ANA SAYFA Blog Sayfa 5

Kolombiya Gezi Rehberi: Büyüleyici Ülke

Kolombiya

Kolombiya, kahvenin, yeşilin her tonunun, zümrüdün, Marquez, Botero ve Escobar’ın ülkesi. “Büyülü Gerçeklik” akımının toprakları. Doğası ile sıra dışı bir ülke, hayran kalınacak bir coğrafya.

Kolombiya’nın 1.141.000 kilometre karelik topraklarının % 30’unda yerleşim var. Elli milyonluk  nüfusun % 85 mestizo (melez) beyazlardan oluşuyor. Resmi dil İspanyolca, para birimi peso. Halkın %92’si Hristiyan. 32 bölgeye ayrılmış bir cumhuriyet. Başşehri Bogota.

Kolombiya’nın kuzeyinde Karayip Denizi, doğusunda Venezuela ve Brezilya, güneyinde Peru ve Ekvador, batısında Büyük Okyanus ve Panama ile çevrili. Denizden ABD, Panama, Costa Rica, Jamaika ile komşuluğu var. Topraklarının yarıya yakını sık ormanlarla kaplı. Güney Amerika’da 5,5 milyon kilometre kareyi ve dokuz ülkeyi kaplayan amazon ormanları burada da önemli bir alanı kaplıyor. Vadilerde tropikal, yükseklerde ılıman bir iklim var.

Latin Amerika’nın dördüncü büyük ekonomisi… Ekonomi kahve, çiçek, zümrüt ve madenciliğe dayanıyor. Dünya kahve ihracatında 3. sırada. Karanfil ihracatında ise birinci sırada. (Çiçek ihracatında dünya ikincisi) Burası bir çiçek ve tropikal meyve cenneti. Dünyanın en değerli zümrütleri burada; zümrüt ihracatında dünya birincisi, İngiltere kraliyet ailesi zümrütleri de Kolombiya’dan. Altın, gümüş, kömür, petrol de önemli doğal kaynakları arasında.

Kolombiya’da ilk insan yaşamı M.Ö 12.000’lere tarihlenmekte. Kızılderililerin bölgeye gelişi M.Ö. 100’lerde. Kristof Kolomb Kolombiya’ya hiç ayak basmamış. İspanyol donanması 1525’de Kolombiya’yı fetheder ve 1535 de ilk İspanyol şehri Santa Marta kurulur. İspanyollar daha sonra Bogota’yı kurarlar ve Afrika’dan kahve ve şekerkamışı tarlalarında çalışmak üzere köle getirirler. 1700’lü yıllarda Kolombiya Genel Valiliği; Panama, Venezuela, Yeni Granada, Ekvador’u kapsamaktadır. 1819 da Simon Bolivar İspanyolları yenerek Büyük Kolombiya Cumhuriyeti’ni kurar. 1900’lü yıllarda Federasyon dağılır, 1903 de Panama ayrılır. 1922 de A.B.D Kolombiya’ya, Panama için 25 milyon dolar öder.

Kolombiya 20.yüzyılın ortalarından beri gerilla hareketleri ile politik gerilim ve çatışma içinde. Gerilla hareketleri dört grupta yer alıyor. 1. Dünya sol gerilla hareketleri (uyuşturucu kartelleri, bazı siyasiler ile bağlantılı); 2. Paramiliter güçler (sağcılar, uyuşturucu kartelleri, bazı Kolombiya devlet kuruluşları ve siyasiler ile bağlantılı); 3. Devletin resmi polis ve asker güçleri; 4. Uyuşturucu kartelleri… Hepsinin yarım yüzyılı aşkın birbirleri ile karmaşık ilişkileri var. Gerilla gruplarının en ünlüleri FARC  ve ELN. Kolombiya Devrimci Silahlı Güçler Halk Ordusu (FARC) 1964 yılında kurulmuş. FARC devlete, sağ eğilimli paramiliter gruplara, uyuşturucu kartellerine karşı yasa dışı silahlı mücadele veren bir örgüt. Haziran 2016 yılında devlet ile resmi bir ateşkes anlaşması imzalayan ve yasal olarak politikaya atılan örgüt, 2019’dan beri hükümetin alınan kararlara uymaması nedeniyle tekrar silahlı günlerine dönmek istiyor. Yani FARC huzursuz. Adam kaçırma olaylarının çok fazla olduğu bu ülkenin her bölgesinde gezmek biraz cesaret istiyor.

Dünya uyuşturucu trafiğinin bir zamanlar bir numaralı ismi olan Escobar’ın adına diziler/filmler yapıldı. 1993 de ortadan kaldırılan Escobar’ın yönettiği Medellin kartelinin yerini bugün başka karteller almış durumda.

Seyahatimiz 28 Şubat THY İstanbul Bogota uçuşu ile başladı. 11.048 km’yi 13 saat 45 dakikada uçtuk. Saat sabah 11.15 de Bogota’dayız. Bogota Havaalanı’ndan Avianca Hava Yolları ile Medellin’e uçuyoruz. Bogota-Medellin arası 266 km, uçakla 25 dakika.

Medellin Havaalanı’ndan hemen Guatape’ye gidiyoruz. Burası tarım bölgesi, etraf yemyeşil. Fasulye, kabak, domates, mısır tarlaları arasında ilerlerken bir mola veriyoruz ve çok güzel bir tat ile tanışıyorum. Pan de Queso, peynirli bir atıştırmalık.

Yıllar önce hidroelektrik santrali yapımı nedeniyle sular altında kalan El Penol kasabasının eski yerindeyiz. 1979 da hidroelektrik santrali projesi kasabanın 300 yıllık geçmişini yok ederken tüm ülkede tepki uyandırmış. Buraya eski El Penol’ün bir replikasını yapmışlar. Tekne gezisi yapıyoruz ve kıyıdan hala bombalanmış halde muhafaza edilen, Escobar’ın yüzlerce evinden birini görüyoruz.

El Penol’de 220 metre yüksekliğinde granit bir kaya, 675 basamak tırmanarak en tepeye ulaşıyorsunuz. En tepede hediyelik eşya satan yerler, kafeteryalar var. Tabii tepede manzara çok güzel. Guatepe hidroelektrik barajının dibinde muhteşem kayanın tepesine dek tırmanıyorum. 

El Penol tırmanışı sonrası Guatape’deyiz. Guatape 6.500 nüfuslu bir And kasabası. Medellin’e 80 kilometre. Evler ve işyerleri rengarenk parlak boyalarla boyanmış. Her bina bir sanat eseri. Bu binaların alt kısmı “zokalo” denilen frizlerle (kabartmalı düz şerit) kaplı. Ayçiçeği, koyun popüler frizler. Bazı frizlerde bir öykü anlatılıyor. Dünyanın belki de en fotojenik kasabasındayız. Eğimli ve renkli sokaklarında akşama dek geziyoruz.

Akşam Antioquia bölgesinin başkenti Medellin’deyiz. Medellin And Dağları’nın merkezindeki Aburra Vadisi’nde, şehri ikiye bölen Medellin Irmağı kıyısında. Denizden 1538 metre yükseklikte. Ülkenin ikinci büyük kenti. Nüfus 2,5-3 milyon dolayında. 

Ebedi baharın şehri (hava sıcaklığı yıl ortalaması 22 derece, tropikal yayla iklimi), Botero’nun yurdu, Kolombiya’nın en güzel kahve plantasyonlarının olduğu yer, bir zamanlar dünyanın en tehlikeli şehri diye anılan, Pablo Escobar’ın vatanı. Medellin görülmeden Kolombiya görülmüş sayılmaz.

Sabah Park Inflexion‘a gidiyoruz. Kolombiya’ya gitmeden Narcos dizisini seyretmenizi öneririm. Dizinin kahramanı Pablo Escobar 25 yıl (1967-1993) dünyanın en büyük uyuşturucu kartelini yönetmiş, dünyanın en zengin insanları arasına girmiş. 1993 yılında 44 yaşında Medellin’de öldürülüyor. Park Inflexion’un olduğu yerde Escobar’ın 1986-1988 yıllarında kaldığı Monaco Apartmanı bulunuyormuş. Bu apartmana rakipleri patlayıcılarla saldırmış. Medellin’e gelenler Escobar’ın yaşadığı yerleri merak ediyormuş. Ancak Medellin yönetimi şehirlerinin böyle bir isimle anılmasından, Escobar turu yapmak isteyenlerden rahatsız. Monaco Apartmanı’nı yıkıp, 46.612 narko-terör kurbanını unutmamak, toplum hafızasını canlı tutmak için bir park yapıyorlar. Parkta kurbanlarının adlarının yazılı olduğu bir bir granit duvar dikkat çekiyor. 20 Aralık 2019 açılan parkta halk çiçekler, mumlar ile kayıplarını anıyorlar.

Bir sonraki durağımız Candaleria Kilisesi. Neoklasik tarzda kolonyal bir yapı, Kolombiya’nın en eski kilisesi. 1998 yılından beri de Kolombiya’da ulusal anıt olarak kabul ediliyor. Etrafı seyyar satıcılardan oluşan kalabalıkla çevrili.

Berrio Parkı’nın doğusunda bulunan kiliseden metroya doğru ilerliyoruz. Medellinliler 1995 yılında açılan 25,8 km’lik uzunluğundaki metro ile gurur duyuyorlar. Kolombiya’nın başka şehirlerinde metro yok. Tepelerde yerleşim yerleri yoğun olan engebeli şehirde toplu taşımacılık için metro sistemi ile entegre 3 adet metro cable denilen telesiyej sistemi yapılmış. Metro Park Berrio Metro İstasyonu girişine, daha önce burada bulunan ve metro inşaatı nedeniyle taşınan banka duvarını süsleyen Pedro Nel Gomez’in mural (duvar resimleri) yerleştirilmiş.

Buraya birkaç dakikalık yürüyüş mesafesinde 1925 yılında yapımına başlanıp, 1937 de tamamlanan Gotik tarzı bir yapı Rafael Uribe Kültür Merkezi bulunuyor. Bu bina Ulusal Anıt Yapı olarak kabul ediliyor.

Rafael Uribe Kültür Merkezi, Botero Park, Antioquia Müzesi birbirleriyle komşu. 7000 metrekarelik Botero Parkta, Botero’nun hediye ettiği 23 heykel sergileniyor.

Botero 1932 Kolombiya doğumlu, ekspresyonist bir ressam, 21.yüzyılın en ilginç ve dikkat çekici sanatçılarından. Tarzı şişman figürler. Mottosu “Şişman güzeldir, sempatiktir”. “İnsanlar çizimlerimi gördükleri zaman bana ait olduğunu hemen fark edecekler çünkü ben onlara inançtan kaynaklanan bir kişilik veriyorum” der. Hacimleri abartarak kullanan sanatçı, uzun yıllar yurt dışında yaşamasına karşın kendini Latin Amerika ruhlu ve ülkesi ile bütünleşmiş bir kişi olarak tanımlar.

Pedro Nel Gomez (1899-1984) Kolombiya’nın en ünlü mural sanatçılarından. Pedro Nel Gomez ve Botero’nun eserlerinin olduğu Antioquia Müzesi’ni geziyoruz.

Müze sonrası San Javier Metrocable İstasyonu’na geliyoruz. Burada ki 13. komünü (Medellin’deki 16 bölgeden biri) tepeden seyretmek için metrocable deneyimi yaşıyoruz.

Daha sonra San Javier’deki 13. komüne arabayla giderek dolaşıyoruz. Şehrin batısında bir dağ yamacında, merkeze en uzak komün. Bir zamanlar çete şiddeti, uyuşturucu kartellerin hakimiyeti ile tanınan, polisin bile giremediği bir yer. Bazı yerlerinde toprak kaymasının olduğu harap bir banliyö son 5-6 yıldır sanatçıların yaşamayı tercih ettikleri, sokakları muhteşem grafitilerle dolu, kısmen güvenli bir şekilde gezilebilen turistik bir merkez olmuş.

Buralara kadar gelip bir şey yiyip içmeden, alışveriş etmeden olmaz. Sanatçılara da destek olmak lazım diye düşünerek, Narcos dizisinde Escobar rolündeki sanatçının baskısı olan bir T-shirt alıyorum. Ama tedbiri elden bırakmayarak bir şey yemiyorum. Komünün 135 bini aşan nüfusunun yarısından fazlası genç.

Komün 13 den ayrılarak bu bölge ile sosyo- kültürel ve ekonomik alakası almayan başka bir Kolombiya gerçeğine gidiyoruz. Konakladığımız otelimiz Diez’inde bulunduğu Pablado’ya…Lleras Park otelimize çok yakın. Oraya doğru yürüyoruz. Etrafın 13.Komün ile alakası yok. Her yer çok şık. Parkın içi de çok güzel lokanta ve kafelerle dolu.

Ertesi gün 40-50 kişilik bir uçakla Quindio Bölgesi’nin başkenti Armenia’ya uçuyoruz. Armenia ülkenin orta batısında, 550 bin dolayında nüfusu olan küçük bir bölge. Ülkenin en önemli üç şehri Bogota, Medellin ve Cali arasında kalmış bir üçgen. Quindio 520 kuş türü, 60 dolayında memeli türünün yaşam alanı. Endemik pek çok bitki tehlike altında. Bölge Kolombiya kahvesinin en önemli üretim merkezlerinden biri. Üçgen şeklindeki bölgeden “Zona Cafetera” “Triangula del Cafe” (Kahve Üçgeni) diye bahsediliyor. Havaalanından hemen bir kahve çiftliğine gidiyoruz. Kolombiya kahve üretiminde dünya üçüncüsü. Çiftlikte kahve ve meyveler hakkında bilgileniyor, tadım yapıyoruz. Carambolo, chantadura (peach, palm), coco, curuba (banana passion fruit), granadilla, guama, papaya, ananas, muz, gulupa (purple passion fruit) çeşitleri ile bir meyve cenneti.

Pek çok kahve ülkesinde tadım yaptım, tercihim Guatemala.

Montenegro’daki Hotel Campestre Las Camellas da kalıyoruz. Sabah güzel bir kahvaltı sonrası yoldayız. Cocora Vadisi’ne Montenegro yol ayırımından saparken, buraları özetleyen bir duvar resmi önünde durup fotoğraf çekiyoruz.

Bölgenin özeti; kahve plantasyonları, çiftçiler, çiftlik evleri ve willyler… Sevindirici olan bir durum son yıllarda Kolombiyalı çiftçiler madenciliğe karşı toprağı, doğayı ve turizmi tercih ediyorlar.

Cocora Vadisi, And Dağları’nın Orta Condillera’sında yer alıyor. 1800-2400 metre yükseklikte. İsmini eski yerli bir prensesin “Su Yıldızı” anlamına gelen adından almış. 1985 yılında milli park olarak ilan edilmiş. Nevados Milli Parkı’nın içinde. Vadinin esas özelliği sayıları çok azalmış olan wax palmiyeleri, 60-70 metreye dek uzayan palmiyeler dünyanın en uzun ağaçlarından. Botanikçiler çürüme belirtilerinin belli olmaması nedeniyle türün tehlikede olduğunu söylüyor. FARC gerillaları yönetimindeki Tohecito Nehri civarında da wax palmiye ormanları olduğu söylense de oralara gitmek güvenlik açısından zor. Cocora Vadisi flora ve fauna (And kondoru, dağ tapiri, puma, tembel hayvanlar, gözlüklü ayı v.b) açısından çok zengin. Vakti olanlar için trekking ve at ile önerilen turlar var. Bizim vaktimiz sadece kısa bir yürüyüşe yeterliydi.

1950’li yıllara dek Kolombiya’da çok kahve üreticisi varmış, fiyatlar düştüğünden bugün üreticilerin çoğu butik üretici. Eski kahve çiftliklerinin çoğu otel olmuş.

Kolombiya vadilerle dolu bir ülke, gezerken bir vadiden diğerine geçiliyor. Toprak çok verimli, fauna, flora çok zengin. Çok büyük medeniyetlerin olduğu, arkeolojik açıdan zengin bir ülke değil.

Salento’ya doğru gidiyoruz. Salento Cocora Vadisi’ne yakın 7-8 bin nüfuslu, koloniyel mimarili küçük bir kasaba. Popoyan, Cali, Bogota geçiş yolları üzerinde, turistik bir kasaba. Burada kahve içiyor, alışveriş ediyor ve yemek yiyoruz. Quindu Restoran şahane. Ben alabalık sevmem ama Güney Amerika’da nereye gitsem şahane alabalıklar var. Burada da…

Yemekten sonra Santiago de Cali yolundayız. Yaklaşık 200 km’lik yolu 3 saat civarında alıyoruz. Kolombiya şartlarında çok iyi. Cali denizden 1000 metre yükseklikte Valle de Cauca bölgesinde. Kolombiya’nın büyük şehirlerinden, 100 kilometre batısında Kolombiya’nın önemli liman kentlerinden Pasifik Okyanusu’nda Buenaventura var. Civardaki yedi nehir burayı sulak bir alan yapıyor. Nüfusu 2.5 milyon dolayında. Kolombiya’nın en güzel insanlarının burada olduğu söyleniyor. 1536 da Sebastian de Belalcazar tarafından kurulan şehirde eskiden çok köle varmış. Halk köle, yerliler ve İspanyol karışımı. Aynı zamanda Kolombiya’nın spor başkenti, 1971 yılında yapılan Pan Amerikan Olimpiyatları sonrası şehir hızla büyümüş. Oteller yetmeyince halk gelenlere evlerini açmış. İnsanlar burası için “cennetin kapısı” demişler. 2016 FİFA Dünya Kupası, 1999 Dünya Patenli Hokey Şampiyonası gibi pek çok sportif karşılaşmaya ev sahipliği yapan şehir 2021 Junior Pan Amerikan Oyunlarına ev sahipliği yapmaya hazırlanıyordu. Son zamanlarda ucuz kozmetik cerrahi arayışında olanlar için önemli bir şehir. Cali salsanın başkenti. Temmuz ayında salsa festivali düzenleniyor. Halk işten sonra soluğu salsa salonlarında alıyormuş. Cali endüstrisi şeker kamışına dayanan bir şehir.

Başlarında Orejuela kardeşlerin bulunduğu Cali Karteli, önceleri Escobar’ın başında bulunduğu Medellin Karteli ile işbirliği yapar. Uyuşturucuda dünyayı paylaşmışlardır. Escobar Güney Amerika ve Amerika Birleşik Devletleri’nin güneyini alırken, Cali Karteli Amerika Birleşik Devletlerinin kuzeyi ve Avrupa’yı alır. Orejuela kardeşlerin sosyo-kültürel-ekonomik düzeyi, Escobar’dan daha iyidir. Escobar’ın yok edilme sürecinde devletle işbirliği yaparlar, 2000’li yılların başına kadar onlara dokunulmaz.

İlk durağımız Park el Gato de Tejada. Şehrin içinden geçen Cali Nehri çevresini güzelleştirmek için Bogota’da Rafael Franco atölyesinde yapılan 3 tonluk bronz bir kedi heykeli parka yerleştirilir. Daha sonra her biri farklı bir sanatçıya ait pek çok kedi parkı süsler.

Cali şehir manzarasını yukarıdan görmek için kurucusu Sebastian de Belalcazar’ın heykelinin bulunduğu tepeye çıkıyoruz.

Sonrasında ulaştığımız San Antonio Mahallesi’nin antika dükkanları, el sanatları atölyeleri ile sakin, bohem bir atmosferi var. Buraya geliş amacımız kolonyol mimarisi, beyaz cephesi ile San Antonio Kilisesi’ni görmek.

Şehir merkezinde yemek öncesi gece turu yapıyoruz. Ulusal Anıt olarak kabul edilen Belediye Binası oldukça etkileyici.

Hemen yakınında bir tütün şirketi tarafından, kültürel faaliyetlerde kullanılmak üzere belediyeye bağışlanan Sevilla Rönesans tarzı bir bina var.

Neo Gotik bir yapı olan La Ermita Kilisesi çok hoş.


Şehrin koruyucu azizi Merced adını taşıyan manastır kompleksi ulusal anıt olarak ilan edilmiş.

Akşam salsa dansı gösterisi eşliğinde yemeğimizi yiyor, Dann Carlton Otel’e gidiyoruz.


Sabah Cauca Bölgesi için yola çıkıyoruz, ilk durağımız Silvia Kasabası.


Silvia‘da Kolombiya Cauca Bölgesi’nin And Dağları’nın yerli halkı Guambianolar (Misak) yaşıyor. Huila Bölgesi’nde de yaşayan, tarımla geçinen ataerkil bir topluluk. Mavi pareolar, dikdörtgen pançolar, melon şapkalar, siyah etek, mavi eşarp geleneksel kıyafetleri. Diğer ülkelerdeki And yerlilerinin çoğu gibi kesinlikle fotoğraf çektirmek istemiyorlar. Ruhlarının hapsedildiğine, çalındığına inanıyorlar.

Misaklar dağ köylerinden Silvia pazarına mallarını satmak için gelirken, geçmişi 1900’lü yıllara dayanan chiva (keçi) adı verilen otobüsleri kullanıyorlar. Chivalar Güney Amerika And Dağları köylülerinin (özellikle Kolombiya ve Ekvator da) vazgeçilmezi. Metal ve ahşap karışımı, üste çıkan bir merdiveni de bulunan rustik kırsal taşıma araçları, genellikle Kolombiya ve Ekvator bayrağı renkleri ile boyanmış.

Öğlen geleneksel Paisa yemeği yiyoruz. Paisa halkının yaşadığı yer Paisa bölgesi olarak biliniyor. Bu halkın genetiği Extremadura, Endülüs, Bask, Katalan, İspanyol Sefarad Yahudileri, Kanaryalılardan izler taşıyor. Paisalar çoğunlukla Kolombiya’nın Antioquia, Caldas, Valla del Cauca, Quindio bölgelerinde yaşıyor. Paisa yemeği pirinç, kırmızı fasulye, sığır kıyması, sucuk/sosis, muz, mısır kızarmış yumurta, arpa, avokado ile yapılan bir yemek.

Yemekten sonra yola çıkıyoruz, 1.5 saat sonra Popoyan’dayız. Popoyan denizden 1760 metre yükseklikte Cauca bölgesinin başkenti, 300 bin dolayında nüfusa, kolonyal mimariye sahip şehir, ülkenin kültürel ve politik yaşamına yaptığı katkıyla ünlü. Çok sayıda devlet başkanı çıkarmış, bir üniversite şehri. 1537 yılında İspanyol istilacı Belalcazar tarafından kurulmuş. Binaların çoğu beyaz olduğundan “Beyaz Şehir” diye de anılıyor. Çok hoş ve güzel bir yer. 2005 de UNESCO tarafından gastronomi şehri ilan edilmiş.

Önce Morro del Tulcan’a gidiyoruz. Burası M.Ö 1600-500 yıllarında şehrin üst düzey kişilerin gömüldüğü bir piramit. İspanyol istilacılar 1535 de bulmuşlar. Burada istilacı ve şehrin kurucusu olan Belalcazar’ın, Popoyan’a tepeden bakan bir heykeli var.

Tepeden inerek şehrin en eski Katolik tapınağı La Ermita ya gidiyoruz.

Semena Santa (kutsal hafta-çile haftası) Hz. İsa’nın insanoğlu için acı çektiğine inanılan haftaya verilen ad. Bu tarihten yaklaşık bir hafta sonra Paskalya kutlanır. Semena Santa geleneği Orta Çağ İspanya’sına dayanıyor.

Yürüyerek Caldas Parkı’nın da olduğu şehir meydanına geliyoruz. Parkın ismini aldığı Caldas 1768-1816 yıllarında yaşamış Kolombiya’nın ilk bilim insanı olan bir Popayanlı.

Caldas Meydanı’nda etkileyici Popayan Katedrali önündeyiz.

Guillermo Valencia Ulusal Müzesi kapanmış, gezemiyoruz. Yürüyerek Humilladero Köprüsü’ne geliyoruz. 1800’lü yıllarda yapılan kemerli köprü, Popayan’da ulaşımın güç olduğu iki mahalleyi birleştiriyor. Köprüden şehri fotoğraflıyoruz.

Otelimiz yolunda San Fransisco Kilisesi’ni geziyoruz.

Popayan’da eski bir manastır olan Dann Monasterio Otel’de kalıyoruz. Akşam yemeğimiz de otelde şarap eşliğindeydi.

Güney Amerika’nın kuzeyindeki ülkeler şarap üretiminde pek başarılı değil. Daha çok ithal (Arjantin, Şili) şaraplar var. Otellerde orta kalitede şaraplar ortalama 60-100 bin Kolombiya doları. Buralar bira açısından zengin. 

Ertesi sabah Popayan’dan ayrılıyoruz. San Augustin yolundayız. 140 kilometrelik dağ yolunu aşacağız. And Dağları’nın bir parçası olan Central Cordillera sıradağlarını geçeceğiz. Cauca Bölgesi’nden, Huila Bölgesi’ne geçiyoruz. Popayan denizden 1700 metre yükseklikte, San Augustin de öyle. Yolculuğumuzda 4000 metre yüksekliklerini aşıyoruz. Yollar çok bakımsız ama büyüleyici. Köyler, inekler, patates tarlaları, yükseldikçe değişen fauna ve flora… 65 milyon yıl önce yükselmeye başlayan And Dağları, ormanların arasında sırt ve vadiler yaratıp, türlerin izole olarak biyoçeşitliliğin artmasına neden olmuş. Bu ülke dünyanın en geniş ikinci biyoçeşitliliğine sahip. Yüzlerce kilometrelik, içine girilemeyen ormanlar var. And Dağları’nın alçak noktalarında sis ormanları katmanı var. Dünyadaki pek çok önemli nehrin doğduğu bölge aynı zamanda dünyanın en ıslak yerlerinden.

Yolların bozuk olmasının nedeni, 2016 yılına dek bölgenin FARC gerillalarının kontrolünde olması nedeniyle hükümetin buralara girememesi. Şimdi de ekosistemi bozmamak için asfalt yapılmıyor. Yine 2016 da Kolombiya hükümeti buradaki 347 maden ruhsatını iptal etmiş.

Nihayet Paramo’dayız. Paramo Güney Amerika’nın orta ve kuzey kısmındaki And Dağları’nda sürekli orman çizgisinin üstünde, kalıcı kar çizgisinin altında kalan ekosisteme verilen ad. Dev çalılar, otlar, rozet bitkilerden oluşan bir dağ biyomu. Kuzey And Paramo (Cordillera Central Paramo) ekolojik bölgesi, Ekvador, Peru, Venezuela ve Kolombiya’da var. Ama en büyük alan Kolombiya’da. Kolombiya paramosu hep nemli, sıcaklık çok dalgalı. Hava koşulları ani ve şiddetli değişiyor. Tarım için paramo toprakları verimsiz. Yüksek rakımlı paramoda toplanan su kaynakları, daha alt rakımlarda kullanılıyor. 3000-3500 metre arasındaki subparamonun bazı kesimleri insanlar tarafından yok edilmiş. Ormanların bittiği bu yerde orman özelliğinde küçük çalılar var. 3500-4100 metre arasındaki çim-ot paramosu ise en geniş paramo. Rozet, bitkiler, otlar, çalılar, bodur ağaçlar var. 4500-4800 metre arasındaki superparamo ise kalıcı kar bölgesi altında gevşek taş ve kumlu toprak yapısında. En fazla güneş radyasyonu ve gece donuna sahip bölge. Paramoda kuşlar, sürüngenler, ayı, geyik, böcekler, kurt v.b yaşıyor. Yolda Cauca Bölgesi’nin ilk milli parkı olan Purace’de duruyor, fotoğraf çekiyoruz. Magdalena, Cauca, Japura, Patia nehirleri buradan doğuyor. Purace bölgenin tek aktif yanardağı, 4580 metre yükseklikte. Burada paramoya özgü frailejonlar (espeletia) olarak bilinen çok yıllık bir çalı cinsi ile karşılaşıyoruz. Ayçiceği ailesinden olan bitki koruma altında. Nemli ve yağışlı ortamda bol fotoğraf çekiyor, eşsiz deneyimimizin tadını çıkarıyoruz.

Paramoda bir mola veriyor, aguapanela içiyoruz. Aguapanela su ve panela (kurutulmuş şeker kamışı suyu) ile hazırlanan limon, portakal, süt, brendi ile karıştırılarak soğuk veya sıcak içilen bir Kolombiya içeceği. Burada içtiğim bana çok tatlı geldi. Ancak San Augistin’de lime ile içtiğim aguapanelaya bayıldım. Burada tamales yiyenlerde oldu, tamales Güney Amerika’nın pek çok ülkesinde tüketilen bir yiyecek. Otellerde kahvaltıda çok rastlanıyor. Muz yaprağına sarılarak pişirilen hamur. Hamurun içindeki maddeler ülkelere göre değişebiliyor.

Öğle yemeğine San Augustin’e yetişiyoruz. San Augustin Huila bölgesinde 34 bin nüfuslu bir kasaba. Buraya geliş amacımız San Augustin Arkeolojik Parkı ve Magdalena Nehri. Magdalena Nehri’ni ve havzasını uzaktan seyredip, fotoğraflıyoruz. Magdalena, Kolombiya’nın ana nehri. 1528 km uzunluğunda. Tatlı su balıkçılığı yapılıyor. Bir sürü kolları var. Huila Bölgesi’nde Andların arasında, zaman zaman platolarda kıvrılarak uzanıyor. Kolombiya’nın en yüksek (490 metre) tek damla şelalesini, Bordones Şelalesi fotoğraflıyoruz.

Dağlardan aşağı iniyor, Magdaline Nehri’nin en dar yerine gidiyoruz. Nehrin başlangıcı San Augustin’den çok uzak değil. Yeni doğan nehir burada 3 metrenin altında bir kanyondan geçerek, etrafta yükselen dik kanyon duvarları ve ormanlarla müthiş bir manzara oluşturuyor. Kolombiya bir su cenneti.

Konaklayacağımız Akawanka Lodge‘a hava kararmadan gidiyoruz. Hafif eğimli bir tepe üzerinde kurulu otel, göz alabildiğince yeşille çevrili. Müthiş huzur verici bir yer. Güneşi burada batırıyoruz.

Sabah San Augustin Arkeolojik Parkı’na gidiyoruz. Park 116 hektarlık alana yayılmış büyük bir nekropol. Latin Amerika’nın en büyük dini anıt ve megalitik heykel koleksiyonu burada. Heykellerin yoğun olduğu merkez, teraslar ve toprak yollarla birbirine bağlı. 1995 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde olan alan M.Ö 1000-M.S 900 arasına tarifleniyor. Bölge prehispanik kültürün en önemli odaklarından. Mezarlar, sütunlar, lahitler, doğaüstü varlıkların tasvir edildiği heykeller… Ölen atalar ve doğaüstü varlıklar ile kurulmaya çalışılan ilişki… Burada özenli bir cenaze mimarisi yaratılmış. Arkeolojik alanda yoğunluğun fazla olduğu bölgeyi yürüyerek gezseniz de bazı yerlere araba ile ulaşıyorsunuz. Yürüyerek enerjinin fazla olduğunu söyledikleri bir tepedeki heykellere ulaşıyor, muhteşem And Dağları’nı fotoğraflıyorum. Arabayla gittiğimiz La Pelota ve El Purutal sitelerinde boyalı megalitleri görme şansımız oldu. Burada 600 den fazla heykel var. İnsanlar burayı 1350 yıllarında terk etmişler. 18-19. yüzyılda yeniden keşfetmişler.

Öğle yemeğimizi bir evde yiyeceğiz. Kasabanın kıyısında yeşil bir tepede oturan rehberimizin evinde. Rehber bize yabancı değil. Paris de Müslümanların yoğun olduğu bir banliyöde büyümüş, dünyayı gezerken buraya hayran olup yerleşmiş genç bir Fransız. Evli, yemeği kayınvalidesi yapacak. Kolombiya mutfağından Ajiaco (tavuk, mısır, patatesin olduğu beyaz bir çorba).

Yemekten sonra kasabanın sokaklarında geziyoruz. Çok sakin bir yer. Beş-on turistik dükkanı, beş-on yerel dükkan, klasik tüm kasabalar gibi kilisenin olduğu bir meydan. And Dağları arasında bir kasaba. 

Sabaha karşı 03.15 de otelden ayrılarak yola çıkıyoruz. Hedef, Huila departmanının Magdalena Nehri kıyısında başşehir Neiva. Deniz seviyesinden çok yüksek olmaması ve ekvatora yakınlığı nedeniyle sıcak. Benito Salas Havaalanı’ndan başka bir Kolombiya bölgesine uçacağız. Magdalena bölgesinin başşehri Santa Marta’ya. Yolculuk 5 saat sürüyor. Neiva’da da bambuco dansı yapanların heykelleri bizi karşılıyor. Bambuco, Kolombiya And Dağları’na özgü bir müzik ve dans. Güney Amerika yerlileri ve İberlilerin karışımı melezler olan mestizo havası.

Havaalanında bir şeyler atıştırıp, Kogi’leri fotoğraflıyoruz. Kogiler, Kolombiya da Sierra Nevada de Santa Marta dağlarında yaşayan etnik bir grup. Rehberlik, liderlik, şifa için Mamos dedikleri (bir çeşit rahip) kişilere uyum sağlıyorlar. İspanyolların kıtaya gelişi ile birlikte dağlara kaçıp, izole bir yaşam sürmeye başlamışlar. Bir dönem ekolojik yıkım konusunda dünyayı uyarmak için BBC ekibinin içlerine girip çekim yapmasına izin verseler de, şimdilerde kimseyi yaşadıkları bölgeye istemiyorlar. İnanışları, yaşam tarzları, kıyafetleri, alışkanlıkları ile değişik bir And yerli grubu. Beyaz kıyafet giyiyorlar.

Akşamüstü Santa Marta’dayız. Kolombiya’daki ilk İspanyol yerleşimi. Sierra Nevada de Santa Marta Dağı bir yanında, Karayip Denizi öbür yanında. Kolombiya’da ulaştığımız en kuzey nokta. 500 bine yaklaşan nüfusu ile kalabalık bir yer. Otel Casa de Leda’da kalıyoruz.

Santa Marta tarihi ve modern şehrin birbirine karıştığı ızgara planlı bir şehir. Şehrin burada kurulma nedeni olarak, Sierra Nevada de Santa Marta dağlarında yaşayan Taironların (Kolomb öncesi etnik bir grup) altınlarını yağmalamak olduğu söyleniyor. Kogilerin, Taironların torunları olduğuna inanılıyor. Otele eşyalarımızı koyup, palmiye ağaçları ile çevrili Karayip Denizi sahiline güneşi batırmaya gidiyoruz. Paseo El Camellon deniz kenarında pek çok tropikal meyveler satan seyyar satıcı var.


Beyaz badanalı Katedrali, yeni ve koloniyal yapıların iç içe geçtiği dar sokakları, turistik çarşıları ile Santa Marta cazip, canlı, hayat dolu bir şehir.

Yavaş yavaş hava kararıyor, Parque de Los Novios etrafındaki kafeteryalar tıklım tıklım. Burası deniz ürünlerinden oldukça zengin. Kızarmış bir Karayip balığı yiyerek otelimize dönüyoruz.

Sabah Marquez’in büyülü dünyasına yolculuğumuz başlıyor. Kolombiyalıların GABO’su Marquez’in 1927 yılında doğduğu Aracataca’ya gidiyoruz. Gabo büyükannesi, büyükbabası ve teyzeleri ile aynı evde anne ve babasından uzakta büyür. Anne ve baba çalışmak için başka şehre gitmişlerdir. Hayatını emekli, saygıdeğer bir asker olan büyükbabası ve büyükannesinin anlattığı masallar şekillendirir. Büyülü gerçeklik akımının en önemli temsilcisidir. Güney Amerika’daki yaşamın, zıtlıklarını, uyumsuzluklarını; fantezi, realizm ve hayal gücü ile birleştirerek anlatır. 1982 Nobel edebiyat ödülünü aldığı “Yüzyıllık Yalnızlık” romanındaki olayların geçtiği Macondo aslında doğduğu Aracataca’dır. Büyükannesinden dinlediği öyküler, Aracataca’da gözlemledikleri, hayal gücü… Yüzyıllık Yalnızlığı kaç yılda yazdığını soranlara “Tüm yaşamım boyunca” diye cevap verir. Latin edebiyatını dünyaya tanıtan Gabo’nun çok sayıda yayınlanmış kitabı var. Gençlik aşkı Mercedes ile evlenen GABO 2014 yılında Meksika’da ölür. Arkasında pek unutulmaz deyişler bırakır. “İnsanoğlu anasının karnından çıktığı an doğmaz yalnızca; yaşam kendilerini defalarca yeniden doğurmalarına mecbur kalacaktır onları” der.

United Fruit Company’ye karşı koyan Güney Amerikalı aydınlardandır Marquez. 1871 yılında Amerikalı Henry Meiggs Kosta Rika hükümetine demiryolu yapmak için anlaşma imzalar. İnşaa ettiği demiryolunun iki yanına işçileri ucuz beslemek için muz ağaçları diker. Demiryolu inşaatı bitince muz ticaretinin karlılığını görür. Zamanla şirket Orta Amerika, Karayipler, Kolombiya, Ekvador, Guetemala’daki tüm çiftlikleri kontrol altına alır. 1930 da Orta Amerika’nın en büyük şirketidir. Üçüncü dünya ülkelerinde üretilen muz ve diğer tropikal meyve/sebzeleri A.B.D ve Avrupa’ya satmaktadırlar. United Fruit çıkar sağlamak için Latin Amerika hükümetlerine rüşvet vermekte, işçileri sömürmekte, ülkelere yatırım yapmamaktadır. Latin Amerika hükümet darbelerinde adı sıkça geçen şirkete, bağımsızlık taraftarı olan Marquez, Neruda gibi aydınlar şiddetle karşı çıkar. Şirket 1984 yılından beri Chiquita Brands International adı altında faaliyetlerini sürdürmektedir. Yani yediğimiz muzlara işçi kanı bulaşmıştır.

Aracataca Santa Marta arası 80 km, 1.5 saat sürüyor. Kasaba ile aynı adı taşıyan nehrin kıyısında 40 bin civarında nüfusu var. 19.yy sonlarında United Fruit Company buralarda geniş muz çiftlikleri kurmuş. Kasabanın sokaklarını ve bugün müze haline getirilen Marquez’in büyükbaba ve büyükannesi ile yaşadığı evini geziyoruz. Bahçede çok sevdiği sarı güller ve “Yüzyıllık Yalnızlık“ romanına gönderme olarak sarı kelebek maketleri var.


Daha sonra gazeteci, fotoğrafçı, karikatürist Leo Matiz’in evini ziyaret ediyoruz. Bir dönem Gabo ile arkadaşlıkları olmuş. Demiryolunu görüyor, Telegrafista Müzesi’ni geziyoruz ve Aracataca’ya veda ediyoruz.

Mompox’a gidiyoruz. Yaklaşık 230 -240 kilometrelik yol sonrası, bunaltıcı bir sıcak altında sokakları terkedilmiş gibi bomboş olan, kolonyal mimarili şehirdeyiz.

Mompox’un 40 bin dolayında nüfusu var. Magdalena ve Cauca Nehirleri’nin birleşim yerinde küçük bir ada da kurulmuş. Adayı ana karaya bağlayan köprü ise 2015 yılında yapılmış. UNESCO 1995 yılında Mompox’u Dünya Mirası Listesi’ne almış. Hotel Bioma’ya eşyalarımızı bırakıyor, sıcakta sokaklara fırlıyoruz.

Amerika’nın en büyük bataklık alanlarından birinde, sıcak nemli bir coğrafyada, Marquez’in filmlerinden ‘Kırmızı Pazartesi’nin içindeyiz. İlk durağımız telkâri işi yapan bir kuyumcu. Eskiden kuyumcuları ile ünlü olan şehir, İspanyol sömürgeleri için sikke basarmış. Biz bu işe yabancı değiliz. Daha iyileri Türkiye’de var. Zaman durmuş gibi görünen bomboş sokaklarında yürüyoruz. Kafelerde kahve içiyoruz. Nehir kenarında mojitolar içerek güneşi batırıyoruz. 

Ertesi sabah  Simon Bolivar’ın bir heykeli olan Özgürlük Alanı’ndayız. Simon Bolivar Güney Amerika ülkelerinin İspanyol İmparatorluğu’na karşı verdikleri bağımsızlık savaşının askeri ve siyasi lideridir. Güney Amerika’nın her ülkesinde izi var. Venezuela, Kolombiya, Ekvador, Peru, Bolivya bağımsızlık harekatının önderi. 1821 yıllarına dek Venezuela, Kolombiya, Ekvador, Peru, Panama Buyük Kolombiya adı altında tek devlet olarak İspanyol hakimiyeti altındaymış. Marquez, hayatını özgür bir Güney Amerika yaratmaya adamış, bir generalin kimine göre diktatörün son aylarını çok güzel anlattığı bir kitap yazmış. “Labirentindeki General”, Simon Bolivar’ın Magdalena Irmağı’ndaki son yolculuğunu, son günlerini anlatan bir kitap. Ölüm yeri Santa Marta olsa da, gömüldükten 2 yıl sonra mezarı Caracas’a nakledilmiş.

1800’lü yılların başında Mompox, Magdelena Nehri’nin en önemli liman şehirlerinden biridir. Bolivar bağımsızlık savaşlarından birinde Mompox’a sığınıp, buradan 400 Mompoxlu alarak Venezuela’nın yardımına gitmiştir. 

San Carlos Manastırı’nın önündeki heykelin üzerinde “Hayatımı Caracas’a borçluysam zaferimi Mompox’a” yazıyor.

Mompox bol kiliseli, kutsal bir şehir. San Fransisco Kilisesi önündeki geniş meydan Eylül aylarında caz festivaline ev sahipliği yapıyormuş.

Temeli 1541 de atılan, daha sonra yıkılarak 1843 de inşaatına başlanan ve 1931 yılına dek inşaatı devam eden Immaculate Conception Kilisesi. Bu Meydan “Kırmızı Pazartesi”nde yakışıklı Santiago Nasar’ın evinin olduğu, tüm kasabanın gözü önünde öldürüldüğü yer.

1613 de inşaa edilen başka bir kilise Santa Barbara.

Motorla nehirde gezintiye çıkıyoruz. Kuzey Kolombiya’nın iç tropik bölgesinde, ülkenin ana nehri Magdalena üzerinde 1540 da kurulan Mompox, nehir boyunca ülkenin iç kesimlerine bağlantıyı sağladığı için, ayrıca Cartagena’ya 250 km yakınlıkta olduğu için lojistik ve ticari açıdan çok önemli ve İspanyol sömürgeciliğinin kilit noktalarından.

Bulanık suyun bazı yerlerinde çocuklar suyun içinde. Güneşi batırıncaya dek tekne ile geziyoruz. Magdalena Nehri’nin drenaj alanını ülkenin % 24 ünü kapsamakta, Kolombiya nüfusunun % 66’sının bu nehrin havzasında yaşadığını düşünürsek bu nehrin Kolombiya için önemi daha iyi anlaşılır.

Kırmızı Pazartesi filminde yıllar sonra yaşlılığında Mompox’a dönen Bayardo San Roman’ın döndüğü nehir gemisinin yanaştığı iskeleden karaya çıkıyoruz.

Akşam yemeği için bir İtalyan lokantasına gidiyoruz. Seviniyorum. Öğlen nehir kenarında yediğimiz yerel lokantada etler sertti. Buradaki nehir balıklarını beğenmedim. 

Ertesi gün hedef Cartagena. Mompox Cartagena arası 250 km, yol çok kötü. 6-7 saat sürüyor. Burada Bantu Hotel’de kalıyoruz. Otel eski şehir merkezinde Kolonyal mimarili şık bir butik otel. Karayip Denizi kıyısındaki bu liman kenti 1533 yılında İspanyollar tarafından kurulmuş olsa da yerleşim merkezi olması M.Ö 4000’li yıllara dek dayanıyor. İspanyolların gelişiyle doğal kaynakların Avrupa’ya transferi, yerlilerin yok edilmeye başlanışı… Klasik Güney Amerika hikayesi. Şehir tarihte ülkenin iç kısımlarından Magdalena ve Sinu nehirleriyle getirilen malların ihracatının yapıldığı önemli bir liman şehriymiş. Tropikal bir iklim var.

Tarihi şehrin sokaklarında gezmeye başlıyoruz. Daracık sokakları, rengarenk kolonyal mimarili evleri ile Cartagena size görsel şölen sunan bir şehir.

San Pedro Claver Kilisesi önündeki kafelerde bir şeyler içiyoruz. Kolonyal binalarla kaplı tarihi şehirde Araba Meydanı, Saat Kapısı, Kemerli binası ve yan yana hediyelik eşya satan dükkanları ile Las Bovedas, San Pedro Claver Meydanı ve aynı isimli kilise, Bolivar Meydanı, Engizisyon Sarayı, Santo Domingo Meydanı ve kilisesi hep yürüyüş mesafesinde. Meydanlar kafelerle kaplı, sokaklar hediyelik eşya ve zümrüt satan mağazalar ile dolu. Kolombiya sokakları kahve kokan ülkelerden. Ulusal Kahve Üreticileri Federasyonu Juan Valdez isimli bir kahve ve kafeler yaratmış. Meydanlarda bulunan Palenqueras larla fotoğraf çektirmek paralı. Palenqueras rengarenk elbiseli, bazen başlarında egzotik meyvelerin olduğu çanaklar taşıyan Afro kadınlar. Mochila (renkli farklı model çantalar) paranız varsa zümrüt buradan alınacak hatıralık eşyalar.
Güneşi batırmak, akşam yemeğinden önce birşeyler içmek için Karayip Denizi’ne bakan surların (Las Murallas) üzerinde bulunan kafelerde oturacak bir kişilik yer bulamıyoruz. 16. yy sonunda inşa edilmiş surlar bir mühendislik harikası. Yaklaşık 11 km ve büyük bir kısmı orijinal olarak korunuyor. Bu Güney Amerika ruhu biraz  Akdeniz ruhu belki ondan buralara doyamıyorum.

Gecesi de gündüzü kadar renkli olan bu şehirde güzel bir akşam yemeği sonrası otelimize dönerken Gabo’nun neden “ Ve zaman ilerleyip anılarımı canlandırmak istediğimde, her zaman Cartagena’dan bir olayı, yeri ve karakteri çağırırım” dediğini anlamaya başlıyorum.

Sabah kahvaltı sonrası UNESCO’nun Dünya Mirası Listesine aldığı San Felipe de Barajas Kalesi’ne gidiyoruz. Kale 1536 yılında İspanyollar tarafından inşa edilmiş. Bir tepe üzerinde şehri kara ve denizden gelen saldırılara karşı koruyabilecek bir konumda.

Kalede bir dükkanda sadece kapı tokmakları var. Eskiden Cartagena’da evlerin kapısı üzerindeki tokmaklar ev sahibinin hangi işle uğraştığını gösterirmiş.

Bir sonraki durağımız La Popa Manastırı. 1600 yıllarının başında vahşi bir doğanın olduğu La Popa Tepesi’nde inşaatına başlanmış.

Bu tepeden Cartagena’nın panoramik manzarası müthiş. Karayip Denizi, Bocagrande gökdelenleri, surların arkasında kalan eski şehir, kale…

La Popa’dan sonra Getsmani’deyiz. Plaza de la Trinidad’dan mahalleye giriş yapıyoruz. Getsmani mahallesi 1811 bağımsızlık mücadelesinde çok büyük destek verdiği için bu meydanın Özgürlük Meydanı adını almasını istemişler. Ama bu alan 1643 de kurulan Holy Trinity Kilisesi’nden aldığı adı taşımaya devam ediyor. Bugün performans sanatçıları, aerobik-zumba gösterisi yapanlar ile karşılaşılan, pek çok etkinliğin sergilendiği, insanların birbirleriyle tanıştıkları bir alan. Sokaklar çok canlı. Cartagena –Karayip kültürünü tanımak ve yeni arkadaşlar edinmek isteyenlere burada bir gece öneriliyor. Duvarları grafitilerle dolu sokaklarda yürüyor, kahve içiyor, fotoğraf çekiyoruz.

Yürüyerek surların içindeki eski şehre dönüyoruz. Müzeye çevrilen San Pedro Claver Manastırı’nı geziyoruz. 

Cartagena sokaklarında Santo Domingo Meydanı’ndan La Aduana’ya, oradan Los Coches’e akşam yemeğine dek geziyor, kahve içiyoruz.

Ertesi sabah Bogota’ya uçuyoruz. Bogota Kolombiya’nın başkenti ve en büyük şehri. Kolombiya’nın ekonomisi ve endüstrisinin kalbi. Quito ve La Paz’dan sonra Güney Amerika’nın en yüksek üçüncü başkenti. Ama La Paz ve Quito’nun nüfusu daha az. Son yıllarda sıkı önlemler alınsa da dünyanın en şiddet dolu şehirlerinden biri. Doğu And Dağları’nın eteklerindeki bu şehir 10 milyona yaklaşan nüfusu ile Güney Amerika’nın en hızlı büyüyen metropollerinden.

Havaaalanından Zipaquira’ya hareket ediyoruz. Burada bulunan eski bir tuz madeni ve içinde bulunan yer altı kilisesini ziyaret edeceğiz. Yerin 180-200 metre derinliklerine inen pek çok galeriden oluşan arkitektonik bir olaya şahit oluyoruz. Tuz Katedrali hem dini mabet (1995 yılında açılan bir katedral var) hem müze işlevi görüyor. Çok güzel ışıklandırmışlar.

Otelimiz La Candelaria’da, Bogota’nın tarihi merkezinde, arnavut kaldırımlı kalabalık dar sokaklar kimi zaman ürkütücü bir sokakla kesişiveriyor. Bolivar Meydanı ve Ulusal Katedral iki blok ötemizde. Otel hayatımda ilk kez şahit olduğum bir uygulama yapıyor, herkese otel de kaldığımıza dair otel pasaportu veriyorlar. İklim açısından önerilebilecek en iyi ayda Bogota’dayız. Monserrate Manastırı’na doğru yola çıkıyoruz. Manastır deniz seviyesinden 3150 metre yükseklikte. Bir kısmını finüküler ile bir kısmını yürüyerek çıkıyorsunuz. Ormanlık alanda isterseniz hepsini tırmanın. Ama yol güvenliği soru işaretli. Monserrate Tepesi Kolomb öncesi kutsal kabul edilen dağ Hristiyanlar için bir hac yeri. Emekleyerek tırmanan pek çok insan görüyoruz. Tepeden Bogota ayaklarınızın altında.

Altın Müzesi’ne (Museo de Oro) doğru yola çıkıyoruz. 1939 yılında açılan müze, insanların altın merakını Kolombiya’da Kolomb öncesi yaşayan halklardan başlayarak belgelemiş. 2008 de genişletilen modern müzeciliğin iyi bir örneği. 55.000 den fazla eser bulunuyor.

Öğle yemeğini La Candelaria’da bulunan El Gato Gris’de yiyoruz ve La Candelaria sokaklarında gezmeye başlıyoruz.

La Candelaria’nın kolonyal mimarili, Arnavut kaldırımlı, grafitili duvarlarla kaplı sokakları çok sevimli. Tezgahlarına el yapımı takılarını koymuş hippi gençlerin uzağından geçmeye çalışıyorum.

Bogota güvenli mi? Yerel rehber turistik bölgelerin dışına çıkmak, yalnız gezmek, gece taksiye binmek, çantalarımıza sahip çıkmak konusunda bizi uyarıyor. Bogota dahil olmak üzere tüm Kolombiya 5-10 yıl öncesine göre daha güvenli olsa da, güvenli ve turist dolu bir ülke haline gelmek için başlatılan süreç devam ediyor. Şiddet ve uyuşturucu ile dolu bir geçmişi silmek kolay değil.

Şimdi Botero Müzesi yolundayız. Kolombiya’da pekçok müze ve tarih eser Merkez Bankası (Banco de la Republica) yönetiminde. La Candelaria’da, 1955 yılına dek başpiskoposun ofisi olan bir sömürge evini Merkez Bankası’nın müzeye dönüştürmesi sonucu çok güzel bir müze ortaya çıkmış Tabii bu işin rehberlik ve küratörlük kısmı Botero’ya ait. Botero 208 parçalık bir koleksiyonu buraya bağışlamış. Botero’nun eserleri dışındaki (85 parçalık) koleksiyonda Picasso, Renoir, Leger, Monet, Bacon, Calder, Freud, Giacometti, Beckmann gibi sanatçıların olması bu müzeyi Güney Amerika’nın en önemli beş uluslararası sanat koleksiyonu arasına yerleştirmiştir.

Müzeden ayrılıp, yürürken bir kitapçıya giriyoruz. Gelmeden evvel çok araştırmama rağmen Kolombiya hakkında Türkiye’de bir kitap bulamadım. Ne yazık ki bu muhteşem kitapçıda da kendi ülkelerini anlatan İngilizce bir seyahat kitabı bulamadım.

Yürüyerek Bolivar Meydanı’na geliyoruz. Burası başkentin tarihi merkezindeki ana meydan. Meydanın doğusunda Bogota 1. Katedrali, güneyinde Ulusal Meclis Binası, batısında Belediye Binası (Lievano Sarayı), kuzeyinde Adalet Sarayı var. Binalar tarihi ve mimari açıdan önemli. Burası aynı zamanda bir buluşma noktası.

Son durağımız Bogota ile Kolombiya gezimizi tamamlıyoruz.

Son Söz

Marquez’in, Botero’nun, Escobar’ın ülkesi; Dağlar, platolar, nehirler, yeşilin en güzel tonlarının olduğu büyüleyici doğa; Müthiş kolonyal şehirler; Salsa; Paramo; Tropikal Meyve Cenneti allahısmarladık.
“Bir sona geldiğin için ağlama, onu yaşadığın için gülümse” Gabriel Garcia Marquez.

Ronda Gezi Rehberi: Endülüs Güzeli

Ronda, İspanya Endülüs bölgesinin en eski kasabalarından biri. Kayalıkların üzerine kondurulmuş bembeyaz evler, taş köprünün altında sarp vadi ve derinden akan nehir ile etkileyici, ürkütücü, çarpıcı manzaralı. Kasaba El Tajo Kanyonu’nun üzerine kurulmuş ve bu muhteşem kanyonu 120 metre derinlikte akan Guadavelin Nehri ikiye bölmektedir.

Ronda tarihi, çok özel coğrafi yapısı, sevimli bembeyaz evleri, daracık parke taşlı sokakları, kafeleri ile ilgi çeken 35.000 nüfuslu küçük bir kasaba. Türkiye’den düzenlenen Endülüs turlarının çoğunda yer almasa da kendi programını yapanlara mutlaka uğramalarını öneriyorum. Günübirlik gidilebileceği gibi bizim gibi bir gece kalıp doyasıya gezebilirsiniz. Küçük bir kasaba, her yerini adım adım dolaşmak keyifli oluyor.

Şehirde yerleşim M.Ö 6. yy’a kadar gitmektedir. Şehir statüsüne Romalıların lideri Julius Caesar zamanında kavuşmuş. Roma İmparatorluğu’nun çöküşü sonrası Suevilerin, Vizigotların hakimiyetinde kalmış. 713 yılında da Endülüs Emeviler şehri almışlar. Ronda Endülüs bölgesinde Arapların en son terk ettikleri yer olmuş, coğrafi yapısının etkisi olabilir mi acaba. Şehir 1485 yılında İspanyollar tarafından alınmış. 17.ve 18. yüzyıllarda şehir kuzeye yeni şehre doğru genişlemiş. Eski şehir ve yeni şehri birbirine bağlayan taş köprü Puante Nuevo 1793’te tamamlanmış.

Napolyon Bonaparte’nin 19. yy. başındaki işgaline karşı gerilla savaşları ile kasaba korunmaya çalışılmış. İspanya İç Savaşı sırasında faşiştlere karşı ciddi savaş verilmiş, kayalıklar üzerinden faşiştlerin atılması sahnesi Ernest Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanında yer almış.

Ulaşım
Ronda’ya biz Granada’dan otobüs ile ulaştık. Ronda’ya direk otobüs yoktu önce Granada’dan trenle Malaga’ya gittik yarım gün Malaga’yı dolaşıp öğleden sonra Ronda’ya otobüs ile ulaştık. Malaga’ya THY’nin direk uçuşu var, Malaga’dan Ronda’ya hem tren hem otobüs ile 1 saat 45 dakikada ulaşılabiliyor. Bizim rotamızda Ronda’dan sonra Sevilla yer alıyordu. Ronda’dan Sevilla’ya trenle 3 saat otobüs ile 4 saatte ulaşılabiliyor.
Konaklama

Ronda çok büyük bir şehir olmadığından Malaga veya Seville’den günübirlik gezi yapılabilir. Ancak biz bir gece kalmayı tercih ettik. İlk gün geç öğleden sonra ulaştık ancak hava geç karardığı için aydınlıkta yeni şehri ve eski şehrin bir bölümünü gezebildik. Bir gece sevimli temiz merkezi Hotel Virgen de los Reyes’te kaldık.

Ronda’yı önce video ile gezmek isterseniz.

Gezilecek Yerler

Ronda’yı bir turizm ofisinden ya da otelinizden şehir haritası edinip gezmeye başlayabilirsiniz. Biz otelimizden aldığımız harita ile çok kolay bir tur yaptık.

Puante Nuevo

Ronda şehrinin hatıralardan silinmeyecek, tablo gibi görüntüsü bu köprü ile bütünleşiyor. Günümüzdeki Ronda iki bölümden oluşuyor. La Cuidad (eski, tarihi şehir) ve El Mercadillo (modern şehir). Yeni köprü (Puante Nuevo) 18.yy’da yapılmasına rağmen şehirdeki üç köprüden en yenisi olduğu için bu isimle adlandırılıyor. Köprünün yapımı 42 yıl sürmüş. Köprü eski ve yeni şehri birbirine bağlayan dik kayalıkların üzerinde aşağıda akan nehir görüntüsü ile harika bir manzara sunuyor.

Köprüye gelmeden yeni şehir tarafında Alameda Park’ta düzenlenmiş seyir terası da özellikle güneş batışı sırasında bu sıra dışı coğrafyada doyumsuz bir görüntü sunuyor.

Plaza de Toros
Ronda ayrıca İspanya boğa güreşlerinin de doğum yeri olarak biliniyor. 1785 yılında yapılan Plaza de Toros İspanya’nın en eski ve en güzel Boğa güreşi arenasıdır. 5000 kişilik seyirci kapasitesine sahip arena da ayrıca bir müze bulunmakta. Giriş 7 Euro, her ne kadar bu arena da boğa güreşi izleyemeseniz de İspanya kültürüne özgü bu alanda bulunmak, seyirci sıralarında oturmak boğa güreşlerinin özel gösterişli aksesuarlarını izlemek heyecan veriyor.

Pedro Romero modern boğa güreşlerinin babası. Müzede onun kıyafetleri, aksesuarlarının yanı sıra Picasso’nun ‘buste de matador’ isimli tablosu da sergileniyor.

Köprünün girişindeki meydan hareketli. Köprünün yanında kanyon üzerine evler, oteller, kafeler özel olarak yerleştirilmiş biblolar gibi görünüyor.

Eski şehirde ilerlerken karşımıza çıkan Lara Müzesi özel bir müze. Juan Antonio Lara Jurado 10 yaşından beri topladığı özel kolleksiyonunu bu müzede sergilemektedir. Kendisi şu anda 70 yaşında ve binanın üst katında oturuyormuş. Tarihi silahların, saatlerin, kıyafetler, dikiş makineleri, telefonlar yer alıyor müzede. Giriş 3 Euro, biz sadece kapıdan bakıp geçtik.

Yeni köprüden yürüyerek eski şehrin sokaklarına girince hemen sağda Hemingway kafe yer alıyor. Hemingway’in “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” romanını yazarken zaman geçirdiği kafe olsa gerek. Hemingway kasabanın güzelliği, İç savaş sırasında faşistlere direnişi yanı sıra boğa güreşlerine düşkünlüğü nedeniyle kasabada yaşamış.

Plaza Duquesa de Parcent Ronda’nın en güzel meydanlarından biri. Meydanda yer alan Santa Maria del Mayor Kilisesi Ronda’da görülmesi gereken bir kilise.

Ronda

Kilise olarak 14. yy’da yapılmasına rağmen asıl olarak Emeviler döneminden kalan Medina Cami’den dönüştürülmüştür. Asıl ilginci Kilisenin yerinde M.Ö 45 yılında Sezar’ın Ronda Savaşı’nı kazanması anısına Diana Tapınagı’nın olması, sonrası Vizigotlar zamanında kilisenin yapılması sonra cami ve en son tekrar kiliseye dönüştürülmesi. Yani yapı her kültürde dini merkez olmuş.

Socorro Meydanı ortada heykel, kilise ve meydanda yer alan kafeler ve restoranları ile güzel bir meydan. Biz ilk akşam bu meydanda tapas eşliğinde sangaria içtik.

Iglesia del Espíritu Santo

16.yy’da yapılmış, gotik katolik kilise, kiliseyi gezmek ücretsiz ancak kuleye çıkmak ücretli.

Iglesia de Padre Jesús sadece özel törenlerde açılan kulesi ve girişi 16.yy başında yapılmış küçük sevimli bir kilise.

Arap Hamamı (Arabic Baths)
Iglesia del Espíritu Santo’nun yanından merdivenlerden inerek surların dışına çıkarak Arap Hamamlarınayöneldik. 13.yy’da yapılan Ronda’daki Hamam Arap hamamları arasında bugüne kadar en iyi korunmuş hamamlar arasındadır. Kalıntıları gezmek için 3,75 Euro ödenmesi gerekiyor. Biz içine girmeden sadece dışarıdan bakmakla yetindik.

Arap Hamamının yanından merdivenlerden çıkarak Puenta Wiejo köprüsüne ulaştık. Köprü 16.yy’da yayalar için yapılmış, arabalar Puante Nouve’den geçiyor.

Köprüyü geçip Emevi döneminden kalan bembeyaz boyalı evler arasında, dar sokaklarda dolaştık.

En ünlü alışveriş caddesi Espana’da çok sayıda alışveriş için dükkanlar yer alıyor. En çok ilgimizi çeken birbirinden güzel yelpazelerin sergilendiği dükkan oldu.

Ronda’da hem yeni hem eski şehirde çok güzel kafeler restoranlar yer alıyor. Soluklanmak, kahve içmek için de asıl İspanyol Tapasları ile birlikte şarap veya sangaria içmek için de uğramayı unutmayın.

Son Söz

Endülüs İspanya’da görülmesi gereken bir bölge. Endülüs gezisinde Granada, Sevilla, Cordoba daha büyük ve öncelikle gezilen şehirler. Ülkede 7 yüzyıl kadar hüküm süren Emevilerin bölgeye tarihi, kültürel, siyasi etkileri görülüyor. Ronda diğer üç şehir kadar büyük olmasa da gerek Arap Kültürü etkisi, gerekse çok farklı coğrafi yapısı nedeni ile görülmesi gereken bir kasaba. Biz bir buçuk günde şehrin büyük bölümünü yürüyerek dolaştık. Ancak Mondragon Sarayını gezemedik. İslam, Gotik ve Rönesans mimarisi karışımı olan sarayın ve güzel bahçesinin de görülmesi gerekmektedir. Ayrıca köprüden inerek etkileyici kanyonda yürüyüş yapılabilir. Asıl önemlisi Endülüs gezinizde biraz yolunuzu uzatmak zorunda kalsanız da bu güzel kasabadan yolunuzu geçirmeye çalışmanızı öneriyorum.

‘Hanbok’-Geleneksel Kore Giysisi ile Turistlere Unutulmaz Anlar

‘Hanbok’ ile Kore devletinin uyguladığı Kore’nin somut olmayan kültürel mirasını koruma politikası turistlere unutulmaz anlar yaşatıyor. 

Hanbok geleneksel Kore giysisine verilen isim. M.Ö 50’lerde kullanılmaya başlanan ve 100 yıl öncesine kadar halkın günlük giysileri olan hanbokların yerini 20.yy’da batı tarzı kıyafetler almış. Geleneksel kıyafetler de sadece düğün, ölüm, doğum günü gibi özel kutlamalarda kullanılır hale gelmiş.

Ülkenin geleneksel değerlerine sahip çıkan Kore devleti geleneksel kıyafetleri günümüzde de kullanılır hale getirmek için etkin bir politika uygulamaya başlamış. Öncelikle ‘Hanbok’ ulusal somut olmayan kültürel miraslar arasına alınmış, her yıl 21 Ekim tarihi ‘Hanbok Günü’ olarak kutlanmaya başlamış. Ülkenin modern giyim tasarımcıları ile işbirliği içinde çalışmalar yapılmış. Son yıllarda dünya çapında ünü artan Kore müzik grupları (K’Pop)  ve Kore dizileri (K-drama) aracılığı ile uluslararası arenada da bu kıyafetler tanıtılmaya başlanmış.

Devletin çalışmaları bu kadarla sınırlı kalmamış. Günlük yaşamda da hanbok kullanımını yaygınlaştırmak için çok ilginç bir strateji uygulanmış. Hanbok ile dolaşan kişilerin saraylara bilet ücreti ödemeden girebilmeleri düzenlenmiş. Bu düzenlemenin yansımalarını Seul sokaklarında görüyoruz.

Hanbok ile Seul’u gezmek ister miyiz? Linkimiz aşağıda.

Seul Gezi Rehberi: Teknoloji ve Tarihin Harmonisi 

Bu yöntem sayesinde biz de hankok giyerek ülkenin kültür mirasının korunmasına katkı sağladık. Nasıl derseniz; başkent Seul’daki ilk günümüzde Changdeokgung Sarayı’nın önünde dolaşırken uzun, renkli geleneksel kıyafetli kişilerin saraya girdiklerini gördük. Önce anlayamadık ne olduğunu, herhalde bugün özel bir gün veya özel gösteriler var sarayın içinde diye düşündük. Merakla incelerken şık kıyafetli  kişileri, bazı ayrıntılar dikkatimizi çekti. Kıyafetler içindeki kişiler Koreli değil daha çok turistlere benziyordu, üstelik kadınların uzun elbiselerinin altında spor ayakkabıları vardı. Bir anlam veremeden şaşkın şaşkın bakakaldık. Sonunda dayanamayıp bu kıyafetler içindeki bir çiftin yanına yaklaştık. Çok güzel kıyafetleriniz var, çok yakışmış size, bugün özel bir gün mü diye sorduk. Çift kendilerinin Avusturalyalı turistler olduğunu ve kıyafetleri de birkaç saatliğine kiralayıp, sarayları onunla dolaştıklarını ve saraylara giriş ücreti ödemediklerini söylediler.

Evet durum anlaşılmış idi, biz de hemen harekete geçmeliydik. Seul programımızda öncelikle Changdeokgung ve Gyeongbokgung saraylarını gezmek vardı. Changdeokgung  Sarayı’nın çevresine bakındık,  karşı sokakta birden fazla dükkanın önünde ‘rental hanbok’ yazısını gördük. Bir anda kendimizi bir dükkanın içinde bulduk.  Çalışanlar hemen çevremizi sardılar, askılardaki rengarenk kıyafetler içinden beğendiklerimizi seçtik. Bizi giydirdiler, saçlarımıza süslü tokalar taktılar, 19.yy Koreli kadınlara dönmüştü aynadaki görüntümüz. Tek farklılık ayaklarımızdaki spor ayakkabılardı. O kadarcık kusur da olsun varsın, zaten uzun elbiselerimiz ayakkabılarımızı gizliyordu. 

Renkli hanboklar üzerimizde keyifle sarayın kapısına geldik. Kapıda uzun bir bilet kuyruğu vardı. Tabi biz kuyruğa girmeden kapıya yöneldik, kapıdaki görevli hafifçe öne eğilerek yol verdi. Biz sırt çantaları sırtında, uzun kuyruklarda beklemeye alışkın turistler kişilik değiştirmiş idik. Saygı ile eğilerek kapılar açılıyordu şık kıyafetli turistlere. Tabi bu arada sürekli taşıdığımız ağır seyahat çantaları da dükkanda bırakılmış, ellerimizde kıyafetimize uygun zarif çantalar ile dolaşmaya başlamıştık.

Sarayın kapısından heyecanla girdikten sonra yapacağımız tek şey, sakura çiçekleri ile bezenmiş sarayın her bir köşesinde poz vermek olmuştu. Bu kadar yıldır çok farklı ülkede gezmiş, çok farklı kültürler, düzenlemeler ile karşılaşmıştım. Buna benzer bir uygulamayı hiçbir ülkede görmemiştim. Devlet saray giriş ücretinden fedakarlık etmiş gibi görünüyor. Ancak ne çok hedefe kolaylıkla ulaşıyor. Geleneksel kıyafetleri turistlere bile giydiriyor, unutulmaz anılar yaşatıyor, geleneksel kıyafetlerin korunması, kullanımının yaygınlaştırılmasını sağlıyor. Kıyafetleri üretenler, kiralayanlar aracılığı ile çalışana gelir yaratıyor, tekstil sektörünü canlandırıyor.

Kıyafetler saatlik kiralanabiliyor, birçok ülkede bu kıyafetler sadece fotoğraf çekimi için kısa süreli giydiriliyor idi. Burada ise isterseniz bir saat ya da daha uzun saatler kiralayabiliyorsunuz. Biz dört saatlik kiraladık, rahat rahat dolaşalım bol bol fotoğraf çekebilelim diye. Dört saat için 15.000 Kore Won ödedik. Sarayların her birinin giriş ücreti 3000 Won idi. Biz iki saray için 6000 Won ödemek yerine biraz daha fazla ödeme yapsak da kıyafetler içinde sarayda dolaşmak ve renkli pozlar vermek ödenen her bir Wona değdi gibi. Aslında saray giriş ücretlerini düşünce sadece 9000 Won fazla ödedik kıyafetler için. Bu rakam da Türk Lirası olarak 150 TL’nin altında bir rakam. Kore hükümetinin uygulamasının kıyafet kiralamasından yüksek bir gelir sağlamak olmadığı, kültürel mirası korumak amacı olduğu ne kadar açık görünüyor.

Bizler de turist olarak Kore’nin kültürüne, ruhuna, tarihine çok daha fazla sıcaklık ve merak duyarak dolaştık.

Mısır Hurghada Gezi Rehberi: Kızıldeniz’in İncisi

Hurghada, Kızıldeniz’in inci kolyesi, 36 km uzunluğundaki sahili, harika plajları, çok uygun fiyatlı lüks otelleri, su sporları merkezleri ile her mevsim tatil yapılabilecek özel bir belde… Bu özellikleri 1990’lara kadar küçük bir balıkçı kasabası olan Hurghada’yı  Mısır’ın çok turist çeken bir tatil bölgesine dönüştürmüş.

Hurghada Mısır’da, Afrika kıtasında, Orta Doğu’da, dünyanın en eski ve önemli medeniyetlerinin beşiğinde yer alıyor. Kızıldeniz kıyısında sadece deniz-güneş tatilinin ötesinde farklı özelliklere sahip. Bizim için de Afrika kıtasında bir Arap ülkesi olarak farklı bir kültürel ve coğrafi yere sahipliği cazibesini arttırıyordu.

Hurghada’ya, yedi yıl önce kasım ayında arkadaşlarım ile sadece deniz güneş tatili planlayarak gitmiştik. 2022 yılı kasım ayında ise daha geniş kapsamlı Mısır gezisinin içinde bir destinasyon olarak tekrar gittik. Her iki gezimizde de sonbaharda ılık havada Hurghada gözümüze, ruhumuza, zihnimize güzel geldi.

Hurghada küçük bir yer olmasına rağmen çok fazla aktivite yapılabilecek bir şehir. İlk gezimizde Hurghada’da gördüklerimiz ve yaşadıklarımız beklentilerimizin çok üzerinde oldu. Sekiz gün dolu dolu gezmemize rağmen daha çok zamanımız olmasını diledik. İkinci gezimizde Hurghada’ya ayırdığımız süre 3 gece idi. Bazı yerleri ikinci kez gezdikten sonra tüm şehri tekrar dolaştık. Yeni Hurghada çok büyümüş, yeni oteller açılmış, bina sayısı çok artmış, Marina yeniden düzenlenmiş, çok şık kafeler, restoranlar açılmış. Caddeler, dükkanlar turistlerin ilgisini çekecek şekilde düzenlenmiş. 

Hurghada’yı programlarına alacak gezginlere önerimiz, burayı 2-3 günlük deniz-güneş tatili geçirilecek küçük bir sahil kasabası olarak düşünmek yerine, diğer aktiveleri de gerçekleştirebilecekleri bir yer olarak ele almaları ve zaman planlamasını buna göre yapmalarıdır.

Niçin Hurghada

*Öncelikle 15 Nisan 2023 tarihinden itibaren eski sıkı önceden vize alma zorunluluğu kalktı. Umumi pasaport sahibi Türk Vatandaşları 15 dolar ile kapı vizesi alabilmekte.

*Çoğunluğu Kızıldeniz kıyısında yer alan 100’den fazla sayıda otel, harika plajları ve yapılacak çeşitli etkinlikler bulunmaktadır. Yıl boyunca her mevsim tatil yapılabilecek bir yer olan Hurghada’da Kızıldeniz’de dalmak isteyen her düzeydeki dalgıçlara çok sayıdaki Scuba Diving okulları ile hizmet verilmektedir.

*Diğer yandan tarih ve kültür keyfi yaşatmaktadır. Mısır Piramitlerinden sonra en çok turist çeken yerler olan Luxor ve Aswan tarihi bölgelerine ulaşılabilir bir mesafede yer almaktadır.

*Hurghada’ya gitmek için dalgıç olmanız gerekmiyor. Kızıldeniz’de tekne gezintisi, snorkelli veya snorkelsiz yüzmek, denizaltında rengarenk balıklar ve deniz canlılarını görmek, güzel bir havada rüya gibi plajlarda uzanmak, ayrıca Nil Nehri’nde gece gemide kalmalı veya günlük Nil turu yapmak ve çöl safarisi tercihleriniz arasında yer alabilir.

*Ayrıca balayı turları arayanlar, Miami, Maldivler, Bali, Tayland, Cancun gibi ulaşımı çok uzak yurt dışı turlar arayacaklarına hem yakın, hem uygun fiyatlarla 3 veya 4 günlük güneş-deniz tatili yapabilir, özel balayı fotoğraf çekimlerini bu doğa harikası yerde gerçekleştirebilirler.

*Hurghada çok uygun fiyatla deniz-güneş tatili yapabileceğiniz bir şehir. Her şey dahil oteller, apartlar da Türkiye’den çok daha uygun fiyatlarda…

*Ayrıca yine Kızıl Deniz kıyısındaki Şarm El Sheikh sadece turistik otellerle dolu deniz kenarı bir bölge iken Hurgada’da bir şehir merkezi bulunmakta, Mısır halkının günlük yaşamını ve kültürünü de daha yakından görebiliyoruz…

*Ulaşım çok kolay; sadece 3 saatte İstanbul’dan direk uçuş ile ulaşabiliyorsunuz.

*Alışveriş yapmak isterseniz -pazarlık yapmak şartı ile- uygun fiyatlar bulabilirsiniz.

Bu arada diğer bir tatil yeri, Sharm El Seyh’de Kızıldeniz’de dalgıçlar için bir cennet. Orayı da gezmek ve Hurghada ile karşılaştırmak isterseniz yazım linkte.

Sharm El Sheikh Gezi Rehberi: Kızıldeniz’de Sualtı Cenneti

Hurghada’ya Ulaşım

Hurghada’ya THY ve Pegasus Havayolları’nın İstanbul’dan direkt uçuşu bulunmakta ve yolculuk sadece 3 saat sürmekte. Ayrıca Egypt Air ve Air Cairo Havayolları’nın da uçuşları alternatifler arasında. Ancak en uygun fiyatlı uçuşun Pegasus Havayolları tarafından sunulduğunu belirtmeliyim. 

Geçen yedi yıl boyunca Hurghada Havaalanı da daha düzenli, temiz ve uluslararası uçuşlara yakışır bir kimlik kazanmıştı.

Otele Ulaşım (Taksi Şoförlerine Dikkat) ve Otelimiz

Hurghada’ya ilk uçuşumuzda, uçakta yanımda oturan Alman genci ile Hurghada hakkında sohbet ederken “taksi şoförlerine dikkat edin anlaştığınız fiyattan paranızı verin ve tartışmaya girmeden hemen uzaklaşın” diye uyarmıştı. Bu durumu havaalanında daha ilk taksi deneyimimizde yaşadık. Bir taksi ile 20 dolara anlaştık; taksiye bindik ve daha havaalanından çıkmadan taksi şoförü otopark ücreti nedeni ile 10 dolar daha vermemiz gerektiğini söyledi. İtiraz edince de bağırmaya başladı. Sonunda 5 dolar fazla vermek zorunda kaldık. Otelimiz havaalanına 7 km uzaklıkta olduğundan makul fiyat aslında 10 dolar idi.

Hurghada üç ana bölgeden oluşmakta; El Dahar eski şehir bölgesi, Sakkala yeni ve modern turizm merkezi, Sahl Hasheed ise otel, alışveriş merkezleri ve mağazalardan oluşmakta. Biz her iki gidişimizde de Azur Otel’de kaldık. Otelimiz “Bel Air Azur Resort” Sakkala’da önemli bir cadde olan Sheraton Caddesi’nde, deniz kenarında 4 yıldızlı bir otel. Mısır’da hijyen nedeni ile dışarıda yemek yemenin riskli olacağını düşünerek herşey dahil hizmet veren bir otel tercih etmiştik. Otelin açık büfe yemekleri zengin çeşitli ve lezzetliydi. Mısır mutfağının yanı sıra dünya mutfağından da lezzetler boldu. Biz öncelikle Mısır mutfağını denedik. Yemekler ve kullanılan baharatlar damak tadımıza uygundu.

Otelin incecik kumlarla kaplı plajından Kızıldeniz’in ılık sularına kendini bırakmak doyumsuz idi hele aylardan kasım ise…

Gezelim Görelim

Luxor Gezisi

Hurghada’nın çok sayıda turist çekmesinin öncelikle güneş, deniz tatili olduğu düşünülebilir. Aslında Kızıldeniz’de yer alan diğer turistik şehir Sharm El Sheikh’de aynı özellikleri ile ilgi görmektedir. Ancak Hurghada’nın Sharm El Sheikh’e göre en cazip yönü antik Mısır’ın en önemli tarihi  alanı Luxor’a yakınlığıdır. 

Luxor Hurghada gezisinde veya Hurghada’yı kapsamayan Mısır gezisinde mutlaka görülmesi gereken bir bölge. Bölge Giza Pramitleri’nden bile daha etkileyici gelebilir. Bizim için gerçekten öyle idi. Hurghada’dan Luxor’a günü birlik turlar düzenlenmekte. Biz çok erken saatte saat 5’te yola çıkarak tüm günü burada geçirdik. Aslında bir gece kalmalı bir tur alınsa bu bölge daha rahat gezilebilir.

Luxor dünyanın en eski en büyük açık hava müzesi. Antik Mısır’da Orta ve Yeni Krallık döneminde başkent Thebes şehri ve Tanrı Amon inancının merkezi bu bölge idi. Thebes M.Ö 2100 yılından itibaren 1500 yıl Antik Mısır’ın başkenti olan bir şehir, M.Ö 663 yılında Asurluların işgaline uğramış. 

Thebes Nil Nehri’nin hem doğu hem batı yakasında kurulmuş bir şehir. Doğu yakasında Karnak ve Luxor Tapınakları yer alırken, batı yakasında Krallar ve Kraliçeler Mezarları, Hatshepsut Tapınağı yapılmış.

Luxor’un merkezinde bugüne kadar dünyada yapılmış en büyük tapınak olan Karnak Tapınakları bulunmakta. Karnak yapımı 2000 yıl süren, çok büyük ve görkemli tapınaklar şehri. Her firavun eklemelerde bulunmuş, 10 metre yüksekliğindeki 134 adet dev sütun 12 farklı firavun tarafından yaptırılmış.  Devasa sütunlar, sütunlar üzerindeki figürler, duvarlardaki hiyeroglifler, devasa heykeller ile görkemli, baş döndürücü bir tapınak karşılıyor gelenleri.  

Karnak Tapınağı’nda tek parça obeliskler (dikilitaşlar) yer almakta imiş. Günümüzde bir tek obelisk kalmış. İstanbul Sultanahmet’te ve Paris’te meydanları süsleyen obelisklerin Karnak Tapınağı hazinelerinden olduğunu belirtelim.

İstanbul Sultanahmet’teki obeliski M.Ö 1600 yılında, Firavun 3. Thutmosis, hükümranlığının 30. yılı onuruna tapınağın kapısına diktirtmiş, M.S 390 yılında Roma İmparatoru I. Teodosius İstanbul’a getirtmiş.

Bu arada Paris’te Concorde Meydanı’na dikilenin öyküsü ise Osmanlı döneminde geçiyor. Mısır Hidivi  Kavalalı Mehmet Ali Paşa, 1836 yılında Fransa Kralı Louise-Philip’e hediye ediyor bu Mısır obeliskini. 3000 yıl önce II.Ramses adına yapılan taşın üzerinde ‘Gökler var oldukça senin anıtların da var olacak ve senin adın gökler durdukça duracak’ yazısı yer almakta.

Karnak bir tapınaklar kompleksi. Karnak Tapınağı’na 3 km uzaklıkta Luxor Tapınağı inşa edilmiş. Eskiden iki tapınak arası sfenksli bir yol ile birbirine bağlı imiş. Luxor Tapınağı 9. Firavun Amenhotep tarafından tanrı Amon-Ra adına M:Ö 14. yy’da yaptırılmış. Daha sonraki firavunlar da eklemeler yapmışlar. Müslüman Araplar da içine cami yapmışlar. Mısır’da içinde cami olan tek tapınak burası. Müzeler de Luxor Tapınağı yanında yer almaktadır. Biz müzeleri gezmeye zaman ayıramadık.

Karnak ve Luxor Tapınaklarının Nil Nehri’nin doğu yakasında olduğunu belirtmiştik. Nehrin batı kıyısında da kutsal mezarlar yer almakta. Tapınak ziyaretleri sonrası bir tekne ile Nil Nehri’nin karşı tarafına geçiyoruz.

İlk sırada Mısır’ın ilk ve tek kadın firavunu Hatshepsut’un  tapınağına gidiyoruz. Babası firavun olan Hatshepsut üvey kardeşi ile evlenmiş. İktidara sahip çıkacak bir erkek çocuk doğuramamış. Bu arada kocası ölünce kocasının başka bir kadından olan oğlu tahta çıkmış. Ancak çocuk küçük olduğundan ülkeyi Hatshepsut yönetmiş.  Çok güçlü bir kadın olan Hatshepsut ülkeyi başarı ile yönetmiş ve refahı arttırmış. Onun zamanına kadar firavunların erkek olması gerekmekteymiş. Daha erkeksi görünmek için erkek kıyafetleri giyip sakal takarmış. Yukarıdaki heykeller Kahire Mısır Müzesi’nde sergilenmekte.

Yüksek bir yere inşa edilen tapınağının da haşmetli bir görünüşü vardı. Anıtkabir mimarisinde eski Mısır tapınaklarından, özellikle de Karnak’tan etkilenilmiş olduğu bazı kaynaklarda belirtilmektedir. Eski Mısır tapınaklarında görülen düz masif kolonlar, tapınağa giden sfenksli yollar ve lahit odası benzer şekilde Anıtkabir’de de yer almaktadır. Sadece Karnak değil, Hatshepsut Tapınağı’nın mimarisi de Anıtkabir’i anımsatmaktadır. Bu esinlenme Anıtkabir rehberinde de belirtilmiştir (www.anıtkabir.org. Erişim Tarihi: 17-12-2015)

Hatshepsut Tapınağı sonrasında Kraliçeler Vadisi’nde yer alan üç mezarı gezdik. Kraliçeler Vadisine kralların eşleri gömülmüşler. Bu mezarların arasında en ünlüsü kraliçe Nefertiti’nin mezarı.  Mezarlardaki mumyalar tabi ki dünyaca ünlü müzelere taşınmış. Mezarlar duvarlarındaki resimler, içerisi ve vadi yine de görmeye değer.

Luxor gezisinde en heyecan veren yerlerden biri de Krallar Vadisi. Yeni Krallıktan önce firavunlar Giza Piramitlerine ve Nil Deltası’na gömülürlermiş. Bu dönemden sonra daha korunaklı bir alan Krallar Vadisi seçilmiş. 

Vadide bugüne kadar 62 mezar bulunmuş, 30’u ziyarete açık, giriş bileti ile üç mezar seçip gezilebiliyor. Bu mezarların içinde en ünlüsü Tutankamon’un mezarı, ancak bu mezarı gezebilmek için ektra ücret ödenmesi gerekiyor. Tutankamon’un Mısır tarihinde en önemli, güçlü bir firavun değil, aslında 9 yaşında tahta çıkmış 18 yaşında ölmüş. Mezarın asıl özelliği 1922 yılında mezarın talan edilmeden tüm eşyaları ile bulunması. Mezardan çıkan hazineler Kahire Mısır Müzesi’nde özel bir odada sergileniyor. Bu yıl Tutankamon’un hazinesinin bulunmasının 100. yılı, biz de bu Kahire Müzesi’nde gördük bu hazineyi. İnanılmaz göz alıcı eşyalar, takılar süsler vardı. Ancak bu bölümde de fotoğraf çekmek yasak idi. Ben yine de müzede çekebildiğim fotoğrafı ekleyeyim.

Mezar koridorları ve odalarının duvarları firavunun hikayesini anlatan hiyeroglif ve kabartmalarla süslenmiş. Firavunlar mezarlara değerli eşyalar ile gömülmüşler ancak çoğu yağmalanmış, yağmalanmadan ulaşılabilenler eşyaları ve mumyaları müzelerde sergilenmekte. 

Luxor gezisini Nil Nehri üzerinde Mısır’a özgü hibiskus çayı eşliğinde güneşi batırarak sonlandırdık. Antik tarih hazinelerinin üzerine doğanın hediyesi Nil Nehri gezisi başka bir lezzet oldu.

Mısır gezinizi Nil Nehri’nde gemi ile yapmak isterseniz detaylı yazımız da linkte. Nil’de Gemi İle Antik Mısır’a Yolculuk

Hurghada Marina 

Hurghada Marina herhalde şehrin en Avrupai yeri. Bizim dikkatimizi şık teknelerin görüntüsünün ötesinde temizliği, düzenliliği ile çok sayıda restoran ve kafelerin varlığı çekti. Biz yemeklerimizi otelde aldığımız için dışarıda yemek yemedik. Dışarıda yemek yemek isteseydik, temizliği açısından bu şık restoranları tercih edebilirdik. Biz akşam üzeri sadece kahve içmeye uğradık. Kahvenin yanı sıra Arap nargilesi içilen yerler de bulunuyor. Nargile bizim ilgi alanımız dışında idi.

Al Mina Cami

Marina’nın hemen yanında Hurghada’nın en büyük camisi Al Mina Cami bulunmakta. Cami büyüklüğü ile şehrin her yerinden görünüyor. Tarihi bir cami olduğunu söyleyemeyeceğiz, 2012 yılında açılmış. Kızıl Deniz bölgesinin en büyük camisi. Bu küçük şehirde de şehrin içinde çok sayıda cami bulunmakta, liman kenarına bu kadar büyük bir cami ile şehrin siluetine damga vurmak istenmiş belli ki. 

Kıpti Katedrali Saint Shenouda

Şehirdeki ikinci önemli dini yapı olan Kıpti Katedrali Saint Shenouda şehrin özgün yapıları arasında. Katedral eski şehir El Dahar bölgesinde. Yeni, bakımlı, içi aydınlık kilise gezilebiliyor.

Giftun Adası

Giftun Adaları Hurghada’da mutlaka görülmesi gereken yerler arasında. Bölge koruma altında olan iki adadan oluşuyor. Büyük ada Giftun Kebir halka açık; küçük Giftun ise askeri bölge olarak ziyarete kapalı. Giftun Kebir’e Marinadan tekne ile 45 dakikalık keyifli bir deniz yolculuğu ile ulaşılıyor.

Ada denizin ortasında bir çöl gibi. Adanın ortasında sadece bir palmiye ağacı, kumsalı, berrak ve masmavi bir denizi var. Tekneyle ilerlerken denize atlayıp yaptığımız snorkel dalışları ile çok keyifli zaman geçirdik. Rengarenk balıklarla birlikte yüzdük.

Halka açık adada iki özel plaj var; Paradise ve Mahmya Plajları. Her iki plajda da güzel düzenlenmiş restoranlar ve şezlonglar var. İki plaj birbirinden sınırlar ile ayrılmış; ikisinin ortasındaki plaj ise ücretsiz. Satın alacağınız turun program ve fiyatı gideceğiniz plaja göre değişiklik göstermekte. Paradise ve Mahmya plajlarına yapılan tekne turlarının fiyatları 40-50 dolar civarında. Bu turda yemek plajdaki restoranda yenmekte. Bizim aldığımız tur için 15 dolar ödedik. Yemeğimizi teknede yedik ve şezlong kullanmadık. Tekne ile gelirken yolda iki kez şnorkelle dalış yaptık; adada 1,5 saat kalıp ücretsiz plajda yüzdük ve incecik kumların üzerinde oturduk; bu da çok keyifliydi.

Denizaltı ile Kızıldeniz

Kızıl Deniz’de broveli dalgıç olmadığımızdan deniz altındaki resifleri ve canlıları yakından görmenin en güzel yolunu bulduk. Simbat şirketinin Afrika ve Ortadoğu’da tek olan denizaltısı ile dalış harika bir seçenek olarak karşımıza çıktı. Yarım gün süren bu program için kişi başı ödediğimiz 50 dolar yüksek bir rakam gibi görünmekle birlikte, bu gezi hayatımızda yaşadığımız en ilginç deneyimler arasına girdi. 

Denizaltı 22 metre derinliğe kadar inebiliyor, 44 kişi alabiliyor. Yuvarlak camlarının önünde deniz Kızıldeniz renklerini, canlılarını seyre daldık. Derine inince çevremizi rengarenk ve farklı boylarda balıklar sardı. Bir dalgıç pencerelerin önünde balıklara yem verince camların önü balıklarla doldu. Denizin altında ilerlerken bir tekne batığı gördük. Böyle geziler için özel olarak mı batırıldı, yoksa gerçekten eski bir batık mı; anlayamadık. Tüple dalamadığımız için denizin altını bu şekilde görme şansımız olmayacaktı. Böylece Kızıldeniz’in derinliklerinde rengarenk balıkları ve resifleri görmüş olmak ayrı bir heyecan verdi.

Kum Müzesi

Hurghada gezimizde görülecek yerler arasında Kum Müzesi de yer almaktaydı.  Müze sadece kum ve su ile yapılmış çok büyük heykellerden oluşuyor. Tarihi ve popüler kültür karakterlerinden oluşan heykeller açık havada sergileniyor. Müzenin giriş ücreti 10 dolardı. Kapıda ücreti öderken aramızda Türkçe konuştuğumuzu duyarak yanımıza gelen Orhan müzenin fotoğrafçıymış. Ondan müze müdürünün de Türk olduğunu öğrenince çok şaşırdık. Müzenin sahibi Vahdet bey ile tanıştık; bize özel Türk indirimi yaptı ve müzeyi kendisi gezdirdi. Benzeri bir müzeyi Portekiz’de gördüğünü, Mısır’da yağmur yağmadığı için buraya böyle bir müze yaptırdığını anlattı.

Müze koleksiyonu 42 heykel ve 17 adet kabartmadan oluşuyor. Heykeller alanında ünlü sanatçılara yaptırılmış. İstanbul’un fethini konu alan bir heykel de müzede yerini almış.

Alışveriş

Fiyat araştırması yapmadan bir şey satın almayın! Zira satışta birinci ilkeleri turist kazıklama… En az üç dükkana sorup en düşük fiyatın üçte birine istediğiniz ürünü satın alabilirsiniz. 6 kişi bol bol alışveriş yaptığımız için bu konuda epeyce deneyim kazandık.

Yurt dışı gezilerimde büyük markaların olduğu alışveriş merkezlerine mümkün olduğu kadar girmemeye çalışıyorum. Genellikle ülkelere özgü ürünler almayı tercih ederim. Mısır’da hiyeroglif ile adınızı yazdırabileceğiniz bileklik, kolye kartuşlar, yerel desenli elbiseler, şallar ve pareolar alınabilir. Bu arada şüphesiz papirüsler ilginizi çekecektir. Her boy ve fiyattan papirüsler bulabilirsiniz. 

Ünlü parfüm markalarının kokularına benzer esanslar da bol miktarda. Ancak dikkat 20-30 Euroya satılan küçük şişelerdeki parfümlerin kokularını dükkanda denediğinizde yoğun kokusunu alıyorsunuz. Ancak satın aldığım kokuyu evde açtığımda kalıcı bir kokusunun olmadığını gördüm. 

Mısır’ın kutsal böceği olan Skrabe yaradılış, üreme, reenkarnasyon, ölümsüzlük ve yenilenme anlamına gelmektedir. Mısır’da sıkça bu böceğe rastlayacaksınız. Bu böceğin biblo ve takılarının yanı sıra, Tanrı Ra’nın gözü, Nefertiti sembollü objeler ve mercan, lapis gibi değerli taşlardan yapılan takılar alınabilir.

Hurghada’da yeterli zamanımız olduğu için keyifle küçük ve otantik dükkanlardan alışveriş yaptık. Benim alışveriş tercihlerim aşağıdaki fotoğrafta yer almaktadır.

Hurghada’da Nelere Dikkat Etmeliyiz

Mısır’ın para birimi Mısır Poundu. Birçok ülkede hemen havaalanında paranızı bozdurup otele ulaşımınızda yerel para kullanırsınız. Mısır’da Dolar ve Euro hemen her yerde geçerli. Küçük dükkanlarda, sigara alırken bile hangi para ile ödeyeceğinizi soruyorlar ve üç para birimi ile fiyat veriyorlar. Her dükkan sahibi kendine göre bir kurdan fiyat veriyor. Bu nedenle, her para birimi geçse bile, paranızı Mısır pounduna çevirip yerel para ile ödeme yapmanız daha avantajlı olabilir.

Taksiye binmeden önce mutlaka sıkı pazarlık yapılmalı; ayrıca büyük para verip parayı onların bozmasını bekleyip sıkıntı yaşamayın. Taksi şoförleri yolculuk sırasında saatlerce cep telefonları ile yüksek sesle konuşabilirler, arabada sigara içebilirler, çekirdek çitleyebilirler, hanımsanız ön koltuğa geçmenizi teklif edebilirler. Bunlar bizim yaşadıklarımız; daha farklı deneyimler yaşayanlar da vardır eminim. Bunlara takılıp sinirlerinizi bozmayın.

Turistik bir şehir olmasına rağmen çok az sayıda çalışan Mısırlı kadın gördük; sokakta yürüyen kadına bile rastlamadık diyebiliriz.

Sokakta, alışverişte ve otelde herkes nereli olduğunuzu soruyorlar; Türk olduğumuzu duyunca önce “biz Türkleri çok severiz” diyorlar. İkinci cümle “Hasan Saş yavaş yavaş” oluyor. Önceleri güldük, sonra niçin böyle dediklerini sorduk. Bazıları güldü, bazıları ise anlamını bilmediklerini söylediler. Gülüşlerinden çok hoş bir anlamı olmadığı seziliyordu.

Tek başına seyahat eden kadın turistlerin burada sıkıntı yaşayacaklarını deneyimlerimiz ile anladık. Yabancı internet sitelerinde de hanım turistlere uyarılarda bulunulduğunu okudum. Kadınların yanlarında erkeklerle veya organize turlar ile seyahat etmelerinin uygun olacağını düşünüyorum.

Hurghada’da Yapamadıklarımız

Hurghada’da 8 gün kalmamız ve sürekli aktif olmamıza rağmen yapamadıklarımız:

Çölde safari
Akvaryum gezisi
El Gauna Bölgesi gezisi
Mısır gece eğlencesi 

Kavala Gezi Rehberi: Osmanlı İzlerini Takipteyiz

Kavala Yunanistan’ın kuzeyinde Makedonya bölgesinde, Ege Denizi kıyısında bir sahil kenti. Korunan tarihi dokusu ve sahilleri ile turistlerin ilgisini çeken bölge. Türk turistlerin de ziyaretinin en çok olduğu Yunanistan  şehirlerinden biri.

Niçin Kavala
  •  İpsala sınır kapısından sadece 200 km uzaklıkta, İstanbul’dan kalkan otobüslerle veya özel araba ile kolay ulaşılmakta,
  • Uzun yıllar Osmanlı toprakları olduğundan, eski şehirde bir Anadolu şehri sokaklarında, Osmanlı evleri arasında dolaşır gibi geziliyor.
  • Tarih derslerinde adını ezberlediğimiz Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın, Kanuni’nin, Pargalı İbrahim Paşa’nın izlerini takip edebiliyoruz,
  • Yunanistan’ın birçok yerinde olduğu gibi benzer kültür, benzer mutfak lezzetleri tadabiliriz, Kavala kurabiyesini Kavala’da tadabiliriz,
  • Çok sayıdaki plajları ile Ege Deniz’inin kuzeyinde deniz tatili yapabiliriz,
  • Kavala limanından kalkan feribotlarla hemen karşıdaki Thassos Adası yanında birçok adaya ulaşılmakta. 
Kavala Kısa Tarihi

Kavala’nın tarihi M.Ö 600’lü yıllara kadar uzanmaktadır. Şehri Thassos Adası’ndan göçenler kurmuşlar. Tarihi Kavala şehri Panagia Yarımadası’nın tepesine konumlanmış, çevresi de surlarla çevrilmiş. Bu surlar MS 361-363 yıllarında imparator Julian, daha sonra Justinian ve 9 ve 14. yy Bizans döneminde onarılmış ve genişletilmiş. 1307 yılında Bizans döneminde surlar su kemerleri ile birlikte şehrin en tepesine kadar uzatılmış. Tarihi şehir, surları ile birlikte doğal limana tepeden bakmaktadır. Aslında Kavala’nın başka bir tarihi önemi de ünlü Makedon kralı II.Philip’ten kaynaklanmaktadır. II.Philip şehri kuruluşundan kısa süre sonra bu toprakları işgal etmiş. Kavala’ya 10 dakika uzaklıkta Phillippi şehrini kurmuş, Kavala’da bu yeni şehrin limanı olmuş. Phillippi Büyük İskender’in de doğduğu şehir. Antik şehrin kazıları halen devam etmektedir. Kavala gezisinde bu antik şehir de ziyaret edilebilir.

Osmanlı Devleti Kavala’yı 1387 yılında kendi topraklarına katmış. 1391 yılında Osmanlı döneminde şehrin tepesindeki Bizans kalesi yıkılarak yeniden yapılmış.   Balkan vilayetleri arasında Kavala’ya özel önem veren Osmanlı önemli yatırımlar yapmış. Önceleri küçük bir balıkçı kasabası olan Kavala, doğal limanı ile 18.yy’da ticarette de önem kazanmış. Şehir Birinci Balkan Savaşı’nda 1912 yılında Bulgarların eline geçmiş, II. Balkan Savaşı’ndan sonra da Yunanistan topraklarına katılmış. Şehirde yaşayan Türk nüfus 1923 yılında iki ülke arasında yapılan  mübadele anlaşması ile ayrılmak zorunda kalmış memleketlerinden. Kavala’ya da Kapadokya’dan göçen Rum nüfus yerleştirilmiş.

Ulaşım

Kavala İstanbul’dan sadece 200 km uzaklıkta. Özel araba ile ya da İstanbul’dan kalkan otobüslerle İstanbul’dan İzmir’e gitmek gibi 5-6 saatte ulaşılmakta. Özel araba ile gidenler için otobanda rahat bir yolculuk yapılıyor ancak otobanda sık ücretli geçiş gişeleri karşılıyor. 1-2 euro bozukluklar elinizin altında olmalı. Kavala’ya Türkiye’den havayolu ile direk uçuş olmadığından Atina veya Selanik aktarmalı uçulabilir. Ayrıca Kavala’ya Atina Pire Limanı ve Rodos, Kos, Midilli, Thasos ve İkaria adalarından feribot seferleri yapılmaktadır.

Konaklama

Klasik olduğu gibi Kavala’da da her fiyattan konaklama için bookingten veya airbnbden yer bulmak en kolayı. Bölge olarak her yerde kalabilirsiniz. Küçük bir şehir olduğu için eski şehre taksi ile ulaşım kolay. Biz kale surlarının içinde değil ancak yine eski şehirde bir apartman dairesinde kaldık. Booking.com da Casa del Sole olarak geçen dairemize dar sokaklarda araba ile giderken biraz tırmandık. Ancak özel otoparkı olan, tertemiz iki oda bir salon daire idi. Asıl güzelliği kaleye ve eski şehre hakim manzaralı balkonu idi. O kadar güzel manzara fotosu yazımın giriş fotosunda da yer aldı.

Gezelim Görelim

Kavala Osmanlı döneminde önemli ticaret merkezi kimliğini kazanmış, şehre önemli yatırımlar yapılmış. Günümüzde şehirde eski şehrin kale içi sokakları yapıları ile korunmuş, yeni şehir yapılanması başka bir tarafa yönlendirilmiş. Bizler için de tarihi şehir gezilecek, görülecek yerler arasında öncelikli oluyor.

Kamares (Su Kemerleri)

Şehrin girişinde bizi su kemerleri karşılıyor. Romalılar döneminde hem şehrin su ihtiyacı, hem de şehrin savunması için yapılan su kemerleri Kanuni Sultan Süleyman döneminde genişletilmiş. Altmış gözlü su kemerleri 1911 yılına kadar kullanılmış. Kemerler bugün eski şehir ile yeni şehri de birbirinden ayıran şehrin sembolü görüntüsünde.

Bir tepe üzerine yerleşmiş eski şehir ana sokakları trafiğe açık, araba ile girilebiliyor ancak tepeye doğru sokaklar iyice daralıyor. Biz araba ile Kavala’ya gitmemize rağmen eski şehre taksi ile gitmeyi tercih ettik. Hem park yeri aramak istemedik, hem de rahat rahat yürümek istedik. Kavala’da taksi ücretleri yüksek değil, rahatlıkla taksi ile ulaşabilirsiniz istediğiniz yere.

Aslında gezilecek yerler eski şehir ve liman kenarı olarak düşünülürse Kavala küçük bir şehir ve iki günde tüm şehri ve hatta plajları gezebilirsiniz. Biz Balkanlar Adriyatik Kıyıları gezimizin dönüşünde iki gece konakladık Kavala’da. Haziranın ilk haftası olmasına rağmen o gün şehirde fırtına alarmı verildi, neyse ki fırtına yerine hafif yağmurlu bir havada şehri dolaştık ancak plajlara gidemedik.

Kavalalı Mehmet Ali Paşa Evi

Kavala için önemli bir kişi olan, Osmanlı Paşası Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın doğduğu konak ilk görülecek yerler arasında.

Konağı gezmeye başlamadan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan biraz söz edelim. Kavala doğumlu Mehmet Ali Paşa Osmanlının çöküş dönemlerinde başarılı bir komutan olmuş. Mısır Valiliği’ne getirilmiş, güçlü bir ordu kurup Sudan’ı da Osmanlı topraklarına katmış. Yunanlıların Mora isyanı sırasında Osmanlı ondan yardım istemiş, isyanı bastırdıktan sonra Mora Valiliğinin kendisine verilmesini istemiş. Bunu elde edemeyince Osmanlı’ya isyan etmiş ve ordusu ile Osmanlı topraklarında Kütahya’ya kadar yürümüş. II. Mahmut ancak İngiltere, Fransa ve Rusya’nın yardımı ile Kütahya’da durdurabilmiş Kavalalıyı. Kavalalı Mehmet Ali Paşa Mora’nın, Kavala’nın Osmanlıdan bağımsızlığını kazanmasında yaptığı destek nedeniyle Kavala için önemli bir şahsiyet olarak görülmekte. Evi korunmuş, heykeli dikilmiş, bir sokağa adı verilmiş. 

Osmanlı mimarisinde yapılmış, Muhammet Ali’nin Evi olarak adlandırılan konak müze olarak ziyarete açık. Kavalalı Mehmet Ali Paşa Mısır Valiliği yapmıştı. Kavalalı’nın konağı ve Kavalalı’nın yaptırdığı diğer önemli yapı medrese, imaret kompleksi Mısır hükümeti mülkiyetinde.

Biz Panagia bölgesi (old town) gezimize öncelikle bu konak ile başladık. 300 metrekare genişliğinde, iki katlı ev gösterişli bir Osmanlı Konağı.

Deniz manzaralı ahşap konak, haremlik, selamlık odalarını, kullanılan eşyalarını görmek için gezmeye değer. Ayrıca bahçesi de ziyarete açık. Bahçeden Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın at üzerindeki heykeli ve Panagia Meryem Ana Kilisesi’nin bir karede yer alan manzarası da farklı bir görüntü sunuyor. Müze giriş ücreti 5 Euro, ancak sadece saat 10.00 – 14.00 arası ziyarete açık. 

Panagia Meryem Ana Kilisesi

Kavalalı Mehmet Ali Paşa Konağı’nın karşısında, yer alan kilise şehrin en güzel manzaralı kilisesi olsa gerek. Kilise 15.yy’da Bizans döneminde yapılan Katolik kilisesinin yerine 1965 yılında yapılmış.  

Kavala Kalesi 

Eski şehrin yüksek bir yerinde bulunan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Evi ve kilise sonrası dar sokakların arasından tırmanarak kaleye çıkabilirsiniz. Ortaçağ Bizans kalesine Osmanlı döneminde de eklemelerde bulunulmuş. Kalede savunma amaçlı kullanılan merkezi bir kule, Osmanlı döneminde hapishane olarak da kullanılan cephanelik, yiyecek deposu, sarnıç ve nöbet yerleri görülebiliyor. Kale eski şehrin en yüksek yeri öncelikle Kavala’nın en güzel manzaralı olsa gerek. Günümüzde bu manzaralı kale kültürel etkinliklerde kullanılıyor. Kalenin giriş ücreti 4,5 euro. Biz belli bir yere kadar sokak aralarında dolaşsak da tam tepeye çıkmadık.

İmaret – Medrese

Kavalalı Mehmet Ali’nin Kavala’da yaptırdığı en önemli eser imaret. Bina Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından 1813 yılında yaptırılmış. İçinde medrese, imarethane ve yetimhane bulunan kompleks 19 yy’da yapılan Osmanlı mimarisi eserlerinin en güzel örnekleri arasında sayılmaktadır. Bina en son 2001-2004 yılları arasında restorasyon geçirmiş. Mısır devletinin mülkiyetinde olan bina bugün butik bir otel ‘İmaret Otel’ olarak hizmet vermektedir. Salı ve çarşamba günleri dışındaki günlerde saat 10.00-14.00 arasında, 8 Euro ücret ile rehberli olarak gezilebilmekte. Biz saat 14.00 den sonra imaret önünde idik, otelde kalamasak da bu özel yapıda limana ve yeni Kavala’ya hakim manzaraya karşı bir şeyler içip, tarihi dokuyu koklayabilir miyiz diye bakındık. Ancak kapılar kapalı idi içeride bir hareket görünmüyordu. 

Halil Bey Cami

Kavala eski şehirde Halil Bey Camisi’ni bulmak için dar sokaklardan, evlerin arasındaki dik merdivenlerden biraz tırmandık. Dışı kırmızı boyalı camiye ulaştık. Cami 16.yy’da eski şehirde nüfusun yoğun olduğu üç yol ağzında konumlanmış. Aslında cami erken Hristiyanlık döneminden bir kilisenin üzerine yapılmış. Kilisenin bahçesinde de Bizans döneminden 10.yy’dan kalma mezarlar bulunmaktaymış. Ancak 14.yy’da Osmanlının şehre hakim olması sonrası kilise camiye çevrilmiş, yanına küçük bir medrese eklenmiş. 20.yy’ın başında Osmanlının son döneminde yapılan cami Osmanlı Rokoko tarzında  dekore edilmiş. Türkiye’den Kavala’ya mübadele ile gelen Rum nüfus da bir dönem bu camide barınmış. Günümüzde yapı Kavala Belediyesi tarafından çeşitli etkinliklerde kullanmaktadır. Binanın kapısı biz gittiğimizde kapalı idi, ancak pencereden çekebildiğim fotodan caminin ne kadar farklı olduğu, içinin de korunduğu görünüyor.

Panagia Sokakları ve Evleri

Kavala Panagia bir dönem tüm şehrin yerleşim bölgesiydi. Osmanlı döneminde Hristiyan nüfus surların dışında yerleşim izni alıp bölgeden ayrılmışlar. Daha sonra bu bölge ağırlıklı Türk nüfusu ile Türk mahallesi olarak bilinir olmuş. Ana cadde Poulidou Caddesi üzerinde tırmanırken İmaret, Kavalalı Mehmet Ali Paşa Evi ve Kiliseyi gezebilirsiniz. Ancak Halil Bey Cami ve Kaleye ulaşmak için dar, ara sokaklardan tırmanmak gerekiyor. Poudiou Caddesi üzerinde sevimli restoranlar, kafelerde nefeslenip, Yunan mutfağından lezzetler tadabilirsiniz. Renkli hediyelik eşya dükkanları da bu cadde üzerinde uğrak yerleriniz olabilir. Yine Kavala’nın tek ev yapımı ve en ünlü Kavala Kurabiyecisi de bu caddede. ‘Boulangerie Boutique’ de klasik bademli kavala kurabiye yanında, çikolatalı ve portakallı kurabiye de tadabilirsiniz. Biz de hediye olarak Kavala kurabiyelerimizi bu meşhur dükkandan aldık. Üç marka ünlü imiş Kavala kurabiyesinde, ancak hepsi fabrika üretimi olduğundan biz başka markayı tatmayı bile düşünmedik.

Tarihi surlar içindeki yarımadada evler de klasik, cumbalı Osmanlı evleri, çoğunluk restore edilmiş, çiçeklerle süslenmiş. Parke taşlı merdivenli, dar sokak aralarında kaybolup, fotoğraflar çekmek arzusu sarıyor insanı bu 500 yıl Osmanlı izleri taşıyan sokaklarda.

Agios Nikolaos Kilisesi

Kavala eski şehrin tarihi eserlerinden biri Agios Nikolaos Kilisesi tarihi bir cami aslında. Kanuni Sultan Süleyman 1530 yılında damadı Pargalı İbrahim Paşa adına yaptırmış bu camiyi. Cami 1926 yılında Ortodoks kilisesine dönüştürülmüş. Caminin minaresi kesilmiş ve çan kulesine dönüştürülmüş. Kilisenin önüne de ‘Apostolos Filipi Neopoli’ye Varışı’ nı temsilen gösterişli bir mozaik yapılmış. Aziz Pavlus’un MS 49’da Hristiyanlık mesajını yaymak için ilk Kavala’ya gelmesini temsil etmektedir. Havari Pavlus aynı zamanda ilk Hristiyan kadın Lydia’yı da burada vaftiz etmiş.

Liman ve Kordon Boyu

Poudiou Caddesi’ni boydan boya gezip caddenin sonundan denize doğru uzanınca karşımıza Plateia Eleftherias Meydanı çıkıyor.

Eski şehrin hemen altında eski şehir geziniz sonrası deniz kenarında nefeslenebileceğiniz, liman manzaralı bölge. Eski şehrin konakları, Osmanlı dokusu, parke taşlı sokakları ile zaman tünelinden çıkıp, günümüzün sahil şehri Kavala havasını koklayabileceğiniz meydandasınız artık.

Hareketli meydan sahil kenarında yürüyüş yapıp, deniz havasını alabileceğiniz, çevresinde yer alan kafe ve restoranlarda zaman geçirebileceğiniz bir yer. Denize karşı restoranlarda balık ve Yunan mezeleri tadımı ile günü bu meydanda tamamlayabilirsiniz. Deniz ürünlerinin bolluğu, lezzeti ve bol zeytinyağlı Yunan mezelerinin her çeşidini burada da bulabileceğinizi söylemekle yetinelim. Biz eski şehrin tarihi caddesindeki bir Yunan tavernasında bu tadımı yaptık. Limana ulaştığımızda kafelerden birinde kahve ve tatlı ile sonlandırdık günümüzü. 

Kavala Plajları

Biz Balkan gezimizde Adriyatik kıyılarında sezonun deniz açılışını yaptıktan sonra dönüşte de Kavala’da, Kuzey Ege Denizi’nde yüzerek yolculuğumuzu tamamlamak istemiştik. Ancak tam o tarihte  birçok bölgeyi etkileyen yağışlı hava koşulları nedeni ile deniz güneş keyfi yapamadık Kavala’da. Belki de bu koşullar, başka bir zaman hem Kavala’dan Thassos Adası hem de Kavala plajlarında deniz tatili yapmak üzere yönümüzü Kavala’ya çevirmemize neden olacak diye düşünelim.

Yine de biraz Kavala plajlarından söz edelim. Kavala’da şehrin içinde en kolay ulaşılacak plaj Kalamitsa Plajı, hem konaklamak hem de günübirlik taverna ve kafelerde oturup deniz keyfi yapabileceğiniz kumluk bir plaj. Ayrıca Batis Plajı, Tosca Plajı, Paleo, Nea Irakleitsa Plajı, Nea Peramos Plajı, Perigiali Plajı gibi çok sayıda plajdan söz edebiliriz. Günübirlik Thassos Adası’na feribot ile geçip adada da denize girebilirsiniz. Hem ulaşımı kolay hem de geniş ve mavi bayraklı plajlar yaz döneminde iyi bir tatil alternatifi olabilir.

Müzeler

Biz Kavala gezimizde müzeler için zaman ayıramadık. Yine de söz etmeden geçmeyelim. Kavala’ya özgü bir müze ararsanız Tütün Müzesi’ni belirtmemiz gerekir.  Tarihinde tütün ticaretinin önemli bir gelir kaynağı olduğu Kavala, bir meydanı tütün işçilerine adamış. Bir tütün işçisi heykeli de olan Kapnergatis Meydanı’nda Tütün Müzesi yer almakta.

Kavala Arkeoloji Müzesi Yunanistan, Makedonya ve Trakya Bölgesi medeniyetlerinden kalan eserlere ev sahipliği yapmaktadır.

Son Söz

Kavala bizim için 15 günlük Balkanlar gezimizin son durağı idi. Dönüş yolunda özellikle 2 gece ayırmıştık bu küçük şehre. Kavala ülkemize bu kadar yakın bir mesafede olmasına rağmen gezgin olarak bugüne kadar görmediğim bir şehir idi. Balkan rotamızda, tarihi şehri gezmek, deniz havasını koklamak ve klasik Yunan mutfağı lezzetini tatmak için yerini aldı. Kavala’yı benim gibi bugüne kadar görmeyenler mutlaka değişik bir tat bulacaklardır. Benim için de deniz tatili, Thassos Adası gezisi ve Yunan mutfağında doyasıya yemek içmek için tekrar gezilecek şehirler listemde yerini aldı.

İshak Paşa Sarayı: Anadolu’da Muhteşem Bir Saray

Ağrı’da Anadolu’nun en doğusunda, tarihi öyküsü ve mimarisi ile muhteşem bir saray olduğunu biliyor musunuz? İshak Paşa Sarayı, Anadolu’nun en güzel ve görkemli sarayı, Osmanlı döneminden kalan Topkapı Sarayı’ndan sonra en önemli saray olarak değerlendiriliyor.

Osmanlı mimarisinden Anadolu’da günümüze ulaşabilmiş tek saray. Konumu, tarihi, efsaneleri, mimarisi, büyüklüğü, motiflerle işlenmiş taç kapıları ile sanat eseri.

Öncelikle sarayın özelliklerini görelim sonra gezmeye başlayalım.

İshak Paşa Sarayı tam 99 yılda tamamlanabilmiş. İlk inşaatı 1685 yılında Çıldır Atabeklerinden Çolak Abdi Paşa başlatmış, ancak tamamlanamamış onun döneminde. Yine Çıldır hanedanından I. İshak Paşa’nın torunu II. İshak Paşa 1784 yılında bir mimari anıt yaratılmasını sağlamış. Mimarı kesin olarak bilinmemekle beraber Ahıskalı ustalar çalışmış sarayın inşasında.

Sanat ve tarihi özellikleri ile eşsiz bir eser olan sarayın mimarisi de çok yönlü.  Osmanlının Lale Devri’nin son büyük anıt yapısı, geleneksel Türk ve Selçuklu mimari özelliklerini taşırken aslında tam bir eklektik yapı. Fars, Kafkaslar, Ermeni medeniyetlerinin etkisi taş işçiliği, oymalar ve duvar süslerinde görülüyor. Doğu özelliklerini taşıyan sarayda, bazı yüzeylerdeki tasvirlerde batı tarzı barok ve rokoko işlemeler bulunmakta.

Anadolu’nun en haşmetli yapılarından biri olan bu kültürel mirasımızın başka bir özelliği de dünyada kalorifer tesisatı döşenen ilk saray olduğunun belirtilmesi. Bir yerde ısıtılan su taş duvarların aralarındaki boşluklardan diğer odalara ulaştırılmaktaymış. Sarayın camisi de aynı yöntemle yerden ısıtılıyormuş. 

İshak Paşa Sarayı kartal yuvası gibi, Avrupa’daki şatolara benzer şekilde ovaya hakim bir tepeye kurulmuş. Saray, yoldan tırmanırken göz alıyor mağrur duruşu ile. İşlemeli taç kapısından girip avluları ve odalarında dolaşırken, ne hayatlar yaşandı, ne öykülere şahit oldu bu taş duvarlar diye düşünmeden duramıyor insan.

Bu arada İshak Paşa Sarayı’na ilişkin efsanelerden de söz edelim. Anadolu’nun en yüksek dağı Ağrı Dağı haşmetli görünüşü ile bölgede birçok yerden görünürken bu özel saray sırtını dönmüş Ağrı Dağı’na. Bu yapım şeklinin efsanesine gelirsek, paşanın kızı Ağrı Dağı eteklerinde sürülerini otlatan bir çobana aşık olmuş. Paşanın kızı gün boyu aşık olduğu genci gözlermiş penceresinden. Bu durumu kabullenemeyen paşa baba, dağın görülmeyeceği bir saray inşa etmek istemiş. Aramalar sonunda ovaya hakim bu tepe bulunur ve saray oraya yaptırılır. 

Başka bir öyküye göre; İshak Paşa kendi gücü ve kudretini herkesten, her şeyden yüksek görüyordu. Bu durumda Ağrı Dağı bile İshak Paşa’nın gücüne kudretine rakip olmamalıydı. Paşa sarayının çevresinde dağ bile olsa haşmetli başka bir görüntü olmasını istememiş demek ki.

Başka bir efsane de sarayın avlusundaki çeşmeden süt akmaktaymış. Zaten ilk avludaki çeşme süt çeşmesi olarak adlandırılıyor. Çeşmede iki oluk ve iki tas koymak için iki niş bulunmasının nedeni de çeşmeden süt akmasından olduğu söyleniyor. Çevredeki köylerden toplanan sütün yer altından bir taşıma sistemi ile sarayın çeşmelerine ulaştığı rivayet ediliyor..

Asıl önemli başka bir öyküye gelince, İran sefiri İshak Paşa Sarayı’nda misafir edilir ve saraya hayran kalır. Bu ziyaretinden sonra İstanbul’a giden sefir zamanın padişahına İshak Paşa Sarayı’nın güzelliğini anlatırken o kadar ileri gider ki, İshak Paşa Sarayı’nın Topkapı Sarayı’ndan bile güzel olduğunu belirtir. Bu karşılaştırmaya çok kızan padişah İshak Paşa’yı sürgüne gönderir. 

Sarayın çevresinde başka eserler de bulunmakta. Sarayın cumbalı odasından da göreceğiniz kuzey yönünde Bayazid kalesinin surları bulunmakta. Surların altına da Bayazid Cami ve yanına bir türbe yapılmış. Türbede ünlü Kürt alimi ve edebiyatçısı Ahmed-i Hani yatmakta. Ahmed-i Hani Kürt edebiyatının önemli eseri Mem u Zin’in yazarı. Kürt filozofu olarak da bilinen Ahmed-i Hani, İshak Paşa Sarayı’nda katiplik yapmış ve bu topraklara gömülmüş.

İshak Paşa Sarayı’na Ulaşım

İshak Paşa Sarayı Doğu Anadolu’da Ağrı Dağı yakınında, Ağrı iline bağlı Doğubayazıt ilçesine 7 km uzaklıktadır. Eski Bayazıd’a hakim bir tepe üzerine konumlanmıştır.

İshakpaşa Sarayı’nı Gezelim

Saray üç tarafı sarp dik bir tepe üzerinde 7600 metrekarelik bir platforma oturtulmuş. Sarayın giriş kapısı doğu yönündedir. Aslında bu giriş kapısı sarayın savunması en zor olan yönüdür. Sarayın çevresi yüksek duvarlarla çevrilmiş. Sarayın bazı bölümleri tek, bazı bölümleri iki, bazı bölümleri de üç kattan oluşmaktadır. Sarayda asıl yapı malzemesi çevreden çıkartılan taşlardan olmakla beraber, az miktarda ahşap ve pencerelerde demir kullanılmış. Saray bulundurduğu 360 birim ile oldukça büyük görünmekte. Saray selamlığı, haremi, camisi, salonları, odaları, mutfağı, hamamı, zindanları ile 360 birimden oluşmakta.

Saraya anıtsal bir taç kapıdan giriliyor. Taç kapıda Selçuklu sanatının örneği kabartmalar ve bitki motiflerinin yanı sıra barok-rokoko özellikler de görülmektedir. Sarayın orijinal altın kapısı Moskova Müzesi’nde sergilenmekte. Bu taç kapıdan sonra iki avlu yer alıyor. Birinci avluda sağda bir çeşme bulunuyor.

Çeşmenin zamanında bir musluğundan su, bir musluğundan süt aktığı rivayet edildiğinden süt çeşmesi olarak adlandırılıyor.

Muslukları dışında diğer bölümleri orijinal olarak günümüze ulaşan çeşme, bitki motifleri ile süslenmiş. Su ile gül arasındaki aşkı sembolize eden bir damla içinde gül motifi ilgi çekici. Çeşmeye tas koymak için iki niş yapılmış, su içenlerin oturması için de iki seki taşı yerleştirilmiş. Birinci avluda ayrıca bekçi odaları, muhafız koğuşları, zindanlar, arabalık ve tavlalar bulunmakta.

Yine bir taç kapı ile birinci avludan geçilen ikinci avluda sarayın en önemli bölümü selamlığa duvar içine gömülmüş bir taç kapı ile geçilmekte.

Avluda sekizgen planlı, küçük ancak taş işlemeleri göz alıcı bir türbe bulunmakta. Kesin olmamakla beraber II. İshak Paşa için yapıldığı düşünülmekte ancak günümüzde içinde iskelet bulunmamakta.

Avluda sarayın iki katı yüksekliğindeki caminin dışı görünmekte. Kübik bir kütlenin üzerine, soğana benzer bir kubbe kondurulmuş. Klasik Osmanlı camilerinde olduğu gibi tek minareli caminin minaresinde iki renkli taş işçiliği görülmekte. Kubbenin yanlarında yürüyüşe uygun boşluklar ve gözetleme kulesi olarak da kullanıldığı düşünülen kuleler bulunmakta. Camiye selamlık bölümünden geçilmekte.

Selamlık bölümünde bir divan (mabeyn) salonu ve diğer selamlık odaları bulunmakta.

İkinci avludan sarayın diğer bölümlerine geçişi sağlayan taç kapı yine motiflerle bezenmiş.

Sarayın içinde cumbalı odanın penceresinin cumbasını taşıyan konsollara ilginç tasarımlı ahşap bir kompozisyon yaratılmış. İnsan, aslan ve kartal üst üste yerleştirilmiş. İnsanın İshak Paşa’yı, aslanın gücü ve en üstteki kartalın yüceliği ve egemenliği sembolize ettiği düşünülmektedir.

Sarayın harem odaları L şeklinde koridor boyunca  sıralanmış. Haremin tam ortasında yer alan salon da Lale devrinin özelliğini yansıtmakta. Bu salon eğlence ve toplantı salonu olarak düzenlenmiş çok süslü. Bir yanda duvarlarda ayetler, hadisler, bir yanda İshak Paşa’yı öven şiirler ve barok tarzı süslemeler dikkat çekmekte.

Sarayda yine Selçuklu kümbetlerini andırır şekilde kare planlı bir mutfak bulunmakta. Harem bölümünde ayrıca Bayezıd Ovası’na bakan özel manzaralı bir tuvalet de günümüze ulaşmış. Ayrıca hamam da görülebilir sarayda.

Sarayı 25 yıl önce gezmiştim, taş sarayın etkileyici görüntüsü hafızama kazınmıştı. Bu aradaki yıllarda saray restorasyonlar geçirmiş. İshakpaşa Sarayı restorasyon öyküsüne değinmeden geçmeyelim.

İshak Paşa Sarayı Restorasyon Öyküsü

Saray aslında çok eski tarihli sayılmaz. Taş ağırlıklı saray sadece 238 yıl önce yapılmış. Osmanlının son döneminde Rusların bölgeyi işgali ile saray karargah olarak kullanılmış, Ruslar dönerken saraydan önemli çok şeyi yanlarında götürmüşler. Sarayın altın kapısı da Moskova Müzesi’nde sergilenmekte günümüzde. 

Sarayın restorasyonuna 1958 yılında başlanmış. Yani 60 yıldan daha fazla süredir restorasyon yapılmakta. Ancak 2005 yılında, yıllarca yapılan restorasyonların yanlış olduğu ve saraya, yapıya zarar verildiği belirtilerek yeniden restorasyona başlanmış.

2005 yılında bir inşaat firmasına restorasyon ve çevre düzenlemesi yaptırılmış, 2014 yılında milyonlarca lira harcanarak yapılan restorasyonda sarayın üzeri sera gibi plastik malzeme ile kaplanmış.

Yukarıdaki iki fotoğrafta restorasyon öncesi ve sonrası sarayın dışarıdan görüntüsü açıkça görülmekte, fazla söze gerek yok gibi. Tarihi saray pvc ve cam çatı ile korunmaya alınmış.

Aşağıdakiler de benim çektiğim birkaç fotoğraf…

Son Söz

İshak Paşa Sarayı Anadolu’nun Osmanlıdan kalma tek sarayı, tarihi öyküsü, mimarisi çok özel. İnsan gücünün hayallerini zorlayan özellikleri sahip. Bir şekilde yolunuzu düşürüp gidip, görmek gerek bu masal şatosundan kalanları demek kalıyor bana.

Kotor Gezi Rehberi: Montenegro’da Bir Ortaçağ Kasabası

Avrupa’nın en genç ülkeleri arasındaki Montenegro’nun güzel kasabası Kotor ve Kotor Körfezi son yıllarda çok sayıda turist çeken bir bölge.

Tüm dünyadaki adı ile Montenegro, Türkçede Karadağ olarak adlandırılıyor. Sadece Türkiye, İtalyanca monte-dağ, negro-kara anlamlarının Türkçe karşılığını kullanıyor nedense. Montenegro dağlık bir ülke, İtalyanlar bir gece ülkeyi işgal için bu topraklara girerler, ülkenin dağlık olduğunu görünce karadağ anlamında Montenegro diye isim verirler. Montenegro, Yugoslavya’nın dağılması sonrası önce Sırbistan ile bir federe devlet oluşturmuş, 2006 yılında da bağımsız bir ülke olmuş. Bir bölümü Adriyatik kıyısındaki ülkenin en çok turist çeken iki şehri Budva ve Kotor. Budva deniz tatili ve hareketli gece hayatı arayanlar için cazip bir şehir. Kotor ise Kotor Körfezi’nde dağlar arasında korunaklı bir Ortaçağ kasabası.

Kotor’un tarihi şehri- Old Town, şehrin en önemli bölümünü oluşturmakla beraber, yemyeşil doğasıyla, körfez kıyısındaki çok sayıda küçük köyler de sakin ve huzurlu tatil yapmak isteyenlere çok şey vaat ediyor

Avrupa’da çok sayıda korunmuş Ortaçağ yerleşim yerleri olmakla birlikte Kotor Old Town en güzel ve iyi korunmuş Ortaçağ şehirleri arasında sayılıyor.

Balkan ülkelerinin çoğunda Osmanlı izleri karşımıza çıkarken Kotor’da tek bir Osmanlı eserine rastlamadık.  Sadece Denizcilik Müzesi’nde Barbaros Hayrettin Paşa’nın şehri kuşatmasını nasıl engellediklerini anlatan bir eser karşımıza çıktı. Bu şehri Osmanlı’ya karşı savunmak, Kotor’un övünç kaynağı olan bir durum. Osmanlı Devleti bugünkü Montenegro sınırları içinde bazı toprakları ele geçirmiş, Kotor’u da 1538 ve 1657 yıllarında iki kez kuşatmış ancak bu şehri feth edememiş. 

Kotor Adriyatik Kıyısı’nda körfez içinde, körfezin bir ucuna yerleşmiş çok korunaklı doğal bir liman. Diğer yandan deniz kıyısında surları başlayan ve bir yanı dağ yamacına yaslanan surlarla çevrili kalesi bu şehri denizden gelen saldırılara karşı korumuş.

Kotor uzun yıllar Venediklilerin kontrolünde kalmış, sonrası  Avrupa’da hüküm süren imparatorluklar hakim olduğundan Balkan kültüründen çok İtalyan kültürü, Avrupa dokusu yerleşmiş şehre.

Kotor’da asıl gezilecek yerler Old Town kale içinde olsa da Kotor Körfezi çevresinde ve yakınında birçok küçük yerleşim yerleri, koylar, plajlar ve tarihi ve kutsal yerler ile Balkanlar ve Adriyatik gezilerinde mutlaka gezilecek bir yer. Kotor Montenegro’nun en turistik şehri olan Budva’ya sadece 30 km uzaklıkta. Bazı programlarda konaklamadan yarım gün gezilip geçilecek bir yer gibi düşünülebilir. Öncelikle eski şehir ve Kotor çevresi için en az 1-2 gece konaklamak uygun olacaktır.

Niçin Kotor
  • Öncelikle Türk vatandaşları için hala vizesiz bir ülke, Avrupa Birliği’ne kesin katılmadan önce Budva ve Kotor ve Adriyatik kıyıları gezilmeli.
  • Balkanların birçok ülkesinde gördüğümüz Osmanlı izleri yerine Avrupa havasını sunan bir ortam, Balkanların birçok ülkesinden farklı bir havası var.
  • Orta Çağ kalesi ve dar sokaklarında dolaşmak başka bir çağda dolaşmanın keyfini yaşatıyor. Eski şehir UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde ve çok iyi korunmuş.
  • Küçük bir kasaba, yürüyerek tüm sokaklarını dolaşmak mümkün
  • Sadece Kotor merkezi değil çevresindeki küçük tarihi yerleşim yerlerine araba ile ulaşmak kolay, ayrıca Kotor Körfezi’nde tekne turu ile daha geniş bir bölge de gezilebiliyor.
  • Eski şehri yarım günde dolaştıktan sonra körfez kıyısında sakin bir ortamda deniz tatili yapılabilir.
  • Kotor henüz hızlı büyüme ve rant tuzağına düşmemiş havasında. Budva bizdeki Kuşadası ve birçok tatil yerinde görülen yüksek yapılaşma ile çarpık kentleşmeye doğru yol alıyor. Kotor henüz daha doğal sahil kenti havasında.
  • Ülkede geçerli para birimi Euro, ancak hala birçok Avrupa ülkesine göre konaklama ve yeme içme daha uygun fiyatlı.
  • İstanbul’dan direk ülkenin başkenti Podgorica ve Tivat Havaalanlarına uçuş sadece 1,5 saat.

Bu arada gezi programınızda Kotor varsa mutlaka uğrayacağınız Budva için linke yazımı bırakıyorum, iki  şehri karşılaştırmak isteyebilirsiniz. Budva Bodrum, Çeşme g,b, hareketli ise Kotor’u sakin, huzurlu hangi tatil beldemize benzetirsiniz acaba. İki şehrin de Ortaçağ ve Avrupa dokusu bizden biraz farklı olsa da, deniz ve tatil kasabası havası açısından karşılaştırabiliriz.

Budva Gezi Rehberi: Montenegro’nun Miami’si

Kotor Nerede

Kotor küçük ve genç Balkan ülkesi Montenegro-Karadağ’ın Adriyatik kıyısına açılan Kotor Körfezi kıyısında 13.500 nüfuslu küçük bir sahil kasabası.

Bu arada Montenegro’nun konumundan söz etmek istersek,  bir bölümü Adriyatik kıyısında, iç kısımları dağlık küçük bir ülke. Güneydoğusunda Arnavutluk, doğusunda Kosova, kuzeydoğusunda Sırbistan, kuzeybatısında Bosna Hersek ve batıda Hırvatistan ile çevrilmiş. Komşu ülkelerin tümü eski Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti ülkeleri.

Ulaşım

Karadağ’ın bu küçük şehrine Türkiye’den yola çıkarken büyük ihtimal daha geniş kapsamlı Adriyatik kıyıları veya Balkanlar gezinizin bir bölümünde uğramak isteyeceksiniz. Ancak son yıllarda birçok turda Adriyatik kıyısı Budva, Kotor ve Dubrovnik çok hızlı nerede ise bir günde gezilmekte. Balkanların en güzel bölgelerinden olan bu üç şehri rahat rahat gezmenizi öneriyorum. Biz 15 günlük uzun Balkan turumuzda Budva’da 2 gece, Kotor’da 1 gece Dubrovnik’te 2 gece kaldık. Bu üç şehir birbirine çok yakın. Budva Kotor arası sadece 23 km, Kotor Dubrovnik arası 91 km. Kısaca biz Budva’dan erken saatte Kotor’a ulaşınca bir gece kalmamıza rağmen 1,5 gün kullandık. Kotor’a 15 dakika uzaklıktaki Perast’ı da gezebildik.

Kotor’a Türkiye’den kendi arabamız ile ulaştık. Kuzey Makedonya Ohrid ve Arnavutluk Tiran üzerinden önce Budva sonra Kotor Montenegro’da gecelediğimiz iki yer oldu.

Ülkeye direk uçmak isteyenler için iki havaalanı bulunuyor. Başkent Podgorica’ya ve Tivat’a İstanbul’dan direk uçuş bulunuyor. Tivat Havaalanı Kotor’a 12 km uzaklıkta. Podgorica Havaalanı Kotor arası 90 km 1,5 saat sürüyor. Ancak THY Podgorica uçak bilet fiyatlarını iyi değerlendirmek gerekir. Genellikle en ucuz uçak bileti Arnavutluk Havaalanı’na bulunabildiğinden Adriyatik kıyıları gezisi yapacaklar Tiran’a uçup oradan araba kiralayarak Karadağ gezisi yapabilirler her iki ülke de vizesiz olduğundan vize konusu da sorun olmayacaktır.

Kotor Kısa Tarihi

Montenegro M.Ö 168 yılında Romalılar tarafından kurulur. 1002 yılına kadar Roma ve Bizans yönetiminde kalan ülke, 1002 yılında Bulgar İmparatorluğu, 1185 yılında Sırpların yönetiminde kalır. Sırpların döneminde önemli bir ticaret limanı olur. Daha sonra Avusturya Macaristan İmparatorluğu, en uzun dönem Venedikliler tarafından yönetilir. 1797 yılında Habsburg Hanedanlığı ele geçirir bu toprakları. Osmanlı İmparatorluğu iki kez ülkeyi kuşatmış ancak topraklarına katamamış bu şehri. 1918 yılında Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun dağılması sonrası yeni kurulan  Yugoslavya’nın topraklarına katılır. Montenegro II. Dünya Savaşı sonrası Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyetleri arasındaki altı cumhuriyetten biri olarak yer alır. 1992 yılında Yugoslavya’nın dağılması sonrası 2006 yılına kadar iki ülke arasında Sırbistan-Montenegro Federal Birliği oluşturulur. 2006 yılında ülkede yapılan referandum ve parlamentolarının kararı ile bağımsız bir cumhuriyet olur. 

Gezelim Görelim

Kotor gezimizin başlangıç noktası ve hem gündüz hem gece gezdiğimiz en önemli yeri Old Town. Kotor doğal korumalı, Adriyatik Denizi’nden körfez içinde bir körfezin kıyısına kurulmuş. Şehrin arkası da sarp bir dağa dayanmış. Bu dağ eteğine kurulan şehir 4,5 km uzunluğunda, 20 metre yüksekliğinde, 10 metre genişliğinde surlar ile çevrilmiş.

Bu korunaklı şehir içindeki yaşam alanları, kiliseleri, müzeleri, sarayları, daracık parke taşlı sokakları ile Ortaçağ rüzgarı estiriyor. Şehir 1979 yılında yaşanan depremde büyük hasar görmüş, ancak aynı yıl Old Town UNESCO Dünya Mirasları Listesi’ne alınmış ve UNESCO’nun desteği ile önemli ölçüde restorasyon geçirmiş.

Şehre girişin üç kapısı bulunuyor.  Deniz kapısı, Kuzey ve Güney kapısı. Deniz kapısının üzerine Yugoslavya devlet başkanı Tito’nun ‘Bizim olmayanı istemeyiz, bizim olanı vermeyiz’ sözü yazılmış.  Kuzey kapısı aynı zamanda nehir kapısı, Skurda Nehri üzerinde yapılan bir köprüden geçilerek giriliyor. Tam nehirlerle sınırlanan kalelere uygun bu giriş Orta Çağ şehrinin ruhunu yansıtıyor. Biz de köprüden geçerek Kuzey kapısından girdik.

Şehrin içinde görülecek çok yer var ancak harita ile dolaşma ihtiyacı duymuyoruz. Sokaklarında serbestçe dolaşırken karşımıza çıkıyor çarpıcı eserler. Yine de önemli binaları tek tek yazalım ki, tarihi önemini, ruhunu da anlayalım bu güzel şehrin.

Kotor Old Town küçük ve kompakt, ancak içinde meydanlar, kiliseler, saraylar, müzeler, restoranlar, sevimli kafeler, hediyelik eşya dükkanları, oteller ve evler ile çok renkli.

Saat Kulesi

Kotor’un en büyük kapısı Deniz Kapısı 16.yy’da yapılmış. Kapının açıldığı meydan Square  of Arms- Ordu Meydanı’nda tam karşıda saat kulesi karşılıyor ziyaretçileri. 17.yy’da Barok ve Gotik stilin bir arada kullanıldığı kulenin önünde utanç sütunu bulunmakta. Şehrin içine suçlular için hapishane yapılmamış, Ortaçağ’da suç işleyen kişiler burada halka teşhir edilmekteymiş.

Saint Tryphon Katedrali

Kotor’un en önemli eserlerinden biri Saint Tryphon Katedrali Montenegro’daki iki Roman Katolik kilisesinden biri. Şehrin koruyucusu Aziz Tryphon’a atfen yapılan kilise Kotor’un en büyük ve en süslü kilisesi. Kilise 1166 yılında yapılmış ve Anadolu’da yaşamış Aziz Tryphon’un kemikleri İstanbul’dan getirilmiş ve kilisede gümüş bir tabut içinde korunmakta. İçindeki 14.yy’dan freskolar, altın ve gümüş kutsal objeleri ile zengin bir kilise. Kilise saat 9.00-18.00 arası açık. Kilisenin müzesini gezmek 3 Euro, kulelerin balkonlarından da şehre daha yüksekten bakabilirsiniz.

St. Lukas Kilisesi

St. Lukas Kilisesi eski taş görüntüsü ile dikkatinizi çekecektir. Bu kilise de 1195 yılında yapılmış, yapıldığı tarihte Ortodoks mu Katolik kilise mi olduğu konusunda kesin bilgi bulunmamakta, işin güzeli günümüzde iki gruba da hizmet vermektedir.

Eski şehirde bu iki kiliseyi özel olarak belirttik, küçüklü, büyüklü daha çok kilise var, St. Nicolas, The Serbian Ortodoks, Sveti Nicola ve St. Ana Church gibi. Ancak fotolarını eklesem de diğer kiliseleri tek tek gezmek sizin kararınız, daha göreceğimiz başka yerler var değil mi?

Gelelim bu küçük şehirde iki ilginç müzeye. Denizcilik Müzesi ve Kedi Müzesi

Denizcilik Müzesi

Kotor doğal olarak bir denizci kenti. Denizci Venediklerin uzun süre hakimiyetinde kalmış, ayrıca hem ticaret hem de denizden gelen saldırılara karşı korunmak için denizcilikte de güçlü olmak zorundalar. O zaman bu önemli müze de ziyaret edilmeli.

Müzenin eserleri  Grgurina ailesinin 18. yy’da yapılan Barok stili sarayında sergileniyor. Giriş ücreti 4 Euro, ücretsiz kulaklık ile gezilebiliyor. 

Daha ilk girişte Türklerin işgalini ve Kotor’u alamamasını gösteren tablo dikkat çekici. Ayrıca kulaklıkta Adriyatik ve Akdeniz’de sık sık Osmanlı korsanlara ve Türklere karşı savunmalarını  da dinledik.

Müze üç katlı ancak küçük bir müze. Gemi resimleri, maketleri, gemicilikte kullanılan malzemeler, ünlü kaptanların resimleri, gemi mobilyaları ile güzel düzenlenmiş müze. Müze gezmek yerine Old Town sokaklarında gezmek veya kafede oturmak aklınızda kalabilir, ancak çok zaman almayan bir müze. Tercih sizin müze gezmem diyebilirsiniz ben yine de yarım saat ayırabilirsiniz diye önerebilirim.

Kedi Müzesi

Türkiye’de Van’da kedi evini bu yıl görmüştüm ancak kedi müzesini ilk kez duyuyordum. Bunun nedeni de açık, dünyada ilk ve tek kedi temalı bir müze Kotor’da. Zaten Kotor’da sokaklarda birçok kedi gördük. Genellikle Avrupa sokaklarında dolaşırken sokakta kedi göremeyiz. Yıllar içinde gemilerle gelen kediler Kotor sokaklarında çoğalmışlar ve şehre renk katmışlar.

Müze dediysek küçücük bir müze, giriş ücreti sadece 1 Euro. Ağırlıklı olarak ilginç kedi resimleri, posterleri, kartpostalları, heykelleri, hediyelik eşyalardan oluşuyor. Kedi düşkünü Kontes Montreale Mantica’nın kedi resmi kolleksiyonunu bağışlaması ile başlamış müze koleksiyonu. Bu müze de sadece 15-20 dakikanızı alır.

Bu arada çok önemli bir bilgiyi paylaşmak isterim. Sunay Akın’ın öncülüğünde ilk hayvan temalı müze Kedi Müzesi 7-Ekim 1923 tarihinde açıldı. Müzenin girişi de ücretsiz. İstanbul gibi kedileri ile ünlü, bu konuda belgeseller, filmler çekilen şehre bu müze çok yakıştı eminim.

İstanbul Beşiktaş Kedi Müzesi

Pima Sarayı

Old Town’da karşınıza ünlü ailelerin yaptırdığı saraylar da çıkacak. 17. yy’da Pima ailesine ait biri Pima Sarayı. Barok ve Rönesans mimarisi ile  dikkatinizi çekecektir. Sarayın alt katında ücretle gezilebilen bir sanat galerisi yer alıyordu. Sarayların bazıları otel olarak hizmet vermekte.

Surların Üzerinde Yürümek

Old Town sokaklarını doyasıya dolaştıktan sonra surların üzerinde de yürüyebilirsiniz. Hırvatistan Dubrovnik’te tarihi  surlar çok uzun tüm şehri surların üzerinde gezebilirsiniz, ancak bu surlarda gezmek için de 35 Euro ödemeniz gerekiyor. Kotor’da ise üzerinde yürünebilecek surlar çok uzun ve kesintisiz değil, bir ücret ödemek gerekmiyor ve farklı bir manzara ve hava yakalayabilirsiniz surların üzerinde.

Tarihi şehri gezdik, kafelerinde, restoranlarında oturduk, müzelerinde gezdik, surlarda yürüdük bunların hepsi gün içinde yarım gününüzü alacak ve sizleri yormayacak. Gelelim şimdi Kotor’un doyumsuz manzarasını seyredecek ve en güzel fotosunu çekeceğiniz yere.

San Giovanni Kalesi

Şehrin sırtını dayadığı St John Dağı’nın üzerinde sizi bekleyen kale. 1300 basamak merdiven tırmanıp çıkabilir miyiz bu kaleye diye değerlendirme zamanı. Basamak sayısının çokluğuna bakmayın, basamaklar yüksek olmadığı için aşırı yorucu değil ancak aşağıdan bakınca yine de sıkı bir tırmanma gerektirdiği açık.

Öncelikle çıkıp inmek için 2 saat ayırmak gerekiyor, en tepeye çıkamasanız da yolun yarısındaki ‘Our Lady of Remedy Kilisesi’nden de güzel fotolar çekebilirsiniz. Kaleye tırmanmak için 8 Euro ödeme gerekiyor. Asıl konu hangi mevsimde Kotor’a gittiğiniz belirleyecek, kaleye çıkıp çıkmama kararınızı. Kale sabah 8.00 akşam 18.00 arası açık. Sabah çok erken saatte çıkmanız uygun olacak güneş altında zorlanmamak için sıcak yaz günlerinde.

Soluk soluğa kalabilirsiniz ancak Kotor’un en güzel, soluk kesen fotoları da bu noktadan çekilebiliyor. Böyle bir manzara için tırmanmaya değeceği açıkça görülüyor.

Old Town’da gündüz sıcağında gezmek o kadar yormuyor. Venedikliler sokakları o kadar dar yapmışlar ki sıcak havada dolaşırken bile güneş rahatsız etmiyor.

Gelelim Old Town’un gece hayatına. Kotor merkez demek Old Town demek. Geceleri de restoranları, kafeleri, müziği ile canlı hareketli. Surlar dışında uygun fiyatlı restoranlar bulunuyor ancak bizim için gece de yemek yenecek ve dolaşılacak yer burası idi. Tüm Balkan şehirlerinde et ağırlıklı yemekler, özellikle ‘Cevabı Köfte’ den bol bol yedik. Ancak Adriyatik kıyısında üç şehirde Budva, Kotor ve Dubrovnik’te deniz ürünleri tatmalı idik. Kotor’da ünlü kilisenin yanındaki restoranlardan birinde yerel balıklarını ve kalamarını tattık. Biraz yüksek bir fiyat olduğunu belirteyim bu arada. Deniz ürünlerinizi seçerken fiyatlara biraz dikkat gerekebilir. Özellikle balıkların sadece 100 gram fiyatlarını yazdıklarını, ancak balık tartılınca rakamın katlanacağını vurgulamalıyım. Şehrin gece canlı görüntüsü de ayrı güzel geldi. Fotolardaki boş sokaklara bakmayın fotoları gece geç saatte çektiğimden daha az kişi görüyoruz, daha erken saatlerde çok canlı idi sokaklar.

Kotor’a gezisinde Kotor Körfezi civarını da gezmek gerekiyor diye yazmıştım. Biz  UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer alan Perast’ı görmeyi seçtik. 

Perast

Küçücük bir yer ancak UNESCO Dünya Mirasları arasında bir Ortaçağ kasabası. Ulaşımı son derece kolay, Kotor’a 15 dakika uzaklıkla araçla gidebileceğiniz bir yer. Bizim programımızda Hırvatistan Dubrovnik, Kotor’dan sonraki durağımız idi.  Dubrovnik yolu üzerinde Perast. Araba ile dolaşmıyorsanız Kotor garajdan kalkan otobüsler veya Hop on Hop otobüsleri ile ulaşabilirsiniz. Asıl en keyifli ulaşım Kotor Old Town’ın karşısında limandan kalkan tekneler ile hem Perast hem de Kotor Körfezi gezisi yapmak olabilir. Perast içinde de hemen kıyıdan sık kalan teknelerle 5 Euro ödeyerek Perast’ın tam karşısındaki iki adaya gidebilirsiniz.

Perast merkezi çok uzun olmayan bir sahilden oluşuyor. Ancak bu sahile araba ile giriş yasak biz arabamızı ana yol kenarında yapılmış ceplere park ederek merdivenlerden sahile indik. Sahil bir baştan bir başa 15-20 dakikada yürünebiliyor.

Perast’ta yerleşim Nelotik döneme kadar uzanmakta.  1420-1797 yılları arasında Venediklilerin hakim olduğu dönemde en parlak dönemini yaşamış. Bu dönemde şehir çok büyümüş, 20 saray, 18 kilise ve denizcilik okulu yapılmış. Körfezdeki stratejik önemi Kotor’un ve bölgenin denizden korunma zorunlukları ile denizcilik gelişmiş. Ancak Venediklerden sonra Avustralya, İtalyan ve Fransız hakimiyetinde kalmış Perast. 1945-1992 yılları arasında Yugoslavya sınırlarındaki kasaba bugün Montenegro sınırları içindedir. Ancak 18.yy’a kadar nüfusu sürekli artan kasabanın bugünkü nüfusu 400 kişi kadardır.

Sahilde Venedik mimarisi ile yapılmış ve korunmuş yapılar ve kilisesi dikkat çekiyor.

Sahildeki St. Nikola yüksek çan kulesi ile anayoldan bile görünüyor.

Perast St Nicholas kilisesi tüm haşmeti ile kıyıda yükseliyor. Dini öneminin yanı sıra tarihi Perast’ın da zenginliğini yansıtıyor. Kilise 1616 yılında yapılmış ancak daha önce aynı yerde başka bir kilise bulunuyormuş Ana girişin tam karşısında eski kilisenin bir bölümü de görülüyor. Kiliseye giriş ücretsiz ancak içerisi müzeye dönüştürülmüş, kıymetli eserleri gezmek için 1 Euro ödemek gerekiyor. Ayrıca 55 metrelik çan kulesine 1 Euro ödeyerek çıkabilirsiniz. Çan kulesine tırmanabilirseniz Perast’ın tam karşısında iki önemli adası ve tüm Perast’ın en güzel manzarasını seyredebilirsiniz.

Perast’ın iki küçük adasını da kilisenin önünden binebileceğiniz tekneler ile görebilirsiniz; Our Lady of Rocks Adası ve  St George. Our Lady of Rocks adası suni bir ada efsaneye göre denizcilerden biri bir kaya koyar oraya, sonrası her denizden dönen denizci oraya taş koyar böylece bir ada oluşur. Bugün o adanın üzerinde bir de kilise bulunmakta. St.George Adası’nda 12.yy’da yapılmış bir manastır bulunmakta, ancak ada ziyarete açık değil.

Perast, bizim gibi 2-3 saat hem sahilde hem de merdivenler arasındaki evler arasında dolaşıp, kıyıdaki sakin restoran ve kafelerde bir şeyler atıştırıp manzaranın keyfini çıkartacağınız bir yer olarak hafızalarınıza yerleştirebilirsiniz. Diğer yandan bir iki gün sessiz, sakin deniz tatili yapıp kıyıdaki restoranlarında deniz ürünleri yiyebileceğiniz bir yer olabilir. Kıyıda tarihi binalarda butik otellerde gecelemek güzel olabilir. Denizi kumluk değil, iskelelerden girilebiliyor ancak pırıl pırıl bir denizde yüzebilirsiniz.

Son Söz

Balkanlar farklı ve renkli bir coğrafya. Sadece tek bir tur ile tüm Balkanlar gezisi detaylı bir gezi olmayabilir. Biz kendi rotamızda Balkanları dört ayrı bölgeye ayırdık. Üçüncü Balkanlar gezimizde hedef Adriyatik kıyıları idi. Balkanların Adriyatik kıyıları iki ülke ve üç ana şehirden oluşuyor. Bu kıyılar son yıllarında Avrupalılar için popüler deniz tatili yapılacak yerler arasına girdi. Artık bu kıyılar İspanya, İtalya ve Yunanistan sahillerine alternatif yerler arasında. Biz Türkler için de vizesiz hem deniz hem tarih turu yapacağımız Balkan ülkeleri arasında. Balkan turu veya deniz tatili yapacaklar için görülmesi gereken bir sahil kasabası Kotor. Hem Balkanlar, hem deniz tatili, hem Avrupa havası ve ekonomik tatil için programlarımıza eklenecek bir yer.

Biz gezdik, gördük, çok sevdik, yine gider miyiz, gideriz, gezeriz.

Vatikan Gezi Rehberi: Dünyanın En Küçük Ülkesi

Vatikan dünyanın en küçük bağımsız devletidir. Yaklaşık 1000 kişilik sakini, 5000 km2 yüzölçümlü Vatikan Şehir Devleti, Roma’nın merkezinde Aziz Petrus’un şehit edildiği yerde kurulmuş ve 1929 yılında imzalanan Laterna Anlaşması ile bağımsızlığını kazanmıştır.

Mutlak monarşi ile yönetilen Vatikan’ın ve devlet başkanı olan Papa, dünyadaki 1,2 milyar Katolik inancını benimseyen grubun da ruhani lideridir. Katolik Hristiyanlar için bir hac merkezidir Vatikan.

Din ile sanatın buluştuğu bu küçük ülkede, dünyanın en büyük ve en önemli müzeleri arasında sayılan Vatikan müzelerini gezmek için bir gün mutlaka yolunuz Vatikan’a düşsün.

İtalya’da bahar gezimizde Roma’daki dördüncü günümüzü Vatikan’a ayırdık. Müze biletimizi de önceden internetten almıştık.

Vatikan’a nasıl gidilir derseniz, Vatikan Roma’nın merkezinde. Bulunduğunuz yere göre sıkı bir yürüyüş, bisiklet, otobüs ve metro ile rahatlıkla ulaşılabilir. Biz sabah erkenden metro ile Vatikan’a gitmeye çalıştık. Termini İstasyonu’nda A hattına binerek Ottaviana durağında indik. Duraktan Saint Peter’s Meydanı’na ulaşmak  için  kısa bir yol yürüdük. Roma

Meydanda bir giriş kapısında uzun kuyruk vardı. Biz de kuyruğa girip beklemeye başladık bu arada yağmur yağmaya başladı. Elimizdeki tek şemsiyenin altında yağmurdan korunmaya çalışırken, arkamızda bekleyen ve Madrid’den  gelen Kolombiyalı delikanlının da şemsiyemiz altına girmeye çalıştığını fark ettik. Gülerek bir sakıncası olup olmadığını sordu. Ancak şemsiyenin 3 kişi için yeterli olmadığını anlayarak koşarak karşıdaki bir dükkandan şemsiye alarak döndü. Şemsiyeyi açtığında gülmemek için kendimizi zor tuttuk. Delikanlı kırmızı, üzerinde amor yazılı olan bir şemsiye ile böylesine ruhani bir ülkenin meydanında bekliyordu. Yağmur yağınca şemsiyelerin çoğu satılınca başka şemsiye bulamamış olsa gerek. 

Tam giriş için sıra bize geldiğinde görevli Müze girişinin burası olmadığını söyledi. Müzeye biz meydandan gireceğimizi düşünmüştük. Müze randevu saati ile geziye başlayacaklar için müze girişinin meydanın arkasında olduğunu belirtelim.

Müzenin kapısında rezervasyonumuz olduğundan beklemeden biletlerimizi alarak içeri girdik. Vatikan Müzeleri uzun, ters U şeklinde bir koridor şeklinde tasarlanmış. Soldan yürümeye başladık ve yolun en sonunda Sistina Şapeli’ne ulaştıktan sonra geriye dönüp tur tamamlanıyor.

Koridor boyunca  o kadar çok eser var ki anlatmakla bitmez. Rafael Odaları özel önem taşımakta ve pek çok resim ve heykel bulunmaktaydı. Sadece Mısır mumyasına ve lahitlerine o kadar çok yer ayrılmasını anlamakta zorluk çektik.

Rafael’in duvar resimlerinden biri  Scoola di Atene (Atina Okulu) Rafael’in en ünlü fresklerinden biridir.

Şimdi gelelim Müzenin en önemli bölümüne yani Sistina Şapeli’ne. Vatikan’ın en önemli dini yerlerinden biri olan Sistina Şapeli, Papa IV. Sixtus için 1477 ile 1483 yılları arasında yaptırılmış. Mimarları Baccio Pontelli ve Giovanni de Dolci Rönesans mimarisi stilinde inşa etmişler. Şapel dikdörtgen prizma şeklinde ve 20,70 metre yüksekliğindedir. Tavan basık bir beşik tonoz ile örtülüdür. 40,93 metre uzunluğu ve 13,41 metre enindeki boyutları, Süleyman’ın Tapınağı için Eski Ahit’te verilen ölçülerdedir.

Başlangıçta tavanının altın yaldızlarla süslenerek maviye boyandığı ve duvarlara Musa ile İsa’nın hayatından sahneler çizildiği, sonrasında Sixtus’un yeğeni, Papa II. Julius’un 1508 ve 1512 yılları arasında mavi-altın rengindeki tavanı değiştirmesi için Michelangelo’yu görevlendirdiği kaynaklarda belirtilmektedir.

Michelangelo, özel bir iskele kurdurarak, tavan fresklerini tek başına çalışmış. Dünyanın yaratılışı ve insanın düşüşü gibi konuların betimlendiği ana panolar Eski ve Yeni Ahit figürleriyle bezenmiş. İsa’nın doğumunu önceden bildirdikleri söylenen kahinler bunun dışındadır. Bu muazzam proje için Michelangelo Hz. İsa’nın ataları, peygamberler, kâhinler ve oluşumla ilgili sahneler tasarlamış, fresklerle portreler yapmıştır.

Ziyaretçiler için tasarlanmış bu sahneler, günah ve ilahi öncelikler ile ilgili önemli prensipleri konu alır. Tavanda yer alan en ünlü sahnelerden biri Adem’in Yaratılışı Sahnesi’dir (The Creation of Adam). Tanrı’nın ilk insan Adem’e hayat verişini betimleyen freskte, Tanrı’nın yüzü olarak Michelangelo’nun kendi yüzünü çizdiği düşünülmekteymiş. Tanrı’nın sağ kolu, hayat ışığını vermek için Adem’in parmağına doğru uzanmış. Sol kolunun altında ise bir kadın resmedilmiş. Bu kadının henüz yaratılmamış olan Havva’yı temsil ettiği düşünülmekteymiş. Tanrı ve Adem’in ellerini içeren detay ise freskin en önemli kısmını oluşturmaktadır.

museivaticani.va

1980’lerde yapılan restorasyon sırasında tavan fresklerinin beklenmedik canlı renkleri ortaya çıkmış. Renkler beklenenden çok daha parlak olduğu için şaşkınlık yaratmış ve restorasyon eleştirilere uğramıştır. Oysa uzun yıllar boyunca Michelangelo ile özdeşleştirilen koyu renklerin, yüzyıllar boyunca biriken kir tabakalarının sonucu olduğu ortaya çıkmıştır.

Şapelin duvarlarında Kutsal Kitap kaynaklı onlarca sahne ve papaların portreleri resmedilmiştir. Botticelli, Pinturicchio, Perugino, Ghirlandaio ve Signorelli gibi 15. yüzyılın ünlü İtalyan Rönesans ressamlarının eserleri duvarlarda yer almaktadır. Şapelin yan duvarlarında, Musa’nın ve İsa’nın hayatından paralel sahnelerin betimlendiği 12 resim Perugino, Botticelli ve Signorelli gibi sanatçıların eserleriymiş.

Bir duvar Musa’nın Mısır’a Yolculuğu, Musa’nın Çağrıyı Alması, Kızıldeniz’i Geçiş, Altın Buzağıya Tapınış, Asilerin Cezalandırılması ve Musa’nın Son Günleri isimli freskleri ile karşı duvar ise, İsa’nın Vaftizi, İsa’nın Baştan Çıkarılması, Aziz Petrus ile Andreas’a Çağrı, Dağdaki Vaaz, Anahtarların Aziz Petrus’a Verilişi ve Son Yemek freskleri ile bezenmiştir.

Şapel duvarlarının dekorasyonu, 1534-41 yılları arasında altar duvarındaki Son Yargı (Last Judgement) Michelangelo tarafından tamamlanmış. Ölülerin ruhlarının Tanrı’nın gazabıyla yüzleşmek için mezarlarından kalkmalarının betimlendiği fresk Sistina Şapeli’ndeki en popüler eserlerinden biri. Bu eser için Michelangelo’nun olgunluk döneminin başyapıtı olduğu söylenmekteymiş.

museivaticani.va

Tavanda yer alan Adem’in Yaratılışı sahnesi dışında, Adem ve Havva’nın Bilgi Ağacından yasak meyveyi tatmaları ve cennet’ten kovulmalarının betimlendiği İlk Günah, Libya Kahini, Güneşin ve Ayın Yaratılışı sahneleri de Şapeldeki önemli betimlemelerdenmiş. Döşemede de 15. yüzyıla ait çeşitli renkli geometrik mermer kompozisyonlar bulunmaktadır.

Sistina Şapeli, sadece turistlerin ziyaret ettiği, olağanüstü sanat eserlerinin sergilendiği yer olmanın çok ötesindedir. Burası halen Papanın çeşitli ayin ve vaftiz törenlerine katıldığı ve kardinallerin yeni papayı seçerken oy kullanmak için toplandığı, aktif hizmet veren bir kilisedir.

Bu olağanüstü resimlerin fotoğrafını çekmek yasak. Döne döne ve kafamızı kaldırmaktan boynumuz ağrıyıncaya kadar şapeldeki resimleri hayranlıkla seyrettik. O kadar canlıydılar ki üç boyutlu gibi olduklarından sanki her an hareket edeceklermiş hissi yaratıyorlardı.

Şapel’den sonra koridor dönüş yolunu hızla gezerek Müze gezimizi sonlandırdık.

Vatikan’ın kendine ait bir postanesi bulunuyor. Burada Vatikan pulları kullanılıyor. Müze postanesinde satılan kartlardan aldık bir iki arkadaşımıza postaladık. Posta servisinin oldukça hızlı olduğu söyleniyor.

Müzenin bahçesi de ayrı bir güzeldi. Müzeden Papanın yürüyüş yaptığı bahçeyi de kuşbakışı görme imkanı oldu.


Müzeyi gezmeyi tamamladıktan sonra tekrar Saint Peter’s Meydanı’na döndük. Sabahki kalabalıktan eser kalmamıştı. Rahat bir şekilde içeri girdik. Vatikan’daki Aziz Petrus Meydanı, Napolili sanatçı, heykeltıraş ve mimar olan Gian Lorenzo Bernini tarafından Papa VIII. Alexander için 1656-1667 yılları arasında yaptırılmış.

Meydanın ortasında elips alan çevresinde süslü fıskiyeli su havuzu yer almaktadır. Meydanda iki çeşmeden soldaki çeşme Bernini’nin, sağdaki çeşme ise Domenico Fontana’nın eseriymiş. Orta kısımda ise Papa V. Sixtus tarafından diktirilen 25,5 metre yüksekliğinde bir Mısır dikili taşı bulunmaktadır. Bu dikili taş Mısır’da bilinmeyen bir firavun tarafından yaptırılmış ve Roma’ya Mısır’dan getirilerek diktirilmiş. Dikili taşın üzerinde bir Çapraz Haç yer almaktadır. Bernini’nin 196 cm aralıklı sütun dizisi ise buraya gelen ziyaretçileri kucaklamak ister gibi iki yana açılmış

Papa her yılbaşında meydanda toplanan Katolik ve diğer mezhepten kalabalığa bu meydanda sesleniyormuş. 

Sırada Vatikan’daki St.Pietro’s Basilica’sı bulunuyor. Vatikan’da yer alan Aziz Petrus Bazilikası, Hristiyan dünyasının en önemli yapılarından biri. 23.000 metrekare arazi üzerinde, 222 metre uzunluk ve 136 metre yükseklikteki bazilika, dünyanın en büyük kilisesi olup, içine aynı anda 60.000 kişi sığabiliyormuş.

Vatikan’a kısa şort ve mini etekle girmenin yasak olduğunu hatırlatıp gezmeye devam edelim.

Bazilikayı üç bölğmde geziyoruz.

St.Pietro’s Manastırı içi. Hristiyan tarihinin en gösterişli Manastırlarından olup muazzam ve oldukça etkileyici bir yapı.

Bir diğeri Basilica. Eski Papaların kıyafetleri, taçları, haçları ve buna benzer eserler burada sergileniyor.

Son olarak “Tombs of the Saints” kısmı, St.Pietro’dan yapıldığından bu güne gelmiş geçmiş tüm papaların mezarlarının bulunduğu alan. Birkaç sene önce ölen Papa 2. Jean Paul’e ait mezar da görülebilir.

Biz üç yerden Manastırı gezmeyi seçtik, diğerlerini zamanımız yetmedi. St. Pietro’s Manastırı’nın içinde görülmesi gereken önemli eserlerden biri Pieta’dır. Pieta, Michelangelo tarafından yapılan, Meryem Ana’nın kucağında çarmıhtan indirilen Hz. İsa’yı taşıdığı, hüznü ve mutsuzluğu çok canlı bir şekilde veren ünlü heykel. Meryem Ana’nın kemerinde Michelangelo’nun imzası bulunuyor ve bu imzaladığı tek eseriymiş. Ayrıca Michelangelo’nun bu mermer heykeli tamamladığında sadece 25 yaşında olduğunu da belirtelim.

Diğer görülmesi gereken eser ise Aziz Petrus‘un bronzdan yapılan heykelidir. Hz. İsa’nın cennetin anahtarının Aziz Petrus’a verdiği söyleniyor. Bu anahtar bir papadan diğer papaya geçmekteymiş. Bu heykelde de Aziz Petrus elinde cennetin anahtarını tutmaktadır. Gelen ziyaretçilerin dokunması ve öpmesi sonucu bu heykelin ayağı aşınmış. Bu nedenle olsa gerek heykelin önü bariyerle kapatılarak ziyaretçilerin erişimi engellenmiş. 

Bazilikanın hemen her köşesinde o kadar çok eser vardı ki, nereye bakacağımızı şaşırmıştık.

Bazilikanın Kubbesini Michelangelo tasarlamış. 136 metre civarında yüksekliğinin kubbenin bitmiş halini görmek ise maalesef kendisine kısmet olmamış. Buraya çıkmak için 2 yol var; Ya asansöre binip sonra 350 basamak tırmanmak ya da tüm yolu tırmanarak çıkmak. Asansörle çıkış 10 Euro, merdivenden çıkış 8 Euro. Biz asansörlü çıkışı tercih ettik. Asansörün ulaştığı noktadan sonraki 350 basamağı çıkmak da oldukça yorucuydu. Ancak merdivenleri tırmanıp son noktaya ulaşınca soluğumuz kesildi. Roma ayaklarımızın altındaydı ve muhteşem bir manzara bizi bekliyordu.

İnişte asansöre kadar olan bölümde zorlanmadık.

Kiliseden dışarıya çıkınca ilk dikkatimizi çeken şey İsviçreli Muhafızlar oldu. 1506 yılından beri Papa’yı 110 kişilik küçük bir ordu koruyor. Bu ordu da İsviçreli ve  Katolik askerlerden oluşuyor. Bu sarı, kırmızı ve mavi çizgili kıyafetlerinin değişik kıyafetlerinin Michelangelo’nun tasarımı olduğu rivayet olunuyor.

Vatikan küçük bir ülke ancak görülecek eserler, şapeller çok sayıda. Bu kutsal ülkede dini görevlerini yerine getiren Hristiyanlarla birlikte biz de eserleri görmekten ve gezmekten çok mutlu olduk. Aziz Petrus Bazilikası’nda gezgin duamızı da kendi usulümüzce yaptık.

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 

 

 

 

 

 

 
 
 
 

 

 
 
 
 

 

 
 
 

 

 

 

İasos Antik Kenti ve Kıyıkışlacık Köyü Gezi Rehberi: Tarih ve Huzur Elele

Kıyıkışlacık Köyü, İasos Antik Kenti bir arada, tarih, deniz, ve huzurlu yer arayanlara yeni bir adres, rehber olalım bu yazı ile. Türkiye’nin en popüler tatil şehirlerinden Muğla’nın az bilinen, sevimli balıkçı köyü bugünkü adı ile Kıyıkışlacık.

Yakın bölgede Bodrum, Didim, Akbük civarında geçirdiğiniz bir yaz tatilinde günübirlik bir kaçamak yapabilirsiniz, ya da Türkiye’nin en güzel manzaralı köyleri arasında sayılabilecek yerde birkaç gün deniz güneş tatili ile dinlenebilirsiniz. Öyle bir köy ki hem az bilinir diyoruz, hem de çoktan keşfedilmiş ve en güzel manzaralı yerlerine çok sayıda yazlık evler kondurulmuş. Uzun dönemde bu güzel toprakların Bodrum kadar kalabalıklaşmayıp, doğallığını koruyabilmesini umut ediyoruz.

Bu güzel köyün, hala çok fazla bilinilirliği olmamasının bir nedeni de köye ulaşmak için 20 km kadar dar bir orman yolunda ilerlenmesi. Bu yol iyi ki geniş ve çok şeritli değil diyor gönlüm, böylece köy biraz gözlerden uzak kalabiliyor.

Niçin Kıyıkışlacık
  • Çok geniş bir sahil bandında gizli koylar ve farklı, göz alıcı deniz manzarası
  • 3000 yıllık geçmişe sahip Antik İasos Kenti kalıntıları ile tarihe yolculuk.
  • Balıkçı köyü, her zaman taze balık ve mavi yengeç bulabilirsiniz, hatta günlük teknelerle balık tutmaya da çıkabilirsiniz.
  • Bir yanda kıyıya kadar uzanan zeytin ağaçları, diğer yanda masmavi deniz, yeşil ve mavi el ele vermiş.
  • Yakın turistik yerler Bodrum, Didim, Akbük ile kıyaslandığında hala sessizlik, sakinlik, doğallık bulabileceğiniz topraklar.
  • Konumu nedeniyle, güneşin ve ayın denizden hem doğuşunun hem  batışının muhteşem görüntülerini  izleyebilirsiniz. 

Kıyıkışlacık benim de adını duymadığım, görülecek yerler listeme girmemiş idi; ta ki orada yazlık alıp yerleşen arkadaşım Ayşe’nin  gezgin olarak mutlaka görmem gerektiğini belirterek, beni özel olarak davet etmesine kadar. Gezelim görelim diye çıktık yola ve gerçekten de özel bir köy olduğunu görmüş oldum.

Ulaşım

Kıyıkışlacık Güllük Körfezi’nde, Milas’a bağlı Güllük beldesinin tam karşısında yer almaktadır. Milas-Bodrum Havaalanı’na 26 km. Bodrum’a yaklaşık 80 km, Milas’a 26 km, Didim’e 47 km, Akbük’e 28 km uzaklıkta. Bodrum Milas arasındaki ana yoldan İasos tabelasından sonra 18 km ormanlık yolda biraz tırmanıyoruz. Yol çok geniş olmasa da ormanlık yol keyifli bir yolculuk sağlıyor. Toplu ulaşım aracı olarak Milas merkezden dolmuşlarla ulaşım mümkün. Günübirlik, sadece köy merkezinde denize girmeden sahilde oturup İasos’un tarihi kalıntılarının bir bölümünü gezmek isterseniz dolmuş ile gidip dönülebilir. Ancak bu kadar yol gitmişken güzel manzaralı sahil bandında dolaşıp, Zeytinlikuyu Plajı’nda da denize girmek isterseniz özel araba ile gitmenizi öneririm.

Gezelim Görelim

Tarihi Iasos kalıntılarından bir yalnız kule köye girmeden  yol kenarında karşılıyor ziyaretçileri. Bu kule aslında Roma mezar anıtı, ancak saat kulesine benzediği için halk bu isimle adlandırmış.

Yola devam edip deniz kenarına ulaşınca köyün merkezine ulaşıyoruz. Köyün merkezi aslında küçük bir körfez, antik liman. Limanın ağzında Ortaçağ’dan kalma mendirek kule sular içinde görünüyor.

Yakın tarihte 19.yy’da asıl geçim kaynağı balıkçılık ve zeytincilik olan bir Rum köyü imiş Kıyıkışlacık. 

Köy merkezine ulaşınca arabamızı park ediyoruz. Küçük koyda çok sayıda balıkçı tekneleri yer alıyor. Birkaç balık restoran, kıyıda kısa bir yürüyüş alanı ve birkaç kafe bulunuyor.  Küçük bir balıkçı köyü havasını hissetmek için en güzel yer burası. Köye ulaşmanın keyfi ile önce bu kıyıda, çay, kahve molası ile geziye hazırlık yapabilirsiniz. Kıyıkışlacık bir köy ancak birden çok yüzü var ve gözünüzü gönlünüzü açacak çok farklı görüntüler sizi bekliyor.

Bu ilk molada balıkçı teknelerinin yanında doğal bir balıkçı barınağında, sakinlik içinde iyot kokusunu ciğerlerinize çekip, hemen karşınızdaki yarımadada uzanan tarihi kalıntıları görebilirsiniz. Bu kısa moladan sonra karşıya Iasos kent alanına yürüyoruz.

İasos Antik Kent alanında yerleşim MÖ 3000 yıllarına dayanmakta. Kent önceleri bir ada üzerine kurulmuş iken sonra alüvyonlarla deniz dolmuş, bugün yarımada haline dönmüş. Bu topraklarda Argoslular, Karyalılar, Helenler, Romalılar izlerini bırakmışlar.

Kıyıda zeytin ağaçlarının arasından şehrin agorasına kemerli bir kapıdan giriliyor. Girişte bir ücret ödenmiyor. Kapının karşısında agora, sağ tarafta da bouleuterion (meclis binası) yer alıyor. Tiyatro görünüşündeki meclis binası yarımadanın en iyi konumda kalmış yapısı. Bu yarımadaya girdikten sonra isterseniz içeriden ilerleyebilirsiniz. Yarımadanın üstlerinde surlar ve diğer kalıntılara ulaşabilirsiniz. İsterseniz deniz kenarından limanın çıkışına doğru denizin ortasında görünen kuleye ilerleyebilirsiniz sonra yukarıya doğru tırmanabilirsiniz.

Yarımadada görülecek önemli yerlerden biri Mozaikli ev. Mozaikli evin çevresi kapatılmış, üzerine de çatı yapılmış. Mozaiklerin de üstü, korumak amaçlı olsa gerek kapatılmış idi, ortaya çıkan mozaikleri görme şansımız olmadı. Bu bölgede ayrıca tiyatro bulunmakta imiş, ancak tiyatronun taşları taşınmış, başka binalarda kullanılmış günümüze bir şey kalmamış.

Mozaik evinin de olduğu tepeden liman girişinde, bugün sular içinde kalmış mendirek kulesi ile harika bir görüntü sunuluyor.

İasos şehrinden kalanların hepsi bu yarımada ile sınırlı değil. Bir bölge daha var ziyaret edilecek. Agora kapısının deniz yönü tarafına değil kara yönüne doğru ilerleyip tabelaları takip edebilirsiniz. Sadece 300 metre ileride 5 dakika yürüme mesafesinde yeni yerimiz.

İasos Balık Pazarı Müzesi, adı yanlış bir değerlendirme ile Balık Pazarı olarak kalmış. 1920 yılında burayı ziyaret eden ünlü Katalan mimar Gaudi yapının büyük olması nedeniyle burasının balık pazarı olabileceğini söylemiş.  Aslında burası bir anıt mezar. Dörtgen alanın ortasında bir mezar çevresinde kemerli revaklı bölüm bulunmakta. Türk-İtalyan işbirliği ile restore edilen alan, 1995 yılında Açık Hava Müzesi olarak ziyarete açılmış. Revaklı bölümde İasos Kenti kazılarından çıkan heykeller ve toprak eserler sergilenmekte. Müze içindeki anıt mezar M.S 2. yüzyıla tarihlenmekte. Bu tarihi köydeki küçük ancak etkileyici müze görülmeye değer.

İasos ile daha detaylı bilgi için: İasos Antik Kenti

Antik şehir gezisi sonrası, Kıyıkışlacık’ta yüzmek isteyenler için köyün içinde denize girilemediğini belirtelim. Bu nedenle biraz köyün merkezinden uzaklaşmamız gerekiyor. Köyün çok geniş bir sahil bandı var, ancak her yer denize girmeye uygun değil. Kıyı boyunca bazı yazlık sitelerin önünde güzel sahiller görebilirsiniz.

Kıyıkışlacık’ta deniz, güneş keyfi yapacağınız yer Zeytinlikuyu Plajı. Zeytinlikuyu plajı temiz, kumluk ve sığ denizi ile tercih edilen bir yer. Yazın oldukça kalabalık olmasına rağmen yine de huzurlu bir yerde olduğunuzu  hissettirecek. Zeytinlikuyu’da köye göre deniz kıyısında daha çok sayıda pansiyon ve küçük sevimli oteller bulabilirsin.

Kıyıkışlacık Milas ve Bodrum’a yakın ancak Milas’tan kalkan dolmuşlar dışında ulaşım araçlarının olmaması ve 20 km kadar dağ yolundan gidilmesi nedeni ile uzun süre sakinliğini korumuş. Belli bir süre imarlaşmaya da izin verilmemiş. Ancak bu güzel bölge yazlıkçıların ilgisinden kaçamamış. Çok sayıda kooperatif evleri ile oldukça yapılaşmış ve yapılaşmaya devam ediyor, çok yatak kapasiteli oteller de yapılmış. Ayrıca bir marina bulunmakta bölgede.

Özellikle akşam üzeri köyden Zeytinlikuyu tarafına araba ile giderken körfezin görüntüsü doyulmaz. Ayrıca güneş batışını tam batıya bakan, en güzel güneş batışının izlendiği bir yazlık sitede izledik. Güneş batışı, doğuşu ve mehtap görüntülerini yazı ile anlatmak zor,  fotoğraflardan fazla söze gerek kalmadığı açıkça görülüyor.

Köyün içi son derece küçük zeytin ağaçları ve az sayıda evden oluşmakta. Tam bizim olduğumuz hafta köy örgütlenmiş ve gönüllü sanatçılar evlerin, ortak alanların duvarlarını boyamaya başlamışlardı. Küçük köye sıcak bir hava veriyor bu güzel boyamalar.

Kıyıkışlacık köy halkı ve yazlıkçılar bu sakin topraklarda huzurla yaşarken, son yıllarda huzurlarını bozan konu ise bu güzel yurda bir maden işletmesinin yük iskelesi yapma girişimleri. Yani cennet gibi doğa, 3000 yıllık tarih, deniz, balığı bol kıyıları ile halkı balıkçılıkla geçiniyor, insanları mutlu demeye korkar olduk. Bir maden şirketinin yatırımını destekleyerek, tüm bölgeyi neden bozmak isteriz anlaşılamaz. Köy sakinleri ve sivil toplum örgütleri mutsuz seslerini, itirazlarını duyurmaya çalışıyorlar.

Yeme İçme

Kıyıkışlacık’ta ne yenir ne içilir derseniz. Kıyıkışlacık tam bir balıkçı kasabası olduğuna göre şüphesiz deniz ürünleri olacak cevabımız. Aslında Kıyıkışlacık’ta kendi balığınızı kendiniz tutabilirsiniz. Bol balık nüfusu bulunuyor denizde. Bu nedenle kıyıdaki balıkçı tekneleri balık avlama turları düzenliyorlar. Sabah erken yola çıkıp gün boyu denizde balık tutabilirsiniz.

Balık tutmak bana göre değil, ben tutulmuş, temizlenmiş balıkları soframa isterim derseniz kıyıda birden çok balıkçı restoran bulunuyor. Çoğu aile işletmesi, balık pazarlığınızı yapmak size kalmış. Bunların içinde en ünlüsü, eskisi ve büyüğü Ceyar Restoran. Yıllar önce bu restoranı açan baba o zamanın Amerikan dizisi Dallasın ünlü karakteri JR’a benzetilince restoranına da bu adı vermiş. Restoran hakkında olumlu, olumsuz yorumlar bulunmakla beraber biz denemek istedik. Öncelikle yeri güzel, geniş bir alan ve meze çeşitleri zengin idi. Biz özellikle mavi yengeç denemek istedik. Bölgeye özgü, her yerde deneyemeyeceğimiz bir deniz ürünü mavi yengeç. Tane hesabı satılıyor, fiyatı da bir tabak meze fiyatında idi. Deniz kıyısında, İasos kentine karşı güneşi batırıp, lezzetli ürünleri yemek de güzel gidiyor köyde. Bu arada balık tercihi olmayanlar için kıyıda sıcak soğuk içecekler yanında, Ceyar Restoran’ın tam arkasında Kahve Koyu Kafede beklentinizin ötesinde kahve çeşitleri ve ev yapımı taze kekler, pastalar bulabilirsiniz.

Son Söz

Küçük balıkçı köyü diye çıktık yola, ancak Kıyıkışlacık, gözümüze, gönlümüze, ruhumuza iyi geldi. Türkiye’nin en güzel deniz manzaralı köylerinden biri Kıyıkışlacık. 3000 yıllık tarihinden bu güne kalanlar da deniz manzarasının ötesinde zenginlik katmış köye. İasos ve Kıyıkışlacık gezginlerin ziyaretini hak ediyor.

Bu arada Kıyıkışlacık tatilimiz sonrası İzmir dönüş yolumuz üzerinde Bafa Gölü kıyısında Kapıkırı Köyü’ne uğradık. Orası da tarihi Herakleia Antik Kenti üzerine kurulmuş. Harika Bafa Gölü manzarası ve tarih bir arada. Ancak Kıyıkışlacık ve Kapıkırı birbirinden çok farklı.

Bu rota da ilginizi çekebilir. Bafa Gölü: Herakleia Antik Kenti – Kapıkırı Köyü Gezi Rehberi

Amasya Gezi Rehberi: Selfi Çeken Şehzadeler Diyarı

Amasya; Kral mezarlarının, elmanın, Ferhat ile Şirin’in, Osmanlı şehzadelerinin eserlerinin, zamana karşı ayakta kalan taş işçiliğinin güzel örnekleri camilerin, hamamların, medreselerin, külliyelerin, çeşmelerin, taş köprülerin şifa hanenin, bimarhanenin, gece Yeşilırmak Nehri kenarındaki rengarenk ışıklandırılmış eski konakların, nehrin iki yakasındaki ara sokaklardaki kafelerin, su değirmenlerinin, güzel yemeklerin şehri. Cumhuriyetimizin temellerinden olan Amasya Tamiminin yayımlandığı, zengin mutfağı ile damağınızı şenlendirecek bir şehir. Geçmiş ile günümüz arasında size masal yolculuğu yaşatacak bir şehir Amasya.

İki dağ arasına ve Yeşilırmak’ın iki yakasına kurulmuş Amasya. Şehrin iki yakasını bağlayan Roma, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinden kalma köprüler günümüzde sapasağlam ve halen kullanılıyor.

Şehre gece vardığımızda; manzara, ırmak kenarında ve ara sokaklardaki ışıklandırma, caddelerdeki kafeler, müzik sesleri gelen konaklar bir Akdeniz ülkesinde imişim duygusu yaşattı.

Konakladığımız Emin Efendi Konakları bir aile büyüğünüzün evinde misafir olduğunuz duygusunu yaşatacak kadar güzel ve samimi idi. Restorasyonlar doğal dokuyu bozmadan, odalarda size her türlü konforu sunacak biçimde yapılmış. Asansör yok doğal olarak, dar ve hafif gıcırdayan merdivenlerden çıkıyorsunuz. Ama odalar temiz, sıcak ve tüm standart otel unsurlarını içeriyor.

Canlı müzik eşliğinde yenen yemekten sonra gece ara sokaklarda kaybolarak gezmeniz, bir kafede tarçınlı salep içerek ırmağın kokusu ile yukarılardan gelen dağ kokusunu içinize çekmeniz mümkün.

Sabah günün aydınlığında, gecenin renkleri kaybolmuştu. Ancak şehir başka bir muhteşem manzara ile günaydın diyordu.

Amasya’da sokaklarda yoğun bir trafik yok ama medeniyet göstergesi olarak, yola adımınızı attığınız anda trafik duruyor ve size yol veriyorlar. Küçük bir şehir olduğu için araba park yeri için ayrılan bölgeler sınırlı. Bu nedenle şehri zaman zaman köprüleri kullanarak yürüyerek gezmenizi öneririm. Zaten Yeşilırmak üzerindeki bir köprüden geçerken sağınızda solunuzda yer alan restore edilmiş konaklara hayran kalıyorsunuz, bir başınızı kaldırınca dağlardaki kral mezarları sizi şaşırtıyor, her köşe başında ecdat yadigarı camiler, hamamlar ve tüm eserler sizi gururlandırıyor.

Şimdi alın çayınızı, kahvenizi elinize birlikte gezelim Amasya’yı.

Kral Kaya Mezarları

Antik Çağ’ın önemli uygarlıklarından olan Pontus Krallığı Pers Satraplarından I. Mithridates Ktistes tarafından Amasya kurulmuş (MÖ.301-47) ve Pontus Krallığı’nın başkenti olmuş.  Harşena Dağı’nın güney yamacına anıtsal kaya mezarları inşa edilmiş.

Öldükten sonra dirileceklerine inanan Pont Kralları, bedenlerinin sağlam kalması için kayalara yaptıkları anıt mezarları, ana kayadan “U” şeklinde ayrılıyormuş, böylece kayalardan gelen suyun cesedi çürütmesini engellemek amaçlanıyor  imiş.

Zengin ölü hediyeleri ile gömüldüklerine inanılan Pont Krallarının mezarları, Romalılar tarafından yağmalanmış ve sonra mezar özelliklerini yitirmişler.

2015 yılında UNESCO tarafından hazırlanan Dünya Geçici Miras Listesine girmiş bu Kaya Mezarları.

Şehzadeler Müzesi

Yalıboyu’nun en eski köprülerinden Alçak Köprü’nün ayağında, Kral Kaya Mezarları’nın eteklerinde, Yeşilırmak’ın kıyısındaki eski sur duvarları üzerinde kurulu iki katlı ahşap bina, Şehzadeler Müzesi olarak tasarlanmış. Müzede, Şehzadelikleri Amasya’da geçmiş olan Osmanlı Sultanlarının heykelleri ve o dönemi yansıtan kıyafetleri bulunuyor.

Müzenin üst katında bulunan yedi heykel, şehzadelik dönemlerini Amasya’da geçirdikten sonra Sultan sıfatıyla Osmanlı tahtına oturmuş şehzade ve sultanlara ait. Bunlar: Yıldırım Bayezid Han, Çelebi Mehmet Han, II. Murat Han, Fatih Sultan Mehmet Han, II. Bayezid Han, Yavuz Sultan Selim Han ve III. Murat Han.

Alt katta bulunan beş heykel ise yine şehzadelik dönemlerini Amasya’da geçirmiş, ancak Osmanlı tahtına oturamamış şehzadelere ait. Bunlar: Kanuni’nin oğulları Şehzade Mustafa ve Şehzade Bayezid, II. Murat Han’ın oğulları Şehzade Ahmet ve Şehzade Alaeddin ve II. Bayezid Han’ın oğlu Şehzade Ahmet.

Büyükağa Medresesi

Kapı Ağası Medresesi ya da diğer adıyla Büyük Ağa Medresesi Sultan II. Bayezid’in Kapı Ağası Hüseyin Ağa tarafından 1488 yılında yaptırılmış. Planı klasik Osmanlı medrese formundan farklılık gösteriyor, özellikle Selçuklu mezar anıtlarında görülen sekizgen plan şeması ilk kez bu medresede uygulanmış

Büyük kemerli bir kapıdan giriliyor içeriye. Sekizgen meydanın ortasında bir havuz, etrafında son derece zarif kemerli sütunlar ve revaklar bulunuyor. Bu sütunların arkasında ise mescit ders mekanları ve öğrenci odaları bulunuyor.

Saraydüzü Kışla Binası- Milli Mücadele Müzesi

Mustafa Kemal’in 1919 yılı Haziran ayında Amasya’ya geldiğinde konakladığı ve Amasya Tamimi’nin kaleme alındığı yer olan Saraydüzü Kışla Binası bu tarihi önemi gözeterek aslına uygun bir şekilde Yeşilırmak kıyısında yeniden inşa edilmiş.

Günümüzde Amasya İl Halk Kütüphanesi olarak kullanılan binanın, son katında Milli Mücadele Salonu bulunuyor. Bilgisayarlarını ve kitaplarını açmış ders çalışan öğrencilerin arasından geçerek üst kata çıkıyorsunuz.

Burada, Mustafa Kemal’in Amasya’ya gelişi, Culistepe Mevkii’nde yerel heyetin karşılama anı 12 balmumu heykel ile canlandırılmış.

Müzeden çıkınca sağ tarafınızda yine zarif bir köprü var karşıya geçmek için. Kunç Köprü adındaki bu köprü, Selçuklu Sultanı II. Mesut’un annesi Hondi Hatun tarafından 13. yüzyılda yaptırılmış. Kısmen kesme taş, kısmen tuğla kullanılarak yapılmış köprüde; kuvvetli su akıntılarından korunmayı sağlamak için sel yaranlar yapılmış. O dönemin mimarlık ve mühendislik uygulamaları; doğanın kuralları ile kavga etmek yerine onlara saygıyla yaklaşmayı tercih ediyorlarmış galiba. 

Müzenin önünde ise su akış hızı ile hala dönen bir su değirmeni var. Bu şehir masal alemi gibi, başınızı ne yana çevirseniz sizi şaşırtan bir eser ile karşılaşıyorsunuz.

Köprüden karşıya geçince, günümüzde de kullanılan ve taş kubbelerinden beyaz dumanlar yükselen Kumacık Hamamı görünüyor.

Kapıağası Ayasağa tarafından 1495 yılında yaptırılmış bu hamamda, kare planlı soyunmalığın üzeri Türk üçgenleri ile geçilen büyük bir kubbe ile kapatılmış. Sıcaklık kısmı, bir ana kubbe, dört eyvan ve iki halvet hücrelerinden oluşuyormuş. Kubbeler ise dıştan alaturka kiremitle örtülü.

Amasya’da aynı yol üzerinde yürürken, Yörgüç Paşa’nın oğlu Mustafa Bey tarafından 1436 yılında yaptırılan ve günümüzde de kullanılan Mustafa Bey Hamamı’nı da görmek mümkün. Hamamın biraz ilerisinde gökyüzüne uzanan ağaçların gölgesinde Mehmet Paşa Cami zarafeti ile sizi selamlıyor.

Bu cami, Sultan II. Beyazıt’ın oğlu Şehzade Ahmet’in lalası Mehmet Paşa tarafından 1486 da yaptırılmış. Külliye: cami, türbe, imarethane, tabhane, Türk hamamı ve handan oluşmakta.

Halen yürüyerek geziyoruz, başınızı çevirdiğiniz her yer sizi şaşırtmaya devam ediyor ama en ilginç mekanlardan biri olan Bimarhane, sadece Amasya’nın değil belki de Ülkemizin en özel mekanlarından biri.

Sabuncuoğlu Şerefettin Tıp ve Cerrahi Müzesi

Bu dantel gibi taş işçiliği olan kapıdan; 700 yıllık mimarisi ile Avrupa ve Anadolu’nun ilk akıl hastanesi olan eski adıyla BİMARHANE, yeni adıyla Osmanlı döneminde yaşamış olan Sabuncuoğlu Şerefettin ile birlikte cerrahi nitelik kazanmış olan Şerefettin Tıp ve Cerrahi Müzesi’ne giriyorsunuz.

Bahçede şifalı aromatik bitkilerin yetiştirildiği bir bölüm de var.

Amasya’da, İlhanlılar Döneminden günümüze kalan tek esermiş. İlhanlı Sultanı Mehmet Olcaytuğ Han bu yapıyı 1308-1309 yılları arasında eşi Ilduz Hatun adına yaptırmış. Zihinsel rahatsızlığı olan hastalar burada ilk kez su sesi ve müzik ile tedavi edilmişler.

Sabuncuoğlu Şerefettin (1385-1470) Fatih Sultan Mehmed döneminde, burada ondört yıl başhekimlik yapmış. Bir çok hastalığa şifa bulmuş ve yazdığı kitaplar, tedavide kullandığı araçlar ve yöntemler günümüz tedavi yöntemlerine ışık tutmuş. Okurken bu ifadelerin abartılı olduğunu düşünebilirsiniz. Ama ben, sergilenen tıbbi cihazlar, heykeller ile canlandırılan muayene ve teşhis yöntemleri ve kullanılan müzik aletlerini görünce hayranlık ve şaşkınlık arasında kaldım.

Sabuncuoğlu Şerefeddin’in kendi yazmış olduğu ve ilk Türkçe cerrahi eser olan Cerrahiyyetü-l Haniye kitabındaki çizimlerden yola çıkarak yaptırılan 10 ayrı branştaki tıp ve cerrahi aletlerinin sergilendiği ve tedavi yöntemlerinin gösterildiği Sabuncuoğlu Salonu, cerrahi operasyon ve tedavilerin yapıldığı Sabuncuoğlu Kliniği ve o dönemki hastalara uygulanan müzikoterapide kullanılan musikinin temel aletlerini görebileceğiniz ve tedavide uygulanan Türk Musikisi makamları hakkında detaylı bilgi edinebileceğiniz Müzik Tedavi Salonu bulunmakta.

Bu salonlarda, sizi o dönemin ruhuna götürecek kadar iyi düzenlenmiş ve bir müzeyi değil de bir tedavi merkezini geziyormuşsunuz gibi hissettiriyor.

Bu müzeden çıktığınızda Yeşilırmak sağınızda etrafa hayran hayran bakarken, II. Bayezit Külliyesi, tüm görkemiyle karşınıza çıkıyor. Amasya tüm farklılıkları aynı mekana sığdırmış, başınızı diğer tarafa çevirdiğinizde dağlardaki kral mezarları görünüyor.

Bayezit Külliyesi

Kilitli taşlar ile yapılmış kapıdan büyük bir avluya giriliyor. II. Bayezid Külliyesi 1485-1486 yılları arasında Osmanlı Sultanı II. Bâyezid’in talimatıyla Amasya Sancak Beyi Şehzade Ahmed tarafından yaptırılmış. Eldeki mevcut 1496 tarihli vakfiyede belirtildiği üzere külliye birimleri; cami, medrese, imaret, mektep ve köprüden ibaretmiş.

Avluda asırlık bir çınar var ve bu çınar yukarıdan aşağıya dilim dilim bölünmüş gibi duruyor. Yıllarca paratoner görevi görüp yıldırımları üzerine çekmiş ve etraftaki binaları korumuş.

Avluda yeşil çimler ve asırlık ağaçların ortasında ince sütunları olan zarif bir şadırvan bulunuyor. Avlu ortasında yer alan 12 kenarlı şadırvan, 12 sütunun taşıdığı, 12 yüzlü sivri piramit bir çatıyla örtülü.

Tam karşınızda ise; tek katlı, kare planlı, küçük bir bina var. Burası namaz vakitlerinin belirlendiği muvakkithane, iç mekan duvarları ve tavanı kalem işi bezemeler ile süslü bina 1842 yılında yapılmış.

Yan mekânlı ya da zaviyeli cami mimarisinin seçkin örneklerinden biri imiş bu cami.  Kubbe içi ve pencere kemerlerinin üzeri zengin kalem işleri ile süslenmiş. Ahşap pencere kanatları 15’inci yüzyıl ahşap kündekârî tekniğinin güzel örneklerindenmiş. Caminin mukarnas süslemeli, ihtişamlı taç kapısı üzerindeki üç satırlık mermer kitabe Hattat Ali bin Mezid’in eseri imiş.

İçinde gezerken ve yolda dışından yanından geçerken; saygıyla ve rahmetle anıyorum emeği geçenleri ve yıllara direnen bu eserlerin mimarlarını.

Amasya Müzesi

Müze binasının  yanında bulunan müze bahçesi içerisinde açık teşhirde; Hitit, Helenistik, Roma, Doğu Roma, İlhanlı, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait taş eserler sergilenmekte.

Müzenin birinci katında Mumyalar Salonu’nda 14. Yüzyıl İlhanlı Dönemi’ne ait mumyalar, cam tabutlar içinde sergileniyor.

Renkleri ve formları çok iyi durumda değil. Bunun sebebi yıllar önce bir sel felaketi sırasında müzedeki tüm eserler suya kapılıp gitmiş, sonradan toplanıp bir araya getirilenler sergileniyormuş.

Müzenin birinci katında etrafı özel koruma ile sergilenmekte olan Roma Dönemi villasına ait “Elmalı Taban Mozaiği” ilginç, ağacın üzerinde kırmızı elma figürleri var.

Amasya’nın geçmişte de elma yetiştiriciliğinde önemli bir merkez olduğu anlaşılıyor.

Amasya elması küçük, kırmızı beyaz formu ve tadı ile özgün bir elma çeşidi. Ancak bu gezide bir şey daha öğrendim. Sadece Amasya elması yatay olarak ortadan kesildiğinde içinden yıldız şekli çıkıyormuş.

Amasya, özgün ve lezzetli yemekleri ile de tanınıyor. Ben bu gezide ilk kez denediğim ve tadına hayran kaldığım kuru bakla ile hazırlanan bakla dolmasının resmini paylaşayım, çünkü tadını nasıl anlatacağımı bilemedim, sadece enfes diyeyim.

Amasya mutfağı denince çöreği anmadan geçmek olmaz. Sade, haşhaşlı ve cevizli olarak yapılan bu çörek bir çok yerde satılıyor.

Ancak hamurunun sırrını vermeyen, ara sokakta küçük bir dükkan var. Galip Ustanın dükkanının içi dolu, önü kuyruk. Önceden toplu sipariş verdiğimiz halde uzun süre bekledik almak için. Beklemeye değdi, damak çatlatan çörekleri denemeden dönmeyin Amasya’dan.

Bir hafta sonunu sakin, tarihi dokusu korunmuş, ancak insanları son derece medeni bir şehirde geçirmek, güzel yemekler yemek isterseniz, ya da yol üstü geçerken yarım gününüzü ayırırsanız inanın pişman olmazsınız. Amasya sizi dostça ağırlayacaktır.