ANA SAYFA Blog Sayfa 6

Pokhara Gezi Rehberi: Yeşil ve Sakin Nepal

Nepal’in ikinci büyük şehri ve aynı zamanda 4 üncü eyaletinin başkenti olan Pokhara, Katmandu’nun 200 km batısında yer alıyor. Yüksekliği 8000 metrenin üzerindeki 3 dağ (Dhaulagari, Annapurna 1, Manaslu) bu şehrin sınırları içinde bulunuyor. Annapurna sıradağlarının çevrelediği Pokhara, Phewa, Begnas ve diğer gölleriyle birlikte daha çok doğal güzellikleri ile öne çıkıyor. Annapurna bölgesindeki yürüyüş rotalarının başlangıç noktası olarak tanınıyor.

Mistik Katmandu’nun tarihi tapınakları, sarayları, tozlu ve tütsü kokulu rengarenk sokakları, kalabalık caddeleri, yoğun trafiğinden sonra oldukça farklı ve sakin bulacağınız şehir size huzur vadediyor.

Ulaşım
Katmandu’dan turist otobüsleri sabah saat 7 de hareket ediyor (1000 NPR- 10 $). Kalabalık ve geniş bir alana yayılan şehirden çıkmak bile uzun zaman alıyor. Virajlı bozuk yollar ve güzel manzaralar eşliğinde sarsıntılı ve yorucu bir yolculuk sizi bekliyor. Meşakkatli yolculuğun Nepal yaşamını daha yakından görmek, öğrenmek gibi artıları da var tabii. Yolculuk boyunca dikkat çekici şeylerden biri de oldukça fazla Coca Cola reklamı olmasıydı. Evler, dükkanlar yer gök her yerde Coca Cola sizinle… Yolculuğumuz molalarla birlikte sekiz saati geçti, Pokhara’ya saat 15.00 sularında varabildik.

Yerel halkın tercih ettiği daha düşük ücretli otobüslere binilebilir ya da minivan şeklinde araç kiralanabilir ancak yollar sorunlu olduğundan yine rahat bir yolculuk olmayacaktır. Diğer bir seçenek 25-30 dakikada uçak ile gelmek olabilir (10000 NPR-100 $). Yaşadığımız deneyimden sonra benim önerim kesinlikle uçak olacaktır. Pokhara’da uluslararası bir havaalanı bulunmadığından uçağa Katmandu’dan binmek gerekiyor. Uluslararası havaalanı inşaatı devam ediyormuş.

Konaklama
Phewa Gölü’nün kuzey kıyısındaki Lakeside, turistik otel ve restoranların bulunduğu en güzel bölge. Konaklama için burası tercih edilebilir. Bizim kaldığımız Magnolia Otel de bu bölgedeydi.

Önce video ile gezmek isterseniz:

Gezelim Görelim
Şehirdeki önemli yerlerin tamamı bir günlük şehir turu kapsamında görülebilir (Kişi başı 25 $). Pokhara ve Chitwan için ulaşım, otel transferi, konaklama ve şehir içi turlarımızı tur şirketleri ile de görüşüp fiyat ve koşulları karşılaştırdıktan sonra Katmandu’ daki otelimizden paket tur olarak aldık (250 $), bunlar için ayrıca zaman harcamadık, çok rahat ettik.
Bindabashani-Durga Tapınağı

Pokhara’nın koruyucu tanrıçası Durga’ya adanmış bu Hindu tapınağı, Pokhara bölgesinde yaşayan Hindular için önemli bir ibadet merkezi konumunda. Pokhara’nın eski çarşısının yanında yer alıyor.

Burada birçok tanrının (Ganeşa, Shiva, Krishna,…) tapınağı bir arada bulunuyor. Ganeşa her tapınakta olmak zorundaymış. Önce Ganeşa’ya uğranılır sonra diğer tanrılar ziyaret edilirmiş.

Yatan kaplan görünümünden dolayı Tiger, dağın diğer tarafından bakıldığında balık kuyruğu görünüşünden dolayı Fishtail, zirvesinde tanrı Shiva’nın ruhunun bulunduğuna inanıldığından Holy gibi çeşitli adlar verilen yaygın adıyla Fistail dağının şehirdeki en etkileyici manzarasını bu Tapınakta görebilirsiniz.

Geçmişte izin almadan çıkış yapan dağcıların ölümü, halk nezdinde Tanrı Shiva’nın izin vermemesi olarak algılanmış ve kutsal olduğuna inanılan dağa tırmanış izni verilmiyormuş. Ölümlerin gerçek nedeni dağın çok dik olması nedeniyle zorluk derecesinin yüksek olması.

Mahendra Köprüsü
Köprü 11 yıl önce eski Gurka askerleri tarafından yapılmış. Çevre yerleşim yerleri ve köylerden şehre gelenlerin kullandıkları en kestirme yolmuş.

Otobüsle Pokhara’ya gelirken yolumuzun üzerindeki benzer çelik asma köprüleri gördüğümde, Karadeniz’de sürekli sel sularına kapılan ama yılmadan köy sakinleri tarafından yeni yeniden yapılan çocukluğumun iptidai asma köprülerini anımsadım ve bu köprülerin üzerinde yürümek istedim. Mahendra Köprüsü’nde muradıma erdim…

Gurka Müzesi
Gurka, yaklaşık 200 yıldır İngiliz ordusuna hizmet eden Nepalli askerlere verilen ad aynı zamanda Pokhara’da bulunan ve geçmişte Nepal Krallığının doğduğu dağlık bölgenin de adı oluyor.

Müze, Nepal’in bu ünlü Gurka askerlerine adanmış. Gurkalar Falkland, Irak, Afganistan, Birinci Dünya Savaşı ve İngiltere’nin taraf olduğu birçok savaşta İngiliz ordusunun bir parçası olarak görev almışlar. Gelibolu Savaşı’nda Türklere karşı savaştıklarına yönelik bilgiler de Müzede yer almakta.

Oldukça zor sınavlardan geçerek Gurka olan Nepalliler bununla övünç duyuyorlar, Gurka olmak aynı aynı zamanda bir meslek sahibi olmak anlamına da geliyor. Fakirliğin gözü kör olsun! Turizm ve doğası dışında önemli doğal kaynağı bulunmayan Nepal’in de insanı kullanılmış.

Gurka’ların mottosu “It is better to die than to be a coward-Ölmek bir korkak olmaktan iyidir” Peki hangi amaç uğruna ve kim için öldüğünün bir önemi yok mu? Gördüğüm en anlamsız kahramanlık müzesiydi. Yine de gezeceğim derseniz yabancılar için giriş ücreti 200 NPR.

Annapurna Kelebek Müzesi

Araştırmacılar, doğa severler ve meraklısı için çok değerli olduğunu düşündüğüm küçük ve oldukça sade bir doğa tarihi müzesi. İklimi ve coğrafi konumu nedeniyle Nepal’de 660 kelebek türü bulunmuş. Bu bölgede yaşayan tüm kelebek türlerini, en geniş kanatlı kelebeği, sivrisinek, böcek, kuş ve diğer canlıları görmek ve öğrenmek isterseniz Tribhuvan Ünivesitesi Prithui Narayan Kampüsü içindeki müzeye giriş ücretsiz.

Pokhara Bölge Müzesi
Nepal’in batı bölgesinde yaşayan etnik toplulukların yaşam tarzlarına, kültürüne, dini ve günlük ritüellerine ilişkin bilgi ve belgelerin sunulduğu yine meraklısına hitap eden çok mütevazı bir müze.

Müzedeki bilgilerden Tharu, Kusunda, Magars, Gurung, Thakali, Gaine, Newar, Chepang ve Mustang’ların bu bölgedeki başlıca etnik gruplar olduğunu ve bu grupların öne çıkan özelliklerini, sayıca azınlıkta olmakla birlikte Thakali’lerin en başarılı iş adamı, Gaine’lerin profesyonel müzisyen, Mustang’ların en kültürlü grup …olduğunu öğreniyoruz.

Dünya Barış Pagodası
Pokhara’nın güneybatısında, Annapurna sıradağları ile Phewa gölüne bakan şehre hakim bir tepenin üzerine kurulan Tapınak, Lumbini’den sonra Nepal’deki ikinci barış tapınağı ve Dünyanın en güzel manzaralı pagodaları arasında sayılıyor.

Hiroşima ve Nagazaki şehirlerinin bombalanmasının yarattığı yıkımdan çok etkilenerek kendini şiddeti yok etmeye adayan Nichidastsu Fujii (1885-1985) savaştan sonra Nipponzan Myohoji Vakfı’nı kurmuş. Bu Vakıf tarafından ilk Dünya Barış Pagodası Japonya’nın Hanaokyama şehrinde inşa edilmiş ve tüm Dünyada barışı yaymak amacıyla toplam 100 pagodanın yapımı hedeflenmiş. Şu anda barış pagodası sayısı 80.

Yüksek Tapınağa arabaların en son park ettiği yerden epeyce bir merdiven çıkıp yürüyerek ulaşılıyor. Gördüğünüz muhteşem manzara yorgunluğunuzu alıyor. Giriş ücretsiz.

Pagoda ziyaretini, şehrin panoramik manzarasını en güzel görebileceğimiz Elite Organic House’da masalaçayı eşliğinde sonlandırdık ki ziyaretin en sevdiğim bölümü oldu.

Tibetan Refugee Camp/ Tibet Mülteci Kampı
Çin’in 1975 yılında Tibet’i işgali üzerine Hindistan, Nepal ve Amerika’ya giden binlerce Tibetli yaşamını bu ülkelerde halen mülteci olarak sürdürüyor. Pokhara’da da iki Tibet mülteci kampı var. Ziyaret ettiğimiz kamp, küçük bir manastır, evler, okul, Tibet takı ve el sanatlarının satıldığı birkaç dükkandan ibaretti.
Gupteshwor Mahadev Mağarası

5000 yıllık olduğu düşünülen mağara, Güney Asya’daki en büyük mağaralar arasındaymış. Mağaranın giriş bölümü aşağıda görüleceği üzere oldukça ilginç dekore edilmiş.

Mağarada kireç taşının zamanla aşınmasıyla doğal olarak oluşan, Shiva’nın yaratma gücünü temsil eden “Shiva Lingamı” nedeniyle mağaranın dini önemi de var, Tanrı Shiva’ya adanmış 600 yıllık bu antik tapınak aynı zamanda Hinduların hac ziyaret mekanı. Mağara içindeki Tapınağın başında görevli bekliyor, yabancıların Tapınağı ziyaretine ve fotoğrafının çekilmesine kesinlikle izin verilmiyor.

Tapınağı geçip aşırı nemden kayganlaşmış zeminde dikkatle yürüyor, kayaların arasındaki dar dikey aralıktan sesi kendinden daha cezbedici Devi Şelalesini görüyoruz.

Meraklıları şehirdeki diğer Mahendra ve Chamere Gufa- Bat mağaralarını da görebilirler. Giriş ücreti 100 NPR.

Devi’s Falls/ Devi Şelalesi

Yerel adı Patale Chango olan Pokhara’nın bu ünlü şelalesi şehir merkezinin 2 km güneybatısında yer alıyor. İsviçreli Davis’in 1961 yılında şelalede hayatını kaybetmesi üzerine bu adı almış. Mahadev Mağarası’nın bulunduğu yolun tam karşısında bulunan şelaleye bir çarşı içinden geçilerek ulaşılıyor. Giriş ücreti 30 NPR.

Phewa Gölü

Nepal’in ikinci en büyük gölü. Göl çevresinde yürüyüş yapmak, kano ile gezmek ve gölün ortasındaki adada bulunan pagoda tarzında yapılmış Hindu Tal Barahi tapınağını ziyaret etmek, burada yapılacak başlıca aktiviteler.

Ya da fotoğraftaki gibi göl kenarında oturup enfes göl manzarası karşısında derin düşüncelere dalabilirsiniz. Tercih sizin. 1 saatlik kano turu 550 NPR, bu ücrete kişi başı 20 NPR can yeleği ücreti ekleniyor.

Trekking Turları ve Doğa Sporları
Annapurna sıradağları üzerinde süre ve mesafe açısından farklı seçenekte birçok yürüyüş rotası bulunuyor, bu yürüyüşler Pokhara üzerinden gerçekleştiriliyor. Annapurna bölgesi aynı zamanda Dünyanın en iyi yamaç paraşütü bölgeleri arasında sayılıyor.

Seyahat planımız kültür amaçlı olmakla birlikte hazır trekking cennetine düşmüşken yürümeden olmazdı. Bir günlük kısa turda iki seçeneğimiz vardı; Gün doğumu ve gün batımının da izlenebildiği Sarangkot’a ya da Avustralya Kampına yürümek. Norangkot’ta gün doğumu izlemiştik ancak sis nedeniyle Everest’i görememiştik. Bu kez Annapurna’yı görmeyi şansa bırakmamak için Avustralya Kampını tercih ettik.

Rehberli tur aldık (25 $) yolun sizi götürdüğü kolay bir rota olduğunu söyleyebilirim. Güne saat 7.00’de başladık, bir saat kadar süren araba yolculuğu ile önce Kande’ye gittik, yürüyüş Kande’den başlıyor, 1,5 -2 saatte Avustralya Kampına ulaşılıyor. Kampa tam zamanında gelmişiz, 10-15 dakika sonra Annapurna yüz görümü isteyen gelinlik kızlar gibi yoğun bir sis perdesinin arkasına saklandı, neyse birkaç külah karesi yakaladık.

Avustralya Kampı’nda verdiğimiz uzunca moladan (gecikme tamamen bizden kaynaklandı sanırım çok sevdik, ayrılamadık) sonra devam eden yürüyüşümüz Phedi’de son buldu. Tahminen 40 dakika süren bir araba yolculuğu ile 16.00 sularında Pokhara’ya döndük. İlk kez bu kadar yakından ve çok sayıda kartalın birlikte uçtuğunu gördüm. Kartalların gökyüzündeki özgürlük hissi veren valslerini izlemek müthişti. Mutlu kuş seslerinin eşlik ettiği, Nepal’in o özlediğimiz köy kokusunu da aldığımız, güzel ve keyifli bir yürüyüş oldu. Rehberimiz buradaki ağaçların kırmızı çiçekler açtığını ve doğanın bütünüyle kırmızıya büründüğü Nisan ayının yürüyüş için en uygun dönem olduğunu belirtti. Temmuz ve Ağustos ayları Muson yağmurları nedeniyle en kötü dönemmiş.

Doğa yürüyüşçülerinin yanı sıra bölge, rafting, yamaç paraşütü gibi ekstrem spor meraklılarını da kendine çekiyor.

Bunların dışında şehirdeki en özgün müze olan Uluslararası Dağcılık Müzesi görülebilir, Sarangkot’da gün doğumu veya batımı izlenebilir, yoga ve meditasyon merkezlerinde kalınabilir.

Yeme İçme ve Alışveriş
Göl kenarındaki ana cadde üzerinde seyahat acentaları, restoranlar ve dükkanlar sıralanmış. Bu dükkanlarda yak hayvanının yününden yapılmış şallar, atkılar, kaşmir kıyafetler, çantalar, masklar, heykeller gibi Nepal’e özgü eşyalar ile outdoor ürünler satılıyor. Her koşulda pazarlık şart! Bir zaman sonra pazarlık yapmak bağımlılık yaratıyor, fiyatı uygun ürünlerde bile pazarlık yapmadan duramıyorsunuz!

Hem geleneksel Nepal hem de turistlere yönelik yemeklerin bulunabileceği birçok restoran var. Nepal’in geleneksel yemeği Daal Bhat için Thakali Kitchen’ i önerebilirim. Nepal yemekleri ile ilgili ayrıntılı bilgiyi Nepal Gezi Rehberi – Barış Ülkesi yazımızda paylaşıyoruz.

Bu arada Nepal’in mistik şehri Katmandu’yu tanıtan Katmandu Gezi Rehberi – Mistik Nepal linkten okuyabilirsiniz.

Son Söz
Nepal’in gördüğümüz her şehri bize bambaşka duygular yaşattı. Pokhara, doğası, yeşili, sessizliği ile insana sükunet veren bir şehir. Sunduğu aktivitelerle trekkingçiler ve ekstrem sporla uğraşanların zaten ilgi odağında olan şehri, Nepal’i tüm yönleriyle tanımak isteyen, kültür gezginlerine de şiddetle öneririm. Başka bir faaliyet yapmayacaksanız 2-3 gün yeterli olacaktır.

Pokhara’dan bizim rotamızı takip ederek Chitwan Safari Turu yapabilirsiniz.

Chitwan Ulusal Park’ta Safari

 

 

Ürdün Gezi Rehberi: Çöl Sıcağından Kızıldeniz Esintilerine

Ürdün, çöl sıcağından, Kızıldeniz esintilerine… Nebatilerin, Romalıların, Musevilerin, Emevilerin, Osmanlının, İngilizlerin izlerini taşıyan coğrafya.

Ürdün Haşimi Krallığı, 18 Ortadoğu ülkesinden biri. 1921 de Transjordan adı ile İngiliz mandası olarak kurulan ülke, 1946 yılından beri bağımsız krallık. Başkenti Amman, nüfusu 10 milyon civarında. Bu nüfusun yarısına yakını başkentte yaşıyor. Resmi dil Arapça, resmi din İslam. Ülkenin % 90’dan fazlası Müslüman. Okuryazar oranı % 90 üstünde, 10 yıllık ilköğrenim zorunlu.

Doğal kaynaklar bakımından en fakir Arap ülkesi, ancak parası Amerikan dolarından daha değerli. İşsizlik oranı % 15, kişi başı milli gelir 5000-5500 dolar civarında. Başlıca gelir kaynakları turizm, bir miktar madencilik (fosfat ve potas).

Seksen dokuz bin kilometrekarelik toprakları yarı kurak, ancak % 5’i ekilebiliyor. Ülke alçak Rift Vadisi, yüksek dağlık bölge ve çöl platosundan oluşuyor. İklim Akdeniz ve çöl iklimi karışımı. Irak, İsrail, Suriye, Suudi Arabistan komşuları. Ülke adını içinden geçen Jordan Nehri’nden alıyor.

Ürdün’e ilgim Levant ve Bereketli Hilal merakımdan geliyor. Levant bölgesinde (Hatay, Suriye, Lübnan, Filistin, Irak, İsrail, Ürdün) Irak ve Suriye’yi görmedim. Şimdilik de görmek zor. Bereketli Hilal yine bu bölgelerin bir kısmını kapsıyor.

Ürdün’ün başkenti Amman’a Ankara’dan direk uçuşumuz 3 saat sürdü. Amman Havaalanı’ndan Amman’a uğramadan 50km uzaklıktaki Ceraş’a gidiyoruz.

Ceraş (Jeras) Ortadoğu’nun en önemli üç antik kentinden biri (diğerleri Palmira ve Baalbek). Ceraş’a yerleşim Neolitik (M.Ö 7500-5500) döneme dek uzanıyor. Çevreye göre toprağın daha verimli olması ve su kaynaklarının bulunması tarih boyunca buraya yerleşimi etkilemiş. Bu kadar ünlü olmasının nedeni, günümüze kalan en güzel, büyük ve iyi korunmuş birkaç Roma ve Bizans mimarisi örneklerinin bulunması. Helenler burayı M.Ö 2.yy da yaratmaya başlamışlar. Şehrin kuruluşu muhtemelen M.Ö 174-165 yıllarında Seleukoslar zamanında. Altın çağını Roma ve Bizans döneminde yaşayan şehrin, Sasaniler, Emeviler, Abbasiler döneminde önemi azalmış. 749 yılında depremde yıkılan şehrin tekrar keşfedilmesi 1806 yılında bir Alman tarafından olmuş. Ceraş’a kuzey kapısından (ana giriş) giriyoruz.

Roma İmparatoru Hadrian’ın şehre yaptığı ziyaret için yapılan (Hadrian Kemeri de deniyor) üç kemerli bir geçit, Muhtemelen Nebati mimarisi özelliklerine sahip. Kapıdan girince hemen solda hipodrom. Günümüzde burada festivaller düzenleniyormuş.Oval plazadayız, bu iyonik sütunlu meydan Cardo Maximus (ana sütunlu cadde) ile Zeus Tapınağı bağlantısı için M.S 2 yy. başlarında inşa edilmiş.

Zeus Tapınağı olmayan bir Roma şehri var mı acaba?. Ceraş Zeus Tapınağı, M.S 162 yılında daha eski döneme ait bir Roma Tapınağı üzerine şehrin yüksek bir tepesine inşa edilmiş.

M.S 165 dolayında inşa edilen, M.S 235 de büyütülen tiyatro önceleri belediye toplantıları için kullanılmaktaymış. Antik şehrin bir başka görkemli yapısı Artemis Tapınağı. Ceraş’ın koruyucu Tanrıçası Artemis için M.S 2. yy da yapımına başlanmış, tapınak 32 sütunlu olarak düşünülmüş ancak tamamlanamamış,12 sütun dikilebilmiş.

Son olarak Aziz Cosmas ve Damianus Kilisesi’ne gidiyoruz. Kilise adını fakirlere ücretsiz sağlık hizmeti veren ikiz Hristiyan kardeşlerden almış. Ortak bir atriumu paylaşan üç kiliseden biri. Kilisenin özelliği hayvan ve insan görüntülerini betimleyen mozaik bir zemini olması.

Henüz Nisan sonu olmasına rağmen hava çok sıcak. Ceraş gerçekten etkileyici bir antik kent, detaylı gezmek en az yarım gün alır. Biz de adım adım gezdik. Antik dönemde ana cadde olduğu, her iki yanında dükkanların bulunduğu düşünülen sütunlu cadde (Cardo Maximus) diğer yapılar gibi insanı şaşırtıyor. 

Ceraş’dan Amman’a dönüyoruz, Mövenpick Otel’e yerleşiyoruz. Bundan sonra her yerde karşımıza çıkacağı gibi otelde de kralın, babasının, veliahdın fotoğrafları asılı.

Ertesi gün Nebo Dağı’na gitmek üzere yola çıkıyoruz. Denizden 710 metre yüksekliğindeki dağ, Ürdün’ün en kutsal noktalarından biri. Tevrat’ta, İsrailoğulları’na vaad edilen toprakların Fırat Nehri’nden, Nil Nehri’ne dek uzandığından bahsediliyor. Bugün buralarda bulunan ülkeler (Lübnan, Ürdün, Suriye, İsrail, Mısır) yani vaat edilen topraklar Tevrat’ta Kenan Ülkesi diye biliniyor. İsrailoğulları’nın M.Ö 1500 yıllarında buraya yerleştiklerini iddia ediyor. İşte Hz. Musa yaşamının bir kısmını buralarda geçirmiş ve mezarının Nebo Dağı’nda olduğuna inanılıyor.

Sisli olmayan, açık havalarda, dağın tepesinden Ürdün Nehri ve Vadisi, Kudüs, Ölüdeniz, Eriha’nın bulunduğu geniş bir kutsal toprak görünümü var. Eriha’nın Göbekli Tepe bulunmadan önce en eski tarihlenmenin yapılabildiği yaşam alanı olduğunu belirtelim.

Hz. Musa’nın ölüm yerini göstermek için 4.yy sonunda buraya bir kilise inşa edilmiş. Kilisenin tabanı mozaikler ile kaplı. Kilisenin altında değişik zamanda yapılan kazılarda 6 mezar bulunmuş.

Tepede Hz. Musa’nın çağırdığı yılan ve Hz.İsa’nın çarmıha gerilişinin temsil edildiği bir heykel, bir küçük müze de bulunuyor. Papa II. John Paul burayı Hristiyanlar için hac yeri olarak ilan etmiş, kilisenin sadeliğinin sembolü olarak da bir zeytin ağacı dikmiş.

Sonraki durağımız, kutsal toprakların en eski mozaik haritası olan Madaba. Mozaikleri ile ünlü bu Hristiyan şehrinde önce Arkeolojik Parkı geziyoruz. Burada bir Sanat ve Restorasyon Enstitüsü var.

Madaba’da diğer görülmesi gereken yer Yunan Ortodoks Kilisesi St. George.

Bir sonraki durağımız, Ürdün Nehri kıyısında bir arkeolojik alan Bethany (Beytanya).

Ürdün Nehri’nin karşı tarafı İsrail, nehir aynı isimli kasabayı ikiye ayırmış. UNESCO Dünya Kültür Mirası olan antik yer bir vaftiz alanı. M.Ö 1. yy’da Hz. İsa ve Vaftizci Yahya’nın burada yaşadığı düşünülüyor. Vaftizci Yahya’nın İsa ile ilk karşılaştığı ve İsa’yı vaftiz ettiği iki yerden biri olarak İncil’de geçiyor.

Oldukça geniş bir arkeolojik alan. İçinde Anglican kilisesi, Katolik kilisesi, Ermeni kilisesi, Kıpti Kilisesi ve Rus hacıların konutu bulunuyor.

Bethany’den ayrılarak Lut Gölü’ne (Ölü Deniz) doğru yola çıkıyoruz. Lut Gölü, Ürdün ile İsrail arasında, Ürdün Rift Vadisi’nde. Yeryüzünün denizden en düşük seviyedeki gölü (denizden 430,5 metre aşağıda). Aynı zamanda en derin (304 metre) tuz gölü. Tuzluluk açısından dünyada üçüncü en yüksek tuz oranına sahip göl, okyanustan 9,6 kat daha tuzlu. Sudaki yüksek tuz oranı nedeniyle gölde hayvan ve bitki yaşayamadığından Ölü Deniz olarak da adlandırılmakta. Lut Gölü 600 kilometrekare büyüklüğünde. Göle dökülen tek nehir Ürdün Nehri. Gölde yüzülememekte, ancak göl aynı zamanda doğal bir SPA. Deniz çamurundaki minerallerin cilde ve çeşitli hastalıklara iyi geldiği, cildi gençleştirdiği iddia ediliyor.

Biz de Lut Gölü çevresindeki tesislerden birinde öğle yemeğimizi yedik. Ürdün yemekleri bizim damak zevkimize uygun. İsteyenler yüzülmese de göle giriyor, isteyen göl manzarasına karşı birasını yudumluyor. Ürdün de dini bayramlarda turistik beş yıldızlı oteller dışında içki satışının yasak olduğunu da hatırlatalım.

Akşam Amman’a dönüyoruz. Gündüz ki sıcaklığa karşın akşam hava üşütecek kadar soğuyor, doğal olarak çöl iklimi. Amman, Ürdün’ün her tarafına gitmek için iyi bir başlangıç noktası. Buradan en uzak nokta 4 saat.

Bu büyük ve kozmopolit şehirde yerel bir lokantada yemek deneyimi yaşıyoruz. Kadınların çoğunun başı kapalı ama çoğu nargile içiyor.

Sabah Çöl Kaleleri için yola çıkıyoruz. Çöl Kaleleri, Kuzey Doğu Ürdün’ün yarı kurak bölgelerinde, Suriye, İsrail, Filistin’de genellikle mevsimlik su yollarının üzerinde Emeviler tarafından inşa edilmiş. Çöl Kaleleri konut, hamam, depolama alanları, muhtemelen cami gibi yapıları içinde bulunduran bir kompleks. Çöl kalelerinin hepsini gezmeye zamanımızın yetmesi mümkün değil. Biz UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde olan iki çöl kalesini ziyaret edeceğiz.

İlk durağımız Kuseyr Amra (Qasr Amra), 8.yy’da yaptırılan iyi korunmuş bir çöl kalesi. Taş duvar izlerinden buranın 62 dönümlük bir kompleks olduğu anlaşılmış. Emevi halifelerinin ikametgâhı olan bu yer, kuyuya, hayvanlı su çekme mekanizmasına, aynı zamanda bir garnizon barındırabilecek büyüklükte olduğu anlaşılan kale kalıntılarına da sahip.

Buranın en önemli özelliği laik sanatı yansıtan figüratif duvar resimlerine sahip olması. Bu figüratif resimler kabul salonunda ve hamamda. Kale mevsimlik bir suyolu olan Wadi Butum yanında. Emevi prenslerinin konakladıkları, avlandıkları bir yer olabileceği düşünülüyor. Emevi döneminin eşsiz bir sanatsal başarısı olarak kabul ediliyor. Burada prens için stresten uzak bir ortam yaratılmış. Fresk resimler, insan ve hayvan, kuş tasvirleri, av tasvirleri, zodyak kubbesi ile İslamı kabul etmeden önce laik bir kültüre sahip olan, İslam sonrası katı dini kuralları uygulayan Emeviler hakkında fikir veren istisna bir yapı.

İlk Çöl kalesi sonrası yine UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde olan başka bir Çöl kalesine Umm Ar Rasas’a gidiyoruz. Burası önceleri Roma askeri garnizonu olarak kullanılırken 5.yy’dan itibaren yerleşim yeri olmuş. Roma, Bizans ve erken Müslümanlık dönemine (M.S.3-9 yy) ait kalıntılar var. Henüz bunların çok azı ortaya çıkartılmış. Burada bazıları iyi korunmuş mozaik zeminlere sahip 16 kilise bulunuyor.

Aziz Stephen Kilisesi’nin mozaik zemini, otoriteler tarafından sanatsal ve teknik olarak eşsiz bulunuyor. Arkeolojik yazıtlar 7.-8.yy’da islamiyetin bu bölgede manastır Hristiyanlığına hoşgörü ile baktığını tek tanrılı inançların yaygınlaştığına dikkat çekiyor.

Sonraki durağımız Shobak Kalesi. 1115 yılında Kudüs kralı tarafından konik bir tepe üzerine inşa edilmiş, bölgedeki ilk Haçlı kalesi.

Kale önce Eyyübiler, sonra Memlükler tarafından büyütülüp, genişletilmiş. Uzmanlar kalenin panoramik manzarasını ve atmosferini “Ürdün’ün en bozulmamış manzaralarından biri” olarak tanımlıyor.

Kale Mısır-Suriye anayolunda olması nedeniyle stratejik bir öneme sahip. Aynı zamanda Mekke Medine Hac yolu üzerinde. Şimdiye dek gezdiğimiz tüm arkeolojik alanlar gibi henüz kazı çalışmaları sonuçlanmamış.

Yolda rastladığımız kutsal su kaynaklarından biri olan Ayn Musa’yı fotoğraflıyoruz.

Wadi Musa’ya geliyor, Petra’nın ana kapısı karşısında ki Mövenpick Otel’e yerleşiyoruz.


Petra, Ürdün’ün güneybatısında, Wadi Musa tarafından doğu-batı yönünde delinmiş bir teras üzerinde inşa edilmiş. Wadi Musa, Hz. Musa’nın kayaya asasını vurduğunda su fışkıran yerlerden biri. Petra Yunanca kaya demek. Burada Paleolitik ve Neolitik dönemden kalma kalıntılar keşfedilmiş. M.Ö 1200 civarında Edomitler (Sami dili konuşan yerli bir halk) burayı işgal etmiş. M.Ö 200 yılında göçebe Nebatilerin buraya yerleştiğini, M.Ö 100 de burada ticari kontrolü ele geçirdiklerini, M.S 50 yılında da Petra’nın Nebatilerin başkenti olarak en parlak günlerini yaşadığını, şehrin nüfusunun 20-30 bin olduğunu biliyoruz. 106 yılında Roma İmparatorluğu Petra’yı alır. 350 yıllarında Petra’da Hristiyanlık yayılır, büyük kiliseler yapılır. 363 yılında deprem ile pek çok yapı hasar görürken, Roma hakimiyeti de bölgede azalmaya başlar. 600’lü yıllara gelindiğinde Müslüman Araplar toprakları işgal eder ve İslami yönetim başlar. 2.yy sonrası Petra unutulur, 14 yy’a dek tamamen bir kayıp şehirdir. Bedeviler bu korunaklı bölgeye kimseyi sokmazlar. Ta ki 1812 de İsviçreli bir gezgin, Hindistan’dan gelen bir Arap olduğunu ve Harun’un mezarına giderek kurban kesmek istediğini söyleyerek, bedevileri kandırıncaya dek.

Nebatilerin göçebelikten vazgeçerek burada yerleşik bir hayata niçin geçtikleri bilinmiyor. Sert ve çorak bir çölün ortasında verimli ve yeşil bir kent yaratmayı nasıl başardılar? Çölde hayatta kalma konusunda uzman olan Nebatiler kayaya oyulmuş kanallar, yeraltı su boruları sistemi ile suyu kalıcı kaynaklardan toplayıp, su geçirmez yer altı sarnıçlarında depolamayı biliyorlardı. Asya, Arabistan ve Afrika’da yetiştirilen tütsü, baharat, dokuma, fildişi v.b malları taşıyor, ticaretini yapıyorlardı. Ticaret yolları üzerindeki yerleşimlere bedel karşılığı barınak ve su sağlıyorlardı. Ticaret Petra’ya zenginlik dışında Çin, Mısır, Yunanistan gibi ticaret yapılan ülkelerden yeni fikirler ve zenginlik getirdi.

Bazı İslam araştırmacıları Hz. Muhammed’in, Mekke’de değil, Petra’da yaşadığını, buradan Medine’ye göç ettiğini ileri sürüyor. (En eski cami kıblelerinin Petra’yı göstermesi, çeşitli hadisler ve tarihi olaylar v.b)

Petra’da onlarca film ve dizi çekilmiş (Indiana Jones, Çöl Kraliçesi, Transformers, Mumya Geri Dönüyor, Will Rock bazıları) Petra, dünyanın yedi harikasından biri. UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde, Peru’daki Machu Picchu ile kardeş şehir.

Yaklaşık 100 kilometre karelik bir alana yayılan, sarı, pembe, kırmızı renkli kumtaşı kaya bloklarına oyulmuş tapınak, ev, mezar, tiyatro, kilise, rölyeflerden oluşan bu “Gül Renkli Şehir”i görmek için sabırsızlanıyorum. Petra en sakin gününde 1000 kişiyi ağırlıyor, hafta sonları 3000 kişiye ulaşan ziyaretçisi var. Petra’yı ayrıntılı gezmek iki gün alabilir. Buraya en az sabahtan akşamüstüne kadar zaman ayırmanız önerilir.

Petra şehrine giden antik ana yol yaklaşık 1200 metre. Bu yola Siq yolu deniyor ve Siq kapısı ile şehre giriliyor. Yol zaman zaman genişleyip daralıyor. Ana kısmı doğal kayalardan oluşsa da, Nebatiler tarafından oyulmuş kaya parçaları da var.

Her iki tarafta Wadi Musa dan su getirmek için kullanılan su kanallarını görünüyor. Su taşkınlarını önlemek, suyu toplamak için barajlar yapılmış, tarihi barajlar 1964 yılında aslına uygun olarak yenilenmiş. Çevresi tanrıları temsil eden Nebati heykelleri ile kaplı. Suyun kutsal olduğuna inandıkları için Sabinos adı verilen heykelleri su kanallarına yakın yerleştirmişler.

Kalabalıkta kaya mezarları arasında zaman zaman darlaşan, zaman zaman genişleyen yolda yürüyoruz. Nihayet Siq Kapısı görülüyor. Bu dar geçitten geçtiğimiz zaman karşımıza Petra’nın en görkemli yapısı çıkıyor.

Hazine (El Khazna) yaklaşık 25 metre genişlik, 40 metre yükseklikte iki katlı bir yapı. Korint sütun başlıkları, frizler, figürler… Hazinenin orijinal işlevi hala bilinmiyor. Belki bir anıt, belki bir tapınak, belki bazı belgelerin saklandığı bir yer. Muhtemelen M.Ö 1. yy da inşaa edilmiş, 3 odalı bir yapı. Son yıllarda yapılan kazılarda yapının altında mezarlar bulunmuş.

Hazinenin bitişiğinde, güney uçurum yüzeyine oyulmuş Nebati mezarları var, Street of Facades. Bazı yerlerde 15 metre yüksekliğini aşan kayalardaki bu mezarların üzerinde bulunan işaretler, sosyal statüye göre farklılık gösterebiliyor.

1.yy’dan kalma Nebaten Tiyatrosu’nun önemli bir kısmı kayadan oyulmuş. Geçitlerle üç yatay koltuk bölümüne ayrılmış tiyatro 4000 kişilik.

Tiyatronun karşısında, kum taşı yamaca oyulmuş sıra sütunlu bir terasın bulunduğu antik mezara, Urn Tomb-The Court tırmanıyoruz. Muhtemelen M.S 70 yıllarında inşaa edilmiş. Daha sonra M.S 446 da Bizans kilisesi olarak kullanılmak üzere 3 nişli hale getirilmiş. Urn Tomb’un hemen yanında 10.8 metre genişliğinde, 19 metre uzunluğunda bir kapı ve dört sütundan oluşan belki de Petra’nın en görkemli rengine sahip olan, bu yüzden adı İpek Mezar ( Silk Tomb) olan yapı var.

İpek Mezarın hemen yanı Corint Mezarı. Üst kısmı hazineye benziyor. Uzaktan saraya benzediği için Saray Mezarlığı diye adlandırılan 49 metre genişliğinde 46 metre yüksekliğindeki yapı da dikkat çekiyor.

Sütunlu Cadde Antik Petra’nın başlıca alışveriş merkezlerinden biri olmalı diye düşünülüyor. Nebatilerden kalan altı metre genişliğindeki cadde Roma döneminde yenilenmiş. M.Ö 3 yy’da şehrin kalbi ve ticaret merkezi olduğuna inanılan cadde M.S 6.yy’a dek kullanılmaya devam etmiş.

Sütunlu caddenin başında 450 yıllık bir ardıç ağacı altında yarı dairesel bir çeşme var.

Büyük Tapınak muhtemelen Petra’nın en önemli yapıtlarından biri. Tahmini 7000 metrekarelik bir alana yayılıyor. Dikdörtgen bir kompleks. Sütunlu caddeden yaklaşık 17 metrelik merdivenler ile yaklaşık 8 metre çıkılarak ulaşılıyor. Kazıları devam eden bu yapının adının Büyük Tapınak olduğuna bakmayın. Henüz tapınak, tiyatro, idari bir merkez veya başka hangi amaçla kullanıldığı belli değil.

Her köşesinin ayrı bir büyüleyiciliği olan bu 100 kilometrekareye yayılan şehrin ancak % 15’i kazılabilmiş. Kısıtlı bir zaman diliminde şehri baştan sona ana yolda dolaşabilmek mümkün olsa da, her kayaya tırmanıp, her noktanın öyküsünü anlamaya çalışmak günler alır. Dünyanın yedi harikasından biri olan UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde ki “Gül Rengi Şehir” den ayrılma vakti geldi.

Ürdün’ün güneyine doğru yolumuza devam ediyoruz. II. Abdülhamid 1900 yılında Şam ve Medine arasında 1322 km’lik bir demiryolu hattı inşa ettirir. 1908 yılı sonrası eklemelerle bu hat 1900 km. olur. Amaç İstanbul ve kutsal topraklar arasındaki bağı güçlendirmek, asker sevkiyatını kolaylaştırmak, ekonomiyi canlandırmak imiş. Almanların inşa işini üstlendiği tren yoluna İngilizler şiddetle karşı çıkar. Bu yolun bir kısmı Ürdün’den geçmektedir. Bedevi saldırılarına karşı tren yolu boyunca sık karakollar, istasyonlar kurulur. Bugün bu Hicaz Demiryolunun Ürdün’deki bir bölümü turistik gezilerde kullanılıyor.

Güneye inerken biz de Wadi Rum’da Türk Bayrağı dalgalanan, kullanılmayan bir istasyon ile karşılaştık.

Wadi Rum (Ay Vadisi) kum taşı ve granit kayaların bulunduğu, Ürdün’ün en büyük vadisi. Ürdün’ün en yüksek zirvelerinin olduğu vadi, kanyonlar, petrogliflerin bulunduğu mağaralar ile dikkat çekiyor.

Nebatiler dahil olmak üzere pek çok kültürün yaşadığı bölge hem doğal, hem kültürel özellikleri ile UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde ve son yıllarda çok turist çeken bir bölge. I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı’ya karşı Arap ayaklanmasında Lawrence ve Faysal Bin Hüseyin karargahlarını buraya kurmuşlar. 1962 yapımı Arabistanlı Lawrence filminin pek çok sahnesi burada çekilmiş. Wadi Rum da bu filmden çok daha çok dikkat çekmiş. Daha sonra pek çok filmde de (Kızıl Gezegen, Mars Görevi, Prometheus v.b) film stüdyosu olmuş.

Wadi Rum’da kaya tırmanışı yapabilir, balon ile dağların üzerinde dolaşabilir ya da bizim gibi 4×4 araçlarla çevreyi dolaşabilirsiniz. Buraya günübirlik gelebilir, kendi olanaklarınızla kamp yapabilir, ya da bizim tercih ettiğimiz gibi keçeden yapılmış çadır otellerde konaklayabilirsiniz. Keçe çadırların içinde duş, W.C, klima bulunuyor. Wadi Rum da bir gecelik deneyim önerilir.

Akşam tandırda pişen açık büfe yemeğimizi yiyor, biraz yıldızları seyrediyor ve çadırlara dağılıyoruz. Her ne kadar çadırlar konforlu diyorsam da, gündüz başka bir çadırda gördüğüm akrep yüzünden tedirgin oldum sonuçta çölde konaklıyoruz. Sabah kahvaltı sonrası Wadi Rum’da safari başlıyor.

Öğle yemeğimiz sonrası Kızıl Çöl’den ayrılarak, Akabe’ye gidiyoruz. Akabe ile Wadi Rum arası 70 km, yol bir saat sürüyor. Bayram nedeniyle kaliteli oteller dolu olduğu için Akabe’de konaklama şansımız olamadı.

Akabe 70 bin nüfuslu, Ürdün’ün denize açılan tek liman şehri. Denizden İsrail, Mısır, Suudi Arabistan ile komşu. Kısa süre Haçlılarda kalsa da çoğunlukla Müslümanların elinde olmuş bir şehir. Osmanlı’nın elinden, Lawrence yardımı ile dramatik bir şekilde alınmış. Sahil yolu sonunda bir kalesi var. Şehri dolaşıyor, deniz kenarında oturuyoruz.

Daha sonra bizi limanda bekleyen teknemize biniyor, denize açılıyoruz. İsteyen Kızıldeniz’de yüzüyor, isteyen bir şeyler içiyor. Akşam yemeğini teknede alıyor, güneşi burada batırıyoruz.

Gece Amman’a dönüyoruz. Başkent Amman Lübnan iç savaşından sonra Amman finans merkezi olma yolunda. Biz daha çok Amman’ın tarihi bölümü ile ilgileniyoruz.

Sabah Amman Kalesi için yoldayız. Amman adını (İncil ve eski dönemlerdeki adı ile Rabbath Ammon), bir Sami halkı olan Ammonlulardan alıyor. (Rabbath başkent anlamında) M.Ö 13.-6. yy arası Ammonluların başkenti. Burası Ortadoğu’da bilinen en eski Neolitik yerleşim yerlerinden biri.

Bugünkü şeklini 1900’li yılların başında Osmanlının, Ruslar tarafından topraklarından edilen Çerkezleri, buraya yerleştirmesi ile alıyor. Başlangıçta yedi tepe üzerine kurulmuş dağlık bir şehir. Bugün Amman da çok az Ammonit kalıntısı bulunmakta. Daha çok Helenistik Döneme ait kalıntılar var. Amman Kalesi’nde de ayakta kalan yapıların çoğu Roma, Bizans ve Emevilere ait. Denizden 850 metre yükseklikte olan bu yapılar, Ceraş kadar iyi korunabilmiş değil.

M.S 138-161 yıllarında inşa edilen, karşıdan gördüğümüz, 6000 kişilik Roma Tiyatrosu en etkileyici kalıntılardan. Roma Tiyatrosu ile aynı zamanlarda yaptırıldığı düşünülen Herkül Tapınağı’nda, 12 metreden daha büyük olduğu düşünülen, Herkül olduğu düşünülen heykelden üç parmak ve dirsekten oluşan parçaları kalmış.

Kalede bulunan Arkeoloji Müzesi’ni de geziyoruz. Yine kalede 6.yy’dan kalan bir kilise var. Korint sütun başlıkları olan kiliseye daha sonraları Emeviler tarafından eklemeler yapılmış olabilir.

Ayrıca 8.yy’ın ilk yarısında inşa edilmiş, büyük ölçüde harap olmuş, bir Emevi Saray Kompleksi var. Kubbesi restore edilmiş.Yenilenmiş Ammon Kapısı diğer dikkatimi çeken bir köşe. Henüz kazı çalışmaları bitmemiş alanda; Su sarnıcı, mezarlar, kemerler, merdivenler arasında dolaşıyor, tepelerdeki Amman’ı fotoğraflayarak Ürdün gezimizi bitiriyor, havaalanına doğru yola çıkıyoruz.

Kayalara Oyulmuş Gül Renkli Petra, Muhteşem Wadi Rum, büyülendiğim Shobak ve Çöl Kaleleri, Ceraş, Madaba, değişik bir Beytanya, Ölü Deniz, Akabe anılarımıza yerleşirken, zaman zaman fakülte sınıf arkadaşlarımızla gençlik günlerimize döndüğümüz bir geziyi bitiriyoruz.

** En güzel fotolarımız gezi arkadaşımız Ferit Büyükaşık‘ın çekimleridir.

Kula Evleri: Türk ve Rum Evlerinin Komşuluğu

Kula, Türk ve Rum evlerinin özgün mimarisi ve sokakları ile son yıllarda ziyaretçi çeken bir ilçe.

Kula evleri ile kaynakları okurken çoğu kaynak Kula Türk evleri diye söz ediyor. Aslında Kula’da sadece Türk evleri değil, aynı bölgede, aynı sokakta hem Türk evleri hem Rum evleri yan yana bulunuyor. Her ikisini karşılaştırmalı olarak incelemek daha uygun olacaktır.

Kula’daki Türk evleri Osmanlı’nın 18. yy’da bir çok bölgede yapılan Türk evlerinin tipik örneklerinden.

Türk evleri ahşap ve kerpiçten yapılmış genellikle iki katlı evler. Evlerin birinci katında ya hiç ya da çok az pencere bulunmaktadır. Evlerin kapısı avluya açılıyor. Avlu yüksek genellikle üç metre yükseklikte duvarlar ile çevrelenmiş. Avluya genellikle iki kanat ve büyük avlu kapısından giriliyor.

Bazı avlu kapılarında kapıyı açmadan, gelen kişileri görebilmek için ayrı pencereler eklenmiş.

Avlu kapısından girince geniş bir avlu karşılıyor. Aşağıdaki fotoğraf Zabunlar Konağı’ndan. Üç katlı bu güzel ev Türk Evi örneği olarak görülebilir. Konak Anemon Otelleri tarafından restore edilmiş ve butik otel olarak hizmete açılmış.

Kestaneciler Konağı da Belediye tarafından restore edilmiş ve ziyarete açılmış, güzel döşenmiş bir Türk evi. Kula’da bir Türk evi örneğini gezip avluda oturup çay kahve içebilirsiniz.

Evin zemin katında mutfak, ahır ve kiler yer almakta. Evler büyük ailelerin yaşam tarzına uygun olarak yapılmış. Üst katlarda günlük yaşamın geçtiği ve baş ve köşk odaları bulunmaktadır. Ahşap tavanlar işlemeli. Baş odalar penceresi sokağa açılan daha özenli döşenmiş odalardır. Odalar günümüzde olduğu gibi oturma ve yatak odası diye ayrılmıyor. Her oda tüm amaçlar için kullanılıyor.

Kula’da sokaklar dar, evlerin ikinci katları yola çıkıntılı. İki evin çıkıntılı katlarının üzerine ayrıca çatıların çıkıntıları da eklenince çatıların birleştiği veya birbirinin üzerine konduğu görülmektedir. Rehberimiz bu durumun komşuluğun ne kadar iyi olduğunun göstergesi olduğu şeklinde ifade etti. Ancak böyle bir komşuluk anlayışını dünyanın hiçbir ülkesinde gördüğümü söyleyemeyeceğim, belki vardır ben görmedim-aman yanlış anlaşılmasın.

Acaba Mimar Sinan böyle bir planlama yapar mıydı? Eminim bu çatıların üst üste gelmemesini sağlardı. Acaba 18. yy mimar ve ustaları sokakların darlığını düşünmeden evlerin planını çizmişler ve inşa etmişler gibi düşünmeden de duramıyorum. Bence mimarların bu konuda açıklamaları vardır.

Gelelim Rum evlerine. Rum evlerinin sokak kapıları yola açılıyor. Merdiven ile sokağa iniliyor. Genellikle taştan yapılmışlar. Kapıları özenli işlemeler ile süslenmiş.

Evlerin dış cepheleri de ince ince işlenmiş. Bazı Rum evlerinde resimler yapılmış. Bu resimlerin yol tarifine yaradığı da oluyormuş.

Rehberimizin anlattığına göre örneğin aşağıdaki resim üç büyük, dört küçük adım sonrası kiliseye ulaşılabileceğini gösteriyormuş. Resimdeki kapılar ve pencerelerin sayısı ile yol tarifi çok yaratıcı geldi.

Kapıların üzerinde güzel objelerde yer almakta. Örneğin bir kapıda iki melek, ya da bebek İsa oymaları var. Diğer bir kapıdaki metal levha bugünkü anlamı ile sigorta poliçesi. Evin sigorta şirketince sigortalandığını gösteriyor.

Eski Zafer İlkokulu binası, 1800’li yıllarda Rumlar tarafından askeri kışla olarak yapılmış ve bina Kurtuluş Savaşı’na kadar o amaçla kullanılmış, 1923 yılından 1974 yılına kadar da okul olarak kullanılmıştır. Binanın değişik bir mimarisi var. Bahçesinde küçük bir kilise bulunmaktadır. 1974 yılında bina çürük olduğu için boşaltılmış 1989 yılında da çıkan yangın ile bina çok hasar görmüş. Şu anda binayı kurtarma çalışmaları yapılmaktadır.

Kula’da 3000 adet tarihi ev bulunuyormuş. Sekiz yüzü tescilli koruma altında. Türk evleri ahşap ve kerpiçten yapıldığı için taştan yapılan Rum evlerine göre çok daha fazla bozulmuş, yıpranmış. Bazı evler restore edilmiş ve içerisinde yaşanıyor.

Yukarıdaki bakımsız evler gibi bakımsız, terk edilmiş, harabe kilise bir sokağın sonunda karşımıza çıktı. 

Rehberimiz sırada restore edilen ve korunan bir kilise olduğunu söyleyerek bizi farklı bir yöne götürdü. Karşımıza çıkan binayı görünce gözlerimize inanamadık. Şıkır şıkır yenilenmiş zamanında kilise olduğu söylenen bir bina ile karşılaştık. Fotoğrafta restore edilmiş bir kilise, ancak görüldüğü gibi pek sevindirici değil.

Kilisenin orijinal kapıları çalınmış iki ayrı ülkede müzede sergileniyormuş. Kapılar aslına uygun olarak sonradan yapılmış.

Kilise Meryem Ana Kültür Evi olarak hizmet veriyormuş. Biz cumartesi günü oradaydık, kapı kapalıydı. İçerisini göremediğimiz gibi ne tür kültürel faaliyetler yapıldığına dair bilgi sahibi olamadık. Kasaba halkına hizmet ettiğini umuyoruz.

Kilisenin karşısında kilise papazının Rum evi. Tabi o da bakımsız.


Kula Çeşmesi, zamanında yaşayanların sadece su ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde toplanıp, sohbet etmesi için sosyal bir alan olarak planlandığı belli.

Yine restorasyona rağmen memnun etmeyen bir görüntü, Selçuklu döneminde yapılmış bir hamam, kafe olarak kiraya verilmiş ancak kafe işlememiş şu anda kapalı.

Kula evlerinin olduğu bölge ve hamamın karşısındaki meydan binalar tarihi ama böyle bölgelerde sadece binalar değil her anlamda görselliğe dikkat etmek gerektiğini levhaların bile ne kadar önemli olduğunu fotoğraf açıklıyor. Başka söze gerek kalmıyor.

Son Söz

Kula evleri gezimizde restore edilmiş iki Türk evini gezmek hoşumuza gitti. Rum evleri ile Türk evleri yan yana komşuluk yapmışlar. Evlerin çoğunluğu bakımsızdı. Uzun dönemde daha çok evin restore edilmesini ve Kula evlerinin daha çok sayıda ziyaretçi çekmesini diliyoruz. Çarpıcı bir görüntü ise yıllar önce bu kadar güzel evlerde yaşanmış ilçe, niçin bugün hiçbir estetik değeri olmayan binalar ile çarpık kentleşme örnekleri arasında yer alıyor. Kulanın diğer bölgelerini detaylı gezemedik ancak genel izlenimim ilçede şu anda planlı bir yapılaşma olmadığı yönünde.

Bergen Gezi Rehberi: Norveç’in Masal Şehri

bergen

Avrupa’nın Kültür ve Dünya Mirası şehirlerinden olan Bergen, doğası, tarihi, kültürü, sanatı sevimli, renkli, masalsı evleri ve kuzeyin ılıman şehri…

Bergen’in tarihi 1020 yılına kadar gidiyor. Kral Olay Kyrre tarafından kurulmuş. 1360 yılında bir Alman tüccar Bergen’de bir liman kurmuş ve böylece kuzeyin en önemli limanlarından biri haline gelen Bergen 1830’a kadar Norveç’in başkenti ve en büyük şehri olmuş. 14. ve 16. yüzyıllar arasındaki dönemde Hansa ticaret imparatorluğunun en önemli ticaret limanlarından biri olarak önem kazanmış.

Bergen, Norveç’in güneybatısında Hordaland eyaletine bağlı ülkenin en büyük ikinci şehri olup Bergenshalvoyen Yarımadası’nda bulunmaktadır. Şehrin toplam nüfusu 500 binin üzerindedir. Şehir dağlarla çevrili olduğundan Bergen yedi dağın şehri olarak bilinmektedir.

Bergen, Gulf Stream nedeniyle Norveç’in en sıcak şehri. Hava dondurucu soğuk olmasa da her mevsim bulutlu ve yağışlı olduğundan yeşili çok olan bir şehir. 

Bergen, Norveç’in önemli turistik merkezlerinden biri ve her yıl yaklaşık bir milyon turist şehri ziyaret ediyor. Şehirdeki küçük butikler, ofisler, restoranlar, sanat stüdyoları ve hatta esnaf atölyeleri ziyaretçilerin ilgisini çekmekte.

Bergen Norveç’in ikinci büyük şehri olsa da birçok yerini yürüyerek dolaşabileceğiniz çok sevimli bir kasaba. Liman, ana meydan, balık pazarı ve müzeleri yürüyerek dolaşabilirsiniz. Şehrin sokaklarında keyifle yürüdükten sonra Bergen’in olmazsa olması, tüm Bergen manzarasını göreceğiniz Floyen Dağı’na  fünikülerle çıkabilirsiniz. Biz ayrıca kalan yerleri de görebilmek için Hop on Hop otobüs ile dolaştık. 

Bergen Gezilecek Yerler

Şimdi birlikte dolaşmaya başlayabiliriz bu masal şehrini.

Şehrin ilk görülecek yeri şüphesiz renkli ahşap Hansa evleri. Bergen’de ilk yapılan binalar Bryggen olarak adlandırılan rıhtım boyunca yer almaktadır. Bergen’in simgesi renkli evler kafeler, restoranlar, müzeler rıhtım boyunca yer alıyor. Kentin en canlı, hareketli ve önemli bölgesi de burası.  

Bryggen birçok kez yangın yaşamış, özellikle 1702 yılındaki yangın ile tüm şehir küller altında kalmış. Bazı müzelerdeki afişlerde küllerinden doğan şehir ifadeleri kullanılmakta. 1955 yılındaki yangında yanan evlerin yerine karakteristik ahşap evler tekrar yapılmış ve günümüze kadar korunarak gelmiş. 

Tormalmeningen Meydanı Bergen’de ana meydanlarından birisi. Meydana doğru giderken geniş bir caddede heykeller yer alıyor. Devasa göl diyebileceğiniz bir havuz da vardı. Martılar özgürce dans ediyordu.

Bir süre daha yürüyünce Fisketorget Balık Pazarı’na ulaştık. Rengarenk tezgahlarda balık çeşitleri, karidesler, kurutulmuş etler aklınıza ne gelirse deniz ürünleri vardı. Pazar sabah 7’de açılıp akşam 19’da kapanıyor. İstenilirse taze alınan ürünler pişirtilip öndeki tahta masalarda yenebiliyor.

Biz de bir akşam yemeğimizi balık pazarında yedik. üstü açık ve ısıtıcılarla ısıtılan deniz kenarında bir yere oturduk. Herkes değişik şeyler denedi. Ben karides tabağı istedim ve tabak garnitüri ile birlikte oldukça doyurucu oldu. 

Sırada Floyen Dağı bulunuyor. Füniküler ile kısa bir yolculuk yaparak, deniz seviyesinden 320 metre yükseklikte olan Floyen Dağı’nın en üstüne çıkıp şehrin muhteşem manzarasını izleyebiliyorsunuz. Kişi başı 90 Kron füniküler ücreti. Füniküler 26 derecelik bir eğimle tepeye çıkıyor 830 metrelik 4 dakika süren yolculukla dağın tepesine çıkıyoruz. Füniküler kabininin her tarafı camlı olduğundan çevre izlenerek yolculuk yapılıyor.

En iyisi birlikte füniküler yolculuğu yapıp Floyen Dağı’nda manzarayı seyredelim,

 

Bu yolculuk, Bergen’e gelenlere özellikle tavsiye edildiğinden, biz de önceliklerimiz arasına aldık. Çok eğimli bir şekilde Füniküler çıktığı için epeyce heyecanlı oldu. Bunun inişini düşünemiyorum desem de inişte de yine ön tarafta olmaktan kendimi alıkoyamadım.

Tepede, bütün şehri ayaklarınızın altında hissediyorsunuz. Çok güzel seyir terasları yapılmış. Ancak hava çok esintili ve güneş de olmadığı için soğuktu. Güzel ve güneşli havalarda burayı hayal etmek çok güzel. Zaten orada tanıştığımız ve uzun süredir Bergen’de yaşayan bir Türk doktor buranın güneşli günlerde çok güzel olduğunu ve herkesin uzanıp manzarayı seyrettiğini söyledi.

Bu tepede çocuklar için bir park alanı bulunuyor ve içinde ülkenin sembolü orman perileri “Troyller” heykelleri varmış. Ayrıca cafeler ve hediyelik eşya dükkanları da vardı.

Buradaki gezimizden sonra zaman kazanmak için fünikülere binmeye karar verdik. Ancak sizin zamanınız uygunsa o güzelim manzarayı görmek için yürüyerek inmenizi tavsiye ederim.

Bergen’de görülmesi gereken yerlerin içinde aşağıda yer alan Hakon’s Hall, Rosenkrantz Kulesi, Bryggens Museum, Hanseatiske Muzesini de görmenizi tavsiye ederim. Bergen’in tarihi dokusunu hissedeceğiniz müzeler.

Hakon’s Hall limanın hemen başında yer alıyor. Orta Çağda Gotik tarzda inşaa edilen, taş bina Norveç’te o tarihten günümüze gelen en büyük ve en eski tarihi binadır.

Kral Hakon Hakansson 1247-1261 yılları arasında hüküm sürmüş, kraliyet sarayının yanı sıra oğlunun düğün töreni için haşmetli salonu yaptırmış. Kralların önemli törenlerinde kullanıldığı gibi günümüzde de bazı sanat etkinliklerinde bu salon kullanılmaktadır.

Bergen için yine tarihi önem sahip diğer bina Rosenkrantz Kulesi, Hakon Hall’in hemen yanındadır. Kule 1560 yılında inşa edilmiştir.

Kule Norveç’te bulunan en önemli Rönesans eseri olarak değerlendirilmektedir. Kule hem bir yerleşim yeri, hem de şehrin korunması amaçlı kullanılmış. Üst kat pencerelerinde yerleştirilmiş toplar görülmektedir. Kulenin en üstüne çıktığınızda liman ve şehrin görüntüsüne hakim manzara çarpıcı. Bu kuleyi de görmeden geçmeyin diyebilirim.

Biblo gibi ahşap evlerin başında, çok önemli bir müze Bryggens Museum.

Bryggens bir kültür tarih müzesi, arkeolojik kazılarda çıkan tarihi objeler ve Orta Çağ’da Bergen’de yaşam hakkında bilgi verecek şekilde düzenlenmiştir. Bergen’in en eski binalarının olduğu bölgededir.

Hanseatiske Müzesi ise Bryggen bölgesindeki evlerin sonunda  en eski ticaret yapılan binasında kurulmuştur. Bu müzeyi ziyaret etmenizi öneririm.

Alman tüccarları yaşadığı, ticaret yaptığı bina. Hanseatic ofiste Alman tüccarlar asıl olarak Kuzey Norveç’ten aldıkları kurutulmuş balık ve Baltık ülkelerden aldıkları tahıl ticareti yapmaktadırlar. Bu binada hem yaşayıp hem ticaret için yataklarını, kullandıkları eşyaları, ticarette kullandıkları ölçü birimleri, yazıları, dosyaları, masaları, kurutulmuş balıkları görebileceğiniz dünyanın en ilginç müzelerinden biri olabilir. Bina 1702’deki yangından hemen sonra inşa edilmiş ve bölgede içi ile birlikte korunan en eski bina.

Son müze önerim de Sanat Müzesi olabilir. Zengin bir resim kolleksiyonuna sahipti.

Bergen’in önemli müzelerini gezdikten sonra Hop on hop off ile Akvaryum’a gitmeye karar verdik. Akvaryum giriş bileti 250 Kron  Akvaryuma girer girmez pelikanlarla karşılaştık. Hepsi çok sevimliydi ve hareketliydiler. 

İçeri girerken 5 dakika sonra bir gösteri yapılacağı söylendiğinden fok balıklarının olduğu havuzun önündeki platforma yerleştik. İki fok balığının gösterisi çok eğlenceliydi.

Akvaryumun içerisinde pek çok çocuk vardı ve küçük bir ufaklık annesinin elinde deniz yıldızını inceliyordu. Biz de olsa sakın dokunma diye uyarırdık. Ne güzel Norveç’de küçük büyük herkes doğayla iç içe yaşıyor.

Akşama doğru Hansa evlerinin önündeki kafelerden birine oturduk ve güzel manzaranın keyfini çıkardık. 

Son Söz

Bergen Norveç gezi programlarında mutlaka görülecek yeri. Ülkenin karekteristik özelliklerini, yeşilini, doğasını yansıtan düzenli, sevimli şehir. Kuzeyin bu güzel şehrine iyi ki geldim gördüm diyeceksiniz. Süre olarak bir tam günde birçok yerini, sokaklarını gezebilirsiniz. Müzeleri küçük kolay ulaşılır ancak her yerini rahat rahat gezeyim, havasını sindireyim derseniz iki gün ayırmanızı önerebilirim.

 

Vahşi Nepal: Chitwan Safari Park

Nepal Chitwan Safari Park, Nepal’in güneybatısında yer alan, Asya vahşi yaşamın korunduğu en büyük safari parkı. Ulusal Park olarak 1973 yılında kurulmuş ve 1984 yılında UNESCO Dünya Miraslar Listesi’ne alınmış. Ormanlık, bataklık ve otlaklardan oluşan 932 metrekarelik bir alanı kapsamakta. Zengin florası ile çok sayıda hayvan barındıran ormanda 68 farklı maymun türü, 500 den fazla kuş çeşidi, geyikler, balık çeşitleri, ayı, vahşi filler, sığır çeşitlerini görebilirsiniz. Bölgeye özel tek boynuzlu gergedan, Bengal Kaplanı, leopar, Gharial Timsahı özel olarak korumaya alınmış. Koruma çalışmaları ile Bengal kaplanlarının sayısı 120’ye, tek boynuzlu gergedan sayısı da 600’e ulaşmış son yıllarda.

Chitwan Safari Park’ın korunması Nepal’in önemli gelir kaynağı turizme de katkı sağlıyor. Bölgede hayvanların korunması, bakımı ve yerel halkın geçim kaynağı turizm. Devlet ve halkın bu bilinci ile aktiviteler, turlar çok iyi planlanmış ve organize edilmiş. 1 günlük, 2 günlük ve 3 günlük paket turlar hazırlanmış. Ayrıca yerel halkın Tharu Halk Dansları gösterisi de özellikle turistler için hazırlanmış.

Ne zaman gidilir diye soracak olursak; Yazın Muson yağmurları dönemi çok yağmurlu ve aşırı nemli oluyor. Bu dönemde Chitwan turu da sıkıntılı olabilir. Özellikle ormandaki sivrisinekler ve ağaçlardan düşen böceklerin çok rahatsız edici olduğundan yaz döneminde gezenlerin şapka, uzun kollu üstler ve uzun pantolonla gezmeleri gerekmektedir.

Ulaşım
Chitwan Katmandu’ya 170 km uzaklıkta, otobüsle ulaşım 5 saat sürmekte. Katmandu’dan uçakla ulaşım da mümkün en yakın havaalanı Ulusal Park’a 10 km uzaklıktaki Bharatpur şehrinde. Bizim tercih ettiğimiz yol Katmandu’dan önce Pokhara’ya gidip 3 günümüzü orada geçirdikten sonra Chitwan’a geçmek şeklinde oldu. Pokhara’dan ulaşım yine turist otobüsleri ile 6 saat sürüyor. Biz Katmandu’da otelimizden Pokhara ve Chitwan’ı içeren paket tur aldık. Üç gece Pokhara, üç gece Chitwan, otobüs ile ulaşım dahil kişi başı 250 dolar ödedik. Tur kapsamına Chitwan Ulusal Park’ta yapılacak tüm aktiviteler ve 3 gece tam pansiyon konaklama dahildi. Bize son derece uygun bir fiyat olarak göründü.
Konaklama
Ulusal Park’ın çevresinde doğaya uygun, çok katlı olmayan konaklama yerleri bulunuyor. Bizim kaldığımız Unique Wild Resort Otel beklentilerimizi karşıladı. Yeşillikler içindeki otelin yemekleri de ayrıca memnun etti. Otelin rehberi Damodar Khanal, üç gün boyunca bize harika rehberlik yaptı. Chitwan’ın dışındaki Sauraha’da daha uygun fiyatlı konaklanabilecek yerler bulunabilir. Sauraha’ya Katmandu ve Pokhara’dan kalkan otobüsler uğramakta.

Önce videomuzu izlemek isterseniz.

Chitwan Ulusal Park Safari Turu
Hayvanat bahçeleri çocukluğumdan beri ilgimi çeker. Yurt dışı gezilerimde de fırsat ve zaman bulduğumda o şehrin hayvanat bahçesi veya akvaryumunu gezmekten kendimi alamam. Son yıllarda ise kafeslerin arkasındaki hayvanları görmek yerine daha geniş, doğal hayvanların yaşam alanlarında bulunmak düşüncesi heyecan vermeye başladı. Sırf bu duygularla en kısa sürede Afrika’da Safari Turu yapılacaklar listeme eklendi.

Nepal gezi planlamamızda öncelikli başkent Katmandu ve Pokhara görülecek yerler arasındaydı. Ancak gezi hazırlıkları, okumaları sırasında Asya’nın en büyük doğal yaşam alanı Chitwan’da safari fırsatı olduğunu öğrenince, doğal olarak Afrika’yı beklemeden Nepal’de safari turu programımıza almaya karar verdik. Safari turuna katılmak isterdim ancak vahşi hayvanların arasında nasıl dolaşılabileceğini kafamda canlandıramıyordum. Bu nedenle yazıda benim gibi merak edenler için turumuzu adım adım anlatmak istiyorum.

Pokhara’dan sabah 7’de bindiğimiz otobüs Saurah’dan çıkıp son durak olarak çevrede binaların olmadığı boş bir arazide durdu. Otellere gideceklerin burada ineceği, otellerin araçlarının bizleri alacağı söylendi. Bizim ulaşım aracımız da safari otelinin yapısına uygundu, üç gün rehberimiz olacak Damodar bizi karşıladı.

Kısa bir yolculukla yeşillikler arasındaki otelimize ulaştık.Turumuzun ilk aktivitesine öğlen yemeği sonrası başladık. Otelden kısa bir yürüyüş ile Chitwan Ulusal Parkı’na girdik.

Parkta ilk tanıştığımız hayvanlar filler oldu. Sonraki günlerde fillerle daha çok haşır neşir olacağımızdan fillerin yanında fazla zaman geçirmedik. İlk kez filleri bu kadar yakından görmenin heyecanı ile biraz izledikten sonra orman yürüyüşüne başladık. Chitwan’da çok çeşitli sayıda kuş türü bulunmakta. Parkın aktivitelerinden biri de kuş gözlemleme, yürürken bir taraftan çevredeki kuşları izlemeye çalıştık. Bu arada kuşların yanı sıra ormanda nehrin karşı kıyısındaki vahşi hayvanları yukarıdan daha rahat görebilmek umuduyla bazı hayvan severler ağaç tepelerine tünemişlerdi.

Gün batımına kadar yürüyüşümüze devam ettik. Nehrin karşı kıyısında yeşillikler arasında güneşi batırdık.

Artık otele dönme zamanımız gelmişti. Evlerin arasından yürürken nerede olduğumuzu hatırlatan ilk sürprizimizi yaşadık. Nepal’in tek boynuzlu gergedanı sokakta tüm heybetiyle yolun karşısında göründü, akşam yürüyüşüne çıkmış gibi salına salına yürüyordu. Bizi rehberimiz hemen bir evin bahçesine soktu, gergedan hiç istifini bozmadan yürüyüşüne devam etti. Yaşamımızda bir daha bir gergedan ile aynı sokakta gezintiye çıkıp selamlaşır mıyız bilemem…

Yine diğer bir sürpriz ise devletin baktığı, yani devletin kadrolu elamanı, tüm gün turistleri gezdirip, mesaisini tamamlayarak evine dönen filler oldu.

İlk gün akşam Tharu’ların dans gösterilerini izlemeye gittik. Tharu halkı ulusal parkın yer aldığı Terai bölgesinde yaşayan etnik grup. Kadınlar ve erkeklerin ayrı ayrı yaptığı danslar ilginçti. Kapalı bir alanda yerel halkın da turistlerle birlikte izlediği dans gösterisi güzel bir deneyim oldu.

İkinci gün sabah güne nehirde kano turu ile başladık. Bu kanolar yöreye özgü dayanıklı ve tek bir ağacın gövdesinden oyularak üretiliyormuş. Timsahların yaşadığı nehirde incecik basit bir kano ile gezmek fikri, rehberimiz ilk söylediğinde ürkütücü geldi. Merak etmeyin sabah nehir biraz serin olduğu için timsahlar nehrin üstünde değil dibinde olurlar dedi. Gerçekten de kanoya binip daha 10 metre gitmemiştik ki alçak nehrin dibinde uyuyan timsahların yanından geçtik. Bir süre sonra kıyıda güneşlenen timsahlar da gördük tabii ki. İşin güzel yanı nehirde iki tür timsah yaşıyormuş. Bir cins et obur iken diğeri ot oburmuş. Ot oburların yanından geçtiğimizi düşünmeyi tercih ettik.

Nehir boyunca bir saat kadar yol aldıktan sonra nehrin karşı kıyısında kanodan indik ve orman yürüyüşüne başladık.

Değişik ağaçlar ve sık ormanın arasında yürürken en heyecanlı bölüm, efsane bengal kaplanlarının izlerini aramak idi. Rehberimiz Damodar bir su birikintisinin kenarındaki ayak izlerini göstererek Bengal kaplanının bir-iki gün önce buradan geçtiğini söyledi. Tabii doğru mu yanlış mı bilmiyoruz ama kaplanın  adını bile duymak içimize ürpertmeye yetti.

Yürüyüşümüz sonunda fil besleme bölümüne ulaştık, fil yemeği hazırlıklarını yakından izledik. Devletin korumasında olan fillerin bakımı ve beslenmesi için çok sayıda yerel halk çalışıyor. Aslında ilginç olan, filler de sabah orman içinde yürüyüşe çıkıp, ormanda bulunan yüksek boylu otları kesen görevlilerin otlarını taşıyorlar. Böylece kendi otlarını taşımış oluyorlar. Ancak sadece bu otların fillerin beslenmesine yetmeyeceği düşünülerek, içlerine pirinç ve başka malzemeler eklenip paketlenip filler için hazır yiyecek hazırlanıyor.

İki yavrusu ile bir arada olan anne fili, bebek filin annesi ve kardeşi ile oyun oynamaya çalışmasını izlemek bize keyif veren görüntüler arasındaydı. Asıl ilginci ise ilk kez uyuyan fil görmekti. Filler ayakta uyuyorlar sadece kafalarını direğe dayıyorlar. Erkek ve dişi filler ayrı bölümlerde kalıyorlar. Erkek fillerin dişleri oluyormuş. Erkek fillerin bulunduğu bölümde dişleri olmayan bir fil dikkatimizi çekti, dişi olduğunu düşündüğümüz fili rehbere sorduğumuzda hormon sorunu olan bir erkek fil olduğunu söyledi. Sözün özü filler hakkında bilmediğimiz çok şey öğrendik, hepimiz birer fil uzmanı olduk.

Otele dönüp öğlen yemeğimiz ardından kısa bir süre dinlendikten sonra öğleden sonra sıra jeep safariye gelmişti. Sık ormanın içinde patika yolda jeeple vahşi hayvanları görmeye çalışacaktık.

Daha ormana yeni girmiştik ki yolda kendi otlarını toplamaya çıkmış bir fil ve görevli ile karşılaştık. Fil jeepe yaklaştı, görevli nameste de diye file komut verdi, fil hortumunu sevmemiz için uzattı. Bize sevgi ile yaklaşan filin hislerini karşılıksız bırakamazdık, fillerden uzak durmamız gerektiğini düşünürken birden kendimizi onun hortumunu okşarken bulduk.

Jeeple dolaşırken ormanın içinde gezen gergedanı, ailecek dolaşan geyikleri görme şansı bulduk. Tabi nehir kıyısında uyuklayan timsahlar da boldu.

Son gün programda yine orman içi safari ancak bu kez ormanın daha derinlerine gidebileceğimiz fil safari yer alıyordu. Aslında yıllardır direndiğim kesinlikle file binmem ilkemi burada bozmak zorunda kaldım. Paket program alırken içinde hem jeep safari, hem fil safari yer alıyordu. Biz sadece jeep safari istediğimizi, file binmek istemediğimizi belirttik. Ancak paket programın hepsini kapsadığını ve fil safari ile ormanın daha derinliklerine dalındığını ve bu bölgede mutlaka fil safarisi yapılması gerektiğini vurguladılar. Maalesef biz de fillerden özür dileyerek fil safarisi denedik.

Fil safarisi değişik bir tecrübe oldu. Ormanın daha iç bölgelerinde dolaştık; belki ayı ve bengal kaplanı göremedik ama uzaktan da olsa ağacın yüksek dalında uzanmış bir leopar görmenin telaş ve heyecanını yaşadık. Yaşadığımız bu deneyimden sonra meşhur kaplana rastlamadığımıza sevinmeli miyim, üzülmeli miyim bilemedim…

Son günümüzde akşam üzeri köyün bazı bölgelerini de dolaştık. Katmandu ve Pokhara’da daha büyük şehirler ve yüksek katlı evler bulunurken, Chitwan’da daha doğal, koruma alanı içinde evler tek katlı. Asıl bölgeye özgü evler bambu ve çamurdan yapılan geleneksel Tharu evleri imiş. Bu evler sıcağa ve soğuğa dayanıklı ancak her sene muson yağmurları sonrası zarar gördüğünden oldukça ciddi yenileme, emek gerekiyormuş. Her yıl yenilemenin yanı sıra beş yılda bir yeniden yapılan örnek bir Tharu evi tanıtım amaçlı yapılmış.

Son yıllarda geleneksel evlerin yerine daha farklı, çimentodan evler yapılmaya başlanmış. Bu bölgede de diğer şehirlerde olduğu gibi halk grup halinde evlerinin dışında oturarak zaman geçiriyordu.

Chitwan Ulusal Park Nepal gezimize farklı bir tat kattı. Nepal’in büyük, kaotik ancak tarihi, kültürü zengin şehri Katmandu, doğal, yeşil, huzurlu şehri Pakhora’dan sonra 3 gece ayırdığımız ve safari turu yaptığımız Chitwan’da keyifli zaman geçirdik. Öncelikle Asya’nın en büyük ve organize doğal yaşam alanını görmüş olduk, dört arkadaş hepimiz için yaşamımızda ilk kez safari turu denedik. Orman içinde çok sayıda ve çok çeşitli hayvan görebildik mi? Tabii bu biraz da şans, gezilen mevsime bağlı olabilir. Yine de çok fazla sayıda hayvan görmeyi beklemedik. Eğer zamanınız varsa ve bu tur için ayrı bir kaynak ayırmak isterseniz denemenizi önerebiliriz. Ancak Nepal’ de önceliğiniz tarih, kültür veya dağcılık ve trekking ise ve yeterli zamanınız kalmaz ise mutlaka yapılması gerekenler listesinde yer bulamayabilir Chitwan.

Nepal’le ilgili diğer yazılarımız ilginizi çekebilir.

Nepal Gezi Rehberi

Katmandu Gezi Rehberi

Pokhara Gezi Rehberi

Ürdün Gezi Rehberi: Kayıp Uygarlıkların İzinde

Ürdün Ortadoğu’da özgün bir ülke… Roma döneminde yapılmış ve depremlere rağmen ayakta kalabilmiş antik kent Jerash, kayıp uygarlık Nebatienlerin yaptığı kayalara oyulmuş dünyanın yedi harikasından biri olan Petra, çölün ortasında bir Emevi halifesinin yaptırdığı hamam, hamam duvarlarında şaşırtıcı erotik resimler, Hicaz Demiryolunun istasyonu, I. Dünya Savaşı’nda öldürülen Türk askerlerinin şehitliği, uçsuz bucaksız çöl, inanılmaz resim gibi mozaikler, çölde safari, çölde develer, sürmeli gözlü Bedeviler daha neler neler…

Gitmeden önce, Arabistanlı Lawrence filmini izlemiştim. I. Dünya Savaşı’nda, Ortadoğu’daki İngiliz politikasını, izlenen yöntemleri anlatan  ve Ürdün çöllerinde geçen bu filmi, soğukkanlı olarak izlemek kolay olmamıştı. Ürdün’e giderken; bu filmde geçen olayların yaşandığı çölleri, kaleleri görme merakı yanında, sorunlu bir dönemde bu coğrafyaya gitmenin endişesi de vardı. Ancak, tüm gezi boyunca güvenlik ile ilgili hiçbir sorun yaşamadık, gezi boyunca otobüsümüzde rehber ile birlikte turizm polisi de vardı.

Bu yazıda, Ürdün’ün tarihi turistik yerlerine ilişkin resim ve bilgileri bulacaksınız. Ama bu ülkeyi tanımak için kendi yaptığım araştırmalara ilişkin bilgileri de meraklısına bölümlerinde paylaştım. İlginiz daha çok gezilecek yerlere ise bu bölümleri atlayarak okumanızı öneririm.

Meraklısına; Kuzeyinde Suriye, kuzeydoğusunda Irak, güneyinde ve doğusunda Suudi Arabistan, batısında İsrail Ürdün’ün komşuları. Arabistan çöllerinin uç noktası olduğundan, Ürdün tarihin her döneminde stratejik önem taşımış. Tarihçi Bernard Lewis’e göre; geçmişte ve günümüzde Ortadoğu’daki savaşların en büyük sebebi toprak kavgası ile birlikte, doğu ve batı arasındaki ticaret yollarını ele geçirme ya da kontrol etme isteği de olmuş.

Ancak çöl coğrafyasının ve ikliminin zorlukları ile birlikte, buralarda yaşayan toplulukların da kolay yönetilebilir-işbirliği yapılabilir olmaması nedeniyle, tarihin her döneminde büyük devletlerin ayrı bir çöl politikası olmuş. Romalılar,  M.Ö. 65’de bu çöl politikasını başlatmış. Ordu göndermek yerine, barış sırasındaki ticari, savaş sırasında askeri gereksinimleri nedeniyle, çöldeki sınır devletleri ve kervan şehirleriyle iyi ilişkiler kurmayı tercih etmişler.IV. yy. da yaşamış Romalı tarihçi Ammianus Marceilinus; güneydeki çöl halklarını “ne dost ne de düşman olmayı arzulayabileceğiniz… Araplar” olarak tanımlamış.

Büyük devletlerin, bu komşuları silah gücüyle fethetmesi tehlikeli, maliyetli ve zor imiş. Ayrıca ortaya çıkacak sonuçların da kalıcı, güvenilir ya da yararlı olacağı garantili değilmiş. Bu nedenlerle, iki İmparatorluk da (Persler ve Romalılar) savaşmak yerine; yaptıkları maddi, askeri ve teknik yardımlar, verdikleri unvanlar ile bu halkları yücelterek yanlarına çekmeye çalışmışlar. (günümüzden bir şeyleri çağrıştırdı mı size?)

Osmanlıların Memlüklüleri yendiği Mercidabık Savaşı’ndan sonra, 1516 yılından 1918 yılına kadar Osmanlı toprağı olmuş. I. Dünya Savaşı sonrası Şerif Hüseyin’in oğlu olan Kral Faysal yönetiminde bir monarşi olarak Irak kurulmuş. Diğer yandan, Şerif Hüseyin’in öteki oğlu Abdullah’ın başına geçtiği Trans-Ürdün adında bir Arap Emirliği kurulmuş. Trans-Ürdün, 1946 da bağımsızlığını kazanarak Ürdün adını almış. Günümüzde, Ürdün Haşimi Krallığı olarak, anayasal bir monarşi ile yönetiliyor. Kral II. Abdullah 1999’dan beri ülke yönetiminde.

Başkent Amman’dan başlıyor gezimiz…

Amman
Amman sokaklarında bir yandan  modern yüksek binaları, diğer yandan tepelerde sarı renkli, düz damlı eski evleri görmek mümkün. Amman önceleri yedi tepe üzerine kurulu bir şehir imiş (bugün on yedi tepeye yayılmış). Bu tepelerden birinin üzerinde Roma döneminden kalma bir kale bulunuyor.

Kalede yıkılmadan kalabilmiş sütunlar, kemerler arasından Amman şehrinin yamaçlara üst üste lego gibi dizilmiş düz damlı evleri görülebiliyor. Dev bir Herkül heykelinin ise sadece parmakları kalmış. Parmakların büyüklüğüne bakıldığında, heykelin tümünün orada olduğunda görüntünün ürkütücü olacağını düşündürtüyor.

Kalenin içinde su sarnıcı, Bizans Kilisesi, Emevi döneminde yapılmış cami gibi yapıların kalıntıları da  görülebiliyor.

Kalenin içinde bulunan arkeoloji müzesinde ise değişik dönemlere ait eserler sergilenmekte.

M.Ö. 63–M.S. 324 Roma dönemine ait eserlerin ve ince cam ürünlerin sergilendiği bölüm… Ne kadar zarifler inanamazsınız.

Bir bölümde de eski tıbbi aletler sergileniyor. Bu kafatasının üzerinde üç tane delik bulunuyor. Bu akıl hastalıklarının ve beyin ödeminin tedavisinde kullanılan bir yöntemmiş. İnce metal çubuklar ile kafatasında açılan bu delikler ile beyinde belli bölgeleri işlevsiz hale getirerek ya da ödemin boşaltılması ile baskıyı azaltarak tedavi sağlıyormuş.

Bir yol inşaatı sırasında bulunan M.Ö. 7200 yıllarında yapılmış ve dünyanın en eski insan heykeli olduğu iddia ediliyor.

Kalede gün batımını izleyip şehre indiğimizde, Ortadoğu’da olup da künefe yemeden dönülmez deyip, Amman’da bir ara sokaktaki künefecide uzun bir kuyrukta sıra bekledik.

Peynirli ve kaymaklı künefeler sıcak sıcak servis ediliyordu ve tabakları elinize alıp sokakta yiyorsunuz. Tadı çok olağanüstü değildi ama sokak arasında sıcacık insanlar ile sıra beklemek ve ayaküstü yerken Ürdünlü kadınlar ile sohbet etmek çok keyifliydi. 
Sonraki gün uzun bir çöl yolculuğu vardı. Eshab-ı Kehf yedi uyurlar bilinen bir hikaye. Dünyanın bir çok yerinde Eshab-ı Kehf  mağarası olduğuna inanılan yerler var (Ülkemizde de Tarsus yakınlarında). Ürdün’deki mağaranın olduğu tepenin üstünde bir cami var. Komplekse girerken kadınlara kapşonlu pelerin gibi giysileri veriyorlar. Gezerken bunları giymeniz zorunlu. Burada dualarımızı edip yeniden yola koyuluyoruz.
Çöl Kaleleri
Çölde otobüs ile yolculuk ederken hiç bitki örtüsü olmayan (sadece dikenler var) sarı kumların uçsuz bucaksız görüntüsü bir süre sonra ruhumu daralttı. Çöl ortamına uyumlu tek hayvan olan develer hem susuz uzun süre idare edebiliyor, hem de diken ile besleniyormuş. Geçmişte kervanların, bu zorlu koşullardaki seyahatlerinde dinlenme ve güvenlik gereksinimlerini karşılamak amacıyla, bir günlük mesafeye denk gelecek şekilde, han- kale- kasır gibi yapılar yapılmış. Biz bunlardan üç tanesini gördük.
Qasr Al- Harrana
Uçsuz bucaksız çölün ortasındaki bu yapı, Emevi döneminde (M.S. 710) yapılmış ve kervansaray otel olarak kullanılmış. Volkanik kireç taşı bloklardan yapılmış. Etrafında da katmanları ayrı renklerde olan irili ufaklı volkanik taşlar vardı. Bu kasır, Irak- Arabistan- Filistin Kudüs yol ayrımında bulunuyor.
Duvarlardaki küçük yarıklar; dışarıyı gözetleme amacıyla kullanılırken, hem de aydınlanma ve havalandırma sağlıyormuş. Alt katta avlu kenarında hayvanların kaldıkları odalar, üst katta ise irili ufaklı konaklama odaları mevcut.
Kuseyr Amra

Dünya Kültürel Mirası Listesi’nde yer alan bu kasır, 8. yy. da yapılmış. Emevi Halifesinin dinlenmek veya şehirden uzaklaşmak amacı ile yaptırmış olabileceğini tahmin ediyorlar.

Kasrın sadece kabul salonu ve hamam kısmı ayakta kalabilmiş. Hamam bölümünde ılıklık, sıcak banyo ve servis bölümü var.

Çölün ortasında böyle bir hamama su temin etmek ciddi bir iş gibi görünüyor. Kuyularda su toplanarak su ihtiyacının karşılandığını söylüyor rehberimiz.


Sağlam olan hamam kısmındaki resimlerin, Emevi Dönemi sanatını yansıttığı söylenmekte. İslam sanatında görmeye alışkın olmadığımız tasvirler ile tüm duvarlar kaplanmış. Duvar ve tavanlardaki freskler çok ama çok şaşırtıcı. Havuz içinde dansöz, hayvan (köpek, geyik, ceylan, deve) ve avcılık resimleri, astrolojiyi yıldızları burçları anlatan resimler. Yerlerde mozaikler var. Emevi askerlerinin zaferlerini gösteren resimler de bulunuyor. Halife sarayındaki bu resimlerde, Yunan ve İran etkisinin olduğunu iddia eden kaynaklar var.

Bir duvar resminin siyasi bir mesaj verdiği tahmin ediliyor. Bu resimde; altı tane kafir hükümdar, oturmuş durumdaki halifeye itaat ederken resmedilmiş. Hem Arap hem de Yunan alfabesi ile yazılmış hükümdar adlarının dördü okunabilmekte: Sezar (Bizans İmparatoru), Roderik (İspanya’nın son Vizigot Kralı), Krazüs (Pers İmparatoru) ve Etiyopya İmparatoru. Diğer iki resim bozulduğu için tanınamayacak durumda olduğundan hangi hükümdarlar olduğu bilinmiyor.

Çölün ortasında bir saray, sarayın hamamında sıra dışı resimler beni çok şaşırttı. Resimler kısmen bozulmuş olduğundan ve yetersiz ışık nedeniyle ortamı yansıtacak kadar resimler çekememişim. İlgilenirseniz internetten Kuseyr Amra resimlerini incelemenizi öneririm.
Azrak Kalesi
Kale Roma döneminden kalma, Osmanlılar askeri garnizon olarak, Lawrence da karargah olarak kullanmış. Kale çölde gördüğümüz diğer yapılardan farklı olarak bazalt taşlardan yapılmış. Koyu renkli iç karartıcı taşlar bunlar.
Kale kapısı iki kanatlı blok taştan yapılmış. Açılıp kapanma mekanizması hala çalışıyor. Dünyada başka örneği olmadığı söyleniyor. Kale kapısının üzerindeki delikler, kızgın yağ dökmek için kullanılıyormuş. Taş kapıdan girince, yerde taşa oyulmuş ufak delikleri görüyoruz. Bu delikler, kale içindeki askerler ve halkın vakit geçirmesi, oyalanması için satranç dama benzeri oyunların oynanması amacıyla kullanılıyormuş.

Büyük ve kasvetli  bir meydanın etrafında  bir çok yapı var. Lawrence’ın kullandığı oda da bunlardan birinin ikinci katında. Kale içinde bir de cami bulunuyor.

Çöl yolculuğunun devamında kadim bir şehir olan Jerash’a varıyoruz.

Jerash – Geresa

M.Ö. 100 yıllarında yapımına başlanan antik şehir, M.S. 200-300 yıllarında ekonomik ve sosyal olarak zirveye ulaşmış. Bu dönemlerde, ticaret kervanları buradan geçmeye başladığı için Petra’nın hakimiyetini silmiş.

Meraklısına; 6500 yıllık bir geçmişi olan, İncil’de de adı geçen Gerasa şehri, Roma dönemiyle birlikte zirveye ulaşmış ve Amman’ın 48 km kuzey batısında. Aramice konuşma dili olarak kullanılıyormuş, ama resmi dil Yunanca imiş. Antik Roma Döneminde bir ticaret merkezi olan şehir, M.S. 749 yılındaki büyük deprem ile büyük ölçüde yıkılmış ve yıkılmayan kısımları da toprak altında kalmış. 1806 yılında Alman oryantalist Jasper Seetzen tarafından keşfedilmiş. Dünyanın en iyi korunmuş Roma Antik Kenti olduğu söyleniyor.

Bu Antik Kenti gezerken, günümüzde modern olarak tanımlanan (!) şehirlerdeki tüm öğeleri görmek mümkün. Hatta bazı bölümlerde; AVM lerde yan yana gördüğümüz sosyal mekanları bir arada görüyorsunuz (dükkan, manav/hal, hipodrum, kilise, tiyatro…). Hem de yıkılmış bölümlerine rağmen anlatılamaz zarif bir mimari ile.
Roma İmparatoru Hadrianus’un kenti ziyareti (M.S. 129-30) anısına yapılan görkemli bir kapıdan giriyoruz ve ana caddede yürümeye başlıyoruz. Taş bir yol burası ve etrafta sağlı sollu yapılar bulunuyor.

Bu yan yana dizilmiş küçük odalar birer dükkan ve tabanlarında rengarenk mozaikler ile halı gibi yapılmış yer döşemeleri bulunuyor. Sanki biraz dikkat kesilseniz, geçmişte yoldan geçen kervanların gürültüsünün, dükkanlarda yapılan pazarlıkların, belki entrikaların seslerini, taşların arasında saklandıkları yerden duyabilirmişsiniz gibi geliyor.

Marianos Kilisesi M.S. 570-749 yıllarında aktif olarak kullanılıyormuş. Kilisenin tabelasında görülen yer mozaiklerinden bir kısmı bozulmadan kalmış ve üzerindeki yazılar da okunabiliyor.

Hipodrum M.S. 220-749  yılları arasında, halkın eğlence ve yarışma ihtiyacının giderilmesi amacıyla kullanılmış. Roma deyince akla hep kölelerden oluşan bir işgücü ve acımasız asiller geliyor ama halkın oyalanması da gerekiyormuş. 

Spor etkinliklerinin yapıldığı 50×250 metre boyutlarındaki alanın etrafında, taş oyularak yapılmış ve halen bir kısmı sağlam olan oturma bölümü var. Günümüzde gladyatör gösterilerinin yapıldığı festivaller düzenleniyormuş bu alanda.

Şehir surlarının yanındaki taş yoldan ilerleyerek güney kapısına geliniyor.

Güney kapısından güney yoluna giriliyor, yine taş bir yol (south street) M.S. 110- 300 yıllarında yapılmış. Bu yol bizi ihtişamlı sütunları olan  oval plazaya götürüyor.

Çok zarif sütunlar ile çevrili bir forum alanı burası. Etrafındaki taş basamaklara oturup uzun uzun izlemek isteyeceğiniz bir ferahlık duygusu veriyor insana.

M.S. 100 yıllarında yapıldığı belirtilen bu alan, 160 tane sütun ile çevrili imiş. Şimdi 60 tanesi sağlam kalabilmiş.

Oval plazadan sonra başlayan Cardo Yolu, M.S. 120-170 yıllarında yapılmış ve Artemis Tapınağı’na giden bir yol. Yaklaşık 800 metre bozulmamış düzgün taşlar üzerinden yürüyorsunuz; binlerce yıl önce at arabalarının, kölelerin, kralların yürüdüğü yolda ve etrafta iki taraflı zarif sütunlar var yine. 

Yol kenarında birleşim noktalarında taş oyularak oluşturulmuş kanalizasyon delikleri görünüyor. Yol iki tarafa hafif eğim verilerek yapılmış, yağmur sularının ortada birikmesini önlemek için.

Macellum gıda dükkanları (tabelasında food market yazıyordu) M.S. 190-850 yılları arasında kullanılmış. Ortada havuz gibi bir alan ve etrafında taş oyma sütunlar var.

Nymphaeum, anıtsal çeşme demekmiş. Ortasında devasa  heykeller varmış geçmişte muhtemelen.

Meraklısına; Nymphaeum, Helen mitolojisinde su, orman, dağ perileri olan ‘nymphe’ lerden adını alan ve onlara adanmış, Helen ve Roma mimarilerinde görülen, kayaya oyulmuş ev biçimli, sütun dizileri ve heykellerle bezenmiş, nişli, anıtsal çeşme yapılarına verilen isimmiş. Bu yapılara, kent içerisinde suya gereksinim duyulan hemen her yerde rastlamak mümkünmüş.

Sadece kalıntılarının uzaktan görüldüğü Zeus Tapınağı’nın yanından geçip, amfi tiyatroya gidiliyor.

Yıkılan bölümlerine rağmen, sahnenin arkasında yer alan taş oyma duvarların estetiği ve mekanın akustiği  dikkat çekici. Burada bir grup müzisyen yerel çalgılar ile Türk müziği parçalarını çaldı.

Güvenlik önlemleri nedeni ile müze hava kararmadan kapatılıyormuş. Aceleyle antik kentten çıkarken, rengarenk bir gün batımı vardı.

Salt
Salt şehri Osmanlı döneminde Şam Vilayetine bağlı bir idari birimmiş. Amman’ı Kudüs’e bağlayan eski ana yol üzerinde bulunuyor.

Şehrin ara sokakları birbiriyle alakasız her şeyin yan yana satıldığı dükkanlardan oluşuyor. Tepeye çıktığınızda, Osmanlı döneminde idari bina olarak kullanılan yapıların farklı mimarisi dikkat çekiyor.

Bu şehre gelişimizin diğer amacı ise şehitliği ziyaret etmek.

Salt Türk Şehitliği

I. Dünya Savaşı sırasında, 24-26 Mart 1918 tarihleri arasında Salt bölgesinde, İngilizlere karşı savaşırken şehit düşen; 4. Ordunun 48. Tümeni ile 143, 145 ve 191 inci Piyade Alaylarına mensup subay, astsubay, er ve erbaşlarından oluşan 300 Türk askerinin anısına yaptırılan şehitlik burası.

Toplu mezar bir mağarada, 1973’de bulunmuş. Anıtın ilk inşaatı 1989 da bitirilerek ziyarete açılmış. 2004’de ise Türkiye Cumhuriyeti’nin Askeri Ataşesi Kurmay Albay İbrahim Yılmaz tarafından anıtın yenileştirilmesi yaptırılmış.

Mağaranın içinde Türk Bayrağı ile örtülmüş sandukayı görmek ve  fonda okunan Kuran sesini duymak tüylerinizi diken diken ediyor. Çok ama çok duygulandım burada, hepimizin dedeleri olan bu askerler için dua edip, genç yaşta vatan uğruna can veren kahramanlar için derin duygular içinde yukarı çıktığımda, anılarını yaşatmak için bu şehitliğin yapılmasına katkıda bulunanlara minnet duydum. 

Şehit isimlerinin yazılı olduğu bölümde, gözlerim kendi memleketimden şehit var mı diye arandı. Sonra tüm dedelerimizin şimdi başka bir ülke olan bu topraklarda, kim bilir neleri geride bırakarak genç yaşta hayata veda etmelerinin acısıyla şehitlikten çıktım. 

Madaba
Küçük, temiz, modern bir şehir burası. Yakın mesafede, neredeyse yan yana Kiliselerin bulunduğu ve Hristiyanların yoğun olduğu şehirde insanlar da son derece kibar.Bir mozaik cenneti burası. Kiliselerin tabelası bile mozaikten yapılmış.
Madaba’daki en önemli eser, erken dönem Bizans mimarisi örneklerinden olan Aziz George Kilisesi’nin tabanında bulunan ve bir kısmı günümüze kadar ulaşan mozaik Madaba Haritası. M.S. 6. yy.da yapıldığı tahmin ediliyor. Bu haritada, Ortadoğu’daki yerleşim yerlerinin isimleri yazılı ve simgeler ile kutsal topraklar, antik Filistin ve Kudüs gösterilmiş. Bu harita, Necef Çölü’nde bulunan ve başka kaynaklarda adı geçmeyen yerleri göstermesi ve ayrıntılı Kudüs haritası vermesi nedeniyle önem taşımaktaymış.
Meraklısına; Eski yıkık kiliselerden birinin tabanında bulunan mozaik, 1884’te ortaya çıkarılmış. 1896’da bilim adamlarının dikkatini çektiğinde büyük bölümü bozulmuş olan haritanın eldeki parçası, antik Neapolis’ten (bugün Nablus)  Mısır’a uzanan bölgeyi kapsıyormuş. Harita, 1965-66 yıllarında Herbert  Donner başkanlığında Alman arkeologlar tarafından restore edilmiş.

Dini ve uluslararası organizasyonlar tarafından kazı ve restorasyon çalışmaları süren Martrys Kilisesi kalıntısının yer mozaikleri de çok etkileyici. Restorasyon sürdüğü için, sadece kenarından ve demir köprülerin üzerinden resim çekilebiliyor.

Mount Nebo
Nebi Dağı’na çıkan yolu otobüs ile kıvrıla kıvrıla tırmanıp, otobüsü otoparkta bıraktıktan sonra yürüyerek çıkmak gerekiyor. Hz. Musa’nın, Sina Çölü’nde kavmi ile kırk yıl dolaştıktan sonra bu dağa geldiği, burada kavmine gitmeleri gereken toprakları (vaad edilmiş toprakları) gösterdiği ve burada ölüp gömüldüğü rivayet olunuyor.

Bu dağı, Hristiyanların ve Papa’nın da kutsal saydığını ve sahiplendiğini, girişteki bu anıt  ile anlamak mümkün. Anıtın üzerindeki yazı; “Bir tanrı- Herkesin babası- Herşeyin üstünde”.

Yukarı doğru çıkıp bir seyir terasına ulaşıyorsunuz. Burada sağınızda büyük bir kilise, karşınızda çöl ve İsrail toprakları görünüyor. Terasın uç kısmında; demirden yapılmış yılana sarılmış, çarmıhtaki İsa heykeli ilginç. İtalyan heykel sanatçısı Giovanni Fantoni tarafından yapılan ve Musa’nın asası (yılan) ile haçı birlikte simgeleyen hoşgörü ve dostluk heykeli imiş bu heykel.

Seyir terasından baktığınızda, karşıda İsrail topraklarını görüyorsunuz. Tüm kavgaların ve savaşların nedeni olan bu topraklara tepeden bakmak tanımlanması zor duygular hissettiriyor.

Terasta yer alan bu tabelada ise, vaad edildiği düşünülen toprakların uzaklıkları ve yönü gösterilmekte.

Nebi Dağı’nda 4. yy’da yapılan bir kilisenin yıkıntıları üzerine, yeniden kilise inşa edilmiş. İçeride, vitray camlar ile renklendirilmiş çok sayıda pencere var. Camların renkliliği, ortamda yumuşak bir aydınlanma sağlıyor.

Ama asıl ilginç olan, büyük ölçüde korunabilmiş olan yer mozaikleri. Rengarenk taşlar ile çok detaylı figürler resmedilmiş, olaylar canlandırılmış. Tabi ki, bu mozaiklerin üzerine basamıyorsunuz. Kenarlarındaki korumalı alanlarda ve küçük cam yollarda-köprülerde yürüyerek resim çekmeniz mümkün.

Nebi Dağı’ndan indikten sonra başka bir kent kalıntısı var yol üzerinde.

Umm Ar- Rasas
Büyük bölümü toprak altında olan kalıntılar arasında yürüyerek gezebileceğiz bir kent kalıntısı burası. UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan şehrin, İncil’de tanımlanan bir yerleşim olduğunu ifade ediyor kaynaklar.

Roma, Bizans dönemine ait kalıntıların bulunduğu bölgede, ilginç mozaik yer döşemelerini görmek mümkün.

Çıkışta, mozaik objelerin yapıldığı ve satıldığı büyük bir mağaza var. 10×10 cm. lik bir duvar panosu yaklaşık 10 dolar civarında satılıyor. Ucuz değil ama benzerini başka yerde bulamayacağınız bu objelerden almanızı öneririm.

Petra
Ürdün gezisinin en merak ettiğim kısmı burası idi. Gitmeden önce belgesellerini izlemiş, resimlerini görmüştüm. Ama bu giriş kapısından geçtikten sonra, kelimenin tam anlamı ile “zaman tüneline” girdim ve gün boyu saatlerce bu zaman tünelinde hayretler içinde dolaştım.
Meraklısına; Petra, M.Ö. 400-M.S. 106 yıllarında Nebatienler tarafından yapılmış ve devletin başkenti olmuş. M.S. 400 yıllarında depremler ve ekonomik sebeplerle kent gözden düşmüş ve zaman içinde unutulmuş. 1812 yılında İsviçreli gezgin Johann Burckhardt tarafından kent yeniden bulunmuş. 1985 de UNESCO tarafından Dünya Kültürel Mirası Listesi’ne dahil edilmiş. 2007 de ise Dünyanın Yeni Yedi Harikasından biri olarak seçilmiş.

Giriş kapısından sonra derin vadiye girmeden önce, yaklaşık 800 metrelik bir açıklık bölgeden geçiliyor. Eğer yürüyerek vadiye inmeyecekseniz; burada at arabasına ya da ata binmeniz mümkün.

Doğal taş oluşumlar ve bu taşlara oyulmuş bazı yapıların yanından yürüyerek geçip keşfetmeye başlıyorsunuz. Bu yolun sonunda, küçük birkaç dükkan (koku ve sabun satan) ve oturmak için banklar var. Burada oturup aşağıdaki vadiye uzanan yolun bir kısmını görmeniz mümkün. Bu geçitten sonra The Siq yolu başlıyor.

Dar yarıklar ve yüksek kayalıklar arasında ilerleyen bir yol olan
The Siq, 1,2 kilometrelik bir geçit.  Depremlerle ayrılmış kum taşı kayalıkların arasındaki genişlik, zaman zaman 5-6 metreye kadar düşüyor. Yüksekliği 150 metreyi aşabilen taş duvarlar var iki yanınızda. Bir zamanlar gezginler, tüccarlar, hacılar ve deve kervanları bu dar geçitten geçerek şehre giriyorlarmış. Düz bir yol değil burası, hafif bir eğim ile aşağı doğru inerken, virajlar arasından kıvrılarak kanyon içerisinde ilerliyorsunuz. Yolun kaya duvarları, güneş ışığının açısına göre renk değiştirerek sizi şaşırtıyor. Kırmızı, pembe, sarı, lila renkler dans ediyor sanki taşların üzerinde. 8-10 yaşlarında Bedevi çocuklar etrafınızı sarıyor ve yol boyunca size bir şeyler satmak için yanınızdan ayrılmıyorlar. Olağanüstü siyah ve sürmeli gözleri ile çok şirinler ama bir süre sonra bunaltıyorlar.
Vadinin her iki kenarında su kanalları var. Yolun giriş kısmında, sıra dışı sistemler deneyen Nebatienlerin inşa ettiği bir baraj varmış. Bu baraj, yıkıcı su baskınlarını engellemek için hazırlanmış karmaşık bir mühendislik harikası olarak tanımlanıyor.

Meraklısına; Kayaların içerisine açılan seramikle kaplanmış 4,8 metre genişlik, 8 metre yükseklik, 30 metre uzunluğundaki Mudhlim Tünelive karmaşık bir bent sistemiyle, sel suları bir boğaza aktarılıyor ve böylece Siq ve El-Hazne’nin yıkıcı su baskınlarından korunması sağlanıyormuş. 2000 yıl öncesi insanları için sıra dışı görülen, hayret uyandırıcı su mühendisliği ile Petra kentini su taşkınından koruyan baraj ve tünel, aslında devasa bir su yönetim sisteminin bir parçası imiş. Yolun yan tarafındaki açık kanal ise hayvanlar için yalak olarak kullanılmaktaymış. Yolun diğer tarafındaki kapalı kanal ile de, insanlara suyun temiz olarak ulaşması sağlamaktaymış.

Çölün ortamında su ihtiyacını kontrol etmenin öneminin farkında olan Nebatienler, şehrin farklı noktalarında 20’den fazla sarnıç yaparak, uzaklarda bulunan su kaynaklarını bu kalabalık şehre ulaştırmayı başarmışlar. Siq’in duvarlarında açılan boru sistemiyle, sarnıçlarda biriken sular şehre taşınmış. Kumtaşı kayalıkları suyu emen özellikte olduğundan, kaybı önlemek için kanalları seramik ile kaplamışlar. Böylece yağmurun az olduğu, sıcaklığın 50 dereceyi bulduğu çöl ortamında sürekli bir su kaynağına sahip olmuşlar.


Şehrin başlangıcı kabul edilen Hazine binasına varmadan, bu vadi içerisinde aşağıya doğru inerken, etrafınızda yapılar, heykeller, tapınakların kalıntılarını görüyor ve her viraj kıvrımında değişik sürpriz ile karşılaşıyorsunuz.

 “The Siq” adı verilen bu yol, taş kaplı bir hal almış. Ama Hazine (El Hazne)’ye yaklaştıkça yumuşak kuma dönüşüyor.

Bu geçidin sonunda, taş yarıklar arasından Petra’nın en muhteşem yapısı karşımıza çıkıyor. El Hazne ya da Hazine binası.

Yapı 39 metre yüksekliğinde ve 25 metre genişliğinde.  Roma mimarisi etkisinde kalan Nebatienler, yıllarca kızıl kayaları oyarak bu zarif binayı ortaya çıkarmışlar. İnsanlar zarar verdiği için son yıllarda içeriye girilmesi yasaklanmış. Hollywood filmleri ile ölümsüzleştirilen Petra’nın en ünlü yapısı. Hazine binasının önü tam bir şenlik alanı. Resim çeken turistler, seyyar satıcılar, küçük kafeler, yerlerde oturan develer, Bedeviler ve tepenizde kızgın güneş ile çöl havası.

Meraklısına; Bu bina, Nebatienlerin altın çağının bir göstergesi imiş. El Hazne’deki figürler, Nebatienlerin geleneksel mimarisinden çok farklı imiş. Erken dönemde Nebatienler tanrılarını genelde; kare taş, kutsal meteorlar, taş bloklar, bazen de şematik göz ve burun ile simgeliyorlarmış. Oysa El-Hazne’nin gösterişli ön cephesindeki semboller; Nebatien, Yunan, Pagan ve Mısır kültürünün tanrısal figürleri, hayvanlar ve çiçeklerle süslü imiş. Yunan mitolojisindeki savaşçılar, Amazonlar, merkezde Mısır tanrısı İsis’in tacı ve hemen onun altında da Medusa başı bulunuyormuş. Ticaretle uğraştıkları için Batı Akdeniz’de dolaşan Pagan Nebatienlerin; farklı kültürlerden etkilenerek, onların sanat tarzları ve inançlarını birleştirdikleri düşünülüyormuş. Kazılarda bulunan sikkelerin %80’ inde, Nebatien kralı IV. Aretas’ın tasviri bulunduğundan, buranın onun mezar odası olarak yapıldığı da düşünülüyormuş.

El Hazne’nin sonrasında dar derin vadi, geniş bir çöl havzasına açılıyor ve burada mezarların, anıtların sayısı artıyor. Eski el yazmalarında Yunanca “taş” anlamına gelen, bir zamanların kayıp antik başkenti Petra hakkında kalan tek ipuçları bunlarmış. Bir tapınak, bir amfi tiyatro ve düzinelerce mezarın bulunduğu kayıp uygarlığın kalıntıları bu bölgeye dağılmış.

Petra’nın en çok bilinen etkileyici kalıntılarından Roma Amfi Tiyatro, Helenistik mimari tarzında 1.yy’da yapılmış ve 7.000 kişiyi ağırlayacak kapasitede imiş. Tamamen kayaların içerisine oyulmuş tiyatro, 363 yılında geçirilen depremden oldukça etkilenmiş. Tadilat gören tiyatro ziyaretçilere kapalı, sadece uzaktan görebiliyorsunuz .

Roma Tiyatrosu’nun karşısında büyük bir kayalıkta, 5 adet devasa mezar cephesi görünüyor. Royal Tombs olarak adlandırılan kraliyet mezarları, diğer anıt mezarlara oranla daha büyük ve görkemli.

Meraklısına; Mezarlardan ilki sonraları Bizans kilisesi olarak kullanılan Urn Tomb, ikincisi renkli kum taşı kayalarıyla dikkat çeken Silk Tomb, üçüncüsü Nero’nun Altın Saray’ından esinlenen ve yarım kalmış Corinthian Tomb, dördüncüsü Roma sarayı görünümünde inşa edilen Palace Tomb, beşincisi Roma valisi Sextus Florentinos için yapılan Sextus Florentinus Tomb.

Yol üzerinde kalıntılar arasında, Nebatien askerlerini sembolize eden bir grup gösteri yapıyordu.

Hazine binasından sonra yaklaşık 2 km. zaman zaman taş zeminde, zaman zaman çöl kumları üzerinde ve iki taraftaki kalıntıları izleyerek yapılan zorlu yürüyüş, yolun bitimindeki tesislerde sonlanıyor. Burada dinlenmek, yemek yemek ya da çay kahve içmek mümkün.

Burada dinlendikten sonra, dönüş için tekrar aynı yolu izliyorsunuz. Hazine binasında yeniden dinlenip, burada Bedevi gençlerin develer atlar üzerinde yaptıkları hareketleri izlemeniz de mümkün. Küçük tezgahlarda tarihi kalıntı diye irili ufaklı şeyler de satılıyor. İlginizi çekerse bakın ama hem gerçek olmadığını düşündüğümden, hem de çok pahalı olduğundan bunlarla oyalanmayıp, insanları ve kaya kenti izlemeyi tercih ettim.
Geri dönüş yolunda; Hazineden sonra, yeniden siq kanyonu üzerinden rengarenk kaya duvarları izleyerek yukarı çıkılıyor. Ama gün boyu yürümenin (4km. gidiş, 4 km. dönüş toplam 8 km.), sıcağın ve çöl havasının etkisi ile oldukça yorulmuş olduğunuzdan bu çıkış epeyce zorluyor. Hatta yukarı çıkıp ilk geldiğinizdeki giriş kapısına yakın düzlüğe varınca biraz dinlenip mola vermeniz gerekiyor.

Bu yolun bitiminde bir müze var. Müzede, kazı sırasında çıkarılmış objeler sergileniyor. Hepsinin altında İngilizce açıklamalar da bulunuyor. Ayrıca ilginizi çeker ise Nebatienlerin tarihini, sosyal hayatını, hukuk sistemini anlatan büyük panolardaki yazı ve resimleri de incelemeniz mümkün.
Bu heykel Nebatien tanrısı Dushara’ya ait ve M.Ö. 1. yy. civarında yapılmış. Nebatienler, “Dushrara” adlı tanrıya inanmışlar, bunun için kurbanlar kesilirmiş ve kelime olarak dağların efendisi, babası anlamına gelmekteymiş.

Müzede sergilenen bazı kazı buluntuları.

Meraklısına: Nebatienler; köken olarak Kuzeybatı Arabistan’da yaşayan göçebe bir kavimmiş. M.Ö. 4.yy’da ilk defa tarih sahnesinde görünmüşler. Ürdün Çölü’nün kenarında yaşıyorlarmış. Saldırılardan uzak güvenli yer olan Wadi Musa’ya yerleşmişler. Burada deve, koyun, keçi ve at beslemiş, çölde teraslar kurup üzüm bağları ve zeytin yetiştirmişler. Ticaret yollarını kontrol etmeleriyle tanınıyorlarmış. Baharat, tütsü, yağ ve parfüm ticaretinde ustalaşmışlar. Romalılar ve Helenistik dönem Yunanlılarıyla; Perslerle ticaret yapıp, kervanları Arabistan’dan Akdeniz’e, Mısır ve Mezopotamya’ya sevk etmişler.

Ticaret sayesinde çok zengin ve nüfuzlu hale gelip, görkemli bir şehir olan Petra’yı kurmuşlar ve onu geniş̧ bir ticaret krallığının merkezi yapmışlar. Kullandıkları dil Arapçanın temellerini teşkil eden Arami dili imişNebatien Krallığı daha sonra, Romalıların istilasına uğramış ve MS. 106 yılında Roma topraklarına dahil edilmiş. Depremler, değen ticaret yolları ve Haçlı Seferleri’nin ardından şehir terkedilmiş ve tarihin derinliklerine gömülmüş. Nebatienler de tarih sahnesinden silinip gitmişler. Bedeviler Nebatienlerin torunları olduklarını söylüyorlarmış.

Petra’ya giriş ücreti günlük bilet olarak 50 dinar, ancak saat 16 da antik şehirden çıkmış olmanız gerekiyor. Akşam için 20 dinarlık bilet alarak, hava karardıktan sonra yapılan ışık ve ses gösterisini izlemeniz mümkün. Sonraki gün yolculuk bir başka çöle.
Wadi Rum
Dünyanın en güzel çöllerinden biri olduğu söyleniyor. Bir zamanlar Nebatienler, Romalılar, Bizanslıların yaşadığı, Haçlı ordularının, Osmanlının hüküm sürdüğü kızıl topraklar burası. Ay Vadisi olarak da adlandırılıyormuş. 720 km2 büyüklüğünde çok geniş bir alan. Çölün sessizliği ve kum tepelerinin güneş ışığının durumuna göre renk değiştiren kayaları, gizemli ve etkileyici.
Gecesi de çok güzel (sonsuz bir karanlık ve gökyüzünde yıldızları izlemek isterseniz). Çölde keçeden yapılma bedevi çadırlarında veya Bubble evlerde kalabilirsiniz. Kamp yerinizde gökyüzünü izlemenin yanı sıra çöl ortasına kurulmuş yıldızları izleme alanında teleskoplarla izleyebilirsiniz yıldızları. Özellikle Wadi Rum’da denenebilir çölde konaklama.
Hicaz Demiryolu
Çölde otobüs ile giderken bir tren istasyonunda durduk. Çöl kumunun içinde rayları kaybolmuş, sökülmüş, köprüleri I. Dünya Savaşı’nda Lawrence tarafından bombalanmış Hicaz Demiryolu’nun, Rum istasyonu burası. Bir kaç vagon ve lokomotif duruyor ve üzerinde Türk Bayrağı dalgalanıyor.

Çölün ortasında bayrağımızı görmenin gururu, bu demiryolu için dedelerimizin bağışladığı paraları düşünmenin sızısı, İngilizlerin savaş sırasında bölgede Araplara özgürlük (!!!) verme vaadi ile nasıl da stratejik hamleler yaptığını gözlemlemenin tanımlanamaz hisleri içinde resim çekmek için rüzgarın esip bayrağı dalgalandırmasını bekledik…

Meraklısına; Hicaz Demiryolu, İstanbul ile Medine’yi birbirine bağlamayı amaçlayan ve II. Abdülhamit tarafından, 1900-1908 yıllarında inşa ettirilen projenin,  Şam ile Medine arasındaki  bölümü. Teknik ve malzeme desteği Almanlar tarafından sağlanan demiryolu inşaatında, halkın da bağış yolu ile finansman desteği olmuş. Hicaz Demiryolu inşaatında, 2666 kagir köprü ve menfez, yedi demir köprü, dokuz tünel, 96 istasyon, yedi gölet, 37 su deposu, iki hastane ve üç atölye yapılmış.
Çölde Safari
Çöl acımasız bir doğal ortam. Ama jeep ile çölde safari inanılmaz keyifli bir deneyimdi. Rahat pantolon, ayakkabı ile başınızı rüzgar ve kumdan korumak için şapka ya da başörtüsü gerekli bu safaride.

Bir süre arabada gittikten sonra, bir kum tepesinin yanında durduk hem çölde yürümek, hem de yukarıdan fotoğraf çekmek için. Basit gibi görünen bu yürüyüşün pek de öyle olmadığını birkaç adım sonra anlıyorsunuz. Ayağınız kuma batıyor ve yeniden yürümek için epeyce zorlanıyorsunuz. Ama çöl sonsuzluk duygusu veriyor yürüdükçe, sonsuzlukta sarı kumların içinde kaybolmuş gibi.

Develerin bacakları ince, ayakları geniş olduğundan dalga geçercesine yanımızdan yürüyüp gidiyorlar.

Bir de çölün zorlu koşullarında yaşamaya alışkın çölün efendisi Bedeviler var. Çölün kayalarının arasında uzun siyah bir kıl çadırın içinde çay ikram ediyorlar ve yöresel bazı ürünleri satıyorlar.

Günlerdir çöllerde dolaştıktan sonra yolumuz Kızıldeniz kıyıları idi ve denizi maviyi görmek içimizi ferahlattı.

Kızıldeniz Kıyıları ve Akabe
Akabe, Ürdün’ün güneyinde Kızıldeniz kıyısında 70.000 nüfusa sahip bir liman şehri. Ürdün’ün denize açılan tek limanı. Akabe’nin hemen yanında, İsrail’in Elyat şehri yer alıyor. Sahil boyu; yürüyenler, kafelerde oturanlar ile cıvıl cıvıldı. Burada deniz kenarında keyif yapabileceğiniz gibi, zemininin orta kısmı cam olan tekneler ile denize açılıp denizaltı manzaralarını izlemeniz de mümkün.

Akabe’ye gelmişken, tarihimiz içinde önemli bir yer tutan Akabe Kalesini görmek istedik. Ancak içeri girmemiz mümkün olmadı, tadilat varmış. Kale kapısının üzerinde var olan Osmanlı kitabesi kaldırılmış, yerine Ürdün arması konulmuş.

Meraklısına; 7. yy’da Müslümanların idaresine geçen Akabe, 1115 yılında Haçlıların hakimiyetine girmiş. Selahaddin Eyyubi, Akabe’yi 1170 yılında Haçlılardan geri almış. Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında 1516 tarihinde Osmanlı topraklarına katılan bu şehirde, hac yollarının emniyeti için bir kale inşa edilmiş. Osmanlıların yaptırdığı bu kale, Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde de ayrıntılı bir şekilde anlatılmaktaymış.

I. Dünya Savaşından sonra Arabistanlı Lawrence’ın kışkırtmasıyla ayaklanan Arap göçebelerinin Türk kalesine saldırması ile Akabe, İngilizlerin eline geçmiş ve 1946 yılında Ürdün’ün bir şehri haline gelmiş. 1948’deki Arap-İsrail savaşından sonra gelen Filistinli mültecilerle şehrin nüfusu hızla artmış. Ürdün’ün önemli bir gelir kaynağı olan fosfat Akabe limanından ihraç edilmekteymiş.

Rengarenk bir gün batımında veda ettik Kızıldeniz’e. Gezinin son durağı olan Ölü Deniz’e yaklaştığımızda hava kararmıştı. Lut’un karısı olduğu düşünülen kayayı silüet olarak gördük.

Meraklısına; Lut Peygamberin, bugünkü İsrail ve Ürdün sınırı arasındaki bir bölgede yaşayan Lut Kavmine gönderildiğine inanılıyormuş. Lut Kavminin gazaba uğratılarak yok edildiğine inanılan bu bölgede, bir tepenin üstündeki ince uzun heykel gibi bir kayanın, taşa dönen Lut’un karısı olduğu rivayet olunuyormuş.

Ölü Deniz
Lut Gölü ya da Ölü Deniz, dünyanın deniz seviyesinden en alçak seviyede olan gölü. Mineral içeriği fazla ve çok tuzlu olduğundan içinde canlı yaşamıyor. Kenarındaki çamurun minerallerinin şifalı olduğu söylendiğinden, çamur banyosu da yapılıyor.


Deniz seviyesinin 420 metre altıda bulunan Lut Gölü kıyısında; plaj şemsiyelerinin altında şezlonglara uzanıp,  manzarayı seyrederken gölün karşı tarafı İsrail kıyıları. 

Suya girilen kısmın kenarındaki taşlar çok kaygan (yağlı gibi) olduğundan, bir görevli suya girmek isteyenlere yardımcı oluyor. Suyun, gözünüz ile temas etmemesi konusunda uyarıda bulunuyorlar. Suyun içinde batmak mümkün değil, hareket etmek de çok zor. Ben kenarında durup, yüzüme çamur sürmekle yetinirken gruptan bazıları gölde batmadan su üzerinde uzanmanın keyfini çıkartıyorlardı.

Burada Ölü Deniz minerallerinden yapılmış sabun ve kremler satılıyor. Gitmişken almadan dönmeyin. Dönerken; valizimde sabunların kokusu, zihnimde kadim toprakları görmenin keyfi vardı. Ortadoğu’yu bütün olarak tanımak ve anlamak için resmin bir parçası da Ürdün. Ürdün genç bir devlet, ama geçmişinde birçok medeniyet ve devletin bıraktığı izler var. Turistik bir gezi yaparken aslında zamanda bir yolculuk yapmak ve çölün sonsuzluğunu hissetmek isteyenler için ideal bir gezi rotası.

Gezi esnasında, yan yana ülkelerin benzerlik ve farklılıklarını gözlemlerken, sınırların tam olarak neyi yansıttığını ben çözemedim. Ürdün’lü şair Hisram Bustani’nin sözleri acaba bunu mu yansıtıyor?

Nehirle nehir kıyısı arasındaki sınırı kim çizdi?
Rüzgarla bulut arasındaki sınırı kim çizdi?

Kaynakça
Gezi rehberinin anlattıklarından tutulan notlar
T.C. Amman Büyükelçiliği web sayfası
Wikipedia
Bernars Lewis, Ortadoğu İki Bin Yıllık Ortadoğu Tarihi, Arkadaş Yayınları, 2014.
William L. Cleveland, Modern Ortadoğu Tarih, Agora Kitaplığı, 2008.

Valensiya Gezi Rehberi: Akdeniz Kafası

valensiya

Valensiya tam bir Akdeniz şehri ancak uzun yıllar denize mesafeli durmuş bir şehir. Şöyle düşünün; İstanbul’un can damarının Karaköy-Eminönü /Boğaz değil de Maslak olması gibi bir şey. Deniz şehri ama deniz kıyısında değil. Yine de havası, yaşantısı, alışkanlıkları tam bir Akdenizli.

Valensiya yol dahil 5 günlük bir geziydi. Gezimden geri kalanları kendi ilgi alanlarıma göre gittiğim yerleri aktarmanın yanında, gitmediğim ama başkalarına ilginç gelebilecek yerleri de mümkün olduğunca yazıya dahil ettim. Bu arada benim şansıma, gittiğim dönem Valensiya’nın meşhur Fallas Festivaline denk geldi; bu durum gezimi daha da renklendirdi. Valenciya Festivalleri için Fallas ve Corpus Festivalleri yazımda. 

Şehrin sokaklarına dalmadan önce ilgilenenler için Valensiya’nın tarihinden bahsedeyim biraz. Valensiya ile tanıştırırken, bir yandan da 1926 tarihli Paul Whiteman’ın Valencia şarkısını Placida Domingo’dan   dinleyebilirsiniz.

Meraklısına; Şehrin Tarihi
Şehrin isminin orijinali Romalılardan geliyormuş; hem kale hem hayırlı alamet anlamına gelen Valentia… Romalılardan önce burada Yunan ve Kartacalılar da yerleşmiş ama şehrin tarihi MÖ 138’de Romalıların gelmesiyle değişmiş. Burası MS 3. yüzyılda Hristiyanlaşmış ve bunun en ağır bedelini de Aziz Vincent Martyr ödemiş; kendisinin hatırasını sokak isimlerinde, anıtlarda görebilirsiniz. Vizigot akınlarından sonra MS 709’da şehir İslamla tanışmış ve ismi Balensiya olmuş. MS 709’da Müslümanların El Cid dedikleri Rodrigo Diaz de Bivar 1094’te burayı fethetmiş (1099’da da Valensiya’da ölmüş). Bu arada Mağribiler burayı tekrar ele geçirmişler. Şehir ancak Kral I Jaime/James tarafından Puig savaşından sonra 1238’de tam olarak Müslümanlardan geri alınmış. Bundan sonra şehrin Müslüman nüfusunun yerine Aragon ve Katalonyadan Hristiyan aileler yerleştirilmiş. Böylece kurulan Valensiya Krallığı ilk toplumsal kuralları, kanunları (fueros) düzenlemiş. 15 yüzyıl Valensiya’nın genişlediği bir dönemmiş; özellikle Alphonse Magnanimous zamanında Valensiya Avrupa’nın en önemli şehirlerinden biri olmuş. 16 yüzyılda sel ve veba salgınları yanında bir de Germen tehdidiyle sarsılan şehir, yine de Rönesansın ışıltısıyla parlamaya devam etmiş. 1700’de Charles II ölünce Valensiya, Arşidük Avusturyalı Charles’ı desteklemiş ama Almansa Savaşı’nda Bourbonlar kazanınca Phillip V Valensiya’nın bağımsızlığına son vermiş. 1808-1813 arasındaki Bağımsızlık Savaşında Valensiya Fransızlara direnmiş. Daha sonra Ferdinand VII’nın kızı Isabella II yerine oğlu Don Carlos’u destekleyen gelenekselci Carlistlerin savaşında soyluların hakları kısıtlanmış ve bir çok manastır kapatılmış. 1900’lerde çevre şehirlerin de katılımıyla genişleyen Valensiya ressam Joaquin Sorolla, heykeltraş Mariano Benlliure, yazar Vicente Blasco Ibanez öncülüğünde entelektüel hayatın da merkezi olmuş. İspanya İç Savaşı çıktığında demokratik seçimle yönetime gelen İspanya hükümeti Valensiya’ya taşınmış ve Kasım 1936’dan Ekim 1937’ye kadar burada kalmış. Franco’nun birlikleri ise 30 Mart 1939’da şehre girmiş. Bu dönem açlık ve kıtlık dönemleri olarak hatırlanıyormuş. 14 Ekim 1957’de Turia Nehrinin taşması sonucu büyük bir sel felaketi yaşanmış, ancak bu durum Şehrin çehresinin yenilenmesine neden olan bir dönüşüme yol açmış. 1960’lardaki ekonomik rahatlama ile birlikte şehir gelişmiş. İç Savaş sonrası demokrasiye dönülünce 29 Nisan 1982’den itibaren Valensiya otonom bir yönetime kavuşmuş. Bugün Valesniya, 800.000 nüfuslu modern bir şehir; İspanya’nın üçüncü büyük şehri ve Valensiya eyaletinin de başkenti…

Ulaşım
Valensiya yürüyerek çoğu yerini görebileceğiniz bir şehir ancak deniz kenarına gitmek isterseniz ya da Turia Nehir yatağında kurulan Bilim ve Sanat Şehrini gezmek isterseniz toplu taşımaya ihtiyacınız olabilir. Havaalanından başlayarak şehir ulaşımı hakkında size ip uçları vereyim. 

Öncelikle size bir kıyak; Türkiye’den Valensiya’ya giderken mümkünse uçağın sağ tarafında pencere kenarında bir yer alın; hava uygunsa, şehre yaklaşırken yukarıdan kuş bakışı olarak tüm şehri görebileceksiniz. Böylece İstanbul’dan yaklaşık üç saatlik bir uçuş sonrası, pilotun da katkısıyla daha yere inmeden şehirle samimi bir selamlaşmanız olacak…

Valencia

Şehrin 8 km uzağında olan havaalanından merkeze ulaşmak kolay; en pratiği havaalanı çıkışındaki metro ile 3 veya 5 numaralı hatlarla şehir merkezine (Xativa veya Colon) yaklaşık 20 dakikada gelebilirsiniz. Bedeli 3,90 euro, 1 euro da kart için veriyorsunuz. Onun için kartı saklayın, dönüşte de kullanacaksınız. Ayrıca metro çıkışlarında da kartı tekrar okutmanız gerekiyor. Metro ile 5.30-24 arası şehir ulaşımı mümkün. Biletler gişelerden ya da makinelerden alınabiliyor. Metro olmazsa 150 numaralı otobüs ile de şehre ulaşabilirsiniz. Ücreti 1,45 euro; 45 dakika süren bir yolculukla şehir merkezine ulaşabiliyorsunuz, saat 5.25-22 arası, 20 dakikada bir otobüsler faaliyette.

Şehir bölgelere ayrıldığı için metro ücretleri ona göre belirleniyor. Eğer gezinizi tamamen toplu taşıma ile yapacaksanız Valencia Kart almanızda fayda var. Toplu taşımanın yanı sıra bir çok müzeye ücretsiz giriş ve bazı tur, gezi otobüsleri ve park girişlerinde indirim de sağlamakta.

Ben şehri gezmek için gezi otobüslerini kullandım. Valencia’da birden çok gezi otobüsü var. 

Gezelim Görelim
Valensiya, deniz kenarı ulaşımı dışında yürüyerek gezilebilecek bir yer. Tarihi kısımda her yer birbirine çok yakın. Turia nehir yatağı ile Estacion del Norte (Kuzey Tren İstasyou) arasındaki Guillem de Castro, Blanquerias, Conde Trenor, Pintor Lopez, Colon ve Xativa ile çevrelenmiş, Ciutat Vella olarak geçen bu tarihi kısımda bizim için en önemli noktalar Plaza del Ayuntamiento ve Plaza de la Reina ile sırtını buraya yaslamış Plaza de la Virgin. Tabii şehrin Orta Çağ havasının soluklanacağı Plaza del Carmen ve civarındaki Carmen bölgesi de göz önünde tutacağımız ana noktalardan biri. Gezimize Valensiya’nın tarihi merkezi Ciutat Vella’dan başlayalım o zaman.

Ciutat de Vella 

Aslında tarihi Valensiya ile ilgili görebileceğiniz her şey bu bölgede. Tarihi merkez dışında kalan ama Valensiya’nın tarihi dokusu içinde ele alınabilecek yerleri de buraya aldım. Yine de gezimize başlamadan bu bölgedeki müzelerin, tarihi yerlerin isimlerini sıralayayım ki benim gitmediğim ama ilgimizi çeken bir yer varsa bulabilirsiniz.

Müzeler: Almudin, Casa Museo Benlliure, Casa de las Rocas, Casa Museo Concha Piquer, Centro Cultural Bancaja, Centro de Artesania Comunidad Valencia, Centre del Carme, Galeria del Tossal, IVAM, La Beneficencia (Museu de Prehistorica y de las Culturas de Valencia), L2Iber Museo Soldadito de Plomo, Museo de Ceramica Gonzales Marti, Museo de la Catedral, Museo de la Ciudad Palacio del Marqoues de Campo, Museo Historico Municipal (Ayuntamiento), Museo de la Seda, Museo Taurino, MUVIM, Museo Valenciano de Historia Natural, Muma Valencia, Palacio de Cervello

Anıtlar-Binalar: Ayuntamiento, Basilica de los Desamparados, Casa de San Vicente Ferrer, Correos, Conjunto Catedralicio, Cripta Arqueologica de S.Vicente Martir, El Patriarca, Iglesia de San Nicolas, Iglesia de San Agustin, La Lonja de la Seda, L’Almonia, Mercado Central, Miguelete, Palacio de Baylia, Palacio del Borgia, Palacio de Boil Arenos, Palau de la Generalitat, Palau del Marques de Scala(Diputacion Provincial), Palau de Tamarit, Plaza Redonda, Plaza de Toros, Portal de Valldigna, Torres de Quart, Torres de Serranos, Universidad de Valencia.

Gözünüz korkmasın, buralar birbirine yakın yerler; bazısı sadece göz atmalık ya da benim ilgim dışındaydı. Hem yorulursanız çevredeki Jardines del Turia ve Jardin Botanico’da gönlünüzce dinlenebilirsiniz. O zaman gezmeye başlayalım.

Plaza del Ayuntamiento ve Belediye Binası

ValenciaBu alanın bir zamanlar San Francisco Manastırının bahçesi olduğunu düşünürseniz 20. yüzyılla beraber bölgenin geçirdiği değişimi daha iyi anlarsınız. Alan bugün şehrin ana kesişme noktası; belki düş bayıl bir güzelliği yok ama yine de çok etkileyici binalarla çevrilmiş, bir park ve havuzdan oluşan bir bölge. Tabii buradaki en kayda değer yapı Belediye Binası. Belediye binası ortada saat kulesinde birleşen iki ayrı bloktan oluşuyor. Bir taraf, 1854 yılına kadar eğitim birimi olarak görev yapan Casa de Ensenanza; 1906 ile 1930 arası elden geçirilmiş ve barok bir havaya büründürülmüş. Sonuçta eklektik ama görkemli bir belediye binası çıkmış ortaya. Belediye binası pazartesi-cuma günleri arasında saat 10.00 -13.30 arası ziyarete acık ama ben Fallas Festivalinin gazabına uğradım, o dönemde ziyarete kapalıymış. Ama Fallas boyunca her gün saat 2 civarı yapılan masclete (gün içindeki havai fişek gösterileri) izlemek için harika bir yer. Bunun dışında, mermer merdivenlerinin büyüleyici olduğu, toplantı salonunun görülmesi gerektiği, ayrıca için de Kral I James’in kılıcı, Senyera denen sancak gibi eserleri barındıran Şehir Tarihi Müzesi bulunduğu belirtiliyor.

ValenciaMeydan başka görkemli binalarla da çevrili. 1915 yılı yapımı Postane bunlardan en göze çarpanı. Ayrıca ana yol üzerindeki bazı yapıların teraslarından 2 euro karşılığı şehir manzarasını seyredebilirsiniz. Alandaki, havuz ve çiçekçiler de ayrıca buraya renk katmakta. 

Alan her zevke yatkın lokantaları, her keseye uygun otelleri ile de dikkatinizi çekecek bir yer. Ayrıca Meydan’da, Ribera ve Passeig Russafa Sokağı çevresindeki trafiğe kapalı yollar, gezinmek, bir şeyler atıştırıp içmek, alış veriş yapmak için çok uygun bir alan. Futbolseverlerin ilgisini çekebilir; tam meydanda (Marques de Sotelo’nun köşesinde) Valencia futbol takımının mağazası var. Belediye Meclisi binasının hemen yanında turist enformasyon ofisi bulunuyor.

ValenciaBurası şehrin en önemli merkezlerinden; buraya 6, 14 ve 35 numaralı otobüslerle ve 3 ile 5 numaralı metro (Xavita durağı) ile gelinebiliyor.

Plaza del Reina
Plaza del Ayuntamiento’dan San Vicente Martir Caddesi ile 10 dakikada ulaşılabilen Plaza de la Reina, şehrin can damarı. Bir çok otobüs ve metro hattının kesişme noktası olan bu alan şehir gezi turlarının da başlangıç durağı. Şehrin en turistik bölgesi; lokantalar, kafeler, mağazalar da bu havada. Meydana açılan yan yollarda el sanatları ile uğraşan dükkanlara rastlayabilirsiniz. Ayrıca burası şehrin iş merkezi de… Bu Meydanın hemen arkasında (Katedralin öbür yüzü) bulunan Plaza de Virgen alanı da mutlaka yolunuzun düşeceği bir yer. Özellikle bu Meydandaki Neptün Çeşmesi’nin etrafındaki kafeler, gezmekten yorulanlar için harika bir dinlenme alanı. Ama bizi burada en çok ilgilendiren yer tabii ki katedral.

Valensiya Katedrali (Seu)

ValenciaPlaza de la Reina ve Plaza de la Virgen’e hakim bir konumda bulunan ve Valensiya’nın simgelerinden biri olan temelde gotik tarzdaki bu Katedral, aslında yapıldığı 1262 yılından tamamlandığı 17 yüzyıla kadar birçok mimari esintiyi içinde barındıran eklektik bir bina; gotik ağırlığının yanında Rönesans, barok, neo klasik etkileri de içeren bu Roman Katolik Katedral bir cami üzerine yapılmış; hoş, o cami de bir Roma tapınağının üstüne yapılmışmış ya neyse… Katedralin değişik tarzları en iyi kapılarında görülmekte.

ValenciaAna giriş Puerta de los Hierros barok, 1300’lere ait Puerta de los Apostoles gotik ve Katedralin en eski kapısı olan 1260 yılına ait Puerta del Palau ise romanesk. Palau Kapısı’nın 14 kafadan oluşan kornişinin ise ilginç bir öyküsü varmış; bu kafalar I. James’in yedi askerinin Lleida’dan gelen kızlarla şehrin nüfusunu çoğaltmak için evlenmelerine gönderme yapıyormuş, kapıdan girince Jose Vergara resimleri sizi karşılayacak. Palau Kapısı’nın yan tarafındaki 12 sütunun her birinde ikişer dini sahne betimlenmiş. Virgen Alanı’na açılan ve bir caminin girişi olan Havariler Kapısı’ndaki gotik vitray süsleme ile Vincente Ingles eserlerine göz atın; kapının din adamlarını betimleyen taş işçiliği de gözünüze çarpacaktır. Hierros Kapısı girişinde Valensiya başpiskoposu St.Thomas Villanueva’nın gerçek boyuttaki heykeli ve muhtelif dini karakterlere ait heykeller göreceksiniz; kapıdan girdiğinizde de, Franszico Vergara’ya ait eserler görülebilir. Sebastian Şapeli tarafında ise Blas del Prado’nun resmi yer almakta.

Sekizgen olan 50,85 metre yüksekliğindeki barok çan kulesinin (Miquelete) yapımına 1381’de başlanmış ve 15. yüzyılda tamamlanmış. 207 basamağı göze alıp tırmanırsanız şehrin manzarası sizi bekliyor olacak. 1356 yılına tarihlenen Santo Caliz Şapeli ise önceden rahip evi olarak kullanılmaktaymış, 12 havari ve Hazreti Meryem’in taçlandırılması sahneleriyle ünlü bu şapelde rivayet odur ki, Hazreti İsa’nın son akşam yemeğindeki kadehi saklanmaktaymış; Kutsal Kase Şapeli’nde önemli dini kişilerin vücut parçaları da görülebilir, Kutsal Kasede alabaster bir muhafaza içinde yer almakta. Katedral içinde otuza yakın şapel bulunmakta ve hepsinde muhteşem resimler ve heykeller var. 

Katedral Müzesi’nde Almedina, Joannes, Goya, Jacomart, Orrente resimleri yanında bazı dini kişiliklerin kemik parçaları da bulunmakta. Bir ilginç nokta, Peuerta de los Apostoles (Havariler Kapısı) önünde her perşembe Su Mahkemesi (Tribunal de las Aguas) kurulması. 10 yüzyıldan kalma uygulamaya göre iki yıl için seçilen sekiz kişi, Tuera Nehri’nin sularının kullanımından doğan sorunları çözmek için her perşembe toplanıyormuş; gelenek hala sürdürülmekte Katedralin içindeki Rönesans freskoları da dikkat çekici.

ValenciaKatedralin müzesi (Diocesan), Santo Caliz Şapelinde yer almakta ve Goya’nın 1799 tarihli San Francisco de Boria resmi ile 15 ile 16. yüzyıldan Rodrigo de Osona, Yanez de la Almedina, Juan de Juanes’in resimlerini barındırmakta. Ayrıca Havariler Kapısı’nın 14 yüzyıldan kalma parçaları ile Cano’nun İsa heykeli ve değerli taşlarla süslü dini objeleri görebilirsiniz.

Valencia

Katedral pazar günleri hariç kasım-mart arasında her gün 10-17.30 pazarları ise 14-17, nisan-ekim arası pazar hariç her gün 10-18.30, pazarları 14-18.30 saatlerinde ziyarete açık. Önceden randevuyla rehberli tur ayarlanabilmekte. Bu saatlerde Katedral müzesi de gezilebilmekte ancak kasım-mart arası pazarları müze kapalı. Giriş ise 3 euro.

Basilica Virgen de los Desamparados

ValenciaŞehrin sembolü olan Düşkünlerin Koruyucu Azizesine adanan bu Kilise dörtken bir yapı üstüne oval kubbeden oluşmakta. 1652 ve 1667 yılları arasında yapılan bu kilise bölgenin ilk barok yapılarındanmış. İçinde barok şapeller ve Azizenin mezarı bulunmakta. Azizenin gotik tarzdaki ahşap heykelinin süslemeleri sonradan eklenmiş. Bazilikanın kubbesi 18. yüzyıl İspanyol barogunun en iyi örneklerinden kabul ediliyormuş. Bazilika, Katedrale 1659 ‘da arco novo adıyla anılan bir üst geçit ile bağlanmış. Alana bakan iki kapısı daha olan Kilisenin yerinin, önceden Roma forumu alanı olduğuna dair tespitler bulunmaktaymış.

ValenciaPalau de La Generalitat

Plaza de La Virgen manzaralı bu gotik bina, 1482-1579 yıllarında gotik tarzda inşa edilmiş. 1982’de şehir özerk bir vilayet olunca Valencia Hükümet Binası olarak kullanılmaya başlamış.

Rönesans tarzı kulesinin ikizi daha sonra yapılmış. Binanın kulesi Torre Vella, şehrin geleneksel siluetinin bir parçası. Sarayda görkemli odalar taş bir verandayı çevrelemekte; asma kattaki Salas Doradas (Altın Odalar) tavanındaki panolar ve yerdeki seramik döşemeler dikkat çekici. Orta Çağ’ın tipik yapılarından, taş işçiliğiyle göz dolduran bu yapının bazı odaları ve bahçesi ücretsiz gezilebiliyor ancak randevu alınması gerek ya da gezi saatlerine denk gelmeniz lazım. Ben denk gelemedim doğrusu.

Centre Arqueologic de L’Almonia

Bu yeraltı müzesinde Valensiya’nın tarihine doğru bir yolculuk yapabilirsiniz. 2005 yılına kadar arkeolojik bir kazı alanıyken daha sonra cam ile üstü kapatılarak müze haline getirilmiş yerde Valensiya’nın ilk kuruluş izlerine kadar, MS 2. yüzyıla gidebiliyoruz. Romalılardan, Vizigotlardan, Müslümanlardan kalanlar üst üste yan yana kendilerine yer bulmuşlar. Tarihi merkezdeki Plaza de la Almonia’da yer alan bu müze, vizigot şapeli, cami ve kilisenin bulunduğu 2500 m2lik bir alan. Sizi şehrin ilk kuruluşundan orta çağa kadar bir zaman yolculuğuna çıkaran bu Müzedeki kalıntılar arasındaki kilise bir zamanlar hapishane olarak da kullanılmış.

Müze pazartesi- cumartesi 10-19, pazarları 10-13 arası ziyaret edilebilir, girişi 2 euro. 4,6,8,9,11,16,28,36,70,71 numaralı otobüslerle ile buraya gidebilirsiniz, metro için 3 numaralı hattı kullanacaksınız.

Museo Nacional de Ceramica Gonzales Marti (Milli Seramik Müzesi)

ValenciaCalle Poeta Querol üzerindeki Palacio de los Marqueses de Dos Aquas içinde yer alan müze, cephesindeki abartılı süslemelerle mutlaka dikkatinizi çekecektir. Aslında 14. yüzyılda gotik tarzda yapılan bina 1740’da rokoko tarzında yenilenmiş.

Valencia1949’da Gonzales Marti’nin bağışladığı kolleksiyonla müzeye dönüşen Rabassa de Perellos ailesinin malikanesi. 19. yüzyıla ait orijinal eşyaları, 18 yüzyıl arabaları, Orta Çağ seramikleri ve Alcora, Manises ve Paterna seramikleri görülebilir. Müzede ayrıca tarih öncesinden Roma, Arap dönemine oradan günümüze uzanan bir koleksiyon da mevcut. 18. yüzyıla ait bu rokoko havalı malikanenin en göze çarpıcı yanı girişi kapısı; Hazreti Meryem heykeli ve Jucar ve Turia nehirlerini temsil eden içeren taş işçiliği tasvirler parmak ısırtan cinsten.

ValenciaMüze salı cumartesi 10-14 ve 16-20, pazarları 10-14 arası ziyaret edilebilir. Giriş 3 euro. Plaza de la Reina’ya Müzeye 3 ve 5 metro hatlarıyla gelebilirsiniz, 6,8,9,10,11,27,31,70,71 nolu otobüsler de Müze önünden ya da yakınından geçmekte.

ValenciaMuseo Del Patriarca
Patriark alanı içindeki Corpus Christi Koleji ve Kiliseden oluşan manastırdan dönüştürülmüş bu Müze 1583 yılında yapılmış. Duvar ve tavan Bartolome Matarana’nın freskoları ile süslü.

ValenciaBüyük bir Rönesans manastırı etrafında bir çok odadan oluşan yapıda Juan de Juannes, El Greco ve erken Flemenk ressamların tabloları sergilenmekte. Bunlardan biri de Ribera’nın Ecce Homo resmi… Kilisenin ana sunağındaki Ribalta’nın Son Akşam Yemeği tablosu ve Felemenk duvar goblenleri de göz alıcı.

ValenciaBina İtalyan Rönesansı’nın İspanya’daki etkilerinin hissedildiği bir yer. Müze de bir şapel ve kilise de bulunmakta. Kısa süreler için açık olan yapıya giriş ücreti 2 euro. Bunu söyleme nedenim; Müzenin resmi ziyaret saatleri 11-13.30 arası ancak ben göremediğim yerleri gidip gelip kontrol ettiğim için birden saat 17’de kendimi Müzenin ve Şapelin içinde buldum. Müzenin sitesinde Pazar hariç her gün 10.30, 11.30, 12.30, 16.30, 17.30 ve 18.30 da rehberli turlar olduğu yazılı, belki onlardan birine denk geldim. Kilise ziyareti ise akşam 19’da ama o da her zaman değil. Yani görmek istiyorsanız deneyeceksiniz. Ama kesinlikle denemeye değer.

ValenciaLonja de la Seda (Lonja delos Mercaderes)

Burası 1482-1533 arasında yapılmış, Orta Çağ kaleleri gibi duran gotik bir yapı. Orta Çağ’da zenginleşen Valensiya ticaretinin şekil aldığı yerlerden biri.

ValenciaLonja de la Seda, ipek kumaşının 14 ve 18 yüzyıllarda İspanya’da ana sanayi olmasından dolayı verilmiş bir isim. 2000 m2 lik bir alana yayılan bina dört kısımdan oluşmakta; kule, Consulat de Mar (Deniz Konsolosluğu), Patio de los Naranjos (portakal bahçesi) ve Sala de Contratacion veya Salon Columnario (Sütunlu salon)… Sütunlu salon bir tür görüşme, iş bağlama, iş alma bölümüymüş; gemi halatı gibi uzanan 17 metrelik sütunlarla süslenmiş salon Rönesansa geçişin izlerini taşımakta.

ValenciaKulenin altında küçük bir şapel, üstünde ticari görüşmelerin yapıldığı salon var. Deniz Konsolosluğu ise, 1498’den beri Akdeniz’den ve ticaretten kaynaklanan sorunların ele alındığı bir jüri makamı; tavanının ahşap işçiliğine göz atmayı unutmayın. Çatı 28 adet çörten ve groteks figürlerle bezeli, su oluklarını çevreleyen çörtenler binanın gotik havasını artırmakta. Burası için en iyi korunmuş gotik bina deniliyor ama işin açığı sadece iç kısım orjinalmiş, dış cephe 1879’da neoklasik tarzda elden geçirilmiş.

Valencia1996’da Unesco tarafından Dünya Mirası Listesi’ne alınan yapı pazartesi cumartesi arası 10-14 ile 16.30-20.30, pazarları 10-15 saatlerinde gezilebilir ve giriş 2 euro, cumartesi ve pazarları giriş ücretsiz. Ayuntamiento ve Reina meydanlarına çok yakın, 5b, 7, 27, 28, 60, 62, 81 numaralı otobüsler buraya gelmekte.

Mercado Central
Bu Pazar alanı, Lonja de la Seda’nın tam karşısı. Buranın geçmişi İslam dönemine kadar gidiyormuş; ticaret yanında boğa güreşleri, kutlamalar, hatta idamlar bile yapılmış bu alanda.

ValenciaMercado Central ise Plaza del Mercado’da daha önce aynı yerde 1839 yılına ait bir binanın yerine 1910-1928 arası Art Nouveau tarzında yapılmış. Mercado Central 8000 m2 alanı, eğimli çatısı ve seramik döşemeleriyle turistik bir çekim merkezi oluşturmuş. Peynirden kurutulmuş ahtapota her türlü yiyeceği bulabileceğiniz bu alan pazarları hariç her gün sabahtan akşama hizmet vermekte. Pazar günleri de Plaza del Mercado’da bu Pazar alanının önünde ikinci el pazarı kuruluyor; denk gelirseniz göz atın, magnetler 1 euro… Mercado Central’in bir benzeri de Colon’da bulunmakta. Calle del Conde de Salvatierra’da bulunan Mercado de Colon, 1942’de tamamlanmış. Aynı şekilde Rufaza semtinde de Mercado de Rufaza olarak bilinen bir market bulunmakta.

Estacion del Norte (Kuzey Tren İstasyonu)

ValenciaTreni kullanmanız gerekmez, şehrin tarihi merkezinin alt ucunda yer alan bu yapıyı, şehrin önemli bir anıtı olarak da görmeniz de fayda var. Calle Xavita üzerinde 1906-1917 yıllarında yapılan art nouvea tarzındaki bu görkemli istasyonun giriş mozaikleri özellikle dikkati çekiyor. Dış cephe portakal ve portakal çiçeği desenleriyle bezeli. Boğa güreş arenasının hemen yanında yer alan İstasyon 3,5,7,9 sayılı metrolar buradan geçmekte.

Plaza de Toros

ValenciaKuzey Tren İstasyonu’nun hemen yanında yer alan, 1859’da açılışı yapılan boğa güreşi alanı Roma mimarisinden esinlenilerek neoklasik tarzda düzenlenmiş. 17 metre yüksekliğinde, 52 metre çapındaki bu alan İspanyadaki en büyük boğa güreşi alanıymış. En önemli gösteriler Fallas ve Temmuz festivalleri sırasında olmaktaymış. Yanında da boğa güreşleri ile ilgili bir müzesi var (Museo Taurino). Burası şehrin merkezi sayılır, Xativa metro durağının hemen yanı. 3,5,7,9 numaralı metro da buradan geçmekte.

Torres de Serrano

ValenciaTarihi kısmın kuzey ucunda, Şehrin kuzey girişinin bir parçası olan ve bir zafer takı olarak düşünülen bu kule, 1398 yılında yapılmış. Askeri gotik mimarinin iyi örneklerinden biri olan kule epey bir elden geçirilmiş ama yine de genel havası gotik… Savunma unsurları ve süslemelerin bir arada görüldüğü yapının tepesinde siperler yapılmış kuleler gotik havayı artırmakta.

ValenciaAyrıca kuleye tırmandığınızda Turia nehir yatağının manzarası gözler önüne serilmekte. Bu Kule, her yıl Fallas Festivalinin başlangıcının bildirildiği yer aynı zamanda. Kule salıdan cumartesi 10-14 ve 16.30-20.30, pazarları 10-15 arası ziyaret edilebilir. Giriş 2 euro. Aslında Plaza de la Virgen’e çok yakın ama yürümek istemezseniz buraya metro ile Torres de Serrano durağında inerek ulaşabilirsiniz. Ayrıca 2,5, 11,26,28,29,80,95 numaralı otobüslerle de gelebilirsiniz.

Torres de Quart

ValenciaCalle Quart’ın sonunda şehri çevreleyen ve 14 yüzyıla ait surların bir parçası ancak bu kule 1441-1460 arasında gotik tarzda yapılmış. Dış cephesinde 1808’deki Fransız kuşatmasının anıları olan kurşun ve bomba izlerini görebilirsiniz. Burası kadın hapishanesi ve askeri cezaevi olarak da kullanılmış. Şehri çevreleyen surlar üzerinde şehrin kapısı da olan 12 adet kule varmış ancak 1865’de şehrin valisi tarafından surlar yıktırılınca geriye Quart ve Serrano kuleleri kalmış. Kule salı cumartesi 10-14 ve 16.30-20.30, pazarları 10-15 arası ziyaret edilebilir. Giriş ücretsiz. Aslında Plaza del Mercado’ya yakın ama yürümek istemezseniz buraya metro ile Torres de Quart durağında inerek ya da 5 numaralı otobüs ile ulaşabilirsiniz.

Museo De Bella Artes San Pio V (Güzel Sanatlar Müzesi)

ValenciaAslında Müze, Turia nehir yatağının öbür tarafında, tarihi merkezin hemen dışında ama nehir yatağının atmosferinden ziyade tarihi şehrin havasına yakın bir yer olduğu için bu bölümde ele aldım. 1683-1744 arasında barok tarzda inşa edilen ve bir zamanlar papaz okulu olarak kullanılan Müze, ne yazık ki tadilatta, onun için sadece 14-15 yüzyıl eserlerinden oluşan küçük bir koleksiyonu gezebiliyorsunuz. Ne zaman açılacağı da belli değil; bana söylenen bu. Ancak öğrendiğime göre, 14-19 yüzyıl arasına yayılan Bosch, Valezquez, El Greco, Murillo, Ribalta, VanDyck, Juan de Juanes, Goya’nın bulunduğu bir çok sanatçının 2000 kadar resim ve heykel eserleri mevcutmuş. Müze, İspanya’nın ikinci büyük sanat koleksiyonuna sahipmiş . Binada çok güzel bir kafe de mevcut. Müze 10-20 saatleri arasında açık.

ValenciaGiriş 2 euro. Buraya metro ile Alameda ve Pont de Fusta duraklarını kullanarak gelebilirsiniz. Ayrıca 1-6-11-16-26-28-29-36-79-95 numaralı otobüslerle de gelinebilir.

Instituto Valenciano de Arte Moderno (IVAM)

ValenciaIVAM, 1989’da açılmış 18000 m2lik bir modern sanat müzesi. İki bölümden oluşuyor. Biri Calle Guillem de Castro’daki Julio Gonzales Merkezi, diğeri ise Carmen Merkezi. Ben Julio Gonzales kısmını gezebildim; burası çoğunlukla ressam, teknik ressam ve heykeltraş Julio Gonzales’in eserlerinin sergilendiği bir yer. Julio Gonzales’in geometrik desenleri ile bütün bir odayı kaplayan deniz altı resimleri çok ilginç.

ValenciaBuranın esas sürprizi Gülsün Karamustafa’nın resimlerine rastlamak oldu. Çyle çalışmalar var ki, insanın nutku tutuluyor. Burası salı pazar 10-19, cumaları ise 10-21 arası ziyaret edilebiliyor. Giriş 6 euro ama cuma 19-21, cumartesi 15-19 ve pazarları giriş ücretsiz. Tarihi merkezin kuzey batı ucunda, Blanquerias’ta yer alan Müze, merkeze yürüme mesafesinde, 5 ve 95 numaralı otobüslerle de gelebilirsiniz.

ValenciaBu noktada belirtmeden geçemeyeceğim bir husus da, özellikle IVAM çevresindeki graffitiler. Acaba burada güzel sanat okullarında öğrencilere bitirme tezi olarak duvar resmi mi yaptırıyorlar diye düşünmedim değil. Gerçekten çok güzel duvar resimleri bölgenin duvarlarına hayat vermiş.

Museu de Prehistorica y de las Culturas de Valencia
Burası IVAM’ın hemen yanında La Bene de denen yapı, 1841 yapımı Casa de Beneficiencia olarak bilinen yetimhane binasına kurulmuş ve 1982 yılından beri, muhtelif arkeolojik kazı alanlarında ele geçen eserlerden oluşan bir müze. Etnografya Müzesi ile iç içe geçmiş durumda.

Valenciaİlk kat paleolitik, neolitik ve bronz çağına ayrılmış, ikinci kat ise İber ve Roma kültüründen seçme objelere yer verilmiş; paleolitikten vizigotlara kadar uzanan bir dönemi kapsayan bir müze. Etnografya kısmında da Valensiya’nın gündelik hayatından seçme eşyalar var ama öyle bölümleri var ki modern sanatlar müzesine mi geldim acaba dedirtiyor insana.

ValenciaValensiya’nın geçmişi ve kültürü hakkında bilgi edinmek için bu tarih ve etnografya müzesi şehirde gelinebilecek en iyi yer. Salı pazar 10-20 arası açık olan müzeye giriş 2 euro. 5 numaralı otobüs ile buranın tam önüne kadar gelebilirsiniz.

Casa Museo Jose Benlliure

Calle de Blanquerias üzerinde Serranos kulesinin yakınında bulunan bu ev ressam Benlliure’in iç dünyasını tanıtmakla kalmıyor 19 yüzyıl sonu 20 yüzyıl başında Valensiyalı bir burjuva ailesinin yaşamına da göz atmamızı sağlıyor. Jose Benlliure ve oğlu Pepino’nun eserleri, çalışma aletleri, kıyafetleri yanında bahçesi ve ek binasıyla dönem hakkında bilgi almamızı da sağlayan ilginç bir müze. Blanquerias’ta ana cadde üzerindeki bu Müze, salı cumartesi 10-14 ve 16.30-20.30 arası, pazarları 10-15 arası ziyaret edilebilir. Giriş 2 euro.

ValenciaPalau de la Marqoues de Campo- Museu de la Ciutat/Şehir Müzesi
Tarihi merkezde yer alan ve 1840’da dönemin belediye başkanı Jose Campo tarafından satın alınıp yeniden yapılan bu malikane kendisinin adıyla anılan bir müzeye dönüştürülmüş ancak içindeki eşyaların hiç biri o malikanede kullanılmış orijinal eşyalar değil.

ValenciaBinanın cephesi klasik tarzda ve bir avluya açılmakta. Malikanenin odaları Roma, vizigot, mağribi dönemlerinden kalma objelerden, gravürlerden ağırlık ölçülerine kadar değişen türlü konularda eşyalara ev sahipliği yapmakta. Ayrıca 13-14 yüzyıllardaki Hristiyan Valensiya isimli bir bölüm de sergilenmekte. Salı cumartesi 10-19, pazarları 10-14 arası ziyaret edilebilir. Giriş 2 euro.

Museo de Historia de Valencia

Valencia
Aslında burası şehrin tarihi merkezinin dışında Bioparc’a yakın bir yerde ancak konusu itibariyle burada değinmekte fayda gördüm.

Burası bir zamanlar şehrin su ihtiyacını karşılayan 1850 yılına ait 250 direkli bir su deposu, yüzyıla ait bir sarnıcın üzerine yapılmış. Valensiya tarihinin özetine göz atabileceğim bir müze beklemiştim ama özetin de özeti çıktı karşıma. İnteraktif ve daha çok canlandırmalara dayalı bir müze burası. Öyle ki çoğu bölüm de sadece skeçler yer alıyor; bir ekran ve oraya yüklü 5-6 öykü var, o zamanın giysileri içindeki oyuncular gündelik hayattan, dönemin kültürü ve geleneklerini içeren, ayrıca önemli olayları da temel alan kesitler sunuyorlar. Bu güya zaman makinesiymiş ve bizleri o günlere götürüyormuş ama beni sadece Müzenin dışına götürdü.

Valensiya’nın tarihi dönemlerini temsilen sergilenen objeler çok fazla yer tutmuyor ama arşiv ve dökümantasyonu zengin bir yer. Bana çok yakın bir müzecilik anlayışı değil ama ilginizi çekerse, buyrun… Buraya 3 numaralı metro hattı (Nou d’octubre durağı) ve 3,29,70,81,95 numaralı otobüslerle gelebilirsiniz. Parc de Capçalera’nın hemen yanı ve Biopark ile ortak plan yapabileceğiniz kadar birbirine yakın mesafede. Salı cumartesi 10-19, pazarları 10-14 arası ziyaret edilebilir. Giriş 2 euro.

Palacio de Justica

ValenciaGünümüzün Adalet Sarayı olan bina, 18 yüzyılda neoklasik tarzda yapılmış ve gümrük işleri için kullanılmış, daha sonra tütün fabrikası olmuş. Özellikle merdivenleri dikkat çekici. Pazartesi cuma 9-15 arası açık. Binanın tam karşısında 1850 civarında yapılan Parterre Parkı bulunmakta. İçinde I James heykeli olan park, her 9 Ekimde krala saygılarını sunmak için gelen insanlarla doluyormuş. Şehrin genişlemesi sırasında buradaki manolya ağaçlarının çoğu yok olmuş, ancak bu park o günlerin anısını bir parça da olsa yaşatıyormuş.

Almudin
Eski bir İslam sarayının üstüne 1307’de yapılan ve 1517’de restore edilen bu üç kemerli bina, buğday deposu ve satışı amacıyla yapılmış taş bir bina. Ben içini gezmedim ama şimdilerde geçici sergilere ev sahipliği yapmaktaymış. Burası salı-cumartesi arası 10-14 ve 16.30-20 saatleri, pazarları 10-15 arası ziyaret edilebilir, giriş 2 euro.

Palacio de Cervello
Bir zamanlar Cervello ailesinin malikanesi olan ve dış cephesi orijinal haliyle kalan bu yapı, bugün Belediye Arşiv binasıymış. Ben gitmedim ama salı-cumartesi 10-14, 16.30-20.30, pazarları 10-15 arası açık olan Müzeye giriş 2 euro. Hemen yanında Palacio Cervello metro durağı bulunmakta.

Palau des Borja
Valensiya parlementosunun şu anki yeri olan bu Saray, 15 yüzyıl sonu 16 yüzyıl başına tarihlenen gotik bir yapı. Üyelerinden iki papa çıkarmış ünlü Borges ailesinin malikanesi olan bu yapı, Ortaçağ Valensiya soylularının yaşam alanları hakkında da bilgi vermekte.

Bombas Gens
Gitmediğim bir müze. Modern sanat müzesi olarak geçen bu galeri, çarşamba cumartesi 10-14, 16-20, pazar 11-15 arası ve ücretsiz gezilebiliyormuş; yalnız çarşamba sabahları sadece öğrenci grupları kabul ediliyormuş. Metro 1,2 numaralı hatlarla, otobüsle 1, 29,60, 64, 79, 80, 89, 90 numaralı otobüslerle buraya gelinebiliyormuş.

Museo Historico Militar
Çeşitli dönemlere ait silahlar, askeri merasimlerde kullanılan objeleri barındıran bu Müze’nin önünden geçmekle yetindim ama pazartesi hariç salı cumartesi 10-14,16-20, pazarları 10-14 arası ücretsiz ziyaret edilebiliyor. Carrer del General Gil Dolz’daki bu müze, Turia Nehrindeki Bilim Müzesinin arkasına düşüyor.

Llardo Porselen Müzesi
Şehrin merkezinin dışındaki Llardo Porselen Fabrikası’nın müzesine gitmedim. Zaten güzel bir seramik müzesi vardı programımda; ayrıca şehirde Llardo’nun satış mağazası da var. Llardo’nun koleksiyonlarını görmek için daha çok zaman ayırmak istemedim. Ama isterseniz kırmızı metro hattına binip Alboraya’da indikten sonra 10 dakikalık bir yürüyüşle Müzeye varabilirsiniz. Giriş ücretsiz ancak pazartesi perşembe 9-14 ve 15-18, cuma 9-14 arası ziyaret edilebiliyormuş.

Museo de Ciencias Naturales
Turia’nın öbür yakasında Real Bahçeleri’ne yakın ve Jardines de Viveros’ta yer alan bu Müzede teknoloji ve bilim, paleontolojik koleksiyon, evrim tarihi, Conchiologica Koleksiyonu ve La Albuferayı da kapsayan Valensiya ekosistemlerini içeren beş bölümden oluşmaktaymış. Gitmediğim bu Müze, Salı Pazar 10-19 arası 2 euroya ziyaret edilebilir. Cumartesi ve pazarlar ücretsizmiş.

Turia Nehir Yatağı ve Deniz Kıyısı

ValenciaValensiya şehrinin yanından geçen Turia Nehri’nin 1957 yılında taşması ve 60 kişinin bu selde hayatını kaybetmesi doğal bir felaket olarak kabul edilmiş ama sonucunda şehircilik açısından çok farklı pencereler açan bir olaya dönüştürülmüş. Nehrin yatağının değiştirilerek Akdeniz’e limanın alt tarafından dökülmesini sağlayan Plan Sur projesi 1969’da tamamlandığında nehrin eski yatağı, şehre bambaşka bir renk katan Jardin del Turia parkına dönüştürülmüş. Bu alan 18 bölgeye ayrılmış, her bölgenin planlaması farklıymış. Haritada bu bölgeye baktığınızda bir ucunda Biopark bir ucunda Citat de les Arts i les Ciences olan yemyeşil bir alan görürsünüz ve bu alan üzerinde modern Valensiya’nın simgesi olan görkemli binalar dikkatinizi çeker.

Binalar
Kuzey ucundaki Bioparkı bir tarafa bırakırsak nehir yatağında ilerlediğimizde muhteşem parkların arasında önce Palau de la Musica’yı görürüz. İspanya’nın önemli konser salonlarını barındıran bu bina 1987 yılında yapılmış. İçinde 1800 kişilik bir senfoni odası, yanında birkaç küçük oda müziği yapmaya salon da bulunan bu bina ışık, su ve bitkilerle harmanlanmış bir yapı. Özellikle yere kadar inen cam kubbesinin havuz suyu ve bahçedeki yeşilliklerle birlikte görüntüsü muhteşem. 3 ve 5 numaralı metrolarla La Alamada durağında inerek buraya ulaşabilirsiniz.

Valencia

Daha sonra ise Citat de les Arts i les Ciences (Bilim ve Sanat Şehri)’a ulaşacaksınız. Hepsi farklı bir estetik kaygıyla planlanmış, muhteşem bir havuz boyunca birbirine geçişli gayet modern yapılardan oluşan Valensiya’nın modern yüzünü temsil eden 350.000 m2’lik bir alan burası. Bölgede kayıtsız kalamayacağınız eserler mevcut: El Palau de les Arts Reina Sofia opera binası, L’Umbracle Imax bir sinema salonu, El museu de les Ceencies Principe Felipe bilim müzesi, Oceanografif akvaryum, agora gösteri ve toplantıların yapıldığı anıtsal bir alan olarak görmeniz gereken yerlerin başında gelmekte.

ValenciaBu binalar arasında da 24.000 m2 lik muhteşem havuzlu bir park ve yürüyüş yolu bulunmakta. Ben bu binalardan El Palau de les Arts Reine Sofia olarak bilinen opera binasını gezdim. Tasarımı artık bir Roma askeri miğferine mi benzetirsiniz, der top olmuş bir hayvana mı; ama havuzlar içindeki beyaz çimento, seramik ve metal ağırlıklı bu bina, özellikle mimariye ilgisi olanların planlamalarına alması gereken bir yer. Teraslara açılan konser salonları, yeşillendirilmiş kulisler, açılıp kapanır cam tavanlar sizi büyüleyecek. Beyazın hakim olduğu ve seramik parçalarıyla ışığın beyazı parlattığı bu binada 4 salon var. 1412 koltukla sala principal denen büyük salon genelde bale gibi gösteriler için. 1490 koltuklu Auditorio, sinema ve video enstelasyonları için düşünülmüş bir salon. 378 koltuklu Aula Magistal daha küçük çaplı müzik olayları, resitaller, eğitim çalışmaları için yapılmış. 400 koltuklu Teatre Martin i Soler ise orta ölçekli operaların sergilendiği bir yer. 2005 yılında yapılan bu binayı, rehberli turlarla gezebilirsiniz, girişi 10 euro ve 1 saat sürüyor.

ValenciaYanındaki Hemisperic, tasarımında görme teması üzerine durulan bu yapı, göz kırpmasını temsil ediyor ve planetaryum, lazer gösteri yeri ile Imax sinema salonundan oluşuyor. 900 m2’lik dev ekranında türlü maceralara üç boyutlu olarak atılabileceğiniz yapıya giriş 8,80 euro.

Hemen yanında bir balina iskeletine benzeyen 2000 yılında tamamlanan, 40.000 m2’lik El Museo de les Ciencies Principe Felipe (Bilim Müzesi), çocuklara yönelik dokunarak öğrenme bölümleriyle bilim dünyasını sevimli hale getiren bir yer. Kromozomlardan dinazorlara gezip görsel materyallerle öğrenmeyi kolaylaştıran bu Müze, kışın 10-19 ve yazın 10-21 saatleri arasında 8 euro giriş ücretiyle gezilebilir.

Valencia2000 yılında tamamlanan L’Umbracle, muhtelif bitkilerle süslenmiş bir devasa parabolik bir pergola. İçindeki heykellerle bir açık hava sanat galerisi gibi.

2009’da tamamlanan Agora, 5000 m2 alanı 70 metre yüksekliğiyle türlü faaliyetlerin, gösterilerin düzenlenmesi için düşünülmüş bir yer. Ben oradayken tadilattaydı.

ValenciaL’Oceanografic ise bizi deniz altı dünyasına götürüyor. 2002 yılında tamamlanan ve her gün 10 da açılan, kışın 20, yazın 24’te kapanan bu akvaryum 110.000 m2’lik bir alanı kaplıyor. İçinde Kızıldeniz’den Antartika’ya kadar dünyanın türlü yerlerinden 500 farklı cinsten 45000 adet deniz canlısı etrafımızda dolanıyor, yüzüyor; tabii kişi başı 27.90 euro verirseniz.

ValenciaTuria Nehir yatağında olmamakla birlikte modern Valensiya’nın dikkat çeken bir binası da Kongre salonu (Palau de Congressos). 1998 yılında açılan bu bina gemi pruvası şeklinde çatısı bulunmakta.Toplam 2000 den fazla kişiyi konuk edebilen bu binada 3 salon bulunmakta. Ayrıca modern Valensiya’nın dikkat çekici yapılarından Valencia CF Futbol takımının yeni stadyumu Mestella’da özellikle futbol severlerin görmek isteyeceği yerlerden. Buraya 32, 115 E ve 115F otobüsleriyle gelebileceğiniz gibi metro ile Mestella durağında inerek de ulaşabilirsiniz.

ValenciaKöprüler
Turia denince köprülerine de değinmekte fayda var. Puente del Mar, 1591’deki selin burada bulunan ahşap köprüyü yıkmasından sonra yapılan yeni köprü Plaza de America’da bulunuyor; 10 sivri uçlu kemeri bulunan köprünün üstünde taş işlemeli bir çıkmada Meryem Ana ve San Pascual Bailon heykelleri dikkat çekici. Puente de la Exposicion 1995 yılında yapılmış ve 130 metre uzunluğunda, en yüksek noktası 14 metre olan bir yaydan oluşan köprüye Valensiyalılar La Peineta/Süslü Tarak diyorlarmış. Alamenda metro durağı hemen köprünün altında.

ValenciaPuente del Real 1595’de gotik tarzda yapılmış. Bir bölme içinde San Vincente Martir ve San Vicente Ferrer heykelleriyle dikkati çeken ve Plaza de Real’de bulunan Köprü, ismini bahçe anlamına gelen Arapça kelime Rahal’dan almaktaymış. Burası Palacio del Real ile şehir duvarlarını bağlamaktaymış ancak 19 yüzyılda Napolyon orduları şehri bombalamak için Sarayı kullanamasınlar diye bizzat Valensiyalılar tarafından bu saray yıkılmış. Dokuz sivri uçlu tüneli olan Köprünün açılışı , Kral Felipe III ile Kraliçe Margarita’nın evliliğine denk gelmiş. Puente del Trinidad buradaki en eski köprü. 1402’de gotik tarzda yapılan 10 kemerli köprünün üzerinde San Luis Beltran ve Santa Tomas de Villanueva’nın heykelleri bulunmakta. Burası Museu de Belles Artes e Valencia müzesinin hemen önünde yer alıyor.

Valencia

Puente del Serranos 1518’de gotik tarzda yapılmış. Serranos kulesinin hemen önünde olan köprü, adeta kule ile birlikte bir Orta Çağ havası yaratmakta. Puenta del Artes, 1998’de yapılmış modern tarzda bir köprü. İki ayrı yolu tek bir sütunla taşıyan bu köprü, etrafındaki tarihi köprüler arasında modernitenin simgesi gibi duruyor. Burası IVAM müzesine yakın bir köprü. Puente de San Jose, gotik tarzda 1604 yılında San Jose Manastırının önüne yapılmış. 1517’deki selin ahşap köprüyü yıkmasından sonra yapılan köprü, Blanquerias’da Zaidia ve Marchalenes ‘i birbirine bağlıyor ve üzerinde 18 yüzyılda İtalyan heykeltraş Ponzanelli tarafından yontulan San Tomas de Villanueva ve San Luis Beltran heykelleri bulunmakta. Puente de las Flores 2002’de yapılmış ve 27000 çiçekle süslenmiş; Plaza de America’da bulunan bu köprü şehrin denize açılan tarafında. Santiago Calatrava tarafından 1995 ‘de yapılan yapılan Assut de l’Or köprüsü ise en ilginç köprülerden; Serreria’da denilen bu köprü, yine Calatrava’nın Puente de la Exposicion köprüsü ile benzeşiyor, en önemli farkları ölçekleri. Yine bir yaydan oluşan bu köprü, büyük bir arpa benziyor. 

Parklar ve Bahçeler
Turia bölgesinin gösterişli ve modern binalarının yanında bol yeşilliği ve parkları da var. Tuira nehir yatağının özellikle Astilleros köprüsü civarındaki kısım park haline getirilmiş. Burada park yanında spor faaliyetleri için alanlar, Gulliver Parkı gibi değişik kayakları olan bir oyun parkını da içermekte. Ama Header bu bölgedeki parkların başında geliyor. Seyir terası, yapım aşamasındaki luna park, Ribera ormanı yanında en önemli kısmı Bioparc. Turia nehir yatağının kuzeyinde Parque de Cabecera’daki alan hayvanların doğadan koparılmadığı iddiasındaki bu hayvanat bahçesine ben gitmedim.

Valencia100 000 m2 lik alana yayılan bu bahçede dünyanın türlü iklimlerinden bir çok hayvan kendi ortamlarında yaşıyorlarmış. Sabah 10’da açılıp mevsimine göre 18’den 21’e kadar değişen bir kapanış saati olan parka giriş 23,80 euro. 3,5,9 metro hatlarıyla Nou d’Octubre durağında ulaşabileceğiniz Park’a 98-99 numaralı otobüslerle de ulaşabilirsiniz.

Parklar konusunda Valensiya çok zengin bir şehir; Museo de Belles Artes Müzesine yakın olan Jardins del Reial (Viveros), aslında şehrin islam döneminde kalma bir yermiş. Granada’daki generallife benzeri bir yer yaptırmak isteyen hükümdar saraylı bahçeli bir alan yaptırmış, Hristiyan dönemde de çeşitli hanedanlar tarafından buraya eklemeler yapılmış. Yukarıda da anlatıldığı üzere 19 yüzyılda Fransa’nın saldırıları sonucu saray yıkılmış. Bugün hala eski günlerin anısına soyluluğuyla gündeme gelen parkın havuzları, heykelleri ile başka bir havası olan bir yer. Yine Plaza del Real ‘daki küçük ama muhteşem neo klasik Jardins de Monforte’de bir çiftlikten 1870’lerde parka dönüştürülmüş bir yer. Şehrin merkezine yakın La Glorieta Bahçeleri ve El Parterre ise rokoko tarzda Triton çeşmesini ve Agapito Vallmitjana’nın James I heykeline de ev sahipliği yapmaktalar. Botanik bahçesi ise 18 yüzyılda Calle Beato Gaspar Bono civarında 3000’e yakın bitki türünü barındıran bir alan. Kongre merkezi yanındaki Jardin de Polifilo ise Francesco de Coloma’nın Hypnerotomachia Poliphili’nin Bir Rüyadaki Aşk mücadelesi isimli kitabından esinlenilerek yaratılmış rüya gibi bir park.

Deniz Kıyısı

ValenciaValensiya’nın deniz kıyısı daha çok sayfiye alanı gibi. Gideyim deniz kenarında oturayım derseniz şehir merkezinden eni konu bir yolculuk yapmanız gerekmekte. Valenciya 18. yüzyıldan itibaren denizi günlük hayatına sokmuş ancak buralara yerleşim çok sınırlı tutulmuş. 18 yüzyılda Avenida del Puerto’nun açılmasıyla kuzeyde Liman Alboraia şehrine güneyde ise harika lokantaları olan Pinedo sahiline bağlandı. Ancak şehrin denizle iç içe olması 2007’deki Amerika Kupası için seçilen ilk Avrupa şehri olmasından sonra hızlanmış. Böylece Liman bölgesi hızla elden geçirilmiş; sadece yat limanı ve diğer deniz araçları için kolaylıklar değil Veles e Vents gibi eğlence mekanları da görülmeye başlamış. Bu arada Art Nouveau örneklerinden olan; 1914 yapımı zarif saat kulesiyle dikkat çeken Rıhtım Karakolu ve 1910 yapımı ile özellikle vitraylarıyla dikkat çeken tersane onarılmış.

ValenciaYazın limandan körfez turu yapan tekneler var; 1 saatlikten 1 günlüğe uzanan zaman dilimlerinde 15 eurodan 45 euroya kadar bedelle sahilleri tekneyle de gezebilirsiniz. Liman, şehrin yeni bir bölümü olarak gezmeye değer. Tabii limandan daha akıl çeleni, hemen limanın sağından ve solundan başlayan plajları.

Limanın kuzeyinde sırasıyla Las Arenas, Malvarrosa ve Patacona plajları yer almaktadır. Geniş kum sahasının ardından denize ulaşılan bu plajlar kuzeye gittikçe daha tenha ve sessizleşiyormuş. Bu plajlardan en canlısı Limana en yakın olan Las Arenas. Lokantalar, barlar, cafelerle şenlenen plajda kum heykeller, ufak spor karşılaşmaları da yapılıyormuş. Haliyle daha turistik olan bu bölge biraz daha da pahalı. Malvarrosa ise Valensiyalılar için bir dinlenme yeri. Liman güneyinde ise daha doğal olan Pinedo, El Saler, La Devasa, Recati plajları bulunmakta. El Saler, Las Arenas gibi popüler ve kafeleri, lokantaları olan bir yer. Ama diğerlerinde de çıplaklar kısmı gibi kısımlar varmış. Eğer gezinizi yazın yapıyorsanız ve zamanınız varsa Valensiya plajlarına göz atın derim.

ValenciaGüney plajlarına 25 numaralı otobüsle ulaşabilirsiniz. Liman bölgesi ve plajlara ise 5,6,7,8 numaralı metrolarla gelebilirsiniz; 2,3,4,19,23,30,N8,N9 numaralı otobüslerle de ulaşabilirsiniz.

ValenciaDeniz tarafında iki müze var. Biri Reales Atarazanas, limana yakın. Plaza Juan Antonio Benlliure’de bulunan bu Deniz Müzesi, 14 yüzyıla tarihlenen gotik yapı beş kemerli girişi olan birbirine paralel bölümlerden oluşuyor. Yapıldığında deniz kenarında olan bu yapı, zamanında tersaneymiş. Ben gittiğimde kapalıydı ama gezmek isterseniz salı-cumartesi 10-14, 15-19, pazarları 10-15 arası gitmenizde fayda var.

ValenciaGiriş 2 euro. Buraya gitmek için 2,3,4,19,20,22,23 ve N1 otobüs hatları ile 5 ve 6 metro hattını kullanabilirsiniz. Ayrıca Malvarossa Plajında da yazar Blasc Ibanez’in yaşadığı evden oluşturulmuş müze Casa Museo de Blasco Ibanez var. Bu bölgede ayrıca Casa Museo Semana Santa Marinera, Museo del Arroz, Casa de la Copa da bulunmakta.

ValenciaAlbufera Gölü
Valensiyada bir çok park ve bahçe var, hatta Bioparc ve Oceonografi gibi Valensiya’nın ortasına Afrika’yı ya da Kutupları taşıdığını iddia eden parklar bile var.

ValenciaAma bölgedeki gerçek milli park denilecek doğa hazinesi şehrin güneyinde, 10 km uzaklıktaki Albufera Gölü. Arapça al-buhayra sözünden türetilmiş ismi olan ve ortalama 1 metre derinliğindeki 2837 hektarlık göl alanı, 21000 hektarlık ıslak alanı olan bu doğal park, ayrıca meşhur paellaların pirincinin de elde edildiği ana yerlerden biri. Göl, İspanya pirincinin üçte birini karşılayan çeltik alanları ile çevrelenmiş durumda. Göldeki matas denilen sazlıkların arasında 250 cins kuşun yaşadığı belirlenmiş. Göl kenarında yaşayanlar barraca denilen aynı tip tek katlı evlerde yaşıyorlar. Gölde gezi yapmanız da mümkün. Şehirden buraya 25 numaralı otobüsle gelebilirsiniz.

Valencia

Kiliseler 
Bir şehirdeki dini yapılarının o şehrin tarihini anlamak için mutlaka görülmesi gereken yerler olduğunu düşündüğümden gittiğim yerlerde mümkün olduğunca eski ibadet yerlerini ziyaret ederim. Valensiya’da da önemli kilise, manastırlara gittim. Valensiya Katedrali ile Basilica Virgen de los Desamparados birbirine bağlı ve şehrin temel tarihi mekanı olduğu için orayı önceki bölümde ele aldım. Burası daha çok ‘Meraklısına’ gibi bir bölüm. Yalnız Valensiya’da kiliseleri gezmenin bir zorluğu var; ne zaman açık olacaklarına dair genel bir uygulama yok, bazısının ziyaret saatleri varken, bazısı sadece dini merasim sırasında açılıyor, bazısını ise hiç açık görmedim. Onun için burada yer alan kiliselerin bazılarının içini görebildim, bazılarının ise dışarıdan binasını gördüm. Bu bölümdeki ilk üç kilise, eğer Valensiya Katedrali ile Basilica Virgen de los Desamparados yanında başka kiliseleri de görmeye karar verirseniz size öncelikle önereceğim kiliselerdir.

Iglesia San Nicolas

ValenciaValensiya’nın Sistine şapeli olarak kabul edilen San Nicolas Kilisesi, tavanı kaplayan freskolarıyla gerçekten muhteşem bir görsel şölen sunmakta. Aslında Roman-İspanyol bir kilisenin üstüne kurulan caminin bulunduğu alan Kral I James tarafından Dominikyenlere verilmiş ve 1242 civarında yapılan bu Kilise Aziz Nicholas’a atfedilmiş. 15 yüzyıl ortalarındaki gotik tarz ile bugün ki havasına kavuşmuş ancak 17 yüzyıl sonlarında barok etkisini taşıyan eklemeler de yapılmış 1697-1700 arası 2000m2 lik tavan Dionis Vidal eseri freskolarla donatılmış. Bu muhteşem freskolar şehrin azizleriyle ilgili dini hikayeleri esas almış. Özellikle sol taraf Aziz Nicholas, sağ taraf ise Aziz Peter ile ilgili öyküler, mucizeler resmedilmiş. Her iki tarafın son freskosunda ise bu azizlerin ölüm sahneleri bulunuyor. Bu arada Aziz Nicholas ile bir ‘toprağım’ muhabbeti de kurabiliriz; kendisi 4 yüzyılda Demre Piskoposuymuş, Osmanlıların fethinden sonra mezarı İtalya’da Bari’ye taşınmış. Kilisede bir çok şapel de yer almakta, buralarda da harika resimler ve heykeller dikkatinizi çekecektir. Bir dikkati çekecek kısımda vitraylar. Pazartesi cuma 10.30-19, cumartesi 11-18.30, pazar 13-19 arası ziyaret edilebilen Kiliseye giriş 5 euro. Buraya gelmek için 4,8,9,11,1628,70,71 (Plaza de la Reina durağı), 5,28,47,95 (Parada Torres de serranos durağı) numaralı otobüslerle ve 3 ve 5 numaralı metro ile Colon durağında inerek ulaşabilirsiniz. Plaza de la Reina’daki Katedral ve Santa Catalina kilisesi dışında bir kiliseyi daha programınıza ekleyecekseniz, orası bu Kilise olmalı.

Iglesia de los Santos Juannes

ValenciaPlaza del Mercado’da, La Lonja’nın karşısında bulunan bu kilise 1245 yılında eski bir camiinin üstüne yapılmış. Gotik tarzdaki Kilise 1592’deki yangından sonra neredeyse tamamen elden geçirilmiş. Kilisenin Meydana bakan barok tarzın şahikası niteliğindeki girişi ve çatısı zaten gözünüzden kaçmayacaktır. Özellikle çatıdaki saat kulesi, taş oymalı Hazreti Meryem heykeli ve yanlardaki Aziz John heykelleri büyüleyici. Meydana bakan bu şaşaalı giriş, kilisenin diğer yanlarında gotik bir sadeliğe dönüşse de Kilisenin içi yine barok tarzın keyfini çıkaracak derecede zengin işlemeli.

Iglesia Y Torre de Santa Catalina

ValenciaPlaza del Reina‘da Katedrale varmadan La Paz sokağında muhteşem barok havalı kulesi ile Santa Catalina Kilisesi’ni mutlaka göreceksiniz. Barok görüntüsünün ardında içeride tamamen gotik bir hava hakim. Eski bir caminin yerinde yer alan ve 1245 yılına tarihlenen bu kilise, 1548’deki yangından sonra yeniden yapılmış. Altıgen olan barok kulesi ise 17 yüzyılın eseri. Bu kule Katedralin kulesi Miguelete ile birlikte Reina Meydanı süslemekte ve Valensiyalıların inanışına göre bu iki kule, karı kocaymış; ne diyelim, bir yastıkta kocasınlar…

Iglesia Parroguial de San Martin Obispo y San Abad

ValenciaSan Martin olarak bilinen Kilise, şehrin en eskilerinden; 14 yüzyılda bir caminin kalıntıları üzerine yapılmış, ancak son halini 18 yüzyılda almış. Dışarıdan bakılınca gotik aslından pek bir iz kalmamış, barok tarz Kiliseye hakim olmuş. İçerdeki barok süslemeler de beyaz ve altın renkleri hakim. Ama sunağın üstündeki 164 adet alçı İncildeki olayları işleyen oymacılık işi, görkemi artırıyor. Dış kapı alınlığında bir fakirle paltosunu paylaşan San Martin heykeli de Kilisenin alameti farikası. Kilise her gün 10.30-11.30 ve 12.30-13.30 arası ziyaret edilebiliyor.Gerçi bu Kilise Ayuntamiento’yu Reina’ya bağlayan San Vincent Martir Caddesi üzerinde ve ne zaman bu yoldan geçsem bu Kilise açıktı.

Iglesia de Santo Tomas Y San Felipe Neri

Valencia1725’de yapılan bina sadeliğiyle dikkat çekiyor. Roma’daki Gisu Kilisesinden esinlenilen yapı, 1982 yılında Ulusal Tarihi ve Sanatsal Değerler olarak belirlenmiş; sadece dini merasim sırasında ziyaret edilebiliyor. Ben denk geldim.

Iglesia de San Agustin

ValenciaKuzey Tren İstasyonu’na yakın olan bu Kilise, 14.yüzyılda yapılmış olup gotik tarzda ancak değişik kulesiyle dikkati çekiyor. Valensiya’nın en eklektik kiliselerinden kabul edilen bu yapı, bunu biraz da İspanya bağımsızlık savaşının yarattığı hasarın onarılması sırasındaki anlayışa borçlu.

Iglesia de San Juan de la Cruz

ValenciaGonzález Martí Seramik Müzesi’nin yanındaki bu Rönesans tarzdaki Kilise, bir cami alanının üstüne gotik tarzda yapılmış; daha sonra 1648 yılında tekrar yapılan kilisenin içinde Balıkçılar Loncası Şapeli öne çıkıyor. Kilisenin girişindeki barok süslemeler ise iki salomonik sütun üzerinde elinde balık ve kitap tutar halde Aziz Andrew heykeli dikkat çekici.

Santurio Montiolivete

Valencia

Monte Olivete bakiresine adanan neoklasik tarzdaki bu küçük kilise Opera binasının karşısında yer almakta. 1771 yılında tamamlanan bu sade kilisenin yanındaki rahip odaları binası daha sonra Fallas Müzesi’ne dönüştürülmüştür.

Iglesia de San Juan del Hospital

Valencia1261 yılına ait bu kilise Valensiya’nın en eski kiliselerinden. Arazisi Kral Jaimes I tarafından bağışlanan ve Hospitalier Şövalyeleri tarafından kurulan bu kilisenin romanesk bir girişi ve gotik tarzda Aziz Barbara şapeli var.

Iglesia del Carmen

ValenciaCarmelite Manastırının bir bölümü olan bu Kilisenin görkemli girişi dikkatinizden kaçmayacaktır. 1281 yapımı olan bu Kilise, Carmen bölgesinin en dikkate değer yapılarından. Gotik, Rönesans ve barok tarzların bir derlemesinden oluşan bina artık bir müze. Pazartesi hariç hergün 10-20 arası açık olduğu belirtildiği halde ben bu saatlerde gittiğimde içeri giremedim. Siz deneyebilirsiniz.

Convento de Santo Domingo

ValenciaKral James I tarafından Dominikyenlere verilen kışla binasına daha sonra sınıflar ve muhtelif şapeller eklenmiş; Kral James I için yapılan şapel de bunlardan biri. 12 yüzyıla tarihlenen bina gotik, rönesans ve neo klasik tarzları birden barındırıyormuş. 19 yüzyılda devlete devredilen yapı askeri bir birim olarak kullanılmakta. Bazı bölümlerinin ziyarete kapalı olduğu binayı görmek için randevu alınması gerekiyor.

Iglesia de San Lorenzo

ValenciaEski bir caminin üzerine 1238’de yapılmış, daha sonra 1684 yılında gotik havasını kazandıran onarımdan geçmiş. 1746’da 43 metre yükseklikteki çan kulesi eklenmiş. Kilise içindeki tablo ve heykellerle birlikte Aziz Rita ve Aziz Joseph şapelleri göze çarpan bölümleri.

Iglesia de Santa Ursula

ValenciaBurası da asla açık yakalayamadığım kiliselerden biri. 1605 ‘te barok tarzda yapılmış. Burası dünyanın nimetlerine kendini fazlaca kaptıran hanımlarımızın özellikle Corpus Festivali sırasında hizaya getirildiği yermiş. Ayrıca İç savaş sırasında işkence yeri olarak da kullanılmış. Pek hayırlı bir yer değil anlaşılan.

Iglesia del Salvador

ValenciaEski bir cami üzerine kurulan 1549 yapımı gotik kilise, 1666’da barok tarzda yenilenmiş, 1829’da son neoklasik halini almış. Sunaktaki çarmıha gerilmiş İsa’nın dramatik betimlemesi çarpıcı. Beş bölümü olan Kilisedeki tablolar ve heykeller etkileyici.

Iglesia Santa Maria del Mar

ValenciaŞehrin kıyıya yakın Grao semtinde yer alan Kilise, 15 yüzyılda gelen Grao meshine atfen 17 yüzyılda yapılmış, çan kulesi 19 yüzyılda eklenmiş. İçini göremedim.

İsanın Kutsal Kalbi Kilisesi

ValenciaLa Lonjanın hemen arkasındaki 1886 yapımı üç kemerli kapısıyla dikkati çeken bu Kiliseyi hiçbir zaman açık göremedim. Aynı şekilde Lope de Vega Meydanı’ndaki gotik havalı küçük Santa Catalina Kilisesini de hiç açık görmedim.

Ermita de Santa Lucia ve Antik Park

ValenciaKuzey Tren İstasyonu’nun önünden geçen Angel Guimere Caddesine yolunuz düşerse, (Mango’nun outlet’i de orada; belki bu nedenle gidersiniz) Plaza Pilar’da bulunan bir küçük gotik kilise, yanındaki arkeolojik park, parkın içindeki Augusto Anıtı ve Capitulet şapeli ve kiliseden dönüştürülmüş kütüphaneye bir göz atın. Ayrıca burada eski bir kiliseden dönüştürülmüş Centro de Carme, ipeğin sanat haline getirilişinin öyküsünü izleyebileceğiniz Museo de la Seda ve geçici sergilerin yer aldığı MUVIM yer almakta.

ValenciaIglesia de San Esteban

Katedral yakınlarındaki bu küçük kilise, daha çok tanık olduğu tarihi olaylardan dolayı önem taşıyor. Aziz Vicente Ferrer burada takdis olmuş ve efsanevi asker El Cid Campeador kızlarını burada evlendirmiş.

Monasterio de la Santisima Trinidad
Viveros Bahçelerinin yakınında, Güzel Sanatlar Müzesi’nin karşısında yer alan bu manastır, şehrin en eski manastırlarından. 1446’da yapılan bu Manastır, dönemin yeni tekniklerine göre yapılmış bir binaymış. Rivayete göre kocası kral Alfonso V Aragon’un sadakatsizliğinden sonra buraya kapanan Kraliçe Maria de Castilla tarafından kurulan bu Manastırda kendisinin mezarı da bulunmaktaymış. 15. ve 16. yüzyılda kültürel ve dini merkezi olan Manastırda, kral Ferdinand’ın kızı Maria de Aragon’un mezarı da bulunmaktaymış. Dışarıdan gotik tarzındaki görkemli kapısı ve zar zor görülen çatısıyla dikkati çeken Manastıra ziyarete izin verilmiyor. Burası ancak rehberli turlara kayıt yaptırılarak gezilebilen bir yermiş. Hemen karşı tarafta da hala Valensiya’nın girişi olarak kabul edilen Puerte de la Trinidad köprüsü bulunmakta. O kadar çevresinde dolandım, bırakın gezmeyi, duvarları o kadar yüksek ki, doğru düzgün foto bile çekemedim.

Monasterio de San Miguel de los Reyes
1999 yılından beri kütüphane olan bu Manastır, 11 yüzyılda İslam dönemine ait bir çiftlik evi iken 14. yüzyılda bir Sistersiyen manastırı, 16 yüzyılda hieronmite tarikatı manastırı, 19 yüzyılda ise hapishane olarak görev yapmış. 

Casa de San Ferrer
İnanışa göre Aziz Vincent Ferrer’in doğduğu bu evde mucizelerine inanılan bir çeşme de bulunmakta. Rivayete göre, 1854’teki kolera salgınında bu çeşmeden akan su hastalara şifa olmuş.

Yiyelim, İçelim, Alışveriş Yapalım

Valensiya, sosyal hayatı zengin bir şehir, insanlar sokakta yaşıyor. Sabahın erken saatlerinden gece yarısına kadar sokaklar, kafeler, barlar, lokantalar gayet canlı. Tabii Akdeniz’in meşhur öğle tatillerini saymazsak. Gün içinde 14-16 arası hayat biraz duruyor ama insanlar durmuyor, onlar hep dışarıda. Ben de, dahil olabildiğim kadarıyla, bu akışın içinden geriye kalanları paylaşacağım burada.

Nerede Kaldım

Valensiya turistik bir şehir olduğu için her zevke, her bütçeye uygun oteller mevcut ama eğer şehri yürüyerek gezecekseniz size tavsiyem şehrin merkezinde bir otelde kalın, örneğin Ayuntamiento Meydanı civarında… İlgili bölümde bahsettiğim yaya bölgesi, bu açıdan çok uygun. Her zaman canlı, ulaşımı kolay, alışveriş ve yeme içme konusunda sıkıntısı olmayan bir bölge. Ben bu semtteki bir ara sokak olan Carrer de Mossen Femades’teki Otel Alcazar’da kaldım. Merkezde olmasına rağmen gürültüden uzakta, uygun fiyatlı, temiz, vasat altı kahvaltısı olan bir yerdi. Rahatına çok düşkünler için uygun olmayabilir ama temiz ve güvenilir olsun ama ucuz da olsun diyorsanız, çok şey beklemezseniz tavsiye edeceğim bir yer.

Ne Yedim, Ne İçtimValenciaValensiya gastronomik açıdan da çok zengin bir yer. Ayuntamiento ve Reina meydanlarında bir sürü lokanta var. Ama tabii Valensiya denince akla ilk paella geliyor. Tek kişiyseniz doğru düzgün bir paella yemeniz büyük şans çünkü genelde çift kişilik hazırlanıyor. Tek kişilik paellaların genelde dondurulmuş olduğuna dair bir rivayet var. Ayrıca turistik lokantalarının önünde gözünüze soka soka resimlerini koydukları da dondurulmuş paellalarmış genelde. Ben doğru düzgün bir şey olsun diye iyice bir lokantada tek başıma çift kişilik paella istedim, o da benim sonum oluyordu. Sanki müthiş bir damak zevkim varmış gibi yaptığım bu hareketi canımla ödüyordum neredeyse. Geleneksel paellalar tavşan ve tavuk etiyle yapılıyormuş ama Valensiya’ da tabii deniz ürünlüler revaçta. İki kişilik paellalar 15-18 euro civarında ama bu kişi başı fiyat. Donuk monuk, tek kişilik paella isterseniz, Reina Meydanı’na giden San Vincent Martir üstündeki ‘es.paella’ gibi yerler mevcut.

ValenciaBir tavsiyem, özellikle deniz ürünleri yiyecekseniz mahalle aralarındaki tapas barlarını tercih edin. Lokantalar biraz şıklaşınca olay da karışıyor; bir kere karışık deniz ürünleri isteseniz yine 3-4 kişilik gruplar için ve çok pahalıya yapılıyor. Ya da tek porsiyon alacaksınız; o da sadece bir üründen oluşacak. Örneğin karides 100 gramı 11-16 euro arasında sunuluyor ve haşlanmış 3 tane karidesi önünüze koyuveriyorlar. Tapas yerlerinde ise minik minik bir sürü şey deniyorsunuz. Ben birkaç tane denedim, en kolay tarif edebileceğim, yine Reina Meydanı’na giden San Vincent Martir üstündeki Sagardi… Ekmek üstünde servis edilen çeşitli tapasların her biri 2.10 euro. Mahalle aralarında bu fiyat daha da düşüyor. Bu arada Valensiya’nın yükselen yıldızı Kuzey Tren İstasyonu’nun altına düşen Rufaza semti. Hem alışveriş hem daha bohem havasında dolayı burayı keşfederken mahalle tapasçılarına şans verin derim…Tabii tarihi kısım El Carmen, özellikle Calle des Cavallers hem yemek yemek hem eğlenmek hem de sokak aralarındaki galerileri gezmek için tercih edeceğiniz bir bölge. Elbette Mercado Central civarında da bir çok tapas seçeneği var, aklınızda bulunsun, sokaklara girip çıktıkça aklınıza yatan bir yer bulabilirsiniz. Özellikle Calle Bolseria size çeşitli seçenekler sunacaktır. Deniz kenarındaki lokantalar biraz pahalı ama orada yemenin de ayrı bir zevki var tabii. Bir de Flamenko gösterisi ile birlikte içki, tapas, yemek seçenekleri sunan restorantlar  var. La Buleria bunlardan biri; sadece gösteri ve içki 27 euro, tapas menüsü ile birlikte 40, paella ile birlikte 45 euro.

Ama illa şıklık ve ispatlı lezzet istiyorsanız; Correos’daki El Poblet ve Almirante’deki Sucede Michelin yıldızları ve kabarık hesap pusulasıyla sizi bekliyor. Diğer bir değerlendirme sistemi, Sol Repsol unvanı taşıyan lokantalara ise Q Tomas, Canalla Bistro, Dos Lunas, Askua, Apicius gibi yerler sahip.

Bir de Valensiya’da churros denilen bizim hani tulumba tatlısının ince, uzunu olup da acaip bir ismi olan hamur tatlımızın şerbetsiz hali şeklindeki bir tatlıları var, bunu sıcak çikolataya batırılıp yiyorlar. Santa Catalina’nın karşısındaki dükkan bu konuda iddialı, 5.10 euroya deneyebilirsiniz. Aynı yerde yazın da, yer fıstığından yapılan sütümsü horchatayı deneyebilirsiniz.

Alışveriş Yerleri

ValenciaAlmayı planladığınız şeyler et, peynir vb gibi ürünlerse, Mercado Central en iyi yer. Özellikle İberian ham denilen et ürünü alacaksanız buradan alabilirsiniz. Buranın önünde her pazar bit pazarı kuruluyor, denk gelirseniz beğendiğiniz parçalar çıkabilir. Bu marketin benzerinin Colon ve Rufaza’da da olduğunu anlatmıştım. Ancak sokaklarda da et ürünü satan dükkanlar var. Tüm İspanya’da olduğu gibi Valenciya’da da El Corte Ingles mağazaları yaygın. Xativa- Colon arasında üç tane El Corte Ingles var mesela; biri giyim, biri elektronik biri hiper mağaza olmak üzere. Ünlü giyim markalarından mutfak eşyalarına kadar her şeyi bulabilirsiniz. Bu bölge moda tasarım ve mücevherat almak isterseniz de göz atmanız gereken yerler.

Ayrıca modern Valensiya’nın ana damarı konumundaki Grand Via, hem şehrin geçirdiği mimari değişimi gözlemlemek hem de alış veriş için gitmeniz gereken noktalardan biri.

Valensiya’dan alacağınız şeylerin başında seramik ve porselen gelebilir. Bu konunun şahikası olan Llardo’nun Milli Seramik Müzesi’nin olduğu yerdeki Calle Poetaquero’da satış yeri bulunmakta. Ayrıca havaalanı yakınlarındaki Manises’de yerel seramik eşyalar satılmakta. Poerta Querol, Don Juan de Austri, Jorge Juan, Crilo Amoros ve La Paz civarında dünyaca ünlü markaların mağazaları bulunmakta. Rufaza’da ise daha butik, Valensiya’ya özgü eşyalar bulabilirsiniz. Ayrıca Plaza del Reina arkasına düşen ve mutlaka görülmesi gereken otantik Plaza Redondo’da bir çok el yapımı ürün bulabilirsiniz, özellikle seramik eşyalar açısından burasını kaçırmayın. Aynı şekilde Plaza del Ayuntamiento civarındaki Calle de las Cestas’da deri, cam, seramik, yelpaze gibi otantik eşya arayanların mutlaka görmeleri gereken bir yer.

Son Söz

Valensiya çok renkli, hareketli, eğlenceli bir şehir. Ben Valensiya’dayken Fallas Festivali başlamıştı, bu durum şehri daha da renklendirdi haliyle. Bu yazıda Fallas Festivali ve bu festivalle ilgili Falero Müzesi yok. Bunun yanında yine Valensiya için önemli bir dönem olan Corpus Christi Günü ve bu günle ilgili Museu del Corpus (Museu de las Rokas) bu yazıda yer almadı. Onlar başka bir yazının konusu.  Fallas ve Corpus Festivalleri

Valensiya’nın sanki her zevke, her yaşa, her beklentiye bir cevabı var, Akdeniz sıcaklığı ve hoşgörüsüyle gelenleri kucaklıyor. Rahat, güvenli, lezzetli bir tatil yaşamak isterseniz Valensiya aklınıza gelecek ilk yerlerden biri. Ben bir daha gelir miyim; Valensiya’nın neredeyse her tarafını gezdim, gördüm ama Valensiya çok eğlenceli bir yer, gerçi biraz kuzeyde daha eğlenceli Barselona bulunmakta, hoş festivallerini falan düşünürsek Valensiya’nın kendine özgü eğlenceleri de çekici…

Venedik’in Üç İncisi: Murano, Burano, Torcello

Venedik adalar üzerine kurulu bir kent ama şehrin kurulu olduğu iki ana ada ve sanki bu iki adanın önemini belirtmek istercesine hemen altında uzanan Giudecca, gezginlerin ana odağında olan yerler. Ancak bunlar dışında da gezmekten keyif alacağınız adalar mevcut.  Lido bunlardan biri ama Venedik’in sayfiyesi gibi olan ve plajlardan oluşan bu adayı, ne yazık ki mevsim nedeniyle bu sefer gezi planlarımın dışında tuttum. Yoksa Thomas Mann’ın belki de en hüzünlü romanı, her anlamıysa mümkünsüz bir tutkuyu anlatan Venedik’te Ölüm’ün geçtiği bu yerlerden ben de geçmek isterdim. Soğuk önümü kesti. Ben de klasik gezgin rotasını takip ettim ve Murano, Burano ve Torcello’ya gittim.

Ulaşım

Murano-Burano ve Torcelli’ye Venedik’ten kalkan gezi turları ile zahmetsizce gidebilirsiniz; Venedik’te muhtelif turlar düzenleyen Alilaguna’nın her gün üç adaya da turu var. Her gün saat 9.00, 10.00, 11.00, 12.00 ve 13.00 ‘de Santa Lucia Tren İstasyonu’ndan hareket edip 5.5 saat süren bir turla Murano-Burano-Torcelli’yi gezebilirsiniz. Ama ben kendim gezeceğim derseniz o zaman bu üç adaya vaporettolar ile gidebilirsiniz.

Venedik Islands

Murano’ya San Zaccaria’dan 4.1 veya 4.2 hatlarını kullanarak gidebilirsiniz; 4.1, Fondamente Nove ve San Michele adası yönünden gidiyor ve yol 40 dakika, 4.2 ise tam tersine Giudecca tarafından gidiyor ve yol bir saat kadar sürüyor. Nisan-Ekim arasında 7 numaralı vaporetto ile de Murano’da Colonna, Faro ve Novagero duraklarına ulaşabilirsiniz. Adanın kuzeyinden Fondamente Nove tarafından da 4.1 ve 4.2 hatlarıyla Murano’ya ulaşabilirsiniz; 4.1 ile Murano Colonna durağına 10 dakikada ulaşabilirsiniz. Aynı yerden kalkan 13 numaralı vaporetto ise 10 dakika’da Murano’da Faro durağına gidiyor. Piazzale Roma’da Santa Lucia Tren İstasyonundan 3 numaralı vaporetto ile 17 dakikada Murano’da Colonna durağına erişilebilir.  Ayrıca bu duraktan 4.1 ve 4.2 hatları ile de Murano’ya ulababilirsiniz. 4.1, 4.2, 3 numaralı hatların Murano’da uğradığı duraklar; Colonna, Faro, Navagero, Museo, Mula, Venier.

Burano’ya ise, Fondamente Nove  durağından 12 numaralı vaporetto ile gidilebilir; yol 40 dakika sürüyor. Ayrıca Murano’da Faro durağından 12 numaralı vaporetto ile de Burano’ya geçebilirsiniz. Torcello’ya ise Burano’dan 9 numaralı vaporetto ile gidilebiliyor. Vaporetto fiyatlarına Büyük Kanal yazımızda değinmiştir. Adalara yapacağınız gezi de, günlük bilet almanız daha mantıklı. …

Artık adalara gidelim… Yolda deniz heykellerini ve San Michele Mezarlık Adası’nın yanından geçerek ilk durağımız Murano’ya varıyoruz. İlginç mezarları ve 1470’lerden kalma Kiliseyi gezmek isterseniz San Michele Adasında inebilirsiniz; 4.1 ve 4.2 numaralı vaporetto hatlarının bu adada durağı var.

Ben üç adayı günü birlik bir gezi ile gezdim, onun için deneyimlerimde daha çok gezmek görmek yönünde.

Murano

Murano’nun ünü cam merkezi olmasından geliyor. Venedik’e 1.5 kilometre uzaklıktaki bu ada, birbirine köprülerle bağlı 8 adacıktan oluşuyor. Cam atölyelerin fırınlarının yarattığı yangın tehlikesi  ve çıkardıkları duman nedeniyle 1291’de cam üreticilerinin  Venedik merkezinden çıkarılmalarından sonra Murano dünya çapında bir merkez olmuş. Burası camın sanata döndüğü bir yer. Büyük kanalın ikiye böldüğü Murano, yürüyerek gezmek için ideal.

Morano

Yürürken çok sayıdaki cam üreticilerinin atölyelerine, şık ürünlerle donatılmış dükkanlarına da göz atın. Bunlar arasında Vetreria Artestica Colleoni, OMG, Alessandro Mandruzzato Fero Murano, Barovier & Toso, Murano Glass Factory öne çıkanlar. En eski Murano cam üreticisi ise Pauly & C- Compagnia Venezia Murano, hala piyasada… Üretim yerleri pek ziyaretçi kabul etmiyor ama yürürken bazılarına ait galerilere, dükkanlara rastlayabilirsiniz. Bazen cam üfleme yöntemini gösteren programlar da oluyor. Ayrıca her taraftaki dükkanlardaki cam ürünler de hayranlık uyandırıcı. Tabii bu konuda en güzel örneklerden biri de Ada’nın meydanındaki cam Noel ağacı. Murona uzun yıllar cam üretimi ile ilgili sırrını korumuş ama 16. yüzyıldan itibaren bu sır artık kim boş boğazlık yaptıysa, sır olmaktan çıkmaya başlamış. Ama cam üretiminin verdiği ayrıcalıkla Murano 13. yüzyıldan itibaren kendi idaresini kurmuş, para basmış. Özellikle 1.5 yüzyıldan itibaren cam üreticilerinin toplumda çok saygın bir yeri varmış, kılıç taşımalarına bile izin veriliyormuş ama Adadan ayrılmaya kalktıklarında bunu canlarıyla ödeyenler bile olmuş.

Murano’da camdan başka görülecek şeyler de var. Örneğin 12. yüzyıldan kalma mozaik yoluyla ünlü Basilica dei Santa Maria  San Donato rivayete göre Aziz Donatus tarafından öldürülen canavarın kemiklerine de ev sahipliği yapmaktaymış. İçinde Bellini’nin iki eserinin de bulunduğu Chiesa di San Pietro Martire ve 19. yüzyıla ait saat kulesiyle dikkati çeken Campo Santo Stefano’da Adanın dikkate değer yerlerinden. Şu an cam galerisi olarak kullanılan 1200’lerden kalma Chiesa di Santa Chiara, Ada’nın en eski binalarından. Burası 500 yıl boyunca bir çok din görevlisini ağırlamış hatta rivayete göre bir zamanlar Casanova’nın aşıklarından birine de ev sahipliği yapmış. Adanın 1800’lerde geçirdiği restorasyonlardan canını kurtaran bir yer olarak bilinen Palazzo da Mula’da 12. ve 13. yüzyıldan kalma Gotik havasıyla ilgi çekici.  Ama burada mutlaka görmeniz gereken yer cam müzesi olarak bilinen Museo del Vetro. Müze Kasım-Mart arası 10.30- 16.30 saatlerinde, Nisan-Ekim arası 10.30-18.00 saatlerinde ziyaret edilebilir. 

Bir zamanlar Torcelli Piskoposluğunun binası olan yapı, 1840’da Murano Belediyesine geçmiş, 1923’te de müze olarak düzenlenmiş. Müze, camın geçmişinden bugününe kadar ki serüvenine tanıklık ediyor; Murano camının kökenine taa MS 3. yüzyıla giderek örneklendirip Rönesans zamanındaki muhteşemliği ve bugünkü modern cam işlemeciliğini nadide parçalarla gözler önüne seriyor. Müzenin belki de en önemli parçası 1470’lere tarihlenen Angelo Barovier yapımı mine süslemeli bir düğün kadehi.  Cam Venediklilerin Suriye ile yakın ilişkileri sonucu öğrenilmiş ama 14 yüzyıla gelindiğinde Venedik, doğunun cam ustalığını tehdit eder hale gelmiş, ilk berrak cam da 1400’lerde Venedik’te yapılmış… Müzeden öğrendiklerim bunlar.

Burano

Burano’nun olayı ise dantel. Ve rengarenk evleri. Burano, Venedik’ten 7 kilometre uzaklıkta ve 4 adacıktan oluşmakta. Burası kalabalık bir ada. Kanallar boyunca yan yana sıralanmış her renkten evler, adadaki ağaç azlığını unutturuyor. Kartpostallardan fırlamış gibi renkli, şen ve çekici.

Burası da Murano gibi Romalılar tarafından kurulmuş sonra Hunlardan kaçan Altınordalılar buraya yerleşmiş. Önceleri idari açıdan Torcelli’ye bağlıymış ve Torcelli veya Murano gibi hiçbir imtiyaza sahip değilmiş. Ne zamanki Adanın kadınları 16. yüzyılda dantel işinde harikalar yaratmışlar, Adanın da ünü gittikçe yayılmış. Zamanla dantel ticareti azalsa da 1872’de Ada’da kurulan dantel okulu sayesinde eski parlak günlerine dönmüş.

Bence adanın en güzel yanı, kanallar boyunca yan yana dizilmiş göz alıcı renkteki evlerin görüntüsü. Hoş burada evinizi kafanıza göre boyayamıyormuşsunuz; belediyeye boyama talebinizi iletiyormuşsunuz, onlarda size renk konusunda belli seçenekler veriyormuş; renklerin hepsi de ‘ben buradayım’ dercesine parlıyor.

Madem buranın danteli ünlü, dantel müzesi Museo del Merletto’ya uğramadan olmaz. Burası Kasım-Mart arası 10.00-17.00 saatlerinde, Nisan-Ekim arası 10.00-18.00 saatleri arasında görülebilir. Kızlar çeyiziniz için örnek arıyorsanız, adaya buyrun; dantel ile yapmadıkları kalmamış.

Adada ziyaret edilecek bir yer de Chiesa San Martino. Kilisenin en büyük süksesi Giambattista Tiepolo’nun 1727 yapımı Çarmıh tablosu. Burano’da yapabileceğiniz bir şey de, Ada’ya ait S şeklindeki Essi kurabiyelerinden tatmak. Burada birbirinden cazip kafe ve lokanta var ama otel yok, gezinizi ona göre planlayın.

Torcello

Torcello’da neredeyse hiç yerleşim olmasa da Venedik’in en eski yapısı burada. Bu bile Torcello’yu ziyaret etmeye değer. Rivayete göre burada ilk yerleşim 452’de gerçekleşmiş ama 1 yüzyıldan beri hemen ana karadaki Roma kolonisi Altinuum ile birlikte burada da bir yaşam olduğuna dair izler bulunmaktaymış. Ada 5 yüzyılda eni konu kalabalık bir yerleşimken ilerleyen zamanlarda Venedik şehrinin yükselişiyle süksesini kaybetmiş. Bugün yaklaşık 60 kişinin yaşadığı ada da  ünlü Locanda Cipriani dışında kalacak yer yok. Adada sadece eski parlak günlerin izini taşıyan Katedral Santa Maria Assunta ve Santa Fosca Kilisesi sizi karşılayacak. Bunlara ulaşmak için de Torcello’ya geldiğinizde,  iskeleden Adanın içine doğru, kanal boyunca 2 kilometre kadar yürümeniz gerekecek. Gezinizi ona göre ayarlamanızda fayda var. Yol boyunca 15. yüzyıldan kalma Ponte del Diavolo’ya (Şeytan Köprüsü) da dikkat.

Torcello, diğer adalara göre tarihi süreç içinde ayrı bir önemi olan bir yer. Özellikle Attila önderliğindeki Hunların akınlarından Germen saldırılarına, Lombardların  baskılarından Frankların tehditlerine kadar her tehkileye karşı göreceli de olsa güvenli bir liman olmanın yanında Bizansla bağlantısı da Torcello’nun cai,be merkezi olmasına yol açmış. Hatta Altino Piskoposu bile bu adaya sığınmış ve adanın koruyucu azizi Heliodorus’un kalıntılarını buraya getirmiş. 10. yüzyılda Torcello, Venedik’ten çok daha parlak bir yerleşim yeriymiş.

Adanın mücevherleri, Santa Maria Assunta Katedrali ile Santa Forsa Kilisesi yan yana ve birbiriyle bağlantılı yerler.  Katedral 639’da yapılmış ama mozaiklerde dahil iç donanımlar 11. ve 12. yüzyıl Bizans işlemelerinden oluşuyormuş. Mermer vaiz kürsüsü 7 yüzyıldan kalmış ama basilikanın bugünkü hali 1008’e tarihlenmekte. Katedralin içinde Kıyamet Günü ve Apsis mozaikleri özellikle göz alıcı. Sunağın altındaki Romanesk lahitte ise Aziz Heliodorus’un kalıntılarının olduğu rivayet edilmekte. Hemen yandaki Yunan Haçı formundaki Santa Fosca Kilisesi ise 11. ve 12. yüzyıla aitmiş. Basilica di Torcello’nun giriş ücretli. Kilisenin yanındaki Palazzo dell Archivio ve Palazzo del Consiglio’da kurulu Museo Provinciale Torcello’da ise Torcello’nun parlak günlerine tanıklık etmiş sikkeden heykele bir çok obje bulunmakta.  Müze pazartesileri hariç Mart-Ekim arası 10.30-17.30 saatlerinde, Kasım-Mart arası 10.00-17.00 saatlerinde ziyaret edilebilir. 

Görünce ilginizi çekecek bir başka şey ise bahçede duran hafif yıkık mermer bir koltuk; rivayete göre bu koltuk efsanevi Hun Hanı Attila’nın tahtıymış. Bir dönem Roma İmparatorluğunu önüne katıp sürükleyen o müthiş komutandan kala kala bu yarım yıkık taht kalmış geriye.

Murano, Burano, Torcello, Venedik gezginlerine her biri diğerinden farklı ama hepsi keyifli tatlar veren yerler. Venedik gezisinin önceliği olmayabilir ama zamanınız varsa mutlaka gidin derim; dönüş yolundaki Venedik manzarası için bile gitmeye değer.

Bakü Gezi Rehberi: Rüzgarlı Şehir (Külekler Şehri)

Baku

‘Uzaklara gitmek, denizler, sınırlar, ülkeler, inançlar aşmak fırsatı çıktığı zaman hiç duraksama. ‘ Amin Maalouf

Bende Kalanlar

Yirmi beş yıl önce başladı benim Bakü ile tanışmam. Çeşitli projeler kapsamında bir çok kez gidip geldiğim bu şehri ilk gittiğim anda çok sevdim. Daha sonra, özellikle, dekanlık yaptığım dönemde 2006 – 2012 yıllarında Hacettepe Üniversitesi – Azerbaycan Devlet Pedagoji Üniversitesi ile yaptığımız karşılıklı işbirliği anlaşması ile çok sık gidip gelmeye başladım. Azerbaycan Devlet Pedagoji Üniversitesi ile gerçekleştirdiğimiz karşılıklı konferanslar, toplantılar ve projelerimiz, son dönemde Hazar Üniversitesi, Azerbaycan Teknik Üniversitesi ile yaptığımız çalışmalarımız Bakü’yü daha da güzelleştirdi benim için. Her Bakü ziyaretim keyifli zaman geçirmeme, renkli anılar biriktirmeme neden oldu. Beni en çok etkileyen ise, Bakülü dostlarımın kadirşinaslıklarıdır.  Bana çıkarsız ilişki, dostluk ve vefanın ne olduğunu hatırlatmış, ‘dünden bugüne taşıdığımız ne var?’ sorusunu düşünmeme neden olmuşlardır. Vefa kavramını hep önemseriz, önemli olduğunu savunuruz ve hatta vefalı olduğumuzu da düşünürüz. Peki gerçekten öyle miyiz? Kaçımız hayatımıza dokunmuş, bize bir şekilde küçük ya da büyük bir iyilik yapmış, bir şekilde yaşamımızı kolaylaştırmış ya da hayatımıza şöyle ya da böyle katkıda bulunmuş kişileri hatırlıyoruz? Yoksa “zaten bizim hakkımızdı, diye düşünüp, yapılanları unutmayı mı yeğliyoruz? Tüm bunlar için hiç teşekkür ettiniz mi? O zaman Bakü’ye gidin derim, bazı kavramların içinin nasıl dolduğunu göreceksiniz.

Yüksek bir tepe üzerinde, amfi tiyatro biçiminde kurulan Bakü, Hazar manzarasına açılır. Hazar Denizi’nin batı kıyısında Apşeron Yarımadası’nın güneyinde, Bakü Körfezi’nin oluşturduğu geniş yayın üzerinde yer alan Bakü’ye halk arasında ‘Külekler Şeheri’ yani ‘Rüzgarlar Şehri’ diyorlar. Gerçekten de bu ülkede özellikle Başkent Bakü’de rüzgar kesilmek nedir bilmez. Evlerde çatı olmadığı hemen dikkatinizi çekecektir. Bütün mevsimlerde görülen rüzgar özellikle kış aylarında zaman zaman sokakta yürümeyi imkansız hale getirebiliyor.

Yapılan arkeolojik kazılar sonucunda Bakü’nün İsa’dan önce yerleşim bölgesi olduğu anlaşılmıştır. Bakü şehrinin ne zaman kurulduğu tam olarak bilinmemektedir. Ancak Bakü’nün ismi onun bütün özelliklerini çağrıştırmaktadır. Ateşperestlere göre, Baku- Ateşli Ada, Hintlilere göre Bagu- hakikate doğru anlamına gelmektedir. Bazı görüşlere göre Bakü- Badu Küba, Farsça büyük rüzgarlar şehri sözünden türetilmiştir. Ve nihayetinde Azerbaycanlılar şehirlerine Bakı (Baki)- ebedi demektedirler.

Bu bölgede 11. yüzyılda Şirvan Şahlar, 13. ve 14. yüzyıllarda Moğollar yaşamışlardır. 1723’de Ruslar, 1735 de İranlılar, 1806’da tekrar Ruslar Bakü şehrini ele geçirmişlerdir. 11. yüzyılda Şirvan Şahları’nın başkenti iken, ülkenin tek limanı olduğundan, ticaret merkezi konumuna gelmiştir. Gelişen ticaret nedeniyle küçük şehrin sokakları, meydanları ve limanları gelenlerle dolup taşmış ve bütün bunlar şehrin büyümesine neden olmuştur.

Bakü şehrine yolu düşenlerin ilk dikkatini çekecek şey muazzam binalarıdır. 1870’lerden itibaren yapılmaya başlayan ve bugün sapasağlam ayakta olan sayısız bina hem ihtişamı hem de süslemesiyle meraklıları derhal etkisi altına alıyor. Bakü mimarisi eski ile yeninin bir araya gelişine güzel bir örnek teşkil ediyor.

İçeri Şehir (eski şehir) merkezindeki tarihi binalarla, 20. yüzyılın başında inşa edilen şehrin modern yüzünü temsil eden binalar iç içe geçmiş durumda. Bakü’nün ana tarihi bölgesi “İçeri Şehir” ya da Azerbaycan Türklerinin deyimiyle “Köhne Şehir”dir.

Azerbaycan Türklerinin milli kimliklerinden bahsedince ilk akla gelen sözcük  “Azeri” oluyor. Azeri, Azeriler ya da Azeri Türkü olarak söz ediyoruz. Azeri kelimesi ilk bakışta Azerbaycan kelimesinin kısaltılmışı gibi görünse de doğru ifade “Azerbaycan Türkü” ya da “Azerbaycanlı” ifadesidir. Azeriler İran’da yaşamış Farsça konuşan ve etnik fars milletine mensup, ateşe tapan bir topluluk.

İçeri Şehir

12. yüzyılda beş büyük kapısı olan surlarla kuşatılmış İçeri Şeher (Köhne Bakı) bir yerleşim merkezidir. İslami yapılar ve Sovyet mimarisi iç içe. Her yanı taştan yapılmış İçeri Şeher’in sokaklarında gezerken tarihin kokusunu duyacaksınız.

Eski dönemlerde ve Orta Çağ’da Çin’den Orta ve Ön Asya ülkelerine giden, insanlık tarihinde  kıtalararası ticaret ve diplomasi yolu olarak değerlendirilen kervan yolu (Tarihi İpek Yolu), Çin’den başlayıp,  birçok ülkeden geçmiştir. Bu büyük ticaret karayolunun önemli düğüm noktalarından bir tanesi de Azerbaycan olmuş. Doğu ve Batıyı birleştiren İpek Yolu’nun (en büyük ticaret yolu) İçeri  Şeher ve çevresinde bıraktığı birçok eser bulunuyor.

İçeride çok sayıda tarihi binanın yanında müze ve ziyaretçiler için çay bahçesi, lokanta, alışveriş merkezi bulmak mümkün. “İçeri Şeher”, yontma taş devrinden bu yana nice yerleşime tanıklık etmiş; (Sasaniler, Araplar, Persler, Şirvanlar, Osmanlılar ve Ruslar) ve eski binaları, labirenti andıran dar sokakları ile ilginç bir görünüm sergilemektedir. İçeri Şehir tüm tarihi yapıları, sanat galerileri ile tam bir açık hava müzesi. Bakü’lüler, kentin çekirdek tarihi dokusu “İçeri Şeher”i alabildiğine korumaya çalışmaktadır. 12. Yüzyıl yapısı duvarları ve yapıları günümüze gelebilmiş bu doku 2000 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer almış, ancak iyi korunamadığı için 2003 yılında Tehlike Altında Olan Dünya Mirasları listesine alınmıştır.  Parke taş döşeli sokaklarında kaybolmak; hediyelik eşya dükkanlarını ve halıcıları gezmek; restoran ve kafelerinde oturup kahve ya da lezzetli yemekler eşliğinde  bulunduğunuz mekanın keyfini çıkarmak inanılmaz.

Bakü’nün simgesi olan Kız Kulesi – Giz Galasy, tarihi Sümerlere kadar uzanan kale 12. yüzyıl eseri, yontma taş ile inşa edilmiş. Yaklaşık 30 metre uzunluğunda ve sekiz katlı olan bu yapı şehrin simgesi olarak bilinir.  ХII. yüzyılda mimar Masud ibn Davut tarafından inşa edilen Kız Kulesi, bölgenin gözde yapılarından biri.  Kulenin gövdesi kireç taşından yapılmış olup içe meyilli yatay taş sıraları ve kaburgalı cephe görünümüne sahip.  Son düzenlemelerle denizden bir hayli uzaklaşmış ve halen koruma altında. Eski bir Zerdüşt Tapınağı olduğu düşünülen kale, tarih içerisinde deniz feneri, savunma kalesi ve rasathane olarak kullanılmış.

Hakkında pek çok efsanenin anlatıldığı Kulede erkek kardeşi tarafından hapsedilen bir kız yaşarmış. Tutsak kız çok mutsuzmuş ve bu azaba dayanamamış, günün birinde kendini kaleden Hazar Denizi’nin şefkatli kollarına bırakmış. Bu yüzden Kız Kulesi olmuş adı. Bir başka söylenti de hiçbir zaman düşmanlar tarafından ele geçirilemediğinden kale halk arasında bakirelik sembolü olarak Kız Kulesi diye adlandırılıyormuş. Üçüncü bir görüşte önce “Göz Kalesi” adlandırılmış, zamanla bu isim halk deyiminde değişerek “Kız Kulesi” şeklini almış. Hangisini kabul edeceğiniz artık size kalmış.

Azerbaycan paralarında ve bazı resmi belgelerde sembol olarak görülen sekiz katlı kulenin  her katı yontma taşlarla inşa edilmiş bugün hediyelik eşya butikleri ve sergiler yer alıyor  Kalenin etrafında  bir Ortaçağ Hamamı kalıntıları,  bir Kervansaray (şu anda restoran olarak kullanılıyor), Sink Kale Camii, Hoşa Kale Kapısı, Cuma Meşhed Minaresi bulunuyor. Havadan “Q” şeklinde görünen kulenin terasından bütün Bakü’yü seyretmek muhteşem.

Şehrin en ünlü tarihi ve mimarlık eseri olan Şirvan Şahlar Sarayı, gerek yerli gerekse yabancı turistlerin en çok ziyaret ettiği yerlerden biri.  15. yüzyılda  inşa edilen Şirvanlarşahlar hanedanının şahı İbrahim Halilullah’ın döneminde yapılmış. İki katlı bu saray, Bakü’nün Şirvan Şahları’na başkentlik yaptığını gösteren ihtişamlı mimari örneğidir. Günümüze kadar güzelliğibnni koruyan Şirvan Şahlar Sarayı taş mimarisinin benzersiz örneklerinden biri olarak sayılmakta ve bugün müze olarak kullanılmaktadır. UNESCO Dünya Mirası (Tarihi Eserler) Listesi’nde bulunan Külliye, ana saray binasından, divanhaneden (ziyafet salonu), mezar tonozlarından, minareli bir camiden, felsefeci ve düşünür Seyid Yahya Baküvi’nin türbesinden, Murad Kapısı’ndan, bir su deposu ve hamam kalıntılarından oluşmaktadır.

Dünyanın ilk ve tek Minyatür Kitap Müzesi, İçeri Şehir’de yer almaktadır. Müzede sergilenen kitaplar, dünyanın en büyük minyatür kitap koleksiyonu olarak Guinness Rekorlar Kitabı’na girmiştir. Müzenin kurucusu,  koleksiyonun sahibi ve müze müdürü Zarife Salahova’dır.  Sadece 7,5 cm den küçük kitapların minyatür kabul edildiği müzede 5600 kitap bulunmaktadır. Müzede, 71 ülkede basılmış kitapların her birinin bulunduğu bölümün üstünde, hangi ülkelerden olduğunu belirtmek için o ülkenin bayrağı yer almaktadır.

İçeri Şehir’in çevresinde, körfezi çevreleyen tepelerin yamaçlarında yeni ve modern Bakü’nün geniş caddelerinde eski binalar ile yeni binalar iç içedir. Çoğunlukla üç katlı olmasına karşın, bu taş binalar modern mimari örneği beş katlı bir binayla aşağı yukarı aynı yüksekliktedir. Binaları süsleyen bol miktarda heykel ve kabartmalar, kemerleri ve bina yüzeyinde çeşitli süslemeler bulunmaktadır. Bu binalar ilk petrol zengini Bakülülerin kente çağırdığı Alman ve Rus mimarlar tarafından yapılmış anıtsal/devasa yapılardır. Bu binalardaki balkon ve kapı süslemelerinin de bir o kadar etkileyici olduğunu görebilirsiniz.

Şehirdeki önemli mimari eserlerden bir kısmı II. Dünya Savaşı yıllarında özellikle Alman esirlerden yararlanılarak yapılmış. Bu dönemin en ünlü binası kuşkusuz Azadlık (eski Lenin) Meydanındaki Hükümet Binasıdır. Yeni Bakü ile neredeyse özdeşleşen bu bina estetiğiyle göz kamaştırmaktadır.

Bakü’nün belirgin özelliklerinden biri de hemen her caddenin, her sokağın başında son derece geniş, ağaçlarla ve banklarla tam bir dinlenme alanı olarak düzenlenmiş, çok miktarda park bulunmasıdır.

Sahil  boyu,  yaklaşık 150 – 200 metre genişlikte park ve dinlenme alanı olarak düzenlenmiş hat boyunca, akşam üstleri ve hafta sonları rengarenk insan manzaraları görebilirsiniz. Bakü sahilinde geniş çaplı onarım çalışmaları yürütülmüş, milli park daha büyük ve rengarenk görünüme kavuşmuş, burada bulunan birçok tesis yeniden tamir edilerek onarılmıştır. Milli Park alanının büyüklüğüne göre Paris’te Sen Nehri kıyısındaki parktan sonra Avrupa’da ikinci sırada yer almakta.  Fıskiyeler, geleneksel milli üçlü (tar, kemençe ve tef ) müzik aletleri biçiminde tasarlanmış mimarisiyle Muğam Merkezi, L. Kerimov Halı Müzesi sahil boyunca yer alan ve görülmesi gereken yerlerdir. Yeni bulvar eski bulvarın uyumlu bir şekilde devamı olarak tasarlanmıştır.

2012 yılında Azerbaycan’da Eurovision yarışması düzenlenmiş, bu amaçla Kristal Salon “Crystall-Hall – Bakı Kristal Zalı’ inşa edilmiştir. Bu çok fonksiyonlu arenada, konser, spor müsabakaları ve çeşitli etkinlikleri izleyebilirsiniz. Adının hakkını verecek nitelikteki ışıklandırmalarının Hazar Denizi üzerinde yansıması ise görülmeye değer.

Hazar sahili boyunca birkaç kilometre uzayan Bakü Bulvarı yukarıda da söz ettiğim gibi,  her zaman aile gezileri, sevgililerin buluşması ve yaşlıların dinlenmesi, bisiklet ve yürüyüş yolları, çocuk bahçeleri ile en çok tercih edilen bir mekandır. Bunun dışında söz konusu mekanın yeşil alanları bitki ve ağaç çeşitleriyle de oldukça zengindir.   

Bulvardan sonra Azerbaycan Devlet Bayrağı Meydanı başlar. Bulvar ve Bayrak Meydanı bir bütünün parçaları olup iç içe geçmiş bir gezi alanı oluşturur.  Azerbaycan ülkesinin birlik ve bütünlüğünün simgesi olarak tanımlanan bayrak direğinin yüksekliği 162 metre olup toplam ağırlığı 220 ton, bayrağın eni 35 metre, uzunluğu 70 metre, toplam alanı 2450 metrekare, ağırlığı ise yaklaşık 350 kilo olup, Guinness tarafından,  Azerbaycan bayrak direğinin dünyada en yüksek bayrak direği olduğu onaylanmıştır.

Bakü ve Azerbaycan’ın en ünlü kuleleri olarak Alev ya da Ateş Kuleleri adını en önemli zenginliklerinden biri olan petrol ve doğalgaz alevlerinden almış. Yapıldığı günden bu yana büyük beğeni toplasa da, zaman zaman eleştiri oklarının  hedefinde de yer almakta.  Bakü’nün kültürel yapısına zarar verdiği, kuleler için harcanan paranın israf olduğu gelen eleştirilerin başında yer almaktadır. 190 metre uzunluğundaki Alev Kuleleri, Bakü’nün hemen hemen her tarafından görünmektedir. Bakü’de karanlık çöktüğünde ışıklandırmalarıyla dikkat çeken Alev Kuleleri, özel günlerde günün anlam ve önemine uygun renklerle ışıklandırılıyor. 2012 yılında tamamlanan kuleler otel, ofis ve rezidans olarak hizmet veriyor.

Canlı Bakü’yü yerinde görmek için gidilecek adres şehrin en büyük meydanlarından, Bakü’nün buluşma noktası Fıskiyeler (Fevvareler) Meydanı’dır.  Etrafı parklarla çevrili geniş bir yaya bölgesi ve lüks mağazalardan alışveriş yapılabilen bir alan Merkezde yer alan bu meydandaki kafelerden birinde oturup geleni geçeni izleyebilir, Bakü’nün gündelik hayatına tanıklık edebilirsiniz. Şehir merkezinde yürüdüğünüzde, her caddenin sonunda mutlaka buraya çıkarsınız.  Şehrin sokaklarında yürürken Sovyet döneminden kalan çeşmeleri izleyerek de  bu güzel meydanda bulabilirsiniz kendinizi.

Bu arada, kentin en yüksek yapısı olan, 310 metre yüksekliğindeki Bakû Televizyon Kulesi’ni de unutmamak gerekiyor. Burada, 175 m. yükseklikteki döner restoranda mola verip, Bakû’yu kuşbakışı izleyebilirsiniz.

Bakü manzarasının en güzel resmedildiği konum Şehitler Xiyabanı noktasıdır. Bir camii, çok sayıda anıt mezar ve yine Azerbaycan’ın simgelerinden olan aralıksız yanan bir ateş şehrin görülmeye değer öğeleri arasında, burada 90’lı yılların başında Kızıl Ordu ile savaşan Azeriler ve Karabağ şehitleri anısına bizdeki Çanakkale anıtına benzeyen bir anıt bulunmaktadır. Her biri 400’er metrelik 4 şerit halinde dizilmiş mezarlıkların uç kısmında sürekli ortasında sürekli alev yanan bir anıt bulunmaktadır. Devlet önde gelenleri her sene 20 Ocak’ta (20 Yanvar) burada yürüyüş gerçekleştirirler. Aynı zamanda 1. Dünya Savaşı sırasında bölgeye yardım gönderen Türk Ordusu şehitleri anısına bir anıt daha yer alır burada. İçinde sürekli canlı tutulan dev bir anıt, sürekli dalgalanan iki ülke bayrağı ve yanan bir meşale ile “Bir millet, iki devlet” sözünün ne anlama geldiğini görebileceğiniz en güzel mekân

Parlamento Caddesi üzerindeki 1948 yılında kurulan  Faxri Xiyabani (Devlet Mezarlığı) de gezilmeye değer yerler arasındadır. Burada Haydar Aliyev’in devasa mezarı dışında devletin önde gelen kişilerinin de mezarları bulunmaktadır. Devlet adamlarının dışında Azerbaycan ulusunun refahına katkıları olmuş doktor, sanatçı, bilim insanları ve ve sporcuların  mezarları burada görülebilir.  Bu kişilerin mezarları onları anlatabilen öyküleri olan heykellerle süslü. Hem görkemli bir heykel sergisini gezmek, hem de Azerbaycan’ın önemli kişileri hakkında bir fikir sahibi olabilmek için Bakü’ye yolu düşenlere, bu mezarlığı gezmelerini öneririm.

Zerdüst (Ateşgah) Tapınağı

Ateşin Azerbaycan ile yakın ilgisi var. Buraya odlar yurdu, yani ateş ülkesi deniyor. Azeri kelimesi de ateşe tapan anlamına geliyor. İşte, Azerbaycan ve Bakü’deki çok sayıda görülmeye değer yer arasında en önemlilerinden biridir.  Yaklaşık 4.000 yıl öncesi ateşperestlerin yaşadığı Bakü civarındaki Surakhanı kasabasındaki Ateşgah Tapınağı Zerdüştlük için önemli bir tapınak.  Ortada yanan büyükçe bir ateş, çevrede ise çeşitli bölgelerden hac için gelenlerin kalıp küçük bir delikten ateşe bakarak ibadetlerini yaptıkları hücreler bulunmaktadır. Bu tapınak medresevari yapıda ateşperestlerin ayinlerini, günahlardan arınmak için kendilerine işkence çektirdiklerini simgeleyen, günlük hayatlarını yansıtan mumyaları, resimleri, kabartmaları görmek mümkün. Buraya gelen Zerdüştler, çilehane olarak adlandırılan odalarda bedenlerine eziyet vererek günahlarından arınacaklarına inanırlarmış (sönmemiş kireç üstüne yatmak ya da üstüne ağır zincirler asmak gibi), odaların bir kısmında ateş tapınağını görecek biçimde küçük pencereler var, böylece inananlar oda içinde oturup ateşi seyrederlermiş. Günümüzde hücreler müzeye dönüştürülmüş olsa da, eski dönemlerden yakın tarihe kadar geçen olaylar hakkında bilgi veren eşya, maket ve figürler; zamanın tüm ruhunu taşımaktadır. Eskiden İpek Yolu tüccarları için önemli bir uğrak yeri olması, yapının başka bir özelliğidir.

Azerbaycan ve Nar 

Nar, tarihî çağlar öncesine dayanan bir meyve.  Çok eski zamanlara ait olan tapınaklarda yapılan arkeolojik kazılarda nar bitkisinin yaprak, dal ve tohumları bunun bir kanıtı olsa gerek. Bilim insanlarına göre narın vatanı Azerbaycan ve dünyaya da buradan yayılmış. Nar, Azerbaycan’ın yanı sıra Türkiye, Hindistan, Çin, Yunanistan, İran, Afganistan, Amerika, İspanya, İtalya ve daha bir çok  ülkede yetişmektedir, hatta İspanya’da bir şehre de ad vermiştir: Granada.

Azerbaycan masallarında, efsane, hikâye, mit, ata sözleri, deyim, alkışlarında, beddualarında, bulmacalarında türkü ve mânilerinde narın özel bir yeri var. Burada oğlanlar evlenmek istedikleri kızlara sevgi simgesi olan olgunlaşmış nar gönderirler. Yeni evlenenlerin ayaklarının altına nar atarlar ki, onlar bolluk içinde ve bahtiyar yaşasın ve nikâhları nar gibi bütün olsun, bozulmasın. Birçok yerler, kutsal mekânları narla süslerler.  Azerbaycan masallarında sık sık nar motifine rastlanır. Nar kızı, Nardan vs. olduğu gibi. Azerbaycan türkülerinde de narın ayrıcalıklı bir yeri var. “Nar ağacı, nar çiçeği, bir yıldızdır her çiçeği” gibi. Nar yalnızca masallara, türkülere renk katmamış, ressamların da sık sık seçtikleri meyve konumunda.  Azerbaycan’ın “Nar Festivali, Geleneksel Festivali ve Nar Kültürü” UNESCO Somut Olmayan Kültürel Miras Listelerinde yer almaktadır.

Son Söz

Özetle, Bakü, batılı petrol şirketlerinden miras 17. ve 18. Yüzyıl ”klasik Avrupa mimarisini” de barındıran ve sokaklarından caddelerine, bina cephelerinden meydanlarına kadar sayısız ”heykellerle” donatılmış muhteşem kent güzelliğiyle birlikte, çok sayıdaki tiyatroları, konser salonları, sinemaları, galerileri, müziğin her dalında konservatuarları ve çocuklardan yaşlılara ”yaratıcılık” okullarıyla da sadece Azerbaycan’ın değil, tüm Kafkasya’nın her açıdan kültür başkentidir.

Her şehrin bir hikayesi olduğu gibi, dokusu, kendisine özgü ve şehre ayak bastığınız an sizi çarpan bir kokusu olduğuna inanırım.  Bakü’nün kokusu ise neft (petrol) ve zeytin ağaçlarının karışımından oluşan ve sizde alışkanlık yapan bir koku.

Milattan öncesi tarihlere dayanan geçmişi ile birçok kültürü bünyesinde barındıran şehir, doğal güzellikleri, cana yakın misafirperver tutumu ve tarihi dokusunu her sokağına yansıtıyor.

Hazar Denizi’nin kıyısında Bakü’de Asya ile Avrupa, Müslümanlık ile Hıristiyanlık, Doğu ile Batı iç içe ama karşı karşıya yaşar. Bakü’yü yakından tanımak için Azeri genci Ali ile Gürcü Prensesi Nino’nun dillere destan aşkını anlatan Kurban Said’in başyapıtı olan Ali ve Nino’yu okumalısınız.

Kurban Said  tarafından yazılan (1937)  eserin konusu birbirinden farklı din ve kültürlere ait iki insanın aşkından oluşuyor. Doğu kültürünün bir parçası olan Ali Han Şirvanşir ve Batı kültürünün bir parçası olan Nino Kipiani arasındaki aşk lise sıralarında başlıyor. Tüm farklılıklarına rağmen birbirini seven çift ailelerinin itirazlarına ve Nino’nun çekincelerine rağmen evlilikle mutlu sona ulaşmış görünür, ancak şansızlıklar peşlerini bir süre bırakmaz. Ali’nin ülkesi olan Azerbaycan’da savaş çıkınca, Ali ülkesini korumak için cepheye gider ve orada yaşamını kaybeder. Nino’nun babasının engellemelerine rağmen evlilikle mutlu sona ulaştığı düşünülen hikâye bu acı sonla biter. Ancak Nino ve Ali’nin hikâyesi belki de tam bu noktada iki roman kahramanı olmaktan çıkıp ölümsüzleşmeye başlıyor.

Gürcistan’ın Tiflis şehrinde Tamara Kvesitadze isimli bir heykeltıraş, 2007 yılında Ali ve Nino’nun aşkından esinlenerek, 8 metre uzunluğunda bir heykel yapmaya başlar. 2010 yılında Gürcistan’ın ünlü şehri Batum’da, deniz kıyısına konumlandırılır ve adına da “Aşk Heykeli” denir. Motorlu bir mekanizma ile çalışan heykelin en güzel yanı ise kadın ve erkek heykellerinin önce göz göze gelmesi ve daha sonra iç içe geçerek tek bir vücut olmasıdır. Bu görsel şöleni merak ediyorsanız şöyle bir videosu da var. https://www.youtube.com/watch?v=aEi1apLlyjk

Kitabı bulamaz iseniz eğer, 2015 yapımı filmi izleyebilirsiniz. Yönetmenliğini dünyaca ünlü Hint asıllı İngiliz sinemacı Asif Kapadia üstlenmiş, başrollerini Maria Valverde, Adam Bakri ve Halit Ergenç’in oynadığı Ali ve Nino, Kurban Said’in aynı adlı romanından uyarlanmıştır.

 

 

Heybeliada Gezi Rehberi: En Yeşil Prens Adası

Heybeliada Marmara Denizi’nde İstanbul’un güneybatısında, yüzü İstanbul’a dönük bir ada… Bizans döneminde prenslerin, prenseslerin, kraliçelerin sürgüne gönderildiği dokuz Prens Adası’ndan biri. Bu adaların içinde Büyükada’dan sonra ikinci büyük ve en yeşil adası. Adanın yerleşik nüfusu 7000 kişi civarında olmasına rağmen yazın nüfusu bir kaç kat artmaktadır. Ancak adanın İstanbul’a çok yakın ve ulaşımın kolay olması nedeni ile hafta sonu günübirlik ziyaretçiler ile 50.000 kişiye ulaşabilmektedir.

Ada adını şeklinin denize bırakılmış bir heybeye benzemesinden almıştır. Eski Rumca adı adada bakır madeni çıkartılması nedeniyle bakır anlamına gelen Halki’dir.

Ulaşım
İstanbul’a çok yakın olan adaya Bostancı, Kartal, Kadıköy, Kabataş, Beşiktaş, Eminönü iskelelerinden çeşitli firmalar tarafından sık seferler ile yapılmaktadır. Şehir Hatları ve Mavi Marmara seferlerine aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz.

Şehir Hatları Adalar Vapur Seferleri

Mavi Marmara Adalar Vapur Seferleri

Gelelim ada içi ulaşımına; Adada motorlu taşıt kullanılmamaktadır, son yıllarda faytonların yerine elektrikli toplu ulaşım araçları ve 3 yolcu alan ada taksileri kullanılmaktadır. Yine de ada ruhunu hissetmek için,  yürüyerek dolaşmak veya günü birlik bisiklet kiralamak en uygun yöntemler. Heybeliada dört tepeden oluşuyor yine de yürüyerek veya bisikletle dolaşmak yorucu olmuyor.

Heybeliada Gezilecek Yerler

Bostancı İskelesi’nden sabah vapurla sadece yarım saat süren yolculuk ile Heybeliada Vapur İskelesi’ne ulaştık.

Tüm adayı yürüyerek dolaşmayı planlamıştık, kızılçam ormanları içinde rahat bir yolculuk yapacağımıza inanıyorduk ve gerçekten de öyle oldu. Tam 360 derece ada turu 11 km yürüyerek tamamlanabiliyor. Adanın görülecek yerlerini rotamızdaki sırası ile dolaşmaya başlayabiliriz.

Ada gezimizi Kasım ayında hafta içi yapmayı tercih ettik. Hem hafta sonu kalabalığından kaçınmak hem de sonbaharın sarı kızıl renkleri ile adada doyasıya yürüyüp tüm tarihi ve doğal yerleri görmeyi amaçladık. Bir tam günde bunları yapabildik. Heybeliada Vapur İskelesi’nde inince sağ tarafta sahil kenarında çay bahçeleri, kahvaltı yerleri yer alıyordu.

Sol tarafta deniz kenarında bembeyaz rengi ile Deniz Lisesi adada bizi ilk karşılayan tarihi bina. Osmanlı İmparatorluğu döneminde 1773 yılında kurulan Bahriye Mektebi önce Kasımpaşa’da eğitime başlamış, 1834 yılında bugünkü Deniz Lisesi’nin yerinde Kalyoncu Köşkü’ne taşınmış. Arada bir dönem okulun yeri değişmekle birlikte 1851 yılından sonra bu tarihi binada eğitimi sürmüş. Yıllarca Deniz Kuvvetlerine asker yetiştiren bu okul 15 Temmuz 2016 olaylarından sonra eğitime kapatılması ile bugün sessiz mahzun duruyor.

Tüm bir ada turunu yapmak istediğimize göre iskelenin sağından veya solundan başlayabilirdik yürüyüşümüze. Deniz Lisesi’nin yanında biraz zaman geçirdikten sonra yön konusundaki kararsızlığımız Deniz Cafe sahibi Ahmet tarafından çözüldü. Yıllardır adada yaşayan bir denizci asker olan Ahmet bey kendi imkanları ile bir harita bastırmış, hemen haritayı elimize verdi. Tura öncelikle Ruhban Okulu tarafından yani sağ taraftan başlamamızı önerdi. Böylece sahile paralel sokağa daldık.

Aya Nikola Kilisesi hemen merkezde ilk karşımıza çıkan kırmızı renkli kilise, 1857 yılında daha önce aynı yerde yıkıntıları olan bir Bizans kilisesinin üzerine kurulmuş. Kilise denizcilerin koruyucusu Aziz Nikola’ya adanmış. Kilise kapalı olduğundan içini gezmek mümkün olmadı.

Kiliseden sonra asıl hedefimiz Ruhban Okuluna tırmanmak idi. Bu arada geçtiğimiz sokakta hem eski, hem bakımsız hem de yeni ancak dokuya uymayan evler karşımıza çıktı.

Sokağın sonunda elimizdeki haritaya göre aradığımız Eski Rum Okulu’nun taş binası da terk edilmiş mahzun duruşuyla karşımızdaydı.

Rum okulunun yanından yukarıya doğru yürümeye devam ederken, öncelikle görmek istediğimiz adanın simgesi ve en önemli yapısı Ümit Tepesi’ndeki Ruhban Okulu için tırmanmaya başladık. 600 metrelik çok dik olmayan orman yolunun güzelliği ile bu tırmanış hiç yormuyor insanı.

Ruhban Okulu, Heybeliada Ayia Triada Manastırı’nda 1844 yılında açılmış. Atina Üniversitesi’nde kurulan Teoloji Okulundan sonra akademik düzeydeki ikinci okul olması nedeni ile Ortodoks alemi için özel bir öneme sahip. 1923 yılına kadar Yüksek Ortodoks Teoloji Okulu adı ile din adamı yetiştirmek amacı ile eğitim vermiş. Daha sonra Heybeliada Ruhban Okulu olarak 1971 yılına kadar açık kalmış.

Binanın gösterişli kapısından adım atınca içeride bembeyaz mermerli sütunlu bir giriş karşılıyor. Sağ taraftaki koridorda sınıflar yer alıyor. Okulun içine girip sadece birinci kat ve bu katta bir sınıf gezilebiliyor.

Okulun diğer yanında tarihi Ayia Triada Kilisesi yer alıyor. Bizans döneminin önemli manastırlarından olan yapı 9.yy’da inşa edilmiş. İstanbul’un fethi sırasında kilise yok edilmiş, 1550 yılında tekrar inşa edilmiş.

Ruhban Okulu adanın en yüksek hakim tepesinde yer aldığından vapurla adaya yaklaşırken ve adanın bir çok yerinden görünüyor. Okul kompleksi karşı kıyıda İstanbul sülieti, doğu yönünde Büyükada, batıda Burgazada, kuzeybatıda Kınalıada manzaraları sunuyor. Bu kadar stratejik ve doğal yerleşim yerindeki tarihi bina adanın en özel alanı.

2013 yılında başlanan bir çalışma ile okulun bahçesi beş bölümde tematik bahçeler olarak düzenlenmiş. Bu bölümler, Fazilet yolu, yenilebilir ürünlerden oluşan bitkiler bahçesi, Kutsal Kitap bahçesi, Bizans çayırı, bahçe sanatının müzesi olarak isimlendirilmişler. İngiliz, Brezilyalı, Yunan sanatçı ve botanikçilerden destek alınmakta bu düzenlemeler için.

Sıradaki görülecek yerimiz İsmet İnönü Müze Evi idi. Ümit Tepesi’nden aşağıya doğru önce Heybeliada Cami’sinin önünden ve köşklerin arasından geçerek ilerledik.

İsmet İnönü Evi sokağında restore edilmiş veya edilmemiş konaklar arasından ilerlerken bugüne kadar gördüğüm en ilginç konağın fotoğrafını paylaşmadan olmaz. Fotoğrafa bakar mısınız bir konak yarısı restore edilmiş yarısı bakımsız kalmış. Merakımdan İsmet İnönü Evi’nde görevli kişiye sordum. Tahmin ettiğiniz gibi iki varisi olan bir ev, bir varis evinin içine ve dışına bakıp evin yarısını kullanırken diğer varis hiçbir şey yapmamış kiraya veriyormuş.

Gelelim İsmet İnönü Müze Evi‘ne. Adanın en temiz bakımlı, amacına uygun kullanılan tek binası. İsmet İnönü’nün 1924 yılında geçirdiği rahatsızlık sonrası doktorlar mutlaka dinlenmesi gerektiğini belirtmişler. Bu amaçla yer aranmış ve Heybeliada’da bu köşk kiralanmış. Ailecek bu köşkte yaşanmış, 1934 yılında da ev satın alınmış ve evin eşyaları Atatürk tarafından hediye edilmiş.

Evde o günden bu yana kullanılan eşyalar sadece yüzleri yenilenerek sergileniyor. Evde İsmet İnönü’nün çalışma odası, ailenin yaşam alanları ve günlük eşyaları sergilenmekte. Kurtuluş Savaşımızın önemli komutanı, Başbakanımız ve Cumhurbaşkanımızın ailesi ile yaşadığı evin doğallığı, sadeliğinde, şatafattan uzak yaşam anlayışı açıkça görünüyor. Ayrıca müze görevlisi ziyaretçiler ile tek tek ilgilenip bilgilendiriyor. Bugün ev ve bahçe çeşitli etkinlikler için kullanılabiliyor. Pazartesi günleri dışında her gün 10.00-18.00 arası halka açık ücretsiz gezilebilen örnek evi görmenizi öneriyorum.

İsmet İnönü Müze Evi’nden çıkıp Hüseyin Rahmi Gürpınar Evi’ne gitmek istedik ancak evin bakımsız ve kapalı olduğunu duyunca adanın uzun turuna başlamak üzere Refah Şehitleri Caddesi’nden yürümeye devam ettik. Bir süre sonra yerleşim yerleri yerini sakin, sessiz kızılçam ağaçları arasında yürüyüş yoluna bırakmıştı. Bu yol üstünde orman içinde piknik alanları ve denize girmek için plajlar bulmak mümkün.

Yine orman içerisinde atların konakladıkları yerlerin yanından yürümeye devam ettik.

Orman içi yürüyüşümüzün bir yerinde Terk-i Dünya Manastırı yazısı ile yoldan 30 metre kadar içeriye döndük. Tam bir tepenin üzerinde müthiş manzaralı kırmızı boyalı tek katlı bir ev. Bir yönü Çam Limanı Koyu’na diğer yönü İstanbul’a bakan harika bir yer. Dünya nimetlerinden uzaklaşıp inzivaya çekilmek isteyen bir keşiş 1860’lı yıllarda burayı yaptırmış, sonraki yıllarda inzivaya çekilmek isteyen keşişler de kilisede kalmışlar. Kilise 1890 yılında depremde yıkılmış olsa da 1954 yılında bir piskopos tarafından restore edilmiş. Ev görüntüsündeki kilise kapalı olduğundan gezemedik. İçinde ikonlar bulunuyormuş. İnzivaya çekilmek için bu kadar manzaralı yer çok cazip görünüyor. Terk-i Dünya Manastırı’ndan görüntü ise adanın en güzel manzaralı koyu. Çam Limanı Koyu, yazın da denize girmek için güzel bir koy.

Çam Limanı Koyu’nun sağ tarafındaki tepede Terk-i Dünya Manastırı, sol tarafında yine bir tepede Heybeliada Sanatoryumu yer alıyor. Atatürk tarafından 1924 yılında Türkiye’nin ilk verem hastanesi olarak kurulmuş. Böylesine güzel çam ormanının içinde bol oksijenli bir ortamda hastaların doktor kontrolünde olması ne büyük bir ayrıcalık. 2005 yılına kadar hizmete açık olan Sanatoryum bugün terk edilmiş, binalar harabeye dönmek üzere. 1999 İstanbul depreminde hasar gören binaların yenilenmesi yerine tamamen terk edilmiş binalar ve önündeki doyumsuz manzara.

Askeri alanın yanında iskeleye doğru ilerlerken karşıda Büyükada manzaralı Uçurum Manastırı’nın bahçesine girmek mümkün olamadı.

İstanbul’un güzel yeşil adası Heybeliada gezimiz güneş batarken bitti. Artık dönüş yoluna geçebilirdik.

Son Söz

Heybeliada gezimiz günübirlik bir gezi oldu. Öğleye doğru başladığımız gezide yarım günde tüm adayı yürüyerek dolaşabildik. Yaz dönemi olmadığı için deniz keyfi yapamadık. Çam Limanı Koyu, Alman Koyu, Fransız Koyu ve Sadık Bey Plajlarında yüzülebilir. Günübirlik gidenler Değirmen Burnu’nda piknik yapabilirler. Ayrıca gün sonunda kıyıda deniz ürünleri tatmak mümkün. Bizim amacımız sonbaharda adada yürümek olduğu için yemek veya bir şeyler tatmak, içmek için de zaman ayıramadık. Akşam üzeri güneş batarken tekrar İstanbul’a dönüş yoluna geçtik. Tercihe bağlı tüm gün içinde kısa tur yapılıp ancak mutlaka Ruhban okulu ve İsmet İnönü Müze Evi’ni ziyaret edip daha kısa yürüyüş ile diğer aktivitelere zaman ayırmak mümkün. Adadan çok keyifli anılarla ayrıldık. Ancak içimizi sızlatan noktalara değinmeden geçemeyeceğim. Tarihi Deniz Lisesi kapalı, Ruhban Okulu kapalı ancak en azından ziyarete açık, ünlü yazar Hüseyin Rahmi Gürpınar Köşkü bakımsız, Eski Rum Okulu binası terk edilmiş, Atatürk’ün isteği ile 1924 yılında kurulmuş Türkiye’nin ilk verem hastanesi kapalı, tek bakımlı ve ücretsiz ziyarete açık yer devlet eli ile değil İnönü ailesinin kurduğu Vakıf tarafından bakımı yapılan İnönü Evi.

Tarihi, doğası, iklimi ile özel İstanbul’a çok yakın tam bir huzur, kaçış yeri Heybeliada daha çok yatırımı hak etmiyor mu?

Adım adım gezdiğimiz Heybeliadayı video ile gezmek ister misiniz?