ANA SAYFA Blog Sayfa 4

Shirahama Gezi Rehberi: Japonya’nın Beyaz Kumsallı Plajları

Bu yazımda Türkiye’den düzenlenen Japonya tur programlarında yer almayan ancak Japonya için popüler bir turizm bölgesi Shirahama’yı tanıtmak  istiyorum.

Shirahama Japonya’nın en büyük adası ve Japon anakarası olarak bilinen Honshu’nin güneydoğusunda, Pasifik Okyanusu’na kıyısı olan Wakayama’ya bağlı bir kasaba. Osaka’ya 80 km uzaklıktaki Wakayama, Tokyo ve Osaka gibi metropollere kıyasla daha küçük, diğer yandan doğası harika bir şehir. Ormanla kaplı dağlar, vadiler arasında yemyeşil şehir, yüzlerce tapınağı olan Koyosan ile de bir tür hac  yeri. Mandalina, hurma, yaban eriği, şeftali ve üzüm gibi meyvelerin bolca yetiştirildiği bir bölge. Tüm bunların yanında okyanusa kıyısı olan şehirde deniz-güneş tatili yapılabilmekte.

www.shirahama-ryokan.jp

Shirahama bembeyaz kumsalları ve onsenleri (Japon kaplıcaları) ile ünlü. Beş yüz metre uzunluğundaki bembeyaz kumlarla kaplı Shirahama plajının Hawaii’nin Waikiki plajına benzediği söyleniyor. Kumsalda kumu avuçladığınızda incecik taneler parmaklarınızın arasından kayıp gidiyor.

www.shirahama-ryokan.jp

Shirahama, tarihi bin yıl öncesine uzanan kaplıcaları ile ülkenin en eski kaplıcalarına sahip bölgeler arasında. Yaklaşık doksan kaplıcanın olduğu yazılı tanıtım broşürlerinde; kimi dağlık alanda, yeşillikler arasında kimi okyanus kıyısında… Benim sevdiğim ‘rotenbüro‘ denilen açık hava kaplıcaları. Shirahama’da günü birlik veya birkaç gün kalmalı deniz ve kaplıca tatili bir arada yapılabilir. 

Sandanbeki Mağarası da Shirahama’nın görülmesi gereken yerleri arasında.

Mağaranın yüzeyinde kıyıda yaklaşık 50 metre yüksekliğindeki falezler etkileyici bir görüntü sunuyor. Mağara yüzeyden 36 metre aşağıda ve asansörle iniliyor. Mağaranın duvarları rengarenk, renk cümbüşünün oluşması 16 milyon yıl öncesinden başlamış. Denize bağlantısı olan mağaranın tavanından sular damlıyor. Mağara yıllarca korsanlara, sonrasında da 100 yıl öncesinde savaş sırasında gemiler için sığınak olmuş. Bir bölümünde kurşun madeni aranmış bir zamanlar, içine küçük bir de tapınak da yapılmış. 

Denize bağlantılı yere yaklaşınca kayalıklara vuran dalgaların sesini duymak heyecan vericiydi.

Dışarıda falezlerin yakınında kayalık bir alanın görüntüsü ilginç. İnsanlar kayalara bakıp benzetmeler yapmışlar. Kimi insan yüzü bulmuş, kimi hayvan figürü…

Shirahama’da diğer büyük şehirlerdeki gibi lokantalar kafeler bulunmuyor. Sahilde veya orman içerisindeki otellerde bir veya iki gece otelde konaklayarak gezmek daha keyifli olabilir. Pandemi nedeniyle üç yıldır düzenli faaliyet gösteremeyen yerel lokantaların çoğu kapanmıştı. Bundan böyle canlanacağını umuyoruz .

Yöreye turla gitmek en iyi yol olabilir. Çünkü yukarıda sözünü ettiğim gezilecek yerler farklı yönlerde ve toplu taşıma aracı bulmak zor. Shirahama’da küçük bir havaalanı var ancak sadece Japan Airline  uçuyor.  Wakayama şehir merkezinden Japan Railway’s ile de Shirahama’ya ulaşım mümkün.

Shirahama’nın daha da güneyine gidilirse Kuşhimoto‘ya ulaşılıyor. Kuşhimoto ile Türkiye’nin tarihi dostluk ilişkisi ‘Ertuğrul Fırkateyn’ ile başlamış. Kushimoto’yu Japonya’ya yerleştiğim ilk yıllarda 1988 yılında ilk kez ziyaret etmiştim. Sonraki yıllarda Türkiye’den gelen misafirlerimiz ile birçok kez gittik. Ertuğrul Fırkateyn’i öyküsü ve anıt müze yazımı linkten okuyabilirsiniz. Ertuğrul Fırkateyni’nin Batışı-1890: Japon-Türk Dostluk Öyküsü

Kumsal ve kaplıca dışında hem büyüklerin hem de çocukların hoş vakit geçireceği ‘Adventure World‘ içinde hayvanat bahçesi, akvaryum olan bir eğlence parkı düzenlenmiş. Parkta en çok ilgiyi sevimli  pandalar görüyor . Öyle ki pandanın çiftleşmesi ve yavrunun doğuşu televizyon haberlerinde yer alır. Hatta doğan yavru pandaların isimleri için halktan öneriler alınır. Bakımı zor olan bu güzel pandalar  Çin‘den getirilip burada çoğaltılıyor. Şu anda  ‘Adventure World ‘de ziyaretçileri dört panda karşılıyor.

Safari parkta ise vahşi hayvanlar yaşamlarını sürdürüyor. Güvenlik önlemleri alınmış araçlarla ziyaretçiler dolaştırılıyor. Hayvanlar içerisinde Asya’dan getirilen nesli tükenme tehlikesi altında olan Bengal kaplanı en haşmetlisi görünüyor.

Değişik türden kuşları görmek çok zevkli idi. Tavus kuşu beni geçmişe götürdü. Çocukluğumda Ankara’da Çubuk Barajı’na  pikniğe giderdik. Baraj sularının akıp nehre dönüştüğü yerin yakınında düzlükte tavus kuşları nazlı nazlı dolaşırlardı. Şimdi oralar ne durumda acaba …hasretle anıyorum o günleri .

Flamingolar harika idi. Papağanlara laf attım ama oralı olmadılar.

Bizim için Mikio Dede’nin torunlarını gezdirdiği ilginç bir yer idi Shirahama. Her yıl özel bir gezi armağanı oluyor onlara.  Shirahama gezisi için bir yıl önce kumbaraya para atmaya başlamıştı Mikio Dede.

Bembeyaz kumsalı, çok sayıdaki onsenleri, farklı formasyonlardaki falezleri, renkli Sandanbeki Mağarası ve hepimiz için heyecanlı Adventure Park’ı ile Shirahama bir tatil cenneti idi bizim için. Shirahama Japonya’ya gelen konuklarımızı götüreceğimiz yeni yerler arasında yerini aldı. Bu yazımı okuyan gezginler de bireysel Japonya gezilerinde Shirahama ve  Kuşhimoto’yu gezi programlarına alabilirler.

Çeşnigir Kanyonu ve Köprüsü

Dünya yüzeyinde nehirlerce oluşturulmuş vadilere kanyon dendiğini biliriz ve nedense hep uzaklarda olduğunu düşünürüz. Oysa Ankara’nın çok yakınında büyüleyici bir kanyon olduğunu yeni öğrendim.

Ankara’ya 100 km uzaklıkta, Kırıkkale’nin Keskin ilçesine bağlı Çeşnigir Kanyonu’nda görülmeye değer nefes kesici bir manzara ve her zevke hitap eden imkanlar var. Kızılırmak kıyısında yolun iki tarafında doğa ve tarihin iç içe geçtiği bir nefeslenme ortamı sunuyor size.

Çeşnigir Kanyonu Ankara Kırşehir yolu üzerinde bulunuyor. Toplu ulaşım ile erişim zor olacağından özel araba ile gitmek gerekiyor.

Kanyona hakim bir tepedeki cam seyir terası, muhteşem bir panoramik görüntü sunuyor. Cam terasın yanında bulunan kafeteryada çay, kahve içip kanyonun manzarasının keyfini çıkarmak mümkün. Teras son zamanlarda evlenen çiftler için olmazsa olmaz bir açık hava stüdyosuna dönüşmüş.

Kanyonu yukarıdan gördükten sonra, Kızılırmak kıyısında yemek molası verip, manzara eşliğinde karnınızı doyurmak isterseniz, son derece temiz balık restoranları var. Bizim yediğimiz Köprü et- balık restoranının park yeri, Ankara’dan balık yemeye gelmiş özel araçlar ile doluydu. Özellikle Kızılırmak’tan yakalanan kadife balığı (ben daha önce yememiştim) kılçıksız ve çok nefis. (Burada resim çekme fırsatı bulamadığım için, kadife balığı resmi internet görsellerinden)

*www.kirikkale.com.tr,    * Vikipedi

Yemek sonrası, Kızılırmak kıyısındaki rekreasyon alanında yürüyüş yapabilirsiniz, ayrıca çok sayıda kamelya ve oturma alanı bulunuyor.

Orta Anadolu’da tekne turu olur mu derseniz? O da var.

Çeşnigir Köprüsü’nün yanından kalkan tekneler sizi kanyonda gezdirirken, köprü yıllara direnmiş ihtişamı ile daha da güzel görünüyor. Yaklaşık 15- 20 dakika süren ve enerjisini güneş panellerinden alan bir tekne ile tur kesinlikle yapılması gerekenlerden.

İlk olarak 13. yüzyılda Selçuklular döneminde inşa edilen Çeşnigir Köprüsü, Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında Mimar Sinan tarafından yeniden yapılmış. Bir Selçuklu eseri olan Çeşnigir Köprüsü’nün 1402 yılında Ankara Savaşı’nda Timur ordusu tarafından kullanıldığı rivayet ediliyor.

Çeşnigir Köprüsü 110 metre uzunluğunda ve 6 metre genişliğinde bölgenin kayalık zemini üzerine oturtulmuş. Orta bölümünde belirgin bir eğimin bulunuyor ve 18,60 m orta açıklığa sahip bir taş köprü. Köprüde suyun yükselmesi halinde akışı sağlamak ve köprünün ağırlığını hafifletmek üzere 3’ ü yukarıda, 9 adedi aşağıda toplam 12 göz bulunmakta.

​Tarih severler, kampçılık ve olta balıkçılığından hoşlananlar, kanyon yürüyüşü yapmak isteyen trekking meraklıları, dağ ve doğa sporu tutkunları, fotoğrafçılar, mangal severler, Anadolu’nun ortasında tekne turu yapmak isteyenler, Kızılırmak boyunca ailesiyle bisiklet turu atmak isteyenler, rengarenk uçurtmalarını göklerde süzdürmek isteyenler, balık ekmek için iskele arayanlar, cam terasında çay kahve keyfi yapmak isteyenler, kısacası Çeşnigir Kanyonu’ nda herkes için bir aktivite var. Günübirlik ziyaret edebileceğiniz gibi, gezginler için kamp çadırını kurabileceğiniz çok güzel bir lokasyon Çeşnigir Kanyonu.

Budva Gezi Rehberi: Montenegro’nun Miamisi

Budva, Balkan ülkesi Karadağ/Montenegro’nın Adriyatik Denizi kıyısında bir tatil şehri. Montenegro’nun en çok turist çeken şehri olan Budva hareketli gece hayatı ve plajları ile Montenegro’nun Miami’si olarak tanınıyor.

Budva ve Kotor Adriyatik Denizi kıyısında ve Karadağ’ın en popüler tarihi ve turistik iki şehri. Budva hareket ve eğlence arayanlar ve çok sayıdaki plajları ile deniz tatili keyfi yaşamak isteyenler için ideal. Kotor ise daha büyük olan eski şehrinde barındırdığı tarihi, kültürü ve doğası ile sakinliği tercih eden gezginlere hitap eden bir şehir. Adriyatik kıyıları tatilinde elbette çoğu gezgin her iki şehri de görülecek yerler listesine alacaktır. Ancak tatil anlayışındaki önceliklere göre iki şehre ayrılan süre değişecektir. Bu kararı almak için okumanızı önereceğim Kotor yazısı linkini de ekliyorum.

Kotor Gezi Rehberi: Montenegro’da Bir Ortaçağ Kasabası

Budva yaz döneminde gece klübleri, barlar, festivaller, tiyatro ve müzik gösterileri ile canlı bir ortam sunmakta. Renkli gece hayatı ve eğlence ile tanınsa da Budva, tatilcilere başka alternatifler de sunuyor; Adriyatik kıyısında 35 plaj, geçmişi 2500 yıl öncesine ulaşan tarihi şehir, değişik kafeler, restoranlar, müzeler, sanat galerileri, renkli dükkanlar.

Niçin Budva

  • Karadağ Türkler için hala vizesiz bir Balkan ülkesi.
  • Berrak, lacivert denizi, çok sayıda plajları, doğası ve hareketli gece hayatı ile tam bir tatil şehri. Deniz tatilinin yanı sıra tarihi ve iyi korunmuş eski şehri ile tarih ve kültür arayışındaki gezginlere Kotor benzeri bir atmosfer sağlıyor.
  • Balkan gezileri içinde mutlaka uğranması gereken Budva’da deniz tatili yapmak için daha uzun süre kalınabilir, öte yandan daha geniş bir coğrafyada gezmek isterseniz, Budva yanında Kotor ve Dubrovnik’i es geçmeyerek deniz tatilinizin ardına bu iki şehrin tarih ve doğasını da ekleyebilirsiniz. Budva’dan Kotor ve Dubrovnik’e karayolu ile geçebileceğiniz gibi bu geçişleri keyifli bir tekne gezisine dönüştürebilirsiniz.
  • Budva’ya direk uçuş olmamakla beraber, Karadağ’ın başkenti  Podgorica’dan ulaşılabilir.       
  • Budva (daha önceki yıllarda çok daha ucuz bir şehir iken son yıllarda konaklama ve yeme içme ücretleri biraz artmasına rağmen) bir Avrupa şehri olarak hala uygun fiyat ile tatil yapılabilen şehirlerden. Ülke henüz Avrupa Birliği üyesi olmamasına rağmen para birimi olarak Euro kullanılıyor.
Ulaşım

Karadağ ve Budva’nın haritadaki yerine bakmak ulaşım seçeneklerini daha iyi anlamamıza yarayacaktır. Balkanların güney doğusundaki Karadağ, Arnavutluk, Kosova,  Sırbistan, Bosna Hersek ve Hırvatistan ile komşu.

Budva’da havaalanı olmadığından havayolu ile ulaşımda ilk seçenek ülkenin başkenti Podgorica’ya İstanbul’dan direk uçmak. Podgorica Budva arası yaklaşık 65 km. İkinci havayolu seçeneği İstanbul’dan aktarmalı uçuşlar ile ulaşabileceğiniz Tivat, Budva’ya daha yakın mesafede. Diğer bir seçenek aradaki uzaklık daha fazla olsa da Türkiye’den en uygun fiyatlı uçuşların olduğu Arnavutluk başkenti Tiran olabilir.  

Budva’ya Podgorica ve Tivat’tan sık otobüs seferleri bulunuyor. Ayrıca Karadağ’ın diğer şehirlerinden ve sınır komşusu ülkelerden de direk otobüs seferleri bulunmakta. Mesafelerin kısalığını görünce her birine uğramayı istemeniz işten bile değil. Tivat – Budva 25 km, Podgorica – Budva – 65 km, Kotor – Budva – 23 km, Dubrovnik (Hırvatistan) – Budva – 115 km uzaklıkta. 

Biz Adriyatik kıyılarını kapsayan Balkanlar gezimize İstanbul’dan kendi arabamız ile başladık. Yunanistan, Kuzey Makedonya ve Arnavutluk sonrası Karadağ’da ilk durağımız Budva idi. Adriyatik kıyısında Budva, Kotor ve Dubrovnik’te olmak üzere üç şehirde de geceledik.

Budva birçok yeri yürüyerek dolaşabileceğiniz, en uzak yerlerine de  otobüsle veya taksi ile kısa sürede ulaşabileceğiniz gezmesi kolay bir şehir. Örneğin en uzak mesafedeki Stevi Stevan’a bile eski şehirden geçen otobüslerle  2.5 Euro’ya gidebilirsiniz.

Konaklama

Budva son yıllar da artan ilgi nedeni ile çok sayıda otel yatırımına girişmiş. Bu nedenle yeni, temiz otel bulma şansı yüksek. Ancak fotoğraflarda göründüğü gibi maalesef plansız ve yüksek katlı otel inşaatları yüzünden şehirde çarpık yapılaşma oluşmuş durumda. Burada Türk müteahhitlerinin de payı olduğunu belirtelim.

Konaklama için tarihi yerleri sevenler; dar sokakları, tarihi binaları ile korunmuş bir Orta Çağ kasabası olan Old Town’daki hostel, pansiyon ve  otellerden bütçesine uygun seçim yapabilir. Yeni yerleşim yerlerini tercih edenler ise eski şehrin dışındaki bölgede de her fiyattan otel veya apart bulabilir. Biz booking.com’dan yeni bölgede fakat eski şehre yakın bir daire kiraladık. ‘Apartments Aqua‘ daki dairemiz yeni, temiz, eski şehre yürüme mesafesinde olmasının yanı sıra, tüm şehre hakim manzarası oldukça keyifli idi. Fiyat kalite düzeyi yüksek olan dairemizin manzarasının ilave maliyeti biraz yokuş tırmanmak olsa da buna değdiğini söylemeliyim. En güzel Budva manzaralarını dairemiz balkonundan çektiğimi söyleyince siz de bana hak vereceksiniz.

Kısa Tarih

Budva Adriyatik kıyısındaki şehirler arasında yerleşimin en eski tarihlere, ta 2500 yıl öncesine kadar uzanan bir şehir. M.Ö 5. yy’da İliryalı/İlirler yaşamış bu topraklarda. Sonrasında Romalılar, Bizans, Venedikler hükümranlığında kalmış. Venedikliler döneminde Osmanlı şehri kuşatarak, 1572 yılında almış ancak 1573 yılında imzalanan bir anlaşma ile Venediklilere geri verilmiş. Budva 1807 yılında Fransız, 1813 yılında Avusturya Macaristan İmparatorluğu tarafından  işgal edilmiş. 1918 yılında Avusturya Macaristan İmparatorluğu’ndan bağımsızlığını kazanmış. Ancak II. Dünya Savaşı sırasında 1941-1944 yılları altında Nazi İtalya’sının kontrolünde kalmış. II. Dünya Savaşı sonrası kurulan Yugoslavya Federe Cumhuriyeti’nde yer alan Karadağ’a bağlanmış.

Gezelim Görelim

Renkli gece hayatı ve plajlarda uzanıp deniz tatili geçirmek önceliğiniz olsa bile gezilecek yerleri sıralayalım. Budva küçük bir şehir olduğundan, plaj keyfinizden çok çalmadan buraları gezmeniz mümkün olacaktır. Bir veya iki gün içinde Budva’nın görülecek tüm yerlerini görebilirsiniz.

Stadi Grad / Old Town Sokaklarında Dolaşalım.

İlk durak şüphesiz Old Town/Eski Şehir, UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer alan iyi korunmuş tarihi bir bölge. Şehir 15. yy’da yapılan tarihi surlar ile çevrilmiş. Budva tarihinde 1667 ve 1979 yıllarında yaşanan iki büyük deprem ile şehir büyük hasar görse de bazıları yeniden yapılarak ve restore edilerek şehrin dokusu korunmuş. Tarihi binalar, daracık taş sokaklarının arasında kaybolarak, kiliseler, restoranlar, kafeler, sevimli dükkanlar, müzeler, sanat galerileri arasında dolaşıyoruz.

Adriyatik kıyısındaki Kotor ve Dubrovnik’te deniz kenarlarında yüksek duvarlarla çevrilmiş eski şehirler ilk duraklarımız oluyor. Biz Adriyatik kıyıları gezimize Budva ile başladık. Diğer iki şehre göre buranın Old Town’ı daha küçük ve 1-2 saat içerisinde tüm şehri dolaşabilirsiniz. Eski şehrin en büyük güzelliği, hemen şehrin kapısından çıkar çıkmaz sizi karşılayan plajda yüzme lüksü sunması.

Şehrin dört kapısı limana açılıyor, marinanın şık restoranlarında dünya mutfaklarından yemek seçenekleri bulunmakta. Biz ilk gecemizde marinada Uzak Doğu mutfağından yemekler tercih ettik ve çok memnun kaldık.

Citadel / Kale’de Dolaşalım

Old Town içindeki kale ile surlarla çevrili şehri denizden gelecek saldırılara karşı savunmayı sağlamak için daha güçlü savunma sağlayacak bir alan yaratılmış. Giriş ücreti 2 Euro olan kale bölümünde bir kütüphane, küçük bir müze ve seyir alanı bulunuyor. Bu seyir terasından Adriyatik Denizi ve şehrin panoramik manzarasını görmeye değer.

Kalenin giriş duvarındaki iki balık figürü de Budva’nın simgesi. Bu figür bir efsaneye dayanıyor;  birbirine aşık iki gencin kavuşmasına aileleri izin vermeyince, birlikte  denize atlayan iki genç balık olmuşlar. Budva’da bu taşa dokunup dilek dileyebilirsiniz.

Kalenin yanından 3 Euro ödeyerek şehir surlarının üzerine çıkıp yürüyebilirsiniz. Ancak surlar kesintisiz devam etmediğinden bazı yerlerde aşağıya inmeniz gerekiyor. Biz kaleye girdik ancak surlarda dolaşmadık. Surlar üzerindeki gezintimizi çok daha uzun surları olan Dubrovnik’e sakladık.

Arkeoloji Müzesi’ni Gezelim

Eski Şehir içinde Budva tarihine ilgi duyanlar için bir arkeoloji müzesi bulunuyor. Tarihi antik döneme kadar giden arkeolojik eserler ve etnografik objeler sergilenmekte. Üç katlı olsa da küçük müzeyi 30 dakikada rahatlıkla dolaşabilirsiniz. Müze yaz dönemi saat 8- 21 arası açık.

Dans Eden Kız Heykeli ile Fotoğraf Çektirelim

Budva’nın simgelerinden ve Karadağ’da en çok fotoğrafı çekilen yerlerden biri Dans Eden Kız Heykeli. Heykele ilişkin anlatılan birkaç efsaneden en bilinen ve hüzünlü olanını anlatalım. Budva’da zamanın birinde, birbirlerine deli gibi aşık bir dansçı kız ile denizci erkek yaşarmış. Genç denizci denize açıldığında sevgilisi kıyıda dans ederek onu beklermiş. Denizci uzun süren bir yolculuğundan geri dönememiş. Dansçı aşığı günlerce kıyıda sevgilisinin döneceği umudu ile dans ederek onu beklemiş. Onların hikayesi Budva’da gerçek aşkın ve bağlılığın sembolü olmuş. Bu bronz dans eden kız heykeli Sırp sanatçı Gradimir Alksic tarafından yapılmış.

Eski Şehir gezimizde bu heykel hemen karşımıza çıkmadığından, kaçırmamak için biraz dikkat gerekiyor. Eski Şehrin plaja açılan kapısından çıkınca plajın sağına, kayalıklara doğru deniz kenarında yürünerek dansçı kıza ulaşılıyor. 

Tarihi Kiliseleri Gezelim

Tarihi şehirde birçok kilise görebilirsiniz. Burada en önemli üçünden söz edelim.

Stevi Marija Kilisesi;  şehrin en eski kilisesi, tarihi 840 yılına kadar uzanmakta.

St. Ivan Kilisesi; Budva’daki en büyük Katolik kilisesi. Eski Bishop Sarayı’nın yanında.

Stevi Trojica Kilisesi; Kalenin yakınında bir Ortodoks kilisesi. Bu kiliseler küçük olan şehir gezintinizde karşınıza çıkacaktır. Açık olanları ziyaret edebilirsiniz.

Budva Plajlarında Deniz Keyfi Yapalım

Budva’da yarım günde belki daha kısa sürede Eski Şehri gezdikten sonra Adriyatik Denizi sularında serinlemek çok keyifli. Budva’da 30 dan fazla plaj sizleri bekliyor. Yine de çok talep gören bu tatil beldesinde haziran-ağustos ayları arasında plajların oldukça kalabalık olduğunu hatırlatalım.

Dar bir alanda yer alan Budva’nın her yeri plaj denebilir. Öncelikle hemen Old Town’un kuzey çıkışında küçük plaja giriş ücreti ödemeden havlunuzu serip ya da yandaki kafelerde bir şeyler atıştırıp yüzebilirsiniz.

Daha farklı plajları denemek isterseniz, yine yürüyerek bir çok geniş plajlara ulaşabilirsiniz. Hemen şehrin içindeki, eski şehre sadece 10 dakika yürüme mesafesindeki Mogren Plajı’nda, şezlong ve şemsiye kiralayabileceğiniz gibi kendi havlunuzla da uzanıp ücret ödemeden plajdan yararlanabilirsin. Budva’nın 6 km uzağında ve 1,2 km uzunlukta sahili olan Jaz Plajı‘nın sağ köşesi de çıplaklar için ayrılmış. Diğer popüler plajlara arasında yer alan Becici ve Rafailovici Plajları, daha sakin ve kum plaj tercih edenler için cazip plajlar olarak sayabiliriz.

Biz Budva’da plaj tercihimizi  ev sahibimizin önerisi üzerine Stevi  Stefan  Adası’nın önündeki halka açık plajından yana kullandık. Stefan Adası Budva fotolarında en çok görülen manzaralı yer. Aslında kara ile bağlantısı olan bir ada. 15.yy’da balıkçı köyü olan ada bugün özel sektör tarafından işletilen, sadece otel müşterilerinin girebildiği tatil köyüne dönüşmüş. Dünya çapında ünlülerin ziyaret ettiği, gecelik oda ücretlerinin çok yüksek olduğu otele, sadece karşıdan baksak da yanı başında yüzme şansına sahip olabildik. Stefan Adası Old Town’a 10 km uzaklıkta, arabası olmayanlar şehir içi otobüsler ile plaja ulaşabilirler.

Havai Adası‘nda yüzmek mümkün Budva’da. Şaşırtıcı değil mi? Karadağ’ın en büyük adası ve sadece kıyıdan bir km uzaklıktaki Saint Nicola Adası lacivert suları ve kumsalları ile Havai havası yaşattığı için Havai Adası olarak biliniyor. Adaya kıyıdan 3 Euro ücret ile teknelerle ulaşıp deniz keyfi yapabilirsiniz.

Budva Gece Hayatı ve Festivallerin Tadını Çıkartalım

Adriyatik kıyısının en hareketli, canlı ve eğlenceli kenti Budva. Çok sayıda gece klüplerinin, sokak eğlenceleri, müzik etkinliklerinin yanı sıra yaz festivalleri de popüler. Genellikle ağustos ayında düzenlenen Sea Dance Festivali Avrupa’nın en iyi 10 festivali arasında değerlendiriliyor.

Yeme İçme

Son yıllardaki popülerliği ile dünyanın her yerinden turist çeken Budva mutfağı da zenginleşerek klasik Balkan ve İtalyan mutfağının ötesine geçmiş. Öylesine ki, Türk  işletmesi Smyrna’da klasik kahvaltınız ile güne başlayabilirsiniz. Öğlen ve akşam yemeklerinde, Uzak Doğu’nun Tayvan mutfağından çorbalar, tavuklar, Balkan mutfağından cevabiler, İtalyan mutfağından pizzalar, risottolar, Rus mutfağından borç çorbaları ve daha fazlası bol çeşitlerle sunumlarda. Yukarıda bahsettiğim gibi biz ilk gecemizde marinada bir restoranda Uzak Doğu yemeklerini tatmıştık. Balkanlar gezimiz 15 günlük uzun bir gezi olduğundan cevabi köfteleri, kebapları başka ülkelerde, deniz ürünlerini de Kotor’da yemiştik. 

Son Söz

Budva Karadağ ve Balkanlar turunda mutlaka görülmesi gereken bir şehir. Öncelikle Adriyatik kıyısında en çok plajı olan, deniz güneş ve eğlence sevenler için tercih edilecek bir şehir. Karadağ’da Budva ve Kotor aralarında sadece 30 km bulunduğundan birinde geceleyip, diğerine günübirlik gitmek de mümkün tabi. Biz iki şehirden de vazgeçemedik, Budva’ya 2 gece Kotor’a 1 gece ayırdık. Daha çok güneş, deniz ve gece hayatı tercih ederseniz Budva’ya daha çok zaman ayırabilirsin. Budva’da eğlence ve denize doyduktan sonra, daha yeşil, sessiz ve sakin bir şehir olan Kotor’a geçebilirsiniz. Kotor Old Town daha büyük ancak o da yarım günde gezilecek bir yer. Bizim ayırdığımız süre iki yer için de ideal oldu.

Budva’da  iki gece kalmamıza rağmen Saint Nicola/Havai Adası’nı gezmemek tek eksiğimiz olabilir. Bir gün daha ayırabilse idik adada tepelere tırmanıp, berrak sularında yüzebilirdik.

Önceliğimizin daha çok tarih, kültür ve doğa olmasına, deniz tatili ve gece hayatı ikinci sırada yer alsa da, Adriyatik kıyısında ilk kez yüzdüğümüz Budva’yı çok sevdik. Görmeye, gezmeye, en az bir gün geçirmeye değer Budva’yı gezi planınıza aracı olduğumu ümit ederim.

Gönlünüzce gezmelere…

Venedik Gezi Rehberi II: Canal Grande – Dünyanın En Güzel Bulvarı

venedik

Venedik kendine has bir yer; ana karanın hemen yakınında 118 ada üzerine kurulmuş olan şehrin ana ulaşım ağını oluşturan kanallar Venedik’e eşi benzeri bulunmayan bir güzellik katmakta. Bu kadar ada var ama aslında Venedik’i Venedik yapan iki ada önemli. Artık birbiriyle tokalaşan iki el mi dersiniz, yoksa birbirini yutmaya çalışan iki balık mı; ama Venedik’in simge yapılarının yer aldığı, birbiriyle iç içe geçmiş gibi duran bu iki ada bir su yoluyla ayrılmakta; Canal Grande…

Burası, aslında Adriyatik Denizi’nin bir parçası ama birbirine çok yakın duran iki ada arasında akan bir su yolu gibi duruyor aynı zamanda. Biraz bizim İstanbul Boğazı gibi; Boğaz’ın eşsiz güzelliği ile kıyaslanamaz tabii; yapı olarak daha kısa, dar ve bulanık versiyonu, yine de çok çarpıcı. Bu biraz da tarihe yaptığı tanıklığı bugüne yansıtan binaların korunmuş olmasıyla ilgili tabii… Venedik geziniz sırasında mutlaka yapmanız gereken şeylerin başında Canal Grande’de bir tekne gezisi gelmeli. Şimdi sizi bu su yolunda bir gezintiye çıkacağım; yazımızın başrolü Canal Grande…Gezimize Santa Lucia Tren İstasyonu’ndan başlayacağız ve San Marco Meydanı’nda sonlandıracağız, bu arada neredeyse tüm Venedik’i görmüş olacağız.

Bu iki ada arasında S şeklinde kıvrılan 3.8 km uzunluğunda, ortalama 5 metre derinliğinde ve 30-90 metre arasında değişen eniyle Kanal, Venedik’in ulaşım trafiğinin en yoğun yaşandığı yer. Kanal boyu geziniz için en uygun seçenek 1 ve 2 numaralı ACTV hattı. Venedik’teki toplu ulaşım sistemi olan ACTV, ana karada otobüslerden, kanallarda vaporetti denen teknelerden oluşuyor. Özellikle Kanal’ın en başından sonuna kadar yavaş yavaş götürecek olan 1 numaralı hat, her durakta durduğu için tavsiye edilir. Ama ücreti çok ucuz değil. Bir bilet 7,50 Euro ve 75 dakika geçerli. Bileti aldıktan sonra iskelelerde bulunan makinelerde onaylatmanız gerekli. Venezia Unica kartı aldıysanız bu ücret daha da düşecek ama o başka bir yazının konusu… Ayrıca bu biletle hava alanına, 16 ile 19 hatlara ve Casino’ya gidemezsiniz. Ama daha makulü, gezinizin süresini dikkate alarak günlük biletler almanız. 

Kanal turunuz için başka seçenekler de var. Venedik yürüyerek gezmek için hem kolay hem de zor bir şehir. Mesafeler kısa ve hemen her şey birbirine yakın mesafelerde; bu kolay kısmı. Ama o çok yakın gördüğünüz yer ile sizin aranıza aniden bir kanal girince birdenbire yürümeniz gereken mesafe uzadıkça uzuyor. Zamanınız ve gücünüz varsa harika. Tabii Venedik’in fetiş simgesi gondollarla yapacağınız bir gezi çok şık olur ama saat ücreti yüksek. bunun seyri var, seferi var, bir de gondolcuya şarkı söyletirseniz gideceğiniz mesafe pek fazla olmaz ama ödeyeceğiniz fiyat katlanarak artar; şıklığın da bir bedeli var. Bir de traghettolar var ki, bunlar da gondol ama dolmuş şeklinde işliyor ve kanalda karşıdan karşıya geçmek için kullanılıyor; ama gondola bindiniz mi bindiniz, 2-3 dakika için olsa da… Tabii bir şık hareket de, kanal taksileri; taksiler gezilerinizde büyük esneklik sağlar ama bedeli 5 dakikalık yürüme mesafesi için 40-50 Euro’dan başlıyor.

3.8 kilometre uzunluğunda olan ama üzerinde Orta Çağ’dan bugüne uzanan köklü bir tarihe tanıklık eden Kanal boyunca yoğun bir gezi bizi bekliyor. Kanal, genel olarak 200 civarında malikane ve önemli kiliselere ev sahipliği yapmakta ama 13. yüzyıldan bugüne hala ayakta kalan bu malikanelerin her birinin ayrı, birbirinden ilginç hikayeleri var, anlatsak ciltler tutar; İstanbul’da elçilik yapmış ama ne Osmanlı’ya ne Venedik’e yaranabilmiş elçilerden Kıbrıs Kraliçelerine, bestecilerden yazarlara, Tanrı yoluna adanmış hayatlardan akla ziyan sefahat alemlerine kadar hepsi Kanalın dalgaları arasında hala fısıldanıp durmakta. Ama ben bu yazıda Kanal boyunca gördüğüm ve mutlaka sizin de görmenizi tavsiye edeceğim yerleri esas aldım. Daha sonra ‘Meraklısına’ bölümünde bazı malikanelerden içeri uzanıp öykülerine kulak vereceğiz, ilginizi çekerse… O zaman Pizzale Roma’dan 1 numaralı vaporettoya binip San Marco’ya uzanan tekne tutumuza başlayalım.

Köprüler

Büyük Kanal üzerinde dört adet köprü bulunmakta…Güneyde San Marco’ya en yakın yerde Ponte dell Accedemia, ortada Rialto, kuzeyde tren istasyonu karşısında Ponte Scalzi bulunmakta. Kanalın kuzey ucunda tren istasyonunu Piazzale Roma’ya bağlayan bulunan Ponte della Costituzione köprüsü var.

Piazzale Roma’dan aşağı ilerlerken ilk karşılaşacağımız köprü Scalzi; eskiden burada bulunan dövme demirden yapılmış bir köprünün yerine 1934’te yapılmış. Daha sonra Venedik’in önemli simge yapılarından, Kanalın ilk köprüsü Rialto karşılar sizi. Burada 12. yüzyıldan beri yapılan-yıkılan-çöken muhtelif ahşap köprüler varmış. 1444 yılında, buradaki köprü, Ferrara Markizi’nin düğün törenini izleyen kalabalığın ağırlığına dayanamayıp çökmüş mesela.

Daha sonra bir taş köprü yapılmasına karar verilmiş ve Michelangelo, Andrea Palladio, Jacopo Sansovino gibi isimlerin arasından sıyrılan soyadı köprü anlamına gelen Antonio da Ponte köprüyü yapmış. Burası şehrin en canlı yerlerinden biri. Gerek köprü üstündeki gerek çevresindeki hediyelik dükkanlarda her kalitede hediyelik eşya bulmanız mümkün. Köprü üzerindeki ana geçiş yerinin iki yanında kemerli pencereler ile yan yürüyüş yolları mevcut; buralarda harika Kanal manzarası seyredebilirsiniz. Kanal üzerinde bizi bekleyen en son köprü Accademia Köprüsü; 19. yüzyılda yapılan demir köprü yerine 1932’de geçici inşa edilen ama istek üzerine öylece korunan bu ahşap köprü San Marco Meydanı’na en yakın köprü. Rialto’nun yeri ayrı; hem alışveriş hem eğlence hem turistik gezi bölgesi. İki tarafta da birbirinden eğlenceli barlar, türlü kalitede lokantalar, kafeler bulunmakta… San Marco Meydanı ile birlikte Venedik’in çekim merkezi…

Kiliseler

Kanal boyunca uzanan kiliselerden gördüklerim, gidip de giremediklerim sırasıyla….

San Simeone Piccolo Kilisesi

Kanalın sağ tarafında isminin (piccolo) aksine çok geniş bir kilise olan ve biraz Roma’daki Pantheon’dan biraz Bizans kiliselerinden esinlenilen bu Katolik kilisesi 1738’de Neo Klasik tarzda yapılmış. Girişte mermer rölyef Aziz Simon’un Şehitliği Tablosu önemli. İşin açığı dış cephesi içinden daha etkileyici olan bir yer. Kiliseye giriş ücretsiz ama alt kattaki din adamlarının mezarlarına görmek için ödeme yapmak durumundasınız.

Mezarların görülecek bir tarafı yok, ortam eni konu bir korku filmi; elinize tutuşturulan mumun titrek ışığında aşağıya inip engebeli, karanlık bir labirentten geçerek lahitleri görüyorsunuz, mum söndü sönecek…Hiç gitmeyin diyeceğim ama görevli çok pis; içeri girince pat diye elektrikleri kapatıyor ve bir şey göremiyorsunuz, ancak mezarlık parasını öderseniz ışığı açıyor. Ferrovia iskelesi ile buraya ulaşabilirsiniz.

Santa Maria di Nazareth Kilisesi

Sol kıyıda, Scalzi olarak da bilinen bu görkemli kilise 17. yüzyılda çıplak ayaklı (scalzi) Karmelitler tarafından yaptırılmış. Tasarımını Longhena’nın yaptığı geç barok tarzdaki bu kilisenin içindeki renkli mermer ve ahşap işlemeciliği yanında heykel ve resimleriyle de ziyarete değer. Özellikle mermer burgulu sütunlu altarı yanında duvar resimleri büyüleyici. Orijinal tavan resmi ise 1915’teki bombardımanda hasar görünce yerine 1934’te Ettore Tito tarafından bugünkü resim yapılmış. Kilise’de Ruzzini ailesine ait bir şapel ile son dük Ludivico Manin’in mezarını bulunduğu Manin Şapeli muhteşem resimleri, bronz heykelleri ile görsel bir şölen sunuyor…Ferrovia iskelesinin tam karşısında. Hergün 07.00-19.00 saatleri arası ücretsiz ziyaret edilebilir.

San Geremia Kilisesi

Yine sol kıyıda Grande Canal ile Canale di Cannaregio köşesinde San Geremia Kilisesi, 11 yüzyılda yapılmış, ancak bir çok kez elden geçirilmiş, dış cephesi en son 1861’de son halini almış. Azize Lucia’nın naaşına ev sahipliği yapmasından dolayı önemli olan bu Katolik kilisesinin içi gayet sade… Aziz heykelleri ve freskleri ile süslenen kilisenin dış cephesi içinden çok daha göz alıcı. Ferrovia durağından buraya ulaşabilirsiniz; yol boyunca gayet hareketli bir alış veriş merkezi olan Rio Terra Lista di Spagna’dan geçeceksiniz… Ziyaret saatleri ise; pazartesi-cumartesi 09.00-12.00 ile 16.30-18.30, pazar 09.30-12.15 ile 17.30-18.30 arası, giriş ücretsiz.

San Marcuola Kilisesi

Yine sol tarafta dümdüz bir duvar gibi duran San Marcuola Kilisesi sanki tamamlanmamış gibi duran haliyle gözünüze çarpacak; 12. yüzyılda yapımına başlanan bu kilise 1736’da tamamlanmış ama dış cephesi bitirilememiş. Ben içini gezemedim ama Tintoretto’nun Son Akşam Yemeği görmeye değer deniliyor.

San Simone Profeta Kilisesi

Kanalın sağ tarafında ise San Simone Profeta olarak da bilinen Neo Klasik San Simone Grande Kilisesi yer alıyor; tarihi 967’e kadar gidiyormuş ama 18 yüzyılda bugünkü halini almış. Göremediğim kiliselerden…

San Stae Kilisesi

Sağ kıyıda süslemeleri, bezemeleri, heykelleri ile San Stae Kilisesi’ni göreceksiniz ama muhtemelen siz de benim gibi gezemeyeceksiniz çünkü ne zaman gittiysem kapalıydı. 1678’de Aziz Eustace için yapılan Kilise’nin içinde Tiepolo, Piazzetta ve Ricci’nin eserleriyle gayet göz alıcıymış ama ben sadece mermer heykellerle süslü ön cephesini görebildim. Kilise pazar hariç her gün 10.00-17.00 saatlerinde gezilebilirmiş; yalan… Şansınızı denemek isterseniz yanında San Stae iskelesi var, giriş ücretli.

Santa Maria della Salute Kilisesi

Eğer Kanal boyunca bir kilise gezeceğim diyorsanız o da Santa Maria della Salute Kilisesi olmalı. Büyük Kanal ile Canale della Zattere arasında bir yarımadada bulunan kilise, Venedik manzaralarının da vazgeçilmez bir parçası. Venedik’in girişinde gelenleri selamlayan bu devasa Kilise, 1630’da veba salgınının sona ermesi adına şükran duygularının temsili olarak Hz Meryem’e adanmış bir kilise. Longhena’nın yapımına başladığı Barok şahikası bu Kilise, kendisinin ölümünden sonra tamamlanabilmiş. Oymalı taş işçiliğiyle ve heykellerle süslü Kilisenin içinde de birbirinden değerli resimler ve heykeller yer almakta; altardaki Venedik’i hastalıktan koruyan Meryem ve çocuk İsa tasviri ile Giusto le Corte heykelleri, Tiziano’nun muhteşem tavan resimleri Kabil ile Habil, İbrahim’in Kurbanı, Davud ile Goliath, ayrıca duvarlardaki Azizler Kosmos, Damianos ile Sebastianus, Makama Getirilen Aziz Markos ayrı ayrı görülmesi gereken eserler…

Ayrıca vebadan kurtulmanın anısına her yıl 21 Kasım’da buradan başlayan bir tören de yapılmakta. Ziyaret saatleri her gün 09.00-12.00 ve 15.00-17.30 arası… Salute iskelesinden ulaşabilirsiniz. Kilisenin hemen arkasında ise kulesinde Fortuna ile bronz atlas bulunan 15. yüzyılda gemilerin kontrolü için yapılmış ve bugün Pinault’nun çağdaş sanat koleksiyonuna ev sahipliği yapan bina yer almakta. Kilise’nin karşısında, ana karadan ayıran kanalın öbür yakasında ise 9 yüzyılda kurulup yüzyıllardır dini merkez olarak hizmet vermiş, bugünse Gotik havalı küçük bir kilisenin ve revağının kaldığı Abbazia San Gregorio’yu göreceksiniz; bina bugün büyük ölçekli tabloların yenilendiği bir atölye olarak kullanılmaktaymış.

Müzeler

Pizzale Roma’dan geliş yönü itibariyle Kanal’da bulunan müzeler… Venedik’te müzeler pahalı ancak neredeyse tüm önemli müzeleri kapsayan türlü promosyonlar var ama o diğer konularla birlikte başka bir yazının konusu…

Fondaco dei Turci-Türk Hanı

Türk Hanı olarak bilinen bu yapı, daha Venedik’e gitmeden dikkatimi çekmişti. 13. yüzyılda yapılan yapı, 1381 yılında Venedik Cumhuriyeti tarafından satın alınıp Ferrara düküne tahsis edilmiş, daha sonra ise şehre gelen önemli kişiler için bir konuk evi halini almış. İsim Arapça konaklanacak yer anlamına gelen Funduk’tan Fondaco’ya dönüşmüş. Türk kısmı ise belki de taa 1573 Osmanlı Venedik savaşlarına kadar gitmekte… Özellikle 1571’deki İnebahtı Savaşı sonrası Venedik’te Türklerin kaldığı yerlere ‘Türklere ölüm’ diye yazmaya başlamışlar; artık ne demeli, tarih tekerrür etmiyor, olduğu yerde kımıldamadan duruyor… Neyse, 1621’de Venedik Senatosu, Osmanlı tüccarları korumak ve bir arada tutmak için bu binayı kendilerine tahsis etmiş. Amaç artık korumak mı, yoksa hepsini el altında tutmak mı diye düşünüyor insan ama Osmanlının o dönemdeki gücü düşünülürse bir ticari bağın kopmaması yönündeki çaba olarak görülebilir tabii. Böylece saray, Osmanlıların kaldığı, depo olduğu kullanıldığı bir yer haline dönmüş; hatta o dönemde içine mescit ve hamam bile yapılmış. Hatta rivayete göre, o dönem burası (Osmanlı toprakları hariç) Avrupa’da Müslümanların ibadet edebileceği tek yermiş.

Ama buranın da belli kuralları varmış; giriş geliş saatlerinden yanında kadın, silah getirmemeye kadar… 1797’de Venedik Cumhuriyeti’nin ortadan kalkmasıyla yapı da el değiştirip özel şahsa geçmiş, bu da binadaki Türk varlığının sonu olmuş. Gerçi Saraydan Türklerin tamamen çıkması 1838 yılını bulmuş ama bu arada yapı, neredeyse metruk hale gelmiş. Bu dönemde Saray restorasyona girmiş ama ne restorasyon… İnce sütunları, kemerli bağlantılarıyla Bizans ve Venedik Gotik’inden izler taşıyan binanın çatısına kubbeler, kuleler eklenmiş. Saray daha sonra Correr Müzesi’ne ev sahipliği yapmış, 1923’den itibaren de Venedik Doğa Müzesi olarak ziyarete açılmış. Şimdi bir zamanlar Türklerin nefesinin hakim olduğu binada 700 milyon yıla yayılan bir dönemde dünyanın konuğu olmuş bitki, hayvan, çok çeşitli canlı sergilenmekte… Tabii binanın içinde, eski dönemlerden eser kalmamış; onun yerine bazen tropik orman, bazen çöl havası taşıyan doğal ortamlar yaratılmış. Müzede doldurulmuş hayvanlar, fosiller, deniz kabukluları, kuşlar, ne ararsan var. 7 metre uzunluğundaki ouranosaurus nigeriensis ile timsahların atası olarak kabul edilen sarcouchus imperator’un iskeletleri özellikle dikkat çekici. Müze, kasım-mayıs aylarında salı-cuma 09.00-17.00, cumartesi-pazar 10.30-17.00; haziran-ekim aylarında salı-cuma 10.00-18.00, cumartesi-pazar 10.30-18.00 saatlerinde ziyaret edilebilir, pazartesileri kapalı. Giriş ücretli. San Stae durağından ulaşabilirsiniz.

Ca’Pesaro

Kanal’ın en göz alıcı binalarından olan çift sıra sütunlu mermer ön yüzüyle Ca’ Pesaro, 1710’da yapılmış. Pesaro ailesine ait bu muhteşem barok şahikası yapı, Pesaro ailesinden sonra Gradenigo ailesine geçmiş, 1830’da ise Ermeni Mekhitaristler’in okulu olarak kullanılmış. Binanın Bevilacqua ailesine geçmesi ile kaderi değişmiş; düşes Felicita Bevilacqua Masa yapıyı 1898’de Modern Sanat Müzesi olarak kullanılmak üzere bağışlamış ve 1902’de Venedik Biennali sırasında Modern Sanat Merkezi olarak kullanılmış. Bina kendi başına bir sanat eseri; mermer işlemeleri yanında, Bambini, Pittoni, Crosato, Trevisani, Brusaferro elinden çıkma tavan süslemeleri ve freskleri bile binayı görmek için ziyaret etmeye değer hale getiriyor. Pesaro ailesinin koleksiyonunu oluşturan Vivarini, Carpaccio, Bellini, Titian, Tintoretto, Giorgione gibi 17. ve 18. yüzyıl Venedikli ressamların eserleri de Sarayın değerleri arasında. Ayrıca 1950’lere kadar düzenlenen biennallerdeki eserler de burada sergilenmekte. Tabi Saray, bir modern sanat müzesi olarak çağdaş sanatçıların eserlerine de ev sahipliği yapmakta.

Venedik tarzı cam sanatı ile 19. ve 20. yüzyıl İtalyan ressamları yanında Bonnard, Miro, Matisse, Klimt, Kandinsky, Klee gibi modern sanatın klasikleşmiş isimlerinin eserleri görülebilir. Bunların yanında daha da modern bazı eserler var ki, onlar benim için çok fazla modernler, hele kadın partizan isimli çalışmayı görünce bizim yıllardır dilimizden düşmeyen ‘Chiao Bella’ bu muydu yani, diye düşünmedim değil.

Ca’ Pesaro ayrıca bir uzak doğu eserleri sergisini de barındırmakta. Saray’ın Museo Orientale kısmında Bardi Kontu’nun 19. yüzyılda Japonya ve Çin’e yaptığı seyahatlerde topladığı ve ince porselen işçiliğinden görkemli paravanlara, silahtan dokumaya kadar bir çok örneği içeren sergisi de görülmeye değer. Müze, kasım-mart 10.30-16.30, nisan-ekim 10.30-18.00 saatlerinde ziyaret edilebilir, pazartesileri kapalı, giriş ücreti. Saraya gelmek için San Stae iskelesini kullanabilirsiniz

Palazzo Mocenigo

San Stae kanalının Büyük Kanal’a açılan köşesinde bulunan bu Saray, 1414-1778 yılları arasında içinden yedi dük çıkarmış olan Venedik’in en köklü ailelerinden Mocenigoların Sarayı… Gotik havalı bu yapı 17. yüzyılda yeniden yapılmış. Ailenin son üyelerinden Alvise Nicolo 1945’te Sarayın bir sanat galerisi haline getirilmesi şartıyla Venedik şehrine bağışlamış, 1985’te ise burada tekstil-kostüm ve parfüm çalışmaları merkezi kurulmuş. 18. yüzyıldaki haliyle korunmuş Sarayı gezerken sanki dönem filmleri çekilen bir film platosunda dolaşıyormuş gibi oluyorsunuz. Eğer bu aile hakkında daha fazla bilgi edinmek isterseniz tavanlardaki fresklere bakın çünkü aile bireyleri ile ilgili önemli anlar tasvir edilmekte. Saray, 18. yüzyıl aristokrat yaşamına ışık tutuyor; birbirine geçmeli odalardaki Venedik tabloları, yemek masası düzenlemeleri, parfüm şişeleri, biblolar, kristal avizeler, ahşap oymalı kapılar gerçekten etkileyici. Müze, pazartesi hariç her gün, kasım-mart aylarında 10.30-16.30, nisan-ekim aylarında 10.30-17.00 saatlerinde ziyaret edilebilir. Giriş ücretli. San Stae durağında inerek ulaşabilirsiniz.

Ca’d’Oro

Venedik’te Gotik tarzdan Rönesans tarzına geçişin en iyi örneklerinden olan bu Saray, adeta taştan bir dantel gibi Kanalı süslemekte. İçinden 1043-1676 arasında 8 dük çıkarmış olan Containi ailesi tarafından 1428-1430 yılları arasında yaptırılan Saray, ön cephesindeki kaşkemerli pencereleri, İslam etkisi taşıyan yuvarlak kemerleri, ince mermer işçiliği ile Kanalın en ilgi çeken yapılarından. Ön cephesindeki yaldızlı, kızıl-altın varakları nedeniyle altın ev olarak anılan Sarayın bir diğer adı da Palazzo Santa Sofia. Saray 1927’den beri Giorgio Franchetti’nin koleksiyonuna ev sahipliği yapan bir müze. Ama bundan önce, 1846’da Rus Prens Troubetzkoy tarafından alınıp balerin Marie Taglioni’ye hediye edilmiş ve o sırada Saray gitmiş gelmiş; artık balerinin kafasına ne estiyse, Gotik merdivenleri, taş işçilikleri, kuyu başı düzenlemesini ve bir sürü şeyi kaldırıp atmış.

Hadi biz sanatçı eserikliği diyelim ama bazıları buna vandalizm diyor. Neyse ki 1894’te Baron Giorgio Franchetti satın almış ve Sarayın yaralarını sarıp aslına uygun restore ettirerek bir de harika bir müze haline getirmiş. Saray’ın girişindeki avlu bile başlı başına bir ziyaret nedeni. Tabanı kaplayan mozaikler, Bon’un oymalarla süslü kuyu başı insanı daha fazlasını görmeye davet ediyor. Birinci katta Venedikli ressamların eseri yanında heykeller de görülebilir. İkinci katta Tiziano’nun Venüs’ü, Guardi’nin Venedik resimleri yanında goblenler, seramik eşyalar da sizi bekliyor. Balkonunun kanal manzarası ise nefes kesici. Bu Sarayı ne yapın edin gezin; Ca’d’Oro iskelesinden ulaşabilirsiniz, pazarları kapalı ama salı-pazar 08.15-19.15, pazartesi 00.15-14.00 arası ziyaret edebilirsiniz ama ücret ödeyerek…

Ca’ Rezzonico

Büyük Kanalın bu görkemli Gotik Sarayı, 1934’ten bu yana ’18. yüzyıl Venediki’ konseptinde bir müze olarak kullanılıyor. Bu sarayın yapımına, Venedik sanat tarihinde adını sık sık duyacağımız, Baldassare Longhena tasarımı esas alınarak Bon ailesi için 1667’de başlanmış ama Bon ailesinin serveti ancak ikinci kata kadar yetmiş. Daha sonra 1712’de Cenovalı Rezzonico ailesi tarafından satın alınıp Giorgio Massari’ye tamamlatılmış. Zamanının en şık baloları, şölenleri bu dönemde yaşanmış. Hatta 1888’de şair Robert Browning, oğlu Pen tarafından alınan yapının eğlence ve konforuna methiyeler düzmüş ama tadını pek çıkaramadan ölmüş. Ama Saray’dan ilham alan başka sanatçılar da var; Cole Porter 1926-1927’de burada kalmış.

Haliyle Sarayın en görkemli yeri Massari elinden çıkma büyük balo salonu. Devasa salonun tavan freskleri, ışıklar saçan avizeleri, oymalı mobilyaları Saray’ın şaşaalı geçmişini yansıtıyor gibi. Hoş, sarayın dekorasyonunda başka saraylardan getirilen eserler de kullanılmış. Salonda özellikle Tipolo’ların tavan freskleri ile duvar resimleri dikkate değer. Ayrıca Saraydaki resimler arasında Longhi imzalı Venedik’in gündelik hayatına yer veren eserler ilginizi çekebilir. Venedik’in Avrupa’nın yıldızı olduğu dönemlere tekabül eden 18 yüzyılda, soyluların yaşamlarına tanık olmak isterseniz; kasım-mart arası 10.30-16.30,nisan-ekim arası 10.30-17.30 saatlerinde ücret ödeyerek gezebilirsiniz, salı günleri ise Müze kapalı. Buraya ulaşmak için Ca Rezzonico durağında inmeniz gerekiyor.

Gallerie dell’ Accademia

Venedik’te, hele resim ile ilgiliyseniz, kaçırmamanız gereken bir yer de Accademia. Bizans dahil Orta Çağ sanatından başlayıp Rönesans ve Barok’a uzanan bir dönemin eserleri, sizi geçmişte bir yolculuğu çıkaracak, hem de o dönemlere ait bir yapı olan Scuola della Cartia’da…Bu koleksiyon Venedik Cumhuriyeti yönetimi tarafından yapılan bir düzenleme ile 1750’de ressam Giovanni Battista Piazzette tarafından Accademia di Belle Art di Venezia adıyla oluşturulmuş; resim okulu sanatçılarının eserleri o dönemde Fonteghetto della Farina’da sergilenmiş. 1807’de Napoleon öneminde bu koleksiyon, Scuola della Carita, Santa Maria della Carita Kilisesi ve Canonici Manastırına taşınmış. Koleksiyon, birçok kilise ve manastırlardan toplanan eserlerle zenginleştirilmiş. Bizans etkisindeki Venedik Okulu bölümünde Paolo Veneziano ile Michele Giambono’nun ‘Kutsal Bakire’nin Taç Giymesi’ resimleri öne çıkıyor. Rönesans bölümünde ise Bellini ailesinin eserleri göz alıcı… Zaten Bellini’ler Venedik’te sık sık karşımıza çıkıyorlar.

Ayrıca Jacopo Tintoretto’nun ilk baş yapıtlarından ‘Kölenin Mucizesi’ önemli. Barok bölümde öne çıkanlar ise Bernardo Strozzi ile Giambattista Tiepolo… Ayrıca Venedik’in 16 yüzyıl sonlarındaki görünümü ve yaşantısıyla ilgili resim serisi de Galerinin önemli eserleri arasında. Öte yandan dönem heykelleri de burada görülebilir. Galeri’nin bulunduğu Scuola della Carita, Venedik’teki en eski altı scuola’dan biri, 1260’da kurulmuş ama yapım tarihi 1343’e kadar gidiyor, ön yüzü ise 1441’de Bartolomeo Bon tarafından yapılmış. Scuola’lar Venedik’e özgü bir nevi vakıfmış; 13 .yüzyıldan itibaren azınlıkların ve meslek kuruluşlarının birbirini desteklemek için kurdukları örgütlenmelermiş, aralarından bazıları parayı bol bulunca gösterişli binalardaki sanat merkezleri haline dönüşmüş. Söylemeye gerek yok; yapının duvar ve tavan resimleri, oymaları ayrıca göz alıcı. Bu muhteşem müzeye Accademia durağını kullanarak gelebilirsiniz; giriş ücretli, salı pazar 08.15-19.15, pazartesi 08.12-14.00 arası ziyarete açık.

Peggy Guggenheim Müzesi

Dünyadaki diğer Guggenheim’lar ile aynı mantıkla bir modern sanat galerisi olan Müze, 18. yüzyıl tarihli Palazzo Venier dei Leoni’de yer almakta. Bu palazzo, dört katlı olarak planlanmış ancak sadece ilk katı tamamlanmış. 1949’da burayı satın alan Peggy Guggemheim’ın koleksiyonu çift kanatlı bu binada sergilenmekte. Modern sanat akımlarının her birinin nadide örneklerinin görülebildiği Müzede, bir oda, P.Guggenheim’ın keşfedip desteklediği Jackson Pollock’ın eserlerine ayrılmış.

Aynı zamanda kocası olan Max Ernst’ün eserleri yanında, Müzede Picasso, Miro, Magritte, Kandinsky, Mondrian, Malevich gibi ressamların resimleri de görülebilir. Ayrıca çağdaş heykel örnekleri de Müzenin koleksiyonları içinde; heykeller içinde özellikle Marino Marini’nin Angelo della Citta’sı dikkatinizi çekecektir, artık ben anlatmayayım, şehrin meleğinin ne durumda olduğunu siz gidip görün…Guggenheim’a Accademia iskelesinden ulaşabilirsiniz; salı günleri kapalı, diğer günler 10.00-18.00 saatleri arasında ziyaret edebilirsiniz, giriş ücretli.

Diğer Yerler

Kanal boyunca genel olarak kiliseler, malikaneler arasından geçerek dolaşıyorsunuz, malikanelerin çoğu ziyarete açık değil, özel kullanımda; bunun dışında otel, bir kurumun idari merkezi ya da müze olarak kullanılanlar da var. Bunlar dışında kalan yerlere ise bu bölümde değindim.

San Giacomo di Rialto

Rialto köprüsünün sol ayağının bitiminde bulunan bu değişik görünümlü minik kilise, rivayete göre 421’de yapılmış ama kayıtlara geçen tarihi 1152 imiş. Kendine has Gotik havaya sahip Kilisenin kulesindeki saat, zamanı kafasına göre gösteriyormuş. İnsanın bağrına basacağı bu sevimli, kendine has yapı ve çevresindeki barlar da ayrı bir çekim merkezi. Burası bir müzik müzesi olarak kullanılıyor ve ücretsiz gezilebiliyor.

Mercato del Pescheria

Rialto Köprüsü’nün yanındaki pazar meydanı sebzeden balığa ne ararsanız bulabileceğiniz bir yer. 1250’lerden beri şehrin en canlı pazarı ama erken saatlerde açılıp öğlene doğru kapanıyor, onun için erken davranmanız gerek… Erberia, sebze ve meyve pazarı; yanında da Pescheria denen balık pazarı var. Pazar günleri kapalı. Daha taze, daha ucuz ve daha renkli… Zamanı uydurabilirseniz uğrayın.

Fondaco dei Tedeschi

Alman tacirlerin hem depo hem de konaklama ihtiyaçları için kullandıkları bina, hemen Rialto Köprüsü’nün sol tarafında yer almakta ve bugün sükseli bir mağazaya ev sahipliği yapmakta; şaraptan eşarpa her şey var ama bir şişe şarap 900 euroydu, haberiniz olsun. Bina 1228 yılında yapılmış ama atlattığı yangın sonrası 1508’de Rönesans tarzda yeniden yapılmış. Şimdilerde pahalı markaların renklendirdiği bina, yıllar içinde Giorgione, Titian, Tintoretto gibi sanatçıların eserlerinin yok olmasıyla esas rengini kaybetmiş. Ama bizi ilgilendiren buranın terası… Teras manzarası bir harika, tüm kanala hakim bir noktada. Ama çıkmak için randevu almanız gerek, ya Mağazanın içindeki sistemden ya da internetten… Sadece 15 dakika o manzarayı yudumlamanıza izin var; size tavsiyen güneş batışı saatlerini tercih edin, günün kızıllığı Kanala vururken iyi ki şu geveze adamın yazdıklarını okumuşum diyeceksiniz…

Size tavsiyem bu tekne gezisini bir gündüz bir de gece yapın; geceleyin özellikle dolunay varsa ay ışığının malikanelerin şık kristal avizelerinden yayılan ışıklara karışıp Kanal sularına oynaşmasını seyretmek, o ışık yanan pencerelerden eski günlerin şaşaasından bugüne kalan görkemi görmek ayrı bir deneyim… Artık tekneden inme vakti, bu yazımızın da sonu demek. Ama Kanal’ın öyküleri bitmiyor. Eğer o öykülere kulak vermek isterseniz ‘Meraklısına’ kısmına bir göz atın…

Meraklısına Kanal Öyküleri

Büyük Kanal aslında Venedik tarihinin bir özeti; bazı malikaneler şık, bakımlı, bazıları metruk ama hepsi gezilesi yerler… Bir Venedik gezisi, belki bu malikanelerin hepsini gezmemize yetmez, gerek de yok zaten ama tekne turu boyunca önünden geçtiğimiz yerler hakkında kısa bilgiler, oranın öyküleri ilginç olabilir belki… Rotamız 1 numaralı vaporetto hattı…

Vaporetto 1 Numaralı Hat Durakları

Bu hat Piazzale Roma ile Lido arasında çalışmakta ama bizi ilgilendiren duraklar: P.Roma-Ferrovia-Riva de Biasio-San Marcuola(Casino)-San Stae-Ca’d’Oro-Rialto Mercato-Rialto-San Silvestro-San Angelo-San Toma-Ca’Rezzonico-Accademia-Giglio-Salute-San Marco… Bu duraklarlar Ferrovia, Rialto, Accademia duraklarında yukarı ve aşağı yönler için birbirine yakın ama farklı duraklar bulunmakta, dikkat etmenizde fayda var, diğerleri aynı duraktan yukarı ve aşağı yönlere gidilebiliyor.

Palazzolardan Öyküler

Önce sağda Palazzo Diedo’yu göreceğiz; 18 yüzyıl sonuna ait bu Neo klasik malikanede, Venedik Cumhuriyeti’nin donanmasının son komutanı doğmuş. San Simone Piccolo Kilisesi’nin yanında ise 16 yüzyılda yapılmış Rönesans sarayı, Palazzo Foscari-Contarini var; büyük dük Francesco Foscari’nin ait olduğu ailenin sonraki kuşaklarına ait bir saray. Francesco Foscari, 1450’lerde ki İtalya’da diğer şehirlerle savaşmaya kafayı takmış, İstanbul’un fethi bile onu bu saplantısından vazgeçirmemiş. Aynı sırada biraz ilerde ise Palazzo Gritti’yi göreceksiniz. Burası 16 yüzyılın entelektüel düklerinden Andrea Gritti’nin üyesi olduğu ailenin malikanesi olarak 1525’te inşa edilmiş ama Andrea Gritti buranın keyfini süremeden ölmüş. Andrea Gritti, 1497’de İstanbul’a Venedik elçisi olarak gelmiş ve Osmanlı Sarayı ile yakın ilişkiler kurmuş. Bu ilişki çok da kolay bir ilişki olmamış galiba; Osmanlı topraklarında casus diye hapse de girmiş, Venedik’te ‘Osmanlı Yaltakçısı’ olarak da anılmış. Yine de İstanbul günleri renkli geçmişe benzer; üç kadınla yaşamış ve gayrimeşru oğulları İstanbul’un sefasını sürmeye devam etmişler. Scalzi Köprüsü’nün solunda Palazzo Calbo Ctotta’yı göreceksiniz; 14 yüzyılda Calbo ailesinin malikanesi olarak Gotik tarzda yapılıp 17 yüzyılda bugünkü Rönesans tarzındaki halini almış, bir çok kez el değiştirmiş, en son Ctotta ailesine geçmiş, halen özel daireler halinde kullanılmaktaymış. Yanında ise 17 yüzyılın önde gelen Sardi’nin eseri olan Palazzo Flangini görülebilir; bu barok yapı içerisinden cardinal çıkarmış olan Kıbrıslı Flangini ailesi için yapılmış. San Geremia Kilisesi’nin hemen yanında Canale di Cannaregio tarafında Palazzo Labia yer alıyor; 17-18 yüzyılda yapılan bu barok sarayın balo salonu freskleri göz alıcıymış ama ziyaret saatleri çok kısıtlı olduğu için ben göremedim. Bu arada Campo San Geremia bölgesi alışveriş için çok uygun bir yer, aradığınız şeyleri daha ucuza burada bulabilirsiniz. Palazzo Labia’nın baktığı Canale di Cannaregio üzerinde, tam karşıda yer alan Palazzo Querini’nin ön cephesindeki aile arması dikkat çekici; Querini ailesinin koleksiyonları ise Fondazione Querini Stampalia’da sergilenmekte… Hemen yanında ise, aile armasındaki kalplerden dolayı Kalpler Evi olarak bilinen Ca dei Curoi bulunuyor. Karşıda sağ kıyıda ise Palazzo Dona Balbi’yi görebilirsiniz; sade görünüşlü bu 17. yüzyıl malikanesi, evlilikle birleşen iki büyük Venedik ailesinin ismini taşıyormuş. Türk Hanı’nın hemen yakınında Fondaco del Megio dikkatinizi çekecek. Tam taş surat bir bina; burası 13 yüzyılda tahıl ambarı olarak yapılmış, Venedik simgesi Aziz Markos Aslanı ise sonradan eklenmiş, şimdi ise ilkokul olarak kullanılmaktaymış. Buranın hemen yanında sivri kuleleriyle dikkatinizi çekecek Palazzio Belloni Battagia var; 17. yüzyılda Venedik aristokrasisine giren Belloniler için Longhena tarafından yapılmış, süslü ön cephe işçiliğiyle Barok’un hakkını veren bir malikane… Yanındaki Palazzo Tron ise 16 yüzyılda Tron ailesi için inşa edilmiş, bugünse Üniversite bünyesinde kullanılmakta; aileden bir dük çıkmış ve bir çok da devlet adamı, Bavyera Elektörü Maximilian da 1684’te burada kalmış ama en çok 1775’te İmparator Joseph II için verilen balo ile ünlüymüş. Karşıda sol kıyıda başka Palazzo Vendramin Calergi mutlaka diğer binalar arasından sıyrılarak dikkatinizi çekecektir çünkü burası şehrin en sükseli kumarhanesi; Mauri Coducci’nin tasarladığı bu erken dönem Rönesans binası Loredan ailesi için yapılmış ama el değiştirip en son Calergi ailesine oradan da Şehir Yönetimine geçmiş, binanın kötü anlar barındırması normal, kumarhanede kaybedenlerin yürek acıları yeter ama hatırlanan en kötü anısı, Wagner’in burada ölmesi, hatta anısına 1995’te bina içinde küçük bir müze de açılmış ama buraya ulaşmak biraz sorunlu, normal iskeleden buraya gelemiyorsunuz, cebiniz dolu olarak özel gondollarla ancak… Tesadüfe bakın ki hemen yanındaki Gotik tarzdaki 1485 yapımı Palazzo Marcello ise, bir başka bestecinin, Benedetto Marcello’nun doğduğu yermiş. Onun yanında içinden bir dük çıkarmış önemli aristokrat ailelerden Erizzo ailesi için yapılmış Barok görünüşlü Palazzo Erinzo, bugün özel mülk ama içinde Osmanlılara karşı savaşan Paolo Erizzo’nun resimleri mevcutmuş. Sol kıyıdaki yan yana dizilen malikanelerden biri de Palazzo Emo 17.yüzyılda ünlü Venedikli generalin ailesi için yapılmış; hem Grande Canal hem Rio della Maddalena’ya cephesi olan sade bir yapı. Karşı kıyıda sağda ise, San Stae Kilisesi… Burada dikkati çeken bir yer de 15 yüzyılda yapılmış olan Gotik Ca’ Foscari… Gezimiz Ca Pesaro ile aynı sırada olan ve adını Kıbrıs Kraliçesi Caterina Cornora’dan alan Ca’ corner della Regina’nın önünden geçerek devam edecek. Kraliçe olmuş ama kaderi kötüymüş Caterina’nın; Kıbrıs Kralı II James’in eşi olan Caterina, evlendikten kısa süre sonra dul kalınca 1489’a kadar kraliçe olarak hüküm sürse de sonra bir ‘Venedik kızı’ olarak adayı Venedik Cumhuriyetine vermeye mecbur bırakılmış, işte o kraliçe Barok tarzdaki bu malikanede yaşamış. Hemen yanında ise bugün Hotel Cassiano olarak kullanılan ressam Giacomo Favretto’nun evi Casa Favretto yer almakta. Buranın hemen karşısında ise yine bir otel olan 16 yüzyıl freskleri hala görünebilen Palazzo Barbarigo bulunuyor. Hemen yanında da Rönesans tarzındaki Palazzo Gussoni Grimani Della Vida; 16. yüzyıl ortalarında Gussoni ailesi için yapılan bu Saray en son Della Vida ailesi tarafından alınmış. Bir başka görkemli saray, Palazzo Fontana Rezzonico da hemen yanında yükselmekte; bu kırmızı renkli 17. yüzyıl binası Papa Clement XIII doğduğu yermiş. Yanındaki Neoklasik tarzdaki Palazzo Miani Coletti Giusti’yi geçince bence Kanal’ın en çarpıcı yapılarından biri olan Ca’d’Oro’ya varıyoruz. Gezimize devam ederken 14. yüzyıla ait Bizans-Gotik tarzındaki Palazzo Sagredo’yu göreceğiz, burası şimdi bir otel. Dük Marco Foscari’nin evi olan Palazzetto Foscari’yi geçtikten sonra Barok tarzındaki Palazzo Michiel dalle Colonne’yi görürüz; revaklarıyla dikkat çeken bu yapı bir çok kez el değiştirmiş ve 17. yüzyıldaki sahibi Mantova Dükü zamanında burası ahlaksızlık yuvası olarak anılır olmuş, tombul hanımlara olan düşkünlüğüyle zamanının din adamlarını çileden çıkarmış. Yanındaki aslında Gotik tarzda olan Palazzo Michiel del Brusa ise 1774’teki yangından sonra yeniden yapılmış, bugünse sanat sergilerine ev sahipliği yapmaktaymış. Yanında ise yine otele dönmüş bir malikane bulunmakta; 18 yüzyılda İngiltere’nin elçisi Joseph Smith için klasik tarzda yapılmış olan muhteşem Palazzo Mangili Valmarana. Hemen yanında da Kanalın belki en eski yapısı olan Ca’da Mosto; 13. yüzyılda Venedik-Bizans tarzında Mosto ailesi için yapılmış, Portekiz’e esir taşıyan ünlü denizci Alvise da Mosto burada doğmuş ve 16-18. yüzyıllarda otel olarak kullanılmış olan yapı halen boşmuş. Karşısındaki Palazzo Mortosini Brandolin ise, soylulukları 9. yüzyıla kadar inen Morisine ailesine ait bir malikane…Yanındaki Tribunale Fabrika Nuove ise 1555’de Sansovino imzalı Pazar yeri olup bugün Mahkeme binası olarak kullanılmaktaymış. Yanındaki Rönesans tarzındaki Palazzo Grimani bugün temyiz mahkemesi olarak kullanılsa da, 1556’da Rönesans tarzında Vali Giramolo için yapılan bir yapıymış. Yanındaki 19. yüzyılda otele dönüştürülen Ca’Corner Martinengo Rava’ nın konukları arasında yazar James Fenimore Cooper’da varmış. Yanındaki ikili binalar Palazzo Farsetti ile Palazzo Loredan 12. yüzyılda inşa edilmiş, 18. yüzyılda birleştirilmiş, bugünse Şehir Meclisine ait; Venedik manzaraları ile ünlü Canova, zamanında buradaki okulda yetişmiş. Yanındaki Casetta Dandola 1192-1205 arasında Dük olan Enrico Dandolo’nun doğduğu yermiş. Sonra gelen Palazzo Bembo; 15 yüzyılda Gotik tarzda soylu Bembo ailesi için yapılan ama defalarca tadilattan geçen bir malikaneymiş, Rönesans kardinali Pietro Bembo’nun da doğduğu yermiş, bugün çağdaş sanat sergileri yer almaktaymış. Bir 13. yüzyıl yapısı olan Palazzo Bolani, 16. yüzyılda şair Pietro Ariteno’nun yaşadığı yermiş. Rialto’ya gelmeden bu kıyıdaki son malikane ise Palazzo Manin- Dolfin, 1540’da Sansovino tarafından yapılmış ama bugüne sadece Klasik ön cephesi ulaşmış. Karşı kıyıdaki aynalı holüyle ünlü 1560 yapımı Rönesans tarzındaki Palazzo Papadopoli’nin yanında bulunan Palazzo Barzizza 13 yüzyıldan kalma ön cephesiyle bizi selamlamakta. Rialto’nun kıyısındaki köşeli yapı Palazzo Camerlenghi ise 1488’de yapılmış, üstü maliye idaresi, altı ceza eviymiş. Rialto’dan sonra sağ kıyıda yüzyıl yapısı olan Palazzo Capello Malipiero 1622 yılında yeniden inşa edilmiş ama hala odalarında genç Casanova’nın maceralarının fısıldandığı duyulabilirmiş, 15 yaşındaki Casanova renkli hayatının başlangıcını burada yapmış. Yanındaki Palazzo Grassi ise 1730’larda inşa edilmiş, 1984’te Fiat tarafından alınıp sanat galerisine dönüştürülmüş. 13 pencereli yer olarak bilinen Palazzo Moro Lin, 1670’de ressam Pietro Liberi için iki Gotik yapının birleştirilmesiyle oluşturulmuş. Aynı sıradaki Palazzo Mocenigo ise dört palazzodan oluşmuş, 1818’de Byron burada kalmış. Karşı kıyıda ise Palazzo Giustinian, 1858-1859’da Wagner’in kaldığı ve Tristan ve Isolde’yi yazdığı yermiş. Yanındaki Ca’ Foscari, 1437’de Dük Francesco Foscari için yapılan bina bugün Üniversite’ye aitmiş. Aynı sıradaki Palazzo Balbi’de ise Napoleon 1807’de şerefine düzenlenen yarışları buradan izlemiş. 17. yüzyıl başına ait Klasik bir yapı olan Palazzo Grimani’den sonra Rio San Polo’nun köşesindeki Rönesans havalı Palazzo Persico ise Lombarda usulü 16. yüzyıla ait bir malikaneymiş. Yanında bulunan 1560 yılında terası ile ünlü olan Palazzo Barbarigo della Terrazza’ daki Titian resimleri 1850’lerde Çara satılmış ve bugün Hermitage Müzesinde sergilenmekteymiş. Palazzo Capello Layard ise Ninova’yı bulan arkeolog Sir Austen Henry Layard’a aitmiş. Karşısındaki Gotik Palazzo Garzoni ise bugün Üniversite’nin mülkiyetindeymiş. Aynı sıradaki Palazzo Corner Spinelli Mauro Coducci’nin eseri olup 16. yüzyıl başında yapılmış ve dönemin örnek yapılarından biri olarak gösterilmiş. Sonra gelen 15. yüzyıla ait Gotik Palazzo Loredan, 1752-1762 arası Dük olan Loredan’ın eviymiş. Sonra da 1609 yapımı Palazzo degli Scrigni görülüyor; buranın konukları arasında Lady Diana da varmış Karşısındaki Palazzo Falier ise, 1355’te vatana ihanet suçundan dolayı başı kesilen Dük Marino Faliero’nun eviymiş; bazıları eşinin onurunu koruduğunu, bazıları rejim değiştirmeye çalıştığını iddia etmiş ve bu olay Byron ve Casimir Delavigne romanlarına, Donizetti operasına konu edilmiş. Aynı kıyıda Accademia’nın hemen yanındaki Palazzo Franchetti Cavalli ise, Avusturya Friedrich’in 1836’da öldüğü yer, 1565 yılında yapılan bu bina bugün Istituto Veneto di Scienze’ye ev sahipliği yapmakta… Yanındaki 1425’te yapılan Venedik Gotiği tarzındaki Palazzo Barbaro ise ağırladığı ünlülerle adından bahsettiriyormuş; Henry James Aspern’in Mektupları’nı burada yazmış, Monet ile Whistler burada resim yapmış. Aynı kıyıda Kanalın en küçük evlerinden Casetta della Rose , şair Gabriele d’ Annunzio’nın eviymiş. Ca’ Grande ise Sansovino tarafından Kıbrıs Kraliçesi’nin yeğeni için tasarlanan Klasik bir yapıymış, içinde ise aile soy ağacının tasviri bulunmaktaymış, bu günse Eyalet İdaribinası olarak kullanılmaktaymış. Accademia tarafından ilerlerken Rönesans şahikası Palazzo Contarini del Zaffo’yu görürsünüz, 1400 sonlarına doğru Contarini ailesi için yapılmış. Aynı sıradaki Palazzo Barbarigo ise mozaikleriyle gözünüze çarpacak. Guggenheim’dan sonra ön cephe süslemeleriyle dikkatinizi çekecek Palazzo Dario’nun esas ünü uğursuzluğu; 1479’da burayı yaptıran Giovanni Dario’dan sonra kızı Marietta, kocasının iflasından sonra intihar edince felaketler zinciri başlamış, sonraki sahibi Abdit Abdoll’un iflas etmiş, İtalyan tenor burayı almak üzereyken kaza geçirmiş, The Who grubunun menajeri Christopher Lambert artık lanetten m, aldığı haplardan mı bilinmez hortlaklar görüp evden kaçmış, sonraki sahibi Fabrizio Ferrari iflas etmiş, Raul Gardini iflas edip intihar etmiş, en son malikane bir Amerikan şirketine geçmiş, nefesimizi tuttuk, bu sefer ne olacak diye bekliyoruz… Neyse ki hemen yanındaki Palazzo Salviati, muhteşem cam mozaikli ön cephesiyle gözümüzü gönlümüzü açıyor, burası Salviati cam fabrikasının idari merkeziymiş. Yanındaki 1892’de çakma Gotik tarzda yapılmış Ca’ Genovese’yi görüp bakışlarımızı Santa Maria della Salute Basilikası’na kaydırıyoruz. Karşı kıyıda ise 14. yüzyıla ait Gotik Palazzo Gritti Pisani bugün lüks bir otel. Zarif süslemeli 15. yüzyıl yapımı Palazzo Contarini Fasan ise Shakespeare’in Othello’sunda Desdemona’nın evi olarak kabul ediliyormuş; bu işin kurgu kısmı, gerçekte ise 1550’lerde Osmanlılara karşı mücadele eden milli kahraman Nicola Contarini burada yaşamış. Rönesans tarzındaki Palazzo Tieplo’da bugün bir otel olarak kullanılmakta ama 1310’da başarısız bir ayaklanmaya karışan Tiepolaların malikanesiymiş. Ön cephesindeki resimler, heykeller, fresklerle göze çarpan Palazzo Treves Bonfili, Neoklasik tarzda 17. yüzyıl yapımı bir yapı. Bienal’ın yönetim merkezi olan Palazzo Giustinian, zamanında Verdi, Proust, Turner gibi sanatçıları ağırlayan bir otelmiş. San Marco Meydanını süsleyen binalara varmadan geniş bir yeşil alan gözünüze çarpacak; burası Napoleon’un yaptırdığı, kraliyet bahçeleri olarak bilinen Giardinetti Reali, dinlenmek ve manzara seyretmek için harika bir park… Dinlenmek için bir seçenek de Harry’s Bar; Dünyanın ilk Harry’s Bar’ında bir dinlenme içkisi iyi gidebilir.

Venedik’in hemen her yerini gezdik, meşhur karnavalına katıldık, saraylarına hayran olduk, Katedraliyle, Dükler Sarayı ile büyülendik, adalarında nefes aldık. Ama Venedik bitmedi. Gerçekten şehrin her adımında, her kanalında bir gezginin ilgisini çekecek türlü ayrıntılar mevcut. Bu yazımızın bundan sonraki bölümünde Venedik’e veda ederken San Marco ve çevresini gezdiğimiz birinci yazımda ve Büyük Kanal çevresi gezdiğimiz bu yazıda henüz anlatmadığım yerlerden bahsedeceğim; bunlar daha çok Canal Grande’yi çevreleyen adaların iç kısımlarındaki ve Guidecca’daki yerler…

Artık daha önce anlattığımız yerlerden geriye ne kaldıysa oralara gideceğiz. Daha önce gezdiğimiz San Marco Meydanı, Büyük Kanal gibi Venedik’in ana turistik bölgelerinin kıyısında kalsa da bu yerler de daha önemsiz değiller.

Halen Venedik’in kalan yerlerini gezmek isteyenler için yola devam o zaman…

Müzeler, Malikaneler, Opera vs.

Kiliseler dışında Venedik’in anlattığım bölgeleri dışında olup da ilginizi hak eden yerler var. Şimdi onlara uğrayalım.

Hotel Danieli

Venedik şehir kültürünün bir parçası olan, tarihi 14 yüzyıla giden bu koyu pembe boyalı otel, Riva degli Schiavoni bölgesinin en göze çarpan binalarından. Önceleri operaların sergilendiği bir yer olan yapı daha sonra otele dönüştürülmüş, konukları arasında Dickens, Cocteau, Proust, Wagner, Debussy, Balzac gibi kişilerin olduğu otel de skandallar da eksik olmamış. Alfred Musset ile George Sand’ın büyük aşkının olaylı bitişi de burada olmuş ve George Sand, Musset’nin doktoruyla kaçmış.

Palazzo Zaguri

Gotik tarzın kendini hissettirdiği bu malikane, 1350’ lerden beri Venedik’in bir çok ünlü ailesinin evi olmuş. Malikane bir çok şeye tanık olmuş, akıl almaz partilerden yoğun resim ve sanat odaklı günlere kadar.

Bugünse bir kültür merkezi. Kandinsky’den Bolero’ya isimli koleksiyonun yer aldığı malikane de, Kandinsky, Bolero, Dali, Picasso, Miro, Warhol gibi bir çok sanatçının en bilindik eserlerinin halı dokumaları sergilenmekteydi. Kasım-Mart arası 10.00-19.00, Nisan-Ekim arası 10.00-20.00 saatlerinde ziyarete açık olan merkezin girişi ücretli.

La Fenice

1792 yılında klasik tarzda yapılan La Fenice Tiyatrosu, 1836’da çıkan yangından sonra tamamen yeniden ve muhteşem bir şekilde yapılıp bugünkü ismini (fenice, küllerinden doğan anka kuşu anlamındaymış) bileğinin hakkıyla kazanmış ama 1996 yangınıyla yine küllerine geri dönen anka kuşumuz, en sonunda bugünkü halini almış. Bina, bugün görkemli operalara ev sahipliği yapmakta. Binayı gezerken Maria Callas’a özel bir önem verildiği hissediliyor; Opera içinde ayrı bir Callas köşesi var, ayrıca binanın arka taraftaki köprüye Callas Köprüsü de deniliyor… Ancak burası Leyla Gencer’in de harikalar yarattığı bir yer. Burada bir gösteriye gitmeseniz de içini gezebilirsiniz; rehberli turlarla geziliyor ve önceden belirlenen değişik gezi saatleri var, ücretli.

Palazzo Bovolo

Contarini ailesi tarafından 15 yüzyılda yaptırılan bu malikanenin en dikkat çekici yanı Lombardiya tarzı zarif sarmal merdivenleri. Venedik’in gizli hazinelerinden. Üst katta Tintoretto Odasında ressamın hayatı hakkında bilgi bulabilirsiniz. Buradan çıkılan taraça da ise muhteşem Venedik manzarası sizi bekliyor.

Museo Fortuny

Ressam, heykeltraş, sahne tasarımcısı, fotoğrafçı ve bilim adamı olan Fortuny’nin bir dönem kaldığı Palazzo Pesaro Orfei malikanesi bugün modern sanat sergilerine ev sahipliği yapmakta. Gösterişli pilili ipek giysileriyle bilinen Fortuny’nin bir katkısı da tiyatro sahnelerinde gökyüzü efekti yaratmak için kullanılan Fortunu Kubbesiymiş. Koleksiyonda Fortuny’nin altın gümüş kullanılarak dokunan kumaşları yanında biraz sönük kalan resimleri de sergilenmekte. Salı günleri kapalı olan Müze, 10.00-18.00 saatleri arasında gezilebiliyor, giriş ücretli.

Arsenale

12. yüzyılda kurulan ve Venedik’in gücünü aldığı donanmasının kaynağını oluşturan bu tersane, ziyarete kapalı. Ama binanın önündeki arslanları görmek için bile gelmeye değer. Öndeki iki arslan heykeli 1687’de Pire’den getirilmiş. Üçüncü aslanın ayaklarındaki runik yazılar ise 1040’larda Yunan ayaklanmalarına karşı Bizans İmparatorluğu adına savaşan İskandinav askerlerden yadigarmış. Arselane’a gelmeden önce de bir denizcilik müzesi var, ilgilenirseniz…

Bianale-Giardini Pubblici

Kıyıya açılan bu yeşillik alan hem dinlenmek için manzaralı bir seçenek hem de tek sayılı bir yılın yaz başlangıcına denk gelmişseniz Bienal pavyonlarından bazılarını gezebileceğiniz bir sanat ortamı sunmakta.

Scuolalar

Venedik’te göreceğiniz mekanlardan biri de Scuolalar… Loncası olarak düşünebileceğimiz scuololar, Venedik’te 13. yüzyıldan itibaren belli meslek gruplarına ya da azınlıklara yardım amacıyla kurulan gayri resmi örgütlenmelermiş. Zamanla bazıları zenginleşip şaşaalı binalara, resim ve heykellere para harcayan yerlere dönüşmüşler. Kayıtlara göre Venedik’te 8 scuola bulunmaktaymış. Bir tanesine gidecekseniz bu Scuola Grande di San Rocco olmalı…

Scuola Grande Di San Rocco

Zamanınız varsa Venedik’te mutlaka görmeniz gereken bir yer olan Scuola Rocco, Aziz Rocco adına hastalar için yapılan bir hayır kurumuymuş. Bartolomeo Bon tarafından 1515’te başlanıp 1549’da Scarpagnino tarafından tamamlanan yapı, Aziz Rocco’nun şehri vebadan koruduğuna inananlardan toplanan bağışlarla yapılmış. Binanın tavan ve duvar süslemelerini ise Tintoretto üstlenmiş. Yine Tintoretto’nun Çarmıha Geriliş tablosu, bir ustalık eseri olarak görülüyormuş. Sala dell Albergo’nun tavanındaki Cennetteki Aziz Rocco ise Tintoretto’nun çok takdir edilen eseriymiş. Diğer salonda Eski ve Yeni Ahitten sahnelerin ter aldığı tablolar, Bakire Meryem’in hayatını anlatan resim dizileri görülebilir. Duvar işlemeciliğinin eşlik ettiği muhteşem resimler burayı mutlaka görülmesi gereken bir yer haline getiriyor.

Scuola Grande Di Teodoro

1258 ‘de kurulan ve San Salvador Kilisenin bazı bölümlerini de kullanan okul, 17. yüzyılda genişletilmiş, bugünse kültürel etkinliklerde kullanılmakta

Scuola Di San Giorgio Degli Schiavoni

Dalmaçyadan göç eden Schiavoni cemaatinin Vittore Carpaccio’ya yaptırdığı resimlerin yer aldığı bu scuola 1451’de kurulup 1551’de yenilenmiş.

Scuola Grande Dei Carmini

Santa Maria dei Carmini Kilisesinin yanında Karmelit tarikatının merkezi olarak 1663 yılında inşa edilmiş. Giambatista Tiepolo’nun yapıyı süsleyen resimlerinden mutlaka etkileneceksiniz çünkü Karmelitler bu resimleri o kadar beğenmişler ki ressamı fahri üyeleri yapıvermişler.

Kiliseler

Önce Venedik’te gittiğim diğer kiliselerden bahsedeyim. Ama Venedik’te kiliselerin hepsini gezeceğim diye bir hedefiniz olmasın, o hedef tutmaz… Ben bu kiliselerin bir çoğuna gittim ve gittiklerimin çoğunu da yazıda anlattım ama yoruldum, hepsini aktaramadım buraya. Hem canım, zaten hepsi birbirinin aynı değil mi sonuçta… Venedik’te kiliseleri ziyaret etmenin en zor yanı, açık olduğu saatlerin karışık olması, hatta sanki bu saatler biraz da keyfi. Kilise ziyaretleri açısından bilinmesi gereken bir diğer nokta da bazı kiliselerin girişinin ücretli olması ya da girişte para almasalar bile bir bölümünün ziyaretinin ücretli olması… Ancak ücretli kiliselerin bir kısmı artık sanat ve konser faaliyetleri için kullanılmakta. Şimdi gezeceğimiz kiliseler içinde ilk ikisi eliniz kanda olsa gidilecek yerlerden, sonraki üç gidilmesi gereken kiliselerden, diğerleri yolunuza çıkarsa bakınlar arasında…

San Giorgio Maggiore

Venedik’e deniz yoluyla gelirseniz sizi ilk karşılayan, Giudecca’nın yakınında bir ada üzerinde kurulu bu muhteşem kilise, 16. yüzyılda Benedikten kilisesi olarak yapılmış. Adada ilk olarak 790’da bir kilise yapılmış ama 1223’deki depremden sonra buraya yeni bir kilise inşa edilmiş. En son 1566-1610 yıllarında tam bir Rönesans eseri olarak bugün gördüğümüz kilise ortaya çıkmış. Deniz yoluyla Venedik’e gelecekseniz, bu devasa kilise sizi büyüleyecektir. Dış cephesi ilk bakışta bir Yunan tapınağını andırıyor. Çan kulesi ise 1467’de yapılmış ama kule yıkılınca 1791’de Neoklasik tarzda tekrar yapılmış. Kilise’de Tintoretto’nun iki devasa resmi hemen göze çarpıyor. Bunun dışında Sebastiano Ricci, Jacopo Bassano, Leonardo Bassano eserleri de görülebilir. San Giorgio Maggiore Kilisesi gerek etkileyici beyaz mermer dış cephesi gerekse içindeki önemli eserlerle bir turistin beğenisini hak eden bir yer. Monet’de böyle düşünmüş olmalı ki, uzun uzun buranın resimlerini yapmış.

Santa Maria Gloriosa Dei Frari

1250-1338 arasında Fransiskenler tarafından yaptırılan bu heybetli Gotik kilise kesinlikle görülmeye değer. Kilise 15. yüzyılda genişletilerek bugünkü halini almış. Kilisenin sert dış cephesi içeride birbirinden değerli eserlere yerini bırakıyor. Venedik manzaralarıyla ünlü Canova’nın mezarı bunlardan biri.

Tiziano’nun Meryem’in Göğe Yükselişi ise mutlaka görülmesi gereken bir tablo. Ayrıca Tiziano ve Dük Foscari anıtları da kilise de görülebilir. Ahşap ve taş işlemeciliğinin üstün örnekleri birbirinden değerli resim ve heykellere eşlik etmekte. Zaman ayırın, pişman olmazsınız.

Gesuati

Giudecca’da bulunan ve Santa Maria del Rosaio olarak da bilinen bu Kilise 1726’da Dominikenler tarafından yapımına başlanmış. Kilise Klasik tazındaki dış cephesiyle dikkatinizi çekecektir. Ancak kilisenin rokoko iç süslemeleri de dış cephesini aratmayacak kadar göz alıcı. Özellikle Tiepolo’nun resimleri kilisenin en değerli hazinelerinden. Tavanın üçlü freskleri, tablolar, heykeller Kilise’yi adeta bir sanat müzesi haline getirmekte.

Gesuiti

12. yüzyılda Crociferi tarikatına ait bir kilisenin bulunduğu alana 1714’te Cizvitlerin bir kilise yapmalarına izin verilince Domenico Rossi tarafından Barok cepheli bu muhteşem kilise yapılmış. San Maria Assunta olarak da bilinen ve dış cephesi kadar iç dekorasyonu ile de büyüleyici olan kilisede Tiziano’nun Aziz Laurentius’un Şehit Edilmesi tablosu özellikle dikkate değer.

II. Redentore

Guidecca’daki 1592’de tamamlanan Santissimo Redentore Kilisesi, Palladio tarafından tasarlanmış. Mermer ön cephesince binaya gömülü sütunlar üzerinde Roma tapınaklarını andıran Kilisenin devamı büyük kubbeli bir yapıya dönüşüyor. Tintoretto, Paolo Veronese ve Francesco Bassano resimleri ile süslü kiliseye mutlaka zaman ayırın.

Santa Maria Formosa

7. yüzyıldan kalan bir kilise üzerine 1492’de Codussi tarafından Rönesans tarzında yapılan kilise, etkileyici kulesi ve dış cephesi yanında Leandro Bassano’nun Son Akşam Yemeği gibi bir çok değerli tabloyu barındırmakta.

San Vidal

1084’ten kalan bir kilisenin yerine 1696’da yeniden yapılan bu kilise 2018’den beri Interpreti Veneziani oda orkestrasının performans sergilediği bir yer.

San Giacomo Dall’orio

9. yüzyılda yapılmış bu Kilise, Venedik’in en eski kiliselerinden. 1225’te yenilenirken Bizans tarz hakim olmuş. Lorenzo Lotto’nun Bakire Meryem Azizler ve Havarilerle tablosu en önemli eseri

San Barnaba

Dorsoduro’daki bu küçük neoklasik kilise, Aziz Barnabas’a adanmış. 9. yüzyılda yapılan kilise, bir yangın sonucu tahrip olunca 1350’lerde yeniden yapılmış ve bugünkü halini 1776’da almış. Bugün sergilere ev sahipliği yapan kilise de ben oradayken Leonardo Da Vinci’nin tasarımları sergilenmekteydi.

San Zaccaria

Yapımı 9. yüzyıla kadar giden bu kilise 1414-1515 yıllarında tamamen yenilenip bugünkü Gotik ve Klasik havasına kavuşmuş. Giovanni Bellini’nin Meryem Ana ve Çocuk İsa Azizlerle tablosu en dikkate değer eserlerden. Burası zamanında soylu ailelerin kızlarının katıldığı bir manastırmış.

Sant’ Agnese

Kuruluşu 10.yüzyıla kadar giden kiliseye sonraki dönemlerde Gotik ve Barok eklemeler yapılmışsa da 1810’da Napoleon tarafından ibadete kapatıldıktan sonra iç ve dış zenginlikleri aşınmış.

San Moise

İlk defa 8. yüzyılda yapılan Kilise’nin Barok ön cephesi 1668’de yapılmış. Katkılarından dolayı Moise Vernier’ye de atıf yapılan kilise bir yandan da Bizans’ın Eski Ahit’teki peygamberleri de kabul etmesinden dolayı Musa’ya gönderme yapmaktaymış.

San Polo

İlk yapımı 9. yüzyıla tarihlense de 15 yüzyılda yeniden yapılan ve 19. yüzyılda Neo Klasik havasına bürünen kilisede Tiepolo’nun Haç Yolu serisi ve Tintoretto’nun Son Yemek tablosu görülebilir.

San Pantolon

Bir doktor olan Aziz Pantolon’a adanan 17. yüzyıl kilisesinin tavanında yer alan ve kırk kısımdan oluşan tablo da Aziz Pantolon’un şehit edilişi anlatılmakta. Bunun yanında Veronese’nin Aziz Pantolon’un Hasta İyileştirme tablosu, Antonio Vivarini’nin Kutsal Bakire’nin Taç Giymesi resmi görülecek eserler arasında.

San Rocco

Bartolomeo Bon tarafından 1489-1508 yıllarında yapılan kilise Aziz Roch’a adanmış. Kilise’de Aziz Roch’un kemikleri de saklanmakta. Ön cephe 1771’de tamamlanmış ve Maccarucci eseri.

Santi Apostoli

Cannaregio’daki bulunan ve geçmişi 7. yüzyıla kadar giden bu kilisenin bugünkü hali 1575’ten kalma. Tiepolo ve Veronese’nin tablolarına ev sahipliği yapan kilise, şehre damgasını vurmuş bir çok şahsiyetin de son istirahgahı.

San Maurizio

Yapımı 16. yüzyıla giden bu kilise 1806’da Selva tarafından Neoklasik tarzda yapılmış ama bugün Barok döneme ait müzik aletlerinin sergilendiği Museo della Musica’ya ev sahipliği yapmakta.

Bunlar Venedik’te benim gidebildiğim yerler. Tabii eksik kalan yerler var. Çiniler, fildişi eşyalar, mobilyalar, porselenler, el yazması kitapların sergilendiği Palazzo Cini mesela; 1949’da ölen oğlunun anısına Kont Vittorio Cini tarafından oluşturulmuş. Ancak Botticelli, Filippo Lippi, Piero della Francesca’nın eserlerinin yer aldığı koleksiyonu görmek biraz sıkıntılı çünkü yılın büyük bir kısmında kapalı. Bir başka gidemediğim yer ise Museo Diocesano d’Arte Sacra; Romanesk Sant Appolonia Manastırı 1976’dan beri diğer kilise ve manastırlardan toplanan sanat eserlerine ev sahipliği yapmakta ama biraz da diğer müze ve kiliseler de bu türün çok iyi örneklerini gördüğüm için ihmal ettiğim bir müze oldu burası. Öte yandan Bovolo malikanesi Venedik’in Gizli Hazinesi olarak geçmekte, orayı gezdim, anlattım ama bu kapsamda dört tane daha gizli hazine var: Chiesa delle Penitenti, Oratorio dei Crociferi, Complesso dell’Ospedaletto ve Chiesa della Zitelle…

San Marco, Dükler Sarayı ve çevresindeki tarihi yapılar ve müzeleri gezmek isterseniz; Venedik Gezi Rehberi 1- San Marco Meydanı Venedik’e Dair Herşey

Venedik Adaları Murano, Burano ve Torcello’yu gezmek isterseniz; Venedik’in Üç İncisi: Murano, Burano, Torcello

Venedik’i ünlü Venedik Karnavalı zamanı gezmek isterseniz; Venedik Karnavalı; Bir Maskeyi Sevmek

linklerinde yer alıyor.

Dünyanın en güzel bulvarını gezerken öykülerine de kulak verdik, bu arada belki bizim de bir öykümüz olmuştur dalgaların tanık olduğu… İyi gezmeler…

 

 

 

Sharm El Sheikh (Şarm El Şeyh) Gezi Rehberi: Kızıldeniz’de Sualtı Cenneti

Sharm El Sheikh, Mısır’da Asya ve Afrika’yı birleştiren Sina Yarımadası’nın en önemli turistik merkezi ve dünyanın en gözde dalış merkezlerinden biri. Şehir rengarenk mercan resifleri, zengin su altı habitatı,  incecik kumlu sahilleri, berrak, temiz denizi ile güneş, deniz ve Sina Çölü’nü keşfetme aktiviteleri ile renkli bir yer.

Sharm El Sheikh, Arapça anlamı ile Şeyhin Körfezi yarım yüzyıl önce küçük bir bedevi köyü imiş. Bugün her mevsim, her yaştan, her milletten turist çeken bir tatil beldesi. 

Niçin Sharm El Shekh
  • Dünyanın en güzel dalış merkezlerinden biri. Scuba diving yanında, çok çeşitli deniz sporları yapılabilmekte.
  • Her mevsim deniz, güneş tatili yapabileceğiniz bir yer. Yıl boyunca deniz suyu sıcaklığı 20 derecenin altına düşmemekte.
  • Restoranları, barları, kafeleri ve gece klüpleri ile hareketli bir gece hayatı sunmakta.
  • Sina Çölü’nde çöl safarisi ve çölde konaklama yapabilirsiniz.
  • Ulaşım kolay, İstanbul’dan sadece iki buçuk saatlik uçuş ile bu tatil beldesine ulaşılıyor. 
  • Mısır Mayıs/2023’te Türk vatandaşlarına sınırda bir ay oturmalı vize alma uygulamasına başladı. Sharm El Sheikh için ise kapıda 15 günlük ücretsiz vize veriliyor.
  • Uygun fiyatlı ve kaliteli oteller seçeneğinin de çok olduğunu söyleyebiliriz.

Bu arada Sharm El Sheikh’den ulaşabileceğiniz, Kızıldeniz’in diğer turistik tatil beldesi Hurghada’yı okumak ve Sharm El Sheikh ile karşılaştırmak istersiniz yazımın linki aşağıda.

Mısır Hurghada Gezi Rehberi: Kızıldeniz’in İncisi

Kısa Tarihi

20.yy’a kadar küçük bir köy olan Sharm El Sheikh’in Kızıldeniz’de doğuda Akabe Körfezi’ne, batıda Süveyş Körfezi’ne yakınlığı ile uluslararası deniz yolu ulaşımındaki konumu bölgenin önemini arttırdı. Stratejik önemi nedeniyle Sharm El Seikh askeri işgallere uğradı. 1956 yılında Sina Yarımadası İsrail tarafından işgal edildi. 1957 yılında Mısır’ın kontrolü ele geçirmesine rağmen 1967 yılında İsrail tekrar sınırlarına dahil etti Sharm El Sheikh’i. İsrail hüküm sürdüğü 15 yıl boyunca bu bölgeyi bir turizm merkezine çevirdi. 1980’lerde barış görüşmeleri ile Mısır’a devredilen şehir o tarihten beri popüler turizm merkezi olarak Mısır’ın da yatırım yaptığı bir yer oldu. 2005 ile 2015 yılları arasında bölgede görülen terör saldırıları, bir dönem turistleri uzaklaştırdı. Yine de son yıllarda Mısır’ın popüler yerleri arasında yer almaktadır. Bu kadar tarihi bilgiden sonra gezmeye başlayalım Sharm El Sheikh’i.

Ulaşım

Sharm El Seikh Uluslararası Havaalanı’na İstanbul’dan THY ve Pegasus’un direk uçuşları bulunmakta. İstanbul’dan 2 saat 45 dakikalık sürede bu tatil beldesine kolaylıkla uçuluyor. Ayrıca son dönemlerde İzmir ve Antalya’dan da direk uçuşlar bulunmakta.

Mısır’da önce Kahire’yi gezip sonra deniz tatili yapmak isterseniz Kahire’den uçakla veya otobüs ile ulaşılabilir. Kahire’ye 500 km uzaklıkta. Biz önce Sharm El Sheikh’e uçtuk, üç günlük deniz tatilinden sonra Kahire’ye otobüs ile geçtik. İstanbul-Kahire uçak fiyatlarına göre İstanbul-Sharm El Shekh’a uçak fiyatları daha uygun fiyatlı.

Havaalanı şehir merkezine sadece 18 km uzaklıkta. Otelinizin transfer hizmeti yoksa 1. terminalden doldukça kalkan minibüsler ile şehir merkezine ulaşılabilmekte. Taksi ile ulaşım da 10 dolar civarında tutabilmekte ancak taksici fiyatı 30 dolardan bile açabilir, pazarlık yapmayı unutmayın. Ayrıca havalimanında araç kiralayabilirsiniz. 

Şehir içinde ulaşımda Eski Market bölgesinden kalkan dolmuşların yanı sıra taksi kullanabilirsiniz.

Konaklama

Tam bir tatil beldesi olarak yatırım yapılan şehirde otel konaklama için çok seçenek bulunmakta. Özellikle Mısır’da hizmet kalitesi açısından dört ve beş yıldızlı otelleri tercih etmenizi öneriyorum. Daha düşük yıldızlı oteller hijyen ve hizmet kalitesinin düşüklüğü hayal kırıklığı yaratabilir. Kendi plajı olan otellerde kalmak Kızıldeniz keyfini daha rahat yaşamanızı sağlayabilir. Her gün tekne ile dalışa gitmeden otellerin plajlarında da mercanlar, balıklar arasında yüzebilirsiniz.

Biz dört yıldızlı Oriental Rivoli Otel’de kaldık. Otel temizliği, açık büfe ve sıcak yemekleri ile beklentilerimizi karşıladı. Sahil kenarında olmadığı için özel plajı bulunmaması sadece 3 gece kaldığımız ve gün içinde dışarıda olduğumuz için sorun olmadı Daha uzun süreli deniz tatilinde sahil kenarında bir oteli tercih ederdik.

Hangi Mevsim Gidilir

Sharm El Sheikh’de her mevsim gezilebilir, tüm yıl boyunca deniz suyu sıcaklığı 20 derecenin altına düşmemekte. Yine de en güzel mevsim ilkbahar ve sonbahar. Her mevsim güneşli şehirde yazın nem olmadığı için hava bunaltmasa da, sıcaklığın 50 derecelere de çıktığını hatırlatalım. Çöl sıcaklarından kaçınmak için mart, nisan, mayıs, ekim, kasım ayları tercih edilebilir.

Gezelim Görelim

Sharm El Sheikh tam bir tatil kasabası. Son yıllarda yapılaşma artmış, çok sayıda oteller açılmış. Geniş caddeler, kumsallar, restoranlar, kafeler ile Sina Çölü’nde bir cennet yaratılmış. Tabi ki cennetliği yerleştiği alandaki yeşilliklerden çok su altındaki renklerin cazibesinden geliyor.

Sharm El Sheikh’in asıl ününün Kızıldeniz’de dalış olduğunu söylediğimize göre öncelikle Kızıldeniz turundan başlayalım.

Ras Muhammed Milli Parkı

Ras Muhammed Milli Parkı, Süveyş Körfezi ile Akabe Körfezi’nin buluştuğu yerde. Dünyanın ikinci en büyük su parkı, doğal olarak şehrin  en popüler dalış yeri. Milli parkta 250’den fazla mercan türü ve çok sayıda endemik balık bulunuyor. Dalış yapanları su altındaki rengarenk görüntüler büyülüyor.

Milli Park ve diğer dalış noktaları için tekneler Shark Bay’dan kalkıyor. Tekne ve dalış turları son derece iyi organize edilmiş. Çok renkli denizaltını görmek için tüplü dalış deneyiminiz olması gerekmiyor. Eğitmenler eşliğinde yarım saat tüplü dalış yapabilirsiniz. Tüplü dalış bana göre değil derseniz resiflerin yoğun olduğu bölgelerde şnorkel ile dalabilirsiniz. Benim de tercihim şnorkel ile yüzme idi. İnanın bu şekilde bile mercan kayalıkları arasında rengarenk balıklar ile yüzebilmek çok heyecanlı bir deneyim.

Tekneler sabah limandan hareket ediyor. Hava durumuna göre üç veya dört yerde yüzme molası veriliyor. Milli Parkı korumak amacı ile olsa gerek tekneler aynı yerlerde birbirlerine yakın şekilde duruyor, yüzmek, dalmak isteyenler aynı bölgelerde gözetimli yüzüyorlar. Teknelerde öğlen yemek ve içecek servisi de yapılıyor. Kısaca Kızıldeniz’in en zengin, en güzel kıyısında tüm günü denizde geçirerek, güneş batarken limana dönüyoruz.

Şüphesiz Sharm El Seikh’de çok sayıda dalış noktaları, batıklar bulunmakta. Tüplü dalış yapacaklar yine limandan kalkan tekneler ile değişik bölgelerde dalışlara katılabilirler. Bizim katıldığımız tekne ile profesyonel olmayan, günübirlik bir tur deneyimi yaşanabilir.

Öncelikle Ras Muhammed Milli Parkı dalışı yaptıktan sonra zamanı olanlar yine tekne ile Akabe Körfezi’nin güneyinde Tiran Adası’nda da renkli dalışlar yapabilir.

Bu arada Sharm’a tüplü dalış için gidenlere konaklamalı dalış tekneleri hizmeti da sunulmakta. Çok sayıda dalış okulları ile tüplü dalış tutkunları veya dalmaya yeni başlayanlar için burası tam bir su altı cenneti.

Camlı Tekne ile Gezinti

Deniz altına dalamam, şnorkel ile yüzmek de bana göre değil, ayaklarım yerde Kızıldeniz balıklarını göreyim derseniz camlı tekne seçeneğiniz bulunmakta.

Camlı tekneye yine limandan biniliyor. Basit teknenin ortasındaki alan cam ile kaplanmış, kıyıdan uzaklaşan teknenin altında yüzen balıklar ve resifleri izleyerek bir saatlik bir yolculuk yapıyorsunuz. Mutlaka gezilmeli mi bu tekne ile derseniz bana göre çok özellikli değil. Kızıldeniz balıklarını yakından görmek için tekne gezisi Ras Muhammed Parkı’nda olmalı. 

Old Market

Eski şehir bölgesi eski balıkçı kasabasının kurulduğu alan. Tabi bu bölge de yenilenmiş. Çok geniş olmayan alanda yer alan dükkanlardan yerel ürünler, hediyelik alışverişlerinizi yapabilirsiniz ayrıca cami ve kiliseyi de gezebilirsiniz. 

Al-Sahaba Cami

Eski şehir bölgesinde çok gösterişli, değişik mimarili ve büyük bir cami dikkat çekiyor. Sina Yarımadası’nın en yeni camisi, 2011 yılında yapımına başlanmış ve 2017 yılında tamamlanmış. Cami 3000 metrekare alanda, iki minaresi 76 metre yükseklikte ve 3000 kişinin aynı anda ibadet edebilmekte. Bu haşmetli camiyi dolaşabilirsiniz.

Heavenly Katedrali

Heavenly Katedrali şehirdeki en yeni ve en büyük Kıptı Ortodoks Katedrali. 2010 yılında yapılan katedral dünyanın en güzel kiliseleri arasında yer almış. Dışarıdan mimarisi ile dikkat çeken kilise içinde İncil’den öyküleri anlatan freskolar, duvar resimleri ile görmeye değer.

Naama Bay

Kızıldeniz’in en güzel kıyısında konumlanan şehirde, en uzun ve popüler plajların başında Naama Bay Plajı geliyor. Bu bölgede birçok restoran, kafe ve mağazalar da yer alıyor. Tatilciler işin gece eğlence mekanları arasında dünyaca ünlü Hard Rock Kafe, Budha Bar da burada. Bazı klüblerde Mısır’ın ünlü, erkeklerin ışıklı elbiseler ile dans ettiği tennure dansını da izleyebilirsiniz. Biz bu dansı Kahire’de izlediğimiz için burada böyle bir dans izlemeye gitmedik. Bu dansı bir kez izlemek yeterli diye düşündük.

Soho Bölgesi

Şehirde Soho bölgesi ışıl ışıl renklendirilmiş. Yine dükkanlar, kafeler, restoranlar ile Naama Bay’a alternatif eğlence alanı yaratılmaya çalışılmış. Bir akşam gezmeye değer. Biz kasım ayı sonuna doğru gittiğimizden, bir Arap ülkesinde yılbaşı öncesi bu kadar renkli bir bölgeyi gezmek keyifli geldi. 

Sina Dağı ve St. Catherina Manastırı

Sharm El Sheikh’de kutsal Sina Dağı ve Catherina Manastırı için rehberli tur alabilirsiniz. Sina Dağı Musevilik inancında Tanrının Hz.Musa’ya 10 emri gönderdiği dağ olarak biliniyor. Dağın zirvesindeki Azize Katherina Manastırı da MS.550 yılında yapılmış ve dünyanın halen faaliyet gösteren en eski manastırı. Hristiyanlık aleminde özel önemi olan manastır UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer almakta. Üç semavi dinde de özel bir öneme sahip bu yeri gezebilirsiniz. Biz zamanımız yeterli olmadığı için bu bölgeyi ziyaret edemedik. 

*World History Encyclopedia        *Wikipedia

Çöl Safarisi ve Renkli Kanyonlar

Sina Çölü’nde ATV ile çöl safarisi ve çölde konaklama yapıp bir bedevi köyünü de ziyaret edebilirsiniz.

Ayrıca zamanınız varsa şehre iki saat uzaklıkta renkli kanyonu görebilirsiniz. Bir zamanlar su altında olan  800 metre uzunluğundaki kanyon Kızıldeniz adı ile uyumlu kızıl kahve renkli. Rehberli ve off-road araçlı bir tur alabilirsiniz. 

Yeme İçme

Mısır mutfağında damak zevkimize uygun çok çeşitli yemekler bulabiliriz. Kebap, köfte, nohuttan, pirinçten yapılma değişik menüler, humus, falafel ve çeşitli tatlılar yanında uluslararası mutfaklardan çeşitler de otellerin menülerinde bulunuyor. Ayrıca Kızıldeniz’den tutulan deniz ürünleri de bol miktarda sofranıza gelecek. Tropikal meyve çeşitleri özellikle mango bol miktarda. Özet olarak Mısır’da aç kalmak mümkün değil. Bizim iki Mısır gezimizde de dışarıda herhangi bir restoranda yemek yerine otelde çeşitleri denemek daha güvenli geldi.

Alışveriş

Mısır’da alışveriş yapmak da ayrı bir keyif, ürünlerin orijinalliği ve fiyatlarının uygunluğu nedeniyle. Ancak pazarlık kısmı çok keyifsiz. Tüm alışverişlerinizde çok sıkı pazarlık yapmak zorundasınız. Biz de sıkı pazarlıklarla piramitler, sfenkler, papirüsler, özgün elbiseler aldık. Gümüş bileklik ve kolyeler şanslı iseniz gümüş çıkabilir, bol miktarda esans satılıyor, ancak koklayarak aldığınız esansın eve geldiğinizde hiç kokusu olmadığını görebilirsiniz. Dikkatli alışveriş yapmak gerekiyor.

Son Söz

Sharm El Seikh dünyanın en güzel dalış merkezlerinden biri olarak ün kazanmış, dünyanın her yerinden turist çeken bir cazibe merkezi. Bizler için de ulaşımı kolay, uygun fiyatlı, birçok bölgede deniz mevsiminin henüz canlanmadığı ilkbahar ve sonbaharda deniz tatili yapabileceğimiz bir belde. Üstelik ülkemizdeki birçok tatil yerindeki beş yıldızlı otellere göre daha uygun fiyatla tatil yapabileceğimiz bir şehir. Özellikle bu şehir vizesiz gidebileceğimiz bir destinasyon. Sonuç olarak uçak biletini erken veya kampanya döneminde alıp, oteli de erken rezervasyon ile ayırtarak kendi tatilinizi rahatlıkla planlayabileceğiniz bir yer. Son yıllarda turizm şirketleri tarafından çok sayıda tur düzenlenmekte. Turla veya tursuz gidebileceğiniz bir yer. Ancak Mısır tarihi yerleri ile de önemli bir ülke olduğu için sadece bu şehre ziyaret daha çok deniz tatili beklentilerinizi karşılayabilir. Sharm El Sheikh’ten otobüsle ve uçakla Kahire, Hurghada ve Luksor’a geçerseniz Mısır’ı daha yakından tanımanın tadını daha çok çıkartabilirsiniz.

Kahire’de Kahire müzesinin, piramitlerin gezginlerin mutlaka görmeleri gereken yerler olduğunu hepimiz biliyoruz. Ayrıca Hurghada da özel bir yer. Hurghada yine Kızıldeniz’de dalış yapabileceğiniz renkli su altının yanı sıra Mısır’da en önemli tarihi tapınakların yer aldığı Luksor antik kentini de ziyaret edebileceğiniz bir şehir.

Venedik Gezi Rehberi I: San Marco Meydanı – Venedik’e Dair Her Şey

venedik

Venedik simge bir şehir… En başta bir hayal dünyasını gerçeğe büründüren Karnavalı olmak üzere, Film Festivali, Bienali ile kendini gündemde tutan, dünyada şatafatın, şaşaanın, zenginliğin timsali olmuş yerlerden… Türklerin de özellikle Anadolu’daki maceraları boyunca sürekli ilişki içinde oldukları bir devlet Venedik; gün olmuş Türkler Venediklilerden toprak almış, gün olmuş Venedikliler Türkleri uğraştırmış durmuş… Ticaret ve din savaşları nedeniyle sık sık ilişki içine girilmiş, bazen kol kola, bazen yumruk yumruğa…

Napoleon tarafından ‘Avrupa’nın misafir salonu’ olarak tanımlanan San Marco Meydanı, Venedik’e dair olan her şeyin özeti… Eğer kanallar Venedik’in damarlarıysa, San Marco da kalbi. Neredeyse Venedik tarihinin geçtiği bir meydan olan San Marco, bir gezginin kayıtsız kalamayacağı bir alan. Hatta bir yanıyla San Marco Meydanı’nı görmek Venedik’i görmek gibi bir şey; eksik ama doğru.

Önce Venedik’e ulaşımla başlayalım.

Havaalanından Ulaşım

Venedik’in havalimanı Marco Polo, şehre 13 km uzaklıkta ve ana karada. Hava limanından şehre ulaşmanın bir yolu 35 numaralı ATVO otobüsleri; 20 dakikada doğrudan Piazzale Roma’ya gidiyor, ücreti 8 euro, gidiş dönüş ise 15 euro. Biletler ATVO makinalarından alınabiliyor. Otobüslere havalimanının D çıkışından ulaşılabilir. Ayrıca şehir içinde çalışan ACTV otobüslerinin de havalimanından şehre seferleri bulunmakta; 5 numaralı otobüsle 25 dakikada Piazzale Roma’ya ulaşabilirsiniz. Biletler makinelerden alınıyor ve mutlaka onaylatılarak kullanılıyor. ACTV’ler ATVO’lardan daha küçükler ve yol boyunca her durakta duruyor.

Havalimanından şehre ulaşmanın bir yolu da trenler. Bu en ucuz ama en yorucu yol. Çünkü trenle önce Mestre’ye oradan da Santa Lucia İstasyonu’na gitmeniz gerekecek. Oradan da artık oteliniz neredeyse oraya… Mestre’ye gidiş 3 euro, oradan Santa Lucia’ya ise 1 Euro.

Havalimanından şehre ulaşmanın en keyifli yolu denizden gitmek elbette. Şüphesiz Katherine Hepburn gibi eşarbınızı uçura uçura özel taksiyle Venedik’e denizden giriş yapmak çok şık olur ama cüzdanınız buna izin vermiyorsa size Alilaguna’yı önerebilirim. Havalimanının çıkışındaki iskeleden kalkan tekneler mavi ve turuncu hat üzerinden sizi şehre ulaştırabilir. Deniz taksisi kadar olmasa da yine de havanız yerinde olur, hem de tek yön 15 euroya, gidiş dönüş ise 27 euro. Şehir sizi en muhteşem haliyle karşılıyor olacak, harika görüntülerle geziye başlamak bence her şeye değer. Her iki hat da San Marco Meydanı’na uğramakta ama ara duraklara bakıp gideceğiniz yere en yakın durağı seçebilirsiniz. Unutmayın bavul sınırlaması var; eşarplarınızı falan bir bavul ile bir el çantasına sığdıracaksınız artık… Ama illa da Katherine Hepburn’den neyim eksik diyorsanız o zaman deniz taksisi için 13 Euro açılış ve her dakika için 1.80 euro ödemeniz gerekecek; eğer yanınıza bir kaç Katherine daha bulabilirseniz faturanın yükü azalabilir ama eşarbınızın uçuştuğu her dakika aleyhinize işleyecek, bilesiniz. Bunu önlemek için de önceden gidilecek yere göre internet üzerinden bilet alınabiliyor.

Gezelim Görelim

San Marco Meydanı’nda durduğunuzda önce San Marco Bazilikası’nı göreceksiniz. Meydanın doğu kenarındaki bu görkemli Katedral’in hemen kuzeyinde, iki mermer aslanın nöbet tuttuğu alan ise Piazzetta dei Leoncini. Piazzetta San Giovanni XXIII’de denilen bu küçük meydanın kenarında yer alan Neoklasik tarzdaki  Patriarklık Sarayı (Palazzo Patriarcale) da, biraz geriden olmakla beraber San Marco Meydanı’nı selamlamakta.

Hemen sağda bir kemer üzerinde yükselen ise Torre dell’Orologio olarak bilinen saat kulesi, yanında ise artık sadece sergiler için kullanılan San Basso Kilisesi yer almakta.

Devamında uzanan kemerli koridor üzerine yükselen Procuratie Vecchie  bugün ofislerin, lokantaların, dükkanların yer aldığı bir yapı. Alt katında Venedik’in medar-ı iftiharı  cam işlemeciliğinin nadide örneklerinin satıldığı dükkanlar yanında efsanevi Caffe Quadri bulunmakta. Bu yapının sonundaki aradan girdiğinizde, yine cam ürünleri satan dükkanların sıralandığı bir ara yoldan bir büklüm yapmış kanal kenarına varacaksınız. Burası bir gondol durağı. Kanal çevresinde ise lüks oteller, cam eşya satan dükkanlar ve gecelere akabileceğiniz Hard Rock Cafe var. Bu sokağın arkası ise Venedik’in en önemli alışveriş caddesi…

Procuratie Vecchie’nin köşesinden sola dönünce, Meydanın en yeni yapısı olan Ala Napoleonica yer almakta; 1810’da Napoleon tarafından yapılan bu yapı bugün Museo Correr’e girişinin olduğu yer. Sola doğru dönen bina Procuratie Nuove, Napoleon’un üvey oğlu Eugene de Beauharnais için yapılmış ama bugün Museo Correr’e ev sahipliği yapmakta. Alt katta yine şık dükkanlar arasında Caffe Florian dikkati çekmekte.

Bu yapının sonunda ise Sansonina Kütüphanesi yer almakta. Tam karşısında ise, tüm şehre tepeden bakan Campanile yer almakta. Kule’ye bitişik olan zarif yapı ise Loggetta del Sansovino olarak biliniyor, Dükler Sarayına girmek için bekleyen patrikler için yapılmış bir yer. Buradan Kanala doğru açılan alan Piazzetta di San Marco ise Dükler Sarayı ve Sansovino Kütüphanesi ile çevrelenmiş durumda. Arkeoloji Müzesi de bu bina içinde. Yapının Kanala bakan tarafında ise Zecca denilen Darphane bulunmakta. Piazzetta’nın Kanala cephe oluşturan tarafında ise, Venedik’in iki koruyucu azizi olan Aziz Mark ve Aziz Theodore heykellerinin taçlandırdığı iki sütun gezimizin son durağı olmakta. Buradan San Marco Basilica’ya doğru geri döndüğümüzde ise Dükler Sarayı’nı göreceğiz.

Şimdi San Marco Meydanı’nda bir geziye çıkacağız, gezimiz bittiğinde Venedik’i genel hatlarıyla görmüş olacağız. Venedik’te bütün yollan San Marco Meydanı’na çıkar, o nedenle nerdeyim, nasıl geldim gibi konulara hiç girmeyeceğim. O zaman gezimize Meydana damgasını vuran San Marco Basilikası’ndan başlayalım.

Basilica di San Marco  

Bizans tarzı kubbeleri, altın yaldızlı mozaikleri ile gözünüzü alamayacağınız San Marco Basilikası, kaç kere ziyaret etseniz yeni bir şeyler görebileceğiniz zenginlikte bir yer. 828’de Venedikli tacirlerin İskenderiye’den kaçırdıkları Aziz Markos’un naaşını saklamak  için yapımına başlanan ve 832’de tamamlanan ilk kilise, 976’da bir isyan sırasında yanmış. Daha sonra 1063’te buraya daha büyük bir kilise yapılmış ve yüzyıllar içinde  bu kiliseye başka bölümler eklenmiş, ahşap kısımlar taş ve tuğlaya dönüşmüş. Burası 1807 yılına kadar dükün özel şapeli olarak kullanılmış, sonra şehir katedrali ilan edilmiş, Castello’daki San Pietro Kilisesi’nin yerini almış. 1094’te Aziz Marco’nun naaşı, zamanın Dükü tarafından burada bulunmuş. Bu dönemde bugün Hazine olan alçak kule yapılmış. Kilise İtalyan ve Bizans tarzında bir yapı. 13 yüzyılda Kilise’nin dış cephesi, mozaiklerin çoğu tamamlanmış ve kubbeler yükseltilmiş.

Gotik havalı ana giriş taş işçiliğiyle süslenmiş beş kemerli kapılardan oluşuyor. Kapılar mermer sütunlarla ayrılmış, özellikle taç kapıyı çevreleyen taş işçiliği dikkat çekici. Kapı üstlükleri ise mozaiklerle süslenmiş. Mozaiklerde İsa’nın hayatıyla ilgili öyküler resmedilmiş. Dış cephe mozaiklerinde işlenen bir konu da Aziz Markos’un naaşının İskenderiye’den kaçırılışı; bu tablolardan en soldaki orjinalmiş ve 13.yüzyılda yapılmış. Heykeller ise daha çok yukarı bölümün süslemelerinde kullanılmış. Üstte ortada Aziz Markos dahil dört savaşçı aziz ile Aziz Markos’un ve Venedik’in nişanesi kanatlı aslan görülebilir…

Ön cephede dikkatimizi çeken en önemli şey ise, üst kattan aşağıya bakan dört nala at heykelleri… Bunlar İstanbul’dan getirilen heykellerin replikaları. Kilisenin zenginliklerine zenginlik katan ise özellikle 1204’de  Haçlıların İstanbul’dan getirdiği servetlermiş; İstanbul’da gerek Bizans gerekse diğer kültürlerden getirilen mozaikler, sütunlar, freskler Katedralin bünyesine girmiş. Ama bu atlar, Haçlıların İstanbul’u yağmalamalarının simgesi olmuş gibi. Konstantinopol Hipodromu’ndan getirildiği düşünülen atlar, 1797’de Napoleon tarafından Paris’e götürülmüş ancak 1815’te Venedik’e iade edilmiş. Terasta replikalarını gördüğümüz atların asılları San Marco Kilisesi’nin teras katındaki müzede sergileniyor.

Basilika içine girdiğinizde her yandan çarpan ihtişam insanı sarıyor. 12. yüzyıla ait yer döşemesi cam ve mermeden; birbirinin içine geçmiş şekillerle ve hayvan figürleriyle bir doğu halısını andırıyor. Altın sarısının hakim olduğu mozaikler ise 12. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar uzanan bir zaman dilimine aitler. Girişteki Atriyum Mozaikleri, kuş ve balık desenleriyle yaratılış öyküsünü tasvir etmekte. 

Kilise içindeki Pentekostes Kubbesi’ni süsleyen 12. yüzyıla ait mozaikler  ile Göğe Yükseliş Kubbesi’ndeki 13. yüzyıla ait mozaikler en çarpıcı freskler; buradaki İsa, Meryem, havariler ve melekler, Bizans tarzında ama Venedikli ustalar tarafından yapılmış.  Pentekostes Kubbesi’nde, Kutsal Ruh’un bir güvercin olarak dünyaya inişi betimlenmiş.

Sonraki yıllara ait mozaikler ise Tintoretto, Veronese, Tiziano eserleri. Girişteki taç kapının yanında bulunan mozaikler ise 11. yüzyıla ait ve Kilise’nin en eskileri. Diğer İtalyan kiliselerinin aksine freskler, tüm Basilikayı kaplamakta; yukarı bölümlerde 19.yüzyıla uzanan mozaik işçiliği hakim, özellikle Murano’daki cam sanayini desteklemek için bu yola gidildiği söylenmekte. Çoğu mozaikleri Büyük Kanal gezimiz sırasında malikanesinden bahsettiğimiz Salviati ailesi sağlamış.

Yukarı kattaki Museo Marciano’ya çıkınca bu mozaiklerin bir kısmına yakından bakma fırsatınız olacak. Ayrıca bu bölümde Aziz Markos konulu pano ve Orta Çağ yazmaları yanında İstanbul’dan getirilen şahane atlar da görülebilir. Bu bölüme açılan terasta ise harika bir San Marco Meydanı manzarası sizi bekliyor.

Ama Basilikanın görülmeden çıkılmaması gereken kısmı Pala D’Oro… Gotik dönemin şahikası olan heykellerle girilen altın varaklı taban üzerine minelerle ve değerli taşlarla süslenmiş bu büyük, çok parçalı panonun yapımı MS 976’da Dük Pietro Orseolo zamanında başlamış ve tamamlanması yüzyıllarca sürmüş, hatta Napoleon panodan bazı değerli taşları almış götürmüş.

Altarda üst kısımda Hazreti İsa’nın acıları yer alırken alt tarafta Aziz Marcos’un’ın hayatından kesitler bulunmakta, bu kısım 1105’te İstanbul’da Dük Ordelaffo Failer tarafından yaptırılmış. Alt tarafta ayrıca 12 havari ile çevrelenmiş şekilde Hazreti İsa durmakta. Hazreti Meryem’in etrafında ise Bizans İmparatoriçesi Irene ile biraz kafası orantısız olmakla birlikte Dük Failer’in resimleri bulunmakta. 3 metreye, 2 metre boyutundaki altın ve gümüşten yapılma altar, sayısız değerli taşlarla,  incilerle süslenmiş. İnci, zümrüt, yakut, topaz, safir gibi değerli taşların sayısı farklı kaynaklarda değişiklikler gösteriyor; ben oturup saymadım elbette ama ışıl ışıl, parıl parıl, göz alıcı Pala D’Oro, Gotik bir hazine olarak Kilise’de sergilenmekte, en iyisi kendiniz gidip görün.

Hazine demişken, Basilica’nın Hazine dairesi de görmeye değer. Her ne kadar Venedik Cumhuriyeti yıkıldıktan sonra, buradan kaynak aktarımı adı altında tırtıklamalar olsa da, Bizans’tan getirilmiş kutsal emanet sandıkları, ayin kadehleri, dini eşyalar yanında beş kubbeli basilika şeklindeki 11. yüzyıl sandığı hala görülebilir.  283 parça altın, gümüş, cam, değerli taşlarla süslü eserlerin göz bebeği İstanbul’dan 1204 istilası sırasında getirilenler; bunlar arasında azizlere ait kemiklerin ayrı bir önemi var. İslam sanatının örnekleri, özellikle turkuaz cam kase de Hazine’de görülebilir.

Basilika’nın vaftizhanesi de uğranılması gereken bir yer. Dük Andrea Dandolo’nun ve buradaki vaftiz kurnasını tasarlayan mimar Sansovino’nun gömülü olduğu bu kısımda İsa’nın ve Vaftizci Yahya’nın hayatını anlatan mozaikler öne çıkıyor. Basilica içindeki şapeller de çeşitli dini öykülerin tasvir edildiği fresklerle zenginleştirilmiş. Bunlar arasında Giresun civarındaki bir kent olan Nikopolis Madonnası, Bizanstan yağmalanlar listesinde. Bakire Meryem’in hayatıntan kesitlerin anlatıldığı 17 yüzyıldan kalma Mascoli Şapeli ise, adından da anlaşılacağı üzere sadece erkeklerin girdiği bir yermiş.

Vaftizhane’nin dış cephesinde ise Konstantinopolis’teki bir kiliseden getirilen yarım sütunlar ile 1204’teki Haçlılar Seferi sırasında Konstantinapolis’ten getirilen ve Roma İmparatorluğu’nun 3. yüzyılda geçirdiği bunalımlı dönemi atlatmasına yardımcı olan dörtlü yönetimini tasvir eden Tetrarchia heykeli görülebilir. Diocletianus, Maximianus, Valerius ve Constantius’u simgeleyen heykellerden birinin ayağı yok; o ayak 1960’da İstanbul’da bulunmuş.

Basilica çok biricik bir yer; Venedik’te sadece bir yer görecekseniz o da burası olmalı. Özellikle İstanbul’dan getirilen parçalar bizler için daha da ilginç kılıyor burayı. Basilica Pazar hariç her gün 09.30-17.00 arası ziyaret edilebilir; pazarları ise ziyaret saatleri 14.00-16.00 arası ama yazın kapanış saati 17.00’ye kadar uzamakta. Basilica’ya giriş ücretsiz ancak Müze 5 euro, Hazine 3 euro, Pala d’Oro 2 euro… Vaporetto ile 1, 2, 41, 42, 51, 52, N, LN hatları ile San Marco veya San Zaccaria iskelelerini kullanarak ulaşabilirsiniz. Yalnız buraya gelirken giysinize dikkat etmeniz gerekiyor; omuzlar ve diz arası kapalı olacak, ayrıca sırt çantası gibi şeylerle gelmeyin, almıyorlar, bunları bırakacağınız yer de biraz mesafeli (Ateneo San Basso; saat kulesinin altı), boşuna  dert almayın.

Palazzo Ducale

Venedik’te görmeden dönmemeniz gereken bir yer de Dükler Sarayı… Bu muhteşem Gotik mucizesi Sarayın geçmişi 9. yüzyıla kadar gitmekte.

Dük Ziani zamanında (1172-1178) Saray, bugünkü yerine taşınmış ancak birkaç Bizans-Venedik mimari kalıntılar dışında bu yapıdan bugüne ulaşan pek bir şey yok. Daha sonra defalarca atlatılan yangınlar sonucu Saray, 1309-1424 yılları arasında bugünkü ana görüntüsüne kavuşmuş.  Daha sonra da gerek yangınlardan gerek üye sayısının artmasından dolayı defalarca değişikliklere gidilmiş.  Venedik’i yöneten dükaların köşkü olarak yapılan, adalet sarayı ve hükümet konağı olarak da kullanılan bu görkemli yapı, bir yanıyla Büyük Kanalın ağzına, bir yanıyla San Marco Meydanı’na bakmakta. Saray’ın en eski kısmı Kanala bakan tarafı. 1797’deki Napoleon etkisi ile Saray’ın kaderi değişmiş, önce Fransa, sonra Avusturya, nihayet 1866’da İtalya hakimiyeti ile Sarayın kullanımı el değiştirmiş.  Dış cephesi revaklar üzerinde yükselen, şık bir kutuyu andıran bu Gotik şahaserin açık cephelerinde taş işçiliği ile süslenmiş balkonlar var; rıhtıma bakan 15. yüzyıla ait balkonun tam karşısında Piazzetta’ya bakan 16. yüzyıl yapımı balkon gözünüze çarpacaktır. Dış cephenin Piazzetta köşesinde Adem ile Havva işlemesi, rıhtım köşesinde ise 15. yüzyıl yapımı Nuh’un sarhoşluğu heykeli dış süslemeler açısından dikkat çekici.

1923’ten itibaren müze olarak kullanılan Saray’a Piazzetta tarafına bakan Porta della Carta’dan giriliyor; burası  1442’de Bon kardeşlerce geç Gotik tarzda yapılmış ana giriş kapısı. İnce oymalı işçiliğiyle her bir noktası dikkate değer bu kapının en önemli figürü, Aziz Marcus karşısında eğilen Dük Foscari işlemesi. Buradan tonozlu bir geçitle kırmızı Verona mermeriyle yapılan Arco Foscari ve iç avluya geçilmekte. Bu bölümde Museo dell’Opera’dan geçeceksiniz; burada Sarayda replikaları kullanılan bazı heykel ve sütunların asılları sergilenmekte, özellikle Marcus Aslanı heykeli girişte sizi selamlamakta…

Avluya girince büyüleneceksiniz. Venedik sokaklarında sık sık karşılaşacağınız sarnıçların en iyi örneklerinden 16 yüzyıla ait iki bronz sarnıç avluyu süslemekte.  Karşıda, Sarayın tek kapalı kenarında bulunan Basilica’nın kemerleri altında timsah üzerinde duran  Aziz Teodoro heykeli duruyor, Aziz Teodoro, Aziz Marcus’tan önce şehrin koruyucu aziziymiş ve Mısır bağlantısı timsahla temsil edilmiş.

Avludan Sansovino’nu 1567 tarihli eserleri Mars ve Neptun’e ait heykellerin süslediği Devler Merdiveni/Scala dei Giganti ile sütunlu-revaklı üst katlara çıkılıyor. Bu heykeller Venedik’in deniz ve karadaki gücünü temsil ediyormuş. Bu merdiven Düklerin görevlendirilme yerleri olduğu için de önemli.

Ama yukarıya çıkarken Devler Merdivenini değil, düklerin salonlarına  çıkan Scala d’Oro’yu kullanıyoruz. Bu merdivenler 1538-1559 arasında yapılmış ve parıl parıl altın yaldızlı süslemelerden dolayı bu adı almış. 1483’teki yangından sonra yapılan düklere ait salonlar görkemli ama boş çünkü genel olarak Napoleon döneminde yağmalanmış; görkem ise odaların duvarları ve tavanlarında her biri bir sanat eseri olan resimlerinden, fresklerden, heykellerden gelmekte…  Birbirine geçmeli odalar, koridorlar Orta Çağ’dan günümüze uzanan bir sanat galerisi gibi.  Dönemin ünlü sanatçıları Tintoretto, Tiepolo, Titian’ın izleri Sarayın odalarında bugüne ulaşmış, bizi büyülüyor.

Yukarı kata çıkmadan arada, Düklerin özel dairelerine geçilen bir bölüm var; Venedikli ressamların eserlerinin sergilendiği bir alan. Venedik panoramasının hakim olduğu Vedutism akımının Antonio Canova ile doruğuna ulaştığı çeşitli ressamların eserleri, düklerin şahsi odalarında sizleri bekliyor. Ayrı bir biletle girilen bölümde benim ziyaret ettiğim dönem Venedik ve Büyük Kanal ile ilgili resimlerin sergilendiği Canaletto- Venezia sergisi mevcuttu.

Yukarı katta ilk oda Sala di Scarlatti; tavandaki Titian ve Salviati freskleri yanında Lombardo elinden çıkma Dük Loredan’ı Hz Meryem’in ayakları dibinde tasvir eden kabartma eser dikkatinizi çekecektir. Daha sonra gelen Sala dello Scudo ise duvarlarını kaplayan haritalardan dolayı harita odası olarak biliniyor, odanın ortasında ise 18.yüzyıla ait dev yerküre görülebilir, dük armaları da odanın başka özelliği. İlerideki galeride ise Venedik’in gururu Giovanni Bellini’nin resimleri görülebilir.

Dük Francesco Erizzo’ya adanan Erizzo odası ise, diğer odalar gibi ahşap işçiliği ile bezeli tavanı ile dikkat çekici. Priuli de denen Stucchi odasının tavan ve duvarlarında İsa’nın hayatını anlatan resimler mevcut. Önceden 12 filozofun resmi olduğu için Filozoflar Odası olarak bilinen oda da Titian’ın Aziz Christopher freski dikkate değer. Dük Giovanni Corner’ın resimlerinin bulunduğu Corner Odası’nda mermer işçiliğiyle süslü şömine de dikkat çekici.

Üçüncü katta konsey salonları mevcut. 1574’teki yangından sonra Tintoretto’nun İncil’den sahnelerle süslediği Sala delle Quatro’dan sonra, delege ve elçilerin bekleme odası olan  Anticollegio’ya varılıyor; eskiden deri işlemeleri ile kaplı duvarlara 1716’da yapılan mitolojik sahneleri konu alan freskolar Tintoretto eseri, ayrıca Tiepolo’nun Venedik tasviri de dikkat çekici.

Sala del Collegio ise, Venedik senatosu işlerinin yürütüldüğü bir bölüm. Buranın özelliği ise tavanı; 1575-1578 yıllarında yapılan resim Veronese’in en iyi eserlerinden biri olarak görülüyor. Sala dei Senato ise, Venedik senatörlerinin toplanıp karar aldıkları bir yer; Venedik tarihinden olaylarla ilgili resimler ilginç.

Daha sonra Sala del Consiglio dei Dieci’ye geçiliyor. Ponchino eseri tavan süslemeleri ile Onlar Meclisi’nin gücünün anlatıldığı bu salon, biraz da Venedik’in geçmişi çünkü 1310’daki bir Tiepolo tarafından yapılan bir darbe girişimi sonrası devletin güvenliği ile ilgili suçların soruşturulması için kurulup sonra kontrol edilemez bir güce dönüşen Onlar Meclisi Konseyi’nin toplantı salonu burası… Tavan süslemelerinin bazıları Napoleon tarafından götürülse de 1554 tarihli iki tablo sonradan geri alınmış. Engizisyonun karanlık günlerine de tanıklık eden bu odanın devamında, suçluların yargılandığı Sala della Bussola’ya geçilmekte. Muhteşem süslemelerin gözümüzü kamaştırdığı bu salon aslında acılarla dolu bir yer, özellikle duvarda imzasız ihbar mektuplarının atıldığı aslan ağzına (bocca di Leone) dikkat.

Sala della Bussola ismini büyük ahşap pusuladan alıyor; Adalet heykeliyle birlikte duran dev pusula Onlar Konseyi’nin üç başkanının odası olan Sala dei Tre Capi’nin girişini gizlemekte. Tavan süslemeleri Veronese’ye, şömine tasarımı Sansovino’ya ait. Buradan ise bir yolla cephaneliğe ve hapishaneye geçilmekte. Tekrar aşağı, ikinci kata inerken Sala dei Guariento’dan geçeceğiz;  1365’te Guariento’nun yaptığı ancak 1577 yangınından sonra ancak bir parçası kalan Kutsal Bakire’nin Taç Giymesi freskine göz atın.

Esas muhteşem oda Büyük Konsey Salonu olarak geçen Sala del Maggior Consiglio… Bu salona girilen verandada Antonio Rizzo’nun Adem ve Havva heykellerini göreceksiniz, sonra da bakmalara doyamayacağınız süslemeleri ile Büyük Konsey’in yasa yapmak, üst düzey memurları seçmek için toplandığı, en çok Fransa Kalı III Henri için verilen muazzam davet ile hatırlanan salona geleceksiniz. Bu salon 14. yüzyılda yapılmış. Binlerce siyasi olaya tanık etmiş, 53X25 metre boyutlarıyla Avrupa’nın en büyük salonlarından biri olan Büyük Konsey Salonu, adeta bir sanat galerisi gibi; Guariento, Vittore Carpaccio, Giovanni Bellini, Titian, Alvise Vivarini, Pisanello, Veronese  gibi dönemin en ünlü sanatçılarının eserlerinin yer aldığı salonda Tintoretto’nun 1592’de biten 7.45X24.65 metre boyutundaki devasa Cennet tablosu, başlı başına bir ilgi merkezi; bu tablo dünyanın en büyük tablolarındanmış. Duvarlarda ve tavanda Venedik tarihinden sahneler yer almakta. Ayrıca 76 dükün portresi de duvarlarda görülebilir; geri kalan 42 dükün portreleri ise Sala dello Scrutinio’da. (Malikanesinden Büyük Kanal yazımızda bahsettiğimiz) 1355’te bir darbeye karışan ve idam edilen Dük Marin Faliero’nun portresi ise siyah örtüyle kapatılmış. Sala dello Scrutino ise 1540’larda Dük Foscani döneminde kütüphane olarak yapılan bir kısımmış ama Marciana Kütüphanesi’nin yapılmasından sonra seçimlerde kullanılır olmuş.

Aradaki yargı sürecine dahil sansür heyeti (Sala di Censori), avukatlar gibi kurumlara ayrılan ve yine portrelerle, Venedik sahneleriyle süslü odalardan, önce eski hapishaneye oradan Ahlar Köprüsü ile yeni hapishaneye geçilmekte. Eski hapishanenin geçmişi 12. yüzyıla kadar dayanıyor ve konukları arasında Giacomo Casanova gibi renkli kişilikler de var. Piombi kurşun demekmiş ve adını çatıdaki kurşun kaplamalardan alıyormuş; bu nedenle eski hapishanenin üst katlarına piombi deniliyormuş. Eski hapishanede her hücrede uygulanan eziyet belki aynıymış ama üst kattakiler en azından güneş ışığını görebildikleri için karanlık ve rutubetten etkilenmiyorlarmış. Ayrıca Casanova gibi çatıdan bir gedik bulup kaçabilme şansı da üst katların artısı olsa gerek.

1595’te tamamlanana Ahlar Köprüsü ise 1614’te Sarayı yeni hapishaneye bağlamak için yapılmış ve adını engizisyon sorgulamalarından hapishaneye götürülen mahkumların feryatlarından almış. Bu köprüyü görmek için biraz ilerdeki Ponte della Paglia’ya gitmeniz gerekecek;  bu köprü ilk defa 1360’ta inşa edimiş ama bugünkü halini 1847’de almış.

Hücreleri gezerken mahkumlardan kalan çizimler, resimler iç burkucu. Tabii sergilenenler arasında bazı erotik çizimler de var ama en çok rastlanan resimler güzel yüzlü kadınlar ve sefere çıkan gemiler…

Dükler Sarayı Azerbeycan’dan A.B.D’ye bir çok yapıya ilham kaynağı olmuş, filmlerden video oyunlarına, karşımıza çıkan bu muhteşem yapı Venedik gezinizin olmazsa olmazı. Saray, her gün 08.30-17.30 arasında ziyarete açık, Nisan-Ekim arası kapanış saati 17.00 oluyor. Giriş 19 euro. Bu bilet Dükler Sarayı, Museo Correr, Arkeoloji Müzesi ve Marciana Kütüphanesi için  geçerli. Ancak düklerin özel odalarını gezmek için ayrıca 4 euro ödemeniz gerekiyor. Sarayda Sırlara Yolculuk ya da Sarayın Gecesi gibi turlarla da gezilebiliyor.

Campanile 

San Marco Basilica’sının tam karşısında duran ve 98,6 metre ile Venedik’in simgelerinden biri olan bu kule, 1173’te deniz feneri olarak yapılıp 1514’te bugünkü halini almış. Venedik’in en yüksek binası olan Campanile tepesinde Bartolomeo Bon’un tasarımı altın rüzgar gülü ile taçlanmış. Piramit şeklindeki tepesinin hemen altında Venedik Cumhuriyeti döneminde her birinin ayrı anlamı olan beş çan bulunmakta; bir çan iş günü başlangıcını, bir çan infazları, biri Büyük Konsey toplantılarını haber verirmiş… Kule Orta Çağ’da, hapishane olarak da kullanılmış. Kule Logetta denilen bölüm üzerinde yükselmekte; 16 yüzyılda Sansovino tarafından yapılan kısım Cumhuriyeti simgeleyen kırmızı Verona mermerlerinden yapılan kabartmalarla süslenmiş.

Galileo 1609’da teleskopunu Dük Leonardo Dona’ya burada takdim etmiş ama henüz o vakit asansör yokmuş. Asansör 1692’de yapılmış. Gerçi Kule, 1902’de aniden çökmüş; ertesi yıl  ‘olduğu yerde olduğu gibi’ sözlerinin kazılı olduğu temel taşı yerleştirilmiş ve 1912’de yeni kule açılmış. Ziyaret etmek isterseniz; Mart, Nisan, Ekim’de 09.00-19.00, Kasım-Şubat arası 09.30-15.45, Haziran-Eylül arası 08.30-21.30 saatlerinde 8 euro karşılığı yapabilirsiniz.

Torre Dell’Orologio

San Marco Meydanı’nın bir diğer süsü de Meydanın kuzeyinde yer alan Saat Kulesi; şehrin alışveriş bölgesi olan Merceria girişindeki 15. yüzyıl yapımı erken Rönesans tarzındaki bu Kule, tepesindeki çanı, altın yıldızlarla süslü  mavi satıh üzerindeki Marcus Aslanı, daha altta Hazreti Meryem heykeli ve saat ile dikkatinizi çekecektir. Tepedeki çanı ellerindeki çekiçle çalan iki heykelden biri yaşlı, biri genç adam figürü ise acımasızca geçen zamanı temsil ediyormuş…Çan ise 1497 yapımı. Bana denk gelmedi ama bazı dini günlerde saatin iki yanındaki Müneccim Kral figürleri, bölmelerden çıkıp Meryem’i selamlıyormuş. Kulenin altı kemerli bir geçitle Rialto’ya bağlanan yola açılıyor. Kulenin etrafında  ise daha çok Murano cam işçiliğinin en iyi örneklerinin bulunabileceği dükkanlar var ama kaliteye yüksek fiyatlar da eşlik etmekte…

San Marco San Teodoro Sütunları

San Marco Meydanı’nın Dükler Sarayı kenarından Kanala doğru uzanan bölümünde yer alan bu iki sütun, şehre ulaşımın sadece deniz yoluyla olduğu dönemlerde Venedik’in ana girişini süslemekteymiş; şimdi ise turistik bir simge olan bu sütunlar Konstantinopolis’ten getirilen ganimetlerdenmiş. Sütunlardan birinin üstünde Venedik’in Aziz Marcos’tan önceki koruyucu azizi olan Teodoros’un heykeli bulunmakta; gerçi bu heykel bir replika, aslı Dükler Sarayı’nda sergilenmekte. Diğer sütunda ise Aziz Marcos’un kanatlı aslan heykeli görülmekte ama rivayet odur ki, bu aslında kanat takılmış bir Çin ejderiymiş…Şimdi şehrin gündelik  curcunasına kaytsızca tanıklık eden bu iki sütun aslında Venedik tarihinin kötü anlarının bir simgesi çünkü 18. yüzyıl ortalarına kadar idam cezaları burada infaz edilirmiş.

Procuratie

Bir ucu San Marco Basilikası ile kaplı olan San Marco Meydanı’nın diğer üç tarafını çevreleyen binalar Procutarie binaları olarak adlandırılıyor. Kemerler üzerinde iki katlı olarak alanı çevreleyen bu binalar, genel olarak yöneticilerin ofisleri için yapılmış.

Sırtınızı Basilica’ya verirseniz sağınızda kalan kanat en eski bölüm olan Procuratie Vecchie; 12. yüzyılda yöneticilerin  ofis ve evi olarak yapılmış; 16 yüzyılda atlattığı yangından hasar görse de eski Gotik havasından esintilerle yeniden yapılmış. Meydanın güney tarafına denk gelen kısım ise Procuratie Nuove olarak biliniyor; 1586’da Klasik stilde başlanıp 1640’da tamamlanmış. İki yapı arasında bulunan kanat, 1810’da, orada bulunan bir kilise yıkılarak Neo klasik tarzda yapılan Ala Napoleonica; burası Venedik Cumhuriyetinin yıkılmasından sonra Napoleon tarafından rezidans, balo salonu ve yönetim binası olarak yaptırılmış, daha sonra Avusturyalı yöneticiler tarafından kullanılmıştır. Bu bina silsilesinin Kanal tarafı Zecca olarak biliniyor; Dük Andrea Gritti tarafından Meydan düzenlenmesi için 1536-1540 arasında darphane olarak tasarlanan bina 1870’e kadar bu amaçla kullanılmış; bugünse Biblioteca Marciana’ya ev sahipliği yapmakta.

Bir zamanlar Venedik’in ileri gelen aileleri, kendi malikaneleri dışında, sefahat alemleri için bu yapılarda küçük birer daire tutarlarmış. Bugünse Ala Napoleonica ve Procuratie Nuove, başta Correr Müzesi olmak üzere üç önemli ziyaret noktasına ev sahipliği yapmakta… Ama gezginler için asıl, bu yapıların en alt katında kemerli revaklarla süslü bölüm ilgi çekici. Çünkü sıra sıra dizilmiş ve Venedik’in gururu cam işçiliğinin nadide örneklerinin satıldığı şık ve pahalı dükkanlar gerçekten insanın aklını çelecek kadar muhteşem. Neredeyse aklınıza gelecek herşeyin cam versiyonunu görebilirsiniz. Ama burada asıl iki cafeden bahsetmek gerek… İkisi de şık ve pahalı olan bu kafelerin simgesel anlamları da var. Procuratie Vecchie tarafındaki Cafe Quadri, 1775’te açılmış ve  Avusturya hakimiyeti döneminde Avusturyalı askerlerin gözde mekanıymış. 1720’de açılan Cafe Florian ise Procuratie Nuove tarafında; burası Cafe Quadri’ye inat o dönemde Venediklilerin tercih ettiği bir yermiş, ama Venedik destekçileri yanında Byron, Proust, Dickens gibi yazarlar da buranın müdavimleri arasındaymış. Kanala bakan taraftaki Cafe Lavena ise 1750’de açılmış; burası da Richard Wagner ve de bendenizin tercih ettiği yer olarak kayıtlara geçsin.

Museo Correr

Venedik’in tarihi ve sanatına tanıklık eden nadide eşyaları muhteşem bir sarayda görmek isterseniz Correr Müzesi’ne gitmelisiniz. Teodoro Correr’in koleksiyonuyla kurulan Müze, 1836’da açılmış. 1797’de Venedik Cumhuriyetinin sona ermesiyle bir çok asil aile eşyalarını satmış, Correr ise koleksiyonunun büyük kısmını bu nadide parçalardan oluşturmuş. Müze önce Palazzo Correr’de açılmış ama 1922’de bugünkü yerine taşınmış.

Burada sergilenen eserler yanında yapının kendisi bile başlı başına görmeye değer. Müzenin bugün bulunduğu Napoleon Kanatı, Procuratie Nuove’daki tadilatla beraber Neoklasik tarzda Giuseppe Soli ve Lorenzo Santi tarafından tasarlanmış. İç dekorasyonlar ressam Giuseppe Borsato’nun eseri. Ana girişteki Neptün freski ise 1838 tarihli. Napoleon hakimiyeti zamanında yeni iktidarın sarayı olarak kullanılmış. Ama 1814’te bina tamamlandığında, Avusturya hakimiyeti sırasında Habsburg Hanedanının malikanesi olmuş. Sarayın en önemli odaları, Balo Odası, Taç Odası ve Ziyafet Odası…Bu odaların şatafatı yanında Antonio Canova’nın Neoklasik tarzdaki heykelleri de görsel şölenin bir parçası. Müze, Venedik hayatının ve kültürünün yansımalarını bugüne taşıyor. 15-16. yüzyıldan kalma haritalar, 16-18. yüzyıldan kalma nadir baskılar, sikkeler, denizcilikle ilgili araçlar, silahlar, Venedik’in muhtelif dönemlerine ait gravürler, resimler ile Müze, Venedik’in geçmişini bugüne taşımakta.

Müzede ayrıca Giovanni Bellini’den Vittore Carpaccio’ya bir çok ressamın eseri görülebilir; Antonello da Messina, Cosme Tura, Paolo Veneziano, Lorenzo Veneziano, Stefano Veneziano, Jacobello di Bonomo, Michele Giambono, Jacobello del Fiore, Gentile da Fabriano, Pisanello, Matteo Giovannetti, Bartolomeo Vivarini, Leonardo Boldrini, Pieter Bruegel, Jacopo Bellini, Alvise Vivarini, Cima da Conegliano, Lorenzo Lotto, Boccaccio Boccaccino gibi Venedikli ya da Venedik resmini etkilemiş Avrupalı ressamların eserleri bu bölümde yer almakta. Bunlar arasında Giovanni Bellini’nin Çarmıha Gerilme, Madonna ve Çocuğu ile Vittore Carpaccio’nun Kırmızı Şapkalı Adam ve İki Venedik Hanımı resimleri dikkatinizi çekecek.

Müze Kasım-Mart arası 09.00-17.00; Nisan-Ekim arası 09.00-19.00 saatleri arasında gezilebilir, giriş 19 euro. Bu bilet Dükler Sarayı, Museo Correr, Arkeoloji Müzesi ve Marciana Kütüphanesi için  geçerli.

Libreria Sansoviniana

Marciana Kütüphanesi de denen  bu Rönesans tarzı yapı, İtalya’nın en büyük ve en önemli kütüphanesi. Piazzetta’ya bakan ve darphane binasını da içine alan Kütüphane, Sansovino tasarımı olarak 1537’de yapımına başlanmış ve 1588’de Scamozzi tarafından bitirilmiş. Yapının tavanı çökünce Sansovino bir ara tutuklanmış ve epey bir ceza ödeyerek hapisten kurtulmuş. Binanın iç dekorları Titian, Paolo Veronese, Tintoretto, Alessandro Vittoria, Batista Franco, Bartolomeo Ammannati eserleri ile tamamlanmış.  Dor ve Iyon tarzı sütunlar ve heykellerle süslü bu kütüphanenin ilk kitapları ise 1468’deki Kardinal Bressarione’nin tarafından bağışlanmış. Kütüphanenin duvarlarındaki yaldızlı alçı süslemeleri ve freskleri ayrı bir güzellik ama tabii, buranın esas zenginliği yüzyıllar ötesinden kalan eserler; bunlar arasında Venedik’te basılan ilk kitap ile 5 yüzyıldan kalma el yazmaları Kütüphanenin göz bebeği. Venedik tarihi, klasik felsefe ve antik haritalar da burada yer almakta.

 Museo Archeologico di Venezia

Libreria Sansoviniana ve Procuratie Nuove’nin salonlarına yayılmış olan Milli Arkeoloji Müzesi, Dük Antonio Grimani’nin oğlu Kardinal Domenico Grimani’nin 1523’te koleksiyonunu bağışlamasıyla oluşturulmuş. Müze antik çağlara  uzanan Roma ve Yunan eserleriyle öne çıkıyor. Mücevherden heykele, vazolardan sikkelere uzanan gemiş bir koleksiyonu barındırmakta.

Zengin bir numismatik koleksiyonu hem Roma hem Bizans sikkeleri ile ilgilenenler için bulunmaz bir hazine. Ama taş işçiliği, özellikle heykeller en çarpıcı eserler. Bizans dini resimleri de ayrıca ilginç. Müze’de Bizans’ın son günlerine atfedilen bir bölüm var; burada yine İstanbul’dan getirilmiş bir çok eser, dini kitap yanında Fatih Sultan Mehmet’in orta yaşlarını gösteren portresi de yer alıyor.

Sonuçta akılda kalan daha çok Roma ve Yunan heykelleri. Tabii ki, Roma-Yunan heykellerine gayet aşinayız, bizim müzelerimizde de gayet seçkin örnekleri var ama buradakiler belki sayıca az ama sanki daha cüretkar…

Müze Kasım-Mart arası 09.00-17.00; Nisan-Ekim arası 09.00-19.00 saatleri arasında gezilebilir, giriş 19 euro. Bu bilet Dükler Sarayı, Museo Correr, Arkeoloji Müzesi ve Marciana Kütüphanesi için  geçerli.

Ancak burada bir de Müze pasosundan bahsetmek gerek. 24 euro tutarındaki bu paso ile San Marco Meydanındaki dört müzeye (Dükler Sarayı-özel odalar hariç-, Correr Müzesi, Arkeoloji Müzesi ve Kütüphane) ek olarak, Musei Civici Venice kapsamında yer alan Ca’ Rezzonico, Palazzo Mocenigo, Ca’ Pesaro, Casa Goldini, Murano ve Burano müzeleri ile Doğa Tarihi Müzesini de gezebilirsiniz. Eğer zamanınız, gücünüz ve isteğiniz varsa, San Marco Meydanında yer alan müzeleri gezmek için bu, en uygun seçenek. İnternetten alabileceğiniz bu pasoyu, listede yer alan herhangi bir müzeden onaylatarak kullanabiliyorsunuz.

Yeme – İçme

İtalya’da genelde nerede yersen ye mutlaka iyi bir lezzete denk gelinir, diye düşünürdüm ama bu Venedik için doğru değil. Venedik için gondolcuların yediği yerlerde yiyin, derler… Bunun için size Castello bölgesini tavsiye ederim, Riva degli Schiavoni’nin ilerisi, Arsenal civarında yer alan ve daha az turistik olan yerler, belki bu açıdan tercih edilebilir…

Kaldığım yerdeki bir görevli San Polo’daki Autico Callice’yi gondolcuların yeri olarak tavsiye etti ama daha çok armatörlük yolunda gidenlerin uğradığı bir yerdi; fazlasıyla turistik, kötü yemek ve sonuçta aç kalkılan bir masa… Son gezimde beni en çok sokak aralarındaki atıştırmalık yerler mutlu etti, bunlardan pizza çeşitlemeleri sunan Farini ile minik deniz ürünleri seçkisiyle Aqua e maic… Ama illa sağınızda solunuzda Michelin yıldızlarını görmek istiyorsanız Venedik bu konuda çok zengin… 2019’da yıldız parlatan yerler arasında Met, Amo, Club del Doge, Local, Arva, Antino’a Lounge, Al Covo, Oro, Ai Mercanti, Terrzaza Danielli, Quadri, Il Ridotto gibi yerler var.

Alışveriş

Gitmişken alışveriş yapmadan olmaz tabii… İtalya’ya özgü her şeyi Venedik’te de bulabilirsiniz. Ama Venedik’e özgü bir şeyler ararsanız birbirinden güzel cam objeler ve maskeler tercihiniz olmalı… Venedik’te her keseye uygun bir şeyler bulabilirsiniz. Ama kaliteli olanı daha uygun fiyata almak isterseniz turistik merkezlerin biraz dışına çıkmakta fayda var. Maske konusunda La Bauta, buna bir örnek, Campo San Toma’da… San Toma, cam konusunda da daha uygun birşeyler bulabileceğiniz bir bölge. Ayrıca cam eşyalar için San Geremia’ya da uğrayın derim. Fortuny Müzesi civarındaki yerlerde de ucuz cam eşyalar bulabilirsiniz.

Hazır Venedik’e gelmişken buradan bir gondolcu edasıyla dönmek isterseniz, Emilio Ceccato’da şık bir gondolcu olabilirsiniz, Eurolarınızı hazırlayın. Belairfine art ise hem modern sanat galerisi hem de özgün eserler alabileceğiniz bir yer.

Venedik’teyken bir şey almasanız da mutlaka uğramanız gereken bir yer de Libreria Acqua Alta Kitapevi… Dünyanın en ilginç kitabevlerinden biri olan bu depo-dükkan daha çok sahaf havasında; belki de bir kapısı kanala açıldığı için su yükselmeleri sırasında kitapları kurtarmak için olsa gerek, ortada içi kitap dolu kocaman bir gondol durmakta… Eski, yeni kitaplar, dergiler, plaklar, magnetler alabilirsiniz, tabii üzerlerinde uyuklamakta olan kediler izin verirse…

Venedik pahalı bir şehir. Bir gezginin de en büyük masrafı giriş ücretleri. Venedik’te 10-15 euro civarında giriş ücreti olan müzeler var. Ama muhtelif müze ve şehir kartlarıyla bu masrafı azaltabilirsiniz. Mesela San Marco Meydanı’ndaki müzeleri (Dükler Sarayı, Arkeoloji Müzesi, Corner Müzesi, Arkeoloji Müzesi, Milli Kütüphane) 23.40 euro… Bu konuda başka bir seçenek ise, 11 müzeyi (Dükler Sarayı, Arkeoloji Müzesi, Corner Müzesi, Arkeoloji Müzesi, Milli Kütüphane, Rezzonico, Mocenigo, Carlo Goldoni, Pesaro, Murano Cam Müzesi, Burano Dantel Müzesi, Doğal Tarih Müzesi) içeren 32.40 Euro’luk bir kart… Ayrıca Venedik’te müzelere giriş ve ulaşım seçenekleri de içeren Venezia Unica Card’lar da var; Gümüş, Altın ve Platin olarak ayrılmakta… Gümüş kart, Dükler Sarayı, Arkeoloji Müzesi, Corner müzesi, Arkeoloji Müzesi, Milli Kütüphane, seçilen 3 kilise girişi içermekte, 29 yaş altındaysanız 21,90 Euro, 30 yaş üzeriyseniz 33,90 Euro. Bu fiyat, eklenen başka müzeler ve turlarla değişmekte. Altın kart, (yukarıda bahsedilen) müze kartı kapsamındaki 11 müzeye ek olarak 16 paralı kiliseye giriş sağlamakta; buna ek olarak Yahudi Müzesi’ne giriş, 3 günlük toplu taşım ve 1 günlük internet bağlantısı da bu karta dahil, fiyatlar 58,90 eurodan başlıyor, ek müze ve turlarla bu fiyat artıyor. Platin kart ise, altın karta ek olarak Fenice Operası ve Bovolo Malikanesine giriş içermekte; 70,90 eurodan başlayan fiyatlara hava alanı transferi, tekne turu gibi özellikler eklendikçe bu fiyat artıyor. Bu konuda ayrıntılı bilgi ‘veneziaunica.it’ adresinden alınabilir.

Son Söz

Böylece San Marco Meydanı’nı ayrıntılı bir şekilde gezdik. Bu kadarı bile Venedik’i gördüm demek için yeterli belki de. Ama daha önce de bahsettiğimiz gibi bu Meydanın sunacağı başka seçenekler de var. Gecesi ayrı ışıltılı, gündüzü ayrı renkli cam işleri, vitrinlerde sizi bekliyor.

Ya da biraz soluklanın. Çünkü burası, bir şekilde Venedik’in eğlence merkezi de. Her an bir konser havanızı değiştirebilir. Özellikle Karnaval zamanı, burası türlü çeşitli müzik gruplarıyla şenleniyor. Dinlenmek için seçenekler; yukarıda anlatmıştık, artık tercihinize göre Caffe Quadri mi olur, yoksa Caffe Flori mi, oturup Dünyanın En Muhteşem Salonuna son bir kez göz atın, belki de aklınızda sadece bu an kalacaktır…

Venedik gezimizde bu yazıda anlatılan San Marco Meydanı ve Bazilikası ve civarındaki yerler ve müzeleri gezdik, sırada tekne ile Büyük Kanal gezisi bulunuyor. Tekne gezisinde göreceğiniz yerleri, binaları, müzeleri okumak isterseniz; Venedik Gezi Rehberi II: Canal Grande – Dünyanın En Güzel Bulvarı

Venedik Adaları Murano, Burano ve Torcello’yu gezmek isterseniz; Venedik’in Üç İncisi: Murano, Burano, Torcello

Venedik’i ünlü Venedik Karnavalı zamanı gezmek isterseniz; Venedik Karnavalı; Bir Maskeyi Sevmek

 

 

Kolombiya Gezi Rehberi: Büyüleyici Ülke

Kolombiya

Kolombiya, kahvenin, yeşilin her tonunun, zümrüdün, Marquez, Botero ve Escobar’ın ülkesi. “Büyülü Gerçeklik” akımının toprakları. Doğası ile sıra dışı bir ülke, hayran kalınacak bir coğrafya.

Kolombiya’nın 1.141.000 kilometre karelik topraklarının % 30’unda yerleşim var. Elli milyonluk  nüfusun % 85 mestizo (melez) beyazlardan oluşuyor. Resmi dil İspanyolca, para birimi peso. Halkın %92’si Hristiyan. 32 bölgeye ayrılmış bir cumhuriyet. Başşehri Bogota.

Kolombiya’nın kuzeyinde Karayip Denizi, doğusunda Venezuela ve Brezilya, güneyinde Peru ve Ekvador, batısında Büyük Okyanus ve Panama ile çevrili. Denizden ABD, Panama, Costa Rica, Jamaika ile komşuluğu var. Topraklarının yarıya yakını sık ormanlarla kaplı. Güney Amerika’da 5,5 milyon kilometre kareyi ve dokuz ülkeyi kaplayan amazon ormanları burada da önemli bir alanı kaplıyor. Vadilerde tropikal, yükseklerde ılıman bir iklim var.

Latin Amerika’nın dördüncü büyük ekonomisi… Ekonomi kahve, çiçek, zümrüt ve madenciliğe dayanıyor. Dünya kahve ihracatında 3. sırada. Karanfil ihracatında ise birinci sırada. (Çiçek ihracatında dünya ikincisi) Burası bir çiçek ve tropikal meyve cenneti. Dünyanın en değerli zümrütleri burada; zümrüt ihracatında dünya birincisi, İngiltere kraliyet ailesi zümrütleri de Kolombiya’dan. Altın, gümüş, kömür, petrol de önemli doğal kaynakları arasında.

Kolombiya’da ilk insan yaşamı M.Ö 12.000’lere tarihlenmekte. Kızılderililerin bölgeye gelişi M.Ö. 100’lerde. Kristof Kolomb Kolombiya’ya hiç ayak basmamış. İspanyol donanması 1525’de Kolombiya’yı fetheder ve 1535 de ilk İspanyol şehri Santa Marta kurulur. İspanyollar daha sonra Bogota’yı kurarlar ve Afrika’dan kahve ve şekerkamışı tarlalarında çalışmak üzere köle getirirler. 1700’lü yıllarda Kolombiya Genel Valiliği; Panama, Venezuela, Yeni Granada, Ekvador’u kapsamaktadır. 1819 da Simon Bolivar İspanyolları yenerek Büyük Kolombiya Cumhuriyeti’ni kurar. 1900’lü yıllarda Federasyon dağılır, 1903 de Panama ayrılır. 1922 de A.B.D Kolombiya’ya, Panama için 25 milyon dolar öder.

Kolombiya 20.yüzyılın ortalarından beri gerilla hareketleri ile politik gerilim ve çatışma içinde. Gerilla hareketleri dört grupta yer alıyor. 1. Dünya sol gerilla hareketleri (uyuşturucu kartelleri, bazı siyasiler ile bağlantılı); 2. Paramiliter güçler (sağcılar, uyuşturucu kartelleri, bazı Kolombiya devlet kuruluşları ve siyasiler ile bağlantılı); 3. Devletin resmi polis ve asker güçleri; 4. Uyuşturucu kartelleri… Hepsinin yarım yüzyılı aşkın birbirleri ile karmaşık ilişkileri var. Gerilla gruplarının en ünlüleri FARC  ve ELN. Kolombiya Devrimci Silahlı Güçler Halk Ordusu (FARC) 1964 yılında kurulmuş. FARC devlete, sağ eğilimli paramiliter gruplara, uyuşturucu kartellerine karşı yasa dışı silahlı mücadele veren bir örgüt. Haziran 2016 yılında devlet ile resmi bir ateşkes anlaşması imzalayan ve yasal olarak politikaya atılan örgüt, 2019’dan beri hükümetin alınan kararlara uymaması nedeniyle tekrar silahlı günlerine dönmek istiyor. Yani FARC huzursuz. Adam kaçırma olaylarının çok fazla olduğu bu ülkenin her bölgesinde gezmek biraz cesaret istiyor.

Dünya uyuşturucu trafiğinin bir zamanlar bir numaralı ismi olan Escobar’ın adına diziler/filmler yapıldı. 1993 de ortadan kaldırılan Escobar’ın yönettiği Medellin kartelinin yerini bugün başka karteller almış durumda.

Seyahatimiz 28 Şubat THY İstanbul Bogota uçuşu ile başladı. 11.048 km’yi 13 saat 45 dakikada uçtuk. Saat sabah 11.15 de Bogota’dayız. Bogota Havaalanı’ndan Avianca Hava Yolları ile Medellin’e uçuyoruz. Bogota-Medellin arası 266 km, uçakla 25 dakika.

Medellin Havaalanı’ndan hemen Guatape’ye gidiyoruz. Burası tarım bölgesi, etraf yemyeşil. Fasulye, kabak, domates, mısır tarlaları arasında ilerlerken bir mola veriyoruz ve çok güzel bir tat ile tanışıyorum. Pan de Queso, peynirli bir atıştırmalık.

Yıllar önce hidroelektrik santrali yapımı nedeniyle sular altında kalan El Penol kasabasının eski yerindeyiz. 1979 da hidroelektrik santrali projesi kasabanın 300 yıllık geçmişini yok ederken tüm ülkede tepki uyandırmış. Buraya eski El Penol’ün bir replikasını yapmışlar. Tekne gezisi yapıyoruz ve kıyıdan hala bombalanmış halde muhafaza edilen, Escobar’ın yüzlerce evinden birini görüyoruz.

El Penol’de 220 metre yüksekliğinde granit bir kaya, 675 basamak tırmanarak en tepeye ulaşıyorsunuz. En tepede hediyelik eşya satan yerler, kafeteryalar var. Tabii tepede manzara çok güzel. Guatepe hidroelektrik barajının dibinde muhteşem kayanın tepesine dek tırmanıyorum. 

El Penol tırmanışı sonrası Guatape’deyiz. Guatape 6.500 nüfuslu bir And kasabası. Medellin’e 80 kilometre. Evler ve işyerleri rengarenk parlak boyalarla boyanmış. Her bina bir sanat eseri. Bu binaların alt kısmı “zokalo” denilen frizlerle (kabartmalı düz şerit) kaplı. Ayçiçeği, koyun popüler frizler. Bazı frizlerde bir öykü anlatılıyor. Dünyanın belki de en fotojenik kasabasındayız. Eğimli ve renkli sokaklarında akşama dek geziyoruz.

Akşam Antioquia bölgesinin başkenti Medellin’deyiz. Medellin And Dağları’nın merkezindeki Aburra Vadisi’nde, şehri ikiye bölen Medellin Irmağı kıyısında. Denizden 1538 metre yükseklikte. Ülkenin ikinci büyük kenti. Nüfus 2,5-3 milyon dolayında. 

Ebedi baharın şehri (hava sıcaklığı yıl ortalaması 22 derece, tropikal yayla iklimi), Botero’nun yurdu, Kolombiya’nın en güzel kahve plantasyonlarının olduğu yer, bir zamanlar dünyanın en tehlikeli şehri diye anılan, Pablo Escobar’ın vatanı. Medellin görülmeden Kolombiya görülmüş sayılmaz.

Sabah Park Inflexion‘a gidiyoruz. Kolombiya’ya gitmeden Narcos dizisini seyretmenizi öneririm. Dizinin kahramanı Pablo Escobar 25 yıl (1967-1993) dünyanın en büyük uyuşturucu kartelini yönetmiş, dünyanın en zengin insanları arasına girmiş. 1993 yılında 44 yaşında Medellin’de öldürülüyor. Park Inflexion’un olduğu yerde Escobar’ın 1986-1988 yıllarında kaldığı Monaco Apartmanı bulunuyormuş. Bu apartmana rakipleri patlayıcılarla saldırmış. Medellin’e gelenler Escobar’ın yaşadığı yerleri merak ediyormuş. Ancak Medellin yönetimi şehirlerinin böyle bir isimle anılmasından, Escobar turu yapmak isteyenlerden rahatsız. Monaco Apartmanı’nı yıkıp, 46.612 narko-terör kurbanını unutmamak, toplum hafızasını canlı tutmak için bir park yapıyorlar. Parkta kurbanlarının adlarının yazılı olduğu bir bir granit duvar dikkat çekiyor. 20 Aralık 2019 açılan parkta halk çiçekler, mumlar ile kayıplarını anıyorlar.

Bir sonraki durağımız Candaleria Kilisesi. Neoklasik tarzda kolonyal bir yapı, Kolombiya’nın en eski kilisesi. 1998 yılından beri de Kolombiya’da ulusal anıt olarak kabul ediliyor. Etrafı seyyar satıcılardan oluşan kalabalıkla çevrili.

Berrio Parkı’nın doğusunda bulunan kiliseden metroya doğru ilerliyoruz. Medellinliler 1995 yılında açılan 25,8 km’lik uzunluğundaki metro ile gurur duyuyorlar. Kolombiya’nın başka şehirlerinde metro yok. Tepelerde yerleşim yerleri yoğun olan engebeli şehirde toplu taşımacılık için metro sistemi ile entegre 3 adet metro cable denilen telesiyej sistemi yapılmış. Metro Park Berrio Metro İstasyonu girişine, daha önce burada bulunan ve metro inşaatı nedeniyle taşınan banka duvarını süsleyen Pedro Nel Gomez’in mural (duvar resimleri) yerleştirilmiş.

Buraya birkaç dakikalık yürüyüş mesafesinde 1925 yılında yapımına başlanıp, 1937 de tamamlanan Gotik tarzı bir yapı Rafael Uribe Kültür Merkezi bulunuyor. Bu bina Ulusal Anıt Yapı olarak kabul ediliyor.

Rafael Uribe Kültür Merkezi, Botero Park, Antioquia Müzesi birbirleriyle komşu. 7000 metrekarelik Botero Parkta, Botero’nun hediye ettiği 23 heykel sergileniyor.

Botero 1932 Kolombiya doğumlu, ekspresyonist bir ressam, 21.yüzyılın en ilginç ve dikkat çekici sanatçılarından. Tarzı şişman figürler. Mottosu “Şişman güzeldir, sempatiktir”. “İnsanlar çizimlerimi gördükleri zaman bana ait olduğunu hemen fark edecekler çünkü ben onlara inançtan kaynaklanan bir kişilik veriyorum” der. Hacimleri abartarak kullanan sanatçı, uzun yıllar yurt dışında yaşamasına karşın kendini Latin Amerika ruhlu ve ülkesi ile bütünleşmiş bir kişi olarak tanımlar.

Pedro Nel Gomez (1899-1984) Kolombiya’nın en ünlü mural sanatçılarından. Pedro Nel Gomez ve Botero’nun eserlerinin olduğu Antioquia Müzesi’ni geziyoruz.

Müze sonrası San Javier Metrocable İstasyonu’na geliyoruz. Burada ki 13. komünü (Medellin’deki 16 bölgeden biri) tepeden seyretmek için metrocable deneyimi yaşıyoruz.

Daha sonra San Javier’deki 13. komüne arabayla giderek dolaşıyoruz. Şehrin batısında bir dağ yamacında, merkeze en uzak komün. Bir zamanlar çete şiddeti, uyuşturucu kartellerin hakimiyeti ile tanınan, polisin bile giremediği bir yer. Bazı yerlerinde toprak kaymasının olduğu harap bir banliyö son 5-6 yıldır sanatçıların yaşamayı tercih ettikleri, sokakları muhteşem grafitilerle dolu, kısmen güvenli bir şekilde gezilebilen turistik bir merkez olmuş.

Buralara kadar gelip bir şey yiyip içmeden, alışveriş etmeden olmaz. Sanatçılara da destek olmak lazım diye düşünerek, Narcos dizisinde Escobar rolündeki sanatçının baskısı olan bir T-shirt alıyorum. Ama tedbiri elden bırakmayarak bir şey yemiyorum. Komünün 135 bini aşan nüfusunun yarısından fazlası genç.

Komün 13 den ayrılarak bu bölge ile sosyo- kültürel ve ekonomik alakası almayan başka bir Kolombiya gerçeğine gidiyoruz. Konakladığımız otelimiz Diez’inde bulunduğu Pablado’ya…Lleras Park otelimize çok yakın. Oraya doğru yürüyoruz. Etrafın 13.Komün ile alakası yok. Her yer çok şık. Parkın içi de çok güzel lokanta ve kafelerle dolu.

Ertesi gün 40-50 kişilik bir uçakla Quindio Bölgesi’nin başkenti Armenia’ya uçuyoruz. Armenia ülkenin orta batısında, 550 bin dolayında nüfusu olan küçük bir bölge. Ülkenin en önemli üç şehri Bogota, Medellin ve Cali arasında kalmış bir üçgen. Quindio 520 kuş türü, 60 dolayında memeli türünün yaşam alanı. Endemik pek çok bitki tehlike altında. Bölge Kolombiya kahvesinin en önemli üretim merkezlerinden biri. Üçgen şeklindeki bölgeden “Zona Cafetera” “Triangula del Cafe” (Kahve Üçgeni) diye bahsediliyor. Havaalanından hemen bir kahve çiftliğine gidiyoruz. Kolombiya kahve üretiminde dünya üçüncüsü. Çiftlikte kahve ve meyveler hakkında bilgileniyor, tadım yapıyoruz. Carambolo, chantadura (peach, palm), coco, curuba (banana passion fruit), granadilla, guama, papaya, ananas, muz, gulupa (purple passion fruit) çeşitleri ile bir meyve cenneti.

Pek çok kahve ülkesinde tadım yaptım, tercihim Guatemala.

Montenegro’daki Hotel Campestre Las Camellas da kalıyoruz. Sabah güzel bir kahvaltı sonrası yoldayız. Cocora Vadisi’ne Montenegro yol ayırımından saparken, buraları özetleyen bir duvar resmi önünde durup fotoğraf çekiyoruz.

Bölgenin özeti; kahve plantasyonları, çiftçiler, çiftlik evleri ve willyler… Sevindirici olan bir durum son yıllarda Kolombiyalı çiftçiler madenciliğe karşı toprağı, doğayı ve turizmi tercih ediyorlar.

Cocora Vadisi, And Dağları’nın Orta Condillera’sında yer alıyor. 1800-2400 metre yükseklikte. İsmini eski yerli bir prensesin “Su Yıldızı” anlamına gelen adından almış. 1985 yılında milli park olarak ilan edilmiş. Nevados Milli Parkı’nın içinde. Vadinin esas özelliği sayıları çok azalmış olan wax palmiyeleri, 60-70 metreye dek uzayan palmiyeler dünyanın en uzun ağaçlarından. Botanikçiler çürüme belirtilerinin belli olmaması nedeniyle türün tehlikede olduğunu söylüyor. FARC gerillaları yönetimindeki Tohecito Nehri civarında da wax palmiye ormanları olduğu söylense de oralara gitmek güvenlik açısından zor. Cocora Vadisi flora ve fauna (And kondoru, dağ tapiri, puma, tembel hayvanlar, gözlüklü ayı v.b) açısından çok zengin. Vakti olanlar için trekking ve at ile önerilen turlar var. Bizim vaktimiz sadece kısa bir yürüyüşe yeterliydi.

1950’li yıllara dek Kolombiya’da çok kahve üreticisi varmış, fiyatlar düştüğünden bugün üreticilerin çoğu butik üretici. Eski kahve çiftliklerinin çoğu otel olmuş.

Kolombiya vadilerle dolu bir ülke, gezerken bir vadiden diğerine geçiliyor. Toprak çok verimli, fauna, flora çok zengin. Çok büyük medeniyetlerin olduğu, arkeolojik açıdan zengin bir ülke değil.

Salento’ya doğru gidiyoruz. Salento Cocora Vadisi’ne yakın 7-8 bin nüfuslu, koloniyel mimarili küçük bir kasaba. Popoyan, Cali, Bogota geçiş yolları üzerinde, turistik bir kasaba. Burada kahve içiyor, alışveriş ediyor ve yemek yiyoruz. Quindu Restoran şahane. Ben alabalık sevmem ama Güney Amerika’da nereye gitsem şahane alabalıklar var. Burada da…

Yemekten sonra Santiago de Cali yolundayız. Yaklaşık 200 km’lik yolu 3 saat civarında alıyoruz. Kolombiya şartlarında çok iyi. Cali denizden 1000 metre yükseklikte Valle de Cauca bölgesinde. Kolombiya’nın büyük şehirlerinden, 100 kilometre batısında Kolombiya’nın önemli liman kentlerinden Pasifik Okyanusu’nda Buenaventura var. Civardaki yedi nehir burayı sulak bir alan yapıyor. Nüfusu 2.5 milyon dolayında. Kolombiya’nın en güzel insanlarının burada olduğu söyleniyor. 1536 da Sebastian de Belalcazar tarafından kurulan şehirde eskiden çok köle varmış. Halk köle, yerliler ve İspanyol karışımı. Aynı zamanda Kolombiya’nın spor başkenti, 1971 yılında yapılan Pan Amerikan Olimpiyatları sonrası şehir hızla büyümüş. Oteller yetmeyince halk gelenlere evlerini açmış. İnsanlar burası için “cennetin kapısı” demişler. 2016 FİFA Dünya Kupası, 1999 Dünya Patenli Hokey Şampiyonası gibi pek çok sportif karşılaşmaya ev sahipliği yapan şehir 2021 Junior Pan Amerikan Oyunlarına ev sahipliği yapmaya hazırlanıyordu. Son zamanlarda ucuz kozmetik cerrahi arayışında olanlar için önemli bir şehir. Cali salsanın başkenti. Temmuz ayında salsa festivali düzenleniyor. Halk işten sonra soluğu salsa salonlarında alıyormuş. Cali endüstrisi şeker kamışına dayanan bir şehir.

Başlarında Orejuela kardeşlerin bulunduğu Cali Karteli, önceleri Escobar’ın başında bulunduğu Medellin Karteli ile işbirliği yapar. Uyuşturucuda dünyayı paylaşmışlardır. Escobar Güney Amerika ve Amerika Birleşik Devletleri’nin güneyini alırken, Cali Karteli Amerika Birleşik Devletlerinin kuzeyi ve Avrupa’yı alır. Orejuela kardeşlerin sosyo-kültürel-ekonomik düzeyi, Escobar’dan daha iyidir. Escobar’ın yok edilme sürecinde devletle işbirliği yaparlar, 2000’li yılların başına kadar onlara dokunulmaz.

İlk durağımız Park el Gato de Tejada. Şehrin içinden geçen Cali Nehri çevresini güzelleştirmek için Bogota’da Rafael Franco atölyesinde yapılan 3 tonluk bronz bir kedi heykeli parka yerleştirilir. Daha sonra her biri farklı bir sanatçıya ait pek çok kedi parkı süsler.

Cali şehir manzarasını yukarıdan görmek için kurucusu Sebastian de Belalcazar’ın heykelinin bulunduğu tepeye çıkıyoruz.

Sonrasında ulaştığımız San Antonio Mahallesi’nin antika dükkanları, el sanatları atölyeleri ile sakin, bohem bir atmosferi var. Buraya geliş amacımız kolonyol mimarisi, beyaz cephesi ile San Antonio Kilisesi’ni görmek.

Şehir merkezinde yemek öncesi gece turu yapıyoruz. Ulusal Anıt olarak kabul edilen Belediye Binası oldukça etkileyici.

Hemen yakınında bir tütün şirketi tarafından, kültürel faaliyetlerde kullanılmak üzere belediyeye bağışlanan Sevilla Rönesans tarzı bir bina var.

Neo Gotik bir yapı olan La Ermita Kilisesi çok hoş.


Şehrin koruyucu azizi Merced adını taşıyan manastır kompleksi ulusal anıt olarak ilan edilmiş.

Akşam salsa dansı gösterisi eşliğinde yemeğimizi yiyor, Dann Carlton Otel’e gidiyoruz.


Sabah Cauca Bölgesi için yola çıkıyoruz, ilk durağımız Silvia Kasabası.


Silvia‘da Kolombiya Cauca Bölgesi’nin And Dağları’nın yerli halkı Guambianolar (Misak) yaşıyor. Huila Bölgesi’nde de yaşayan, tarımla geçinen ataerkil bir topluluk. Mavi pareolar, dikdörtgen pançolar, melon şapkalar, siyah etek, mavi eşarp geleneksel kıyafetleri. Diğer ülkelerdeki And yerlilerinin çoğu gibi kesinlikle fotoğraf çektirmek istemiyorlar. Ruhlarının hapsedildiğine, çalındığına inanıyorlar.

Misaklar dağ köylerinden Silvia pazarına mallarını satmak için gelirken, geçmişi 1900’lü yıllara dayanan chiva (keçi) adı verilen otobüsleri kullanıyorlar. Chivalar Güney Amerika And Dağları köylülerinin (özellikle Kolombiya ve Ekvator da) vazgeçilmezi. Metal ve ahşap karışımı, üste çıkan bir merdiveni de bulunan rustik kırsal taşıma araçları, genellikle Kolombiya ve Ekvator bayrağı renkleri ile boyanmış.

Öğlen geleneksel Paisa yemeği yiyoruz. Paisa halkının yaşadığı yer Paisa bölgesi olarak biliniyor. Bu halkın genetiği Extremadura, Endülüs, Bask, Katalan, İspanyol Sefarad Yahudileri, Kanaryalılardan izler taşıyor. Paisalar çoğunlukla Kolombiya’nın Antioquia, Caldas, Valla del Cauca, Quindio bölgelerinde yaşıyor. Paisa yemeği pirinç, kırmızı fasulye, sığır kıyması, sucuk/sosis, muz, mısır kızarmış yumurta, arpa, avokado ile yapılan bir yemek.

Yemekten sonra yola çıkıyoruz, 1.5 saat sonra Popoyan’dayız. Popoyan denizden 1760 metre yükseklikte Cauca bölgesinin başkenti, 300 bin dolayında nüfusa, kolonyal mimariye sahip şehir, ülkenin kültürel ve politik yaşamına yaptığı katkıyla ünlü. Çok sayıda devlet başkanı çıkarmış, bir üniversite şehri. 1537 yılında İspanyol istilacı Belalcazar tarafından kurulmuş. Binaların çoğu beyaz olduğundan “Beyaz Şehir” diye de anılıyor. Çok hoş ve güzel bir yer. 2005 de UNESCO tarafından gastronomi şehri ilan edilmiş.

Önce Morro del Tulcan’a gidiyoruz. Burası M.Ö 1600-500 yıllarında şehrin üst düzey kişilerin gömüldüğü bir piramit. İspanyol istilacılar 1535 de bulmuşlar. Burada istilacı ve şehrin kurucusu olan Belalcazar’ın, Popoyan’a tepeden bakan bir heykeli var.

Tepeden inerek şehrin en eski Katolik tapınağı La Ermita ya gidiyoruz.

Semena Santa (kutsal hafta-çile haftası) Hz. İsa’nın insanoğlu için acı çektiğine inanılan haftaya verilen ad. Bu tarihten yaklaşık bir hafta sonra Paskalya kutlanır. Semena Santa geleneği Orta Çağ İspanya’sına dayanıyor.

Yürüyerek Caldas Parkı’nın da olduğu şehir meydanına geliyoruz. Parkın ismini aldığı Caldas 1768-1816 yıllarında yaşamış Kolombiya’nın ilk bilim insanı olan bir Popayanlı.

Caldas Meydanı’nda etkileyici Popayan Katedrali önündeyiz.

Guillermo Valencia Ulusal Müzesi kapanmış, gezemiyoruz. Yürüyerek Humilladero Köprüsü’ne geliyoruz. 1800’lü yıllarda yapılan kemerli köprü, Popayan’da ulaşımın güç olduğu iki mahalleyi birleştiriyor. Köprüden şehri fotoğraflıyoruz.

Otelimiz yolunda San Fransisco Kilisesi’ni geziyoruz.

Popayan’da eski bir manastır olan Dann Monasterio Otel’de kalıyoruz. Akşam yemeğimiz de otelde şarap eşliğindeydi.

Güney Amerika’nın kuzeyindeki ülkeler şarap üretiminde pek başarılı değil. Daha çok ithal (Arjantin, Şili) şaraplar var. Otellerde orta kalitede şaraplar ortalama 60-100 bin Kolombiya doları. Buralar bira açısından zengin. 

Ertesi sabah Popayan’dan ayrılıyoruz. San Augustin yolundayız. 140 kilometrelik dağ yolunu aşacağız. And Dağları’nın bir parçası olan Central Cordillera sıradağlarını geçeceğiz. Cauca Bölgesi’nden, Huila Bölgesi’ne geçiyoruz. Popayan denizden 1700 metre yükseklikte, San Augustin de öyle. Yolculuğumuzda 4000 metre yüksekliklerini aşıyoruz. Yollar çok bakımsız ama büyüleyici. Köyler, inekler, patates tarlaları, yükseldikçe değişen fauna ve flora… 65 milyon yıl önce yükselmeye başlayan And Dağları, ormanların arasında sırt ve vadiler yaratıp, türlerin izole olarak biyoçeşitliliğin artmasına neden olmuş. Bu ülke dünyanın en geniş ikinci biyoçeşitliliğine sahip. Yüzlerce kilometrelik, içine girilemeyen ormanlar var. And Dağları’nın alçak noktalarında sis ormanları katmanı var. Dünyadaki pek çok önemli nehrin doğduğu bölge aynı zamanda dünyanın en ıslak yerlerinden.

Yolların bozuk olmasının nedeni, 2016 yılına dek bölgenin FARC gerillalarının kontrolünde olması nedeniyle hükümetin buralara girememesi. Şimdi de ekosistemi bozmamak için asfalt yapılmıyor. Yine 2016 da Kolombiya hükümeti buradaki 347 maden ruhsatını iptal etmiş.

Nihayet Paramo’dayız. Paramo Güney Amerika’nın orta ve kuzey kısmındaki And Dağları’nda sürekli orman çizgisinin üstünde, kalıcı kar çizgisinin altında kalan ekosisteme verilen ad. Dev çalılar, otlar, rozet bitkilerden oluşan bir dağ biyomu. Kuzey And Paramo (Cordillera Central Paramo) ekolojik bölgesi, Ekvador, Peru, Venezuela ve Kolombiya’da var. Ama en büyük alan Kolombiya’da. Kolombiya paramosu hep nemli, sıcaklık çok dalgalı. Hava koşulları ani ve şiddetli değişiyor. Tarım için paramo toprakları verimsiz. Yüksek rakımlı paramoda toplanan su kaynakları, daha alt rakımlarda kullanılıyor. 3000-3500 metre arasındaki subparamonun bazı kesimleri insanlar tarafından yok edilmiş. Ormanların bittiği bu yerde orman özelliğinde küçük çalılar var. 3500-4100 metre arasındaki çim-ot paramosu ise en geniş paramo. Rozet, bitkiler, otlar, çalılar, bodur ağaçlar var. 4500-4800 metre arasındaki superparamo ise kalıcı kar bölgesi altında gevşek taş ve kumlu toprak yapısında. En fazla güneş radyasyonu ve gece donuna sahip bölge. Paramoda kuşlar, sürüngenler, ayı, geyik, böcekler, kurt v.b yaşıyor. Yolda Cauca Bölgesi’nin ilk milli parkı olan Purace’de duruyor, fotoğraf çekiyoruz. Magdalena, Cauca, Japura, Patia nehirleri buradan doğuyor. Purace bölgenin tek aktif yanardağı, 4580 metre yükseklikte. Burada paramoya özgü frailejonlar (espeletia) olarak bilinen çok yıllık bir çalı cinsi ile karşılaşıyoruz. Ayçiceği ailesinden olan bitki koruma altında. Nemli ve yağışlı ortamda bol fotoğraf çekiyor, eşsiz deneyimimizin tadını çıkarıyoruz.

Paramoda bir mola veriyor, aguapanela içiyoruz. Aguapanela su ve panela (kurutulmuş şeker kamışı suyu) ile hazırlanan limon, portakal, süt, brendi ile karıştırılarak soğuk veya sıcak içilen bir Kolombiya içeceği. Burada içtiğim bana çok tatlı geldi. Ancak San Augistin’de lime ile içtiğim aguapanelaya bayıldım. Burada tamales yiyenlerde oldu, tamales Güney Amerika’nın pek çok ülkesinde tüketilen bir yiyecek. Otellerde kahvaltıda çok rastlanıyor. Muz yaprağına sarılarak pişirilen hamur. Hamurun içindeki maddeler ülkelere göre değişebiliyor.

Öğle yemeğine San Augustin’e yetişiyoruz. San Augustin Huila bölgesinde 34 bin nüfuslu bir kasaba. Buraya geliş amacımız San Augustin Arkeolojik Parkı ve Magdalena Nehri. Magdalena Nehri’ni ve havzasını uzaktan seyredip, fotoğraflıyoruz. Magdalena, Kolombiya’nın ana nehri. 1528 km uzunluğunda. Tatlı su balıkçılığı yapılıyor. Bir sürü kolları var. Huila Bölgesi’nde Andların arasında, zaman zaman platolarda kıvrılarak uzanıyor. Kolombiya’nın en yüksek (490 metre) tek damla şelalesini, Bordones Şelalesi fotoğraflıyoruz.

Dağlardan aşağı iniyor, Magdaline Nehri’nin en dar yerine gidiyoruz. Nehrin başlangıcı San Augustin’den çok uzak değil. Yeni doğan nehir burada 3 metrenin altında bir kanyondan geçerek, etrafta yükselen dik kanyon duvarları ve ormanlarla müthiş bir manzara oluşturuyor. Kolombiya bir su cenneti.

Konaklayacağımız Akawanka Lodge‘a hava kararmadan gidiyoruz. Hafif eğimli bir tepe üzerinde kurulu otel, göz alabildiğince yeşille çevrili. Müthiş huzur verici bir yer. Güneşi burada batırıyoruz.

Sabah San Augustin Arkeolojik Parkı’na gidiyoruz. Park 116 hektarlık alana yayılmış büyük bir nekropol. Latin Amerika’nın en büyük dini anıt ve megalitik heykel koleksiyonu burada. Heykellerin yoğun olduğu merkez, teraslar ve toprak yollarla birbirine bağlı. 1995 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde olan alan M.Ö 1000-M.S 900 arasına tarifleniyor. Bölge prehispanik kültürün en önemli odaklarından. Mezarlar, sütunlar, lahitler, doğaüstü varlıkların tasvir edildiği heykeller… Ölen atalar ve doğaüstü varlıklar ile kurulmaya çalışılan ilişki… Burada özenli bir cenaze mimarisi yaratılmış. Arkeolojik alanda yoğunluğun fazla olduğu bölgeyi yürüyerek gezseniz de bazı yerlere araba ile ulaşıyorsunuz. Yürüyerek enerjinin fazla olduğunu söyledikleri bir tepedeki heykellere ulaşıyor, muhteşem And Dağları’nı fotoğraflıyorum. Arabayla gittiğimiz La Pelota ve El Purutal sitelerinde boyalı megalitleri görme şansımız oldu. Burada 600 den fazla heykel var. İnsanlar burayı 1350 yıllarında terk etmişler. 18-19. yüzyılda yeniden keşfetmişler.

Öğle yemeğimizi bir evde yiyeceğiz. Kasabanın kıyısında yeşil bir tepede oturan rehberimizin evinde. Rehber bize yabancı değil. Paris de Müslümanların yoğun olduğu bir banliyöde büyümüş, dünyayı gezerken buraya hayran olup yerleşmiş genç bir Fransız. Evli, yemeği kayınvalidesi yapacak. Kolombiya mutfağından Ajiaco (tavuk, mısır, patatesin olduğu beyaz bir çorba).

Yemekten sonra kasabanın sokaklarında geziyoruz. Çok sakin bir yer. Beş-on turistik dükkanı, beş-on yerel dükkan, klasik tüm kasabalar gibi kilisenin olduğu bir meydan. And Dağları arasında bir kasaba. 

Sabaha karşı 03.15 de otelden ayrılarak yola çıkıyoruz. Hedef, Huila departmanının Magdalena Nehri kıyısında başşehir Neiva. Deniz seviyesinden çok yüksek olmaması ve ekvatora yakınlığı nedeniyle sıcak. Benito Salas Havaalanı’ndan başka bir Kolombiya bölgesine uçacağız. Magdalena bölgesinin başşehri Santa Marta’ya. Yolculuk 5 saat sürüyor. Neiva’da da bambuco dansı yapanların heykelleri bizi karşılıyor. Bambuco, Kolombiya And Dağları’na özgü bir müzik ve dans. Güney Amerika yerlileri ve İberlilerin karışımı melezler olan mestizo havası.

Havaalanında bir şeyler atıştırıp, Kogi’leri fotoğraflıyoruz. Kogiler, Kolombiya da Sierra Nevada de Santa Marta dağlarında yaşayan etnik bir grup. Rehberlik, liderlik, şifa için Mamos dedikleri (bir çeşit rahip) kişilere uyum sağlıyorlar. İspanyolların kıtaya gelişi ile birlikte dağlara kaçıp, izole bir yaşam sürmeye başlamışlar. Bir dönem ekolojik yıkım konusunda dünyayı uyarmak için BBC ekibinin içlerine girip çekim yapmasına izin verseler de, şimdilerde kimseyi yaşadıkları bölgeye istemiyorlar. İnanışları, yaşam tarzları, kıyafetleri, alışkanlıkları ile değişik bir And yerli grubu. Beyaz kıyafet giyiyorlar.

Akşamüstü Santa Marta’dayız. Kolombiya’daki ilk İspanyol yerleşimi. Sierra Nevada de Santa Marta Dağı bir yanında, Karayip Denizi öbür yanında. Kolombiya’da ulaştığımız en kuzey nokta. 500 bine yaklaşan nüfusu ile kalabalık bir yer. Otel Casa de Leda’da kalıyoruz.

Santa Marta tarihi ve modern şehrin birbirine karıştığı ızgara planlı bir şehir. Şehrin burada kurulma nedeni olarak, Sierra Nevada de Santa Marta dağlarında yaşayan Taironların (Kolomb öncesi etnik bir grup) altınlarını yağmalamak olduğu söyleniyor. Kogilerin, Taironların torunları olduğuna inanılıyor. Otele eşyalarımızı koyup, palmiye ağaçları ile çevrili Karayip Denizi sahiline güneşi batırmaya gidiyoruz. Paseo El Camellon deniz kenarında pek çok tropikal meyveler satan seyyar satıcı var.


Beyaz badanalı Katedrali, yeni ve koloniyal yapıların iç içe geçtiği dar sokakları, turistik çarşıları ile Santa Marta cazip, canlı, hayat dolu bir şehir.

Yavaş yavaş hava kararıyor, Parque de Los Novios etrafındaki kafeteryalar tıklım tıklım. Burası deniz ürünlerinden oldukça zengin. Kızarmış bir Karayip balığı yiyerek otelimize dönüyoruz.

Sabah Marquez’in büyülü dünyasına yolculuğumuz başlıyor. Kolombiyalıların GABO’su Marquez’in 1927 yılında doğduğu Aracataca’ya gidiyoruz. Gabo büyükannesi, büyükbabası ve teyzeleri ile aynı evde anne ve babasından uzakta büyür. Anne ve baba çalışmak için başka şehre gitmişlerdir. Hayatını emekli, saygıdeğer bir asker olan büyükbabası ve büyükannesinin anlattığı masallar şekillendirir. Büyülü gerçeklik akımının en önemli temsilcisidir. Güney Amerika’daki yaşamın, zıtlıklarını, uyumsuzluklarını; fantezi, realizm ve hayal gücü ile birleştirerek anlatır. 1982 Nobel edebiyat ödülünü aldığı “Yüzyıllık Yalnızlık” romanındaki olayların geçtiği Macondo aslında doğduğu Aracataca’dır. Büyükannesinden dinlediği öyküler, Aracataca’da gözlemledikleri, hayal gücü… Yüzyıllık Yalnızlığı kaç yılda yazdığını soranlara “Tüm yaşamım boyunca” diye cevap verir. Latin edebiyatını dünyaya tanıtan Gabo’nun çok sayıda yayınlanmış kitabı var. Gençlik aşkı Mercedes ile evlenen GABO 2014 yılında Meksika’da ölür. Arkasında pek unutulmaz deyişler bırakır. “İnsanoğlu anasının karnından çıktığı an doğmaz yalnızca; yaşam kendilerini defalarca yeniden doğurmalarına mecbur kalacaktır onları” der.

United Fruit Company’ye karşı koyan Güney Amerikalı aydınlardandır Marquez. 1871 yılında Amerikalı Henry Meiggs Kosta Rika hükümetine demiryolu yapmak için anlaşma imzalar. İnşaa ettiği demiryolunun iki yanına işçileri ucuz beslemek için muz ağaçları diker. Demiryolu inşaatı bitince muz ticaretinin karlılığını görür. Zamanla şirket Orta Amerika, Karayipler, Kolombiya, Ekvador, Guetemala’daki tüm çiftlikleri kontrol altına alır. 1930 da Orta Amerika’nın en büyük şirketidir. Üçüncü dünya ülkelerinde üretilen muz ve diğer tropikal meyve/sebzeleri A.B.D ve Avrupa’ya satmaktadırlar. United Fruit çıkar sağlamak için Latin Amerika hükümetlerine rüşvet vermekte, işçileri sömürmekte, ülkelere yatırım yapmamaktadır. Latin Amerika hükümet darbelerinde adı sıkça geçen şirkete, bağımsızlık taraftarı olan Marquez, Neruda gibi aydınlar şiddetle karşı çıkar. Şirket 1984 yılından beri Chiquita Brands International adı altında faaliyetlerini sürdürmektedir. Yani yediğimiz muzlara işçi kanı bulaşmıştır.

Aracataca Santa Marta arası 80 km, 1.5 saat sürüyor. Kasaba ile aynı adı taşıyan nehrin kıyısında 40 bin civarında nüfusu var. 19.yy sonlarında United Fruit Company buralarda geniş muz çiftlikleri kurmuş. Kasabanın sokaklarını ve bugün müze haline getirilen Marquez’in büyükbaba ve büyükannesi ile yaşadığı evini geziyoruz. Bahçede çok sevdiği sarı güller ve “Yüzyıllık Yalnızlık“ romanına gönderme olarak sarı kelebek maketleri var.


Daha sonra gazeteci, fotoğrafçı, karikatürist Leo Matiz’in evini ziyaret ediyoruz. Bir dönem Gabo ile arkadaşlıkları olmuş. Demiryolunu görüyor, Telegrafista Müzesi’ni geziyoruz ve Aracataca’ya veda ediyoruz.

Mompox’a gidiyoruz. Yaklaşık 230 -240 kilometrelik yol sonrası, bunaltıcı bir sıcak altında sokakları terkedilmiş gibi bomboş olan, kolonyal mimarili şehirdeyiz.

Mompox’un 40 bin dolayında nüfusu var. Magdalena ve Cauca Nehirleri’nin birleşim yerinde küçük bir ada da kurulmuş. Adayı ana karaya bağlayan köprü ise 2015 yılında yapılmış. UNESCO 1995 yılında Mompox’u Dünya Mirası Listesi’ne almış. Hotel Bioma’ya eşyalarımızı bırakıyor, sıcakta sokaklara fırlıyoruz.

Amerika’nın en büyük bataklık alanlarından birinde, sıcak nemli bir coğrafyada, Marquez’in filmlerinden ‘Kırmızı Pazartesi’nin içindeyiz. İlk durağımız telkâri işi yapan bir kuyumcu. Eskiden kuyumcuları ile ünlü olan şehir, İspanyol sömürgeleri için sikke basarmış. Biz bu işe yabancı değiliz. Daha iyileri Türkiye’de var. Zaman durmuş gibi görünen bomboş sokaklarında yürüyoruz. Kafelerde kahve içiyoruz. Nehir kenarında mojitolar içerek güneşi batırıyoruz. 

Ertesi sabah  Simon Bolivar’ın bir heykeli olan Özgürlük Alanı’ndayız. Simon Bolivar Güney Amerika ülkelerinin İspanyol İmparatorluğu’na karşı verdikleri bağımsızlık savaşının askeri ve siyasi lideridir. Güney Amerika’nın her ülkesinde izi var. Venezuela, Kolombiya, Ekvador, Peru, Bolivya bağımsızlık harekatının önderi. 1821 yıllarına dek Venezuela, Kolombiya, Ekvador, Peru, Panama Buyük Kolombiya adı altında tek devlet olarak İspanyol hakimiyeti altındaymış. Marquez, hayatını özgür bir Güney Amerika yaratmaya adamış, bir generalin kimine göre diktatörün son aylarını çok güzel anlattığı bir kitap yazmış. “Labirentindeki General”, Simon Bolivar’ın Magdalena Irmağı’ndaki son yolculuğunu, son günlerini anlatan bir kitap. Ölüm yeri Santa Marta olsa da, gömüldükten 2 yıl sonra mezarı Caracas’a nakledilmiş.

1800’lü yılların başında Mompox, Magdelena Nehri’nin en önemli liman şehirlerinden biridir. Bolivar bağımsızlık savaşlarından birinde Mompox’a sığınıp, buradan 400 Mompoxlu alarak Venezuela’nın yardımına gitmiştir. 

San Carlos Manastırı’nın önündeki heykelin üzerinde “Hayatımı Caracas’a borçluysam zaferimi Mompox’a” yazıyor.

Mompox bol kiliseli, kutsal bir şehir. San Fransisco Kilisesi önündeki geniş meydan Eylül aylarında caz festivaline ev sahipliği yapıyormuş.

Temeli 1541 de atılan, daha sonra yıkılarak 1843 de inşaatına başlanan ve 1931 yılına dek inşaatı devam eden Immaculate Conception Kilisesi. Bu Meydan “Kırmızı Pazartesi”nde yakışıklı Santiago Nasar’ın evinin olduğu, tüm kasabanın gözü önünde öldürüldüğü yer.

1613 de inşaa edilen başka bir kilise Santa Barbara.

Motorla nehirde gezintiye çıkıyoruz. Kuzey Kolombiya’nın iç tropik bölgesinde, ülkenin ana nehri Magdalena üzerinde 1540 da kurulan Mompox, nehir boyunca ülkenin iç kesimlerine bağlantıyı sağladığı için, ayrıca Cartagena’ya 250 km yakınlıkta olduğu için lojistik ve ticari açıdan çok önemli ve İspanyol sömürgeciliğinin kilit noktalarından.

Bulanık suyun bazı yerlerinde çocuklar suyun içinde. Güneşi batırıncaya dek tekne ile geziyoruz. Magdalena Nehri’nin drenaj alanını ülkenin % 24 ünü kapsamakta, Kolombiya nüfusunun % 66’sının bu nehrin havzasında yaşadığını düşünürsek bu nehrin Kolombiya için önemi daha iyi anlaşılır.

Kırmızı Pazartesi filminde yıllar sonra yaşlılığında Mompox’a dönen Bayardo San Roman’ın döndüğü nehir gemisinin yanaştığı iskeleden karaya çıkıyoruz.

Akşam yemeği için bir İtalyan lokantasına gidiyoruz. Seviniyorum. Öğlen nehir kenarında yediğimiz yerel lokantada etler sertti. Buradaki nehir balıklarını beğenmedim. 

Ertesi gün hedef Cartagena. Mompox Cartagena arası 250 km, yol çok kötü. 6-7 saat sürüyor. Burada Bantu Hotel’de kalıyoruz. Otel eski şehir merkezinde Kolonyal mimarili şık bir butik otel. Karayip Denizi kıyısındaki bu liman kenti 1533 yılında İspanyollar tarafından kurulmuş olsa da yerleşim merkezi olması M.Ö 4000’li yıllara dek dayanıyor. İspanyolların gelişiyle doğal kaynakların Avrupa’ya transferi, yerlilerin yok edilmeye başlanışı… Klasik Güney Amerika hikayesi. Şehir tarihte ülkenin iç kısımlarından Magdalena ve Sinu nehirleriyle getirilen malların ihracatının yapıldığı önemli bir liman şehriymiş. Tropikal bir iklim var.

Tarihi şehrin sokaklarında gezmeye başlıyoruz. Daracık sokakları, rengarenk kolonyal mimarili evleri ile Cartagena size görsel şölen sunan bir şehir.

San Pedro Claver Kilisesi önündeki kafelerde bir şeyler içiyoruz. Kolonyal binalarla kaplı tarihi şehirde Araba Meydanı, Saat Kapısı, Kemerli binası ve yan yana hediyelik eşya satan dükkanları ile Las Bovedas, San Pedro Claver Meydanı ve aynı isimli kilise, Bolivar Meydanı, Engizisyon Sarayı, Santo Domingo Meydanı ve kilisesi hep yürüyüş mesafesinde. Meydanlar kafelerle kaplı, sokaklar hediyelik eşya ve zümrüt satan mağazalar ile dolu. Kolombiya sokakları kahve kokan ülkelerden. Ulusal Kahve Üreticileri Federasyonu Juan Valdez isimli bir kahve ve kafeler yaratmış. Meydanlarda bulunan Palenqueras larla fotoğraf çektirmek paralı. Palenqueras rengarenk elbiseli, bazen başlarında egzotik meyvelerin olduğu çanaklar taşıyan Afro kadınlar. Mochila (renkli farklı model çantalar) paranız varsa zümrüt buradan alınacak hatıralık eşyalar.
Güneşi batırmak, akşam yemeğinden önce birşeyler içmek için Karayip Denizi’ne bakan surların (Las Murallas) üzerinde bulunan kafelerde oturacak bir kişilik yer bulamıyoruz. 16. yy sonunda inşa edilmiş surlar bir mühendislik harikası. Yaklaşık 11 km ve büyük bir kısmı orijinal olarak korunuyor. Bu Güney Amerika ruhu biraz  Akdeniz ruhu belki ondan buralara doyamıyorum.

Gecesi de gündüzü kadar renkli olan bu şehirde güzel bir akşam yemeği sonrası otelimize dönerken Gabo’nun neden “ Ve zaman ilerleyip anılarımı canlandırmak istediğimde, her zaman Cartagena’dan bir olayı, yeri ve karakteri çağırırım” dediğini anlamaya başlıyorum.

Sabah kahvaltı sonrası UNESCO’nun Dünya Mirası Listesine aldığı San Felipe de Barajas Kalesi’ne gidiyoruz. Kale 1536 yılında İspanyollar tarafından inşa edilmiş. Bir tepe üzerinde şehri kara ve denizden gelen saldırılara karşı koruyabilecek bir konumda.

Kalede bir dükkanda sadece kapı tokmakları var. Eskiden Cartagena’da evlerin kapısı üzerindeki tokmaklar ev sahibinin hangi işle uğraştığını gösterirmiş.

Bir sonraki durağımız La Popa Manastırı. 1600 yıllarının başında vahşi bir doğanın olduğu La Popa Tepesi’nde inşaatına başlanmış.

Bu tepeden Cartagena’nın panoramik manzarası müthiş. Karayip Denizi, Bocagrande gökdelenleri, surların arkasında kalan eski şehir, kale…

La Popa’dan sonra Getsmani’deyiz. Plaza de la Trinidad’dan mahalleye giriş yapıyoruz. Getsmani mahallesi 1811 bağımsızlık mücadelesinde çok büyük destek verdiği için bu meydanın Özgürlük Meydanı adını almasını istemişler. Ama bu alan 1643 de kurulan Holy Trinity Kilisesi’nden aldığı adı taşımaya devam ediyor. Bugün performans sanatçıları, aerobik-zumba gösterisi yapanlar ile karşılaşılan, pek çok etkinliğin sergilendiği, insanların birbirleriyle tanıştıkları bir alan. Sokaklar çok canlı. Cartagena –Karayip kültürünü tanımak ve yeni arkadaşlar edinmek isteyenlere burada bir gece öneriliyor. Duvarları grafitilerle dolu sokaklarda yürüyor, kahve içiyor, fotoğraf çekiyoruz.

Yürüyerek surların içindeki eski şehre dönüyoruz. Müzeye çevrilen San Pedro Claver Manastırı’nı geziyoruz. 

Cartagena sokaklarında Santo Domingo Meydanı’ndan La Aduana’ya, oradan Los Coches’e akşam yemeğine dek geziyor, kahve içiyoruz.

Ertesi sabah Bogota’ya uçuyoruz. Bogota Kolombiya’nın başkenti ve en büyük şehri. Kolombiya’nın ekonomisi ve endüstrisinin kalbi. Quito ve La Paz’dan sonra Güney Amerika’nın en yüksek üçüncü başkenti. Ama La Paz ve Quito’nun nüfusu daha az. Son yıllarda sıkı önlemler alınsa da dünyanın en şiddet dolu şehirlerinden biri. Doğu And Dağları’nın eteklerindeki bu şehir 10 milyona yaklaşan nüfusu ile Güney Amerika’nın en hızlı büyüyen metropollerinden.

Havaaalanından Zipaquira’ya hareket ediyoruz. Burada bulunan eski bir tuz madeni ve içinde bulunan yer altı kilisesini ziyaret edeceğiz. Yerin 180-200 metre derinliklerine inen pek çok galeriden oluşan arkitektonik bir olaya şahit oluyoruz. Tuz Katedrali hem dini mabet (1995 yılında açılan bir katedral var) hem müze işlevi görüyor. Çok güzel ışıklandırmışlar.

Otelimiz La Candelaria’da, Bogota’nın tarihi merkezinde, arnavut kaldırımlı kalabalık dar sokaklar kimi zaman ürkütücü bir sokakla kesişiveriyor. Bolivar Meydanı ve Ulusal Katedral iki blok ötemizde. Otel hayatımda ilk kez şahit olduğum bir uygulama yapıyor, herkese otel de kaldığımıza dair otel pasaportu veriyorlar. İklim açısından önerilebilecek en iyi ayda Bogota’dayız. Monserrate Manastırı’na doğru yola çıkıyoruz. Manastır deniz seviyesinden 3150 metre yükseklikte. Bir kısmını finüküler ile bir kısmını yürüyerek çıkıyorsunuz. Ormanlık alanda isterseniz hepsini tırmanın. Ama yol güvenliği soru işaretli. Monserrate Tepesi Kolomb öncesi kutsal kabul edilen dağ Hristiyanlar için bir hac yeri. Emekleyerek tırmanan pek çok insan görüyoruz. Tepeden Bogota ayaklarınızın altında.

Altın Müzesi’ne (Museo de Oro) doğru yola çıkıyoruz. 1939 yılında açılan müze, insanların altın merakını Kolombiya’da Kolomb öncesi yaşayan halklardan başlayarak belgelemiş. 2008 de genişletilen modern müzeciliğin iyi bir örneği. 55.000 den fazla eser bulunuyor.

Öğle yemeğini La Candelaria’da bulunan El Gato Gris’de yiyoruz ve La Candelaria sokaklarında gezmeye başlıyoruz.

La Candelaria’nın kolonyal mimarili, Arnavut kaldırımlı, grafitili duvarlarla kaplı sokakları çok sevimli. Tezgahlarına el yapımı takılarını koymuş hippi gençlerin uzağından geçmeye çalışıyorum.

Bogota güvenli mi? Yerel rehber turistik bölgelerin dışına çıkmak, yalnız gezmek, gece taksiye binmek, çantalarımıza sahip çıkmak konusunda bizi uyarıyor. Bogota dahil olmak üzere tüm Kolombiya 5-10 yıl öncesine göre daha güvenli olsa da, güvenli ve turist dolu bir ülke haline gelmek için başlatılan süreç devam ediyor. Şiddet ve uyuşturucu ile dolu bir geçmişi silmek kolay değil.

Şimdi Botero Müzesi yolundayız. Kolombiya’da pekçok müze ve tarih eser Merkez Bankası (Banco de la Republica) yönetiminde. La Candelaria’da, 1955 yılına dek başpiskoposun ofisi olan bir sömürge evini Merkez Bankası’nın müzeye dönüştürmesi sonucu çok güzel bir müze ortaya çıkmış Tabii bu işin rehberlik ve küratörlük kısmı Botero’ya ait. Botero 208 parçalık bir koleksiyonu buraya bağışlamış. Botero’nun eserleri dışındaki (85 parçalık) koleksiyonda Picasso, Renoir, Leger, Monet, Bacon, Calder, Freud, Giacometti, Beckmann gibi sanatçıların olması bu müzeyi Güney Amerika’nın en önemli beş uluslararası sanat koleksiyonu arasına yerleştirmiştir.

Müzeden ayrılıp, yürürken bir kitapçıya giriyoruz. Gelmeden evvel çok araştırmama rağmen Kolombiya hakkında Türkiye’de bir kitap bulamadım. Ne yazık ki bu muhteşem kitapçıda da kendi ülkelerini anlatan İngilizce bir seyahat kitabı bulamadım.

Yürüyerek Bolivar Meydanı’na geliyoruz. Burası başkentin tarihi merkezindeki ana meydan. Meydanın doğusunda Bogota 1. Katedrali, güneyinde Ulusal Meclis Binası, batısında Belediye Binası (Lievano Sarayı), kuzeyinde Adalet Sarayı var. Binalar tarihi ve mimari açıdan önemli. Burası aynı zamanda bir buluşma noktası.

Son durağımız Bogota ile Kolombiya gezimizi tamamlıyoruz.

Son Söz

Marquez’in, Botero’nun, Escobar’ın ülkesi; Dağlar, platolar, nehirler, yeşilin en güzel tonlarının olduğu büyüleyici doğa; Müthiş kolonyal şehirler; Salsa; Paramo; Tropikal Meyve Cenneti allahısmarladık.
“Bir sona geldiğin için ağlama, onu yaşadığın için gülümse” Gabriel Garcia Marquez.

Ronda Gezi Rehberi: Endülüs Güzeli

Ronda, İspanya Endülüs bölgesinin en eski kasabalarından biri. Kayalıkların üzerine kondurulmuş bembeyaz evler, taş köprünün altında sarp vadi ve derinden akan nehir ile etkileyici, ürkütücü, çarpıcı manzaralı. Kasaba El Tajo Kanyonu’nun üzerine kurulmuş ve bu muhteşem kanyonu 120 metre derinlikte akan Guadavelin Nehri ikiye bölmektedir.

Ronda tarihi, çok özel coğrafi yapısı, sevimli bembeyaz evleri, daracık parke taşlı sokakları, kafeleri ile ilgi çeken 35.000 nüfuslu küçük bir kasaba. Türkiye’den düzenlenen Endülüs turlarının çoğunda yer almasa da kendi programını yapanlara mutlaka uğramalarını öneriyorum. Günübirlik gidilebileceği gibi bizim gibi bir gece kalıp doyasıya gezebilirsiniz. Küçük bir kasaba, her yerini adım adım dolaşmak keyifli oluyor.

Şehirde yerleşim M.Ö 6. yy’a kadar gitmektedir. Şehir statüsüne Romalıların lideri Julius Caesar zamanında kavuşmuş. Roma İmparatorluğu’nun çöküşü sonrası Suevilerin, Vizigotların hakimiyetinde kalmış. 713 yılında da Endülüs Emeviler şehri almışlar. Ronda Endülüs bölgesinde Arapların en son terk ettikleri yer olmuş, coğrafi yapısının etkisi olabilir mi acaba. Şehir 1485 yılında İspanyollar tarafından alınmış. 17.ve 18. yüzyıllarda şehir kuzeye yeni şehre doğru genişlemiş. Eski şehir ve yeni şehri birbirine bağlayan taş köprü Puante Nuevo 1793’te tamamlanmış.

Napolyon Bonaparte’nin 19. yy. başındaki işgaline karşı gerilla savaşları ile kasaba korunmaya çalışılmış. İspanya İç Savaşı sırasında faşiştlere karşı ciddi savaş verilmiş, kayalıklar üzerinden faşiştlerin atılması sahnesi Ernest Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanında yer almış.

Ulaşım
Ronda’ya biz Granada’dan otobüs ile ulaştık. Ronda’ya direk otobüs yoktu önce Granada’dan trenle Malaga’ya gittik yarım gün Malaga’yı dolaşıp öğleden sonra Ronda’ya otobüs ile ulaştık. Malaga’ya THY’nin direk uçuşu var, Malaga’dan Ronda’ya hem tren hem otobüs ile 1 saat 45 dakikada ulaşılabiliyor. Bizim rotamızda Ronda’dan sonra Sevilla yer alıyordu. Ronda’dan Sevilla’ya trenle 3 saat otobüs ile 4 saatte ulaşılabiliyor.
Konaklama

Ronda çok büyük bir şehir olmadığından Malaga veya Seville’den günübirlik gezi yapılabilir. Ancak biz bir gece kalmayı tercih ettik. İlk gün geç öğleden sonra ulaştık ancak hava geç karardığı için aydınlıkta yeni şehri ve eski şehrin bir bölümünü gezebildik. Bir gece sevimli temiz merkezi Hotel Virgen de los Reyes’te kaldık.

Ronda’yı önce video ile gezmek isterseniz.

Gezilecek Yerler

Ronda’yı bir turizm ofisinden ya da otelinizden şehir haritası edinip gezmeye başlayabilirsiniz. Biz otelimizden aldığımız harita ile çok kolay bir tur yaptık.

Puante Nuevo

Ronda şehrinin hatıralardan silinmeyecek, tablo gibi görüntüsü bu köprü ile bütünleşiyor. Günümüzdeki Ronda iki bölümden oluşuyor. La Cuidad (eski, tarihi şehir) ve El Mercadillo (modern şehir). Yeni köprü (Puante Nuevo) 18.yy’da yapılmasına rağmen şehirdeki üç köprüden en yenisi olduğu için bu isimle adlandırılıyor. Köprünün yapımı 42 yıl sürmüş. Köprü eski ve yeni şehri birbirine bağlayan dik kayalıkların üzerinde aşağıda akan nehir görüntüsü ile harika bir manzara sunuyor.

Köprüye gelmeden yeni şehir tarafında Alameda Park’ta düzenlenmiş seyir terası da özellikle güneş batışı sırasında bu sıra dışı coğrafyada doyumsuz bir görüntü sunuyor.

Plaza de Toros
Ronda ayrıca İspanya boğa güreşlerinin de doğum yeri olarak biliniyor. 1785 yılında yapılan Plaza de Toros İspanya’nın en eski ve en güzel Boğa güreşi arenasıdır. 5000 kişilik seyirci kapasitesine sahip arena da ayrıca bir müze bulunmakta. Giriş 7 Euro, her ne kadar bu arena da boğa güreşi izleyemeseniz de İspanya kültürüne özgü bu alanda bulunmak, seyirci sıralarında oturmak boğa güreşlerinin özel gösterişli aksesuarlarını izlemek heyecan veriyor.

Pedro Romero modern boğa güreşlerinin babası. Müzede onun kıyafetleri, aksesuarlarının yanı sıra Picasso’nun ‘buste de matador’ isimli tablosu da sergileniyor.

Köprünün girişindeki meydan hareketli. Köprünün yanında kanyon üzerine evler, oteller, kafeler özel olarak yerleştirilmiş biblolar gibi görünüyor.

Eski şehirde ilerlerken karşımıza çıkan Lara Müzesi özel bir müze. Juan Antonio Lara Jurado 10 yaşından beri topladığı özel kolleksiyonunu bu müzede sergilemektedir. Kendisi şu anda 70 yaşında ve binanın üst katında oturuyormuş. Tarihi silahların, saatlerin, kıyafetler, dikiş makineleri, telefonlar yer alıyor müzede. Giriş 3 Euro, biz sadece kapıdan bakıp geçtik.

Yeni köprüden yürüyerek eski şehrin sokaklarına girince hemen sağda Hemingway kafe yer alıyor. Hemingway’in “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” romanını yazarken zaman geçirdiği kafe olsa gerek. Hemingway kasabanın güzelliği, İç savaş sırasında faşistlere direnişi yanı sıra boğa güreşlerine düşkünlüğü nedeniyle kasabada yaşamış.

Plaza Duquesa de Parcent Ronda’nın en güzel meydanlarından biri. Meydanda yer alan Santa Maria del Mayor Kilisesi Ronda’da görülmesi gereken bir kilise.

Ronda

Kilise olarak 14. yy’da yapılmasına rağmen asıl olarak Emeviler döneminden kalan Medina Cami’den dönüştürülmüştür. Asıl ilginci Kilisenin yerinde M.Ö 45 yılında Sezar’ın Ronda Savaşı’nı kazanması anısına Diana Tapınagı’nın olması, sonrası Vizigotlar zamanında kilisenin yapılması sonra cami ve en son tekrar kiliseye dönüştürülmesi. Yani yapı her kültürde dini merkez olmuş.

Socorro Meydanı ortada heykel, kilise ve meydanda yer alan kafeler ve restoranları ile güzel bir meydan. Biz ilk akşam bu meydanda tapas eşliğinde sangaria içtik.

Iglesia del Espíritu Santo

16.yy’da yapılmış, gotik katolik kilise, kiliseyi gezmek ücretsiz ancak kuleye çıkmak ücretli.

Iglesia de Padre Jesús sadece özel törenlerde açılan kulesi ve girişi 16.yy başında yapılmış küçük sevimli bir kilise.

Arap Hamamı (Arabic Baths)
Iglesia del Espíritu Santo’nun yanından merdivenlerden inerek surların dışına çıkarak Arap Hamamlarınayöneldik. 13.yy’da yapılan Ronda’daki Hamam Arap hamamları arasında bugüne kadar en iyi korunmuş hamamlar arasındadır. Kalıntıları gezmek için 3,75 Euro ödenmesi gerekiyor. Biz içine girmeden sadece dışarıdan bakmakla yetindik.

Arap Hamamının yanından merdivenlerden çıkarak Puenta Wiejo köprüsüne ulaştık. Köprü 16.yy’da yayalar için yapılmış, arabalar Puante Nouve’den geçiyor.

Köprüyü geçip Emevi döneminden kalan bembeyaz boyalı evler arasında, dar sokaklarda dolaştık.

En ünlü alışveriş caddesi Espana’da çok sayıda alışveriş için dükkanlar yer alıyor. En çok ilgimizi çeken birbirinden güzel yelpazelerin sergilendiği dükkan oldu.

Ronda’da hem yeni hem eski şehirde çok güzel kafeler restoranlar yer alıyor. Soluklanmak, kahve içmek için de asıl İspanyol Tapasları ile birlikte şarap veya sangaria içmek için de uğramayı unutmayın.

Son Söz

Endülüs İspanya’da görülmesi gereken bir bölge. Endülüs gezisinde Granada, Sevilla, Cordoba daha büyük ve öncelikle gezilen şehirler. Ülkede 7 yüzyıl kadar hüküm süren Emevilerin bölgeye tarihi, kültürel, siyasi etkileri görülüyor. Ronda diğer üç şehir kadar büyük olmasa da gerek Arap Kültürü etkisi, gerekse çok farklı coğrafi yapısı nedeni ile görülmesi gereken bir kasaba. Biz bir buçuk günde şehrin büyük bölümünü yürüyerek dolaştık. Ancak Mondragon Sarayını gezemedik. İslam, Gotik ve Rönesans mimarisi karışımı olan sarayın ve güzel bahçesinin de görülmesi gerekmektedir. Ayrıca köprüden inerek etkileyici kanyonda yürüyüş yapılabilir. Asıl önemlisi Endülüs gezinizde biraz yolunuzu uzatmak zorunda kalsanız da bu güzel kasabadan yolunuzu geçirmeye çalışmanızı öneriyorum.

‘Hanbok’-Geleneksel Kore Giysisi ile Turistlere Unutulmaz Anlar

‘Hanbok’ ile Kore devletinin uyguladığı Kore’nin somut olmayan kültürel mirasını koruma politikası turistlere unutulmaz anlar yaşatıyor. 

Hanbok geleneksel Kore giysisine verilen isim. M.Ö 50’lerde kullanılmaya başlanan ve 100 yıl öncesine kadar halkın günlük giysileri olan hanbokların yerini 20.yy’da batı tarzı kıyafetler almış. Geleneksel kıyafetler de sadece düğün, ölüm, doğum günü gibi özel kutlamalarda kullanılır hale gelmiş.

Ülkenin geleneksel değerlerine sahip çıkan Kore devleti geleneksel kıyafetleri günümüzde de kullanılır hale getirmek için etkin bir politika uygulamaya başlamış. Öncelikle ‘Hanbok’ ulusal somut olmayan kültürel miraslar arasına alınmış, her yıl 21 Ekim tarihi ‘Hanbok Günü’ olarak kutlanmaya başlamış. Ülkenin modern giyim tasarımcıları ile işbirliği içinde çalışmalar yapılmış. Son yıllarda dünya çapında ünü artan Kore müzik grupları (K’Pop)  ve Kore dizileri (K-drama) aracılığı ile uluslararası arenada da bu kıyafetler tanıtılmaya başlanmış.

Devletin çalışmaları bu kadarla sınırlı kalmamış. Günlük yaşamda da hanbok kullanımını yaygınlaştırmak için çok ilginç bir strateji uygulanmış. Hanbok ile dolaşan kişilerin saraylara bilet ücreti ödemeden girebilmeleri düzenlenmiş. Bu düzenlemenin yansımalarını Seul sokaklarında görüyoruz.

Hanbok ile Seul’u gezmek ister miyiz? Linkimiz aşağıda.

Seul Gezi Rehberi: Teknoloji ve Tarihin Harmonisi 

Bu yöntem sayesinde biz de hankok giyerek ülkenin kültür mirasının korunmasına katkı sağladık. Nasıl derseniz; başkent Seul’daki ilk günümüzde Changdeokgung Sarayı’nın önünde dolaşırken uzun, renkli geleneksel kıyafetli kişilerin saraya girdiklerini gördük. Önce anlayamadık ne olduğunu, herhalde bugün özel bir gün veya özel gösteriler var sarayın içinde diye düşündük. Merakla incelerken şık kıyafetli  kişileri, bazı ayrıntılar dikkatimizi çekti. Kıyafetler içindeki kişiler Koreli değil daha çok turistlere benziyordu, üstelik kadınların uzun elbiselerinin altında spor ayakkabıları vardı. Bir anlam veremeden şaşkın şaşkın bakakaldık. Sonunda dayanamayıp bu kıyafetler içindeki bir çiftin yanına yaklaştık. Çok güzel kıyafetleriniz var, çok yakışmış size, bugün özel bir gün mü diye sorduk. Çift kendilerinin Avusturalyalı turistler olduğunu ve kıyafetleri de birkaç saatliğine kiralayıp, sarayları onunla dolaştıklarını ve saraylara giriş ücreti ödemediklerini söylediler.

Evet durum anlaşılmış idi, biz de hemen harekete geçmeliydik. Seul programımızda öncelikle Changdeokgung ve Gyeongbokgung saraylarını gezmek vardı. Changdeokgung  Sarayı’nın çevresine bakındık,  karşı sokakta birden fazla dükkanın önünde ‘rental hanbok’ yazısını gördük. Bir anda kendimizi bir dükkanın içinde bulduk.  Çalışanlar hemen çevremizi sardılar, askılardaki rengarenk kıyafetler içinden beğendiklerimizi seçtik. Bizi giydirdiler, saçlarımıza süslü tokalar taktılar, 19.yy Koreli kadınlara dönmüştü aynadaki görüntümüz. Tek farklılık ayaklarımızdaki spor ayakkabılardı. O kadarcık kusur da olsun varsın, zaten uzun elbiselerimiz ayakkabılarımızı gizliyordu. 

Renkli hanboklar üzerimizde keyifle sarayın kapısına geldik. Kapıda uzun bir bilet kuyruğu vardı. Tabi biz kuyruğa girmeden kapıya yöneldik, kapıdaki görevli hafifçe öne eğilerek yol verdi. Biz sırt çantaları sırtında, uzun kuyruklarda beklemeye alışkın turistler kişilik değiştirmiş idik. Saygı ile eğilerek kapılar açılıyordu şık kıyafetli turistlere. Tabi bu arada sürekli taşıdığımız ağır seyahat çantaları da dükkanda bırakılmış, ellerimizde kıyafetimize uygun zarif çantalar ile dolaşmaya başlamıştık.

Sarayın kapısından heyecanla girdikten sonra yapacağımız tek şey, sakura çiçekleri ile bezenmiş sarayın her bir köşesinde poz vermek olmuştu. Bu kadar yıldır çok farklı ülkede gezmiş, çok farklı kültürler, düzenlemeler ile karşılaşmıştım. Buna benzer bir uygulamayı hiçbir ülkede görmemiştim. Devlet saray giriş ücretinden fedakarlık etmiş gibi görünüyor. Ancak ne çok hedefe kolaylıkla ulaşıyor. Geleneksel kıyafetleri turistlere bile giydiriyor, unutulmaz anılar yaşatıyor, geleneksel kıyafetlerin korunması, kullanımının yaygınlaştırılmasını sağlıyor. Kıyafetleri üretenler, kiralayanlar aracılığı ile çalışana gelir yaratıyor, tekstil sektörünü canlandırıyor.

Kıyafetler saatlik kiralanabiliyor, birçok ülkede bu kıyafetler sadece fotoğraf çekimi için kısa süreli giydiriliyor idi. Burada ise isterseniz bir saat ya da daha uzun saatler kiralayabiliyorsunuz. Biz dört saatlik kiraladık, rahat rahat dolaşalım bol bol fotoğraf çekebilelim diye. Dört saat için 15.000 Kore Won ödedik. Sarayların her birinin giriş ücreti 3000 Won idi. Biz iki saray için 6000 Won ödemek yerine biraz daha fazla ödeme yapsak da kıyafetler içinde sarayda dolaşmak ve renkli pozlar vermek ödenen her bir Wona değdi gibi. Aslında saray giriş ücretlerini düşünce sadece 9000 Won fazla ödedik kıyafetler için. Bu rakam da Türk Lirası olarak 150 TL’nin altında bir rakam. Kore hükümetinin uygulamasının kıyafet kiralamasından yüksek bir gelir sağlamak olmadığı, kültürel mirası korumak amacı olduğu ne kadar açık görünüyor.

Bizler de turist olarak Kore’nin kültürüne, ruhuna, tarihine çok daha fazla sıcaklık ve merak duyarak dolaştık.

Mısır Hurghada Gezi Rehberi: Kızıldeniz’in İncisi

Hurghada, Kızıldeniz’in inci kolyesi, 36 km uzunluğundaki sahili, harika plajları, çok uygun fiyatlı lüks otelleri, su sporları merkezleri ile her mevsim tatil yapılabilecek özel bir belde… Bu özellikleri 1990’lara kadar küçük bir balıkçı kasabası olan Hurghada’yı  Mısır’ın çok turist çeken bir tatil bölgesine dönüştürmüş.

Hurghada Mısır’da, Afrika kıtasında, Orta Doğu’da, dünyanın en eski ve önemli medeniyetlerinin beşiğinde yer alıyor. Kızıldeniz kıyısında sadece deniz-güneş tatilinin ötesinde farklı özelliklere sahip. Bizim için de Afrika kıtasında bir Arap ülkesi olarak farklı bir kültürel ve coğrafi yere sahipliği cazibesini arttırıyordu.

Hurghada’ya, yedi yıl önce kasım ayında arkadaşlarım ile sadece deniz güneş tatili planlayarak gitmiştik. 2022 yılı kasım ayında ise daha geniş kapsamlı Mısır gezisinin içinde bir destinasyon olarak tekrar gittik. Her iki gezimizde de sonbaharda ılık havada Hurghada gözümüze, ruhumuza, zihnimize güzel geldi.

Hurghada küçük bir yer olmasına rağmen çok fazla aktivite yapılabilecek bir şehir. İlk gezimizde Hurghada’da gördüklerimiz ve yaşadıklarımız beklentilerimizin çok üzerinde oldu. Sekiz gün dolu dolu gezmemize rağmen daha çok zamanımız olmasını diledik. İkinci gezimizde Hurghada’ya ayırdığımız süre 3 gece idi. Bazı yerleri ikinci kez gezdikten sonra tüm şehri tekrar dolaştık. Yeni Hurghada çok büyümüş, yeni oteller açılmış, bina sayısı çok artmış, Marina yeniden düzenlenmiş, çok şık kafeler, restoranlar açılmış. Caddeler, dükkanlar turistlerin ilgisini çekecek şekilde düzenlenmiş. 

Hurghada’yı programlarına alacak gezginlere önerimiz, burayı 2-3 günlük deniz-güneş tatili geçirilecek küçük bir sahil kasabası olarak düşünmek yerine, diğer aktiveleri de gerçekleştirebilecekleri bir yer olarak ele almaları ve zaman planlamasını buna göre yapmalarıdır.

Niçin Hurghada

*Öncelikle 15 Nisan 2023 tarihinden itibaren eski sıkı önceden vize alma zorunluluğu kalktı. Umumi pasaport sahibi Türk Vatandaşları 15 dolar ile kapı vizesi alabilmekte.

*Çoğunluğu Kızıldeniz kıyısında yer alan 100’den fazla sayıda otel, harika plajları ve yapılacak çeşitli etkinlikler bulunmaktadır. Yıl boyunca her mevsim tatil yapılabilecek bir yer olan Hurghada’da Kızıldeniz’de dalmak isteyen her düzeydeki dalgıçlara çok sayıdaki Scuba Diving okulları ile hizmet verilmektedir.

*Diğer yandan tarih ve kültür keyfi yaşatmaktadır. Mısır Piramitlerinden sonra en çok turist çeken yerler olan Luxor ve Aswan tarihi bölgelerine ulaşılabilir bir mesafede yer almaktadır.

*Hurghada’ya gitmek için dalgıç olmanız gerekmiyor. Kızıldeniz’de tekne gezintisi, snorkelli veya snorkelsiz yüzmek, denizaltında rengarenk balıklar ve deniz canlılarını görmek, güzel bir havada rüya gibi plajlarda uzanmak, ayrıca Nil Nehri’nde gece gemide kalmalı veya günlük Nil turu yapmak ve çöl safarisi tercihleriniz arasında yer alabilir.

*Ayrıca balayı turları arayanlar, Miami, Maldivler, Bali, Tayland, Cancun gibi ulaşımı çok uzak yurt dışı turlar arayacaklarına hem yakın, hem uygun fiyatlarla 3 veya 4 günlük güneş-deniz tatili yapabilir, özel balayı fotoğraf çekimlerini bu doğa harikası yerde gerçekleştirebilirler.

*Hurghada çok uygun fiyatla deniz-güneş tatili yapabileceğiniz bir şehir. Her şey dahil oteller, apartlar da Türkiye’den çok daha uygun fiyatlarda…

*Ayrıca yine Kızıl Deniz kıyısındaki Şarm El Sheikh sadece turistik otellerle dolu deniz kenarı bir bölge iken Hurgada’da bir şehir merkezi bulunmakta, Mısır halkının günlük yaşamını ve kültürünü de daha yakından görebiliyoruz…

*Ulaşım çok kolay; sadece 3 saatte İstanbul’dan direk uçuş ile ulaşabiliyorsunuz.

*Alışveriş yapmak isterseniz -pazarlık yapmak şartı ile- uygun fiyatlar bulabilirsiniz.

Bu arada diğer bir tatil yeri, Sharm El Seyh’de Kızıldeniz’de dalgıçlar için bir cennet. Orayı da gezmek ve Hurghada ile karşılaştırmak isterseniz yazım linkte.

Sharm El Sheikh Gezi Rehberi: Kızıldeniz’de Sualtı Cenneti

Hurghada’ya Ulaşım

Hurghada’ya THY ve Pegasus Havayolları’nın İstanbul’dan direkt uçuşu bulunmakta ve yolculuk sadece 3 saat sürmekte. Ayrıca Egypt Air ve Air Cairo Havayolları’nın da uçuşları alternatifler arasında. Ancak en uygun fiyatlı uçuşun Pegasus Havayolları tarafından sunulduğunu belirtmeliyim. 

Geçen yedi yıl boyunca Hurghada Havaalanı da daha düzenli, temiz ve uluslararası uçuşlara yakışır bir kimlik kazanmıştı.

Otele Ulaşım (Taksi Şoförlerine Dikkat) ve Otelimiz

Hurghada’ya ilk uçuşumuzda, uçakta yanımda oturan Alman genci ile Hurghada hakkında sohbet ederken “taksi şoförlerine dikkat edin anlaştığınız fiyattan paranızı verin ve tartışmaya girmeden hemen uzaklaşın” diye uyarmıştı. Bu durumu havaalanında daha ilk taksi deneyimimizde yaşadık. Bir taksi ile 20 dolara anlaştık; taksiye bindik ve daha havaalanından çıkmadan taksi şoförü otopark ücreti nedeni ile 10 dolar daha vermemiz gerektiğini söyledi. İtiraz edince de bağırmaya başladı. Sonunda 5 dolar fazla vermek zorunda kaldık. Otelimiz havaalanına 7 km uzaklıkta olduğundan makul fiyat aslında 10 dolar idi.

Hurghada üç ana bölgeden oluşmakta; El Dahar eski şehir bölgesi, Sakkala yeni ve modern turizm merkezi, Sahl Hasheed ise otel, alışveriş merkezleri ve mağazalardan oluşmakta. Biz her iki gidişimizde de Azur Otel’de kaldık. Otelimiz “Bel Air Azur Resort” Sakkala’da önemli bir cadde olan Sheraton Caddesi’nde, deniz kenarında 4 yıldızlı bir otel. Mısır’da hijyen nedeni ile dışarıda yemek yemenin riskli olacağını düşünerek herşey dahil hizmet veren bir otel tercih etmiştik. Otelin açık büfe yemekleri zengin çeşitli ve lezzetliydi. Mısır mutfağının yanı sıra dünya mutfağından da lezzetler boldu. Biz öncelikle Mısır mutfağını denedik. Yemekler ve kullanılan baharatlar damak tadımıza uygundu.

Otelin incecik kumlarla kaplı plajından Kızıldeniz’in ılık sularına kendini bırakmak doyumsuz idi hele aylardan kasım ise…

Gezelim Görelim

Luxor Gezisi

Hurghada’nın çok sayıda turist çekmesinin öncelikle güneş, deniz tatili olduğu düşünülebilir. Aslında Kızıldeniz’de yer alan diğer turistik şehir Sharm El Sheikh’de aynı özellikleri ile ilgi görmektedir. Ancak Hurghada’nın Sharm El Sheikh’e göre en cazip yönü antik Mısır’ın en önemli tarihi  alanı Luxor’a yakınlığıdır. 

Luxor Hurghada gezisinde veya Hurghada’yı kapsamayan Mısır gezisinde mutlaka görülmesi gereken bir bölge. Bölge Giza Pramitleri’nden bile daha etkileyici gelebilir. Bizim için gerçekten öyle idi. Hurghada’dan Luxor’a günü birlik turlar düzenlenmekte. Biz çok erken saatte saat 5’te yola çıkarak tüm günü burada geçirdik. Aslında bir gece kalmalı bir tur alınsa bu bölge daha rahat gezilebilir.

Luxor dünyanın en eski en büyük açık hava müzesi. Antik Mısır’da Orta ve Yeni Krallık döneminde başkent Thebes şehri ve Tanrı Amon inancının merkezi bu bölge idi. Thebes M.Ö 2100 yılından itibaren 1500 yıl Antik Mısır’ın başkenti olan bir şehir, M.Ö 663 yılında Asurluların işgaline uğramış. 

Thebes Nil Nehri’nin hem doğu hem batı yakasında kurulmuş bir şehir. Doğu yakasında Karnak ve Luxor Tapınakları yer alırken, batı yakasında Krallar ve Kraliçeler Mezarları, Hatshepsut Tapınağı yapılmış.

Luxor’un merkezinde bugüne kadar dünyada yapılmış en büyük tapınak olan Karnak Tapınakları bulunmakta. Karnak yapımı 2000 yıl süren, çok büyük ve görkemli tapınaklar şehri. Her firavun eklemelerde bulunmuş, 10 metre yüksekliğindeki 134 adet dev sütun 12 farklı firavun tarafından yaptırılmış.  Devasa sütunlar, sütunlar üzerindeki figürler, duvarlardaki hiyeroglifler, devasa heykeller ile görkemli, baş döndürücü bir tapınak karşılıyor gelenleri.  

Karnak Tapınağı’nda tek parça obeliskler (dikilitaşlar) yer almakta imiş. Günümüzde bir tek obelisk kalmış. İstanbul Sultanahmet’te ve Paris’te meydanları süsleyen obelisklerin Karnak Tapınağı hazinelerinden olduğunu belirtelim.

İstanbul Sultanahmet’teki obeliski M.Ö 1600 yılında, Firavun 3. Thutmosis, hükümranlığının 30. yılı onuruna tapınağın kapısına diktirtmiş, M.S 390 yılında Roma İmparatoru I. Teodosius İstanbul’a getirtmiş.

Bu arada Paris’te Concorde Meydanı’na dikilenin öyküsü ise Osmanlı döneminde geçiyor. Mısır Hidivi  Kavalalı Mehmet Ali Paşa, 1836 yılında Fransa Kralı Louise-Philip’e hediye ediyor bu Mısır obeliskini. 3000 yıl önce II.Ramses adına yapılan taşın üzerinde ‘Gökler var oldukça senin anıtların da var olacak ve senin adın gökler durdukça duracak’ yazısı yer almakta.

Karnak bir tapınaklar kompleksi. Karnak Tapınağı’na 3 km uzaklıkta Luxor Tapınağı inşa edilmiş. Eskiden iki tapınak arası sfenksli bir yol ile birbirine bağlı imiş. Luxor Tapınağı 9. Firavun Amenhotep tarafından tanrı Amon-Ra adına M:Ö 14. yy’da yaptırılmış. Daha sonraki firavunlar da eklemeler yapmışlar. Müslüman Araplar da içine cami yapmışlar. Mısır’da içinde cami olan tek tapınak burası. Müzeler de Luxor Tapınağı yanında yer almaktadır. Biz müzeleri gezmeye zaman ayıramadık.

Karnak ve Luxor Tapınaklarının Nil Nehri’nin doğu yakasında olduğunu belirtmiştik. Nehrin batı kıyısında da kutsal mezarlar yer almakta. Tapınak ziyaretleri sonrası bir tekne ile Nil Nehri’nin karşı tarafına geçiyoruz.

İlk sırada Mısır’ın ilk ve tek kadın firavunu Hatshepsut’un  tapınağına gidiyoruz. Babası firavun olan Hatshepsut üvey kardeşi ile evlenmiş. İktidara sahip çıkacak bir erkek çocuk doğuramamış. Bu arada kocası ölünce kocasının başka bir kadından olan oğlu tahta çıkmış. Ancak çocuk küçük olduğundan ülkeyi Hatshepsut yönetmiş.  Çok güçlü bir kadın olan Hatshepsut ülkeyi başarı ile yönetmiş ve refahı arttırmış. Onun zamanına kadar firavunların erkek olması gerekmekteymiş. Daha erkeksi görünmek için erkek kıyafetleri giyip sakal takarmış. Yukarıdaki heykeller Kahire Mısır Müzesi’nde sergilenmekte.

Yüksek bir yere inşa edilen tapınağının da haşmetli bir görünüşü vardı. Anıtkabir mimarisinde eski Mısır tapınaklarından, özellikle de Karnak’tan etkilenilmiş olduğu bazı kaynaklarda belirtilmektedir. Eski Mısır tapınaklarında görülen düz masif kolonlar, tapınağa giden sfenksli yollar ve lahit odası benzer şekilde Anıtkabir’de de yer almaktadır. Sadece Karnak değil, Hatshepsut Tapınağı’nın mimarisi de Anıtkabir’i anımsatmaktadır. Bu esinlenme Anıtkabir rehberinde de belirtilmiştir (www.anıtkabir.org. Erişim Tarihi: 17-12-2015)

Hatshepsut Tapınağı sonrasında Kraliçeler Vadisi’nde yer alan üç mezarı gezdik. Kraliçeler Vadisine kralların eşleri gömülmüşler. Bu mezarların arasında en ünlüsü kraliçe Nefertiti’nin mezarı.  Mezarlardaki mumyalar tabi ki dünyaca ünlü müzelere taşınmış. Mezarlar duvarlarındaki resimler, içerisi ve vadi yine de görmeye değer.

Luxor gezisinde en heyecan veren yerlerden biri de Krallar Vadisi. Yeni Krallıktan önce firavunlar Giza Piramitlerine ve Nil Deltası’na gömülürlermiş. Bu dönemden sonra daha korunaklı bir alan Krallar Vadisi seçilmiş. 

Vadide bugüne kadar 62 mezar bulunmuş, 30’u ziyarete açık, giriş bileti ile üç mezar seçip gezilebiliyor. Bu mezarların içinde en ünlüsü Tutankamon’un mezarı, ancak bu mezarı gezebilmek için ektra ücret ödenmesi gerekiyor. Tutankamon’un Mısır tarihinde en önemli, güçlü bir firavun değil, aslında 9 yaşında tahta çıkmış 18 yaşında ölmüş. Mezarın asıl özelliği 1922 yılında mezarın talan edilmeden tüm eşyaları ile bulunması. Mezardan çıkan hazineler Kahire Mısır Müzesi’nde özel bir odada sergileniyor. Bu yıl Tutankamon’un hazinesinin bulunmasının 100. yılı, biz de bu Kahire Müzesi’nde gördük bu hazineyi. İnanılmaz göz alıcı eşyalar, takılar süsler vardı. Ancak bu bölümde de fotoğraf çekmek yasak idi. Ben yine de müzede çekebildiğim fotoğrafı ekleyeyim.

Mezar koridorları ve odalarının duvarları firavunun hikayesini anlatan hiyeroglif ve kabartmalarla süslenmiş. Firavunlar mezarlara değerli eşyalar ile gömülmüşler ancak çoğu yağmalanmış, yağmalanmadan ulaşılabilenler eşyaları ve mumyaları müzelerde sergilenmekte. 

Luxor gezisini Nil Nehri üzerinde Mısır’a özgü hibiskus çayı eşliğinde güneşi batırarak sonlandırdık. Antik tarih hazinelerinin üzerine doğanın hediyesi Nil Nehri gezisi başka bir lezzet oldu.

Mısır gezinizi Nil Nehri’nde gemi ile yapmak isterseniz detaylı yazımız da linkte. Nil’de Gemi İle Antik Mısır’a Yolculuk

Hurghada Marina 

Hurghada Marina herhalde şehrin en Avrupai yeri. Bizim dikkatimizi şık teknelerin görüntüsünün ötesinde temizliği, düzenliliği ile çok sayıda restoran ve kafelerin varlığı çekti. Biz yemeklerimizi otelde aldığımız için dışarıda yemek yemedik. Dışarıda yemek yemek isteseydik, temizliği açısından bu şık restoranları tercih edebilirdik. Biz akşam üzeri sadece kahve içmeye uğradık. Kahvenin yanı sıra Arap nargilesi içilen yerler de bulunuyor. Nargile bizim ilgi alanımız dışında idi.

Al Mina Cami

Marina’nın hemen yanında Hurghada’nın en büyük camisi Al Mina Cami bulunmakta. Cami büyüklüğü ile şehrin her yerinden görünüyor. Tarihi bir cami olduğunu söyleyemeyeceğiz, 2012 yılında açılmış. Kızıl Deniz bölgesinin en büyük camisi. Bu küçük şehirde de şehrin içinde çok sayıda cami bulunmakta, liman kenarına bu kadar büyük bir cami ile şehrin siluetine damga vurmak istenmiş belli ki. 

Kıpti Katedrali Saint Shenouda

Şehirdeki ikinci önemli dini yapı olan Kıpti Katedrali Saint Shenouda şehrin özgün yapıları arasında. Katedral eski şehir El Dahar bölgesinde. Yeni, bakımlı, içi aydınlık kilise gezilebiliyor.

Giftun Adası

Giftun Adaları Hurghada’da mutlaka görülmesi gereken yerler arasında. Bölge koruma altında olan iki adadan oluşuyor. Büyük ada Giftun Kebir halka açık; küçük Giftun ise askeri bölge olarak ziyarete kapalı. Giftun Kebir’e Marinadan tekne ile 45 dakikalık keyifli bir deniz yolculuğu ile ulaşılıyor.

Ada denizin ortasında bir çöl gibi. Adanın ortasında sadece bir palmiye ağacı, kumsalı, berrak ve masmavi bir denizi var. Tekneyle ilerlerken denize atlayıp yaptığımız snorkel dalışları ile çok keyifli zaman geçirdik. Rengarenk balıklarla birlikte yüzdük.

Halka açık adada iki özel plaj var; Paradise ve Mahmya Plajları. Her iki plajda da güzel düzenlenmiş restoranlar ve şezlonglar var. İki plaj birbirinden sınırlar ile ayrılmış; ikisinin ortasındaki plaj ise ücretsiz. Satın alacağınız turun program ve fiyatı gideceğiniz plaja göre değişiklik göstermekte. Paradise ve Mahmya plajlarına yapılan tekne turlarının fiyatları 40-50 dolar civarında. Bu turda yemek plajdaki restoranda yenmekte. Bizim aldığımız tur için 15 dolar ödedik. Yemeğimizi teknede yedik ve şezlong kullanmadık. Tekne ile gelirken yolda iki kez şnorkelle dalış yaptık; adada 1,5 saat kalıp ücretsiz plajda yüzdük ve incecik kumların üzerinde oturduk; bu da çok keyifliydi.

Denizaltı ile Kızıldeniz

Kızıl Deniz’de broveli dalgıç olmadığımızdan deniz altındaki resifleri ve canlıları yakından görmenin en güzel yolunu bulduk. Simbat şirketinin Afrika ve Ortadoğu’da tek olan denizaltısı ile dalış harika bir seçenek olarak karşımıza çıktı. Yarım gün süren bu program için kişi başı ödediğimiz 50 dolar yüksek bir rakam gibi görünmekle birlikte, bu gezi hayatımızda yaşadığımız en ilginç deneyimler arasına girdi. 

Denizaltı 22 metre derinliğe kadar inebiliyor, 44 kişi alabiliyor. Yuvarlak camlarının önünde deniz Kızıldeniz renklerini, canlılarını seyre daldık. Derine inince çevremizi rengarenk ve farklı boylarda balıklar sardı. Bir dalgıç pencerelerin önünde balıklara yem verince camların önü balıklarla doldu. Denizin altında ilerlerken bir tekne batığı gördük. Böyle geziler için özel olarak mı batırıldı, yoksa gerçekten eski bir batık mı; anlayamadık. Tüple dalamadığımız için denizin altını bu şekilde görme şansımız olmayacaktı. Böylece Kızıldeniz’in derinliklerinde rengarenk balıkları ve resifleri görmüş olmak ayrı bir heyecan verdi.

Kum Müzesi

Hurghada gezimizde görülecek yerler arasında Kum Müzesi de yer almaktaydı.  Müze sadece kum ve su ile yapılmış çok büyük heykellerden oluşuyor. Tarihi ve popüler kültür karakterlerinden oluşan heykeller açık havada sergileniyor. Müzenin giriş ücreti 10 dolardı. Kapıda ücreti öderken aramızda Türkçe konuştuğumuzu duyarak yanımıza gelen Orhan müzenin fotoğrafçıymış. Ondan müze müdürünün de Türk olduğunu öğrenince çok şaşırdık. Müzenin sahibi Vahdet bey ile tanıştık; bize özel Türk indirimi yaptı ve müzeyi kendisi gezdirdi. Benzeri bir müzeyi Portekiz’de gördüğünü, Mısır’da yağmur yağmadığı için buraya böyle bir müze yaptırdığını anlattı.

Müze koleksiyonu 42 heykel ve 17 adet kabartmadan oluşuyor. Heykeller alanında ünlü sanatçılara yaptırılmış. İstanbul’un fethini konu alan bir heykel de müzede yerini almış.

Alışveriş

Fiyat araştırması yapmadan bir şey satın almayın! Zira satışta birinci ilkeleri turist kazıklama… En az üç dükkana sorup en düşük fiyatın üçte birine istediğiniz ürünü satın alabilirsiniz. 6 kişi bol bol alışveriş yaptığımız için bu konuda epeyce deneyim kazandık.

Yurt dışı gezilerimde büyük markaların olduğu alışveriş merkezlerine mümkün olduğu kadar girmemeye çalışıyorum. Genellikle ülkelere özgü ürünler almayı tercih ederim. Mısır’da hiyeroglif ile adınızı yazdırabileceğiniz bileklik, kolye kartuşlar, yerel desenli elbiseler, şallar ve pareolar alınabilir. Bu arada şüphesiz papirüsler ilginizi çekecektir. Her boy ve fiyattan papirüsler bulabilirsiniz. 

Ünlü parfüm markalarının kokularına benzer esanslar da bol miktarda. Ancak dikkat 20-30 Euroya satılan küçük şişelerdeki parfümlerin kokularını dükkanda denediğinizde yoğun kokusunu alıyorsunuz. Ancak satın aldığım kokuyu evde açtığımda kalıcı bir kokusunun olmadığını gördüm. 

Mısır’ın kutsal böceği olan Skrabe yaradılış, üreme, reenkarnasyon, ölümsüzlük ve yenilenme anlamına gelmektedir. Mısır’da sıkça bu böceğe rastlayacaksınız. Bu böceğin biblo ve takılarının yanı sıra, Tanrı Ra’nın gözü, Nefertiti sembollü objeler ve mercan, lapis gibi değerli taşlardan yapılan takılar alınabilir.

Hurghada’da yeterli zamanımız olduğu için keyifle küçük ve otantik dükkanlardan alışveriş yaptık. Benim alışveriş tercihlerim aşağıdaki fotoğrafta yer almaktadır.

Hurghada’da Nelere Dikkat Etmeliyiz

Mısır’ın para birimi Mısır Poundu. Birçok ülkede hemen havaalanında paranızı bozdurup otele ulaşımınızda yerel para kullanırsınız. Mısır’da Dolar ve Euro hemen her yerde geçerli. Küçük dükkanlarda, sigara alırken bile hangi para ile ödeyeceğinizi soruyorlar ve üç para birimi ile fiyat veriyorlar. Her dükkan sahibi kendine göre bir kurdan fiyat veriyor. Bu nedenle, her para birimi geçse bile, paranızı Mısır pounduna çevirip yerel para ile ödeme yapmanız daha avantajlı olabilir.

Taksiye binmeden önce mutlaka sıkı pazarlık yapılmalı; ayrıca büyük para verip parayı onların bozmasını bekleyip sıkıntı yaşamayın. Taksi şoförleri yolculuk sırasında saatlerce cep telefonları ile yüksek sesle konuşabilirler, arabada sigara içebilirler, çekirdek çitleyebilirler, hanımsanız ön koltuğa geçmenizi teklif edebilirler. Bunlar bizim yaşadıklarımız; daha farklı deneyimler yaşayanlar da vardır eminim. Bunlara takılıp sinirlerinizi bozmayın.

Turistik bir şehir olmasına rağmen çok az sayıda çalışan Mısırlı kadın gördük; sokakta yürüyen kadına bile rastlamadık diyebiliriz.

Sokakta, alışverişte ve otelde herkes nereli olduğunuzu soruyorlar; Türk olduğumuzu duyunca önce “biz Türkleri çok severiz” diyorlar. İkinci cümle “Hasan Saş yavaş yavaş” oluyor. Önceleri güldük, sonra niçin böyle dediklerini sorduk. Bazıları güldü, bazıları ise anlamını bilmediklerini söylediler. Gülüşlerinden çok hoş bir anlamı olmadığı seziliyordu.

Tek başına seyahat eden kadın turistlerin burada sıkıntı yaşayacaklarını deneyimlerimiz ile anladık. Yabancı internet sitelerinde de hanım turistlere uyarılarda bulunulduğunu okudum. Kadınların yanlarında erkeklerle veya organize turlar ile seyahat etmelerinin uygun olacağını düşünüyorum.

Hurghada’da Yapamadıklarımız

Hurghada’da 8 gün kalmamız ve sürekli aktif olmamıza rağmen yapamadıklarımız:

Çölde safari
Akvaryum gezisi
El Gauna Bölgesi gezisi
Mısır gece eğlencesi