden sahneler de görülebilir. Isıtma yine metal işçiliği ile gizlenmiş kapakçıklardan sağlanıyor. Manzara ise, 45 metrelik şelale ve Marien Köprüsü…

Gelelim Kralımızın yatak odasına… Meşe ağacından yapılmış ahşap işçiliğin şahikası eşyalarla donatılmış odada, özellikle yatağın geç gotik tarzındaki üst süslemeleri parmak ısırtan cinsten. Burası IX.Louis’ye adanmış bir odaymış. Yatak kenarlıklarında uyku ile ölüm arasındaki benzerliği yansıtan oymalar var. Ayrıca koltuk, sehpa gibi eşyalar da ahşap işçiliği ile süslü. Duvarlarda ise Richard Wagner tarafından ölümsüzleştirilen Tristan ve Isolde efsanesinden resimler bulunuyor. Örtü, perde ve döşemeler ipekten ve mavi… Perdelerde Bavyera arması, kuğu ve Wittelsbacher aslanı işlenmiş. Gümüş kaplama kuğu şeklindeki musluktan akan  su, çevredeki dağlardan sağlanıyormuş. Yatak oldukça geniş, çünkü II Ludwig 1.90 metre  boyuyla oldukça heybetli biriymiş ama son yıllarda ağzında hiç diş kalmadığından dolayı suratı olduğundan çok daha çökük duruyormuş. 12 Haziran 1886 günü II Ludwig’e hakkındaki deli raporu bu odada açıklanmış ve götürülmeden önce kahyasına ‘Tapınağım olan bu odayı sana emanet ediyorum, burayı varlıklarıyla kirletmesinler, hayatımın en acı anlarını burada yaşadım’ demiş.

Yatak odasının yanında bir de yine meşe işçiliğiyle süslenmiş şapel bulunmakta, duvarlardaki resimlerde ve camlardaki vitraylarda Fransa Kralı IX. Louis’nin yaşamıyla ilgili bölümler yer almakta.

Buradan da Giysi Salonuna geçiyoruz. Burası Şatodaki tavanı ahşap işçiliğiyle süslenmemiş tek oda. Tavan ve duvarlarda 12 yüzyılda yaşamış halk şairi Walter von der Vogelweide’nin hayatı ve Wagner operalarından öyküler resmedilmiş. Kapı kilitlerindeki demir işçiliği dikkat çekici. Perdeler ve örtüler ise eflatun ipek kumaştan ve üstünde de tavus kuşları işli. Kralımız mücevherlerini burada saklıyormuş.

Sırada Oturma Salonu var. Burası geniş bir salondan ve ona bağlı kuğu köşesi denilen bir odacıktan oluşuyor. Salonun duvarları Richard Wagner’in operasına ilham veren Lohengrin efsanesinden sahnelerle süslü. Salondaki kitaplık kapaklarında ise ‘Tristan ve Isolde’, ‘Siegfried’ ve ‘Parsifal’ efsanelerinden bölümlerle süslü. Odanın en büyük süsü ise, Nymphenburg çinisinden kuğu şeklinde bir çiçeklik. Tavandaki altın kaplama 48 mumlu avize ise göz kamaştırıcı.

Kuğu köşesindeki halı ise orijinal. Aslında bütün Şato buna benzer halılarla süslüymüş ama 2. Dünya Savaşı’nda muhafaza edilmek üzere taşınmışlar, bir daha da gören olmamış. Kuğu sadece zerafetinden değil, Orta Çağ’ın nam salmış Schwangau Şövalyelerinin armasında yer aldığından, daha da önemlisi Wagner’in ‘Lohengrin’ operasında önemli bir rolü olduğundan II Ludwig tarafından sık kullanılan bir figür olmuş.

Buradan Çalışma Salonu’na geçeceğiz ama arada Linderhof’taki gibi bir sahte mağara var. Yine Wagner’in Tannhause operasına atfen yapılmış bir yer. Yanında ise kayalığa gömülü camla kapatılmış kış bahçesi bulunmakta. Burada bir de çeşme var.

Çalışma odasında romanesk tarz hakim; burada da meşe işçiliği ile süslü tavan ve duvar altlıklarıyla kaplı. Duvarlarda ise yine Wagner’in Tannhauser operasından sahneler görülmekte. Perdeler ve döşemeler yeşil ipekten, üstünde de altın ve gümüş Bavyera arması işli. Buradan geçilen son derece sade döşenmiş oda ise Kralın son yardımcısı Kont Dürckheim’a aitmiş. (Kont, doktorların Kral hakkındaki sağlık raporuna her zaman karşı çıkmış biriymiş).

Muhteşem bir salonla başlayan Şato gezimiz muhteşem bir salonla bitiyor: Şarkıcılar Salonu. Gezimizin başındaki giriş salonunda gördüğümüz Sigurd efsanelerinin devamı olan resimler duvarları süslemekte.  Kralın odalarında duvar resimleri kumaşa boyanmışken burada doğrudan duvara boyanmış. Ayrıca duvarlarda Orta Çağ’ın önemli eserlerinden Parsifal’de geçen Gawan ve Gahmuret’in öykülerine ait resimler de var. Geçiş odasının iki yanında iki heybetli mermer kapı var. Buradan muhteşem Şarkıcılar Salonu’na geçiliyor. Bu salonun tarzı, Wartburg’teki şarkıcılar salonundan esinlenmiş. Burayı kullanmak Kral’a kısmet olmamış.

Buradaki ilk konser 1933 yılında Wagner’in ölümünün ellinci yılı anmaları için düzenlenmiş. Duvarlarda yine Parsifal’den sahneler var. Bu resimler Ferdinand Piloty ve August Spiess’in eserleri. Sahnenin iki kapısı var, üstlerinde de Bavyera armaları işli, bir armanın üstünde ise, Kral’ın adı ve unvanı yazılı; bu Şato’nun hamisinin tek bahsedildiği yer.

Şatonun çatı merdivenin başladığı yerdeki bölüm, sanki cennete uzanan bir palmiyenin etrafında yapılmış, yanında da orayı bekleyen bir ejderhanın heykeli var. Buradan en aşağı kata inerseniz mutfak bölümüne ulaşacaksınız. Dönemi için çok modern olan mutfakta eşyalar orijinal. Buradan da servis odasına geçiliyor. Böylece gezimiz burada bitmiş oluyor.

Şato’nun merdivenlerinden inerken kral da olsa hayata tutunamamış birinin yarattığı muhteşem  dünyadan sıyrılmakta zorlanıyorum. Yükümlülükleriyle inandığı masallar arasında kalan, düşleri hayatın sunduğundan çok daha renkli olan ve sonunda büyük hayal kırıklarıyla ölen birinin yaşamına dahil olmak insanı hüzünlendiriyor. Evet, Bavyera’nın sorunlarıyla uğraşmak, Prusya ile baş etmeye çalışmak yerine şatolar, saraylar yaptırmak, porselenlerle, mermerlerle süslenmiş bir hayata gömülmek, belki bir krala yakışmıyor diye düşünülebilir. Ya da dedesinin yaptığı gibi parayı savaşacak silahlara harcamak yerine resimlere, tablolara yatırmanın akıllıca olmadığı ileri sürülebilir. Ama bir de şöyle düşünün;  bugün ne Prusya var ortada, ne de Bavyera Krallığı ama II Ludwig’in muhteşem şatoları, sarayları, o heykeller, resimler bu günümüzü güzelleştirmeye devam ediyor ve bir kralın görkemli ama hazin öyküsünü anlatmak için sizleri bekliyor.