ANA SAYFA Blog Sayfa 4

Gökçeada Gezi Rehberi: Güneşi En Son Uğurladığımız Topraklarımız

Gokceada

Gökçeada Türkiye topraklarında güneşin en son battığı Anadolu parçası, Deniz Tanrısı Poseidon’un atlarını dinlendirdiği, bereketli topraklarında bağları, zeytinlikleri, özgün mimarili evleri, asırlık çınar ağaçları, özgürce dolaşan keçileri ve koyunları, tertemiz denizi ve koyları, plajları ile gezilesi, görülesi bir ada…

Biz Gökçeada ve Bozcaada’yı aynı gezi programımıza aldık. İki tarihi Rum Adası’nı karşılaştırmak istedik. İki ada da mutlaka görülecek, ancak coğrafi yapısı, kültürü ve günümüze kalanları birbirinden farklı adalar.

Bozcaada’yı Bozcaada Gezi Rehberi linkteki yazımız ile detaylı gezebilirsiniz. Gökçeada gezinizin üzerine Bozcaada’yı da programınıza almak isteyeceksiniz.

İmbros adanın tarihi adı, 1970’den sonra ise Gökçeada adı verilmiş. Gökçeada Türkiye topraklarının en batı ucunda, çok stratejik bir nokta, Çanakkale Boğazı’nın girişinde yer alan Türkiye’nin en büyük adası. Ada yüzölçümü 280 km2, Türkiye’nin en büyük adası desek de, gözümüzde büyük bir ada canlandırmayalım; 93 km kıyı şeridine sahip kuzey-güney 13 km, doğu-batı arası 29,5 km uzunlukta.

Gökçeada Gelibolu Yarımadası’na 20 km uzaklıkta, en yakın komşu adaları da Bozcaada (Tenedos), Semadirek (Samothrake) ve Limni (Lemnos),

Adını Bereket Tanrısı İmbrassos’dan almış. Kuzey Ege’nin derin sularının, İmbros – Semadirek arasındaki Achilles’in annesi Tanrıça Thetis’in sarayını koruduğuna, İmbros – Bozcaada arasında ise Poseidon’un kanatlı atlarını barındırdığına inanılıyor. Denizde yol alan gemileri sanki Deniz Tanrısı Poseidon’un gazabından korumak için doğal limanlar Kefalou ve Alykes oluşmuş adada. 

Niçin Gökçeada

  • Türkiye topraklarında güneşin en son uğurlandığı ada,
  • Deniz, tarih, kültür ve yeme içme hepsi bir arada,
  • Tarihi M.Ö 3000’lere dayanan, stratejik önemi nedeni ile her dönem yabancı işgallerine açık bir ada,
  • Yıllarca adada yaşayan Rum nüfusun özenle baktığı adanın doğal taşlarından evleri, Arnavut kaldırımlı sokakları, korunmaya alınıp dokunun bozulmasına izin verilmemesi şansımız.
  • Özellikle Rum köyleri dolaşmaya, yemeğe, içmeye, konaklamaya ve kalan Rum nüfusu ile sohbete uygun bir ada.
  • Ulaşımı kolay ve keyifli bir gemi yolculuğu sunuyor.

Gökçeada Tarihi – Meraklısına

Gökçeada stratejik konumu nedeni ile tarih boyunca birçok hükümranlığın ilgisini çekmiş. Gökçeada gezimize başlamadan meraklılar için biraz tarihine değinelim. İsteyenler bu bölümü atlayıp doğrudan gezilecek yerlere geçebilir.

Yenibademli höyük kazılarında MÖ 3000’lere tarihlenen yerleşimlerden kalıntılar bulunmuş. Bu kalıntılar Çanakkale Müzesi’nde sergilenmekte. MÖ 500’lerde Atina şehir devletine bağlanan adada yerleşim Kaleköy tarafında iken, Roma hakimiyetinde ise halk güneye yerleşimi tercih etmiş. Bizans döneminde bölgede ticari faaliyeti artan Venedik ve Cenevizlilerin ilgisini çekmiş. Venedikliler ele geçirdikleri bu toprakları ikmal, vergi toplama  ve tuz kaynağı olarak kullanmış.

1456’da Fatih tarafından Osmanlığı İmparatorluğu topraklarına katılmış, Limni, Taşoz ve Semadirek ile birlikte Gelibolu Sancağı’na bağlı yönetilmiş. Piri Reis haritasında Kala-i İmroz (Kaleköy) ve Kala-i İskinit (Dereköy) öne çıkıyor.

Kaleköy’ün ilçe merkezi olduğu Osmanlı döneminde tüm ahali Rum kökenli, Türkler sadece adadaki Osmanlı memurları olarak yerleşmişler, adada bulunan en eski Türk mezar taşı 1768 tarihlenmekte.

İmbros Balkan Savaşı sırasında İtalyan, 1. Dünya Savaşı sırasında İngiliz, kısa bir süre de Yunanistan egemenliğinde kalır. 1912 tarihinde Osmanlı donanması ile Yunan donanması arasında İmroz Deniz Muharebesi yapılır. İki taraf da kazandığını iddia eder ancak Osmanlı Ege’deki tüm adaları kaybeder. Çanakkale Savaşları sırasında İngilizler havalimanı inşa eder ve ada müttefiklerin karargahı haline gelir. Bu arada Eşelek Köyü yakınlarındaki göl ise, İngilizlerin birliklerine tatlı su elde etmek için dereleri bir araya toplayarak oluşturdukları göletin kalıcı hale gelmesi ve günümüzde doğal bir göle dönüşmüştür.  Sevr Anlaşması’nda Bozcaada ile birlikte Yunanistan’a bırakılır. Nihayet 1923 yılında Lozan Anlaşması ile Gökçeada ve Bozcaada Türkiye Cumhuriyeti topraklarına katılır. Ancak Lozan Anlaşması’nda yer alan özel hüküm ile Gökçeada ve Bozcaada’da yaşayan Rumlar mübadeleye zorunlu kılınmaz ve hakları korunur.

Bir zamanlar on dört binin üzerinde Rum’un yaşadığı İmbros, günümüzde 10.000 civarında toplam nüfus içinde sadece çoğunluğu 70 yaş üzeri 300 civarında Rum’un yaşadığı bir ada. 1960’ta Kıbrıs’taki olaylar sonrası adada Türkleştirme politikası başlar, Anadolu’nun çeşitli yörelerinden Türk aileleri adaya yerleştirilir. 1965 yılında adada yarı açık cezaevi açılması adadaki sosyal yaşam etkiler, hırsızlık, tecavüz, talan olayları başlar.

Okullarda, 1964 yılına kadar yarım gün Rumca yarım gün Türkçe eğitim verilirken, bu tarihten sonra Rumca yasaklanıyor, Rumlar başta Yunanistan olmak üzere dünyanın her yerine dağılmaya başlar, 1974 Kıbrıs Harekatı sonrası bu göç hızlanır.

1960’lara kadar yoğun Rum nüfus nedeniyle bağcılık, şarap üretimi, zeytin ve (koyun ve keçi sütünden yapılan) peynir üretimi öne çıkıyor ancak Rumların adayı terk etmeye başlamasıyla, sahip oldukları koyun ve keçiler doğaya salınırlar, 50 yıldır bu hayvanlar serbest dolaşıyorlar, açıkta barınıyorlar, onlara tehdit oluşturacak vahşi hayvanların olmamasının yanı sıra, adanın bitki örtüsü de beslenmelerine ve korunmalarına uygun yapıda. Yılda bir kez toplanıp işaretleniyorlar. Zirai mücadele için adaya 1982’den bu yana keçi girişi yasaklanmış. Adada halen 8-9 bin civarında keçi, iki katı kadar koyun bulunuyor. Ancak bu hayvanların ırkları yeterince beslenememeleri nedeniyle küçük yapılı hale gelmiş. Kendilerine güvenle yalnız veya gruplar halinde dolaşan keçiler, koyunlar her an karşınıza çıkabilir.

Ada­nın coğrafi yapısı da değişik,  %77’si dağ­lık, en­ge­be­li ve vol­ka­nik küt­le­ler­den olu­şu­yor. 

Ege Denizi’nin en fazla temiz su kaynağına sahip adası Gökçeada. Küçük bir ada olsa da üzerinde üç baraj var. Adada su kaynakları denizle ve göletlerle sınırlı değil. Marmaros Şelalesi de ilgi çeken yerler arasında. Ormanlık bir alandan geçilerek ulaşılan şelalenin suyu 38 metre yükseklikten aşağıya süzülüyor ve ilginç bir görüntü bırakıyor.

Adanın su kaynaklarının bolluğu nedeni ile organik tarım potansiyeli yüksek. Tarih boyunca süren bağcılık ve zeytincilik günümüzde de üretimi devam eden ürünler. Arıcılık da önemli gelir kaynakları arasında. Adanın derin suları da balıkçılık için önemli fırsat yaratıyor. Ayrıca turizm potansiyeli de yüksek adada, bu alanlara daha çok yatırım ve destek gerekirken maalesef adada uygulanan politika ile nüfusunun çoğunluğu işçi ve memurlardan oluşmakta.

Ulaşım

Ada’nın ulaşımı doğal olarak deniz yoluyla sağlanmakta. Yaz dönemi daha sık olan vapur seferleri, kış dönemi hava koşulları nedeniyle azaltılmakta, zaman zaman iptaller de olmakta.  Arabalı vapur Çanakkale Kabatepe Limanı’ndan kalkmakta, 75 dakika sürmektedir. Yukarıdaki haritada Çanakkale limanından ulaşım görünmekle beraber daha önceki yıllarda buradan kalkan deniz otobüsleri seferler son yıllarda yapılmamaktadır. Bu arada Kabatepe Limanı’nda çam ormanları içinde deniz kenarında bir milli park olduğunu hatırlatalım. Feribot beklerken zamanınız olursa sadece limana beş dakika uzaklıkta ve feribotu görebileceğiniz parkta zaman geçirebilirsiniz. Biz feribot beklerken kahvemizi bu parktaki kafede içtik.

Ada içi ulaşıma gelirsek adada arabanın gerekli olduğunu belirtmeliyim. Kuzu Limanı’nda feribottan indiğin andan araba ihtiyacı başlıyor. Biz Gökçeada programımız öncesi Assos ve Bozcaada’yı gezmiştik. Bozcaada’yı arabasız gezebilmek mümkün iken, Gökçeada için mutlaka araç gerekiyor. Adada asıl gezilecek yerler merkezde değil, her biri birbirinden farklı dokudaki Rum köyleri ve koyları gezmek demek Gökçeada gezisi. Mesafeler birbirinden uzak olmasa da araçsız toplu ulaşım ile gezmek kolay değil.

Konaklama

Adada konaklama seçeneklerini dikkatli seçmek gerekiyor. Ada merkezinde veya köylerde kalınabilir. Öncelikle bizim deneyimizden söz etmek istiyorum. Ada hakkında fikrimiz yoktu ve köylerin bu kadar renkli ve özel olduğu konusunda bilgimiz yoktu. Otelimizi bir arkadaşımızın önerisi ile merkezde ayırttık. Merkezin önemli, köylerin ise kısa sürede gezilecek yerler olduğunu düşünmüştük. Ancak adaya ulaşıp, merkezde gezilecek yer olmadığını asıl ada keyfinin köylerde ve koylarda çıkartılacağını anlayınca bir gece merkezde kalıp sonraki iki gecemizde Zeytinliköy’de  İmroz Yeşil Ev Otel’ de kalmayı tercih ettik. 

Merkezdeki otelimiz klasik üç yıldızlı, çok katlı adaya özgü ruhu olmayan bir otel idi. Gökçeada’da adaya özgü bir otel arayanların mutlaka Rum köylerinde kalmasını önereceğim. Köyleri tek tek gezerken konaklama seçenekleri olan köylerden söz edeceğim. Bu arada 1960 yılı sonra kurulan köylerin bazılarında ev pansiyonculuğu da yapılmakta.

Gezelim Görelim

Biz Gökçeada’ya 3 gece ayırdık. İlk gün sabah erken Bozcaada’dan yola çıktık. Çanakkale’de Kabatepe’den kalkan feribot, adanın kuzeyinde Kuzu Limanı’na yanaştı. Gökçeada merkezi Kuzu Limanı’ndan 7 km uzaklıkta.

Feribottan iner iner inmez merkeze doğru yola çıktık. Merkezdeki otelimiz yaya trafiğine kapalı, kafelerin, dükkanların olduğu merkeze göre iyi konumda bir sokaktaydı. Otelimize eşyalarımızı bırakıp önümüzdeki yarım günü ve akşamı değerlendirmek istedik. Otel sahibinin bir köye veya plaja gitmemiz önerisi merkeze zaman ayırmamız gerekmediğini ortaya çıkarttı.

Ada’da ilçe merkezi dışında 9 köy var: Bu köyler içinde Kaleköy, Eski Bademli, Zeytinliköy, Tepeköy, Dereköy tarihi olarak yıllarca Rumların yaşadığı, günümüzde hala bu kimliğini ve mimarisini koruyan, sayıları çok az kalsa da hala Rumların yaşadığı köyler. Kalan dört köy ise; Yeni Bademli, Uğurlu, Eşelek, Şirinköy ise ada tarihi bölümünde bahsi geçen adanın Türkleştirilmesi politikası ile 1960’lardan sonra devlet eli ile kurulup, ada dışından nüfusun getirilip yerleştirildiği köyler.

Gökçeada gezimizde özellikle Rum köylerini tek tek dolaştık, anıt çınar ağaçlarını gördük, çamaşırhanelerini gezdik, çiçeklerle süslü taş evlerin arasında, parke taşlı sokaklarında yürüdük, kahvelerini içtik, yemeklerini yedik, tavernasında eğlendik. Ancak sonradan oluşturulan köyler ilgimizi çekmedi.

Yeşil Ev Otelin hazırladığı detaylı ada haritası eşliğinde dolaşmaya başlayabiliriz.

Zeytinli Köyü (Ayia Theodori)

Adada ilk köyümüz, ilçe merkezine 3 km. uzaklıkta, bir tepenin yamacında, zeytin ağaçları arasında kurulmuş, hala daha çok Rum vatandaşlarımızın yaşadığı Zeytinliköy oldu. Yaz kış adanın en çok ilgi gören köylerinden biri.

Bir ana cadde üzerine sıralanmış birçok ev ve kafeler, arada bol çiçekli birkaç sokaktan oluşuyor köyün hepsi. Girişte köyün otoparkında arabamızı bırakıp yürüyüşe başlayabiliriz. Hemen sağda köyün kilisesi yer alıyor. Kilisenin hemen yanında Rum İlkokulu, okulun önünde Patrik Bartholomeos çocukluğunu temsil eden kitap okuyan bir çocuk heykeli. Gökçeada doğumlu, evi de Zeytinliköy’de olan Patrik Bartholomeos halen İstanbul Ortodoks Patrikhanesi Ekümenik Patriği ve İstanbul Başpiskoposudur. 

Okulun önünden yumuşak yokuştan tırmanmaya başlıyoruz. Yokuşun sonlarına doğru küçük bir köy meydanı kenarlarına kafeler sıralanmış. Adanın meşhur dibek kahvesi meydan kafelerinde içilebilir. En ünlü dibek kahvecisi Madamın Dibek Kahvesini yıllarca Madam işletmiş ve köyün en ünlü markası olmuş. On yıl önce ölünce oğlu Kosla devralmış annesinin mirasını bir süre, onun da ölümü ile bu yaz gelini Yunanistan’dan gelerek açmış kahveyi. Köyün diğer ünlü markası Hristo’nun mekanı imiş. Zeytinliköy’e sakızlı muhallebi ve tatlıları getiren ve marka olan Hristo’nun yeri de kendisinin ölmesi ile kapanmış. Köyün diğer kahvelerinin işleticilerinin çoğu Zeytinliköy’ü terk etmeyen yaşlı Rumlar, dibek kahvesini herhangi bir kahvede içebilirsiniz.

Köyde Gökçeada şarabı tatmak isterseniz şarap evleri de hizmet sunmakta.

Renkli, canlı, çiçeklerle süslü, Arnavut kaldırımlı sokaklarında  dolaştık Zeytinliköy’ün.

Bu şirin köyden sadece dibek kahvesi içip ayrılmak yerine köyün havasını daha uzun süre koklamak, akşam yemeğini orada yemek istedik. Yol üzerinde Yeşilev Otel’in restoranına oturduk. Bu şekilde Yeşilev’in işletmecisi Sema Hanım ile tanıştık. İstanbullu matematik öğretmeni Sema Hanım ve özel sektörde yönetici eşi her yıl tatillerini geçirdikleri Zeytinliköy’de önce bir ev almışlar daha sonra evlerini butik otele çevirmişler. Son yıllarda iki yeni yer daha eklemişler.  Otellerinin biri köyün girişinde ve karşısında kafe restoranı bulunuyor. Biz akşam yemeğimizi bu küçük, sevimli, yeşiller içerisindeki restoranda yerken, merkez yerine böylesine doğal bir ortamda geceleme kararı aldık. İlk akşamdan Sema hanımın elleri ile yaptığı adanın geleneksel yemeği oğlak tandır ve tadına doyulmaz çıtır mantısını tattık. Sonraki iki gün bu şirin otelde geceleyip, Sema hanımın kahvaltıları ile güne başladık.

Köyde başka konaklama seçenekleri de bulunmakta. Meydanda Zerdali Butik Otel köyün en büyük oteli, Son Vapur Oteli aynı anda çok kaliteli balık restoranına da sahip biz denemedik ancak güzel referansları bulunuyor.

Kaleköy

Gökçeada gezinizde uğramadan geçilemeyecek diğer Rum köyü Kaleköy. İlçe merkezine 4 km uzaklıkta ve  Gökçeada’nın en eski köyü. Köy iki bölümden oluşuyor; Aşağı ve Yukarı Kaleköy.

Yukarı Kaleköy’de, tam tepede adanın en eski tarihi yapısı İskiter Kalesi bulunuyor. Cenevizliler tarafından inşa edilen kalenin surları halen ayakta, bu bölgede 9 manastır, tarihi kilise, çok sayıda Rum evi yer alıyor. Gökçeada gezginleri için asıl olmazsa olmaz bu tepede güneş batırmak. Kale surlarının yanında tam tepede, Semadirek Adası’na karşı Poseidon Restoran’da günü sonlandıralım. Restoran, olağanüstü manzarası, lezzetli mezeleri ve son derece kaliteli servisi ile bir akşamı ayırmanız gereken bir yer. Ancak yoğun sezonda ve hafta sonunda mutlaka önceden rezervasyon yapmak gerekiyor bu özel yer için. Biz ikinci gecemizi Poseidon Restoran’a ayırdık, yaz sezonu başı ve hafta arası olmasına rağmen bir gün önce zorlukla yer bulabildik.

Olur ya Poseidon Restoran’da akşam yemeği için yer bulamazsanız Aşağı Kaleköy’de sahilde restoranlar arasında seçim yapabilirsiniz.

Bu arada Yukarı Kaleköy’de Mustafa’nın Kayfesi’nden de söz etmemek olmaz. Güneş batışını izlemeye çıkmadan önce yeşillikler içinde, Eski ve Yeni Bademli manzarası karşısında çınar ağaçları altında kahvenizi içebilirsiniz.

Aşağı Kaleköy 20.yy’ın başında buharlı gemilerin yanaşma yeri, adanın dışarıya açılan kapısıymış. Bugün gemiler Kuzu Limanı’na yanaşıyor ancak tarihi limanı burası. Bu limanda tüm ada halkı bir ibadet gibi bayramlık giysileriyle gemiyi beklermiş. Bugün gemiler yanaşmasa da Aşağı Kaleköy sahil kenarında yerleşim olan tek Rum köyü. Adanın ruhunu hissedeceğiniz, hem deniz kıyısında konaklamak, hem de  akşam yemekleri ve eğlenmek için en hareketli yeri.

Eskibademli Köyü (Gilyky)

Eski Bademli adanın balkonu. Kaleköy gibi Eski Bademli de güneş batışı manzaralı, adanın bütün eski köyleri gibi o da tepelere kurulmuş.

Köy ilçe merkezine 4 km uzaklıkta. Diğer Rum köyleri gibi adanın doğal taşlarından yapılma evleri görülmeye değer, köyün taş yollarında kendi adımlarınızı duyarsınız sadece. Köyün içine girince önce en güzel manzaralı restoranında sabah kahvemizi içtik. Akşam yemekleri için de düşünülebilecek bir restoran. Restoranın yanındaki eski okul şu anda otele dönüştürülmüş, köyün girişinde yine kilise yer alıyor. Köyün sevimli sokaklarında yürümeye devam ettik. Yine yüksek tepede sevimli, manzaralı küçük kafeler misafirleri davet ediyor.

Köy sokaklarını ağır ağır dolaştıktan sonra tarihi anıt çınar ağacı ve çamaşırhaneye yöneldik. Çınar ağacının yanındaki çamaşırhane köyün kadınlarının belirli çamaşır günlerinde toplanıp, hep birlikte çamaşır yıkayıp, piknik havasında sosyalleştikleri bir alan olarak kullanılmış yıllarca. Tüm Rum köylerinde böyle çamaşırhaneler kurulmuş. Çamaşırhaneler genellikle çeşme kenarında tek katlı, kapısız, içinde ocak, su olukları ve çamaşır dövmek için taş bulunan yapılar.

Eski Bademli’de paskalya için kuzu doldurma geleneği olduğunu da öğrendik. Ayrıca Eski Bademli de misafirlerine konaklama için butik otel ve pansiyon hizmetleri veriyor ada halkı.

Biz ayrıca çamaşırhane yolundan devam edip Gökhan’ın Bal Çiftliği’ne ulaştık. Yıllarca İstanbul’da yaşayan Gökhan Bey, baba topraklarına dönüp bal üretimine başlamış. Bizi önce bal üretimi ve ürünleri konusunda bilgilendirdi. Bu doğal ortamdan gönül rahatlığı ile bal, polen ve propolis aldık.

Tepeköy (Agridia)

Adadaki tüm Rum köylerinin yerleşim yerleri yüksek noktalarda. Doğal olarak tüm tarihi boyunca, korsanlar ve  başka devletlerin işgali endişesi ile yaşayan halk deniz kıyılarına değil tepelere kurmuşlar yerleşim yerlerini. Adanın en yüksek yerleşim yerine 17.yy’da Tepeköy kurulmuş.  İlçe merkezine uzaklığı 10 km. civarında. Adada Rum vatandaşlarımızın halen yoğun yaşadığı köylerden biri.

Her yıl 15 Ağustosta Rumlar tarafından kutlanan Meryem Ana etkinliklerinde dünyanın dört bir tarafından Rumlar Tepeköy’e akın ediyor.

Bir akşam üzeri gittiğimiz köyde taş evlerin, zakkumlar arasında Arnavut kaldırımlı sokaklarında dolaştık. Diğer yandan tavernaları ile ünlü bu köyde bir akşam geçirmek niyetindeydik. Köyde üç taverna bulunuyor, ünlülerden biri Barba Yorgo’nun tavernası ve şarap evi. Şaraplarını tadıp, canlı müzik eşliğinde eğlenilecek bir taverna olarak öneriliyor. Ancak biz Angelikis’in Tavernasını tercih ettik. Köyün meydanında, son derece lezzetli yemekleri, Rum ve Türk havaları eşliğinde son derece güzel bir gece geçirdik. Tavernanın sıcakkanlı sahibi Angelikis’in misafirleri olarak  masamıza ilgisi de yediklerimize, içtiklerimize ayrı bir tat kattı. Gecenin sonunda kırılan tabaklar eşliğinde sirtaki çalarken, komşu adalarda bir tavernadaymışız gibi bir duyguya kapıldık. Pandemi döneminde ülke dışında bir gece yaşıyormuş havası iyi geldi bize.

Tepeköy’de diğer bir mekan ise Pınarbaşı, köye doğru tırmanırken sola dönmeden, düz devam edince adanın en güzel manzaralı bir köşesi karşımıza çıktı. Koruma altındaki asırlık çınarlar buraya ayrı bir güzellik katıyor. Öncelikle 625 yaşında olduğu tahmin edilen anıt çınar ağacını ziyaret edip, bir ailenin işlettiği müthiş manzaralı kahvesinde sıcak, soğuk içecekler, gözleme, pide eşliğinde manzaranın keyfini çıkartıp Tepeköy’e geçmenizi öneririz, biz öyle yaptık.

Dereköy (İskinit)

Gelelim adanın en hüzünlü köyüne. Gezimizde öncelikle yukarıda bahsettiğimiz tüm köyleri keyifle dolaştık, birinde geceledik, üç akşam yemeğimizi de köylerde yedik. Dördüncüsünde adım adım sokakları dolaşıp, balkon manzarası seyredip, bal çiftliğini dolaştık. Sokaklarında adımlarken içimizi burkan, görmeyi en sona bıraktığımız Dereköy oldu. Adanın en eski köylerinden, ilçe merkezine 16,5 km. uzaklıkta bu köy.

1950-60’lı yıllarda nüfus ve hane olarak Türkiye’nin en büyük köyü; 1.950 hane, 3.000 nüfus, büyük kilise, çok sayıda manastır, iki sinema, kuyumcu, zeytinyağı fabrikaları ve tavernası ile,

Bugün sadece 25 Rum aile ve çok sayıda Güneydoğulu aile virane evleri ile harabe köyde yaşıyor. Hüznün adası adı en çok bu köyde belli ediyor kendini. Tüm Rum köylerinde karşılaştığımız çamaşırhanelerin en büyüğü burada, kilisesi de diğer binalara göre daha iyi durumda görünüyor.

Koylar, Plajlar

Gökçeada bir çok irili ufaklı koyu bünyesinde barındırmakta. Adadaki uçsuz bucaksız bakir plajlar, sahil ve deniz temizliği açısından Türkiye’nin en iyileri arasında ve hepsi de mavi bayraklı. Sürekli rüzgar esen adada, rüzgarın ters istikametinde denize girilecek bir sahil mutlaka vardır. Ada rüzgarı sörf tutkunlarının da ilgisini çekiyor adaya.

Denize girmek isteyenlerin en fazla ilgi gösterdiği yerler; Aydıncık Plajı, Laz Koyu, Gizli Liman, Kuzu Limanı ve Yıldızkoy’dur.

Biz üç günlük ada gezimizin bir gününü denize ayırdık. Plaj tercihimizi de en popüler olan Aydıncık Plajı’ndan yana kullandık. Altın renkli kumlu, 1200 metre uzunluktaki sahilde beklentimizin üzerinde sıcaklıkta bir deniz ile karşılaştık. Plajda şemsiye ve şezlong  kiralanabiliyor ve plajdaki restoranda da yeme içme için zengin alternatifler bulunuyor. Aydıncık plajı özellikle sörf tutkunlarının da tercih ettiği plaj.

Diğer plajları ise tüm ada turu yaparken tek tek dolaşsak da deniz suyu ve plaj testi yapmadık. Laz Koyu da oldukça popüler plajlar arasında. Gizli Liman ise çok geniş bir sahil ancak tesis bulunmamakta. Kuzu Limanı Feribot İskelesi’nin yanında adanın kuzey doğusunda yer almaktadır.

Gökçeada Türkiye’nin ilk ve tek sualtı parkına (Yelkenkaya-Yıldızkoy arası) ev sahipliği yapıyor. Dalış meraklıları için de uygun bir mekan ada. Ada çevresinde pek çok batık bulunuyor.

Tuz Gölü

Aydıncık sahilinde plaja 1-2 km uzaklıkta Tuz Gölü’nü ziyaret etmeden geçmeyelim. Araba ile kıyısına yaklaştığımız ve bembeyaz renkte görmeyi düşündüğümüz Tuz Gölü’nden çıkıp, bize doğru gelenleri görünce şaşırmadık diyemeyeceğiz. Her mevsim bu renk olmuyormuş. Yaz aylarında sıcaklarla birlikte suyun kurumasıyla Tuz Gölü’nde siyah renkli çamur oluşuyor.

İçerdiği kimyasal bileşenleri romatizma, sedef ve kireçlenme gibi rahatsızlıklara iyi gelen şifalı sulara biz dalamadık, sabahtan önce bu sularla tedavi olup sonrası plaja gitmek daha iyi olabilirdi. Dönüş yolunda çamura bulanmayı göze alamadık doğal olarak.

İnsanların, kuş ve diğer hayvanların tuz ihtiyacını karşılayan göl, pek çok canlı türü için de beslenme alanı oluşturuyor. Göç eden pelikan, flamingo, yaban ördeği ve kazı gibi kuşlar da değişik dönemlerde bu gölde konaklamaktalar. Bizim bulunduğumuz dönemde çok sayıda flamingolar göl keyfi yapıyorlardı.

Kaşkaval Burnu (Peynir Kayalıkları)

Kuzulimanı’nın doğusunda, üst üste sıralanmış kaşar peynir kalıplarını andıran ilginç kaya oluşumlarıyla dikkat çekiyor.

Bu kayalıklar karadan görünmüyor, ancak tekne ile denizden görülebiliyor. Adanın görsel güzelliğe sahip doğal oluşumlarından biri. Kayalıkların efsanesini de paylaşalım; Sayısız keçi ve koyuna sahip olan zengin, inatçı, cimri ve yaşlı bir kadın, cennete gidebilmek amacıyla bir çok yuvarlak kalıp peynir yapmış ve bunları üst üste sıralamış. Ama kimseyle paylaşmamış. Tanrı ona kızmış ve cezalandırmış. Mart ayının birinde, yağmur, kar ve şiddetli rüzgarlar göndermiş yaşlı kadının üzerine. Kadın ve peynirler donmuşlar. Peynir kalıpları taşa dönüşmüş. Kayalara da peynir kayaları adı verilmiş.

Adada yeterince gezmeye zamanı olanlar için iki yerden  daha söz edebiliriz. Biz zaman bulamadık buralar için.

Karayolları Çeşmesi

Adanın gözde piknik alanlarından biri, ilçe merkezine 22 km. uzaklıkta. Yaz kış çeşmesinden akan su ve çınar ağaçları ve çevresindeki ormanlık alan ile güzel bir piknik alanı.

Kaya Mezarı

Kokina mevkiinde, ilçe merkezine uzaklığı 18 km olan kaya içerisine oyulmuş iki kişilik kaya mezarı da adaya özgü görülecekler arasında. Mezarın yaşı tam olarak bilinmemekte, Roma Dönemi’ne ait olduğunu tahmin edilmektedir. 

Gökçeada ilçe merkezi, ruhu hala yaşatılan Rum köylerinden sonra tam bir hayal kırıklığı idi bizim için, bu nedenle en son yazıyorum.

İlçe Merkezi (Gökçeada, Panayia)

İlçe merkezi tüm resmi daireler ve alışveriş mekanları bulunan ve beş mahalleden oluşan yerleşim yeri. Biz gezginler için adaya özgü değişik çekici gelen şeyler yazamayacağım merkez için. Klasik bir Anadolu kasabasından farklı bir doku ile karşılaşamadık. Rum köylerinin düzenli, bakımlı, temiz sokaklarından sonra sokak aralarının düzensizliği ve toplanmamış çöpleri ve inşaat artıkları gözümüze daha fazla battı diyebilirim. Sokaklarında kısa bir tur attıktan sonra lokantalarında oğlak tandır, gözleme, efi kurabiyesi yiyip, adaya özgü ürünlerin alışverişini yapabilirsiniz.  

Yeme-İçme

Sulak ada, verimli topraklar, zeytincilik, bağcılık, organik tarım, özgürce dolaşan, kekikle beslenen keçiler, koyunlar, adanın derin sularından çıkan 180 civarında deniz ürünleri çok çeşitli lezzetler sunuyor sofralarımıza. Zengin Rum mutfağının, Türk mutfağı ile harmanlanması ile ortaya çıkan tatları anlatamayacağım, mutlaka tatmak lazım diyebileceğim. 

Biz en ünlü restoranlarda adanın lezzetlerini tatmak istedik. Köyleri tanıtırken bahsettim ancak bu başlık altında özetlemek istersek; sabah kahvaltılarımızı Zeytinliköy Yeşil Ev Otel’de yaptık, dibek kahvemizi ve adanın meşhur oğlak tandırını Zeytinliköy’de tattık. Oğlak tandırını mutlaka denemelisiniz, merkezde oğlak tandırı yapan restoranlarda ya da köylerde yemeklerinizde de menüde varsa kaçırmayın.

Türkiye’nin en batısında akşam güneşini batırmak için ilk tercihimiz Poseidon Restoran oldu.  Ağırlıklı deniz ürünleri ve zeytinyağlı mezeler son derece lezzetli, servis çok kaliteli. Et yemekleri seçenekleri de bulunmakta Poseidon Restoran’da, bir iki gün önce rezervasyon yaptırmayı unutmamanızı hatırlatalım. Poseidon’da yer bulamazsanız Aşağı Kaleköy’de sahilde balık ve et restoranları, kafeler, barlarda güzel bir gece geçirebilirsiniz. Gün batımına karşı yemek yemekte ısrarlı iseniz Eski Bademli de Günbatımı Restoran’da hem Kaleköy hem güneş batımı manzarası yemeklerinizde eşlik edecektir size. Zeytinliköy’de Son Vapur Restoran da balık ürünleri için tavsiye edilen restoranlar arasında. Ege Denizi’nde adada bir Rum tavernasında yemek yemeden olmaz derseniz Tepeköy ilk adres. Barbo Yorgo’nun kendi adı ile ürettiği şarapları sunduğu taverna, köy meydanında  Angelikis’in Tavernası diğer bir seçenek. Angelikis’in Tavernası’nın yanındaki Meraklis köyün üçüncü tavernası. Seçim sizin artık.

Alışveriş

Gökçeada’da yemek içmek ile yetinmeyip, yanımızda da götürmek isteyeceğimiz doğal ürünler mutlaka olacaktır.  Zeytincilik ile ünlü adamızdan zeytin ve zeytinyağları, ev yapımı çok çeşitli reçeller, bal, zeytinyağlı sabun, özgür keçilerin sütlerinden keçi peyniri, yerel üretim şaraplar bunlar arasında.

Adada Bozcaada kadar markalaşmış şarap üreticisi olmasa da yine de adanın üzüm bağlarının şaraplarından alabilirsiniz. Tepeköy’de kendi markası ile şarap üreten Barba Yorgo Şarapları ve Nusret Bey Şarapları markalı alabileceğiniz şaraplar. Son yıllarda adada yerel şarap üretimi artmakta. Merkezde Meydani Pastanesi, Madam Eftelya’nın tarifi ile ürettiği Efi bademli kurabiyeleri de Gökçeada için markaya dönüştürmüş. 

Son Söz

Pandemi arasında üç gece kaldığımız Gökçeada hafızamda çok özel bir yere kaydoldu. Gerek adaları, gerekçe tarihi köyleri gezmeyi özellikle severim. Her köşesinde tarihten izler kazınmış, terk edilmek zorunda kalınmış evler, sokaklar daha bir hüzünlendiriyor insanı. Adalara ve köylere ilgime rağmen bunca yıldır Gökçeada hakkında ne coğrafi ne tarihi olarak  bilgi sahibi olmamam en çok beni şaşırttı. Arkadaşlarım sayesinde bir şekilde gezi programıma giren Gökçeada her anlamda hayran bıraktı kendine. 

Sulak, verimli topraklarında asırlık anıt çınar ağaçları serinliğini, gölgesini, yine asırlık zeytin ağaçları, üzüm bağları, derin sularında çok çeşitli deniz canlıları, özgür dolaşan keçileri ürünlerini sunuyor.

Bakir, doğal, tertemiz serin suları, rüzgar sörfüne elverişli koyları ile ister tarih kültür turu, ister deniz-plaj tatili, isterseniz yeme içme turu, ya da hepsi bir arada Gökçeada’da. Henüz bu özel adayı keşfetmeyen gezginler için halen bakir, halen uygun fiyatlı, halen karmaşadan, kalabalıktan uzak bu adayı programlarına almalarını önermekten başka söz söyleyemem.

Adaya veda ederken; İlkbahar, sonbahar, yaz, yine, yeniden geleceğim Gökçeada. 

Visits: 15

Gazipaşa Korubaşı Kültür Evi’nde Zamanda Yolculuk

Gazipasa

Müzeleri, zaman ile mekanı birleştiren, tarihsel ve kültürel belleği gözümüzün önünde sergileyen birer zaman makinaları gibi düşünmüşümdür. Bu tür ortamlarda beyninizin boyut değiştirdiğini, algılarınızın zaman içerisinde gidip geldiğini hissedersiniz. Yeter ki kendinizi zamanın rüzgarına özgürce bırakın.

Bazen basit bir giysi, bir takı, küçücük bir kap, bir el aleti ya da zamanın zevklerini yansıtan renkler alır götürür sizi. Kendinizi iyi kaptırmışsanız bir süre dolaşırsınız o zaman diliminde. Çoğu kez gezdiğim bir müzenin dinlenmek için ayrılmış mekanına kendimi attığım olur. Bu tarihsel yolculuğun tadını biraz da oturarak çıkarmalıyım. Biraz içe dönmeli o anların hemen bitmemesini, yaşadığım anla bağlayarak etkisinin bir süre daha devam etmesini sağlamalıyım diye düşündüğüm olur.

Küçüklü büyüklü, bazen de görkemli ve ünlü müzeler de gezmişliğiniz vardır. Paris’e gidenler Louvre; Londra’ya gidenler British; ya da Newyork’a gidenler Metropolitan’ı gezmeden dönmezler. Tam anlamıyla gezebilmek için bu müzelerin bazılarına bir günün yetmediğini biliriz.

Son yıllarda Türkiye’de özel müzeciliğin bir yandan güzel örneklerle gelişmekte olması mutluluk verici. Büyük kentlerimiz dışında küçük kent ve kasabalarımızda da gezmeyi ve destek olmayı hakkeden çok başarılı müze örnekleri var.

Bir müzeyi ya da bir kültür evini ya da bu tür mekanları asıl anlamlı ve eşsiz kılan; büyüklüğü, sergilediği eşya sayısı, bütçesi ya da ne tür gelişmiş yöntemlerle korunduğu değildir. Her şeyden önce bir toprağın tarihinin, kültürünün ve sosyal yapısının değerlerini, eserlerini ya da özgün varlıklarını yine aynı toprak üzerinde sergileyebiliyor mu; sizi doğru ve anlamlı bir şekilde bilgilendirebiliyor mu; sizi zamanda gezdirebiliyor mu; bir tek objenin önünde bir süre de olsa durup düşünmenizi ve düşünürken de bazen duygulanmanızı sağlayabiliyor mu; işte bunun çok önemi var. Aynı toprağın üzerinde tarihte yolculuk yapmak, tıpkı o toprağın endemik bir kır çiçeğini koklama hissi veriyor.

Bir süre önce Antalya’nın Gazipaşa İlçesi’nde Korubaşı Mahallesi Özel Kültür Evi’ni ziyaret ettik. Ziyaretimiz öncesinde Kültür Evi’nin kurucusu Hikmet Özkaynak öğretmenimiz ile de tanışabilsek ne güzel olur düşüncesi ile önceden aradık. Büyük zarafet ve özenle örnek bir Cumhuriyet Kadını tavrı ile bizleri karşılayan Hikmet Hanım aynı zamanda Cumhuriyet Kadınları Derneği Antalya Konyaaltı Şubesi Başkanlığı görevini de yürütmekte imiş.

Kültür Evi, beş dakikada gezip çıkılacakmış gibi görünen o mütevazı ortam; üzerindeki yaşam kokusu; insan eli değmişliği; yörenin bir dönemki yaşamının nasıl da zorlu koşullar içerdiğinin ve kendine has kültürünün izleri ile bizleri aldı götürdü.

Sergilenen eşyaların nasıl toparlandığının öyküsünü anlatıyor Hikmet Öğretmenimiz. Kendi ailesine ait eşyalara bölge halkından toparladığı eşyalar eklenmiş; sonra sergilenmesi için bağışlanan birçok eşya, araç ve gereçler de eklenince ortaya işte böyle bir kültür evi çıkmış. Aileye ait küçük bahçe evi şimdi kültür evi olmuş. Gönlün sığdığı yere gövde de sığarmış ya; Hikmet Öğretmen, o Cumhuriyet Kadını o mütevazı mekana ne çok gönül zenginliği sığdırmış. Algıda seçicilik mi dersiniz bilmem ama beni ilk etkileyen şey renkler oldu. O eski dokumalardaki ya da gelin kıyafeti olmuş o eski kumaşın desenlerindeki renkler sanki dün dokunmuş gibi gözlerinize bir ziyafet sunuyor.

Antalya’nın bu bölgesinde, yaylalarında, kimi zaman yerleşik ve kimi zaman da göçer yaşamında insanımızın nasıl giyindiğini, giydiği elbisenin kumaşını nasıl ürettiğini, evinde ya da işliğinde hangi alet-edevatları kullandığını, nasıl beslendiğini, yeni doğan bebeğine nasıl baktığını, yiyeceği ürünleri nasıl ürettiğini, burada sergilenen eşyalardan bir bir çözmeye çalışıyoruz.

Bölgenin, Bahşiş Yörükleri, Karakoyun Aşireti, Sarıkeçililer gibi Oğuzların yaklaşık 24 koluna ev sahipliği yaptığı; dönemin renkli sosyal dokusu ile yöre insanının yaşamından küçük küçük örnekler görüyoruz.

Kumaş dokumak için geliştirilmiş bir el tezgâhı çok ilgimizi çekiyor. Basit gibi görünen bu el tezgâhı, içinde yaşadığımız sanayi 4.0 ya da her şeyin dijital çalıştığı günümüzdeki, modern tekstil makinalarının ataları olarak da görülebilir. Şaşırtıcı olan ise o günlerin zorlu yaşam koşullarında bu tür tezgahların geliştirilebilmesi. Doğal boyalı iplerle, tam bir el emeği göz nuru verilip dokunan kumaşlara karşı, zaman bile insaflı davranıp o güzelim renkleri soldurmamış. Özellikle küçücük cüssesi ile bu el tezgahını görmeyi sakın ihmal etmeyin.

Kültürevinin mütevazı parçalarını incelerken belki de siz çok daha başka eşyalara dikkat kesilebilirsiniz. Örneğin, ata binmeye hazır gelinin giydiği kıyafetteki ince detaylar; ya da beşikteki bebeğin altının temizlenmesi için kız bebek için ayrı erkek bebek için ayrı geliştirilen, “sibek” gibi isimler verilen araçlar.

Gezerken başka bir detay ilgimizi çekiyor: Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e zaman zaman din kisvesi altında dil uzatan, kerameti kendinden menkul kişilere tanık olmuşluğumuz vardır. Gazipaşa’daki Atatürk büstünün açılışında Yeni Cami imamının konuşma metninin önünde ibret ve saygı ile duruyoruz. Salt bu metnin tamamını okumak için bile bu Kültürevini ziyaret etmeye değer: özet olarak 29 Nisan 1964 günkü konuşmasında şöyle diyor o güzel yürekli imam Süleyman Kocaballı: “…Muhterem zevat değerli dinleyicilerim, İmam Süleyman Kocaballı, meslekizaviyesinden konuşmak üzere huzurunuzdadır. Bu Atatürk büstünü niçin diktik? Hastalıklardan kurtulmak inancıyla bez bağlamak için mi yoksa temireğe gibi cild hastalıklarında toprağından sürünmek yahud çocuk getirmek veya yaşatmak kuruntusula etrafına mum yakmak ve adak kurbanı kesmek için mi diktik? ….Biz bunu ancak miras bıraktığı vatanın ve modern idarenin şükran borcunu ödemek çabasıla diktik, ödeyebilmiş isek ne mutlu bize…” Konuşma uzun ve oldukça anlamlı cümlelerle devam ediyor. Atatürk’ün Birinci Cihan Harbindeki bu ülke için yaptığı kahramanlıkları ve devamındaki kurtuluş mücadelesini anlatarak şöyle devam ediyor: “…Kurduğu rejime, bu toptan bağlılık sembolünün, memleketimize verdiği ihtişamla düşmanlarımızı düşündürmek dostlarımızı öğündürmek için diktik, çünki her iki taraf maneviyatına gerektiği tesiri yapan her türlü gösteriş, dinimize göre sadece mübah değil elzemdir. Zira bu, başarının ilk şartı değil anahtarıdır….”

Salt gördüklerinizle yetinmeyin, mümkünse konuşturun Hikmet Öğretmeni. Dışarıdaki bir değirmen taşı bizlere başka bir sohbetin kapısını aralıyor. Hikmet Öğretmenin eşi Nuri Öğretmeni de konuşturmasak nereden öğrenecektik akrabası Lüle Emmi’yi. Lüle Emmi kim mi? Zamanında adı Taşkesiği olan, bugün ise doğal havuzlar diye bilinen ve buradan alınan taşların yerinde oluşmuş havuzları bu bölgede bilmeyen yoktur. Deniz ne kadar dalgalı olursa olsun kayaların gördüğü dalga kıran görevi burayı nefis bir havuz yapmış. Taşkesiği’nin adı da bu zamanda böyle yayılmış. Keyifli ve pırıl pırıl bir akvaryumda adını bile bilmediğiniz rengarenk balıklarla yüzmek istiyorsanız; balıkçıların şnorkel; ya da köylü bir teyzenin “solukluk” dediği borulu maskeyi geçiriverin kafanıza, derin olmayan bir akvaryumda yüzme zevkini yaşayın.

Taşkesiğini ve Lüle Emmi’yi anlatacaktık öyle değil mi? O yıllar, bölgede buğdayın, Toroslar’dan gürül gürül akan suların çalıştırdığı su değirmenlerinde öğütüldüğü yıllar. Değirmenlere de değirmentaşı gerekir öyle değil mi? İşte o dev değirmen taşları bu bölgeye hatta çevre il ve ilçelere kadar buradaki taşlardan kesilirmiş. Gazipaşa’nın bu bölümünde deniz kumunun sanki çimento ile karılarak dökülmüş gibi taşlaşmış formunu görürsünüz. Bu özel ve doğal oluşumun yaklaşık beş bin yılda tamamlandığı biliniyor. İşte Lüle Emmi, bugünkü doğal havuzlar denilen yerde, deniz kenarlarında yetişen uzun bir kargıyı (kamışı) bir hortumla takıyor ağzına ve başlıyor su altında keski ve çekiç ile taş kesmeye. Öyle peynir kesmeye benzemez elbette, taşı kesiyor Lüle Emmi. O tonlarca ağırlıktaki taşları civardaki değirmenlere taşımak da arabacı Efe Hakkı tarafından yapılırmış. Çapı yaklaşık bir metrelik bir taşın önce ağırlığını sonra da nasıl kesildiğini ve taşındığını hayal edebilir misiniz. Nuri Öğretmene soruyorum: Siz Lüle Emmiyi taş keserken gördünüz mü hiç. Tabi canım biz oralarda oynamaya yüzmeye girerken Lüle Emmi de ağzına kargıyı takar suya dalar suyun altında uzun zaman çalışırdı diyor. Doğrusu bu işin insan gücü ile nasıl yapılabildiğine aklım ermese de bugün doğal havuzlarda yüzerken Lüle Emminin keski ile işaretlediği taşları; hatta kesilmeye başlanıp o halde kalmış birkaç değirmen taşını gözlerinizle görebilirsiniz.

Kültür Evi’nin önünde bir başka sürpriz bizi bekliyor. 25 adet zeytin ağacının her birine bir Şairimizin adı verilmiş. Nazım Hikmet, Cemal Süreya, Özdemir Asaf, Ahmet Arif gibi şiirimizin çınarları şimdi birer zeytin ağacına isim olmuşlar. Bir zeytin ağacının payına iki güzel isim düşmüş: Karacoğlan ve Cahit Külebi. Bu iki ismi gördüğümüzde, neden bu ağaçta iki isim var dememize fırsat kalmadan Kültürevinin bir ziyaretçisinin doğaçlama dörtlüğü ile cevabını veriyor Hikmet Öğretmen: Bir dalda iki ozan / Ne güzel yazmış yazan / Biri çağdaş Külebi / Diğeri Karacaoğlan.

Hikmet Öğretmenimizin sürprizleri bunlarla sınırlı değildi elbette. Gazipaşa’nın güzel suyu ile demlenmiş nefis çaylarımız eşliğinde kendi şiirlerinden oluşan “Bir Hazan Vakti Şiirsemeler” adlı şiir kitabını imzalıyor.

Hikmet Öğretmen, bu yöreden, Kültür Evi’ne bağışlanan her bir eşyanın kime ait, hangi yıllara ait, bağışlayan kim, yaklaşık bir maddi değeri var ise ne kadardır hepsini kayıt altına almakta. Daha sonra da bağışçının ya da kullanan aile büyüğünün adını bir panoda ölümsüzleştirmekte.

Hikmet Öğretmenimizin kişisel çabalarıyla başlatılan bu Kültür Evi’ nin, yöre insanının günlük yaşamını yansıtan, sergilemeye değer her türlü araç-gereç, giysi ve benzeri tüm eşyanın sağlayacağı katılımlarla büyüyeceği inancımızla yeniden görüşmek üzere ayrılıyoruz.

Visits: 0

Bozcaada Gezi Rehberi: Huzurun ve Doğallığın Adresi

Bozcaada

Bozcaada, Yunan mitolojisindeki adı ile Tenedos, Kuzey Ege’de Gökçeada’dan sonra ikinci büyük adamız. Sevimli, küçük, huzur dolu, bozulmamış bir ada. Sakinlik ve deniz tatili arayanlar için bir cennet. 

Bozcaada’ya yerleşim M.Ö 2000’lerde Akaların bir kolu Pelasglar ile başlamış. Adanın Çanakkale Boğazı’na yakın  stratejik konumu birçok hükümranlığın bu topraklara göz koymasına yol açmış. Fenikeliler, Atinalılar, Yunanlılar, Persler, Büyük İskender ve Roma topraklarına katmış bu küçük adayı. Roma İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı Roma olarak ikiye ayrılmasından sonra Bizans topraklarına dahil olan adada, Cenevizliler ve Venedikliler de hüküm sürmüş. 1455 yılında Osmanlı topraklarına katılan adada yıllarca Rum ve Türk nüfus birlikte yaşamış. 1831 yılında yapılan ilk nüfus sayımında adanın Rum nüfusu nerede ise Türk nüfusunun iki katı kadarmış. 1912 yılında Yunanistan tarafından işgal edilen ada  1923 yılında imzalanan Lozan Anlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti topraklarına katılmış.  Lozan Anlaşmasının 14. maddesindeki düzenleme; 

“İmroz ve Bozcaada özel özerk idare teşkilatı ile Türkiye hakimiyeti altında olacaktır. Bu idare yerli halk tarafından teşkilatlanıp yürütülecektir ve yerli Hristiyan halkına özerk idarenin devamı ve can ve mal emniyeti garanti altına alınacaktır.”

Lozan Anlaşması sonrası ülkenin birçok yerinde Rum nüfus mübadele ile bu topraklardan ayrılırken Bozcaada ve Gökçeada halkı adalarda yaşamaya devam etmişler.

1960 yılına kadar adada Rum nüfusu ağırlığını sürdürmüş, ancak günümüzde 2500 kişi civarındaki yerleşik ada nüfusunun sadece 25-30 kişisinin Rum olduğu belirtilmekte. Yaz dönemi turist çeken adanın nüfusu 10.000’lere ulaşmakta.

Biz Bozcaada gezimize İzmir’den kendi arabamız ile başladık, Kuzey Ege’de  iki özel yeri de Bozcaada programınıza aldık. Güneyden kuzeye sırası ile Assos, Bozcaada ve Gökçeada’ya bir hafta ayırdık. Gökçeada gezimizi de Gökçeada Gezi Rehberi linkten okuyabilirsiniz.

Ulaşım

Bozcaada’ya ulaşım Çanakkale Geyikli İskelesi’nden feribot (arabalı vapur) ile sağlanmakta. Yaz döneminde daha sık olan seferler, yoğunluğa bağlı olarak arttırılmaktadır. Geyikli-Bozcaada arası deniz yolculuğu 30 dakika sürmektedir. Bozcaada Feribot İskelesi de adanın kuzeydoğusunda yerleşim yeri olan merkezde.

Feribot biletleri Gentaş Sefer Tarifeleri  linkten online alınabilir veya 444 0 752 numaralı telefon ile rezervasyon yapılabilmektedir. Yüksek sezonlarda biletin önceden alınması gerekli görünüyor. Çok yoğun talep olduğundan uzun feribot kuyruğunda online biletliler öne geçmekte, aksi halde bir kaç sefer beklemek zorunda kalabilirsiniz. Biletler gidiş dönüş satılmakta, sadece Geyikli’den giderken bilet alınıyor.

Otobüs ile yolculuk yapacaklar için Çanakkale Otogarı’ndan ve Ezine Otogarı’ndan Geyikli’ye dolmuş seferleri bulunmaktadır. Çanakkale-Geyikli arası 1 saat, Ezine-Geyikli arası yarım saat sürmektedir.

Bozcaada ada içi ulaşım da kolay. Feribot İskelesi’nden yürüyerek merkezdeki birçok yere ulaşılabilmektedir. Yerleşim merkezinde her yer yürüme mesafesinde, popüler plajlar ve Polente Feneri için de merkezden minibüsler kalkmakta. Yine mesafeler uzak olmadığından taksi ile ulaşım mümkün. Ayrıca adada motosiklet, ATV ve bisiklet kiralama şansınız bulunmaktadır. Temmuz/2021 fiyatları ATV için 300 TL, motosiklet için 200 TL idi. Biz kendi arabamız ile gitmeyi tercih ettik adaya. 

Konaklama

Bozcaada’da ada evlerinin bazıları butik otellere dönüştürülmüş, bu durum adanın ruhuna çok uymuş. Beş yıldızlı yüksek katlı otellerle karşılaşmıyoruz. Rum mahallesinde de, Türk mahallesinde de çok sayıda ev otel veya pansiyon olarak düzenlenmiş. Oteller ada merkezinde, her yere yürüyerek ulaşmak mümkün. Biz Türk mahallesinde yer alan Bozcaada İlyada Otel‘de kaldık, küçük aile işletmesi otel son derece temiz olmasının yanı sıra, sabahları da çok zengin kahvaltı sunumu ile memnuniyetimizi çok arttırdı. 

Bozcaada ruhuna uygun üzüm bağlarının ortasında, zeytin ağaçlarının içinde uyanmak isterseniz merkez dışında bağ evi, çiftlik evi şeklinde düzenlenmiş oteller de sizleri bekliyor. Şüphesiz fiyatları merkeze göre biraz daha yüksek olmaktadır.

Bozcaada’da çadır veya bungalovlarda kamp yapma seçenekleri de bulunmaktadır. 

Gezelim Görelim

Bozcaada’ya feribot ağır ağır yaklaşırken kıyıda görünen renkli, sevimli, güzel evlerin kuzeydoğu ucunda haşmetli bir kale bizi selamlıyor. 

Bozcaada Kalesi

Adaya gelenleri ilk karşılayan kale sanki öncelikle ziyarete çağırdı bizi. Daha feribottan inmeden ilk hedef kale diye sessiz bir anlaşma yaptık arkadaşlarla aramızda. Feribottan 15.30’da iskelede indik, hemen otele eşyalarımızı bırakıp çıktık. Biraz sokak aralarında dolaşıp, kaleye yöneldik. Akşam üzeri olduğundan sıcaktan bunalmadan rahat rahat dolaştık. Kaleden Bozcaada ve liman manzarası da tam fotoğraflık idi. 

Kalenin ilk yapılış tarihi kesin olarak bilinmese de Venedik, Ceneviz ve Bizanslılar döneminden beri kullanılmaktaymış. Kale Venedikliler ve 1815 yılında 2. Mahmut zamanında onarılmış, giriş kapısının üzerine tamir kitabesi konmuş. Cumhuriyet döneminde en son 1996 yılında restore edilmiş, şu anda iyi korunmuş bir kale olarak ziyarete açık.

Yüksek kayalar üzerinde oturmuş ve şehirden bir hendek ile ayrılmış kaleye küçük bir köprü ile ana giriş kapısından giriliyor. Kale iç kale ve dış kale olarak iki bölümden oluşuyor. Dış kale bölümünde kalede görevli yöneticilerin aileleri yerleşmişler. Bu haneler dışında cephane, tabya, hamam, sarnıç ve kuyudan kalanlar bulunmakta. İç kalede ise kışla, revir, cami, zindan ve sekiz burç bulunmaktadır. Kale Fatih Sultan Mehmet tarafından ele geçirilince kale içine cami yapılmış, temelleri görünmektedir. Bazı  yapılar yıkılmış dahi olsa surlar iyi korunmuş, iki bölümü de keyifle gezebilirsiniz. Kale yaz döneminde saat 10.00-19.00 arası gezilebilmektedir.

Polente Feneri ve Rüzgar Gülleri

Bozcaada’nın en batı ucunda 1861 yılında yapılan Polente Feneri Bozcaada’nın simgelerinden biri. Bozcaada gezisinin olmazsa olmazı, Polente Feneri’nde güneşi batırmak. Aynı tepede 2000 yılında Rüzgar Enerji Santralı kurulmuş. Bu santral tüm adanın enerji ihtiyacını karşıladığı gibi, anakaraya da enerji aktarımı yapmaktadır. Her ne kadar güneş batımında Polente Feneri kadar romantik bir görüntü yaratmasa da, bu rüzgar gülleri de güneş batım manzaramızın akılda kalacak görüntüleri arasına kaydoluyor.

Biz adada ilk güneşimizi bu özel yerde batırmayı planladık. Güneş batım saatine doğru tepeye yoğun bir araç trafiği ile ulaştık.

Gelelim Polente Feneri’ne güneş batımı izleme ritüeli için özel hazırlıklara. Merkezde şarap satış yerlerinden birinden şarap, bardak, peynirler alınır. Şarap satış yerleri özel peynir çeşitleri, tabakları, kuruyemişleri hazırlamışlar bile. Şarabın yanında pizza yakışır diye düşünenler için pizzacılar da siparişleri almaya hazır bekliyorlar. Katlanır sandalyeler açılır, örtüler serilir, kadehlerimiz ellerimizde gökyüzünden yavaş yavaş alçalan kızıllığın denize düşen görüntüsü soluksuz izlenir. O kadar kalabalık bir ortam ancak inanılmaz bir sessizlik, şanslı iseniz yakınızda oturan gruplardan birinden yumuşak gitar melodileri duyabilirsiniz. Bizim için ayrı anlamı ise Türkiye’nin ilk kez bu kadar batısında güneşi batırmak idi. O kadar keyif aldık ki, ikinci akşam güneş batış saatine göre kıpırdanmaya başladık ve dayanamayıp o gece de Polente Feneri’nde güneşi batırma ritüelini bir kez daha gerçekleştirdik. 

Adada güneş batışı izlemek için ikinci önerilen yer Göztepe. Adanın 192 metre yüksekliği ile en yüksek noktası, tüm ada manzarasını da görebilecek bir yer. Biz Polente Feneri’ni çok sevdik iki gün de oraya gittik, tercih sizin.

Bozcaada Sokakları

Bozcaada değişik bir ada. İdari olarak Çanakkale’ye bağlı bir ilçe ve Türkiye’nin köyü olmayan tek ilçesi. Tüm yerleşim adanın kuzeydoğu ucunda. Yerleşim alanı da iki mahalleden oluşuyor; Türk mahallesi (Alaybey)  ve Rum mahallesi (Cumhuriyet). Denize paralel eskiden bir dere ile ayrılan iki mahallenin denize yakın olanı Türk mahallesi. Eski derenin yerine bugün Çınar Çarşı Caddesi iki mahalleyi ayırmaktadır. Türk mahallesinde sokaklar daha dar, Osmanlı’dan kalan camiler, bazı yapılar, adanın estetiğine uygun, oteller ve kafeler bulunmakta.

Rum mahallesi daha planlı, düzenli sokakların, daha renkli evlerin, restoranların ve butik otellerin daha çok olduğu bölge.  Adanın asıl güzelliği gerek Rum gerek Türk Mahallesinin koruma altında olması ve çirkin yapılaşmaya izin verilmemesi, böylece adanın dokusu bozulmamış.

Adaya her gelenin yaptığı gibi bizim programda da adım adım Rum mahallesi gezilecekti. Sevimli, parke taşlı sokaklar, rengarenk boyanmış, bakımlı, bol çiçekli evler arasında zaman geçirip, kahve, şarap, sıcak, soğuk bir şeyler içilecekti.

Rum mahallesinde sokak aralarında şık ve sevimli restoranlarda gündüz veya gece yemek yenecekti. Şarap markalarının tadım yerleri ve satış mağazaları da bu bölgede. Bu arada sokakları gezerken karşımıza çıkan şarap aksesuarları satış mağazası da ilgi çekici bir mağaza idi.

Meryem Ana Kilisesi

Ayrıca adanın Rum Ortodoks en büyük kilisesi Meryem Ana Kilisesi de Rum mahallesinde. Kilise ibadete açık ancak sadece pazar günleri ayin yapılmakta. Bize sadece fotoğrafını çekebilmek düştü. Kilisenin Venedik döneminden kaldığı da söylenmekte ancak kapısında 1869 yılında yapıldığı yazmaktadır. Dört katlı yüksek çan kulesi zaman içinde aşındığından metal kafes içine alınmıştır.

Bozcaada tarihini merak edenler için önerilen özgün bir müze Bozcaada Müzesi. Eski Bozcaada fotoğrafları, Osmanlı döneminden, adanın Çanakkale Savaşı sırasında işgalinden kalan malzemeler, halkın kullandıkları eşyalar, bağcılık, şarapçılık ile ilgili malzemeler, ada esnaflarının canlandırmaları bulunuyor. Ancak biz pandemi dönemi gittiğimizden olsa gerek müze kapalı idi.

Bozcaada Çınar Çarşı Caddesi’nde yer alan Çınaraltı kahvede damla sakızlı Türk kahvesi içmek de adanın klasiklerinden. 

Yine Çınarlı Çarşı Caddesi’ne feribot iskelesinden çıkarken solda görünen çınar ağaçlarının altındaki park geniş, ferah alanda çay, kahvenin yanı sıra değişik yemekler yiyebileceğiniz uygun fiyatlı yerler bulunmakta, Cumhuriyet Meydanı ve Çınar Çarşı Caddesi yol kenarında Bozcaada çiçekleri, otları, reçelleri satan yerel halkın stantlarına da göz atmayı unutmayalım.

Sahilde balık lokantalarının bulunduğu deniz kıyısında yürüyüş veya akşam yemeği tercih edebilirsiniz. 

Alaybey  Cami

Feribot İskelesi’ne yakın yine ana cadde üzerinde kırmızı kesme taştan yapılmış cami dikkatinizi çekecektir. Caminin yapım tarihi için kesin bir tarih verilemese de 1700’li yıllarda yapıldığı düşünülüyor. Bakımsız durumda olan Ali Ağa Camisi’nin yerine kale kumandanı Miralay Ahmet Ağa tarafından yaptırıldığından adını da oradan aldığı belirtiliyor. Caminin içi barok tarzı dal motiflerle süslenmiş.

Köprülü Mehmet Paşa Cami

Türk mahallesinde sokak arasında Köprülü Mehmet Paşa Cami, daha önce aynı yerde bulunan ve Venedikliler tarafından yıkılan Mıhcı Cami’nin yerine 1655 yılında Köprülü Mehmet Paşa tarafından yaptırılmıştır.

Bozcaada Plajları

Bozcaada çok sayıda koyları ve plajları ile tatilcilere tertemiz, turkuaz bir deniz sunmaktadır. Denizi Kuzey Ege’nin çoğunluğunda olduğu gibi çok sıcak değil. Özellikle Eylül ve Ekim aylarında deniz daha sıcak ve ada daha sakin olmakta.

Adanın batı yönü dışında üç yönde de koylar bulunmaktadır. Esen rüzgarın yönüne göre (lodos-güneyden esen), (poyraz-kuzeyden esen) koy tercihinde bulunabilirsiniz. Kısaca plajları tanımak istersek;

En popüler plajı Ayazma Plajı, geniş bir alanda incecik kumu, masmavi denizi ile tercih ediliyor. Plajda şemsiye ve sezlong kiralanıyor. Biz iki şezlong bir şemsiye için 70 TL ödedik. Ayrıca plajda su sporları için su kayağı, muz, jet ski kiralayabilirsiniz. Haziran sonu olmasına rağmen deniz suyu beklediğimizden sıcak idi. 

Ayazma Plajı’nda yer alan Vahit Restoran da zengin mutfağı, plaja hakim manzarası ile oturmadan geçilmeyecek yerler arasında. İster kahve, ister soğuk bira içmek için oturun sonunda dayanamayıp, Ege mezeleri ve diğer Bozcaada lezzetlerini tatmak isteyeceksiniz. fiyatları da merkezdeki diğer lokantalar ile aynı diyebiliriz.

Akvaryum Koyu

Akvaryum koyu güzel temiz, adına yaraşır şekilde dibi görünen denizi ile ilgi gören bir plaj. Kıyıda tesis olmadığı için hazırlıklı gitmek gerekiyor. Yaz döneminde bir tekne büfe bulunmakta denizde.

Habbele Plajı

Habbele plajı Ayazma’ya göre daha sakin, yine bilenler tarafından özellikle tercih edilen denizi kumlu güzel bir koy. İstenirse girişi ücretli bir tesisi kullanabilirsiniz.

Diğer plajlar arasında Sulubahçe Koyu, Tuzburnu Koyu Beylik Koyu, Tekirbahçe Koyu da deniz, güneş severleri bekliyor. Ayrıca merkezde  Bozcaada Yat Limanı ve kalenin arkasında Salhane bölgesi araçla uzaklaşmadan deniz keyfi yapmak isteyenler için cazip seçenekler arasında.

Ayazma Manastırı

Ayazma Plajı’na giderken yolun sağ tarafında kocaman çınar ağaçlarının bulunduğu Ayazma Plajı manzaralı alanda Ayazma Manastırı karşımıza çıkıyor. Ayazma Kafe-Restoran olarak alan düzenlenmiş, tesisin içinden geçiliyor tarihi manastıra.

Hristiyan azizelerinden Aya Paraskevi adına 1734 yılında buraya bir manastır yaptırılmış. Ayazma Manastırı olarak bilinen manastır alanında iki yapı, bir şapel, çift oluklu bir çeşme ve ayazma bulunuyor. Ayazma Yunanca ‘hagiasme’ kelimesinden türetilmiş kutsal su anlamına gelmektedir.  Ortodokslar bu kutsal suların şifalı olduklarına inanmaktalar. Bozcaada Ayazma Manastırı uzun yıllar bakımsız kalmış, 2020 yılında çevre düzenlemesi ve bakımı yapılmış. Manastır sadece Aya Paraskevi’nin ölüm günü olan 26 Temmuzda açılıyor ve anma gününde ayin düzenleniyor. Bu gün dünyanın değişik yerlerinden gelen Rumlar toplanıyor, ayin şenlik havasında geçiyor. Şaraplar içilip, danslar edilip, manastırın altındaki dilek mağarasında adaklar adanıyor. Biz bu mağaranın tam anlamını bilmeden mağaraya girdik ancak üst üste konmuş taşların dilek tutmak amacıyla yerleştirildiğini düşünerek dileklerimizi diledik. 

Manastırın bahçesindeki geniş restoran kafe, çınarların altında manzaraya karşı oturmak isteyenlere hizmet sunuyor.

Bozcaada Bağları ve Şarapları

Bozcaada bağları, üzümleri ve şarapları da gezginlerin ilgi alanında. Tarihi boyunca bağları ve şarapçılığı ile ünlü adada, özel üzüm çeşitleri ve şarapları tatmadan dönülmez bu adadan. Adada altı adet şarap üretici bulunmakta. Üreticilerin bağlarında şarap tadımı yapabilirsiniz. Rum mahallesinde Corvus, Talay ve Çamlıbağ’ın wine barları bulunmakta. Amadeus, Ataol ve Gülerada diğer şarap üreticilerinin şaraplarını da üretim yerlerinde tadabilirsiniz.  Ayrıca konaklamak için veya günübirlik de  bağ otellerinde zaman geçirebilirsiniz. Biz bir akşam üzeri Ataol Tatil Çiftliği’nde bir şeyler içtik. Havuzlu, çiftlikte yeşillikler içerisinde konaklayabilirsiniz. Merkeze sadece 7 km uzaklıkta.  Şarap atölyelerinde önceki yıllarda ücretsiz tadım yapılıp şarap seçilebiliyormuş. Son yıllarda şarap tadımları ücretli olmuş. Bölgenin karalahna ve çavuş üzümü özel. Her markanın bu cins üzümden şarapları olduğu gibi diğer üzüm çeşitlerinden de şarapları tadılabilir. Bozcaada’ya talebin en yoğun olduğu zaman da bağbozumu zamanı olduğunu vurgulamalıyım. 14 Ağustos – 8 Eylül tarihleri arasında bağbozumu şenlikleri bağlara turlara katılıp kendi üzümünüzü toplayabilirsiniz.

Yeme-İçme

Bozcaada Rum ve Ege mutfağının zenginliğini sunuyor ziyaretçilerine. Ege otları ve çok çeşitli zeytinyağlıların yanı sıra deniz ürünleri de isteklerinizi karşılayacaktır. Restoranların çoğunluğu Rum mahallesinde sokak boyunca sıralanmış. Özellikle akşamları sokak boyunca sıralanmış tahta sandalyeli sevimli içkili lokantalar yaz akşamında ada keyfi yaşatıyor. Ayrıca madem adadayız deniz manzarası istiyoruz derseniz sahilde çok sayıda balık restorandan kaliteli hizmet alabilirsiniz.

Bozcaada otellerin çoğu  zengin sabah kahvaltısı sunuyor. Özellikle birçok yerde adanın zengin reçel çeşitleri sunuluyor. Otelinizde kahvaltı yoksa dışarıda kahvaltı sunan yerler bulmak kolay.

Ada da özel bir restorandan söz etmeden geçemeyeceğim. Maya Restoran, merkez dışında bir bağ evinde et ağırlıklı, sınırsız şaraplı set menü sunan bir restoran. Mutlaka çok önceden rezervasyon yapılması gerekiyor.  2021 Temmuz set menü fiyatı 380 TL idi. Biz  pandemi dönemi saat 22 sınırı nedeni ile Maya Restoranı deneyemedik.

Alışveriş

Bozcaada’dan ne alınır? Ada üzüm ve şarap cenneti. Çavuş üzümü ve karalahna üzümü adaya özgü. Bozcaada’ya özel şarap almak ilk seçenekler arasında görünüyor.  Fiyatlar 55 TL den başlıyor. Biz birkaç markayı tattık, tabii ki dönerken yanımıza da aldık bu özel şaraplardan.  Yukarıda söz ettiğim şarap aksesuarları mağazasında da orijinal ürünler seçilebilir. Tabii kurutulmuş üzüm, pekmez, üzüm suyu gibi üzümden üretilmiş ürünler.  Adaya özgü domates reçelinin yanı sıra adını hiç duymadığınız reçel çeşitleri ile karşılaşabilirsiniz. Yerel kadınların stantlarında çeşitleri görebilirsiniz. Adanın Rum kültüründen kalan Efi badem kurabiyelerini tatmanız önerilir.

Son Söz

Bozcaada küçük bir ada ancak yıllarca Rum ve Türk nüfus birlikte yaşamış, tarihi evler korunmuş, bozulmamış, sakin, huzurlu bir ada. Yerleşim yeri sadece bir bölgede toplanmış. Deniz ve plajlar için yerleşim yeri dışındaki koylara gidilebiliyor. Koylar birbirinden çok uzak değil, yarım gün içinde tüm plajları dolaşıp hepsinde denize bile girilebilir. Merkez de yarım gün içinde gezilebiliyor. Bu durumda Bozcaada’da kaç gün kalmalı sorusu akla gelebilir. Biz iki gece kaldık. Daha önce de gördüğüm bir ada olduğu için gezilecek yerleri görmek açısından yetmiş gibi görünüyor. Ancak Bozcaada’nın şirinliği, düzeni, halkının güleryüzlü, sıcak yaklaşımı adaya tekrar tekrar gelmek ve daha uzun kalma arzusu doğuruyor. Akşam yemekleri için Rum mahallesindeki restoranlar ve kıyıdaki balık restoranlar önerilir. Ancak çok hareketli gece hayatı arayanların rotalarını başka yerlere çevirmelerini, Bozcaada’yı daha sakin, huzurlu ve bozulmamış bir yer arayanlara önerebiliriz.

Bozcaada’nın nüfusu çok değil ancak özellikle İstanbullular için bir çekim merkezi. Temmuz ve ağustos ayları özellikle hafta sonları oldukça kalabalık oluyor. Adanın ruhunu sakinliğini daha rahat yaşamak için hafta içi ve sezon dışında adada zaman geçirmek keyifli olabilir. En az 2-3 gecelik Bozcaada gezisi herkese iyi gelecektir. Aslında  önerim bizim rotamızı izlemeniz. İlk 2 gün Assos, 2 gün Bozcaada ve son durak 3 günlük Gökçeada. Tabii ki Kuzey Ege’de gezecek çok yer var ancak bu üç özel yer ile Kuzey Ege’nin tarihine, doğal plajlarına, tertemiz denizine, çok renkli halkı ve kültürüne dokunacaksınız ve ruhunuza iyi gelecek.

Visits: 2

Kolombiya Gezi Rehberi: Büyüleyici Ülke

Kolombiya

Kolombiya, kahvenin, yeşilin her tonunun, zümrüdün, Marquez, Botero ve Escobar’ın ülkesi. “Büyülü Gerçeklik” akımının toprakları. Doğası ile sıra dışı bir ülke, hayran kalınacak bir coğrafya.

Kolombiya’nın 1.141.000 kilometre karelik topraklarının % 30’unda yerleşim var. Elli milyonluk  nüfusun % 85 mestizo (melez) beyazlardan oluşuyor. Resmi dil İspanyolca, para birimi peso. Halkın %92’si Hristiyan. 32 bölgeye ayrılmış bir cumhuriyet. Başşehri Bogota.

Kolombiya’nın kuzeyinde Karayip Denizi, doğusunda Venezuela ve Brezilya, güneyinde Peru ve Ekvador, batısında Büyük Okyanus ve Panama ile çevrili. Denizden ABD, Panama, Costa Rica, Jamaika ile komşuluğu var. Topraklarının yarıya yakını sık ormanlarla kaplı. Güney Amerika’da 5,5 milyon kilometre kareyi ve dokuz ülkeyi kaplayan amazon ormanları burada da önemli bir alanı kaplıyor. Vadilerde tropikal, yükseklerde ılıman bir iklim var.

Latin Amerika’nın dördüncü büyük ekonomisi… Ekonomi kahve, çiçek, zümrüt ve madenciliğe dayanıyor. Dünya kahve ihracatında 3. sırada. Karanfil ihracatında ise birinci sırada. (Çiçek ihracatında dünya ikincisi) Burası bir çiçek ve tropikal meyve cenneti. Dünyanın en değerli zümrütleri burada; zümrüt ihracatında dünya birincisi, İngiltere kraliyet ailesi zümrütleri de Kolombiya’dan. Altın, gümüş, kömür, petrol de önemli doğal kaynakları arasında.

Kolombiya’da ilk insan yaşamı M.Ö 12.000’lere tarihlenmekte. Kızılderililerin bölgeye gelişi M.Ö. 100’lerde. Kristof Kolomb Kolombiya’ya hiç ayak basmamış. İspanyol donanması 1525’de Kolombiya’yı fetheder ve 1535 de ilk İspanyol şehri Santa Marta kurulur. İspanyollar daha sonra Bogota’yı kurarlar ve Afrika’dan kahve ve şekerkamışı tarlalarında çalışmak üzere köle getirirler. 1700’lü yıllarda Kolombiya Genel Valiliği; Panama, Venezuela, Yeni Granada, Ekvador’u kapsamaktadır. 1819 da Simon Bolivar İspanyolları yenerek Büyük Kolombiya Cumhuriyeti’ni kurar. 1900’lü yıllarda Federasyon dağılır, 1903 de Panama ayrılır. 1922 de A.B.D Kolombiya’ya, Panama için 25 milyon dolar öder.

Kolombiya 20.yüzyılın ortalarından beri gerilla hareketleri ile politik gerilim ve çatışma içinde. Gerilla hareketleri dört grupta yer alıyor. 1. Dünya sol gerilla hareketleri (uyuşturucu kartelleri, bazı siyasiler ile bağlantılı); 2. Paramiliter güçler (sağcılar, uyuşturucu kartelleri, bazı Kolombiya devlet kuruluşları ve siyasiler ile bağlantılı); 3. Devletin resmi polis ve asker güçleri; 4. Uyuşturucu kartelleri… Hepsinin yarım yüzyılı aşkın birbirleri ile karmaşık ilişkileri var. Gerilla gruplarının en ünlüleri FARC  ve ELN. Kolombiya Devrimci Silahlı Güçler Halk Ordusu (FARC) 1964 yılında kurulmuş. FARC devlete, sağ eğilimli paramiliter gruplara, uyuşturucu kartellerine karşı yasa dışı silahlı mücadele veren bir örgüt. Haziran 2016 yılında devlet ile resmi bir ateşkes anlaşması imzalayan ve yasal olarak politikaya atılan örgüt, 2019’dan beri hükümetin alınan kararlara uymaması nedeniyle tekrar silahlı günlerine dönmek istiyor. Yani FARC huzursuz. Adam kaçırma olaylarının çok fazla olduğu bu ülkenin her bölgesinde gezmek biraz cesaret istiyor.

Dünya uyuşturucu trafiğinin bir zamanlar bir numaralı ismi olan Escobar’ın adına diziler/filmler yapıldı. 1993 de ortadan kaldırılan Escobar’ın yönettiği Medellin kartelinin yerini bugün başka karteller almış durumda.

Seyahatimiz 28 Şubat 2020’de saat 02.35 THY İstanbul Bogota uçuşu ile başladı. 11.048 km’yi 13 saat 45 dakikada uçtuk. Saat sabah 11.15 de Bogota’dayız. Bogota Havaalanı’ndan Avianca Hava Yolları ile Medellin’e uçuyoruz. Bogota-Medellin arası 266 km, uçakla 25 dakika.

Medellin Havaalanı’ndan hemen Guatape’ye gidiyoruz. Burası tarım bölgesi, etraf yemyeşil. Fasulye, kabak, domates, mısır tarlaları arasında ilerlerken bir mola veriyoruz ve çok güzel bir tat ile tanışıyorum. Pan de Queso, peynirli bir atıştırmalık.

Yıllar önce hidroelektrik santrali yapımı nedeniyle sular altında kalan El Penol kasabasının eski yerindeyiz. 1979 da hidroelektrik santrali projesi kasabanın 300 yıllık geçmişini yok ederken tüm ülkede tepki uyandırmış. Buraya eski El Penol’ün bir replikasını yapmışlar. Tekne gezisi yapıyoruz ve kıyıdan hala bombalanmış halde muhafaza edilen, Escobar’ın yüzlerce evinden birini görüyoruz.

El Penol’de 220 metre yüksekliğinde granit bir kaya, 675 basamak tırmanarak en tepeye ulaşıyorsunuz. En tepede hediyelik eşya satan yerler, kafeteryalar var. Tabii tepede manzara çok güzel. Guatepe hidroelektrik barajının dibinde muhteşem kayanın tepesine dek tırmanıyorum. 

El Penol tırmanışı sonrası Guatape’deyiz. Guatape 6.500 nüfuslu bir And kasabası. Medellin’e 80 kilometre. Evler ve işyerleri rengarenk parlak boyalarla boyanmış. Her bina bir sanat eseri. Bu binaların alt kısmı “zokalo” denilen frizlerle (kabartmalı düz şerit) kaplı. Ayçiçeği, koyun popüler frizler. Bazı frizlerde bir öykü anlatılıyor. Dünyanın belki de en fotojenik kasabasındayız. Eğimli ve renkli sokaklarında akşama dek geziyoruz.

Akşam Antioquia bölgesinin başkenti Medellin’deyiz. Medellin And Dağları’nın merkezindeki Aburra Vadisi’nde, şehri ikiye bölen Medellin Irmağı kıyısında. Denizden 1538 metre yükseklikte. Ülkenin ikinci büyük kenti. Nüfus 2,5-3 milyon dolayında. 

Ebedi baharın şehri (hava sıcaklığı yıl ortalaması 22 derece, tropikal yayla iklimi), Botero’nun yurdu, Kolombiya’nın en güzel kahve plantasyonlarının olduğu yer, bir zamanlar dünyanın en tehlikeli şehri diye anılan, Pablo Escobar’ın vatanı. Medellin görülmeden Kolombiya görülmüş sayılmaz.

Sabah Park Inflexion‘a gidiyoruz. Kolombiya’ya gitmeden Narcos dizisini seyretmenizi öneririm. Dizinin kahramanı Pablo Escobar 25 yıl (1967-1993) dünyanın en büyük uyuşturucu kartelini yönetmiş, dünyanın en zengin insanları arasına girmiş. 1993 yılında 44 yaşında Medellin’de öldürülüyor. Park Inflexion’un olduğu yerde Escobar’ın 1986-1988 yıllarında kaldığı Monaco Apartmanı bulunuyormuş. Bu apartmana rakipleri patlayıcılarla saldırmış. Medellin’e gelenler Escobar’ın yaşadığı yerleri merak ediyormuş. Ancak Medellin yönetimi şehirlerinin böyle bir isimle anılmasından, Escobar turu yapmak isteyenlerden rahatsız. Monaco Apartmanı’nı yıkıp, 46.612 narko-terör kurbanını unutmamak, toplum hafızasını canlı tutmak için bir park yapıyorlar. Parkta kurbanlarının adlarının yazılı olduğu bir bir granit duvar dikkat çekiyor. 20 Aralık 2019 açılan parkta halk çiçekler, mumlar ile kayıplarını anıyorlar.

Bir sonraki durağımız Candaleria Kilisesi. Neoklasik tarzda kolonyal bir yapı, Kolombiya’nın en eski kilisesi. 1998 yılından beri de Kolombiya’da ulusal anıt olarak kabul ediliyor. Etrafı seyyar satıcılardan oluşan kalabalıkla çevrili.

Berrio Parkı’nın doğusunda bulunan kiliseden metroya doğru ilerliyoruz. Medellinliler 1995 yılında açılan 25,8 km’lik uzunluğundaki metro ile gurur duyuyorlar. Kolombiya’nın başka şehirlerinde metro yok. Tepelerde yerleşim yerleri yoğun olan engebeli şehirde toplu taşımacılık için metro sistemi ile entegre 3 adet metro cable denilen telesiyej sistemi yapılmış. Metro Park Berrio Metro İstasyonu girişine, daha önce burada bulunan ve metro inşaatı nedeniyle taşınan banka duvarını süsleyen Pedro Nel Gomez’in mural (duvar resimleri) yerleştirilmiş.

Buraya birkaç dakikalık yürüyüş mesafesinde 1925 yılında yapımına başlanıp, 1937 de tamamlanan Gotik tarzı bir yapı Rafael Uribe Kültür Merkezi bulunuyor. Bu bina Ulusal Anıt Yapı olarak kabul ediliyor.

Rafael Uribe Kültür Merkezi, Botero Park, Antioquia Müzesi birbirleriyle komşu. 7000 metrekarelik Botero Parkta, Botero’nun hediye ettiği 23 heykel sergileniyor.

Botero 1932 Kolombiya doğumlu, ekspresyonist bir ressam, 21.yüzyılın en ilginç ve dikkat çekici sanatçılarından. Tarzı şişman figürler. Mottosu “Şişman güzeldir, sempatiktir”. “İnsanlar çizimlerimi gördükleri zaman bana ait olduğunu hemen fark edecekler çünkü ben onlara inançtan kaynaklanan bir kişilik veriyorum” der. Hacimleri abartarak kullanan sanatçı, uzun yıllar yurt dışında yaşamasına karşın kendini Latin Amerika ruhlu ve ülkesi ile bütünleşmiş bir kişi olarak tanımlar.

Pedro Nel Gomez (1899-1984) Kolombiya’nın en ünlü mural sanatçılarından. Pedro Nel Gomez ve Botero’nun eserlerinin olduğu Antioquia Müzesi’ni geziyoruz.

Müze sonrası San Javier Metrocable İstasyonu’na geliyoruz. Burada ki 13. komünü (Medellin’deki 16 bölgeden biri) tepeden seyretmek için metrocable deneyimi yaşıyoruz.

Daha sonra San Javier’deki 13. komüne arabayla giderek dolaşıyoruz. Şehrin batısında bir dağ yamacında, merkeze en uzak komün. Bir zamanlar çete şiddeti, uyuşturucu kartellerin hakimiyeti ile tanınan, polisin bile giremediği bir yer. Bazı yerlerinde toprak kaymasının olduğu harap bir banliyö son 5-6 yıldır sanatçıların yaşamayı tercih ettikleri, sokakları muhteşem grafitilerle dolu, kısmen güvenli bir şekilde gezilebilen turistik bir merkez olmuş.

Buralara kadar gelip bir şey yiyip içmeden, alışveriş etmeden olmaz. Sanatçılara da destek olmak lazım diye düşünerek, Narcos dizisinde Escobar rolündeki sanatçının baskısı olan bir T-shirt alıyorum. Ama tedbiri elden bırakmayarak bir şey yemiyorum. Komünün 135 bini aşan nüfusunun yarısından fazlası genç.

Komün 13 den ayrılarak bu bölge ile sosyo- kültürel ve ekonomik alakası almayan başka bir Kolombiya gerçeğine gidiyoruz. Konakladığımız otelimiz Diez’inde bulunduğu Pablado’ya…Lleras Park otelimize çok yakın. Oraya doğru yürüyoruz. Etrafın 13.Komün ile alakası yok. Her yer çok şık. Parkın içi de çok güzel lokanta ve kafelerle dolu.

Ertesi gün 40-50 kişilik bir uçakla Quindio Bölgesi’nin başkenti Armenia’ya uçuyoruz. Armenia ülkenin orta batısında, 550 bin dolayında nüfusu olan küçük bir bölge. Ülkenin en önemli üç şehri Bogota, Medellin ve Cali arasında kalmış bir üçgen. Quindio 520 kuş türü, 60 dolayında memeli türünün yaşam alanı. Endemik pek çok bitki tehlike altında. Bölge Kolombiya kahvesinin en önemli üretim merkezlerinden biri. Üçgen şeklindeki bölgeden “Zona Cafetera” “Triangula del Cafe” (Kahve Üçgeni) diye bahsediliyor. Havaalanından hemen bir kahve çiftliğine gidiyoruz. Kolombiya kahve üretiminde dünya üçüncüsü. Çiftlikte kahve ve meyveler hakkında bilgileniyor, tadım yapıyoruz. Carambolo, chantadura (peach, palm), coco, curuba (banana passion fruit), granadilla, guama, papaya, ananas, muz, gulupa (purple passion fruit) çeşitleri ile bir meyve cenneti.

Pek çok kahve ülkesinde tadım yaptım, tercihim Guatemala.

Montenegro’daki Hotel Campestre Las Camellas da kalıyoruz. Sabah güzel bir kahvaltı sonrası yoldayız. Cocora Vadisi’ne Montenegro yol ayırımından saparken, buraları özetleyen bir duvar resmi önünde durup fotoğraf çekiyoruz.

Bölgenin özeti; kahve plantasyonları, çiftçiler, çiftlik evleri ve willyler… Sevindirici olan bir durum son yıllarda Kolombiyalı çiftçiler madenciliğe karşı toprağı, doğayı ve turizmi tercih ediyorlar.

Cocora Vadisi, And Dağları’nın Orta Condillera’sında yer alıyor. 1800-2400 metre yükseklikte. İsmini eski yerli bir prensesin “Su Yıldızı” anlamına gelen adından almış. 1985 yılında milli park olarak ilan edilmiş. Nevados Milli Parkı’nın içinde. Vadinin esas özelliği sayıları çok azalmış olan wax palmiyeleri, 60-70 metreye dek uzayan palmiyeler dünyanın en uzun ağaçlarından. Botanikçiler çürüme belirtilerinin belli olmaması nedeniyle türün tehlikede olduğunu söylüyor. FARC gerillaları yönetimindeki Tohecito Nehri civarında da wax palmiye ormanları olduğu söylense de oralara gitmek güvenlik açısından zor. Cocora Vadisi flora ve fauna (And kondoru, dağ tapiri, puma, tembel hayvanlar, gözlüklü ayı v.b) açısından çok zengin. Vakti olanlar için trekking ve at ile önerilen turlar var. Bizim vaktimiz sadece kısa bir yürüyüşe yeterliydi.

1950’li yıllara dek Kolombiya’da çok kahve üreticisi varmış, fiyatlar düştüğünden bugün üreticilerin çoğu butik üretici. Eski kahve çiftliklerinin çoğu otel olmuş.

Kolombiya vadilerle dolu bir ülke, gezerken bir vadiden diğerine geçiliyor. Toprak çok verimli, fauna, flora çok zengin. Çok büyük medeniyetlerin olduğu, arkeolojik açıdan zengin bir ülke değil.

Salento’ya doğru gidiyoruz. Salento Cocora Vadisi’ne yakın 7-8 bin nüfuslu, koloniyel mimarili küçük bir kasaba. Popoyan, Cali, Bogota geçiş yolları üzerinde, turistik bir kasaba. Burada kahve içiyor, alışveriş ediyor ve yemek yiyoruz. Quindu Restoran şahane. Ben alabalık sevmem ama Güney Amerika’da nereye gitsem şahane alabalıklar var. Burada da…

Yemekten sonra Santiago de Cali yolundayız. Yaklaşık 200 km’lik yolu 3 saat civarında alıyoruz. Kolombiya şartlarında çok iyi. Cali denizden 1000 metre yükseklikte Valle de Cauca bölgesinde. Kolombiya’nın büyük şehirlerinden, 100 kilometre batısında Kolombiya’nın önemli liman kentlerinden Pasifik Okyanusu’nda Buenaventura var. Civardaki yedi nehir burayı sulak bir alan yapıyor. Nüfusu 2.5 milyon dolayında. Kolombiya’nın en güzel insanlarının burada olduğu söyleniyor. 1536 da Sebastian de Belalcazar tarafından kurulan şehirde eskiden çok köle varmış. Halk köle, yerliler ve İspanyol karışımı. Aynı zamanda Kolombiya’nın spor başkenti, 1971 yılında yapılan Pan Amerikan Olimpiyatları sonrası şehir hızla büyümüş. Oteller yetmeyince halk gelenlere evlerini açmış. İnsanlar burası için “cennetin kapısı” demişler. 2016 FİFA Dünya Kupası, 1999 Dünya Patenli Hokey Şampiyonası gibi pek çok sportif karşılaşmaya ev sahipliği yapan şehir 2021 Junior Pan Amerikan Oyunlarına ev sahipliği yapmaya hazırlanıyordu. Son zamanlarda ucuz kozmetik cerrahi arayışında olanlar için önemli bir şehir. Cali salsanın başkenti. Temmuz ayında salsa festivali düzenleniyor. Halk işten sonra soluğu salsa salonlarında alıyormuş. Cali endüstrisi şeker kamışına dayanan bir şehir.

Başlarında Orejuela kardeşlerin bulunduğu Cali Karteli, önceleri Escobar’ın başında bulunduğu Medellin Karteli ile işbirliği yapar. Uyuşturucuda dünyayı paylaşmışlardır. Escobar Güney Amerika ve Amerika Birleşik Devletleri’nin güneyini alırken, Cali Karteli Amerika Birleşik Devletlerinin kuzeyi ve Avrupa’yı alır. Orejuela kardeşlerin sosyo-kültürel-ekonomik düzeyi, Escobar’dan daha iyidir. Escobar’ın yok edilme sürecinde devletle işbirliği yaparlar, 2000’li yılların başına kadar onlara dokunulmaz.

İlk durağımız Park el Gato de Tejada. Şehrin içinden geçen Cali Nehri çevresini güzelleştirmek için Bogota’da Rafael Franco atölyesinde yapılan 3 tonluk bronz bir kedi heykeli parka yerleştirilir. Daha sonra her biri farklı bir sanatçıya ait pek çok kedi parkı süsler.

Cali şehir manzarasını yukarıdan görmek için kurucusu Sebastian de Belalcazar’ın heykelinin bulunduğu tepeye çıkıyoruz.

Sonrasında ulaştığımız San Antonio Mahallesi’nin antika dükkanları, el sanatları atölyeleri ile sakin, bohem bir atmosferi var. Buraya geliş amacımız kolonyol mimarisi, beyaz cephesi ile San Antonio Kilisesi’ni görmek.

Şehir merkezinde yemek öncesi gece turu yapıyoruz. Ulusal Anıt olarak kabul edilen Belediye Binası oldukça etkileyici.

Hemen yakınında bir tütün şirketi tarafından, kültürel faaliyetlerde kullanılmak üzere belediyeye bağışlanan Sevilla Rönesans tarzı bir bina var.

Neo Gotik bir yapı olan La Ermita Kilisesi çok hoş.


Şehrin koruyucu azizi Merced adını taşıyan manastır kompleksi ulusal anıt olarak ilan edilmiş.

Akşam salsa dansı gösterisi eşliğinde yemeğimizi yiyor, Dann Carlton Otel’e gidiyoruz.


Sabah Cauca Bölgesi için yola çıkıyoruz, ilk durağımız Silvia Kasabası.


Silvia‘da Kolombiya Cauca Bölgesi’nin And Dağları’nın yerli halkı Guambianolar (Misak) yaşıyor. Huila Bölgesi’nde de yaşayan, tarımla geçinen ataerkil bir topluluk. Mavi pareolar, dikdörtgen pançolar, melon şapkalar, siyah etek, mavi eşarp geleneksel kıyafetleri. Diğer ülkelerdeki And yerlilerinin çoğu gibi kesinlikle fotoğraf çektirmek istemiyorlar. Ruhlarının hapsedildiğine, çalındığına inanıyorlar.

Misaklar dağ köylerinden Silvia pazarına mallarını satmak için gelirken, geçmişi 1900’lü yıllara dayanan chiva (keçi) adı verilen otobüsleri kullanıyorlar. Chivalar Güney Amerika And Dağları köylülerinin (özellikle Kolombiya ve Ekvator da) vazgeçilmezi. Metal ve ahşap karışımı, üste çıkan bir merdiveni de bulunan rustik kırsal taşıma araçları, genellikle Kolombiya ve Ekvator bayrağı renkleri ile boyanmış.

Öğlen geleneksel Paisa yemeği yiyoruz. Paisa halkının yaşadığı yer Paisa bölgesi olarak biliniyor. Bu halkın genetiği Extremadura, Endülüs, Bask, Katalan, İspanyol Sefarad Yahudileri, Kanaryalılardan izler taşıyor. Paisalar çoğunlukla Kolombiya’nın Antioquia, Caldas, Valla del Cauca, Quindio bölgelerinde yaşıyor. Paisa yemeği pirinç, kırmızı fasulye, sığır kıyması, sucuk/sosis, muz, mısır kızarmış yumurta, arpa, avokado ile yapılan bir yemek.

Yemekten sonra yola çıkıyoruz, 1.5 saat sonra Popoyan’dayız. Popoyan denizden 1760 metre yükseklikte Cauca bölgesinin başkenti, 300 bin dolayında nüfusa, kolonyal mimariye sahip şehir, ülkenin kültürel ve politik yaşamına yaptığı katkıyla ünlü. Çok sayıda devlet başkanı çıkarmış, bir üniversite şehri. 1537 yılında İspanyol istilacı Belalcazar tarafından kurulmuş. Binaların çoğu beyaz olduğundan “Beyaz Şehir” diye de anılıyor. Çok hoş ve güzel bir yer. 2005 de UNESCO tarafından gastronomi şehri ilan edilmiş.

Önce Morro del Tulcan’a gidiyoruz. Burası M.Ö 1600-500 yıllarında şehrin üst düzey kişilerin gömüldüğü bir piramit. İspanyol istilacılar 1535 de bulmuşlar. Burada istilacı ve şehrin kurucusu olan Belalcazar’ın, Popoyan’a tepeden bakan bir heykeli var.

Tepeden inerek şehrin en eski Katolik tapınağı La Ermita ya gidiyoruz.

Semena Santa (kutsal hafta-çile haftası) Hz. İsa’nın insanoğlu için acı çektiğine inanılan haftaya verilen ad. Bu tarihten yaklaşık bir hafta sonra Paskalya kutlanır. Semena Santa geleneği Orta Çağ İspanya’sına dayanıyor.

Yürüyerek Caldas Parkı’nın da olduğu şehir meydanına geliyoruz. Parkın ismini aldığı Caldas 1768-1816 yıllarında yaşamış Kolombiya’nın ilk bilim insanı olan bir Popayanlı.

Caldas Meydanı’nda etkileyici Popayan Katedrali önündeyiz.

Guillermo Valencia Ulusal Müzesi kapanmış, gezemiyoruz. Yürüyerek Humilladero Köprüsü’ne geliyoruz. 1800’lü yıllarda yapılan kemerli köprü, Popayan’da ulaşımın güç olduğu iki mahalleyi birleştiriyor. Köprüden şehri fotoğraflıyoruz.

Otelimiz yolunda San Fransisco Kilisesi’ni geziyoruz.

Popayan’da eski bir manastır olan Dann Monasterio Otel’de kalıyoruz. Akşam yemeğimiz de otelde şarap eşliğindeydi.

Güney Amerika’nın kuzeyindeki ülkeler şarap üretiminde pek başarılı değil. Daha çok ithal (Arjantin, Şili) şaraplar var. Otellerde orta kalitede şaraplar ortalama 60-100 bin Kolombiya doları. Buralar bira açısından zengin. 

Ertesi sabah Popayan’dan ayrılıyoruz. San Augustin yolundayız. 140 kilometrelik dağ yolunu aşacağız. And Dağları’nın bir parçası olan Central Cordillera sıradağlarını geçeceğiz. Cauca Bölgesi’nden, Huila Bölgesi’ne geçiyoruz. Popayan denizden 1700 metre yükseklikte, San Augustin de öyle. Yolculuğumuzda 4000 metre yüksekliklerini aşıyoruz. Yollar çok bakımsız ama büyüleyici. Köyler, inekler, patates tarlaları, yükseldikçe değişen fauna ve flora… 65 milyon yıl önce yükselmeye başlayan And Dağları, ormanların arasında sırt ve vadiler yaratıp, türlerin izole olarak biyoçeşitliliğin artmasına neden olmuş. Bu ülke dünyanın en geniş ikinci biyoçeşitliliğine sahip. Yüzlerce kilometrelik, içine girilemeyen ormanlar var. And Dağları’nın alçak noktalarında sis ormanları katmanı var. Dünyadaki pek çok önemli nehrin doğduğu bölge aynı zamanda dünyanın en ıslak yerlerinden.

Yolların bozuk olmasının nedeni, 2016 yılına dek bölgenin FARC gerillalarının kontrolünde olması nedeniyle hükümetin buralara girememesi. Şimdi de ekosistemi bozmamak için asfalt yapılmıyor. Yine 2016 da Kolombiya hükümeti buradaki 347 maden ruhsatını iptal etmiş.

Nihayet Paramo’dayız. Paramo Güney Amerika’nın orta ve kuzey kısmındaki And Dağları’nda sürekli orman çizgisinin üstünde, kalıcı kar çizgisinin altında kalan ekosisteme verilen ad. Dev çalılar, otlar, rozet bitkilerden oluşan bir dağ biyomu. Kuzey And Paramo (Cordillera Central Paramo) ekolojik bölgesi, Ekvador, Peru, Venezuela ve Kolombiya’da var. Ama en büyük alan Kolombiya’da. Kolombiya paramosu hep nemli, sıcaklık çok dalgalı. Hava koşulları ani ve şiddetli değişiyor. Tarım için paramo toprakları verimsiz. Yüksek rakımlı paramoda toplanan su kaynakları, daha alt rakımlarda kullanılıyor. 3000-3500 metre arasındaki subparamonun bazı kesimleri insanlar tarafından yok edilmiş. Ormanların bittiği bu yerde orman özelliğinde küçük çalılar var. 3500-4100 metre arasındaki çim-ot paramosu ise en geniş paramo. Rozet, bitkiler, otlar, çalılar, bodur ağaçlar var. 4500-4800 metre arasındaki superparamo ise kalıcı kar bölgesi altında gevşek taş ve kumlu toprak yapısında. En fazla güneş radyasyonu ve gece donuna sahip bölge. Paramoda kuşlar, sürüngenler, ayı, geyik, böcekler, kurt v.b yaşıyor. Yolda Cauca Bölgesi’nin ilk milli parkı olan Purace’de duruyor, fotoğraf çekiyoruz. Magdalena, Cauca, Japura, Patia nehirleri buradan doğuyor. Purace bölgenin tek aktif yanardağı, 4580 metre yükseklikte. Burada paramoya özgü frailejonlar (espeletia) olarak bilinen çok yıllık bir çalı cinsi ile karşılaşıyoruz. Ayçiceği ailesinden olan bitki koruma altında. Nemli ve yağışlı ortamda bol fotoğraf çekiyor, eşsiz deneyimimizin tadını çıkarıyoruz.

Paramoda bir mola veriyor, aguapanela içiyoruz. Aguapanela su ve panela (kurutulmuş şeker kamışı suyu) ile hazırlanan limon, portakal, süt, brendi ile karıştırılarak soğuk veya sıcak içilen bir Kolombiya içeceği. Burada içtiğim bana çok tatlı geldi. Ancak San Augistin’de lime ile içtiğim aguapanelaya bayıldım. Burada tamales yiyenlerde oldu, tamales Güney Amerika’nın pek çok ülkesinde tüketilen bir yiyecek. Otellerde kahvaltıda çok rastlanıyor. Muz yaprağına sarılarak pişirilen hamur. Hamurun içindeki maddeler ülkelere göre değişebiliyor.

Öğle yemeğine San Augustin’e yetişiyoruz. San Augustin Huila bölgesinde 34 bin nüfuslu bir kasaba. Buraya geliş amacımız San Augustin Arkeolojik Parkı ve Magdalena Nehri. Magdalena Nehri’ni ve havzasını uzaktan seyredip, fotoğraflıyoruz. Magdalena, Kolombiya’nın ana nehri. 1528 km uzunluğunda. Tatlı su balıkçılığı yapılıyor. Bir sürü kolları var. Huila Bölgesi’nde Andların arasında, zaman zaman platolarda kıvrılarak uzanıyor. Kolombiya’nın en yüksek (490 metre) tek damla şelalesini, Bordones Şelalesi fotoğraflıyoruz.

Dağlardan aşağı iniyor, Magdaline Nehri’nin en dar yerine gidiyoruz. Nehrin başlangıcı San Augustin’den çok uzak değil. Yeni doğan nehir burada 3 metrenin altında bir kanyondan geçerek, etrafta yükselen dik kanyon duvarları ve ormanlarla müthiş bir manzara oluşturuyor. Kolombiya bir su cenneti.

Konaklayacağımız Akawanka Lodge‘a hava kararmadan gidiyoruz. Hafif eğimli bir tepe üzerinde kurulu otel, göz alabildiğince yeşille çevrili. Müthiş huzur verici bir yer. Güneşi burada batırıyoruz.

Sabah San Augustin Arkeolojik Parkı’na gidiyoruz. Park 116 hektarlık alana yayılmış büyük bir nekropol. Latin Amerika’nın en büyük dini anıt ve megalitik heykel koleksiyonu burada. Heykellerin yoğun olduğu merkez, teraslar ve toprak yollarla birbirine bağlı. 1995 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde olan alan M.Ö 1000-M.S 900 arasına tarifleniyor. Bölge prehispanik kültürün en önemli odaklarından. Mezarlar, sütunlar, lahitler, doğaüstü varlıkların tasvir edildiği heykeller… Ölen atalar ve doğaüstü varlıklar ile kurulmaya çalışılan ilişki… Burada özenli bir cenaze mimarisi yaratılmış. Arkeolojik alanda yoğunluğun fazla olduğu bölgeyi yürüyerek gezseniz de bazı yerlere araba ile ulaşıyorsunuz. Yürüyerek enerjinin fazla olduğunu söyledikleri bir tepedeki heykellere ulaşıyor, muhteşem And Dağları’nı fotoğraflıyorum. Arabayla gittiğimiz La Pelota ve El Purutal sitelerinde boyalı megalitleri görme şansımız oldu. Burada 600 den fazla heykel var. İnsanlar burayı 1350 yıllarında terk etmişler. 18-19. yüzyılda yeniden keşfetmişler.

Öğle yemeğimizi bir evde yiyeceğiz. Kasabanın kıyısında yeşil bir tepede oturan rehberimizin evinde. Rehber bize yabancı değil. Paris de Müslümanların yoğun olduğu bir banliyöde büyümüş, dünyayı gezerken buraya hayran olup yerleşmiş genç bir Fransız. Evli, yemeği kayınvalidesi yapacak. Kolombiya mutfağından Ajiaco (tavuk, mısır, patatesin olduğu beyaz bir çorba).

Yemekten sonra kasabanın sokaklarında geziyoruz. Çok sakin bir yer. Beş-on turistik dükkanı, beş-on yerel dükkan, klasik tüm kasabalar gibi kilisenin olduğu bir meydan. And Dağları arasında bir kasaba. 

Sabaha karşı 03.15 de otelden ayrılarak yola çıkıyoruz. Hedef, Huila departmanının Magdalena Nehri kıyısında başşehir Neiva. Deniz seviyesinden çok yüksek olmaması ve ekvatora yakınlığı nedeniyle sıcak. Benito Salas Havaalanı’ndan başka bir Kolombiya bölgesine uçacağız. Magdalena bölgesinin başşehri Santa Marta’ya. Yolculuk 5 saat sürüyor. Neiva’da da bambuco dansı yapanların heykelleri bizi karşılıyor. Bambuco, Kolombiya And Dağları’na özgü bir müzik ve dans. Güney Amerika yerlileri ve İberlilerin karışımı melezler olan mestizo havası.

Havaalanında bir şeyler atıştırıp, Kogi’leri fotoğraflıyoruz. Kogiler, Kolombiya da Sierra Nevada de Santa Marta dağlarında yaşayan etnik bir grup. Rehberlik, liderlik, şifa için Mamos dedikleri (bir çeşit rahip) kişilere uyum sağlıyorlar. İspanyolların kıtaya gelişi ile birlikte dağlara kaçıp, izole bir yaşam sürmeye başlamışlar. Bir dönem ekolojik yıkım konusunda dünyayı uyarmak için BBC ekibinin içlerine girip çekim yapmasına izin verseler de, şimdilerde kimseyi yaşadıkları bölgeye istemiyorlar. İnanışları, yaşam tarzları, kıyafetleri, alışkanlıkları ile değişik bir And yerli grubu. Beyaz kıyafet giyiyorlar.

Akşamüstü Santa Marta’dayız. Kolombiya’daki ilk İspanyol yerleşimi. Sierra Nevada de Santa Marta Dağı bir yanında, Karayip Denizi öbür yanında. Kolombiya’da ulaştığımız en kuzey nokta. 500 bine yaklaşan nüfusu ile kalabalık bir yer. Otel Casa de Leda’da kalıyoruz.

Santa Marta tarihi ve modern şehrin birbirine karıştığı ızgara planlı bir şehir. Şehrin burada kurulma nedeni olarak, Sierra Nevada de Santa Marta dağlarında yaşayan Taironların (Kolomb öncesi etnik bir grup) altınlarını yağmalamak olduğu söyleniyor. Kogilerin, Taironların torunları olduğuna inanılıyor. Otele eşyalarımızı koyup, palmiye ağaçları ile çevrili Karayip Denizi sahiline güneşi batırmaya gidiyoruz. Paseo El Camellon deniz kenarında pek çok tropikal meyveler satan seyyar satıcı var.


Beyaz badanalı Katedrali, yeni ve koloniyal yapıların iç içe geçtiği dar sokakları, turistik çarşıları ile Santa Marta cazip, canlı, hayat dolu bir şehir.

Yavaş yavaş hava kararıyor, Parque de Los Novios etrafındaki kafeteryalar tıklım tıklım. Burası deniz ürünlerinden oldukça zengin. Kızarmış bir Karayip balığı yiyerek otelimize dönüyoruz.

Sabah Marquez’in büyülü dünyasına yolculuğumuz başlıyor. Kolombiyalıların GABO’su Marquez’in 1927 yılında doğduğu Aracataca’ya gidiyoruz. Gabo büyükannesi, büyükbabası ve teyzeleri ile aynı evde anne ve babasından uzakta büyür. Anne ve baba çalışmak için başka şehre gitmişlerdir. Hayatını emekli, saygıdeğer bir asker olan büyükbabası ve büyükannesinin anlattığı masallar şekillendirir. Büyülü gerçeklik akımının en önemli temsilcisidir. Güney Amerika’daki yaşamın, zıtlıklarını, uyumsuzluklarını; fantezi, realizm ve hayal gücü ile birleştirerek anlatır. 1982 Nobel edebiyat ödülünü aldığı “Yüzyıllık Yalnızlık” romanındaki olayların geçtiği Macondo aslında doğduğu Aracataca’dır. Büyükannesinden dinlediği öyküler, Aracataca’da gözlemledikleri, hayal gücü… Yüzyıllık Yalnızlığı kaç yılda yazdığını soranlara “Tüm yaşamım boyunca” diye cevap verir. Latin edebiyatını dünyaya tanıtan Gabo’nun çok sayıda yayınlanmış kitabı var. Gençlik aşkı Mercedes ile evlenen GABO 2014 yılında Meksika’da ölür. Arkasında pek unutulmaz deyişler bırakır. “İnsanoğlu anasının karnından çıktığı an doğmaz yalnızca; yaşam kendilerini defalarca yeniden doğurmalarına mecbur kalacaktır onları” der.

United Fruit Company’ye karşı koyan Güney Amerikalı aydınlardandır Marquez. 1871 yılında Amerikalı Henry Meiggs Kosta Rika hükümetine demiryolu yapmak için anlaşma imzalar. İnşaa ettiği demiryolunun iki yanına işçileri ucuz beslemek için muz ağaçları diker. Demiryolu inşaatı bitince muz ticaretinin karlılığını görür. Zamanla şirket Orta Amerika, Karayipler, Kolombiya, Ekvador, Guetemala’daki tüm çiftlikleri kontrol altına alır. 1930 da Orta Amerika’nın en büyük şirketidir. Üçüncü dünya ülkelerinde üretilen muz ve diğer tropikal meyve/sebzeleri A.B.D ve Avrupa’ya satmaktadırlar. United Fruit çıkar sağlamak için Latin Amerika hükümetlerine rüşvet vermekte, işçileri sömürmekte, ülkelere yatırım yapmamaktadır. Latin Amerika hükümet darbelerinde adı sıkça geçen şirkete, bağımsızlık taraftarı olan Marquez, Neruda gibi aydınlar şiddetle karşı çıkar. Şirket 1984 yılından beri Chiquita Brands International adı altında faaliyetlerini sürdürmektedir. Yani yediğimiz muzlara işçi kanı bulaşmıştır.

Aracataca Santa Marta arası 80 km, 1.5 saat sürüyor. Kasaba ile aynı adı taşıyan nehrin kıyısında 40 bin civarında nüfusu var. 19.yy sonlarında United Fruit Company buralarda geniş muz çiftlikleri kurmuş. Kasabanın sokaklarını ve bugün müze haline getirilen Marquez’in büyükbaba ve büyükannesi ile yaşadığı evini geziyoruz. Bahçede çok sevdiği sarı güller ve “Yüzyıllık Yalnızlık“ romanına gönderme olarak sarı kelebek maketleri var.


Daha sonra gazeteci, fotoğrafçı, karikatürist Leo Matiz’in evini ziyaret ediyoruz. Bir dönem Gabo ile arkadaşlıkları olmuş. Demiryolunu görüyor, Telegrafista Müzesi’ni geziyoruz ve Aracataca’ya veda ediyoruz.

Mompox’a gidiyoruz. Yaklaşık 230 -240 kilometrelik yol sonrası, bunaltıcı bir sıcak altında sokakları terkedilmiş gibi bomboş olan, kolonyal mimarili şehirdeyiz.

Mompox’un 40 bin dolayında nüfusu var. Magdalena ve Cauca Nehirleri’nin birleşim yerinde küçük bir ada da kurulmuş. Adayı ana karaya bağlayan köprü ise 2015 yılında yapılmış. UNESCO 1995 yılında Mompox’u Dünya Mirası Listesi’ne almış. Hotel Bioma’ya eşyalarımızı bırakıyor, sıcakta sokaklara fırlıyoruz.

Amerika’nın en büyük bataklık alanlarından birinde, sıcak nemli bir coğrafyada, Marquez’in filmlerinden ‘Kırmızı Pazartesi’nin içindeyiz. İlk durağımız telkâri işi yapan bir kuyumcu. Eskiden kuyumcuları ile ünlü olan şehir, İspanyol sömürgeleri için sikke basarmış. Biz bu işe yabancı değiliz. Daha iyileri Türkiye’de var. Zaman durmuş gibi görünen bomboş sokaklarında yürüyoruz. Kafelerde kahve içiyoruz. Nehir kenarında mojitolar içerek güneşi batırıyoruz. 

Ertesi sabah  Simon Bolivar’ın bir heykeli olan Özgürlük Alanı’ndayız. Simon Bolivar Güney Amerika ülkelerinin İspanyol İmparatorluğu’na karşı verdikleri bağımsızlık savaşının askeri ve siyasi lideridir. Güney Amerika’nın her ülkesinde izi var. Venezuela, Kolombiya, Ekvador, Peru, Bolivya bağımsızlık harekatının önderi. 1821 yıllarına dek Venezuela, Kolombiya, Ekvador, Peru, Panama Buyük Kolombiya adı altında tek devlet olarak İspanyol hakimiyeti altındaymış. Marquez, hayatını özgür bir Güney Amerika yaratmaya adamış, bir generalin kimine göre diktatörün son aylarını çok güzel anlattığı bir kitap yazmış. “Labirentindeki General”, Simon Bolivar’ın Magdalena Irmağı’ndaki son yolculuğunu, son günlerini anlatan bir kitap. Ölüm yeri Santa Marta olsa da, gömüldükten 2 yıl sonra mezarı Caracas’a nakledilmiş.

1800’lü yılların başında Mompox, Magdelena Nehri’nin en önemli liman şehirlerinden biridir. Bolivar bağımsızlık savaşlarından birinde Mompox’a sığınıp, buradan 400 Mompoxlu alarak Venezuela’nın yardımına gitmiştir. 

San Carlos Manastırı’nın önündeki heykelin üzerinde “Hayatımı Caracas’a borçluysam zaferimi Mompox’a” yazıyor.

Mompox bol kiliseli, kutsal bir şehir. San Fransisco Kilisesi önündeki geniş meydan Eylül aylarında caz festivaline ev sahipliği yapıyormuş.

Temeli 1541 de atılan, daha sonra yıkılarak 1843 de inşaatına başlanan ve 1931 yılına dek inşaatı devam eden Immaculate Conception Kilisesi. Bu Meydan “Kırmızı Pazartesi”nde yakışıklı Santiago Nasar’ın evinin olduğu, tüm kasabanın gözü önünde öldürüldüğü yer.

1613 de inşaa edilen başka bir kilise Santa Barbara.

Motorla nehirde gezintiye çıkıyoruz. Kuzey Kolombiya’nın iç tropik bölgesinde, ülkenin ana nehri Magdalena üzerinde 1540 da kurulan Mompox, nehir boyunca ülkenin iç kesimlerine bağlantıyı sağladığı için, ayrıca Cartagena’ya 250 km yakınlıkta olduğu için lojistik ve ticari açıdan çok önemli ve İspanyol sömürgeciliğinin kilit noktalarından.

Bulanık suyun bazı yerlerinde çocuklar suyun içinde. Güneşi batırıncaya dek tekne ile geziyoruz. Magdalena Nehri’nin drenaj alanını ülkenin % 24 ünü kapsamakta, Kolombiya nüfusunun % 66’sının bu nehrin havzasında yaşadığını düşünürsek bu nehrin Kolombiya için önemi daha iyi anlaşılır.

Kırmızı Pazartesi filminde yıllar sonra yaşlılığında Mompox’a dönen Bayardo San Roman’ın döndüğü nehir gemisinin yanaştığı iskeleden karaya çıkıyoruz.

Akşam yemeği için bir İtalyan lokantasına gidiyoruz. Seviniyorum. Öğlen nehir kenarında yediğimiz yerel lokantada etler sertti. Buradaki nehir balıklarını beğenmedim. 

Ertesi gün hedef Cartagena. Mompox Cartagena arası 250 km, yol çok kötü. 6-7 saat sürüyor. Burada Bantu Hotel’de kalıyoruz. Otel eski şehir merkezinde Kolonyal mimarili şık bir butik otel. Karayip Denizi kıyısındaki bu liman kenti 1533 yılında İspanyollar tarafından kurulmuş olsa da yerleşim merkezi olması M.Ö 4000’li yıllara dek dayanıyor. İspanyolların gelişiyle doğal kaynakların Avrupa’ya transferi, yerlilerin yok edilmeye başlanışı… Klasik Güney Amerika hikayesi. Şehir tarihte ülkenin iç kısımlarından Magdalena ve Sinu nehirleriyle getirilen malların ihracatının yapıldığı önemli bir liman şehriymiş. Tropikal bir iklim var.

Tarihi şehrin sokaklarında gezmeye başlıyoruz. Daracık sokakları, rengarenk kolonyal mimarili evleri ile Cartagena size görsel şölen sunan bir şehir.

San Pedro Claver Kilisesi önündeki kafelerde bir şeyler içiyoruz. Kolonyal binalarla kaplı tarihi şehirde Araba Meydanı, Saat Kapısı, Kemerli binası ve yan yana hediyelik eşya satan dükkanları ile Las Bovedas, San Pedro Claver Meydanı ve aynı isimli kilise, Bolivar Meydanı, Engizisyon Sarayı, Santo Domingo Meydanı ve kilisesi hep yürüyüş mesafesinde. Meydanlar kafelerle kaplı, sokaklar hediyelik eşya ve zümrüt satan mağazalar ile dolu. Kolombiya sokakları kahve kokan ülkelerden. Ulusal Kahve Üreticileri Federasyonu Juan Valdez isimli bir kahve ve kafeler yaratmış. Meydanlarda bulunan Palenqueras larla fotoğraf çektirmek paralı. Palenqueras rengarenk elbiseli, bazen başlarında egzotik meyvelerin olduğu çanaklar taşıyan Afro kadınlar. Mochila (renkli farklı model çantalar) paranız varsa zümrüt buradan alınacak hatıralık eşyalar.
Güneşi batırmak, akşam yemeğinden önce birşeyler içmek için Karayip Denizi’ne bakan surların (Las Murallas) üzerinde bulunan kafelerde oturacak bir kişilik yer bulamıyoruz. 16. yy sonunda inşa edilmiş surlar bir mühendislik harikası. Yaklaşık 11 km ve büyük bir kısmı orijinal olarak korunuyor. Bu Güney Amerika ruhu biraz  Akdeniz ruhu belki ondan buralara doyamıyorum.

Gecesi de gündüzü kadar renkli olan bu şehirde güzel bir akşam yemeği sonrası otelimize dönerken Gabo’nun neden “ Ve zaman ilerleyip anılarımı canlandırmak istediğimde, her zaman Cartagena’dan bir olayı, yeri ve karakteri çağırırım” dediğini anlamaya başlıyorum.

Sabah kahvaltı sonrası UNESCO’nun Dünya Mirası Listesine aldığı San Felipe de Barajas Kalesi’ne gidiyoruz. Kale 1536 yılında İspanyollar tarafından inşa edilmiş. Bir tepe üzerinde şehri kara ve denizden gelen saldırılara karşı koruyabilecek bir konumda.

Kalede bir dükkanda sadece kapı tokmakları var. Eskiden Cartagena’da evlerin kapısı üzerindeki tokmaklar ev sahibinin hangi işle uğraştığını gösterirmiş.

Bir sonraki durağımız La Popa Manastırı. 1600 yıllarının başında vahşi bir doğanın olduğu La Popa Tepesi’nde inşaatına başlanmış.

Bu tepeden Cartagena’nın panoramik manzarası müthiş. Karayip Denizi, Bocagrande gökdelenleri, surların arkasında kalan eski şehir, kale…

La Popa’dan sonra Getsmani’deyiz. Plaza de la Trinidad’dan mahalleye giriş yapıyoruz. Getsmani mahallesi 1811 bağımsızlık mücadelesinde çok büyük destek verdiği için bu meydanın Özgürlük Meydanı adını almasını istemişler. Ama bu alan 1643 de kurulan Holy Trinity Kilisesi’nden aldığı adı taşımaya devam ediyor. Bugün performans sanatçıları, aerobik-zumba gösterisi yapanlar ile karşılaşılan, pek çok etkinliğin sergilendiği, insanların birbirleriyle tanıştıkları bir alan. Sokaklar çok canlı. Cartagena –Karayip kültürünü tanımak ve yeni arkadaşlar edinmek isteyenlere burada bir gece öneriliyor. Duvarları grafitilerle dolu sokaklarda yürüyor, kahve içiyor, fotoğraf çekiyoruz.

Yürüyerek surların içindeki eski şehre dönüyoruz. Müzeye çevrilen San Pedro Claver Manastırı’nı geziyoruz. 

Cartagena sokaklarında Santo Domingo Meydanı’ndan La Aduana’ya, oradan Los Coches’e akşam yemeğine dek geziyor, kahve içiyoruz.

Ertesi sabah Bogota’ya uçuyoruz. Bogota Kolombiya’nın başkenti ve en büyük şehri. Kolombiya’nın ekonomisi ve endüstrisinin kalbi. Quito ve La Paz’dan sonra Güney Amerika’nın en yüksek üçüncü başkenti. Ama La Paz ve Quito’nun nüfusu daha az. Son yıllarda sıkı önlemler alınsa da dünyanın en şiddet dolu şehirlerinden biri. Doğu And Dağları’nın eteklerindeki bu şehir 10 milyona yaklaşan nüfusu ile Güney Amerika’nın en hızlı büyüyen metropollerinden.

Havaaalanından Zipaquira’ya hareket ediyoruz. Burada bulunan eski bir tuz madeni ve içinde bulunan yer altı kilisesini ziyaret edeceğiz. Yerin 180-200 metre derinliklerine inen pek çok galeriden oluşan arkitektonik bir olaya şahit oluyoruz. Tuz Katedrali hem dini mabet (1995 yılında açılan bir katedral var) hem müze işlevi görüyor. Çok güzel ışıklandırmışlar.

Otelimiz La Candelaria’da, Bogota’nın tarihi merkezinde, arnavut kaldırımlı kalabalık dar sokaklar kimi zaman ürkütücü bir sokakla kesişiveriyor. Bolivar Meydanı ve Ulusal Katedral iki blok ötemizde. Otel hayatımda ilk kez şahit olduğum bir uygulama yapıyor, herkese otel de kaldığımıza dair otel pasaportu veriyorlar. İklim açısından önerilebilecek en iyi ayda Bogota’dayız. Monserrate Manastırı’na doğru yola çıkıyoruz. Manastır deniz seviyesinden 3150 metre yükseklikte. Bir kısmını finüküler ile bir kısmını yürüyerek çıkıyorsunuz. Ormanlık alanda isterseniz hepsini tırmanın. Ama yol güvenliği soru işaretli. Monserrate Tepesi Kolomb öncesi kutsal kabul edilen dağ Hristiyanlar için bir hac yeri. Emekleyerek tırmanan pek çok insan görüyoruz. Tepeden Bogota ayaklarınızın altında.

Altın Müzesi’ne (Museo de Oro) doğru yola çıkıyoruz. 1939 yılında açılan müze, insanların altın merakını Kolombiya’da Kolomb öncesi yaşayan halklardan başlayarak belgelemiş. 2008 de genişletilen modern müzeciliğin iyi bir örneği. 55.000 den fazla eser bulunuyor.

Öğle yemeğini La Candelaria’da bulunan El Gato Gris’de yiyoruz ve La Candelaria sokaklarında gezmeye başlıyoruz.

La Candelaria’nın kolonyal mimarili, Arnavut kaldırımlı, grafitili duvarlarla kaplı sokakları çok sevimli. Tezgahlarına el yapımı takılarını koymuş hippi gençlerin uzağından geçmeye çalışıyorum.

Bogota güvenli mi? Yerel rehber turistik bölgelerin dışına çıkmak, yalnız gezmek, gece taksiye binmek, çantalarımıza sahip çıkmak konusunda bizi uyarıyor. Bogota dahil olmak üzere tüm Kolombiya 5-10 yıl öncesine göre daha güvenli olsa da, güvenli ve turist dolu bir ülke haline gelmek için başlatılan süreç devam ediyor. Şiddet ve uyuşturucu ile dolu bir geçmişi silmek kolay değil.

Şimdi Botero Müzesi yolundayız. Kolombiya’da pekçok müze ve tarih eser Merkez Bankası (Banco de la Republica) yönetiminde. La Candelaria’da, 1955 yılına dek başpiskoposun ofisi olan bir sömürge evini Merkez Bankası’nın müzeye dönüştürmesi sonucu çok güzel bir müze ortaya çıkmış Tabii bu işin rehberlik ve küratörlük kısmı Botero’ya ait. Botero 208 parçalık bir koleksiyonu buraya bağışlamış. Botero’nun eserleri dışındaki (85 parçalık) koleksiyonda Picasso, Renoir, Leger, Monet, Bacon, Calder, Freud, Giacometti, Beckmann gibi sanatçıların olması bu müzeyi Güney Amerika’nın en önemli beş uluslararası sanat koleksiyonu arasına yerleştirmiştir.

Müzeden ayrılıp, yürürken bir kitapçıya giriyoruz. Gelmeden evvel çok araştırmama rağmen Kolombiya hakkında Türkiye’de bir kitap bulamadım. Ne yazık ki bu muhteşem kitapçıda da kendi ülkelerini anlatan İngilizce bir seyahat kitabı bulamadım.

Yürüyerek Bolivar Meydanı’na geliyoruz. Burası başkentin tarihi merkezindeki ana meydan. Meydanın doğusunda Bogota 1. Katedrali, güneyinde Ulusal Meclis Binası, batısında Belediye Binası (Lievano Sarayı), kuzeyinde Adalet Sarayı var. Binalar tarihi ve mimari açıdan önemli. Burası aynı zamanda bir buluşma noktası.

Son durağımız Bogota ile Kolombiya gezimizi tamamlıyoruz.

Son Söz

Marquez’in, Botero’nun, Escobar’ın ülkesi; Dağlar, platolar, nehirler, yeşilin en güzel tonlarının olduğu büyüleyici doğa; Müthiş kolonyal şehirler; Salsa; Paramo; Tropikal Meyve Cenneti allahısmarladık.
“Bir sona geldiğin için ağlama, onu yaşadığın için gülümse” Gabriel Garcia Marquez.

Visits: 3

Mustafapaşa Köyü Gezi Rehberi: Kapadokya Konakları

Mustafapaşa köyü, antik dönemden kalan adı ile Sinasos (Güneşin Şehri) Kapadokya gezisinde kesinlikle programa alınması gereken özel bir yer.

Kapadokya’da, doğanın mimarisiyle milyonlarca yılda yaratılmış olağanüstü şekilleri, peri bacaları, vadilerin yanında, insan eli ile yaratılmış manastırlar, kiliseler, yeraltı şehirleri, mağara evlerinin olduğu coğrafyada, karşınıza bambaşka bir köy çıkıyor. Cumhuriyet öncesi Osmanlının son dönemlerinde 700 den fazla sanat eseri gibi işlenmiş taş konakları yapılan köy, bölge dokusundan çok farklı bir ruh taşıyor.

Bu gösterişli konaklarda yaşayanları, taşları işleyen  ustaları, köyün tarihini ve öykülerini merak ediyor insan. Sinasoslu ancak İstanbul’da ticaret ile uğraşan zengin Ortodoks  Rumlar memleketlerine taş konaklar yaptırıp, bu köyü sayfiye yeri olarak kullanmışlar. Zengin ve estetik değerleri gelişmiş ve nüfusun % 80’ini oluşturan Rum halkın yanında köyde yaşayan Türkler daha fakir, topraktan ve Rum sakinlerin hizmet işlerinden geçim sağlayan kesim imiş.

Bu güzel köyde yaşayan Rumlar, 1924 yılında mübadele ile evlerine, köylerine veda etmek zorunda kalmışlar. Köye Yunanistan’dan karşılıklı olarak mübadeleye tabi tutulan Türkler yerleştirilmiş.

Bugün köy Kültür Bakanlığı’nın koruması altında ve 1981 yılında turizme açılmış. Ancak 700 konağın tamamı bugünlere ulaşamamış, şu anda 93 konak, 30 dan fazla kilise ve şapel bulunmaktadır.  Köyün mübadele öncesi zenginliği kalmasa, geçen zaman içinde dokusunda bozulma olsa da tarihi dokusundan kalan izler hala köyü özel kılıyor.

Mustafapaşa Kapadokya rotanızda kolay ulaşılacak ve hatta konaklanabilecek bir yer, Ürgüp’e sadece 6 km uzaklıkta.

Gezelim Görelim

Mustafapaşayı nasıl gezelim derseniz cevabımız, adım adım yürüyerek olacaktır. Hadi başlayalım gezmeye.

Konstantin-Helena Kilisesi

Önce Cumhuriyet Meydanı’ndaki kiliseden başlayalım. Osmanlı Sultanı I. Ahmet zamanında halkın katkıları ile kilise inşasına başlanmış, 1729 yılında tamamlanmış. Kilise 19.yy’da köydeki iki kiliseden biri imiş. Diğer kiliseden geriye bir şey kalmamış. Bu kilise fresklerinden pek bir şey kalmasa da yapısı ayakta kalabilmiş ve ziyarete açık. Giriş ücreti olarak 3 TL ödenip, bu kilise ve manastır gezilebiliyor. 

Bu kutsal kiliseyi görebilmemizin kolay olmadığını belirtmeliyim. Mustafapaşa’yı Haziran 2021 de gezdik. Tam şehrin meydanındaki kilise ilk durağımız idi ancak kapısı kapalı idi, kiliseden umudumuzu kesip Aziz Nikola Kilisesi’ne yürüdük, sürpriz  manastır da kapalı idi. Hayal kırıklığı ile meydana geri dönerken  şans yüzümüze güldü ve karşımıza  kilisesinin yanındaki dükkanında hediyelik eşyalar satan Cavit beyi çıkardı. Cavit bey bizi dükkanına davet etti, dükkanının bulunduğu Marika Konağı’nı gezdirdi ve köyün tarihini anlattı. Sohbetimiz sonunda hem kiliseyi hem manastırı görmenin bizim için önemli olduğunu anlatınca hemen yanında çalışan delikanlıyı gönderip muhtardan kilisenin anahtarını aldırıp kiliseyi açtırdı. Giriş ücreti de olduğuna göre herhalde muhtarlık sorumluluğuna bırakılmış bu tarihi eserler. 

Maraşoğlu Köprüsü

Kiliseden manastıra doğru yürürken altından geçtiğimiz Maraşoğlu Köprüsü, iki payandaya oturtulmuş, üç kemerli, kesme taştan yapılmış. Köprü 1865 yılında, köyün zenginlerinden Vasil Dimitri  Maraşoğlu tarafından üst tarafta Hamam Mahallesi ile Manastır Mahallesini birbirine bağlamak için yaptırılmış. Manastıra giderken yolun iki yanında kayalara oyulmuş şapeller, yerleşim yerleri, peri bacaları görünüyor.

Manastır Vadisi

Aziz Nicholas Manastırı’nın da içinde bulunduğu vadi Manastır Açık Hava Müzesi olarak adlandırılmış. Vadide  Aziz Stefanos, Aziz Yuhannis Theologos, Vaftizci Yahya ve Azize Barbara kiliselerinin bulunduğu levhada belirtiliyor. Ancak hepsinin kapalı olduğu belirtildiğinden diğerlerine yürümeye çabalamadık. Herhalde pandemi dönemi turist sayısının azlığı nedeni ile yeterli ilgi gösterilmiyor, diğer zamanlarda turistlerin rahatlıkla ziyaret edebileceklerini umuyoruz. 

Aziz Nicholas Manastırı

Şehir meydanına 1 km uzaklıkta, 15 dakikada ulaşılan Aziz Nicholas Manastırı’na süslerle bezeli kemerli taş bir kapıdan giriliyor.

Manastırın 19.yy’da yapıldığı tahmin ediliyor. Bir kısmı kayanın içine oyulmuş, bir kısmı kesme taşlardan yapılmış manastırın. Alt katta birbirine geçişler olan bölümler, üst katında birkaç oda bulunuyor. Alt katta kapının karşısında freskler yer alıyor. Manastırın bahçesinde şifalı suyun cilt hastalıklarına iyi geldiği düşünülen bir ayazma var. Müslüman ve Hristiyan halk şifa amaçlı manastır ziyaretlerini sürdürmüşler yıllarca. Manastırın bugünkü görünümü yepyeni, pırıl pırıl. Yeni restorasyonu tamamlanmış, freskler de fazlası ile ışıl ışıl renklerde yeniden canlandırılmış. İçeriye adım atar atmaz tarihi bir yerde olduğu duygusundan uzaklaşıyor insan. Restorasyon ayrı bir uzmanlık alanı, başarılı bir restorasyon mu diye düşünmekten alamıyor insan kendini. Buruk duygularla çevreyi incelerken panolarda manastırın önceki görüntüleri karşımıza çıktı. Soldaki foto 1920’li yıllardaki fotosu, orijinal hali, sağdaki fotoda ise 2012 yılında çevre duvarları yıkılmış, harap haldeki manastır. Hiç olmazsa toparlanmış, halka açılmış bir manastır haline gelmiş, umarız restorasyon esaslarına uyulmuştur

Ortodoks Rumlar için önemli bu iki kutsal mekandan sonra köy içi gezimize devam edebiliriz.

Meydanda bir sokağın başında köyün en eski camisi Cami-i Kabir yer almakta, gezilebilir.

Mehmet Şakir Paşa Medresesi

Caminin karşısında ise  Osmanlı döneminden kalma taş bina hemen dikkatimizi çekti. Gerek binanın taş işçiliği, gerek ahşap süslü taç kapısı tarihi bir eserin kapısında olduğumuzu gösteriyordu. Yaklaştık ancak kapı kilitli idi binanın duvarları boyunca ilerleyince diğer kapıda ‘Kapadokya Üniversitesi- Mehmet Şakir Paşa Medresesi’ yazısı ile karşılaştık. Türkiye Cumhuriyeti Üniversitesi altında Medrese yazısı kafa karıştırıcı idi. Üniversitenin kapsamında medrese eğitimi varmış gibi bir algı oluşturan bu ifade yerine, binasının medrese binası olduğunun yazılması daha doğru olsa gerek.

Kapıdaki güvenlik görevlisine binayı sorduk. Görevli binanın tarihi medrese olduğunu, şu anda Üniversite binası olduğundan giremeyeceğimizi belirtti. Ancak biz ısrarla blog yazdığımızı ve binayı gezmek istediğimizi söyleyince bizi kırmadı.

Binayı gezmeden bu önemli Osmanlı eserinden söz edelim. Mehmet Şakir Paşa Medresesi 1890 yılında Mehmet Şakir Paşa tarafından yaptırılmış. Medrese asimetrik U planlı, giriş kapısının üzerinde mermer bir kitabesi bulunmakta. Taç kapıdan bir avluya giriliyor ve avlu cephelerinde kemerli revak yer alıyormuş. O bölümde idari ofisler bulunduğundan biz o bölümü gezemedik.

Yurtdışında birçok tarihi üniversite binası gezmiştik, Oxford, Bologna gibi şehirlerde Orta Çağ’dan kalan binalarda öğrencilerin ders görmesi bizi heyecanlandırmıştı. Aynı duyguyu bu tarihi binada da hissettik. Binanın bir bölümü tarihi medrese iken bitişik binalardaki konaklar eklenmiş. Son derece otantik, tarihi bir binanın bugün eğitim kurumu olarak kullanılması çok güzel olmuş. Bina kesinlikle ziyaretçilere açılmalı, gururla gezdirilmeli. Köy için tarihi bir değerin görülmesi gezilmesi gerekir. En azından eğitim dönemi dışında böyle bir uygulama olabilir. Biz ısrarımız ile böyle bir şansı yaratabildik.

Medrese -Üniversite binası çıkışında birbirinden güzel konaklar ve büyükçe bir parkın yanından geçerek Asmalı Konağa yöneldik.

Asmalı Konak

Mustafapaşa’nın popülerliği TV de ünlü Asmalı Konak dizisinin bu köyde bir konakta çekilmesi ile artmış. Dizi sonrası Türk turistler akın etmiş köye. Asmalı Konak’ın ilk bölümleri burada çekilmiş daha sonra senaryoda bir yangın sahnesi ile konak çekimleri Ürgüp’te başka bir konağa taşınmış. Gösterişli konak İstanbullu Yorgos Vasilio’nun yazlık evi olarak 1887 yılında yapılmış. Mübadele ile sahibi köyü terk ederken bir Türk aileye bırakmış. 1938 yılında da Öztürk ailesi tarafından satın alınmış halen bu ailenin sahip olduğu konak bugün butik otel ve restoran olarak hizmet veriyor. Otele verilen isim de kökenlerine atıf yapılmak için olsa gerek ‘Old Greek House’ adını almış. 

Asmalı Konağın hemen solundan devam edince bölge üzümlerden yapılan yerel şarap üretim yerlerinden birini görebilirsiniz. Geleneksel şaraphanelerden yerel şarap alabilirsiniz. Bu atölyelerden birine kısa bir ziyaret sonrası bize çekici gelen köyün seyir tepesine yöneldik. 300-400 metrelik bir yürüyüş ile veya araba ile seyir tepesine çıkabilirsiniz.

Seyir Tepesi

Köye tam hakim tepede etkileyici köy manzarasını izleyebilirsiniz, bir  restoran kafe  var. Tabii yine pandemi dönemi beklenen durum kapılar kapalı idi. Manzara seyrederken kahvemizi içemesek de tepeye ulaşmaktan memnun bol bol foto çektik.

Tepeden ağır ağır indik ve köyde biraz daha zaman geçirme isteği ile köyün ara sokaklarına daldık. Yaşanan ve restore edilmiş evler arasında en çok kapılar ilgimizi çekti. Özellikle mavi kapılar yapılmış bu güzel taş konaklara. Mavi kapının özel anlamı varmış, köyde Cevat beyden dinlediğimiz öyküye göre. Bunu da paylaşmadan geçmeyelim. Köyün kuruluşunda bu topraklarda çok sayıda akrep olduğunu gören halk, akrebin mavi rengi sevmediği ve mavi kapılı evlere girmeyeceği inancı ile kapılarını maviye boyamışlar. Yaşanan evlerin önünde asmalar da yeşermişti. 

Mustafapaşa, bugün 700 konak kalmasa da kalanların restore edilmesi, köyün korunmaya alınması ile özellikle son yıllarda Kapadokya’nın özgün, görülmesi gereken köyleri arasına girmiş.

Yine köye özgü Kapadokya Sanat ve Tarih Müzesi 150 yıllık restore edilmiş bir konakta yer alıyor. Türkiye’nin ilk özel bebek müzesi ve yine köy geçmişine ilişkin kompozisyonla görebileceğiniz bir müze. Ancak bizim için yine pandemi nedeni ile açık bulamadığımız bir müze olarak kaldı.

Mustafapaşa Ürgüp yolunda, Mustafapaşa’ya 5 km uzaklıkta Gomeda Vadisi de zamanı olanlar için gezilebilir. Ihlara Vadisi’ne benzer şekilde kayalara oyulmuş kiliseler, güvercinlikler, içinde akan deresi ile görülebileceği öneriliyor. Biz Kapadokya’nın diğer bölgelerinde çok sayıda vadi gezdik son günümüzde bu vadiye zaman ayıramadık.

Köyde konaklamak isteyenler için de zengin seçenekler sunulmaktadır. Ara sokakta dolaşırken Peri Masalı Hotel ile karşılaştık, sahipleri bu sevimli otelin odalarını gezdirdiler, tam bir mağara oteli üstelik yüksekte köy manzaralı. Köyde daha büyük oteller de var. Aslında Mustafapaşa’da ister mağara otelde, isterseniz bir konakta kalma şansınız var tercih sizin.

Biz Mustafapaşa’nın 5 km güneyinde Ayvalı Köyü’nde kaldık. Yeri gelmişken kısaca bu köyden de söz edelim. Ayvalı köyü Ürgüp’e 10 km uzaklıkta. Köy mağara evleri ile ünlü. Hala bu evlerde yaşayan aileler var. Köyde konaklamak için mağaralarda küçük pansiyonlar da bulabilirsiniz. Biz bu köyde özellikle Kapadokya’nın en eski mağara oteli Gamirasu Oteli’nde kalmak istedik. Gamirasu Otel Bizans döneminde bir inziva manastırına kurulmuş, içinde 11. yy’dan kalan Bizans kilisesini korumuş, özenle ve otantik dekore edilmiş, doğal, huzurlu bir butik otel. Özellikle tavsiye edebilirim.

Bu arada Ayvalı Köyü ve otelimizden görüntüyü de ekleyelim.

Kapadokya’da Ürgüp, Göreme, Uçhisar bölgelerinde değişik otel seçenekleri bulunmakta. Ancak doğal ortamında, bir köyde, gerçek dokusuna en uygun şekilde planlanmış butik oteller değerlendirilmeli. 

Son Söz

Mustafapaşa bizim dört dolu günde Kapadokya’nın birçok yerini dolaştıktan sonra yarım günden daha çok zaman ayırdığımız, sokaklarında geçmişin kokuları ile dolaştığımız güzel bir köy. Dolaştığımız köyde konakların, kiliselerin taşları Ürgüp’te başka binalara taş olmuş olsa da kalanlar bize tarihi dokuyu yaşattı, günümüzde böylesine tarihi yolculuk yaptığımız köyde, acaba 1920’lerde dolaşsak nasıl olurdu diye düşünmekten alıkoyamadık kendimizi. Keşke koruyabilse idik 1920’lerin  köyünü bir hazine olarak. 

 

Visits: 6

Aspendos Gezi Rehberi: Dünden Bugüne Canlı Bir Antik Kent

Aspendos, tiyatrosunu bir yana koyarsanız, Anadolu’daki yüzlerce antik kentten biri ama işte o tiyatrosu, Aspendos’u bugün hala canlı, yaşanan bir yer yapıyor, dünü bugüne taşıyor. O zaman gidelim, görelim…

Antalya’nın Serik İlçesi Belkis beldesinde bulunan Aspendos’a ulaşmak için Antalya-Mersin Karayolunu takip edeceksiniz;  Manavgat yönünde otoyol üzerinde 48 nci kilometrede,  Serik’ten hemen çıktıktan sonra,  sola kuzeye dönüp Aspendos Caddesi’nde 4-5 km gittikten sonra Aspendos’a ulaşıyorsunuz. Toplu taşımayı tercih edecekseniz, Antalya Otogar’dan Serik’e gelip oradan Belkis’a giden bir araç bulabilirsiniz. Aspendos’a giriş 60 TL, müze karta ücretsiz. Kış sezonunda (Ekim başı-Mart sonu) 08.30-17.30, yaz sezonu (Nisan başı-Eylül sonu) 09.00-19.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir. Her gün açık.

Buraların tarihi çok eskilere kadar gidiyor; Aspendos sikkelerinde şehrin ilk ismi olarak kabul edilen Estwediiys ibaresi, Geç Hitit dönemine ait Azatiwataya’nın kralı Azatiwata’ya dayandırılmaktaymış. Kabul edilen görüşe göre, Aspendos, Truvalıların can düşmanı Akhalılar tarafından kurulmuş ve tarihi MÖ 1200’lere kadar gitmekteymiş. Aspendos, Pamfilya’da Perge ile Side’nin gölgesinde kalsa da görkemli  bir kent. Yunan tarihçi Thukidides’e göre Aspendos, Eurymedon/Köprüçay üzerinde gemi taşımacılığının yapılabildiği son noktaymış…

Genel olarak Pamfilya tarihine Perge yazımızda yer verdiğimiz için burada tekrar yazmayacağım. Merak edenler için linki ekliyorum. Perge Gezi Rehberi: Helenistik Dünyanın İncisi

Aspendos, siyasi hayatın parlayan yıldızı olmamış. En önemli olaylardan biri, Atina ve müttefiklerinin Persleri yendiği Eurymedon Savaşı… Bu savaş sonrası Aspendos, Attika-Delos Birliğine alınmış. Onun dışında Pamfilya’da ne olmuşsa, Aspendos da onu yaşamış; Truva Savaşı sonrası bölgeye gelen kahramanlar, Dor göçleri, Likyalıların kendilerini ve parayı buraya da tanıtmaları, Persler tarafından bir üs olarak kullanılması, Büyük İskender’in esip kavurmasından sonra bir süre Antigonos  ve Ptolemaios çekişmesi, bu arada Pergamon Krallığının hakimiyeti ve ne zaman okusam her defasında hayrete düştüğüm, Pergamonların Kralı III Attalos tarafından topraklarının Roma İmparatorluğu’na miras bırakılması ve Roma hakimiyeti… Ama iyi ki de bırakmış; bölgedeki çoğu antik kentte olduğu gibi Aspendos’ta da gördüğümüz çoğu abide Roma İmparatorluğu dönemine ait. Ve tabii, mutlaka Hadrianus buralara da gelmiştir. Hikaye sonra daha bildik oluyor; Bizans-Selçuk-Osmanlı…

Aspendos genelde kavgayı gürültüyü pek sevmeyen bir yermiş. Mesela Atinalı komutan Thrasybulus, Peloponez Savaşlarında çizdirdiği karizmasını toparlamak için donanmasını Aspendos kıyılarına çekince, Aspendoslular aman düzenimiz bozulmasın diye aralarında para toplayıp komutana vermişler. Ama sakin atın tekmesi sert olurmuş; Komutan parayı cebine indirip sonra Aspendos’u yağmalayınca bu da kendisinin son macerası olmuş; ölüm Aspendosluların elinden gelmiş.

Gerçi aynı düzenbazlığı Aspendoslular da Büyük İskender’e yapmışlar, karşısındaki kahramanı hafife alarak… Önce aramızda bir şeyler toplayalım sen bize dokunma falan demişler, Büyük İskender’in  zaten daha gidecek çok yolu var, O da kabul etmiş. Ama sonra Aspendoslular, ya biz niye para veriyoruz ki, pek de bir şeye benzemiyor zaten, biz bunu paralarız falan demiş olmalılar ki, parayı vermedikleri gibi, savaş düzeneği falan olayına girince… Sen misin üç kağıda yatan; İskender’in dönüşü muhteşem olmuş, o para misliyle Büyük İskender’e verilmiş…

Aspendos, Side ile birlikte Pamfilya’da ilk sikkelerin basıldığı yer. Göreceli olarak döneminin daha küçük kentlerinden biri olan Aspendos’un  kendi adına gümüş sikkeler bastırması, zenginliğinin bir göstergesi. MÖ 5 yy’ın ilk çeyreğinde basılan ilk sikkelerde bir elinde kılıç/mızrak bir elinde kalkan tutan çıplak bir savaşçı/hoplit, arka yüzde bacak şeklinde triskeles yer alırken, MÖ 5 yy sonlarında şehrin efsanevi kurucusu Mopsos ve yaban domuzu tasviri bulunmaktaymış. MÖ 3-2 yy’da sikkeler çıplak güreşçilerle süslenir olmuş. Bu arada Aspendos güzel atları olduğu kadar güreşçileriyle de meşhurmuş. Bizans döneminde Primopolis diye isimlendirilmiş, daha çok dini ayinlerin düzenlendiği bir yere dönüşmüş.  Selçuklular döneminde tiyatronun kullanıldığına dair izler hala duvarların üzerinde görülebilir. Osmanlı döneminde uykuya dalan bölge, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında müthiş bir kahramanı ağırlamış; Mustafa Kemal Atatürk, Aspendos’un acilen restore edilmesini istemiş. 1980’li yıllarda Antalya’nın turizm odaklı geliştirilmesinden sonra iyice parlayan Tiyatro, özellikle 1994’te düzenlenmeye başlanan Aspendos Bale ve Opera Festivali ile  Türkiye’nin belli başlı  turizm, kültür ve sanat merkezlerinden biri olmuş. Her antik kente nasip olmayan bir mutlu son; şimdilik…

Şimdi, biri büyük biri küçük olmak üzere iki tepe üzerinde kurulu Aspendos’u gezmeye başlayalım. Şehrin en gözde noktası elbette tiyatrosu…

Tiyatro: Antik dünyadan kalan en iyi korunmuş tiyatro olma özelliği taşıyan yapı, MS II. yüzyılda   Roma İmparatoru Marcus Aurelius döneminde, Aspendoslu mimar Zenon tarafından yapılmış. Roma tiyatroları tarzında yarım daire olarak planlanan yapının ön cephesi 22 metre yükseklikte, 100 metre genişlikteymiş. Tiyatro 41 oturma sırasına sahip olup yaklaşık 10000 kişiyi alabiliyormuş. Tiyatro, Selçuklular döneminde elden geçirilmiş ve kullanılmış; Alaaddin Keykubat kısa sürede olsa sahne kısmının bazı bölümlerini saray olarak kullanmış, bazı pencereleri kapıya dönüştürmüş, dış cepheye bir selamlık eklemiş. Yapı duvarlarında görülen zikzak figürler Selçuklulardan kalmaymış.

Oturma bölümü arkasındaki tepenin yamacına yaslı olarak inşa edilen Tiyatro’nun galeri ve sahne kısmı ise, yüksek kemerle desteklenmiş. Özellikle sahne duvarı ile alınlık ve  nişlerdeki bezemeler dönemin ince taş işçiliğinin  ihtişamını gözler önüne sermekte. İki kattan oluşan sahnenin alt kat sütunları Iyon tarzındayken üst kat sütunları Korint tarzındaymış. Bir zamanlar sahne duvarındaki gömme pencerelerde heykellerle süslüymüş.

Sahne gerçekten Tiyatro’nun en göz alıcı yeri. Bugüne kalan parçalar bile sahnenin  zarafeti ve inceliği hakkında yeteri bilgiyi vermekte. Sahne aşağısında oyuncuların sahne girişlerini yaptığı beş kapı, üstte ise sütunlarla ayrılan gömme pencereler ve  antik dünyada her eğlencenin altından çıkan Dionysos bezemelerinin olduğu üçgen alınlık mutlaka görülmesi gereken yerler.

Aspendos tiyatrosunun bir özelliği binlerce yıla meydan okuyup yağmura, sele, depreme, fırtınaya rağmen bugüne  bu kadar sağlam gelebilmesiyse bir özelliği de müthiş akustiği… Otuma sıralarının dik bir eğimle yapılması ve derinliğinin de katkısıyla, her fısıltı bir çığlığa dönebilir; birlikte gittiğiniz arkadaşlarınız hakkında gıybet için hiç iyi bir yer değil, ona göre…

Ve tabii böyle görkemli bir yapıyı sıradan bir inşaat gibi geçiştiremeyiz, mutlaka bir efsanesi olmalı. Gerçi efsaneyi dinledikçe bu hikayeyi bir yerden tanıyorum diyeceksiniz ama tiyatrosuydu, stadyumuydu, kalesiydi, bacasıydı; binlerce yapının her birine özgün efsane nasıl bulunsun… Efsanemizde yine bir hükümdar, hükümdarın dünya güzeli kızı var ve bu kız evlenecek… Elbette bu kıza talip olan muhtelif adaylar var. Aspendos’ta da hükümdar, kızını kime vereceğini bilemez, en sonunda nasıl bir memleket sevgisiyse, Aspendos’a en faydalı işi yapana kızı vereceğim, der. Aspendos’un o günkü ihtiyaçlarını tam bilemiyorum ama sonuçta mendilden tavşan yapana kız verilecek değil tabii, kalıcı, heybetli ve yararlı bir şeyler olsun ki kız boşa gitmesin. Nihayet iki eser evliliğe giden yolda kapıyı aralar. Olayın ağır draması da burada; bu iki eseri yapanlar aslında kardeşmiş… Neyse eserlerden biri yazımızın kahramanı, akustiği ile ünlü tiyatro, diğeri ise dağlardan bayırlardan uzanıp şehre su getiren devasa su kemerleri… Bir yanda hayatın kaynağı su, öbür yanda herkesin lafını bire bin katıp bağıran dedikoducu bir tiyatro. Ben olsam su kemerlerini seçerdim elbette. Oyuncular da ovada, yaylada oynasınlar bir çadır kumpanyası olarak.  Aslında galiba hükümdar da önce öyle düşünmüş  ama sonra tiyatronun en tepesinde dolanırken ‘o kız beni görmeli, bana kazak örmeli’ gibisinden bir ses duymuş ama bakmış ki ortalıkta kimse yok. Tam korku içinde,   o dönemde cevşene tekabül eden bir dua falan okuyacakken bir de bakmış ki Zenon uzakta kendi kendine  fısıldayıp duruyor. Bu akustik dehasından etkilenen hükümdar, kimi seçeceğini bilemez ve kızını ikiye bölüp adaylara dağıtmaya karar verir.

Bir versiyona göre efsane burada bitiyor yani kızını iki mimar arasında paylaştırıp sonra işinin başına dönüp şehri idare etmeye devam ediyor. Bu noktada insan düşünmeden edemiyor; böyle hükümdarlarla Aspendos nasıl varlığını uzun yıllar koruyabildi acaba, diye… Böyle düşünen başkaları da olsa gerek ki efsaneye bazı eklemelerle, olayı bir ölçüde tatlıya bağlamaya çalışmış. Buna göre su kemerlerini yapan mimar, artık kıza olan sevgisinden mi ya da bir kızın yarısıyla nasıl bir hayat kurabileceğini bir türlü bilememesinden mi, bilinmez aradan çekilmiş ve Zenon kızla evlenmiş. Adı sanı bilinmeyen, su kemerlerini yapan, fırsatçı Zenon’un kardeşi olan mimar ise, tam bilgi olmasa da, hayatın dalgaları arasında o su kemerinden bu su kemerine sürüklenmiş gitmiş.

Su kemerleri: Bence en az Tiyatro kadar önemli diğer bir yapı da su kemerleri. Kemerlerin 950 metrelik kısmı olan iki sifonu ayakta kalmış; biri daha uzak ama diğeri şehrin kurulu olduğu tepenin hemen aşağısında yer alıyor.

25 km uzaktan getirilen suyun kente girişinden önce yavaşlatan sifonlar, irili ufaklı kemerlerden oluşuyor ve adeta dalgalı bir denizi andırıyor. MS 2 yüzyılda kısmen tuğladan yapılan 15metre yükseklikteki su kemerleri,  en üstte oyulmuş taş bloklardan oluşan kanalla suyu şehre getirilmekteymiş. Su, kemer bitimlerindeki 30 metre yüksekliğindeki kulelerde biriktirilip şehre dağıtılırmış. Tiyatro efsanesinin karakter oyuncusu konumundaki su kemerleri, aslında bir mimarlık şaheseri olarak kabul edilmekte.

Aspendos antik kenti, Tiyatronun arkasındaki iki tepe üzerinde yayılmış. Çoğu Roma İmparatorluğu dönemine tarihlenen abidevi yapılar şehrin görülecek diğer yerleri. Buraları gezerken biraz da hayal gücünüzü çalıştırmanız gerekecek çünkü çoğu yapı henüz elden geçirilmemiş.

Şehri kuşatan  surlar Helenistik dönemde yapılmış ama sonradan gelen uygarlıklar kendilerine göre tamir etmişler. Tiyatronun karşı tarafında stadyum var, geriye çok şey kalmasa da…  Tiyatronun arkasında başlayan patikadan Akropol’e ulaşılıyor. Burada göze çarpan ilk bina 27X105 metre ölçülerindeki Roma bazilikası…

Güneyinde ise şehrin günlük, siyasi, ticari hayatının geçtiği üç tarafı evlerle çevrili Agora görülebilir. Batıda ise Stoa’nın arkasında eşit büyüklükte 12 dükkanın kalıntıları mevcut.

Akropol’ün kuzey doğusundaki küçük Dor düzenekli tapınak, Tiyatro’dan 400 sene önce yapılmış ve bugüne sadece temelleri ulaşabilmiş.

Agora’nın kuzeyinde ise günümüze sadece bir ön duvarı kalmış, 15 metre yükseklikte, 32,5 metre genişlikte iki katlı nymphaeum (anıtsal çeşme) hala görkemli… Burada ayrıca bouleterion (meclis binası)  olarak kullanılan bir yapı da görülebilir.

Çevrede şehrin mezarlığı nekropol, stadyum ile zafer takı- kemerli  giriş kapısı şehrin diğer gezilecek yerlerinden. Şehir ana caddesinin öbür tarafındaki Tapınak Tepesi ile Gymnasium da dönmeden uğramanız gereken noktalar. Agoranın doğusundaki üç katlı alış veriş binası ise şehrin en erken döneme ait yapılarındanmış; alışveriş her zaman önemliymiş demek ki…

Aspendos, kadim bir kent, geçmişi çok eskilere gidiyor ama özellikle Tiyatrosu bugün bile kullanılıyor.  Aspendos tiyatrosu ve su kemerleri UNESCO’nun Geçici Kültür Mirası Listesine alınmış. Aslında Aspendos deyince akla gelen yapılar da bunlar ama Aspendos’un görkemi, yavaş yavaş gün ışığına kavuşan şehrin tüm yapılarına yansımış. Antalya’nın en önemli simgelerinden biridir Aspendos; gidip görmek gerek.

 

Visits: 4

Kaleiçi-Antalya Gezi Rehberi: Kısa Kısa-Görülecek En Özel 7 Yer

Antalya Kaleici

Antalya’nın her bir köşesi için sayfalar yazılabilir. Zaten gerek Kaleiçi’ni, gerek falez ve kıyı plajlarını, gerekse Perge esas alarak ele aldığımız müzesini anlata anlata bitirememiştim.

Antalya Gezi Rehberi-Kaleiçi

Antalya Falezler Boyunca Parklar ve Kaya Plajları

Perge Gezi Rehberi; Helenistik Dünyanın İncisi

Bütün Antalya içinde Kaleiçi ayrıcalıklı bir yere sahip çünkü burası  Antalya’nın başlangıç noktası, adeta bir özeti. Peki Kaleiçi deyince akla gelenler nedir, buranın olmazsa olmazı nelerdir, bir bakalım…

1.Seyir Teraslarında manzaranın keyfini çıkarın.

Kaleiçi Antalya’nın ünlü falezlerinin denizle buluştuğu, at nalı şeklinde bir koy. Cumhuriyet Caddesi ile Atatürk Caddesi’nin kesiştiği noktayı merkez alan Kaleiçi’nin  iki ucundan da manzaranın keyfi bir başka. Gerek Cumhuriyet Meydanı’ndaki seyir terası, gerekse Mermerli yanındaki Keçili Park, manzaranın tadını çıkarabileceğiniz noktalar. Aynı noktalardaki Mermerli çay bahçesi ile Tophane çay bahçesi, manzarayla birlikte oturup bir şeyler içeceğiniz, zaman geçirebileceğiniz yerler.

2.Sokaklarında dolaşın.

Kaleiçi’nin havasına kapılmak için mutlaka sokaklarında dolaşın. Kaleiçi’nin girişlerinden biri olan İskele Sokağı,  Liman boyunca uzanan Kordon Sokağı ile Hadrian Kapısı’ndan başlayan Hesapçı Sokağı, Kaleiçi’nin can damarı. İskele Sokağı hem eski şehrin önemli bir girişi hem de turistlere mallarını beğendirmeye çalışan türlü mağazaların sıralandığı bir sokak. Liman boyunca uzanan Kordon sokağı, lokantaların, kafelerin, müzelerin bulunduğu ana cadde, tekne turuna çıkmaz isterseniz hepsi burada… Hesapçı Sokak ise Kaleiçi’nin ana eğlence merkezi; barlar, kulüpler, meyhaneler, kafeler, lokantalar gezinizi şenlendirmek için bekliyor.

3.Hadrian Kapısı-Hıdırlık Kulesi’ni görün.

Roma İmparatoru Hadrian’ın Antalya gezisi şerefine MS 130’larda yapılan zafer takı görünümündeki giriş, Antalya’nın simgelerinden biri. Buradan başlayan Hesapçı Sokak sizi Hıdırlık Kulesi’ne, oradan da Karaalioğlu Park’a götürecek.

4.Selçuklu mirasına göz atın.

İskele Sokak başındaki Yivli Minare, Yivli Cami, İmaret Medresesi, Mevlevihane, Zincirkıran Mehmet Bey ve Nigar Hanım türbeleri; hepsi birlikte duran bu yapılar Antalya’nın özellikle Selçuklu döneminden kalan eserlerden oluşuyor. Antalya resimlerinde bol bol göreceğiniz Yivli Minare ve diğerleri Kale İçi’nin mücevherleri. Hemen yakınlardaki Karatay Medresesi de bu yapılarla bütünlük oluşturan bir yer.

5.Müzelere gitsek mi?

Kaleiçi’nde Oyuncak Müzesi, Deniz Biyoloji Müzesi, Etnografya Müzesi ve Suna-İnan Kıraç Müzesi yer almakta. Suna-İnan Kıraç Müzesi pandemiden dolayı kapalıydı. Kaleiçi’ne  ilk defa geldiyseniz müzelerle hiç zaman kaybetmeyin, gezinizin her anını buranın güzellikleriyle geçirin derim ama illa bir müze seçecekseniz bence Etnografya Müzesi olmalı. Sadece konuşlandığı iki geleneksel Antalya konağını görmek bile ilginç; içinde 18-19 yüzyıla ait eserler de başka müzelerde görebileceğiniz ama yine de nadide eserlerden.

6.Denizin çağrısına kulak verin.

Kaleiçi’nde uzun süreli zaman geçirmeyi planlıyorsanız mayonuzu da yanınızda götürün. Hıdırlık Kulesi’nin yakınında yer alan Mermerci Kaya Plajı size günün yorgunluğunu denizde unutturacak. Türkiye’de koca bir metropolün içinden deniz girebileceğiniz kaç yer var ki? Hele ki, bu deniz, tertemiz Akdeniz sularıysa…

7.Şehzade Korkut Cami- Sultan Alaaddin Cami-İskele Cami ilginizi çekebilir.

Kesik Minare olarak da bilinen Şehzade Korkut Cami, artık külahı takılmış eski kesik minarenin yanında ve hala tadilatta. İskele Cami ise Liman’da, Antalya’nın en küçük  ve belki de en sevimli camisi, içi sadece su kaynağından oluşuyor. Sultan Alaaddin Cami ise Şehzade Korkut Cami’nin arkasında, kiliseden dönüştürülmüş bir yapı, eski günlerin anısına tavanındaki melek ve haç süslemeleri ile ilgiyi hak ediyor.

Kaleiçi büyüleyici bir yer. Yeşillerin mavilerle oynaştığı en kapalı havada bile ışıldayan bir liman. Şöyle oturup bir fincan çay eşliğinde hayallere dalmak bile her şeye değer. Benden önermesi; siz nasıl tadını çıkaracaksanız öyle gezin bu cenneti…

Visits: 7

Bakü Gezi Rehberi: Rüzgarlı Şehir (Külekler Şehri)

Baku

‘Uzaklara gitmek, denizler, sınırlar, ülkeler, inançlar aşmak fırsatı çıktığı zaman hiç duraksama. ‘ Amin Maalouf

Bende Kalanlar

Yirmi beş yıl önce başladı benim Bakü ile tanışmam. Çeşitli projeler kapsamında bir çok kez gidip geldiğim bu şehri ilk gittiğim anda çok sevdim. Daha sonra, özellikle, dekanlık yaptığım dönemde 2006 – 2012 yıllarında Hacettepe Üniversitesi – Azerbaycan Devlet Pedagoji Üniversitesi ile yaptığımız karşılıklı işbirliği anlaşması ile çok sık gidip gelmeye başladım. Azerbaycan Devlet Pedagoji Üniversitesi ile gerçekleştirdiğimiz karşılıklı konferanslar, toplantılar ve projelerimiz, son dönemde Hazar Üniversitesi, Azerbaycan Teknik Üniversitesi ile yaptığımız çalışmalarımız Bakü’yü daha da güzelleştirdi benim için. Her Bakü ziyaretim keyifli zaman geçirmeme, renkli anılar biriktirmeme neden oldu. Beni en çok etkileyen ise, Bakülü dostlarımın kadirşinaslıklarıdır.  Bana çıkarsız ilişki, dostluk ve vefanın ne olduğunu hatırlatmış, ‘dünden bugüne taşıdığımız ne var?’ sorusunu düşünmeme neden olmuşlardır. Vefa kavramını hep önemseriz, önemli olduğunu savunuruz ve hatta vefalı olduğumuzu da düşünürüz. Peki gerçekten öyle miyiz? Kaçımız hayatımıza dokunmuş, bize bir şekilde küçük ya da büyük bir iyilik yapmış, bir şekilde yaşamımızı kolaylaştırmış ya da hayatımıza şöyle ya da böyle katkıda bulunmuş kişileri hatırlıyoruz? Yoksa “zaten bizim hakkımızdı, yapılması gerekiyordu diye düşünüp, yapılanları unutmayı mı yeğliyoruz? Tüm bunlar için hiç teşekkür ettiniz mi? O zaman Bakü’ye gidin derim, bazı kavramların içinin nasıl dolduğunu göreceksiniz.

Yüksek bir tepe üzerinde, amfi tiyatro biçiminde kurulan Bakü, Hazar manzarasına açılır. Hazar Denizi’nin batı kıyısında Apşeron Yarımadası’nın güneyinde, Bakü Körfezi’nin oluşturduğu geniş yayın üzerinde yer alan Bakü’ye halk arasında ‘Külekler Şeheri’ yani ‘Rüzgarlar Şehri’ diyorlar. Gerçekten de bu ülkede özellikle Başkent Bakü’de rüzgar kesilmek nedir bilmez. Evlerde çatı olmadığı hemen dikkatinizi çekecektir. Bütün mevsimlerde görülen rüzgar özellikle kış aylarında zaman zaman sokakta yürümeyi imkansız hale getirebiliyor.

Yapılan arkeolojik kazılar sonucunda Bakü’nün İsa’dan önce yerleşim bölgesi olduğu anlaşılmıştır. Bakü şehrinin ne zaman kurulduğu tam olarak bilinmemektedir. Ancak Bakü’nün ismi onun bütün özelliklerini çağrıştırmaktadır. Ateşperestlere göre, Baku- Ateşli Ada, Hintlilere göre Bagu- hakikate doğru anlamına gelmektedir. Bazı görüşlere göre Bakü- Badu Küba, Farsça büyük rüzgarlar şehri sözünden türetilmiştir. Ve nihayetinde Azerbaycanlılar şehirlerine Bakı (Baki)- ebedi demektedirler.

Bu bölgede 11. yüzyılda Şirvan Şahlar, 13. ve 14. yüzyıllarda Moğollar yaşamışlardır. 1723’de Ruslar, 1735 de İranlılar, 1806’da tekrar Ruslar Bakü şehrini ele geçirmişlerdir. 11. yüzyılda Şirvan Şahları’nın başkenti iken, ülkenin tek limanı olduğundan, ticaret merkezi konumuna gelmiştir. Gelişen ticaret nedeniyle küçük şehrin sokakları, meydanları ve limanları gelenlerle dolup taşmış ve bütün bunlar şehrin büyümesine neden olmuştur.

Bakü şehrine yolu düşenlerin ilk dikkatini çekecek şey muazzam binalarıdır. 1870’lerden itibaren yapılmaya başlayan ve bugün sapasağlam ayakta olan sayısız bina hem ihtişamı hem de süslemesiyle meraklıları derhal etkisi altına alıyor. Bakü mimarisi eski ile yeninin bir araya gelişine güzel bir örnek teşkil ediyor.

İçeri Şehir (eski şehir) merkezindeki tarihi binalarla, 20. yüzyılın başında inşa edilen şehrin modern yüzünü temsil eden binalar iç içe geçmiş durumda. Bakü’nün ana tarihi bölgesi “İçeri Şehir” ya da Azerbaycan Türklerinin deyimiyle “Köhne Şehir”dir.

Azerbaycan Türklerinin milli kimliklerinden bahsedince ilk akla gelen sözcük  “Azeri” oluyor. Azeri, Azeriler ya da Azeri Türkü olarak söz ediyoruz. Azeri kelimesi ilk bakışta Azerbaycan kelimesinin kısaltılmışı gibi görünse de doğru ifade “Azerbaycan Türkü” ya da “Azerbaycanlı” ifadesidir. Azeriler İran’da yaşamış Farsça konuşan ve etnik fars milletine mensup, ateşe tapan bir topluluk.

İçeri Şehir

12. yüzyılda beş büyük kapısı olan surlarla kuşatılmış İçeri Şeher (Köhne Bakı) bir yerleşim merkezidir. İslami yapılar ve Sovyet mimarisi iç içe. Her yanı taştan yapılmış İçeri Şeher’in sokaklarında gezerken tarihin kokusunu duyacaksınız.

Eski dönemlerde ve Orta Çağ’da Çin’den Orta ve Ön Asya ülkelerine giden, insanlık tarihinde  kıtalararası ticaret ve diplomasi yolu olarak değerlendirilen kervan yolu (Tarihi İpek Yolu), Çin’den başlayıp,  birçok ülkeden geçmiştir. Bu büyük ticaret karayolunun önemli düğüm noktalarından bir tanesi de Azerbaycan olmuş. Doğu ve Batıyı birleştiren İpek Yolu’nun (en büyük ticaret yolu) İçeri  Şeher ve çevresinde bıraktığı birçok eser bulunuyor.

İçeride çok sayıda tarihi binanın yanında müze ve ziyaretçiler için çay bahçesi, lokanta, alışveriş merkezi bulmak mümkün. “İçeri Şeher”, yontma taş devrinden bu yana nice yerleşime tanıklık etmiş; (Sasaniler, Araplar, Persler, Şirvanlar, Osmanlılar ve Ruslar) ve eski binaları, labirenti andıran dar sokakları ile ilginç bir görünüm sergilemektedir. İçeri Şehir tüm tarihi yapıları, sanat galerileri ile tam bir açık hava müzesi. Bakü’lüler, kentin çekirdek tarihi dokusu “İçeri Şeher”i alabildiğine korumaya çalışmaktadır. 12. Yüzyıl yapısı duvarları ve yapıları günümüze gelebilmiş bu doku 2000 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer almış, ancak iyi korunamadığı için 2003 yılında Tehlike Altında Olan Dünya Mirasları listesine alınmıştır.  Parke taş döşeli sokaklarında kaybolmak; hediyelik eşya dükkanlarını ve halıcıları gezmek; restoran ve kafelerinde oturup kahve ya da lezzetli yemekler eşliğinde  bulunduğunuz mekanın keyfini çıkarmak inanılmaz.

Bakü’nün simgesi olan Kız Kulesi – Giz Galasy, tarihi Sümerlere kadar uzanan kale 12. yüzyıl eseri, yontma taş ile inşa edilmiş. Yaklaşık 30 metre uzunluğunda ve sekiz katlı olan bu yapı şehrin simgesi olarak bilinir.  ХII. yüzyılda mimar Masud ibn Davut tarafından inşa edilen Kız Kulesi, bölgenin gözde yapılarından biri.  Kulenin gövdesi kireç taşından yapılmış olup içe meyilli yatay taş sıraları ve kaburgalı cephe görünümüne sahip.  Son düzenlemelerle denizden bir hayli uzaklaşmış ve halen koruma altında. Eski bir Zerdüşt Tapınağı olduğu düşünülen kale, tarih içerisinde deniz feneri, savunma kalesi ve rasathane olarak kullanılmış.

Hakkında pek çok efsanenin anlatıldığı Kulede erkek kardeşi tarafından hapsedilen bir kız yaşarmış. Tutsak kız çok mutsuzmuş ve bu azaba dayanamamış, günün birinde kendini kaleden Hazar Denizi’nin şefkatli kollarına bırakmış. Bu yüzden Kız Kulesi olmuş adı. Bir başka söylenti de hiçbir zaman düşmanlar tarafından ele geçirilemediğinden kale halk arasında bakirelik sembolü olarak Kız Kulesi diye adlandırılıyormuş. Üçüncü bir görüşte önce “Göz Kalesi” adlandırılmış, zamanla bu isim halk deyiminde değişerek “Kız Kulesi” şeklini almış. Hangisini kabul edeceğiniz artık size kalmış.

Azerbaycan paralarında ve bazı resmi belgelerde sembol olarak görülen sekiz katlı kulenin  her katı yontma taşlarla inşa edilmiş bugün hediyelik eşya butikleri ve sergiler yer alıyor  Kalenin etrafında  bir Ortaçağ Hamamı kalıntıları,  bir Kervansaray (şu anda restoran olarak kullanılıyor), Sink Kale Camii, Hoşa Kale Kapısı, Cuma Meşhed Minaresi bulunuyor. Havadan “Q” şeklinde görünen kulenin terasından bütün Bakü’yü seyretmek muhteşem.

Şehrin en ünlü tarihi ve mimarlık eseri olan Şirvan Şahlar Sarayı, gerek yerli gerekse yabancı turistlerin en çok ziyaret ettiği yerlerden biri.  15. yüzyılda  inşa edilen Şirvanlarşahlar hanedanının şahı İbrahim Halilullah’ın döneminde yapılmış. İki katlı bu saray, Bakü’nün Şirvan Şahları’na başkentlik yaptığını gösteren ihtişamlı mimari örneğidir. Günümüze kadar güzelliğibnni koruyan Şirvan Şahlar Sarayı taş mimarisinin benzersiz örneklerinden biri olarak sayılmakta ve bugün müze olarak kullanılmaktadır. UNESCO Dünya Mirası (Tarihi Eserler) Listesi’nde bulunan Külliye, ana saray binasından, divanhaneden (ziyafet salonu), mezar tonozlarından, minareli bir camiden, felsefeci ve düşünür Seyid Yahya Baküvi’nin türbesinden, Murad Kapısı’ndan, bir su deposu ve hamam kalıntılarından oluşmaktadır.

Dünyanın ilk ve tek Minyatür Kitap Müzesi, İçeri Şehir’de yer almaktadır. Müzede sergilenen kitaplar, dünyanın en büyük minyatür kitap koleksiyonu olarak Guinness Rekorlar Kitabı’na girmiştir. Müzenin kurucusu,  koleksiyonun sahibi ve müze müdürü Zarife Salahova’dır.  Sadece 7,5 cm den küçük kitapların minyatür kabul edildiği müzede 5600 kitap bulunmaktadır. Müzede, 71 ülkede basılmış kitapların her birinin bulunduğu bölümün üstünde, hangi ülkelerden olduğunu belirtmek için o ülkenin bayrağı yer almaktadır.

İçeri Şehir’in çevresinde, körfezi çevreleyen tepelerin yamaçlarında yeni ve modern Bakü’nün geniş caddelerinde eski binalar ile yeni binalar iç içedir. Çoğunlukla üç katlı olmasına karşın, bu taş binalar modern mimari örneği beş katlı bir binayla aşağı yukarı aynı yüksekliktedir. Binaları süsleyen bol miktarda heykel ve kabartmalar, kemerleri ve bina yüzeyinde çeşitli süslemeler bulunmaktadır. Bu binalar ilk petrol zengini Bakülülerin kente çağırdığı Alman ve Rus mimarlar tarafından yapılmış anıtsal/devasa yapılardır. Bu binalardaki balkon ve kapı süslemelerinin de bir o kadar etkileyici olduğunu görebilirsiniz.

Şehirdeki önemli mimari eserlerden bir kısmı II. Dünya Savaşı yıllarında özellikle Alman esirlerden yararlanılarak yapılmış. Bu dönemin en ünlü binası kuşkusuz Azadlık (eski Lenin) Meydanındaki Hükümet Binasıdır. Yeni Bakü ile neredeyse özdeşleşen bu bina estetiğiyle göz kamaştırmaktadır.

Bakü’nün belirgin özelliklerinden biri de hemen her caddenin, her sokağın başında son derece geniş, ağaçlarla ve banklarla tam bir dinlenme alanı olarak düzenlenmiş, çok miktarda park bulunmasıdır.

Sahil  boyu,  yaklaşık 150 – 200 metre genişlikte park ve dinlenme alanı olarak düzenlenmiş hat boyunca, akşam üstleri ve hafta sonları rengarenk insan manzaraları görebilirsiniz. Bakü sahilinde geniş çaplı onarım çalışmaları yürütülmüş, milli park daha büyük ve rengarenk görünüme kavuşmuş, burada bulunan birçok tesis yeniden tamir edilerek onarılmıştır. Milli Park alanının büyüklüğüne göre Paris’te Sen Nehri kıyısındaki parktan sonra Avrupa’da ikinci sırada yer almakta.  Fıskiyeler, geleneksel milli üçlü (tar, kemençe ve tef ) müzik aletleri biçiminde tasarlanmış mimarisiyle Muğam Merkezi, L. Kerimov Halı Müzesi sahil boyunca yer alan ve görülmesi gereken yerlerdir. Yeni bulvar eski bulvarın uyumlu bir şekilde devamı olarak tasarlanmıştır.

2012 yılında Azerbaycan’da Eurovision yarışması düzenlenmiş, bu amaçla Kristal Salon “Crystall-Hall – Bakı Kristal Zalı’ inşa edilmiştir. Bu çok fonksiyonlu arenada, konser, spor müsabakaları ve çeşitli etkinlikleri izleyebilirsiniz. Adının hakkını verecek nitelikteki ışıklandırmalarının Hazar Denizi üzerinde yansıması ise görülmeye değer.

Hazar sahili boyunca birkaç kilometre uzayan Bakü Bulvarı yukarıda da söz ettiğim gibi,  her zaman aile gezileri, sevgililerin buluşması ve yaşlıların dinlenmesi, bisiklet ve yürüyüş yolları, çocuk bahçeleri ile en çok tercih edilen bir mekandır. Bunun dışında söz konusu mekanın yeşil alanları bitki ve ağaç çeşitleriyle de oldukça zengindir.   

Bulvardan sonra Azerbaycan Devlet Bayrağı Meydanı başlar. Bulvar ve Bayrak Meydanı bir bütünün parçaları olup iç içe geçmiş bir gezi alanı oluşturur.  Azerbaycan ülkesinin birlik ve bütünlüğünün simgesi olarak tanımlanan bayrak direğinin yüksekliği 162 metre olup toplam ağırlığı 220 ton, bayrağın eni 35 metre, uzunluğu 70 metre, toplam alanı 2450 metrekare, ağırlığı ise yaklaşık 350 kilo olup, Guinness tarafından,  Azerbaycan bayrak direğinin dünyada en yüksek bayrak direği olduğu onaylanmıştır.

Bakü ve Azerbaycan’ın en ünlü kuleleri olarak Alev ya da Ateş Kuleleri adını en önemli zenginliklerinden biri olan petrol ve doğalgaz alevlerinden almış. Yapıldığı günden bu yana büyük beğeni toplasa da, zaman zaman eleştiri oklarının  hedefinde de yer almakta.  Bakü’nün kültürel yapısına zarar verdiği, kuleler için harcanan paranın israf olduğu gelen eleştirilerin başında yer almaktadır. 190 metre uzunluğundaki Alev Kuleleri, Bakü’nün hemen hemen her tarafından görünmektedir. Bakü’de karanlık çöktüğünde ışıklandırmalarıyla dikkat çeken Alev Kuleleri, özel günlerde günün anlam ve önemine uygun renklerle ışıklandırılıyor. 2012 yılında tamamlanan kuleler otel, ofis ve rezidans olarak hizmet veriyor.

Canlı Bakü’yü yerinde görmek için gidilecek adres şehrin en büyük meydanlarından, Bakü’nün buluşma noktası Fıskiyeler (Fevvareler) Meydanı’dır.  Etrafı parklarla çevrili geniş bir yaya bölgesi ve lüks mağazalardan alışveriş yapılabilen bir alan Merkezde yer alan bu meydandaki kafelerden birinde oturup geleni geçeni izleyebilir, Bakü’nün gündelik hayatına tanıklık edebilirsiniz. Şehir merkezinde yürüdüğünüzde, her caddenin sonunda mutlaka buraya çıkarsınız.  Şehrin sokaklarında yürürken Sovyet döneminden kalan çeşmeleri izleyerek de  bu güzel meydanda bulabilirsiniz kendinizi.

Bu arada, kentin en yüksek yapısı olan, 310 metre yüksekliğindeki Bakû Televizyon Kulesi’ni de unutmamak gerekiyor. Burada, 175 m. yükseklikteki döner restoranda mola verip, Bakû’yu kuşbakışı izleyebilirsiniz.

Bakü manzarasının en güzel resmedildiği konum Şehitler Xiyabanı noktasıdır. Bir camii, çok sayıda anıt mezar ve yine Azerbaycan’ın simgelerinden olan aralıksız yanan bir ateş şehrin görülmeye değer öğeleri arasında, burada 90’lı yılların başında Kızıl Ordu ile savaşan Azeriler ve Karabağ şehitleri anısına bizdeki Çanakkale anıtına benzeyen bir anıt bulunmaktadır. Her biri 400’er metrelik 4 şerit halinde dizilmiş mezarlıkların uç kısmında sürekli ortasında sürekli alev yanan bir anıt bulunmaktadır. Devlet önde gelenleri her sene 20 Ocak’ta (20 Yanvar) burada yürüyüş gerçekleştirirler. Aynı zamanda 1. Dünya Savaşı sırasında bölgeye yardım gönderen Türk Ordusu şehitleri anısına bir anıt daha yer alır burada. İçinde sürekli canlı tutulan dev bir anıt, sürekli dalgalanan iki ülke bayrağı ve yanan bir meşale ile “Bir millet, iki devlet” sözünün ne anlama geldiğini görebileceğiniz en güzel mekân

Parlamento Caddesi üzerindeki 1948 yılında kurulan  Faxri Xiyabani (Devlet Mezarlığı) de gezilmeye değer yerler arasındadır. Burada Haydar Aliyev’in devasa mezarı dışında devletin önde gelen kişilerinin de mezarları bulunmaktadır. Devlet adamlarının dışında Azerbaycan ulusunun refahına katkıları olmuş doktor, sanatçı, bilim insanları ve ve sporcuların  mezarları burada görülebilir.  Bu kişilerin mezarları onları anlatabilen öyküleri olan heykellerle süslü. Hem görkemli bir heykel sergisini gezmek, hem de Azerbaycan’ın önemli kişileri hakkında bir fikir sahibi olabilmek için Bakü’ye yolu düşenlere, bu mezarlığı gezmelerini öneririm.

Zerdüst (Ateşgah) Tapınağı

Ateşin Azerbaycan ile yakın ilgisi var. Buraya odlar yurdu, yani ateş ülkesi deniyor. Azeri kelimesi de ateşe tapan anlamına geliyor. İşte, Azerbaycan ve Bakü’deki çok sayıda görülmeye değer yer arasında en önemlilerinden biridir.  Yaklaşık 4.000 yıl öncesi ateşperestlerin yaşadığı Bakü civarındaki Surakhanı kasabasındaki Ateşgah Tapınağı Zerdüştlük için önemli bir tapınak.  Ortada yanan büyükçe bir ateş, çevrede ise çeşitli bölgelerden hac için gelenlerin kalıp küçük bir delikten ateşe bakarak ibadetlerini yaptıkları hücreler bulunmaktadır. Bu tapınak medresevari yapıda ateşperestlerin ayinlerini, günahlardan arınmak için kendilerine işkence çektirdiklerini simgeleyen, günlük hayatlarını yansıtan mumyaları, resimleri, kabartmaları görmek mümkün. Buraya gelen Zerdüştler, çilehane olarak adlandırılan odalarda bedenlerine eziyet vererek günahlarından arınacaklarına inanırlarmış (sönmemiş kireç üstüne yatmak ya da üstüne ağır zincirler asmak gibi), odaların bir kısmında ateş tapınağını görecek biçimde küçük pencereler var, böylece inananlar oda içinde oturup ateşi seyrederlermiş. Günümüzde hücreler müzeye dönüştürülmüş olsa da, eski dönemlerden yakın tarihe kadar geçen olaylar hakkında bilgi veren eşya, maket ve figürler; zamanın tüm ruhunu taşımaktadır. Eskiden İpek Yolu tüccarları için önemli bir uğrak yeri olması, yapının başka bir özelliğidir.

Azerbaycan ve Nar 

Nar, tarihî çağlar öncesine dayanan bir meyve.  Çok eski zamanlara ait olan tapınaklarda yapılan arkeolojik kazılarda nar bitkisinin yaprak, dal ve tohumları bunun bir kanıtı olsa gerek. Bilim insanlarına göre narın vatanı Azerbaycan ve dünyaya da buradan yayılmış. Nar, Azerbaycan’ın yanı sıra Türkiye, Hindistan, Çin, Yunanistan, İran, Afganistan, Amerika, İspanya, İtalya ve daha bir çok  ülkede yetişmektedir, hatta İspanya’da bir şehre de ad vermiştir: Granada.

Azerbaycan masallarında, efsane, hikâye, mit, ata sözleri, deyim, alkışlarında, beddualarında, bulmacalarında türkü ve mânilerinde narın özel bir yeri var. Burada oğlanlar evlenmek istedikleri kızlara sevgi simgesi olan olgunlaşmış nar gönderirler. Yeni evlenenlerin ayaklarının altına nar atarlar ki, onlar bolluk içinde ve bahtiyar yaşasın ve nikâhları nar gibi bütün olsun, bozulmasın. Birçok yerler, kutsal mekânları narla süslerler.  Azerbaycan masallarında sık sık nar motifine rastlanır. Nar kızı, Nardan vs. olduğu gibi. Azerbaycan türkülerinde de narın ayrıcalıklı bir yeri var. “Nar ağacı, nar çiçeği, bir yıldızdır her çiçeği” gibi. Nar yalnızca masallara, türkülere renk katmamış, ressamların da sık sık seçtikleri meyve konumunda.  Azerbaycan’ın “Nar Festivali, Geleneksel Festivali ve Nar Kültürü” UNESCO Somut Olmayan Kültürel Miras Listelerinde yer almaktadır.

Son Söz

Özetle, Bakü, batılı petrol şirketlerinden miras 17. ve 18. Yüzyıl ”klasik Avrupa mimarisini” de barındıran ve sokaklarından caddelerine, bina cephelerinden meydanlarına kadar sayısız ”heykellerle” donatılmış muhteşem kent güzelliğiyle birlikte, çok sayıdaki tiyatroları, konser salonları, sinemaları, galerileri, müziğin her dalında konservatuarları ve çocuklardan yaşlılara ”yaratıcılık” okullarıyla da sadece Azerbaycan’ın değil, tüm Kafkasya’nın her açıdan kültür başkentidir.

Her şehrin bir hikayesi olduğu gibi, dokusu, kendisine özgü ve şehre ayak bastığınız an sizi çarpan bir kokusu olduğuna inanırım.  Bakü’nün kokusu ise neft (petrol) ve zeytin ağaçlarının karışımından oluşan ve sizde alışkanlık yapan bir koku.

Milattan öncesi tarihlere dayanan geçmişi ile birçok kültürü bünyesinde barındıran şehir, doğal güzellikleri, cana yakın misafirperver tutumu ve tarihi dokusunu her sokağına yansıtıyor.

Hazar Denizi’nin kıyısında Bakü’de Asya ile Avrupa, Müslümanlık ile Hıristiyanlık, Doğu ile Batı iç içe ama karşı karşıya yaşar. Bakü’yü yakından tanımak için Azeri genci Ali ile Gürcü Prensesi Nino’nun dillere destan aşkını anlatan Kurban Said’in başyapıtı olan Ali ve Nino’yu okumalısınız.

Kurban Said  tarafından yazılan (1937)  eserin konusu birbirinden farklı din ve kültürlere ait iki insanın aşkından oluşuyor. Doğu kültürünün bir parçası olan Ali Han Şirvanşir ve Batı kültürünün bir parçası olan Nino Kipiani arasındaki aşk lise sıralarında başlıyor. Tüm farklılıklarına rağmen birbirini seven çift ailelerinin itirazlarına ve Nino’nun çekincelerine rağmen evlilikle mutlu sona ulaşmış görünür, ancak şansızlıklar peşlerini bir süre bırakmaz. Ali’nin ülkesi olan Azerbaycan’da savaş çıkınca, Ali ülkesini korumak için cepheye gider ve orada yaşamını kaybeder. Nino’nun babasının engellemelerine rağmen evlilikle mutlu sona ulaştığı düşünülen hikâye bu acı sonla biter. Ancak Nino ve Ali’nin hikâyesi belki de tam bu noktada iki roman kahramanı olmaktan çıkıp ölümsüzleşmeye başlıyor.

Gürcistan’ın Tiflis şehrinde Tamara Kvesitadze isimli bir heykeltıraş, 2007 yılında Ali ve Nino’nun aşkından esinlenerek, 8 metre uzunluğunda bir heykel yapmaya başlar. 2010 yılında Gürcistan’ın ünlü şehri Batum’da, deniz kıyısına konumlandırılır ve adına da “Aşk Heykeli” denir. Motorlu bir mekanizma ile çalışan heykelin en güzel yanı ise kadın ve erkek heykellerinin önce göz göze gelmesi ve daha sonra iç içe geçerek tek bir vücut olmasıdır. Bu görsel şöleni merak ediyorsanız şöyle bir videosu da var. https://www.youtube.com/watch?v=aEi1apLlyjk

Kitabı bulamaz iseniz eğer, 2015 yapımı filmi izleyebilirsiniz. Yönetmenliğini dünyaca ünlü Hint asıllı İngiliz sinemacı Asif Kapadia üstlenmiş, başrollerini Maria Valverde, Adam Bakri ve Halit Ergenç’in oynadığı Ali ve Nino, Kurban Said’in aynı adlı romanından uyarlanmıştır.

‘Baku Şehir Turunu’ Trip Advisor güvencesi ile aşağıdaki linkten alabilirsiniz.

Visits: 5

Lubliyana (Ljubljana) Gezi Rehberi: Güleryüzlü İnsanlar Şehri

Lubliyana

Bir şehri sevdiren sanırım biriktirdiğin anıların, yaşanmışlıkların, yola çıktığın ve orada tanıdığın insanlar galiba.  Lubliyana konusunda gidene kadar hiçbir bilgim yoktu. Gitme nedenimiz Lubliyana Üniversitesi ev sahipliğinde yürütülen bir Avrupa Birliği projesiydi. Bu proje sonunda, kurulan dostluklarımız ve çalışma anlayışımız birlikte yeni projeler yapmamıza neden oldu. Biz de, bu güzel şehre,  birkaç kez gitme şansına sahip olduk.

Lubliyana, gördüğüm en sevimli başkentlerden biri, yalnızca sevimli mi? olduğu gibi korunmuş, keyifli bir kültür ve eğlence şehri. Şehrin sevimliliği,  çok doğal, gürültüsüz, medeni ve cana yakın insanlarından geliyor. 2020 nüfus sayımına göre 280,000 nüfusu, güler yüzlü sakin insanlarıyla huzurlu da bir şehir. Güler yüzlü insanlarıyla, sizi öyle bir sarıyor ki, gezerken köşe başında bir tanıdığınıza rastlayacakmışsınız hissini yaşatıyor insana. Her şehrin bir kokusu vardır sizde kalan. İlk gidişimiz Kasım ayında olduğu için Preseren Meydanı’ndaki kestanecilerin kestane mangalından gelen koku alıp sarmalıyor sizi. Benim için de Lubliyana, kestane kokusu ile özdeşleşti.

Paulo Coelho’nun “Veronika Ölmek İstiyor“ başlıklı kitabındaki konunun Slovenya’da geçtiğini öğrenince hemen okudum tabii ki. Roman kahramanı Veronika Ljubljana’da yaşayan, Preseren’e hayran ama yaşamak istemeyen bir kızcağızdır, intihara teşebbüs eder ama bir şekilde kurtarılır ve Ljubljana’daki bir akıl hastanesine yatırılır. Burada kalan hastalarla konuşmaları ve yaşadıklarıyla birlikte hayatın anlamının farkına varır ve yaşama isteğine yeniden kavuşur. Slovenya ve Lubliyana ile ilgili birçok şey buluyorsunuz kitapta…

Bu güzel şehrin isminin, Slovencede “sevilen (beloved)” anlamından türetildiği iddia edilse de,  Latince “aluviana” adı verilen nehirden geldiğini iddia edenler de var.  Lubliyana, ortasından geçen Save ve Lübyanika Nehirleri üzerinde kurulmuş, nehrin iki tarafında bulunan kafelerden dışarı taşan masaları, sokak çalgıcıları, ilginç heykelleriyle keyifle yaşayabileceğimiz bir şehir duygusu veriyor.

Bir söylenceye göre, Yunan kahramanlarından Jason, Kral Aites’i yener, kralın kızı olan sevdiği kadın Medea ve Argonotlar (altın arayıcıları) ile birlikte güneye Ege Denizi’ne gitmek isterken, yanlışlıkla Tuna Nehri‘nin kuzeyine doğru yol alırlar. Tuna’nın bir kolu olan Sava’nın etrafından Lubliyana Nehri kaynağına varırlar. Lubliyana Nehri kıyısında konaklamaya başlarlar. Zamanla Argonotlarla birlikte kurduğu köyde kalan Jason bir gece nehirden ağzından ateşler püskürten bir canavarın uçtuğunu görür. Köyün yarısını ateşe veren ejderha, Argonotların bir kısmının yanarak bir kısmının ise canlarını kurtarmak için kendilerini attıkları nehrin sularında boğularak ölmelerine neden olur. O gecenin ardından Jason canavarı öldürmekten başka bir çaresi olmadığını anlar, Lubliyana Nehri’nde kendisini bekleyen dev ejderha ile çarpışarak onu yener ve bu güzel şehre Medea  ile birlikte yerleşen ilk insan olur Jason.  Bu nedenle de ejderha şehrin sembolü olur.

Bu sevimli şehrin en belirgin yapıları, bu küçük şehrin kolyeleri gibi duran köprüleri, şehir bu köprülerle ikiye bölünüyor.

En büyük meydana adı verilen, heykeli dikilen Slovenya’nın milli şairi ve Avukat Preseren’den (1800-1849)  söz etmeden geçmek olmaz. Hikayesi, Paulo Coelho’nun kitabında da yer alan  Preseren,  bir gün kilisenin birinde genç bir kız görüp, tutkuyla aşık olur. Üst düzey bir ailenin kızı olan Julija Primi’ye şiirler yazıp, evlenme hayalleri kurar. Bir köylü olan şairimiz, kilisedeki o rastlantıdan sonra Julija’ya yaklaşamaz ama sevmekten de hiç vazgeçmez.  Romantik  şiirin öncülerinden France  Preseren,  Bir Demet Sone (Sonetri Verek) adlı ünlü sonesini  sevgilisine  adar.

Preseren Meydanı’nda bulunan Preseren Heykeli’nde şairin dümdüz bir noktaya baktığını görürsünüz. Bu noktayı izlediğinizde aslında, karşıdaki binanın duvarı üzerinde duran, bir türlü  kavuşamadığı büyük aşkı Julija Primi’nin kabartmasına bakmakta. İşte  burası biricik aşkı Julia’nin yaşamış olduğu ev.  Birbirine   kavuşamayan  sevgililer bu meydanda sanki uzaktan birbirini izler gibiler. Preseren daha sonra Ana Jelovsek ile evlenir ancak, ölüm döşeğinde Julija’yı hiç unutmadığını itiraf eder.

Preseren Heykeli’nin tam üzerinde çıplak bir peri şairin kafasına defne yapraklarından bir taç tutmakta, 1905 yılında yapılan ve Fransiskan Kilisesi’nin karşısında bulunan heykele tutucu Katolik din adamları büyük tepki göstermişler.  Vali ve piskopos, kilisenin girişine ağaç dikerek kiliseden çıkan cemaatin çıplak kadınla karşılaşmasını önlemek istemişler.

Preseren’in, bir şiirinin (Zdravlijica – Tost) yedinci kıtası, 1991’den bu yana Slovenya’nın milli marşını oluşturmakta.  Şairin ölüm günü 8 Şubat Slovenya’da tatil edilmiş ve Preseren günü olarak anılmaktadır.

Lubliyana’nın yeşilliği, bu yeşilliğin tarihi eserlerle bütünleşmesi doğa – insan mimarisinin uyumuna güzel bir örnek oluşturuyor, öyle ki,  şehir 2016 European Green Capital (Yeşil Başkent)  ödülünü almış.

Dikkatimi çeken bir başka nokta, nüfusun oldukça genç oluşu idi. Her yerde gençleri görebilirsiniz, kafelerde, sokaklarda, bisikletlerde her yerde. Üniversite şehri olmasının da bunda etkisi var kuşkusuz. Şehrin temizliğinin ve Avrupa Birliği’nin en az suç işlenen üç şehrinden biri olduğunun da altını çizmeliyim.  Bu küçük ve sevimli başkenti bana sevdiren diğer bir nokta ise 1800 yayıncının bulunması ve yılda ortalama 4000 eser yayınlanması, bu nedenle, UNESCO, Lubliyana’yı 2010 yılında “Dünya Kitap Başkenti” ilan ediyor. Ya müzik, müzik şehrin vazgeçilmezi.  Eski kentin her köşesinden, meydanlardan, köprülerden  farklı bir müzik yükseliyor, üstelik de  müzisyenlerin performansları hiç de fena değil.

Lubliyana Kısa Tarihi

*Bu bölümde (Blake, J. (2011). Slovenia – culture smart!: The essential guide to customs & culture. Kuperard; 1. Bask)ı kitabından yararlanılmıştır.

Kuzey Adriyatik ve Danuble (Tuna) bölgesi arasında ve Dinar Alpleri ile çevrili Lubliyana,  Slovenya’nın başkenti ve en büyük şehridir. Aynı zamanda ülkenin ulaşım, eğitim, sanat, bilim ve araştırma geliştirme merkezi olarak kabul edilmektedir.

Bu bölgedeki ilk yerleşimin MÖ 2000 yıllarına kadar uzandığı,  MÖ 1. yüzyılda bugünkü şehrin yerine Emona adında bir Roma kentinin kurulduğu, 5. yüzyılda kuzeyli barbarlar tarafından yağmalanıp yıkıldığı biliniyor.  6. yüzyılda ise Slovenlerin ataları bu bölgeye gelerek,  şehri yeniden kurar ve Luvigana adını vermiştir. Şehir 12. yüzyıl başlarında Carniola Düklerinin, 1270 yılında Bohemya Kralı II. Otakar’ın, 1277 yılında da Laibach adıyla Habsburgların egemenliğine girmiştir.  1918 yılından sonra da şimdiki adını almıştır. Lubliyana’nın Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun eski bir parçası olması nedeniyle, şehirde Alman etkisi görülmektedir. Şehrin adı da Almanca ve Slovence karıştırılarak elde edilmiş.

İkinci Dünya Savaşı’nda 1941’de Mussolini önderliğindeki İtalyanlarca, 1943’de ise Nazi Almanyası tarafından işgal edilmiş. Slovenya’nın  İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Slovenya Sosyalist Cumhuriyeti adını aldığını, Yugoslavya’nın bir parçası haline gelerek Doğu Bloğuna katıldığını da belirtmek isterim.  1991’de Yugoslavya’dan ayrılma  kararı  alarak  bağımsızlığını ilan eden Slovenya, parçalanan Yugoslavya’dan Avrupa Birliği’ne girebilmiş olan ilk üyesi.  Slovenya’nın başkenti olarak Lubliyana ülkenin  lokomotifi konumunda. Slovenya’nın kurulmasıyla birlikte, Lubliyana gelir düzeyi daha yüksek bir şehir haline gelmiş, Avrupa Birliği’nin en gözde şehirlerinden biri olmayı hak etmiştir. Lubliyana, her yıl sahip olduğu nüfusun yaklaşık iki katı kadarını turist olarak ağırlar. Ayrıca, konumu itibarıyla Lubliyana, Avrupa’nın birçok merkezine 160 ila 500 km (örneğin 240 km uzaklıktaki Venedik’e 2,5 saatte ulaşabilirsiniz) uzaklıktadır.

Meydanları, Köprüleri ve Kafeleri

Preseren Meydanı nehrin hemen yanında, Preseren’in heykelinin bulunduğu alan,  şehrin ana meydanı.   Şehrin tam anlamıyla göbeğinde yer alan ve yalnızca yayalara açık olan meydanda Preseren Heykeli’nin yanı sıra pembe rengiyle   1646-60 yılları arasında yapılmış  yukarıda da sözü edilen Franciscan Kilisesi’ni görebilirsiniz. Bu kilise özellikle gün batımında çok güzel görünüyor. Lubliyana’ya gelen turistlerin toplanma noktası olan meydanın ortasında  bir yuvarlak ve yuvarlağa gelen çizgiler var.  Gece için yerler yapılan  ışıklandırma görülmeye değer.

Köprüler, Preseren Meydanı’na  Üçlü Köprü, Ejderha Köprüsü ve Kasapçı Köprüsü  ile bağlanıyorlar.

Kilisenin tam karşısında, Preseren Meydanı yanında ve Ljubljanica Nehri üzerinde,  mimar Plecnik’in imzasını taşıyan  Üçlü Köprü  (Tromostovje – Triple Bridge) bulunuyor.

Vodnikov Meydanı’nından yukarı doğru yürüdüğünüzde, 1900-01 yılları arasında inşa edilen  ünlü Zmajski ya da diğer adıyla (Dragon Köprüsü)  Ejderha Köprüsü ile karşılaşıyorsunuz.  Şehrin kuruluş efsanesinde ejderhanın öldürüldüğü yere kurulan bu köprü ejderha figürleriyle süslenmiş. Köprünün her köşesinde bakırdan yapılmış ancak zamanla yeşillenmiş kanatlı dört ejderha bulunuyor. Bu  dört ejderha heykeli ile köprü, şehrin en önemli sembollerinden biri  haline gelmiş zaman içinde. Bu köprü, dünyada betondan yapılmış ilk köprü olarak da biliniyor.

Üçlü Köprü ve Ejderha Köprüsü arasında bulunan, inşası 2010 yılında bitirilen Mesarski Most ya da  (Butcher’s Bridge) Kasapçı Köprüsü. Bu köprünün adı, pazar meydanındaki kasapların önünde olması nedeniyle bu şekilde anılıyor. Köprü, aşık çiftler tarafından aşklarını ebedi kılmak için kilitlenip asılan kilitler nedeniyle, aşıklar köprüsü olarak da adlandırılıyor.

Cevljarski Most ya da  Kunduracılar Köprüsü (Cobblers’ Bridge)  ise 13. Yüzyıla dayandığı için Lubliyana’nın en eski köprüsü olarak biliniyor. O dönemde kunduracıların ayakkabılarını bu köprü üzerinde sergilemelerinden dolayı bu isimle anılıyor. Köprü yakınındaki sokaklarda havada sallanan ayakkabılar görebilirsiniz. Bunun, bir öğrenci geleneği olduğu söyleniyor. Söylentiye göre, üniversiteyi bitiren öğrenciler, ayakkabılarını tellere asarak, kendilerinden bir parçayı bu güzel şehirde geride bırakıyorlar. Bir diğer söylentiye göre ise tellere ayakkabısını ilk atan kişi bir Erasmus öğrencisi, daha sonra bunu diğer öğrenciler de ayakkabılarının altına isimlerini ve ülkelerin yazarak tellere atmışlar.

Eski ve yeni şehri birleştiren, şehrin simgesi olan taş köprü, üç katlı yapısıyla görülmeye değer. Büyük lambalar, sütunlar ve çiçekleriyle muhteşem.  Yan yana üç köprüden oluşması nedeniyle Üçlü Köprü deniyor.  Şimdi hepsi yayalara ait olan bu köprüden önceleri ortadaki köprüden arabalar, diğer iki köprüden yayalar geçermiş.   Üçlü Köprü etrafında tarihi binalar, kafe ve restoranları, sokak satıcıları ile eğlenceli bir yer ve her daim kalabalık bu nedenle de bir köprüden çok bir meydan havasında.

Üçlü köprüden geçer geçmez, küçük ve trafiğe kapalı  bir meydan (Mestni) çıkıyor karşınıza. Bu meydanda Belediye binası ve ünlü İtalyan mimar Francesco Robba tarafından yapılan, orijinali ise ulusal müzede saklanan barok tarzda Carniolan Çeşmesi’ni görüyorsunuz. Slovenya’nın üç nehrini sembolize  eden üç figür ile çeşme dimdik duruyor meydanda.  Belediye Binası (Mestna Hisa) 13. yüzyılda Barok tarzda yapılmış,  estetik bir bina.

Belediye binasından ilerleyip, Vodnikov Meydanı’na geldiğinizde nehir kenarında her gün kurulan,  meyve, sebze, baharat ve çeşitli eşyaların satıldığı,   cezbedici  Açık Hava Pazarı’nı görebilirsiniz. Özellikle Cumartesi ve Pazar günleri açılan antika pazarı çok güzel, keyifle saatler geçirip, yaşanmışlıkları, kim bilir ne anılar taşıyor? bu eşyalar diyerek gezebilirsiniz. Slovenya’nın her yerinden şehre gelen satıcılar orijinal tablolardan gravürlere, küçük biblolardan saatlere, broşlardan kolye ve küpelere ve hatta Yugoslavya Dönemi’nden kalma pullardan, antika telefonlara kadar her çeşit antika eşyayı satılıyor.

Yine bu bölgedeki  Kapalı Merkez Pazarı da  Plecnik tarafından  tasarlanmış, iki katlı pazarın nehre bakan kısımları pencereli, caddeye bakan tarafı ise sütunlarla çevrili. Söylenene göre eskiden tartıda hile yapan fırıncılar, ana köprüden nehre atılarak cezalandırılırmış. Bu gün bu tür bir cezalandırma olmasa da, halkın satıcıları kontrol edebilmesi için hala tartı kulübeleri  bulunuyor.

Nehir kıyısına paralel Trubarjeva Cesta ya da Trubarjeva Caddesi sokakların üzerinden eski ayakkabıların sarkıtıldığı, her bir köşesinden kitapçıların, hediyelik eşya dükkanlarının ve kafelerin bulunduğu keyifli bir yer.

Aslında, Lubliyana Üniversitesi,  üniversitenin bulunduğu Kongre Meydanı, Parlamento Binası, Tivoli Parkı, Metelkova Özerk Bölgesi ile Lubliyana’yı anlatmakla bitmez. Ben sadece kalesini anlatacağım.

Lubliyana Kalesi

Bu güzel şehre yukarıdan bakmak isterseniz,  şehrin en yüksek bölgesinde bulunan ve şehrin tarihi ve mimari olarak en önemli simgelerinden biri olan Lubliyana Kalesi‘ni görmeden olmaz. 1335 yılında Habsburg İmparatorluğu bugünkü Slovenya bölgesini ele geçirdiğinde, tepede daha önce yapılan Spanheim ailesine ait kaleyi yıkmışlar ve 15. yüzyılın ikinci yarısında bugün hala ayakta olan Lubliyana Kalesi’ni inşa etmişler. Bi söylentiye göre de kalenin yapılma amacı, 15. ve 16. yüzyıllarda sıklaşan Osmanlı işgallerine karşı etkili bir savunma sunmakmış

Kale tarih boyunca pek çok farklı amaç için kullanılmış. Şehre tepeden bakan bir noktada yer aldığı için hep bir gözlem alanı olarak kullanılmış, ancak hapishane olarak kullanıldığı bile olmuş.

Şehir merkezine 15 dakikalık mesafede bulunan kaleye yürüyerek ya da teleferik (füniküler) ile çıkabilir. Teleferik hemen kalenin bulunduğu tepenin eteklerindeki kafelerin yanından kalkıyor. Tarihi kaleden her yeri görmek mümkün, surlardan şehrin panoramik manzarası görülebilir, kale içinde şehri izleyebileceğiniz bir gözlem kulesi de bulunuyor.

Kale şehrin tarihini anlatan bir bina olması yanı sıra akşam düğünlerin yapıldığı, açık hava sinema etkinliklerinin düzenlediği bir yer aynı zamanda. Özetle yalnızca kale değil, çevresi de çok keyifli, meydanlar,  kafeler, dükkanlar sizi bekliyor.

Yeme-İçme

Slovenya  çok çeşitli coğrafi bölgelere sahip,  yemekler de çeşitlilik gösteriyor. Slovenya mutfağı Balkan, İtalyan ve Orta Avrupa yemeklerinden bir karışım oluşturuyor. Tek bir ulusal yemeği yok.   Geleneksel yemeklerinden, “Ştruklji”, tercihe bağlı olarak et, peynir veya sebze ile doldurulan bir tür iri mantı.

“Zganci”, karabuğdaydan yapılan genellikle et yanında servis edilen bir tür keşkek. En çok tanınan Sloven yemeği “Potica” da mayalı hamurdan yapılan ve genellikle cevizle doldurulan bir tür hamur tatlısı. Çorba, Sloven sofrasının yaz-kış vazgeçilmez parçası. Ülkede 100’den fazla çorba çeşidi olduğu söyleniyor. Ama, Sloven mutfağında tatlılardan söz etmeden vaz geçemeyeceğim.  Örneğin, daha çok elmalısı yapılan Zavitek çok güzel. Palaçinke ise, çikolatalı, reçelli ya da cevizli bir krep. Buhteljni de, pudralı, bohça ya da kare biçiminde, ballı ya da reçelli kurabiye.

Şarapçılık geleneği çok eskilere dayanan Slovenya kaliteli şaraplarıyla ünlü. İklime ve toprağın yapısına göre çeşit çeşit üzüm yetiştirildiği için  çok çeşitli tatlarda şarap bulunuyor. Özellikle kışın içilen sıcak şarapların tadı eşsiz.  Slovenya’ya özgü Union ve Lasko biraları da tatmaya değer. Bu biralar diğer, Balkan ülkelerine de  çok revaçta imiş. Kahvelerine gelince çeşit çeşit kahve bulabilirsiniz. Ama  daha ziyade İtalyan usulü içiliyor.  Halis muhlis Türk kahvesini menüde Turška Kava olarak bulabilirsiniz.

Ülke genelinde Türk kahvesi  aşırı popüler. Kafelerde, restoranlarda mutlaka dikkatinizi çekecektir,

Siyah çay, bitki çayları ve çikolata ise diğer sıcak içecekler de var tabii ki.  Coca-cola ile aynı renkte olan Cockta,  kafeinsiz ve kuşburnundan yapılan bir içecek. 1950’lerde sosyalist Yugoslavya’da Cola’nın yerini alması amacıyla üretilmiş,  bağımsızlık sonrasında ortadan kaybolmuş, ancak galiba geçmişe özlem olsa gerek, çok seviliyor ve kafelerin vazgeçilmezi olmuş.

Puslu Güzellik: Bled Gölü

Lubliyana’ nın kuzeybatısında Avusturya sınırında yer alan ve şehre 55 – 60 km uzaklıktaki  Bled kasabasının adını verdiği gölü görmemek olmazdı.  Bled Kasabası, Avrupa’nın en güzel  kasabaları konulu yazılarda  ele alınan kasabalardan biri olarak karşımıza çıkıyor.  Eğer masal dünyası gibi bir yer görmek istiyorsanız, işte orası burası …

Kasabanın nüfusu 12 bin civarında ve  turistlerin rağbet ettiği bir tatil bölgesi. Yaz aylarında Bled Gölü’nde yapılan tüm doğa sporları ve yüzme yarışlarına ev sahipliği yapan kasaba, kış aylarında ise uluslararası kongrelerin, ayrıca kayak ve kış dağcılığı sporlarının üssü haline geliyor.

Bled Gölü,  doğanın insanlığa bir armağanı olsa gerek diye düşündürüyor, nefesiniz kesiliyor güzelliği karşısında. Rengi o kadar parlak ve berrak ki manzara karşısında huzur buluyorsunuz. Kuğuların yüzdüğü berrak sular,  Jülyen Alpleri ile çevrilmiş gerçekten muhteşem.

Buzul çağda oluşan Bled Gölü,  etrafını 40-50 dakikada  dolaşabileceğiniz küçük bir göl.  Gezi parkları, yürüyüş ve bisiklet yolları, sık sık mola vereceğiniz bankları ile zamanın nasıl geçtiğini anlamak mümkün değil. Bled Gölü’nün eşsiz güzelliğini ve çevreyi korumak için hiç bir deniz aracı yakıt kullanmıyor.

Bled Gölü’nün ortasında Bled Adası  bulunuyor. Bu adanın özelliği arkeologların tarih öncesi zamana ait insan kalıntılarına rastlamış olmaları. Adanın  üzerinde ise bir kilise bulunuyor. Efsaneye göre önceden burada tanrıça Ziva Tapınağı varken, ancak Paganizme inananlar ile Hıristiyanların savaşı sonunda  tapınak yerine Hıristiyanlar yeni bir kilise yapmışlar.  Pletna adı verilen 7-8 kişilik küçük kayıklar ile  ada ziyaret edilebiliyor. İnanışa göre, adada bulunan kilisenin çanını çalanların dilekleri gerçek oluyormuş.

Son Söz

Ejderhanın ve köprülerin  çok yakıştığı bu güzel şehrin sokaklarında yürürken göreceğiniz  yemyeşil doğası, güler yüzlü insanları,  Barok ve Art-Nouveau stiliyle ünlü mimarisi, kültür sanat alanındaki etkileyici müze ve etkinlikleriyle başınız dönecek, sokak çalgıcılarının müziği eşliğinde  dans eden insanların kahkahaları kalbinizi   ısıtacaktır. Devlet  sanatçıları desteklediği için Slovenya’da sanatçı da, sergilenecek eser de çok. Kıskandım, özendim ve çok sevdim.

Yolunuz Lubliyana düşerse uzun yürüyüşler yapıp doğanın ve yeşilin tadını çıkarırken tarihi ve kültürel güzellikleri keşfetmeyi,  kafelerinde Turška Kava (Türk kahvesi) yudumlarken, Zavitek (elmalı pasta) yemeği ihmal etmeyin.

 

Visits: 2

Antalya Gezi Rehberi: Kaleiçi – Antalya’nın Başladığı Yer

Antalya

Antalya, özellikle 80’lerin sonundan itibaren Türkiye’nin dış turizminin odak noktası haline geldi. Daha öncesinde mütevazı bir Anadolu şehriyken de Antalya çok güzeldi; mavi deniz, sıcak güneş hep vardı… Ama 80’ler sonrası bir turizm metropolüne dönen Antalya’nın simgeleri arttıkça arttı; Antalya denince insanların aklına süper lüks görünümlü hoteller, dağların kıyıyla buluştuğu noktalarda tatil köyleri, koy gezileri, yeni buluntularla antik kentler, kumsallar, kıyılar gelir oldu. Ancak Antalya’nın en başından beri hiç değişmeyen bir simgesi var; Kaleiçi…  

Elbette Antalya’da Kaleiçi dışında da görmeye değer çok yer var.  Örneğin  maviyle yeşili birbirine kavuşturan hırçın görünümlü falezler, üzerindeki birbirinden güzel  parklar, kaya plajları ya da bölgedeki tüm eski uygarlıkların bir özetini sunan muhteşem Arkeoloji Müzesi (bu konuda ayrıntılı bilgi için Perge yazısı)… Ama Kaleiçi farklı; orası Antalya’nın başladığı yer… Konyaaltı’ndan Lara’ya kadar doğal bir sur gibi uzanan Antalya’nın ayrıcalığı olan falezlerin denize seviyesine yaklaşıp tekrar yükseldiği o güzelim koy, muhteşem liman… Bu yazıda Antalya’nın çekirdeği, başlangıç noktası olan Kaleiçi’ni gezeceğiz.

Antalya şehir merkezine ilişkin diğer yazımı okumak isterseniz: Antalya Falezler Boyunca Parklar ve Kaya Plajları

Perge Antalya Arkeoloji Müzesi için; Perge Gezi Rehberi: Helenistik Dünyanın İncisi 

Geziye başlamadan önce, bölgenin tarihine göz atalım; burası gezilerin en sevdiğim kısmı… Pamfilya’da bulunup Pisidiya ve Likya bölgelerine komşu olan şehir, bir çok uygarlığa ev sahipliği yapsa da bugün Kaleiçi’nde daha çok Roma ve Selçukluların izlerini görebiliyoruz; o nedenle bölgenin tarihi macerasını anlatırken ‘Meraklısına’ ibaresini de koyalım… İzi silinmiş uygarlıklar, hükmü kalmamış olaylar, tarihler ilginizi çekmez ise gezilecek yerler bölümüne atlayabilirsiniz…

Meraklısına Antalya Tarihçesi

Antalya’nın ilk kurulduğu bu yerin, akla çok yatan bir kuruluş efsanesi var; MÖ 159-138 arası iktidarda olan Pergamon/Bergama Kralı II Attalos, askerlerinden dünyadaki cenneti bulmalarını istemiş; artık inancına göre cennet neyi ifade ediyorsa… Yoksa bu topraklarda dönem hala Zeus’tu, Hera’ydı;, Olimpos’un bugünün magazin sayfalarını aratmayacak maceralarının hüküm sürdüğü bir dönem. Neyse askerler de Antalya’nın bir cennet olduğuna karar verirler. Bölgenin korunaklı yapısı da göz önüne alınarak burada bir şehir kurulur ve adı da kurucusuna atfen Attaleia olur. Adını kurucusundan alan ve antik çağlarda Attaleia adı ile anılan şehir, kimi kaynaklarda Atalia, Adalia; Orta Çağ kaynaklarında Satalia; Arap ve Türk kaynaklarında ise Antaliyye ve Adalya şeklinde anılmış. Sonunda Antalya olmuş.

Strabon’un; bölgenin henüz MÖ 2. yüzyılda Attaleia adı altında kentleşmesinden önce de bir yerleşimi içerdiği şeklindeki aktarımı, Doğu Garajı olarak anılan mevkiinde saptanan nekropol alanı (MÖ 4. yüzyılın sonları) ile kesinleşmiş. Bundan önce bugünkü yat Limanın olduğu bölgede Korykos olarak bilinen bir korsan limanı mevcutmuş. İsmi ile müsemma; Korykos, kaya kovuğu demekmiş. Bölge çevresindeki falezlerin kovuk, mağara oluşumları, bu ismi hak ettiğini gösteriyor. Zaten II Attalos’un esas derdi bölgede askeri bir üs ve korunaklı bir liman yapmak olduğu için, buradaki yerleşimi sağlam bir kaleye dönüştürmüş.

Pergamon Kralı III Attalos, MÖ 133’de öldüğünde krallığını Roma’ya miras bırakınca, Attaleia’da Roma İmparatorluğu’nun rüzgarları esmeye başlamış ve MÖ 126’da Pergamon toprakları Roma eyaleti haline gelmiş. Roma devrinde parlayan şehir, İmparatorluğun önemli limanlarından biri haline gelmiş; hatta MÖ 70’lerde Kilikya’da konuşlanıp ortalığı kasıp kavuran korsanlara karşı, Romalı ünlü komutan ve devlet adamı Gnaeus Pompeius Magnus, burayı ana üs olarak kullanmış. Roma İmparatorluğu döneminde Attaleia, Pamphylia’nın beşinci büyük kentiymiş. Claudius, Pamphylia’yı Likya ile birleştirip büyük bir eyalet haline getirmiş. Roma’nın ilk İmparatoru Augustus, burayı Roma askerlerinin yetiştirildiği bir yer haline getirmiş ama tarihin dedikodu dolu sayfaları, kendisinin burayı Kleopatra’ya hediye olarak verdiği yönünde rivayetlerle dolu.

Ama Attaleia, esas MS 130’da İmparator Hadrianus Antalya’yı ziyaret ettiği dönemde imar edilmiş; zaten Antalya’nın en önemli simge yapılarından biri olan Kapı da o ziyaretten arda kalanlardan. Ayrıca Roma’ya Marcus Aurelius ile birlikte imparatorluk yapan, Hadrianus’un evlatlığı Lucius Verus’un, MS 162-166 arasında Persler üzerine yaptığı seferde Attaleia’ya uğradığı düşünülmekteymiş. Attaleia, MS 3. yüzyılda Roma’nın kolonisi olmuş. Aziz Paulus’un hidayet yolunda çıktığı yolculuğun duraklarından biri olan Attaleia, daha sonraları piskoposluk merkezi olmuş.

Bizans’ın ilk imparatoru I. Konstantinos zamanında burayı tek başına bir eyalet haline dönüştürmüş ve başına da bir vali koymuş. Bizans döneminde Attaleia bölgenin öne çıkan şehri konuma gelmiş ama başı da dertte kurtulmamış; 860’da Arapların yağmalaması, 904’te Tripolili Leon burayı işgal etmesi, şehrin belini bükmüş. Komnenoslar döneminde ise şehir en parlak günlerini yaşamış ve 1084’te Aleksios Komnennos burayı metropolitlik olarak ilan etmiş.

Artık Selçukluların da Anadolu’da boy gösterdiği bu günlerde, muhtemelen Kilikya seferi sırasında Süleymanşah, Antalya’ya bir akın yaptığı rivayet edilmekte… Alamamış ama Antalya bir kere Selçukluların aklına düşmüş, akınlar sıklaşmış; bu nedenle Bizans oralara ordu falan göndermiş. Şehir Bizans-Selçuklu arasında gidip gelmiş. Gerçi o dönemde Rum ve Türk ahali şehirde birlikte yaşamaktaymış. Ama Manuel Komnenos, Myrioakephalon Savaşı’nda Selçuklulara yenilince durum değişmeye başlamış. II Kılıç Arslan Attaleia’ya ciddi bir saldırı gerçekleştirse de şehri alamamış. Bu arada I.Haçlı Seferinde Urfa’da kurulan haçlı devletinin Musul Atabeyi tarafından ele geçirilmesi üzerine düzenlenen II. Haçlı Seferinde, seferin Fransa Kralı VII Louis emrindeki kanadı Antakya ve Urfa yolunda tarumar olup planı değiştirmiş ve hedefe denizden ulaşmak için kapağı Antalya’ya atmış; Şehrin İtalyan valisi Landulf, Haçlıları misafir etmeye çalışsa da imkanlar sınırlı tabii, sadece parası olanlara gemi ayarlanmış, onlar Antakya’ya doğru yola çıkmışlar. Parası olmayan geri kalanlar demir çarık, demir asa, karadan gitmeye kalkmış ama çoğu yollarda telef olmuş.

Bu arada 1204’te IV.Haçlı Seferi sırasında, Konstantinopolis Latinlerin eline geçince Attaleia’da Venedikli maceracıların eline kalmış ve sonunda şehrin idaresi Aldo Brandini isimli bir Latin’e geçmiş. Bu arada Selçuklu Sultanı I.Gıyaseddin Keyhüsrev 1207’de Attaleia’yı Aldo’dan almış ve bir süre buraların tadını çıkarmış. Gerçi 1210’de şehrin Hristiyanları Müslümanları katletmiş, 1212’deyse şehir Kıbrıs Frankları tarafından fethedilmiş. Ama bu durum pek uzun sürmemiş; 1216’da I.İzzeddin Keykavus şehri geri almış. 1243’te Kösedağ Savaşı’nda Moğollara yenilen Selçuklularla beraber Antalya’da silinmeye, solmaya başlamış. II İzzeddin Keykavus, Moğollarla süren gerginlikten bunalıp 1262’ye kadar Antalya’da yaşamış. Selçuklular sonrası Türkmenler, Moğollar tarafından ele geçirilen Attaleia yönetimi, bir ara İlhanlı Hükümdarı Olcayto tarafından Vezir Ahmet Lakuşi’ye verilmiş. 13 yüzyılda ise Teke aşiretinin bir kolu olan Hamidoğulları şehri ele geçirmiş.

1361’de ise Kıbrıs Kralı I.Pierre de Lusignan Rodos Şövalyeleri desteğiyle Attelia’yı almış ve Lusinyenler dönemi başlamış. Bu dönem daha öncede şehri yönetmiş olan Teke Bey olarak bilinen Mübarizeddin Mehmed Bey’in 1372’de şehri geri almasına kadar sürmüş. Daha sonra başa geçen Osman Çelebi ve Mustafa Bey dönemlerinde önemini kaybeden şehir 1390’da Yıldırım Beyazıd tarafından Osmanlı topraklarına katılmış ve oğulları İsa ve Mustafa’nın sancak bölgesi olmuş ama şehir 1427’ye kadar Tekeoğulları ile Osmanlılar arasında gidip gelmiş. Attaleia 1502’de ise II Beyazıd’ın oğlu Korkut’un sancak yeri olmuş ve 1509’a kadar burada kalmış. Şehzade Korkut’un Attaleia’nın geçmişinde önemli rolü var; onun yönetimine isyan edenlerin başlattığı Şahkulu İsyanı Osmanlıları bir hayli uğraştırmış. Teke halkının kendini Şah İsmail’in halifesi olarak tanıtan Şah Kulu adında birinin peşine takılıp Antalya’dan Sivas’a kadar bir bölgeye yayılmasıyla şiddetlenen isyan sırasında, Şehzade Korkut’un hazinesi yağmalandığı gibi binlerce insan öldürülmüş. Sonunda 1511’de Sadrazam Hadım Ali Paşa, Amasya sancakbeyi Şehzade Ahmed, Niğde Sancakbeyi Şehzade Mehmed birleşerek isyanı bastırabilmişler. 1659’da ise Körbey olarak bilinen Mustafa Paşa tarafından çıkarılan isyanın daha sınırlı bir etkisi olmuş; Kale içinde mahsur kalan halk kaleyi Osmanlı güçlerine teslim etmiş ve Mustafa Paşa öldürülmüş. Osmanlılar döneminde Teke sancağı, sonrasında Tanzimat ile birlikte Karaman Eyaletine ve Konya vilayetine bağlanan bölge, Kurtuluş Savaşı sırasında İtalyanlar tarafından alınmak istense de, bölge halkının direnci karşısında savaştan çekilmeleri sonucu Türkiye Cumhuriyeti’ne dahil olmuş. Bugünlerde ise Türkiye’nin en önemli metropollerinden biri olan Antalya’nın çekirdeğini oluşturan bölge olarak yerli ve yabancı turizmin gözbebeğidir.

Ulaşım

Kaleiçi, Antalya’nın tam merkezi, bir tür kilit noktası. Antalya’nın iki ana caddesi olan Cumhuriyet Caddesi ile Atatürk Caddesi’nin kesişme noktasını esas alan, Serikler Parkı’ndan Karaalioğlu Parkı’na kadar uzanan bir yer. Yani şehir içinde dolaşmaya çıktıysanız kaçırmanıza imkan yok. Ama yeriniz uzaksa o zaman toplu taşım kullanmanız gerekebilir. O bölgede trafik batıdan (Konyaaltı yönünden) doğuya (Lara yönünde) doğru tek taraflı. Başka bir ifade ile Konyaaltı tarafından gelecekseniz KC06, KL08, KC34, TL94, UC11 hatlı otobüsler Cumhuriyet Meydanı’ndan geçmekte, zaten Saat Kulesi’ni, Yivli Minare’yi göreceksiniz. KL08 ve KC06 ile devam ederseniz Hadrianus Kapısı’nda da inebilirsiniz. Varyant bölgesinden kalkan T1A hatlı tramvay da sizi Cumhuriyet Meydanı’na getirecektir. Eğer Lara tarafından geliyorsanız o zaman yine KL08 ve KC06 ile MarkAntalya Alışveriş Merkezi’ne kadar gelip oradan sahile inen yaya yolundan Kaleiçine ulaşabilirsiniz.

Eğer Havaalanından gelip doğrudan Kaleiçine ulaşmak istiyorsanız, o zaman 400 hatlı otobüse binip Konyaaltı’nda, örneğin 5M Migros durağında inip Alışveriş Merkezi önündeki duraktan KL08 veya KC06’ya binerek bölgeye ulaşabilirsiniz. Antalya’da otobüs ve tramvaylara toplu ulaşım kartıyla biniliyor; binmeden önce havaalanındaki durağın yanında bulunan makineden alabilirsiniz.

Gezilecek Yerler

Daha önce bahsettiğim gibi gezimiz batıda (Konyaaltı yönünde) Selekler Parkı’ndan başlayıp doğuda (Lara yönünde) Karaalioğlu Parkı’nın girişindeki Hıdırlık Kulesi’nde bitecek. Bu iki parkın parantezinde kalan bölgenin sınırı Cumhuriyet ve Atatürk Bulvarları ile çizilmiş durumda. Geziye başlamadan önce Selekler Parkı’nda Antalya’nın fatihi Gıyaseddin Keyhüsrev heykelinin altında bir soluklanın; manzaranın nefasetiyle anlayacaksınız Antalya’nın ne kadar güzel bir yer olduğunu…

Kaleiçi Girişleri: Önce girişler… Selekler Parkı’ndan Cumhuriyet Bulvarı üzerinden Recep Bilgin Parkı’na doğru giderken arada bir küçük yokuş var, burası Kaleiçi’nin otoparkına kadar iniyor. Ama bu yolun başka bir özelliği daha var; gecekuşları, alemciler… burası tam size göre, sokağın ucundaki apartmanların her katı ayrı bir eğlence mekanı… Türkü barlar, kulüpler, alem yerleri… Ama hafiften karanlık çehreli, ona göre… Bu sokakta ayrıca ‘Antalya Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’de bulunmakta…Sokağın karşısındaki Yuvam Çay Bahçesi, Askeri Gazino önünden kıvrılarak inen yol da sizi Kaleiçi’nin otoparkına götürecektir. Yolumuzun devamında ise Atatürk Anıtı’nın süslediği Cumhuriyet Meydanı’na ulaşacaksınız. Buradaki seyir terasından limanın harika manzarasının tadını çıkarabilirsiniz. Aynı meydanda Tophane Çay Bahçesi’nin yanında merdivenlerle Kaleiçi’nin en canlı sokaklarından İskele Sokağı’na inen bir merdiven var. Merdivenle uğraşmak istemezseniz aynı meydandaki asansör sizi kolayca limana ulaştıracak.

Biraz ilerlerseniz karşıda Antalya’nın kurucusu II.Attalos’un heykeli sizi karşıdan selamlayacaktır; kendileri bir şekilde Antalya’nın raconuna ters düşmüş olmalı ki, birkaç yıl önce Antalya’nın ağır abileri biz bu heykeli burada istemeyiz diye bir celallendiler. Neyse II Attalos, selam duruşuna hala devam etmekte… Burası Antalya’nın simgelerinden Yivli Minaresi ve Saat Kulesi’nin olduğu yer. Hemen buradan aşağı doğru kıvrılan İskele Sokağı, turistik hediyelik dükkanlar, halıcılar, oteller arasından sizi Kaleiçi’nin ana meydanına götürecektir. Aynı noktada Kaleiçi’nin doğusuna doğru uzanan Çarşı Sokağı da başlıyor.

Bu köşede Cumhuriyet Bulvarı’ndan ayrılıp Atatürk Bulvarı’na dönüyoruz. Yol üzerindeki dönerciler, kuyumcular, halıcılar, tatlıcılar boyunca ilerledikçe ambiyans değişiyor ve yerini şık kafelere, butik mağazalara, zarif parklara bırakacak. Hadrianus Kapısı ise bu yol üzerinde. Bulvar üzerindeki ara sokaklardan da Kaleiçi’ne girişler var tabii bu kadar gelmişken Hadrianus Kapısı’ndan görkemli bir giriş yapmanız daha yerinde olur. Hadrianus Kapısı’nın açıldığı Hesapçı Sokağı ise Antalya’nın gece hayatının nabzını tutan başka bir yer. Ayrıca bu yol sizi Hıdırlık Kulesi’ne ulaştıracak. Yenikapı ise, Atatürk Bulvarı’nın Işıklar Caddesi’ne döndüğü noktadan Kaleiçi’ne giriş yapılan yer; araç trafiğinin de olduğu giriş Karaalioğlu Parkının da yakınında.

Kaleiçi’ne geldiğinizde limanı çevreleyen Kordon Sokağı ve bölgenin en turistik ve canlı yeri olan İskele Sokağı bol bol geçeceğiniz yerlerden… Şimdi Kaleiçi’ndeki önemli yerlere göz atalım.

Surlar: Kaleiçi’ni çevreleyen at nalı şeklindeki surlar MS 2. yüzyılda yapılmış. Helen etkisiyle inşa edilen kaleye Romalılar, Bizans, Selçuklular ve Osmanlılar kendi anlayışlarına uygun eklemeler yapmışlar. İç ve dış hatta iki sıra olan surlar, Evliya Çelebi’ye göre 4400 adımmış ve üzerinde 80 kule bulunmaktaymış; içinde 3000 haneden oluşan dört mahalle varmış. Surların en önemli sükselerinden biri de 40 basamakla limana inilen bölüm. Artık günümüze ne kadarı kalmışsa, geziniz boyunca surlar kemerleriyle, kuleleriyle zaman zaman karşınıza çıkacak.

Saat Kulesi: Cumhuriyet Meydanı’nın İskele Sokağı ile kesiştiği yerde bulunan Saat Kulesi, Kaleiçi surlarının uzantısı gibi duran bir kule… Beşgen bir gövdenin üzerine kare biçimli kulenin yükseldiği yapının dört tarafında dört saat ve tepesinde de çan bulunmakta. II Abdülhamit’in tahta çıkışının 25 yılı nedeniyle Sadrazam Küçük Sait Paşa tarafından 1901’de yapımına başlatılmış, bitimi 1921 tarihini bulmuş.

Yivli Minare: Selçukluların en parlak dönemine damgasını vuran Sultan I.Alaeddin Keykubad döneminde yaptırılan 38 metre yüksekliğinde, kare bir temel üzerinde yükselen minare sekiz yarı daireyle çevrelenen yapısından dolayı yivli minare olarak anılmakta. Kesme taştan yapılan kare planlı kaide üzerinde yükselen gövdede tuğla ile firuze ve lacivert renkli çini süslemeleri mevcut.

Yivli Cami: Minarenin yanında yer alan cami ise, önce Alaeddin Keykubat dönemindeki ilk vali Mübarizeddin Ertokuş tarafından yaptırılmış; daha sonra bugüne kalan cami 1373’te Hamidoğlu Beyi Mubarizettin (Zincirkıran) Mehmet Bey tarafından Balaban Tavaşi’ye yaptırılmış. Altı kubbe ve havalandırma deliği olan cami, kubbeli cami türünün ilk örneklerindenmiş. Restorasyon çalışmaları sırasında çıkarılan su boru sistemi camlı bölmeden izlenebilir.

İmaret Medresesi: 13. yüzyıla ait bu medrese, dört eyvanlı plan tipinde dikdörtgen alana yapılmış ve duvarları kesme taş ve moloz taşla inşa edilmiş. Medresenin en gösterişli yanı, kesme taş cephenin ortasındaki mukarnaslı taç kapısı; üzerindeki kitabe okunamadığı için banisi bilinmiyormuş. Bugün el sanatlarının satıldığı bir bedesten olarak kullanılmakta.

Atabey Armağan Medresesi: Yivli minarenin tam karşısındaki medrese, 1239’da II Gıyaseddin Keyhusrev döneminde Atabey Armağan tarafından yaptırılmış. Bugüne sadece taç kapısı ulaşmış.

Mevlevihane: Ulucami’nin kuzeyinde teraslanmış alanda yapılmış, asıl hüviyeti bilinmeyen yapı, Selçuklular tarafından yivli minare külliyesi ile birlikte inşa edilmiş ve 18. yüzyılda Tekeli Mehmed Paşa tarafından mevlevihaneye dönüştürülmüş. Kemerli girişli, aydınlık fenerli kubbeye sahip ana odaya açılan beş tali hücre bulunmakta. Bugün müze olarak kullanılan bölümde canlandırma yoluyla Mevlevi ritüelleri sergilenmekte.

Zincirkıran Mehmet Bey Türbesi: Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından fethedilen Antalya’nın elden çıkmasından sonra 1373’te tekrar topraklara katan komutan olan Hamidoğlu Mehmet Bey, Antalya limanına gerilen zinciri koparmasından dolayı Zincirkıran Mehmet Bey olarak anılmış. Türbe ise 1377’de Zincirkıran Mehmet Bey tarafından oğlu Emirzade Ali için yaptırılmış. Baştan başa kesilmiş taş duvarla örülü türbe, sekizgen gövdeli ve piramit külahlı yapıda önceden çinilerle kaplı olduğu söylenen kendisine, oğluna ve bir Mevlevi şeyhine ait üç sanduka mevcut.

Nigar Hanım Türbesi: Mevlevihane ile Ulucami arasındaki bulunan Türbe, II.Beyazıd’ın oğlu Şehzade Korkut’un annesi Nigar Hanım için 1503’te altıgen planlı olarak yapılmış. Kaidesi kesme taş, gövdesi moloz taşlardan yapılmış.

Yivli Minare Hamamı: Mevlevihane’nin hemen bitişiğinde bulunan hamamın kitabesinde Sultan Alaeddin Keykubad’ın adı geçmekteymiş.

Hadrian Kapısı-Üç Kapılar: Antalya’nın bir başka simge yapısı olan Hadrian Kapısı, Roma’nın gezgin imparatoru Hadrian’ın Attaleia gezisi için MS 130’larda yapılmış tipik Roma zafer takı görümünde bir yapı; iki sütunlu, dört kapı kuleli ve üç kemeriyle bugüne kalan yapının üzerinin zamanında heykel süslemeleri varmış. Yapıldıktan sonra surların uzatılmasıyla kapı kapanmış ve uzun süre kullanılmamış ama kalıntıların temizlenmesiyle kapı ortaya çıkmış.

Sütunlar hariç her tarafı beyaz mermerden yapılan kapıdan bugüne kalan taş süslemeler, rölyefler muhteşem… Kemerin sol tarafındaki kule Roma dönemine aitken, sağdaki kulenin alt kısmı Roma, üst kısmı Selçuklular döneminde tarihlenmekteymiş. Burası Kaleiçi girişlerinin en görkemlisi; Girişin devamındaki Hesapçı Sokağı ise Kaleiçi’nin en hareketli yerlerinden ve doğrudan Hıdırlık Kulesi’ne uzanmakta…

Hıdırlık Kulesi: Karaalioğlu Parkı’nın Kaleiçi’yle buluştuğu noktadaki Hıdırlık Kulesi, silindir gövdeli kare planlı 14 metre yüksekliğinde bir yapı… MS 2. yüzyıla tarihlenen yapının yapılış amacı karışıklığa yol açmış; planına bakıldığında Roma dönemi mozolelerini anımsatıyormuş ama aslında deniz feneri ya da gözlem kulesi olarak kullanıldığı düşünülmekte. Bu dönemde tadilatta olan yapının çevresinde yapılan kazılarda bir Roma hamamı kalıntısı bulunmuş.

Kesik MinareŞehzade Korkut Camisi: Hesapçı Sokağı üzerinde yer alan ve yakın zamana kadar külah kısmı olmadığı için Kesik Minare olarak bilinen yapı, Roma döneminde Osmanlılara kadar uzanan süreçte sürekli değişim geçirmiş. MS 2. yüzyılda burada bir Roma tapınağı yapılmış, 6. yüzyılda ise üzerine bir kilise inşa edilmiş. 7. yüzyıldaki Arap baskınları sırasında yıkılan yapı, 9. yüzyılda eklemelerle onarılarak tekrar kilise haline getirilmiş. Selçuklularla birlikte cami olan yapı, 1360’larda Kıbrıs Kralı I.Peter’in hakimiyeti sırasında yine kilise olmuş. Nihayetinde Osmanlılar döneminde I.Beyazıd padişahlığı sırasında sancak beyi olarak buralara gelen Şehzade Korkut zamanında eklenen minare ile birlikte camiye dönüştürülmüş. İşte Kesik Minare, o minare… Ama zaman içinde yangın dolayısıyla tahribata uğrayan cami yakın zamana kadar metruk haldeydi. Şimdilerde restorasyonda; restorasyon sırasında kesik minarenin külahı da eklenmiş.

Karatay Medresesi: Karadayı Sokağı üzerindeki taç yapısıyla dikkati çeken dikdörtgen şeklindeki bina, 1250’lerde Sultan II İzzeddin Keykavus döneminde yapılmış; banisi ise Celaleddin Karatay’mış. Antalya fatihi I Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından Kilikya seferi sırasında esir alınan bir Ermeni olduğu düşünülen Celaleddin Karatay, I. Alaeddin Keykubat ile sarayda çalışmaya başlayıp II. İzzeddin Keykavus döneminde devlet ricaline girmiş, hızla yükselmiş haznedar, atabeg ve sultan naibliği bile yapmış. 15×30 metre boyutlarında olup taç kapısıyla göz dolduran , eyvanlı, açık avlulu yapı içinde Selçuklu Sultanlarının kısa hayat hikayeleri mevcut.

Ahi Yusuf Cami ve Türbesi: Mermerli Sokak’ta bulunan ve Ahi Yusuf adına 1249’da yapılan kare planlı ve tek kubbeli cami, moloz taşla inşa edilmiş. Cephede çift kanatlı kapı ve dikdörtgen pencereler mevcut. Kuzeyinde yer alan türbe ise, iki katlı; alt katta mezar, üstte zaviye varmış. Ahi Yusuf’un sandukasının bulunduğu türbe’nin üst katında blok taştan yapılma kemer mevcut.

Tekeli Mehmet Paşa Cami: Saat kulesinin karşısında bulunan Tekeli Mehmet Paşa Cami’nin 1606 ile 1616 arasında yaptırıldığı düşünülmekteymiş; Evliya Çelebi’nin 17. yüzyıla ait Seyahatname’sinde bu camiden bahsetmiş. Yüksek bir kasnak üzerinde yükselen kubbesi, doğu-batı-güney yönlerinde birer yarım kubbe, güneyde ise üç kubbe ile desteklenmiş. Halen tadilatta olan caminin içini göremedim. Tekeli Mehmet Paşa ise, III Mehmed’in çavuş başısı iken sonra beylerbeyi olmuş, 1616’da Van valisi iken ölmüş.

İskele Cami: Yat Limanı’nda yer alan, 46 metrekarelik alanıyla Antalya’nın en küçük camisi olan İskele Cami, 1903’te Kenan Paşa ve Şakir Efendi tarafından yapılmış. Daha önce burada bir Selçuklu camisi olduğu düşünülmekteymiş. Köşk mescit şeklinde dört sütun üzerine altıgen planlı olan caminin tabanında su kaynağının olduğu küçük bir havuz bulunmakta. Tabanı sudan oluşan çok özgün bir cami; küçük ama sevimli…

Sultan Alaaddin Cami: Kılınçarslan Mahallesi’ndeki bu cami, 1834’de üç nefli Panhagia Kilisesi’nden dönüştürülmüş. 1922-1934 arası arkeoloji müzesi olarak kullanılmış, sonra apsis kısmına minber eklenerek camiye dönüştürülmüş. 1958’de minare eklenmiş ama çanı yerinde kalmış. Cami tavandaki haç, yıldız, melek süslemeleri dikkat çekici…

Ahi Kızı Mescidi: Ahi Yusuf’un kızına ait bir mescit olup 1300’lü yıllara ait olduğu düşünülmekteymiş. Türbe içindeki mermer sanduka Hamidoğulları dönemine aitmiş. Mescit ise Selçuklu dönemine tarihlenmekte olup temel olarak kale burçlarından çevrilmiş.

Yeni Kapı Kilisesi – Hagios Alypios Kilisesi: 1844’de moloz taştan yapılan tek nefli Rum Ortodoks Kilisesi, 1920’lerde kaderine terk edilmiş, 2007’ye kadar depo olarak kullanılmış, şu an tekrar ibadete açılmış.

Oyuncak Müzesi: Asansörün hemen yanında yer alan Oyuncak Müzesi, dünden bugüne türlü oyuncakların sergilendiği bir müze. Antik çağdan, çizgi film kahramanlarına uzanan bir yelpazede her çeşit oyuncak mevcut. Çocuklar yanında, içimizde bir yerlerde olduğunu düşünmekten hoşlandığımız çocuğun da sevebileceği bir yer. Benim içimde çocuk, mocuk olmadığı için pek bir şey ifade etmedi. Pazartesi hariç her gün 09.00-18.00 saatleri arasında açık ve ücretsiz. O güzelim Kaleiçi’nin sokakları dururken Nuh nebiden kalma oyuncakları görmeyi tercih ederseniz, buyrun…

Deniz Biyolojisi Müzesi: İskele Caddesi’nin Yat Limanı’na yakın kısmındaki müze, yaklaşık 500 tür deniz canlısının sergilendiği Türkiye’nin ilk Deniz Biyolojisi Müzesi… Nedense korsan gemisi temalı düzenlenen iki katlı bu minik müzedeki karidesten köpekbalığına kadar, biraz solgun, biraz rengi atmış haldeki deniz canlılarına yakından bakmak isterseniz, pazartesi hariç her gün 9.30-18.00 saatleri arasında ücretsiz olarak ziyarete açık.

Etnografya Müzesi: İki ayrı konaktan oluşan müze, Antalya’nın geçmişine, yaşamına ışık tutan bir yer.

Konaklar bile başlı başına gezmeye değer yerler; konaklar son dönem Osmanlı mimarisinin özgün örneklerinden. Ahşap işçiliğinden, kapı tokmak ve anahtarlarına, halılardan müzik aletlerine, hat eser ve malzemelerinden giysilere, silahlardan mutfak eşyalarına, Osmanlıların son dönemlerine ait eşyalar ilk binada sergilenirken ikinci binada aynı döneme ait porselen ve cam objeler, silahlar, mühürler, cep saatleri yer almakta. Bahçede ise kitabeler, mezar taşları ve savaş topları görülebilir. Ayrıca Osmanlı gündelik hayatına dair canlandırmalar da müzenin ilgiyi çeken başka bir yanı. Müze her gün 08.30-17.30 saatleri arasında ücretsiz olarak görülebilir. Kaleiçi’nde bir müzeye gitmeyi düşünüyorsanız bence o müze, burası olmalı.

Suna-İnan Kıraç Müzesi: Başka bir etnografya müzesi olan ve Suna-İnan Kıraç’a adanan yer, iki binadan oluşmakta; biri 19. yüzyıla ait tipik eski Antalya evi, diğeri 1863 tarihli Aya Yorgi (Agios Georgios) Kilisesi… Ancak pandemi nedeniyle ziyarete kapalı. Akdeniz Araştırma Enstitüsü de aynı yerde bulunmakta. Kaleiçi’nde göremediğim ve aklımın kaldığı tek yer burası oldu.

Hamamlar: Kaleiçi’nde dolanırken dört hamama rastladım. Nazır Hamamı Hamamaralığı Sokağı’nda yerden bitme bir yapı. Sefa Hamamı ise, Kocatepe Sokak’ta 600 yıllık olduğunu iddia eden bir yer, dışardan öyle görünmüyordu. Balıkpazar Hamamı ise Balıkpazarı Sokağı’nda, Antalya’nın ilk hamamlarındanmış. Yenikapı Hamamı ise kapısına kilit vurulmuş halde; üçgen alınlıklı beşik çatı ile örülü Hamam, Yenikapı’nın girişinde…

Cam Teras ve Keçili Seyir Terası: Mermerli’nin üzerinde Antalya’nın, Kaleiçi’nin keyfini çıkaracağınız bir alan var. Ahşap keçi heykellerin ve Rodos işi siyah-beyaz çakıl mozaik döşeli yolların süslediği terasa, yanınızda isteğinize göre bir içecek alıp manzaranın tadına varacağınız bir yer.

Mermerli Plajı: Kaleiçi’nin doğu ucunda Mermerli Parkının altındaki kaya plajı, günü denizde geçirmek isteyenler için harika bir seçim.

Tekne Gezisi: Kaleiçi’nde yapılacak şeylerden biri de, limanda sıra sıra duran korsan gemisi kılıklı teknelerden biriyle gezintiye çıkmak… Bir saatlik çevreye göz atma turu yanında 2 saatlik Düden Şelalesi’ne kadar süren uzun tur ve 6 saatlik yemeli içmeli, denize girmeli uzun tur seçenekleri mevcut. Antalya’yı denizden görmek için kaçırılmayacak bir fırsat.

Antalya’yı denizin altından görebileceğiniz bir de denizaltı turu vardı; Kaleiçi’nden Kemer yolundaki Sıçan Adası’na kadar deniz altında yirmi bin fersah macerasının girizgahını yaşayabileceğiniz bir seferdi. Mayıs-Ekim arasında düzenlenen turların akibeti pandemiden dolayı belli değil.

Sokaklar: Kaleiçi’nin tadı sokaklarda çıkar. Kaleiçi’nin geleneksel konaklarının, kafelerin, lokantaların süslediği sokaklarda dolanın. 1972’de Antalya İç Limanı ve Kaleiçi semti, ‘Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu’ tarafından SİT bölgesi olarak korumaya alınmış. Konaklar, iki ya da üç katlı olup avlu ve taşlıkla çevrelenmiş.

Sokağa bakan taraf yüksek pencerelerle aydınlatılırken arka taraf bahçeye açılmaktaymış. Üst kat odaları sofaya açılıp, orta katlar kışlık alan ya da depo olarak kullanılmaktaymış. Evlerin çakıl mozaik döşeli avluları, kalem işi süslemeleri, ahşap tavanı dikkati çekmekte. Yollarda dolaşın; kalem işi süslü bir ahşap yapı, kapı önünde duran tarihi bir heykel, ev kenarlarını süsleyen bir rölyef, duvar resimleri bu sokakların sürprizleri, hatta kim bilir, portakalını kaybetmiş altın portakallı kadın heykeli karşınıza çıkabilir.

Yeme İçme-Eğlenme-Konaklama-Alışveriş

Kaleiçi’nde restore edilmiş eski Antalya konaklarından yapılan oteller başlı başına bir tecrübe sunuyor. Her bütçeye uygun, pansiyonlardan lüks otellere kadar muhtelif seçenekler mevcut. Tercih size kalmış.

Yeme, içme, eğlenme konusunda da Kaleiçi bir çok seçenek sunmakta. Mermerli, Tophane gibi çay bahçeleri hem manzaralı hem keyifli. Kafe ve barlar açısından da bölge çok zengin; Limandaki Aynalı hem kafe hem lokanta olarak tercih edilebilecek bir yer. Ayrıca Hesapçı Sokak’tan mutlaka geçin; kayda değer kafe, lokanta, meyhaneler orada… Velespit gayet özgün bir yer. Beerzone’da sosisli sandviçler tercihte öne çıkıyor.

Ayrıca Davidpeople, Route, Varuna, Demlik dikkat çekici yerlerden. Hıdırlık manzarasıyla Telator, meyhaneler arasında farklı ama Yemenli, Ayar, Meyhanet de kayda değer. Seraser, Arma bütçeyi zorlayabilecek şık mekanlardan. Barlar açısından da Hesapçı Sokak ve çevresi önemli bir nokta; Jimmy’s, Ronin, Dubhlinn, Edinburg sayabileceğim yerlerden. Alış veriş açısından ise halı, mücevher gibi cep boşaltan lüks mallardan giysi, hediyelik eşya satan daha mütevazı dükkanların çoğu İskele Sokağı’nda ama yine Hesapçı Sokak’ta alternatifler bulabilirsiniz. Benim sevdiğim dükkanlardan biri de yine Hesapçı Sokak üzerinde Demlik Kafe’nin karşısındaki eskici…Plaktan sikkeye ne ararsanız var.

Kaleiçi Antalya’nın özü; Antalya ile ilgili her şeyin başladığı yer. Mutlaka uğramanız, gezmeniz gereken bir nokta. İster 1-2 saatte gezer dolaşırsınız ister tüm günü burada geçirirsiniz. Her şey var; Kaleiçi’nden hiç çıkmadan, Roma’dan Osmanlılara kadar uzanan bir tarihte gezinebilir, bir çay bahçesinde yorgunluk atarken manzaranın tadını çıkarabilir, canınız isterse denize girip kafelerinde vakit geçirebilir, alışverip yapıp gece de ya bir meyhanede, ya da bir barda eğlencenin dibini bulabilirsiniz…Daha ne olsun…

Gezdiğim müzelerin ücretsiz oluşu pandemi ile ilgili bir durum olabilir, daha öncesinde söz konusu müze girişlerinde ücret alınıyormuş.

*Yazıda, Antalya Valiliği İl Turizm ve Kültür Müdürlüğü’nün yayınlarından, İstanbul Üniversitesi Açık Öğretim Tarih Bölüm Türkiye Selçuklular Tarihi ve Haçlılar Tarihi ders notları ve Sayın Özgen Kurt’un Kaleiçi’nin (Antalya) Kuruluşundan 16.Yüzyıla Kadar Mekansal Değişimi isimli Yüksek Lisans Tezi’nden faydalandım.

Visits: 1