ANA SAYFA Blog Sayfa 4

Mostar Gezi Rehberi: Bir Köprüden Çok Daha Fazlası

Mostar, Balkanlar coğrafyasında Bosna Hersek’in tarihi, çok kültürlü, Saraybosna’dan sonra ikinci önemli şehri. Mostar küçük bir şehir ancak Osmanlı döneminden kalan eserleri, çok kültürlü yapısı, yemyeşil doğası, sıcakkanlı halkı ve lezzetli Boşnak mutfağı ile Türklerin ilgisinin yanında çok milletten turist çekmekte. Mostar adı Boşnakça ve diğer Slav dillerindeki most (köprü) anlamından gelmektedir.

Şehirde Müslüman Türkler, Ortodoks Hırvatlar ve Katolikler uzun yıllar uyum içinde yaşamışlar. Ancak 1992 yılında  yaşanan etnik kökenli çatışmalarla şehir ve Boşnak halkı ağır yaralar aldı. 

Neretva Nehri kıyısına kurulan şehrin son dönemlerde adının daha çok duyulmasında rol oynayan en önemli yapısı şüphesiz Mostar Köprüsü. Özellikle 1992-1995 yılında yaşanan iç savaş sırasında gördüğü hasar nedeni ile bu özel köprünün ne kadar çok tartışıldığını hatırlarız.

Niçin Mostar

    • Ülke henüz Avrupa Birliği’ne girmediği için Türk vatandaşlarına vizesiz.
    • Mostar uzun dönem Osmanlı toprakları olduğundan mimarisi, sokakları, çarşısı, kültürü ile Balkan ülkeleri arasında bize yakın, sıcak gelen bir şehir.
    • Şehir küçük, sevimli, yemyeşil.
    • Başkent Saraybosna’ya İstanbul’dan direk uçulabiliyor.
    • Ülke henüz diğer Avrupa ülkelerine göre daha uygun fiyatlı, henüz Euro kullanımına geçilmemiş.
    • Balkan mutfağı lezzetleri ile bol, çeşitli etler, kebaplar, uygun fiyatlı.
Ulaşım

Mostar, Balkanlarda Bosna Hersek Federasyonu’nda Hersek eyaletinin başkenti.

  • Mostar’a Türkiye’den direk uçuş bulunmamakta. Şehirdeki havaalanına sınırlı ülkelerden uçuşlar yapılmakta. Başkent Saraybosna’ya İstanbul’dan THY ve Pegasus Havayolları ile  direk uçulabiliyor. Mostar Saraybosna’nın güneyinde 167 km uzaklıkta, 2,5 saat süren bir karayolu yolculuğu ile ulaşılabilir.
  • Karayolu ile Saraybosna’dan ulaşımın yanında, vize sorunu olmayanlar için Hırvatistan’ın Dubrovnik şehrinden yol 2,5 saat sürüyor. Her iki şehirden de düzenli otobüs seferleri yapılmakta. Otobüs garajı Mostar merkeze 20 dakika yürüme mesafesinde, garaj ile merkez arasında toplu ulaşım bulunmadığından yürümek istemeyenlere taksi ile ulaşım kalıyor.
  • Saraybosna’dan günde iki kez sabah ve akşam saatlerinde tren seferleri de bulunmakta.

Mostar’ı ziyaret edecekler bu şehrin yanında başkent Saraybosna, Hırvatistan’ın Dubrovnik şehri ve Karadağ Budva, Kotor’u rotalarına ekleyebilirler. Biz kendi arabamız ile çıktığımız Balkan gezimizde Adriyatik kıyılarında Karadağ’da Budva ve Kotor, Hırvatistan’da Dubrovnik’i gezdikten sonra kuzeye Mostar ve Saraybosna’ya rotamızı çevirdik. Kendi arabası veya araba kiralayarak gezenler önce Mostar, Mostar’a ulaşmadan önce aşağıda yazdığım Kraviçe Şelalesi ve Balagay Tekkesi’nden Mostar’a, sonra başkent Saray Bosna’ya ulaşabilirler.

Mostar ile birlikte, Bosna Hersek’in başkenti Saraybosna’yı da gezmek isterseniz linke tıklayınız.

Saraybosna Gezi Rehberi: Kültürlerin Buluştuğu Kadim Kent

Konaklama

Mostar’da mesafeler yakın olduğu için eski şehir civarında çok sayıda otelde uygun fiyatlarla konaklamak mümkün. Biz Neretva Nehri kıyısında merkeze yakın bir aile işletmesinde konakladık. Temizliği, konumu ve fiyatı ile memnun kaldık. ‘Booking’ ve ‘airbnb’ aracılığı ile seçim size kalmış.

Hangi Mevsim Gidilir

Mostar’da Akdeniz iklimi hakim, ilkbahar, sonbahar ve haziran aylarında daha rahat dolaşılabilir. Temmuz ve ağustos ayları hem çok sıcak hem çok kalabalık olabilir. Kış aylarında rahatça gezebilmek için hava biraz sert gelebilir.

Kısa Tarihi

Mostar’da yerleşim tarihi çok eskilere gitmemektedir. Romalılar bir dönem bu topraklarda koloni halinde bulunsa da sürekli yerleşim olmamıştır. Mostar’ın adı ilk kez 1452 yılında bir Dubrovnik belgesinde geçer. Osmanlı İmparatorluğu 15.yy’nın ikinci yarısında Bosna Hersek Bölgesini Osmanlı topraklarına katmasından sonra şehrin stratejik önemi artar. 1878 yılında Avusturya Macaristan İmparatorluğu bölgeyi sınırlarına dahil edene kadar 400 yıl Osmanlı hakimiyetinde kaldı. 1918 yılında Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun yıkılması sonrası önce Sırp Hırvat Sloven Krallığı’na sonra Yugoslavya Krallığına bağlandı Mostar. 1945- 1990 yılları arasında Yugoslavya Federe Devleti’nin altı federe devleti arasında olan Bosna Hersek sınırları içinde kaldı. 1992 yılında Yugoslavya’nın dağılması sonrası Bosna Hersek iç savaşında 1992-1995 yıllarında Mostar şehri bombalarla yıkıldı. Şehirden çok sayıda göç oldu. Ancak 2000 yılından sonra şehre Müslüman Boşnaklar ve Hırvatlar yerleşti. Sırpların çoğunluğu şehri terk etti. Bugün nüfusun % 50’sinden fazlası Boşnaklardan oluşmaktadır. 

Gezelim Görelim

Mostar Saraybosna ile Adriyatik kıyısı arasında bir geçiş noktası. Şehir nehrin iki kıyısına kurulmuş, çok geniş bir alana yayılmıyor.

Şehir merkezindeki birçok yer bir günde rahatlıkla gezilebilir. Dubravnik ve Saraybosna’dan günübirlik gezilebilir. Ancak Mostar gezisinde sadece şehir merkezini değil çevreyi de gezmek için en az bir gece konaklanmalı. Biz Dubrovnik’ten erken yola çıktık, yol üzerinde önce Kraviçe Selaleleri’ni, sonrasında yine yol üzerinde Balağay Tekkesi’ni ziyaret ettik. Mostar’a akşam üzeri ulaşıp kısa bir şehir turu sonrası ünlü restoranlarından birinde yerel kebaplarını, yemeklerini tattık. Ertesi gün Mostar’ın tüm gezilecek yerlerini tamamladıktan sonra Saraybosna’ya hareket ettik. Bu bölümde öncelikle şehir merkezini gezelim, sonrasında çevredeki güzelliklerden söz edelim.

Mostar Köprüsü

Mostar’ın simgesi Mostar Köprüsü ile başlıyoruz gezimize. Önce bir sonraki köprüden gece ve gündüz fotoğrafını çekiyoruz bu tarihi de, hikayesi de özel köprünün. Köprü üzerinde yürüyüp, suya atlayanları da izleyeceğiz. 

Mostar Köprüsü’nün gece ve gündüz muhteşem fotolarını bu köprüden bir önceki köprü olan Liman Köprüsü’nden çektik. 1913 yılında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminde yapılan köprü doğal olarak Mostar Köprüsü’nün gölgesinde kalıyor. Ancak özellikle gün batımında en güzel köprü fotolarının bu köprüden çekildiğini söylemeliyim.

Neretva Nehri şehri doğu ve batı yönünde ikiye bölüyor. Doğu yakasında müslümanlar, batı yakasında Sırplar ve Hırvatlar yaşamış tarih boyunca.

Mostar köprüsünün yerinde daha önce doğu ve batı kıyısını bağlayan bir tahta köprü bulunuyormuş. Boşnakça adı Stari Most olan köprü 1557-1566 yılları arasında,   Kanuni Sultan döneminde Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayrettin tarafından yapılmış. Köprü 30 metre uzunluğunda, 4 metre genişliğinde ve 24 metre yüksekliğinde. Bu muhteşem görünüşlü kemerli taş köprü Bosna Hersek’in bağımsızlık savaşında gördüğü hasar ile tüm dünyanın dikkatini çekmiştir. Tarihi köprü önce Bosnalı Sırpların saldırısına uğramış, 1993 yılında da Hırvatlar tarafından tahrip edilmiş. Bu saldırılarla yıkılan köprü Avrupa Kalkınma Bankası, İtalya, Hollanda, Hırvatistan ve Türkiye’nin desteği ile 2004 yeniden yaptırılmış. Mostar Köprüsü 2005 yılında UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yerini almış.

Bu arada Savaş ve Soykırım Müzesi’nde sergilenen Mostar Köprüsü’nün savaşta aldığı hasarın fotosu da içimizi burkuyor.

Mostar Köprüsü her daim kalabalık, şehre gelenlerin öncelikle bu tarihi köprüden geçtikleri açık. Tam köprünün üzerinden geçerken köprüden suya atlayan bir genç gördük. 20 metreden yüksek olan köprüden, nehrin serin sularına atlamak 1600’lü yıllardan kalan bir gelenek imiş. Evlilik çağındaki gençler cesaretlerini göstermek için atlarlarmış bu yüksek köprüden. Günümüzde ise daha çok turistik amaçlı atlayışlar yapılıyormuş. Atlayış yapan genç önce para toplayıp sonra bu gösterisini yapıyor.

Turistler arasından da atlayış yapmak isteyenler köprünün yanındaki Bridge Diver Club’dan eğitim alıp atlayışını gerçekleştirebilmekte ve atlayış yaptığını gösteren sertifikasını da alabiliyor. Ayrıca ağustos sonu eylül başında Red Bull’un Cliff Diving etkinliğinde Mostar Köprüsü’nden atlayışları izleme şansınız da bulunmakta. 2023 yılında etkinlik 9 Eylül’de düzenlenmekte.

Eğri Köprü

Mostar Köprüsü’nün 150 metre kadar ilerisinde Mostar Köprüsü’ne benzer ancak daha küçük boyutlu bir taş köprü karşımıza çıkıyor. Eğri Köprü  Neretva Nehri’ni besleyen Radobolja Deresi üzerinde yapılmış. 1558 yılında tamamlanan köprü Mostar Köprüsü inşa edilmeden önce minyatürü yapılmış gibi düşündürüyor. Restoranların arasında dere üzerindeki köprü bölgeye ayrı bir hava katıyor.

Karagöz Bey Cami

Uzun yıllar Osmanlı toprakları olan Mostar’da doğal olarak karşımıza tarihi camiler de çıkıyor.

Karagöz Bey Cami devasa kubbesi ve minaresi ile Mostar’ın en büyük camisi. Cami Osmanlı döneminde 1558 yılında bir Katolik kilisenin temellerinin üzerine  yapılmış. Cami, medrese, kütüphane ve bahçede bir şadırvan bulunmakta. Caminin içi arabesk boyamalar ve hat sanatı ile süslenmiş. Süslemelerde Arap ve Osmanlı sanatının etkileri görünürken, Bosna ve Hersek’e özgü çiçek, nar, üzüm, selvi gibi motiflerle bezenmiş.

Caminin şehrin her yerinden görünen 35 metre yüksekliğindeki minaresine 94 basamak ile çıkılmakta. Camiye giriş ve minareye çıkış ayrı ayrı ücrete tabi. Biz kapıya yaklaştığımızda kapıdaki görevli genç nereli olduğumuzu sordu. Türk olduğumuzu söyleyince siz müslümansınız ücretsiz girin hatta minareden görüntüyü kaçırmayın diye teklifte bulununca şehrin en yüksek noktasına tırmanmaktan kendimiz alamadık.  Doksan dört basamak çıkmak kolay olmasa da Mostar’ın tümünü ayaklarımızın altında görmek ve fotoğraflarımızı çekmek tüm yorgunluğumuzu unutturdu.

Koski Mehmet Paşa Cami

Koski Mehmet Paşa Camii 1618 yılında inşa edilmiş, tek kubbeli, sade Osmanlı mimarisini yansıtan tarihi bir cami. Camide Avusturya-Macaristan İmparatoru Franz Joseph’in hediye ettiği halılar bulunmakta. Bu caminin minaresinden de Monstar’ın panoramik manzarası güzel bir görüntü sunmakta. Camiye giriş ve minareye çıkış ücretli. Biz sadece kapıdan göz attık. Cami iç savaş sırasında zarar görmüş, 2001 yılında yenilenmiş.

Savaş ve Soykırım Müzesi 1992-1995

Mostar’da birden çok ilginç müze var. Ancak genel olarak şehre sınırlı zaman ayrıldığı için hepsini görmek mümkün olamıyor. Biz gezdiğimiz şehirlerde bir tarih müzesi veya arkeoloji müzesi gezmeyi tercih ediyoruz. Mostar’da ise çok daha ilginç bir o kadar da hüzünlü müzeyi gezdik.

1992-1995 yılları arasında Hırvatların, Müslüman Boşnaklara karşı yaptıkları kıyımları fotoğraflarla, savaş mağdurlarından kalan eşyalarla anlatıldığı müzeden yaşlı gözlerle ayrıldık. Mostar ve Saraybosna’nın acılı öyküsü bu müzelerde ve mezar taşlarında vücut buluyor.

Bakırcılar Çarşısı -Kujundziluk Pazarı

Osmanlı döneminde şehir iki bölüm olarak planlanmış. Çarşı olarak adlandırılan el sanatları ile uğraşan ustaların atölyeleri, dükkanları ve ticari faaliyetlerin yürüdüğü alan ve halkın yaşadığı mahalle olarak. Mostar geniş bir alana yayılan tarihi çarşı sokaklarında dolaşmak, otantik dükkanlardan alışveriş yapmak ve çarşıdaki yine yerel kafelerde oturmak şehir gezimizin bir parçası. Zaten çarşı da eski köprüye ulaşmaya çalışırken karşımıza çıkıyor. Daha çok turistlere yönelik dükkanların bulunduğu çarşıda şehre özgü hediyelik eşyalarınızı seçebilirsiniz.

Tara Kulesi

Mostar Köprüsü’nün iki yanında Tara Kulesi ve Halebiye Kulesi yer almakta. İki kule gözetleme kulesi olarak yapılmış. Tara Kulesi bir dönem hapishane ve mühimmat deposu olarakda kullanılmış. Günümüzde müze olarak kullanılıyor en üstü katından şehir manzarası da seyredilebiliyor. Biz şehri minare tepesinden seyrettiğimiz için Tara Kulesi’ne tırmanma isteği duymadık. Müze tercihimizi Savaş ve Soykırım Müzesi’nden yana kullandığımız için bu müzeye ayıracak zaman bulamadık.

Halebiye Kulesi’nde de İç Savaşta yaşanan acıları fotoğraflayan bir gazetecinin fotoğrafları sergileniyor.

Mostar Barış Çan Kulesi

Barış Çan Kulesi Mostar’ın en yüksek binası 107,2 metre yükekliğinde. Şehrin Hristiyan tarafında bulunan Katolik Kilisesi 1866 yılında Osmanlı döneminde yapılmış. 1992 yılında savaş sırasında yıkılan kilise 2000 yılında tekrar yapılmış.

Tarihi Mostar Evleri

Mostar’da tarihi Osmanlı evlerini ziyaret etmek mümkün. Bu evlerden en eski olanı Mostar Köprüsü’nden de önce 1520 yılında yapılan, Mostar Kadısı Kaytaz’ın evi. Ev Osmanlı döneminde mahkeme binası olarak da kullanılmış. Ayrıca iki Türk evi bulunuyor. Muslibegovic Evi ve Bisçeviç Evi. Biz tarihi bir Türk Evi görme kararlılığı ile Muslibegovic evini arayıp bulduk. Kapıdaki bir görevli binanın otele çevrildiğini, o anda da açık olmadığından içeriye alamayacağını söylediği için ancak dışarıdan fotoğraf çekebildik.

Mostar şehir içi gezimizi güneşli, güzel bir haziran gününde keyifle yaptık. Geniş bir Balkan coğrafyasını kapsayan 15 günlük gezimizde özellikle Mostar bizi hüzünlendirdi. Bir yandan tarihi köprünün yeniden yapılmasına sevinirken, diğer yandan Savaş ve Soykırım Müzesi’nde kayıplardan kalan ve sergilenen objeler, fotolar ve kurşun izleri üzerinde binalar savaşın acılarını hatırlattı.

Kravica Şelalesi

Mostar’ın küçük bir şehir olduğunu ve tüm şehri bir gün içinde gezmenin mümkün olduğunu belirttim yukarıda. Ancak Bosna Hersek ülke gezisinde bizim gibi bu doğa harikası Kravica Şelalesi’ne zaman ayırmanızı öneririm.

Kravica Selalesi’nde 25 metre yükseklikten köpürerek akan bembeyaz sular, döküldükleri yerde zümrüt yeşili doğal bir havuz oluşturuyor. Bu doğal havuzda keyifle yüzenler, tekne ve kano ile gezenler suların keyfini çıkartıyorlar. Şelalenin karşısında oturacak yerlerde sıcak soğuk içeceklerden cevabi köfteye kadar yerel yemekleri tadabiliyoruz. Biz şelalede yüzemesek de yeşilin ve suların verdiği serinlikle şelaleye karşı oturup, bir şeyler atıştırdık.

Bu serinleten cennete yerli halk da turistler de ilgi gösteriyor. Güneyden Mostar’a gelenler uğramadan geçmemeli bu güzelliği. Bu arada Kravica şelalelerine girişin ücretli olduğunu da belirtelim.

Güneyden Dubrovnikten ve Karadağ’dan özel araba ile gelenler için zaten yol üzerinde şelale. Önce Saraybosna’ya uğrayıp sonra Mostar’a gelenler için ise Mostar’dan ulaşılabilecek bir uzaklıkta. Kravice Mostar’a 43 km uzaklıkta ancak yol bir saat sürüyor. Kraviçe Bosna’nın en çok turist çeken yerleri arasında.

Kraviçe’ye ulaşıma gelirsek buraya toplu ulaşım bulunmamakta. Özel araba veya kiralık arabanız yok ise Mostar’dan 35-40 Euro’ya günlük tur alınabilir. Ya da 80-100 Euro’ya taksi tutulabilir. Ancak yalnız seyahat eden gezginler için Mostar’dan otobüs ile Ljubuski ve Citluk’a gidip daha kısa mesafe için taksi tutulabilir.

Balagaj Tekkesi

Balagaj Tekkesi, Neretva Nehri’nin bir kolu olan Buna Nehri’nin kaynağındaki su altı mağarasının yanına kurulmuş tarihi bir tekke. Bektaşi dervişlerin kurucusu olduğu tekke 1520 yılında yapılmış. Bektaşiler bölgede müslümanlığın yayılmasında önemli rol oynamış. Daha sonraki yıllarda değişik tarikatlara hizmet eden tekke içinde ibadethane, türbeler ve misafirhane bulunmakta. Daha önceki yıllarda ücretsiz gezilen tekke ücret karşılığı gezilmekte. Biz türbenin içine girmedik ancak Buna Nehri’nin kenarındaki kafede kahve eşliğinde dik kayalıkların arasından doğan nehrin manzarasını seyre daldık.

Yeme İçme

Mostar’da çok sayıda lezzetli yemeklerini tadabileceğiniz restoranların yanısıra kafe ve barlar da bulunuyor. Biz de kaldığımız gece özel yemeklerini tatmak istedik. Restoranlar turistik bölgede birbirine yakın, fiyatlar makul. Biz evsahibimizin önerisi ile Şadırvan Restoranı tercih ettik.  Kebapların yanı sıra Boşnak dolmasını da tattık. Hem manzarası hem lezzetli yemekleri ile ünlü birkaç restoran ismi yazayım, siz gönlünüze göre seçebilirsiniz. Şadırvan gibi Hindin Han, Lagero, Babilon daha çok tercih edilen restoranlar arasında. Bu arada Boşnak böreklerinin de tadına doyulmadığını belirtmeliyim.

Gece klübü ve kafe arayanlar için de yine manzaralı ve canlı müzikli yerler yine aynı bölgede. Mostar Pub, Spago Pub, Beer Ti&Ja, Black Dog Pub populer yerler arasında sayılıyor.

Mostar küçük bir şehir olduğundan bir gece konaklayarak bir buçuk gün içerisinde çevresi ile birçok yerini görmeye çalıştık. Tabi yapamadıklarımız oldu, Mostar’ın en güzel parkı Zrinjevac Parkı’nı gezemedik.

Son Söz

Balkan gezimizi planlarken sadece Mostar Köprüsü’nü görüp geçeceğimiz bir şehir olarak kafamızda canlandırdığımız Mostar bize çok daha renkli bir resim çizdi. Sıcak, sevimli ve Osmanlı izleri ile yaşayan şehir, çevresi de doğal güzellikleri ile  adım adım gezilecek bir yer.

 

Seul Gezi Rehberi – Teknoloji ve Tarihin Harmonisi

Güney Kore Doğu Asya’nın en doğusunda, Kore Yarımadası’nın güneyinde 51 milyondan fazla nüfusu ile gelişmiş bir ülke. Başkent Seul çevresi ile dünyanın en büyük metropolleri arasında yer almaktadır. Ülke nüfusunun yarısından fazlasının yaşadığı Seul ülkenin can damarı, sanayi, ticaret ve finans merkezi.

Ülke 20. yy’da işgaller, savaşlar ve siyasi, ekonomik istikrarsızlık içinde dönemler geçirse de, bugün dört Asya kaplanı ülkesinden biri ve Doğu Asya’nın yükselen yıldızı. Yüksek büyüme hızı, sanayileşme, teknolojik ürünlerde öncülüğü yanı sıra kültürel olarak dış dünyaya tanıtımı da çok başarılı. Kore drama dizileri ve K-Pop müzik alanındaki yatırımları ile de tüm dünyada  bilinen merak edilen bir ülke.

Güney Kore, ülkemizde adı çok duyulan hep sempati ile düşündüğümüz uzaklarda bir dost ülke. Bu kadar uzaklığa karşın, Güney Kore ile   yakın ilişkilerimizin tarihi 1950’lere gitmekte. 1950 yılında Güney Kore ve Kuzey Kore arasındaki savaşta Birleşmiş Milletler Savaş Gücü askerleri arasında yer alan Türk askerleri üç yıl savaştı bu topraklarda. İngiltere’den sonra en çok şehit veren Türkiye, bu bedelin karşılığı Nato üyesi olarak kabul edildi.

Bu tarihi dostluk filmlerle, belgesellerle, öykülerle bu güne kadar korundu. Ancak Kore bize göre tam anlamı ile dünyanın bir ucu. Gidip, gezip geleyim diyebilecek bir coğrafyada olmasa da, yine de niçin Kore’ye gitmeliyim sorusunu cevaplayalım. 

Niçin Kore’yi Görmeliyiz:
  • Farklı bir ülke, farklı bir kültür
  • Tarihi ilişkiler, 1950’lerde Kore için savaşmaya giden Türk askerlerinin anıları, şehitlerin mezarları gezilebiliyor
  • Başkent Seul bir yanda, modern gökdelenler arasında saraylar, tapınaklar, sokak yemekleri ile çok renkli bir ülke
  • Güney Kore’den Japonya’ya ulaşım kolay, Türkiye’den o kadar yol gidince Japonya gezisi ile hem benzer hem farklı iki kültürü tanımak mümkün
  • Seul bir metropol, ancak kalabalık nüfus yormuyor. Konfüçyüs öğretilerini uygulayan Kore  halkı çok sakin, kibar ve saygılı. Güvenli bir ülke. 
  • Kore mutfağı Uzak Doğu’nun en lezzetli tatlarını sunuyor.
  • Türk vatandaşlarından 90 güne kadar vize istenmiyor

Seul gezi rehberi yazımıza başlamadan Güney Kore yolculuk kararımın nedenini yazmalıyım. Uzak Doğu ülkelerine merakım tam 10 yıl önce başladı. 2013 yılında Uzak Doğu’da ilk adım attığım mistik, farklı, fakir, kaotik, kalabalık ancak çekici ülke Tayland benim Uzak Doğu maceramın ilk fişeği oldu. Sonraki yıllarda nerede ise her yıl bizim kış mevsimimiz, Uzak Doğu’nun en güzel mevsiminde bu ülkeleri gezmeye başladım. Bu ülkeler; Myanmar, Nepal, Hindistan, Sri Lanka, Kamboçya, Vietnam, Filipinler, Tayvan ve Çin şeklinde sıralandı. Gezdiğim ülkelerin kültürleri, dinleri, tarihleri, halkları batı uygarlığından farklı, Tayvan ve Çin’in dışında, genellikle halkı fakir ancak saygılı topraklar idi.

Güney Kore ve Japonya bu yıllar arasında öncelikli ülkeler listeme girmemiş idi. Uzak Doğu’da birçok ülkeyi gördükten sonra sıra Asya kıtasının en doğusu ve en gelişmiş iki ülkesine geldi. Bu iki ülkeye bugüne kadar uzak durmamın ilk nedeni; iki ülkenin de diğer Uzak Doğu ülkelerine göre (Tayvan dışında) çok daha gelişmiş olmaları, gökdelenlerle kaplı başkentleri ile mistik doğu kültüründen uzaklaştıklarını düşünmem idi. Diğer bir neden ise şüphesiz iki ülkenin, özellikle Japonya’nın dünyanın en pahalı ülkeleri arasında sayılması idi. Yine de Uzak Doğu’nun bu iki özel ülkesini görme zamanı geldi diyerek, en güzel mevsim ilkbaharda, sakura mevsiminde iki ülkeyi programımıza aldık.

Güney Kore gezimiz başkent Seul ile başladı, güneydeki liman şehri Busan da ikinci şehrimiz oldu. Busan’dan gemi ile Japonya Fukuako Limanı’na geçerek Japonya’da gezimize devam ettik. Üç haftalık gezimizin bir haftasını Güney Kore’ye ayırdık.

Güney Kore Kısa Tarihi 

Meraklısına: Bu bölüm ülke tarihini merak edenler için eklenmiştir. İsteyenler bir sonraki bölüme atlayabilirsiniz.

Kore yarımadasına yerleşim M.Ö 3000’li yıllara kadar uzanmakta. Yarımadada M.S 918 yılında kral Wang Kon krallıkları bir araya toplar ve Koryo Hanedanlığı’nı kurar. İngilizcede kullanılan Korea adı da bu hanedanlıktan gelmekte. 1392 yılından 1910 yılına kadar 500 yıl, Choson Krallığı ile ülkede politik ve kültürel olarak bağımsız bir dönem yaşandı. 16.yy sonlarından 19. yy’a kadar ülke dış dünya ile ilişkilerini de sınırladı. Ancak 19.yy’da Kore içe kapalı politikalarını değiştirerek, Birleşik Krallık, Fransa ve ABD ile diplomatik ve ticari ilişkiler kurma çabalarına girişti.

Ülke diğer ülkelerde ilişkilerini arttırırken, ülkeyi çevreleyen üç büyük devlet, Japonya, Rusya ve Çin  Kore topraklarına hakim olmak istedi. Japonya 1910 yılında Kore’yi işgal etti. Kolonial dönemde Kore sanayileşmede ileriye gitse de  kendi kültürlerini ve dillerini koruma konusunda Japonların baskısı altında kaldı. II. Dünya Savaşı sırasında da Kore  Japonya’nın yanında savaşmaya zorlandı.

Japonya’nın 1945 yılında, II. Dünya Savaşı’nda  yenilmesi ile sömürge olmaktan kurtulan Kore farklı bir senaryo ile karşılaştı. ABD ülkenin 38.paralelden ikiye bölündüğünü ilan ederek adanın güneyini işgal etti.  Sovyetler de kuzeydeki topraklara girdi. Güneyde başkenti Seul olan Kore Cumhuriyeti, kuzeyde ise başşehri Pyongyang olan Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti kuruldu. 1950’de Güney Kore’nin tam bağımsız ilanına Sovyetler Birliği ve Çin’in karşı koyması sonrası Kore Savaşı başladı. Amerika ve Birleşmiş Milletler kuvvetlerinin desteği ile 1953 yılında savaşı Güney Kore kazandı. Yarımada da 38. paralelden sınırları ayrılan iki ülkeye bölündü. Tabi bu savaş 2,5 milyon can kaybına yol açtı.

Savaş sonrasında ABD, Güney Kore’ye politik, askeri ve ekonomik destek verdi. 1960-1970 arasında askeri yönetim altında olan Güney Kore’de ekonomik büyüme ve sanayileşme hızlandı. Kore öncelikle eğitim, ekonomi ve kültürel alanda çok yol kat etti. 1945 yılına kadar 40 yıl Japon sömürgesindeki ülke, 1950’lerde 3 yıl süren ve ağır kayıplarla sonuçlanan Kore Savaşı sonrası 1960’larda Asya’nın fakir ülkesi görünümünde idi. Demokratik yönetime  geçişte sıkıntılar yaşayan Güney Kore iki askeri darbe, iki başkanın ömür boyu başkanlık için rüyaları ile demokratik yönetime, insan haklarına verdikleri zararlar, üç kez parlamento feshi ile siyasi istikrarsızlıkla mücadelelerinin yanında 1990’ların  ekonomik krizini de ağır geçirdi.  Ancak bugün ülke teknoloji ve sanayide dünya üzerinde söz sahibi ülkeler arasında yer almakta. Kore milli gelir artışı ile Asya’nın en hızlı büyüyen ekonomisi, dünyanın da 10. büyük ülkesi. Son yetmiş yılda az gelişmiş bir ülkeden yüksek gelirli gelişmiş bir ülkeye dönüşen Kore bir mucize gerçekleştirdi. Ülkede karma ekonomi ile planlı ihracata dayalı büyüme modeli uygulamaktadır.

Bugün Güney Kore Doğu Asya’nın Japonya ve Çin’den sonraki  en güçlü devleti haline geldi. 

Ulaşım

Başkent Seul’a THY ve Korean Airlines’ın direk seferleri bulunmakta. İstanbul-Seul arası 10 saate yakın sürmektedir. Bu iki havayolu dışında diğer havayollarında aktarmalı uçuşlarda uygun fiyatlı biletler bulunabilir. Biz Etihad Havayolları’ndan mart sonundaki uçak biletimizi uçuştan 5 ay önce  çok uygun fiyat  ile aldık. Gidiş Abu Dhabi dönüş Singapur aktarmalı idi uçuşlarımız. İlkbaharın turistlerin talebinin en yüksek olduğu dönem olmasına rağmen biletleri erken almanın avantajını kullandık, uçuş tarihimize yakın fiyatlar tam iki katına ulaşmıştı.

Biletimizi Seul gidiş, Tokyo dönüş olarak aldık. Seul’den direk Tokyo’ya uygun fiyatlı uçuş bulmak mümkün iken, biz Japon Denizi’nden gemi ile Japonya’ya geçmek istedik.  Güney Kore gezimizde sadece Seul ile sınırlı kalmaması için güneydeki, ülkenin ikinci büyük şehir Busan’ı programımıza aldık. 

Şimdi gelelim özel olarak Seul içi ulaşıma. Seul’de tüm uluslararası uçuşlarda Incheon Havaalanı kullanılmaktadır. Havaalanından yaklaşık bir saat uzaklıktaki şehir merkezine ulaşımın birden çok yolu bulunmakta, bilet fiyatına ve yolculuk süresine göre tercih sizin olacak.

İki çeşit tren karşınıza çıkacaktır. All stop train ve  express train. İki tren ile de Seul Tren İstasyonu’na kadar gidebilirsiniz. Birincisi birden çok durakta durarak, 60 dakikada merkeze ulaşıyor, 5-10 dakika sıklıkla hareket ediyor, fiyatı 4.150-4750 KRW arasında. Express train ise 20-40 dakika arasında hareket ediyor, 40 dakikada şehre ulaşıyor, fiyatı ise diğer trenin iki katı civarında, 9.500 KRW.

Otobüs; Havaalanında diğer seçenek, bizim de tercih ettiğimiz otobüs. Öncelikle hemen havaalanı çıkışta kredi kartı ile biletinizi alabiliyorsunuz. Fiyatı çok uygun 5.000 KRW ödedik, ayrıca son derece rahat koltukları olan bir otobüse az sayıda turist bindik. Çoğunluk treni tercih etmiş belli ki. Otobüs ile ulaşım trene göre daha uzun, ineceğiniz durağa göre 60-80 dakika sürmekte. Biz otelimizin konumuna göre otobüsten hangi durakta ineceğimizi önceden çalışmıştık. Otobüse binerken şoföre haritada durağımızın ismini gösterdik, Şoför durağa ulaşınca bizi uyardı, biz de bavulumuzu çeke çeke durağa yakın otelimize kolaylıkla ulaştık.

Diğer bir seçenek de taksi, birden çok kişi iseniz değerlendirilebilir. Dört ayrı tür taksi standarttan, vana kadar değişiyor. Türüne göre değişebilir fiyatlar, aslında taksi çok pahalı değil, biz şehir içinde kısa mesafelerde çok kullandık, ancak havaalanında tren ve otobüs seçenekleri arasında ısrarla taksi aramak istemeyebilirsiniz bizim gibi.

Gelelim şehir içi ulaşıma. Şehir içi ulaşım için Seoul City Pass kartları alabilirsiniz. Seoul City Pass

Tmoney card alıp para yükleyerek tüm toplu ulaşım araçlarından yararlanabilirsiniz. Kart için başta 2500 Won ödeniyor, sonrasında kullanımınıza göre kiokslarda ve bazı dükkanlarda kartınıza para yükleyebilirsiniz. Biz Seul’de metroyu az kullandığımız için bu kartı kullanmadık, ancak Busan’da bu kart ile çok rahat yolculuk yaptık.

Seul metro sistemi çok gelişmiş, her türlü ulaşımınızı metro ile yapabilirsiniz.  Seoul Metro Uygulaması

Biz son güne kadar metro kullanmadık. Konaklama bölümde bahsedeceğim gibi, konaklama yerimizi dikkatli seçtik ve görmek istediğimiz birçok yere yürüyerek ulaştık. Arada da taksi kullandık. Biz kocaman metropol Seul’u küçük ve sevimli bir şehri gezer gibi gezdik.

Bu arada Seul geziniz için telefonunuza KakaoMap uygulamasını indirmenizi de önermek isterim. Tüm gezilecek yerler ve popüler restoranlar, kafeler için bu uygulama ‘Googlemaps’e göre daha doğru yönlendiriyor.

Konaklama

Seul gibi büyük ve çok renkli bir şehirde konaklanacak bölgeyi kendi ilgi alanlarınıza, en çok nerelerde zaman geçirmek istediğinize göre seçmek daha doğru olabilir. Önce bölgeleri tanıyalım. Myeongdong:  Bol alışveriş yapmak, eğlence parklarında zaman geçirmek, şık kafelerinde, restoranlarında, aynı zamanda da sokak yemeklerinde de değişik lezzetler tatmak istiyorsunuz tercih edilecek popüler bir bölge.

Hongdae: Hongik Üniversitesi civarında, eğlenceli, genç nüfus ağırlıklı, yine kafeleri, restoranları ve uygun fiyatlı konaklama imkanı olan bir bölge Itaewon: Bu bölge de çok sayıda alışveriş merkezleri, uluslararası restoranları ve gece hayatı için canlı bir bölge

Insadong: Gelelim bizim konakladığımız bölgeye. Turistler için öncelikle görülecek saraylar, tarihi alanlar arasında olan, bu yerlere yürüyerek kolaylıkla ulaşılacak bir bölge. Yine şık ancak geleneksel dükkanlar, butikler, kafeler restoranlar da ulaşılacak mesafelerde. Biz üç gün boyunca bir çok yere yürüyerek ulaştık, Seul Tower gibi daha uzak yerlerde de taksi kullandık. Yürüyerek çok yere kolaylıkla ulaşıp, gökdelenler ve AVM’ler arasında kaybolmadığımız için bizim gözümüzde Seul çok sevimli bir şehir olarak kaldı.

Vize

Birçok blogda Türk vatandaşları için Kore vize istemiyor yazısı görebilirsiniz. Aman dikkat, Eylül 2021 tarihinden itibaren Kore için farklı bir şekilde vize uygulamasına geçilmiş gibi. Birçok ülkede uygulanan kapı vizesinden de farklı. Kore’ye uçmak için daha ülkeden çıkmadan online ETA formunu doldurup, 45 dolar ödeme yapıp onay beklemeniz gerekiyor. Onay iki gün içerinde dönüyor. Turlar ile gidenler acentalar tarafından bu konuda uyarılıp, form doldurma işini daha önce yapabilirler. Ancak bizim gibi bireysel gidenler uçuş yapmak üzere check in yaparken bu uygulamayı öğrenip, uçak kalkmadan onay gelip gelmeyeceğini bilemeden heyecan yaşayabilirsiniz. 

Online başvuru linki aşağıda; 

Kore ETA Başvuru

Gezelim Görelim

Seul, Güney Kore’nin başkenti ve en büyük şehri. Seul 10 milyonluk merkez nüfusu, çevresi ile 26 milyona ulaşarak, dünyanın en büyük metropolleri arasında yer almaktadır. Ülkenin yarısından çoğu da bu şehirde yaşamaktadır. Ülkenin gelişmişlik düzeyinin artmasında en çok payı olan Seul şehri de son yıllarda çok daha fazla turist çeken bir şehir kimliğine kavuştu.

Gezginler için de Seul ilgi alanlarınıza göre çok şey bulabileceğiniz bir şehir. Bizim gibi daha çok ülke tarihi, kültürü, halkı, yaşam şekli ile ilgili iseniz saraylar, tapınaklar, müzeler sizi karşılıyor. Markalı ve teknolojik ürünler, hareketli gece hayatı, Kore lezzetleri sunan restoranlar, kafeler, temalı modern AVM ler öncelikleriniz arasında ise her birini fazlası ile bulabileceksiniz.

Seul gezimize kraliyet sarayları ve tapınakları ile başladık. Seul’deki tarihi tüm sarayları gezecek zamanınız olmayabileceğini düşünerek mutlaka görülmesi gereken iki sarayı paylaşacağım.

Saraylara geçmeden önce ‘Hanbok’ tan söz etmeliyim. Sarayların önünde geleneksel Kore giysileri ile dolaşanları görünce şaşırmayın. Biz şaşırmıştık. Nedenini öğrenince hemen Hanbok kiralayan bir dükkana girip yüzyıl öncesinin geleneksel Kore giysilerinden en beğendiğimizi kiralayıp, sarayları ücretsiz dolaştık. Sokaklarda bu kıyafetler ile dolaştık, bol bol fotolar çektik. Bu nedenle saraylarla Seul gezisine başlamadan linkteki yazımı okumanızı öneriyorum. ‘Hanbok’ Geleneksel Kore Giysisi ile Turistlere Unutulmaz Anlar

Changdeokgung Palace

Changdeokgung  Sarayı 1392-1897 yılları arasında Joseon Hanedanı tarafından yaptırılan beş saraydan biri. Saray 1405 yılında ana saray Gyeongbokgung Sarayı’ndan daha sonra yapılmış, daha küçük olsa da 45 hektarlık bir alanda 13 bina ve 28 bahçe pavilonları ile gösterişli bir saray.  Sarayın mimarisi ve dağın eteğinde bulunduğu doğal ortama uyumlu ve asimetrik yerleşimi ile farklı bir tarza sahiptir. Saray 1592 yılında Japon işgali sırasında çıkan yangında çok zarar görmüş. 1610 yılında restore edilmiş ve 270 yıl ülkenin son krallığına kadar ana saray olarak kullanılmış. Saray 1917 yılında yine yangında bazı bölümleri tahrip olsa da 1991 yılından sonra yapılan restorasyonlarla bugüne getirilip halka açılmıştır.  Saraylar içinde yine de en iyi korunmuşlar arasında yer alan saray, özellikli Kore mimarisi ve doğa ile uyumlu konumu ile 1977 yılında Unesco Dünya Mirasları Listesi’nde yerini almış.

Sarayın görülmesi gereken bir bölümü de ‘Secret Garden’. Saray giriş sadece 3000 KRW iken gizli bahçe eklenirse 8000 KRW’ye yükseliyor ücret. Biz baharda sakura zamanında hem bu sarayı, hem gizli bahçeyi gezme şansına sahip olduk. Ayrıca yukarıdaki yazımda belirttiğim gibi geleneksel kıyafetleri ‘hankok’ ile gezince iki saraya da gizli bahçeye de bilet ücreti ödemedik. Gizli bahçe saatlerine göre rehberle gezilebiliyor. Bahçede yaşı 300 yıldan büyük 26.000 ağaç bulunuyor. Sakuraların açtığı dönemde sakura ağaçlarının önleri fotoğraf sırası bekleyen turistlerle çevrelenmişti. Doğal olarak biz de ilgimizi göz alıcı sakuralara yöneltince diğer özel ağaçları dikkatimizden kaçırdık gibi. Seul’da bu sarayları gezmek için en güzel zamanın özellikle ilkbaharda sakuraların açtığı ve sonbaharda yaprakların sarı, kırmızı renk dönüşümleri sırasında olduğunu belirtmeliyim.

Ancak bu arada Gizli Bahçe’de Josean Hanedanlığı döneminden kalma güneş saatinin yer aldığı gözümüzden kaçmadı.

Changdeokgung Palace, pazartesi günleri dışında 9.00-18.30 arası ziyarete açık. Bizim ziyaret ettiğimiz mart ayında saat 17.30 kapanış saatiydi.

Gyeongbokgung Palace

Gyeongbokgung Palace, Josean Hanedanlığı döneminde yapılan ilk ve en büyük saray. Seul’de mutlaka görülmesi gereken yerlerin ilk sırasında. Saray 1395 yılında inşa edilmiş, hanedanlık döneminde dört saray daha yapılsa da, Gyeongbokgung Palace hanedanlığın ana sarayı olmuş.

Japon işgali zamanında tahrip olan sarayın yenilenmesi için Kore devleti önemli yatırımlar yapmıştır. Sarayın içinde Kore Ulusal Saray Müzesi ve Folk Müzesi de yer almaktadır.

Sarayın gösterişli Gwanghawamun Kapısı’ndan giriyoruz. Bu kapıda günde üç kez saat 11.00 -14.00 ve 16.00’da nöbet değişimi yapılıyor. Şanslı iseniz bu değişimi görüntüleyebilirsiniz. Bu arada üzülmeyin sarayın içinde de bu saatlerden birer saat önce yine üç kez nöbet değişim törenini izleyebilirsiniz. Biz şanslı turistler arasında idik ve kapıdaki nöbet değişimini yakaladık. Saray ve bahçesini çok keyifle ve hankoklarımız ile dolaştık.

Saray salı günleri dışında yaz döneminde 9.00-18.00 arası açık, giriş ücreti 3.000 KRW.

Bukchon Hanok Köyü

Seul gibi gökdelenlerle çevrilmiş bir metropolde önce şehrin ortasındaki saraylarda dolaştıktan sonra sırada şehrin göbeğinde bir köy vardı. Gitmeden önce gezeceğimiz yerleri okurken bir ulaşım aracı ile bu köye ulaşacağımızı düşünmüştük. Ancak Seul’de otelimizi tarihi bölgede ayırttığımız için Hanok Köyü’ne de yürüyerek ulaştık. Seul büyürken tarihi köy şehrin içinde kalmış, ancak bizdekinin aksine tarihi evleri ve dokusu korunmuş köyün,  turistlerin ilgisini çeken bir bölge yaratılmış.

Bukhan Hanok köyü Gyeongbok ve Changdeok Sarayları ve Jongmyo Tapınağı’na  yakın bir bölge. Joseon Hanedanı döneminde, 600 yıl önce asillerin ve üst düzey devlet görevlilerinin yaşadığı 900 Kore evi yer alan köy. Köyde 1920’lere kadar önemli değişiklik olmamış. Ancak 1930’larda devletin girişimi ile şehrin içinde geleneksel Kore mimarisi korunarak köy yenilenmiş.  Bugün bu evler müzelere, sanat merkezlerine, butik otellere, restoranlara, kafelere dönüştürülmüş. Dar sokakların arasında, vadide dolaşırken tarihi mimarisi, kapıları, çatıları, bahçe düzenlemeleri ile altı asır öncesinin sokaklarında  dolaşıyoruz. Hala bazı evlerde yaşayanlar olsa da artık bölge turistlerin özel ilgi gösterdiği bir alana dönüşmüş. Herhangi bir giriş ücreti olmayan Hanok Köyü, sokaklarında serbestçe dolaşacağınız, belirli evleri yakından görebileceğiniz, bahçesinde fotolar çekeceğiniz tarihi bölge. Seul gezisinin de olmazsa olmazlarından.

Jongmyo Shrine

Seul gezimizde önceliğimiz tarihi, geleneksel Seul izlerini aramak olduğu için Jongmyo Tapınağı’nı da gezilecek yerler listemize aldık. Hızlı Seul gezisi yapanların veya modern Seul gezenlerin görmeden geçeceği bir tapınak olabilir. Özellikle gezmeyi öneriyorum.

Jongmyo Tapınağı, günümüzde korunan en eski ve en otantik kraliyet Konfüçyüs Tapınağı. Tapınak yine Joseon Hanedanı döneminde 1394 yılında yapılmış ve ölen kral ve kraliçelerin anılmasına adanmış. Her mevsim ve yılın son ayı olmak üzere yılda beş kez atalarını anmak için törenler düzenlenirmiş.  Tapınak bugünkü hali ile 16.yy’da düzenlenmiş, eski kraliyet ailelerinin öğretilerini içeren tabletler de sergilenmekte. Günümüzde, mayıs ayının ilk pazar günü ve kasım ayının ilk cumartesi günü olmak üzere yılda iki kez   Joseon Hanedanlığını anma ritüeli müzik, şarkı ve dans eşliğinde yapılmaktadır. Bu dans ve müzik ritüeli Unesco Somut Olmayan Kültürel Mirasları arasında yer almaktadır.

Tapınak mimarisi ve bahçesi ve sergilenen eserler bizi en az saraylar kadar etkiledi.

Bongeunsa Tapınağı
  • Tripadvisor

Seul’de yine şehrin ortasında bu kez karşımıza renkli bir Budist Tapınağı çıkıyor. Tapınağın ilk yapılışı 794 yılına kadar gitmektedir. Joseon hanedanlığında bir dönem Budizm baskılanmış yerine Konfüsyanizm daha önem kazanmış. Bongeunsa 1550-1936 yılları arasında Kore’nin en önemli Budist Zen Tapınağı olarak yerini almış. 1936’dan sonra yangın ve savaşla birlikte zarar görmüş ancak 1941-1982 yılları arasında yapılan restorasyonlarla eski kimliğini kazanmış. Tapınakta ülkenin en yüksek taş heykeli olan ‘Maitreya –Future Buda’ heykeli yer almakta. Gangdam Bölgesinde, Starfield COEX Mall’ın yakınında yani gökdelenler arasında yer alan tapınak yine de sakin bir atmosfer sunuyor ziyaretçilerine.

Seul Tower

Seul’ün tarihi bölgelerinin en önemli yapıları, sarayları tapınaklarını gezdikten sonra modern Seul’e yüzümüzü dönme zamanı geldi. 

Seul Kulesi, Seul’un en yüksek noktasından tüm şehri kuşbaşı görebileceğimiz bir yer. Hele akşam üzeri güneş batarken doyumsuz bir manzara sunuyor. Namsan Dağı’na Radyo TV istasyonu olarak 1971 yılında yapılan, 236 metre yüksekliğindeki  kule bugün turistlerin ilgisini çeken bir nokta.

Kulenin cazibesini arttıran başka bir özelliği ise sonsuz aşk dilekleri ile çiftlerin ziyaret yeri olması. Seul Kulesi’nde çok sayıda aşk kilitlerinin kulenin birçok yerine asılmasının ötesinde ayrıca otomatik aşk kilidi makinesi konmuş tepeye. Çiftler aşk kilitlerini makineden alıp istedikleri yere astıktan sonra kilidin anahtarını Namsan Dağı’ndan fırlatıyorlar. Anahtarları bulunup aşk kilitleri açılamayacağı için aşklarının da sonsuza kadar süreceğine inanmaktalar. Kısaca Radyo TV istasyonu bugün turistler ve aşıkların özel ziyaret yeri.

Seul Kulesi’ne  Chungmuro ve Dongguk metro istasyonlarından geçen 1 numaralı Namsan Sunhwan Shuttle Bus ile ulaşılabilir. Ya da teleferik ile kuleye çıkabilirsiniz. Teleferik saatleri 10.00-23.00 arası tek yön 11.000 Won, gidiş dönüş 14.000 Won ücret ile çıkılabilir. Tabi teleferik ücreti biraz yüksek. Biz tek yön çıkmayı tercih ettik, dönerken dağdan merdivenlerle rahatlıkla inilebiliyor.

Kulede dört adet restoranda Seul manzarasına karşı akşam yemeği yiyebilirsiniz, ya da ayrıca bir bilet ile kulenin en tepesine çıkabilirsiniz. Biz kulenin en üst gözlem yerine çıkmadık, aşağıda şehir manzarası sunan geniş terasta güneşi batırmayı tercih ettik. Kule saat 10.00-23.00 arası açık, cumartesi günleri gece yarısına kadar kalabilirsiniz bu renkli alanda.

Namsan Dağı’nın en yüksek noktası tarihi olarak da ayrı bir yere sahip. Joseon döneminde uzun mesafeli haberleşme amacıyla kullanılan önemli noktalardan biri. Özellikle düşman kuvvetlere karşı ülkede beş yüksek dağdan gündüz duman gece ise ateş ile haberleşme sağlanmakta imiş. Namsan Dağı da sınır bölgelerden gelen haberlerin izlendiği ve haberleşmenin yapıldı bir dağ olarak kullanılmış tarih boyunca. Gözetleme ve haberleşme kulesi de restore edilmiş.

Myeongdong Alışveriş Bölgesi

Seul’un modern ve hareketli bölgesi Myeongdong. Dünya çapında alışveriş merkezleri ile pahalı bölge turistler için de ilgi çeken yerlerden biri. Gökdelenlerle kaplı ana caddelerdeki ünlü alışveriş merkezlerinin dışındaki ara sokaklarda daha uygun fiyatlı marketlerde de alışveriş yapabilirsiniz. Bu arada Kore’nin kozmetik ürünleri dünya çapında üne sahip. Çok sayıda sade kozmetik ürün satan mağazalar göreceksiniz. Biz bölgede dolaşırken mask isimli bir mağazaya daldık, güzellik ürünleri çeşitleri başımızı döndürdü ve hiç düşünmediğimiz halde ellerimiz kollarımız dolu çıktık. Hem dükkanlarda, hem tezgahlarda çok sayıda Kore’ye özgü yerel ürünler, hediyelik eşyalar da bulabilirsiniz. Şüphesiz teknolojik ürünlerin çeşitlerinin zenginliğini söylemeye gerek yok.

Ayrıca sokak aralarına akşam saatlerinde kurulan sokak tezgahlarında da zengin Kore mutfağının lezzetlerini tadabilirsiniz. Myeongdong metro istasyonunda inip çevreyi gündüz ve gece gezebilirsiniz. Biz gündüzleri tarihi bölgeleri gezip geceleri hareketli, canlı sokaklarda dolaştık. Ancak büyük AVM’lerde zaman geçirmek istemedik.

Nandaemun Alışveriş Bölgesi

Myeongdong Bölgesi’nde şık mağazalarda dolaşıp, bütçenize göre belki sınırlı alışveriş yapma şansınız olabilir. Buna alternatif olarak Nandaemun bölgesini mutlaka dolaşmanızı öneriyorum. Şehrin en büyük alışveriş alanı, çok çeşitli ürünleri daha uygun fiyatlı bulabilirsiniz. Günün her saati dolaşabilirsiniz, ancak akşam saatlerinde daha hareketli ve yine sokak yemeklerini tadabileceğiniz çok sayıda tezgahlar da sizleri bekliyor. Biz bir akşamımızı da bu bölgede geçirdik.

Bu arada daha geleneksel Kore ürünlerini bulabileceğiniz alışveriş bölgesi Insadong, yine alışveriş ve sokak lezzetleri tadılan bir bölge. 

Dongdaemun Design Plaza ve Park

Seul’un ilginç modern yapılarından biri neofuturistik kültür kompleksi. Dongdaemun Stadyumu 1920’li yıllarda ülke Japonya hakimiyeti sırasında yapılmış. Stadyum 2011-2014 yılları arasında günümüzde dünyanın en büyük üç boyutlu atipik yapısına dönüştürülmüş. Bina tarih ve kültür parkı olarak ziyarete açılmış. İçinde sanat galeri, müzeler, etkinlik alanları ile farklı bir yapı Dongdaemun Plaza.

Yeme İçme

Kore ve Japon mutfakları benim açımdan Uzak Doğu lezzetinin tavan yaptığı mutfaklar oldu. İlk Tayland’a gidişimde ürkek ürkek sokak yemeklerine bakarken, bu gezimde ne varsa tatmak istedim. 

Kore mutfağı zaten Uzak Doğu mutfağı içinde en bilinen lezzetli mutfaklar arasında. Öncelikle et ve balıktan zengin, doyurucu çorbalar sofralarda baş köşede. Lokantada  sofraya ekmek gelmediğinden doğal olarak pirinç ve sağlıklı kimchi yemeğin yanında. Kimchiyi bizim lahana turşusu olarak düşünebiliriz.

Kore et yemekleri de tadılacak illaki, hele lokantada masanın ortasına uzanan bacaları ile mangal yapmanın da tadına doyulmaz. Biz bazı restoranlarda masaların ortasındaki mangalları ve bacaları görünce bir akşam özellikle böyle bir restoranda yemek istedik. Restoranda menüdeki fotolara bakarak porsiyon olarak etimizi söyledik. Biraz sonra masaya etler yanında soslar ve yanında başka malzemeler geldi. Biz birisinin gelip bize servis yapacağını beklerken garson bırakıp gitti. Malzemelere bakakaldık. Bu arada yan masada bir genç bizim şaşkınlığımızı fark ederek masamıza yöneldi. Biz Seul’de ikinci gecemiz olduğunu, Kore mutfağını tanımadığımızı ve nasıl pişireceğimizi  bilmediğimizi söyledik. Kendi yemeğini bırakıp masamıza gelen gencin yardımı ile başardık etlerimizi pişirmeyi. 

Biz diğer akşam yemeklerimizde Nandaemun ve Myeongdong bölgelerinde sokakta yedik. Son derece temiz tezgahlarda (hiç Tayland’a benzemiyor), çok çeşitli yiyecekleri, görerek seçme şansımız olduğu için tercih ettik. İstakozundan, yengecine çeşitli deniz ürünlerinden, tatlılarına, atıştırmalıklarına birçok lezzeti tadabildik. Kore çeşitleri, baharatları hepsi çok lezzetli geldi. Biraz Uzak Doğu mutfağına alışan damak tadımın yanı sıra gerçekten Kore mutfağının da lezzetli olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Tabi kişisel olarak her gittiğim ülkenin yemeklerini tatmak gezi programlarımın bir parçası olduğundan her türlü yerel mutfak bana değişik geliyor.

Son Söz

Güney Kore modern ve geleneksel dokuyu çok güzel sentezleyen bir ülke. Başkentte tarihi sarayları, tapınakları, ülkenin asırlık değerleri korunmuş. Bugünün Seul’u ışıl, ışıl renkli neonlarla süslü, hareketli caddeleri, alışveriş merkezleri, eğlence parkları, restoranları, kafeleri, gece klübleri ile yaşayan bir şehir. Şehir tertemiz, büyüklüğüne rağmen düzenli, sakin, turistlere saygılı insanları, zengin mutfağı ile Seul gezilecek, görülecek şehir. 

Seul gibi bir metropolde beklentilerimizin üzerinde tarihi, kültürel, estetik eserlerle  karşılaştık. Kore için en güzel gezme mevsimi ilkbahar ve sonbahar. Biz  ilkbaharda çok keyifli dolaştık ülkeyi. Birçok turistik yerlerini gezebilsek de, ünlü gökdelenleri, AVM’leri, eğlence parkları, kafelerini ve modern sanat galerinin ve müzelerini de gezemedik. Seul üç geceden daha fazla zaman ayırmayı hak ediyor.  

 

 

 

 

 

 

 

Kozbeyli Köyü Gezi Rehberi: İzmir’in Güzel Köyü

Kozbeyli doğal güzelliği, otantik taş evleri, sakinliği ve İzmir’e yakınlığı ile son yıllarda daha çok ilgi gören bir köy…

Daha önceki yıllarda daha çok yurt dışı programları ile ilgileniyordum. İzmir Fotoğrafçılar Derneği ile gittiğimiz bazı köyler ile Anadolu köylerine ilgim arttı ve özel köyleri tanıtan yazılar yazmaya başladım. İzmir’de bir hafta sonu Foça’da balık yemek üzere çıktığımız yolda Kozbeyli Köyü’nü gezmeyi teklif eden bir arkadaşımızın önerisi üzerine Koybeyli yoluna saptık ve uzun uzun köyü gezdik.

Şimdi gelelim Kozbeyli köyüne; ne umduk ne bulduk…

Kozbeyli Köyü İzmir’e 60 km uzaklıkta, İzmir  Foça yolundan 5 km içeride yer almakta. Köy  500 yıllık bir tarihe sahip, Kuzubey isimli bir derebeyi tarafından korsanlardan korunmak amacı ile  bu yüksek coğrafyaya kurulmuş.

Köy aşağı ve yukarı mahalle olarak iki bölümden oluşuyor, yukarı mahallenin doğusu Rum mahallesiymiş. Ülkemizin nedense birçok bölgesinde olduğu gibi asıl güzel taş evler bu Rum mahallesinde. Rumlar Yörük Türklerden daha güzel evler yapıyorlar ve bakıyorlar diyebiliyorum rahatlıkla. Kozbeyli bir Türk köyü olarak kurulmuş daha sonra Rumlar da köye gelip yerleşmişler. Mübadele sırasında Rumlar köyden ayrılmış, yerlerine Yunanistan Limni Adası’ndan gelen Türk nüfus yerleştirilmiş. Son yıllarda da bir Ege köyünde sakinlik ve huzur arayanlar veya yazlarını bu bölgede geçirmek isteyenlerin ilgisini çekmiş Kozbeyli.

Köye girişinde denize hakim yüksek  bir noktada yer alan Kozbeyli Sofrası’nda, taş binada kahvaltı veya değişik kebaplar yemek mümkün. Biz o noktada duraklamadan bir an önce köye girmek istedik. Köy meydanında park için ayrılan yerde arabamızı bıraktık ve hemen Rum mahallesi sokaklarına daldık.

Sokağın girişinde yukarıda cami minaresini görünce yüksek ve manzaralı olacağını düşünerek o yöne doğru ilerledik.

Tam tahmin ettiğimiz gibi en yüksek manzaralı yerde küçük bir cami yer alıyor. Caminin tarihinin 1500 yıllara kadar gittiği ve iç yapısının da özgün olduğu belirtiliyor. Biz içeriyi göremedik, dışarıda çinili bir çeşme dikkat çekici ama ne kadar eski olduğu hakkında bilgi edinemedik. Genel olarak restorasyonun özenli olmadığını düşündürüyor. Caminin bahçesinde hortumlar, odunlar zorla tıkıştırılmış görünüyor.

Köyün en manzaralı görüntüsünü camiden çekebildim. Aşağıda yer alan geniş ovanın ucunda Ege Denizi görünüyor. Bu arada yine hakim yerde küçük bir kilise olduğunu ve yıkıldığını taşlarının başka inşaatlarda kullanıldığını okudum. Zaten o bölgede dolaşırken bu kadar güzel Rum evlerinin olduğu yerde mutlaka kilise olmalı diye düşünmüştüm.

Caminin yanında Kuzubeyi Kulesi ve  güzel ve bakımlı Rum evleri yer alıyor.

Kozbeyli Köyü’nün en önemli binalarından biri Çapkınoğlu Konağı ve Meyhanesi. Çapkınoğlu isimli bir Rum 1878 yılında köyün en güzel evini ve karşısına bir meyhane yaptırmış. Meyhanede Rum müzikleri ve İzmir şarkıları çalarken Foça Karası şarabı ikram edilirmiş.  Ünlü meyhane mübadele sonrası kapanmış ve yıllarca boş kalmış. Güzel olan bir şey 2014 yılında İzmir Valiliği ve Foça Belediyesi bu güzel binaları restore etmiş ve ziyarete açmışlar. Köyün böyle binaları tekrar kazanması 2000 yılından sonra turizme açılan köye ciddi bir yatırım olmuş.

Fotoğraf Foça Belediyesi’nin web sayfasından alınmıştır.

Yine tepeden aşağıya doğru yürürken bakımsız, yıkılmış ya da sağına soluna ekleme yapılmış evler karşımıza çıkıyor. Hadi evine bakamıyorsun maddi nedenlerle, yani boyanı da taş evlerin arasında pembe seçmek zorunda mıydın diye sorası geliyor insanın sokakta dolaşırken.

Köy zamanında su sıkıntısı olmayan, dağdan şırıl şırıl sular akan pınarlara sahip bir yer iken kötü kullanım ile su kaynakları, su yolları, künkler yok edilmiş. Kurumuş derenin yanından içimiz buruk geçtik.

Deredeki suyun mevsim nedeni ile kurumadığı belli çünkü hemen dere kenarında hayvan beslemek için barınak kümes yapılmış.

Gelelim meşhur dibek kahvesine. Köyün isim yapmasında önemli yeri olan Şakir’in Dibek Kahvesi. Köyün meydanında 180 yıldan daha uzun süredir kahve olarak kullanılan taş binada hizmet veriyor. Kahvenin işletmecisi Şakir 1994 yılından beri dibekte kahve yapıyor. Dibek kahvesi  yapmak için kahve modern yöntemlerde değil, dibekte dövülerek öğütülüyor. Kahvenin dövüldüğü  dibek de 100 yıllık. Kahvenin iç dekorasyonu da otantik. Arkadaşım Esin dayanamadı, bu günün müşterilerine ikram edilecek kahveyi dövmeye çalıştı.

Şakir’in Dibek kahvesinin karşısında hediyelik eşya satılan dükkanın önüne köyün görülecek yerlerinin krokisi konmuş. Dükkan sahibi ziyaretçilere  yardımcı olmak mı istedi yoksa  tam meydanda sürekli yol sorulmasından mı bunaldı bilinmez  ama ne  iyi  yapmış.  Biz  de paylaşalım yeni  ziyaretçiler  için.

Köy zeytin ve çam ağaçları içerisinde. Köyde geçmişten bugüne zeytin üretimi devam ediyor. Zeytin ve yağınızı köyden alabilirsiniz. Geçmişte bölgede özellikle bağcılık asıl geçim kaynaklarından biriymiş. Köyün hem yemeklik hem şaraplık kara üzümleri ünlü ve Rum ve Türk aileler pekmez, şarap üretimi ile uğraşırmış. Yine bir çok bağcılıkla ünlü köyde olduğu Rumlar ayrıldıktan sonra bağlar sökülmüş. Köy 1980’li yıllara kadar tütün üretimine devam etmiş. Bugün uygulanan tarım politikaları ile tütüncülüğe konan sınırlamalar ile köylü bu alandan da çekilmek zorunda kalmış.

Köyde son yıllarda baklagiller, taze sebze meyve üretimi ve hayvancılık yapılmaktadır. Biz meydandaki dükkanlardan yerel ürün aldık.

Köylülerin hep birlikte çalışması ve çeşitli girişimler ile 2000 yılından itibaren turizme açılmış köyün adı duyulmuş.

Köy daha önceki yıllarda Aliağa Termik Santrali yapımında yer olarak seçilmemek için çok mücadele etmiş ve hala mücadelesi devam ettiği için köyün çıkışında köyün bilincini, anlayışını, direnişini bir ağaç ve çeşme dile getirmeye çalışıyor.

Son Söz

Kozbeyli yeşilliği, taş evleri, güzel dibek kahvesi, deniz manzarası, doğallığı, aydınlık, sıcak kanlı halkı ve İzmir’den ve Foça’dan bu kadar kolay ulaşılırken uğramadan geçmeyin diyebileceğimiz bir köy. Zaten o bölgenin en güzel köyleri arasında sayılıyor.

Kaynak: Köy hakkında bilgileri Araştırmacı Hüseyin Yurttaş’ın Kozbeyli Foça kitabından alınmıştır.
.

Kral Ludwig II’nin İzinde Bavyera Sarayları

Yakın zamanların belki de en aykırı kralının masalsı dünyasına doğru bir gezi olacak bu… Burası, Münih’e veya Bavyera’nın herhangi bir yerine, hatta belki de Almanya’ya yapacağınız gezilerin olmazsa olmazı diyebileceğim kadar güzel, farklı, ilginç ve bir yandan da hüzünlü…

Sizi Bavyera Krallığı içinde, biraz da Lady Diana gibi sansasyonel bir ikon olmuş,  Kral II Ludwig’in saraylarına götüreceğim bu yazıda. Hükümdarlığı siyasi açıdan çok başarılı kabul edilmese de, kişiliği, kendisi ile yükümlülükleri arasında kalmışlığı, masalsı dünyası ve yaptırdığı şatoları ile efsanesi diğer tüm Bavyera krallarından çok biliniyor. Tabii ayrıca sinema severler, Luchino Visconti’nin 1973 yılı yapımı 4 saatlik filmi ‘Ludwig’den de Kralın öyküsüne aşina olabilirler.

Ayrıca çocukluğumuzdan hayal meyal aklımızda kalan Walt Disney’in logosundan tanıdığımız o şato silüetini gerçek hayatta görmek bile başlı başına nostaljik bir keyif.

II Ludwig, 3 şato yaptırmış, bunlar Linderhof, Neuschwanstein ve Herrenchiemsee şatoları. Bunlardan sadece Linderhof, II Ludwig hayattayken tamamlanmış. Ancak bu üç şato da Münih’ten uzakta. Ben bu şatoların ikisini (Linderhof ve Neuschwanstein) gezebildim. Herrenchiemsee Şatosu ise, Chiemsee Gölü’ndeki bir ada üzerinde yapılmış; Versailles benzeri bir saray yaptırmak amacıyla başlanılmış, ancak kaynak yetersizliğinden sadece orta bölümü ve parkı tamamlanabilmiş. Ne yazık ki,  hem zamansızlıktan, hem mevsimden dolayı burayı gezemedim.

Ben bu iki şatoya, Münih gezim sırasında tur ile gittim. Greyhound Şirketi yılın her döneminde buraya tur düzenliyor; tur her sabah 08.30 da Hauptbahnhof’un karşısından başlıyor ve tüm günü alıyor. Biletler kişi başı 54 euro, ayrıca iki şato giriş bileti için 28 euro veriyorsunuz. Bu geziyi kendi başınıza daha ucuza da yapabilirsiniz. (Turda 28 euro olarak alınan iki sarayın giriş bileti aslında 18,50 euro tutuyor, oradan düşünün).

Yolda I (I Ludwig, Maximilian ve II.Ludwig)

Otobüsümüz Münih’in karmaşasını geride bırakıp Bavyera’nın kırsalına doğru yol alırken ben de size biraz II Ludwig ve Bavyerad’a hüküm süren Wittelsbach Hanedanlığı ile bilgiler aktarayım.

Kutsal Cermen Roma İmparatorluğu’nun önemli hanedanlarından Wittelsbach Hanedanlığı; 10. yüzyıldan 1918 yılına kadar Bavyera’da hüküm sürmüş.  Hanedanlık Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’nun dağıldığı 1806 yılına kadar imparatorluğun parçasıymış. 1255 yılında Hanedanlık ikiye ayrılmış, 1506 yılında ise tekrar birleşmiş. 1618-1648 yılları arasındaki Otuz Yıl Savaşları’nda Katoliklerin cephesinde yer almış. 1806-1918 arasında ise Bavyera Krallığı olarak hüküm sürmüş. Hanedanlıktan Maximilian ilk Bavyera Kralı olmuş. Bavyera, 1871 yılında kurulan Almanya İmparatorluğu’nun ikinci büyük eyaleti imiş.

Münih’i gezerken üç hanedan üyesi kralın adı geçmişti; I Ludwig, II Maximilain ve II Ludwig…

1825-1848 yılları arasında krallık yapan I Ludwig, antik Yunan dünyasına hayran olduğu için dünyanın en iddialı antik Yunan ve Roma heykelleri koleksiyonunu oluşturmuş; Propylaen Anıtı ile Glyptothek ve karşısındaki Antik Eserler Koleksiyonu bunları görebileceğiniz yerler, Münih yazımızda ayrıntılar var. Zaten kendisi Münih’i Isar kıyısındaki Atina olarak isimlendirmiş. I. Ludwig silah ve ordu için ayırması beklenen mali kaynakları  resim ve heykel için harcamayı tercih etmiş ve bu eserleri sergileyeceği görkemli yapılar inşa ettirmiş; yine Münih yazımızda okuyabileceğiniz gibi Alte Pinokothek ve içindeki resimler, kendisinden geriye kalanlar.  Münih’i Avrupa’nın sanat ve kültür merkezi yapmaya çalışmış ancak  sanatla ilgilenmek dışında da işler yapmış; Bavyera’nın sanayileşmesine hız verirken başkent Münih’in modern halinin ilk taşları onun zamanında atılmış. Kralın bu eski Yunan yaşamına düşkünlüğü, bir yandan da Osmanlılara karşı Yunanistan’ın bağımsızlığını desteklemesine neden olmuş, hatta oğlu Otto, Yunanistan’a kral olmuş. Kralın bir ilgi alanı da kadınlarmış, bu ilişkilerini de oldukça sansasyonel bir şekilde yaşamış.

Ardılı olan oğlu  II Maximilian 1848-1864 yıllarında krallık yapmış, aldığı yüksek eğitimin de etkisiyle, entelektüel hayata çok önem vermiş, çevresinde sanatçılar ve bilim adamlarını hiç eksik etmemiş ve onları desteklemiş. Bavyeranın liberalleşmesine çok özen göstermiş, basının bağımsızlığına önem vermiş, bilim, teknoloji ve tarih konularında uzmanlaşan bir akademi kurmuş, en önemlisi de dönemin ileri çıkan güçleri olan Prusya ve Avusturya’ya karşı daha küçük eyaletleri birleştirmek için çabalamış. Öncülüne göre daha sade hayat süren II Maximilian, Bavyeralılık kavramına önem vermiş, bu yaptırdığı eserlere de yansımış; bunun en önemli örneği de Füssen’de yaptırdığı ve Bavyera mimari tarzının en önemli eserlerinden Hohenschwangau Şatosu.

Dönem, Prusya’nın diğer Alman eyaletlerine hakim olmaya çalıştığı, Napolyon Savaşları’nın sürdüğü, Fransa ve Rusya ile sürekli anlaşmazlıkların yaşandığı bir dönem. İşte bu dönemde, bizim yazımızın kahramanı II Ludwig’in krallık serüveni başlamış.  Nymphenburg Sarayı’nda doğan  II Ludwig’in gençliği Hohenschwangau Sarayı’nda geçmiş. Burada babasının entelektüel çevresinde ve sanatla yoğrulan bir atmosferde II Ludwig, resimler ve heykellerden ibaret bir hayatın içine çekilmiş. 1861 yılında Wagner’in ‘Lohengrin’ operasının galasına katılmasıyla ömür boyu sürecek bir Richard Wagner hayranlığı başlamış. 1863 yılında Bismarck ile tanışmış; Bismarck kendisi hakkında hem bir Alman vatanperver hem de Bavyeralı olmayı önemseyen bir prens demiş… II Ludwig 1864 yılında 18 yaşındayken kral olmuş. Kendisini etkileyen monarşik değerlerin 19. yüzyılda işlevsiz kaldığını görmek onun ilk hayal kırıklığı olmuş. Parlamenter düzende yapmak istediği değişiklikler de parlamentonun yaşlı üyeleri tarafından engellenince devlet işlerinden uzaklaşmaya başlamış. Başkent Münih’ten uzaklaşıp Bavyera kırsalında yaşamaya başlamış, imzalaması gereken belgeleri imzalayıp kendi dünyasına dönüyormuş. Gittikçe toplumsal hayattan uzaklaşıp hayaller ve masallarla dolu kendi iç alemine kapanan II Ludwig, şatolar, kaleler yaptırma hevesine kapılmış. Geceler boyu dağlarda dolaşması, zorunlu toplantılara katılmaması, iyice yalnızlığını pekiştirmiş. Bu arada Prusya’nın tacizleri artmış. Savaştan hoşlanmayan ve gidişatı engelleyemediğini fark eden Ludwig tahtan feragat etmeye karar vermiş. Hükümet üyeleri ise Wagner’i araya sokmuş. Kralın imkanlarını sonuna kadar kullanan Richard Wagner, Ludwig’i Münih’e dönmeye ikna etmiş. Böylece II Ludwig, Wagner’in etkisi ve parlamentonun  baskısıyla Prusya’ya karşı harekat iznini imzalamış. Sonuç Bavyera için hüsran olmuş. Tabii sorumlu olarak II Ludwig görülmüş. Prusya ile imzalanan antlaşma koşulları neticesinde 1870 yılında Prusya’nın Fransa ile savaşa girmesinden dolayı, Bavyera’da savaşa sürüklenmiş. Alman ordusunun başarılı olması, Prusya’nın gücünü artırmış. Sonuçta II Ludwig, Prusya kralının Almanya hükümdarı olduğunu kabul etmek zorunda kalmış. Ancak bu durum Bavyera’yı Almanya’ya satan kral olarak tanınmasına yol açmış. II Ludwig bu yıkımları yaşarken kuzeni Prenses Sophie Charlotte ile nişanlanmış ama Kralımız ne onunla ne de başka bir kadınla evlenmiş. Hayatında etkili olan kadın ise kuzeni Avusturya İmparatoriçesi Elisabeth (Sisi) olmuş; bu platonik bir aşk ile dostluk arasında gidip gelen bir ilişkiymiş. Kadınlarla pek ilgilenmeyen, yalnız ve melankolik hali gittikçe artan II. Ludwig, hükümranlık sorumluluklarını yerine getiremediği ve hazineyi yaptırdığı şato ve saraylarla tükettiği bahanesiyle tepkiler de alıyormuş. Neticede Dr. von Gudden’in başkanlığındaki bir komisyon tarafından hiçbir tetkik yapılmadan, Kralın ruhsal durumunun bulunduğu görevi ifa etmesini olanaksız kıldığına dair bir rapor düzenlenmiş ve kendisi tedavi görmek üzere Starnberg Gölü yakınında bir saraya götürülmüş. Ertesi gün ise yürüyüşe çıkan Dr von Gudden ve II Ludwig gölde ölü olarak bulunmuş.

Laf lafı açtı ve biz Linderhof Sarayı’na geldik. II Ludwig hakkında diğer bilgileri şatoları gezerken vereyim. Şimdi sırada Linderhof Sarayı var.

Ama önce belirtmeliyim; Linderhof ve Nueschwanstein’da resim çekmek yasaktı ancak neyse ki turda bir Japon grup vardı, bir Japon’a resim çekmek yasak demek al şu katana kılıcını harakiri yap demek gibi bir şey, harakiri yaparlar ama resim çekmekten vazgeçmezler… Bende onların arasına karışıp resim çekmeye çalıştım, Linderhof’ta başarılıydım ama Neuschwanstein’da maalesef tur rehberleri acımasızdı, bu nedenle özellikle Neuschwanstein’nın resimlerini internetten bulmaya çalıştım.

Linderhof Sarayı

Ben turla geldim ama illa toplu taşımacılık ile geleceğim diyorsanız, Münih’ten Oberammergau’ya tren veya otobüsle gelip oradan Ettal üzerinden 9622 numaralı otobüsü kullanabilirsiniz. Haberiniz olsun bu otobüs o kadar sık işleyen bir otobüs değilmiş. Linderhof, 30 dakikalık turlarla geziliyor, kendi başınıza saraya giremiyorsunuz; giriş kışın 6.50 euro, yazın çevredeki yapılar da dahil 8.50 euro, parklar ücretsiz. Linderhof, her gün açık; Martın ortasından Ekimin ortasına kadar 9-18, Ekimin ortasından Martın ortasına kadar 10-16 saatleri arasında ziyaret edilebilir. (6 ay geçerli Linderhof, Neuschwanstein ve Herrenchiemsee şatoların ziyaretine imkan veren kombine bilet ise 24 euro).

Linderhof, Graswang Vadisi’nde, Maximilian II’nin av köşkünün (Köningshauschen) bulunduğu bir yerde, II Ludwig’in çocukluğundan aşina olduğu bir bölgede. Fransa gezisinde Bourbon’ların şatafatından çok etkilenen II Ludwig, Versailles havasında bir yer tasarlamış. 1869 yılında yapımına başlanmış, bitmesi on yıl sürmüş. Gerçi burası boyut olarak Versailles yanında bir kulübe gibi kalsa da şaşaası Versailles’ı aratmaz. Siyasetten bunalan II Ludwig’in gerçek dünyadan kaçacağı görkemli sığınağı 1878 yılında tamamlanır. Sarayın mimarı Georg Dollman. Ön yüzde, Franz Walker tarafından yapılan hanedanlık arması ile Atlas heykeli göze çarpmakta.

Linderhof’un daha girişinde II Ludwig’in Bourbonlara olan hayranlığı göze çarpar. Giriş bölümünün tavanında Fransa kralı XIV Louis’nin sembolü olan güneş armasını görebilirsiniz. Girişin ortasında da, XIV Louis’nin bronzdan heykeli gelenleri selamlamakta. Bu arada II Ludwig, Bourbonlarla şöyle bir bağ da kurmuş olabilir; vaftiz babası olan dedesi I. Ludwig’in vaftiz babası, XIV Louis’miş.

Bu girişten sonra mermer merdivenlerle yukarı kata çıkılıyor. İlk odamız Müzik Salonu… Bu salonda Heinrich von Pechmann’ın altın  çerçeveli rokoko pastoral tablolarına goblen işlemeler eşlik etmekte. Oda da piyano-org karışımı bir de müzik aleti var, ama II Ludwig’in müzik yeteneği berbatmış, ben rehberin yalancısıyım. Odada bir de gerçek boyutta Sevres porseleni tavus kuşu var. Yazımız boyunca bol bol tavus kuşları, kuğular geçecek, alışın.

Müzik Salonu’ndan Sarı Oda ile Kabul Salonu’na geçiliyor. Linderhof Sarayı’nın duvar ve tavan süslemeleri hep altın renk, sadece Sarı Odada süslemeler gümüş… Bu nedenle sarayın en fakir odası deniliyor. Sarayda salonları birbirine bağlayan ara odacıklar var; döşemelerde hakim olan  sarı, eflatun, gül ve mavi renklerden dolayı bu isimlerle biliniyorlar.

Kabul Salonu, Christian Jank’ın Kral için özel tasarladığı farklı bir Bavyera rokoko tarzında döşenmiş, altın varaklar, yeşil kadifeler, oymalı, işli avize; ortada da Kralın kabul sırasında oturduğu koltuk ve mermer masa, yeşil kadife bir perdelikle çevrelenmiş.

Buradan Eflatun Odaya geçiliyor. Burada bizi  XV Louis’nin resmi karşılıyor. İki yanında da metresleri Düşeş Marie-Anne de Châteauroux ve (Münih’te Alte Pinakothek’te resmini gördüğümüz) Madam de Pompadour olarak bilinen meşhur  Jeanne Antoinette Poisson ’un resimleri. II Ludwig’in XV Louis’ye duyduğu hayranlık bu boyutta yani.

Şimdi ise Yatak Salonu’na geçiyoruz. 1884 yılında Kral, sarayın en büyük odasını yatak odası olarak genişletmeye karar vermiş. Duvarlardaki altın işlemeler ile  tavandaki Apollo’nun Arabası resmi dikkat çekici. Odaların pencereleri, sarayın bahçesini görecek şekilde ayarlanmış, mesela Neptün Çeşmesi ve basamaklarla akan derecik buranın penceresinden görünen manzara.

Buradan da Gül Odaya geçiliyor. Burada XV Louis’nin bir başka metresi, Kontes Jeanne Marie Bubarry’nin resmi var; etrafında Şansölye Augustin de Maupeou ve Dük Cesar Gabriel de Choiseul bulunmakta.

Ve Yemek Salonu… Oval odanın ortasında asansörlü bir yemek masası var. Grimm masallarındaki sihirli masa gibi, aşağı yukarı inip çıkan bir masa; aşağıda mutfakta donatılan masa, asansörle yukarıya gönderiliyor, böylece II Ludwig muhteşem yalnızlığını hizmetçileri görmeden sürdürüyormuş. Masanın ortasında Meissen porseleni vazo içinde bir çiçek demeti bulunmakta.

Buradan da Mavi Odaya geçiliyor. Rokoko tarzı ahşap işçiliği, ipek dokumalar yanında Francois Boucher tarafından yapılan Leda ve Kuğu tablosu odacığın süsleri. Oradan Yaşam Salonu’na varıyoruz. Goblen işlemelerin göz doldurduğu salonda yine gerçek boyutlu porselen bir tavus kuşu bizi karşılıyor. Siyah mermer şöminenin üstünde beyaz mermerden Theobald Bechler yapımı Güzeller Heykeli yer alıyor. Tavanda Apollo ve Aurora resmi var. Duvarlarda da mitolojik öyküler görülebilir.

Buradan da belki de Saray’ın en görkemli salonuna geçiliyor: Aynalar Salonu… Salon altın çerçeveli bir sürü aynayla dolu ama en göz dolduran 16 kollu fil dişi avize. Aynalı salonlar 18 yüzyıl Alman saraylarının ana unsuru ama Linderhof Sarayında’ki Aynalı Salonun görkemini artıran başka bir çok detay var; tavandaki Venüs’ün doğumu tablosu, duvarlardaki ahşap işçiliği, lacivert taşından yapılmış şömine, gül ağacı mobilyalar, porselen sehpalar ve ortadaki Bavyera Hanedanı’nın armasının işlenmiş olduğu masa… Masanın üstündeki XV. Louis’nin mermer heykelciği ise aynalarda sonsuza kadar yansımakta.

Sarayın kendisi kadar çevresindeki parklar, anıtlar, yapılar da görülmeye değer. Sarayın doğu ve batı tarafı Fransız ve İtalyan Rönesans tarzındaki bahçelerle çevrili; gittiğimde ağaç ve bitkiler koruma altına alınmıştı ama havuzlar ve şelalelerle süslü bahçenin güzelliği yine de izlenebiliyordu.

Bahçe içinde görülecek yerlerden biri Mağribi Köşkü… 1877 yılında  yapılan köşkün ortasında beyaz mermerden çeşme ve 32 renkli lambadan oluşan bir avize bulunmaktaymış. Ve tabii, Köşkün süksesi açılmış kuyruğuyla bir tavus kuşu şeklindeki tahtıymış…

Venüs Mağarası da II Ludwig’in Wagner’in Tannhâuser operasına atfen yapılan sahte kayalıklardan, yağlı boya resimlerden oluşan bir yermiş. Operanın Münih’teki sahnelenmesinde kullanılan mağara dekorları esas alınmış. Burada ayrıca II Ludwig’in altın bir deniz kabuğu şeklinde bir kayıkla gezinti yaptığı, makinelerle dalgalar oluşturulan gölet varmış. Burası Capri Adası’ndaki mavi mağaradan esinlenmiş. Ayrıca 1878 yılında yapılan ve 1998 yılında Stockalp’ten buraya taşınan Fas Evi, pencerelerinde St Anne Kilisesi de görülebilir.

Linderhof Sarayı’ndan ayrılırken II Ludwig’in tuhaf dünyası, hem ilginç geliyor hem de hafiften sinir oluyor insan. Birine hayran olmak başka, o kişinin metreslerinin resimleriyle evini süslemek başka. Ya her tarafta karşımıza çıkan kocaman porselenden tavus kuşu heykelleri… Dedesi Antik Yunan heykellerine hayranmış, babası resimler, heykellere meraklı, hadi bunlar neyse ne ama porselenden tavus kuşu heykelleri yaptırmak eminim biraz düşündürmüştür aileyi. Kadınlara düşkün dede, Yunanistan için savaşan amca, eşiyle mutlu mesut yaşayan babanın II Ludwig’ten beklentisi, illa hayvan heykeli yaptıracaksa hiç olmazsa demirden, çelikten aslan, kurt gibi hayvanların heykelleri yaptırmasıydı herhalde…

Ama Kralımız  ‘Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey’ diye düşünmüş olmalı. Çünkü Fransa ile savaş varken, Prusya tehdidi ortalığı karıştırırken Kral sadece porselen tavus kuşu, kuğu heykeli peşinde, tüm bütçeyi masal şatolarına, saraylarına akıtmak aymazlığında; bu arada birilerini de sevmiş olmalı ama yanlış zamanda  yanlış kişiyi sevmiş anlaşılan. Eş cinsel olduğu söylenen, hatta Linderhof’taki aynalı salonda fırtınalı bir kavgadan sonra aynaları kıran esrarengiz bir misafirden bahsedilen Kral hakkında söylentiler de alıp yürüyünce II Ludwig’in şirazesi hepten kaymış olmalı. Paranoya nöbetleri sıklaşmış. Doktor kendisini görmeden ‘durumu görevlerini yerine getirmeye uygun değil’ raporunu vermiş; masal dünyasına gömülü, halüsinasyonlarla yaşayan, gündelik sorunlardan ve yükümlülüklerinden kaçıp başına buyruk yaşantısıyla kendi dünyasına gömülen II Ludwig buna çok üzülmüş. İyi de, karşı taraftan bakınca, doktorlara hak vermemek mümkün değil, Kralımızın durumu da pek iç açıcı görünmüyor doğrusu.

Ama bir yandan da Kralımıza da hak veriyorum; doğası bu… Bu konuya sonradan yine döneceğim. (Bu arada II Ludwig’in ölüm nedeni hala açıklanabilmiş değil; doktoru öldürüp gölde intihar mı etti, gölde boğuldular mı, öldürüldüler mi, hala açıklanabilmiş değil).

Yolda II (Oberammergau ve Nihayet)

Tekrar Bavyera coğrafyasında yola çıkıyoruz. Yol boyunca birbirinden güzel manzaralar, görkemli yapılar görüyoruz. Hatta keşke araba kiralayıp buraları gezmeliymiş diye düşünüyorum. Yol boyunca gördüğüm ilginç yapılardan biri de  Ettal Benedikt Manastırı. Burası Garmisch civarında, Ettal’de 14 yüzyılda İmparator Bavyeralı Ludwig tarafından kurulan bir manastır; 1744 yılında bir yangında yıkılmış 1745 yılında yeniden inşa edilmiş. Bavyera’da sık sık görülen soğansı kubbeler özellikle dikkate değer. Kilisenin kubbesinde  Benedikt Düzeni ile tablosu varmış.

Pencereden akan Bavyera manzaraları ve küçük kasabalara dalıp gitmişken otobüsümüz mola veriyor ve çok ilginç bir kasabayı ziyaret  fırsatı buluyoruz : Oberammergau… Tarihi 9.yüzyıla inen Oberammergau, aslında ‘Tutku Oyunları’ ile ünlü.  Tutku Oyunları deyince 2006 yılında bu isimle vizyona giren Todd Field yönettiği Little Children filmi aklına geliyor insanın. Başka bir tutku, bu tutkunun odağı İsa, oyuncular ise tüm kasaba halkı. Otuz Yıl Savaşları tüm Avrupa gibi burayı da etkilemiş, üstüne üstlük 1632 yılında veba burayı da yıkmış geçmiş. Bölge halkı da kendilerince korunmak için, bir nevi adak olarak 1633 yılında Tanrıya olan sevgi ve bağlarını on yılda bir sergileyecekleri bir oyunla göstereceklerine söz vermişler. Deniliyor ki, ondan sonra da kasabada vebadan ölen olmamış.

Bir yıl sonra da sözlerini tutup ilk Tutku Oyunu’nu sahneye koymuşlar. 350 yıldan beri, değişiklikler olsa da oyun devam etmiş. 1810 yılına kadar Tutku Oyunları, kasaba mezarlığında sahneleniyormuş ama şimdi  bir kısmı açık hava olan bir sahneleri var oyun için. Yazımızın kahramanı II Ludwig, 1871 de bu oyunlara katılmış, çok beğenmiş ve kasabaya mermer bir haç hediye etmiş. Yetmemiş, İmparator Bavyeralı Ludwig konulu müthiş bir vitray daha hediye etmiş. Kasaba halkı da kendilerini hediyelere boğan krallarını unutmamışlar, Kral öldüğünde onun anısına Kofel Dağı’nda koca bir ateş yakmışlar, her yıl 24 Ağustosta bu ateş yakılmaya devam ediyormuş.

Kasabanın St Peter ve Paul Kilisesi de meşhur. 18 yüzyıla tarihlenen Kilise, Peter ve Paul’ün şehitliğini konu olan freskolarıyla ünlü. Kasaba ise, cam ve ahşap işçiliği ile duvar boyamalarıyla da göz kamaştırıcı. Kasaba evlerinin duvarları, sanki resim müzesi gibi; genelde dinsel tasvirlerle süslü ama Kırmızı Başlıklı Kız, Hansel ve Gratel gibi masallardan sahnelere de rastlanıyor.

Tekrar otobüse binip Bavyera dağlarına doğru yola çıkıyoruz, artık gezinin en önemli kısmına yaklaşıyoruz. Muhteşem Bavyera coğrafyası pencereden akıp giderken sanki çocukluğumuzun kahramanlarından Heidi ve Peter’in şarkıları dağlarda yankılanacak diyeceğim. Nihayet uzakta ne zamandır görmek için can attığım, masallardan fırlamışçasına duran Neuschwanstein Şatosu beliriyor. 

Neuschwanstein Şatosu

İşte karşımızda çocukluğumuzun masallarının prensesleri, prenslerinin yaşadığı şato; sanki bir pencereden Rapunzel saçlarını sarkıtacak, Kül Kedisi, merdivenlerden koşar adım uzaklaşacak… Hohenschwangau kasabasında otobüsten iniyoruz, şatoya gitmek için yola çıkacağız.

Şato’ya bilette yazılı saatte gireceğiz. O zamana kadar bazı bilgiler… Buraya Münih’ten toplu taşıma ile gelmek isterseniz Füssen’e trenle gelip oradan 73 veya 78 numaralı otobüsle ulaşabilirsiniz. Yok, benim gibi turla gelirseniz de, size bir tavsiye; eğer Neuschwanstein Şato’suna giriş saatine 2-3 saat varsa (bizim Şatoya giriş saatimiz, oraya varışımızdan 2,30 saat sonrasınaydı) II Maximilian tarafından yaptırılan ve II Ludwig’in gençliğinin geçtiği Hohenschwangau Sarayını da gezin. Hohenschwangau Sarayı, otobüs durağına Neuschwanstein Şatosu’ndan çok daha yakın, 500 metre ötede, arada da Bavyera Kralları ile ilgili bir müze var.

Kasabadan Neuschwanstein Şatosuna 20 dakikada bir kalkan otobüslerle 1 euroya çıkılabilir, yol da 10 dakika sürüyor, indiğiniz yerden Şatoya varmak için bir 15 dakika daha yürümeniz gerekecek.  Bu yola girmeden önce, Marien Köprüsü’ne de uğrayın; buradan Neuschwanstein Şatosu’nun en güzel resimlerini çekebilirsiniz. Hohenschwangau Sarayı’nı gezmek isterseniz, Şatoya çıkmak için gerekli asgari zamanı bu şekilde hesaplayabilirsiniz. Şatoya çıkmak için daha otantik bir yol isterseniz 6 euroya faytonla da çıkabilirsiniz; Şato kapısına kadar götürüyor. Ya da demir asa demir çarık, yürüyerek 40 dakikada çıkabilirsiniz.

Karşınızda 5935 m2’lik bir alana yayılmış olan, ana kulesi 79,16 metre yüksekliğinde, 130 metre uzunluğunda Şatomuz… 465 ton Salzburg mermerinin, 400000 tuğlanın, 2050 metre küp ahşap malzemenin kullanıldığı Şato, temel olarak Kralın kendi bütçesinden finanse edilmiş, yetmediğinde ise borç alınmış, toplam maliyet ise 6.180.047 markmış. Ne yazık ki Kralımız, bu Şatoda sadece 172 gün kalabilmiş ve Şato hiçbir zaman tamamlanamamış. II Ludwig öldüğünde, Şatonun yapımı olduğu gibi durdurulmuş ve müze  olarak halka açılmış, Kralın borçları da ailesi tarafından ödenmiş.

Biletinizde belirtilen saatte Şato kapısında olmalısınız, tur yaklaşık 40 dakika sürüyor. Giriş 12 euro. Şato, 16 Ekimden Mart sonuna kadar 9-15,  Nisandan Ekim 15’ne kadar 8-17 saatleri arasında açık. İçeri giriyoruz  ve merdivenlerden yukarı çıkıyoruz.

Şatonun ilk katı hizmetlilere ayrılmış, ikinci kat tamamlanmamış; biz Kralın özel odalarının yer aldığı üçüncü kat ve muhteşem Şarkıcılar Salonu’nun yer aldığı dördüncü katı gezebiliyoruz.

Kalenin ikinci katından Kral odalarına geçişi sağlayan bir giriş odası var; her şey orada başlıyor. Buraya Salzburg mermerinden merdivenlerle çıkılıyor. İlk göze çarpan bir köşesinde Schwangau’nun armasının olduğu çapraz destekli tavan süslemeleri. Duvarlarda ise av sahneleri yanında Nibelungen efsanesinin kahramanlarından Sigurd’un ejderha ile savaşı gibi sahneler de görülebilir. Duvar altları meşe döşemeler ile işlenmiş, kapı kenarları ise mermer çemberli. Şato, bir Orta Çağ yapısına benzetilmeye çalışıldığından ve o dönemde cam pencere olmadığından, pencereler de ona göre düzenlenmiş. Bu giriş kapısı, Şatoda karşılaşacağınız şatafatın ilk habercisi.

Ve işte görkem: Taht Salonu… Tamamlanmamış bir salon olmasına rağmen belki de Şato’nun en göz alıcı yeri.  Şatonun genelinde hakim olan Orta Çağ havası buradaki Bizans etkisiyle daha da belirginleşiyor. Özellikle Ayasofya’nın model alındığı belirtilmekte. Salonun tavanı yıldızlı bir gökyüzünü canlandırmakta, bununla tanrısal mertebeye gönderme yapılıyormuş. Tabanda ise dünyayı temsil eden türlü bitki ve hayvan resimleri var, ortada ise bir Bizans tacını hatırlatan muhteşem bir avize… Efendim, böylece Kralın, Tanrı ile dünya arasında bir mertebede bulunduğu, bir aracı olduğu ifade edilmekteymiş… İyi de öteki dünya ile aracılık işleri, daha Prusya ile baş edemeyen II Ludwig’e kaldıysa vay Bavyeralıların haline…

Salon 15 metre yükseklikte, 20 metre uzunluğunda; taban döşemesi Viyana mozaiğiyle döşenmiş, 96 mumlu 900 kg ağırlığında taç şeklindeki avize ise  altın kaplama. Salonda Carrara mermerinden basamaklarla ayrılmış taht bölümü de var ama ne yazık ki burada taht bulunmuyor, II Ludwig’in ölümünden sonra yapım işleri durduğundan yapılamamış. Tahtın üstünde dönemin takdis edilmiş 6 kralının resmi, sağında 12 havarinin resmi, tavanında ise İsa, Meryem ve Havari John resimleri bulunmakta. Ayrıca Hristiyanlık öncesi dönemin kanun yapıcılarını temsilen Hermes, Musa, Zerdüşt, Solon ve Augustus’un resimleri de görülebilir.  Taht bölümünün tam karşısında ise, iyiliği temsil eden Aziz George’un kötülüklerin anası ejderha ile savaşını anlatan bir resim var (Taht odasına giriş bölümünde ise, bunun pagan versiyonu olan Sigurd ile ejderhanın savaşının resmi vardı, hatırlatırım). Neyse, ilginç olan bu resmin arka fonunda Neuschwanstein Şatosu’na çok benzeyen bir şatonun resminin bulunması. Söylendiğine göre, bu da II Ludwig’in dördüncü şatosu olacakmış, Falkenstein Dağı’nın tepesinde yapımı düşünülen şatonun planları bile hazırmış… Pes yani…

Salondan çıkarken kapıların yanında salonun merkezi ısıtma sistemi için düşünülen kapakçıklar görülebilir. Buradan terasa geçiliyor, manzarada Schwansee ile Alpsee Gölleri ile uzakta Tyrolean Dağları ve Hohenschwangau Şatosu.

Geçiyoruz Yemek Odasına… Salonda Linderhof’taki gibi bir sihirli masa yok, çünkü mutfak 3 kat aşağıda, ama burada da elektrik sistemi var, böylece Kralımız isteklerini hizmetçilere iletebileceği bir sistem kurulabilmiş. Odada ki masa bronz üstüne altın kaplama olarak yapılıp Carrara mermeriyle tamamlanmış, üzerinde de Nibelungen Destanı kahramanı Siegfried’ın ejderha ile savaşını anlatan bir heykel bulunuyor. Yemek odası duvarlarında goblen etkisi yaratan keten üstüne yağlı boyayla yapılmış resimler var, bunlar arasında Kralın favori şairlerinin resimleri yanında Nibelungen efsanelerinden sahneler de görülebilir. Isıtma yine metal işçiliği ile gizlenmiş kapakçıklardan sağlanıyor. Manzara ise, 45 metrelik şelale ve Marien Köprüsü…

Gelelim Kralımızın yatak odasına… Meşe ağacından yapılmış ahşap işçiliğin şahikası eşyalarla donatılmış odada, özellikle yatağın geç gotik tarzındaki üst süslemeleri parmak ısırtan cinsten. Burası IX.Louis’ye adanmış bir odaymış. Yatak kenarlıklarında uyku ile ölüm arasındaki benzerliği yansıtan oymalar var. Ayrıca koltuk, sehpa gibi eşyalar da ahşap işçiliği ile süslü. Duvarlarda ise Richard Wagner tarafından ölümsüzleştirilen Tristan ve Isolde efsanesinden resimler bulunuyor. Örtü, perde ve döşemeler ipekten ve mavi… Perdelerde Bavyera arması, kuğu ve Wittelsbacher aslanı işlenmiş. Gümüş kaplama kuğu şeklindeki musluktan akan  su, çevredeki dağlardan sağlanıyormuş. Yatak oldukça geniş, çünkü II Ludwig 1.90 metre  boyuyla oldukça heybetli biriymiş ama son yıllarda ağzında hiç diş kalmadığından dolayı suratı olduğundan çok daha çökük duruyormuş. 12 Haziran 1886 günü II Ludwig’e hakkındaki deli raporu bu odada açıklanmış ve götürülmeden önce kahyasına ‘Tapınağım olan bu odayı sana emanet ediyorum, burayı varlıklarıyla kirletmesinler, hayatımın en acı anlarını burada yaşadım’ demiş.

Yatak odasının yanında bir de yine meşe işçiliğiyle süslenmiş şapel bulunmakta, duvarlardaki resimlerde ve camlardaki vitraylarda Fransa Kralı IX. Louis’nin yaşamıyla ilgili bölümler yer almakta.

Buradan da Giysi Salonuna geçiyoruz. Burası Şatodaki tavanı ahşap işçiliğiyle süslenmemiş tek oda. Tavan ve duvarlarda 12 yüzyılda yaşamış halk şairi Walter von der Vogelweide’nin hayatı ve Wagner operalarından öyküler resmedilmiş. Kapı kilitlerindeki demir işçiliği dikkat çekici. Perdeler ve örtüler ise eflatun ipek kumaştan ve üstünde de tavus kuşları işli. Kralımız mücevherlerini burada saklıyormuş.

Sırada Oturma Salonu var. Burası geniş bir salondan ve ona bağlı kuğu köşesi denilen bir odacıktan oluşuyor. Salonun duvarları Richard Wagner’in operasına ilham veren Lohengrin efsanesinden sahnelerle süslü. Salondaki kitaplık kapaklarında ise ‘Tristan ve Isolde’, ‘Siegfried’ ve ‘Parsifal’ efsanelerinden bölümlerle süslü. Odanın en büyük süsü ise, Nymphenburg çinisinden kuğu şeklinde bir çiçeklik. Tavandaki altın kaplama 48 mumlu avize ise göz kamaştırıcı.

Kuğu köşesindeki halı ise orijinal. Aslında bütün Şato buna benzer halılarla süslüymüş ama 2. Dünya Savaşı’nda muhafaza edilmek üzere taşınmışlar, bir daha da gören olmamış. Kuğu sadece zerafetinden değil, Orta Çağ’ın nam salmış Schwangau Şövalyelerinin armasında yer aldığından, daha da önemlisi Wagner’in ‘Lohengrin’ operasında önemli bir rolü olduğundan II Ludwig tarafından sık kullanılan bir figür olmuş.

Buradan Çalışma Salonu’na geçeceğiz ama arada Linderhof’taki gibi bir sahte mağara var. Yine Wagner’in Tannhause operasına atfen yapılmış bir yer. Yanında ise kayalığa gömülü camla kapatılmış kış bahçesi bulunmakta. Burada bir de çeşme var.

Çalışma odasında romanesk tarz hakim; burada da meşe işçiliği ile süslü tavan ve duvar altlıklarıyla kaplı. Duvarlarda ise yine Wagner’in Tannhauser operasından sahneler görülmekte. Perdeler ve döşemeler yeşil ipekten, üstünde de altın ve gümüş Bavyera arması işli. Buradan geçilen son derece sade döşenmiş oda ise Kralın son yardımcısı Kont Dürckheim’a aitmiş. (Kont, doktorların Kral hakkındaki sağlık raporuna her zaman karşı çıkmış biriymiş).

Muhteşem bir salonla başlayan Şato gezimiz muhteşem bir salonla bitiyor: Şarkıcılar Salonu. Gezimizin başındaki giriş salonunda gördüğümüz Sigurd efsanelerinin devamı olan resimler duvarları süslemekte.  Kralın odalarında duvar resimleri kumaşa boyanmışken burada doğrudan duvara boyanmış. Ayrıca duvarlarda Orta Çağ’ın önemli eserlerinden Parsifal’de geçen Gawan ve Gahmuret’in öykülerine ait resimler de var. Geçiş odasının iki yanında iki heybetli mermer kapı var. Buradan muhteşem Şarkıcılar Salonu’na geçiliyor. Bu salonun tarzı, Wartburg’teki şarkıcılar salonundan esinlenmiş. Burayı kullanmak Kral’a kısmet olmamış.

Buradaki ilk konser 1933 yılında Wagner’in ölümünün ellinci yılı anmaları için düzenlenmiş. Duvarlarda yine Parsifal’den sahneler var. Bu resimler Ferdinand Piloty ve August Spiess’in eserleri. Sahnenin iki kapısı var, üstlerinde de Bavyera armaları işli, bir armanın üstünde ise, Kral’ın adı ve unvanı yazılı; bu Şato’nun hamisinin tek bahsedildiği yer.

Şatonun çatı merdivenin başladığı yerdeki bölüm, sanki cennete uzanan bir palmiyenin etrafında yapılmış, yanında da orayı bekleyen bir ejderhanın heykeli var. Buradan en aşağı kata inerseniz mutfak bölümüne ulaşacaksınız. Dönemi için çok modern olan mutfakta eşyalar orijinal. Buradan da servis odasına geçiliyor. Böylece gezimiz burada bitmiş oluyor.

Şato’nun merdivenlerinden inerken kral da olsa hayata tutunamamış birinin yarattığı muhteşem  dünyadan sıyrılmakta zorlanıyorum. Yükümlülükleriyle inandığı masallar arasında kalan, düşleri hayatın sunduğundan çok daha renkli olan ve sonunda büyük hayal kırıklarıyla ölen birinin yaşamına dahil olmak insanı hüzünlendiriyor. Evet, Bavyera’nın sorunlarıyla uğraşmak, Prusya ile baş etmeye çalışmak yerine şatolar, saraylar yaptırmak, porselenlerle, mermerlerle süslenmiş bir hayata gömülmek, belki bir krala yakışmıyor diye düşünülebilir. Ya da dedesinin yaptığı gibi parayı savaşacak silahlara harcamak yerine resimlere, tablolara yatırmanın akıllıca olmadığı ileri sürülebilir. Ama bir de şöyle düşünün;  bugün ne Prusya var ortada, ne de Bavyera Krallığı ama II Ludwig’in muhteşem şatoları, sarayları, o heykeller, resimler bu günümüzü güzelleştirmeye devam ediyor ve bir kralın görkemli ama hazin öyküsünü anlatmak için sizleri bekliyor.

Shirahama Gezi Rehberi: Japonya’nın Beyaz Kumsallı Plajları

Bu yazımda Türkiye’den düzenlenen Japonya tur programlarında yer almayan ancak Japonya için popüler bir turizm bölgesi Shirahama’yı tanıtmak  istiyorum.

Shirahama Japonya’nın en büyük adası ve Japon anakarası olarak bilinen Honshu’nin güneydoğusunda, Pasifik Okyanusu’na kıyısı olan Wakayama’ya bağlı bir kasaba. Osaka’ya 80 km uzaklıktaki Wakayama, Tokyo ve Osaka gibi metropollere kıyasla daha küçük, diğer yandan doğası harika bir şehir. Ormanla kaplı dağlar, vadiler arasında yemyeşil şehir, yüzlerce tapınağı olan Koyosan ile de bir tür hac  yeri. Mandalina, hurma, yaban eriği, şeftali ve üzüm gibi meyvelerin bolca yetiştirildiği bir bölge. Tüm bunların yanında okyanusa kıyısı olan şehirde deniz-güneş tatili yapılabilmekte.

www.shirahama-ryokan.jp

Shirahama bembeyaz kumsalları ve onsenleri (Japon kaplıcaları) ile ünlü. Beş yüz metre uzunluğundaki bembeyaz kumlarla kaplı Shirahama plajının Hawaii’nin Waikiki plajına benzediği söyleniyor. Kumsalda kumu avuçladığınızda incecik taneler parmaklarınızın arasından kayıp gidiyor.

www.shirahama-ryokan.jp

Shirahama, tarihi bin yıl öncesine uzanan kaplıcaları ile ülkenin en eski kaplıcalarına sahip bölgeler arasında. Yaklaşık doksan kaplıcanın olduğu yazılı tanıtım broşürlerinde; kimi dağlık alanda, yeşillikler arasında kimi okyanus kıyısında… Benim sevdiğim ‘rotenbüro‘ denilen açık hava kaplıcaları. Shirahama’da günü birlik veya birkaç gün kalmalı deniz ve kaplıca tatili bir arada yapılabilir. 

Sandanbeki Mağarası da Shirahama’nın görülmesi gereken yerleri arasında.

Mağaranın yüzeyinde kıyıda yaklaşık 50 metre yüksekliğindeki falezler etkileyici bir görüntü sunuyor. Mağara yüzeyden 36 metre aşağıda ve asansörle iniliyor. Mağaranın duvarları rengarenk, renk cümbüşünün oluşması 16 milyon yıl öncesinden başlamış. Denize bağlantısı olan mağaranın tavanından sular damlıyor. Mağara yıllarca korsanlara, sonrasında da 100 yıl öncesinde savaş sırasında gemiler için sığınak olmuş. Bir bölümünde kurşun madeni aranmış bir zamanlar, içine küçük bir de tapınak da yapılmış. 

Denize bağlantılı yere yaklaşınca kayalıklara vuran dalgaların sesini duymak heyecan vericiydi.

Dışarıda falezlerin yakınında kayalık bir alanın görüntüsü ilginç. İnsanlar kayalara bakıp benzetmeler yapmışlar. Kimi insan yüzü bulmuş, kimi hayvan figürü…

Shirahama’da diğer büyük şehirlerdeki gibi lokantalar kafeler bulunmuyor. Sahilde veya orman içerisindeki otellerde bir veya iki gece otelde konaklayarak gezmek daha keyifli olabilir. Pandemi nedeniyle üç yıldır düzenli faaliyet gösteremeyen yerel lokantaların çoğu kapanmıştı. Bundan böyle canlanacağını umuyoruz .

Yöreye turla gitmek en iyi yol olabilir. Çünkü yukarıda sözünü ettiğim gezilecek yerler farklı yönlerde ve toplu taşıma aracı bulmak zor. Shirahama’da küçük bir havaalanı var ancak sadece Japan Airline  uçuyor.  Wakayama şehir merkezinden Japan Railway’s ile de Shirahama’ya ulaşım mümkün.

Shirahama’nın daha da güneyine gidilirse Kuşhimoto‘ya ulaşılıyor. Kuşhimoto ile Türkiye’nin tarihi dostluk ilişkisi ‘Ertuğrul Fırkateyn’ ile başlamış. Kushimoto’yu Japonya’ya yerleştiğim ilk yıllarda 1988 yılında ilk kez ziyaret etmiştim. Sonraki yıllarda Türkiye’den gelen misafirlerimiz ile birçok kez gittik. Ertuğrul Fırkateyn’i öyküsü ve anıt müze yazımı linkten okuyabilirsiniz. Ertuğrul Fırkateyni’nin Batışı-1890: Japon-Türk Dostluk Öyküsü

Kumsal ve kaplıca dışında hem büyüklerin hem de çocukların hoş vakit geçireceği ‘Adventure World‘ içinde hayvanat bahçesi, akvaryum olan bir eğlence parkı düzenlenmiş. Parkta en çok ilgiyi sevimli  pandalar görüyor . Öyle ki pandanın çiftleşmesi ve yavrunun doğuşu televizyon haberlerinde yer alır. Hatta doğan yavru pandaların isimleri için halktan öneriler alınır. Bakımı zor olan bu güzel pandalar  Çin‘den getirilip burada çoğaltılıyor. Şu anda  ‘Adventure World ‘de ziyaretçileri dört panda karşılıyor.

Safari parkta ise vahşi hayvanlar yaşamlarını sürdürüyor. Güvenlik önlemleri alınmış araçlarla ziyaretçiler dolaştırılıyor. Hayvanlar içerisinde Asya’dan getirilen nesli tükenme tehlikesi altında olan Bengal kaplanı en haşmetlisi görünüyor.

Değişik türden kuşları görmek çok zevkli idi. Tavus kuşu beni geçmişe götürdü. Çocukluğumda Ankara’da Çubuk Barajı’na  pikniğe giderdik. Baraj sularının akıp nehre dönüştüğü yerin yakınında düzlükte tavus kuşları nazlı nazlı dolaşırlardı. Şimdi oralar ne durumda acaba …hasretle anıyorum o günleri .

Flamingolar harika idi. Papağanlara laf attım ama oralı olmadılar.

Bizim için Mikio Dede’nin torunlarını gezdirdiği ilginç bir yer idi Shirahama. Her yıl özel bir gezi armağanı oluyor onlara.  Shirahama gezisi için bir yıl önce kumbaraya para atmaya başlamıştı Mikio Dede.

Bembeyaz kumsalı, çok sayıdaki onsenleri, farklı formasyonlardaki falezleri, renkli Sandanbeki Mağarası ve hepimiz için heyecanlı Adventure Park’ı ile Shirahama bir tatil cenneti idi bizim için. Shirahama Japonya’ya gelen konuklarımızı götüreceğimiz yeni yerler arasında yerini aldı. Bu yazımı okuyan gezginler de bireysel Japonya gezilerinde Shirahama ve  Kuşhimoto’yu gezi programlarına alabilirler.

Çeşnigir Kanyonu ve Köprüsü

Dünya yüzeyinde nehirlerce oluşturulmuş vadilere kanyon dendiğini biliriz ve nedense hep uzaklarda olduğunu düşünürüz. Oysa Ankara’nın çok yakınında büyüleyici bir kanyon olduğunu yeni öğrendim.

Ankara’ya 100 km uzaklıkta, Kırıkkale’nin Keskin ilçesine bağlı Çeşnigir Kanyonu’nda görülmeye değer nefes kesici bir manzara ve her zevke hitap eden imkanlar var. Kızılırmak kıyısında yolun iki tarafında doğa ve tarihin iç içe geçtiği bir nefeslenme ortamı sunuyor size.

Çeşnigir Kanyonu Ankara Kırşehir yolu üzerinde bulunuyor. Toplu ulaşım ile erişim zor olacağından özel araba ile gitmek gerekiyor.

Kanyona hakim bir tepedeki cam seyir terası, muhteşem bir panoramik görüntü sunuyor. Cam terasın yanında bulunan kafeteryada çay, kahve içip kanyonun manzarasının keyfini çıkarmak mümkün. Teras son zamanlarda evlenen çiftler için olmazsa olmaz bir açık hava stüdyosuna dönüşmüş.

Kanyonu yukarıdan gördükten sonra, Kızılırmak kıyısında yemek molası verip, manzara eşliğinde karnınızı doyurmak isterseniz, son derece temiz balık restoranları var. Bizim yediğimiz Köprü et- balık restoranının park yeri, Ankara’dan balık yemeye gelmiş özel araçlar ile doluydu. Özellikle Kızılırmak’tan yakalanan kadife balığı (ben daha önce yememiştim) kılçıksız ve çok nefis. (Burada resim çekme fırsatı bulamadığım için, kadife balığı resmi internet görsellerinden)

*www.kirikkale.com.tr,    * Vikipedi

Yemek sonrası, Kızılırmak kıyısındaki rekreasyon alanında yürüyüş yapabilirsiniz, ayrıca çok sayıda kamelya ve oturma alanı bulunuyor.

Orta Anadolu’da tekne turu olur mu derseniz? O da var.

Çeşnigir Köprüsü’nün yanından kalkan tekneler sizi kanyonda gezdirirken, köprü yıllara direnmiş ihtişamı ile daha da güzel görünüyor. Yaklaşık 15- 20 dakika süren ve enerjisini güneş panellerinden alan bir tekne ile tur kesinlikle yapılması gerekenlerden.

İlk olarak 13. yüzyılda Selçuklular döneminde inşa edilen Çeşnigir Köprüsü, Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında Mimar Sinan tarafından yeniden yapılmış. Bir Selçuklu eseri olan Çeşnigir Köprüsü’nün 1402 yılında Ankara Savaşı’nda Timur ordusu tarafından kullanıldığı rivayet ediliyor.

Çeşnigir Köprüsü 110 metre uzunluğunda ve 6 metre genişliğinde bölgenin kayalık zemini üzerine oturtulmuş. Orta bölümünde belirgin bir eğimin bulunuyor ve 18,60 m orta açıklığa sahip bir taş köprü. Köprüde suyun yükselmesi halinde akışı sağlamak ve köprünün ağırlığını hafifletmek üzere 3’ ü yukarıda, 9 adedi aşağıda toplam 12 göz bulunmakta.

​Tarih severler, kampçılık ve olta balıkçılığından hoşlananlar, kanyon yürüyüşü yapmak isteyen trekking meraklıları, dağ ve doğa sporu tutkunları, fotoğrafçılar, mangal severler, Anadolu’nun ortasında tekne turu yapmak isteyenler, Kızılırmak boyunca ailesiyle bisiklet turu atmak isteyenler, rengarenk uçurtmalarını göklerde süzdürmek isteyenler, balık ekmek için iskele arayanlar, cam terasında çay kahve keyfi yapmak isteyenler, kısacası Çeşnigir Kanyonu’ nda herkes için bir aktivite var. Günübirlik ziyaret edebileceğiniz gibi, gezginler için kamp çadırını kurabileceğiniz çok güzel bir lokasyon Çeşnigir Kanyonu.

Budva Gezi Rehberi: Montenegro’nun Miamisi

Budva, Balkan ülkesi Karadağ/Montenegro’nın Adriyatik Denizi kıyısında bir tatil şehri. Montenegro’nun en çok turist çeken şehri olan Budva hareketli gece hayatı ve plajları ile Montenegro’nun Miami’si olarak tanınıyor.

Budva ve Kotor Adriyatik Denizi kıyısında ve Karadağ’ın en popüler tarihi ve turistik iki şehri. Budva hareket ve eğlence arayanlar ve çok sayıdaki plajları ile deniz tatili keyfi yaşamak isteyenler için ideal. Kotor ise daha büyük olan eski şehrinde barındırdığı tarihi, kültürü ve doğası ile sakinliği tercih eden gezginlere hitap eden bir şehir. Adriyatik kıyıları tatilinde elbette çoğu gezgin her iki şehri de görülecek yerler listesine alacaktır. Ancak tatil anlayışındaki önceliklere göre iki şehre ayrılan süre değişecektir. Bu kararı almak için okumanızı önereceğim Kotor yazısı linkini de ekliyorum.

Kotor Gezi Rehberi: Montenegro’da Bir Ortaçağ Kasabası

Budva yaz döneminde gece klübleri, barlar, festivaller, tiyatro ve müzik gösterileri ile canlı bir ortam sunmakta. Renkli gece hayatı ve eğlence ile tanınsa da Budva, tatilcilere başka alternatifler de sunuyor; Adriyatik kıyısında 35 plaj, geçmişi 2500 yıl öncesine ulaşan tarihi şehir, değişik kafeler, restoranlar, müzeler, sanat galerileri, renkli dükkanlar.

Niçin Budva

  • Karadağ Türkler için hala vizesiz bir Balkan ülkesi.
  • Berrak, lacivert denizi, çok sayıda plajları, doğası ve hareketli gece hayatı ile tam bir tatil şehri. Deniz tatilinin yanı sıra tarihi ve iyi korunmuş eski şehri ile tarih ve kültür arayışındaki gezginlere Kotor benzeri bir atmosfer sağlıyor.
  • Balkan gezileri içinde mutlaka uğranması gereken Budva’da deniz tatili yapmak için daha uzun süre kalınabilir, öte yandan daha geniş bir coğrafyada gezmek isterseniz, Budva yanında Kotor ve Dubrovnik’i es geçmeyerek deniz tatilinizin ardına bu iki şehrin tarih ve doğasını da ekleyebilirsiniz. Budva’dan Kotor ve Dubrovnik’e karayolu ile geçebileceğiniz gibi bu geçişleri keyifli bir tekne gezisine dönüştürebilirsiniz.
  • Budva’ya direk uçuş olmamakla beraber, Karadağ’ın başkenti  Podgorica’dan ulaşılabilir.       
  • Budva (daha önceki yıllarda çok daha ucuz bir şehir iken son yıllarda konaklama ve yeme içme ücretleri biraz artmasına rağmen) bir Avrupa şehri olarak hala uygun fiyat ile tatil yapılabilen şehirlerden. Ülke henüz Avrupa Birliği üyesi olmamasına rağmen para birimi olarak Euro kullanılıyor.
Ulaşım

Karadağ ve Budva’nın haritadaki yerine bakmak ulaşım seçeneklerini daha iyi anlamamıza yarayacaktır. Balkanların güney doğusundaki Karadağ, Arnavutluk, Kosova,  Sırbistan, Bosna Hersek ve Hırvatistan ile komşu.

Budva’da havaalanı olmadığından havayolu ile ulaşımda ilk seçenek ülkenin başkenti Podgorica’ya İstanbul’dan direk uçmak. Podgorica Budva arası yaklaşık 65 km. İkinci havayolu seçeneği İstanbul’dan aktarmalı uçuşlar ile ulaşabileceğiniz Tivat, Budva’ya daha yakın mesafede. Diğer bir seçenek aradaki uzaklık daha fazla olsa da Türkiye’den en uygun fiyatlı uçuşların olduğu Arnavutluk başkenti Tiran olabilir.  

Budva’ya Podgorica ve Tivat’tan sık otobüs seferleri bulunuyor. Ayrıca Karadağ’ın diğer şehirlerinden ve sınır komşusu ülkelerden de direk otobüs seferleri bulunmakta. Mesafelerin kısalığını görünce her birine uğramayı istemeniz işten bile değil. Tivat – Budva 25 km, Podgorica – Budva – 65 km, Kotor – Budva – 23 km, Dubrovnik (Hırvatistan) – Budva – 115 km uzaklıkta. 

Biz Adriyatik kıyılarını kapsayan Balkanlar gezimize İstanbul’dan kendi arabamız ile başladık. Yunanistan, Kuzey Makedonya ve Arnavutluk sonrası Karadağ’da ilk durağımız Budva idi. Adriyatik kıyısında Budva, Kotor ve Dubrovnik’te olmak üzere üç şehirde de geceledik.

Budva birçok yeri yürüyerek dolaşabileceğiniz, en uzak yerlerine de  otobüsle veya taksi ile kısa sürede ulaşabileceğiniz gezmesi kolay bir şehir. Örneğin en uzak mesafedeki Stevi Stevan’a bile eski şehirden geçen otobüslerle  2.5 Euro’ya gidebilirsiniz.

Konaklama

Budva son yıllar da artan ilgi nedeni ile çok sayıda otel yatırımına girişmiş. Bu nedenle yeni, temiz otel bulma şansı yüksek. Ancak fotoğraflarda göründüğü gibi maalesef plansız ve yüksek katlı otel inşaatları yüzünden şehirde çarpık yapılaşma oluşmuş durumda. Burada Türk müteahhitlerinin de payı olduğunu belirtelim.

Konaklama için tarihi yerleri sevenler; dar sokakları, tarihi binaları ile korunmuş bir Orta Çağ kasabası olan Old Town’daki hostel, pansiyon ve  otellerden bütçesine uygun seçim yapabilir. Yeni yerleşim yerlerini tercih edenler ise eski şehrin dışındaki bölgede de her fiyattan otel veya apart bulabilir. Biz booking.com’dan yeni bölgede fakat eski şehre yakın bir daire kiraladık. ‘Apartments Aqua‘ daki dairemiz yeni, temiz, eski şehre yürüme mesafesinde olmasının yanı sıra, tüm şehre hakim manzarası oldukça keyifli idi. Fiyat kalite düzeyi yüksek olan dairemizin manzarasının ilave maliyeti biraz yokuş tırmanmak olsa da buna değdiğini söylemeliyim. En güzel Budva manzaralarını dairemiz balkonundan çektiğimi söyleyince siz de bana hak vereceksiniz.

Kısa Tarih

Budva Adriyatik kıyısındaki şehirler arasında yerleşimin en eski tarihlere, ta 2500 yıl öncesine kadar uzanan bir şehir. M.Ö 5. yy’da İliryalı/İlirler yaşamış bu topraklarda. Sonrasında Romalılar, Bizans, Venedikler hükümranlığında kalmış. Venedikliler döneminde Osmanlı şehri kuşatarak, 1572 yılında almış ancak 1573 yılında imzalanan bir anlaşma ile Venediklilere geri verilmiş. Budva 1807 yılında Fransız, 1813 yılında Avusturya Macaristan İmparatorluğu tarafından  işgal edilmiş. 1918 yılında Avusturya Macaristan İmparatorluğu’ndan bağımsızlığını kazanmış. Ancak II. Dünya Savaşı sırasında 1941-1944 yılları altında Nazi İtalya’sının kontrolünde kalmış. II. Dünya Savaşı sonrası kurulan Yugoslavya Federe Cumhuriyeti’nde yer alan Karadağ’a bağlanmış.

Gezelim Görelim

Renkli gece hayatı ve plajlarda uzanıp deniz tatili geçirmek önceliğiniz olsa bile gezilecek yerleri sıralayalım. Budva küçük bir şehir olduğundan, plaj keyfinizden çok çalmadan buraları gezmeniz mümkün olacaktır. Bir veya iki gün içinde Budva’nın görülecek tüm yerlerini görebilirsiniz.

Stadi Grad / Old Town Sokaklarında Dolaşalım.

İlk durak şüphesiz Old Town/Eski Şehir, UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer alan iyi korunmuş tarihi bir bölge. Şehir 15. yy’da yapılan tarihi surlar ile çevrilmiş. Budva tarihinde 1667 ve 1979 yıllarında yaşanan iki büyük deprem ile şehir büyük hasar görse de bazıları yeniden yapılarak ve restore edilerek şehrin dokusu korunmuş. Tarihi binalar, daracık taş sokaklarının arasında kaybolarak, kiliseler, restoranlar, kafeler, sevimli dükkanlar, müzeler, sanat galerileri arasında dolaşıyoruz.

Adriyatik kıyısındaki Kotor ve Dubrovnik’te deniz kenarlarında yüksek duvarlarla çevrilmiş eski şehirler ilk duraklarımız oluyor. Biz Adriyatik kıyıları gezimize Budva ile başladık. Diğer iki şehre göre buranın Old Town’ı daha küçük ve 1-2 saat içerisinde tüm şehri dolaşabilirsiniz. Eski şehrin en büyük güzelliği, hemen şehrin kapısından çıkar çıkmaz sizi karşılayan plajda yüzme lüksü sunması.

Şehrin dört kapısı limana açılıyor, marinanın şık restoranlarında dünya mutfaklarından yemek seçenekleri bulunmakta. Biz ilk gecemizde marinada Uzak Doğu mutfağından yemekler tercih ettik ve çok memnun kaldık.

Citadel / Kale’de Dolaşalım

Old Town içindeki kale ile surlarla çevrili şehri denizden gelecek saldırılara karşı savunmayı sağlamak için daha güçlü savunma sağlayacak bir alan yaratılmış. Giriş ücreti 2 Euro olan kale bölümünde bir kütüphane, küçük bir müze ve seyir alanı bulunuyor. Bu seyir terasından Adriyatik Denizi ve şehrin panoramik manzarasını görmeye değer.

Kalenin giriş duvarındaki iki balık figürü de Budva’nın simgesi. Bu figür bir efsaneye dayanıyor;  birbirine aşık iki gencin kavuşmasına aileleri izin vermeyince, birlikte  denize atlayan iki genç balık olmuşlar. Budva’da bu taşa dokunup dilek dileyebilirsiniz.

Kalenin yanından 3 Euro ödeyerek şehir surlarının üzerine çıkıp yürüyebilirsiniz. Ancak surlar kesintisiz devam etmediğinden bazı yerlerde aşağıya inmeniz gerekiyor. Biz kaleye girdik ancak surlarda dolaşmadık. Surlar üzerindeki gezintimizi çok daha uzun surları olan Dubrovnik’e sakladık.

Arkeoloji Müzesi’ni Gezelim

Eski Şehir içinde Budva tarihine ilgi duyanlar için bir arkeoloji müzesi bulunuyor. Tarihi antik döneme kadar giden arkeolojik eserler ve etnografik objeler sergilenmekte. Üç katlı olsa da küçük müzeyi 30 dakikada rahatlıkla dolaşabilirsiniz. Müze yaz dönemi saat 8- 21 arası açık.

Dans Eden Kız Heykeli ile Fotoğraf Çektirelim

Budva’nın simgelerinden ve Karadağ’da en çok fotoğrafı çekilen yerlerden biri Dans Eden Kız Heykeli. Heykele ilişkin anlatılan birkaç efsaneden en bilinen ve hüzünlü olanını anlatalım. Budva’da zamanın birinde, birbirlerine deli gibi aşık bir dansçı kız ile denizci erkek yaşarmış. Genç denizci denize açıldığında sevgilisi kıyıda dans ederek onu beklermiş. Denizci uzun süren bir yolculuğundan geri dönememiş. Dansçı aşığı günlerce kıyıda sevgilisinin döneceği umudu ile dans ederek onu beklemiş. Onların hikayesi Budva’da gerçek aşkın ve bağlılığın sembolü olmuş. Bu bronz dans eden kız heykeli Sırp sanatçı Gradimir Alksic tarafından yapılmış.

Eski Şehir gezimizde bu heykel hemen karşımıza çıkmadığından, kaçırmamak için biraz dikkat gerekiyor. Eski Şehrin plaja açılan kapısından çıkınca plajın sağına, kayalıklara doğru deniz kenarında yürünerek dansçı kıza ulaşılıyor. 

Tarihi Kiliseleri Gezelim

Tarihi şehirde birçok kilise görebilirsiniz. Burada en önemli üçünden söz edelim.

Stevi Marija Kilisesi;  şehrin en eski kilisesi, tarihi 840 yılına kadar uzanmakta.

St. Ivan Kilisesi; Budva’daki en büyük Katolik kilisesi. Eski Bishop Sarayı’nın yanında.

Stevi Trojica Kilisesi; Kalenin yakınında bir Ortodoks kilisesi. Bu kiliseler küçük olan şehir gezintinizde karşınıza çıkacaktır. Açık olanları ziyaret edebilirsiniz.

Budva Plajlarında Deniz Keyfi Yapalım

Budva’da yarım günde belki daha kısa sürede Eski Şehri gezdikten sonra Adriyatik Denizi sularında serinlemek çok keyifli. Budva’da 30 dan fazla plaj sizleri bekliyor. Yine de çok talep gören bu tatil beldesinde haziran-ağustos ayları arasında plajların oldukça kalabalık olduğunu hatırlatalım.

Dar bir alanda yer alan Budva’nın her yeri plaj denebilir. Öncelikle hemen Old Town’un kuzey çıkışında küçük plaja giriş ücreti ödemeden havlunuzu serip ya da yandaki kafelerde bir şeyler atıştırıp yüzebilirsiniz.

Daha farklı plajları denemek isterseniz, yine yürüyerek bir çok geniş plajlara ulaşabilirsiniz. Hemen şehrin içindeki, eski şehre sadece 10 dakika yürüme mesafesindeki Mogren Plajı’nda, şezlong ve şemsiye kiralayabileceğiniz gibi kendi havlunuzla da uzanıp ücret ödemeden plajdan yararlanabilirsin. Budva’nın 6 km uzağında ve 1,2 km uzunlukta sahili olan Jaz Plajı‘nın sağ köşesi de çıplaklar için ayrılmış. Diğer popüler plajlara arasında yer alan Becici ve Rafailovici Plajları, daha sakin ve kum plaj tercih edenler için cazip plajlar olarak sayabiliriz.

Biz Budva’da plaj tercihimizi  ev sahibimizin önerisi üzerine Stevi  Stefan  Adası’nın önündeki halka açık plajından yana kullandık. Stefan Adası Budva fotolarında en çok görülen manzaralı yer. Aslında kara ile bağlantısı olan bir ada. 15.yy’da balıkçı köyü olan ada bugün özel sektör tarafından işletilen, sadece otel müşterilerinin girebildiği tatil köyüne dönüşmüş. Dünya çapında ünlülerin ziyaret ettiği, gecelik oda ücretlerinin çok yüksek olduğu otele, sadece karşıdan baksak da yanı başında yüzme şansına sahip olabildik. Stefan Adası Old Town’a 10 km uzaklıkta, arabası olmayanlar şehir içi otobüsler ile plaja ulaşabilirler.

Havai Adası‘nda yüzmek mümkün Budva’da. Şaşırtıcı değil mi? Karadağ’ın en büyük adası ve sadece kıyıdan bir km uzaklıktaki Saint Nicola Adası lacivert suları ve kumsalları ile Havai havası yaşattığı için Havai Adası olarak biliniyor. Adaya kıyıdan 3 Euro ücret ile teknelerle ulaşıp deniz keyfi yapabilirsiniz.

Budva Gece Hayatı ve Festivallerin Tadını Çıkartalım

Adriyatik kıyısının en hareketli, canlı ve eğlenceli kenti Budva. Çok sayıda gece klüplerinin, sokak eğlenceleri, müzik etkinliklerinin yanı sıra yaz festivalleri de popüler. Genellikle ağustos ayında düzenlenen Sea Dance Festivali Avrupa’nın en iyi 10 festivali arasında değerlendiriliyor.

Yeme İçme

Son yıllardaki popülerliği ile dünyanın her yerinden turist çeken Budva mutfağı da zenginleşerek klasik Balkan ve İtalyan mutfağının ötesine geçmiş. Öylesine ki, Türk  işletmesi Smyrna’da klasik kahvaltınız ile güne başlayabilirsiniz. Öğlen ve akşam yemeklerinde, Uzak Doğu’nun Tayvan mutfağından çorbalar, tavuklar, Balkan mutfağından cevabiler, İtalyan mutfağından pizzalar, risottolar, Rus mutfağından borç çorbaları ve daha fazlası bol çeşitlerle sunumlarda. Yukarıda bahsettiğim gibi biz ilk gecemizde marinada bir restoranda Uzak Doğu yemeklerini tatmıştık. Balkanlar gezimiz 15 günlük uzun bir gezi olduğundan cevabi köfteleri, kebapları başka ülkelerde, deniz ürünlerini de Kotor’da yemiştik. 

Son Söz

Budva Karadağ ve Balkanlar turunda mutlaka görülmesi gereken bir şehir. Öncelikle Adriyatik kıyısında en çok plajı olan, deniz güneş ve eğlence sevenler için tercih edilecek bir şehir. Karadağ’da Budva ve Kotor aralarında sadece 30 km bulunduğundan birinde geceleyip, diğerine günübirlik gitmek de mümkün tabi. Biz iki şehirden de vazgeçemedik, Budva’ya 2 gece Kotor’a 1 gece ayırdık. Daha çok güneş, deniz ve gece hayatı tercih ederseniz Budva’ya daha çok zaman ayırabilirsin. Budva’da eğlence ve denize doyduktan sonra, daha yeşil, sessiz ve sakin bir şehir olan Kotor’a geçebilirsiniz. Kotor Old Town daha büyük ancak o da yarım günde gezilecek bir yer. Bizim ayırdığımız süre iki yer için de ideal oldu.

Budva’da  iki gece kalmamıza rağmen Saint Nicola/Havai Adası’nı gezmemek tek eksiğimiz olabilir. Bir gün daha ayırabilse idik adada tepelere tırmanıp, berrak sularında yüzebilirdik.

Önceliğimizin daha çok tarih, kültür ve doğa olmasına, deniz tatili ve gece hayatı ikinci sırada yer alsa da, Adriyatik kıyısında ilk kez yüzdüğümüz Budva’yı çok sevdik. Görmeye, gezmeye, en az bir gün geçirmeye değer Budva’yı gezi planınıza aracı olduğumu ümit ederim.

Gönlünüzce gezmelere…

Venedik Gezi Rehberi II: Canal Grande – Dünyanın En Güzel Bulvarı

venedik

Venedik kendine has bir yer; ana karanın hemen yakınında 118 ada üzerine kurulmuş olan şehrin ana ulaşım ağını oluşturan kanallar Venedik’e eşi benzeri bulunmayan bir güzellik katmakta. Bu kadar ada var ama aslında Venedik’i Venedik yapan iki ada önemli. Artık birbiriyle tokalaşan iki el mi dersiniz, yoksa birbirini yutmaya çalışan iki balık mı; ama Venedik’in simge yapılarının yer aldığı, birbiriyle iç içe geçmiş gibi duran bu iki ada bir su yoluyla ayrılmakta; Canal Grande…

Burası, aslında Adriyatik Denizi’nin bir parçası ama birbirine çok yakın duran iki ada arasında akan bir su yolu gibi duruyor aynı zamanda. Biraz bizim İstanbul Boğazı gibi; Boğaz’ın eşsiz güzelliği ile kıyaslanamaz tabii; yapı olarak daha kısa, dar ve bulanık versiyonu, yine de çok çarpıcı. Bu biraz da tarihe yaptığı tanıklığı bugüne yansıtan binaların korunmuş olmasıyla ilgili tabii… Venedik geziniz sırasında mutlaka yapmanız gereken şeylerin başında Canal Grande’de bir tekne gezisi gelmeli. Şimdi sizi bu su yolunda bir gezintiye çıkacağım; yazımızın başrolü Canal Grande…Gezimize Santa Lucia Tren İstasyonu’ndan başlayacağız ve San Marco Meydanı’nda sonlandıracağız, bu arada neredeyse tüm Venedik’i görmüş olacağız.

Bu iki ada arasında S şeklinde kıvrılan 3.8 km uzunluğunda, ortalama 5 metre derinliğinde ve 30-90 metre arasında değişen eniyle Kanal, Venedik’in ulaşım trafiğinin en yoğun yaşandığı yer. Kanal boyu geziniz için en uygun seçenek 1 ve 2 numaralı ACTV hattı. Venedik’teki toplu ulaşım sistemi olan ACTV, ana karada otobüslerden, kanallarda vaporetti denen teknelerden oluşuyor. Özellikle Kanal’ın en başından sonuna kadar yavaş yavaş götürecek olan 1 numaralı hat, her durakta durduğu için tavsiye edilir. Ama ücreti çok ucuz değil. Bir bilet 7,50 Euro ve 75 dakika geçerli. Bileti aldıktan sonra iskelelerde bulunan makinelerde onaylatmanız gerekli. Venezia Unica kartı aldıysanız bu ücret daha da düşecek ama o başka bir yazının konusu… Ayrıca bu biletle hava alanına, 16 ile 19 hatlara ve Casino’ya gidemezsiniz. Ama daha makulü, gezinizin süresini dikkate alarak günlük biletler almanız. 

Kanal turunuz için başka seçenekler de var. Venedik yürüyerek gezmek için hem kolay hem de zor bir şehir. Mesafeler kısa ve hemen her şey birbirine yakın mesafelerde; bu kolay kısmı. Ama o çok yakın gördüğünüz yer ile sizin aranıza aniden bir kanal girince birdenbire yürümeniz gereken mesafe uzadıkça uzuyor. Zamanınız ve gücünüz varsa harika. Tabii Venedik’in fetiş simgesi gondollarla yapacağınız bir gezi çok şık olur ama saat ücreti yüksek. bunun seyri var, seferi var, bir de gondolcuya şarkı söyletirseniz gideceğiniz mesafe pek fazla olmaz ama ödeyeceğiniz fiyat katlanarak artar; şıklığın da bir bedeli var. Bir de traghettolar var ki, bunlar da gondol ama dolmuş şeklinde işliyor ve kanalda karşıdan karşıya geçmek için kullanılıyor; ama gondola bindiniz mi bindiniz, 2-3 dakika için olsa da… Tabii bir şık hareket de, kanal taksileri; taksiler gezilerinizde büyük esneklik sağlar ama bedeli 5 dakikalık yürüme mesafesi için 40-50 Euro’dan başlıyor.

3.8 kilometre uzunluğunda olan ama üzerinde Orta Çağ’dan bugüne uzanan köklü bir tarihe tanıklık eden Kanal boyunca yoğun bir gezi bizi bekliyor. Kanal, genel olarak 200 civarında malikane ve önemli kiliselere ev sahipliği yapmakta ama 13. yüzyıldan bugüne hala ayakta kalan bu malikanelerin her birinin ayrı, birbirinden ilginç hikayeleri var, anlatsak ciltler tutar; İstanbul’da elçilik yapmış ama ne Osmanlı’ya ne Venedik’e yaranabilmiş elçilerden Kıbrıs Kraliçelerine, bestecilerden yazarlara, Tanrı yoluna adanmış hayatlardan akla ziyan sefahat alemlerine kadar hepsi Kanalın dalgaları arasında hala fısıldanıp durmakta. Ama ben bu yazıda Kanal boyunca gördüğüm ve mutlaka sizin de görmenizi tavsiye edeceğim yerleri esas aldım. Daha sonra ‘Meraklısına’ bölümünde bazı malikanelerden içeri uzanıp öykülerine kulak vereceğiz, ilginizi çekerse… O zaman Pizzale Roma’dan 1 numaralı vaporettoya binip San Marco’ya uzanan tekne tutumuza başlayalım.

Köprüler

Büyük Kanal üzerinde dört adet köprü bulunmakta…Güneyde San Marco’ya en yakın yerde Ponte dell Accedemia, ortada Rialto, kuzeyde tren istasyonu karşısında Ponte Scalzi bulunmakta. Kanalın kuzey ucunda tren istasyonunu Piazzale Roma’ya bağlayan bulunan Ponte della Costituzione köprüsü var.

Piazzale Roma’dan aşağı ilerlerken ilk karşılaşacağımız köprü Scalzi; eskiden burada bulunan dövme demirden yapılmış bir köprünün yerine 1934’te yapılmış. Daha sonra Venedik’in önemli simge yapılarından, Kanalın ilk köprüsü Rialto karşılar sizi. Burada 12. yüzyıldan beri yapılan-yıkılan-çöken muhtelif ahşap köprüler varmış. 1444 yılında, buradaki köprü, Ferrara Markizi’nin düğün törenini izleyen kalabalığın ağırlığına dayanamayıp çökmüş mesela.

Daha sonra bir taş köprü yapılmasına karar verilmiş ve Michelangelo, Andrea Palladio, Jacopo Sansovino gibi isimlerin arasından sıyrılan soyadı köprü anlamına gelen Antonio da Ponte köprüyü yapmış. Burası şehrin en canlı yerlerinden biri. Gerek köprü üstündeki gerek çevresindeki hediyelik dükkanlarda her kalitede hediyelik eşya bulmanız mümkün. Köprü üzerindeki ana geçiş yerinin iki yanında kemerli pencereler ile yan yürüyüş yolları mevcut; buralarda harika Kanal manzarası seyredebilirsiniz. Kanal üzerinde bizi bekleyen en son köprü Accademia Köprüsü; 19. yüzyılda yapılan demir köprü yerine 1932’de geçici inşa edilen ama istek üzerine öylece korunan bu ahşap köprü San Marco Meydanı’na en yakın köprü. Rialto’nun yeri ayrı; hem alışveriş hem eğlence hem turistik gezi bölgesi. İki tarafta da birbirinden eğlenceli barlar, türlü kalitede lokantalar, kafeler bulunmakta… San Marco Meydanı ile birlikte Venedik’in çekim merkezi…

Kiliseler

Kanal boyunca uzanan kiliselerden gördüklerim, gidip de giremediklerim sırasıyla….

San Simeone Piccolo Kilisesi

Kanalın sağ tarafında isminin (piccolo) aksine çok geniş bir kilise olan ve biraz Roma’daki Pantheon’dan biraz Bizans kiliselerinden esinlenilen bu Katolik kilisesi 1738’de Neo Klasik tarzda yapılmış. Girişte mermer rölyef Aziz Simon’un Şehitliği Tablosu önemli. İşin açığı dış cephesi içinden daha etkileyici olan bir yer. Kiliseye giriş ücretsiz ama alt kattaki din adamlarının mezarlarına görmek için ödeme yapmak durumundasınız.

Mezarların görülecek bir tarafı yok, ortam eni konu bir korku filmi; elinize tutuşturulan mumun titrek ışığında aşağıya inip engebeli, karanlık bir labirentten geçerek lahitleri görüyorsunuz, mum söndü sönecek…Hiç gitmeyin diyeceğim ama görevli çok pis; içeri girince pat diye elektrikleri kapatıyor ve bir şey göremiyorsunuz, ancak mezarlık parasını öderseniz ışığı açıyor. Ferrovia iskelesi ile buraya ulaşabilirsiniz.

Santa Maria di Nazareth Kilisesi

Sol kıyıda, Scalzi olarak da bilinen bu görkemli kilise 17. yüzyılda çıplak ayaklı (scalzi) Karmelitler tarafından yaptırılmış. Tasarımını Longhena’nın yaptığı geç barok tarzdaki bu kilisenin içindeki renkli mermer ve ahşap işlemeciliği yanında heykel ve resimleriyle de ziyarete değer. Özellikle mermer burgulu sütunlu altarı yanında duvar resimleri büyüleyici. Orijinal tavan resmi ise 1915’teki bombardımanda hasar görünce yerine 1934’te Ettore Tito tarafından bugünkü resim yapılmış. Kilise’de Ruzzini ailesine ait bir şapel ile son dük Ludivico Manin’in mezarını bulunduğu Manin Şapeli muhteşem resimleri, bronz heykelleri ile görsel bir şölen sunuyor…Ferrovia iskelesinin tam karşısında. Hergün 07.00-19.00 saatleri arası ücretsiz ziyaret edilebilir.

San Geremia Kilisesi

Yine sol kıyıda Grande Canal ile Canale di Cannaregio köşesinde San Geremia Kilisesi, 11 yüzyılda yapılmış, ancak bir çok kez elden geçirilmiş, dış cephesi en son 1861’de son halini almış. Azize Lucia’nın naaşına ev sahipliği yapmasından dolayı önemli olan bu Katolik kilisesinin içi gayet sade… Aziz heykelleri ve freskleri ile süslenen kilisenin dış cephesi içinden çok daha göz alıcı. Ferrovia durağından buraya ulaşabilirsiniz; yol boyunca gayet hareketli bir alış veriş merkezi olan Rio Terra Lista di Spagna’dan geçeceksiniz… Ziyaret saatleri ise; pazartesi-cumartesi 09.00-12.00 ile 16.30-18.30, pazar 09.30-12.15 ile 17.30-18.30 arası, giriş ücretsiz.

San Marcuola Kilisesi

Yine sol tarafta dümdüz bir duvar gibi duran San Marcuola Kilisesi sanki tamamlanmamış gibi duran haliyle gözünüze çarpacak; 12. yüzyılda yapımına başlanan bu kilise 1736’da tamamlanmış ama dış cephesi bitirilememiş. Ben içini gezemedim ama Tintoretto’nun Son Akşam Yemeği görmeye değer deniliyor.

San Simone Profeta Kilisesi

Kanalın sağ tarafında ise San Simone Profeta olarak da bilinen Neo Klasik San Simone Grande Kilisesi yer alıyor; tarihi 967’e kadar gidiyormuş ama 18 yüzyılda bugünkü halini almış. Göremediğim kiliselerden…

San Stae Kilisesi

Sağ kıyıda süslemeleri, bezemeleri, heykelleri ile San Stae Kilisesi’ni göreceksiniz ama muhtemelen siz de benim gibi gezemeyeceksiniz çünkü ne zaman gittiysem kapalıydı. 1678’de Aziz Eustace için yapılan Kilise’nin içinde Tiepolo, Piazzetta ve Ricci’nin eserleriyle gayet göz alıcıymış ama ben sadece mermer heykellerle süslü ön cephesini görebildim. Kilise pazar hariç her gün 10.00-17.00 saatlerinde gezilebilirmiş; yalan… Şansınızı denemek isterseniz yanında San Stae iskelesi var, giriş ücretli.

Santa Maria della Salute Kilisesi

Eğer Kanal boyunca bir kilise gezeceğim diyorsanız o da Santa Maria della Salute Kilisesi olmalı. Büyük Kanal ile Canale della Zattere arasında bir yarımadada bulunan kilise, Venedik manzaralarının da vazgeçilmez bir parçası. Venedik’in girişinde gelenleri selamlayan bu devasa Kilise, 1630’da veba salgınının sona ermesi adına şükran duygularının temsili olarak Hz Meryem’e adanmış bir kilise. Longhena’nın yapımına başladığı Barok şahikası bu Kilise, kendisinin ölümünden sonra tamamlanabilmiş. Oymalı taş işçiliğiyle ve heykellerle süslü Kilisenin içinde de birbirinden değerli resimler ve heykeller yer almakta; altardaki Venedik’i hastalıktan koruyan Meryem ve çocuk İsa tasviri ile Giusto le Corte heykelleri, Tiziano’nun muhteşem tavan resimleri Kabil ile Habil, İbrahim’in Kurbanı, Davud ile Goliath, ayrıca duvarlardaki Azizler Kosmos, Damianos ile Sebastianus, Makama Getirilen Aziz Markos ayrı ayrı görülmesi gereken eserler…

Ayrıca vebadan kurtulmanın anısına her yıl 21 Kasım’da buradan başlayan bir tören de yapılmakta. Ziyaret saatleri her gün 09.00-12.00 ve 15.00-17.30 arası… Salute iskelesinden ulaşabilirsiniz. Kilisenin hemen arkasında ise kulesinde Fortuna ile bronz atlas bulunan 15. yüzyılda gemilerin kontrolü için yapılmış ve bugün Pinault’nun çağdaş sanat koleksiyonuna ev sahipliği yapan bina yer almakta. Kilise’nin karşısında, ana karadan ayıran kanalın öbür yakasında ise 9 yüzyılda kurulup yüzyıllardır dini merkez olarak hizmet vermiş, bugünse Gotik havalı küçük bir kilisenin ve revağının kaldığı Abbazia San Gregorio’yu göreceksiniz; bina bugün büyük ölçekli tabloların yenilendiği bir atölye olarak kullanılmaktaymış.

Müzeler

Pizzale Roma’dan geliş yönü itibariyle Kanal’da bulunan müzeler… Venedik’te müzeler pahalı ancak neredeyse tüm önemli müzeleri kapsayan türlü promosyonlar var ama o diğer konularla birlikte başka bir yazının konusu…

Fondaco dei Turci-Türk Hanı

Türk Hanı olarak bilinen bu yapı, daha Venedik’e gitmeden dikkatimi çekmişti. 13. yüzyılda yapılan yapı, 1381 yılında Venedik Cumhuriyeti tarafından satın alınıp Ferrara düküne tahsis edilmiş, daha sonra ise şehre gelen önemli kişiler için bir konuk evi halini almış. İsim Arapça konaklanacak yer anlamına gelen Funduk’tan Fondaco’ya dönüşmüş. Türk kısmı ise belki de taa 1573 Osmanlı Venedik savaşlarına kadar gitmekte… Özellikle 1571’deki İnebahtı Savaşı sonrası Venedik’te Türklerin kaldığı yerlere ‘Türklere ölüm’ diye yazmaya başlamışlar; artık ne demeli, tarih tekerrür etmiyor, olduğu yerde kımıldamadan duruyor… Neyse, 1621’de Venedik Senatosu, Osmanlı tüccarları korumak ve bir arada tutmak için bu binayı kendilerine tahsis etmiş. Amaç artık korumak mı, yoksa hepsini el altında tutmak mı diye düşünüyor insan ama Osmanlının o dönemdeki gücü düşünülürse bir ticari bağın kopmaması yönündeki çaba olarak görülebilir tabii. Böylece saray, Osmanlıların kaldığı, depo olduğu kullanıldığı bir yer haline dönmüş; hatta o dönemde içine mescit ve hamam bile yapılmış. Hatta rivayete göre, o dönem burası (Osmanlı toprakları hariç) Avrupa’da Müslümanların ibadet edebileceği tek yermiş.

Ama buranın da belli kuralları varmış; giriş geliş saatlerinden yanında kadın, silah getirmemeye kadar… 1797’de Venedik Cumhuriyeti’nin ortadan kalkmasıyla yapı da el değiştirip özel şahsa geçmiş, bu da binadaki Türk varlığının sonu olmuş. Gerçi Saraydan Türklerin tamamen çıkması 1838 yılını bulmuş ama bu arada yapı, neredeyse metruk hale gelmiş. Bu dönemde Saray restorasyona girmiş ama ne restorasyon… İnce sütunları, kemerli bağlantılarıyla Bizans ve Venedik Gotik’inden izler taşıyan binanın çatısına kubbeler, kuleler eklenmiş. Saray daha sonra Correr Müzesi’ne ev sahipliği yapmış, 1923’den itibaren de Venedik Doğa Müzesi olarak ziyarete açılmış. Şimdi bir zamanlar Türklerin nefesinin hakim olduğu binada 700 milyon yıla yayılan bir dönemde dünyanın konuğu olmuş bitki, hayvan, çok çeşitli canlı sergilenmekte… Tabii binanın içinde, eski dönemlerden eser kalmamış; onun yerine bazen tropik orman, bazen çöl havası taşıyan doğal ortamlar yaratılmış. Müzede doldurulmuş hayvanlar, fosiller, deniz kabukluları, kuşlar, ne ararsan var. 7 metre uzunluğundaki ouranosaurus nigeriensis ile timsahların atası olarak kabul edilen sarcouchus imperator’un iskeletleri özellikle dikkat çekici. Müze, kasım-mayıs aylarında salı-cuma 09.00-17.00, cumartesi-pazar 10.30-17.00; haziran-ekim aylarında salı-cuma 10.00-18.00, cumartesi-pazar 10.30-18.00 saatlerinde ziyaret edilebilir, pazartesileri kapalı. Giriş ücretli. San Stae durağından ulaşabilirsiniz.

Ca’Pesaro

Kanal’ın en göz alıcı binalarından olan çift sıra sütunlu mermer ön yüzüyle Ca’ Pesaro, 1710’da yapılmış. Pesaro ailesine ait bu muhteşem barok şahikası yapı, Pesaro ailesinden sonra Gradenigo ailesine geçmiş, 1830’da ise Ermeni Mekhitaristler’in okulu olarak kullanılmış. Binanın Bevilacqua ailesine geçmesi ile kaderi değişmiş; düşes Felicita Bevilacqua Masa yapıyı 1898’de Modern Sanat Müzesi olarak kullanılmak üzere bağışlamış ve 1902’de Venedik Biennali sırasında Modern Sanat Merkezi olarak kullanılmış. Bina kendi başına bir sanat eseri; mermer işlemeleri yanında, Bambini, Pittoni, Crosato, Trevisani, Brusaferro elinden çıkma tavan süslemeleri ve freskleri bile binayı görmek için ziyaret etmeye değer hale getiriyor. Pesaro ailesinin koleksiyonunu oluşturan Vivarini, Carpaccio, Bellini, Titian, Tintoretto, Giorgione gibi 17. ve 18. yüzyıl Venedikli ressamların eserleri de Sarayın değerleri arasında. Ayrıca 1950’lere kadar düzenlenen biennallerdeki eserler de burada sergilenmekte. Tabi Saray, bir modern sanat müzesi olarak çağdaş sanatçıların eserlerine de ev sahipliği yapmakta.

Venedik tarzı cam sanatı ile 19. ve 20. yüzyıl İtalyan ressamları yanında Bonnard, Miro, Matisse, Klimt, Kandinsky, Klee gibi modern sanatın klasikleşmiş isimlerinin eserleri görülebilir. Bunların yanında daha da modern bazı eserler var ki, onlar benim için çok fazla modernler, hele kadın partizan isimli çalışmayı görünce bizim yıllardır dilimizden düşmeyen ‘Chiao Bella’ bu muydu yani, diye düşünmedim değil.

Ca’ Pesaro ayrıca bir uzak doğu eserleri sergisini de barındırmakta. Saray’ın Museo Orientale kısmında Bardi Kontu’nun 19. yüzyılda Japonya ve Çin’e yaptığı seyahatlerde topladığı ve ince porselen işçiliğinden görkemli paravanlara, silahtan dokumaya kadar bir çok örneği içeren sergisi de görülmeye değer. Müze, kasım-mart 10.30-16.30, nisan-ekim 10.30-18.00 saatlerinde ziyaret edilebilir, pazartesileri kapalı, giriş ücreti. Saraya gelmek için San Stae iskelesini kullanabilirsiniz

Palazzo Mocenigo

San Stae kanalının Büyük Kanal’a açılan köşesinde bulunan bu Saray, 1414-1778 yılları arasında içinden yedi dük çıkarmış olan Venedik’in en köklü ailelerinden Mocenigoların Sarayı… Gotik havalı bu yapı 17. yüzyılda yeniden yapılmış. Ailenin son üyelerinden Alvise Nicolo 1945’te Sarayın bir sanat galerisi haline getirilmesi şartıyla Venedik şehrine bağışlamış, 1985’te ise burada tekstil-kostüm ve parfüm çalışmaları merkezi kurulmuş. 18. yüzyıldaki haliyle korunmuş Sarayı gezerken sanki dönem filmleri çekilen bir film platosunda dolaşıyormuş gibi oluyorsunuz. Eğer bu aile hakkında daha fazla bilgi edinmek isterseniz tavanlardaki fresklere bakın çünkü aile bireyleri ile ilgili önemli anlar tasvir edilmekte. Saray, 18. yüzyıl aristokrat yaşamına ışık tutuyor; birbirine geçmeli odalardaki Venedik tabloları, yemek masası düzenlemeleri, parfüm şişeleri, biblolar, kristal avizeler, ahşap oymalı kapılar gerçekten etkileyici. Müze, pazartesi hariç her gün, kasım-mart aylarında 10.30-16.30, nisan-ekim aylarında 10.30-17.00 saatlerinde ziyaret edilebilir. Giriş ücretli. San Stae durağında inerek ulaşabilirsiniz.

Ca’d’Oro

Venedik’te Gotik tarzdan Rönesans tarzına geçişin en iyi örneklerinden olan bu Saray, adeta taştan bir dantel gibi Kanalı süslemekte. İçinden 1043-1676 arasında 8 dük çıkarmış olan Containi ailesi tarafından 1428-1430 yılları arasında yaptırılan Saray, ön cephesindeki kaşkemerli pencereleri, İslam etkisi taşıyan yuvarlak kemerleri, ince mermer işçiliği ile Kanalın en ilgi çeken yapılarından. Ön cephesindeki yaldızlı, kızıl-altın varakları nedeniyle altın ev olarak anılan Sarayın bir diğer adı da Palazzo Santa Sofia. Saray 1927’den beri Giorgio Franchetti’nin koleksiyonuna ev sahipliği yapan bir müze. Ama bundan önce, 1846’da Rus Prens Troubetzkoy tarafından alınıp balerin Marie Taglioni’ye hediye edilmiş ve o sırada Saray gitmiş gelmiş; artık balerinin kafasına ne estiyse, Gotik merdivenleri, taş işçilikleri, kuyu başı düzenlemesini ve bir sürü şeyi kaldırıp atmış.

Hadi biz sanatçı eserikliği diyelim ama bazıları buna vandalizm diyor. Neyse ki 1894’te Baron Giorgio Franchetti satın almış ve Sarayın yaralarını sarıp aslına uygun restore ettirerek bir de harika bir müze haline getirmiş. Saray’ın girişindeki avlu bile başlı başına bir ziyaret nedeni. Tabanı kaplayan mozaikler, Bon’un oymalarla süslü kuyu başı insanı daha fazlasını görmeye davet ediyor. Birinci katta Venedikli ressamların eseri yanında heykeller de görülebilir. İkinci katta Tiziano’nun Venüs’ü, Guardi’nin Venedik resimleri yanında goblenler, seramik eşyalar da sizi bekliyor. Balkonunun kanal manzarası ise nefes kesici. Bu Sarayı ne yapın edin gezin; Ca’d’Oro iskelesinden ulaşabilirsiniz, pazarları kapalı ama salı-pazar 08.15-19.15, pazartesi 00.15-14.00 arası ziyaret edebilirsiniz ama ücret ödeyerek…

Ca’ Rezzonico

Büyük Kanalın bu görkemli Gotik Sarayı, 1934’ten bu yana ’18. yüzyıl Venediki’ konseptinde bir müze olarak kullanılıyor. Bu sarayın yapımına, Venedik sanat tarihinde adını sık sık duyacağımız, Baldassare Longhena tasarımı esas alınarak Bon ailesi için 1667’de başlanmış ama Bon ailesinin serveti ancak ikinci kata kadar yetmiş. Daha sonra 1712’de Cenovalı Rezzonico ailesi tarafından satın alınıp Giorgio Massari’ye tamamlatılmış. Zamanının en şık baloları, şölenleri bu dönemde yaşanmış. Hatta 1888’de şair Robert Browning, oğlu Pen tarafından alınan yapının eğlence ve konforuna methiyeler düzmüş ama tadını pek çıkaramadan ölmüş. Ama Saray’dan ilham alan başka sanatçılar da var; Cole Porter 1926-1927’de burada kalmış.

Haliyle Sarayın en görkemli yeri Massari elinden çıkma büyük balo salonu. Devasa salonun tavan freskleri, ışıklar saçan avizeleri, oymalı mobilyaları Saray’ın şaşaalı geçmişini yansıtıyor gibi. Hoş, sarayın dekorasyonunda başka saraylardan getirilen eserler de kullanılmış. Salonda özellikle Tipolo’ların tavan freskleri ile duvar resimleri dikkate değer. Ayrıca Saraydaki resimler arasında Longhi imzalı Venedik’in gündelik hayatına yer veren eserler ilginizi çekebilir. Venedik’in Avrupa’nın yıldızı olduğu dönemlere tekabül eden 18 yüzyılda, soyluların yaşamlarına tanık olmak isterseniz; kasım-mart arası 10.30-16.30,nisan-ekim arası 10.30-17.30 saatlerinde ücret ödeyerek gezebilirsiniz, salı günleri ise Müze kapalı. Buraya ulaşmak için Ca Rezzonico durağında inmeniz gerekiyor.

Gallerie dell’ Accademia

Venedik’te, hele resim ile ilgiliyseniz, kaçırmamanız gereken bir yer de Accademia. Bizans dahil Orta Çağ sanatından başlayıp Rönesans ve Barok’a uzanan bir dönemin eserleri, sizi geçmişte bir yolculuğu çıkaracak, hem de o dönemlere ait bir yapı olan Scuola della Cartia’da…Bu koleksiyon Venedik Cumhuriyeti yönetimi tarafından yapılan bir düzenleme ile 1750’de ressam Giovanni Battista Piazzette tarafından Accademia di Belle Art di Venezia adıyla oluşturulmuş; resim okulu sanatçılarının eserleri o dönemde Fonteghetto della Farina’da sergilenmiş. 1807’de Napoleon öneminde bu koleksiyon, Scuola della Carita, Santa Maria della Carita Kilisesi ve Canonici Manastırına taşınmış. Koleksiyon, birçok kilise ve manastırlardan toplanan eserlerle zenginleştirilmiş. Bizans etkisindeki Venedik Okulu bölümünde Paolo Veneziano ile Michele Giambono’nun ‘Kutsal Bakire’nin Taç Giymesi’ resimleri öne çıkıyor. Rönesans bölümünde ise Bellini ailesinin eserleri göz alıcı… Zaten Bellini’ler Venedik’te sık sık karşımıza çıkıyorlar.

Ayrıca Jacopo Tintoretto’nun ilk baş yapıtlarından ‘Kölenin Mucizesi’ önemli. Barok bölümde öne çıkanlar ise Bernardo Strozzi ile Giambattista Tiepolo… Ayrıca Venedik’in 16 yüzyıl sonlarındaki görünümü ve yaşantısıyla ilgili resim serisi de Galerinin önemli eserleri arasında. Öte yandan dönem heykelleri de burada görülebilir. Galeri’nin bulunduğu Scuola della Carita, Venedik’teki en eski altı scuola’dan biri, 1260’da kurulmuş ama yapım tarihi 1343’e kadar gidiyor, ön yüzü ise 1441’de Bartolomeo Bon tarafından yapılmış. Scuola’lar Venedik’e özgü bir nevi vakıfmış; 13 .yüzyıldan itibaren azınlıkların ve meslek kuruluşlarının birbirini desteklemek için kurdukları örgütlenmelermiş, aralarından bazıları parayı bol bulunca gösterişli binalardaki sanat merkezleri haline dönüşmüş. Söylemeye gerek yok; yapının duvar ve tavan resimleri, oymaları ayrıca göz alıcı. Bu muhteşem müzeye Accademia durağını kullanarak gelebilirsiniz; giriş ücretli, salı pazar 08.15-19.15, pazartesi 08.12-14.00 arası ziyarete açık.

Peggy Guggenheim Müzesi

Dünyadaki diğer Guggenheim’lar ile aynı mantıkla bir modern sanat galerisi olan Müze, 18. yüzyıl tarihli Palazzo Venier dei Leoni’de yer almakta. Bu palazzo, dört katlı olarak planlanmış ancak sadece ilk katı tamamlanmış. 1949’da burayı satın alan Peggy Guggemheim’ın koleksiyonu çift kanatlı bu binada sergilenmekte. Modern sanat akımlarının her birinin nadide örneklerinin görülebildiği Müzede, bir oda, P.Guggenheim’ın keşfedip desteklediği Jackson Pollock’ın eserlerine ayrılmış.

Aynı zamanda kocası olan Max Ernst’ün eserleri yanında, Müzede Picasso, Miro, Magritte, Kandinsky, Mondrian, Malevich gibi ressamların resimleri de görülebilir. Ayrıca çağdaş heykel örnekleri de Müzenin koleksiyonları içinde; heykeller içinde özellikle Marino Marini’nin Angelo della Citta’sı dikkatinizi çekecektir, artık ben anlatmayayım, şehrin meleğinin ne durumda olduğunu siz gidip görün…Guggenheim’a Accademia iskelesinden ulaşabilirsiniz; salı günleri kapalı, diğer günler 10.00-18.00 saatleri arasında ziyaret edebilirsiniz, giriş ücretli.

Diğer Yerler

Kanal boyunca genel olarak kiliseler, malikaneler arasından geçerek dolaşıyorsunuz, malikanelerin çoğu ziyarete açık değil, özel kullanımda; bunun dışında otel, bir kurumun idari merkezi ya da müze olarak kullanılanlar da var. Bunlar dışında kalan yerlere ise bu bölümde değindim.

San Giacomo di Rialto

Rialto köprüsünün sol ayağının bitiminde bulunan bu değişik görünümlü minik kilise, rivayete göre 421’de yapılmış ama kayıtlara geçen tarihi 1152 imiş. Kendine has Gotik havaya sahip Kilisenin kulesindeki saat, zamanı kafasına göre gösteriyormuş. İnsanın bağrına basacağı bu sevimli, kendine has yapı ve çevresindeki barlar da ayrı bir çekim merkezi. Burası bir müzik müzesi olarak kullanılıyor ve ücretsiz gezilebiliyor.

Mercato del Pescheria

Rialto Köprüsü’nün yanındaki pazar meydanı sebzeden balığa ne ararsanız bulabileceğiniz bir yer. 1250’lerden beri şehrin en canlı pazarı ama erken saatlerde açılıp öğlene doğru kapanıyor, onun için erken davranmanız gerek… Erberia, sebze ve meyve pazarı; yanında da Pescheria denen balık pazarı var. Pazar günleri kapalı. Daha taze, daha ucuz ve daha renkli… Zamanı uydurabilirseniz uğrayın.

Fondaco dei Tedeschi

Alman tacirlerin hem depo hem de konaklama ihtiyaçları için kullandıkları bina, hemen Rialto Köprüsü’nün sol tarafında yer almakta ve bugün sükseli bir mağazaya ev sahipliği yapmakta; şaraptan eşarpa her şey var ama bir şişe şarap 900 euroydu, haberiniz olsun. Bina 1228 yılında yapılmış ama atlattığı yangın sonrası 1508’de Rönesans tarzda yeniden yapılmış. Şimdilerde pahalı markaların renklendirdiği bina, yıllar içinde Giorgione, Titian, Tintoretto gibi sanatçıların eserlerinin yok olmasıyla esas rengini kaybetmiş. Ama bizi ilgilendiren buranın terası… Teras manzarası bir harika, tüm kanala hakim bir noktada. Ama çıkmak için randevu almanız gerek, ya Mağazanın içindeki sistemden ya da internetten… Sadece 15 dakika o manzarayı yudumlamanıza izin var; size tavsiyen güneş batışı saatlerini tercih edin, günün kızıllığı Kanala vururken iyi ki şu geveze adamın yazdıklarını okumuşum diyeceksiniz…

Size tavsiyem bu tekne gezisini bir gündüz bir de gece yapın; geceleyin özellikle dolunay varsa ay ışığının malikanelerin şık kristal avizelerinden yayılan ışıklara karışıp Kanal sularına oynaşmasını seyretmek, o ışık yanan pencerelerden eski günlerin şaşaasından bugüne kalan görkemi görmek ayrı bir deneyim… Artık tekneden inme vakti, bu yazımızın da sonu demek. Ama Kanal’ın öyküleri bitmiyor. Eğer o öykülere kulak vermek isterseniz ‘Meraklısına’ kısmına bir göz atın…

Meraklısına Kanal Öyküleri

Büyük Kanal aslında Venedik tarihinin bir özeti; bazı malikaneler şık, bakımlı, bazıları metruk ama hepsi gezilesi yerler… Bir Venedik gezisi, belki bu malikanelerin hepsini gezmemize yetmez, gerek de yok zaten ama tekne turu boyunca önünden geçtiğimiz yerler hakkında kısa bilgiler, oranın öyküleri ilginç olabilir belki… Rotamız 1 numaralı vaporetto hattı…

Vaporetto 1 Numaralı Hat Durakları

Bu hat Piazzale Roma ile Lido arasında çalışmakta ama bizi ilgilendiren duraklar: P.Roma-Ferrovia-Riva de Biasio-San Marcuola(Casino)-San Stae-Ca’d’Oro-Rialto Mercato-Rialto-San Silvestro-San Angelo-San Toma-Ca’Rezzonico-Accademia-Giglio-Salute-San Marco… Bu duraklarlar Ferrovia, Rialto, Accademia duraklarında yukarı ve aşağı yönler için birbirine yakın ama farklı duraklar bulunmakta, dikkat etmenizde fayda var, diğerleri aynı duraktan yukarı ve aşağı yönlere gidilebiliyor.

Palazzolardan Öyküler

Önce sağda Palazzo Diedo’yu göreceğiz; 18 yüzyıl sonuna ait bu Neo klasik malikanede, Venedik Cumhuriyeti’nin donanmasının son komutanı doğmuş. San Simone Piccolo Kilisesi’nin yanında ise 16 yüzyılda yapılmış Rönesans sarayı, Palazzo Foscari-Contarini var; büyük dük Francesco Foscari’nin ait olduğu ailenin sonraki kuşaklarına ait bir saray. Francesco Foscari, 1450’lerde ki İtalya’da diğer şehirlerle savaşmaya kafayı takmış, İstanbul’un fethi bile onu bu saplantısından vazgeçirmemiş. Aynı sırada biraz ilerde ise Palazzo Gritti’yi göreceksiniz. Burası 16 yüzyılın entelektüel düklerinden Andrea Gritti’nin üyesi olduğu ailenin malikanesi olarak 1525’te inşa edilmiş ama Andrea Gritti buranın keyfini süremeden ölmüş. Andrea Gritti, 1497’de İstanbul’a Venedik elçisi olarak gelmiş ve Osmanlı Sarayı ile yakın ilişkiler kurmuş. Bu ilişki çok da kolay bir ilişki olmamış galiba; Osmanlı topraklarında casus diye hapse de girmiş, Venedik’te ‘Osmanlı Yaltakçısı’ olarak da anılmış. Yine de İstanbul günleri renkli geçmişe benzer; üç kadınla yaşamış ve gayrimeşru oğulları İstanbul’un sefasını sürmeye devam etmişler. Scalzi Köprüsü’nün solunda Palazzo Calbo Ctotta’yı göreceksiniz; 14 yüzyılda Calbo ailesinin malikanesi olarak Gotik tarzda yapılıp 17 yüzyılda bugünkü Rönesans tarzındaki halini almış, bir çok kez el değiştirmiş, en son Ctotta ailesine geçmiş, halen özel daireler halinde kullanılmaktaymış. Yanında ise 17 yüzyılın önde gelen Sardi’nin eseri olan Palazzo Flangini görülebilir; bu barok yapı içerisinden cardinal çıkarmış olan Kıbrıslı Flangini ailesi için yapılmış. San Geremia Kilisesi’nin hemen yanında Canale di Cannaregio tarafında Palazzo Labia yer alıyor; 17-18 yüzyılda yapılan bu barok sarayın balo salonu freskleri göz alıcıymış ama ziyaret saatleri çok kısıtlı olduğu için ben göremedim. Bu arada Campo San Geremia bölgesi alışveriş için çok uygun bir yer, aradığınız şeyleri daha ucuza burada bulabilirsiniz. Palazzo Labia’nın baktığı Canale di Cannaregio üzerinde, tam karşıda yer alan Palazzo Querini’nin ön cephesindeki aile arması dikkat çekici; Querini ailesinin koleksiyonları ise Fondazione Querini Stampalia’da sergilenmekte… Hemen yanında ise, aile armasındaki kalplerden dolayı Kalpler Evi olarak bilinen Ca dei Curoi bulunuyor. Karşıda sağ kıyıda ise Palazzo Dona Balbi’yi görebilirsiniz; sade görünüşlü bu 17. yüzyıl malikanesi, evlilikle birleşen iki büyük Venedik ailesinin ismini taşıyormuş. Türk Hanı’nın hemen yakınında Fondaco del Megio dikkatinizi çekecek. Tam taş surat bir bina; burası 13 yüzyılda tahıl ambarı olarak yapılmış, Venedik simgesi Aziz Markos Aslanı ise sonradan eklenmiş, şimdi ise ilkokul olarak kullanılmaktaymış. Buranın hemen yanında sivri kuleleriyle dikkatinizi çekecek Palazzio Belloni Battagia var; 17. yüzyılda Venedik aristokrasisine giren Belloniler için Longhena tarafından yapılmış, süslü ön cephe işçiliğiyle Barok’un hakkını veren bir malikane… Yanındaki Palazzo Tron ise 16 yüzyılda Tron ailesi için inşa edilmiş, bugünse Üniversite bünyesinde kullanılmakta; aileden bir dük çıkmış ve bir çok da devlet adamı, Bavyera Elektörü Maximilian da 1684’te burada kalmış ama en çok 1775’te İmparator Joseph II için verilen balo ile ünlüymüş. Karşıda sol kıyıda başka Palazzo Vendramin Calergi mutlaka diğer binalar arasından sıyrılarak dikkatinizi çekecektir çünkü burası şehrin en sükseli kumarhanesi; Mauri Coducci’nin tasarladığı bu erken dönem Rönesans binası Loredan ailesi için yapılmış ama el değiştirip en son Calergi ailesine oradan da Şehir Yönetimine geçmiş, binanın kötü anlar barındırması normal, kumarhanede kaybedenlerin yürek acıları yeter ama hatırlanan en kötü anısı, Wagner’in burada ölmesi, hatta anısına 1995’te bina içinde küçük bir müze de açılmış ama buraya ulaşmak biraz sorunlu, normal iskeleden buraya gelemiyorsunuz, cebiniz dolu olarak özel gondollarla ancak… Tesadüfe bakın ki hemen yanındaki Gotik tarzdaki 1485 yapımı Palazzo Marcello ise, bir başka bestecinin, Benedetto Marcello’nun doğduğu yermiş. Onun yanında içinden bir dük çıkarmış önemli aristokrat ailelerden Erizzo ailesi için yapılmış Barok görünüşlü Palazzo Erinzo, bugün özel mülk ama içinde Osmanlılara karşı savaşan Paolo Erizzo’nun resimleri mevcutmuş. Sol kıyıdaki yan yana dizilen malikanelerden biri de Palazzo Emo 17.yüzyılda ünlü Venedikli generalin ailesi için yapılmış; hem Grande Canal hem Rio della Maddalena’ya cephesi olan sade bir yapı. Karşı kıyıda sağda ise, San Stae Kilisesi… Burada dikkati çeken bir yer de 15 yüzyılda yapılmış olan Gotik Ca’ Foscari… Gezimiz Ca Pesaro ile aynı sırada olan ve adını Kıbrıs Kraliçesi Caterina Cornora’dan alan Ca’ corner della Regina’nın önünden geçerek devam edecek. Kraliçe olmuş ama kaderi kötüymüş Caterina’nın; Kıbrıs Kralı II James’in eşi olan Caterina, evlendikten kısa süre sonra dul kalınca 1489’a kadar kraliçe olarak hüküm sürse de sonra bir ‘Venedik kızı’ olarak adayı Venedik Cumhuriyetine vermeye mecbur bırakılmış, işte o kraliçe Barok tarzdaki bu malikanede yaşamış. Hemen yanında ise bugün Hotel Cassiano olarak kullanılan ressam Giacomo Favretto’nun evi Casa Favretto yer almakta. Buranın hemen karşısında ise yine bir otel olan 16 yüzyıl freskleri hala görünebilen Palazzo Barbarigo bulunuyor. Hemen yanında da Rönesans tarzındaki Palazzo Gussoni Grimani Della Vida; 16. yüzyıl ortalarında Gussoni ailesi için yapılan bu Saray en son Della Vida ailesi tarafından alınmış. Bir başka görkemli saray, Palazzo Fontana Rezzonico da hemen yanında yükselmekte; bu kırmızı renkli 17. yüzyıl binası Papa Clement XIII doğduğu yermiş. Yanındaki Neoklasik tarzdaki Palazzo Miani Coletti Giusti’yi geçince bence Kanal’ın en çarpıcı yapılarından biri olan Ca’d’Oro’ya varıyoruz. Gezimize devam ederken 14. yüzyıla ait Bizans-Gotik tarzındaki Palazzo Sagredo’yu göreceğiz, burası şimdi bir otel. Dük Marco Foscari’nin evi olan Palazzetto Foscari’yi geçtikten sonra Barok tarzındaki Palazzo Michiel dalle Colonne’yi görürüz; revaklarıyla dikkat çeken bu yapı bir çok kez el değiştirmiş ve 17. yüzyıldaki sahibi Mantova Dükü zamanında burası ahlaksızlık yuvası olarak anılır olmuş, tombul hanımlara olan düşkünlüğüyle zamanının din adamlarını çileden çıkarmış. Yanındaki aslında Gotik tarzda olan Palazzo Michiel del Brusa ise 1774’teki yangından sonra yeniden yapılmış, bugünse sanat sergilerine ev sahipliği yapmaktaymış. Yanında ise yine otele dönmüş bir malikane bulunmakta; 18 yüzyılda İngiltere’nin elçisi Joseph Smith için klasik tarzda yapılmış olan muhteşem Palazzo Mangili Valmarana. Hemen yanında da Kanalın belki en eski yapısı olan Ca’da Mosto; 13. yüzyılda Venedik-Bizans tarzında Mosto ailesi için yapılmış, Portekiz’e esir taşıyan ünlü denizci Alvise da Mosto burada doğmuş ve 16-18. yüzyıllarda otel olarak kullanılmış olan yapı halen boşmuş. Karşısındaki Palazzo Mortosini Brandolin ise, soylulukları 9. yüzyıla kadar inen Morisine ailesine ait bir malikane…Yanındaki Tribunale Fabrika Nuove ise 1555’de Sansovino imzalı Pazar yeri olup bugün Mahkeme binası olarak kullanılmaktaymış. Yanındaki Rönesans tarzındaki Palazzo Grimani bugün temyiz mahkemesi olarak kullanılsa da, 1556’da Rönesans tarzında Vali Giramolo için yapılan bir yapıymış. Yanındaki 19. yüzyılda otele dönüştürülen Ca’Corner Martinengo Rava’ nın konukları arasında yazar James Fenimore Cooper’da varmış. Yanındaki ikili binalar Palazzo Farsetti ile Palazzo Loredan 12. yüzyılda inşa edilmiş, 18. yüzyılda birleştirilmiş, bugünse Şehir Meclisine ait; Venedik manzaraları ile ünlü Canova, zamanında buradaki okulda yetişmiş. Yanındaki Casetta Dandola 1192-1205 arasında Dük olan Enrico Dandolo’nun doğduğu yermiş. Sonra gelen Palazzo Bembo; 15 yüzyılda Gotik tarzda soylu Bembo ailesi için yapılan ama defalarca tadilattan geçen bir malikaneymiş, Rönesans kardinali Pietro Bembo’nun da doğduğu yermiş, bugün çağdaş sanat sergileri yer almaktaymış. Bir 13. yüzyıl yapısı olan Palazzo Bolani, 16. yüzyılda şair Pietro Ariteno’nun yaşadığı yermiş. Rialto’ya gelmeden bu kıyıdaki son malikane ise Palazzo Manin- Dolfin, 1540’da Sansovino tarafından yapılmış ama bugüne sadece Klasik ön cephesi ulaşmış. Karşı kıyıdaki aynalı holüyle ünlü 1560 yapımı Rönesans tarzındaki Palazzo Papadopoli’nin yanında bulunan Palazzo Barzizza 13 yüzyıldan kalma ön cephesiyle bizi selamlamakta. Rialto’nun kıyısındaki köşeli yapı Palazzo Camerlenghi ise 1488’de yapılmış, üstü maliye idaresi, altı ceza eviymiş. Rialto’dan sonra sağ kıyıda yüzyıl yapısı olan Palazzo Capello Malipiero 1622 yılında yeniden inşa edilmiş ama hala odalarında genç Casanova’nın maceralarının fısıldandığı duyulabilirmiş, 15 yaşındaki Casanova renkli hayatının başlangıcını burada yapmış. Yanındaki Palazzo Grassi ise 1730’larda inşa edilmiş, 1984’te Fiat tarafından alınıp sanat galerisine dönüştürülmüş. 13 pencereli yer olarak bilinen Palazzo Moro Lin, 1670’de ressam Pietro Liberi için iki Gotik yapının birleştirilmesiyle oluşturulmuş. Aynı sıradaki Palazzo Mocenigo ise dört palazzodan oluşmuş, 1818’de Byron burada kalmış. Karşı kıyıda ise Palazzo Giustinian, 1858-1859’da Wagner’in kaldığı ve Tristan ve Isolde’yi yazdığı yermiş. Yanındaki Ca’ Foscari, 1437’de Dük Francesco Foscari için yapılan bina bugün Üniversite’ye aitmiş. Aynı sıradaki Palazzo Balbi’de ise Napoleon 1807’de şerefine düzenlenen yarışları buradan izlemiş. 17. yüzyıl başına ait Klasik bir yapı olan Palazzo Grimani’den sonra Rio San Polo’nun köşesindeki Rönesans havalı Palazzo Persico ise Lombarda usulü 16. yüzyıla ait bir malikaneymiş. Yanında bulunan 1560 yılında terası ile ünlü olan Palazzo Barbarigo della Terrazza’ daki Titian resimleri 1850’lerde Çara satılmış ve bugün Hermitage Müzesinde sergilenmekteymiş. Palazzo Capello Layard ise Ninova’yı bulan arkeolog Sir Austen Henry Layard’a aitmiş. Karşısındaki Gotik Palazzo Garzoni ise bugün Üniversite’nin mülkiyetindeymiş. Aynı sıradaki Palazzo Corner Spinelli Mauro Coducci’nin eseri olup 16. yüzyıl başında yapılmış ve dönemin örnek yapılarından biri olarak gösterilmiş. Sonra gelen 15. yüzyıla ait Gotik Palazzo Loredan, 1752-1762 arası Dük olan Loredan’ın eviymiş. Sonra da 1609 yapımı Palazzo degli Scrigni görülüyor; buranın konukları arasında Lady Diana da varmış Karşısındaki Palazzo Falier ise, 1355’te vatana ihanet suçundan dolayı başı kesilen Dük Marino Faliero’nun eviymiş; bazıları eşinin onurunu koruduğunu, bazıları rejim değiştirmeye çalıştığını iddia etmiş ve bu olay Byron ve Casimir Delavigne romanlarına, Donizetti operasına konu edilmiş. Aynı kıyıda Accademia’nın hemen yanındaki Palazzo Franchetti Cavalli ise, Avusturya Friedrich’in 1836’da öldüğü yer, 1565 yılında yapılan bu bina bugün Istituto Veneto di Scienze’ye ev sahipliği yapmakta… Yanındaki 1425’te yapılan Venedik Gotiği tarzındaki Palazzo Barbaro ise ağırladığı ünlülerle adından bahsettiriyormuş; Henry James Aspern’in Mektupları’nı burada yazmış, Monet ile Whistler burada resim yapmış. Aynı kıyıda Kanalın en küçük evlerinden Casetta della Rose , şair Gabriele d’ Annunzio’nın eviymiş. Ca’ Grande ise Sansovino tarafından Kıbrıs Kraliçesi’nin yeğeni için tasarlanan Klasik bir yapıymış, içinde ise aile soy ağacının tasviri bulunmaktaymış, bu günse Eyalet İdaribinası olarak kullanılmaktaymış. Accademia tarafından ilerlerken Rönesans şahikası Palazzo Contarini del Zaffo’yu görürsünüz, 1400 sonlarına doğru Contarini ailesi için yapılmış. Aynı sıradaki Palazzo Barbarigo ise mozaikleriyle gözünüze çarpacak. Guggenheim’dan sonra ön cephe süslemeleriyle dikkatinizi çekecek Palazzo Dario’nun esas ünü uğursuzluğu; 1479’da burayı yaptıran Giovanni Dario’dan sonra kızı Marietta, kocasının iflasından sonra intihar edince felaketler zinciri başlamış, sonraki sahibi Abdit Abdoll’un iflas etmiş, İtalyan tenor burayı almak üzereyken kaza geçirmiş, The Who grubunun menajeri Christopher Lambert artık lanetten m, aldığı haplardan mı bilinmez hortlaklar görüp evden kaçmış, sonraki sahibi Fabrizio Ferrari iflas etmiş, Raul Gardini iflas edip intihar etmiş, en son malikane bir Amerikan şirketine geçmiş, nefesimizi tuttuk, bu sefer ne olacak diye bekliyoruz… Neyse ki hemen yanındaki Palazzo Salviati, muhteşem cam mozaikli ön cephesiyle gözümüzü gönlümüzü açıyor, burası Salviati cam fabrikasının idari merkeziymiş. Yanındaki 1892’de çakma Gotik tarzda yapılmış Ca’ Genovese’yi görüp bakışlarımızı Santa Maria della Salute Basilikası’na kaydırıyoruz. Karşı kıyıda ise 14. yüzyıla ait Gotik Palazzo Gritti Pisani bugün lüks bir otel. Zarif süslemeli 15. yüzyıl yapımı Palazzo Contarini Fasan ise Shakespeare’in Othello’sunda Desdemona’nın evi olarak kabul ediliyormuş; bu işin kurgu kısmı, gerçekte ise 1550’lerde Osmanlılara karşı mücadele eden milli kahraman Nicola Contarini burada yaşamış. Rönesans tarzındaki Palazzo Tieplo’da bugün bir otel olarak kullanılmakta ama 1310’da başarısız bir ayaklanmaya karışan Tiepolaların malikanesiymiş. Ön cephesindeki resimler, heykeller, fresklerle göze çarpan Palazzo Treves Bonfili, Neoklasik tarzda 17. yüzyıl yapımı bir yapı. Bienal’ın yönetim merkezi olan Palazzo Giustinian, zamanında Verdi, Proust, Turner gibi sanatçıları ağırlayan bir otelmiş. San Marco Meydanını süsleyen binalara varmadan geniş bir yeşil alan gözünüze çarpacak; burası Napoleon’un yaptırdığı, kraliyet bahçeleri olarak bilinen Giardinetti Reali, dinlenmek ve manzara seyretmek için harika bir park… Dinlenmek için bir seçenek de Harry’s Bar; Dünyanın ilk Harry’s Bar’ında bir dinlenme içkisi iyi gidebilir.

Venedik’in hemen her yerini gezdik, meşhur karnavalına katıldık, saraylarına hayran olduk, Katedraliyle, Dükler Sarayı ile büyülendik, adalarında nefes aldık. Ama Venedik bitmedi. Gerçekten şehrin her adımında, her kanalında bir gezginin ilgisini çekecek türlü ayrıntılar mevcut. Bu yazımızın bundan sonraki bölümünde Venedik’e veda ederken San Marco ve çevresini gezdiğimiz birinci yazımda ve Büyük Kanal çevresi gezdiğimiz bu yazıda henüz anlatmadığım yerlerden bahsedeceğim; bunlar daha çok Canal Grande’yi çevreleyen adaların iç kısımlarındaki ve Guidecca’daki yerler…

Artık daha önce anlattığımız yerlerden geriye ne kaldıysa oralara gideceğiz. Daha önce gezdiğimiz San Marco Meydanı, Büyük Kanal gibi Venedik’in ana turistik bölgelerinin kıyısında kalsa da bu yerler de daha önemsiz değiller.

Halen Venedik’in kalan yerlerini gezmek isteyenler için yola devam o zaman…

Müzeler, Malikaneler, Opera vs.

Kiliseler dışında Venedik’in anlattığım bölgeleri dışında olup da ilginizi hak eden yerler var. Şimdi onlara uğrayalım.

Hotel Danieli

Venedik şehir kültürünün bir parçası olan, tarihi 14 yüzyıla giden bu koyu pembe boyalı otel, Riva degli Schiavoni bölgesinin en göze çarpan binalarından. Önceleri operaların sergilendiği bir yer olan yapı daha sonra otele dönüştürülmüş, konukları arasında Dickens, Cocteau, Proust, Wagner, Debussy, Balzac gibi kişilerin olduğu otel de skandallar da eksik olmamış. Alfred Musset ile George Sand’ın büyük aşkının olaylı bitişi de burada olmuş ve George Sand, Musset’nin doktoruyla kaçmış.

Palazzo Zaguri

Gotik tarzın kendini hissettirdiği bu malikane, 1350’ lerden beri Venedik’in bir çok ünlü ailesinin evi olmuş. Malikane bir çok şeye tanık olmuş, akıl almaz partilerden yoğun resim ve sanat odaklı günlere kadar.

Bugünse bir kültür merkezi. Kandinsky’den Bolero’ya isimli koleksiyonun yer aldığı malikane de, Kandinsky, Bolero, Dali, Picasso, Miro, Warhol gibi bir çok sanatçının en bilindik eserlerinin halı dokumaları sergilenmekteydi. Kasım-Mart arası 10.00-19.00, Nisan-Ekim arası 10.00-20.00 saatlerinde ziyarete açık olan merkezin girişi ücretli.

La Fenice

1792 yılında klasik tarzda yapılan La Fenice Tiyatrosu, 1836’da çıkan yangından sonra tamamen yeniden ve muhteşem bir şekilde yapılıp bugünkü ismini (fenice, küllerinden doğan anka kuşu anlamındaymış) bileğinin hakkıyla kazanmış ama 1996 yangınıyla yine küllerine geri dönen anka kuşumuz, en sonunda bugünkü halini almış. Bina, bugün görkemli operalara ev sahipliği yapmakta. Binayı gezerken Maria Callas’a özel bir önem verildiği hissediliyor; Opera içinde ayrı bir Callas köşesi var, ayrıca binanın arka taraftaki köprüye Callas Köprüsü de deniliyor… Ancak burası Leyla Gencer’in de harikalar yarattığı bir yer. Burada bir gösteriye gitmeseniz de içini gezebilirsiniz; rehberli turlarla geziliyor ve önceden belirlenen değişik gezi saatleri var, ücretli.

Palazzo Bovolo

Contarini ailesi tarafından 15 yüzyılda yaptırılan bu malikanenin en dikkat çekici yanı Lombardiya tarzı zarif sarmal merdivenleri. Venedik’in gizli hazinelerinden. Üst katta Tintoretto Odasında ressamın hayatı hakkında bilgi bulabilirsiniz. Buradan çıkılan taraça da ise muhteşem Venedik manzarası sizi bekliyor.

Museo Fortuny

Ressam, heykeltraş, sahne tasarımcısı, fotoğrafçı ve bilim adamı olan Fortuny’nin bir dönem kaldığı Palazzo Pesaro Orfei malikanesi bugün modern sanat sergilerine ev sahipliği yapmakta. Gösterişli pilili ipek giysileriyle bilinen Fortuny’nin bir katkısı da tiyatro sahnelerinde gökyüzü efekti yaratmak için kullanılan Fortunu Kubbesiymiş. Koleksiyonda Fortuny’nin altın gümüş kullanılarak dokunan kumaşları yanında biraz sönük kalan resimleri de sergilenmekte. Salı günleri kapalı olan Müze, 10.00-18.00 saatleri arasında gezilebiliyor, giriş ücretli.

Arsenale

12. yüzyılda kurulan ve Venedik’in gücünü aldığı donanmasının kaynağını oluşturan bu tersane, ziyarete kapalı. Ama binanın önündeki arslanları görmek için bile gelmeye değer. Öndeki iki arslan heykeli 1687’de Pire’den getirilmiş. Üçüncü aslanın ayaklarındaki runik yazılar ise 1040’larda Yunan ayaklanmalarına karşı Bizans İmparatorluğu adına savaşan İskandinav askerlerden yadigarmış. Arselane’a gelmeden önce de bir denizcilik müzesi var, ilgilenirseniz…

Bianale-Giardini Pubblici

Kıyıya açılan bu yeşillik alan hem dinlenmek için manzaralı bir seçenek hem de tek sayılı bir yılın yaz başlangıcına denk gelmişseniz Bienal pavyonlarından bazılarını gezebileceğiniz bir sanat ortamı sunmakta.

Scuolalar

Venedik’te göreceğiniz mekanlardan biri de Scuolalar… Loncası olarak düşünebileceğimiz scuololar, Venedik’te 13. yüzyıldan itibaren belli meslek gruplarına ya da azınlıklara yardım amacıyla kurulan gayri resmi örgütlenmelermiş. Zamanla bazıları zenginleşip şaşaalı binalara, resim ve heykellere para harcayan yerlere dönüşmüşler. Kayıtlara göre Venedik’te 8 scuola bulunmaktaymış. Bir tanesine gidecekseniz bu Scuola Grande di San Rocco olmalı…

Scuola Grande Di San Rocco

Zamanınız varsa Venedik’te mutlaka görmeniz gereken bir yer olan Scuola Rocco, Aziz Rocco adına hastalar için yapılan bir hayır kurumuymuş. Bartolomeo Bon tarafından 1515’te başlanıp 1549’da Scarpagnino tarafından tamamlanan yapı, Aziz Rocco’nun şehri vebadan koruduğuna inananlardan toplanan bağışlarla yapılmış. Binanın tavan ve duvar süslemelerini ise Tintoretto üstlenmiş. Yine Tintoretto’nun Çarmıha Geriliş tablosu, bir ustalık eseri olarak görülüyormuş. Sala dell Albergo’nun tavanındaki Cennetteki Aziz Rocco ise Tintoretto’nun çok takdir edilen eseriymiş. Diğer salonda Eski ve Yeni Ahitten sahnelerin ter aldığı tablolar, Bakire Meryem’in hayatını anlatan resim dizileri görülebilir. Duvar işlemeciliğinin eşlik ettiği muhteşem resimler burayı mutlaka görülmesi gereken bir yer haline getiriyor.

Scuola Grande Di Teodoro

1258 ‘de kurulan ve San Salvador Kilisenin bazı bölümlerini de kullanan okul, 17. yüzyılda genişletilmiş, bugünse kültürel etkinliklerde kullanılmakta

Scuola Di San Giorgio Degli Schiavoni

Dalmaçyadan göç eden Schiavoni cemaatinin Vittore Carpaccio’ya yaptırdığı resimlerin yer aldığı bu scuola 1451’de kurulup 1551’de yenilenmiş.

Scuola Grande Dei Carmini

Santa Maria dei Carmini Kilisesinin yanında Karmelit tarikatının merkezi olarak 1663 yılında inşa edilmiş. Giambatista Tiepolo’nun yapıyı süsleyen resimlerinden mutlaka etkileneceksiniz çünkü Karmelitler bu resimleri o kadar beğenmişler ki ressamı fahri üyeleri yapıvermişler.

Kiliseler

Önce Venedik’te gittiğim diğer kiliselerden bahsedeyim. Ama Venedik’te kiliselerin hepsini gezeceğim diye bir hedefiniz olmasın, o hedef tutmaz… Ben bu kiliselerin bir çoğuna gittim ve gittiklerimin çoğunu da yazıda anlattım ama yoruldum, hepsini aktaramadım buraya. Hem canım, zaten hepsi birbirinin aynı değil mi sonuçta… Venedik’te kiliseleri ziyaret etmenin en zor yanı, açık olduğu saatlerin karışık olması, hatta sanki bu saatler biraz da keyfi. Kilise ziyaretleri açısından bilinmesi gereken bir diğer nokta da bazı kiliselerin girişinin ücretli olması ya da girişte para almasalar bile bir bölümünün ziyaretinin ücretli olması… Ancak ücretli kiliselerin bir kısmı artık sanat ve konser faaliyetleri için kullanılmakta. Şimdi gezeceğimiz kiliseler içinde ilk ikisi eliniz kanda olsa gidilecek yerlerden, sonraki üç gidilmesi gereken kiliselerden, diğerleri yolunuza çıkarsa bakınlar arasında…

San Giorgio Maggiore

Venedik’e deniz yoluyla gelirseniz sizi ilk karşılayan, Giudecca’nın yakınında bir ada üzerinde kurulu bu muhteşem kilise, 16. yüzyılda Benedikten kilisesi olarak yapılmış. Adada ilk olarak 790’da bir kilise yapılmış ama 1223’deki depremden sonra buraya yeni bir kilise inşa edilmiş. En son 1566-1610 yıllarında tam bir Rönesans eseri olarak bugün gördüğümüz kilise ortaya çıkmış. Deniz yoluyla Venedik’e gelecekseniz, bu devasa kilise sizi büyüleyecektir. Dış cephesi ilk bakışta bir Yunan tapınağını andırıyor. Çan kulesi ise 1467’de yapılmış ama kule yıkılınca 1791’de Neoklasik tarzda tekrar yapılmış. Kilise’de Tintoretto’nun iki devasa resmi hemen göze çarpıyor. Bunun dışında Sebastiano Ricci, Jacopo Bassano, Leonardo Bassano eserleri de görülebilir. San Giorgio Maggiore Kilisesi gerek etkileyici beyaz mermer dış cephesi gerekse içindeki önemli eserlerle bir turistin beğenisini hak eden bir yer. Monet’de böyle düşünmüş olmalı ki, uzun uzun buranın resimlerini yapmış.

Santa Maria Gloriosa Dei Frari

1250-1338 arasında Fransiskenler tarafından yaptırılan bu heybetli Gotik kilise kesinlikle görülmeye değer. Kilise 15. yüzyılda genişletilerek bugünkü halini almış. Kilisenin sert dış cephesi içeride birbirinden değerli eserlere yerini bırakıyor. Venedik manzaralarıyla ünlü Canova’nın mezarı bunlardan biri.

Tiziano’nun Meryem’in Göğe Yükselişi ise mutlaka görülmesi gereken bir tablo. Ayrıca Tiziano ve Dük Foscari anıtları da kilise de görülebilir. Ahşap ve taş işlemeciliğinin üstün örnekleri birbirinden değerli resim ve heykellere eşlik etmekte. Zaman ayırın, pişman olmazsınız.

Gesuati

Giudecca’da bulunan ve Santa Maria del Rosaio olarak da bilinen bu Kilise 1726’da Dominikenler tarafından yapımına başlanmış. Kilise Klasik tazındaki dış cephesiyle dikkatinizi çekecektir. Ancak kilisenin rokoko iç süslemeleri de dış cephesini aratmayacak kadar göz alıcı. Özellikle Tiepolo’nun resimleri kilisenin en değerli hazinelerinden. Tavanın üçlü freskleri, tablolar, heykeller Kilise’yi adeta bir sanat müzesi haline getirmekte.

Gesuiti

12. yüzyılda Crociferi tarikatına ait bir kilisenin bulunduğu alana 1714’te Cizvitlerin bir kilise yapmalarına izin verilince Domenico Rossi tarafından Barok cepheli bu muhteşem kilise yapılmış. San Maria Assunta olarak da bilinen ve dış cephesi kadar iç dekorasyonu ile de büyüleyici olan kilisede Tiziano’nun Aziz Laurentius’un Şehit Edilmesi tablosu özellikle dikkate değer.

II. Redentore

Guidecca’daki 1592’de tamamlanan Santissimo Redentore Kilisesi, Palladio tarafından tasarlanmış. Mermer ön cephesince binaya gömülü sütunlar üzerinde Roma tapınaklarını andıran Kilisenin devamı büyük kubbeli bir yapıya dönüşüyor. Tintoretto, Paolo Veronese ve Francesco Bassano resimleri ile süslü kiliseye mutlaka zaman ayırın.

Santa Maria Formosa

7. yüzyıldan kalan bir kilise üzerine 1492’de Codussi tarafından Rönesans tarzında yapılan kilise, etkileyici kulesi ve dış cephesi yanında Leandro Bassano’nun Son Akşam Yemeği gibi bir çok değerli tabloyu barındırmakta.

San Vidal

1084’ten kalan bir kilisenin yerine 1696’da yeniden yapılan bu kilise 2018’den beri Interpreti Veneziani oda orkestrasının performans sergilediği bir yer.

San Giacomo Dall’orio

9. yüzyılda yapılmış bu Kilise, Venedik’in en eski kiliselerinden. 1225’te yenilenirken Bizans tarz hakim olmuş. Lorenzo Lotto’nun Bakire Meryem Azizler ve Havarilerle tablosu en önemli eseri

San Barnaba

Dorsoduro’daki bu küçük neoklasik kilise, Aziz Barnabas’a adanmış. 9. yüzyılda yapılan kilise, bir yangın sonucu tahrip olunca 1350’lerde yeniden yapılmış ve bugünkü halini 1776’da almış. Bugün sergilere ev sahipliği yapan kilise de ben oradayken Leonardo Da Vinci’nin tasarımları sergilenmekteydi.

San Zaccaria

Yapımı 9. yüzyıla kadar giden bu kilise 1414-1515 yıllarında tamamen yenilenip bugünkü Gotik ve Klasik havasına kavuşmuş. Giovanni Bellini’nin Meryem Ana ve Çocuk İsa Azizlerle tablosu en dikkate değer eserlerden. Burası zamanında soylu ailelerin kızlarının katıldığı bir manastırmış.

Sant’ Agnese

Kuruluşu 10.yüzyıla kadar giden kiliseye sonraki dönemlerde Gotik ve Barok eklemeler yapılmışsa da 1810’da Napoleon tarafından ibadete kapatıldıktan sonra iç ve dış zenginlikleri aşınmış.

San Moise

İlk defa 8. yüzyılda yapılan Kilise’nin Barok ön cephesi 1668’de yapılmış. Katkılarından dolayı Moise Vernier’ye de atıf yapılan kilise bir yandan da Bizans’ın Eski Ahit’teki peygamberleri de kabul etmesinden dolayı Musa’ya gönderme yapmaktaymış.

San Polo

İlk yapımı 9. yüzyıla tarihlense de 15 yüzyılda yeniden yapılan ve 19. yüzyılda Neo Klasik havasına bürünen kilisede Tiepolo’nun Haç Yolu serisi ve Tintoretto’nun Son Yemek tablosu görülebilir.

San Pantolon

Bir doktor olan Aziz Pantolon’a adanan 17. yüzyıl kilisesinin tavanında yer alan ve kırk kısımdan oluşan tablo da Aziz Pantolon’un şehit edilişi anlatılmakta. Bunun yanında Veronese’nin Aziz Pantolon’un Hasta İyileştirme tablosu, Antonio Vivarini’nin Kutsal Bakire’nin Taç Giymesi resmi görülecek eserler arasında.

San Rocco

Bartolomeo Bon tarafından 1489-1508 yıllarında yapılan kilise Aziz Roch’a adanmış. Kilise’de Aziz Roch’un kemikleri de saklanmakta. Ön cephe 1771’de tamamlanmış ve Maccarucci eseri.

Santi Apostoli

Cannaregio’daki bulunan ve geçmişi 7. yüzyıla kadar giden bu kilisenin bugünkü hali 1575’ten kalma. Tiepolo ve Veronese’nin tablolarına ev sahipliği yapan kilise, şehre damgasını vurmuş bir çok şahsiyetin de son istirahgahı.

San Maurizio

Yapımı 16. yüzyıla giden bu kilise 1806’da Selva tarafından Neoklasik tarzda yapılmış ama bugün Barok döneme ait müzik aletlerinin sergilendiği Museo della Musica’ya ev sahipliği yapmakta.

Bunlar Venedik’te benim gidebildiğim yerler. Tabii eksik kalan yerler var. Çiniler, fildişi eşyalar, mobilyalar, porselenler, el yazması kitapların sergilendiği Palazzo Cini mesela; 1949’da ölen oğlunun anısına Kont Vittorio Cini tarafından oluşturulmuş. Ancak Botticelli, Filippo Lippi, Piero della Francesca’nın eserlerinin yer aldığı koleksiyonu görmek biraz sıkıntılı çünkü yılın büyük bir kısmında kapalı. Bir başka gidemediğim yer ise Museo Diocesano d’Arte Sacra; Romanesk Sant Appolonia Manastırı 1976’dan beri diğer kilise ve manastırlardan toplanan sanat eserlerine ev sahipliği yapmakta ama biraz da diğer müze ve kiliseler de bu türün çok iyi örneklerini gördüğüm için ihmal ettiğim bir müze oldu burası. Öte yandan Bovolo malikanesi Venedik’in Gizli Hazinesi olarak geçmekte, orayı gezdim, anlattım ama bu kapsamda dört tane daha gizli hazine var: Chiesa delle Penitenti, Oratorio dei Crociferi, Complesso dell’Ospedaletto ve Chiesa della Zitelle…

San Marco, Dükler Sarayı ve çevresindeki tarihi yapılar ve müzeleri gezmek isterseniz; Venedik Gezi Rehberi 1- San Marco Meydanı Venedik’e Dair Herşey

Venedik Adaları Murano, Burano ve Torcello’yu gezmek isterseniz; Venedik’in Üç İncisi: Murano, Burano, Torcello

Venedik’i ünlü Venedik Karnavalı zamanı gezmek isterseniz; Venedik Karnavalı; Bir Maskeyi Sevmek

linklerinde yer alıyor.

Dünyanın en güzel bulvarını gezerken öykülerine de kulak verdik, bu arada belki bizim de bir öykümüz olmuştur dalgaların tanık olduğu… İyi gezmeler…

 

 

 

Sharm El Sheikh (Şarm El Şeyh) Gezi Rehberi: Kızıldeniz’de Sualtı Cenneti

Sharm El Sheikh, Mısır’da Asya ve Afrika’yı birleştiren Sina Yarımadası’nın en önemli turistik merkezi ve dünyanın en gözde dalış merkezlerinden biri. Şehir rengarenk mercan resifleri, zengin su altı habitatı,  incecik kumlu sahilleri, berrak, temiz denizi ile güneş, deniz ve Sina Çölü’nü keşfetme aktiviteleri ile renkli bir yer.

Sharm El Sheikh, Arapça anlamı ile Şeyhin Körfezi yarım yüzyıl önce küçük bir bedevi köyü imiş. Bugün her mevsim, her yaştan, her milletten turist çeken bir tatil beldesi. 

Niçin Sharm El Shekh
  • Dünyanın en güzel dalış merkezlerinden biri. Scuba diving yanında, çok çeşitli deniz sporları yapılabilmekte.
  • Her mevsim deniz, güneş tatili yapabileceğiniz bir yer. Yıl boyunca deniz suyu sıcaklığı 20 derecenin altına düşmemekte.
  • Restoranları, barları, kafeleri ve gece klüpleri ile hareketli bir gece hayatı sunmakta.
  • Sina Çölü’nde çöl safarisi ve çölde konaklama yapabilirsiniz.
  • Ulaşım kolay, İstanbul’dan sadece iki buçuk saatlik uçuş ile bu tatil beldesine ulaşılıyor. 
  • Mısır Mayıs/2023’te Türk vatandaşlarına sınırda bir ay oturmalı vize alma uygulamasına başladı. Sharm El Sheikh için ise kapıda 15 günlük ücretsiz vize veriliyor.
  • Uygun fiyatlı ve kaliteli oteller seçeneğinin de çok olduğunu söyleyebiliriz.

Bu arada Sharm El Sheikh’den ulaşabileceğiniz, Kızıldeniz’in diğer turistik tatil beldesi Hurghada’yı okumak ve Sharm El Sheikh ile karşılaştırmak istersiniz yazımın linki aşağıda.

Mısır Hurghada Gezi Rehberi: Kızıldeniz’in İncisi

Kısa Tarihi

20.yy’a kadar küçük bir köy olan Sharm El Sheikh’in Kızıldeniz’de doğuda Akabe Körfezi’ne, batıda Süveyş Körfezi’ne yakınlığı ile uluslararası deniz yolu ulaşımındaki konumu bölgenin önemini arttırdı. Stratejik önemi nedeniyle Sharm El Seikh askeri işgallere uğradı. 1956 yılında Sina Yarımadası İsrail tarafından işgal edildi. 1957 yılında Mısır’ın kontrolü ele geçirmesine rağmen 1967 yılında İsrail tekrar sınırlarına dahil etti Sharm El Sheikh’i. İsrail hüküm sürdüğü 15 yıl boyunca bu bölgeyi bir turizm merkezine çevirdi. 1980’lerde barış görüşmeleri ile Mısır’a devredilen şehir o tarihten beri popüler turizm merkezi olarak Mısır’ın da yatırım yaptığı bir yer oldu. 2005 ile 2015 yılları arasında bölgede görülen terör saldırıları, bir dönem turistleri uzaklaştırdı. Yine de son yıllarda Mısır’ın popüler yerleri arasında yer almaktadır. Bu kadar tarihi bilgiden sonra gezmeye başlayalım Sharm El Sheikh’i.

Ulaşım

Sharm El Seikh Uluslararası Havaalanı’na İstanbul’dan THY ve Pegasus’un direk uçuşları bulunmakta. İstanbul’dan 2 saat 45 dakikalık sürede bu tatil beldesine kolaylıkla uçuluyor. Ayrıca son dönemlerde İzmir ve Antalya’dan da direk uçuşlar bulunmakta.

Mısır’da önce Kahire’yi gezip sonra deniz tatili yapmak isterseniz Kahire’den uçakla veya otobüs ile ulaşılabilir. Kahire’ye 500 km uzaklıkta. Biz önce Sharm El Sheikh’e uçtuk, üç günlük deniz tatilinden sonra Kahire’ye otobüs ile geçtik. İstanbul-Kahire uçak fiyatlarına göre İstanbul-Sharm El Shekh’a uçak fiyatları daha uygun fiyatlı.

Havaalanı şehir merkezine sadece 18 km uzaklıkta. Otelinizin transfer hizmeti yoksa 1. terminalden doldukça kalkan minibüsler ile şehir merkezine ulaşılabilmekte. Taksi ile ulaşım da 10 dolar civarında tutabilmekte ancak taksici fiyatı 30 dolardan bile açabilir, pazarlık yapmayı unutmayın. Ayrıca havalimanında araç kiralayabilirsiniz. 

Şehir içinde ulaşımda Eski Market bölgesinden kalkan dolmuşların yanı sıra taksi kullanabilirsiniz.

Konaklama

Tam bir tatil beldesi olarak yatırım yapılan şehirde otel konaklama için çok seçenek bulunmakta. Özellikle Mısır’da hizmet kalitesi açısından dört ve beş yıldızlı otelleri tercih etmenizi öneriyorum. Daha düşük yıldızlı oteller hijyen ve hizmet kalitesinin düşüklüğü hayal kırıklığı yaratabilir. Kendi plajı olan otellerde kalmak Kızıldeniz keyfini daha rahat yaşamanızı sağlayabilir. Her gün tekne ile dalışa gitmeden otellerin plajlarında da mercanlar, balıklar arasında yüzebilirsiniz.

Biz dört yıldızlı Oriental Rivoli Otel’de kaldık. Otel temizliği, açık büfe ve sıcak yemekleri ile beklentilerimizi karşıladı. Sahil kenarında olmadığı için özel plajı bulunmaması sadece 3 gece kaldığımız ve gün içinde dışarıda olduğumuz için sorun olmadı Daha uzun süreli deniz tatilinde sahil kenarında bir oteli tercih ederdik.

Hangi Mevsim Gidilir

Sharm El Sheikh’de her mevsim gezilebilir, tüm yıl boyunca deniz suyu sıcaklığı 20 derecenin altına düşmemekte. Yine de en güzel mevsim ilkbahar ve sonbahar. Her mevsim güneşli şehirde yazın nem olmadığı için hava bunaltmasa da, sıcaklığın 50 derecelere de çıktığını hatırlatalım. Çöl sıcaklarından kaçınmak için mart, nisan, mayıs, ekim, kasım ayları tercih edilebilir.

Gezelim Görelim

Sharm El Sheikh tam bir tatil kasabası. Son yıllarda yapılaşma artmış, çok sayıda oteller açılmış. Geniş caddeler, kumsallar, restoranlar, kafeler ile Sina Çölü’nde bir cennet yaratılmış. Tabi ki cennetliği yerleştiği alandaki yeşilliklerden çok su altındaki renklerin cazibesinden geliyor.

Sharm El Sheikh’in asıl ününün Kızıldeniz’de dalış olduğunu söylediğimize göre öncelikle Kızıldeniz turundan başlayalım.

Ras Muhammed Milli Parkı

Ras Muhammed Milli Parkı, Süveyş Körfezi ile Akabe Körfezi’nin buluştuğu yerde. Dünyanın ikinci en büyük su parkı, doğal olarak şehrin  en popüler dalış yeri. Milli parkta 250’den fazla mercan türü ve çok sayıda endemik balık bulunuyor. Dalış yapanları su altındaki rengarenk görüntüler büyülüyor.

Milli Park ve diğer dalış noktaları için tekneler Shark Bay’dan kalkıyor. Tekne ve dalış turları son derece iyi organize edilmiş. Çok renkli denizaltını görmek için tüplü dalış deneyiminiz olması gerekmiyor. Eğitmenler eşliğinde yarım saat tüplü dalış yapabilirsiniz. Tüplü dalış bana göre değil derseniz resiflerin yoğun olduğu bölgelerde şnorkel ile dalabilirsiniz. Benim de tercihim şnorkel ile yüzme idi. İnanın bu şekilde bile mercan kayalıkları arasında rengarenk balıklar ile yüzebilmek çok heyecanlı bir deneyim.

Tekneler sabah limandan hareket ediyor. Hava durumuna göre üç veya dört yerde yüzme molası veriliyor. Milli Parkı korumak amacı ile olsa gerek tekneler aynı yerlerde birbirlerine yakın şekilde duruyor, yüzmek, dalmak isteyenler aynı bölgelerde gözetimli yüzüyorlar. Teknelerde öğlen yemek ve içecek servisi de yapılıyor. Kısaca Kızıldeniz’in en zengin, en güzel kıyısında tüm günü denizde geçirerek, güneş batarken limana dönüyoruz.

Şüphesiz Sharm El Seikh’de çok sayıda dalış noktaları, batıklar bulunmakta. Tüplü dalış yapacaklar yine limandan kalkan tekneler ile değişik bölgelerde dalışlara katılabilirler. Bizim katıldığımız tekne ile profesyonel olmayan, günübirlik bir tur deneyimi yaşanabilir.

Öncelikle Ras Muhammed Milli Parkı dalışı yaptıktan sonra zamanı olanlar yine tekne ile Akabe Körfezi’nin güneyinde Tiran Adası’nda da renkli dalışlar yapabilir.

Bu arada Sharm’a tüplü dalış için gidenlere konaklamalı dalış tekneleri hizmeti da sunulmakta. Çok sayıda dalış okulları ile tüplü dalış tutkunları veya dalmaya yeni başlayanlar için burası tam bir su altı cenneti.

Camlı Tekne ile Gezinti

Deniz altına dalamam, şnorkel ile yüzmek de bana göre değil, ayaklarım yerde Kızıldeniz balıklarını göreyim derseniz camlı tekne seçeneğiniz bulunmakta.

Camlı tekneye yine limandan biniliyor. Basit teknenin ortasındaki alan cam ile kaplanmış, kıyıdan uzaklaşan teknenin altında yüzen balıklar ve resifleri izleyerek bir saatlik bir yolculuk yapıyorsunuz. Mutlaka gezilmeli mi bu tekne ile derseniz bana göre çok özellikli değil. Kızıldeniz balıklarını yakından görmek için tekne gezisi Ras Muhammed Parkı’nda olmalı. 

Old Market

Eski şehir bölgesi eski balıkçı kasabasının kurulduğu alan. Tabi bu bölge de yenilenmiş. Çok geniş olmayan alanda yer alan dükkanlardan yerel ürünler, hediyelik alışverişlerinizi yapabilirsiniz ayrıca cami ve kiliseyi de gezebilirsiniz. 

Al-Sahaba Cami

Eski şehir bölgesinde çok gösterişli, değişik mimarili ve büyük bir cami dikkat çekiyor. Sina Yarımadası’nın en yeni camisi, 2011 yılında yapımına başlanmış ve 2017 yılında tamamlanmış. Cami 3000 metrekare alanda, iki minaresi 76 metre yükseklikte ve 3000 kişinin aynı anda ibadet edebilmekte. Bu haşmetli camiyi dolaşabilirsiniz.

Heavenly Katedrali

Heavenly Katedrali şehirdeki en yeni ve en büyük Kıptı Ortodoks Katedrali. 2010 yılında yapılan katedral dünyanın en güzel kiliseleri arasında yer almış. Dışarıdan mimarisi ile dikkat çeken kilise içinde İncil’den öyküleri anlatan freskolar, duvar resimleri ile görmeye değer.

Naama Bay

Kızıldeniz’in en güzel kıyısında konumlanan şehirde, en uzun ve popüler plajların başında Naama Bay Plajı geliyor. Bu bölgede birçok restoran, kafe ve mağazalar da yer alıyor. Tatilciler işin gece eğlence mekanları arasında dünyaca ünlü Hard Rock Kafe, Budha Bar da burada. Bazı klüblerde Mısır’ın ünlü, erkeklerin ışıklı elbiseler ile dans ettiği tennure dansını da izleyebilirsiniz. Biz bu dansı Kahire’de izlediğimiz için burada böyle bir dans izlemeye gitmedik. Bu dansı bir kez izlemek yeterli diye düşündük.

Soho Bölgesi

Şehirde Soho bölgesi ışıl ışıl renklendirilmiş. Yine dükkanlar, kafeler, restoranlar ile Naama Bay’a alternatif eğlence alanı yaratılmaya çalışılmış. Bir akşam gezmeye değer. Biz kasım ayı sonuna doğru gittiğimizden, bir Arap ülkesinde yılbaşı öncesi bu kadar renkli bir bölgeyi gezmek keyifli geldi. 

Sina Dağı ve St. Catherina Manastırı

Sharm El Sheikh’de kutsal Sina Dağı ve Catherina Manastırı için rehberli tur alabilirsiniz. Sina Dağı Musevilik inancında Tanrının Hz.Musa’ya 10 emri gönderdiği dağ olarak biliniyor. Dağın zirvesindeki Azize Katherina Manastırı da MS.550 yılında yapılmış ve dünyanın halen faaliyet gösteren en eski manastırı. Hristiyanlık aleminde özel önemi olan manastır UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer almakta. Üç semavi dinde de özel bir öneme sahip bu yeri gezebilirsiniz. Biz zamanımız yeterli olmadığı için bu bölgeyi ziyaret edemedik. 

*World History Encyclopedia        *Wikipedia

Çöl Safarisi ve Renkli Kanyonlar

Sina Çölü’nde ATV ile çöl safarisi ve çölde konaklama yapıp bir bedevi köyünü de ziyaret edebilirsiniz.

Ayrıca zamanınız varsa şehre iki saat uzaklıkta renkli kanyonu görebilirsiniz. Bir zamanlar su altında olan  800 metre uzunluğundaki kanyon Kızıldeniz adı ile uyumlu kızıl kahve renkli. Rehberli ve off-road araçlı bir tur alabilirsiniz. 

Yeme İçme

Mısır mutfağında damak zevkimize uygun çok çeşitli yemekler bulabiliriz. Kebap, köfte, nohuttan, pirinçten yapılma değişik menüler, humus, falafel ve çeşitli tatlılar yanında uluslararası mutfaklardan çeşitler de otellerin menülerinde bulunuyor. Ayrıca Kızıldeniz’den tutulan deniz ürünleri de bol miktarda sofranıza gelecek. Tropikal meyve çeşitleri özellikle mango bol miktarda. Özet olarak Mısır’da aç kalmak mümkün değil. Bizim iki Mısır gezimizde de dışarıda herhangi bir restoranda yemek yerine otelde çeşitleri denemek daha güvenli geldi.

Alışveriş

Mısır’da alışveriş yapmak da ayrı bir keyif, ürünlerin orijinalliği ve fiyatlarının uygunluğu nedeniyle. Ancak pazarlık kısmı çok keyifsiz. Tüm alışverişlerinizde çok sıkı pazarlık yapmak zorundasınız. Biz de sıkı pazarlıklarla piramitler, sfenkler, papirüsler, özgün elbiseler aldık. Gümüş bileklik ve kolyeler şanslı iseniz gümüş çıkabilir, bol miktarda esans satılıyor, ancak koklayarak aldığınız esansın eve geldiğinizde hiç kokusu olmadığını görebilirsiniz. Dikkatli alışveriş yapmak gerekiyor.

Son Söz

Sharm El Seikh dünyanın en güzel dalış merkezlerinden biri olarak ün kazanmış, dünyanın her yerinden turist çeken bir cazibe merkezi. Bizler için de ulaşımı kolay, uygun fiyatlı, birçok bölgede deniz mevsiminin henüz canlanmadığı ilkbahar ve sonbaharda deniz tatili yapabileceğimiz bir belde. Üstelik ülkemizdeki birçok tatil yerindeki beş yıldızlı otellere göre daha uygun fiyatla tatil yapabileceğimiz bir şehir. Özellikle bu şehir vizesiz gidebileceğimiz bir destinasyon. Sonuç olarak uçak biletini erken veya kampanya döneminde alıp, oteli de erken rezervasyon ile ayırtarak kendi tatilinizi rahatlıkla planlayabileceğiniz bir yer. Son yıllarda turizm şirketleri tarafından çok sayıda tur düzenlenmekte. Turla veya tursuz gidebileceğiniz bir yer. Ancak Mısır tarihi yerleri ile de önemli bir ülke olduğu için sadece bu şehre ziyaret daha çok deniz tatili beklentilerinizi karşılayabilir. Sharm El Sheikh’ten otobüsle ve uçakla Kahire, Hurghada ve Luksor’a geçerseniz Mısır’ı daha yakından tanımanın tadını daha çok çıkartabilirsiniz.

Kahire’de Kahire müzesinin, piramitlerin gezginlerin mutlaka görmeleri gereken yerler olduğunu hepimiz biliyoruz. Ayrıca Hurghada da özel bir yer. Hurghada yine Kızıldeniz’de dalış yapabileceğiniz renkli su altının yanı sıra Mısır’da en önemli tarihi tapınakların yer aldığı Luksor antik kentini de ziyaret edebileceğiniz bir şehir.

Venedik Gezi Rehberi I: San Marco Meydanı – Venedik’e Dair Her Şey

venedik

Venedik simge bir şehir… En başta bir hayal dünyasını gerçeğe büründüren Karnavalı olmak üzere, Film Festivali, Bienali ile kendini gündemde tutan, dünyada şatafatın, şaşaanın, zenginliğin timsali olmuş yerlerden… Türklerin de özellikle Anadolu’daki maceraları boyunca sürekli ilişki içinde oldukları bir devlet Venedik; gün olmuş Türkler Venediklilerden toprak almış, gün olmuş Venedikliler Türkleri uğraştırmış durmuş… Ticaret ve din savaşları nedeniyle sık sık ilişki içine girilmiş, bazen kol kola, bazen yumruk yumruğa…

Napoleon tarafından ‘Avrupa’nın misafir salonu’ olarak tanımlanan San Marco Meydanı, Venedik’e dair olan her şeyin özeti… Eğer kanallar Venedik’in damarlarıysa, San Marco da kalbi. Neredeyse Venedik tarihinin geçtiği bir meydan olan San Marco, bir gezginin kayıtsız kalamayacağı bir alan. Hatta bir yanıyla San Marco Meydanı’nı görmek Venedik’i görmek gibi bir şey; eksik ama doğru.

Önce Venedik’e ulaşımla başlayalım.

Havaalanından Ulaşım

Venedik’in havalimanı Marco Polo, şehre 13 km uzaklıkta ve ana karada. Hava limanından şehre ulaşmanın bir yolu 35 numaralı ATVO otobüsleri; 20 dakikada doğrudan Piazzale Roma’ya gidiyor, ücreti 8 euro, gidiş dönüş ise 15 euro. Biletler ATVO makinalarından alınabiliyor. Otobüslere havalimanının D çıkışından ulaşılabilir. Ayrıca şehir içinde çalışan ACTV otobüslerinin de havalimanından şehre seferleri bulunmakta; 5 numaralı otobüsle 25 dakikada Piazzale Roma’ya ulaşabilirsiniz. Biletler makinelerden alınıyor ve mutlaka onaylatılarak kullanılıyor. ACTV’ler ATVO’lardan daha küçükler ve yol boyunca her durakta duruyor.

Havalimanından şehre ulaşmanın bir yolu da trenler. Bu en ucuz ama en yorucu yol. Çünkü trenle önce Mestre’ye oradan da Santa Lucia İstasyonu’na gitmeniz gerekecek. Oradan da artık oteliniz neredeyse oraya… Mestre’ye gidiş 3 euro, oradan Santa Lucia’ya ise 1 Euro.

Havalimanından şehre ulaşmanın en keyifli yolu denizden gitmek elbette. Şüphesiz Katherine Hepburn gibi eşarbınızı uçura uçura özel taksiyle Venedik’e denizden giriş yapmak çok şık olur ama cüzdanınız buna izin vermiyorsa size Alilaguna’yı önerebilirim. Havalimanının çıkışındaki iskeleden kalkan tekneler mavi ve turuncu hat üzerinden sizi şehre ulaştırabilir. Deniz taksisi kadar olmasa da yine de havanız yerinde olur, hem de tek yön 15 euroya, gidiş dönüş ise 27 euro. Şehir sizi en muhteşem haliyle karşılıyor olacak, harika görüntülerle geziye başlamak bence her şeye değer. Her iki hat da San Marco Meydanı’na uğramakta ama ara duraklara bakıp gideceğiniz yere en yakın durağı seçebilirsiniz. Unutmayın bavul sınırlaması var; eşarplarınızı falan bir bavul ile bir el çantasına sığdıracaksınız artık… Ama illa da Katherine Hepburn’den neyim eksik diyorsanız o zaman deniz taksisi için 13 Euro açılış ve her dakika için 1.80 euro ödemeniz gerekecek; eğer yanınıza bir kaç Katherine daha bulabilirseniz faturanın yükü azalabilir ama eşarbınızın uçuştuğu her dakika aleyhinize işleyecek, bilesiniz. Bunu önlemek için de önceden gidilecek yere göre internet üzerinden bilet alınabiliyor.

Gezelim Görelim

San Marco Meydanı’nda durduğunuzda önce San Marco Bazilikası’nı göreceksiniz. Meydanın doğu kenarındaki bu görkemli Katedral’in hemen kuzeyinde, iki mermer aslanın nöbet tuttuğu alan ise Piazzetta dei Leoncini. Piazzetta San Giovanni XXIII’de denilen bu küçük meydanın kenarında yer alan Neoklasik tarzdaki  Patriarklık Sarayı (Palazzo Patriarcale) da, biraz geriden olmakla beraber San Marco Meydanı’nı selamlamakta.

Hemen sağda bir kemer üzerinde yükselen ise Torre dell’Orologio olarak bilinen saat kulesi, yanında ise artık sadece sergiler için kullanılan San Basso Kilisesi yer almakta.

Devamında uzanan kemerli koridor üzerine yükselen Procuratie Vecchie  bugün ofislerin, lokantaların, dükkanların yer aldığı bir yapı. Alt katında Venedik’in medar-ı iftiharı  cam işlemeciliğinin nadide örneklerinin satıldığı dükkanlar yanında efsanevi Caffe Quadri bulunmakta. Bu yapının sonundaki aradan girdiğinizde, yine cam ürünleri satan dükkanların sıralandığı bir ara yoldan bir büklüm yapmış kanal kenarına varacaksınız. Burası bir gondol durağı. Kanal çevresinde ise lüks oteller, cam eşya satan dükkanlar ve gecelere akabileceğiniz Hard Rock Cafe var. Bu sokağın arkası ise Venedik’in en önemli alışveriş caddesi…

Procuratie Vecchie’nin köşesinden sola dönünce, Meydanın en yeni yapısı olan Ala Napoleonica yer almakta; 1810’da Napoleon tarafından yapılan bu yapı bugün Museo Correr’e girişinin olduğu yer. Sola doğru dönen bina Procuratie Nuove, Napoleon’un üvey oğlu Eugene de Beauharnais için yapılmış ama bugün Museo Correr’e ev sahipliği yapmakta. Alt katta yine şık dükkanlar arasında Caffe Florian dikkati çekmekte.

Bu yapının sonunda ise Sansonina Kütüphanesi yer almakta. Tam karşısında ise, tüm şehre tepeden bakan Campanile yer almakta. Kule’ye bitişik olan zarif yapı ise Loggetta del Sansovino olarak biliniyor, Dükler Sarayına girmek için bekleyen patrikler için yapılmış bir yer. Buradan Kanala doğru açılan alan Piazzetta di San Marco ise Dükler Sarayı ve Sansovino Kütüphanesi ile çevrelenmiş durumda. Arkeoloji Müzesi de bu bina içinde. Yapının Kanala bakan tarafında ise Zecca denilen Darphane bulunmakta. Piazzetta’nın Kanala cephe oluşturan tarafında ise, Venedik’in iki koruyucu azizi olan Aziz Mark ve Aziz Theodore heykellerinin taçlandırdığı iki sütun gezimizin son durağı olmakta. Buradan San Marco Basilica’ya doğru geri döndüğümüzde ise Dükler Sarayı’nı göreceğiz.

Şimdi San Marco Meydanı’nda bir geziye çıkacağız, gezimiz bittiğinde Venedik’i genel hatlarıyla görmüş olacağız. Venedik’te bütün yollan San Marco Meydanı’na çıkar, o nedenle nerdeyim, nasıl geldim gibi konulara hiç girmeyeceğim. O zaman gezimize Meydana damgasını vuran San Marco Basilikası’ndan başlayalım.

Basilica di San Marco  

Bizans tarzı kubbeleri, altın yaldızlı mozaikleri ile gözünüzü alamayacağınız San Marco Basilikası, kaç kere ziyaret etseniz yeni bir şeyler görebileceğiniz zenginlikte bir yer. 828’de Venedikli tacirlerin İskenderiye’den kaçırdıkları Aziz Markos’un naaşını saklamak  için yapımına başlanan ve 832’de tamamlanan ilk kilise, 976’da bir isyan sırasında yanmış. Daha sonra 1063’te buraya daha büyük bir kilise yapılmış ve yüzyıllar içinde  bu kiliseye başka bölümler eklenmiş, ahşap kısımlar taş ve tuğlaya dönüşmüş. Burası 1807 yılına kadar dükün özel şapeli olarak kullanılmış, sonra şehir katedrali ilan edilmiş, Castello’daki San Pietro Kilisesi’nin yerini almış. 1094’te Aziz Marco’nun naaşı, zamanın Dükü tarafından burada bulunmuş. Bu dönemde bugün Hazine olan alçak kule yapılmış. Kilise İtalyan ve Bizans tarzında bir yapı. 13 yüzyılda Kilise’nin dış cephesi, mozaiklerin çoğu tamamlanmış ve kubbeler yükseltilmiş.

Gotik havalı ana giriş taş işçiliğiyle süslenmiş beş kemerli kapılardan oluşuyor. Kapılar mermer sütunlarla ayrılmış, özellikle taç kapıyı çevreleyen taş işçiliği dikkat çekici. Kapı üstlükleri ise mozaiklerle süslenmiş. Mozaiklerde İsa’nın hayatıyla ilgili öyküler resmedilmiş. Dış cephe mozaiklerinde işlenen bir konu da Aziz Markos’un naaşının İskenderiye’den kaçırılışı; bu tablolardan en soldaki orjinalmiş ve 13.yüzyılda yapılmış. Heykeller ise daha çok yukarı bölümün süslemelerinde kullanılmış. Üstte ortada Aziz Markos dahil dört savaşçı aziz ile Aziz Markos’un ve Venedik’in nişanesi kanatlı aslan görülebilir…

Ön cephede dikkatimizi çeken en önemli şey ise, üst kattan aşağıya bakan dört nala at heykelleri… Bunlar İstanbul’dan getirilen heykellerin replikaları. Kilisenin zenginliklerine zenginlik katan ise özellikle 1204’de  Haçlıların İstanbul’dan getirdiği servetlermiş; İstanbul’da gerek Bizans gerekse diğer kültürlerden getirilen mozaikler, sütunlar, freskler Katedralin bünyesine girmiş. Ama bu atlar, Haçlıların İstanbul’u yağmalamalarının simgesi olmuş gibi. Konstantinopol Hipodromu’ndan getirildiği düşünülen atlar, 1797’de Napoleon tarafından Paris’e götürülmüş ancak 1815’te Venedik’e iade edilmiş. Terasta replikalarını gördüğümüz atların asılları San Marco Kilisesi’nin teras katındaki müzede sergileniyor.

Basilika içine girdiğinizde her yandan çarpan ihtişam insanı sarıyor. 12. yüzyıla ait yer döşemesi cam ve mermeden; birbirinin içine geçmiş şekillerle ve hayvan figürleriyle bir doğu halısını andırıyor. Altın sarısının hakim olduğu mozaikler ise 12. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar uzanan bir zaman dilimine aitler. Girişteki Atriyum Mozaikleri, kuş ve balık desenleriyle yaratılış öyküsünü tasvir etmekte. 

Kilise içindeki Pentekostes Kubbesi’ni süsleyen 12. yüzyıla ait mozaikler  ile Göğe Yükseliş Kubbesi’ndeki 13. yüzyıla ait mozaikler en çarpıcı freskler; buradaki İsa, Meryem, havariler ve melekler, Bizans tarzında ama Venedikli ustalar tarafından yapılmış.  Pentekostes Kubbesi’nde, Kutsal Ruh’un bir güvercin olarak dünyaya inişi betimlenmiş.

Sonraki yıllara ait mozaikler ise Tintoretto, Veronese, Tiziano eserleri. Girişteki taç kapının yanında bulunan mozaikler ise 11. yüzyıla ait ve Kilise’nin en eskileri. Diğer İtalyan kiliselerinin aksine freskler, tüm Basilikayı kaplamakta; yukarı bölümlerde 19.yüzyıla uzanan mozaik işçiliği hakim, özellikle Murano’daki cam sanayini desteklemek için bu yola gidildiği söylenmekte. Çoğu mozaikleri Büyük Kanal gezimiz sırasında malikanesinden bahsettiğimiz Salviati ailesi sağlamış.

Yukarı kattaki Museo Marciano’ya çıkınca bu mozaiklerin bir kısmına yakından bakma fırsatınız olacak. Ayrıca bu bölümde Aziz Markos konulu pano ve Orta Çağ yazmaları yanında İstanbul’dan getirilen şahane atlar da görülebilir. Bu bölüme açılan terasta ise harika bir San Marco Meydanı manzarası sizi bekliyor.

Ama Basilikanın görülmeden çıkılmaması gereken kısmı Pala D’Oro… Gotik dönemin şahikası olan heykellerle girilen altın varaklı taban üzerine minelerle ve değerli taşlarla süslenmiş bu büyük, çok parçalı panonun yapımı MS 976’da Dük Pietro Orseolo zamanında başlamış ve tamamlanması yüzyıllarca sürmüş, hatta Napoleon panodan bazı değerli taşları almış götürmüş.

Altarda üst kısımda Hazreti İsa’nın acıları yer alırken alt tarafta Aziz Marcos’un’ın hayatından kesitler bulunmakta, bu kısım 1105’te İstanbul’da Dük Ordelaffo Failer tarafından yaptırılmış. Alt tarafta ayrıca 12 havari ile çevrelenmiş şekilde Hazreti İsa durmakta. Hazreti Meryem’in etrafında ise Bizans İmparatoriçesi Irene ile biraz kafası orantısız olmakla birlikte Dük Failer’in resimleri bulunmakta. 3 metreye, 2 metre boyutundaki altın ve gümüşten yapılma altar, sayısız değerli taşlarla,  incilerle süslenmiş. İnci, zümrüt, yakut, topaz, safir gibi değerli taşların sayısı farklı kaynaklarda değişiklikler gösteriyor; ben oturup saymadım elbette ama ışıl ışıl, parıl parıl, göz alıcı Pala D’Oro, Gotik bir hazine olarak Kilise’de sergilenmekte, en iyisi kendiniz gidip görün.

Hazine demişken, Basilica’nın Hazine dairesi de görmeye değer. Her ne kadar Venedik Cumhuriyeti yıkıldıktan sonra, buradan kaynak aktarımı adı altında tırtıklamalar olsa da, Bizans’tan getirilmiş kutsal emanet sandıkları, ayin kadehleri, dini eşyalar yanında beş kubbeli basilika şeklindeki 11. yüzyıl sandığı hala görülebilir.  283 parça altın, gümüş, cam, değerli taşlarla süslü eserlerin göz bebeği İstanbul’dan 1204 istilası sırasında getirilenler; bunlar arasında azizlere ait kemiklerin ayrı bir önemi var. İslam sanatının örnekleri, özellikle turkuaz cam kase de Hazine’de görülebilir.

Basilika’nın vaftizhanesi de uğranılması gereken bir yer. Dük Andrea Dandolo’nun ve buradaki vaftiz kurnasını tasarlayan mimar Sansovino’nun gömülü olduğu bu kısımda İsa’nın ve Vaftizci Yahya’nın hayatını anlatan mozaikler öne çıkıyor. Basilica içindeki şapeller de çeşitli dini öykülerin tasvir edildiği fresklerle zenginleştirilmiş. Bunlar arasında Giresun civarındaki bir kent olan Nikopolis Madonnası, Bizanstan yağmalanlar listesinde. Bakire Meryem’in hayatıntan kesitlerin anlatıldığı 17 yüzyıldan kalma Mascoli Şapeli ise, adından da anlaşılacağı üzere sadece erkeklerin girdiği bir yermiş.

Vaftizhane’nin dış cephesinde ise Konstantinopolis’teki bir kiliseden getirilen yarım sütunlar ile 1204’teki Haçlılar Seferi sırasında Konstantinapolis’ten getirilen ve Roma İmparatorluğu’nun 3. yüzyılda geçirdiği bunalımlı dönemi atlatmasına yardımcı olan dörtlü yönetimini tasvir eden Tetrarchia heykeli görülebilir. Diocletianus, Maximianus, Valerius ve Constantius’u simgeleyen heykellerden birinin ayağı yok; o ayak 1960’da İstanbul’da bulunmuş.

Basilica çok biricik bir yer; Venedik’te sadece bir yer görecekseniz o da burası olmalı. Özellikle İstanbul’dan getirilen parçalar bizler için daha da ilginç kılıyor burayı. Basilica Pazar hariç her gün 09.30-17.00 arası ziyaret edilebilir; pazarları ise ziyaret saatleri 14.00-16.00 arası ama yazın kapanış saati 17.00’ye kadar uzamakta. Basilica’ya giriş ücretsiz ancak Müze 5 euro, Hazine 3 euro, Pala d’Oro 2 euro… Vaporetto ile 1, 2, 41, 42, 51, 52, N, LN hatları ile San Marco veya San Zaccaria iskelelerini kullanarak ulaşabilirsiniz. Yalnız buraya gelirken giysinize dikkat etmeniz gerekiyor; omuzlar ve diz arası kapalı olacak, ayrıca sırt çantası gibi şeylerle gelmeyin, almıyorlar, bunları bırakacağınız yer de biraz mesafeli (Ateneo San Basso; saat kulesinin altı), boşuna  dert almayın.

Palazzo Ducale

Venedik’te görmeden dönmemeniz gereken bir yer de Dükler Sarayı… Bu muhteşem Gotik mucizesi Sarayın geçmişi 9. yüzyıla kadar gitmekte.

Dük Ziani zamanında (1172-1178) Saray, bugünkü yerine taşınmış ancak birkaç Bizans-Venedik mimari kalıntılar dışında bu yapıdan bugüne ulaşan pek bir şey yok. Daha sonra defalarca atlatılan yangınlar sonucu Saray, 1309-1424 yılları arasında bugünkü ana görüntüsüne kavuşmuş.  Daha sonra da gerek yangınlardan gerek üye sayısının artmasından dolayı defalarca değişikliklere gidilmiş.  Venedik’i yöneten dükaların köşkü olarak yapılan, adalet sarayı ve hükümet konağı olarak da kullanılan bu görkemli yapı, bir yanıyla Büyük Kanalın ağzına, bir yanıyla San Marco Meydanı’na bakmakta. Saray’ın en eski kısmı Kanala bakan tarafı. 1797’deki Napoleon etkisi ile Saray’ın kaderi değişmiş, önce Fransa, sonra Avusturya, nihayet 1866’da İtalya hakimiyeti ile Sarayın kullanımı el değiştirmiş.  Dış cephesi revaklar üzerinde yükselen, şık bir kutuyu andıran bu Gotik şahaserin açık cephelerinde taş işçiliği ile süslenmiş balkonlar var; rıhtıma bakan 15. yüzyıla ait balkonun tam karşısında Piazzetta’ya bakan 16. yüzyıl yapımı balkon gözünüze çarpacaktır. Dış cephenin Piazzetta köşesinde Adem ile Havva işlemesi, rıhtım köşesinde ise 15. yüzyıl yapımı Nuh’un sarhoşluğu heykeli dış süslemeler açısından dikkat çekici.

1923’ten itibaren müze olarak kullanılan Saray’a Piazzetta tarafına bakan Porta della Carta’dan giriliyor; burası  1442’de Bon kardeşlerce geç Gotik tarzda yapılmış ana giriş kapısı. İnce oymalı işçiliğiyle her bir noktası dikkate değer bu kapının en önemli figürü, Aziz Marcus karşısında eğilen Dük Foscari işlemesi. Buradan tonozlu bir geçitle kırmızı Verona mermeriyle yapılan Arco Foscari ve iç avluya geçilmekte. Bu bölümde Museo dell’Opera’dan geçeceksiniz; burada Sarayda replikaları kullanılan bazı heykel ve sütunların asılları sergilenmekte, özellikle Marcus Aslanı heykeli girişte sizi selamlamakta…

Avluya girince büyüleneceksiniz. Venedik sokaklarında sık sık karşılaşacağınız sarnıçların en iyi örneklerinden 16 yüzyıla ait iki bronz sarnıç avluyu süslemekte.  Karşıda, Sarayın tek kapalı kenarında bulunan Basilica’nın kemerleri altında timsah üzerinde duran  Aziz Teodoro heykeli duruyor, Aziz Teodoro, Aziz Marcus’tan önce şehrin koruyucu aziziymiş ve Mısır bağlantısı timsahla temsil edilmiş.

Avludan Sansovino’nu 1567 tarihli eserleri Mars ve Neptun’e ait heykellerin süslediği Devler Merdiveni/Scala dei Giganti ile sütunlu-revaklı üst katlara çıkılıyor. Bu heykeller Venedik’in deniz ve karadaki gücünü temsil ediyormuş. Bu merdiven Düklerin görevlendirilme yerleri olduğu için de önemli.

Ama yukarıya çıkarken Devler Merdivenini değil, düklerin salonlarına  çıkan Scala d’Oro’yu kullanıyoruz. Bu merdivenler 1538-1559 arasında yapılmış ve parıl parıl altın yaldızlı süslemelerden dolayı bu adı almış. 1483’teki yangından sonra yapılan düklere ait salonlar görkemli ama boş çünkü genel olarak Napoleon döneminde yağmalanmış; görkem ise odaların duvarları ve tavanlarında her biri bir sanat eseri olan resimlerinden, fresklerden, heykellerden gelmekte…  Birbirine geçmeli odalar, koridorlar Orta Çağ’dan günümüze uzanan bir sanat galerisi gibi.  Dönemin ünlü sanatçıları Tintoretto, Tiepolo, Titian’ın izleri Sarayın odalarında bugüne ulaşmış, bizi büyülüyor.

Yukarı kata çıkmadan arada, Düklerin özel dairelerine geçilen bir bölüm var; Venedikli ressamların eserlerinin sergilendiği bir alan. Venedik panoramasının hakim olduğu Vedutism akımının Antonio Canova ile doruğuna ulaştığı çeşitli ressamların eserleri, düklerin şahsi odalarında sizleri bekliyor. Ayrı bir biletle girilen bölümde benim ziyaret ettiğim dönem Venedik ve Büyük Kanal ile ilgili resimlerin sergilendiği Canaletto- Venezia sergisi mevcuttu.

Yukarı katta ilk oda Sala di Scarlatti; tavandaki Titian ve Salviati freskleri yanında Lombardo elinden çıkma Dük Loredan’ı Hz Meryem’in ayakları dibinde tasvir eden kabartma eser dikkatinizi çekecektir. Daha sonra gelen Sala dello Scudo ise duvarlarını kaplayan haritalardan dolayı harita odası olarak biliniyor, odanın ortasında ise 18.yüzyıla ait dev yerküre görülebilir, dük armaları da odanın başka özelliği. İlerideki galeride ise Venedik’in gururu Giovanni Bellini’nin resimleri görülebilir.

Dük Francesco Erizzo’ya adanan Erizzo odası ise, diğer odalar gibi ahşap işçiliği ile bezeli tavanı ile dikkat çekici. Priuli de denen Stucchi odasının tavan ve duvarlarında İsa’nın hayatını anlatan resimler mevcut. Önceden 12 filozofun resmi olduğu için Filozoflar Odası olarak bilinen oda da Titian’ın Aziz Christopher freski dikkate değer. Dük Giovanni Corner’ın resimlerinin bulunduğu Corner Odası’nda mermer işçiliğiyle süslü şömine de dikkat çekici.

Üçüncü katta konsey salonları mevcut. 1574’teki yangından sonra Tintoretto’nun İncil’den sahnelerle süslediği Sala delle Quatro’dan sonra, delege ve elçilerin bekleme odası olan  Anticollegio’ya varılıyor; eskiden deri işlemeleri ile kaplı duvarlara 1716’da yapılan mitolojik sahneleri konu alan freskolar Tintoretto eseri, ayrıca Tiepolo’nun Venedik tasviri de dikkat çekici.

Sala del Collegio ise, Venedik senatosu işlerinin yürütüldüğü bir bölüm. Buranın özelliği ise tavanı; 1575-1578 yıllarında yapılan resim Veronese’in en iyi eserlerinden biri olarak görülüyor. Sala dei Senato ise, Venedik senatörlerinin toplanıp karar aldıkları bir yer; Venedik tarihinden olaylarla ilgili resimler ilginç.

Daha sonra Sala del Consiglio dei Dieci’ye geçiliyor. Ponchino eseri tavan süslemeleri ile Onlar Meclisi’nin gücünün anlatıldığı bu salon, biraz da Venedik’in geçmişi çünkü 1310’daki bir Tiepolo tarafından yapılan bir darbe girişimi sonrası devletin güvenliği ile ilgili suçların soruşturulması için kurulup sonra kontrol edilemez bir güce dönüşen Onlar Meclisi Konseyi’nin toplantı salonu burası… Tavan süslemelerinin bazıları Napoleon tarafından götürülse de 1554 tarihli iki tablo sonradan geri alınmış. Engizisyonun karanlık günlerine de tanıklık eden bu odanın devamında, suçluların yargılandığı Sala della Bussola’ya geçilmekte. Muhteşem süslemelerin gözümüzü kamaştırdığı bu salon aslında acılarla dolu bir yer, özellikle duvarda imzasız ihbar mektuplarının atıldığı aslan ağzına (bocca di Leone) dikkat.

Sala della Bussola ismini büyük ahşap pusuladan alıyor; Adalet heykeliyle birlikte duran dev pusula Onlar Konseyi’nin üç başkanının odası olan Sala dei Tre Capi’nin girişini gizlemekte. Tavan süslemeleri Veronese’ye, şömine tasarımı Sansovino’ya ait. Buradan ise bir yolla cephaneliğe ve hapishaneye geçilmekte. Tekrar aşağı, ikinci kata inerken Sala dei Guariento’dan geçeceğiz;  1365’te Guariento’nun yaptığı ancak 1577 yangınından sonra ancak bir parçası kalan Kutsal Bakire’nin Taç Giymesi freskine göz atın.

Esas muhteşem oda Büyük Konsey Salonu olarak geçen Sala del Maggior Consiglio… Bu salona girilen verandada Antonio Rizzo’nun Adem ve Havva heykellerini göreceksiniz, sonra da bakmalara doyamayacağınız süslemeleri ile Büyük Konsey’in yasa yapmak, üst düzey memurları seçmek için toplandığı, en çok Fransa Kalı III Henri için verilen muazzam davet ile hatırlanan salona geleceksiniz. Bu salon 14. yüzyılda yapılmış. Binlerce siyasi olaya tanık etmiş, 53X25 metre boyutlarıyla Avrupa’nın en büyük salonlarından biri olan Büyük Konsey Salonu, adeta bir sanat galerisi gibi; Guariento, Vittore Carpaccio, Giovanni Bellini, Titian, Alvise Vivarini, Pisanello, Veronese  gibi dönemin en ünlü sanatçılarının eserlerinin yer aldığı salonda Tintoretto’nun 1592’de biten 7.45X24.65 metre boyutundaki devasa Cennet tablosu, başlı başına bir ilgi merkezi; bu tablo dünyanın en büyük tablolarındanmış. Duvarlarda ve tavanda Venedik tarihinden sahneler yer almakta. Ayrıca 76 dükün portresi de duvarlarda görülebilir; geri kalan 42 dükün portreleri ise Sala dello Scrutinio’da. (Malikanesinden Büyük Kanal yazımızda bahsettiğimiz) 1355’te bir darbeye karışan ve idam edilen Dük Marin Faliero’nun portresi ise siyah örtüyle kapatılmış. Sala dello Scrutino ise 1540’larda Dük Foscani döneminde kütüphane olarak yapılan bir kısımmış ama Marciana Kütüphanesi’nin yapılmasından sonra seçimlerde kullanılır olmuş.

Aradaki yargı sürecine dahil sansür heyeti (Sala di Censori), avukatlar gibi kurumlara ayrılan ve yine portrelerle, Venedik sahneleriyle süslü odalardan, önce eski hapishaneye oradan Ahlar Köprüsü ile yeni hapishaneye geçilmekte. Eski hapishanenin geçmişi 12. yüzyıla kadar dayanıyor ve konukları arasında Giacomo Casanova gibi renkli kişilikler de var. Piombi kurşun demekmiş ve adını çatıdaki kurşun kaplamalardan alıyormuş; bu nedenle eski hapishanenin üst katlarına piombi deniliyormuş. Eski hapishanede her hücrede uygulanan eziyet belki aynıymış ama üst kattakiler en azından güneş ışığını görebildikleri için karanlık ve rutubetten etkilenmiyorlarmış. Ayrıca Casanova gibi çatıdan bir gedik bulup kaçabilme şansı da üst katların artısı olsa gerek.

1595’te tamamlanana Ahlar Köprüsü ise 1614’te Sarayı yeni hapishaneye bağlamak için yapılmış ve adını engizisyon sorgulamalarından hapishaneye götürülen mahkumların feryatlarından almış. Bu köprüyü görmek için biraz ilerdeki Ponte della Paglia’ya gitmeniz gerekecek;  bu köprü ilk defa 1360’ta inşa edimiş ama bugünkü halini 1847’de almış.

Hücreleri gezerken mahkumlardan kalan çizimler, resimler iç burkucu. Tabii sergilenenler arasında bazı erotik çizimler de var ama en çok rastlanan resimler güzel yüzlü kadınlar ve sefere çıkan gemiler…

Dükler Sarayı Azerbeycan’dan A.B.D’ye bir çok yapıya ilham kaynağı olmuş, filmlerden video oyunlarına, karşımıza çıkan bu muhteşem yapı Venedik gezinizin olmazsa olmazı. Saray, her gün 08.30-17.30 arasında ziyarete açık, Nisan-Ekim arası kapanış saati 17.00 oluyor. Giriş 19 euro. Bu bilet Dükler Sarayı, Museo Correr, Arkeoloji Müzesi ve Marciana Kütüphanesi için  geçerli. Ancak düklerin özel odalarını gezmek için ayrıca 4 euro ödemeniz gerekiyor. Sarayda Sırlara Yolculuk ya da Sarayın Gecesi gibi turlarla da gezilebiliyor.

Campanile 

San Marco Basilica’sının tam karşısında duran ve 98,6 metre ile Venedik’in simgelerinden biri olan bu kule, 1173’te deniz feneri olarak yapılıp 1514’te bugünkü halini almış. Venedik’in en yüksek binası olan Campanile tepesinde Bartolomeo Bon’un tasarımı altın rüzgar gülü ile taçlanmış. Piramit şeklindeki tepesinin hemen altında Venedik Cumhuriyeti döneminde her birinin ayrı anlamı olan beş çan bulunmakta; bir çan iş günü başlangıcını, bir çan infazları, biri Büyük Konsey toplantılarını haber verirmiş… Kule Orta Çağ’da, hapishane olarak da kullanılmış. Kule Logetta denilen bölüm üzerinde yükselmekte; 16 yüzyılda Sansovino tarafından yapılan kısım Cumhuriyeti simgeleyen kırmızı Verona mermerlerinden yapılan kabartmalarla süslenmiş.

Galileo 1609’da teleskopunu Dük Leonardo Dona’ya burada takdim etmiş ama henüz o vakit asansör yokmuş. Asansör 1692’de yapılmış. Gerçi Kule, 1902’de aniden çökmüş; ertesi yıl  ‘olduğu yerde olduğu gibi’ sözlerinin kazılı olduğu temel taşı yerleştirilmiş ve 1912’de yeni kule açılmış. Ziyaret etmek isterseniz; Mart, Nisan, Ekim’de 09.00-19.00, Kasım-Şubat arası 09.30-15.45, Haziran-Eylül arası 08.30-21.30 saatlerinde 8 euro karşılığı yapabilirsiniz.

Torre Dell’Orologio

San Marco Meydanı’nın bir diğer süsü de Meydanın kuzeyinde yer alan Saat Kulesi; şehrin alışveriş bölgesi olan Merceria girişindeki 15. yüzyıl yapımı erken Rönesans tarzındaki bu Kule, tepesindeki çanı, altın yıldızlarla süslü  mavi satıh üzerindeki Marcus Aslanı, daha altta Hazreti Meryem heykeli ve saat ile dikkatinizi çekecektir. Tepedeki çanı ellerindeki çekiçle çalan iki heykelden biri yaşlı, biri genç adam figürü ise acımasızca geçen zamanı temsil ediyormuş…Çan ise 1497 yapımı. Bana denk gelmedi ama bazı dini günlerde saatin iki yanındaki Müneccim Kral figürleri, bölmelerden çıkıp Meryem’i selamlıyormuş. Kulenin altı kemerli bir geçitle Rialto’ya bağlanan yola açılıyor. Kulenin etrafında  ise daha çok Murano cam işçiliğinin en iyi örneklerinin bulunabileceği dükkanlar var ama kaliteye yüksek fiyatlar da eşlik etmekte…

San Marco San Teodoro Sütunları

San Marco Meydanı’nın Dükler Sarayı kenarından Kanala doğru uzanan bölümünde yer alan bu iki sütun, şehre ulaşımın sadece deniz yoluyla olduğu dönemlerde Venedik’in ana girişini süslemekteymiş; şimdi ise turistik bir simge olan bu sütunlar Konstantinopolis’ten getirilen ganimetlerdenmiş. Sütunlardan birinin üstünde Venedik’in Aziz Marcos’tan önceki koruyucu azizi olan Teodoros’un heykeli bulunmakta; gerçi bu heykel bir replika, aslı Dükler Sarayı’nda sergilenmekte. Diğer sütunda ise Aziz Marcos’un kanatlı aslan heykeli görülmekte ama rivayet odur ki, bu aslında kanat takılmış bir Çin ejderiymiş…Şimdi şehrin gündelik  curcunasına kaytsızca tanıklık eden bu iki sütun aslında Venedik tarihinin kötü anlarının bir simgesi çünkü 18. yüzyıl ortalarına kadar idam cezaları burada infaz edilirmiş.

Procuratie

Bir ucu San Marco Basilikası ile kaplı olan San Marco Meydanı’nın diğer üç tarafını çevreleyen binalar Procutarie binaları olarak adlandırılıyor. Kemerler üzerinde iki katlı olarak alanı çevreleyen bu binalar, genel olarak yöneticilerin ofisleri için yapılmış.

Sırtınızı Basilica’ya verirseniz sağınızda kalan kanat en eski bölüm olan Procuratie Vecchie; 12. yüzyılda yöneticilerin  ofis ve evi olarak yapılmış; 16 yüzyılda atlattığı yangından hasar görse de eski Gotik havasından esintilerle yeniden yapılmış. Meydanın güney tarafına denk gelen kısım ise Procuratie Nuove olarak biliniyor; 1586’da Klasik stilde başlanıp 1640’da tamamlanmış. İki yapı arasında bulunan kanat, 1810’da, orada bulunan bir kilise yıkılarak Neo klasik tarzda yapılan Ala Napoleonica; burası Venedik Cumhuriyetinin yıkılmasından sonra Napoleon tarafından rezidans, balo salonu ve yönetim binası olarak yaptırılmış, daha sonra Avusturyalı yöneticiler tarafından kullanılmıştır. Bu bina silsilesinin Kanal tarafı Zecca olarak biliniyor; Dük Andrea Gritti tarafından Meydan düzenlenmesi için 1536-1540 arasında darphane olarak tasarlanan bina 1870’e kadar bu amaçla kullanılmış; bugünse Biblioteca Marciana’ya ev sahipliği yapmakta.

Bir zamanlar Venedik’in ileri gelen aileleri, kendi malikaneleri dışında, sefahat alemleri için bu yapılarda küçük birer daire tutarlarmış. Bugünse Ala Napoleonica ve Procuratie Nuove, başta Correr Müzesi olmak üzere üç önemli ziyaret noktasına ev sahipliği yapmakta… Ama gezginler için asıl, bu yapıların en alt katında kemerli revaklarla süslü bölüm ilgi çekici. Çünkü sıra sıra dizilmiş ve Venedik’in gururu cam işçiliğinin nadide örneklerinin satıldığı şık ve pahalı dükkanlar gerçekten insanın aklını çelecek kadar muhteşem. Neredeyse aklınıza gelecek herşeyin cam versiyonunu görebilirsiniz. Ama burada asıl iki cafeden bahsetmek gerek… İkisi de şık ve pahalı olan bu kafelerin simgesel anlamları da var. Procuratie Vecchie tarafındaki Cafe Quadri, 1775’te açılmış ve  Avusturya hakimiyeti döneminde Avusturyalı askerlerin gözde mekanıymış. 1720’de açılan Cafe Florian ise Procuratie Nuove tarafında; burası Cafe Quadri’ye inat o dönemde Venediklilerin tercih ettiği bir yermiş, ama Venedik destekçileri yanında Byron, Proust, Dickens gibi yazarlar da buranın müdavimleri arasındaymış. Kanala bakan taraftaki Cafe Lavena ise 1750’de açılmış; burası da Richard Wagner ve de bendenizin tercih ettiği yer olarak kayıtlara geçsin.

Museo Correr

Venedik’in tarihi ve sanatına tanıklık eden nadide eşyaları muhteşem bir sarayda görmek isterseniz Correr Müzesi’ne gitmelisiniz. Teodoro Correr’in koleksiyonuyla kurulan Müze, 1836’da açılmış. 1797’de Venedik Cumhuriyetinin sona ermesiyle bir çok asil aile eşyalarını satmış, Correr ise koleksiyonunun büyük kısmını bu nadide parçalardan oluşturmuş. Müze önce Palazzo Correr’de açılmış ama 1922’de bugünkü yerine taşınmış.

Burada sergilenen eserler yanında yapının kendisi bile başlı başına görmeye değer. Müzenin bugün bulunduğu Napoleon Kanatı, Procuratie Nuove’daki tadilatla beraber Neoklasik tarzda Giuseppe Soli ve Lorenzo Santi tarafından tasarlanmış. İç dekorasyonlar ressam Giuseppe Borsato’nun eseri. Ana girişteki Neptün freski ise 1838 tarihli. Napoleon hakimiyeti zamanında yeni iktidarın sarayı olarak kullanılmış. Ama 1814’te bina tamamlandığında, Avusturya hakimiyeti sırasında Habsburg Hanedanının malikanesi olmuş. Sarayın en önemli odaları, Balo Odası, Taç Odası ve Ziyafet Odası…Bu odaların şatafatı yanında Antonio Canova’nın Neoklasik tarzdaki heykelleri de görsel şölenin bir parçası. Müze, Venedik hayatının ve kültürünün yansımalarını bugüne taşıyor. 15-16. yüzyıldan kalma haritalar, 16-18. yüzyıldan kalma nadir baskılar, sikkeler, denizcilikle ilgili araçlar, silahlar, Venedik’in muhtelif dönemlerine ait gravürler, resimler ile Müze, Venedik’in geçmişini bugüne taşımakta.

Müzede ayrıca Giovanni Bellini’den Vittore Carpaccio’ya bir çok ressamın eseri görülebilir; Antonello da Messina, Cosme Tura, Paolo Veneziano, Lorenzo Veneziano, Stefano Veneziano, Jacobello di Bonomo, Michele Giambono, Jacobello del Fiore, Gentile da Fabriano, Pisanello, Matteo Giovannetti, Bartolomeo Vivarini, Leonardo Boldrini, Pieter Bruegel, Jacopo Bellini, Alvise Vivarini, Cima da Conegliano, Lorenzo Lotto, Boccaccio Boccaccino gibi Venedikli ya da Venedik resmini etkilemiş Avrupalı ressamların eserleri bu bölümde yer almakta. Bunlar arasında Giovanni Bellini’nin Çarmıha Gerilme, Madonna ve Çocuğu ile Vittore Carpaccio’nun Kırmızı Şapkalı Adam ve İki Venedik Hanımı resimleri dikkatinizi çekecek.

Müze Kasım-Mart arası 09.00-17.00; Nisan-Ekim arası 09.00-19.00 saatleri arasında gezilebilir, giriş 19 euro. Bu bilet Dükler Sarayı, Museo Correr, Arkeoloji Müzesi ve Marciana Kütüphanesi için  geçerli.

Libreria Sansoviniana

Marciana Kütüphanesi de denen  bu Rönesans tarzı yapı, İtalya’nın en büyük ve en önemli kütüphanesi. Piazzetta’ya bakan ve darphane binasını da içine alan Kütüphane, Sansovino tasarımı olarak 1537’de yapımına başlanmış ve 1588’de Scamozzi tarafından bitirilmiş. Yapının tavanı çökünce Sansovino bir ara tutuklanmış ve epey bir ceza ödeyerek hapisten kurtulmuş. Binanın iç dekorları Titian, Paolo Veronese, Tintoretto, Alessandro Vittoria, Batista Franco, Bartolomeo Ammannati eserleri ile tamamlanmış.  Dor ve Iyon tarzı sütunlar ve heykellerle süslü bu kütüphanenin ilk kitapları ise 1468’deki Kardinal Bressarione’nin tarafından bağışlanmış. Kütüphanenin duvarlarındaki yaldızlı alçı süslemeleri ve freskleri ayrı bir güzellik ama tabii, buranın esas zenginliği yüzyıllar ötesinden kalan eserler; bunlar arasında Venedik’te basılan ilk kitap ile 5 yüzyıldan kalma el yazmaları Kütüphanenin göz bebeği. Venedik tarihi, klasik felsefe ve antik haritalar da burada yer almakta.

 Museo Archeologico di Venezia

Libreria Sansoviniana ve Procuratie Nuove’nin salonlarına yayılmış olan Milli Arkeoloji Müzesi, Dük Antonio Grimani’nin oğlu Kardinal Domenico Grimani’nin 1523’te koleksiyonunu bağışlamasıyla oluşturulmuş. Müze antik çağlara  uzanan Roma ve Yunan eserleriyle öne çıkıyor. Mücevherden heykele, vazolardan sikkelere uzanan gemiş bir koleksiyonu barındırmakta.

Zengin bir numismatik koleksiyonu hem Roma hem Bizans sikkeleri ile ilgilenenler için bulunmaz bir hazine. Ama taş işçiliği, özellikle heykeller en çarpıcı eserler. Bizans dini resimleri de ayrıca ilginç. Müze’de Bizans’ın son günlerine atfedilen bir bölüm var; burada yine İstanbul’dan getirilmiş bir çok eser, dini kitap yanında Fatih Sultan Mehmet’in orta yaşlarını gösteren portresi de yer alıyor.

Sonuçta akılda kalan daha çok Roma ve Yunan heykelleri. Tabii ki, Roma-Yunan heykellerine gayet aşinayız, bizim müzelerimizde de gayet seçkin örnekleri var ama buradakiler belki sayıca az ama sanki daha cüretkar…

Müze Kasım-Mart arası 09.00-17.00; Nisan-Ekim arası 09.00-19.00 saatleri arasında gezilebilir, giriş 19 euro. Bu bilet Dükler Sarayı, Museo Correr, Arkeoloji Müzesi ve Marciana Kütüphanesi için  geçerli.

Ancak burada bir de Müze pasosundan bahsetmek gerek. 24 euro tutarındaki bu paso ile San Marco Meydanındaki dört müzeye (Dükler Sarayı-özel odalar hariç-, Correr Müzesi, Arkeoloji Müzesi ve Kütüphane) ek olarak, Musei Civici Venice kapsamında yer alan Ca’ Rezzonico, Palazzo Mocenigo, Ca’ Pesaro, Casa Goldini, Murano ve Burano müzeleri ile Doğa Tarihi Müzesini de gezebilirsiniz. Eğer zamanınız, gücünüz ve isteğiniz varsa, San Marco Meydanında yer alan müzeleri gezmek için bu, en uygun seçenek. İnternetten alabileceğiniz bu pasoyu, listede yer alan herhangi bir müzeden onaylatarak kullanabiliyorsunuz.

Yeme – İçme

İtalya’da genelde nerede yersen ye mutlaka iyi bir lezzete denk gelinir, diye düşünürdüm ama bu Venedik için doğru değil. Venedik için gondolcuların yediği yerlerde yiyin, derler… Bunun için size Castello bölgesini tavsiye ederim, Riva degli Schiavoni’nin ilerisi, Arsenal civarında yer alan ve daha az turistik olan yerler, belki bu açıdan tercih edilebilir…

Kaldığım yerdeki bir görevli San Polo’daki Autico Callice’yi gondolcuların yeri olarak tavsiye etti ama daha çok armatörlük yolunda gidenlerin uğradığı bir yerdi; fazlasıyla turistik, kötü yemek ve sonuçta aç kalkılan bir masa… Son gezimde beni en çok sokak aralarındaki atıştırmalık yerler mutlu etti, bunlardan pizza çeşitlemeleri sunan Farini ile minik deniz ürünleri seçkisiyle Aqua e maic… Ama illa sağınızda solunuzda Michelin yıldızlarını görmek istiyorsanız Venedik bu konuda çok zengin… 2019’da yıldız parlatan yerler arasında Met, Amo, Club del Doge, Local, Arva, Antino’a Lounge, Al Covo, Oro, Ai Mercanti, Terrzaza Danielli, Quadri, Il Ridotto gibi yerler var.

Alışveriş

Gitmişken alışveriş yapmadan olmaz tabii… İtalya’ya özgü her şeyi Venedik’te de bulabilirsiniz. Ama Venedik’e özgü bir şeyler ararsanız birbirinden güzel cam objeler ve maskeler tercihiniz olmalı… Venedik’te her keseye uygun bir şeyler bulabilirsiniz. Ama kaliteli olanı daha uygun fiyata almak isterseniz turistik merkezlerin biraz dışına çıkmakta fayda var. Maske konusunda La Bauta, buna bir örnek, Campo San Toma’da… San Toma, cam konusunda da daha uygun birşeyler bulabileceğiniz bir bölge. Ayrıca cam eşyalar için San Geremia’ya da uğrayın derim. Fortuny Müzesi civarındaki yerlerde de ucuz cam eşyalar bulabilirsiniz.

Hazır Venedik’e gelmişken buradan bir gondolcu edasıyla dönmek isterseniz, Emilio Ceccato’da şık bir gondolcu olabilirsiniz, Eurolarınızı hazırlayın. Belairfine art ise hem modern sanat galerisi hem de özgün eserler alabileceğiniz bir yer.

Venedik’teyken bir şey almasanız da mutlaka uğramanız gereken bir yer de Libreria Acqua Alta Kitapevi… Dünyanın en ilginç kitabevlerinden biri olan bu depo-dükkan daha çok sahaf havasında; belki de bir kapısı kanala açıldığı için su yükselmeleri sırasında kitapları kurtarmak için olsa gerek, ortada içi kitap dolu kocaman bir gondol durmakta… Eski, yeni kitaplar, dergiler, plaklar, magnetler alabilirsiniz, tabii üzerlerinde uyuklamakta olan kediler izin verirse…

Venedik pahalı bir şehir. Bir gezginin de en büyük masrafı giriş ücretleri. Venedik’te 10-15 euro civarında giriş ücreti olan müzeler var. Ama muhtelif müze ve şehir kartlarıyla bu masrafı azaltabilirsiniz. Mesela San Marco Meydanı’ndaki müzeleri (Dükler Sarayı, Arkeoloji Müzesi, Corner Müzesi, Arkeoloji Müzesi, Milli Kütüphane) 23.40 euro… Bu konuda başka bir seçenek ise, 11 müzeyi (Dükler Sarayı, Arkeoloji Müzesi, Corner Müzesi, Arkeoloji Müzesi, Milli Kütüphane, Rezzonico, Mocenigo, Carlo Goldoni, Pesaro, Murano Cam Müzesi, Burano Dantel Müzesi, Doğal Tarih Müzesi) içeren 32.40 Euro’luk bir kart… Ayrıca Venedik’te müzelere giriş ve ulaşım seçenekleri de içeren Venezia Unica Card’lar da var; Gümüş, Altın ve Platin olarak ayrılmakta… Gümüş kart, Dükler Sarayı, Arkeoloji Müzesi, Corner müzesi, Arkeoloji Müzesi, Milli Kütüphane, seçilen 3 kilise girişi içermekte, 29 yaş altındaysanız 21,90 Euro, 30 yaş üzeriyseniz 33,90 Euro. Bu fiyat, eklenen başka müzeler ve turlarla değişmekte. Altın kart, (yukarıda bahsedilen) müze kartı kapsamındaki 11 müzeye ek olarak 16 paralı kiliseye giriş sağlamakta; buna ek olarak Yahudi Müzesi’ne giriş, 3 günlük toplu taşım ve 1 günlük internet bağlantısı da bu karta dahil, fiyatlar 58,90 eurodan başlıyor, ek müze ve turlarla bu fiyat artıyor. Platin kart ise, altın karta ek olarak Fenice Operası ve Bovolo Malikanesine giriş içermekte; 70,90 eurodan başlayan fiyatlara hava alanı transferi, tekne turu gibi özellikler eklendikçe bu fiyat artıyor. Bu konuda ayrıntılı bilgi ‘veneziaunica.it’ adresinden alınabilir.

Son Söz

Böylece San Marco Meydanı’nı ayrıntılı bir şekilde gezdik. Bu kadarı bile Venedik’i gördüm demek için yeterli belki de. Ama daha önce de bahsettiğimiz gibi bu Meydanın sunacağı başka seçenekler de var. Gecesi ayrı ışıltılı, gündüzü ayrı renkli cam işleri, vitrinlerde sizi bekliyor.

Ya da biraz soluklanın. Çünkü burası, bir şekilde Venedik’in eğlence merkezi de. Her an bir konser havanızı değiştirebilir. Özellikle Karnaval zamanı, burası türlü çeşitli müzik gruplarıyla şenleniyor. Dinlenmek için seçenekler; yukarıda anlatmıştık, artık tercihinize göre Caffe Quadri mi olur, yoksa Caffe Flori mi, oturup Dünyanın En Muhteşem Salonuna son bir kez göz atın, belki de aklınızda sadece bu an kalacaktır…

Venedik gezimizde bu yazıda anlatılan San Marco Meydanı ve Bazilikası ve civarındaki yerler ve müzeleri gezdik, sırada tekne ile Büyük Kanal gezisi bulunuyor. Tekne gezisinde göreceğiniz yerleri, binaları, müzeleri okumak isterseniz; Venedik Gezi Rehberi II: Canal Grande – Dünyanın En Güzel Bulvarı

Venedik Adaları Murano, Burano ve Torcello’yu gezmek isterseniz; Venedik’in Üç İncisi: Murano, Burano, Torcello

Venedik’i ünlü Venedik Karnavalı zamanı gezmek isterseniz; Venedik Karnavalı; Bir Maskeyi Sevmek