Kavala Yunanistan’ın kuzeyinde Makedonya bölgesinde, Ege Denizi kıyısında bir sahil kenti. Korunan tarihi dokusu ve sahilleri ile turistlerin ilgisini çeken bölge. Türk turistlerin de ziyaretinin en çok olduğu Yunanistan şehirlerinden biri.
Niçin Kavala
İpsala sınır kapısından sadece 200 km uzaklıkta, İstanbul’dan kalkan otobüslerle veya özel araba ile kolay ulaşılmakta,
Uzun yıllar Osmanlı toprakları olduğundan, eski şehirde bir Anadolu şehri sokaklarında, Osmanlı evleri arasında dolaşır gibi geziliyor.
Tarih derslerinde adını ezberlediğimiz Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın, Kanuni’nin, Pargalı İbrahim Paşa’nın izlerini takip edebiliyoruz,
Yunanistan’ın birçok yerinde olduğu gibi benzer kültür, benzer mutfak lezzetleri tadabiliriz, Kavala kurabiyesini Kavala’da tadabiliriz,
Çok sayıdaki plajları ile Ege Deniz’inin kuzeyinde deniz tatili yapabiliriz,
Kavala limanından kalkan feribotlarla hemen karşıdaki Thassos Adası yanında birçok adaya ulaşılmakta.
Kavala Kısa Tarihi
Kavala’nın tarihi M.Ö 600’lü yıllara kadar uzanmaktadır. Şehri Thassos Adası’ndan göçenler kurmuşlar. Tarihi Kavala şehri Panagia Yarımadası’nın tepesine konumlanmış, çevresi de surlarla çevrilmiş. Bu surlar MS 361-363 yıllarında imparator Julian, daha sonra Justinian ve 9 ve 14. yy Bizans döneminde onarılmış ve genişletilmiş. 1307 yılında Bizans döneminde surlar su kemerleri ile birlikte şehrin en tepesine kadar uzatılmış. Tarihi şehir, surları ile birlikte doğal limana tepeden bakmaktadır. Aslında Kavala’nın başka bir tarihi önemi de ünlü Makedon kralı II.Philip’ten kaynaklanmaktadır. II.Philip şehri kuruluşundan kısa süre sonra bu toprakları işgal etmiş. Kavala’ya 10 dakika uzaklıkta Phillippi şehrini kurmuş, Kavala’da bu yeni şehrin limanı olmuş. Phillippi Büyük İskender’in de doğduğu şehir. Antik şehrin kazıları halen devam etmektedir. Kavala gezisinde bu antik şehir de ziyaret edilebilir.
Osmanlı Devleti Kavala’yı 1387 yılında kendi topraklarına katmış. 1391 yılında Osmanlı döneminde şehrin tepesindeki Bizans kalesi yıkılarak yeniden yapılmış. Balkan vilayetleri arasında Kavala’ya özel önem veren Osmanlı önemli yatırımlar yapmış. Önceleri küçük bir balıkçı kasabası olan Kavala, doğal limanı ile 18.yy’da ticarette de önem kazanmış. Şehir Birinci Balkan Savaşı’nda 1912 yılında Bulgarların eline geçmiş, II. Balkan Savaşı’ndan sonra da Yunanistan topraklarına katılmış. Şehirde yaşayan Türk nüfus 1923 yılında iki ülke arasında yapılan mübadele anlaşması ile ayrılmak zorunda kalmış memleketlerinden. Kavala’ya da Kapadokya’dan göçen Rum nüfus yerleştirilmiş.
Ulaşım
Kavala İstanbul’dan sadece 200 km uzaklıkta. Özel araba ile ya da İstanbul’dan kalkan otobüslerle İstanbul’dan İzmir’e gitmek gibi 5-6 saatte ulaşılmakta. Özel araba ile gidenler için otobanda rahat bir yolculuk yapılıyor ancak otobanda sık ücretli geçiş gişeleri karşılıyor. 1-2 euro bozukluklar elinizin altında olmalı. Kavala’ya Türkiye’den havayolu ile direk uçuş olmadığından Atina veya Selanik aktarmalı uçulabilir. Ayrıca Kavala’ya Atina Pire Limanı ve Rodos, Kos, Midilli, Thasos ve İkaria adalarından feribot seferleri yapılmaktadır.
Konaklama
Klasik olduğu gibi Kavala’da da her fiyattan konaklama için bookingten veya airbnbden yer bulmak en kolayı. Bölge olarak her yerde kalabilirsiniz. Küçük bir şehir olduğu için eski şehre taksi ile ulaşım kolay. Biz kale surlarının içinde değil ancak yine eski şehirde bir apartman dairesinde kaldık. Booking.com da Casa del Sole olarak geçen dairemize dar sokaklarda araba ile giderken biraz tırmandık. Ancak özel otoparkı olan, tertemiz iki oda bir salon daire idi. Asıl güzelliği kaleye ve eski şehre hakim manzaralı balkonu idi. O kadar güzel manzara fotosu yazımın giriş fotosunda da yer aldı.
Gezelim Görelim
Kavala Osmanlı döneminde önemli ticaret merkezi kimliğini kazanmış, şehre önemli yatırımlar yapılmış. Günümüzde şehirde eski şehrin kale içi sokakları yapıları ile korunmuş, yeni şehir yapılanması başka bir tarafa yönlendirilmiş. Bizler için de tarihi şehir gezilecek, görülecek yerler arasında öncelikli oluyor.
Kamares (Su Kemerleri)
Şehrin girişinde bizi su kemerleri karşılıyor. Romalılar döneminde hem şehrin su ihtiyacı, hem de şehrin savunması için yapılan su kemerleri Kanuni Sultan Süleyman döneminde genişletilmiş. Altmış gözlü su kemerleri 1911 yılına kadar kullanılmış. Kemerler bugün eski şehir ile yeni şehri de birbirinden ayıran şehrin sembolü görüntüsünde.
Bir tepe üzerine yerleşmiş eski şehir ana sokakları trafiğe açık, araba ile girilebiliyor ancak tepeye doğru sokaklar iyice daralıyor. Biz araba ile Kavala’ya gitmemize rağmen eski şehre taksi ile gitmeyi tercih ettik. Hem park yeri aramak istemedik, hem de rahat rahat yürümek istedik. Kavala’da taksi ücretleri yüksek değil, rahatlıkla taksi ile ulaşabilirsiniz istediğiniz yere.
Aslında gezilecek yerler eski şehir ve liman kenarı olarak düşünülürse Kavala küçük bir şehir ve iki günde tüm şehri ve hatta plajları gezebilirsiniz. Biz Balkanlar Adriyatik Kıyıları gezimizin dönüşünde iki gece konakladık Kavala’da. Haziranın ilk haftası olmasına rağmen o gün şehirde fırtına alarmı verildi, neyse ki fırtına yerine hafif yağmurlu bir havada şehri dolaştık ancak plajlara gidemedik.
Kavalalı Mehmet Ali Paşa Evi
Kavala için önemli bir kişi olan, Osmanlı Paşası Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın doğduğu konak ilk görülecek yerler arasında.
Konağı gezmeye başlamadan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan biraz söz edelim. Kavala doğumlu Mehmet Ali Paşa Osmanlının çöküş dönemlerinde başarılı bir komutan olmuş. Mısır Valiliği’ne getirilmiş, güçlü bir ordu kurup Sudan’ı da Osmanlı topraklarına katmış. Yunanlıların Mora isyanı sırasında Osmanlı ondan yardım istemiş, isyanı bastırdıktan sonra Mora Valiliğinin kendisine verilmesini istemiş. Bunu elde edemeyince Osmanlı’ya isyan etmiş ve ordusu ile Osmanlı topraklarında Kütahya’ya kadar yürümüş. II. Mahmut ancak İngiltere, Fransa ve Rusya’nın yardımı ile Kütahya’da durdurabilmiş Kavalalıyı. Kavalalı Mehmet Ali Paşa Mora’nın, Kavala’nın Osmanlıdan bağımsızlığını kazanmasında yaptığı destek nedeniyle Kavala için önemli bir şahsiyet olarak görülmekte. Evi korunmuş, heykeli dikilmiş, bir sokağa adı verilmiş.
Osmanlı mimarisinde yapılmış, Muhammet Ali’nin Evi olarak adlandırılan konak müze olarak ziyarete açık. Kavalalı Mehmet Ali Paşa Mısır Valiliği yapmıştı. Kavalalı’nın konağı ve Kavalalı’nın yaptırdığı diğer önemli yapı medrese, imaret kompleksi Mısır hükümeti mülkiyetinde.
Biz Panagia bölgesi (old town) gezimize öncelikle bu konak ile başladık. 300 metrekare genişliğinde, iki katlı ev gösterişli bir Osmanlı Konağı.
Deniz manzaralı ahşap konak, haremlik, selamlık odalarını, kullanılan eşyalarını görmek için gezmeye değer. Ayrıca bahçesi de ziyarete açık. Bahçeden Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın at üzerindeki heykeli ve Panagia Meryem Ana Kilisesi’nin bir karede yer alan manzarası da farklı bir görüntü sunuyor. Müze giriş ücreti 5 Euro, ancak sadece saat 10.00 – 14.00 arası ziyarete açık.
Panagia Meryem Ana Kilisesi
Kavalalı Mehmet Ali Paşa Konağı’nın karşısında, yer alan kilise şehrin en güzel manzaralı kilisesi olsa gerek. Kilise 15.yy’da Bizans döneminde yapılan Katolik kilisesinin yerine 1965 yılında yapılmış.
Kavala Kalesi
Eski şehrin yüksek bir yerinde bulunan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Evi ve kilise sonrası dar sokakların arasından tırmanarak kaleye çıkabilirsiniz. Ortaçağ Bizans kalesine Osmanlı döneminde de eklemelerde bulunulmuş. Kalede savunma amaçlı kullanılan merkezi bir kule, Osmanlı döneminde hapishane olarak da kullanılan cephanelik, yiyecek deposu, sarnıç ve nöbet yerleri görülebiliyor. Kale eski şehrin en yüksek yeri öncelikle Kavala’nın en güzel manzaralı olsa gerek. Günümüzde bu manzaralı kale kültürel etkinliklerde kullanılıyor. Kalenin giriş ücreti 4,5 euro. Biz belli bir yere kadar sokak aralarında dolaşsak da tam tepeye çıkmadık.
İmaret – Medrese
Kavalalı Mehmet Ali’nin Kavala’da yaptırdığı en önemli eser imaret. Bina Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından 1813 yılında yaptırılmış. İçinde medrese, imarethane ve yetimhane bulunan kompleks 19 yy’da yapılan Osmanlı mimarisi eserlerinin en güzel örnekleri arasında sayılmaktadır. Bina en son 2001-2004 yılları arasında restorasyon geçirmiş. Mısır devletinin mülkiyetinde olan bina bugün butik bir otel ‘İmaret Otel’ olarak hizmet vermektedir. Salı ve çarşamba günleri dışındaki günlerde saat 10.00-14.00 arasında, 8 Euro ücret ile rehberli olarak gezilebilmekte. Biz saat 14.00 den sonra imaret önünde idik, otelde kalamasak da bu özel yapıda limana ve yeni Kavala’ya hakim manzaraya karşı bir şeyler içip, tarihi dokuyu koklayabilir miyiz diye bakındık. Ancak kapılar kapalı idi içeride bir hareket görünmüyordu.
Halil Bey Cami
Kavala eski şehirde Halil Bey Camisi’ni bulmak için dar sokaklardan, evlerin arasındaki dik merdivenlerden biraz tırmandık. Dışı kırmızı boyalı camiye ulaştık. Cami 16.yy’da eski şehirde nüfusun yoğun olduğu üç yol ağzında konumlanmış. Aslında cami erken Hristiyanlık döneminden bir kilisenin üzerine yapılmış. Kilisenin bahçesinde de Bizans döneminden 10.yy’dan kalma mezarlar bulunmaktaymış. Ancak 14.yy’da Osmanlının şehre hakim olması sonrası kilise camiye çevrilmiş, yanına küçük bir medrese eklenmiş. 20.yy’ın başında Osmanlının son döneminde yapılan cami Osmanlı Rokoko tarzında dekore edilmiş. Türkiye’den Kavala’ya mübadele ile gelen Rum nüfus da bir dönem bu camide barınmış. Günümüzde yapı Kavala Belediyesi tarafından çeşitli etkinliklerde kullanmaktadır. Binanın kapısı biz gittiğimizde kapalı idi, ancak pencereden çekebildiğim fotodan caminin ne kadar farklı olduğu, içinin de korunduğu görünüyor.
Panagia Sokakları ve Evleri
Kavala Panagia bir dönem tüm şehrin yerleşim bölgesiydi. Osmanlı döneminde Hristiyan nüfus surların dışında yerleşim izni alıp bölgeden ayrılmışlar. Daha sonra bu bölge ağırlıklı Türk nüfusu ile Türk mahallesi olarak bilinir olmuş. Ana cadde Poulidou Caddesi üzerinde tırmanırken İmaret, Kavalalı Mehmet Ali Paşa Evi ve Kiliseyi gezebilirsiniz. Ancak Halil Bey Cami ve Kaleye ulaşmak için dar, ara sokaklardan tırmanmak gerekiyor. Poudiou Caddesi üzerinde sevimli restoranlar, kafelerde nefeslenip, Yunan mutfağından lezzetler tadabilirsiniz. Renkli hediyelik eşya dükkanları da bu cadde üzerinde uğrak yerleriniz olabilir. Yine Kavala’nın tek ev yapımı ve en ünlü Kavala Kurabiyecisi de bu caddede. ‘Boulangerie Boutique’ de klasik bademli kavala kurabiye yanında, çikolatalı ve portakallı kurabiye de tadabilirsiniz. Biz de hediye olarak Kavala kurabiyelerimizi bu meşhur dükkandan aldık. Üç marka ünlü imiş Kavala kurabiyesinde, ancak hepsi fabrika üretimi olduğundan biz başka markayı tatmayı bile düşünmedik.
Tarihi surlar içindeki yarımadada evler de klasik, cumbalı Osmanlı evleri, çoğunluk restore edilmiş, çiçeklerle süslenmiş. Parke taşlı merdivenli, dar sokak aralarında kaybolup, fotoğraflar çekmek arzusu sarıyor insanı bu 500 yıl Osmanlı izleri taşıyan sokaklarda.
Agios Nikolaos Kilisesi
Kavala eski şehrin tarihi eserlerinden biri Agios Nikolaos Kilisesi tarihi bir cami aslında. Kanuni Sultan Süleyman 1530 yılında damadı Pargalı İbrahim Paşa adına yaptırmış bu camiyi. Cami 1926 yılında Ortodoks kilisesine dönüştürülmüş. Caminin minaresi kesilmiş ve çan kulesine dönüştürülmüş. Kilisenin önüne de ‘Apostolos Filipi Neopoli’ye Varışı’ nı temsilen gösterişli bir mozaik yapılmış. Aziz Pavlus’un MS 49’da Hristiyanlık mesajını yaymak için ilk Kavala’ya gelmesini temsil etmektedir. Havari Pavlus aynı zamanda ilk Hristiyan kadın Lydia’yı da burada vaftiz etmiş.
Liman ve Kordon Boyu
Poudiou Caddesi’ni boydan boya gezip caddenin sonundan denize doğru uzanınca karşımıza Plateia Eleftherias Meydanı çıkıyor.
Eski şehrin hemen altında eski şehir geziniz sonrası deniz kenarında nefeslenebileceğiniz, liman manzaralı bölge. Eski şehrin konakları, Osmanlı dokusu, parke taşlı sokakları ile zaman tünelinden çıkıp, günümüzün sahil şehri Kavala havasını koklayabileceğiniz meydandasınız artık.
Hareketli meydan sahil kenarında yürüyüş yapıp, deniz havasını alabileceğiniz, çevresinde yer alan kafe ve restoranlarda zaman geçirebileceğiniz bir yer. Denize karşı restoranlarda balık ve Yunan mezeleri tadımı ile günü bu meydanda tamamlayabilirsiniz. Deniz ürünlerinin bolluğu, lezzeti ve bol zeytinyağlı Yunan mezelerinin her çeşidini burada da bulabileceğinizi söylemekle yetinelim. Biz eski şehrin tarihi caddesindeki bir Yunan tavernasında bu tadımı yaptık. Limana ulaştığımızda kafelerden birinde kahve ve tatlı ile sonlandırdık günümüzü.
Kavala Plajları
Biz Balkan gezimizde Adriyatik kıyılarında sezonun deniz açılışını yaptıktan sonra dönüşte de Kavala’da, Kuzey Ege Denizi’nde yüzerek yolculuğumuzu tamamlamak istemiştik. Ancak tam o tarihte birçok bölgeyi etkileyen yağışlı hava koşulları nedeni ile deniz güneş keyfi yapamadık Kavala’da. Belki de bu koşullar, başka bir zaman hem Kavala’dan Thassos Adası hem de Kavala plajlarında deniz tatili yapmak üzere yönümüzü Kavala’ya çevirmemize neden olacak diye düşünelim.
Yine de biraz Kavala plajlarından söz edelim. Kavala’da şehrin içinde en kolay ulaşılacak plaj Kalamitsa Plajı, hem konaklamak hem de günübirlik taverna ve kafelerde oturup deniz keyfi yapabileceğiniz kumluk bir plaj. Ayrıca Batis Plajı, Tosca Plajı, Paleo, Nea Irakleitsa Plajı, Nea Peramos Plajı, Perigiali Plajı gibi çok sayıda plajdan söz edebiliriz. Günübirlik Thassos Adası’na feribot ile geçip adada da denize girebilirsiniz. Hem ulaşımı kolay hem de geniş ve mavi bayraklı plajlar yaz döneminde iyi bir tatil alternatifi olabilir.
Müzeler
Biz Kavala gezimizde müzeler için zaman ayıramadık. Yine de söz etmeden geçmeyelim. Kavala’ya özgü bir müze ararsanız Tütün Müzesi’ni belirtmemiz gerekir. Tarihinde tütün ticaretinin önemli bir gelir kaynağı olduğu Kavala, bir meydanı tütün işçilerine adamış. Bir tütün işçisi heykeli de olan Kapnergatis Meydanı’nda Tütün Müzesi yer almakta.
Kavala Arkeoloji Müzesi Yunanistan, Makedonya ve Trakya Bölgesi medeniyetlerinden kalan eserlere ev sahipliği yapmaktadır.
Son Söz
Kavala bizim için 15 günlük Balkanlar gezimizin son durağı idi. Dönüş yolunda özellikle 2 gece ayırmıştık bu küçük şehre. Kavala ülkemize bu kadar yakın bir mesafede olmasına rağmen gezgin olarak bugüne kadar görmediğim bir şehir idi. Balkan rotamızda, tarihi şehri gezmek, deniz havasını koklamak ve klasik Yunan mutfağı lezzetini tatmak için yerini aldı. Kavala’yı benim gibi bugüne kadar görmeyenler mutlaka değişik bir tat bulacaklardır. Benim için de deniz tatili, Thassos Adası gezisi ve Yunan mutfağında doyasıya yemek içmek için tekrar gezilecek şehirler listemde yerini aldı.
Ağrı’da Anadolu’nun en doğusunda, tarihi öyküsü ve mimarisi ile muhteşem bir saray olduğunu biliyor musunuz? İshak Paşa Sarayı, Anadolu’nun en güzel ve görkemli sarayı, Osmanlı döneminden kalan Topkapı Sarayı’ndan sonra en önemli saray olarak değerlendiriliyor.
Osmanlı mimarisinden Anadolu’da günümüze ulaşabilmiş tek saray. Konumu, tarihi, efsaneleri, mimarisi, büyüklüğü, motiflerle işlenmiş taç kapıları ile sanat eseri.
Öncelikle sarayın özelliklerini görelim sonra gezmeye başlayalım.
İshak Paşa Sarayı tam 99 yılda tamamlanabilmiş. İlk inşaatı 1685 yılında Çıldır Atabeklerinden Çolak Abdi Paşa başlatmış, ancak tamamlanamamış onun döneminde. Yine Çıldır hanedanından I. İshak Paşa’nın torunu II. İshak Paşa 1784 yılında bir mimari anıt yaratılmasını sağlamış. Mimarı kesin olarak bilinmemekle beraber Ahıskalı ustalar çalışmış sarayın inşasında.
Sanat ve tarihi özellikleri ile eşsiz bir eser olan sarayın mimarisi de çok yönlü. Osmanlının Lale Devri’nin son büyük anıt yapısı, geleneksel Türk ve Selçuklu mimari özelliklerini taşırken aslında tam bir eklektik yapı. Fars, Kafkaslar, Ermeni medeniyetlerinin etkisi taş işçiliği, oymalar ve duvar süslerinde görülüyor. Doğu özelliklerini taşıyan sarayda, bazı yüzeylerdeki tasvirlerde batı tarzı barok ve rokoko işlemeler bulunmakta.
Anadolu’nun en haşmetli yapılarından biri olan bu kültürel mirasımızın başka bir özelliği de dünyada kalorifer tesisatı döşenen ilk saray olduğunun belirtilmesi. Bir yerde ısıtılan su taş duvarların aralarındaki boşluklardan diğer odalara ulaştırılmaktaymış. Sarayın camisi de aynı yöntemle yerden ısıtılıyormuş.
İshak Paşa Sarayı kartal yuvası gibi, Avrupa’daki şatolara benzer şekilde ovaya hakim bir tepeye kurulmuş. Saray, yoldan tırmanırken göz alıyor mağrur duruşu ile. İşlemeli taç kapısından girip avluları ve odalarında dolaşırken, ne hayatlar yaşandı, ne öykülere şahit oldu bu taş duvarlar diye düşünmeden duramıyor insan.
Bu arada İshak Paşa Sarayı’na ilişkin efsanelerden de söz edelim. Anadolu’nun en yüksek dağı Ağrı Dağı haşmetli görünüşü ile bölgede birçok yerden görünürken bu özel saray sırtını dönmüş Ağrı Dağı’na. Bu yapım şeklinin efsanesine gelirsek, paşanın kızı Ağrı Dağı eteklerinde sürülerini otlatan bir çobana aşık olmuş. Paşanın kızı gün boyu aşık olduğu genci gözlermiş penceresinden. Bu durumu kabullenemeyen paşa baba, dağın görülmeyeceği bir saray inşa etmek istemiş. Aramalar sonunda ovaya hakim bu tepe bulunur ve saray oraya yaptırılır.
Başka bir öyküye göre; İshak Paşa kendi gücü ve kudretini herkesten, her şeyden yüksek görüyordu. Bu durumda Ağrı Dağı bile İshak Paşa’nın gücüne kudretine rakip olmamalıydı. Paşa sarayının çevresinde dağ bile olsa haşmetli başka bir görüntü olmasını istememiş demek ki.
Başka bir efsane de sarayın avlusundaki çeşmeden süt akmaktaymış. Zaten ilk avludaki çeşme süt çeşmesi olarak adlandırılıyor. Çeşmede iki oluk ve iki tas koymak için iki niş bulunmasının nedeni de çeşmeden süt akmasından olduğu söyleniyor. Çevredeki köylerden toplanan sütün yer altından bir taşıma sistemi ile sarayın çeşmelerine ulaştığı rivayet ediliyor..
Asıl önemli başka bir öyküye gelince, İran sefiri İshak Paşa Sarayı’nda misafir edilir ve saraya hayran kalır. Bu ziyaretinden sonra İstanbul’a giden sefir zamanın padişahına İshak Paşa Sarayı’nın güzelliğini anlatırken o kadar ileri gider ki, İshak Paşa Sarayı’nın Topkapı Sarayı’ndan bile güzel olduğunu belirtir. Bu karşılaştırmaya çok kızan padişah İshak Paşa’yı sürgüne gönderir.
Sarayın çevresinde başka eserler de bulunmakta. Sarayın cumbalı odasından da göreceğiniz kuzey yönünde Bayazid kalesinin surları bulunmakta. Surların altına da Bayazid Cami ve yanına bir türbe yapılmış. Türbede ünlü Kürt alimi ve edebiyatçısı Ahmed-i Hani yatmakta. Ahmed-i Hani Kürt edebiyatının önemli eseri Mem u Zin’in yazarı. Kürt filozofu olarak da bilinen Ahmed-i Hani, İshak Paşa Sarayı’nda katiplik yapmış ve bu topraklara gömülmüş.
İshak Paşa Sarayı’na Ulaşım
İshak Paşa Sarayı Doğu Anadolu’da Ağrı Dağı yakınında, Ağrı iline bağlı Doğubayazıt ilçesine 7 km uzaklıktadır. Eski Bayazıd’a hakim bir tepe üzerine konumlanmıştır.
İshakpaşa Sarayı’nı Gezelim
Saray üç tarafı sarp dik bir tepe üzerinde 7600 metrekarelik bir platforma oturtulmuş. Sarayın giriş kapısı doğu yönündedir. Aslında bu giriş kapısı sarayın savunması en zor olan yönüdür. Sarayın çevresi yüksek duvarlarla çevrilmiş. Sarayın bazı bölümleri tek, bazı bölümleri iki, bazı bölümleri de üç kattan oluşmaktadır. Sarayda asıl yapı malzemesi çevreden çıkartılan taşlardan olmakla beraber, az miktarda ahşap ve pencerelerde demir kullanılmış. Saray bulundurduğu 360 birim ile oldukça büyük görünmekte. Saray selamlığı, haremi, camisi, salonları, odaları, mutfağı, hamamı, zindanları ile 360 birimden oluşmakta.
Saraya anıtsal bir taç kapıdan giriliyor. Taç kapıda Selçuklu sanatının örneği kabartmalar ve bitki motiflerinin yanı sıra barok-rokoko özellikler de görülmektedir. Sarayın orijinal altın kapısı Moskova Müzesi’nde sergilenmekte. Bu taç kapıdan sonra iki avlu yer alıyor. Birinci avluda sağda bir çeşme bulunuyor.
Çeşmenin zamanında bir musluğundan su, bir musluğundan süt aktığı rivayet edildiğinden süt çeşmesi olarak adlandırılıyor.
Muslukları dışında diğer bölümleri orijinal olarak günümüze ulaşan çeşme, bitki motifleri ile süslenmiş. Su ile gül arasındaki aşkı sembolize eden bir damla içinde gül motifi ilgi çekici. Çeşmeye tas koymak için iki niş yapılmış, su içenlerin oturması için de iki seki taşı yerleştirilmiş. Birinci avluda ayrıca bekçi odaları, muhafız koğuşları, zindanlar, arabalık ve tavlalar bulunmakta.
Yine bir taç kapı ile birinci avludan geçilen ikinci avluda sarayın en önemli bölümü selamlığa duvar içine gömülmüş bir taç kapı ile geçilmekte.
Avluda sekizgen planlı, küçük ancak taş işlemeleri göz alıcı bir türbe bulunmakta. Kesin olmamakla beraber II. İshak Paşa için yapıldığı düşünülmekte ancak günümüzde içinde iskelet bulunmamakta.
Avluda sarayın iki katı yüksekliğindeki caminin dışı görünmekte. Kübik bir kütlenin üzerine, soğana benzer bir kubbe kondurulmuş. Klasik Osmanlı camilerinde olduğu gibi tek minareli caminin minaresinde iki renkli taş işçiliği görülmekte. Kubbenin yanlarında yürüyüşe uygun boşluklar ve gözetleme kulesi olarak da kullanıldığı düşünülen kuleler bulunmakta. Camiye selamlık bölümünden geçilmekte.
Selamlık bölümünde bir divan (mabeyn) salonu ve diğer selamlık odaları bulunmakta.
İkinci avludan sarayın diğer bölümlerine geçişi sağlayan taç kapı yine motiflerle bezenmiş.
Sarayın içinde cumbalı odanın penceresinin cumbasını taşıyan konsollara ilginç tasarımlı ahşap bir kompozisyon yaratılmış. İnsan, aslan ve kartal üst üste yerleştirilmiş. İnsanın İshak Paşa’yı, aslanın gücü ve en üstteki kartalın yüceliği ve egemenliği sembolize ettiği düşünülmektedir.
Sarayın harem odaları L şeklinde koridor boyunca sıralanmış. Haremin tam ortasında yer alan salon da Lale devrinin özelliğini yansıtmakta. Bu salon eğlence ve toplantı salonu olarak düzenlenmiş çok süslü. Bir yanda duvarlarda ayetler, hadisler, bir yanda İshak Paşa’yı öven şiirler ve barok tarzı süslemeler dikkat çekmekte.
Sarayda yine Selçuklu kümbetlerini andırır şekilde kare planlı bir mutfak bulunmakta. Harem bölümünde ayrıca Bayezıd Ovası’na bakan özel manzaralı bir tuvalet de günümüze ulaşmış. Ayrıca hamam da görülebilir sarayda.
Sarayı 25 yıl önce gezmiştim, taş sarayın etkileyici görüntüsü hafızama kazınmıştı. Bu aradaki yıllarda saray restorasyonlar geçirmiş. İshakpaşa Sarayı restorasyon öyküsüne değinmeden geçmeyelim.
İshak Paşa Sarayı Restorasyon Öyküsü
Saray aslında çok eski tarihli sayılmaz. Taş ağırlıklı saray sadece 238 yıl önce yapılmış. Osmanlının son döneminde Rusların bölgeyi işgali ile saray karargah olarak kullanılmış, Ruslar dönerken saraydan önemli çok şeyi yanlarında götürmüşler. Sarayın altın kapısı da Moskova Müzesi’nde sergilenmekte günümüzde.
Sarayın restorasyonuna 1958 yılında başlanmış. Yani 60 yıldan daha fazla süredir restorasyon yapılmakta. Ancak 2005 yılında, yıllarca yapılan restorasyonların yanlış olduğu ve saraya, yapıya zarar verildiği belirtilerek yeniden restorasyona başlanmış.
2005 yılında bir inşaat firmasına restorasyon ve çevre düzenlemesi yaptırılmış, 2014 yılında milyonlarca lira harcanarak yapılan restorasyonda sarayın üzeri sera gibi plastik malzeme ile kaplanmış.
Yukarıdaki iki fotoğrafta restorasyon öncesi ve sonrası sarayın dışarıdan görüntüsü açıkça görülmekte, fazla söze gerek yok gibi. Tarihi saray pvc ve cam çatı ile korunmaya alınmış.
Aşağıdakiler de benim çektiğim birkaç fotoğraf…
Son Söz
İshak Paşa Sarayı Anadolu’nun Osmanlıdan kalma tek sarayı, tarihi öyküsü, mimarisi çok özel. İnsan gücünün hayallerini zorlayan özellikleri sahip. Bir şekilde yolunuzu düşürüp gidip, görmek gerek bu masal şatosundan kalanları demek kalıyor bana.
Avrupa’nın en genç ülkeleri arasındaki Montenegro’nun güzel kasabası Kotor ve Kotor Körfezi son yıllarda çok sayıda turist çeken bir bölge.
Tüm dünyadaki adı ile Montenegro, Türkçede Karadağ olarak adlandırılıyor. Sadece Türkiye, İtalyanca monte-dağ, negro-kara anlamlarının Türkçe karşılığını kullanıyor nedense. Montenegro dağlık bir ülke, İtalyanlar bir gece ülkeyi işgal için bu topraklara girerler, ülkenin dağlık olduğunu görünce karadağ anlamında Montenegro diye isim verirler. Montenegro, Yugoslavya’nın dağılması sonrası önce Sırbistan ile bir federe devlet oluşturmuş, 2006 yılında da bağımsız bir ülke olmuş. Bir bölümü Adriyatik kıyısındaki ülkenin en çok turist çeken iki şehri Budva ve Kotor. Budva deniz tatili ve hareketli gece hayatı arayanlar için cazip bir şehir. Kotor ise Kotor Körfezi’nde dağlar arasında korunaklı bir Ortaçağ kasabası.
Kotor’un tarihi şehri- Old Town, şehrin en önemli bölümünü oluşturmakla beraber, yemyeşil doğasıyla, körfez kıyısındaki çok sayıda küçük köyler de sakin ve huzurlu tatil yapmak isteyenlere çok şey vaat ediyor
Avrupa’da çok sayıda korunmuş Ortaçağ yerleşim yerleri olmakla birlikte Kotor Old Town en güzel ve iyi korunmuş Ortaçağ şehirleri arasında sayılıyor.
Balkan ülkelerinin çoğunda Osmanlı izleri karşımıza çıkarken Kotor’da tek bir Osmanlı eserine rastlamadık. Sadece Denizcilik Müzesi’nde Barbaros Hayrettin Paşa’nın şehri kuşatmasını nasıl engellediklerini anlatan bir eser karşımıza çıktı. Bu şehri Osmanlı’ya karşı savunmak, Kotor’un övünç kaynağı olan bir durum. Osmanlı Devleti bugünkü Montenegro sınırları içinde bazı toprakları ele geçirmiş, Kotor’u da 1538 ve 1657 yıllarında iki kez kuşatmış ancak bu şehri feth edememiş.
Kotor Adriyatik Kıyısı’nda körfez içinde, körfezin bir ucuna yerleşmiş çok korunaklı doğal bir liman. Diğer yandan deniz kıyısında surları başlayan ve bir yanı dağ yamacına yaslanan surlarla çevrili kalesi bu şehri denizden gelen saldırılara karşı korumuş.
Kotor uzun yıllar Venediklilerin kontrolünde kalmış, sonrası Avrupa’da hüküm süren imparatorluklar hakim olduğundan Balkan kültüründen çok İtalyan kültürü, Avrupa dokusu yerleşmiş şehre.
Kotor’da asıl gezilecek yerler Old Town kale içinde olsa da Kotor Körfezi çevresinde ve yakınında birçok küçük yerleşim yerleri, koylar, plajlar ve tarihi ve kutsal yerler ile Balkanlar ve Adriyatik gezilerinde mutlaka gezilecek bir yer. Kotor Montenegro’nun en turistik şehri olan Budva’ya sadece 30 km uzaklıkta. Bazı programlarda konaklamadan yarım gün gezilip geçilecek bir yer gibi düşünülebilir. Öncelikle eski şehir ve Kotor çevresi için en az 1-2 gece konaklamak uygun olacaktır.
Niçin Kotor
Öncelikle Türk vatandaşları için hala vizesiz bir ülke, Avrupa Birliği’ne kesin katılmadan önce Budva ve Kotor ve Adriyatik kıyıları gezilmeli.
Balkanların birçok ülkesinde gördüğümüz Osmanlı izleri yerine Avrupa havasını sunan bir ortam, Balkanların birçok ülkesinden farklı bir havası var.
Orta Çağ kalesi ve dar sokaklarında dolaşmak başka bir çağda dolaşmanın keyfini yaşatıyor. Eski şehir UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde ve çok iyi korunmuş.
Küçük bir kasaba, yürüyerek tüm sokaklarını dolaşmak mümkün
Sadece Kotor merkezi değil çevresindeki küçük tarihi yerleşim yerlerine araba ile ulaşmak kolay, ayrıca Kotor Körfezi’nde tekne turu ile daha geniş bir bölge de gezilebiliyor.
Eski şehri yarım günde dolaştıktan sonra körfez kıyısında sakin bir ortamda deniz tatili yapılabilir.
Kotor henüz hızlı büyüme ve rant tuzağına düşmemiş havasında. Budva bizdeki Kuşadası ve birçok tatil yerinde görülen yüksek yapılaşma ile çarpık kentleşmeye doğru yol alıyor. Kotor henüz daha doğal sahil kenti havasında.
Ülkede geçerli para birimi Euro, ancak hala birçok Avrupa ülkesine göre konaklama ve yeme içme daha uygun fiyatlı.
İstanbul’dan direk ülkenin başkenti Podgorica ve Tivat Havaalanlarına uçuş sadece 1,5 saat.
Bu arada gezi programınızda Kotor varsa mutlaka uğrayacağınız Budva için linke yazımı bırakıyorum, iki şehri karşılaştırmak isteyebilirsiniz. Budva Bodrum, Çeşme g,b, hareketli ise Kotor’u sakin, huzurlu hangi tatil beldemize benzetirsiniz acaba. İki şehrin de Ortaçağ ve Avrupa dokusu bizden biraz farklı olsa da, deniz ve tatil kasabası havası açısından karşılaştırabiliriz.
Kotor küçük ve genç Balkan ülkesi Montenegro-Karadağ’ın Adriyatik kıyısına açılan Kotor Körfezi kıyısında 13.500 nüfuslu küçük bir sahil kasabası.
Bu arada Montenegro’nun konumundan söz etmek istersek, bir bölümü Adriyatik kıyısında, iç kısımları dağlık küçük bir ülke. Güneydoğusunda Arnavutluk, doğusunda Kosova, kuzeydoğusunda Sırbistan, kuzeybatısında Bosna Hersek ve batıda Hırvatistan ile çevrilmiş. Komşu ülkelerin tümü eski Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti ülkeleri.
Ulaşım
Karadağ’ın bu küçük şehrine Türkiye’den yola çıkarken büyük ihtimal daha geniş kapsamlı Adriyatik kıyıları veya Balkanlar gezinizin bir bölümünde uğramak isteyeceksiniz. Ancak son yıllarda birçok turda Adriyatik kıyısı Budva, Kotor ve Dubrovnik çok hızlı nerede ise bir günde gezilmekte. Balkanların en güzel bölgelerinden olan bu üç şehri rahat rahat gezmenizi öneriyorum. Biz 15 günlük uzun Balkan turumuzda Budva’da 2 gece, Kotor’da 1 gece Dubrovnik’te 2 gece kaldık. Bu üç şehir birbirine çok yakın. Budva Kotor arası sadece 23 km, Kotor Dubrovnik arası 91 km. Kısaca biz Budva’dan erken saatte Kotor’a ulaşınca bir gece kalmamıza rağmen 1,5 gün kullandık. Kotor’a 15 dakika uzaklıktaki Perast’ı da gezebildik.
Kotor’a Türkiye’den kendi arabamız ile ulaştık. Kuzey Makedonya Ohrid ve Arnavutluk Tiran üzerinden önce Budva sonra Kotor Montenegro’da gecelediğimiz iki yer oldu.
Ülkeye direk uçmak isteyenler için iki havaalanı bulunuyor. Başkent Podgorica’ya ve Tivat’a İstanbul’dan direk uçuş bulunuyor. Tivat Havaalanı Kotor’a 12 km uzaklıkta. Podgorica Havaalanı Kotor arası 90 km 1,5 saat sürüyor. Ancak THY Podgorica uçak bilet fiyatlarını iyi değerlendirmek gerekir. Genellikle en ucuz uçak bileti Arnavutluk Havaalanı’na bulunabildiğinden Adriyatik kıyıları gezisi yapacaklar Tiran’a uçup oradan araba kiralayarak Karadağ gezisi yapabilirler her iki ülke de vizesiz olduğundan vize konusu da sorun olmayacaktır.
Kotor Kısa Tarihi
Montenegro M.Ö 168 yılında Romalılar tarafından kurulur. 1002 yılına kadar Roma ve Bizans yönetiminde kalan ülke, 1002 yılında Bulgar İmparatorluğu, 1185 yılında Sırpların yönetiminde kalır. Sırpların döneminde önemli bir ticaret limanı olur. Daha sonra Avusturya Macaristan İmparatorluğu, en uzun dönem Venedikliler tarafından yönetilir. 1797 yılında Habsburg Hanedanlığı ele geçirir bu toprakları. Osmanlı İmparatorluğu iki kez ülkeyi kuşatmış ancak topraklarına katamamış bu şehri. 1918 yılında Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun dağılması sonrası yeni kurulan Yugoslavya’nın topraklarına katılır. Montenegro II. Dünya Savaşı sonrası Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyetleri arasındaki altı cumhuriyetten biri olarak yer alır. 1992 yılında Yugoslavya’nın dağılması sonrası 2006 yılına kadar iki ülke arasında Sırbistan-Montenegro Federal Birliği oluşturulur. 2006 yılında ülkede yapılan referandum ve parlamentolarının kararı ile bağımsız bir cumhuriyet olur.
Gezelim Görelim
Kotor gezimizin başlangıç noktası ve hem gündüz hem gece gezdiğimiz en önemli yeri Old Town. Kotor doğal korumalı, Adriyatik Denizi’nden körfez içinde bir körfezin kıyısına kurulmuş. Şehrin arkası da sarp bir dağa dayanmış. Bu dağ eteğine kurulan şehir 4,5 km uzunluğunda, 20 metre yüksekliğinde, 10 metre genişliğinde surlar ile çevrilmiş.
Bu korunaklı şehir içindeki yaşam alanları, kiliseleri, müzeleri, sarayları, daracık parke taşlı sokakları ile Ortaçağ rüzgarı estiriyor. Şehir 1979 yılında yaşanan depremde büyük hasar görmüş, ancak aynı yıl Old Town UNESCO Dünya Mirasları Listesi’ne alınmış ve UNESCO’nun desteği ile önemli ölçüde restorasyon geçirmiş.
Şehre girişin üç kapısı bulunuyor. Deniz kapısı, Kuzey ve Güney kapısı. Deniz kapısının üzerine Yugoslavya devlet başkanı Tito’nun ‘Bizim olmayanı istemeyiz, bizim olanı vermeyiz’ sözü yazılmış. Kuzey kapısı aynı zamanda nehir kapısı, Skurda Nehri üzerinde yapılan bir köprüden geçilerek giriliyor. Tam nehirlerle sınırlanan kalelere uygun bu giriş Orta Çağ şehrinin ruhunu yansıtıyor. Biz de köprüden geçerek Kuzey kapısından girdik.
Şehrin içinde görülecek çok yer var ancak harita ile dolaşma ihtiyacı duymuyoruz. Sokaklarında serbestçe dolaşırken karşımıza çıkıyor çarpıcı eserler. Yine de önemli binaları tek tek yazalım ki, tarihi önemini, ruhunu da anlayalım bu güzel şehrin.
Kotor Old Town küçük ve kompakt, ancak içinde meydanlar, kiliseler, saraylar, müzeler, restoranlar, sevimli kafeler, hediyelik eşya dükkanları, oteller ve evler ile çok renkli.
Saat Kulesi
Kotor’un en büyük kapısı Deniz Kapısı 16.yy’da yapılmış. Kapının açıldığı meydan Square of Arms- Ordu Meydanı’nda tam karşıda saat kulesi karşılıyor ziyaretçileri. 17.yy’da Barok ve Gotik stilin bir arada kullanıldığı kulenin önünde utanç sütunu bulunmakta. Şehrin içine suçlular için hapishane yapılmamış, Ortaçağ’da suç işleyen kişiler burada halka teşhir edilmekteymiş.
Saint Tryphon Katedrali
Kotor’un en önemli eserlerinden biri Saint Tryphon Katedrali Montenegro’daki iki Roman Katolik kilisesinden biri. Şehrin koruyucusu Aziz Tryphon’a atfen yapılan kilise Kotor’un en büyük ve en süslü kilisesi. Kilise 1166 yılında yapılmış ve Anadolu’da yaşamış Aziz Tryphon’un kemikleri İstanbul’dan getirilmiş ve kilisede gümüş bir tabut içinde korunmakta. İçindeki 14.yy’dan freskolar, altın ve gümüş kutsal objeleri ile zengin bir kilise. Kilise saat 9.00-18.00 arası açık. Kilisenin müzesini gezmek 3 Euro, kulelerin balkonlarından da şehre daha yüksekten bakabilirsiniz.
St. Lukas Kilisesi
St. Lukas Kilisesi eski taş görüntüsü ile dikkatinizi çekecektir. Bu kilise de 1195 yılında yapılmış, yapıldığı tarihte Ortodoks mu Katolik kilise mi olduğu konusunda kesin bilgi bulunmamakta, işin güzeli günümüzde iki gruba da hizmet vermektedir.
Eski şehirde bu iki kiliseyi özel olarak belirttik, küçüklü, büyüklü daha çok kilise var, St. Nicolas, The Serbian Ortodoks, Sveti Nicola ve St. Ana Church gibi. Ancak fotolarını eklesem de diğer kiliseleri tek tek gezmek sizin kararınız, daha göreceğimiz başka yerler var değil mi?
Gelelim bu küçük şehirde iki ilginç müzeye. Denizcilik Müzesi ve Kedi Müzesi
Denizcilik Müzesi
Kotor doğal olarak bir denizci kenti. Denizci Venediklerin uzun süre hakimiyetinde kalmış, ayrıca hem ticaret hem de denizden gelen saldırılara karşı korunmak için denizcilikte de güçlü olmak zorundalar. O zaman bu önemli müze de ziyaret edilmeli.
Müzenin eserleri Grgurina ailesinin 18. yy’da yapılan Barok stili sarayında sergileniyor. Giriş ücreti 4 Euro, ücretsiz kulaklık ile gezilebiliyor.
Daha ilk girişte Türklerin işgalini ve Kotor’u alamamasını gösteren tablo dikkat çekici. Ayrıca kulaklıkta Adriyatik ve Akdeniz’de sık sık Osmanlı korsanlara ve Türklere karşı savunmalarını da dinledik.
Müze üç katlı ancak küçük bir müze. Gemi resimleri, maketleri, gemicilikte kullanılan malzemeler, ünlü kaptanların resimleri, gemi mobilyaları ile güzel düzenlenmiş müze. Müze gezmek yerine Old Town sokaklarında gezmek veya kafede oturmak aklınızda kalabilir, ancak çok zaman almayan bir müze. Tercih sizin müze gezmem diyebilirsiniz ben yine de yarım saat ayırabilirsiniz diye önerebilirim.
Kedi Müzesi
Türkiye’de Van’da kedi evini bu yıl görmüştüm ancak kedi müzesini ilk kez duyuyordum. Bunun nedeni de açık, dünyada ilk ve tek kedi temalı bir müze Kotor’da. Zaten Kotor’da sokaklarda birçok kedi gördük. Genellikle Avrupa sokaklarında dolaşırken sokakta kedi göremeyiz. Yıllar içinde gemilerle gelen kediler Kotor sokaklarında çoğalmışlar ve şehre renk katmışlar.
Müze dediysek küçücük bir müze, giriş ücreti sadece 1 Euro. Ağırlıklı olarak ilginç kedi resimleri, posterleri, kartpostalları, heykelleri, hediyelik eşyalardan oluşuyor. Kedi düşkünü Kontes Montreale Mantica’nın kedi resmi kolleksiyonunu bağışlaması ile başlamış müze koleksiyonu. Bu müze de sadece 15-20 dakikanızı alır.
Bu arada çok önemli bir bilgiyi paylaşmak isterim. Sunay Akın’ın öncülüğünde ilk hayvan temalı müze Kedi Müzesi 7-Ekim 1923 tarihinde açıldı. Müzenin girişi de ücretsiz. İstanbul gibi kedileri ile ünlü, bu konuda belgeseller, filmler çekilen şehre bu müze çok yakıştı eminim.
Old Town’da karşınıza ünlü ailelerin yaptırdığı saraylar da çıkacak. 17. yy’da Pima ailesine ait biri Pima Sarayı. Barok ve Rönesans mimarisi ile dikkatinizi çekecektir. Sarayın alt katında ücretle gezilebilen bir sanat galerisi yer alıyordu. Sarayların bazıları otel olarak hizmet vermekte.
Surların Üzerinde Yürümek
Old Town sokaklarını doyasıya dolaştıktan sonra surların üzerinde de yürüyebilirsiniz. Hırvatistan Dubrovnik’te tarihi surlar çok uzun tüm şehri surların üzerinde gezebilirsiniz, ancak bu surlarda gezmek için de 35 Euro ödemeniz gerekiyor. Kotor’da ise üzerinde yürünebilecek surlar çok uzun ve kesintisiz değil, bir ücret ödemek gerekmiyor ve farklı bir manzara ve hava yakalayabilirsiniz surların üzerinde.
Tarihi şehri gezdik, kafelerinde, restoranlarında oturduk, müzelerinde gezdik, surlarda yürüdük bunların hepsi gün içinde yarım gününüzü alacak ve sizleri yormayacak. Gelelim şimdi Kotor’un doyumsuz manzarasını seyredecek ve en güzel fotosunu çekeceğiniz yere.
San Giovanni Kalesi
Şehrin sırtını dayadığı St John Dağı’nın üzerinde sizi bekleyen kale. 1300 basamak merdiven tırmanıp çıkabilir miyiz bu kaleye diye değerlendirme zamanı. Basamak sayısının çokluğuna bakmayın, basamaklar yüksek olmadığı için aşırı yorucu değil ancak aşağıdan bakınca yine de sıkı bir tırmanma gerektirdiği açık.
Öncelikle çıkıp inmek için 2 saat ayırmak gerekiyor, en tepeye çıkamasanız da yolun yarısındaki ‘Our Lady of Remedy Kilisesi’nden de güzel fotolar çekebilirsiniz. Kaleye tırmanmak için 8 Euro ödeme gerekiyor. Asıl konu hangi mevsimde Kotor’a gittiğiniz belirleyecek, kaleye çıkıp çıkmama kararınızı. Kale sabah 8.00 akşam 18.00 arası açık. Sabah çok erken saatte çıkmanız uygun olacak güneş altında zorlanmamak için sıcak yaz günlerinde.
Soluk soluğa kalabilirsiniz ancak Kotor’un en güzel, soluk kesen fotoları da bu noktadan çekilebiliyor. Böyle bir manzara için tırmanmaya değeceği açıkça görülüyor.
Old Town’da gündüz sıcağında gezmek o kadar yormuyor. Venedikliler sokakları o kadar dar yapmışlar ki sıcak havada dolaşırken bile güneş rahatsız etmiyor.
Gelelim Old Town’un gece hayatına. Kotor merkez demek Old Town demek. Geceleri de restoranları, kafeleri, müziği ile canlı hareketli. Surlar dışında uygun fiyatlı restoranlar bulunuyor ancak bizim için gece de yemek yenecek ve dolaşılacak yer burası idi. Tüm Balkan şehirlerinde et ağırlıklı yemekler, özellikle ‘Cevabı Köfte’ den bol bol yedik. Ancak Adriyatik kıyısında üç şehirde Budva, Kotor ve Dubrovnik’te deniz ürünleri tatmalı idik. Kotor’da ünlü kilisenin yanındaki restoranlardan birinde yerel balıklarını ve kalamarını tattık. Biraz yüksek bir fiyat olduğunu belirteyim bu arada. Deniz ürünlerinizi seçerken fiyatlara biraz dikkat gerekebilir. Özellikle balıkların sadece 100 gram fiyatlarını yazdıklarını, ancak balık tartılınca rakamın katlanacağını vurgulamalıyım. Şehrin gece canlı görüntüsü de ayrı güzel geldi. Fotolardaki boş sokaklara bakmayın fotoları gece geç saatte çektiğimden daha az kişi görüyoruz, daha erken saatlerde çok canlı idi sokaklar.
Kotor’a gezisinde Kotor Körfezi civarını da gezmek gerekiyor diye yazmıştım. Biz UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer alan Perast’ı görmeyi seçtik.
Perast
Küçücük bir yer ancak UNESCO Dünya Mirasları arasında bir Ortaçağ kasabası. Ulaşımı son derece kolay, Kotor’a 15 dakika uzaklıkla araçla gidebileceğiniz bir yer. Bizim programımızda Hırvatistan Dubrovnik, Kotor’dan sonraki durağımız idi. Dubrovnik yolu üzerinde Perast. Araba ile dolaşmıyorsanız Kotor garajdan kalkan otobüsler veya Hop on Hop otobüsleri ile ulaşabilirsiniz. Asıl en keyifli ulaşım Kotor Old Town’ın karşısında limandan kalkan tekneler ile hem Perast hem de Kotor Körfezi gezisi yapmak olabilir. Perast içinde de hemen kıyıdan sık kalan teknelerle 5 Euro ödeyerek Perast’ın tam karşısındaki iki adaya gidebilirsiniz.
Perast merkezi çok uzun olmayan bir sahilden oluşuyor. Ancak bu sahile araba ile giriş yasak biz arabamızı ana yol kenarında yapılmış ceplere park ederek merdivenlerden sahile indik. Sahil bir baştan bir başa 15-20 dakikada yürünebiliyor.
Perast’ta yerleşim Nelotik döneme kadar uzanmakta. 1420-1797 yılları arasında Venediklilerin hakim olduğu dönemde en parlak dönemini yaşamış. Bu dönemde şehir çok büyümüş, 20 saray, 18 kilise ve denizcilik okulu yapılmış. Körfezdeki stratejik önemi Kotor’un ve bölgenin denizden korunma zorunlukları ile denizcilik gelişmiş. Ancak Venediklerden sonra Avustralya, İtalyan ve Fransız hakimiyetinde kalmış Perast. 1945-1992 yılları arasında Yugoslavya sınırlarındaki kasaba bugün Montenegro sınırları içindedir. Ancak 18.yy’a kadar nüfusu sürekli artan kasabanın bugünkü nüfusu 400 kişi kadardır.
Sahilde Venedik mimarisi ile yapılmış ve korunmuş yapılar ve kilisesi dikkat çekiyor.
Sahildeki St. Nikola yüksek çan kulesi ile anayoldan bile görünüyor.
Perast St Nicholas kilisesi tüm haşmeti ile kıyıda yükseliyor. Dini öneminin yanı sıra tarihi Perast’ın da zenginliğini yansıtıyor. Kilise 1616 yılında yapılmış ancak daha önce aynı yerde başka bir kilise bulunuyormuş Ana girişin tam karşısında eski kilisenin bir bölümü de görülüyor. Kiliseye giriş ücretsiz ancak içerisi müzeye dönüştürülmüş, kıymetli eserleri gezmek için 1 Euro ödemek gerekiyor. Ayrıca 55 metrelik çan kulesine 1 Euro ödeyerek çıkabilirsiniz. Çan kulesine tırmanabilirseniz Perast’ın tam karşısında iki önemli adası ve tüm Perast’ın en güzel manzarasını seyredebilirsiniz.
Perast’ın iki küçük adasını da kilisenin önünden binebileceğiniz tekneler ile görebilirsiniz; Our Lady of Rocks Adası ve St George. Our Lady of Rocks adası suni bir ada efsaneye göre denizcilerden biri bir kaya koyar oraya, sonrası her denizden dönen denizci oraya taş koyar böylece bir ada oluşur. Bugün o adanın üzerinde bir de kilise bulunmakta. St.George Adası’nda 12.yy’da yapılmış bir manastır bulunmakta, ancak ada ziyarete açık değil.
Perast, bizim gibi 2-3 saat hem sahilde hem de merdivenler arasındaki evler arasında dolaşıp, kıyıdaki sakin restoran ve kafelerde bir şeyler atıştırıp manzaranın keyfini çıkartacağınız bir yer olarak hafızalarınıza yerleştirebilirsiniz. Diğer yandan bir iki gün sessiz, sakin deniz tatili yapıp kıyıdaki restoranlarında deniz ürünleri yiyebileceğiniz bir yer olabilir. Kıyıda tarihi binalarda butik otellerde gecelemek güzel olabilir. Denizi kumluk değil, iskelelerden girilebiliyor ancak pırıl pırıl bir denizde yüzebilirsiniz.
Son Söz
Balkanlar farklı ve renkli bir coğrafya. Sadece tek bir tur ile tüm Balkanlar gezisi detaylı bir gezi olmayabilir. Biz kendi rotamızda Balkanları dört ayrı bölgeye ayırdık. Üçüncü Balkanlar gezimizde hedef Adriyatik kıyıları idi. Balkanların Adriyatik kıyıları iki ülke ve üç ana şehirden oluşuyor. Bu kıyılar son yıllarında Avrupalılar için popüler deniz tatili yapılacak yerler arasına girdi. Artık bu kıyılar İspanya, İtalya ve Yunanistan sahillerine alternatif yerler arasında. Biz Türkler için de vizesiz hem deniz hem tarih turu yapacağımız Balkan ülkeleri arasında. Balkan turu veya deniz tatili yapacaklar için görülmesi gereken bir sahil kasabası Kotor. Hem Balkanlar, hem deniz tatili, hem Avrupa havası ve ekonomik tatil için programlarımıza eklenecek bir yer.
Biz gezdik, gördük, çok sevdik, yine gider miyiz, gideriz, gezeriz.
Vatikan dünyanın en küçük bağımsız devletidir. Yaklaşık 1000 kişilik sakini, 5000 km2 yüzölçümlü Vatikan Şehir Devleti, Roma’nın merkezinde Aziz Petrus’un şehit edildiği yerde kurulmuş ve 1929 yılında imzalanan Laterna Anlaşması ile bağımsızlığını kazanmıştır.
Mutlak monarşi ile yönetilen Vatikan’ın ve devlet başkanı olan Papa, dünyadaki 1,2 milyar Katolik inancını benimseyen grubun da ruhani lideridir. Katolik Hristiyanlar için bir hac merkezidir Vatikan.
Din ile sanatın buluştuğu bu küçük ülkede, dünyanın en büyük ve en önemli müzeleri arasında sayılan Vatikan müzelerini gezmek için bir gün mutlaka yolunuz Vatikan’a düşsün.
İtalya’da bahar gezimizde Roma’daki dördüncü günümüzü Vatikan’a ayırdık. Müze biletimizi de önceden internetten almıştık.
Vatikan’a nasıl gidilir derseniz, Vatikan Roma’nın merkezinde. Bulunduğunuz yere göre sıkı bir yürüyüş, bisiklet, otobüs ve metro ile rahatlıkla ulaşılabilir. Biz sabah erkenden metro ile Vatikan’a gitmeye çalıştık. Termini İstasyonu’nda A hattına binerek Ottaviana durağında indik. Duraktan Saint Peter’s Meydanı’na ulaşmak için kısa bir yol yürüdük. Roma
Meydanda bir giriş kapısında uzun kuyruk vardı. Biz de kuyruğa girip beklemeye başladık bu arada yağmur yağmaya başladı. Elimizdeki tek şemsiyenin altında yağmurdan korunmaya çalışırken, arkamızda bekleyen ve Madrid’den gelen Kolombiyalı delikanlının da şemsiyemiz altına girmeye çalıştığını fark ettik. Gülerek bir sakıncası olup olmadığını sordu. Ancak şemsiyenin 3 kişi için yeterli olmadığını anlayarak koşarak karşıdaki bir dükkandan şemsiye alarak döndü. Şemsiyeyi açtığında gülmemek için kendimizi zor tuttuk. Delikanlı kırmızı, üzerinde amor yazılı olan bir şemsiye ile böylesine ruhani bir ülkenin meydanında bekliyordu. Yağmur yağınca şemsiyelerin çoğu satılınca başka şemsiye bulamamış olsa gerek.
Tam giriş için sıra bize geldiğinde görevli Müze girişinin burası olmadığını söyledi. Müzeye biz meydandan gireceğimizi düşünmüştük. Müze randevu saati ile geziye başlayacaklar için müze girişinin meydanın arkasında olduğunu belirtelim.
Müzenin kapısında rezervasyonumuz olduğundan beklemeden biletlerimizi alarak içeri girdik. Vatikan Müzeleri uzun, ters U şeklinde bir koridor şeklinde tasarlanmış. Soldan yürümeye başladık ve yolun en sonunda Sistina Şapeli’ne ulaştıktan sonra geriye dönüp tur tamamlanıyor.
Koridor boyunca o kadar çok eser var ki anlatmakla bitmez. Rafael Odaları özel önem taşımakta ve pek çok resim ve heykel bulunmaktaydı. Sadece Mısır mumyasına ve lahitlerine o kadar çok yer ayrılmasını anlamakta zorluk çektik.
Rafael’in duvar resimlerinden biri Scoola di Atene (Atina Okulu) Rafael’in en ünlü fresklerinden biridir.
Şimdi gelelim Müzenin en önemli bölümüne yani Sistina Şapeli’ne. Vatikan’ın en önemli dini yerlerinden biri olan Sistina Şapeli, Papa IV. Sixtus için 1477 ile 1483 yılları arasında yaptırılmış. Mimarları Baccio Pontelli ve Giovanni de Dolci Rönesans mimarisi stilinde inşa etmişler. Şapel dikdörtgen prizma şeklinde ve 20,70 metre yüksekliğindedir. Tavan basık bir beşik tonoz ile örtülüdür. 40,93 metre uzunluğu ve 13,41 metre enindeki boyutları, Süleyman’ın Tapınağı için Eski Ahit’te verilen ölçülerdedir.
Başlangıçta tavanının altın yaldızlarla süslenerek maviye boyandığı ve duvarlara Musa ile İsa’nın hayatından sahneler çizildiği, sonrasında Sixtus’un yeğeni, Papa II. Julius’un 1508 ve 1512 yılları arasında mavi-altın rengindeki tavanı değiştirmesi için Michelangelo’yu görevlendirdiği kaynaklarda belirtilmektedir.
Michelangelo, özel bir iskele kurdurarak, tavan fresklerini tek başına çalışmış. Dünyanın yaratılışı ve insanın düşüşü gibi konuların betimlendiği ana panolar Eski ve Yeni Ahit figürleriyle bezenmiş. İsa’nın doğumunu önceden bildirdikleri söylenen kahinler bunun dışındadır. Bu muazzam proje için Michelangelo Hz. İsa’nın ataları, peygamberler, kâhinler ve oluşumla ilgili sahneler tasarlamış, fresklerle portreler yapmıştır.
Ziyaretçiler için tasarlanmış bu sahneler, günah ve ilahi öncelikler ile ilgili önemli prensipleri konu alır. Tavanda yer alan en ünlü sahnelerden biri Adem’in Yaratılışı Sahnesi’dir (The Creation of Adam). Tanrı’nın ilk insan Adem’e hayat verişini betimleyen freskte, Tanrı’nın yüzü olarak Michelangelo’nun kendi yüzünü çizdiği düşünülmekteymiş. Tanrı’nın sağ kolu, hayat ışığını vermek için Adem’in parmağına doğru uzanmış. Sol kolunun altında ise bir kadın resmedilmiş. Bu kadının henüz yaratılmamış olan Havva’yı temsil ettiği düşünülmekteymiş. Tanrı ve Adem’in ellerini içeren detay ise freskin en önemli kısmını oluşturmaktadır.
museivaticani.va
1980’lerde yapılan restorasyon sırasında tavan fresklerinin beklenmedik canlı renkleri ortaya çıkmış. Renkler beklenenden çok daha parlak olduğu için şaşkınlık yaratmış ve restorasyon eleştirilere uğramıştır. Oysa uzun yıllar boyunca Michelangelo ile özdeşleştirilen koyu renklerin, yüzyıllar boyunca biriken kir tabakalarının sonucu olduğu ortaya çıkmıştır.
Şapelin duvarlarında Kutsal Kitap kaynaklı onlarca sahne ve papaların portreleri resmedilmiştir. Botticelli, Pinturicchio, Perugino, Ghirlandaio ve Signorelli gibi 15. yüzyılın ünlü İtalyan Rönesans ressamlarının eserleri duvarlarda yer almaktadır. Şapelin yan duvarlarında, Musa’nın ve İsa’nın hayatından paralel sahnelerin betimlendiği 12 resim Perugino, Botticelli ve Signorelli gibi sanatçıların eserleriymiş.
Bir duvar Musa’nın Mısır’a Yolculuğu, Musa’nın Çağrıyı Alması, Kızıldeniz’i Geçiş, Altın Buzağıya Tapınış, Asilerin Cezalandırılması ve Musa’nın Son Günleri isimli freskleri ile karşı duvar ise, İsa’nın Vaftizi, İsa’nın Baştan Çıkarılması, Aziz Petrus ile Andreas’a Çağrı, Dağdaki Vaaz, Anahtarların Aziz Petrus’a Verilişi ve Son Yemek freskleri ile bezenmiştir.
Şapel duvarlarının dekorasyonu, 1534-41 yılları arasında altar duvarındaki Son Yargı (Last Judgement) Michelangelo tarafından tamamlanmış. Ölülerin ruhlarının Tanrı’nın gazabıyla yüzleşmek için mezarlarından kalkmalarının betimlendiği fresk Sistina Şapeli’ndeki en popüler eserlerinden biri. Bu eser için Michelangelo’nun olgunluk döneminin başyapıtı olduğu söylenmekteymiş.
museivaticani.va
Tavanda yer alan Adem’in Yaratılışı sahnesi dışında, Adem ve Havva’nın Bilgi Ağacından yasak meyveyi tatmaları ve cennet’ten kovulmalarının betimlendiği İlk Günah, Libya Kahini, Güneşin ve Ayın Yaratılışı sahneleri de Şapeldeki önemli betimlemelerdenmiş. Döşemede de 15. yüzyıla ait çeşitli renkli geometrik mermer kompozisyonlar bulunmaktadır.
Sistina Şapeli, sadece turistlerin ziyaret ettiği, olağanüstü sanat eserlerinin sergilendiği yer olmanın çok ötesindedir. Burası halen Papanın çeşitli ayin ve vaftiz törenlerine katıldığı ve kardinallerin yeni papayı seçerken oy kullanmak için toplandığı, aktif hizmet veren bir kilisedir.
Bu olağanüstü resimlerin fotoğrafını çekmek yasak. Döne döne ve kafamızı kaldırmaktan boynumuz ağrıyıncaya kadar şapeldeki resimleri hayranlıkla seyrettik. O kadar canlıydılar ki üç boyutlu gibi olduklarından sanki her an hareket edeceklermiş hissi yaratıyorlardı.
Şapel’den sonra koridor dönüş yolunu hızla gezerek Müze gezimizi sonlandırdık.
Vatikan’ın kendine ait bir postanesi bulunuyor. Burada Vatikan pulları kullanılıyor. Müze postanesinde satılan kartlardan aldık bir iki arkadaşımıza postaladık. Posta servisinin oldukça hızlı olduğu söyleniyor.
Müzenin bahçesi de ayrı bir güzeldi. Müzeden Papanın yürüyüş yaptığı bahçeyi de kuşbakışı görme imkanı oldu.
Müzeyi gezmeyi tamamladıktan sonra tekrar Saint Peter’s Meydanı’na döndük. Sabahki kalabalıktan eser kalmamıştı. Rahat bir şekilde içeri girdik. Vatikan’daki Aziz Petrus Meydanı, Napolili sanatçı, heykeltıraş ve mimar olan Gian Lorenzo Bernini tarafından Papa VIII. Alexander için 1656-1667 yılları arasında yaptırılmış.
Meydanın ortasında elips alan çevresinde süslü fıskiyeli su havuzu yer almaktadır. Meydanda iki çeşmeden soldaki çeşme Bernini’nin, sağdaki çeşme ise Domenico Fontana’nın eseriymiş. Orta kısımda ise Papa V. Sixtus tarafından diktirilen 25,5 metre yüksekliğinde bir Mısır dikili taşı bulunmaktadır. Bu dikili taş Mısır’da bilinmeyen bir firavun tarafından yaptırılmış ve Roma’ya Mısır’dan getirilerek diktirilmiş. Dikili taşın üzerinde bir Çapraz Haç yer almaktadır. Bernini’nin 196 cm aralıklı sütun dizisi ise buraya gelen ziyaretçileri kucaklamak ister gibi iki yana açılmış
Papa her yılbaşında meydanda toplanan Katolik ve diğer mezhepten kalabalığa bu meydanda sesleniyormuş.
Sırada Vatikan’daki St.Pietro’s Basilica’sı bulunuyor. Vatikan’da yer alan Aziz Petrus Bazilikası, Hristiyan dünyasının en önemli yapılarından biri. 23.000 metrekare arazi üzerinde, 222 metre uzunluk ve 136 metre yükseklikteki bazilika, dünyanın en büyük kilisesi olup, içine aynı anda 60.000 kişi sığabiliyormuş.
Vatikan’a kısa şort ve mini etekle girmenin yasak olduğunu hatırlatıp gezmeye devam edelim.
Bazilikayı üç bölğmde geziyoruz.
St.Pietro’s Manastırı içi. Hristiyan tarihinin en gösterişli Manastırlarından olup muazzam ve oldukça etkileyici bir yapı.
Bir diğeri Basilica. Eski Papaların kıyafetleri, taçları, haçları ve buna benzer eserler burada sergileniyor.
Son olarak “Tombs of the Saints” kısmı, St.Pietro’dan yapıldığından bu güne gelmiş geçmiş tüm papaların mezarlarının bulunduğu alan. Birkaç sene önce ölen Papa 2. Jean Paul’e ait mezar da görülebilir.
Biz üç yerden Manastırı gezmeyi seçtik, diğerlerini zamanımız yetmedi. St. Pietro’s Manastırı’nın içinde görülmesi gereken önemli eserlerden biri Pieta’dır. Pieta, Michelangelo tarafından yapılan, Meryem Ana’nın kucağında çarmıhtan indirilen Hz. İsa’yı taşıdığı, hüznü ve mutsuzluğu çok canlı bir şekilde veren ünlü heykel. Meryem Ana’nın kemerinde Michelangelo’nun imzası bulunuyor ve bu imzaladığı tek eseriymiş. Ayrıca Michelangelo’nun bu mermer heykeli tamamladığında sadece 25 yaşında olduğunu da belirtelim.
Diğer görülmesi gereken eser ise Aziz Petrus‘un bronzdan yapılan heykelidir. Hz. İsa’nın cennetin anahtarının Aziz Petrus’a verdiği söyleniyor. Bu anahtar bir papadan diğer papaya geçmekteymiş. Bu heykelde de Aziz Petrus elinde cennetin anahtarını tutmaktadır. Gelen ziyaretçilerin dokunması ve öpmesi sonucu bu heykelin ayağı aşınmış. Bu nedenle olsa gerek heykelin önü bariyerle kapatılarak ziyaretçilerin erişimi engellenmiş.
Bazilikanın hemen her köşesinde o kadar çok eser vardı ki, nereye bakacağımızı şaşırmıştık.
Bazilikanın Kubbesi‘ni Michelangelo tasarlamış. 136 metre civarında yüksekliğinin kubbenin bitmiş halini görmek ise maalesef kendisine kısmet olmamış. Buraya çıkmak için 2 yol var; Ya asansöre binip sonra 350 basamak tırmanmak ya da tüm yolu tırmanarak çıkmak. Asansörle çıkış 10 Euro, merdivenden çıkış 8 Euro. Biz asansörlü çıkışı tercih ettik. Asansörün ulaştığı noktadan sonraki 350 basamağı çıkmak da oldukça yorucuydu. Ancak merdivenleri tırmanıp son noktaya ulaşınca soluğumuz kesildi. Roma ayaklarımızın altındaydı ve muhteşem bir manzara bizi bekliyordu.
İnişte asansöre kadar olan bölümde zorlanmadık.
Kiliseden dışarıya çıkınca ilk dikkatimizi çeken şey İsviçreli Muhafızlar oldu. 1506 yılından beri Papa’yı 110 kişilik küçük bir ordu koruyor. Bu ordu da İsviçreli ve Katolik askerlerden oluşuyor. Bu sarı, kırmızı ve mavi çizgili kıyafetlerinin değişik kıyafetlerinin Michelangelo’nun tasarımı olduğu rivayet olunuyor.
Vatikan küçük bir ülke ancak görülecek eserler, şapeller çok sayıda. Bu kutsal ülkede dini görevlerini yerine getiren Hristiyanlarla birlikte biz de eserleri görmekten ve gezmekten çok mutlu olduk. Aziz Petrus Bazilikası’nda gezgin duamızı da kendi usulümüzce yaptık.
Kıyıkışlacık Köyü, İasos Antik Kenti bir arada, tarih, deniz, ve huzurlu yer arayanlara yeni bir adres, rehber olalım bu yazı ile. Türkiye’nin en popüler tatil şehirlerinden Muğla’nın az bilinen, sevimli balıkçı köyü bugünkü adı ile Kıyıkışlacık.
Yakın bölgede Bodrum, Didim, Akbük civarında geçirdiğiniz bir yaz tatilinde günübirlik bir kaçamak yapabilirsiniz, ya da Türkiye’nin en güzel manzaralı köyleri arasında sayılabilecek yerde birkaç gün deniz güneş tatili ile dinlenebilirsiniz. Öyle bir köy ki hem az bilinir diyoruz, hem de çoktan keşfedilmiş ve en güzel manzaralı yerlerine çok sayıda yazlık evler kondurulmuş. Uzun dönemde bu güzel toprakların Bodrum kadar kalabalıklaşmayıp, doğallığını koruyabilmesini umut ediyoruz.
Bu güzel köyün, hala çok fazla bilinilirliği olmamasının bir nedeni de köye ulaşmak için 20 km kadar dar bir orman yolunda ilerlenmesi. Bu yol iyi ki geniş ve çok şeritli değil diyor gönlüm, böylece köy biraz gözlerden uzak kalabiliyor.
Niçin Kıyıkışlacık
Çok geniş bir sahil bandında gizli koylar ve farklı, göz alıcı deniz manzarası
3000 yıllık geçmişe sahip Antik İasos Kenti kalıntıları ile tarihe yolculuk.
Balıkçı köyü, her zaman taze balık ve mavi yengeç bulabilirsiniz, hatta günlük teknelerle balık tutmaya da çıkabilirsiniz.
Bir yanda kıyıya kadar uzanan zeytin ağaçları, diğer yanda masmavi deniz, yeşil ve mavi el ele vermiş.
Yakın turistik yerler Bodrum, Didim, Akbük ile kıyaslandığında hala sessizlik, sakinlik, doğallık bulabileceğiniz topraklar.
Konumu nedeniyle, güneşin ve ayın denizden hem doğuşunun hem batışının muhteşem görüntülerini izleyebilirsiniz.
Kıyıkışlacık benim de adını duymadığım, görülecek yerler listeme girmemiş idi; ta ki orada yazlık alıp yerleşen arkadaşım Ayşe’nin gezgin olarak mutlaka görmem gerektiğini belirterek, beni özel olarak davet etmesine kadar. Gezelim görelim diye çıktık yola ve gerçekten de özel bir köy olduğunu görmüş oldum.
Ulaşım
Kıyıkışlacık Güllük Körfezi’nde, Milas’a bağlı Güllük beldesinin tam karşısında yer almaktadır. Milas-Bodrum Havaalanı’na 26 km. Bodrum’a yaklaşık 80 km, Milas’a 26 km, Didim’e 47 km, Akbük’e 28 km uzaklıkta. Bodrum Milas arasındaki ana yoldan İasos tabelasından sonra 18 km ormanlık yolda biraz tırmanıyoruz. Yol çok geniş olmasa da ormanlık yol keyifli bir yolculuk sağlıyor. Toplu ulaşım aracı olarak Milas merkezden dolmuşlarla ulaşım mümkün. Günübirlik, sadece köy merkezinde denize girmeden sahilde oturup İasos’un tarihi kalıntılarının bir bölümünü gezmek isterseniz dolmuş ile gidip dönülebilir. Ancak bu kadar yol gitmişken güzel manzaralı sahil bandında dolaşıp, Zeytinlikuyu Plajı’nda da denize girmek isterseniz özel araba ile gitmenizi öneririm.
Gezelim Görelim
Tarihi Iasos kalıntılarından bir yalnız kule köye girmeden yol kenarında karşılıyor ziyaretçileri. Bu kule aslında Roma mezar anıtı, ancak saat kulesine benzediği için halk bu isimle adlandırmış.
Yola devam edip deniz kenarına ulaşınca köyün merkezine ulaşıyoruz. Köyün merkezi aslında küçük bir körfez, antik liman. Limanın ağzında Ortaçağ’dan kalma mendirek kule sular içinde görünüyor.
Yakın tarihte 19.yy’da asıl geçim kaynağı balıkçılık ve zeytincilik olan bir Rum köyü imiş Kıyıkışlacık.
Köy merkezine ulaşınca arabamızı park ediyoruz. Küçük koyda çok sayıda balıkçı tekneleri yer alıyor. Birkaç balık restoran, kıyıda kısa bir yürüyüş alanı ve birkaç kafe bulunuyor. Küçük bir balıkçı köyü havasını hissetmek için en güzel yer burası. Köye ulaşmanın keyfi ile önce bu kıyıda, çay, kahve molası ile geziye hazırlık yapabilirsiniz. Kıyıkışlacık bir köy ancak birden çok yüzü var ve gözünüzü gönlünüzü açacak çok farklı görüntüler sizi bekliyor.
Bu ilk molada balıkçı teknelerinin yanında doğal bir balıkçı barınağında, sakinlik içinde iyot kokusunu ciğerlerinize çekip, hemen karşınızdaki yarımadada uzanan tarihi kalıntıları görebilirsiniz. Bu kısa moladan sonra karşıya Iasos kent alanına yürüyoruz.
İasos Antik Kent alanında yerleşim MÖ 3000 yıllarına dayanmakta. Kent önceleri bir ada üzerine kurulmuş iken sonra alüvyonlarla deniz dolmuş, bugün yarımada haline dönmüş. Bu topraklarda Argoslular, Karyalılar, Helenler, Romalılar izlerini bırakmışlar.
Kıyıda zeytin ağaçlarının arasından şehrin agorasına kemerli bir kapıdan giriliyor. Girişte bir ücret ödenmiyor. Kapının karşısında agora, sağ tarafta da bouleuterion (meclis binası) yer alıyor. Tiyatro görünüşündeki meclis binası yarımadanın en iyi konumda kalmış yapısı. Bu yarımadaya girdikten sonra isterseniz içeriden ilerleyebilirsiniz. Yarımadanın üstlerinde surlar ve diğer kalıntılara ulaşabilirsiniz. İsterseniz deniz kenarından limanın çıkışına doğru denizin ortasında görünen kuleye ilerleyebilirsiniz sonra yukarıya doğru tırmanabilirsiniz.
Yarımadada görülecek önemli yerlerden biri Mozaikli ev. Mozaikli evin çevresi kapatılmış, üzerine de çatı yapılmış. Mozaiklerin de üstü, korumak amaçlı olsa gerek kapatılmış idi, ortaya çıkan mozaikleri görme şansımız olmadı. Bu bölgede ayrıca tiyatro bulunmakta imiş, ancak tiyatronun taşları taşınmış, başka binalarda kullanılmış günümüze bir şey kalmamış.
Mozaik evinin de olduğu tepeden liman girişinde, bugün sular içinde kalmış mendirek kulesi ile harika bir görüntü sunuluyor.
İasos şehrinden kalanların hepsi bu yarımada ile sınırlı değil. Bir bölge daha var ziyaret edilecek. Agora kapısının deniz yönü tarafına değil kara yönüne doğru ilerleyip tabelaları takip edebilirsiniz. Sadece 300 metre ileride 5 dakika yürüme mesafesinde yeni yerimiz.
İasos Balık Pazarı Müzesi, adı yanlış bir değerlendirme ile Balık Pazarı olarak kalmış. 1920 yılında burayı ziyaret eden ünlü Katalan mimar Gaudi yapının büyük olması nedeniyle burasının balık pazarı olabileceğini söylemiş. Aslında burası bir anıt mezar. Dörtgen alanın ortasında bir mezar çevresinde kemerli revaklı bölüm bulunmakta. Türk-İtalyan işbirliği ile restore edilen alan, 1995 yılında Açık Hava Müzesi olarak ziyarete açılmış. Revaklı bölümde İasos Kenti kazılarından çıkan heykeller ve toprak eserler sergilenmekte. Müze içindeki anıt mezar M.S 2. yüzyıla tarihlenmekte. Bu tarihi köydeki küçük ancak etkileyici müze görülmeye değer.
Antik şehir gezisi sonrası, Kıyıkışlacık’ta yüzmek isteyenler için köyün içinde denize girilemediğini belirtelim. Bu nedenle biraz köyün merkezinden uzaklaşmamız gerekiyor. Köyün çok geniş bir sahil bandı var, ancak her yer denize girmeye uygun değil. Kıyı boyunca bazı yazlık sitelerin önünde güzel sahiller görebilirsiniz.
Kıyıkışlacık’ta deniz, güneş keyfi yapacağınız yer Zeytinlikuyu Plajı. Zeytinlikuyu plajı temiz, kumluk ve sığ denizi ile tercih edilen bir yer. Yazın oldukça kalabalık olmasına rağmen yine de huzurlu bir yerde olduğunuzu hissettirecek. Zeytinlikuyu’da köye göre deniz kıyısında daha çok sayıda pansiyon ve küçük sevimli oteller bulabilirsin.
Kıyıkışlacık Milas ve Bodrum’a yakın ancak Milas’tan kalkan dolmuşlar dışında ulaşım araçlarının olmaması ve 20 km kadar dağ yolundan gidilmesi nedeni ile uzun süre sakinliğini korumuş. Belli bir süre imarlaşmaya da izin verilmemiş. Ancak bu güzel bölge yazlıkçıların ilgisinden kaçamamış. Çok sayıda kooperatif evleri ile oldukça yapılaşmış ve yapılaşmaya devam ediyor, çok yatak kapasiteli oteller de yapılmış. Ayrıca bir marina bulunmakta bölgede.
Özellikle akşam üzeri köyden Zeytinlikuyu tarafına araba ile giderken körfezin görüntüsü doyulmaz. Ayrıca güneş batışını tam batıya bakan, en güzel güneş batışının izlendiği bir yazlık sitede izledik. Güneş batışı, doğuşu ve mehtap görüntülerini yazı ile anlatmak zor, fotoğraflardan fazla söze gerek kalmadığı açıkça görülüyor.
Köyün içi son derece küçük zeytin ağaçları ve az sayıda evden oluşmakta. Tam bizim olduğumuz hafta köy örgütlenmiş ve gönüllü sanatçılar evlerin, ortak alanların duvarlarını boyamaya başlamışlardı. Küçük köye sıcak bir hava veriyor bu güzel boyamalar.
Kıyıkışlacık köy halkı ve yazlıkçılar bu sakin topraklarda huzurla yaşarken, son yıllarda huzurlarını bozan konu ise bu güzel yurda bir maden işletmesinin yük iskelesi yapma girişimleri. Yani cennet gibi doğa, 3000 yıllık tarih, deniz, balığı bol kıyıları ile halkı balıkçılıkla geçiniyor, insanları mutlu demeye korkar olduk. Bir maden şirketinin yatırımını destekleyerek, tüm bölgeyi neden bozmak isteriz anlaşılamaz. Köy sakinleri ve sivil toplum örgütleri mutsuz seslerini, itirazlarını duyurmaya çalışıyorlar.
Yeme İçme
Kıyıkışlacık’ta ne yenir ne içilir derseniz. Kıyıkışlacık tam bir balıkçı kasabası olduğuna göre şüphesiz deniz ürünleri olacak cevabımız. Aslında Kıyıkışlacık’ta kendi balığınızı kendiniz tutabilirsiniz. Bol balık nüfusu bulunuyor denizde. Bu nedenle kıyıdaki balıkçı tekneleri balık avlama turları düzenliyorlar. Sabah erken yola çıkıp gün boyu denizde balık tutabilirsiniz.
Balık tutmak bana göre değil, ben tutulmuş, temizlenmiş balıkları soframa isterim derseniz kıyıda birden çok balıkçı restoran bulunuyor. Çoğu aile işletmesi, balık pazarlığınızı yapmak size kalmış. Bunların içinde en ünlüsü, eskisi ve büyüğü Ceyar Restoran. Yıllar önce bu restoranı açan baba o zamanın Amerikan dizisi Dallasın ünlü karakteri JR’a benzetilince restoranına da bu adı vermiş. Restoran hakkında olumlu, olumsuz yorumlar bulunmakla beraber biz denemek istedik. Öncelikle yeri güzel, geniş bir alan ve meze çeşitleri zengin idi. Biz özellikle mavi yengeç denemek istedik. Bölgeye özgü, her yerde deneyemeyeceğimiz bir deniz ürünü mavi yengeç. Tane hesabı satılıyor, fiyatı da bir tabak meze fiyatında idi. Deniz kıyısında, İasos kentine karşı güneşi batırıp, lezzetli ürünleri yemek de güzel gidiyor köyde. Bu arada balık tercihi olmayanlar için kıyıda sıcak soğuk içecekler yanında, Ceyar Restoran’ın tam arkasında Kahve Koyu Kafede beklentinizin ötesinde kahve çeşitleri ve ev yapımı taze kekler, pastalar bulabilirsiniz.
Son Söz
Küçük balıkçı köyü diye çıktık yola, ancak Kıyıkışlacık, gözümüze, gönlümüze, ruhumuza iyi geldi. Türkiye’nin en güzel deniz manzaralı köylerinden biri Kıyıkışlacık. 3000 yıllık tarihinden bu güne kalanlar da deniz manzarasının ötesinde zenginlik katmış köye. İasos ve Kıyıkışlacık gezginlerin ziyaretini hak ediyor.
Bu arada Kıyıkışlacık tatilimiz sonrası İzmir dönüş yolumuz üzerinde Bafa Gölü kıyısında Kapıkırı Köyü’ne uğradık. Orası da tarihi Herakleia Antik Kenti üzerine kurulmuş. Harika Bafa Gölü manzarası ve tarih bir arada. Ancak Kıyıkışlacık ve Kapıkırı birbirinden çok farklı.
Amasya; Kral mezarlarının, elmanın, Ferhat ile Şirin’in, Osmanlı şehzadelerinin eserlerinin, zamana karşı ayakta kalan taş işçiliğinin güzel örnekleri camilerin, hamamların, medreselerin, külliyelerin, çeşmelerin, taş köprülerin şifa hanenin, bimarhanenin, gece Yeşilırmak Nehri kenarındaki rengarenk ışıklandırılmış eski konakların, nehrin iki yakasındaki ara sokaklardaki kafelerin, su değirmenlerinin, güzel yemeklerin şehri. Cumhuriyetimizin temellerinden olan Amasya Tamiminin yayımlandığı, zengin mutfağı ile damağınızı şenlendirecek bir şehir. Geçmiş ile günümüz arasında size masal yolculuğu yaşatacak bir şehir Amasya.
İki dağ arasına ve Yeşilırmak’ın iki yakasına kurulmuş Amasya. Şehrin iki yakasını bağlayan Roma, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinden kalma köprüler günümüzde sapasağlam ve halen kullanılıyor.
Şehre gece vardığımızda; manzara, ırmak kenarında ve ara sokaklardaki ışıklandırma, caddelerdeki kafeler, müzik sesleri gelen konaklar bir Akdeniz ülkesinde imişim duygusu yaşattı.
Konakladığımız Emin Efendi Konakları bir aile büyüğünüzün evinde misafir olduğunuz duygusunu yaşatacak kadar güzel ve samimi idi. Restorasyonlar doğal dokuyu bozmadan, odalarda size her türlü konforu sunacak biçimde yapılmış. Asansör yok doğal olarak, dar ve hafif gıcırdayan merdivenlerden çıkıyorsunuz. Ama odalar temiz, sıcak ve tüm standart otel unsurlarını içeriyor.
Canlı müzik eşliğinde yenen yemekten sonra gece ara sokaklarda kaybolarak gezmeniz, bir kafede tarçınlı salep içerek ırmağın kokusu ile yukarılardan gelen dağ kokusunu içinize çekmeniz mümkün.
Sabah günün aydınlığında, gecenin renkleri kaybolmuştu. Ancak şehir başka bir muhteşem manzara ile günaydın diyordu.
Amasya’da sokaklarda yoğun bir trafik yok ama medeniyet göstergesi olarak, yola adımınızı attığınız anda trafik duruyor ve size yol veriyorlar. Küçük bir şehir olduğu için araba park yeri için ayrılan bölgeler sınırlı. Bu nedenle şehri zaman zaman köprüleri kullanarak yürüyerek gezmenizi öneririm. Zaten Yeşilırmak üzerindeki bir köprüden geçerken sağınızda solunuzda yer alan restore edilmiş konaklara hayran kalıyorsunuz, bir başınızı kaldırınca dağlardaki kral mezarları sizi şaşırtıyor, her köşe başında ecdat yadigarı camiler, hamamlar ve tüm eserler sizi gururlandırıyor.
Şimdi alın çayınızı, kahvenizi elinize birlikte gezelim Amasya’yı.
Kral Kaya Mezarları
Antik Çağ’ın önemli uygarlıklarından olan Pontus Krallığı Pers Satraplarından I. Mithridates Ktistes tarafından Amasya kurulmuş (MÖ.301-47) ve Pontus Krallığı’nın başkenti olmuş. Harşena Dağı’nın güney yamacına anıtsal kaya mezarları inşa edilmiş.
Öldükten sonra dirileceklerine inanan Pont Kralları, bedenlerinin sağlam kalması için kayalara yaptıkları anıt mezarları, ana kayadan “U” şeklinde ayrılıyormuş, böylece kayalardan gelen suyun cesedi çürütmesini engellemek amaçlanıyor imiş.
Zengin ölü hediyeleri ile gömüldüklerine inanılan Pont Krallarının mezarları, Romalılar tarafından yağmalanmış ve sonra mezar özelliklerini yitirmişler.
2015 yılında UNESCO tarafından hazırlanan Dünya Geçici Miras Listesine girmiş bu Kaya Mezarları.
Şehzadeler Müzesi
Yalıboyu’nun en eski köprülerinden Alçak Köprü’nün ayağında, Kral Kaya Mezarları’nın eteklerinde, Yeşilırmak’ın kıyısındaki eski sur duvarları üzerinde kurulu iki katlı ahşap bina, Şehzadeler Müzesi olarak tasarlanmış. Müzede, Şehzadelikleri Amasya’da geçmiş olan Osmanlı Sultanlarının heykelleri ve o dönemi yansıtan kıyafetleri bulunuyor.
Müzenin üst katında bulunan yedi heykel, şehzadelik dönemlerini Amasya’da geçirdikten sonra Sultan sıfatıyla Osmanlı tahtına oturmuş şehzade ve sultanlara ait. Bunlar: Yıldırım Bayezid Han, Çelebi Mehmet Han, II. Murat Han, Fatih Sultan Mehmet Han, II. Bayezid Han, Yavuz Sultan Selim Han ve III. Murat Han.
Alt katta bulunan beş heykel ise yine şehzadelik dönemlerini Amasya’da geçirmiş, ancak Osmanlı tahtına oturamamış şehzadelere ait. Bunlar: Kanuni’nin oğulları Şehzade Mustafa ve Şehzade Bayezid, II. Murat Han’ın oğulları Şehzade Ahmet ve Şehzade Alaeddin ve II. Bayezid Han’ın oğlu Şehzade Ahmet.
Büyükağa Medresesi
Kapı Ağası Medresesi ya da diğer adıyla Büyük Ağa Medresesi Sultan II. Bayezid’in Kapı Ağası Hüseyin Ağa tarafından 1488 yılında yaptırılmış. Planı klasik Osmanlı medrese formundan farklılık gösteriyor, özellikle Selçuklu mezar anıtlarında görülen sekizgen plan şeması ilk kez bu medresede uygulanmış
Büyük kemerli bir kapıdan giriliyor içeriye. Sekizgen meydanın ortasında bir havuz, etrafında son derece zarif kemerli sütunlar ve revaklar bulunuyor. Bu sütunların arkasında ise mescit ders mekanları ve öğrenci odaları bulunuyor.
Saraydüzü Kışla Binası- Milli Mücadele Müzesi
Mustafa Kemal’in 1919 yılı Haziran ayında Amasya’ya geldiğinde konakladığı ve Amasya Tamimi’nin kaleme alındığı yer olan Saraydüzü Kışla Binası bu tarihi önemi gözeterek aslına uygun bir şekilde Yeşilırmak kıyısında yeniden inşa edilmiş.
Günümüzde Amasya İl Halk Kütüphanesi olarak kullanılan binanın, son katında Milli Mücadele Salonu bulunuyor. Bilgisayarlarını ve kitaplarını açmış ders çalışan öğrencilerin arasından geçerek üst kata çıkıyorsunuz.
Burada, Mustafa Kemal’in Amasya’ya gelişi, Culistepe Mevkii’nde yerel heyetin karşılama anı 12 balmumu heykel ile canlandırılmış.
Müzeden çıkınca sağ tarafınızda yine zarif bir köprü var karşıya geçmek için. Kunç Köprü adındaki bu köprü, Selçuklu Sultanı II. Mesut’un annesi Hondi Hatun tarafından 13. yüzyılda yaptırılmış. Kısmen kesme taş, kısmen tuğla kullanılarak yapılmış köprüde; kuvvetli su akıntılarından korunmayı sağlamak için sel yaranlar yapılmış. O dönemin mimarlık ve mühendislik uygulamaları; doğanın kuralları ile kavga etmek yerine onlara saygıyla yaklaşmayı tercih ediyorlarmış galiba.
Müzenin önünde ise su akış hızı ile hala dönen bir su değirmeni var. Bu şehir masal alemi gibi, başınızı ne yana çevirseniz sizi şaşırtan bir eser ile karşılaşıyorsunuz.
Köprüden karşıya geçince, günümüzde de kullanılan ve taş kubbelerinden beyaz dumanlar yükselen Kumacık Hamamı görünüyor.
Kapıağası Ayasağa tarafından 1495 yılında yaptırılmış bu hamamda, kare planlı soyunmalığın üzeri Türk üçgenleri ile geçilen büyük bir kubbe ile kapatılmış. Sıcaklık kısmı, bir ana kubbe, dört eyvan ve iki halvet hücrelerinden oluşuyormuş. Kubbeler ise dıştan alaturka kiremitle örtülü.
Amasya’da aynı yol üzerinde yürürken, Yörgüç Paşa’nın oğlu Mustafa Bey tarafından 1436 yılında yaptırılan ve günümüzde de kullanılan Mustafa Bey Hamamı’nı da görmek mümkün. Hamamın biraz ilerisinde gökyüzüne uzanan ağaçların gölgesinde Mehmet Paşa Cami zarafeti ile sizi selamlıyor.
Bu cami, Sultan II. Beyazıt’ın oğlu Şehzade Ahmet’in lalası Mehmet Paşa tarafından 1486 da yaptırılmış. Külliye: cami, türbe, imarethane, tabhane, Türk hamamı ve handan oluşmakta.
Halen yürüyerek geziyoruz, başınızı çevirdiğiniz her yer sizi şaşırtmaya devam ediyor ama en ilginç mekanlardan biri olan Bimarhane, sadece Amasya’nın değil belki de Ülkemizin en özel mekanlarından biri.
Sabuncuoğlu Şerefettin Tıp ve Cerrahi Müzesi
Bu dantel gibi taş işçiliği olan kapıdan; 700 yıllık mimarisi ile Avrupa ve Anadolu’nun ilk akıl hastanesi olan eski adıyla BİMARHANE, yeni adıyla Osmanlı döneminde yaşamış olan Sabuncuoğlu Şerefettin ile birlikte cerrahi nitelik kazanmış olan Şerefettin Tıp ve Cerrahi Müzesi’ne giriyorsunuz.
Bahçede şifalı aromatik bitkilerin yetiştirildiği bir bölüm de var.
Amasya’da, İlhanlılar Döneminden günümüze kalan tek esermiş. İlhanlı Sultanı Mehmet Olcaytuğ Han bu yapıyı 1308-1309 yılları arasında eşi Ilduz Hatun adına yaptırmış. Zihinsel rahatsızlığı olan hastalar burada ilk kez su sesi ve müzik ile tedavi edilmişler.
Sabuncuoğlu Şerefettin (1385-1470) Fatih Sultan Mehmed döneminde, burada ondört yıl başhekimlik yapmış. Bir çok hastalığa şifa bulmuş ve yazdığı kitaplar, tedavide kullandığı araçlar ve yöntemler günümüz tedavi yöntemlerine ışık tutmuş. Okurken bu ifadelerin abartılı olduğunu düşünebilirsiniz. Ama ben, sergilenen tıbbi cihazlar, heykeller ile canlandırılan muayene ve teşhis yöntemleri ve kullanılan müzik aletlerini görünce hayranlık ve şaşkınlık arasında kaldım.
Sabuncuoğlu Şerefeddin’in kendi yazmış olduğu ve ilk Türkçe cerrahi eser olan Cerrahiyyetü-l Haniye kitabındaki çizimlerden yola çıkarak yaptırılan 10 ayrı branştaki tıp ve cerrahi aletlerinin sergilendiği ve tedavi yöntemlerinin gösterildiği Sabuncuoğlu Salonu, cerrahi operasyon ve tedavilerin yapıldığı Sabuncuoğlu Kliniği ve o dönemki hastalara uygulanan müzikoterapide kullanılan musikinin temel aletlerini görebileceğiniz ve tedavide uygulanan Türk Musikisi makamları hakkında detaylı bilgi edinebileceğiniz Müzik Tedavi Salonu bulunmakta.
Bu salonlarda, sizi o dönemin ruhuna götürecek kadar iyi düzenlenmiş ve bir müzeyi değil de bir tedavi merkezini geziyormuşsunuz gibi hissettiriyor.
Bu müzeden çıktığınızda Yeşilırmak sağınızda etrafa hayran hayran bakarken, II. Bayezit Külliyesi, tüm görkemiyle karşınıza çıkıyor. Amasya tüm farklılıkları aynı mekana sığdırmış, başınızı diğer tarafa çevirdiğinizde dağlardaki kral mezarları görünüyor.
Bayezit Külliyesi
Kilitli taşlar ile yapılmış kapıdan büyük bir avluya giriliyor. II. Bayezid Külliyesi 1485-1486 yılları arasında Osmanlı Sultanı II. Bâyezid’in talimatıyla Amasya Sancak Beyi Şehzade Ahmed tarafından yaptırılmış. Eldeki mevcut 1496 tarihli vakfiyede belirtildiği üzere külliye birimleri; cami, medrese, imaret, mektep ve köprüden ibaretmiş.
Avluda asırlık bir çınar var ve bu çınar yukarıdan aşağıya dilim dilim bölünmüş gibi duruyor. Yıllarca paratoner görevi görüp yıldırımları üzerine çekmiş ve etraftaki binaları korumuş.
Avluda yeşil çimler ve asırlık ağaçların ortasında ince sütunları olan zarif bir şadırvan bulunuyor. Avlu ortasında yer alan 12 kenarlı şadırvan, 12 sütunun taşıdığı, 12 yüzlü sivri piramit bir çatıyla örtülü.
Tam karşınızda ise; tek katlı, kare planlı, küçük bir bina var. Burası namaz vakitlerinin belirlendiği muvakkithane, iç mekan duvarları ve tavanı kalem işi bezemeler ile süslü bina 1842 yılında yapılmış.
Yan mekânlı ya da zaviyeli cami mimarisinin seçkin örneklerinden biri imiş bu cami. Kubbe içi ve pencere kemerlerinin üzeri zengin kalem işleri ile süslenmiş. Ahşap pencere kanatları 15’inci yüzyıl ahşap kündekârî tekniğinin güzel örneklerindenmiş. Caminin mukarnas süslemeli, ihtişamlı taç kapısı üzerindeki üç satırlık mermer kitabe Hattat Ali bin Mezid’in eseri imiş.
İçinde gezerken ve yolda dışından yanından geçerken; saygıyla ve rahmetle anıyorum emeği geçenleri ve yıllara direnen bu eserlerin mimarlarını.
Amasya Müzesi
Müze binasının yanında bulunan müze bahçesi içerisinde açık teşhirde; Hitit, Helenistik, Roma, Doğu Roma, İlhanlı, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait taş eserler sergilenmekte.
Müzenin birinci katında Mumyalar Salonu’nda 14. Yüzyıl İlhanlı Dönemi’ne ait mumyalar, cam tabutlar içinde sergileniyor.
Renkleri ve formları çok iyi durumda değil. Bunun sebebi yıllar önce bir sel felaketi sırasında müzedeki tüm eserler suya kapılıp gitmiş, sonradan toplanıp bir araya getirilenler sergileniyormuş.
Müzenin birinci katında etrafı özel koruma ile sergilenmekte olan Roma Dönemi villasına ait “Elmalı Taban Mozaiği” ilginç, ağacın üzerinde kırmızı elma figürleri var.
Amasya’nın geçmişte de elma yetiştiriciliğinde önemli bir merkez olduğu anlaşılıyor.
Amasya elması küçük, kırmızı beyaz formu ve tadı ile özgün bir elma çeşidi. Ancak bu gezide bir şey daha öğrendim. Sadece Amasya elması yatay olarak ortadan kesildiğinde içinden yıldız şekli çıkıyormuş.
Amasya, özgün ve lezzetli yemekleri ile de tanınıyor. Ben bu gezide ilk kez denediğim ve tadına hayran kaldığım kuru bakla ile hazırlanan bakla dolmasının resmini paylaşayım, çünkü tadını nasıl anlatacağımı bilemedim, sadece enfes diyeyim.
Amasya mutfağı denince çöreği anmadan geçmek olmaz. Sade, haşhaşlı ve cevizli olarak yapılan bu çörek bir çok yerde satılıyor.
Ancak hamurunun sırrını vermeyen, ara sokakta küçük bir dükkan var. Galip Ustanın dükkanının içi dolu, önü kuyruk. Önceden toplu sipariş verdiğimiz halde uzun süre bekledik almak için. Beklemeye değdi, damak çatlatan çörekleri denemeden dönmeyin Amasya’dan.
Bir hafta sonunu sakin, tarihi dokusu korunmuş, ancak insanları son derece medeni bir şehirde geçirmek, güzel yemekler yemek isterseniz, ya da yol üstü geçerken yarım gününüzü ayırırsanız inanın pişman olmazsınız. Amasya sizi dostça ağırlayacaktır.
Dubrovnik, Güneydoğu Avrupa’da konumlanmış Balkan ülkesi Hırvatistan’ın güneyinde Adriyatik kıyısında bir şehri. Dubrovnik Hırvatistan-Crotia’nın en gözde tarihi ve turistik şehri.
Dubrovnik halkı tarih boyunca bağımsızlığını korumak amacı ile hem denizden hem karadan yüksek surlarla çevirmiş şehri. Beyaz surlarla çevrili şehir Orta Çağ’dan günümüze en iyi korunmuş tarihi şehirler arasında yerini almış. Tarihi şehir ziyaretçilerini zaman tünelinde Orta Çağ’da yolculuğa çıkartıyor. Ya da tam bir film stüdyosunda dolaşıyor ziyaretçileri. Film endüstrisi de bu özelliği ile Dubrovnik’i son yılların en gözde dizilerinden Games of Thrones’un film stüdyosu olarak değerlendirmiş. Hatta şehirde adım adım Games of Thrones çekimlerinin yapıldığı yerler için özel turlar düzenleniyor.
Dubrovnik’te yapılacaklar sadece tarihi Old Town surları, sokakları, binaları ile sınırlı değil. Surların gerisinde lacivert, pırıl pırıl Adriyatik Denizi kıyısında çok sayıda plajları, adaları ile harika bir deniz tatili de sunuyor.
Niçin Dubrovnik
Balkanlar gezisinin olmazsa olmaz şehri, mutlaka görülmeli.
Adriyatik kıyıları farklı bir coğrafya, farklı bir kültür.
Dubrovnik Old Town dünyada en iyi korunmuş Orta Çağ şehirleri arasında sayılıyor, görmeye değer.
Dubrovnik gezisi ile sadece bu şehir değil Karadağ’ın iki güzel şehri Budva ve Kotor da gezilebilir, Kotor sadece yarım saat, Budva iki saat uzaklıkta. Karadağ karayolu veya deniz yolu ile kolaylıkla ulaşılabilen ikinci ülke olacak Hırvatistan’ın yanında. Ayrıca Dubrovnik’ten kuzeye Bosna Hersek’e de geçebilirsiniz.
Dubrovnik bir dönem Türklerin çok ilgi gösterdiği turistik tatil şehri idi, ancak Hırvatistan’ın Avrupa Birliği’ne girmesi ile vize zorunluluğu bu talebi azalttı. Yine de halkı Türklere alışkın, Türkçe bilen esnafa rastlayabilirsiniz.
Dubrovnik’e İstanbul’dan direk uçuş ile 2,5-3 saatte gidilmekte.
Tarihi ve doğası ile özel bu şehrin mutfağı da zengin ve damak tadımıza uygun. Özellikle deniz ürünleri, zeytinyağlıları ve et çeşitleri lezzetli.
Ilıman Akdeniz iklimi ile yılın birçok ayında gezilebilir.
Dubrovnik Balkanların diğer şehirlerine göre en fazla turist çeken şehirler arasında, dolayısı ile diğerlerine göre daha pahalı bir şehir. Konaklama, yeme içme de diğer Balkan ülkelerine göre daha yüksek. Bu noktayı belirtmeden de geçmeyelim.
Ulaşım
Dubrovnik, Yugoslavya Federe Cumhuriyeti’ne bağlı olduğu dönemde turizmde ön plana çıkınca şehre havaalanı yapılmış. Türk Havayolları ve Croatia Havayolları’nın İstanbul’dan direk uçuşları bulunmaktadır. Ülkenin başkenti Zagrep üzerinden veya çevre ülkelerden de aktarmalı olarak ulaşılabilir. Şehre sadece 20 km uzaklıktaki havaalanından eski şehre sık otobüs seferleri bulunmaktadır.
Dubrovnik gezinizde çevre ülkeler Karadağ veya Bosna Hersek’i rotanıza ekleyebilirsiniz. Biz Dubrovnik’e Kotor’dan kendi arabamız ile ulaştık. Kotor çıkışında yanlışlıkla dağ yollarına sapsak da sonunda doğru, keyifli ve daha kısa yolun deniz kenarından gittiğini anladık. Aslında Kotor Dubrovnik arası sadece 91 km ancak yol iki saate yakın sürüyor. Yolun keyfi manzarasından geliyor önce Kotor Körfezi kıyısından dolaşarak Adriyatik Denizi’ne ulaştık. Yol manzarası harika ancak biraz dar ve tırmanmalı olduğu için dikkatli araba kullanmak gerekiyor.
Ulaşım alternatifi olarak çevredeki turistik şehirler Kotor, Budva, Mostar, Saray Bosna’dan düzenli otobüs seferleri bulunmakta Dubrovnik’e.
Şehirde zamanımızın çoğu eski şehir civarında geçiyor, tüm şehri yürüyerek dolaşabiliyoruz. Eski şehre araç girişi yasak, Konaklama eski şehir içinde veya yakın çevrede olursa ulaşım sorunu bulunmuyor. Ancak biz arabamız olmasına güvenip, ekonomik olması nedeni ile merkeze daha uzak bir yerde konakladık. İlk gün eski şehir civarında bir otoparka arabamızı bıraktık, saatine 7 Euro gibi çok yüksek bir rakam ödeyince Dubrovnik’te otoparka araba bırakılmayacağını öğrenmiş olduk. Bu ders sonrası ertesi gün kaldığımız bölgeden belediye otobüsü ile ulaştık şehir merkezine. Belediye otobüsleri sık, eski şehir Pile Kapısı’na kadar getiriyor, bileti otobüs duraklarının yanındaki büfelerden alırsanız otobüsteki fiyatına göre daha düşük ücretli.
Konaklama
Dubrovik’te tarihi şehir içinde veya surlar dışında çevredeki yerleşim alanlarında otellerde, hostellerde kalınabilir.
Biz 15 günlük Balkanlar turumuzda iki gece ayırdık Dubrovnik’e. Eski şehir yakınında kalmamamıza rağmen en yüksek konaklama ücretini burada verdiğimizi belirtmeliyim. Çok fazla turist çeken şehir yaz döneminde doğal olarak daha yüksek konaklama ücreti de yüklüyor ziyaretçilerine.
Dubrovnik Kısa Tarihi
Dubrovnik’i 7. yy’da Mora Yarımadası Epidaurum’da yaşayan ancak Avarların saldırılarından kaçanlar kurmuşlar. Bölge önce Bizans İmparatorluğu, sonra Venediklilerin yönetiminde kalmış. 14. ve 19. yy arasında bağımsız Ragusa Cumhuriyeti kurulmuş bölgede. Dubrovnik, Ragusa Cumhuriyeti’nin başkenti olmuş (1358-1808). Bağımsızlığına çok önem veren bu devlet başarılı diplomatik ilişkiler kurmuş büyük devletlerle. Bu yıllarda Osmanlı İmparatorluğu Balkan topraklarında hüküm sürerken, Ragusa Cumhuriyetinin bağımsızlığına dokunmamış ancak vergiye bağlamış. 15 ve 16. yy’da deniz ticaretinde başarıları ile Venediklilerin rakibi olmuşlar. Osmanlı ile iyi ilişkiler ile de sadece Adriyatik kıyılarının ötesinde Asya, Avrupa, Karadeniz, Akdeniz’de ticarette hakim olmuşlar.
Bağımsız, zengin, aristokrat ve diplomatik cumhuriyet döneminde, şehir Rönesans sanatı ve mimarisi eserleri ile donatılır. Ancak 1667 yılındaki büyük deprem ile şehir yerle bir olurken sadece Rektör Sarayı ve Sponza Sarayı ayakta kalır. Deprem sonrası şehir bugünkü halini oluşturan barok stili yapılar ile yeniden inşa edilir. Şehrin mimari eserleri yeniden yapılsa da Ragusa Cumhuriyeti bu dönemde deniz ticaretinde gücünü ve zenginliğini yitirmeye başlar.
Dalmaçya kıyılarında hakimiyetlerini arttıran Fransızlar 1806 yılında bu her anlamda zengin cumhuriyeti yıkarlar. 1815 yılında da şehir Avusturya Habsburg Hanedanlığı topraklarına katılır. Avusturya hakimiyetinde olduğu dönem Dubrovnik’in turizmde öneminin arttığı yıllar olur. Ünlü İngiliz şair Lord Byron Avrupa ve Yakın Doğu gezileri sırasında gezdiği Dubrovnik’i ‘the Pearl of Adriatic’ olarak adlandırır. Bugün de kullanılan Adriyatik’in incisi unvanı Dubrovnik’e çok yakışmış.
I.Dünya Savaşı sonrası 1918 yılında Yugoslavya’ya bırakılır Dubrovnik. 1945 yılında Yugoslavya Federe Cumhuriyetleri’nden Hırvatistan topraklarındaki şehir, tarihi dokusu ve doğası, plajları ile tüm dünyanın ilgisini çeken bir turizm merkezi olur. 1979 yılında da tarihi şehir UNESCO Dünya Mirasları Listesi’ne girerek koruma altına alınır. Bu arada turizmin geliştirilmesi amacı ile şehre havaalanı yaptırılır ve askeri birliklerden arındırılır.
Dubrovnik, 1990’larda Yugoslavya’nın dağılmasından en çok zarar gören şehirlerden biri olur. Sırpların aylar süren saldırısı ile şehir binaları çok zarar görür. Ancak ülkenin bağımsızlığını kazanması sonrası UNESCO desteği ile şehir yeniden düzenlenir.
Gezelim Görelim
Old Town 21 km karelik bir alan kaplamakta, iki kilometre boyunca surlar şehri çepeçevre sarmış.
Şehre ziyaretçilerin girişi iki ana kapıdan; Pile Kapısı ve Ploce Kapısı. Her iki kapıdan da girişte, sizi şehri tam ortadan ikiye bölen 300 metre uzunluğundaki ünlü Stradun Caddesi karşılıyor. Diğer sokaklar bu caddeye paralel veya dik kesiyorlar. Stradun Caddesi üzerindeki kiliseler, saraylar, galeriler, kafeleri restoranları göz alıyor. Acaba hangi tarafa yönelmeli diye kararsızlık geçiriyoruz. Biz ilk günümüzde caddeyi boylu boyunca dolaşıp, ara sokaklarını da arşınladıktan sonra akşam yemeğimizi en hareketli, canlı bölgede yedik. İkinci gün ise sabah erkenden şehir surlarında dolaşarak başladık gezimize. Öğleden sonra da Adriyatik kıyısında tekne gezisi ve plaj keyfi yaptık. Özet olarak Dubrovnik tarih kültür gezisi yanında yarım gün deniz keyfi yapmak isteyenler için 2 gün, Adriyatik kıyısında deniz tatili de yapmak isteyenler için 3-4 günde gezilecek bir şehir.
İkinci gün gezimize surlar üzerinde başladık. Daha önce gezdiğimiz Karadağ’ın iki Ortaçağ Şehri Budva ve Kotor’da da surlar vardı ancak şehirler daha küçük ve surların üstünde kesintisiz bu kadar uzun yürüme seçeneği yoktu.
Pile kapısından girince hemen solda surlara çıkan merdivenler ve bilet satış gişesi bulunuyor. Surların üzerine çıkmayı planlamamıza rağmen ücreti hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. Bilet ofisine ücreti sorunca aldığımız 35 Euro rakamının şaşkınlık yarattığını belirtmeliyim. Sadece surlar veya Dubrovnik Kart fiyatı da aynı rakam. Bu durumda surların yanında müzeleri de, toplu ulaşımı da kapsayan Dubrovnik kart almak daha avantajlı .
13.yy’da zengin şehri hem denizden hem karadan gelen saldırılara karşı korunmak amaçlı yapılan surlar, deniz tarafında daha ince kara tarafında 4-6 metre kalınlıkta ve yüksekliği bazı yerlerde 25 metreye kadar çıkıyor.
Surların kuzeyine Minceta Kulesi, doğusuna Revelin Kalesi inşa edilmiş. Yine güvenlik amaçlı güneydoğuya St John Kalesi, batısına da Bokar ve Lovrijenac kaleleri yaptırılmış. Games of Thrones çekimleri de Lovrijenac Kalesi’nde çekilmiş. Bu kale 11.yy’da kocaman bir kayanın üzerine kurulmuş ve Pile Körfezi’ne giriş çıkışları gözetlemeyi sağlıyormuş.
Surlar üzerinden yürümek ayrı bir keyif. Tüm Eski Şehrin turuncu renkli çatılarının sokaklarının tepeden görünüşü yanında lacivert Adriyatik Denizi, adaları, plajları ile tarih ve doğa görsel bir şölen sunuyor. Surlar saat 8.30-19.30 arası açık, tüm bir tur 1,5-2 saat sürüyor, yaz mevsiminde öğle sıcağına kalmadan erken saatte veya akşam üzeri çıkmanın önemini hatırlatmalıyım.
Surların üzerinde tüm turumuzu attıktan sonra şehrin sokaklarında dolaşmaya başlayabiliriz.
İki kapı arasında boydan boya uzanan 300 metrelik Stradun Caddesi Old Town’ın en hareketli bölgesi.
Pile Kapısı’nın girişinde Büyük Onofrio Çeşmesi yer alıyor. Büyüklüğünün yanı sıra, on altı musluklu ve musluklarının üzerindeki maskeler ile mimari olarak dikkati çeken çeşme mimarının adı ile anılmakta.
Ploce Kapı’sının hemen başında Çan Kulesi, Orlando Sütunu, Sponza Sarayı ve Dominikan Manastırı yer alıyor.
15. yy’da kalma 31 metre yüksekliğindeki Çan Kulesi Stradun Caddesi’ne girer girmez dikkatinizi çekecektir. Çan kulesi Luza Meydanı’nda Sponza Sarayı’na bitişik. Çan Kulesi 1444 yılında yapılmış ancak 1667 yılındaki depremde hasar görmüş ve 1929 yılında tamamen yıkılıp yeniden yapılmış.
Sponza Sarayı, Gotik ve Rönesans stili ile dikkati çeken saray 1500’li yılların başında yapılmış. Bugün saray Dubrovnik Savunma Müzesi ve Devlet Arşivi olarak hizmet vermektedir.
Yine Luza Meydanı’nda St. Blaise Kilisesi bulunmakta. Kilise 14.yy’da yapılan ancak 1667 yılında depremde yıkılan kilisenin yerine 1706-1714 yılları arasında yapılmıştır.
St. Blaise Kilisesi’nin önünde Orta Çağ’da şehrin koruyucusu olarak tanınan şövalye Orlando için yapılan Orlando anıtı bulunuyor. Koruyucu Orlando heykeli şehrin özgürlüğünün simgesi olarak değerlendirilmiş.
Çan Kulesinin solunda Rektör Sarayı yer alıyor. Ragusa Cumhuriyeti döneminde 13.yy’da şehrin yöneticileri için yaptırılan saray sonrasında değişik amaçlarla kullanılmış. Sarayda silahlık, cephane ve hapishane de bulunuyormuş. Bugün Saray Kültürel Tarih Müzesi olarak hizmet veriyor. Saray saat 9.00-18.00 arasında açık. Biz müzeyi gezmeyi çok istemememize rağmen zaman ayıramadık.
Dubrovnik surlarının hemen dışında Pile Kapısı’na yakın girişte Fransisken Manastırı bulunuyor. 13. yy’da yapımına başlanan bu dini kompleksin önemli bir özelliği de Avrupa’nın ilk eczanesinin burada kurulması. Manastırın içinde ayrıca bir kütüphane bulunuyor.
Dubrovnik Old Town elinizde bir harita olmadan da rahat rahat dolaşacağınız bir şehir. Stradun Caddesi’ne paralel ve dik kesen sokaklarda zaten göz alıcı binalar dikkatinizi çekecektir. Bu ara sokaklarda çok sayıda restoran ve kafelerin yanı sıra, hediyelik eşya dükkanları da davetkar görünüyor.
Stradun Caddesi’nde çok sayıda kafe ve restoran olmasına rağmen caddenin paralelinde tesadüfen çıktığımız meydanın akşam üzeri çok daha canlı olduğunu gördük. Meydan’ın çevresinde yer alan oturulacak yerler gün batmadan dolmuş gibiydi. Kahve, bira, şarap, pizza, deniz ürünleri, kebap gibi çok çeşitli seçeneklerin olduğu görünüyordu. Meydanın bir köşesinde merdivenler ile yine küçük bir alana çıkılıyor burada iki kilise bulunuyor. Jesuit Merdivenleri ve Jesuit Kilisesi 1667-1725 yılları arasında yapılmış, Roma’daki İspanyol merdivenlerine benzetilmeye çalışılmış. Biz bu meydanı çok sevdiğimiz için iki akşamımızı da burada geçirdik. Kısaca Ortaçağ şehrinin her köşesi, her saat hareketli. Gündüz görülen turist kalabalığı azalsa da bu kez tarihi binalarda sunulan yiyecekler, içeceklerle şehrin gecesini de yaşamak isteyenlere hizmet devam ediyor.
Dubrovnik Plajları
Dubrovnik’te tarih ve kültür gezisi yapmak isteyen gezginler Ortaçağ şehir içindeki görsel şölenden çok etkilenecekler. Ancak tarihi şehirde dolaşırken size eşlik eden lacivert Adriyatik Denizi görüntüsü, adaları, plajları da deniz keyfi yapmadan dönemeyeceğinizi anlatacak. Bu nedenle Dubrovnik adaları ve plajlarından söz etmeden olmaz. Daha surlar üzerinde iken surların dibinde kayalıklar üzerindeki plajları göreceksiniz. Kısaca hemen şehir gezisi sonunda Adriyatik sularına atlayabilirsiniz.
Adriyatik kıyısında en geniş ve popüler plaj Banja Plajı. Onu da surların üzerinde sol yönünüzde görebilirsiniz. Plaj yürüyerek Ploce Kapısı’na 100 metre uzaklıkta. Plajın paralı ve parasız bölümleri bulunmakta. Tercih sizin. Ayrıca Banja plajı yönünde Lapad Yarımadası üzerinde çok sayıda otel ve plajlar yer almakta.
Ayrıca hem deniz keyfi hem de tekne gezintisi isterseniz surların karşısındaki Lokrum Adası ilk tercihiniz olabilir. Ploce Kapısı yönünde hemen limana çıkabilirsiniz. Limandan kalkan tekneler ile Lokrum Adası, Elafiti Adaları ve Lapad Yarımadası’nın plajları seçenekleriniz arasında.
Lokrum Adası en çok ilgi gören ada. Koruma altındaki ve üzerinde yerleşim olmayan ada, tekne ile limana 10 dakika uzaklıkta. Adadaki tarihi Benediktin Manastır’ı bugün restoran olarak hizmet vermekte. Manastır bahçesinde botanik bahçesini gezip, adayı da dolaşabilirsiniz. Adada birçok yerde yüzebilirsiniz, ayrıca çıplaklar plajı da bulunmakta. Lokrum Adası’na giriş ücretli, tekne ile birlikte 35 Euro ödeniyor.
Biz tekne ile Lokrum Adası’nın yakınından geçip, biraz daha uzun bir tekne turu yaparak Lapad Yarımadası’nda başka bir plaja gittik. Plajda bir kafe bar da bulunmaktaydı. Hem denize girdik, akşam üzeri de güneşi tarihi Dubrovnik şehri silueti ile batırdık. Tekne sizi gün içinde belirli bir saatte bırakıyor, daha sonra saat başında gelen teknelerden istediğinize biniyorsunuz. Kısaca kalış süresini siz belirliyorsunuz. Biz plajı çok beğendik. Bu gezi için de, Lokrum Adası’na göre daha düşük bir fiyat, kişi başı 15 Euro ödedik.
Dubrovnik Teleferiği
Dubrovnik’te Old Town’dan kalkan teleferik ile şehri tepeden görmek isteyebilirsiniz. Ancak zaten surların üzerinde yürüyüp, hem şehre, hem plajlara, adalara yüksekten bakmış idik. Meraklısı değerlendirebilir.
Yeme-İçme
Dubrovnik mutfağı da klasik Balkan Mutfağı gibi bizim damak zevkimize uygun. Şehirde İtalyan mutfağı lezzetlerini tatmak da mümkün. Bu arada Adriyatik kıyısında deniz ürünleri de iyi bir seçenek. Yine de Dubrovnik’in diğer Balkan şehirlerine göre daha gözde ve pahalı olduğunu, deniz ürünleri fiyatlarını sipariş vermeden önce iyi kontrol etmek gerektiğini hatırlatalım. Bizim Kotor’da eski şehirde deniz ürünleri deneyimizi bu arada yazmalıyım. Kotor’da yerel bir çeşit balığın 100 gramının fiyatını menüye yazılmış. Biz de parantez içinde küçük yazı ile yazılan 100 gr ifadesine dikkat etmeden, bir porsiyon balık için 13 Euronun makul fiyat olduğunu düşünerek sipariş verdik. Ancak yerel balıkları bizim çupraların boyutlarında imiş. Açıkça belli ki o balık 400-500 gram yani menüdeki fiyatının 4-5 katı ödenecektir. Biz de beş porsiyon olarak balık siparişini verdik. Ancak bu balıklar neye benziyor diye ocağa atılmadan görmek istedik. Ancak o zaman balıkların boyutunu görünce herkese bir porsiyon yerine ortaya söylemeye karar verdik.
Dubrovnik’te Old Town dışında daha uygun fiyatlı restoranlar bulunabilir. Biz iki akşam da Old Town’da atıştırmayı tercih ettik. Yerel şarapları ve yerel biraları tatmanızı da önerelim.
Son Söz
Dubrovnik, tarih, kültür, deniz ve gece hayatı eğlencesi arayanların beklentilerini fazlası ile karşılayacak bir destinasyon. Bu özellikleri ile ülkenin en çok turist çeken şehri ve Adriyatik’in en gözde yeri. Balkanlar rotasında, Adriyatik kıyısında Dubrovnik hem iyi korunmuş ve zengin UNESCO Dünya Mirasları Listesi’ndeki Old Town, doğası, plajları ile görülmesi gereken şehir.
Bu arada yine de konaklama ve yeme içme fiyatlarının diğer Balkan ülkeleri ile karşılaştırıldığında yüksek olduğunu tekrar hatırlatayım.
Başkentimizin hemen yanı başında efsaneleri kendinden ünlü bir antik başkent bulunmakta: Gordion… Yolculuklarım sırasında zaman zaman uğradığım bu antik kenti, bu kez de kelimelerle gezmek istedim. Belki de buraya en yakışanı bu; gerçekten de Gordion ve Frigler, haklarında bilinenlerden çok efsaneleriyle bize ulaşan bir yer.
Örneğin Friglerin nereden geldikleri bile tam bilinmemekte… Hititlerin yıkılmasına da neden olan ve tarihçilerin Deniz Kavimleri Göçü olarak adlandırdıkları ama ne menem bir şey olduğu konusunda tam bir fikir birliği olmayan Trakya üzerinden gelen kavimlerin Friglerin atası olduğu düşünülmekte… Herodotos ve Strabon’a göre, Makedonların komşuları olan ve Brygler olarak bilinen Trak boyu, Boğazlar yoluyla Anadolu’ya geçmişlerdir ve Friglerin atalarını oluşturmuşlar.
Yapılan araştırmalar Friglerin tek bir kökenden değil de uzun bir zaman diliminde Trakya ve Makedonya’dan göçlerle gelenlerin toplanmaları sonucu oluşan bir halk olduğu yönünde… MÖ 1200’lerde başlayıp 400 yıl süren bu göçlerin ilk dönemleri hakkında pek bir şey bilinmemekteymiş. Önceleri Troia’da toplanıp İznik ve Sakarya üzerinden Polatlı’ya geldikleri düşünülmekteymiş.
Gordion’da bu dönemde insanların yoğun olarak toplandığı bir merkez olmuş. Önceleri bir beylik merkeziyken MÖ 9 yüzyılda krallığa dönüşen Friglerin ilk kralı Gordias’mış, MÖ 742/738’de ölümüyle yerine oğlu Midas’ın geçmiş.
Ama işin açığı Gordion’un başkent olduğuna dair bir kayıta da ulaşılamamış henüz. Sadece buluntuların yoğunluğu, megaron tipi usta işi yapılar, görkemli tümülüsler buranın başkent olduğu sonucuna ulaştırmış. Yunan ve Frig dilindeki benzerliklere rağmen Frig kültürünün Anadolu’da şekillendiği düşünülmekteymiş.
Biz, Friglerden çok iki efsanevi kralına daha aşinayız: Gordios ve Midas… Efsanelerle sarmalanmış bu iki kral, Friglerin en parlak olduğu dönemlerde yaşamış. Asur yazıtlarında Mita olarak geçen Midas, yine efsanevi Asur kralı II.Sargon’un çağdaşıymış, hatta MÖ 716’da II.Sargon’un Tabal seferinde Midas’ın (Muşkili Mita olarak) karşı cephelerde yer aldığı rivayet edilmekte. Midas, Asurlara karşı Suriye-Hitit idarecilerine destek vermiş. Midas adına Yunan kaynaklarında da rastlanmakta; mesela Midas’ın Yunanistan’daki Apollo Kutsal Bilicilik Merkezi’ne yolladığı taht, Herodot’u bile büyülemiş.
Gordion’un parladığı MÖ 8. yüzyıl sonlarında başlayan Kimmer akınları, şehrin kaderini değiştirmiş. MÖ 7. yüzyıl başlarında yapımı sürmekte olan Gordion sitadeli Kimmer akınları sonucu yıkılmış. En son MÖ 695 civarında Kimmerlerin şehri yağmalaması sonucu Kral Midas kederinden öküz kanı içerek intihar etmiş. Görünüşe göre bu da bir efsane; son araştırmalar Midas’ın başına aldığı bir darbe sonucu öldüğünü göstermekteymiş.
Ancak Kimmerler, bu topraklara yerleşmemişler; Gordion kendi hayatını sürdürmüş. Ancak MÖ 6.yüzyıl başlarında Lidyalı Alyattes ve Kroisos’un hakimiyetinde bulunan Frigler, Perslerin MÖ 540’ta Lidya’yı ele geçirmesiyle tarih sahnesinden çekilmişler. Yazılı kaynakları pek olmayan Friglerden geriye efsaneler, çoğu Anadolu Medeniyetler Müzesi ve bir kısmı Gordion Müzesi’nde sergilenen buluntular ve geçmiş tanrıçaları geleceğe bağlayan Kibele kültü kalmış.
Demiştik; Gordion olaylardan çok efsaneleriyle tanınıyor. Gordion’u tanımak biraz da bu efsanelerden geçiyor. Gordios, Frigleri Frig yapan kurucu isim. Midas ise Friglerin altın çağını yaşatan kişi. Midas’ın en bilinen öyküsü ‘Midas’ın kulakları eşek kulakları’ masalı…
Buna göre, Yunan mitolojisinin mağrur tanrısı Apollo, güzel sanatların hamisi olarak müzikte de en iyi benim dermiş. Ancak Frig Marsias bir kamışa yedi delik açarak flütü icat etmiş ve dağlarda çalmaya söylemeye başlamış. Marsias, başarısının sarhoşu olarak bir gün dağlarda rastladığı alıngan Apollo’ya meydan okumuş. Apollo çok bozulmuş ve bir müzik yarışması düzenlemiş. Bugünün sanat eleştirmenleri sayılabilecek dokuz sanat perisi jüri olarak seçilmiş, hakem de Frig Kralı Midas olmuş. Almış eline üç telli lirini, çalmış da çalmış Apollo ama Midas Marsias’ı beğenmiş. Sen misin Apollo’yu beğenmeyen; o hassas Apollo, birden şirretleşip sen sağırsın galiba deyip Midas’ın kulaklarını eşek kulağına dönüştürmüş. Midas, karizmayı çizdirmemek için saçlarını uzatmış, oradan alıp saçlarını öbür tarafa yatırmış falan filan ama olacak gibi değil, saçlar bele kadar uzamış. Eh o zamanlar upuzun saçları başa topuz yapma modası da yok; öyle yapacağına eşek kulaklarıyla dolaşsın daha iyi. Sonunda Midas berberini çağırtmış, bin bir yemin, bir o kadar söz, saçlarını kestirmiş. Berber görmüş kulakları, söz de vermiş ama nereye kadar? Böyle sansasyonel haber saklanabilir mi? Berber de gitmiş kuyulara bağırmış, Midas’ın kulakları eşek kulakları diye… Kuyuda yememiş içmemiş, yankılanmış durmuş. Gordion dediğin başkent ama yani, bir Paris, Londra’da değil… Akşama kadar herkesin haberi olmuş Midas’ın kulaklarından. Sonunda Midas, halkı toplayıp bir kulak demosu yapmış, millet de kıkırdamalar, fıkırdamalar… Sonunda iş yine berbere düşmüş ve gelip Midas’ın ne kadar adil ve iyi bir kral olduğunu hatırlatmış. Böylece Midas ve halkı mutlu, mesut yaşamlarına devam etmişler; taa ki Kimmerler gelip ortalığı yakıp yıkana kadar… Daha dramatik kişilikler ise efsanenin sonunu farklı bağlamışlar; buna göre koca kral halkın dalga geçmesine dayanamamış ve kulaklarını kesmiş ama kesilen yerden sarmaşıklar otlar uzamış falan… Bazı araştırmalar Midas’ın kulaklarında yapısal bir deformasyon olduğunu göstermekteymiş, ben Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde kafatasını gördüm, bir şey fark etmedim.
Midas’ın başına gelenler bununla sınırlı değil… Yunan mitolojisinin en berduş tanrısı Diyonisos, kankası Satirleri bahçesinde ağırlayan Midas’a dile benden ne dilersen, demiş. Kralımız, malı mülkü az gelmiş olmalı ki neye dokunursam altına dönüşsün diye dilekte bulunmuş. Sen benim lirimi, ezgilerimi beğenmedin diye adama etmediğini bırakmayan tanrılar bu sefer, Midas’ın dileğini kabul etmişler; gerçi Apollo hassas ve alıngan, Diyonisos kafa dengi, kabul eder tabii. Neyse, dileği kabul edilen Midas ona dokunur, altın… buna dokunur, altın… iyi hoş da karnı acıkınca, sevdiceğini kucaklamak isteyince… haliyle durum değişmiş. Midas yana yakıla yine Diyonisos’a gidip tekrar bir dilekte bulunmuş ve eski, fakir ama mutlu günlere dönmek istemiş. Tanrılar da ‘Git, Paktalos’ta yıkan’ demiş. Midas suya girer girmez nehrin kumları altına dönüşmüş. Ama bu durum eninde sonunda Lidyalılara yaramış. Başkent Sardes bu altınlarla ihya olmuş. Başka bir efsanevi lider olan Lidya Kralı Kraisos bu yolla Karun kadar zengin olmak deyiminin kahramanı olmuş.
Bir de Gordion Kördüğümü var ki, artık efsanelerden bana da fenalık geldi. Efendim, Frigler kendilerine lider arıyorlarmış ve şehre öküz arabasıyla gelen ilk adamı kral yapmaya karar vermişler. Belli ki dört tekerlekli öküz arabası o günlerin Ferrarisi, Maseratisi… Neyse o sırada Midas’ın atası Gordios dört tekerlekli öküz arabasını çeke çeke gelmiş ve kral olmuş, öküz arabasını da öyle bir bağlamış ki, kimse çözememiş. Hatta bu düğümü çözenin Asya’nın hakimi olacağı kehaneti bile söz konusuymuş. Gel zaman git zaman, Frigler tarihe karışmış ama düğüm olduğu gibi kalmış. Taa ki, Büyük İskender gelip de düğümü çözemeyene kadar. Ama Büyük İskender bu; düğümdü, fiyongtu, anlamam, benim acelem var, deyip kılıcıyla kesivermiş düğümü. Ve bir anlamda Asya’nın da fatihi olmuş ama pek bir faydasını görememiş, genç yaşında ölmüş gitmiş gurbet ellerde.
Gordion, bütün bu efsanelerin düğüm noktası. Gordion, Polatlı İlçesine bağlı Yassıhöyük beldesinde yer almakta; Ankara’ya 93 km uzaklıkta. Gordion, Polatlı’ya da 18 km mesafede. Polatlı-Sivrihisar yol ayrımından ise 12 km’lik bir yol var.
Gordion üç ana bölümde gezilebilir; Gordion Müzesi, Midas Tümülüsü ve Gordion Antik Kenti… Ama Gordion’u daha iyi tanımak için, bu listeye bir de Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ni eklemek gerek çünkü Gordion’dan çıkarılan bulguların çoğu orada.
Gordion Müzesi
Midas Tümülüs’ün karşısında bulunan Müze, Gordion’un tarihini anlatan bulgulara ev sahipliği yapıyor. 1963 yılında açılan Müze, Gordion’dan gelip geçen uygarlıklardan geriye kalanlar sergilenmekte.
Müze’deki en eski bulgular MÖ 3000’lere Erken Tunç Çağı’na kadar uzanıyor; gaga ağızlı seramikler bu dönemin belirleyici özelliğiymiş. MÖ 2000’lerin ilk yarısına tarihlenen Orta Tunç Çağı’yla ilgili bulgular ise gömülerden elde edilen objelermiş. Özellikle kil bir mühür Hitit bağlantısını göstermekteymiş. MÖ 1500’lere tekabül eden Geç Tunç Çağı’na ait eserler ise tamamen Hitit hakimiyetini göstermekteymiş. MÖ 1000’lerde başlayan Frig dönemine ait erken dönem Frig çömlekleri, Güney Avrupa tarzıyla benzerlikler göstermekteymiş, bu da Friglerin geldiği topraklar hakkında bir fikir veriyor olmalı… Bu dönem Frig Krallığının da başlangıcı olarak kabul edilmekte. Bu dönemde Frig kalesinin ilk izlerine de rastlanmaktaymış.
Friglerin çeşitli dönemlerdeki gündelik hayatına ışık tutan objeler yanında Frig sanatı ile ilgili nadide örnekler görülebilir. Frig el sanatının temel özelliği deve tüyü renginin kullanılması ve geometrik desenlermiş; MÖ 9. yüzyıldan yıkılışa kadar gerek seramik, gerek ahşap gerekse metal işçiliğinde bol bol geometrik desenler kullanılmış. Bir başka önemli husus ise mozaik taş döşemeciliği. Hepsi müzede görülebilir. Frig sanatı önceleri Hitit etkisindeyken sonra Yunan etkisine girmiş. Bu etkileşime rağmen kendi karakteristiğini taşıyan Frig sanatı, Mö 5. yüzyıldan itibaren tamamen Helenistik özellikler kazanıp özgünlüğünü kaybetmiş. Yunan etkisiyle çömleklerde deve tüyü rengi yerini zamanla siyaha bırakmış.
Müze’de çömlekçilik temelinde Gordion’daki evreler dikkati çekmekte; Erken dönem Frig çömlekçiliği ile başlayıp Orta ve Geç Tunç Çağı’na ait eserler, Erken Demir Çağı Çömlek parçaları, Orta Geç Frig çömlekleri, özellikle İmparator Augustus dönemine denk gelen Roma dönemi çömlekleri, Yunanistan’dan ithal edilen çömlekler ile devam etmekte. Müzede ayrıca Midas Tümülüsü’nden çıkan bronz eserler, Orta Tunç Çağı’na ait gömüler, Geç Tunç Çağı’na ait bulgular, Frig dokuma malzemeleri, demir işçiliği örnekleri, cam objeler, mühürler, mimari parçaları, Helenistik döneme ait heykeller, çömlekler, Lidya dönemine ait eşyalar, sikkeler, gömü canlandırması yer almakta. Müzenin bahçesinde ise MÖ 9. yüzyıldan kalma, Gordion Antik Kenti’nden getirilen dünyanın en eski çakıl mozaik döşemesi görülebilir. Müzenin hemen yanındaki parkta ise Galat Mezarı ve mimari kalıntılar yer almakta.
Müze, yaz döneminde (15 Nisan-31 Ekim) 10.00-19.00 , kış döneminde (31 Ekim-15 Nisan) 8.30-17.00 saatleri arasında ziyaret edilebilmekte.Müzeye giriş 10,-TL, müze kartına ücretsiz. Bu bilet ile Midas Tümülüsü de gezilebiliyor.
Midas Tümülüsü
Gordion deyince akla Tümülüs geliyor. Bölgede 80 civarındaki tümülüsün en büyüğü olduğu için en ünlü Frig Kralı Midas ile ilişkilendirilmiş ama tarihsel veriler ışığında Midas’tan daha önceki bir kral için yapılmış olduğu, hatta Midas’ın babası Gordios için yaptırdığı rivayet edilmekte. 300 metre çapı ve 53 metre yüksekliğiyle heybetli bir görüntüsü olan tümülüsün içinde 100 metrelik bir koridorla mezar odasına varılıyor. Çam ve ardıç ağaçlarından yapılma büyük bir sandukayı andıran mezar odası, bir zamanlar ölüye adanan hediyelerle doluymuş; şimdi bunların çoğu Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenmekte.
Tümülüs geleneği Friglerle Anadolu’ya gelmiş. Kral ve soylular için öldüklerinde dikdörtgen bir çukurdaki ahşap mezar odasına yerleştirilip üstleri yığma toprak ve taşla örtülmesinden oluşan tümülüsler birer anıt mezar niteliğinde. Midas Tümülüsü’nde ahşap mezar odası 80 cm kalınlığında taş bir duvarla çevrili.
Mezar odasındaki bir kerevette 60 yaşlarında 159 cm boyunda bir adamın cesedi bulunmuş… Şimdi o vücuttan sadece kafatası kalmış, o da Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenmekte. Ayrıca kakma ve oyma tekniğiyle yapılmış ahşap masa ve panolar, 3 büyük kazan, 160 bronz kap, 154 fibulada buradan çıkan ölü hediyelerinden. Altınlara çok düşkün olan Midas’in Tümülüsünden altın ve değerli maden objelerin çıkmaması, özellikle Kimmerlerin yağmalamasına dayandırılıyor; benim aklıma pek yatmadı, hiç mi kalmaz geriye altın, gümüş bir şeyler…
1901’de Koerte kardeşler tarafndan keşfedilen tümülüste mezar odasının içine girilmiyor ama ahşap yapının penceresinden bir kısmı görülebiliyor. Mezar odası 5.15×6.20 metre boyutundaymış, tavan yüksekliğiyse 3.25 metreymiş. Bunun üzerine de 4 metre boyunca taşlar yığılmış, kil tabakası ile kaplanıp tümülüs oluşturulmuş.
2014 tarihli gazetelerde Midas’ın Son Akşam Yemeğinde yenilenlerden yola çıkılarak bir ziyafet düzenlediği haberi yer almaktaydı. Buna göre Midas’ın cenaze merasiminde kullanılan kaplardaki kalıntılardan tespit edilen yemekler (kaz etli börek, bal ve üzüm suyuyla marine edilmiş kuzu sırtı, yumak tatlısı) çeşitli ülkelerden gelen 3000 konuğa servis edilmiş ve gece sonunda pastadan Kral Midas fırlayıvermiş. Bu durum tüm Gordion efsanelerini geride bırakan, bugünümüze de ayna tutan efsane bir olay olmuş işin açığı…
Gordion Antik Kenti
Midas Tümülüsü’ne gelmeden 2 km önce ‘Gorion Antik Kenti’ tabelasını göreceksiniz. Baktığınızda bir şeye benzemediği için geçip gideceğiniz bir yer. Ama Gordion Antik Kent tabelasına gelmeden önce (Benzinlik karşısındaki) tepe, Gordion’u genel olarak yukarıdan görebileceğiniz bir nokta. Taşlık bir patikada 20 metre ilerledikten sonra tırmandığınızda sur ve saray yapılarından kalanları görebileceksiniz.
Gordion’un ilk yerleşimlerinin izleri en alt (7B) katmanda görülmüş; Tek katlı, dikdörtgen planlı, bitişik haldeki ilkel mimarinin görüldüğü bu katmanda bulunan koyu çömlekler Troia’daki kazılarda aynı katmanda bulunanlarla benzeşmekteymiş. Bir üst katmanda ise (7A), Balkanlarda uygulanan ahşap destekli yapının dallar ile kaplanıp çamurla sıvanmasından oluşan yapılaşma örnekleri tespit edilmiş. Bu dönemde Frig sanatının temelini oluşturan deve tüyü renkte çanaklara denk gelinmiş.
Frig krallığının izleri ise 6B katında gözlemlenmiş. Erken Frig olarak kabul edilen, MÖ 10 ve 9 yüzyıla tarihlenen ve ilk kurucu kralların göründüğü bu dönemde şehir surlarla çevrelenmiş, yönetici sınıfa ait serendamlı evler bulunmuştur. Ama Friglerin asıl parladığı dönem 6A katına tekabül etmekteymiş. Gordios ile başlayıp Midas ile devam eden yapılaşma bu döneme ait. Kale, sur, saraylar ile Gordion en şaşaalı dönemine ulaşmış.
Bugün kafamızda birleştirmemiz çok güç olan kalıntılar, ovadan yaklaşık 10 metre yükseklikte 500×350 metre ölçülerinde bir sitadel ile Midas’ın sarayı ve tapınaklara ait olduğu düşünülmekte. Gerçekte 15 metre civarında olduğu sanılan kulelerle girilen Eski Gordion Kalesi içinde duvarlarla ayrılmış iki avlu etrafında çevrelenmiş yapılar mevcut. Saray bölgesi olarak nitelendirilen avlular, megaron tipinde geniş bir koridor ya da taraça ile çevrelenmiş. İlk megaron kerpiç ve ahşap ile yapılmış. İkinci megaron ise ahşap iskeletli taş bir yapı. Binanın taban döşemesi geometrik desenli mozaikle kaplanmış; Müze bahçesinde gördüğümüz mozaik parçaları bunun örneği. İç avludaki yapılar muhtemelen Kral Midas’a aitmiş. 400 m2’lik alana yayılan bir megaronun ise Midas’ın sarayı olduğu kabul edilmekteymiş. Burada fildişi süslemeli ahşap mobilyalar bulunmuş, dönemi için oldukça gösterişli olan bu mobilyalar bugün Anadolu Medeniyetleri Müzesinde sergilenmekte. Çevresindeki yapılar ise idari binalar ve yönetici konutları, saray gereksinimleri için üretim atölyeleri olarak belirlenmiş. Bu eski kale, Kimmer saldırıları sonucu tahrip olmuş.
Eski kalenin yıkılmasından sonra en geç MÖ 6. yüzyıl başlarında oldukça yüksek yeni bir kalenin inşaatına başlanmış. Eski kalenin planına uygun olarak megaron tarzındaki binalarla geliştirilen yeni kale Geç Frig dönemi olan MÖ 4 yüzyıla kadar varlığını sürdürmüş.
Burası aynı zamanda Friglerin hakim olduğu Eskişehir-Afyon-Kütahya arasındaki bölgeye uzanan 550 km civarındaki Frigya Yolu’nun da başlangıcı. Yolun bir ucu Afyon’daki Kırkinlere kadar uzanmakta.
Anadolu Medeniyetleri Müzesi Frigya Bölümü
Gordion, Friglerin ruhunu hissetmemiz için gezilecek bir yer ama zenginliği ancak Anadolu Medeniyetleri Müzesi gezilerek anlaşılabilir. Gerek Midas Tümülüs, gerekse Antik Kent kazılarında çıkarılan eserler burada sergilenmekte. Friglerin ahşap işçiliğindeki ustalıklarının işareti masa ve paravanlar, göbekli cam taslar, gaga ağızlı seramik çanaklar, çocuk oyuncakları, situlalar (törensel kutsama kapları), terra cota vazolar, metal işçiliğinin mükemmelliğini gösteren tunç kazanlar, iğneler, bıçaklar, fibulalar, kulak karıştırıcıları, takılar belli başlı eserler. Tunç kazanları süsleyen hayvan ve insan protomları, kaz biçimli kaplar Frig sanatının boyutlarını göstermekte. Müzede sergilenen Midas’ın kafatası da, özellikle Midas ile ilgili rivayetlere ışık tutuyor.
Müze’nin Frig bölümünün belki de en nadide eseri Boğazköy’de bulunan Kibele heykeli. İnsan biçimli tasvir edilen tanrı, Frigçe anne anlamına gelen ‘matar’ ve dağ anlamına gelen ‘Kybele’ imiş. Kybele genelde birkaç kattan oluşan başlıkla ve ayaklarına kadar inen bir elbise ile tasvir edilmiş. Elindeki nar, kase, kuş tanrısallığının işaretiymiş. Müzedeki Kybele’nin iki yanında flüt ve lir çalan iki erkek çocuğu bulunmakta. Kybele’nin baş tanrı olduğu Frigler, belki erkek egemen bir tarih yazmışlar ama tanrılar katında kadının erkekler karşısında kaybettiği yeri geri vermişler gibi görünüyor.
Gordion benim için çok büyülü bir alan, bu biraz da ne beklediğiniz ile ilgili. Gordion Müzesi, Anadolu Medeniyetlerinden kalanların sergilendiği mütevazı bir yer; Tümülüs ise içinde sanduka bulunan bir tepe olarak görülebilir. Antik kent ise zaten gezmeye, dolaşmaya çok uygun değil. E, o zaman neden Antalya’ya, İzmir’e bir an evvel gitmek varken sapalım bu yola diyebilirsiniz.
Ama Gordion’da soluklandığınız bu yer belki de Büyük İskender’in kör düğümü kesmek üzere kılıcını savurduğu yerdi ya da o ağaç, belki de Midas’ın dokunuşuyla bir zamanlar altına dönüşmüştü, hatta biraz dinleseniz rüzgar hala Midas’ın kulakları eşek kulakları diye fısıldıyordur belki de… Burada yüzyılların efsaneleri, sizin tatil noktanıza bir an önce ulaşma telaşınıza çarpar ve yine olduğu yerde kalır, yeni gelenlere o günleri anlatmak üzere; siz geçer gidersiniz…
Yazı da temel olarak İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü ‘Anadolu Demir Çağı Devletleri’ ders kitabından ve ilgili Müzelerin bilgilendirme notlarından da faydalanılmıştır.
Bu yazıda aynı topraklarda üç ayrı yer ve yaşamdan söz edeceğiz. Bir yanda Beşparmak Dağları’na sırtını dayamış Bafa Gölü’nün olağanüstü doğası, öyküsü, üzerinde yaşayan canlılar hayvan ve bitkiler, diğer yanda 2500 yıllık tarihi antik kent ve son olarak bu coğrafyanın üzerinde bugünkü yerleşim yeri.
Önce ilginç doğum öyküsü ile başlayalım Bafa Gölü’nü tanımaya. Bafa Gölü Muğla ve Aydın ili sınırlarında Ege Bölgesi’nin en büyük gölü. Aydın Bodrum yolunda yanından geçtiğimiz sakin, durgun göl, öyle bildiğimiz göllerden değilmiş meğer. Geç Antik Dönem’de koskocaman Ege Denizi’nde bir körfez, Latmos Körfezi imiş. Latmos Dağları’nın eteğinde, deniz ticareti ile zenginleşen şehir devletlerinin kıyısında imiş. Ege Denizi’ndeki Latmos Körfezi Büyük Menderes Nehri’nin getirdiği alüvyonlarla dolmuş ve deniz ile bağlantısı kesilip, kocaman tuzlu bir göle dönüşmüş. Bir zamanlar Ege Denizi olan Söke Ovası da bu alüvyonların yarattığı verimli topraklardan oluşmuş. Bugün Bafa Gölü’nün Ege Denizi’nden uzaklığı 17 km kadar geniş bir alanı kaplamaktadır.
1994 yılında Milli Park kapsamına alınan Bafa Gölü jeolojik oluşumunun dışında, çevresi ile birlikte zengin çeşitli fauna ve floraya sahip. Bugün tatlı olan suyunda kefal, levrek, yılan balığı ağırlıklı çok çeşitli su canlılarına ev sahipliği yapıyor. Bafa Gölü üzerinde bazı kaynaklara göre 220’den fazla kuş çeşidi barınmakta. Göçmen kuşları da mevsimlik misafirleri oluyor gölün. Gölün kıyıları yemyeşil yıllanmış zeytin ağaçları ve çam ağaçları ile bezenmiş. Göl bir yanını antik çağdaki adı ile Latmos Dağı, günümüzdeki adı ile Beşparmak Dağları’na dayamış. Bu dağların şekli de düz klasik bir görüntüde değil, farklı formasyonları çarpıcı bir görüntü oluşturuyor. Ayrıca Beşparmak Dağları’nda bir yandan orkide üretilirken, diğer yanda kekik gibi dağlarda yetişen bitkiler de buraların zenginliği. Dağlar Orta Çağ’da keşişlerin yurtları olmuş, keşişler dağları mesken edinmiş, manastırlarını da yapmışlar. Daha eski tarihlerden kayalarda mağara resimleri de Beşparmak Dağları’nın hazineleri arasında.
Bafa Gölü kıyıları Ege Denizi kıyıları gibi girintili çıkıntılı doğal olarak denizden koptuğu için. Gölün üstünde de adalar üzerinde tarihi kalıntılar ile başka göllerden farklı bir görüntü sunuyor. Bafa Gölü tüm bu özellikleri ile bize neler sunuyor derseniz o kadar çok alan sayabiliriz ki.
Öncelikle sadece günübirlik ziyaretçi iseniz hemen göl kenarındaki antik Heraklia Kenti’nin kalıntılarının üzerinden Bafa Gölü manzarası hayranlık uyandıracak. Kıyıdaki balıkçı kayıklarının, göldeki adaların üzerindeki kalıntıları ile birlikte doyulmaz görüntüleri öncelikle gözlerinize hitap edecektir. Bu manzaralar amatör fotoğrafçıların ötesinde fotoğraf tutkunlarını bölgeye çekiyor. Hele bir de güneş batarken veya ay ışıkları Bafa Gölü’ne vurmuşken inanılmaz foto çekimleri oluyormuş.
Kuş gözlemcileri için kuş çeşitlerinin çokluğu gölün diğer bir cazibesi. Kuş gözlemcisi olmak şart değil, sadece keyif için göl üzerinde sandal turu yapıp göl üzerindeki adalarda tarihi kalıntıların arasında dolaşmanın yanında, kuşlarla da zaman geçirebilirsiniz.
Yürüyüş turu yapmak isteyenler için hem göl kıyısında hem de Beşparmak Dağları’nda birden çok yürüyüş rotaları bulunmakta, bazı rotalarda tarihi manastırlar ve kaya resimlerini görebilirsiniz.
Bafa Gölü kıyısında çadır kampı yapıp gölün sakinliğini, huzurunu, manzarasını doya doya yaşayabilirsiniz.
Tarih meraklıları için Heraklia kentinin kalıntıları da, öyküsü de ilginizi çekecektir.
Göl civarındaki aktiviteleriniz sonrası göl manzaralı bir yerde kahvenizi, içkinizi veya gölden tutulan kefal, levrek ve yılan balığı tatmak da ayrı bir keyif olacaktır.
Bafa Gölü’nün güzelliği, zenginliği konusunda benim gibi yıllarca bilgi sahibi olmamış olabilirsiniz. Muğla ilinin her köşesi ayrı bir zenginlik, her bir ilçesinde tarih, doğa, deniz keyfi yaparken Milas ilçesi sanki biraz gölgede kalmış. Benim gibi en fazla İzmir Bodrum yolunda göl kıyısından geçmiş olabilirsiniz.
Bafa Gölü’nün oluşumu öyküsünün orijinalliği dışında mülkiyet yapısı da ilginç. Yıllarca özel mülk olarak bir kişinin mülkiyetinde kalmış. Göl çevresindeki toprakların sahibi İsmail Rüştü Aksal gölün de kendi mülkiyetinde olduğunu savunmaktaymış. Köylülerin gölde balık avlayarak gelir elde etmelerine engel olmaktaymış. 1967 yılında Deniz Gezmiş ve arkadaşları köylüleri örgütlemiş ve bu toprak ağasına karşı mücadele başlamış. Toprak ağası gölün başına silahlı adamlar dikmiş ve çatışmalar çıkmış. Anayasa ile düzenlenen ülkenin tüm nehir, göllerinin kamu malı olduğu hükmünün uygulanması böyle mücadele ile kazanılmış. 1978 yılında Başbakan Ecevit’in kamulaştırması ile böylesine özel bir göl halkın malı haline gelmiş. Bugün gölde balık avlayabilirsiniz. Ancak günümüzde devletin korumasındaki bu özel gölün temizliğinin, bitki ve hayvan canlılığının korunması konusunda doğru politikalarının uygulanması gerektiğini belirtmeden de geçmeyelim.
Herakleia Antik Kenti
Herakleia Antik Kenti’nin kalıntıları bugün Bafa Gölü kıyısında, Milas’a 39 km uzaklıkta ve Kapıkırı Köyü içerisinde yer almaktadır.
Herakleia’da yerleşime ilişkin bilgiler M.Ö.8.yy’a uzanmakta. O tarihteki adı ile Latmos şehri sırtını Latmos Dağları’na (Beşparmak Dağları) yüzünü Ege Denizi’nde Latmos Körfezi’ne çevirmiş.
Bir Karya kenti olan Herakleia’yı M.Ö.400’lerde, Perslerin işgali ile Halikarnassos Valisi Mausolos almış. Sonrasında İskender dönemi ve Seleukoslar’ın egemenliğine girmiş bu kent. M.Ö.300’lü yıllarda Helenistik dönemde şehre Yunan mitoloji kahramanı Herakles’in adı verilmiş. Daha sonraki yıllarda Herakliea, Bergama Krallığı, Roma Krallığı, Bizans, Menteşe Beyliği ve Osmanlı hükümranlığına girmiş.
Şehir M.Ö.1.yy’a kadar bir liman şehri olarak zengin ve deniz ticaretinde önemli bir şehir iken Büyük Menderes Nehri’nin taşıdığı alüvyonlar ile denizden kopan şehir artık önemini kaybediyor.
Dışarıya kapanan bu şehir M.S. 7.yy’da, Arap istilasından kaçan keşişlerin gizlendiği topraklar olmuş. Keşişler dağların eteklerinde, kayaların içlerinde 13 manastır yapmışlar. Bu manastırların içerisinde en ünlü olanı Yediler Manastırı’na Kapıkırı’na ulaşmadan önünden geçeceğiniz Gölyaka Köyü’nden 1,5 saatlik bir yürüyüş ile ulaşabilirsiniz.
Herakleia kenti M.Ö 5.yy’da antik Yunanda yaşayan şehir plancısı Miletli Hippodamos’un dikdörtgen planlı sokak düzenini uygulamışlar yani kentlerini sokaklarını binaları o tarihlerde planlamışlar, uygulamışlar. Planlı şehirde M.Ö. 3.yy’da Athena’ya adanan tapınak dağa doğru Bafa Gölü’ne hakim bir noktaya kurulmuş. Hellenistik dönemde dor nizamında iki sütunlu bir tapınak yapılmış. Tüm şehri gören tapınak şu anda da iyi konumda bazı duvarları ayakta en azından.
Tapınağın alt tarafında şehrin iki katlı agorası yer alıyor ancak tam ortaya Kapıkırı ilkokulu binası yapılmış, şu anda kullanılmasa da binası durmaktadır. Yine bölgede buleuterion (meclis binası) da bulunmakta. Köyün kuzeydoğusunda tiyatro bulunuyor sahnenin taşları görünürken oturma sıraları henüz ortaya çıkmamış
Şehir M.Ö 287 yılında 65 kule ile 6,5 kilometre surlarla çevrelenmiş. Engebeli dağlık arazide gölün 500 metre yüksekliğine kadar çıkan surlar düzgün kesme taşlardan yapılmış ve hala görülebiliyor.
Hemen göl kenarındaki Bizans Kalesi de etkileyici bir manzara sunuyor.
Ayrıca Bafa Gölü’nün üzerindeki adacıklarda da kentin kalıntıları ve kiliseler bulunuyor. Gölde sandal gezilerinde bu kalıntılar yakından görülebilir.
Şehrin nekropol alanları da çok ilginç. Göl kenarında merdivenlerden inerek birçok mezarı yakından görmek mümkün. Bazıları da gölün içinde adacık seklinde görünüyor, üstlerinde yüzlerce büyüklü küçüklü mezarlar ile. Bölgede 2500 civarında kaya mezarı olduğu söylenmekte.
Bu arada yeri gelmişken Herakleia Kenti’nin mitolojik öyküsünü de anlatalım. Bazı kaynaklarda farklı anlatımlar olsa da birini paylaşalım. Latmos Dağları’nda Endymion adında çok yakışıklı bir çoban yaşarmış. Çobanı gören Ay Tanrıçası Selene aşık olmuş bu çobana ve aralarında bir aşk başlamış. Tanrıça ile çobanın aşkını gören Zeus çobana yardım etmek istemiş. Zeus Endymion’a dile benden ne dilersen demiş. Tanrıça ile aşk yaşayan ölümlü çobandan aşkının ölümsüzlüğü için sonsuza kadar genç ve güzel kalmayı istemiş. Zeus çobanın dileğini yerine getirmek için sonsuza kadar uykuya yatırmış Endymion’u. Ay Tanrıçası Selena’da her akşam sevdiğini görmeye gelmeye devam etmiş. Bugün geceleri göldeki ay pırıltıları da bu aşkın sürdüğünü göstermekteymiş.
Bölgedeki tarihi hazineler sadece Latmos ve Heraklia’dan kalanlarla sınırlı değil. Tarih öncesi dönemlerden kalma mağara resimleri ayrıca Hititlerden kalma kalıntılar da bulunmuş. Mağara resimlerine yürüyüş rotalarına katılarak Beşparmak Dağları’nda ulaşabilirsiniz. Ne kadar heyecan verici değil mi, kaç bin yıllık tarihten izlere ulaşabilmek dokunabilmek bu topraklarda. Anadolu topraklarımızın zenginliği her bir adımda karşımız çıkıyor.
Heraklia kenti yıllar önce önemini kaybedip, içine kapanmış ve sonraki hükümranlıklarda da o zengin dönemine ulaşamamış. Türkiye’de bu toprakların araştırılmasına 1970’li yıllarda Alman ekip tarafından başlanmış ve halen kazılar devam etmektedir. İlk kaya resimleri de 1994 yılında bulunmuş, 170 civarında kaya resmi olduğu bilinmekte.
Kapıkırı Köyü
Gelelim Kapıkırı Köyüne, bazı bloglarda Türkiye’nin en güzel köyleri arasında sayılan köy gerçekten tarihi Herakleia kentinin tam anlamı ile üzerine kurulmuş ve Bafa Gölü’nün eşsiz manzarasına hakim. Küçük bir köy, nüfusu 300 civarında. Köy içinde konaklamak için pansiyonlar ve lokanta ve çay kahve içecek yerler de bulunmakta.
Yukarıda yazdıklarımı okuduktan sonra daha ne olsun hem Bafa Gölü’nün, hem tarihi kentin sunduklarını doya doya yaşayıp, hem de doğal bir köyde konaklamak çok cazip görünebilir. İnanın ben de doğanın ve tarihin bu bölgeye bahşettiklerini görünce aynı duygulara kapıldım. Sadece günübirlik uğradığım bölgeye tekrar gitmek isterim. Ancak köyde konaklamak konusunda çok rahat yorum yapamayacağım. Ben düşüncelerimi yazayım karar sizin..
Köyün en büyük sorunu köye adım atar atmaz ellerinde tepsilerle çevrenizi saran köyün kadınları. Aralarında baston ile yürüyenler bile var. Genellikle küçük yerlerde yerel halka destek ve anı olsun diye bir şeyler almayı tercih eden birisi olarak ben bile dayanamadım. Sizi gezdireyim diye çevrenizi üç beş kişi sarıyor, sırtlarına sardıkları tepsiler ile sizinle yürüyüp bir yerde tepsilerini açıp zorla satış yapmaya çalışıyorlar. O kadar çok ülke dolaştım, Uzak Doğu’nun en fakir ülkelerinde bile böylesine bir taarruz ile karşılaşmadığımı söyleyebilirim. Aslında yerel yönetimin bu konu üzerine gidip kadınların sadece tezgahlarda satış yapmalarını sağlayacak bir düzenleme yapmalarının uygun olacağını düşünüyorum. Turizme açılan birçok köyde bu şekilde tezgahlar hazırlanmış, köylü kadınlara da gelir yaratmak amacıyla.
Köy M.Ö 5. yy’da yaşayan şehir plancısının ilkelerine göre planlı yapılmış ancak bugün maalesef en plansız köy diyebiliriz. Bölge birinci derece sit alanı olduğundan zaten köy halkının mülkiyet sorunları var. Ayrıca evlerin yapılarında duvarlarında tarihi şehrin taşları kullanılmış. Köy sokakları bakımsız, köyün içinde inek pisliği, aman üzerine basmayın. Yani en güzel coğrafyaya ve manzaraya sahip, tarihi bir alana evlerini kondurup çevreye bu kadar saygısız davranılır mı diye sormaktan kendimi alamıyorum.
Bu kıyıda yapılacak o kadar çok şey var ki, en az bir gece kalmak istiyor insan. Köyde belli sayıda pansiyonlar var, iki pansiyondan fiyat aldım, oda fiyatları 350-650 TL arasında değişiyor. Yani pansiyon için oldukça yüksek fiyatlar. Göl kıyısında çadır kurulabiliyor ancak burada da her hangi bir tesis bulunmamakta. Diğer seçenek burası Didim’e 48 km uzaklıkta orada konaklamak da seçeneklerinizin arasında olabilir. Yine de bir gece için köy pansiyonları denenebilir.
Satıcılardan kendinizi kurtarıp deniz manzaralı restoran kafelerden birinde oturabilirsiniz. Köyün girişinde göle karşı manzaralı iki yerden birini seçip oturduk. Harika manzaralı kafede bir şeyler atıştırdık. Aslında daha uzun zaman geçirmek daha çok yürümek istediğimiz köyde bazı yerleri dolaşamadan ayrıldık.
Bafa Gölü – Herakleia Antik Kenti – Kapıkırı Köyü Nerede?
Yazımızda geçen Bafa Gölü şüphesiz geniş bir alanı kaplamakta hatta Muğla ve Aydın’ın iki ilin sınırları içerisinde yer almakta. Biz yazımızda özellikle Herakleia ve Kapıkırı Köyü’nün konumuna ve ulaşımına bakalım.
Kapıkırı Muğla’nın Milas İlçesi’ne bağlı Bafa Gölü kıyısında bir köy. Kapıkırı ve Herakleia Antik Kenti için İzmir Aydın otobanından Söke ayrımından çıktıktan sonra, Söke Bodrum arasında Pınarcık beldesi yakınında solda yer alan tabeladan sapılabilir. Söke ve Milas garajlarından Kapıkırı Köyü’ne dolmuş ile ulaşım mümkün. Kapıkırı Milas’a 39 km Didim’e 48 km, Kuşadası’na 88, Bodrum’a 85 km uzaklıkta. Bu bölgedeki tatilleriniz sırasında az bilinen, yeterince duyurulmamış bu güzellikleri keşfetmek, gezginler için ayrı bir keyif olacaktır.
Son Söz
Bu az bilinen bölgenin doğallığı, tarihi kalıntıları ve güzelliğinde aklım kaldı. Güneş batışını, ay ışıltılarının gölde süzülüşünü izlemek, gölde tekne turu ile kuşlarla yakından tanışmak, adalardaki antik kalıntılara dokunmak, rehberli yürüyüş turuna katılarak 8000 yıl öncesinin kaya mezarlarını, Orta Çağ’dan kalma manastırları görmek, göl kıyısında nefeslenmek, unutulmaz fotolar çekmek, göl balıkları tatmak, hayal değil hepsi, hepsi bu topraklarda mümkün…
Sevilla, Akdeniz havasıyla Flamenko ruhunun harmanlandığı bir yer; şehrin hücrelerine sinen coşku, canlılık, renklilik size de yansıyor. Sevilla görmüş geçirmiş bir kent; Müslüman İspanya’ya da başkentlik yapmış, yeni hakimlerin yerinden yurdundan ettiği insanların acılarına da tanıklık etmiş, dünyayı dönüştüren büyük yolculukların da kalkış noktası olmuş. Bütün bunların sancısı, heyecanı, refahı, canlılığı da şehre miras olmuş. Bugün Sevilla, Endülüs Özerk Bölgesi’nin başkenti, İspanya’nın dördüncü büyük şehri. Başkent demişken Sevilla, Flamenko dünyasının da başkenti sayılmakta.
Şimdi Sevilla’yı sokak sokak gezeceğiz. Gezimiz uzun bir yazıyla sürecek, onun için önce flamenkolu bir girişle rahat rahat yolculuğa hazırlanalım. Ama belirteyim; Sevilla’da dahil Endülüs gezimdeki Flamenko deneyimim başka bir yazının konusu olacak.
Sevilla eni konu büyük bir şehir. Guadalquivir Nehri’nin ikiye böldüğü şehir, bugün bölgenin hem ekonomi, hem de sanat ve kültür merkezi. Sevilla’nın cazibesine sanat dünyası da kayıtsız kalamamış. Bunun en bildik örneği, Sevilla’da yaşanan tutkulu bir aşkın trajik sonunu konu alan Prosper Merimee romanı Carmen; tabii biz onu daha çok Bizet operası olarak bildik. Yine bir romandan uyarlanan Mozart’ın Don Giovanni’si de Sevilla’yı fon olarak kullanır, gerçi Tirso de Molina romanında Don Giovanni’yi bir kahraman olarak gösterir ama Don Giovanni’nin yaptıklarını düşünürsek böyle birinde mangal gibi bir yürek olmasına da şaşmamalı. Ayrıca Rossini’nin Sevilla Berberi de, isminden de anlaşılacağı üzere Sevilla’da geçmekte; onun da kalkış noktası Pierre Beaumarchais‘in aynı isimli komedi oyunu. Beethoven’da Sevilla’ya kayıtsız kalamamış; Fidelio operasına arka fon olarak Sevilla’yı seçmiş…
Sevilla resim sanatında da iddialı isimlere beşik olmuş. Bunların başında Diego Velazquez geliyor. 1599 doğumlu ressam, doğduğu yerde kalmamış, Kral IV Philip’in baş ressamı olmuş. Yine Sevilla doğumluve buralardan ayrılmayan Bartolome Esteban Murillo ise tam tersine, şehrin bağrına bastığı bir sanatçı olmuş. Başta Güzel Sanatlar Müzesi olmak üzere bir çok yerde heykeli var, resimleri de muhtelif yerlerde sergilenmekte. Ayrıca ressam Francisco de Zubaran, heykeltraş Juan Martinez Monyanes ve şair Fernando Herrera Sevilla’da yetişmiş sanatçılardan. Sevilla’da doğmasa da Sevilla’nın verdiği esinle Miguel de Cervantes’de Don Kişot romanının ilk taslağını bu şehirde oluşturmuş; ancak ne yazık ki Cervantes bu sırada Sevilla hapishanesindeymiş. Ama en azından Cervantes’in bazı öykü kahramanları maceralarını özgürce Sevilla sokaklarında yaşamış.
Meraklısına: Kısa Tarih
Sevilla’nın tarihi Endülüs tarihiyle paralel. Bir kasaba olarak kurulan Sevilla, MÖ 2. yüzyılda Roma yönetiminde parlamaya başlamış, Beatica eyaletinin yönetim merkezi olan bu yerin o zamanki ismi Hispalis’miş. Sonra MS 5. yüzyılda Singil Vandallarının başkenti olmuş. 461’de Vizigotların eline geçen şehir, 711’de de İslam yönetimine girmiş ve İşbiliye adını almış. Müslüman Abbadi, Murabıt ve Muvahhid egemenliğinde şehir iyice parlamış ve 12. yüzyılda yüksek refah seviyesiyle belli başlı merkezler arasına girmiş. Ancak şehir 1248’de III.Fernando tarafından alınmış. Bu dönemde şehirdeki Müslüman ve Yahudi topluluklar büyük acılar yaşamışlar. 1492’de yayınlanan Kraliçe Isabel ve Kral Ferdinand’ın ünlü Kovma Fermanıyla, İspanya’daki Yahudilerin Katolikliği kabul etmeleri, aksi takdirde ülkeyi terketmeleri istenmiş. Bu yolculuk sırasında karada fanatik Katolikler, denizde korsanlar, göç yolcularına aman vermemiş, kalanları da engizisyonun harlı ateşleri, korkunç işkenceleri yok etmiş. Ama aynı dönemde Yeni Dünya’nın keşfiyle Sevilla, ticaret zengini bir yer haline gelmiş, yeni dünyanın zenginliklerinin aktığı bir merkez olmuş. Sevilla Yeni Dünya’ya giden birçok İspanyol göçmenin denize açıldığı yermiş. 1588’de İspanya’nın en kalabalık ve en zengin şehri olan Sevilla, 17. yüzyılda denizaşırı ticaretin gerilemesiyle duraklama dönemine girmiş. 18. yüzyılda Bourbon hükümdarları sayesinde toparlanan kent, Fransa savaşları ve isyanlarla bu canlılığı sürdürememiş. 1936-1939 arasındaki İspanya İç Savaşı sırasında Sevilla milliyetçilerin elinde kalması ve çatışmalara sahne olmaması nedeniyle fazla tahrip olmamış. Bugün ise Sevilla, bütün bu geçmişi de arkasına alarak İspanya’nın en önemli merkezi olmuş durumda.
Ulaşım
Türkiye’den doğrudan Sevilla’ya gitmenin en uygun yolu THY ile Malaga’ya uçmak. Malaga Havaalanı’ndan Sevilla’ya doğrudan giden bir otobüs var; 16.45’te kalkan bu otobüs 19 euro ve Sevilla’daki Plaza De Armas’taki terminale kadar gidiyor. Uçak saatinize uygun değilse, havaalanından Malaga’ya gidip oradaki otobüs terminalinden Sevilla’ya giden otobüslerden birine binebilirsiniz; biletler 19 ile 24 euro arasında değişiyor… Ya da Malaga’dan trenle Sevilla’ya Santa Jusca Tren İstasyonu’na gidebilirsiniz; ve trenin cinsine göre 24.10 veya 43.60 euroya… Tren ya da otobüs istasyonundan şehir merkezine taksi 10 euro civarında tutuyor.
Sevilla yayılmış bir şehir. Her ne kadar gezeceğiniz yerlerin çoğu birbirine yakınsa da, zamanınız varsa ve daha ayrıntılı gezmek isterseniz toplu taşımaya ihtiyaç duyabilirsiniz. Otobüslerin ana durağı güneydeki Puerta de Jerez ile doğudaki Plaza Ponce de Leon. C3 ve C4 hatlı otobüsler, tarihi merkezin çevresinden, C5 ise tarihi merkezin içinden geçiyor; bu nedenle yorgun gezginlerin tercihi olabilirler. Otobüse her biniş 1.40 euro ve bileti otobüste alabiliyorsunuz. Ama 1.50 euro iade edilebilir depositoyla alacağınız ve tramvayda da kullanabileceğiniz Tarjeta Multiviaje kartı, daha ucuz bir seçenek olabilir; minimum 7 euroluk kartla her biniş aktarmasız 0.69, aktarmalı 0.76 euroya geliyor. Sınırsız seyahat hakkı veren 5 euroluk 1 günlük, 10 euroluk 3 günlük kartlar da var. Otobüs güzergahlarını gösteren harita belki işinize yarayabilir.
Otobüsler yanında şehrin ana noktalarından olan Plaza Nueva’dan kalkıp güneye doğru 4 durak giden tramvay da bir seçenek. Bileti 1.20 euro ve San Bernardo Tren İstasyonu’na kadar gidiyor.
Bir diğer seçenek de şehir gezi turları. Sevilla da iki tur şirketi var. Biri City Sightseeing Sevilla, diğeri Tour por Sevilla. İkisinin de rotaları hemen hemen aynı. İki günlük tur fiyatı ilkinde 20 euro, ikincisinde 18 euro. Başlangıç noktaları da Torre del Oro.
Kısıtlı ama müthiş keyifli bir gezi seçeneği de, Guadalquivir Nehri üzerinde yapılan turlar. Tore de Oro’dan 11.00’den itibaren başlayan ve yarım saatte bir düzenlenen nehir turları bir saat sürüyor ve Isla Magica’ya kadar götürüyor. 17 euro ödeyerek Kolomb, Macellan gibi denizcilerin dünyaya açıldığı yerden siz de Sevilla kıyılarına doğru ‘viya’ diyebilirsiniz.
Konaklama
Ben tarihi merkezle şehrin gündelik hayatının aktığı kısmı arasında kalan Plaza de la Encarnation’daki Hotel Abril’de kaldım. Fiyat- fayda dengesi uygun, kahvaltısı iyi, personeli güler yüzlü, temiz bir yerdi. Kaldığım yerin tarihi merkeze yakın olması nedeniyle çoğunlukla yürüyerek gezdim. Ama uzak yerler için gezi turlarından da (City Sightseeing Sevilla) yararlandım.
Gezelim Görelim
Şimdi dolaşmaya başlayalım. Anlatırken kolaylık olsun diye şehri parçalara ayırdım: Tarihi merkez olan Santa Cruz; 1929 Uluslararası Fuarıyla canlanan Parque Maria Luisa; El Arenal ile arka tarafına düşen Macarena; karşı kıyı Triana… Sayıları çok fazla olduğu için şehirdeki kilise ve manastırları da ayrı bir bölümde topladım; ilgilenen göz atar. O zaman Sevilla’nın mücevheri La Santa Iglesia Catedral de Sevilla ve Giralda’nın bulunduğu Santa Cruz’a doğru gidelim.
Santa Cruz
Yahudilerin eski yerleşim yeri olan bu bölge bembeyaz evleri, dar sokakları ile gezginlerin zamanının çoğunu geçirecekleri bir bölge. Mahallenin sokaklarında gezmek, kafelerinde oturmak bile bir zevk. Sevilla’nın gururu Bartolome Esteban Murillo’nun da yaşadığı bölge, 1492’de Yahudiler şehirden atılınca, bir süre eski canlılığını yitirmiş. Bugün Plaza de Santa Cruz denilen yerde eskiden Iglesia de Santa Cruz bulunmaktaymış. Eski bir sinagog üzerine yapılan bu kilisenin kendisi de Napoleon Savaşlarında yıkılmış ve bu kilise, bugünkü Iglesia del Espiritu Santo’ya taşınmış. Başka bir sinagog üzerine yapılan Iglesia de San Bartilome ise hala aynı yerinde durmakta. Santa Cruz daracık sokaklarının açıldığı avlularla bugün turistik eşya satan dükkanların, barların, kafelerin, lokantaların renklendirdiği bir bölge.
Özellikle 17. yüzyıldan kalma demir bir haçın bulunduğu Plaza de Santa Cruz, bar ve kafeleriyle her dem canlı Plaza de los Venerables, üzerinde haç bulunan üç sütunlu Plaza de las Cruces, azulejos seramikleri, portakal ağaçları, çeşmeleri ile Plaza de Dona Elvira ve Don Juan’ın heykelinin bulunduğu Plaza de los Refinadores zaman geçireceğiniz yerler. Bu bölgede dikkatinizi çeken bir yer de, şehir surlarına paralel olan ve bir zamanlar Alcazar’ın suyunun geldiği Callejon del Agua; burada Amerikalı yazar Washington Irving’in kaldığı ev de bulunuyor. Buradan da Jardines de Murillo ve Patio de Banderas’a geçiliyor. Toplu taşıma kullanacaksanız 5,40,41,C3,C4 ve C5 numaralı otobüsleri kullanarak Puerta de Jerez’e gelebilirsiniz. Burada bulunan metro istasyonu da Avenide de la Constitucion boyunca çalışmakta. Bizim kalkış noktamız Katedral, Real Alcazar ve Archiva de Indias’ın bulunduğu Avenide de la Constitucion, Plazadel Triunfo ve Plaza Virgen de los Reyes’in oluşturduğu tarihi bölgenin ana kısmı. Daha sonra buranın çevresini gezeceğiz… Şimdi bu bölgedeki gezimize başlayalım.
Katedral ve Giralda
Büyük bölümü Muvahhidler döneminde, 1172-1190 yıllarında yapılmış caminin bulunduğu alanda 1401-1506 arasında inşası gerçekleşen Santa Maria Katedrali, Endülüs’teki Hristiyan fethinin adeta bir simgesi. Ama La Giralda olarak isimlendirilen günümüzdeki çan kulesi ile Patio de los Naranjos, camiden yadigar kalmış. 11.520 m2lik alanıyla dünyanın en büyük Gotik katedrali ve tüm Hristiyan dünyasının da üçüncü büyük kilisesi olarak kabul edilen yapı, Gotik dönemin şahikası olarak görülmekteymiş. Zaten 1883’e kadar tamamlanamayan Katedralin taç kapısı Puerta de la Asuncion, Meryem’in Göğe Çıkışı rölyefiyle bu Gotik tarzın ilk işaretlerini veriyor. Katedralin içi, 15-16. yüzyıla ait eserlerin toplandığı bir müzeyi gezmek gibi; çok zengin ve ihtişamlı.
Katedralin içi Fransız geç Gotik tarzda yapılmış. 5 kubbeden oluşan ve ortadaki kubbesi 37 metreye varan Katedralin her şapeli görülmeye değer. 18 metre yüksekliğindeki ana sunak Eski ve Yeni Ahitten tasvirlerle en göz alıcı yer. Capilla Mayoru kuşatan anıtsal demir parmaklıklar 1518-1532 arasında eklenmiş. Capilla Mayor’un en dikkate değer yeri ise Retablo Mayor denilen Katedralin koruyucu azizi Santa Maria la Sede ve onu çevreleyen altın işçiliğiyle donatılmış dini tasvirler. Sunağın etrafı İspanyol ve Felemenk ressamların eserleri ise çevrelenmiş. Katedralin Sacristo Mayor bölümünde Murillo’nun resimleri yanında bir çok sanat eserini görebilirsiniz.
Katedrale bağlı 17. yüzyıl yapımı Iglesia del Sagrario ise günümüzde cemaat kilisesi olarak kullanılmaktaymış. Katedral içinde her biri uzun uzun incelenmeyi hak eden eserler mevcut; gümüş sunak, San Anthony Şapeli, San Peter Şapeli, El Rocio Sunağı gibi bölümler yanında 16. yüzyıldan kalma vitraylar, Ecce Homo, Immaculate Concetion gibi resimler, Aziz Justa ve Rufina ile Bebek İsa gibi heykeller de bunlara örnek. Esas görmeden çıkmamanız gereken bir bölüm, Christopher Columbus’un (Cristobal Colon) mezarı. Katedral’e yapılan en son eklemelerden olan mezar 1899 yılında bitmiş ve mezar, Castile, Leon, Aragon ve Navarre krallıklarını temsil eden dört figür tarafından taşınır halde tasvir edilmiş. 1506 yılında ölen ünlü kaşifin ölü bedeni, kendi gibi epey seyahat etmiş, Dominik Cumhuriyeti ve Küba’dan sonra İspanya’ya gelip ebedi yerine nakledilebilmiş.
Katedral çıkışı Puerta del Perdon kapısından yapılıyor. Ama çıkmadan önce La Giralda denen çan kulesini de görmemiz gerek. 1198’de yapılan 76 metre yükseklikteki ilk minarenin tepesindeki küreler, rivayete göre, 40 km öteden bile görünebiliyormuş. Daha sonra bu küreler kaldırılmış ve yerine 14 yüzyılda Hristiyanlık simgeleri konmuş.
Okyanus ötesi yerlerden akan zenginlikler La Giralda’ya da yansımış ve 1557’de minarenin tepesi Rönesans tarzda bir çan kulesine dönüşmüş ve yükseklik 93 metreye ulaşmış. Bununla da yetinilmemiş ve 1568’de kulenin tepesine bir kadın silüetine sahip rüzgar gülü eklenmiş; dev kadın olarak isimlendirilen bu rüzgar gülü, kaderin zaferini temsil ediyormuş. Kulede 25 çan bulunuyormuş ve her birinin özel adı varmış; en eskileri olan San Miguel ve Santa Cruz çanları 1400’lü yıllardan kalmaymış. Kuleye eğimli rampalardan çıkılıyor. Eğer 34 rampalı kısmı tırmanabilirseniz yukarıda göreceğiniz manzara karşısında ‘değdi’ diyeceksiniz.
Katedralin bahçesinde yer alan El Patio de los Naranjos’daki kanallar abdest almak için gerekli suyun taşınmasına yarıyormuş. Avlunun ortasındaki havuz ise Vizigotlardan kalmış. Avlu duvarlarında ise elle kazınmış, Kuran’dan 880 cümle yer almaktaymış. Avlu içindeki tahta timsah ise, Mısır Sultanının X.Alfonso’ya hediye ettiği gerçek timsahın replikasıymış.
1987’de UNESCO Dünya Kültür Miras Listesi’ne alınan Katedralde, bu anlatılanları ve daha fazlasını görmek için 9 euro giriş bedeli ödeyerek gezebilirsiniz. Gezim garanti olsun diyorsanız (www.catedraldesevilla.es) adresinden biletinizi gitmeden alabilirsiniz.
Real Alcazar
Neredeyse 1000 yıllık bir geçmişi olan Alcazar, labirent gibi birbirine geçişli odalarında hala El Mutamid’in, III Ferdinand’ın, I.Pedro’nun, I.Isabel’in , İmparator Carlos’un gölgeleri var sanki. 1181’de Muvahhidler zamanında yapılan Emir Sarayı üzerine, 1356’da I.Pedro’nun emriyle yapılan, bu nedenle hem Mudejar hem Gotik tarzı birleştiren bu kraliyet malikanesi, yıllar içinde hükmeden krallar ve kraliçelerin izlerini de taşıyarak bugün gezginler için, hem bahçeleri hem Mudejar tarzdaki yaşam alanlarıyla mutlaka görülmesi gereken bir yer.
El Hamra’da gördüğümüz muhteşem taş işçiliği burada da insanı mest ediyor. Yapıldığı zamandaki Mudejar tarz, Patio de Banderas’ı çevreleyen duvarlarda, Palacio del Yeso’nun kapısında ve Patio del Crucero’da hala izlenebilmekte. Palacio Gotico ise, Saraydaki Katolik dönüşümün en çok hissedildiği alan.
Saray ile şehir arasında sınır oluşturan Puerta del Leon’dan girilen Sarayın ağaçlıklı avlusundan, kraliyet üyelerinin av seferine çıkmadan önce buluştukları bölüm olan Patio de la Monteria’ya geçiliyor. Daha sona Mağribi süslemeciliğinin nadide örnekleriyle bezeli Palacio Don Pedro el Cruel bulunuyor. Buranın cephesinde Arapça harfler Gotik yazılara karışıyor. Sarayın ana kısmı, Patio de las Doncellas’ın duvarları Mudejar desenli seramiklerle döşeli; burası resmi işlerin, kabullerin gerçekleştiği alanmış. Patio de las Munecas ise avlusu ile çevresindeki yatak odalarıyla harem sayılacak bir bölüm ve adını kemerlerdeki iki minik surattan alıyormuş; buradaki sütunlar ise Halifelik dönemine aitmiş ve Cordoba yazımızda değindiğimiz Madina Alzahara’dan getirilmiş.
Casa de la Constratacion ise I.Isabel’in Yeni Dünya kaşiflerini sefere uğurladığı odaymış; belki oralardan getirilen altınları da burada saymıştır, kim bilir. Sonra taş işçiliğiyle öne çıkan üç kemerle, 1427’den kalma dantel gibi işlenmiş ahşap tavanıyla dikkat çeken Salon de Embajadores’e geliniyor. Patio del Crucero ise, eski hamamların üstünde yer alan bir avlu. Mudejar tarzdaki alçı süslemeleriyle Patio de las Doncellas, ismiyle müsemma, bir genç kız güzelliğinde bir yer. Muvahhid dönemin özelliklerinin korunduğu ve çiçeklerle, su kanallarıyla süslü Patio del Yeso da ilginizi çekecek bir yer. Kutsal Roma İmparatoru V. Carlos tarafından eklenen muhteşem daireler ise, Mudejar üslubun görülmediği, Sevilla seramikleri ve goblenlerle süslü bir bölüm. Goblen tabloların sergilendiği bölümde, Yeni Dünya’yı keşif yolculuklarıyla ilgili bir çok dokuma duvar halısı bulunmakta. Burada ayrıca Sarayın şapeli de bulunmakta. Gözünüzden kaçmaması gereken bir yer de, geçirdiği muhteşem çağların izlerini hala taşıyan Palacio Mudejar.
Alcazar 1987 yılında UNESCO’nun Dünya Mirasları Listesi’ne alınmış. Tabii Alcazar’ın önemli bölümü de bahçeleri. Jardin de Troya, Jardin del Principe, Jardin de la Danza gibi bölmeler arasındaki küçük avlular, bahçeler yanında teraslarla, havuzlarla, ağaçlık alanlarla süslü çok geniş yemyeşil bahçe de en az saray kadar ilgiyi hak ediyor.
Burası Ekim-Mart arası her gün 09.30-17.00 saatlerinde, Nisan-Eylül arası 09.30-19.00 saatlerinde gezilebilir. Giriş 9.50 euro; ama Ekim-Mart arasında pazartesileri 16.00-17.00 saatlerinde, Nisan-Eylül arasında pazartesileri 18.00-19.00 saatlerinde ücretsiz gezilebiliyor, artık bir saatte ne kadar gezebilirseniz. Alcazar’ın hala kraliyet ailesi tarafından kullanılan üst katı ise 10.00-12.30 arası 4.50 euroya ziyaret edilebiliyor. Ancak giriş bileti alabilmek için uzun kuyruklar bekleyebilirsiniz, bu nedenle gitmeden (www.alcazarsevilla.org) adresinden biletinizi almanızı tavsiye ederim. Ayrıca bu sitede muhtelif gezi imkanları da (Gece turları, bahçe turları vb gibi) sunulmakta.
Archivo de Indias
Juan de Herrera tasarımları esas alınarak 1584-1598 yılları arasında yapılmış Eski Ticaret Lonjası binasında kurulu Batı Hint Adaları Arşivi, Yeni Dünya keşifleri ve akabinde kolonileştirme sürecinde Sevilla’nın oynadığı rolü gözler önüne sermekte. İspanya’yı müreffeh bir imparatorluk haline dönüştüren okyanus ötesi keşifler sürecine ait değerli belgeleri, gemilerde kullanılan malzemeleri, keşif gemisi modellerini içeren bir müze. Arşivde 86 milyon sayfa el yazması, 800 harita ve çizim ile Kolomb, Cortes ve Cervantes’in mektupları mevcutmuş. İspanya İmparatorluğunu sömürgeci bir güç olarak dünya sahnesine çıkaran süreci yakından öğrenmek isterseniz III.Carlos tarafından 1785’te yerliler ile ilgili tüm belgelerin toplandığı bu müzeye mutlaka gelin; Katedralin hemen yanında. Ben bulamadım ama Kristof Kolomb’un keşifleri boyunca tuttuğu günlükler de bu Arşiv’de saklanıyormuş. Çok isterdim, Kolomb’un günlüğünde ‘Sevgili günlük bugün Hindistan’ı keşfettim’ diye yazdığı sayfayı görmeyi. Siz denemek isterseniz salı-cumartesi 09.30-16.45, pazar 10.00-14.00 arası ziyaret edebilirsiniz, giriş ücretsiz.
Hospitai de los Venerables
Santa Cruz’da Plaza de los Venerables’de yer alan bu barok yapı, 1675’de bakıma muhtaç rahipler için yapılmış bir hastane. San Fernando’ya adanan kilise ise 1689’da tamamlanmış. Seramikleriyle öne çıkan avluda, yine seramikle süslenmiş havuz görülebilir. Hastanenin kilisesinde ise dini konuların tasvir edildiği barok ihtişamına sahip freskolar var. Duvarlarda ve sunaktaki resimler ile heykeller Lucas de Valdes, Virgilio Mattoni gibi dönemin öne çıkan sanatçıların eserleri.
Tavandaki ‘Haçın Zaferi’ freskolarına dikkat. Bina 2007’den beri Velazques Merkezine de ev sahipliği yapmakta. Murillo’nun önemli resimlerinin sergilendiği geniş bir bölümün bulunduğu Müze/Hastane, Diego Velazquez, Santa Rufina, Francisco Varela resimlerine de ev sahipliği yapıyor. Burası salı-cumartesi 10.00-14.00 arası 3.50 euro giriş bedeliyle ziyarete açık.
Ayuntamiento
Katedral yakınında Plaza de San Francisco ile Plaza Nueva arasında yer alan ve 1527-1534 yıllarında yapılmış Belediye Sarayı, Plateresk tarzın iyi bir örneği. Binanın batı cephesi de 1891 Neo Klasik tarzda eklenmiş. Ben binanın içine girmedim ama ziyarete açık. Giderseniz; gösterişli tavan işlemeciliği yanında Valezquez’in Aziz Ildefonso’ya Rahip Cübbesinin Giydirilmesi tablosu yanında üst katta Valdes Leal ile Zurbaran’ın resimlerine dikkat edilmesi öneriliyor. Burası Temmuz-Ağustos kapalı, diğer zamanlar pazartesi-perşembe 05.00-19.30 arası ziyarete açık, cumartesileri açılış saati 10.00; giriş 4 euro.
Palacio de Arzobispal
Katedralin yanındaki Başpiskoposluk Sarayı, 1248 yılıda Kral I Ferdinand tarafından din adamları için yaptırılan ikametgahların üzerine 16. yüzyılda Maniyerizm tarzda yapılmış, 18 yüzyılda barok tarzda eklemelerle genişletilmiş bir yapı. Ziyarete açık değil ama yerinden dolayı binayı dışarıdan zaten göreceksiniz.
Casa de Salinas
16. yüzyılda zenginleşen Sevilla’da Gotik ve Mudejar karması yapılara, Rönesansın yarattığı yeni tarzda malikaneler eklenmiş. Casa de Salinas, bunun örneklerinden biri. Malikane hala sahipleri tarafından kullanılmakta, bu nedenle ziyaret saatleri çok kısıtlı; pazartesi-cuma arası 10.00-18.00 saatlerinde açık. Girişi de 6 euro. Malikanenin özellikle seramikleri ve bazı bölümleri 16. yüzyıldaki haliyle duruyormuş. Plaza Virgen los Reyes’ten yukarı doğru 5 dakikalık bir yürüyüşle ulaşabilirsiniz. Bugün malikane, konserler, davetler, konferanslar için de kullanılıyormuş. Ben birkaç defa uğradım da öyle gezebildim; değer mi derseniz, zamanınız yoksa atlayın derim, Sevilla’da daha iyi ‘casa’ örnekleri var.
Casa de Pilatos
Endülüs gezisi boyunca ev ev (casa casa olacak burada) dolaştım durdum ama Sevilla’daki bazı casa’ların eşi menendi yok. Bunlardan biri de, bir çok filme mekan olmuş Casa de Pilatos. Medinacelli Dükü’nün malikanesi olan bu yapı Endülüs malikanelerinin de öncüsü olarak kabul ediliyor. İtalyan Rönesansı ve Mudejar tarzın birbirine karıştığı malikanenin mutlaka dikkat edilmesi gereken yanı ise Endülüs’e has seramik döşemeleri. Mermer taç kapıdan girildikten sonra at arabaları için düşünülmüş kemerli bir avluya geçilmekte, buranın karşısında sie Patio Principal bulunmakta. Mudejar tarzındaki seramikli ve alçı bezeli avlunun MÖ 5 yüzyıldan kalma Athena heykeli ile üç Roma heykeli görülebilir.
Cenevizden getirilen çeşme, sağ tarafta ise Corredor de Zaquizami ve Salon del Pretorio’da sergilenen Leda ve Kuğu rölyefi ve Roma heykelleri görülebilir. Gotik şapel ve Salon de Descanso uğrayacağınız diğer bölümler. Adını Pontius Pilates’in Kudüs’teki evine benzerliğinden dolayı alan ve yapımı 1483’lere giden malikane bir çok restorasyon geçirmiş ama bugün yine de gerek malikanenin yapısı gerekse bahçesi ile kayıtsız kalınamayacak bir yer.
Sinema yönetmenleri de kayıtsız kalamamış ki, Malikane Lawrence of Arabia, 1492 Conquest of Paradise, Knight and Day gibi filmlerde kendine yer bulmuş. Tarihi merkezin içlerinde Calle Imperial üzerindeki bu malikane her gün, Nisan-Ekim arası 09.00-19.00, Kasım-Mart arası 09.00-18.00 saatlerinde 10 euro giriş ücreti ile gezilebilir.
Casa de los Pinelo
Tarihi merkezdeki bir diğer malikane de Rönesans tarzındaki Casa de los Pinelo, bugün Real Academia Sevillana de Buenas Letras ile Real Academia de Nellas Artes de Santa Isabel de Hungria’nın merkezi. Malikane, 15. yüzyılda Gotik tarzdan Rönesansa geçişin etkilerinin hissedildiği 16.yüzyıl başlarında yaptırılmış. 1855’de Katedral’in bünyesine geçen ve din adamlarının konutu olarak kullanılan bina 1954’te ulusal anıt ilan edilmiş. Ön cephesinin sadeliğine karşın iç kısımdaki Carrara mermerinden sütunlarıyla çevrelenen avlu ve ikinci kattaki küçük şapeli ile Uzakdoğu objelerinden modern sanat eserlerine kadar geniş ama az örnekli sergisi ilginizi çekecek.
Odaların tavanlarındaki ahşap işçilik de cabası. Burayı açık bulduğunuz da ‘farkında değilmişsiniz de girmişsiniz’ gibi dolaşabilirsiniz; girişte genellikle kimse olmuyor. Avlu kısmına giriş ücretsiz ama idari bir yapı olduğu için gezginlere yasak konmasa da pek misafirperver de davranılmıyor.
Museo del Baile Flamenco
Santa Cruz’da bulunan bu müze, Flamenko gösterileri yanında Flamenko müziği, dansı ile ilgili görselleri de içermekte. Flamenko ile ilgili sergiler, dans ve ritm çalışmaları da düzenlenen müze, bir çok yeteneğin de çıktığı yermiş. Önünden çok geçtim ve sonuçta gitmedim. Bunun iki nedeni var. Öncelikle Cordoba ve Granada’da daha otantik flamenko müzeleri gezdim ve sanatçıların çaldıkları gitarları, giydikleri etekleri falan gördüm. Ayrıca Sevilla’da Flamenko gösterisini de bir gösteri salonunda izledim. Flamenko ile ilgili yazıda anlatacağım üzere, böyle müze gibi yerlerde düzenlenen gösterilerden çok da memnun kalmadım. Diğer neden de şöyle; mesela Türkiye’de Türk Sanat Müzesi kursak, içine ne koyarız; Bülent Ersoy’un her defasında artık bundan daha ötesi olmaz dediğimiz ve her defasında daha ötesi olan kostümlerini mi, yoksa Muazzez Abacı’nın sahnede kemancının başına indirdiği mikrofonu mu? Ve bu kimi ilgilendirir? Yani falanca Flamenko dansçısının giydiği etek, çaldığı kastanyet beni niye ilgilendirsin? Dedim ve gitmedim. Ama siz gitmek isterseniz her gün 10.00-19.00 arası açık ve müze kısmı 10 euro ücretle gezilebiliyor. Sadece Flamenko gösterisi izlemek isterseniz 22 euro ödemeniz gerekecek. Hem müze, hem gösteri ise 26 euro. Her gece 19.00 ve 20.45’te Flamenko gösterisi düzenlenmekte.
Romeo ve Juliet’in Balkonu
Biraz uydurma ama elbette romantik. Efendim güya Shakespeare, Romeo ve Juliet’in ünlü balkon sahnesini, bu evden esinlenerek yazmış. İlham perisinin nerede geleceği belli olmuyor
Plaza de Espana
Santa Cruz’un hemen yanında yer alan bazı 18. ve 19. yüzyıl yapılarının hemen ardında başlayan Plaza de Espana, her ne kadar Santa Cruz’un uzantısı gibi dursa da, yapısal olarak tamamen farklı bir bölge. Burası geniş parkları, bahçeleri, yeşillikleri, çiçeklikleri, havuzları, fıskiyeleri ile adeta Sevilla’nın sayfiyesi. 1929 Ibero-American Fuarı için yapılmış olan Plaza de Espana, başta İspanya için yapılmış olan muhteşem bina olmak üzere çeşitli ülkelere ayrılmış pavilyonları, parkları, müzeleri, tiyatrosu ve malikaneleriyle Sevilla gezinizin olmazsa olmazı arasına girecek bir bölge. O zaman Santa Cruz ile Plaza de Espana arasında kalan görkemli binalarla başlayalım, parklardan bahçelerden geçelim, müzeleri ve önemli yapıları görelim ve Guadalquivir Nehri’ne varalım.
Palacia de San Telmo
Bu gösterişli saray, 1682’de kılavuz kaptanların ve subayların yetiştiği bir okul olarak kurulmuş. Denizcilerin koruyucu azizinin adını alan Saray, 1849’da Monpensier Dükün ikametgahı olmuş. Bugünse Junta de Andalucia’nın idari merkeziymiş. 1734’te tamamlanan taç kapısı dikkatinizi çekecektir. Bakmışken kuzey cephesine de göz atın; burada Murillo, Valesquez gibi Sevillalı sanatçıların heykelleri bulunmakta. Ön cephede bilim ve sanatı temsil eden figürlerle donatılmış Ion Sütunları ile elinde gemi ile haritalar bulunan Aziz Telmo, yanında kılıcıyla Aziz Ferdinand ve haçıyla Aziz Ermenegildo heykelleri görülebilir. Plaza de Espana’nın kurulduğu alan, bir zamanlar bu malikaneye aitmiş.
Universitad – Fabrica Real de Tabacos
Real Alcazar ile Plaza de Espana arasında kalan, yapımı 1728-1771 arası süren Real Fabrica de Tabacos binası şimdilerde Üniversite olarak kullanılmakta. İspanya’nın en büyük ikinci binası olarak kabul edilen ve Barok ile Rokoko tarzın hakim olduğu bu haşmetli bina, çok bildik bir öykünün esin kaynağı olmuş. Bizim tütüncü kızımız Carmen’in hazin öyküsü, ona buna sataştığı, sağa sola kaş göz ettiği bu fabrikada başlamış. Etrafı hendekler ve gözcü kuleleriyle çevrili bu binanın girişindeki seramik panodan ve binanın cephesindeki taş işçiliğinden başka bir yanını göremedim.
Costurero de la Reina
San Telmo Sarayının bahçesine 19 yüzyılda yapılan bu altıgen binanın ismi, Kraliçenin Dikiş Kutusu demekmiş.
Neo-mudejar tarzdaki bina, bahçenin güvenliği için yapılmış. Güya bu binada Kral Alfonso XII’nun eşi dikiş dikerek zaman geçirirmiş ama aslında Kraliçe bu binanın yapımından önce ölmüş. Burası bugün Turizm Danışma Bürosu olarak hizmet vermekte.
Plaza de Espana – Paraque de Maria Luisa
Bu park 1929’daki Ibero-American Fuarı için yapılmış çok görkemli bir yer. Koskoca parka damgasını vuran yarı daire şeklinde Mudejar- Rönesans etkili devasa binayı görünce iyi ki geldim diyeceksiniz. Tabii sadece bina değil, havuzlar, göletler, köprüler, buranın şatafatını artırıyor. Palmiyeler, narenciye ağaçlarının gölgelendirdiği yollarda faytonlar da sizi bu görkemli parkı dolaştırmak için beklemekte. Burada hemen gözümüze çarpan kuleli, köprülü devasa bina, Rönesanas- Mudejar-İspanyol Baroğu akımlarının yorumlarının Art Deco ile birleştirilmesinden oluşmuş ve Fuarda İspanya’nın sanayi ve teknololji ürünlerinin sergilendiği bölümmüş.
Yarım daire şeklindeki görkemli binanın kenar duvarlarındaki seramik panolarda İspanya’nın muhtelif şehirlerinin amblemleri görülebilir. Bina bugün hükümet binası olarak kullanılmaktaymış. Buranın içini görmek isterseniz, Museo Militar’ı ziyaret edebilirsiniz. Salı-cumartesi 09.00-14.30, pazar 10.00-14.00… Ağustosta ise tamamen kapalı. Giriş ise ücretsiz. Burası Yıldız Savaşları II ve 2012 yapımı Diktatör filmlerinde set olarak kullanılmış.
Pabellon Real
Maria Luisa Parkı’nın içinde yer alan ve 1911-1916 arasında Neo Gotik tarzda binada bugün belediye ofisleri bulunmakta.
Museo Arqueologico de Sevilla
Endülüs gezinizde bir tek arkeoloji müzesi gezecekseniz, o da burası olmalı. Sizi paleolitik dönemden alacak Kraliçe Isabel I’in esip kavurduğu dönemlere kadar götürecek. Bu Müze, önceleri Sevilla yakınlarında bulunan Roma döneminden kalma Italica’da bulunan eserlerin toplandığı bir koleksiyonmuş ve 19.yüzyılda ilk olarak La Merced Manastırı’nda sergilenmekteymiş. Roma döneminden, özellikle Hadrian döneminden kalma eserlerin yoğunlukta olduğu Müzenin esas süksesi, El Carambolo Hazinesi.
1958 yılında bulunan 2950 gram 24 karat altından yapılmış eşyalarla dolu hazine ilk başta efsanevi Tartesyen uygarlığının bir işareti olarak görülse de, hazine arasında bulunan Fenike tanrıçası Astar’ın heykelinin bulunması bu iddiayı söndürmüş. Roma döneminde kalma mozaikler, özellikle Italica Venüsü mozaiği, Vizigotlar ve Mağribi döneminden kalma objeler de görülmeye değer. Zaman ayırmanızı tavsiye edeceğim bu Müze, Eylül-Haziran salı-cumartesi 09.00-21.00, pazar 09.00-15.00, Temmuz-Ağustos salı-pazar 09.00-15.00 saatlerinde 1.50 euroya ziyaret edilebilir.
Museo Artes Y Costumbres Popuares
Arkeoloji Müzesi’nin hemen karşısında yer alan etnografik müze, dış cephedeki seramik döşemeleri ve önündeki havuzu ile dikkati çeken bina, 1973’te müze olarak kullanılmaya başlanmış ama türlü aksiliklerle bugünkü müze ancak 1984’de açılmış. Müze Diaz Valezquez koleksiyonundan, dini merasim adetlerine, buğday öğütmeden La Cartuja seramiklerinin yapımına, şarap yapımından müzik aletlerine uzanan geniş bir yelpazede Endülüs hayatına ışık tutuyor.
The Wind and the Lion gibi filmlerde set olarak kullanılan Müze 1.50 euro giriş ücretiyle ziyaret edilebilir.
Parklar
Alcazar Bahçeleri dışında da Sevilla geniş parklara bahçelere sahip bir yer. Maria Luisa Parkı’da aynı şekilde Sevilla’nın görkemli parklarından biri. Maria Luisa Parkı’nın çevresinde de bir çok park ve bahçe alanı var.
Sevilla Expo92 fuarı için düzenlenen ve Endülüs bitki örtüsünün sergilendiği 148.000 m2’lik alan, Fuar sonrası Parque de San Jeronimo olarak düzenlenmiş. Bu parktaki 32 metre yüksekliğindeki, halkın Kolomb’un yumurtası dedikleri Yeni Dünya’nın Doğuşu heykeli dikkat çekici. Amerikan Bahçesi La Cartuja’da Amerika kıtasına özgü bitkiler sergilenmekte. Alcazar surlarının hemen yanında Santa Cruz’un bitişindeki Murillo Parkında da muhteşem bir Kolomb anıtı bulunmakta. Guadalquivir kıyısında Isabel II köprüsü civarındaki Alamillo Parkı ise, Triana kıyılarını seyredebileceğiniz küçük ama muhteşem bir alan; Miraflores Parkı ise Sevilla’nın ikinci büyük parkı ve içinde geleneksel sebze bahçeleri, eski çiftlik evleri bulunmakta. Delicias’ta Maria Luisa Parkı’nın bir uzantısı olarak önemli bir dinlenme yeri. Bunlar dışında da Cristina-Buhara-Valle gibi büyüklü küçüklü bir sürü park şehri yemyeşil hale sokmakta.
Maria Luisa Parkı’ndan nehir kıyısına doğru gittiğimizde, 1929 Fuarı için düzenlenen alanlarda bir çok ülkenin kendi özelliklerini vurgulayan tarzlardaki pavilyonları da görülebilir. Bunlar günümüzde başka amaçlarla kullanılmakta; örneğin Peru Pavilyonu bugün La Casa de la Ciencia (Bilim Müzesi) olarak kullanılmakta, ilim irfan diye Müze kapısına dayandım ama kapalıydı. Bu pavilyonlara bir örnek de muhteşem Portekiz Pavilyonu; şimdiler de Portekiz Konsolosluğu olarak kullanılmakta ama o kadar muhteşem ki, sağına soluna bakmadan burası mutlaka görülesi bir yerdir diye daldım içeri ve püskürtüldüm tabii. İlginizi çekerse nehrin kıyısındaki Aquarium’a gidebilirsiniz, giriş 15 euro; hem ilgimi çekmedi hem de o parayla balığı yerim, daha iyi… Nehir kıyısındaki bir ilginç yer ise, 1252 yapımı Gotik tarzdaki Atarazanas Reales, yani kraliyet tersanesi; Gotik kemerlerle dolu bir alan, buraya gitmedim. Maria Luisa Parkı’nda dolaşırken göreceğiniz bir yapı da, 16. yüzyıl İspanyol yazarının adıyla anılan Teatro Lope de Vega.
Santa Cruz’dan havuzlu, muhtelif ağaçlıklı küçük parklarla başlayan bu bölge devasa bir yeşillik alana dönüşüp nehir kıyısında tamamlanıyor. Şimdi tekrar merkeze dönüyoruz ama daha sonra buraya karşıdan da bakacağız.
El Arenal
Eskiden cephaneliklerin ve tersanelerin bulunduğu Torre del Oro’dan başlayan bu alan, nehir boyunca uzanıyor. İlerleyen dönemlerde bölgenin ana noktası boğa güreş arenasına kaymış. 17 yüzyılda alüvyonlarla dolan El Arenal’in önemi azaldıkça suç oranında artış olmuş. Şehir, Expo 92 Fuarı için yeniden düzenlendiğinde bölge tekrar eski parlak günlerine döndüğü gibi, bölgedeki Güzel Sanatlar Müzesi gibi müzeler ve kültür-sanat merkezleri sayesinde şehrin kültür merkezi de olmuş. Otobüs terminalin bulunduğu Plaza de Armas’da bu bölgede; adından da anklaşılacağı üzere eskiden burası silah deposuymuş. Guadalquivir Nehrini esas alıp şehrin gündelik yaşam merkezi durumundaki Plaza de la Encarnacion’a uzanan bölgede gezineceğiz. Ayrıca bölgedeki gezimizi, El Arenal sınırlarından çıkarıp Alameda de Hercules ve Macarena’ya kadar uzatacağız. Bugünü yaşayan Sevilla’ya doğru uzun bir gezi olacak bu.
Torre del Oro
Burası Katedral’in bulunduğu Avenida de la Constitucion’dan Santander Sokağı boyunca nehire doğru yürüdüğünüzde karşınıza çıkacak bir yer, şehrin siluetinin göz bebeği durumunda. Mağribi döneminin son eserlerinden olan ve ismi Altın Kule olarak çevrilebilen bu yapı, ismini bir rivayete göre dış cephesinin altınla kaplı olmasından almaktaymış; bu konuda diğer rivayet ise, Yeni Dünya kaşiflerinin getirdiği altın ve gümüşlerin burada toplanmasından dolayı bu isim verilmiş. Artık hangisi doğru bilinmez ama gerçek olan bir şey var ki, bu kule Guadalquivir Nehrinin bir mücevheri. Kulenin insanın gözünü alan görüntüsünün bir nedeni de, on iki kenarlı bir şekilde başlayıp orta kısmında altıgen hale gelip sonra silindirik şekilde bitmesi. Muvahhid Hanedanlığı sırasında 1221’de askeri gözetleme kulesi olarak yapılan kule, nehir kenarında Alcazar’a bağlantılı surların devamı olarak inşa edilmiş. Küçük kule 1760’da eklenmiş. Surlar, Hristiyan fethi sırasında yıkılınca, kulemiz bir süre hapishane olarak kullanılmış. 1944’ten beri kulenin son iki katında Museo Maritimo yer almakta.
Denizcilikle ilgili tarihi belgelerin, haritaların, keşif gemisi maketlerinin, denizcilikle ilgili aletlerin bulunduğu kulenin en güzel yanı terasındaki manzara. Burası aynı zamanda hem gezi turlarının hem de nehir gezilerinin başlangıç noktası. Mutlaka görülmesi gereken yerler içinde sayabileceğimiz Torre del Oro, pazartesi-cuma 09.30-18.45, cumartesi-pazar 10.30-18.45 arası ziyarete açık. Giriş 3 euro, pazartesileri ise ücretsiz.
Hospital de la Caridad
17. yüzyıl barok mimarisinin şehirdeki en iyi örneklerinden biri olan bu hastane, Hermandad de la Caridad’a ait ana yapıymış; alt kat ise tarikatın liderine adanmış bir bölümmüş, bugün ise alt katta geçici sergiler yer almakta. Burası bugünlerde Murillo sergisine ev sahipliği yapıyor. Katedral’den nehire doğru yürüdüğünüzde Calle Temprado’da karşınıza çıkacak bu yapının hala bir kısmı hastane olarak kullanılmaktaymış. 1674 yılında tamamlanan hastanenin beyaz üzerine kırmızı taş bordürlü cephesi Sevilla Barogu tarzında. Girişte hayırseverlik cemiyetine girmeden önce daldan dala konarak geçen hayatı ile Don Juan hikayesinin esin kaynağı olan Miguel de Manara’nın heykeli bulunmakta.
Girişten sonra çift kemerli avlulara, duvarlarında dini konuların yer aldığı 18. yüzyıl Hollanda yapımı mavi-beyaz seramikler döşenmiş bahçeye ve 13 yüzyıla ait bir kemerle bağlanmış verandaya geçeceksiniz. Barogun ince ince işlendiği kilise ise, Napoleon işgali sırasında yağmalanmış ama yine de 17. yüzyılın önemli ressamlarının orijinal eserleri ilgi merkezi. Bunlar arasında Juan de Valdes Leal’in Kıyametin Zaferi ve Gözün Bir Kırpımında, Murillo’nun Aziz Yuhanna Hasta Adamı Yaşıyor ve Çocuk İsa resimleri özellikle görülmeli. Hastane, pazartesi-cumartesi 11.00-13.00 ile 15.30-19.00 saatlerinde, pazarları 09.00-12.30 saatlerinde gezilebilir, giriş 5 euro.
Teatro de la Maestranza
Nehir kıyısında Torre del Oro yakınındaki bu tiyatro, 1991 yılında açılmış. Avrupa’daki en büyük salonlardan birine sahip tiyatro aynı zamanda Seville Royal Senfoni Orkestrası’nada ev sahipliği yapmakta.
Real Maestranza de Caballeria
Guadalquivir Nehri’nin kıyısında, Puerta de Isabel II Köprüsünün hemen bitiminden başlayan Paseo de Cristobal Colon üzerindeki bu arena, benim bu gezideki en büyük pişmanlığım. Gitmeliydim, gitmedim. Ama beyaz üzerinde taba renkli boyasıyla İspanyol geç Barok dönemi bu yapının önünden çok geçtim. 1761-1881 yıllarında yapılan ve dünyanın en büyük boğa güreşi arenalarından sayılan bu alan, her gün Ekim-Nisan arasında 09.30-18.30 saatlerinde, Nisan, Mayıs ve Ekim’de 09.30-21.00 saatlerinde, Haziran-Ağusutos arasında 09.30-23.00 saatlerinde 8 euro karşılığı rehberli turlarla gezilebiliyor. Arenanın önündeki Paseo de Cristobal Colon’da karşılıklı duran bronz heykeller de buranın nişanelerinden; Arenanın karşısında duran Carmen heykeli.
Museo de Bellas Artes
Museo de Bellas Artres, İspanya’nın Prado’dan sonra ikinci büyük güzel sanatlar müzesiymiş. Resim müzesi olarak 1835’de kurulan ve 1841’de ziyaretçi kabul etmeye başlayan Güzel Sanatlar Müzesi, 1248’de yapılan Merced Calzana Manastırı binasında bulunuyor. Manastır yapısı 1603’de değiştirilmiş ve Mağribi tarzında yeniden yapılmış. Ancak binanın tamamlanması 150 yıl sürmüş ve sonuçta bugünkü Endülüs Mannerist havasına kavuşmuş.
Müzenin koleksiyonu, ülkedeki çeşitli kilise ve manastırlardan getirilenler yanında özel koleksiyonlardan bağışlananlar veya satın alınan eserlerden oluşuyor. Müzenin girişindeki seramik panolara iyi bakın; bunlar El Populo Manastırı ve Aljibe Kilisesi’nden getirilmiş 16. yüzyıla ait, türünün en iyi örnekleriymiş. Rönesans bölümünde El Greco, Lucas Cranach gibi ressamların eserleri görülebilir. Sonra gelen Mannerizm bölümünde Francisco Pacheco, Alonso Vazquez, Naturalizm bölümünde Diego Velazquez, Alonso Cano gibi sanatçıların resimleri yer alıyor. Eski manastırın barok kubbeli kilisesinde yer alan Murillo ve Sevilla Barok Akımı eserleri ortamla bütünleşip ayrı bir güzellik taşıyorlar.
Bunun yanında Avrupa Barogu, 18-19-20. yüzyıl Sevilla ressamları bölümünde Jose de Ribera, Jan Brueghel, Francisco de Goya, Garcia Ramos, Jose Villegas, Gonzalo Bilbao resimleri görülebilir. Müzede resim ve heykel yanında, muhtelif dönemlere ait silahlar, seramikler, mobilyalar, altın eşyalar da sergilenmekte. Alfonso XII üzerinde Plaza del Museo’da yer alan müze, 16 Haziran- 15 Eylül salı-pazar 09.00-14.45 arası, 16 Eylül-15 Haziran salı-cumartesi 09.00-19.30, pazarları 09.00-15.30 arası açık ve giriş 1,50 euro. Buraya otobüsle gelmek isterseniz 3, 6, 13, 14, 27, 32, 43, C3, C4 ve C5 hatlarını kullanabilirsiniz.
Palacio de las Duenas
Bu malikane, belki de Endülüs gezisi boyunca gördüğüm malikanelerin en ihtişamlısı. Duenas Sokağı’ndaki neoklasik girişte önce Endülüs’ün ünlü ahırlarından biri ve avlu karşılıyor. İlk intiba o kadar çarpıcı değil haliyle. Buradaki limonluk, ünlü şair Antonio Machado’nun doğduğu yer. Ana avluya geçtiğinizde, Mağribi tarzındaki bahçelerin en iyi örneklerinden birinde olduğunuzu hissedeceksiniz. Daha sonra Benlliure’nin bronz heykel çalışmasının ismini verdiği Çingene Odasına gireceksiniz. Tablao Odası ise, Alba Düşesinin Flamenko dans dersleri aldığı odanın ismi.
Bu arada belirtelim; tablao, Flamenko gösterilerinin yapıldığı yerlere verilen isim. 15. yüzyıla ait sunağıyla malikanenin şapeli ve okuma odası göreceğiniz diğer yerlerden. Jose de Ribera’nın resimleri şapelin en büyük sükselerinden. Malikane ailenin kullandığı eşyalarla, seramik döşemeler, ahşap ve taş işlemeler, porselen biblolar, goblen halılar, resimler, heykeller ile birlikte hem bir sanat müzesinin hem de bir tarih resmi geçidinin mekanı gibi. Ama bir ilgimizi çeken nokta da ailenin sansasyonel üyesi, on sekizinci Alba Düşesi Maria del Rosario Cayetana Fitz-James Stuart y Silva’nın varlığı ve burayı çok sevmesi. Zengin aristokratlar arasında hatırı sayılır bir yeri olan ve maceralarıyla ailesinin sinirlerini bozan bu uçarı hanım, 88 yaşında öldüğünde 64 yaşındaki kocasına hiç miras bırakmaması ile gündeme gelmiş; herhalde genç koca diye aldığı adamın da 60’lı yaşlarında olması fikrine dayanamadı.
Malikanenin konukları arasında Kral VIII Henry ve kardeşi VI George, Kral XIII Alfonso, Victoria Eugenia, Jacqueline Kennedy, Grace Kelly ile Rainiero de Monaco gibi isimler de olmuş. Bir çok tarihi ve magazinsel anıya tanıklık etmiş bu malikaneye mutlaka zaman ayırın. Malikane 10.00-20.00 saatlerinde gezilebilir, giriş 8 euro, pazartesileri sınırlı sayıda 4 euroluk giriş hakkı da var.
Metropol Parasol – Antiquarium
La Encarnacion Meydanı’na damgasını vuran, ahşap bir şal gibi alanın üstünde salınan bu yapı Alman Jürgen Mayer tarafından 2011’de yapılmış. 26 metre yükseklikte 150X70 metre alana yayılan bu şalın dünyadaki en kocaman ahşap yapı olduğu iddia edilmekte. Ben şal diyorum ama aslında yaşayanlar buraya Las Setas de la Encarnacion (Encarnacion’un mantarı) diyorlarmış. Altı bölümden oluşan mantar üzerinde seyirlik teraslar var ama ızgara planlı bu mantar üzerinde yürümek kolay olmasa gerek. Ama benim için buranın en önemli kısmı, kazı yapılırken ortaya çıkarılan Romalılardan kalma kalıntıların sergilendiği Antiquarium. MÖ 1. yüzyıldan MS 12. yüzyıla uzanan Roma ve Mağribi dönemine ait kalıntılar cam bir kaplama altından ziyaretçilere sunuluyor. Sokakların bile görüldüğü alanda yedi evin mozaik tabanları dikkat çekici. Müzenin sembolü de olan öpüşen kuşlar mozaiği ile Medusa mozaiği en ilgi çekenlerden. Burası salı-cumartesi 10.00-20.00, pazar 10.00-14.00 arası 2 euro karşılığı ziyarete açık.
Alamade de Hercules
Bir zamanlar minik bir mahalle olan Alamade, bugünkü bohem, marjinal haline gelene kadar epey bir inişli çıkışlı dönemlerden geçmiş. Burası kendi halinde bir mahalleyken 1383’te yapılan bir küçük baraj nedeniyle bataklık hale gelmiş, 1574’te bataklık kurutulmuş ve bu bölgeyi yeniden düzenlemek için Marmoles’teki dört Roma sütununu buraya getirip bir hava katmayı denemişler. İki sütunu yerleştirmişler de, diğer ikisini düşürüp kırmışlar. Herkül Tapınağı’na ait olduğu düşünülen bu iki gerçek sütun bölgenin güney cephesine yerleştirilmiş, tepelerine de sonradan biri Herkül, biri Sezar’a atfen iki heykel kondurulmuş. Kuzey cephesine de bu sütunların replikaları konmuş. 19.yüzyılda üst sınıfın tercih ettiği bir bölge olmuşken İç Savaştan sonra burası gözden düşmüş, genelevler ve uyuşturucu tacirleri doldurmuş bölgeyi. 21.yüzyıl başında elden geçirilen bölge, bugün şehrin gece hayatının, barların, eğlencenin aktığı bir yer. Bohem ve marjinal yapısıyla ilgi çekici. Burada sütunlar dışında görülecek başka yerler de var. Bugün atölye çalışmalarına, sergilere ev sahipliği yapan 19 yüzyıl ürünü Casa de las Sirenas bunların başında geliyor. Ayrıca bölgedeki 1785-1799 arası yapılan Palacio de Infandato, Marqueses de Medina’nın malikanesi de göz atılabilecek bir yer. Buradaki Nuestra Senora del Carmen y Cruz del Rodeo Şapeli de önemli bir yer çünkü Jose Zorilla’nın eseri Don Juan Tenorio’da Done Ines’in kapandığı yer de burası. Ama bir kendi sığmıştır herhalde çünkü minicik bir şapel. Bütün bunların ötesinde burada farklı bir Sevilla yaşamak için de gelinebilir. Heavy metalden flamencoya, tapas barlardan şık lokantalara, Arap tarzı çay evlerinden gay mekanlara kadar ne ararsan var. Kimse kimseye karışmadan yaşayıp gidiyor burada.
Çok da güzel kafeler, barlar var. Ben birine oturdum ama zil zurna çıktım. Olup olacağı bir campari içecektim ama bardaki bıçkın kıza ne istediğimi anlatırken nedense atarlandı hanım kızın, valla sonunda ‘ne verirsen onu içerim’ demek zorunda kaldım ve campari, votka, şarap karışımı bir şeyi içtim. E haliyle, daha sonra ben Sevilla sokaklarında ‘Yansın geceler’ havasında dolandım durdum.
Neyse, Sevilla’da Roma kalıntılarının örneği olan Alamade de Hercules’in getirildiği yer olan Marmoles’te tapınağın diğer parçalarını da görebilirsiniz; Flamenko Müzesi’ne gayet yakın. Ayrıca Ruinas de Acueducto denilen su kemerleri de şehrin Roma mirasının bir parçası.
Corral del Conde
Santiago civarında yer alan ve 16 yüzyıl Sevilla’sının yerleşim yeri olan bu bölge, 18. yüzyılda günün şartlarına uyarlanmış. Geleneksel mahalle avlusu ortamının iyi bir örneği olan Mudejar tarzı bir yer.
Puerta de la Macarena-Murallas
Eski şehir kapılarından geriye kalan 4 kapıdan biri olan Macarena Girişi, şehrin kuzeyinde Basilica de la Macarena’nın hemen yanında. Bu kapı şehre ilk kez gelen krallar tarafından kullanılırmış ve buradaki sunakta şehrin anahtarı krallara teslim edilirmiş. Macarena Kapısı’nın devamında şehrin surları devam ediyor. Bu surlar Julius Caesar zamanında yapılmış, 12 yüzyılda Sultan Ali İbn Yusuf zamanında genişletilmiş, 1723-1795 döneminde İslami unsurlar değiştirilerek surlar bugünkü haline dönüştürülmüş. Surlar 1868 isyanı sırasında büyük oranda tahrip olmuş. Bugün Alcazar Sarayı duvarları ile Puerta de la Macarena’dan başlayıp Puerta de Cordoba’ya kadar devam eden kısım ayakta kalmış. Aslında surlarda bir çok kapı ve giriş noktası bulunmaktaymış ama bugün bunların sadece dördü ayakta kalabilmiş: Puerta de la Macarena, Puerta de Cordoba, Postigo del Aceite ve Postigo del Alcazar. Bunlar geziniz sırasında göreceğiniz yerler. Şehir merkezine yakın Postigo del Aceite, 1107’de Ali İbn Yusuf zamanında yapılmış ve zeytinyağının şehre alındığı yermiş. Hemen yanında da 18 yüzyıl yapımı Immaculate Concepcion Şapeli bulunmakta.
Hospital de las Cinco Llagas
Macarena’da bulunan ve Hospital de la Sangre (Kan Hastanesi) olarak da bilinen bu yapı 1558’de açılmış ve 1992’den beri Endülüs Parlamentosu olarak kullanılmaktaymış. Buranın gözde kısmı kilisesi; Rönesans tarzındaki yapının sunağı Asensio de Maeda’nın tasarımı, Diego Lopez’in imzası, Alonso Vazquez’in resimleri ile dikkati çekiyor. İçerisi ziyarete açık değil. Binanın yan tarafında ise oto tamircileri ile gece klüpleri yan yana; adeta Ankara’nın Ulusu…
Camara Oscura-Torres de los Perdigones
Büyük bir karanlık odadaki büyüteçli merceklerle etrafın seyredildiği bir yer ama 19. yüzyıl sonlarında yapılmış Torre de los Perdigones’ten zaten etraf gayet güzel görünmekte. C1,C2, C3, C4 hatlarıyla gelinebiliyor. Ama şehri yukarıdan görmek için buralara gelmeyin. Giralda, Torre de Ore çok daha yakın ve uygun.
Bu bölgeden ayrılmadan mutlaka bahsedilmesi gereken iki önemli kilise var; Iglesia de la Magdelena ve Iglesia de Macerana. Onlar yazının Kiliseler bölümünde gezilecek.
Burada görmeyi çok istediğim ama göremediğim Palacio de la Condesa de Lebrija’yı da anayım. Burası benim gittiğim Haziran ayında kapalıymış, yazın sadece Temmuz ve Ağustos’ta pazar-cuma 10.00-15.00, cumartesi 10.00-14.00 arası açıkmış; sadece alt kat 5 euro, iki kat ziyareti 8 euro ücreti… Malikanenin üst katı ünlü ressamların eserleriyle donatılmış yaşam alanı, alt katı ise antik eserlerin sergilendiği yermiş.
Triana
Guadalquivir Nehri’nin karşı kıyısı olan Triana, nehrin iki kolu arasına sıkıştığı için adeta bir ada gibi. Triana’ya komşu Los Remedios ile La Cartuja’yı da Triana kapsamında gezeceğiz. Burası yüzyıllarca merkezden uzak tutulmuş bir bölge. Bu tarafta yaşayanlar da kendilerini Trianalılar olarak görüyormuş; galiba bizim İzmir-Karşıyaka çekişmesi gibi bir konu… Bu bölge merkezden uzak tutuldukça çingenelerin yerleştiği bir bölge olmuş. Bunun sonucu da burası rengarenk bir Flamenko merkezi haline gelmiş. Triana, Flamenko yanında seramik ve çini işçiliğinde de önemli bir merkez olmuş. Triana ile karşı kıyı arasında ilk köprü, 1171’de kayık köprü olarak yapılmış. Hristiyan fethi sırasında Mağribilerin yaptığı bu köprü ve savunma kulesi yıkılmış.
Burası bir dönem Flamenko sanatçılarının, matadorların, seramik sanatçılarının, denizcilerin yaşadığı bölgeymiş, hatta sokak aralarında dolaştığınızda bazı evlerin kapısında kime ait olduğunu gösteren plaketler göreceksiniz. İlk gerçek köprü ise 1854’te yapılan Isabel II Köprüsüymüş. Bu köprüden geçildiğinde Altozano Meydanı’na geliniyor; burada matador Juan Belmonte’nin heykeli sizi karşılayacak. Yolun karşı tarafında ise Castillo de San Jorge’nin kulesi ve yanındaki yiyecek pazarı… Şimdi yavaş yavaş Triana içlerine doğru girip La Cartuja’ya kadar uzanalım. Ama önce Sevilla köprülerine bir göz atalım.
Köprüler
Sevilla’nın kıyısında kurulduğu 657 km uzunluğundaki Guadalguivir Nehri, İber Yarımadasının navigasyona uygun tek nehri. Sevilla’nın tarihsel önemine katkısı yanında güzelliğinin de kaynağı olan bu nehir üzerinde farklı tarzlarda bir çok köprü var haliyle. Şimdi kısaca bu köprülere bir göz atalım. Expiracion de Cristo Köprüsü 1991 yapımı ve tek kemerden oluşmakta. 214 metre uzunluğundaki Barquetta Köprüsü ise Expo 92 Fuarı için yapılmış çelik bir yay şeklinde bir köprü. Yine Expo 92 Fuarı için 1992’de yapılan Alamillo Köprüsü 250 metre uzunluğunda ve tek sütuna bağlı yaylardan oluşmakta. 92 Expo için çevre yolunu bağlayan ve iki kıyıdaki iki ayak üzerinde yükselen V. Centenario Köprüsü köprüler içinde en uzunu. 125 metre uzunluğundaki Los Remediosise 1968’de açılmış.
Las Delicias ise, 108 metre uzunluğunda olup 1992’de açılmış ve Alfonso XII Köprüsü’nün yerini almış. San Telmo ise 1931’de açılan beton bir köprü. Köprülerin en eskisi Isabel II Köprüsü; 1852’de biten köprü 1171’de kayıklardan yapılan köprünün yerine inşa edilmiş; şehrin en canlı köprüsü. Triana Köprüsü de denilen bu köprü, iki tarafta da şehrin merkezine bağlanmakta… Bizim için önemli köprüler Isabel II ve San Telmo köprüleri. Hatta iki köprü arasında bir yürüyüş hem Triana’nın hem Sevilla’nın muhteşem güzelliklerini görmenizi sağlayacaktır. Özellikle Triana tarafında bu iki köprü arasındaki kısım, harika bir manzara eşliğinde bir şeyler yemek, içmek, oyalanmak için en iyi seçenek.
Castillo de San Jorge
Guadalquivir Nehri’nin batı yakasındaki bu Orta Çağ kalesi, Engizisyon döneminde hapishane olarak kullanılmış, 19 yüzyılda da bir pazara dönüştürülmüş. Vizigotlar döneminde savunma kulesi olarak yapılan yerde Mağribiler zamanında 1171’de Abu Yakup kayıklar üzerinde yüzen bir köprü yaptırmış ve köprü o zaman Gabir Kalesi denilen bu kaleye zincirlenmiş. Ferdinand III bu zincirleri kırarak şehri 1248’de fethetmiş. Bugün burası Engizisyon Müzesi olarak kışın salı-cumartesi 11.00-17.00, pazarları 11.00-14.30, yazın salı-cumartesi 11.00-17.30, pazarları 10.30-14.30 arası ziyaret edilebilir, giriş ücretsiz.
Museo de los Carruajes
Puente de San Telmo Köprüsü’nün açıldığı Plaza de Cuba’da bulunan at arabalarının sergilendiği bu müze, 16 yüzyıla ait bir manastırın içinde yer almakta. Pazartesi-cuma 09.00-14.00 arası 3.60 euroya gezilebilir, salı günleri ücretsiz. Erken kapandığı için kapısından döndüm ama çok da olmazsa olmazım değildi zaten.
Monasreio la Cartuja-Centro Andaluz de Arte Contemporaneo
La Cartuja Manastırına, yeşillikler ve göletler arasından geçilerek 16 yüzyıl yapımı ana kapısından giriliyor. Manastır avlular, meyve bahçeleri, kilise, şapeller ve fabrika bölümlerinden oluşuyor. Burası görmüş geçirmiş bir yer, iyi günü de olmuş, kötü günü de… Şimdi vardığı yer ise Çağdaş Sanat Müzesi; Mağribi döneminde seramik için buradaki mağaralardan kil çıkarılmaktaymış, 1248’de bir mağarada Bakire Meryem heykeli bulunmuş ve üzerine bir şapel yapılmış. Bu nedenle buraya Virgen de la Cuevas (Mağaraların Bakiresi) denmiş. 1399’da Franksisyenler burada bir manastır yaptırmışlar. Kristof Kolomb, ikinci seyahatini burada kalırken planlamış ve öldükten sonra vücudu 30 yıl burada muhafaza edilmiş. Napolyon döneminde kışla olarak kullanılan Manastır 1812’de tekrar rahiplere iade edilmiş. Daha sonra burası seramik fabrikası olarak kullanılmış. Ünlü azulejos seramiklerini bir İngiliz tüccar burada üretmeye başlamış. 1840’dan 1980’lere kadar La Cartuja unvanıyla seramik fabrikası olarak çalışan fabrikanın ürünlerini, Manastır duvarları yanında Hotel Alfonso XIII gibi şehirdeki bir çok önemli yapıda görebilirsiniz. Daha sonra burası Modern Sanat Müzesi’ne dönüştürülmüş. Ayrıca yaz aylarında burada açık hava konserleri düzenleniyormuş; yani rahiplerin cennete güzellemeler yapan ilahilerinin yerini isyankar rock konserleri almış ama Sevilla’da kimse din elden gidiyor diye bağırmıyor.
Ben bu Manastır-Müze’ye gittim. Bir zamanların ruhani mekanında şimdi arı mayanın sevimsizi bir adam, Kafka’nın romanı gibi metomorfoza uğramış mı uğramamış mı belli olmayan bir böcek adam, bir de üç renkli bir adam karşılarına almış efendiden ama iğneler içinde bir halde mikroskoba bakan bir adamı duruyorlar. Etrafta alet edavatlar ve muhtelif ekranlarda dönüp duran türlü çeşitli videolar vardı. Videolardan birine baktım; ön tarafı yara bere içinde ama arkasına kelebekler konmuş bir adam bir sandalyede oturup kitap okuyan Gündüz Güzeli’nin Catherine Deneuve’ü gibi duran bir kadına bas bas bağırıyordu, tabii İspanyolca. Bende içimden bağırdım onlara; ‘Güzelim manastırı maymuna çevirmişsiniz’…
Manastıra, Pasarela de la Cartuja’dan geçerek yürüyebilirsiniz. Manastırın iki kapısı var. Biri, yukarıda bahsettiğimiz Calle Americo Vespucio’ya bakan ana kapısı, diğeri köprünün devamı olan Camino de los Descubrimientos bakan küçük kapı. C1 ve C2 hatlı otobüsler sizi buraya kadar getirebilir. Burası salı-cumartesi 11.00-21.00, pazar 11.00-15.00 saatlerinde 1.80 euro giriş ücretiyle gezilebilir. La Cartuja Fabrikası ise pazar- cuma 08.00-15.00 saatleri arası açık.
Isla de la Caruja
1992’de Sevilla’da düzenlenen ve yüzden fazla ülkenin katıldığı, pavyonlarında teknolojik, bilimsel ve kültürel serginin düzenlendiği EXPO ’92 Fuarına ait alan, bugün müzeler, sergi salonları, eğlence parklarından oluşan bir bölgeye dönüşmüş. Isla Magica’da Yeni Dünyayı bulmak için okyanusa açılan kaşiflerin seyahatleri canlandırılmaktaymış. Ayrıca burada her birine bir bilim insanın adı verilen sokaklarında Agua Magica eğlence parkı ve üniversite yapıları bulunmakta.
Pabellion de la Navegacion
1992’de yapılan bina, 2012’den beri Sevilla’nın denizcilik geçmişini, bu alandaki keşifleri, teknolojik ilerlemeleri konu alan bir müzeye ev sahipliği yapmakta. Torre de Ore’de daha küçük kapsamlı bir müze gezmiştim, konu da çok ilgimi çekmiyor; bu durumda haliyle ben gitmedim.
Kiliseler
Hristiyanların Sevilla’yı 1248 yılında ele geçirmelerinden sonra şehirde diğer inançlara dokunulmasa da hızlı bir Hristiyanlaştırma hareketi başladığından kilise sayıları da hızla artmış. 1492’de Isabel ve Ferdinand’ın ya sev ya terket görüşünün Hristiyan versiyonu uygulanmaya başladığı için artık cami, sinegog ne var ne yok, hepsi kiliseye dönüştürüldüğünden kilise sayısı hepten artmış. Bu sayı o kadar fazlalaşmış ki, benim gibi hepsini göreceğim diye dolanan gezginler bile pes etmiş. Yine de Sevilla’nın en önemli kiliselerini gördüm. Bir kısmını hiç açık yakalayamadım, bina etrafında dolandım. Ama yazmaya kalkınca, ben bile sıkıldım. Ayrıca Katedral gibi bir örnek varken gezi boyunca kilise kilise dolaşmanın da bir anlamı yok; bunu diyen de benim, neredeyse kilise rahipleriyle kanka olacak aşamaya gelmişken. Neyse ben size en beğendiğim 5 kiliseyi anlatayım, diğerlerinden kısaca bahsedeyim. Bu kiliselerden ilk üçü gerçekten çok muhteşem.
Basilica de la Macarena
Şehrin kuzeyinde yer alan ve Neo Barok tarzda 1936-1941 arasında yapılan La Macarena’nın en önemli bölümü, ana altarındaki altın ve gümüşle donatılmış Bakire figürü. Bu heykelin 17. yüzyıl kadın sanatçı La Roldana’ya ait olduğu sanılmaktaymış. Hristiyanların İsa’nın çarmıha gerildiği gün olarak kabul ettikleri Paskalyadan önceki Cuma gününde düzenlenen merasimlerde bu Bakire Heykeli, şehrin sokaklarında dolaştırılıyormuş. Kilisenin duvarları muhteşem resimlerle süslü. Kilisenin hazinesinde ise Bakire’nin şatafatlı tören giysileri ve mücevherleri sergilenmekte. Bakire dini merasimlerde giysi ve mücevherlerine kavuşuyormuş sanırım. Kilisede ayrıca matadorların koruyucu azizinin de ahşap bir heykeli var ama bu kısmı anlamadım, bu aziz matadorları boğalardan mı koruyor, yoksa amacı ne… Bence esas boğaları koruyacak biri lazım bu durumda. Sevilla’nın tarihine bakıldığında oldukça yeni olan bu kilise, zengin koleksiyonu yanında dini bir geleneğin önemli bir temsilcisi olması açısından da ilgi çekici.
Burası kış aylarında pazartesi-pazar 09.00-14.00, 17.00-21.00 arasında, yaz aylarında pazartesi-cuma 09.00-14.00, 17.00-21.00, cumartesi-pazar 09.00-14.00, 18.00-21.00 arasında ziyaret edilebilir; kiliseye giriş ücretsiz ama müzesi 5 euro. Değer mi, kesinlikle.
Iglesia del Salvador
Katedralden sonra Sevilla’nın en büyük kilisesi olan bu Kilise, 1674-1712 yıllarında, 830’dan kalma Ibn Adabba Cami’sinin üzerine yapılmış. Camiden geri kalan ise minaresinden dönüştürülen çan kulesi ile Patio de Abluciones’miş. Barok ve Mannerist tarzdaki kilise, Plaza del Salvador’da bulunmakta ve içeriye üzerinde vitray cam bulunan üç kapıdan girilmekte. İçeride 14 adet birbirinden göz alıcı, barok işlemelerle zenginleştirilmiş sunak bulunmakta. Kilisede Martinez Montames, Juan de Mesa ve Cayetano de Acosta’nın eserleri görülebilir. Kilisenin ana heykeli olan Virgen de las Aguas, şehrin en eskilerinden.
Iglesia de la Santa Maria Magdelena
1709’da Leonardo de Figuero’nun büyük eseri olan bu Barok kilise, Calle San Pablo üzerinde yer alıyor. Kilisenin Mudejar tarzdaki üç kubbeli şapeli Sevilla’nın gururu ressam Murillo’nun 1618’de vaftiz edildiği yermiş. Çan kulesi ve kilise kubbesi renkli döşemeleriyle göz alıcı. Kilisede Zurbaran’ın Aziz Domingo tasviri ve Lucas Valdes’in freskoları da gözden kaçmamalı. Burası Valensiya gezimde bahsettiğim Corpus Cristi Festivali kapsamında yaşlısından gencine grup grup insanın Meryem ve İsa heykellerini sırtlayıp saz caz eşliğinde sokak sokak dolaştırdıkları merasimlerden birine denk geldiğim kilise.
Iglesia Santa Ana
Triana’daki bu haşmetli kilise, kavun içine çalan rengi ve kulesiyle karşı kıyıdan bile gözünüze çarpacaktır. 1266 yılında yapımına başlanmış ve 14.yüzyıl başlarında tamamlanmış. Kilisenin dış cephesi Gotik- Mudejar tarzda içinde barok etkiler de görülüyor. Kiliseyi Nufro de Ortega ile Nicholas de Jurate’nin heykelleri ve Pedro de Campana resimleri süslemekte. Ben gittiğimde Corpus Christi festivaline ait bir geçit vardı; yine İsa’yı Meryem’i yüklenen kalabalık uzun ve yavaş bir kortejle kiliseden çıkıp çalgı çengi eşliğinde sokaklarda yürüyordu.
Iglesia de la Anunciacion
Sevilla’nın en güzel Rönesans yapılarından olan Kilise, Juan de Roelas, Martinez Montanes, Francisco Pacheco gibi sanatçıların eserlerini barındırmakta. Eski Üniversitesinin kilisesi olarak yapılan yapı, haç şeklinde; girişte ise Meryem Ana ve bebek İsa sizi karşılıyor. Burası Sevilla’nın Pantheon’u olarak da bilinmekte.
Bunlar ilk beş kilise ama gezdiğim, gördüğüm, kapısına gidip içine giremediğim başka kiliseler de var ve bunların bir kısmı şaşırtıcı derecede ilginç ve güzel.
Şimdi ne diyeyim ben; 17 yüzyılda yapılan Barok’un doruklarındaki Iglesia de San Luis, Mağribi camisi üzerine 14 yüzyılda yapılmış Mudejar havalı Iglesia de Santa Catalina, eski bir caminin minaresinin hala korunduğu Gothik Mudejar tarzda Iglesi de San Marcos, önce cami olup sonradan sinagoga dönüştürülen ve en sonunda kilise yapılan 17. yüzyılda barok tarzda yenilenmiş, Murillo gibi çok önemli ressamların eserlerini barındıran Iglesia de Santa Maria la Blanca; Cristo de la Expiracion’a ev sahipliği yapan Capilla del Patrocinio; Gotih Mudejar tarzdaki Capilla del Antiguo Semibario; Romanesk’ten Gotik tarza geçişin en önemli örneği olan Don Fadrique Kulesini de barındıran ve Martinez Montanes heykelleri ile insanı etkileyen Convento de Santa Clara,
yine Martinez Montanes eserlerinin olduğu Convento de San Leandro, 1248’de yapılan ama bir çok defa değiştirilen Iglesia de San Nicolas de Bari, 1794-1841 arası yapılan Neo Klasik Iglesia de San Ildefenso, 13.yüzyıldan kalma Gotik-Mudejar tarzdaki Iglesia de San Gil, 14 yılda Gotik-Mudejar tarzda yapılan Sevillalı ressam Valdes Leal’in de mezarının bulunduğu Iglesia de San Andres, Murillo’nun ‘Son Akşam Yemeği’ni sergileyen 17. yüzyıldan kalma Convento del Espiritu Santo; dış cephesi bile etkileyici Convento Santa Isabel; 14 yüzyıla ait Gotik-Mudejar karışımı stiliyle ve Aloso Cano eserleriyle Iglesia de San Julian; tarihi merkezde yer alan ve 1699-1730 arasında Leonardo de Figueroa tasarımına göre Barok tarzda yapılan Iglesia de San Luis; 1759’da denizcilerin azizi için yapılmış mütevazı Capilla de los Marineros; şehrin en eski kiliselerinden Iglesia de Santa Marina; 17 yüzyılda inşa edilen ve ünlü seramiklerinin bir kısmı bugün Triana Seramik Müzesi ve Londra’daki Victoria Albert Müzesinde sergilenen Convento de Santa Clara; Santa Cruz’da bulunan ve sunağındaki Mahşer tablosuyla ünlü Iglesia de San Bernardo;
14. yüzyılda bir caminin üzerine yapılan ve içindeki Zurbaran resminin öne çıktığı Iglesia de San Esteban; 14. yüzyıl yapımı olan ve 17. yüzyıla ait Herrara freskolarının dikkati çektiği Convento de Santa Ines; kuruluşu 13 yüzyıla giden ve başta Dona Mariade Portugal olmak üzere bazı kraliyet ailesi mensuplarının mezarlarına ev sahipliği yapan Convento de San Clemente; Ressam Diego Velazquez’in vaftiz edildiği, taç kapısı ve kulesi Barok, iç kısmı Mudejar olan Iglesia de San Pedro; Triana’da içinde insan boyutunda Virgen Estrella heykeli olan ve Paskalya öncesindeki pazar günü yapılan geleneksel dini merasimin başlangıç noktası olan Capilla de la Estrella; 1473’de yapılan Gotik-Rönesans ve Mudejar akımlarının izlendiği, ayrıca Alonso Cano, Juan Martinez Montanes ve Felibe de Ribas’ın eserlerinin bulunduğu Convento de Santa Paula; Katedralin hemen karşısında yer alan 1591’de yapılmış ve Neo Klasik ana sunağındaki La Anunciation heykel grubuyla görmeye değer Convento de la Encarnacion; tarihi 13. yüzyıla kadar giden ama bugünkü görüntüsünü 18 yüzyılda yapılan değişikliklerle kazanan, içinde Juan Leonardo, Martinez Montanes, Diego Lopez Bueno, Felip de Ribas, Juan de Uceda ve Francisco Pacheco eserleri bulunan Iglesia San Lorenzo;
Juan de Mesa’nın 1620’de yaptığı ve İsa’nın büyük gücünü anlatan Cristo del Gran Poder heykeline ev sahipliği yapan Templo del Gran Poder; Barok şaheseri olarak kabul edilen ve 1699-1766 yıllarında aşamalı olarak tamamlanabilen seramik panoları ve Cayetano de Acosta eseri ile ünlü Iglesia de San Jose; tavan süslemeleri, barok işlemeleri yanında Pedro Roldan, Garcia Montalban, Castillo Lastrucci, La Roldana, Pedro Duque Cornejo’nun resim, heykelleriyle de görsel şölen sunan 1697-1702 arasında yapılmış Iglesia de La O; içinde Valdes Leal ve Redro Roldan’ın eserlerini barındıran 1665’te Barok tarzda yapılan ve 1728’de tamamlanan ama 1811’de Fransız saldırıları sonucu yıkılınca bugünkü yerine taşınan Iglesia de Santa Cruz; 1356 depreminden sonra vurgulanan Gotik havası ile Andres de Ocampo, Roque Balduque ve Juan de Espinal eserleriyle dikkat çeken Iglesia de Omnium Sanctorum; ön cephesindeki Antonia Kiernam’ın seramik Bakire panosunun sizi karşılayacağı, Triana’da 1775’de Barok uslüplu Iglesia de San Jacinto;
Triana semtindeki, diğer ismi Basilica del Cristo de la Expiracion olan ve ölmekte olan bir çingene (Cachorro) esinlenerek yapılan eserle anılan Iglesia del Cachorro; tarihi merkezde barok sunağıyla dikkat çeken Capella Roserio; ön cephesine bakınca girmesem de olur dediğim ama içinde muhteşem gümüş asalar, haçlar gibi dini objeler koleksiyonu olan Capilla Mont Serrat; üç çana sahip kulesi ve Barok sunağı ile Iglesia de San Antonio; ön cephesi muhtelif azizlerin seramik panoları ile süslü Iglesia Sacrado de Corazon; dışarıdan dikkati çekmeyen ama ince iç dekorasyonu ile Iglesia de San Martin; küçük, sevimli bir kilise olan Igleisa de San Gregero; ön cephesi ile dikkatleri çeken Iglesia de los Terceros; Gotik ana girişi ile ihtişamlı Iglesia de San Isador… ben bu kilise ve manastırları görmeyin, nasıl diyeyim…
Granada gezimde anlatmıştım… Sevilla’da da Corpus Cristi gibi festivallerde, anladığım kadarıyla, belli başlı kiliselerde düzenlenen ayinlerden sonra başta Meryem ve İsa olmak üzere dini kişiliklere ait kocaman heykeller, çiçeklerle mumlarla süslenmiş bir sanduka üzerinde, erkeklerden oluşan grupların omuzlarında ve bir bandonun çaldığı dini müzikler eşliğinde ağır ağır şehrin sokaklarında dolaştırılıyordu. Çok yavaş ve dura kalka ilerleyen bir kortej olduğu için o sırada tüm trafik duruyordu. Korteje rastlamasam uzaktan müziğini duyuyordum; Sevilla günlerimin ayrılmaz bir parçası oldu bu dini merasim. O yetmezmiş gibi, ara sokaklarda delikanlılardan oluşan gruplar da pejmürde bir halde kırık dökük sandukaları taşıyarak dolanıyorlardı. Dini merasimlerin kötü bir kopyası olan bu kortej, eğitim amaçlı mı yapılıyordu yoksa bu merasimleri makaraya mı alıyorlardı, anlamadım.
Yeme – İçme
Sevilla çok eğlenceli bir yer… Köklü geçmişinin izinde casa’lardan parklara, müzelerden kiliselere koşturmanın ötesinde durup anın tadını çıkarmak için de fevkalade bir yer. Guadalquivir Nehri, şehre Akdeniz kıyı kentlerinin havasını taşımış sanki. Sevilla’da eğlence deyince akla Flamenko geliyor ama o ayrı bir yazının konusu. Şimdi dinlenmek, eğlenmek için şehrin sokaklarına dalacağız. Bir kere nehrin iki kıyısı da hem dinlenmek hem eğlenmek için türlü seçenekler sunmakta. Isabel II Köprüsü’nün El Arenal tarafındaki kıyısında yan yana dizilmiş disko-barlar güzel bir seçenek. Triana tarafında ise yine Isabel II Köprüsü’nden San Telmo Köprüsü’ne doğru yürüdüğünüzde hem harika bir Sevilla manzarasına tanık olacaksınız, hem de ayak üstü barlardan şık lokantalara kadar kıyıda dizilmiş çeşitli yerlerde beklentinize göre keyif çatabileceksiniz; bir mojito kadehinin kadehinin arkasından görünen Sevilla manzarasının tadı hala aklımda… Hospital de las Cinco Llagas’ın yanında bazı gece klüplerinden bahsetmiştim, bana çok tekin gelmedi, girebilirsiniz ama çıkışınız muhteşem olamayabilir, sonra beni suçlamayın. Plaza de la Encarnacion çevresinde, Şehrin ‘Mantarı’ Parasol’ün etrafında da yeme eğlenme mekanları var; daha kafe, fast food tarzında yerler ama meydandan ara sokaklara doğru girdikçe gayet hoş mekanlar bulacaksınız. Ve Alameda de Hercules; burada şık lokantalardan ciks barlara kadar bir sürü tarz var, bir yere oturup gelip geçeni seyretmek bile eğlenceli ama tapas barlar, çeşit çeşit lokantalar, barlar size daha fazlasını sunacaktır. Santa Cruz’da cafeleri, barları, gece klüpleriyle günün her saatinde zevkinize göre eğlence olanağı bulabileceğiniz bir yer. Tabii Katedralin çevresi özellikle yemek seçenekleri açısından çok zengin; Palacio Arzobispal’den başlayıp Katedrali de içine alacak şekilde Plaza del Triunfo’dan yukarı Romero Murube’den yukarı devam eden bölgede özellikle yiyecek olanağı çok fazla, bunun yanında cafeler, barlar da mevcut. Mataes Gago üzerindeki tapas barları ve hediyelik eşyaları satan dükkanlar arasındaki tonozları Mağribi hamamından kalma Giralda Bar tapas denemek için iyi bir seçenek.
Sabahlar olmasın diyenlerdenseniz, yaz aylarında Isla Cartuja’nın gece hayatı size ilaç olacak. Bir çok açık hava diskoteğinde felekten bir/kaç gece çalabilirsiniz… Triana’daki Calle Betis, La Alamede de Hercules ve Plaza Alalfa da gecenin derinliklerine doğru gidebileceğiniz yerlerden.
Nerde yesek derseniz; Mercado de Feria’daki La Cantina, Zaragoza Caddesi’ndeki La Cata Ciega gibi yerler ucuz ve iyi yemek yiyebileceğiniz yerlerden. Keseyi biraz daha açarsak Bartolomea, Salsamento, Arte y Solera, Eslava gibi seçenekler var. Ama yok illa avuç dolusu para vereceğim diyorsanız Az-zait, Ispal, Azahar, Milonga’s size istediğinizi verecektir; ya da sizden istediğinizi alacak diyebiliriz.
Bölgenin şarapları dünyaca ünlü. Ama Sevilla’da şarap yanında bir tür şaraplı kokteyl olan Sangria’yı deneyin. Cruzcampo ise bölgenin birası. Ama bira içmek isterseniz Plaza Neuva yakınındaki Calle Barcelona üzerindeki Cerveceria La İnternacional’a bakın. Gayet lezzetli kahveleri her yerde bulabilirsiniz ama Calle Sierpes üzerindeki La Campana’yı özellikle deneyin; aynı yerdeki Robles pastanesi kahve yanında harika pastalarıyla da ağzınızı tatlandıracak.
Hem yemek yemek hem İspanya’ya özgü yiyecek bir şeyler almak için, İsabel II Köprüsü’nün El Arenal tarafındaki Mercado Lonja del Barranco, Triana tarafındaki Mercado de Triana uğramanız gereken yerlerden. Triana’da bu pazarın çevresinde Osteria de Mercado, deniz ürünleri bulabileceğiniz bir yer. Bu tür pazarlardan biri de Alameda de Hercules’in üzerinde, İslam Çalışmaları Merkezi’nin hemen yanındaki Mercado de Feria; burası tam bir esnaf lokantası havasına bürünen şenlikli bir yer. Mercado Lonja del Barranco, Plaza de Armas’da Sevilla Otobüs Terminali’nin de hemen yanında; karşısında ise eski tren istasyonundan dönüştürülmüş bir alışveriş merkezi bulunmakta. Burası şehirdeki tek alışveriş merkezi ama içinde pek bir şey yok. Daha ayrıntılı alışveriş merkezleri arıyorsanız Nervion Plaza’ya gideceksiniz.
Ne yiyelim diyorsanız; soğuk çorba Gazpacho, boğa kuyruğundan yapılan Endülüs klasiği Rabo de Toro, mürekkepbalığı ve fasulye kombinasyonundan oluşan Chocos con habas, ördek etiyle yapılan Pato a la Sevillana ve elbette Endülüs pilavı Paella akla gelen ilk seçenekler.
Gezdik, gördük, dinlendik, eğlendik, yedik, içtik; alışverişimizi de yapıp evimize dönelim artık. Peki ne alalım?
İspanya, gastronomik bir cennet olduğu için yiyecek içecek bir şeyler almak isteyebilirsiniz. Et ürünü olarak salam, sucuk benzeri jamon Iberico ve chorizo tercih edilebilir ama dikkat, bunlar genellikle domuz ürünü yiyecekler. Günaha girdik bir kere diyorsanız, o zaman Güney İspanya şaraplarına da bir şans verin, denemeye değer… Av etlerinden yapılmış ürünler başka bir seçenek. Ama zeytinyağı da İspanya’nın iddialı olduğu bir konu.
El Corte Ingles burada da her konuda imdada yetişen bir yer; Plaza Duque de la Victoria ve Plaza Magdelena’da olmak üzere iki şubesi var.
Katedral çevresinde hediyelik eşya satan bir çok dükkan var. Alışveriş için şehirdeki en canlı yer Calle Sierpes ve çevresi… İhtişamlı butiklerden kaliteli seramikçilere kadar ne ararsanız burada bulabilirsiniz. Kadın gezginler buralarda Flamenko sevdasına tutulurlarsa, bu sokağa sıradan bir gezgin olarak girip buradan alev alev parlayan bir Carmen olarak çıkabilirler. İsterseniz hem kumaş satışı hem dikişini yapan mağazalara uğrayın, isterseniz hazır alın giyin; her yaşa, her bedene, her türlüsü ve her malzemesi satılıyor buradaki mağazalarda. Ama Carmen olacaksam flamenkonun çıktığı yerlerde olurum diyorsanız, Triana’da Juan Osete Complementos’da ne gerekiyorsa satılmakta. Erkekler de matador olmak isteyebilir ama onlarda bu dükkanlarda ne bulurlarsa onunla yetinmek durumundalar, sektör kadınlara iltimas geçiyor. Flamenko işini ciddiye alıyorsanız bu konuda özel mağazalar var; Lina Boutique, Calzados Mayo, Juan Foronda bunlardan öne çıkanlar.
Alfalfa bölgesi el işi mücevher tasarımı için uğranacak bir bölge. Endülüs seramikleri de diğer bir alışveriş seçeneği olabilir. Bu konuda yine Calle Sierpes çok iyi bir seçenek. Calle Tetuan’da bu konuda göz atılacak bir yer. Triana’da da Centro Ceramica Triana bu konuda aradığınız bulabileceğiniz bir yer. Triana’nın sokaklarındaki seramik atölyelerine bakabilirsiniz. İspanya el sanatları konusunda Katedral yakınındaki El Postigo’da tercih edilecek bir yer.
Peki Sevilla’ya ne zaman gitmeli? Buranın yaz ayları nemli ve sıcak geçiyor, kışın ise yağmurun şakası olmaz. Hem havanın uygunluğundan, hem de ard arda düzenlenen dini, geleneksel festivallerin canlılığından dolayı, Nisan-Haziran arası Sevilla için en uygun dönem.
Son Söz
Ben Sevilla’da 3,5 gün kaldım ve her anından büyük keyif aldım. Endülüs başlı başına çok güzel ama Sevilla bir başka. Bir sanatçımızın özlü sözünü esas alırsam derim ki, ‘Beni Sevilla’nın yağmurlarında yıkasınlar, yıkasınlar’…