Dubrovnik, Güneydoğu Avrupa’da konumlanmış Balkan ülkesi Hırvatistan’ın güneyinde Adriyatik kıyısında bir şehri. Dubrovnik Hırvatistan-Crotia’nın en gözde tarihi ve turistik şehri.
Dubrovnik halkı tarih boyunca bağımsızlığını korumak amacı ile hem denizden hem karadan yüksek surlarla çevirmiş şehri. Beyaz surlarla çevrili şehir Orta Çağ’dan günümüze en iyi korunmuş tarihi şehirler arasında yerini almış. Tarihi şehir ziyaretçilerini zaman tünelinde Orta Çağ’da yolculuğa çıkartıyor. Ya da tam bir film stüdyosunda dolaşıyor ziyaretçileri. Film endüstrisi de bu özelliği ile Dubrovnik’i son yılların en gözde dizilerinden Games of Thrones’un film stüdyosu olarak değerlendirmiş. Hatta şehirde adım adım Games of Thrones çekimlerinin yapıldığı yerler için özel turlar düzenleniyor.
Dubrovnik’te yapılacaklar sadece tarihi Old Town surları, sokakları, binaları ile sınırlı değil. Surların gerisinde lacivert, pırıl pırıl Adriyatik Denizi kıyısında çok sayıda plajları, adaları ile harika bir deniz tatili de sunuyor.
Niçin Dubrovnik
Balkanlar gezisinin olmazsa olmaz şehri, mutlaka görülmeli.
Adriyatik kıyıları farklı bir coğrafya, farklı bir kültür.
Dubrovnik Old Town dünyada en iyi korunmuş Orta Çağ şehirleri arasında sayılıyor, görmeye değer.
Dubrovnik gezisi ile sadece bu şehir değil Karadağ’ın iki güzel şehri Budva ve Kotor da gezilebilir, Kotor sadece yarım saat, Budva iki saat uzaklıkta. Karadağ karayolu veya deniz yolu ile kolaylıkla ulaşılabilen ikinci ülke olacak Hırvatistan’ın yanında. Ayrıca Dubrovnik’ten kuzeye Bosna Hersek’e de geçebilirsiniz.
Dubrovnik bir dönem Türklerin çok ilgi gösterdiği turistik tatil şehri idi, ancak Hırvatistan’ın Avrupa Birliği’ne girmesi ile vize zorunluluğu bu talebi azalttı. Yine de halkı Türklere alışkın, Türkçe bilen esnafa rastlayabilirsiniz.
Dubrovnik’e İstanbul’dan direk uçuş ile 2,5-3 saatte gidilmekte.
Tarihi ve doğası ile özel bu şehrin mutfağı da zengin ve damak tadımıza uygun. Özellikle deniz ürünleri, zeytinyağlıları ve et çeşitleri lezzetli.
Ilıman Akdeniz iklimi ile yılın birçok ayında gezilebilir.
Dubrovnik Balkanların diğer şehirlerine göre en fazla turist çeken şehirler arasında, dolayısı ile diğerlerine göre daha pahalı bir şehir. Konaklama, yeme içme de diğer Balkan ülkelerine göre daha yüksek. Bu noktayı belirtmeden de geçmeyelim.
Ulaşım
Dubrovnik, Yugoslavya Federe Cumhuriyeti’ne bağlı olduğu dönemde turizmde ön plana çıkınca şehre havaalanı yapılmış. Türk Havayolları ve Croatia Havayolları’nın İstanbul’dan direk uçuşları bulunmaktadır. Ülkenin başkenti Zagrep üzerinden veya çevre ülkelerden de aktarmalı olarak ulaşılabilir. Şehre sadece 20 km uzaklıktaki havaalanından eski şehre sık otobüs seferleri bulunmaktadır.
Dubrovnik gezinizde çevre ülkeler Karadağ veya Bosna Hersek’i rotanıza ekleyebilirsiniz. Biz Dubrovnik’e Kotor’dan kendi arabamız ile ulaştık. Kotor çıkışında yanlışlıkla dağ yollarına sapsak da sonunda doğru, keyifli ve daha kısa yolun deniz kenarından gittiğini anladık. Aslında Kotor Dubrovnik arası sadece 91 km ancak yol iki saate yakın sürüyor. Yolun keyfi manzarasından geliyor önce Kotor Körfezi kıyısından dolaşarak Adriyatik Denizi’ne ulaştık. Yol manzarası harika ancak biraz dar ve tırmanmalı olduğu için dikkatli araba kullanmak gerekiyor.
Ulaşım alternatifi olarak çevredeki turistik şehirler Kotor, Budva, Mostar, Saray Bosna’dan düzenli otobüs seferleri bulunmakta Dubrovnik’e.
Şehirde zamanımızın çoğu eski şehir civarında geçiyor, tüm şehri yürüyerek dolaşabiliyoruz. Eski şehre araç girişi yasak, Konaklama eski şehir içinde veya yakın çevrede olursa ulaşım sorunu bulunmuyor. Ancak biz arabamız olmasına güvenip, ekonomik olması nedeni ile merkeze daha uzak bir yerde konakladık. İlk gün eski şehir civarında bir otoparka arabamızı bıraktık, saatine 7 Euro gibi çok yüksek bir rakam ödeyince Dubrovnik’te otoparka araba bırakılmayacağını öğrenmiş olduk. Bu ders sonrası ertesi gün kaldığımız bölgeden belediye otobüsü ile ulaştık şehir merkezine. Belediye otobüsleri sık, eski şehir Pile Kapısı’na kadar getiriyor, bileti otobüs duraklarının yanındaki büfelerden alırsanız otobüsteki fiyatına göre daha düşük ücretli.
Konaklama
Dubrovik’te tarihi şehir içinde veya surlar dışında çevredeki yerleşim alanlarında otellerde, hostellerde kalınabilir.
Biz 15 günlük Balkanlar turumuzda iki gece ayırdık Dubrovnik’e. Eski şehir yakınında kalmamamıza rağmen en yüksek konaklama ücretini burada verdiğimizi belirtmeliyim. Çok fazla turist çeken şehir yaz döneminde doğal olarak daha yüksek konaklama ücreti de yüklüyor ziyaretçilerine.
Dubrovnik Kısa Tarihi
Dubrovnik’i 7. yy’da Mora Yarımadası Epidaurum’da yaşayan ancak Avarların saldırılarından kaçanlar kurmuşlar. Bölge önce Bizans İmparatorluğu, sonra Venediklilerin yönetiminde kalmış. 14. ve 19. yy arasında bağımsız Ragusa Cumhuriyeti kurulmuş bölgede. Dubrovnik, Ragusa Cumhuriyeti’nin başkenti olmuş (1358-1808). Bağımsızlığına çok önem veren bu devlet başarılı diplomatik ilişkiler kurmuş büyük devletlerle. Bu yıllarda Osmanlı İmparatorluğu Balkan topraklarında hüküm sürerken, Ragusa Cumhuriyetinin bağımsızlığına dokunmamış ancak vergiye bağlamış. 15 ve 16. yy’da deniz ticaretinde başarıları ile Venediklilerin rakibi olmuşlar. Osmanlı ile iyi ilişkiler ile de sadece Adriyatik kıyılarının ötesinde Asya, Avrupa, Karadeniz, Akdeniz’de ticarette hakim olmuşlar.
Bağımsız, zengin, aristokrat ve diplomatik cumhuriyet döneminde, şehir Rönesans sanatı ve mimarisi eserleri ile donatılır. Ancak 1667 yılındaki büyük deprem ile şehir yerle bir olurken sadece Rektör Sarayı ve Sponza Sarayı ayakta kalır. Deprem sonrası şehir bugünkü halini oluşturan barok stili yapılar ile yeniden inşa edilir. Şehrin mimari eserleri yeniden yapılsa da Ragusa Cumhuriyeti bu dönemde deniz ticaretinde gücünü ve zenginliğini yitirmeye başlar.
Dalmaçya kıyılarında hakimiyetlerini arttıran Fransızlar 1806 yılında bu her anlamda zengin cumhuriyeti yıkarlar. 1815 yılında da şehir Avusturya Habsburg Hanedanlığı topraklarına katılır. Avusturya hakimiyetinde olduğu dönem Dubrovnik’in turizmde öneminin arttığı yıllar olur. Ünlü İngiliz şair Lord Byron Avrupa ve Yakın Doğu gezileri sırasında gezdiği Dubrovnik’i ‘the Pearl of Adriatic’ olarak adlandırır. Bugün de kullanılan Adriyatik’in incisi unvanı Dubrovnik’e çok yakışmış.
I.Dünya Savaşı sonrası 1918 yılında Yugoslavya’ya bırakılır Dubrovnik. 1945 yılında Yugoslavya Federe Cumhuriyetleri’nden Hırvatistan topraklarındaki şehir, tarihi dokusu ve doğası, plajları ile tüm dünyanın ilgisini çeken bir turizm merkezi olur. 1979 yılında da tarihi şehir UNESCO Dünya Mirasları Listesi’ne girerek koruma altına alınır. Bu arada turizmin geliştirilmesi amacı ile şehre havaalanı yaptırılır ve askeri birliklerden arındırılır.
Dubrovnik, 1990’larda Yugoslavya’nın dağılmasından en çok zarar gören şehirlerden biri olur. Sırpların aylar süren saldırısı ile şehir binaları çok zarar görür. Ancak ülkenin bağımsızlığını kazanması sonrası UNESCO desteği ile şehir yeniden düzenlenir.
Gezelim Görelim
Old Town 21 km karelik bir alan kaplamakta, iki kilometre boyunca surlar şehri çepeçevre sarmış.
Şehre ziyaretçilerin girişi iki ana kapıdan; Pile Kapısı ve Ploce Kapısı. Her iki kapıdan da girişte, sizi şehri tam ortadan ikiye bölen 300 metre uzunluğundaki ünlü Stradun Caddesi karşılıyor. Diğer sokaklar bu caddeye paralel veya dik kesiyorlar. Stradun Caddesi üzerindeki kiliseler, saraylar, galeriler, kafeleri restoranları göz alıyor. Acaba hangi tarafa yönelmeli diye kararsızlık geçiriyoruz. Biz ilk günümüzde caddeyi boylu boyunca dolaşıp, ara sokaklarını da arşınladıktan sonra akşam yemeğimizi en hareketli, canlı bölgede yedik. İkinci gün ise sabah erkenden şehir surlarında dolaşarak başladık gezimize. Öğleden sonra da Adriyatik kıyısında tekne gezisi ve plaj keyfi yaptık. Özet olarak Dubrovnik tarih kültür gezisi yanında yarım gün deniz keyfi yapmak isteyenler için 2 gün, Adriyatik kıyısında deniz tatili de yapmak isteyenler için 3-4 günde gezilecek bir şehir.
İkinci gün gezimize surlar üzerinde başladık. Daha önce gezdiğimiz Karadağ’ın iki Ortaçağ Şehri Budva ve Kotor’da da surlar vardı ancak şehirler daha küçük ve surların üstünde kesintisiz bu kadar uzun yürüme seçeneği yoktu.
Pile kapısından girince hemen solda surlara çıkan merdivenler ve bilet satış gişesi bulunuyor. Surların üzerine çıkmayı planlamamıza rağmen ücreti hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. Bilet ofisine ücreti sorunca aldığımız 35 Euro rakamının şaşkınlık yarattığını belirtmeliyim. Sadece surlar veya Dubrovnik Kart fiyatı da aynı rakam. Bu durumda surların yanında müzeleri de, toplu ulaşımı da kapsayan Dubrovnik kart almak daha avantajlı .
13.yy’da zengin şehri hem denizden hem karadan gelen saldırılara karşı korunmak amaçlı yapılan surlar, deniz tarafında daha ince kara tarafında 4-6 metre kalınlıkta ve yüksekliği bazı yerlerde 25 metreye kadar çıkıyor.
Surların kuzeyine Minceta Kulesi, doğusuna Revelin Kalesi inşa edilmiş. Yine güvenlik amaçlı güneydoğuya St John Kalesi, batısına da Bokar ve Lovrijenac kaleleri yaptırılmış. Games of Thrones çekimleri de Lovrijenac Kalesi’nde çekilmiş. Bu kale 11.yy’da kocaman bir kayanın üzerine kurulmuş ve Pile Körfezi’ne giriş çıkışları gözetlemeyi sağlıyormuş.
Surlar üzerinden yürümek ayrı bir keyif. Tüm Eski Şehrin turuncu renkli çatılarının sokaklarının tepeden görünüşü yanında lacivert Adriyatik Denizi, adaları, plajları ile tarih ve doğa görsel bir şölen sunuyor. Surlar saat 8.30-19.30 arası açık, tüm bir tur 1,5-2 saat sürüyor, yaz mevsiminde öğle sıcağına kalmadan erken saatte veya akşam üzeri çıkmanın önemini hatırlatmalıyım.
Surların üzerinde tüm turumuzu attıktan sonra şehrin sokaklarında dolaşmaya başlayabiliriz.
İki kapı arasında boydan boya uzanan 300 metrelik Stradun Caddesi Old Town’ın en hareketli bölgesi.
Pile Kapısı’nın girişinde Büyük Onofrio Çeşmesi yer alıyor. Büyüklüğünün yanı sıra, on altı musluklu ve musluklarının üzerindeki maskeler ile mimari olarak dikkati çeken çeşme mimarının adı ile anılmakta.
Ploce Kapı’sının hemen başında Çan Kulesi, Orlando Sütunu, Sponza Sarayı ve Dominikan Manastırı yer alıyor.
15. yy’da kalma 31 metre yüksekliğindeki Çan Kulesi Stradun Caddesi’ne girer girmez dikkatinizi çekecektir. Çan kulesi Luza Meydanı’nda Sponza Sarayı’na bitişik. Çan Kulesi 1444 yılında yapılmış ancak 1667 yılındaki depremde hasar görmüş ve 1929 yılında tamamen yıkılıp yeniden yapılmış.
Sponza Sarayı, Gotik ve Rönesans stili ile dikkati çeken saray 1500’li yılların başında yapılmış. Bugün saray Dubrovnik Savunma Müzesi ve Devlet Arşivi olarak hizmet vermektedir.
Yine Luza Meydanı’nda St. Blaise Kilisesi bulunmakta. Kilise 14.yy’da yapılan ancak 1667 yılında depremde yıkılan kilisenin yerine 1706-1714 yılları arasında yapılmıştır.
St. Blaise Kilisesi’nin önünde Orta Çağ’da şehrin koruyucusu olarak tanınan şövalye Orlando için yapılan Orlando anıtı bulunuyor. Koruyucu Orlando heykeli şehrin özgürlüğünün simgesi olarak değerlendirilmiş.
Çan Kulesinin solunda Rektör Sarayı yer alıyor. Ragusa Cumhuriyeti döneminde 13.yy’da şehrin yöneticileri için yaptırılan saray sonrasında değişik amaçlarla kullanılmış. Sarayda silahlık, cephane ve hapishane de bulunuyormuş. Bugün Saray Kültürel Tarih Müzesi olarak hizmet veriyor. Saray saat 9.00-18.00 arasında açık. Biz müzeyi gezmeyi çok istemememize rağmen zaman ayıramadık.
Dubrovnik surlarının hemen dışında Pile Kapısı’na yakın girişte Fransisken Manastırı bulunuyor. 13. yy’da yapımına başlanan bu dini kompleksin önemli bir özelliği de Avrupa’nın ilk eczanesinin burada kurulması. Manastırın içinde ayrıca bir kütüphane bulunuyor.
Dubrovnik Old Town elinizde bir harita olmadan da rahat rahat dolaşacağınız bir şehir. Stradun Caddesi’ne paralel ve dik kesen sokaklarda zaten göz alıcı binalar dikkatinizi çekecektir. Bu ara sokaklarda çok sayıda restoran ve kafelerin yanı sıra, hediyelik eşya dükkanları da davetkar görünüyor.
Stradun Caddesi’nde çok sayıda kafe ve restoran olmasına rağmen caddenin paralelinde tesadüfen çıktığımız meydanın akşam üzeri çok daha canlı olduğunu gördük. Meydan’ın çevresinde yer alan oturulacak yerler gün batmadan dolmuş gibiydi. Kahve, bira, şarap, pizza, deniz ürünleri, kebap gibi çok çeşitli seçeneklerin olduğu görünüyordu. Meydanın bir köşesinde merdivenler ile yine küçük bir alana çıkılıyor burada iki kilise bulunuyor. Jesuit Merdivenleri ve Jesuit Kilisesi 1667-1725 yılları arasında yapılmış, Roma’daki İspanyol merdivenlerine benzetilmeye çalışılmış. Biz bu meydanı çok sevdiğimiz için iki akşamımızı da burada geçirdik. Kısaca Ortaçağ şehrinin her köşesi, her saat hareketli. Gündüz görülen turist kalabalığı azalsa da bu kez tarihi binalarda sunulan yiyecekler, içeceklerle şehrin gecesini de yaşamak isteyenlere hizmet devam ediyor.
Dubrovnik Plajları
Dubrovnik’te tarih ve kültür gezisi yapmak isteyen gezginler Ortaçağ şehir içindeki görsel şölenden çok etkilenecekler. Ancak tarihi şehirde dolaşırken size eşlik eden lacivert Adriyatik Denizi görüntüsü, adaları, plajları da deniz keyfi yapmadan dönemeyeceğinizi anlatacak. Bu nedenle Dubrovnik adaları ve plajlarından söz etmeden olmaz. Daha surlar üzerinde iken surların dibinde kayalıklar üzerindeki plajları göreceksiniz. Kısaca hemen şehir gezisi sonunda Adriyatik sularına atlayabilirsiniz.
Adriyatik kıyısında en geniş ve popüler plaj Banja Plajı. Onu da surların üzerinde sol yönünüzde görebilirsiniz. Plaj yürüyerek Ploce Kapısı’na 100 metre uzaklıkta. Plajın paralı ve parasız bölümleri bulunmakta. Tercih sizin. Ayrıca Banja plajı yönünde Lapad Yarımadası üzerinde çok sayıda otel ve plajlar yer almakta.
Ayrıca hem deniz keyfi hem de tekne gezintisi isterseniz surların karşısındaki Lokrum Adası ilk tercihiniz olabilir. Ploce Kapısı yönünde hemen limana çıkabilirsiniz. Limandan kalkan tekneler ile Lokrum Adası, Elafiti Adaları ve Lapad Yarımadası’nın plajları seçenekleriniz arasında.
Lokrum Adası en çok ilgi gören ada. Koruma altındaki ve üzerinde yerleşim olmayan ada, tekne ile limana 10 dakika uzaklıkta. Adadaki tarihi Benediktin Manastır’ı bugün restoran olarak hizmet vermekte. Manastır bahçesinde botanik bahçesini gezip, adayı da dolaşabilirsiniz. Adada birçok yerde yüzebilirsiniz, ayrıca çıplaklar plajı da bulunmakta. Lokrum Adası’na giriş ücretli, tekne ile birlikte 35 Euro ödeniyor.
Biz tekne ile Lokrum Adası’nın yakınından geçip, biraz daha uzun bir tekne turu yaparak Lapad Yarımadası’nda başka bir plaja gittik. Plajda bir kafe bar da bulunmaktaydı. Hem denize girdik, akşam üzeri de güneşi tarihi Dubrovnik şehri silueti ile batırdık. Tekne sizi gün içinde belirli bir saatte bırakıyor, daha sonra saat başında gelen teknelerden istediğinize biniyorsunuz. Kısaca kalış süresini siz belirliyorsunuz. Biz plajı çok beğendik. Bu gezi için de, Lokrum Adası’na göre daha düşük bir fiyat, kişi başı 15 Euro ödedik.
Dubrovnik Teleferiği
Dubrovnik’te Old Town’dan kalkan teleferik ile şehri tepeden görmek isteyebilirsiniz. Ancak zaten surların üzerinde yürüyüp, hem şehre, hem plajlara, adalara yüksekten bakmış idik. Meraklısı değerlendirebilir.
Yeme-İçme
Dubrovnik mutfağı da klasik Balkan Mutfağı gibi bizim damak zevkimize uygun. Şehirde İtalyan mutfağı lezzetlerini tatmak da mümkün. Bu arada Adriyatik kıyısında deniz ürünleri de iyi bir seçenek. Yine de Dubrovnik’in diğer Balkan şehirlerine göre daha gözde ve pahalı olduğunu, deniz ürünleri fiyatlarını sipariş vermeden önce iyi kontrol etmek gerektiğini hatırlatalım. Bizim Kotor’da eski şehirde deniz ürünleri deneyimizi bu arada yazmalıyım. Kotor’da yerel bir çeşit balığın 100 gramının fiyatını menüye yazılmış. Biz de parantez içinde küçük yazı ile yazılan 100 gr ifadesine dikkat etmeden, bir porsiyon balık için 13 Euronun makul fiyat olduğunu düşünerek sipariş verdik. Ancak yerel balıkları bizim çupraların boyutlarında imiş. Açıkça belli ki o balık 400-500 gram yani menüdeki fiyatının 4-5 katı ödenecektir. Biz de beş porsiyon olarak balık siparişini verdik. Ancak bu balıklar neye benziyor diye ocağa atılmadan görmek istedik. Ancak o zaman balıkların boyutunu görünce herkese bir porsiyon yerine ortaya söylemeye karar verdik.
Dubrovnik’te Old Town dışında daha uygun fiyatlı restoranlar bulunabilir. Biz iki akşam da Old Town’da atıştırmayı tercih ettik. Yerel şarapları ve yerel biraları tatmanızı da önerelim.
Son Söz
Dubrovnik, tarih, kültür, deniz ve gece hayatı eğlencesi arayanların beklentilerini fazlası ile karşılayacak bir destinasyon. Bu özellikleri ile ülkenin en çok turist çeken şehri ve Adriyatik’in en gözde yeri. Balkanlar rotasında, Adriyatik kıyısında Dubrovnik hem iyi korunmuş ve zengin UNESCO Dünya Mirasları Listesi’ndeki Old Town, doğası, plajları ile görülmesi gereken şehir.
Bu arada yine de konaklama ve yeme içme fiyatlarının diğer Balkan ülkeleri ile karşılaştırıldığında yüksek olduğunu tekrar hatırlatayım.
Başkentimizin hemen yanı başında efsaneleri kendinden ünlü bir antik başkent bulunmakta: Gordion… Yolculuklarım sırasında zaman zaman uğradığım bu antik kenti, bu kez de kelimelerle gezmek istedim. Belki de buraya en yakışanı bu; gerçekten de Gordion ve Frigler, haklarında bilinenlerden çok efsaneleriyle bize ulaşan bir yer.
Örneğin Friglerin nereden geldikleri bile tam bilinmemekte… Hititlerin yıkılmasına da neden olan ve tarihçilerin Deniz Kavimleri Göçü olarak adlandırdıkları ama ne menem bir şey olduğu konusunda tam bir fikir birliği olmayan Trakya üzerinden gelen kavimlerin Friglerin atası olduğu düşünülmekte… Herodotos ve Strabon’a göre, Makedonların komşuları olan ve Brygler olarak bilinen Trak boyu, Boğazlar yoluyla Anadolu’ya geçmişlerdir ve Friglerin atalarını oluşturmuşlar.
Yapılan araştırmalar Friglerin tek bir kökenden değil de uzun bir zaman diliminde Trakya ve Makedonya’dan göçlerle gelenlerin toplanmaları sonucu oluşan bir halk olduğu yönünde… MÖ 1200’lerde başlayıp 400 yıl süren bu göçlerin ilk dönemleri hakkında pek bir şey bilinmemekteymiş. Önceleri Troia’da toplanıp İznik ve Sakarya üzerinden Polatlı’ya geldikleri düşünülmekteymiş.
Gordion’da bu dönemde insanların yoğun olarak toplandığı bir merkez olmuş. Önceleri bir beylik merkeziyken MÖ 9 yüzyılda krallığa dönüşen Friglerin ilk kralı Gordias’mış, MÖ 742/738’de ölümüyle yerine oğlu Midas’ın geçmiş.
Ama işin açığı Gordion’un başkent olduğuna dair bir kayıta da ulaşılamamış henüz. Sadece buluntuların yoğunluğu, megaron tipi usta işi yapılar, görkemli tümülüsler buranın başkent olduğu sonucuna ulaştırmış. Yunan ve Frig dilindeki benzerliklere rağmen Frig kültürünün Anadolu’da şekillendiği düşünülmekteymiş.
Biz, Friglerden çok iki efsanevi kralına daha aşinayız: Gordios ve Midas… Efsanelerle sarmalanmış bu iki kral, Friglerin en parlak olduğu dönemlerde yaşamış. Asur yazıtlarında Mita olarak geçen Midas, yine efsanevi Asur kralı II.Sargon’un çağdaşıymış, hatta MÖ 716’da II.Sargon’un Tabal seferinde Midas’ın (Muşkili Mita olarak) karşı cephelerde yer aldığı rivayet edilmekte. Midas, Asurlara karşı Suriye-Hitit idarecilerine destek vermiş. Midas adına Yunan kaynaklarında da rastlanmakta; mesela Midas’ın Yunanistan’daki Apollo Kutsal Bilicilik Merkezi’ne yolladığı taht, Herodot’u bile büyülemiş.
Gordion’un parladığı MÖ 8. yüzyıl sonlarında başlayan Kimmer akınları, şehrin kaderini değiştirmiş. MÖ 7. yüzyıl başlarında yapımı sürmekte olan Gordion sitadeli Kimmer akınları sonucu yıkılmış. En son MÖ 695 civarında Kimmerlerin şehri yağmalaması sonucu Kral Midas kederinden öküz kanı içerek intihar etmiş. Görünüşe göre bu da bir efsane; son araştırmalar Midas’ın başına aldığı bir darbe sonucu öldüğünü göstermekteymiş.
Ancak Kimmerler, bu topraklara yerleşmemişler; Gordion kendi hayatını sürdürmüş. Ancak MÖ 6.yüzyıl başlarında Lidyalı Alyattes ve Kroisos’un hakimiyetinde bulunan Frigler, Perslerin MÖ 540’ta Lidya’yı ele geçirmesiyle tarih sahnesinden çekilmişler. Yazılı kaynakları pek olmayan Friglerden geriye efsaneler, çoğu Anadolu Medeniyetler Müzesi ve bir kısmı Gordion Müzesi’nde sergilenen buluntular ve geçmiş tanrıçaları geleceğe bağlayan Kibele kültü kalmış.
Demiştik; Gordion olaylardan çok efsaneleriyle tanınıyor. Gordion’u tanımak biraz da bu efsanelerden geçiyor. Gordios, Frigleri Frig yapan kurucu isim. Midas ise Friglerin altın çağını yaşatan kişi. Midas’ın en bilinen öyküsü ‘Midas’ın kulakları eşek kulakları’ masalı…
Buna göre, Yunan mitolojisinin mağrur tanrısı Apollo, güzel sanatların hamisi olarak müzikte de en iyi benim dermiş. Ancak Frig Marsias bir kamışa yedi delik açarak flütü icat etmiş ve dağlarda çalmaya söylemeye başlamış. Marsias, başarısının sarhoşu olarak bir gün dağlarda rastladığı alıngan Apollo’ya meydan okumuş. Apollo çok bozulmuş ve bir müzik yarışması düzenlemiş. Bugünün sanat eleştirmenleri sayılabilecek dokuz sanat perisi jüri olarak seçilmiş, hakem de Frig Kralı Midas olmuş. Almış eline üç telli lirini, çalmış da çalmış Apollo ama Midas Marsias’ı beğenmiş. Sen misin Apollo’yu beğenmeyen; o hassas Apollo, birden şirretleşip sen sağırsın galiba deyip Midas’ın kulaklarını eşek kulağına dönüştürmüş. Midas, karizmayı çizdirmemek için saçlarını uzatmış, oradan alıp saçlarını öbür tarafa yatırmış falan filan ama olacak gibi değil, saçlar bele kadar uzamış. Eh o zamanlar upuzun saçları başa topuz yapma modası da yok; öyle yapacağına eşek kulaklarıyla dolaşsın daha iyi. Sonunda Midas berberini çağırtmış, bin bir yemin, bir o kadar söz, saçlarını kestirmiş. Berber görmüş kulakları, söz de vermiş ama nereye kadar? Böyle sansasyonel haber saklanabilir mi? Berber de gitmiş kuyulara bağırmış, Midas’ın kulakları eşek kulakları diye… Kuyuda yememiş içmemiş, yankılanmış durmuş. Gordion dediğin başkent ama yani, bir Paris, Londra’da değil… Akşama kadar herkesin haberi olmuş Midas’ın kulaklarından. Sonunda Midas, halkı toplayıp bir kulak demosu yapmış, millet de kıkırdamalar, fıkırdamalar… Sonunda iş yine berbere düşmüş ve gelip Midas’ın ne kadar adil ve iyi bir kral olduğunu hatırlatmış. Böylece Midas ve halkı mutlu, mesut yaşamlarına devam etmişler; taa ki Kimmerler gelip ortalığı yakıp yıkana kadar… Daha dramatik kişilikler ise efsanenin sonunu farklı bağlamışlar; buna göre koca kral halkın dalga geçmesine dayanamamış ve kulaklarını kesmiş ama kesilen yerden sarmaşıklar otlar uzamış falan… Bazı araştırmalar Midas’ın kulaklarında yapısal bir deformasyon olduğunu göstermekteymiş, ben Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde kafatasını gördüm, bir şey fark etmedim.
Midas’ın başına gelenler bununla sınırlı değil… Yunan mitolojisinin en berduş tanrısı Diyonisos, kankası Satirleri bahçesinde ağırlayan Midas’a dile benden ne dilersen, demiş. Kralımız, malı mülkü az gelmiş olmalı ki neye dokunursam altına dönüşsün diye dilekte bulunmuş. Sen benim lirimi, ezgilerimi beğenmedin diye adama etmediğini bırakmayan tanrılar bu sefer, Midas’ın dileğini kabul etmişler; gerçi Apollo hassas ve alıngan, Diyonisos kafa dengi, kabul eder tabii. Neyse, dileği kabul edilen Midas ona dokunur, altın… buna dokunur, altın… iyi hoş da karnı acıkınca, sevdiceğini kucaklamak isteyince… haliyle durum değişmiş. Midas yana yakıla yine Diyonisos’a gidip tekrar bir dilekte bulunmuş ve eski, fakir ama mutlu günlere dönmek istemiş. Tanrılar da ‘Git, Paktalos’ta yıkan’ demiş. Midas suya girer girmez nehrin kumları altına dönüşmüş. Ama bu durum eninde sonunda Lidyalılara yaramış. Başkent Sardes bu altınlarla ihya olmuş. Başka bir efsanevi lider olan Lidya Kralı Kraisos bu yolla Karun kadar zengin olmak deyiminin kahramanı olmuş.
Bir de Gordion Kördüğümü var ki, artık efsanelerden bana da fenalık geldi. Efendim, Frigler kendilerine lider arıyorlarmış ve şehre öküz arabasıyla gelen ilk adamı kral yapmaya karar vermişler. Belli ki dört tekerlekli öküz arabası o günlerin Ferrarisi, Maseratisi… Neyse o sırada Midas’ın atası Gordios dört tekerlekli öküz arabasını çeke çeke gelmiş ve kral olmuş, öküz arabasını da öyle bir bağlamış ki, kimse çözememiş. Hatta bu düğümü çözenin Asya’nın hakimi olacağı kehaneti bile söz konusuymuş. Gel zaman git zaman, Frigler tarihe karışmış ama düğüm olduğu gibi kalmış. Taa ki, Büyük İskender gelip de düğümü çözemeyene kadar. Ama Büyük İskender bu; düğümdü, fiyongtu, anlamam, benim acelem var, deyip kılıcıyla kesivermiş düğümü. Ve bir anlamda Asya’nın da fatihi olmuş ama pek bir faydasını görememiş, genç yaşında ölmüş gitmiş gurbet ellerde.
Gordion, bütün bu efsanelerin düğüm noktası. Gordion, Polatlı İlçesine bağlı Yassıhöyük beldesinde yer almakta; Ankara’ya 93 km uzaklıkta. Gordion, Polatlı’ya da 18 km mesafede. Polatlı-Sivrihisar yol ayrımından ise 12 km’lik bir yol var.
Gordion üç ana bölümde gezilebilir; Gordion Müzesi, Midas Tümülüsü ve Gordion Antik Kenti… Ama Gordion’u daha iyi tanımak için, bu listeye bir de Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ni eklemek gerek çünkü Gordion’dan çıkarılan bulguların çoğu orada.
Gordion Müzesi
Midas Tümülüs’ün karşısında bulunan Müze, Gordion’un tarihini anlatan bulgulara ev sahipliği yapıyor. 1963 yılında açılan Müze, Gordion’dan gelip geçen uygarlıklardan geriye kalanlar sergilenmekte.
Müze’deki en eski bulgular MÖ 3000’lere Erken Tunç Çağı’na kadar uzanıyor; gaga ağızlı seramikler bu dönemin belirleyici özelliğiymiş. MÖ 2000’lerin ilk yarısına tarihlenen Orta Tunç Çağı’yla ilgili bulgular ise gömülerden elde edilen objelermiş. Özellikle kil bir mühür Hitit bağlantısını göstermekteymiş. MÖ 1500’lere tekabül eden Geç Tunç Çağı’na ait eserler ise tamamen Hitit hakimiyetini göstermekteymiş. MÖ 1000’lerde başlayan Frig dönemine ait erken dönem Frig çömlekleri, Güney Avrupa tarzıyla benzerlikler göstermekteymiş, bu da Friglerin geldiği topraklar hakkında bir fikir veriyor olmalı… Bu dönem Frig Krallığının da başlangıcı olarak kabul edilmekte. Bu dönemde Frig kalesinin ilk izlerine de rastlanmaktaymış.
Friglerin çeşitli dönemlerdeki gündelik hayatına ışık tutan objeler yanında Frig sanatı ile ilgili nadide örnekler görülebilir. Frig el sanatının temel özelliği deve tüyü renginin kullanılması ve geometrik desenlermiş; MÖ 9. yüzyıldan yıkılışa kadar gerek seramik, gerek ahşap gerekse metal işçiliğinde bol bol geometrik desenler kullanılmış. Bir başka önemli husus ise mozaik taş döşemeciliği. Hepsi müzede görülebilir. Frig sanatı önceleri Hitit etkisindeyken sonra Yunan etkisine girmiş. Bu etkileşime rağmen kendi karakteristiğini taşıyan Frig sanatı, Mö 5. yüzyıldan itibaren tamamen Helenistik özellikler kazanıp özgünlüğünü kaybetmiş. Yunan etkisiyle çömleklerde deve tüyü rengi yerini zamanla siyaha bırakmış.
Müze’de çömlekçilik temelinde Gordion’daki evreler dikkati çekmekte; Erken dönem Frig çömlekçiliği ile başlayıp Orta ve Geç Tunç Çağı’na ait eserler, Erken Demir Çağı Çömlek parçaları, Orta Geç Frig çömlekleri, özellikle İmparator Augustus dönemine denk gelen Roma dönemi çömlekleri, Yunanistan’dan ithal edilen çömlekler ile devam etmekte. Müzede ayrıca Midas Tümülüsü’nden çıkan bronz eserler, Orta Tunç Çağı’na ait gömüler, Geç Tunç Çağı’na ait bulgular, Frig dokuma malzemeleri, demir işçiliği örnekleri, cam objeler, mühürler, mimari parçaları, Helenistik döneme ait heykeller, çömlekler, Lidya dönemine ait eşyalar, sikkeler, gömü canlandırması yer almakta. Müzenin bahçesinde ise MÖ 9. yüzyıldan kalma, Gordion Antik Kenti’nden getirilen dünyanın en eski çakıl mozaik döşemesi görülebilir. Müzenin hemen yanındaki parkta ise Galat Mezarı ve mimari kalıntılar yer almakta.
Müze, yaz döneminde (15 Nisan-31 Ekim) 10.00-19.00 , kış döneminde (31 Ekim-15 Nisan) 8.30-17.00 saatleri arasında ziyaret edilebilmekte.Müzeye giriş 10,-TL, müze kartına ücretsiz. Bu bilet ile Midas Tümülüsü de gezilebiliyor.
Midas Tümülüsü
Gordion deyince akla Tümülüs geliyor. Bölgede 80 civarındaki tümülüsün en büyüğü olduğu için en ünlü Frig Kralı Midas ile ilişkilendirilmiş ama tarihsel veriler ışığında Midas’tan daha önceki bir kral için yapılmış olduğu, hatta Midas’ın babası Gordios için yaptırdığı rivayet edilmekte. 300 metre çapı ve 53 metre yüksekliğiyle heybetli bir görüntüsü olan tümülüsün içinde 100 metrelik bir koridorla mezar odasına varılıyor. Çam ve ardıç ağaçlarından yapılma büyük bir sandukayı andıran mezar odası, bir zamanlar ölüye adanan hediyelerle doluymuş; şimdi bunların çoğu Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenmekte.
Tümülüs geleneği Friglerle Anadolu’ya gelmiş. Kral ve soylular için öldüklerinde dikdörtgen bir çukurdaki ahşap mezar odasına yerleştirilip üstleri yığma toprak ve taşla örtülmesinden oluşan tümülüsler birer anıt mezar niteliğinde. Midas Tümülüsü’nde ahşap mezar odası 80 cm kalınlığında taş bir duvarla çevrili.
Mezar odasındaki bir kerevette 60 yaşlarında 159 cm boyunda bir adamın cesedi bulunmuş… Şimdi o vücuttan sadece kafatası kalmış, o da Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenmekte. Ayrıca kakma ve oyma tekniğiyle yapılmış ahşap masa ve panolar, 3 büyük kazan, 160 bronz kap, 154 fibulada buradan çıkan ölü hediyelerinden. Altınlara çok düşkün olan Midas’in Tümülüsünden altın ve değerli maden objelerin çıkmaması, özellikle Kimmerlerin yağmalamasına dayandırılıyor; benim aklıma pek yatmadı, hiç mi kalmaz geriye altın, gümüş bir şeyler…
1901’de Koerte kardeşler tarafndan keşfedilen tümülüste mezar odasının içine girilmiyor ama ahşap yapının penceresinden bir kısmı görülebiliyor. Mezar odası 5.15×6.20 metre boyutundaymış, tavan yüksekliğiyse 3.25 metreymiş. Bunun üzerine de 4 metre boyunca taşlar yığılmış, kil tabakası ile kaplanıp tümülüs oluşturulmuş.
2014 tarihli gazetelerde Midas’ın Son Akşam Yemeğinde yenilenlerden yola çıkılarak bir ziyafet düzenlediği haberi yer almaktaydı. Buna göre Midas’ın cenaze merasiminde kullanılan kaplardaki kalıntılardan tespit edilen yemekler (kaz etli börek, bal ve üzüm suyuyla marine edilmiş kuzu sırtı, yumak tatlısı) çeşitli ülkelerden gelen 3000 konuğa servis edilmiş ve gece sonunda pastadan Kral Midas fırlayıvermiş. Bu durum tüm Gordion efsanelerini geride bırakan, bugünümüze de ayna tutan efsane bir olay olmuş işin açığı…
Gordion Antik Kenti
Midas Tümülüsü’ne gelmeden 2 km önce ‘Gorion Antik Kenti’ tabelasını göreceksiniz. Baktığınızda bir şeye benzemediği için geçip gideceğiniz bir yer. Ama Gordion Antik Kent tabelasına gelmeden önce (Benzinlik karşısındaki) tepe, Gordion’u genel olarak yukarıdan görebileceğiniz bir nokta. Taşlık bir patikada 20 metre ilerledikten sonra tırmandığınızda sur ve saray yapılarından kalanları görebileceksiniz.
Gordion’un ilk yerleşimlerinin izleri en alt (7B) katmanda görülmüş; Tek katlı, dikdörtgen planlı, bitişik haldeki ilkel mimarinin görüldüğü bu katmanda bulunan koyu çömlekler Troia’daki kazılarda aynı katmanda bulunanlarla benzeşmekteymiş. Bir üst katmanda ise (7A), Balkanlarda uygulanan ahşap destekli yapının dallar ile kaplanıp çamurla sıvanmasından oluşan yapılaşma örnekleri tespit edilmiş. Bu dönemde Frig sanatının temelini oluşturan deve tüyü renkte çanaklara denk gelinmiş.
Frig krallığının izleri ise 6B katında gözlemlenmiş. Erken Frig olarak kabul edilen, MÖ 10 ve 9 yüzyıla tarihlenen ve ilk kurucu kralların göründüğü bu dönemde şehir surlarla çevrelenmiş, yönetici sınıfa ait serendamlı evler bulunmuştur. Ama Friglerin asıl parladığı dönem 6A katına tekabül etmekteymiş. Gordios ile başlayıp Midas ile devam eden yapılaşma bu döneme ait. Kale, sur, saraylar ile Gordion en şaşaalı dönemine ulaşmış.
Bugün kafamızda birleştirmemiz çok güç olan kalıntılar, ovadan yaklaşık 10 metre yükseklikte 500×350 metre ölçülerinde bir sitadel ile Midas’ın sarayı ve tapınaklara ait olduğu düşünülmekte. Gerçekte 15 metre civarında olduğu sanılan kulelerle girilen Eski Gordion Kalesi içinde duvarlarla ayrılmış iki avlu etrafında çevrelenmiş yapılar mevcut. Saray bölgesi olarak nitelendirilen avlular, megaron tipinde geniş bir koridor ya da taraça ile çevrelenmiş. İlk megaron kerpiç ve ahşap ile yapılmış. İkinci megaron ise ahşap iskeletli taş bir yapı. Binanın taban döşemesi geometrik desenli mozaikle kaplanmış; Müze bahçesinde gördüğümüz mozaik parçaları bunun örneği. İç avludaki yapılar muhtemelen Kral Midas’a aitmiş. 400 m2’lik alana yayılan bir megaronun ise Midas’ın sarayı olduğu kabul edilmekteymiş. Burada fildişi süslemeli ahşap mobilyalar bulunmuş, dönemi için oldukça gösterişli olan bu mobilyalar bugün Anadolu Medeniyetleri Müzesinde sergilenmekte. Çevresindeki yapılar ise idari binalar ve yönetici konutları, saray gereksinimleri için üretim atölyeleri olarak belirlenmiş. Bu eski kale, Kimmer saldırıları sonucu tahrip olmuş.
Eski kalenin yıkılmasından sonra en geç MÖ 6. yüzyıl başlarında oldukça yüksek yeni bir kalenin inşaatına başlanmış. Eski kalenin planına uygun olarak megaron tarzındaki binalarla geliştirilen yeni kale Geç Frig dönemi olan MÖ 4 yüzyıla kadar varlığını sürdürmüş.
Burası aynı zamanda Friglerin hakim olduğu Eskişehir-Afyon-Kütahya arasındaki bölgeye uzanan 550 km civarındaki Frigya Yolu’nun da başlangıcı. Yolun bir ucu Afyon’daki Kırkinlere kadar uzanmakta.
Anadolu Medeniyetleri Müzesi Frigya Bölümü
Gordion, Friglerin ruhunu hissetmemiz için gezilecek bir yer ama zenginliği ancak Anadolu Medeniyetleri Müzesi gezilerek anlaşılabilir. Gerek Midas Tümülüs, gerekse Antik Kent kazılarında çıkarılan eserler burada sergilenmekte. Friglerin ahşap işçiliğindeki ustalıklarının işareti masa ve paravanlar, göbekli cam taslar, gaga ağızlı seramik çanaklar, çocuk oyuncakları, situlalar (törensel kutsama kapları), terra cota vazolar, metal işçiliğinin mükemmelliğini gösteren tunç kazanlar, iğneler, bıçaklar, fibulalar, kulak karıştırıcıları, takılar belli başlı eserler. Tunç kazanları süsleyen hayvan ve insan protomları, kaz biçimli kaplar Frig sanatının boyutlarını göstermekte. Müzede sergilenen Midas’ın kafatası da, özellikle Midas ile ilgili rivayetlere ışık tutuyor.
Müze’nin Frig bölümünün belki de en nadide eseri Boğazköy’de bulunan Kibele heykeli. İnsan biçimli tasvir edilen tanrı, Frigçe anne anlamına gelen ‘matar’ ve dağ anlamına gelen ‘Kybele’ imiş. Kybele genelde birkaç kattan oluşan başlıkla ve ayaklarına kadar inen bir elbise ile tasvir edilmiş. Elindeki nar, kase, kuş tanrısallığının işaretiymiş. Müzedeki Kybele’nin iki yanında flüt ve lir çalan iki erkek çocuğu bulunmakta. Kybele’nin baş tanrı olduğu Frigler, belki erkek egemen bir tarih yazmışlar ama tanrılar katında kadının erkekler karşısında kaybettiği yeri geri vermişler gibi görünüyor.
Gordion benim için çok büyülü bir alan, bu biraz da ne beklediğiniz ile ilgili. Gordion Müzesi, Anadolu Medeniyetlerinden kalanların sergilendiği mütevazı bir yer; Tümülüs ise içinde sanduka bulunan bir tepe olarak görülebilir. Antik kent ise zaten gezmeye, dolaşmaya çok uygun değil. E, o zaman neden Antalya’ya, İzmir’e bir an evvel gitmek varken sapalım bu yola diyebilirsiniz.
Ama Gordion’da soluklandığınız bu yer belki de Büyük İskender’in kör düğümü kesmek üzere kılıcını savurduğu yerdi ya da o ağaç, belki de Midas’ın dokunuşuyla bir zamanlar altına dönüşmüştü, hatta biraz dinleseniz rüzgar hala Midas’ın kulakları eşek kulakları diye fısıldıyordur belki de… Burada yüzyılların efsaneleri, sizin tatil noktanıza bir an önce ulaşma telaşınıza çarpar ve yine olduğu yerde kalır, yeni gelenlere o günleri anlatmak üzere; siz geçer gidersiniz…
Yazı da temel olarak İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü ‘Anadolu Demir Çağı Devletleri’ ders kitabından ve ilgili Müzelerin bilgilendirme notlarından da faydalanılmıştır.
Bu yazıda aynı topraklarda üç ayrı yer ve yaşamdan söz edeceğiz. Bir yanda Beşparmak Dağları’na sırtını dayamış Bafa Gölü’nün olağanüstü doğası, öyküsü, üzerinde yaşayan canlılar hayvan ve bitkiler, diğer yanda 2500 yıllık tarihi antik kent ve son olarak bu coğrafyanın üzerinde bugünkü yerleşim yeri.
Önce ilginç doğum öyküsü ile başlayalım Bafa Gölü’nü tanımaya. Bafa Gölü Muğla ve Aydın ili sınırlarında Ege Bölgesi’nin en büyük gölü. Aydın Bodrum yolunda yanından geçtiğimiz sakin, durgun göl, öyle bildiğimiz göllerden değilmiş meğer. Geç Antik Dönem’de koskocaman Ege Denizi’nde bir körfez, Latmos Körfezi imiş. Latmos Dağları’nın eteğinde, deniz ticareti ile zenginleşen şehir devletlerinin kıyısında imiş. Ege Denizi’ndeki Latmos Körfezi Büyük Menderes Nehri’nin getirdiği alüvyonlarla dolmuş ve deniz ile bağlantısı kesilip, kocaman tuzlu bir göle dönüşmüş. Bir zamanlar Ege Denizi olan Söke Ovası da bu alüvyonların yarattığı verimli topraklardan oluşmuş. Bugün Bafa Gölü’nün Ege Denizi’nden uzaklığı 17 km kadar geniş bir alanı kaplamaktadır.
1994 yılında Milli Park kapsamına alınan Bafa Gölü jeolojik oluşumunun dışında, çevresi ile birlikte zengin çeşitli fauna ve floraya sahip. Bugün tatlı olan suyunda kefal, levrek, yılan balığı ağırlıklı çok çeşitli su canlılarına ev sahipliği yapıyor. Bafa Gölü üzerinde bazı kaynaklara göre 220’den fazla kuş çeşidi barınmakta. Göçmen kuşları da mevsimlik misafirleri oluyor gölün. Gölün kıyıları yemyeşil yıllanmış zeytin ağaçları ve çam ağaçları ile bezenmiş. Göl bir yanını antik çağdaki adı ile Latmos Dağı, günümüzdeki adı ile Beşparmak Dağları’na dayamış. Bu dağların şekli de düz klasik bir görüntüde değil, farklı formasyonları çarpıcı bir görüntü oluşturuyor. Ayrıca Beşparmak Dağları’nda bir yandan orkide üretilirken, diğer yanda kekik gibi dağlarda yetişen bitkiler de buraların zenginliği. Dağlar Orta Çağ’da keşişlerin yurtları olmuş, keşişler dağları mesken edinmiş, manastırlarını da yapmışlar. Daha eski tarihlerden kayalarda mağara resimleri de Beşparmak Dağları’nın hazineleri arasında.
Bafa Gölü kıyıları Ege Denizi kıyıları gibi girintili çıkıntılı doğal olarak denizden koptuğu için. Gölün üstünde de adalar üzerinde tarihi kalıntılar ile başka göllerden farklı bir görüntü sunuyor. Bafa Gölü tüm bu özellikleri ile bize neler sunuyor derseniz o kadar çok alan sayabiliriz ki.
Öncelikle sadece günübirlik ziyaretçi iseniz hemen göl kenarındaki antik Heraklia Kenti’nin kalıntılarının üzerinden Bafa Gölü manzarası hayranlık uyandıracak. Kıyıdaki balıkçı kayıklarının, göldeki adaların üzerindeki kalıntıları ile birlikte doyulmaz görüntüleri öncelikle gözlerinize hitap edecektir. Bu manzaralar amatör fotoğrafçıların ötesinde fotoğraf tutkunlarını bölgeye çekiyor. Hele bir de güneş batarken veya ay ışıkları Bafa Gölü’ne vurmuşken inanılmaz foto çekimleri oluyormuş.
Kuş gözlemcileri için kuş çeşitlerinin çokluğu gölün diğer bir cazibesi. Kuş gözlemcisi olmak şart değil, sadece keyif için göl üzerinde sandal turu yapıp göl üzerindeki adalarda tarihi kalıntıların arasında dolaşmanın yanında, kuşlarla da zaman geçirebilirsiniz.
Yürüyüş turu yapmak isteyenler için hem göl kıyısında hem de Beşparmak Dağları’nda birden çok yürüyüş rotaları bulunmakta, bazı rotalarda tarihi manastırlar ve kaya resimlerini görebilirsiniz.
Bafa Gölü kıyısında çadır kampı yapıp gölün sakinliğini, huzurunu, manzarasını doya doya yaşayabilirsiniz.
Tarih meraklıları için Heraklia kentinin kalıntıları da, öyküsü de ilginizi çekecektir.
Göl civarındaki aktiviteleriniz sonrası göl manzaralı bir yerde kahvenizi, içkinizi veya gölden tutulan kefal, levrek ve yılan balığı tatmak da ayrı bir keyif olacaktır.
Bafa Gölü’nün güzelliği, zenginliği konusunda benim gibi yıllarca bilgi sahibi olmamış olabilirsiniz. Muğla ilinin her köşesi ayrı bir zenginlik, her bir ilçesinde tarih, doğa, deniz keyfi yaparken Milas ilçesi sanki biraz gölgede kalmış. Benim gibi en fazla İzmir Bodrum yolunda göl kıyısından geçmiş olabilirsiniz.
Bafa Gölü’nün oluşumu öyküsünün orijinalliği dışında mülkiyet yapısı da ilginç. Yıllarca özel mülk olarak bir kişinin mülkiyetinde kalmış. Göl çevresindeki toprakların sahibi İsmail Rüştü Aksal gölün de kendi mülkiyetinde olduğunu savunmaktaymış. Köylülerin gölde balık avlayarak gelir elde etmelerine engel olmaktaymış. 1967 yılında Deniz Gezmiş ve arkadaşları köylüleri örgütlemiş ve bu toprak ağasına karşı mücadele başlamış. Toprak ağası gölün başına silahlı adamlar dikmiş ve çatışmalar çıkmış. Anayasa ile düzenlenen ülkenin tüm nehir, göllerinin kamu malı olduğu hükmünün uygulanması böyle mücadele ile kazanılmış. 1978 yılında Başbakan Ecevit’in kamulaştırması ile böylesine özel bir göl halkın malı haline gelmiş. Bugün gölde balık avlayabilirsiniz. Ancak günümüzde devletin korumasındaki bu özel gölün temizliğinin, bitki ve hayvan canlılığının korunması konusunda doğru politikalarının uygulanması gerektiğini belirtmeden de geçmeyelim.
Herakleia Antik Kenti
Herakleia Antik Kenti’nin kalıntıları bugün Bafa Gölü kıyısında, Milas’a 39 km uzaklıkta ve Kapıkırı Köyü içerisinde yer almaktadır.
Herakleia’da yerleşime ilişkin bilgiler M.Ö.8.yy’a uzanmakta. O tarihteki adı ile Latmos şehri sırtını Latmos Dağları’na (Beşparmak Dağları) yüzünü Ege Denizi’nde Latmos Körfezi’ne çevirmiş.
Bir Karya kenti olan Herakleia’yı M.Ö.400’lerde, Perslerin işgali ile Halikarnassos Valisi Mausolos almış. Sonrasında İskender dönemi ve Seleukoslar’ın egemenliğine girmiş bu kent. M.Ö.300’lü yıllarda Helenistik dönemde şehre Yunan mitoloji kahramanı Herakles’in adı verilmiş. Daha sonraki yıllarda Herakliea, Bergama Krallığı, Roma Krallığı, Bizans, Menteşe Beyliği ve Osmanlı hükümranlığına girmiş.
Şehir M.Ö.1.yy’a kadar bir liman şehri olarak zengin ve deniz ticaretinde önemli bir şehir iken Büyük Menderes Nehri’nin taşıdığı alüvyonlar ile denizden kopan şehir artık önemini kaybediyor.
Dışarıya kapanan bu şehir M.S. 7.yy’da, Arap istilasından kaçan keşişlerin gizlendiği topraklar olmuş. Keşişler dağların eteklerinde, kayaların içlerinde 13 manastır yapmışlar. Bu manastırların içerisinde en ünlü olanı Yediler Manastırı’na Kapıkırı’na ulaşmadan önünden geçeceğiniz Gölyaka Köyü’nden 1,5 saatlik bir yürüyüş ile ulaşabilirsiniz.
Herakleia kenti M.Ö 5.yy’da antik Yunanda yaşayan şehir plancısı Miletli Hippodamos’un dikdörtgen planlı sokak düzenini uygulamışlar yani kentlerini sokaklarını binaları o tarihlerde planlamışlar, uygulamışlar. Planlı şehirde M.Ö. 3.yy’da Athena’ya adanan tapınak dağa doğru Bafa Gölü’ne hakim bir noktaya kurulmuş. Hellenistik dönemde dor nizamında iki sütunlu bir tapınak yapılmış. Tüm şehri gören tapınak şu anda da iyi konumda bazı duvarları ayakta en azından.
Tapınağın alt tarafında şehrin iki katlı agorası yer alıyor ancak tam ortaya Kapıkırı ilkokulu binası yapılmış, şu anda kullanılmasa da binası durmaktadır. Yine bölgede buleuterion (meclis binası) da bulunmakta. Köyün kuzeydoğusunda tiyatro bulunuyor sahnenin taşları görünürken oturma sıraları henüz ortaya çıkmamış
Şehir M.Ö 287 yılında 65 kule ile 6,5 kilometre surlarla çevrelenmiş. Engebeli dağlık arazide gölün 500 metre yüksekliğine kadar çıkan surlar düzgün kesme taşlardan yapılmış ve hala görülebiliyor.
Hemen göl kenarındaki Bizans Kalesi de etkileyici bir manzara sunuyor.
Ayrıca Bafa Gölü’nün üzerindeki adacıklarda da kentin kalıntıları ve kiliseler bulunuyor. Gölde sandal gezilerinde bu kalıntılar yakından görülebilir.
Şehrin nekropol alanları da çok ilginç. Göl kenarında merdivenlerden inerek birçok mezarı yakından görmek mümkün. Bazıları da gölün içinde adacık seklinde görünüyor, üstlerinde yüzlerce büyüklü küçüklü mezarlar ile. Bölgede 2500 civarında kaya mezarı olduğu söylenmekte.
Bu arada yeri gelmişken Herakleia Kenti’nin mitolojik öyküsünü de anlatalım. Bazı kaynaklarda farklı anlatımlar olsa da birini paylaşalım. Latmos Dağları’nda Endymion adında çok yakışıklı bir çoban yaşarmış. Çobanı gören Ay Tanrıçası Selene aşık olmuş bu çobana ve aralarında bir aşk başlamış. Tanrıça ile çobanın aşkını gören Zeus çobana yardım etmek istemiş. Zeus Endymion’a dile benden ne dilersen demiş. Tanrıça ile aşk yaşayan ölümlü çobandan aşkının ölümsüzlüğü için sonsuza kadar genç ve güzel kalmayı istemiş. Zeus çobanın dileğini yerine getirmek için sonsuza kadar uykuya yatırmış Endymion’u. Ay Tanrıçası Selena’da her akşam sevdiğini görmeye gelmeye devam etmiş. Bugün geceleri göldeki ay pırıltıları da bu aşkın sürdüğünü göstermekteymiş.
Bölgedeki tarihi hazineler sadece Latmos ve Heraklia’dan kalanlarla sınırlı değil. Tarih öncesi dönemlerden kalma mağara resimleri ayrıca Hititlerden kalma kalıntılar da bulunmuş. Mağara resimlerine yürüyüş rotalarına katılarak Beşparmak Dağları’nda ulaşabilirsiniz. Ne kadar heyecan verici değil mi, kaç bin yıllık tarihten izlere ulaşabilmek dokunabilmek bu topraklarda. Anadolu topraklarımızın zenginliği her bir adımda karşımız çıkıyor.
Heraklia kenti yıllar önce önemini kaybedip, içine kapanmış ve sonraki hükümranlıklarda da o zengin dönemine ulaşamamış. Türkiye’de bu toprakların araştırılmasına 1970’li yıllarda Alman ekip tarafından başlanmış ve halen kazılar devam etmektedir. İlk kaya resimleri de 1994 yılında bulunmuş, 170 civarında kaya resmi olduğu bilinmekte.
Kapıkırı Köyü
Gelelim Kapıkırı Köyüne, bazı bloglarda Türkiye’nin en güzel köyleri arasında sayılan köy gerçekten tarihi Herakleia kentinin tam anlamı ile üzerine kurulmuş ve Bafa Gölü’nün eşsiz manzarasına hakim. Küçük bir köy, nüfusu 300 civarında. Köy içinde konaklamak için pansiyonlar ve lokanta ve çay kahve içecek yerler de bulunmakta.
Yukarıda yazdıklarımı okuduktan sonra daha ne olsun hem Bafa Gölü’nün, hem tarihi kentin sunduklarını doya doya yaşayıp, hem de doğal bir köyde konaklamak çok cazip görünebilir. İnanın ben de doğanın ve tarihin bu bölgeye bahşettiklerini görünce aynı duygulara kapıldım. Sadece günübirlik uğradığım bölgeye tekrar gitmek isterim. Ancak köyde konaklamak konusunda çok rahat yorum yapamayacağım. Ben düşüncelerimi yazayım karar sizin..
Köyün en büyük sorunu köye adım atar atmaz ellerinde tepsilerle çevrenizi saran köyün kadınları. Aralarında baston ile yürüyenler bile var. Genellikle küçük yerlerde yerel halka destek ve anı olsun diye bir şeyler almayı tercih eden birisi olarak ben bile dayanamadım. Sizi gezdireyim diye çevrenizi üç beş kişi sarıyor, sırtlarına sardıkları tepsiler ile sizinle yürüyüp bir yerde tepsilerini açıp zorla satış yapmaya çalışıyorlar. O kadar çok ülke dolaştım, Uzak Doğu’nun en fakir ülkelerinde bile böylesine bir taarruz ile karşılaşmadığımı söyleyebilirim. Aslında yerel yönetimin bu konu üzerine gidip kadınların sadece tezgahlarda satış yapmalarını sağlayacak bir düzenleme yapmalarının uygun olacağını düşünüyorum. Turizme açılan birçok köyde bu şekilde tezgahlar hazırlanmış, köylü kadınlara da gelir yaratmak amacıyla.
Köy M.Ö 5. yy’da yaşayan şehir plancısının ilkelerine göre planlı yapılmış ancak bugün maalesef en plansız köy diyebiliriz. Bölge birinci derece sit alanı olduğundan zaten köy halkının mülkiyet sorunları var. Ayrıca evlerin yapılarında duvarlarında tarihi şehrin taşları kullanılmış. Köy sokakları bakımsız, köyün içinde inek pisliği, aman üzerine basmayın. Yani en güzel coğrafyaya ve manzaraya sahip, tarihi bir alana evlerini kondurup çevreye bu kadar saygısız davranılır mı diye sormaktan kendimi alamıyorum.
Bu kıyıda yapılacak o kadar çok şey var ki, en az bir gece kalmak istiyor insan. Köyde belli sayıda pansiyonlar var, iki pansiyondan fiyat aldım, oda fiyatları 350-650 TL arasında değişiyor. Yani pansiyon için oldukça yüksek fiyatlar. Göl kıyısında çadır kurulabiliyor ancak burada da her hangi bir tesis bulunmamakta. Diğer seçenek burası Didim’e 48 km uzaklıkta orada konaklamak da seçeneklerinizin arasında olabilir. Yine de bir gece için köy pansiyonları denenebilir.
Satıcılardan kendinizi kurtarıp deniz manzaralı restoran kafelerden birinde oturabilirsiniz. Köyün girişinde göle karşı manzaralı iki yerden birini seçip oturduk. Harika manzaralı kafede bir şeyler atıştırdık. Aslında daha uzun zaman geçirmek daha çok yürümek istediğimiz köyde bazı yerleri dolaşamadan ayrıldık.
Bafa Gölü – Herakleia Antik Kenti – Kapıkırı Köyü Nerede?
Yazımızda geçen Bafa Gölü şüphesiz geniş bir alanı kaplamakta hatta Muğla ve Aydın’ın iki ilin sınırları içerisinde yer almakta. Biz yazımızda özellikle Herakleia ve Kapıkırı Köyü’nün konumuna ve ulaşımına bakalım.
Kapıkırı Muğla’nın Milas İlçesi’ne bağlı Bafa Gölü kıyısında bir köy. Kapıkırı ve Herakleia Antik Kenti için İzmir Aydın otobanından Söke ayrımından çıktıktan sonra, Söke Bodrum arasında Pınarcık beldesi yakınında solda yer alan tabeladan sapılabilir. Söke ve Milas garajlarından Kapıkırı Köyü’ne dolmuş ile ulaşım mümkün. Kapıkırı Milas’a 39 km Didim’e 48 km, Kuşadası’na 88, Bodrum’a 85 km uzaklıkta. Bu bölgedeki tatilleriniz sırasında az bilinen, yeterince duyurulmamış bu güzellikleri keşfetmek, gezginler için ayrı bir keyif olacaktır.
Son Söz
Bu az bilinen bölgenin doğallığı, tarihi kalıntıları ve güzelliğinde aklım kaldı. Güneş batışını, ay ışıltılarının gölde süzülüşünü izlemek, gölde tekne turu ile kuşlarla yakından tanışmak, adalardaki antik kalıntılara dokunmak, rehberli yürüyüş turuna katılarak 8000 yıl öncesinin kaya mezarlarını, Orta Çağ’dan kalma manastırları görmek, göl kıyısında nefeslenmek, unutulmaz fotolar çekmek, göl balıkları tatmak, hayal değil hepsi, hepsi bu topraklarda mümkün…
Sevilla, Akdeniz havasıyla Flamenko ruhunun harmanlandığı bir yer; şehrin hücrelerine sinen coşku, canlılık, renklilik size de yansıyor. Sevilla görmüş geçirmiş bir kent; Müslüman İspanya’ya da başkentlik yapmış, yeni hakimlerin yerinden yurdundan ettiği insanların acılarına da tanıklık etmiş, dünyayı dönüştüren büyük yolculukların da kalkış noktası olmuş. Bütün bunların sancısı, heyecanı, refahı, canlılığı da şehre miras olmuş. Bugün Sevilla, Endülüs Özerk Bölgesi’nin başkenti, İspanya’nın dördüncü büyük şehri. Başkent demişken Sevilla, Flamenko dünyasının da başkenti sayılmakta.
Şimdi Sevilla’yı sokak sokak gezeceğiz. Gezimiz uzun bir yazıyla sürecek, onun için önce flamenkolu bir girişle rahat rahat yolculuğa hazırlanalım. Ama belirteyim; Sevilla’da dahil Endülüs gezimdeki Flamenko deneyimim başka bir yazının konusu olacak.
Sevilla eni konu büyük bir şehir. Guadalquivir Nehri’nin ikiye böldüğü şehir, bugün bölgenin hem ekonomi, hem de sanat ve kültür merkezi. Sevilla’nın cazibesine sanat dünyası da kayıtsız kalamamış. Bunun en bildik örneği, Sevilla’da yaşanan tutkulu bir aşkın trajik sonunu konu alan Prosper Merimee romanı Carmen; tabii biz onu daha çok Bizet operası olarak bildik. Yine bir romandan uyarlanan Mozart’ın Don Giovanni’si de Sevilla’yı fon olarak kullanır, gerçi Tirso de Molina romanında Don Giovanni’yi bir kahraman olarak gösterir ama Don Giovanni’nin yaptıklarını düşünürsek böyle birinde mangal gibi bir yürek olmasına da şaşmamalı. Ayrıca Rossini’nin Sevilla Berberi de, isminden de anlaşılacağı üzere Sevilla’da geçmekte; onun da kalkış noktası Pierre Beaumarchais‘in aynı isimli komedi oyunu. Beethoven’da Sevilla’ya kayıtsız kalamamış; Fidelio operasına arka fon olarak Sevilla’yı seçmiş…
Sevilla resim sanatında da iddialı isimlere beşik olmuş. Bunların başında Diego Velazquez geliyor. 1599 doğumlu ressam, doğduğu yerde kalmamış, Kral IV Philip’in baş ressamı olmuş. Yine Sevilla doğumluve buralardan ayrılmayan Bartolome Esteban Murillo ise tam tersine, şehrin bağrına bastığı bir sanatçı olmuş. Başta Güzel Sanatlar Müzesi olmak üzere bir çok yerde heykeli var, resimleri de muhtelif yerlerde sergilenmekte. Ayrıca ressam Francisco de Zubaran, heykeltraş Juan Martinez Monyanes ve şair Fernando Herrera Sevilla’da yetişmiş sanatçılardan. Sevilla’da doğmasa da Sevilla’nın verdiği esinle Miguel de Cervantes’de Don Kişot romanının ilk taslağını bu şehirde oluşturmuş; ancak ne yazık ki Cervantes bu sırada Sevilla hapishanesindeymiş. Ama en azından Cervantes’in bazı öykü kahramanları maceralarını özgürce Sevilla sokaklarında yaşamış.
Meraklısına: Kısa Tarih
Sevilla’nın tarihi Endülüs tarihiyle paralel. Bir kasaba olarak kurulan Sevilla, MÖ 2. yüzyılda Roma yönetiminde parlamaya başlamış, Beatica eyaletinin yönetim merkezi olan bu yerin o zamanki ismi Hispalis’miş. Sonra MS 5. yüzyılda Singil Vandallarının başkenti olmuş. 461’de Vizigotların eline geçen şehir, 711’de de İslam yönetimine girmiş ve İşbiliye adını almış. Müslüman Abbadi, Murabıt ve Muvahhid egemenliğinde şehir iyice parlamış ve 12. yüzyılda yüksek refah seviyesiyle belli başlı merkezler arasına girmiş. Ancak şehir 1248’de III.Fernando tarafından alınmış. Bu dönemde şehirdeki Müslüman ve Yahudi topluluklar büyük acılar yaşamışlar. 1492’de yayınlanan Kraliçe Isabel ve Kral Ferdinand’ın ünlü Kovma Fermanıyla, İspanya’daki Yahudilerin Katolikliği kabul etmeleri, aksi takdirde ülkeyi terketmeleri istenmiş. Bu yolculuk sırasında karada fanatik Katolikler, denizde korsanlar, göç yolcularına aman vermemiş, kalanları da engizisyonun harlı ateşleri, korkunç işkenceleri yok etmiş. Ama aynı dönemde Yeni Dünya’nın keşfiyle Sevilla, ticaret zengini bir yer haline gelmiş, yeni dünyanın zenginliklerinin aktığı bir merkez olmuş. Sevilla Yeni Dünya’ya giden birçok İspanyol göçmenin denize açıldığı yermiş. 1588’de İspanya’nın en kalabalık ve en zengin şehri olan Sevilla, 17. yüzyılda denizaşırı ticaretin gerilemesiyle duraklama dönemine girmiş. 18. yüzyılda Bourbon hükümdarları sayesinde toparlanan kent, Fransa savaşları ve isyanlarla bu canlılığı sürdürememiş. 1936-1939 arasındaki İspanya İç Savaşı sırasında Sevilla milliyetçilerin elinde kalması ve çatışmalara sahne olmaması nedeniyle fazla tahrip olmamış. Bugün ise Sevilla, bütün bu geçmişi de arkasına alarak İspanya’nın en önemli merkezi olmuş durumda.
Ulaşım
Türkiye’den doğrudan Sevilla’ya gitmenin en uygun yolu THY ile Malaga’ya uçmak. Malaga Havaalanı’ndan Sevilla’ya doğrudan giden bir otobüs var; 16.45’te kalkan bu otobüs 19 euro ve Sevilla’daki Plaza De Armas’taki terminale kadar gidiyor. Uçak saatinize uygun değilse, havaalanından Malaga’ya gidip oradaki otobüs terminalinden Sevilla’ya giden otobüslerden birine binebilirsiniz; biletler 19 ile 24 euro arasında değişiyor… Ya da Malaga’dan trenle Sevilla’ya Santa Jusca Tren İstasyonu’na gidebilirsiniz; ve trenin cinsine göre 24.10 veya 43.60 euroya… Tren ya da otobüs istasyonundan şehir merkezine taksi 10 euro civarında tutuyor.
Sevilla yayılmış bir şehir. Her ne kadar gezeceğiniz yerlerin çoğu birbirine yakınsa da, zamanınız varsa ve daha ayrıntılı gezmek isterseniz toplu taşımaya ihtiyaç duyabilirsiniz. Otobüslerin ana durağı güneydeki Puerta de Jerez ile doğudaki Plaza Ponce de Leon. C3 ve C4 hatlı otobüsler, tarihi merkezin çevresinden, C5 ise tarihi merkezin içinden geçiyor; bu nedenle yorgun gezginlerin tercihi olabilirler. Otobüse her biniş 1.40 euro ve bileti otobüste alabiliyorsunuz. Ama 1.50 euro iade edilebilir depositoyla alacağınız ve tramvayda da kullanabileceğiniz Tarjeta Multiviaje kartı, daha ucuz bir seçenek olabilir; minimum 7 euroluk kartla her biniş aktarmasız 0.69, aktarmalı 0.76 euroya geliyor. Sınırsız seyahat hakkı veren 5 euroluk 1 günlük, 10 euroluk 3 günlük kartlar da var. Otobüs güzergahlarını gösteren harita belki işinize yarayabilir.
Otobüsler yanında şehrin ana noktalarından olan Plaza Nueva’dan kalkıp güneye doğru 4 durak giden tramvay da bir seçenek. Bileti 1.20 euro ve San Bernardo Tren İstasyonu’na kadar gidiyor.
Bir diğer seçenek de şehir gezi turları. Sevilla da iki tur şirketi var. Biri City Sightseeing Sevilla, diğeri Tour por Sevilla. İkisinin de rotaları hemen hemen aynı. İki günlük tur fiyatı ilkinde 20 euro, ikincisinde 18 euro. Başlangıç noktaları da Torre del Oro.
Kısıtlı ama müthiş keyifli bir gezi seçeneği de, Guadalquivir Nehri üzerinde yapılan turlar. Tore de Oro’dan 11.00’den itibaren başlayan ve yarım saatte bir düzenlenen nehir turları bir saat sürüyor ve Isla Magica’ya kadar götürüyor. 17 euro ödeyerek Kolomb, Macellan gibi denizcilerin dünyaya açıldığı yerden siz de Sevilla kıyılarına doğru ‘viya’ diyebilirsiniz.
Konaklama
Ben tarihi merkezle şehrin gündelik hayatının aktığı kısmı arasında kalan Plaza de la Encarnation’daki Hotel Abril’de kaldım. Fiyat- fayda dengesi uygun, kahvaltısı iyi, personeli güler yüzlü, temiz bir yerdi. Kaldığım yerin tarihi merkeze yakın olması nedeniyle çoğunlukla yürüyerek gezdim. Ama uzak yerler için gezi turlarından da (City Sightseeing Sevilla) yararlandım.
Gezelim Görelim
Şimdi dolaşmaya başlayalım. Anlatırken kolaylık olsun diye şehri parçalara ayırdım: Tarihi merkez olan Santa Cruz; 1929 Uluslararası Fuarıyla canlanan Parque Maria Luisa; El Arenal ile arka tarafına düşen Macarena; karşı kıyı Triana… Sayıları çok fazla olduğu için şehirdeki kilise ve manastırları da ayrı bir bölümde topladım; ilgilenen göz atar. O zaman Sevilla’nın mücevheri La Santa Iglesia Catedral de Sevilla ve Giralda’nın bulunduğu Santa Cruz’a doğru gidelim.
Santa Cruz
Yahudilerin eski yerleşim yeri olan bu bölge bembeyaz evleri, dar sokakları ile gezginlerin zamanının çoğunu geçirecekleri bir bölge. Mahallenin sokaklarında gezmek, kafelerinde oturmak bile bir zevk. Sevilla’nın gururu Bartolome Esteban Murillo’nun da yaşadığı bölge, 1492’de Yahudiler şehirden atılınca, bir süre eski canlılığını yitirmiş. Bugün Plaza de Santa Cruz denilen yerde eskiden Iglesia de Santa Cruz bulunmaktaymış. Eski bir sinagog üzerine yapılan bu kilisenin kendisi de Napoleon Savaşlarında yıkılmış ve bu kilise, bugünkü Iglesia del Espiritu Santo’ya taşınmış. Başka bir sinagog üzerine yapılan Iglesia de San Bartilome ise hala aynı yerinde durmakta. Santa Cruz daracık sokaklarının açıldığı avlularla bugün turistik eşya satan dükkanların, barların, kafelerin, lokantaların renklendirdiği bir bölge.
Özellikle 17. yüzyıldan kalma demir bir haçın bulunduğu Plaza de Santa Cruz, bar ve kafeleriyle her dem canlı Plaza de los Venerables, üzerinde haç bulunan üç sütunlu Plaza de las Cruces, azulejos seramikleri, portakal ağaçları, çeşmeleri ile Plaza de Dona Elvira ve Don Juan’ın heykelinin bulunduğu Plaza de los Refinadores zaman geçireceğiniz yerler. Bu bölgede dikkatinizi çeken bir yer de, şehir surlarına paralel olan ve bir zamanlar Alcazar’ın suyunun geldiği Callejon del Agua; burada Amerikalı yazar Washington Irving’in kaldığı ev de bulunuyor. Buradan da Jardines de Murillo ve Patio de Banderas’a geçiliyor. Toplu taşıma kullanacaksanız 5,40,41,C3,C4 ve C5 numaralı otobüsleri kullanarak Puerta de Jerez’e gelebilirsiniz. Burada bulunan metro istasyonu da Avenide de la Constitucion boyunca çalışmakta. Bizim kalkış noktamız Katedral, Real Alcazar ve Archiva de Indias’ın bulunduğu Avenide de la Constitucion, Plazadel Triunfo ve Plaza Virgen de los Reyes’in oluşturduğu tarihi bölgenin ana kısmı. Daha sonra buranın çevresini gezeceğiz… Şimdi bu bölgedeki gezimize başlayalım.
Katedral ve Giralda
Büyük bölümü Muvahhidler döneminde, 1172-1190 yıllarında yapılmış caminin bulunduğu alanda 1401-1506 arasında inşası gerçekleşen Santa Maria Katedrali, Endülüs’teki Hristiyan fethinin adeta bir simgesi. Ama La Giralda olarak isimlendirilen günümüzdeki çan kulesi ile Patio de los Naranjos, camiden yadigar kalmış. 11.520 m2lik alanıyla dünyanın en büyük Gotik katedrali ve tüm Hristiyan dünyasının da üçüncü büyük kilisesi olarak kabul edilen yapı, Gotik dönemin şahikası olarak görülmekteymiş. Zaten 1883’e kadar tamamlanamayan Katedralin taç kapısı Puerta de la Asuncion, Meryem’in Göğe Çıkışı rölyefiyle bu Gotik tarzın ilk işaretlerini veriyor. Katedralin içi, 15-16. yüzyıla ait eserlerin toplandığı bir müzeyi gezmek gibi; çok zengin ve ihtişamlı.
Katedralin içi Fransız geç Gotik tarzda yapılmış. 5 kubbeden oluşan ve ortadaki kubbesi 37 metreye varan Katedralin her şapeli görülmeye değer. 18 metre yüksekliğindeki ana sunak Eski ve Yeni Ahitten tasvirlerle en göz alıcı yer. Capilla Mayoru kuşatan anıtsal demir parmaklıklar 1518-1532 arasında eklenmiş. Capilla Mayor’un en dikkate değer yeri ise Retablo Mayor denilen Katedralin koruyucu azizi Santa Maria la Sede ve onu çevreleyen altın işçiliğiyle donatılmış dini tasvirler. Sunağın etrafı İspanyol ve Felemenk ressamların eserleri ise çevrelenmiş. Katedralin Sacristo Mayor bölümünde Murillo’nun resimleri yanında bir çok sanat eserini görebilirsiniz.
Katedrale bağlı 17. yüzyıl yapımı Iglesia del Sagrario ise günümüzde cemaat kilisesi olarak kullanılmaktaymış. Katedral içinde her biri uzun uzun incelenmeyi hak eden eserler mevcut; gümüş sunak, San Anthony Şapeli, San Peter Şapeli, El Rocio Sunağı gibi bölümler yanında 16. yüzyıldan kalma vitraylar, Ecce Homo, Immaculate Concetion gibi resimler, Aziz Justa ve Rufina ile Bebek İsa gibi heykeller de bunlara örnek. Esas görmeden çıkmamanız gereken bir bölüm, Christopher Columbus’un (Cristobal Colon) mezarı. Katedral’e yapılan en son eklemelerden olan mezar 1899 yılında bitmiş ve mezar, Castile, Leon, Aragon ve Navarre krallıklarını temsil eden dört figür tarafından taşınır halde tasvir edilmiş. 1506 yılında ölen ünlü kaşifin ölü bedeni, kendi gibi epey seyahat etmiş, Dominik Cumhuriyeti ve Küba’dan sonra İspanya’ya gelip ebedi yerine nakledilebilmiş.
Katedral çıkışı Puerta del Perdon kapısından yapılıyor. Ama çıkmadan önce La Giralda denen çan kulesini de görmemiz gerek. 1198’de yapılan 76 metre yükseklikteki ilk minarenin tepesindeki küreler, rivayete göre, 40 km öteden bile görünebiliyormuş. Daha sonra bu küreler kaldırılmış ve yerine 14 yüzyılda Hristiyanlık simgeleri konmuş.
Okyanus ötesi yerlerden akan zenginlikler La Giralda’ya da yansımış ve 1557’de minarenin tepesi Rönesans tarzda bir çan kulesine dönüşmüş ve yükseklik 93 metreye ulaşmış. Bununla da yetinilmemiş ve 1568’de kulenin tepesine bir kadın silüetine sahip rüzgar gülü eklenmiş; dev kadın olarak isimlendirilen bu rüzgar gülü, kaderin zaferini temsil ediyormuş. Kulede 25 çan bulunuyormuş ve her birinin özel adı varmış; en eskileri olan San Miguel ve Santa Cruz çanları 1400’lü yıllardan kalmaymış. Kuleye eğimli rampalardan çıkılıyor. Eğer 34 rampalı kısmı tırmanabilirseniz yukarıda göreceğiniz manzara karşısında ‘değdi’ diyeceksiniz.
Katedralin bahçesinde yer alan El Patio de los Naranjos’daki kanallar abdest almak için gerekli suyun taşınmasına yarıyormuş. Avlunun ortasındaki havuz ise Vizigotlardan kalmış. Avlu duvarlarında ise elle kazınmış, Kuran’dan 880 cümle yer almaktaymış. Avlu içindeki tahta timsah ise, Mısır Sultanının X.Alfonso’ya hediye ettiği gerçek timsahın replikasıymış.
1987’de UNESCO Dünya Kültür Miras Listesi’ne alınan Katedralde, bu anlatılanları ve daha fazlasını görmek için 9 euro giriş bedeli ödeyerek gezebilirsiniz. Gezim garanti olsun diyorsanız (www.catedraldesevilla.es) adresinden biletinizi gitmeden alabilirsiniz.
Real Alcazar
Neredeyse 1000 yıllık bir geçmişi olan Alcazar, labirent gibi birbirine geçişli odalarında hala El Mutamid’in, III Ferdinand’ın, I.Pedro’nun, I.Isabel’in , İmparator Carlos’un gölgeleri var sanki. 1181’de Muvahhidler zamanında yapılan Emir Sarayı üzerine, 1356’da I.Pedro’nun emriyle yapılan, bu nedenle hem Mudejar hem Gotik tarzı birleştiren bu kraliyet malikanesi, yıllar içinde hükmeden krallar ve kraliçelerin izlerini de taşıyarak bugün gezginler için, hem bahçeleri hem Mudejar tarzdaki yaşam alanlarıyla mutlaka görülmesi gereken bir yer.
El Hamra’da gördüğümüz muhteşem taş işçiliği burada da insanı mest ediyor. Yapıldığı zamandaki Mudejar tarz, Patio de Banderas’ı çevreleyen duvarlarda, Palacio del Yeso’nun kapısında ve Patio del Crucero’da hala izlenebilmekte. Palacio Gotico ise, Saraydaki Katolik dönüşümün en çok hissedildiği alan.
Saray ile şehir arasında sınır oluşturan Puerta del Leon’dan girilen Sarayın ağaçlıklı avlusundan, kraliyet üyelerinin av seferine çıkmadan önce buluştukları bölüm olan Patio de la Monteria’ya geçiliyor. Daha sona Mağribi süslemeciliğinin nadide örnekleriyle bezeli Palacio Don Pedro el Cruel bulunuyor. Buranın cephesinde Arapça harfler Gotik yazılara karışıyor. Sarayın ana kısmı, Patio de las Doncellas’ın duvarları Mudejar desenli seramiklerle döşeli; burası resmi işlerin, kabullerin gerçekleştiği alanmış. Patio de las Munecas ise avlusu ile çevresindeki yatak odalarıyla harem sayılacak bir bölüm ve adını kemerlerdeki iki minik surattan alıyormuş; buradaki sütunlar ise Halifelik dönemine aitmiş ve Cordoba yazımızda değindiğimiz Madina Alzahara’dan getirilmiş.
Casa de la Constratacion ise I.Isabel’in Yeni Dünya kaşiflerini sefere uğurladığı odaymış; belki oralardan getirilen altınları da burada saymıştır, kim bilir. Sonra taş işçiliğiyle öne çıkan üç kemerle, 1427’den kalma dantel gibi işlenmiş ahşap tavanıyla dikkat çeken Salon de Embajadores’e geliniyor. Patio del Crucero ise, eski hamamların üstünde yer alan bir avlu. Mudejar tarzdaki alçı süslemeleriyle Patio de las Doncellas, ismiyle müsemma, bir genç kız güzelliğinde bir yer. Muvahhid dönemin özelliklerinin korunduğu ve çiçeklerle, su kanallarıyla süslü Patio del Yeso da ilginizi çekecek bir yer. Kutsal Roma İmparatoru V. Carlos tarafından eklenen muhteşem daireler ise, Mudejar üslubun görülmediği, Sevilla seramikleri ve goblenlerle süslü bir bölüm. Goblen tabloların sergilendiği bölümde, Yeni Dünya’yı keşif yolculuklarıyla ilgili bir çok dokuma duvar halısı bulunmakta. Burada ayrıca Sarayın şapeli de bulunmakta. Gözünüzden kaçmaması gereken bir yer de, geçirdiği muhteşem çağların izlerini hala taşıyan Palacio Mudejar.
Alcazar 1987 yılında UNESCO’nun Dünya Mirasları Listesi’ne alınmış. Tabii Alcazar’ın önemli bölümü de bahçeleri. Jardin de Troya, Jardin del Principe, Jardin de la Danza gibi bölmeler arasındaki küçük avlular, bahçeler yanında teraslarla, havuzlarla, ağaçlık alanlarla süslü çok geniş yemyeşil bahçe de en az saray kadar ilgiyi hak ediyor.
Burası Ekim-Mart arası her gün 09.30-17.00 saatlerinde, Nisan-Eylül arası 09.30-19.00 saatlerinde gezilebilir. Giriş 9.50 euro; ama Ekim-Mart arasında pazartesileri 16.00-17.00 saatlerinde, Nisan-Eylül arasında pazartesileri 18.00-19.00 saatlerinde ücretsiz gezilebiliyor, artık bir saatte ne kadar gezebilirseniz. Alcazar’ın hala kraliyet ailesi tarafından kullanılan üst katı ise 10.00-12.30 arası 4.50 euroya ziyaret edilebiliyor. Ancak giriş bileti alabilmek için uzun kuyruklar bekleyebilirsiniz, bu nedenle gitmeden (www.alcazarsevilla.org) adresinden biletinizi almanızı tavsiye ederim. Ayrıca bu sitede muhtelif gezi imkanları da (Gece turları, bahçe turları vb gibi) sunulmakta.
Archivo de Indias
Juan de Herrera tasarımları esas alınarak 1584-1598 yılları arasında yapılmış Eski Ticaret Lonjası binasında kurulu Batı Hint Adaları Arşivi, Yeni Dünya keşifleri ve akabinde kolonileştirme sürecinde Sevilla’nın oynadığı rolü gözler önüne sermekte. İspanya’yı müreffeh bir imparatorluk haline dönüştüren okyanus ötesi keşifler sürecine ait değerli belgeleri, gemilerde kullanılan malzemeleri, keşif gemisi modellerini içeren bir müze. Arşivde 86 milyon sayfa el yazması, 800 harita ve çizim ile Kolomb, Cortes ve Cervantes’in mektupları mevcutmuş. İspanya İmparatorluğunu sömürgeci bir güç olarak dünya sahnesine çıkaran süreci yakından öğrenmek isterseniz III.Carlos tarafından 1785’te yerliler ile ilgili tüm belgelerin toplandığı bu müzeye mutlaka gelin; Katedralin hemen yanında. Ben bulamadım ama Kristof Kolomb’un keşifleri boyunca tuttuğu günlükler de bu Arşiv’de saklanıyormuş. Çok isterdim, Kolomb’un günlüğünde ‘Sevgili günlük bugün Hindistan’ı keşfettim’ diye yazdığı sayfayı görmeyi. Siz denemek isterseniz salı-cumartesi 09.30-16.45, pazar 10.00-14.00 arası ziyaret edebilirsiniz, giriş ücretsiz.
Hospitai de los Venerables
Santa Cruz’da Plaza de los Venerables’de yer alan bu barok yapı, 1675’de bakıma muhtaç rahipler için yapılmış bir hastane. San Fernando’ya adanan kilise ise 1689’da tamamlanmış. Seramikleriyle öne çıkan avluda, yine seramikle süslenmiş havuz görülebilir. Hastanenin kilisesinde ise dini konuların tasvir edildiği barok ihtişamına sahip freskolar var. Duvarlarda ve sunaktaki resimler ile heykeller Lucas de Valdes, Virgilio Mattoni gibi dönemin öne çıkan sanatçıların eserleri.
Tavandaki ‘Haçın Zaferi’ freskolarına dikkat. Bina 2007’den beri Velazques Merkezine de ev sahipliği yapmakta. Murillo’nun önemli resimlerinin sergilendiği geniş bir bölümün bulunduğu Müze/Hastane, Diego Velazquez, Santa Rufina, Francisco Varela resimlerine de ev sahipliği yapıyor. Burası salı-cumartesi 10.00-14.00 arası 3.50 euro giriş bedeliyle ziyarete açık.
Ayuntamiento
Katedral yakınında Plaza de San Francisco ile Plaza Nueva arasında yer alan ve 1527-1534 yıllarında yapılmış Belediye Sarayı, Plateresk tarzın iyi bir örneği. Binanın batı cephesi de 1891 Neo Klasik tarzda eklenmiş. Ben binanın içine girmedim ama ziyarete açık. Giderseniz; gösterişli tavan işlemeciliği yanında Valezquez’in Aziz Ildefonso’ya Rahip Cübbesinin Giydirilmesi tablosu yanında üst katta Valdes Leal ile Zurbaran’ın resimlerine dikkat edilmesi öneriliyor. Burası Temmuz-Ağustos kapalı, diğer zamanlar pazartesi-perşembe 05.00-19.30 arası ziyarete açık, cumartesileri açılış saati 10.00; giriş 4 euro.
Palacio de Arzobispal
Katedralin yanındaki Başpiskoposluk Sarayı, 1248 yılıda Kral I Ferdinand tarafından din adamları için yaptırılan ikametgahların üzerine 16. yüzyılda Maniyerizm tarzda yapılmış, 18 yüzyılda barok tarzda eklemelerle genişletilmiş bir yapı. Ziyarete açık değil ama yerinden dolayı binayı dışarıdan zaten göreceksiniz.
Casa de Salinas
16. yüzyılda zenginleşen Sevilla’da Gotik ve Mudejar karması yapılara, Rönesansın yarattığı yeni tarzda malikaneler eklenmiş. Casa de Salinas, bunun örneklerinden biri. Malikane hala sahipleri tarafından kullanılmakta, bu nedenle ziyaret saatleri çok kısıtlı; pazartesi-cuma arası 10.00-18.00 saatlerinde açık. Girişi de 6 euro. Malikanenin özellikle seramikleri ve bazı bölümleri 16. yüzyıldaki haliyle duruyormuş. Plaza Virgen los Reyes’ten yukarı doğru 5 dakikalık bir yürüyüşle ulaşabilirsiniz. Bugün malikane, konserler, davetler, konferanslar için de kullanılıyormuş. Ben birkaç defa uğradım da öyle gezebildim; değer mi derseniz, zamanınız yoksa atlayın derim, Sevilla’da daha iyi ‘casa’ örnekleri var.
Casa de Pilatos
Endülüs gezisi boyunca ev ev (casa casa olacak burada) dolaştım durdum ama Sevilla’daki bazı casa’ların eşi menendi yok. Bunlardan biri de, bir çok filme mekan olmuş Casa de Pilatos. Medinacelli Dükü’nün malikanesi olan bu yapı Endülüs malikanelerinin de öncüsü olarak kabul ediliyor. İtalyan Rönesansı ve Mudejar tarzın birbirine karıştığı malikanenin mutlaka dikkat edilmesi gereken yanı ise Endülüs’e has seramik döşemeleri. Mermer taç kapıdan girildikten sonra at arabaları için düşünülmüş kemerli bir avluya geçilmekte, buranın karşısında sie Patio Principal bulunmakta. Mudejar tarzındaki seramikli ve alçı bezeli avlunun MÖ 5 yüzyıldan kalma Athena heykeli ile üç Roma heykeli görülebilir.
Cenevizden getirilen çeşme, sağ tarafta ise Corredor de Zaquizami ve Salon del Pretorio’da sergilenen Leda ve Kuğu rölyefi ve Roma heykelleri görülebilir. Gotik şapel ve Salon de Descanso uğrayacağınız diğer bölümler. Adını Pontius Pilates’in Kudüs’teki evine benzerliğinden dolayı alan ve yapımı 1483’lere giden malikane bir çok restorasyon geçirmiş ama bugün yine de gerek malikanenin yapısı gerekse bahçesi ile kayıtsız kalınamayacak bir yer.
Sinema yönetmenleri de kayıtsız kalamamış ki, Malikane Lawrence of Arabia, 1492 Conquest of Paradise, Knight and Day gibi filmlerde kendine yer bulmuş. Tarihi merkezin içlerinde Calle Imperial üzerindeki bu malikane her gün, Nisan-Ekim arası 09.00-19.00, Kasım-Mart arası 09.00-18.00 saatlerinde 10 euro giriş ücreti ile gezilebilir.
Casa de los Pinelo
Tarihi merkezdeki bir diğer malikane de Rönesans tarzındaki Casa de los Pinelo, bugün Real Academia Sevillana de Buenas Letras ile Real Academia de Nellas Artes de Santa Isabel de Hungria’nın merkezi. Malikane, 15. yüzyılda Gotik tarzdan Rönesansa geçişin etkilerinin hissedildiği 16.yüzyıl başlarında yaptırılmış. 1855’de Katedral’in bünyesine geçen ve din adamlarının konutu olarak kullanılan bina 1954’te ulusal anıt ilan edilmiş. Ön cephesinin sadeliğine karşın iç kısımdaki Carrara mermerinden sütunlarıyla çevrelenen avlu ve ikinci kattaki küçük şapeli ile Uzakdoğu objelerinden modern sanat eserlerine kadar geniş ama az örnekli sergisi ilginizi çekecek.
Odaların tavanlarındaki ahşap işçilik de cabası. Burayı açık bulduğunuz da ‘farkında değilmişsiniz de girmişsiniz’ gibi dolaşabilirsiniz; girişte genellikle kimse olmuyor. Avlu kısmına giriş ücretsiz ama idari bir yapı olduğu için gezginlere yasak konmasa da pek misafirperver de davranılmıyor.
Museo del Baile Flamenco
Santa Cruz’da bulunan bu müze, Flamenko gösterileri yanında Flamenko müziği, dansı ile ilgili görselleri de içermekte. Flamenko ile ilgili sergiler, dans ve ritm çalışmaları da düzenlenen müze, bir çok yeteneğin de çıktığı yermiş. Önünden çok geçtim ve sonuçta gitmedim. Bunun iki nedeni var. Öncelikle Cordoba ve Granada’da daha otantik flamenko müzeleri gezdim ve sanatçıların çaldıkları gitarları, giydikleri etekleri falan gördüm. Ayrıca Sevilla’da Flamenko gösterisini de bir gösteri salonunda izledim. Flamenko ile ilgili yazıda anlatacağım üzere, böyle müze gibi yerlerde düzenlenen gösterilerden çok da memnun kalmadım. Diğer neden de şöyle; mesela Türkiye’de Türk Sanat Müzesi kursak, içine ne koyarız; Bülent Ersoy’un her defasında artık bundan daha ötesi olmaz dediğimiz ve her defasında daha ötesi olan kostümlerini mi, yoksa Muazzez Abacı’nın sahnede kemancının başına indirdiği mikrofonu mu? Ve bu kimi ilgilendirir? Yani falanca Flamenko dansçısının giydiği etek, çaldığı kastanyet beni niye ilgilendirsin? Dedim ve gitmedim. Ama siz gitmek isterseniz her gün 10.00-19.00 arası açık ve müze kısmı 10 euro ücretle gezilebiliyor. Sadece Flamenko gösterisi izlemek isterseniz 22 euro ödemeniz gerekecek. Hem müze, hem gösteri ise 26 euro. Her gece 19.00 ve 20.45’te Flamenko gösterisi düzenlenmekte.
Romeo ve Juliet’in Balkonu
Biraz uydurma ama elbette romantik. Efendim güya Shakespeare, Romeo ve Juliet’in ünlü balkon sahnesini, bu evden esinlenerek yazmış. İlham perisinin nerede geleceği belli olmuyor
Plaza de Espana
Santa Cruz’un hemen yanında yer alan bazı 18. ve 19. yüzyıl yapılarının hemen ardında başlayan Plaza de Espana, her ne kadar Santa Cruz’un uzantısı gibi dursa da, yapısal olarak tamamen farklı bir bölge. Burası geniş parkları, bahçeleri, yeşillikleri, çiçeklikleri, havuzları, fıskiyeleri ile adeta Sevilla’nın sayfiyesi. 1929 Ibero-American Fuarı için yapılmış olan Plaza de Espana, başta İspanya için yapılmış olan muhteşem bina olmak üzere çeşitli ülkelere ayrılmış pavilyonları, parkları, müzeleri, tiyatrosu ve malikaneleriyle Sevilla gezinizin olmazsa olmazı arasına girecek bir bölge. O zaman Santa Cruz ile Plaza de Espana arasında kalan görkemli binalarla başlayalım, parklardan bahçelerden geçelim, müzeleri ve önemli yapıları görelim ve Guadalquivir Nehri’ne varalım.
Palacia de San Telmo
Bu gösterişli saray, 1682’de kılavuz kaptanların ve subayların yetiştiği bir okul olarak kurulmuş. Denizcilerin koruyucu azizinin adını alan Saray, 1849’da Monpensier Dükün ikametgahı olmuş. Bugünse Junta de Andalucia’nın idari merkeziymiş. 1734’te tamamlanan taç kapısı dikkatinizi çekecektir. Bakmışken kuzey cephesine de göz atın; burada Murillo, Valesquez gibi Sevillalı sanatçıların heykelleri bulunmakta. Ön cephede bilim ve sanatı temsil eden figürlerle donatılmış Ion Sütunları ile elinde gemi ile haritalar bulunan Aziz Telmo, yanında kılıcıyla Aziz Ferdinand ve haçıyla Aziz Ermenegildo heykelleri görülebilir. Plaza de Espana’nın kurulduğu alan, bir zamanlar bu malikaneye aitmiş.
Universitad – Fabrica Real de Tabacos
Real Alcazar ile Plaza de Espana arasında kalan, yapımı 1728-1771 arası süren Real Fabrica de Tabacos binası şimdilerde Üniversite olarak kullanılmakta. İspanya’nın en büyük ikinci binası olarak kabul edilen ve Barok ile Rokoko tarzın hakim olduğu bu haşmetli bina, çok bildik bir öykünün esin kaynağı olmuş. Bizim tütüncü kızımız Carmen’in hazin öyküsü, ona buna sataştığı, sağa sola kaş göz ettiği bu fabrikada başlamış. Etrafı hendekler ve gözcü kuleleriyle çevrili bu binanın girişindeki seramik panodan ve binanın cephesindeki taş işçiliğinden başka bir yanını göremedim.
Costurero de la Reina
San Telmo Sarayının bahçesine 19 yüzyılda yapılan bu altıgen binanın ismi, Kraliçenin Dikiş Kutusu demekmiş.
Neo-mudejar tarzdaki bina, bahçenin güvenliği için yapılmış. Güya bu binada Kral Alfonso XII’nun eşi dikiş dikerek zaman geçirirmiş ama aslında Kraliçe bu binanın yapımından önce ölmüş. Burası bugün Turizm Danışma Bürosu olarak hizmet vermekte.
Plaza de Espana – Paraque de Maria Luisa
Bu park 1929’daki Ibero-American Fuarı için yapılmış çok görkemli bir yer. Koskoca parka damgasını vuran yarı daire şeklinde Mudejar- Rönesans etkili devasa binayı görünce iyi ki geldim diyeceksiniz. Tabii sadece bina değil, havuzlar, göletler, köprüler, buranın şatafatını artırıyor. Palmiyeler, narenciye ağaçlarının gölgelendirdiği yollarda faytonlar da sizi bu görkemli parkı dolaştırmak için beklemekte. Burada hemen gözümüze çarpan kuleli, köprülü devasa bina, Rönesanas- Mudejar-İspanyol Baroğu akımlarının yorumlarının Art Deco ile birleştirilmesinden oluşmuş ve Fuarda İspanya’nın sanayi ve teknololji ürünlerinin sergilendiği bölümmüş.
Yarım daire şeklindeki görkemli binanın kenar duvarlarındaki seramik panolarda İspanya’nın muhtelif şehirlerinin amblemleri görülebilir. Bina bugün hükümet binası olarak kullanılmaktaymış. Buranın içini görmek isterseniz, Museo Militar’ı ziyaret edebilirsiniz. Salı-cumartesi 09.00-14.30, pazar 10.00-14.00… Ağustosta ise tamamen kapalı. Giriş ise ücretsiz. Burası Yıldız Savaşları II ve 2012 yapımı Diktatör filmlerinde set olarak kullanılmış.
Pabellon Real
Maria Luisa Parkı’nın içinde yer alan ve 1911-1916 arasında Neo Gotik tarzda binada bugün belediye ofisleri bulunmakta.
Museo Arqueologico de Sevilla
Endülüs gezinizde bir tek arkeoloji müzesi gezecekseniz, o da burası olmalı. Sizi paleolitik dönemden alacak Kraliçe Isabel I’in esip kavurduğu dönemlere kadar götürecek. Bu Müze, önceleri Sevilla yakınlarında bulunan Roma döneminden kalma Italica’da bulunan eserlerin toplandığı bir koleksiyonmuş ve 19.yüzyılda ilk olarak La Merced Manastırı’nda sergilenmekteymiş. Roma döneminden, özellikle Hadrian döneminden kalma eserlerin yoğunlukta olduğu Müzenin esas süksesi, El Carambolo Hazinesi.
1958 yılında bulunan 2950 gram 24 karat altından yapılmış eşyalarla dolu hazine ilk başta efsanevi Tartesyen uygarlığının bir işareti olarak görülse de, hazine arasında bulunan Fenike tanrıçası Astar’ın heykelinin bulunması bu iddiayı söndürmüş. Roma döneminde kalma mozaikler, özellikle Italica Venüsü mozaiği, Vizigotlar ve Mağribi döneminden kalma objeler de görülmeye değer. Zaman ayırmanızı tavsiye edeceğim bu Müze, Eylül-Haziran salı-cumartesi 09.00-21.00, pazar 09.00-15.00, Temmuz-Ağustos salı-pazar 09.00-15.00 saatlerinde 1.50 euroya ziyaret edilebilir.
Museo Artes Y Costumbres Popuares
Arkeoloji Müzesi’nin hemen karşısında yer alan etnografik müze, dış cephedeki seramik döşemeleri ve önündeki havuzu ile dikkati çeken bina, 1973’te müze olarak kullanılmaya başlanmış ama türlü aksiliklerle bugünkü müze ancak 1984’de açılmış. Müze Diaz Valezquez koleksiyonundan, dini merasim adetlerine, buğday öğütmeden La Cartuja seramiklerinin yapımına, şarap yapımından müzik aletlerine uzanan geniş bir yelpazede Endülüs hayatına ışık tutuyor.
The Wind and the Lion gibi filmlerde set olarak kullanılan Müze 1.50 euro giriş ücretiyle ziyaret edilebilir.
Parklar
Alcazar Bahçeleri dışında da Sevilla geniş parklara bahçelere sahip bir yer. Maria Luisa Parkı’da aynı şekilde Sevilla’nın görkemli parklarından biri. Maria Luisa Parkı’nın çevresinde de bir çok park ve bahçe alanı var.
Sevilla Expo92 fuarı için düzenlenen ve Endülüs bitki örtüsünün sergilendiği 148.000 m2’lik alan, Fuar sonrası Parque de San Jeronimo olarak düzenlenmiş. Bu parktaki 32 metre yüksekliğindeki, halkın Kolomb’un yumurtası dedikleri Yeni Dünya’nın Doğuşu heykeli dikkat çekici. Amerikan Bahçesi La Cartuja’da Amerika kıtasına özgü bitkiler sergilenmekte. Alcazar surlarının hemen yanında Santa Cruz’un bitişindeki Murillo Parkında da muhteşem bir Kolomb anıtı bulunmakta. Guadalquivir kıyısında Isabel II köprüsü civarındaki Alamillo Parkı ise, Triana kıyılarını seyredebileceğiniz küçük ama muhteşem bir alan; Miraflores Parkı ise Sevilla’nın ikinci büyük parkı ve içinde geleneksel sebze bahçeleri, eski çiftlik evleri bulunmakta. Delicias’ta Maria Luisa Parkı’nın bir uzantısı olarak önemli bir dinlenme yeri. Bunlar dışında da Cristina-Buhara-Valle gibi büyüklü küçüklü bir sürü park şehri yemyeşil hale sokmakta.
Maria Luisa Parkı’ndan nehir kıyısına doğru gittiğimizde, 1929 Fuarı için düzenlenen alanlarda bir çok ülkenin kendi özelliklerini vurgulayan tarzlardaki pavilyonları da görülebilir. Bunlar günümüzde başka amaçlarla kullanılmakta; örneğin Peru Pavilyonu bugün La Casa de la Ciencia (Bilim Müzesi) olarak kullanılmakta, ilim irfan diye Müze kapısına dayandım ama kapalıydı. Bu pavilyonlara bir örnek de muhteşem Portekiz Pavilyonu; şimdiler de Portekiz Konsolosluğu olarak kullanılmakta ama o kadar muhteşem ki, sağına soluna bakmadan burası mutlaka görülesi bir yerdir diye daldım içeri ve püskürtüldüm tabii. İlginizi çekerse nehrin kıyısındaki Aquarium’a gidebilirsiniz, giriş 15 euro; hem ilgimi çekmedi hem de o parayla balığı yerim, daha iyi… Nehir kıyısındaki bir ilginç yer ise, 1252 yapımı Gotik tarzdaki Atarazanas Reales, yani kraliyet tersanesi; Gotik kemerlerle dolu bir alan, buraya gitmedim. Maria Luisa Parkı’nda dolaşırken göreceğiniz bir yapı da, 16. yüzyıl İspanyol yazarının adıyla anılan Teatro Lope de Vega.
Santa Cruz’dan havuzlu, muhtelif ağaçlıklı küçük parklarla başlayan bu bölge devasa bir yeşillik alana dönüşüp nehir kıyısında tamamlanıyor. Şimdi tekrar merkeze dönüyoruz ama daha sonra buraya karşıdan da bakacağız.
El Arenal
Eskiden cephaneliklerin ve tersanelerin bulunduğu Torre del Oro’dan başlayan bu alan, nehir boyunca uzanıyor. İlerleyen dönemlerde bölgenin ana noktası boğa güreş arenasına kaymış. 17 yüzyılda alüvyonlarla dolan El Arenal’in önemi azaldıkça suç oranında artış olmuş. Şehir, Expo 92 Fuarı için yeniden düzenlendiğinde bölge tekrar eski parlak günlerine döndüğü gibi, bölgedeki Güzel Sanatlar Müzesi gibi müzeler ve kültür-sanat merkezleri sayesinde şehrin kültür merkezi de olmuş. Otobüs terminalin bulunduğu Plaza de Armas’da bu bölgede; adından da anklaşılacağı üzere eskiden burası silah deposuymuş. Guadalquivir Nehrini esas alıp şehrin gündelik yaşam merkezi durumundaki Plaza de la Encarnacion’a uzanan bölgede gezineceğiz. Ayrıca bölgedeki gezimizi, El Arenal sınırlarından çıkarıp Alameda de Hercules ve Macarena’ya kadar uzatacağız. Bugünü yaşayan Sevilla’ya doğru uzun bir gezi olacak bu.
Torre del Oro
Burası Katedral’in bulunduğu Avenida de la Constitucion’dan Santander Sokağı boyunca nehire doğru yürüdüğünüzde karşınıza çıkacak bir yer, şehrin siluetinin göz bebeği durumunda. Mağribi döneminin son eserlerinden olan ve ismi Altın Kule olarak çevrilebilen bu yapı, ismini bir rivayete göre dış cephesinin altınla kaplı olmasından almaktaymış; bu konuda diğer rivayet ise, Yeni Dünya kaşiflerinin getirdiği altın ve gümüşlerin burada toplanmasından dolayı bu isim verilmiş. Artık hangisi doğru bilinmez ama gerçek olan bir şey var ki, bu kule Guadalquivir Nehrinin bir mücevheri. Kulenin insanın gözünü alan görüntüsünün bir nedeni de, on iki kenarlı bir şekilde başlayıp orta kısmında altıgen hale gelip sonra silindirik şekilde bitmesi. Muvahhid Hanedanlığı sırasında 1221’de askeri gözetleme kulesi olarak yapılan kule, nehir kenarında Alcazar’a bağlantılı surların devamı olarak inşa edilmiş. Küçük kule 1760’da eklenmiş. Surlar, Hristiyan fethi sırasında yıkılınca, kulemiz bir süre hapishane olarak kullanılmış. 1944’ten beri kulenin son iki katında Museo Maritimo yer almakta.
Denizcilikle ilgili tarihi belgelerin, haritaların, keşif gemisi maketlerinin, denizcilikle ilgili aletlerin bulunduğu kulenin en güzel yanı terasındaki manzara. Burası aynı zamanda hem gezi turlarının hem de nehir gezilerinin başlangıç noktası. Mutlaka görülmesi gereken yerler içinde sayabileceğimiz Torre del Oro, pazartesi-cuma 09.30-18.45, cumartesi-pazar 10.30-18.45 arası ziyarete açık. Giriş 3 euro, pazartesileri ise ücretsiz.
Hospital de la Caridad
17. yüzyıl barok mimarisinin şehirdeki en iyi örneklerinden biri olan bu hastane, Hermandad de la Caridad’a ait ana yapıymış; alt kat ise tarikatın liderine adanmış bir bölümmüş, bugün ise alt katta geçici sergiler yer almakta. Burası bugünlerde Murillo sergisine ev sahipliği yapıyor. Katedral’den nehire doğru yürüdüğünüzde Calle Temprado’da karşınıza çıkacak bu yapının hala bir kısmı hastane olarak kullanılmaktaymış. 1674 yılında tamamlanan hastanenin beyaz üzerine kırmızı taş bordürlü cephesi Sevilla Barogu tarzında. Girişte hayırseverlik cemiyetine girmeden önce daldan dala konarak geçen hayatı ile Don Juan hikayesinin esin kaynağı olan Miguel de Manara’nın heykeli bulunmakta.
Girişten sonra çift kemerli avlulara, duvarlarında dini konuların yer aldığı 18. yüzyıl Hollanda yapımı mavi-beyaz seramikler döşenmiş bahçeye ve 13 yüzyıla ait bir kemerle bağlanmış verandaya geçeceksiniz. Barogun ince ince işlendiği kilise ise, Napoleon işgali sırasında yağmalanmış ama yine de 17. yüzyılın önemli ressamlarının orijinal eserleri ilgi merkezi. Bunlar arasında Juan de Valdes Leal’in Kıyametin Zaferi ve Gözün Bir Kırpımında, Murillo’nun Aziz Yuhanna Hasta Adamı Yaşıyor ve Çocuk İsa resimleri özellikle görülmeli. Hastane, pazartesi-cumartesi 11.00-13.00 ile 15.30-19.00 saatlerinde, pazarları 09.00-12.30 saatlerinde gezilebilir, giriş 5 euro.
Teatro de la Maestranza
Nehir kıyısında Torre del Oro yakınındaki bu tiyatro, 1991 yılında açılmış. Avrupa’daki en büyük salonlardan birine sahip tiyatro aynı zamanda Seville Royal Senfoni Orkestrası’nada ev sahipliği yapmakta.
Real Maestranza de Caballeria
Guadalquivir Nehri’nin kıyısında, Puerta de Isabel II Köprüsünün hemen bitiminden başlayan Paseo de Cristobal Colon üzerindeki bu arena, benim bu gezideki en büyük pişmanlığım. Gitmeliydim, gitmedim. Ama beyaz üzerinde taba renkli boyasıyla İspanyol geç Barok dönemi bu yapının önünden çok geçtim. 1761-1881 yıllarında yapılan ve dünyanın en büyük boğa güreşi arenalarından sayılan bu alan, her gün Ekim-Nisan arasında 09.30-18.30 saatlerinde, Nisan, Mayıs ve Ekim’de 09.30-21.00 saatlerinde, Haziran-Ağusutos arasında 09.30-23.00 saatlerinde 8 euro karşılığı rehberli turlarla gezilebiliyor. Arenanın önündeki Paseo de Cristobal Colon’da karşılıklı duran bronz heykeller de buranın nişanelerinden; Arenanın karşısında duran Carmen heykeli.
Museo de Bellas Artes
Museo de Bellas Artres, İspanya’nın Prado’dan sonra ikinci büyük güzel sanatlar müzesiymiş. Resim müzesi olarak 1835’de kurulan ve 1841’de ziyaretçi kabul etmeye başlayan Güzel Sanatlar Müzesi, 1248’de yapılan Merced Calzana Manastırı binasında bulunuyor. Manastır yapısı 1603’de değiştirilmiş ve Mağribi tarzında yeniden yapılmış. Ancak binanın tamamlanması 150 yıl sürmüş ve sonuçta bugünkü Endülüs Mannerist havasına kavuşmuş.
Müzenin koleksiyonu, ülkedeki çeşitli kilise ve manastırlardan getirilenler yanında özel koleksiyonlardan bağışlananlar veya satın alınan eserlerden oluşuyor. Müzenin girişindeki seramik panolara iyi bakın; bunlar El Populo Manastırı ve Aljibe Kilisesi’nden getirilmiş 16. yüzyıla ait, türünün en iyi örnekleriymiş. Rönesans bölümünde El Greco, Lucas Cranach gibi ressamların eserleri görülebilir. Sonra gelen Mannerizm bölümünde Francisco Pacheco, Alonso Vazquez, Naturalizm bölümünde Diego Velazquez, Alonso Cano gibi sanatçıların resimleri yer alıyor. Eski manastırın barok kubbeli kilisesinde yer alan Murillo ve Sevilla Barok Akımı eserleri ortamla bütünleşip ayrı bir güzellik taşıyorlar.
Bunun yanında Avrupa Barogu, 18-19-20. yüzyıl Sevilla ressamları bölümünde Jose de Ribera, Jan Brueghel, Francisco de Goya, Garcia Ramos, Jose Villegas, Gonzalo Bilbao resimleri görülebilir. Müzede resim ve heykel yanında, muhtelif dönemlere ait silahlar, seramikler, mobilyalar, altın eşyalar da sergilenmekte. Alfonso XII üzerinde Plaza del Museo’da yer alan müze, 16 Haziran- 15 Eylül salı-pazar 09.00-14.45 arası, 16 Eylül-15 Haziran salı-cumartesi 09.00-19.30, pazarları 09.00-15.30 arası açık ve giriş 1,50 euro. Buraya otobüsle gelmek isterseniz 3, 6, 13, 14, 27, 32, 43, C3, C4 ve C5 hatlarını kullanabilirsiniz.
Palacio de las Duenas
Bu malikane, belki de Endülüs gezisi boyunca gördüğüm malikanelerin en ihtişamlısı. Duenas Sokağı’ndaki neoklasik girişte önce Endülüs’ün ünlü ahırlarından biri ve avlu karşılıyor. İlk intiba o kadar çarpıcı değil haliyle. Buradaki limonluk, ünlü şair Antonio Machado’nun doğduğu yer. Ana avluya geçtiğinizde, Mağribi tarzındaki bahçelerin en iyi örneklerinden birinde olduğunuzu hissedeceksiniz. Daha sonra Benlliure’nin bronz heykel çalışmasının ismini verdiği Çingene Odasına gireceksiniz. Tablao Odası ise, Alba Düşesinin Flamenko dans dersleri aldığı odanın ismi.
Bu arada belirtelim; tablao, Flamenko gösterilerinin yapıldığı yerlere verilen isim. 15. yüzyıla ait sunağıyla malikanenin şapeli ve okuma odası göreceğiniz diğer yerlerden. Jose de Ribera’nın resimleri şapelin en büyük sükselerinden. Malikane ailenin kullandığı eşyalarla, seramik döşemeler, ahşap ve taş işlemeler, porselen biblolar, goblen halılar, resimler, heykeller ile birlikte hem bir sanat müzesinin hem de bir tarih resmi geçidinin mekanı gibi. Ama bir ilgimizi çeken nokta da ailenin sansasyonel üyesi, on sekizinci Alba Düşesi Maria del Rosario Cayetana Fitz-James Stuart y Silva’nın varlığı ve burayı çok sevmesi. Zengin aristokratlar arasında hatırı sayılır bir yeri olan ve maceralarıyla ailesinin sinirlerini bozan bu uçarı hanım, 88 yaşında öldüğünde 64 yaşındaki kocasına hiç miras bırakmaması ile gündeme gelmiş; herhalde genç koca diye aldığı adamın da 60’lı yaşlarında olması fikrine dayanamadı.
Malikanenin konukları arasında Kral VIII Henry ve kardeşi VI George, Kral XIII Alfonso, Victoria Eugenia, Jacqueline Kennedy, Grace Kelly ile Rainiero de Monaco gibi isimler de olmuş. Bir çok tarihi ve magazinsel anıya tanıklık etmiş bu malikaneye mutlaka zaman ayırın. Malikane 10.00-20.00 saatlerinde gezilebilir, giriş 8 euro, pazartesileri sınırlı sayıda 4 euroluk giriş hakkı da var.
Metropol Parasol – Antiquarium
La Encarnacion Meydanı’na damgasını vuran, ahşap bir şal gibi alanın üstünde salınan bu yapı Alman Jürgen Mayer tarafından 2011’de yapılmış. 26 metre yükseklikte 150X70 metre alana yayılan bu şalın dünyadaki en kocaman ahşap yapı olduğu iddia edilmekte. Ben şal diyorum ama aslında yaşayanlar buraya Las Setas de la Encarnacion (Encarnacion’un mantarı) diyorlarmış. Altı bölümden oluşan mantar üzerinde seyirlik teraslar var ama ızgara planlı bu mantar üzerinde yürümek kolay olmasa gerek. Ama benim için buranın en önemli kısmı, kazı yapılırken ortaya çıkarılan Romalılardan kalma kalıntıların sergilendiği Antiquarium. MÖ 1. yüzyıldan MS 12. yüzyıla uzanan Roma ve Mağribi dönemine ait kalıntılar cam bir kaplama altından ziyaretçilere sunuluyor. Sokakların bile görüldüğü alanda yedi evin mozaik tabanları dikkat çekici. Müzenin sembolü de olan öpüşen kuşlar mozaiği ile Medusa mozaiği en ilgi çekenlerden. Burası salı-cumartesi 10.00-20.00, pazar 10.00-14.00 arası 2 euro karşılığı ziyarete açık.
Alamade de Hercules
Bir zamanlar minik bir mahalle olan Alamade, bugünkü bohem, marjinal haline gelene kadar epey bir inişli çıkışlı dönemlerden geçmiş. Burası kendi halinde bir mahalleyken 1383’te yapılan bir küçük baraj nedeniyle bataklık hale gelmiş, 1574’te bataklık kurutulmuş ve bu bölgeyi yeniden düzenlemek için Marmoles’teki dört Roma sütununu buraya getirip bir hava katmayı denemişler. İki sütunu yerleştirmişler de, diğer ikisini düşürüp kırmışlar. Herkül Tapınağı’na ait olduğu düşünülen bu iki gerçek sütun bölgenin güney cephesine yerleştirilmiş, tepelerine de sonradan biri Herkül, biri Sezar’a atfen iki heykel kondurulmuş. Kuzey cephesine de bu sütunların replikaları konmuş. 19.yüzyılda üst sınıfın tercih ettiği bir bölge olmuşken İç Savaştan sonra burası gözden düşmüş, genelevler ve uyuşturucu tacirleri doldurmuş bölgeyi. 21.yüzyıl başında elden geçirilen bölge, bugün şehrin gece hayatının, barların, eğlencenin aktığı bir yer. Bohem ve marjinal yapısıyla ilgi çekici. Burada sütunlar dışında görülecek başka yerler de var. Bugün atölye çalışmalarına, sergilere ev sahipliği yapan 19 yüzyıl ürünü Casa de las Sirenas bunların başında geliyor. Ayrıca bölgedeki 1785-1799 arası yapılan Palacio de Infandato, Marqueses de Medina’nın malikanesi de göz atılabilecek bir yer. Buradaki Nuestra Senora del Carmen y Cruz del Rodeo Şapeli de önemli bir yer çünkü Jose Zorilla’nın eseri Don Juan Tenorio’da Done Ines’in kapandığı yer de burası. Ama bir kendi sığmıştır herhalde çünkü minicik bir şapel. Bütün bunların ötesinde burada farklı bir Sevilla yaşamak için de gelinebilir. Heavy metalden flamencoya, tapas barlardan şık lokantalara, Arap tarzı çay evlerinden gay mekanlara kadar ne ararsan var. Kimse kimseye karışmadan yaşayıp gidiyor burada.
Çok da güzel kafeler, barlar var. Ben birine oturdum ama zil zurna çıktım. Olup olacağı bir campari içecektim ama bardaki bıçkın kıza ne istediğimi anlatırken nedense atarlandı hanım kızın, valla sonunda ‘ne verirsen onu içerim’ demek zorunda kaldım ve campari, votka, şarap karışımı bir şeyi içtim. E haliyle, daha sonra ben Sevilla sokaklarında ‘Yansın geceler’ havasında dolandım durdum.
Neyse, Sevilla’da Roma kalıntılarının örneği olan Alamade de Hercules’in getirildiği yer olan Marmoles’te tapınağın diğer parçalarını da görebilirsiniz; Flamenko Müzesi’ne gayet yakın. Ayrıca Ruinas de Acueducto denilen su kemerleri de şehrin Roma mirasının bir parçası.
Corral del Conde
Santiago civarında yer alan ve 16 yüzyıl Sevilla’sının yerleşim yeri olan bu bölge, 18. yüzyılda günün şartlarına uyarlanmış. Geleneksel mahalle avlusu ortamının iyi bir örneği olan Mudejar tarzı bir yer.
Puerta de la Macarena-Murallas
Eski şehir kapılarından geriye kalan 4 kapıdan biri olan Macarena Girişi, şehrin kuzeyinde Basilica de la Macarena’nın hemen yanında. Bu kapı şehre ilk kez gelen krallar tarafından kullanılırmış ve buradaki sunakta şehrin anahtarı krallara teslim edilirmiş. Macarena Kapısı’nın devamında şehrin surları devam ediyor. Bu surlar Julius Caesar zamanında yapılmış, 12 yüzyılda Sultan Ali İbn Yusuf zamanında genişletilmiş, 1723-1795 döneminde İslami unsurlar değiştirilerek surlar bugünkü haline dönüştürülmüş. Surlar 1868 isyanı sırasında büyük oranda tahrip olmuş. Bugün Alcazar Sarayı duvarları ile Puerta de la Macarena’dan başlayıp Puerta de Cordoba’ya kadar devam eden kısım ayakta kalmış. Aslında surlarda bir çok kapı ve giriş noktası bulunmaktaymış ama bugün bunların sadece dördü ayakta kalabilmiş: Puerta de la Macarena, Puerta de Cordoba, Postigo del Aceite ve Postigo del Alcazar. Bunlar geziniz sırasında göreceğiniz yerler. Şehir merkezine yakın Postigo del Aceite, 1107’de Ali İbn Yusuf zamanında yapılmış ve zeytinyağının şehre alındığı yermiş. Hemen yanında da 18 yüzyıl yapımı Immaculate Concepcion Şapeli bulunmakta.
Hospital de las Cinco Llagas
Macarena’da bulunan ve Hospital de la Sangre (Kan Hastanesi) olarak da bilinen bu yapı 1558’de açılmış ve 1992’den beri Endülüs Parlamentosu olarak kullanılmaktaymış. Buranın gözde kısmı kilisesi; Rönesans tarzındaki yapının sunağı Asensio de Maeda’nın tasarımı, Diego Lopez’in imzası, Alonso Vazquez’in resimleri ile dikkati çekiyor. İçerisi ziyarete açık değil. Binanın yan tarafında ise oto tamircileri ile gece klüpleri yan yana; adeta Ankara’nın Ulusu…
Camara Oscura-Torres de los Perdigones
Büyük bir karanlık odadaki büyüteçli merceklerle etrafın seyredildiği bir yer ama 19. yüzyıl sonlarında yapılmış Torre de los Perdigones’ten zaten etraf gayet güzel görünmekte. C1,C2, C3, C4 hatlarıyla gelinebiliyor. Ama şehri yukarıdan görmek için buralara gelmeyin. Giralda, Torre de Ore çok daha yakın ve uygun.
Bu bölgeden ayrılmadan mutlaka bahsedilmesi gereken iki önemli kilise var; Iglesia de la Magdelena ve Iglesia de Macerana. Onlar yazının Kiliseler bölümünde gezilecek.
Burada görmeyi çok istediğim ama göremediğim Palacio de la Condesa de Lebrija’yı da anayım. Burası benim gittiğim Haziran ayında kapalıymış, yazın sadece Temmuz ve Ağustos’ta pazar-cuma 10.00-15.00, cumartesi 10.00-14.00 arası açıkmış; sadece alt kat 5 euro, iki kat ziyareti 8 euro ücreti… Malikanenin üst katı ünlü ressamların eserleriyle donatılmış yaşam alanı, alt katı ise antik eserlerin sergilendiği yermiş.
Triana
Guadalquivir Nehri’nin karşı kıyısı olan Triana, nehrin iki kolu arasına sıkıştığı için adeta bir ada gibi. Triana’ya komşu Los Remedios ile La Cartuja’yı da Triana kapsamında gezeceğiz. Burası yüzyıllarca merkezden uzak tutulmuş bir bölge. Bu tarafta yaşayanlar da kendilerini Trianalılar olarak görüyormuş; galiba bizim İzmir-Karşıyaka çekişmesi gibi bir konu… Bu bölge merkezden uzak tutuldukça çingenelerin yerleştiği bir bölge olmuş. Bunun sonucu da burası rengarenk bir Flamenko merkezi haline gelmiş. Triana, Flamenko yanında seramik ve çini işçiliğinde de önemli bir merkez olmuş. Triana ile karşı kıyı arasında ilk köprü, 1171’de kayık köprü olarak yapılmış. Hristiyan fethi sırasında Mağribilerin yaptığı bu köprü ve savunma kulesi yıkılmış.
Burası bir dönem Flamenko sanatçılarının, matadorların, seramik sanatçılarının, denizcilerin yaşadığı bölgeymiş, hatta sokak aralarında dolaştığınızda bazı evlerin kapısında kime ait olduğunu gösteren plaketler göreceksiniz. İlk gerçek köprü ise 1854’te yapılan Isabel II Köprüsüymüş. Bu köprüden geçildiğinde Altozano Meydanı’na geliniyor; burada matador Juan Belmonte’nin heykeli sizi karşılayacak. Yolun karşı tarafında ise Castillo de San Jorge’nin kulesi ve yanındaki yiyecek pazarı… Şimdi yavaş yavaş Triana içlerine doğru girip La Cartuja’ya kadar uzanalım. Ama önce Sevilla köprülerine bir göz atalım.
Köprüler
Sevilla’nın kıyısında kurulduğu 657 km uzunluğundaki Guadalguivir Nehri, İber Yarımadasının navigasyona uygun tek nehri. Sevilla’nın tarihsel önemine katkısı yanında güzelliğinin de kaynağı olan bu nehir üzerinde farklı tarzlarda bir çok köprü var haliyle. Şimdi kısaca bu köprülere bir göz atalım. Expiracion de Cristo Köprüsü 1991 yapımı ve tek kemerden oluşmakta. 214 metre uzunluğundaki Barquetta Köprüsü ise Expo 92 Fuarı için yapılmış çelik bir yay şeklinde bir köprü. Yine Expo 92 Fuarı için 1992’de yapılan Alamillo Köprüsü 250 metre uzunluğunda ve tek sütuna bağlı yaylardan oluşmakta. 92 Expo için çevre yolunu bağlayan ve iki kıyıdaki iki ayak üzerinde yükselen V. Centenario Köprüsü köprüler içinde en uzunu. 125 metre uzunluğundaki Los Remediosise 1968’de açılmış.
Las Delicias ise, 108 metre uzunluğunda olup 1992’de açılmış ve Alfonso XII Köprüsü’nün yerini almış. San Telmo ise 1931’de açılan beton bir köprü. Köprülerin en eskisi Isabel II Köprüsü; 1852’de biten köprü 1171’de kayıklardan yapılan köprünün yerine inşa edilmiş; şehrin en canlı köprüsü. Triana Köprüsü de denilen bu köprü, iki tarafta da şehrin merkezine bağlanmakta… Bizim için önemli köprüler Isabel II ve San Telmo köprüleri. Hatta iki köprü arasında bir yürüyüş hem Triana’nın hem Sevilla’nın muhteşem güzelliklerini görmenizi sağlayacaktır. Özellikle Triana tarafında bu iki köprü arasındaki kısım, harika bir manzara eşliğinde bir şeyler yemek, içmek, oyalanmak için en iyi seçenek.
Castillo de San Jorge
Guadalquivir Nehri’nin batı yakasındaki bu Orta Çağ kalesi, Engizisyon döneminde hapishane olarak kullanılmış, 19 yüzyılda da bir pazara dönüştürülmüş. Vizigotlar döneminde savunma kulesi olarak yapılan yerde Mağribiler zamanında 1171’de Abu Yakup kayıklar üzerinde yüzen bir köprü yaptırmış ve köprü o zaman Gabir Kalesi denilen bu kaleye zincirlenmiş. Ferdinand III bu zincirleri kırarak şehri 1248’de fethetmiş. Bugün burası Engizisyon Müzesi olarak kışın salı-cumartesi 11.00-17.00, pazarları 11.00-14.30, yazın salı-cumartesi 11.00-17.30, pazarları 10.30-14.30 arası ziyaret edilebilir, giriş ücretsiz.
Museo de los Carruajes
Puente de San Telmo Köprüsü’nün açıldığı Plaza de Cuba’da bulunan at arabalarının sergilendiği bu müze, 16 yüzyıla ait bir manastırın içinde yer almakta. Pazartesi-cuma 09.00-14.00 arası 3.60 euroya gezilebilir, salı günleri ücretsiz. Erken kapandığı için kapısından döndüm ama çok da olmazsa olmazım değildi zaten.
Monasreio la Cartuja-Centro Andaluz de Arte Contemporaneo
La Cartuja Manastırına, yeşillikler ve göletler arasından geçilerek 16 yüzyıl yapımı ana kapısından giriliyor. Manastır avlular, meyve bahçeleri, kilise, şapeller ve fabrika bölümlerinden oluşuyor. Burası görmüş geçirmiş bir yer, iyi günü de olmuş, kötü günü de… Şimdi vardığı yer ise Çağdaş Sanat Müzesi; Mağribi döneminde seramik için buradaki mağaralardan kil çıkarılmaktaymış, 1248’de bir mağarada Bakire Meryem heykeli bulunmuş ve üzerine bir şapel yapılmış. Bu nedenle buraya Virgen de la Cuevas (Mağaraların Bakiresi) denmiş. 1399’da Franksisyenler burada bir manastır yaptırmışlar. Kristof Kolomb, ikinci seyahatini burada kalırken planlamış ve öldükten sonra vücudu 30 yıl burada muhafaza edilmiş. Napolyon döneminde kışla olarak kullanılan Manastır 1812’de tekrar rahiplere iade edilmiş. Daha sonra burası seramik fabrikası olarak kullanılmış. Ünlü azulejos seramiklerini bir İngiliz tüccar burada üretmeye başlamış. 1840’dan 1980’lere kadar La Cartuja unvanıyla seramik fabrikası olarak çalışan fabrikanın ürünlerini, Manastır duvarları yanında Hotel Alfonso XIII gibi şehirdeki bir çok önemli yapıda görebilirsiniz. Daha sonra burası Modern Sanat Müzesi’ne dönüştürülmüş. Ayrıca yaz aylarında burada açık hava konserleri düzenleniyormuş; yani rahiplerin cennete güzellemeler yapan ilahilerinin yerini isyankar rock konserleri almış ama Sevilla’da kimse din elden gidiyor diye bağırmıyor.
Ben bu Manastır-Müze’ye gittim. Bir zamanların ruhani mekanında şimdi arı mayanın sevimsizi bir adam, Kafka’nın romanı gibi metomorfoza uğramış mı uğramamış mı belli olmayan bir böcek adam, bir de üç renkli bir adam karşılarına almış efendiden ama iğneler içinde bir halde mikroskoba bakan bir adamı duruyorlar. Etrafta alet edavatlar ve muhtelif ekranlarda dönüp duran türlü çeşitli videolar vardı. Videolardan birine baktım; ön tarafı yara bere içinde ama arkasına kelebekler konmuş bir adam bir sandalyede oturup kitap okuyan Gündüz Güzeli’nin Catherine Deneuve’ü gibi duran bir kadına bas bas bağırıyordu, tabii İspanyolca. Bende içimden bağırdım onlara; ‘Güzelim manastırı maymuna çevirmişsiniz’…
Manastıra, Pasarela de la Cartuja’dan geçerek yürüyebilirsiniz. Manastırın iki kapısı var. Biri, yukarıda bahsettiğimiz Calle Americo Vespucio’ya bakan ana kapısı, diğeri köprünün devamı olan Camino de los Descubrimientos bakan küçük kapı. C1 ve C2 hatlı otobüsler sizi buraya kadar getirebilir. Burası salı-cumartesi 11.00-21.00, pazar 11.00-15.00 saatlerinde 1.80 euro giriş ücretiyle gezilebilir. La Cartuja Fabrikası ise pazar- cuma 08.00-15.00 saatleri arası açık.
Isla de la Caruja
1992’de Sevilla’da düzenlenen ve yüzden fazla ülkenin katıldığı, pavyonlarında teknolojik, bilimsel ve kültürel serginin düzenlendiği EXPO ’92 Fuarına ait alan, bugün müzeler, sergi salonları, eğlence parklarından oluşan bir bölgeye dönüşmüş. Isla Magica’da Yeni Dünyayı bulmak için okyanusa açılan kaşiflerin seyahatleri canlandırılmaktaymış. Ayrıca burada her birine bir bilim insanın adı verilen sokaklarında Agua Magica eğlence parkı ve üniversite yapıları bulunmakta.
Pabellion de la Navegacion
1992’de yapılan bina, 2012’den beri Sevilla’nın denizcilik geçmişini, bu alandaki keşifleri, teknolojik ilerlemeleri konu alan bir müzeye ev sahipliği yapmakta. Torre de Ore’de daha küçük kapsamlı bir müze gezmiştim, konu da çok ilgimi çekmiyor; bu durumda haliyle ben gitmedim.
Kiliseler
Hristiyanların Sevilla’yı 1248 yılında ele geçirmelerinden sonra şehirde diğer inançlara dokunulmasa da hızlı bir Hristiyanlaştırma hareketi başladığından kilise sayıları da hızla artmış. 1492’de Isabel ve Ferdinand’ın ya sev ya terket görüşünün Hristiyan versiyonu uygulanmaya başladığı için artık cami, sinegog ne var ne yok, hepsi kiliseye dönüştürüldüğünden kilise sayısı hepten artmış. Bu sayı o kadar fazlalaşmış ki, benim gibi hepsini göreceğim diye dolanan gezginler bile pes etmiş. Yine de Sevilla’nın en önemli kiliselerini gördüm. Bir kısmını hiç açık yakalayamadım, bina etrafında dolandım. Ama yazmaya kalkınca, ben bile sıkıldım. Ayrıca Katedral gibi bir örnek varken gezi boyunca kilise kilise dolaşmanın da bir anlamı yok; bunu diyen de benim, neredeyse kilise rahipleriyle kanka olacak aşamaya gelmişken. Neyse ben size en beğendiğim 5 kiliseyi anlatayım, diğerlerinden kısaca bahsedeyim. Bu kiliselerden ilk üçü gerçekten çok muhteşem.
Basilica de la Macarena
Şehrin kuzeyinde yer alan ve Neo Barok tarzda 1936-1941 arasında yapılan La Macarena’nın en önemli bölümü, ana altarındaki altın ve gümüşle donatılmış Bakire figürü. Bu heykelin 17. yüzyıl kadın sanatçı La Roldana’ya ait olduğu sanılmaktaymış. Hristiyanların İsa’nın çarmıha gerildiği gün olarak kabul ettikleri Paskalyadan önceki Cuma gününde düzenlenen merasimlerde bu Bakire Heykeli, şehrin sokaklarında dolaştırılıyormuş. Kilisenin duvarları muhteşem resimlerle süslü. Kilisenin hazinesinde ise Bakire’nin şatafatlı tören giysileri ve mücevherleri sergilenmekte. Bakire dini merasimlerde giysi ve mücevherlerine kavuşuyormuş sanırım. Kilisede ayrıca matadorların koruyucu azizinin de ahşap bir heykeli var ama bu kısmı anlamadım, bu aziz matadorları boğalardan mı koruyor, yoksa amacı ne… Bence esas boğaları koruyacak biri lazım bu durumda. Sevilla’nın tarihine bakıldığında oldukça yeni olan bu kilise, zengin koleksiyonu yanında dini bir geleneğin önemli bir temsilcisi olması açısından da ilgi çekici.
Burası kış aylarında pazartesi-pazar 09.00-14.00, 17.00-21.00 arasında, yaz aylarında pazartesi-cuma 09.00-14.00, 17.00-21.00, cumartesi-pazar 09.00-14.00, 18.00-21.00 arasında ziyaret edilebilir; kiliseye giriş ücretsiz ama müzesi 5 euro. Değer mi, kesinlikle.
Iglesia del Salvador
Katedralden sonra Sevilla’nın en büyük kilisesi olan bu Kilise, 1674-1712 yıllarında, 830’dan kalma Ibn Adabba Cami’sinin üzerine yapılmış. Camiden geri kalan ise minaresinden dönüştürülen çan kulesi ile Patio de Abluciones’miş. Barok ve Mannerist tarzdaki kilise, Plaza del Salvador’da bulunmakta ve içeriye üzerinde vitray cam bulunan üç kapıdan girilmekte. İçeride 14 adet birbirinden göz alıcı, barok işlemelerle zenginleştirilmiş sunak bulunmakta. Kilisede Martinez Montames, Juan de Mesa ve Cayetano de Acosta’nın eserleri görülebilir. Kilisenin ana heykeli olan Virgen de las Aguas, şehrin en eskilerinden.
Iglesia de la Santa Maria Magdelena
1709’da Leonardo de Figuero’nun büyük eseri olan bu Barok kilise, Calle San Pablo üzerinde yer alıyor. Kilisenin Mudejar tarzdaki üç kubbeli şapeli Sevilla’nın gururu ressam Murillo’nun 1618’de vaftiz edildiği yermiş. Çan kulesi ve kilise kubbesi renkli döşemeleriyle göz alıcı. Kilisede Zurbaran’ın Aziz Domingo tasviri ve Lucas Valdes’in freskoları da gözden kaçmamalı. Burası Valensiya gezimde bahsettiğim Corpus Cristi Festivali kapsamında yaşlısından gencine grup grup insanın Meryem ve İsa heykellerini sırtlayıp saz caz eşliğinde sokak sokak dolaştırdıkları merasimlerden birine denk geldiğim kilise.
Iglesia Santa Ana
Triana’daki bu haşmetli kilise, kavun içine çalan rengi ve kulesiyle karşı kıyıdan bile gözünüze çarpacaktır. 1266 yılında yapımına başlanmış ve 14.yüzyıl başlarında tamamlanmış. Kilisenin dış cephesi Gotik- Mudejar tarzda içinde barok etkiler de görülüyor. Kiliseyi Nufro de Ortega ile Nicholas de Jurate’nin heykelleri ve Pedro de Campana resimleri süslemekte. Ben gittiğimde Corpus Christi festivaline ait bir geçit vardı; yine İsa’yı Meryem’i yüklenen kalabalık uzun ve yavaş bir kortejle kiliseden çıkıp çalgı çengi eşliğinde sokaklarda yürüyordu.
Iglesia de la Anunciacion
Sevilla’nın en güzel Rönesans yapılarından olan Kilise, Juan de Roelas, Martinez Montanes, Francisco Pacheco gibi sanatçıların eserlerini barındırmakta. Eski Üniversitesinin kilisesi olarak yapılan yapı, haç şeklinde; girişte ise Meryem Ana ve bebek İsa sizi karşılıyor. Burası Sevilla’nın Pantheon’u olarak da bilinmekte.
Bunlar ilk beş kilise ama gezdiğim, gördüğüm, kapısına gidip içine giremediğim başka kiliseler de var ve bunların bir kısmı şaşırtıcı derecede ilginç ve güzel.
Şimdi ne diyeyim ben; 17 yüzyılda yapılan Barok’un doruklarındaki Iglesia de San Luis, Mağribi camisi üzerine 14 yüzyılda yapılmış Mudejar havalı Iglesia de Santa Catalina, eski bir caminin minaresinin hala korunduğu Gothik Mudejar tarzda Iglesi de San Marcos, önce cami olup sonradan sinagoga dönüştürülen ve en sonunda kilise yapılan 17. yüzyılda barok tarzda yenilenmiş, Murillo gibi çok önemli ressamların eserlerini barındıran Iglesia de Santa Maria la Blanca; Cristo de la Expiracion’a ev sahipliği yapan Capilla del Patrocinio; Gotih Mudejar tarzdaki Capilla del Antiguo Semibario; Romanesk’ten Gotik tarza geçişin en önemli örneği olan Don Fadrique Kulesini de barındıran ve Martinez Montanes heykelleri ile insanı etkileyen Convento de Santa Clara,
yine Martinez Montanes eserlerinin olduğu Convento de San Leandro, 1248’de yapılan ama bir çok defa değiştirilen Iglesia de San Nicolas de Bari, 1794-1841 arası yapılan Neo Klasik Iglesia de San Ildefenso, 13.yüzyıldan kalma Gotik-Mudejar tarzdaki Iglesia de San Gil, 14 yılda Gotik-Mudejar tarzda yapılan Sevillalı ressam Valdes Leal’in de mezarının bulunduğu Iglesia de San Andres, Murillo’nun ‘Son Akşam Yemeği’ni sergileyen 17. yüzyıldan kalma Convento del Espiritu Santo; dış cephesi bile etkileyici Convento Santa Isabel; 14 yüzyıla ait Gotik-Mudejar karışımı stiliyle ve Aloso Cano eserleriyle Iglesia de San Julian; tarihi merkezde yer alan ve 1699-1730 arasında Leonardo de Figueroa tasarımına göre Barok tarzda yapılan Iglesia de San Luis; 1759’da denizcilerin azizi için yapılmış mütevazı Capilla de los Marineros; şehrin en eski kiliselerinden Iglesia de Santa Marina; 17 yüzyılda inşa edilen ve ünlü seramiklerinin bir kısmı bugün Triana Seramik Müzesi ve Londra’daki Victoria Albert Müzesinde sergilenen Convento de Santa Clara; Santa Cruz’da bulunan ve sunağındaki Mahşer tablosuyla ünlü Iglesia de San Bernardo;
14. yüzyılda bir caminin üzerine yapılan ve içindeki Zurbaran resminin öne çıktığı Iglesia de San Esteban; 14. yüzyıl yapımı olan ve 17. yüzyıla ait Herrara freskolarının dikkati çektiği Convento de Santa Ines; kuruluşu 13 yüzyıla giden ve başta Dona Mariade Portugal olmak üzere bazı kraliyet ailesi mensuplarının mezarlarına ev sahipliği yapan Convento de San Clemente; Ressam Diego Velazquez’in vaftiz edildiği, taç kapısı ve kulesi Barok, iç kısmı Mudejar olan Iglesia de San Pedro; Triana’da içinde insan boyutunda Virgen Estrella heykeli olan ve Paskalya öncesindeki pazar günü yapılan geleneksel dini merasimin başlangıç noktası olan Capilla de la Estrella; 1473’de yapılan Gotik-Rönesans ve Mudejar akımlarının izlendiği, ayrıca Alonso Cano, Juan Martinez Montanes ve Felibe de Ribas’ın eserlerinin bulunduğu Convento de Santa Paula; Katedralin hemen karşısında yer alan 1591’de yapılmış ve Neo Klasik ana sunağındaki La Anunciation heykel grubuyla görmeye değer Convento de la Encarnacion; tarihi 13. yüzyıla kadar giden ama bugünkü görüntüsünü 18 yüzyılda yapılan değişikliklerle kazanan, içinde Juan Leonardo, Martinez Montanes, Diego Lopez Bueno, Felip de Ribas, Juan de Uceda ve Francisco Pacheco eserleri bulunan Iglesia San Lorenzo;
Juan de Mesa’nın 1620’de yaptığı ve İsa’nın büyük gücünü anlatan Cristo del Gran Poder heykeline ev sahipliği yapan Templo del Gran Poder; Barok şaheseri olarak kabul edilen ve 1699-1766 yıllarında aşamalı olarak tamamlanabilen seramik panoları ve Cayetano de Acosta eseri ile ünlü Iglesia de San Jose; tavan süslemeleri, barok işlemeleri yanında Pedro Roldan, Garcia Montalban, Castillo Lastrucci, La Roldana, Pedro Duque Cornejo’nun resim, heykelleriyle de görsel şölen sunan 1697-1702 arasında yapılmış Iglesia de La O; içinde Valdes Leal ve Redro Roldan’ın eserlerini barındıran 1665’te Barok tarzda yapılan ve 1728’de tamamlanan ama 1811’de Fransız saldırıları sonucu yıkılınca bugünkü yerine taşınan Iglesia de Santa Cruz; 1356 depreminden sonra vurgulanan Gotik havası ile Andres de Ocampo, Roque Balduque ve Juan de Espinal eserleriyle dikkat çeken Iglesia de Omnium Sanctorum; ön cephesindeki Antonia Kiernam’ın seramik Bakire panosunun sizi karşılayacağı, Triana’da 1775’de Barok uslüplu Iglesia de San Jacinto;
Triana semtindeki, diğer ismi Basilica del Cristo de la Expiracion olan ve ölmekte olan bir çingene (Cachorro) esinlenerek yapılan eserle anılan Iglesia del Cachorro; tarihi merkezde barok sunağıyla dikkat çeken Capella Roserio; ön cephesine bakınca girmesem de olur dediğim ama içinde muhteşem gümüş asalar, haçlar gibi dini objeler koleksiyonu olan Capilla Mont Serrat; üç çana sahip kulesi ve Barok sunağı ile Iglesia de San Antonio; ön cephesi muhtelif azizlerin seramik panoları ile süslü Iglesia Sacrado de Corazon; dışarıdan dikkati çekmeyen ama ince iç dekorasyonu ile Iglesia de San Martin; küçük, sevimli bir kilise olan Igleisa de San Gregero; ön cephesi ile dikkatleri çeken Iglesia de los Terceros; Gotik ana girişi ile ihtişamlı Iglesia de San Isador… ben bu kilise ve manastırları görmeyin, nasıl diyeyim…
Granada gezimde anlatmıştım… Sevilla’da da Corpus Cristi gibi festivallerde, anladığım kadarıyla, belli başlı kiliselerde düzenlenen ayinlerden sonra başta Meryem ve İsa olmak üzere dini kişiliklere ait kocaman heykeller, çiçeklerle mumlarla süslenmiş bir sanduka üzerinde, erkeklerden oluşan grupların omuzlarında ve bir bandonun çaldığı dini müzikler eşliğinde ağır ağır şehrin sokaklarında dolaştırılıyordu. Çok yavaş ve dura kalka ilerleyen bir kortej olduğu için o sırada tüm trafik duruyordu. Korteje rastlamasam uzaktan müziğini duyuyordum; Sevilla günlerimin ayrılmaz bir parçası oldu bu dini merasim. O yetmezmiş gibi, ara sokaklarda delikanlılardan oluşan gruplar da pejmürde bir halde kırık dökük sandukaları taşıyarak dolanıyorlardı. Dini merasimlerin kötü bir kopyası olan bu kortej, eğitim amaçlı mı yapılıyordu yoksa bu merasimleri makaraya mı alıyorlardı, anlamadım.
Yeme – İçme
Sevilla çok eğlenceli bir yer… Köklü geçmişinin izinde casa’lardan parklara, müzelerden kiliselere koşturmanın ötesinde durup anın tadını çıkarmak için de fevkalade bir yer. Guadalquivir Nehri, şehre Akdeniz kıyı kentlerinin havasını taşımış sanki. Sevilla’da eğlence deyince akla Flamenko geliyor ama o ayrı bir yazının konusu. Şimdi dinlenmek, eğlenmek için şehrin sokaklarına dalacağız. Bir kere nehrin iki kıyısı da hem dinlenmek hem eğlenmek için türlü seçenekler sunmakta. Isabel II Köprüsü’nün El Arenal tarafındaki kıyısında yan yana dizilmiş disko-barlar güzel bir seçenek. Triana tarafında ise yine Isabel II Köprüsü’nden San Telmo Köprüsü’ne doğru yürüdüğünüzde hem harika bir Sevilla manzarasına tanık olacaksınız, hem de ayak üstü barlardan şık lokantalara kadar kıyıda dizilmiş çeşitli yerlerde beklentinize göre keyif çatabileceksiniz; bir mojito kadehinin kadehinin arkasından görünen Sevilla manzarasının tadı hala aklımda… Hospital de las Cinco Llagas’ın yanında bazı gece klüplerinden bahsetmiştim, bana çok tekin gelmedi, girebilirsiniz ama çıkışınız muhteşem olamayabilir, sonra beni suçlamayın. Plaza de la Encarnacion çevresinde, Şehrin ‘Mantarı’ Parasol’ün etrafında da yeme eğlenme mekanları var; daha kafe, fast food tarzında yerler ama meydandan ara sokaklara doğru girdikçe gayet hoş mekanlar bulacaksınız. Ve Alameda de Hercules; burada şık lokantalardan ciks barlara kadar bir sürü tarz var, bir yere oturup gelip geçeni seyretmek bile eğlenceli ama tapas barlar, çeşit çeşit lokantalar, barlar size daha fazlasını sunacaktır. Santa Cruz’da cafeleri, barları, gece klüpleriyle günün her saatinde zevkinize göre eğlence olanağı bulabileceğiniz bir yer. Tabii Katedralin çevresi özellikle yemek seçenekleri açısından çok zengin; Palacio Arzobispal’den başlayıp Katedrali de içine alacak şekilde Plaza del Triunfo’dan yukarı Romero Murube’den yukarı devam eden bölgede özellikle yiyecek olanağı çok fazla, bunun yanında cafeler, barlar da mevcut. Mataes Gago üzerindeki tapas barları ve hediyelik eşyaları satan dükkanlar arasındaki tonozları Mağribi hamamından kalma Giralda Bar tapas denemek için iyi bir seçenek.
Sabahlar olmasın diyenlerdenseniz, yaz aylarında Isla Cartuja’nın gece hayatı size ilaç olacak. Bir çok açık hava diskoteğinde felekten bir/kaç gece çalabilirsiniz… Triana’daki Calle Betis, La Alamede de Hercules ve Plaza Alalfa da gecenin derinliklerine doğru gidebileceğiniz yerlerden.
Nerde yesek derseniz; Mercado de Feria’daki La Cantina, Zaragoza Caddesi’ndeki La Cata Ciega gibi yerler ucuz ve iyi yemek yiyebileceğiniz yerlerden. Keseyi biraz daha açarsak Bartolomea, Salsamento, Arte y Solera, Eslava gibi seçenekler var. Ama yok illa avuç dolusu para vereceğim diyorsanız Az-zait, Ispal, Azahar, Milonga’s size istediğinizi verecektir; ya da sizden istediğinizi alacak diyebiliriz.
Bölgenin şarapları dünyaca ünlü. Ama Sevilla’da şarap yanında bir tür şaraplı kokteyl olan Sangria’yı deneyin. Cruzcampo ise bölgenin birası. Ama bira içmek isterseniz Plaza Neuva yakınındaki Calle Barcelona üzerindeki Cerveceria La İnternacional’a bakın. Gayet lezzetli kahveleri her yerde bulabilirsiniz ama Calle Sierpes üzerindeki La Campana’yı özellikle deneyin; aynı yerdeki Robles pastanesi kahve yanında harika pastalarıyla da ağzınızı tatlandıracak.
Hem yemek yemek hem İspanya’ya özgü yiyecek bir şeyler almak için, İsabel II Köprüsü’nün El Arenal tarafındaki Mercado Lonja del Barranco, Triana tarafındaki Mercado de Triana uğramanız gereken yerlerden. Triana’da bu pazarın çevresinde Osteria de Mercado, deniz ürünleri bulabileceğiniz bir yer. Bu tür pazarlardan biri de Alameda de Hercules’in üzerinde, İslam Çalışmaları Merkezi’nin hemen yanındaki Mercado de Feria; burası tam bir esnaf lokantası havasına bürünen şenlikli bir yer. Mercado Lonja del Barranco, Plaza de Armas’da Sevilla Otobüs Terminali’nin de hemen yanında; karşısında ise eski tren istasyonundan dönüştürülmüş bir alışveriş merkezi bulunmakta. Burası şehirdeki tek alışveriş merkezi ama içinde pek bir şey yok. Daha ayrıntılı alışveriş merkezleri arıyorsanız Nervion Plaza’ya gideceksiniz.
Ne yiyelim diyorsanız; soğuk çorba Gazpacho, boğa kuyruğundan yapılan Endülüs klasiği Rabo de Toro, mürekkepbalığı ve fasulye kombinasyonundan oluşan Chocos con habas, ördek etiyle yapılan Pato a la Sevillana ve elbette Endülüs pilavı Paella akla gelen ilk seçenekler.
Gezdik, gördük, dinlendik, eğlendik, yedik, içtik; alışverişimizi de yapıp evimize dönelim artık. Peki ne alalım?
İspanya, gastronomik bir cennet olduğu için yiyecek içecek bir şeyler almak isteyebilirsiniz. Et ürünü olarak salam, sucuk benzeri jamon Iberico ve chorizo tercih edilebilir ama dikkat, bunlar genellikle domuz ürünü yiyecekler. Günaha girdik bir kere diyorsanız, o zaman Güney İspanya şaraplarına da bir şans verin, denemeye değer… Av etlerinden yapılmış ürünler başka bir seçenek. Ama zeytinyağı da İspanya’nın iddialı olduğu bir konu.
El Corte Ingles burada da her konuda imdada yetişen bir yer; Plaza Duque de la Victoria ve Plaza Magdelena’da olmak üzere iki şubesi var.
Katedral çevresinde hediyelik eşya satan bir çok dükkan var. Alışveriş için şehirdeki en canlı yer Calle Sierpes ve çevresi… İhtişamlı butiklerden kaliteli seramikçilere kadar ne ararsanız burada bulabilirsiniz. Kadın gezginler buralarda Flamenko sevdasına tutulurlarsa, bu sokağa sıradan bir gezgin olarak girip buradan alev alev parlayan bir Carmen olarak çıkabilirler. İsterseniz hem kumaş satışı hem dikişini yapan mağazalara uğrayın, isterseniz hazır alın giyin; her yaşa, her bedene, her türlüsü ve her malzemesi satılıyor buradaki mağazalarda. Ama Carmen olacaksam flamenkonun çıktığı yerlerde olurum diyorsanız, Triana’da Juan Osete Complementos’da ne gerekiyorsa satılmakta. Erkekler de matador olmak isteyebilir ama onlarda bu dükkanlarda ne bulurlarsa onunla yetinmek durumundalar, sektör kadınlara iltimas geçiyor. Flamenko işini ciddiye alıyorsanız bu konuda özel mağazalar var; Lina Boutique, Calzados Mayo, Juan Foronda bunlardan öne çıkanlar.
Alfalfa bölgesi el işi mücevher tasarımı için uğranacak bir bölge. Endülüs seramikleri de diğer bir alışveriş seçeneği olabilir. Bu konuda yine Calle Sierpes çok iyi bir seçenek. Calle Tetuan’da bu konuda göz atılacak bir yer. Triana’da da Centro Ceramica Triana bu konuda aradığınız bulabileceğiniz bir yer. Triana’nın sokaklarındaki seramik atölyelerine bakabilirsiniz. İspanya el sanatları konusunda Katedral yakınındaki El Postigo’da tercih edilecek bir yer.
Peki Sevilla’ya ne zaman gitmeli? Buranın yaz ayları nemli ve sıcak geçiyor, kışın ise yağmurun şakası olmaz. Hem havanın uygunluğundan, hem de ard arda düzenlenen dini, geleneksel festivallerin canlılığından dolayı, Nisan-Haziran arası Sevilla için en uygun dönem.
Son Söz
Ben Sevilla’da 3,5 gün kaldım ve her anından büyük keyif aldım. Endülüs başlı başına çok güzel ama Sevilla bir başka. Bir sanatçımızın özlü sözünü esas alırsam derim ki, ‘Beni Sevilla’nın yağmurlarında yıkasınlar, yıkasınlar’…
Nepal’in ikinci büyük şehri ve aynı zamanda 4 üncü eyaletinin başkenti olan Pokhara, Katmandu’nun 200 km batısında yer alıyor. Yüksekliği 8000 metrenin üzerindeki 3 dağ (Dhaulagari, Annapurna 1, Manaslu) bu şehrin sınırları içinde bulunuyor. Annapurna sıradağlarının çevrelediği Pokhara, Phewa, Begnas ve diğer gölleriyle birlikte daha çok doğal güzellikleri ile öne çıkıyor. Annapurna bölgesindeki yürüyüş rotalarının başlangıç noktası olarak tanınıyor.
Mistik Katmandu’nun tarihi tapınakları, sarayları, tozlu ve tütsü kokulu rengarenk sokakları, kalabalık caddeleri, yoğun trafiğinden sonra oldukça farklı ve sakin bulacağınız şehir size huzur vadediyor.
Ulaşım Katmandu’dan turist otobüsleri sabah saat 7 de hareket ediyor (1000 NPR- 10 $). Kalabalık ve geniş bir alana yayılan şehirden çıkmak bile uzun zaman alıyor. Virajlı bozuk yollar ve güzel manzaralar eşliğinde sarsıntılı ve yorucu bir yolculuk sizi bekliyor. Meşakkatli yolculuğun Nepal yaşamını daha yakından görmek, öğrenmek gibi artıları da var tabii. Yolculuk boyunca dikkat çekici şeylerden biri de oldukça fazla Coca Cola reklamı olmasıydı. Evler, dükkanlar yer gök her yerde Coca Cola sizinle… Yolculuğumuz molalarla birlikte sekiz saati geçti, Pokhara’ya saat 15.00 sularında varabildik.
Yerel halkın tercih ettiği daha düşük ücretli otobüslere binilebilir ya da minivan şeklinde araç kiralanabilir ancak yollar sorunlu olduğundan yine rahat bir yolculuk olmayacaktır. Diğer bir seçenek 25-30 dakikada uçak ile gelmek olabilir (10000 NPR-100 $). Yaşadığımız deneyimden sonra benim önerim kesinlikle uçak olacaktır. Pokhara’da uluslararası bir havaalanı bulunmadığından uçağa Katmandu’dan binmek gerekiyor. Uluslararası havaalanı inşaatı devam ediyormuş.
Konaklama Phewa Gölü’nün kuzey kıyısındaki Lakeside, turistik otel ve restoranların bulunduğu en güzel bölge. Konaklama için burası tercih edilebilir. Bizim kaldığımız Magnolia Otel de bu bölgedeydi.
Önce video ile gezmek isterseniz:
Gezelim Görelim Şehirdeki önemli yerlerin tamamı bir günlük şehir turu kapsamında görülebilir (Kişi başı 25 $). Pokhara ve Chitwan için ulaşım, otel transferi, konaklama ve şehir içi turlarımızı tur şirketleri ile de görüşüp fiyat ve koşulları karşılaştırdıktan sonra Katmandu’ daki otelimizden paket tur olarak aldık (250 $), bunlar için ayrıca zaman harcamadık, çok rahat ettik.
Bindabashani-Durga Tapınağı
Pokhara’nın koruyucu tanrıçası Durga’ya adanmış bu Hindu tapınağı, Pokhara bölgesinde yaşayan Hindular için önemli bir ibadet merkezi konumunda. Pokhara’nın eski çarşısının yanında yer alıyor.
Burada birçok tanrının (Ganeşa, Shiva, Krishna,…) tapınağı bir arada bulunuyor. Ganeşa her tapınakta olmak zorundaymış. Önce Ganeşa’ya uğranılır sonra diğer tanrılar ziyaret edilirmiş.
Yatan kaplan görünümünden dolayı Tiger, dağın diğer tarafından bakıldığında balık kuyruğu görünüşünden dolayı Fishtail, zirvesinde tanrı Shiva’nın ruhunun bulunduğuna inanıldığından Holy gibi çeşitli adlar verilen yaygın adıyla Fistail dağının şehirdeki en etkileyici manzarasını bu Tapınakta görebilirsiniz.
Geçmişte izin almadan çıkış yapan dağcıların ölümü, halk nezdinde Tanrı Shiva’nın izin vermemesi olarak algılanmış ve kutsal olduğuna inanılan dağa tırmanış izni verilmiyormuş. Ölümlerin gerçek nedeni dağın çok dik olması nedeniyle zorluk derecesinin yüksek olması.
Mahendra Köprüsü Köprü 11 yıl önce eski Gurka askerleri tarafından yapılmış. Çevre yerleşim yerleri ve köylerden şehre gelenlerin kullandıkları en kestirme yolmuş.
Otobüsle Pokhara’ya gelirken yolumuzun üzerindeki benzer çelik asma köprüleri gördüğümde, Karadeniz’de sürekli sel sularına kapılan ama yılmadan köy sakinleri tarafından yeni yeniden yapılan çocukluğumun iptidai asma köprülerini anımsadım ve bu köprülerin üzerinde yürümek istedim. Mahendra Köprüsü’nde muradıma erdim…
Gurka Müzesi Gurka, yaklaşık 200 yıldır İngiliz ordusuna hizmet eden Nepalli askerlere verilen ad aynı zamanda Pokhara’da bulunan ve geçmişte Nepal Krallığının doğduğu dağlık bölgenin de adı oluyor.
Müze, Nepal’in bu ünlü Gurka askerlerine adanmış. Gurkalar Falkland, Irak, Afganistan, Birinci Dünya Savaşı ve İngiltere’nin taraf olduğu birçok savaşta İngiliz ordusunun bir parçası olarak görev almışlar. Gelibolu Savaşı’nda Türklere karşı savaştıklarına yönelik bilgiler de Müzede yer almakta.
Oldukça zor sınavlardan geçerek Gurka olan Nepalliler bununla övünç duyuyorlar, Gurka olmak aynı aynı zamanda bir meslek sahibi olmak anlamına da geliyor. Fakirliğin gözü kör olsun! Turizm ve doğası dışında önemli doğal kaynağı bulunmayan Nepal’in de insanı kullanılmış.
Gurka’ların mottosu “It is better to die than to be a coward-Ölmek bir korkak olmaktan iyidir” Peki hangi amaç uğruna ve kim için öldüğünün bir önemi yok mu? Gördüğüm en anlamsız kahramanlık müzesiydi. Yine de gezeceğim derseniz yabancılar için giriş ücreti 200 NPR.
Annapurna Kelebek Müzesi
Araştırmacılar, doğa severler ve meraklısı için çok değerli olduğunu düşündüğüm küçük ve oldukça sade bir doğa tarihi müzesi. İklimi ve coğrafi konumu nedeniyle Nepal’de 660 kelebek türü bulunmuş. Bu bölgede yaşayan tüm kelebek türlerini, en geniş kanatlı kelebeği, sivrisinek, böcek, kuş ve diğer canlıları görmek ve öğrenmek isterseniz Tribhuvan Ünivesitesi Prithui Narayan Kampüsü içindeki müzeye giriş ücretsiz.
Pokhara Bölge Müzesi Nepal’in batı bölgesinde yaşayan etnik toplulukların yaşam tarzlarına, kültürüne, dini ve günlük ritüellerine ilişkin bilgi ve belgelerin sunulduğu yine meraklısına hitap eden çok mütevazı bir müze.
Müzedeki bilgilerden Tharu, Kusunda, Magars, Gurung, Thakali, Gaine, Newar, Chepang ve Mustang’ların bu bölgedeki başlıca etnik gruplar olduğunu ve bu grupların öne çıkan özelliklerini, sayıca azınlıkta olmakla birlikte Thakali’lerin en başarılı iş adamı, Gaine’lerin profesyonel müzisyen, Mustang’ların en kültürlü grup …olduğunu öğreniyoruz.
Dünya Barış Pagodası Pokhara’nın güneybatısında, Annapurna sıradağları ile Phewa gölüne bakan şehre hakim bir tepenin üzerine kurulan Tapınak, Lumbini’den sonra Nepal’deki ikinci barış tapınağı ve Dünyanın en güzel manzaralı pagodaları arasında sayılıyor.
Hiroşima ve Nagazaki şehirlerinin bombalanmasının yarattığı yıkımdan çok etkilenerek kendini şiddeti yok etmeye adayan Nichidastsu Fujii (1885-1985) savaştan sonra Nipponzan Myohoji Vakfı’nı kurmuş. Bu Vakıf tarafından ilk Dünya Barış Pagodası Japonya’nın Hanaokyama şehrinde inşa edilmiş ve tüm Dünyada barışı yaymak amacıyla toplam 100 pagodanın yapımı hedeflenmiş. Şu anda barış pagodası sayısı 80.
Yüksek Tapınağa arabaların en son park ettiği yerden epeyce bir merdiven çıkıp yürüyerek ulaşılıyor. Gördüğünüz muhteşem manzara yorgunluğunuzu alıyor. Giriş ücretsiz.
Pagoda ziyaretini, şehrin panoramik manzarasını en güzel görebileceğimiz Elite Organic House’da masalaçayı eşliğinde sonlandırdık ki ziyaretin en sevdiğim bölümü oldu.
Tibetan Refugee Camp/ Tibet Mülteci Kampı Çin’in 1975 yılında Tibet’i işgali üzerine Hindistan, Nepal ve Amerika’ya giden binlerce Tibetli yaşamını bu ülkelerde halen mülteci olarak sürdürüyor. Pokhara’da da iki Tibet mülteci kampı var. Ziyaret ettiğimiz kamp, küçük bir manastır, evler, okul, Tibet takı ve el sanatlarının satıldığı birkaç dükkandan ibaretti.
Gupteshwor Mahadev Mağarası
5000 yıllık olduğu düşünülen mağara, Güney Asya’daki en büyük mağaralar arasındaymış. Mağaranın giriş bölümü aşağıda görüleceği üzere oldukça ilginç dekore edilmiş.
Mağarada kireç taşının zamanla aşınmasıyla doğal olarak oluşan, Shiva’nın yaratma gücünü temsil eden “Shiva Lingamı” nedeniyle mağaranın dini önemi de var, Tanrı Shiva’ya adanmış 600 yıllık bu antik tapınak aynı zamanda Hinduların hac ziyaret mekanı. Mağara içindeki Tapınağın başında görevli bekliyor, yabancıların Tapınağı ziyaretine ve fotoğrafının çekilmesine kesinlikle izin verilmiyor.
Tapınağı geçip aşırı nemden kayganlaşmış zeminde dikkatle yürüyor, kayaların arasındaki dar dikey aralıktan sesi kendinden daha cezbedici Devi Şelalesini görüyoruz.
Meraklıları şehirdeki diğer Mahendra ve Chamere Gufa- Bat mağaralarını da görebilirler. Giriş ücreti 100 NPR.
Devi’s Falls/ Devi Şelalesi
Yerel adı Patale Chango olan Pokhara’nın bu ünlü şelalesi şehir merkezinin 2 km güneybatısında yer alıyor. İsviçreli Davis’in 1961 yılında şelalede hayatını kaybetmesi üzerine bu adı almış. Mahadev Mağarası’nın bulunduğu yolun tam karşısında bulunan şelaleye bir çarşı içinden geçilerek ulaşılıyor. Giriş ücreti 30 NPR.
Phewa Gölü
Nepal’in ikinci en büyük gölü. Göl çevresinde yürüyüş yapmak, kano ile gezmek ve gölün ortasındaki adada bulunan pagoda tarzında yapılmış Hindu Tal Barahi tapınağını ziyaret etmek, burada yapılacak başlıca aktiviteler.
Ya da fotoğraftaki gibi göl kenarında oturup enfes göl manzarası karşısında derin düşüncelere dalabilirsiniz. Tercih sizin. 1 saatlik kano turu 550 NPR, bu ücrete kişi başı 20 NPR can yeleği ücreti ekleniyor.
Trekking Turları ve Doğa Sporları Annapurna sıradağları üzerinde süre ve mesafe açısından farklı seçenekte birçok yürüyüş rotası bulunuyor, bu yürüyüşler Pokhara üzerinden gerçekleştiriliyor. Annapurna bölgesi aynı zamanda Dünyanın en iyi yamaç paraşütü bölgeleri arasında sayılıyor.
Seyahat planımız kültür amaçlı olmakla birlikte hazır trekking cennetine düşmüşken yürümeden olmazdı. Bir günlük kısa turda iki seçeneğimiz vardı; Gün doğumu ve gün batımının da izlenebildiği Sarangkot’a ya da Avustralya Kampına yürümek. Norangkot’ta gün doğumu izlemiştik ancak sis nedeniyle Everest’i görememiştik. Bu kez Annapurna’yı görmeyi şansa bırakmamak için Avustralya Kampını tercih ettik.
Rehberli tur aldık (25 $) yolun sizi götürdüğü kolay bir rota olduğunu söyleyebilirim. Güne saat 7.00’de başladık, bir saat kadar süren araba yolculuğu ile önce Kande’ye gittik, yürüyüş Kande’den başlıyor, 1,5 -2 saatte Avustralya Kampına ulaşılıyor. Kampa tam zamanında gelmişiz, 10-15 dakika sonra Annapurna yüz görümü isteyen gelinlik kızlar gibi yoğun bir sis perdesinin arkasına saklandı, neyse birkaç külah karesi yakaladık.
Avustralya Kampı’nda verdiğimiz uzunca moladan (gecikme tamamen bizden kaynaklandı sanırım çok sevdik, ayrılamadık) sonra devam eden yürüyüşümüz Phedi’de son buldu. Tahminen 40 dakika süren bir araba yolculuğu ile 16.00 sularında Pokhara’ya döndük. İlk kez bu kadar yakından ve çok sayıda kartalın birlikte uçtuğunu gördüm. Kartalların gökyüzündeki özgürlük hissi veren valslerini izlemek müthişti. Mutlu kuş seslerinin eşlik ettiği, Nepal’in o özlediğimiz köy kokusunu da aldığımız, güzel ve keyifli bir yürüyüş oldu. Rehberimiz buradaki ağaçların kırmızı çiçekler açtığını ve doğanın bütünüyle kırmızıya büründüğü Nisan ayının yürüyüş için en uygun dönem olduğunu belirtti. Temmuz ve Ağustos ayları Muson yağmurları nedeniyle en kötü dönemmiş.
Doğa yürüyüşçülerinin yanı sıra bölge, rafting, yamaç paraşütü gibi ekstrem spor meraklılarını da kendine çekiyor.
Bunların dışında şehirdeki en özgün müze olan Uluslararası Dağcılık Müzesi görülebilir, Sarangkot’da gün doğumu veya batımı izlenebilir, yoga ve meditasyon merkezlerinde kalınabilir.
Yeme İçme ve Alışveriş Göl kenarındaki ana cadde üzerinde seyahat acentaları, restoranlar ve dükkanlar sıralanmış. Bu dükkanlarda yak hayvanının yününden yapılmış şallar, atkılar, kaşmir kıyafetler, çantalar, masklar, heykeller gibi Nepal’e özgü eşyalar ile outdoor ürünler satılıyor. Her koşulda pazarlık şart! Bir zaman sonra pazarlık yapmak bağımlılık yaratıyor, fiyatı uygun ürünlerde bile pazarlık yapmadan duramıyorsunuz!
Hem geleneksel Nepal hem de turistlere yönelik yemeklerin bulunabileceği birçok restoran var. Nepal’in geleneksel yemeği Daal Bhat için Thakali Kitchen’ i önerebilirim. Nepal yemekleri ile ilgili ayrıntılı bilgiyi Nepal Gezi Rehberi – Barış Ülkesi yazımızda paylaşıyoruz.
Son Söz Nepal’in gördüğümüz her şehri bize bambaşka duygular yaşattı. Pokhara, doğası, yeşili, sessizliği ile insana sükunet veren bir şehir. Sunduğu aktivitelerle trekkingçiler ve ekstrem sporla uğraşanların zaten ilgi odağında olan şehri, Nepal’i tüm yönleriyle tanımak isteyen, kültür gezginlerine de şiddetle öneririm. Başka bir faaliyet yapmayacaksanız 2-3 gün yeterli olacaktır.
Pokhara’dan bizim rotamızı takip ederek Chitwan Safari Turu yapabilirsiniz.
Ürdün, çöl sıcağından, Kızıldeniz esintilerine… Nebatilerin, Romalıların, Musevilerin, Emevilerin, Osmanlının, İngilizlerin izlerini taşıyan coğrafya.
Ürdün Haşimi Krallığı, 18 Ortadoğu ülkesinden biri. 1921 de Transjordan adı ile İngiliz mandası olarak kurulan ülke, 1946 yılından beri bağımsız krallık. Başkenti Amman, nüfusu 10 milyon civarında. Bu nüfusun yarısına yakını başkentte yaşıyor. Resmi dil Arapça, resmi din İslam. Ülkenin % 90’dan fazlası Müslüman. Okuryazar oranı % 90 üstünde, 10 yıllık ilköğrenim zorunlu.
Doğal kaynaklar bakımından en fakir Arap ülkesi, ancak parası Amerikan dolarından daha değerli. İşsizlik oranı % 15, kişi başı milli gelir 5000-5500 dolar civarında. Başlıca gelir kaynakları turizm, bir miktar madencilik (fosfat ve potas).
Seksen dokuz bin kilometrekarelik toprakları yarı kurak, ancak % 5’i ekilebiliyor. Ülke alçak Rift Vadisi, yüksek dağlık bölge ve çöl platosundan oluşuyor. İklim Akdeniz ve çöl iklimi karışımı. Irak, İsrail, Suriye, Suudi Arabistan komşuları. Ülke adını içinden geçen Jordan Nehri’nden alıyor.
Ürdün’e ilgim Levant ve Bereketli Hilal merakımdan geliyor. Levant bölgesinde (Hatay, Suriye, Lübnan, Filistin, Irak, İsrail, Ürdün) Irak ve Suriye’yi görmedim. Şimdilik de görmek zor. Bereketli Hilal yine bu bölgelerin bir kısmını kapsıyor.
Ürdün’ün başkenti Amman’a Ankara’dan direk uçuşumuz 3 saat sürdü. Amman Havaalanı’ndan Amman’a uğramadan 50km uzaklıktaki Ceraş’a gidiyoruz.
Ceraş (Jeras) Ortadoğu’nun en önemli üç antik kentinden biri (diğerleri Palmira ve Baalbek). Ceraş’a yerleşim Neolitik (M.Ö 7500-5500) döneme dek uzanıyor. Çevreye göre toprağın daha verimli olması ve su kaynaklarının bulunması tarih boyunca buraya yerleşimi etkilemiş. Bu kadar ünlü olmasının nedeni, günümüze kalan en güzel, büyük ve iyi korunmuş birkaç Roma ve Bizans mimarisi örneklerinin bulunması. Helenler burayı M.Ö 2.yy da yaratmaya başlamışlar. Şehrin kuruluşu muhtemelen M.Ö 174-165 yıllarında Seleukoslar zamanında. Altın çağını Roma ve Bizans döneminde yaşayan şehrin, Sasaniler, Emeviler, Abbasiler döneminde önemi azalmış. 749 yılında depremde yıkılan şehrin tekrar keşfedilmesi 1806 yılında bir Alman tarafından olmuş. Ceraş’a kuzey kapısından (ana giriş) giriyoruz.
Roma İmparatoru Hadrian’ın şehre yaptığı ziyaret için yapılan (Hadrian Kemeri de deniyor) üç kemerli bir geçit, Muhtemelen Nebati mimarisi özelliklerine sahip. Kapıdan girince hemen solda hipodrom. Günümüzde burada festivaller düzenleniyormuş.Oval plazadayız, bu iyonik sütunlu meydan Cardo Maximus (ana sütunlu cadde) ile Zeus Tapınağı bağlantısı için M.S 2 yy. başlarında inşa edilmiş.
Zeus Tapınağı olmayan bir Roma şehri var mı acaba?. Ceraş Zeus Tapınağı, M.S 162 yılında daha eski döneme ait bir Roma Tapınağı üzerine şehrin yüksek bir tepesine inşa edilmiş.
M.S 165 dolayında inşa edilen, M.S 235 de büyütülen tiyatro önceleri belediye toplantıları için kullanılmaktaymış. Antik şehrin bir başka görkemli yapısı Artemis Tapınağı. Ceraş’ın koruyucu Tanrıçası Artemis için M.S 2. yy da yapımına başlanmış, tapınak 32 sütunlu olarak düşünülmüş ancak tamamlanamamış,12 sütun dikilebilmiş.
Son olarak Aziz Cosmas ve Damianus Kilisesi’ne gidiyoruz. Kilise adını fakirlere ücretsiz sağlık hizmeti veren ikiz Hristiyan kardeşlerden almış. Ortak bir atriumu paylaşan üç kiliseden biri. Kilisenin özelliği hayvan ve insan görüntülerini betimleyen mozaik bir zemini olması.
Henüz Nisan sonu olmasına rağmen hava çok sıcak. Ceraş gerçekten etkileyici bir antik kent, detaylı gezmek en az yarım gün alır. Biz de adım adım gezdik. Antik dönemde ana cadde olduğu, her iki yanında dükkanların bulunduğu düşünülen sütunlu cadde (Cardo Maximus) diğer yapılar gibi insanı şaşırtıyor.
Ceraş’dan Amman’a dönüyoruz, Mövenpick Otel’e yerleşiyoruz. Bundan sonra her yerde karşımıza çıkacağı gibi otelde de kralın, babasının, veliahdın fotoğrafları asılı.
Ertesi gün Nebo Dağı’na gitmek üzere yola çıkıyoruz. Denizden 710 metre yüksekliğindeki dağ, Ürdün’ün en kutsal noktalarından biri. Tevrat’ta, İsrailoğulları’na vaad edilen toprakların Fırat Nehri’nden, Nil Nehri’ne dek uzandığından bahsediliyor. Bugün buralarda bulunan ülkeler (Lübnan, Ürdün, Suriye, İsrail, Mısır) yani vaat edilen topraklar Tevrat’ta Kenan Ülkesi diye biliniyor. İsrailoğulları’nın M.Ö 1500 yıllarında buraya yerleştiklerini iddia ediyor. İşte Hz. Musa yaşamının bir kısmını buralarda geçirmiş ve mezarının Nebo Dağı’nda olduğuna inanılıyor.
Sisli olmayan, açık havalarda, dağın tepesinden Ürdün Nehri ve Vadisi, Kudüs, Ölüdeniz, Eriha’nın bulunduğu geniş bir kutsal toprak görünümü var. Eriha’nın Göbekli Tepe bulunmadan önce en eski tarihlenmenin yapılabildiği yaşam alanı olduğunu belirtelim.
Hz. Musa’nın ölüm yerini göstermek için 4.yy sonunda buraya bir kilise inşa edilmiş. Kilisenin tabanı mozaikler ile kaplı. Kilisenin altında değişik zamanda yapılan kazılarda 6 mezar bulunmuş.
Tepede Hz. Musa’nın çağırdığı yılan ve Hz.İsa’nın çarmıha gerilişinin temsil edildiği bir heykel, bir küçük müze de bulunuyor. Papa II. John Paul burayı Hristiyanlar için hac yeri olarak ilan etmiş, kilisenin sadeliğinin sembolü olarak da bir zeytin ağacı dikmiş.
Sonraki durağımız, kutsal toprakların en eski mozaik haritası olan Madaba. Mozaikleri ile ünlü bu Hristiyan şehrinde önce Arkeolojik Parkı geziyoruz. Burada bir Sanat ve Restorasyon Enstitüsü var.
Madaba’da diğer görülmesi gereken yer Yunan Ortodoks Kilisesi St. George.
Bir sonraki durağımız, Ürdün Nehri kıyısında bir arkeolojik alan Bethany (Beytanya).
Ürdün Nehri’nin karşı tarafı İsrail, nehir aynı isimli kasabayı ikiye ayırmış. UNESCO Dünya Kültür Mirası olan antik yer bir vaftiz alanı. M.Ö 1. yy’da Hz. İsa ve Vaftizci Yahya’nın burada yaşadığı düşünülüyor. Vaftizci Yahya’nın İsa ile ilk karşılaştığı ve İsa’yı vaftiz ettiği iki yerden biri olarak İncil’de geçiyor.
Oldukça geniş bir arkeolojik alan. İçinde Anglican kilisesi, Katolik kilisesi, Ermeni kilisesi, Kıpti Kilisesi ve Rus hacıların konutu bulunuyor.
Bethany’den ayrılarak Lut Gölü’ne (Ölü Deniz) doğru yola çıkıyoruz. Lut Gölü, Ürdün ile İsrail arasında, Ürdün Rift Vadisi’nde. Yeryüzünün denizden en düşük seviyedeki gölü (denizden 430,5 metre aşağıda). Aynı zamanda en derin (304 metre) tuz gölü. Tuzluluk açısından dünyada üçüncü en yüksek tuz oranına sahip göl, okyanustan 9,6 kat daha tuzlu. Sudaki yüksek tuz oranı nedeniyle gölde hayvan ve bitki yaşayamadığından Ölü Deniz olarak da adlandırılmakta. Lut Gölü 600 kilometrekare büyüklüğünde. Göle dökülen tek nehir Ürdün Nehri. Gölde yüzülememekte, ancak göl aynı zamanda doğal bir SPA. Deniz çamurundaki minerallerin cilde ve çeşitli hastalıklara iyi geldiği, cildi gençleştirdiği iddia ediliyor.
Biz de Lut Gölü çevresindeki tesislerden birinde öğle yemeğimizi yedik. Ürdün yemekleri bizim damak zevkimize uygun. İsteyenler yüzülmese de göle giriyor, isteyen göl manzarasına karşı birasını yudumluyor. Ürdün de dini bayramlarda turistik beş yıldızlı oteller dışında içki satışının yasak olduğunu da hatırlatalım.
Akşam Amman’a dönüyoruz. Gündüz ki sıcaklığa karşın akşam hava üşütecek kadar soğuyor, doğal olarak çöl iklimi. Amman, Ürdün’ün her tarafına gitmek için iyi bir başlangıç noktası. Buradan en uzak nokta 4 saat.
Bu büyük ve kozmopolit şehirde yerel bir lokantada yemek deneyimi yaşıyoruz. Kadınların çoğunun başı kapalı ama çoğu nargile içiyor.
Sabah Çöl Kaleleri için yola çıkıyoruz. Çöl Kaleleri, Kuzey Doğu Ürdün’ün yarı kurak bölgelerinde, Suriye, İsrail, Filistin’de genellikle mevsimlik su yollarının üzerinde Emeviler tarafından inşa edilmiş. Çöl Kaleleri konut, hamam, depolama alanları, muhtemelen cami gibi yapıları içinde bulunduran bir kompleks. Çöl kalelerinin hepsini gezmeye zamanımızın yetmesi mümkün değil. Biz UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde olan iki çöl kalesini ziyaret edeceğiz.
İlk durağımız Kuseyr Amra (Qasr Amra), 8.yy’da yaptırılan iyi korunmuş bir çöl kalesi. Taş duvar izlerinden buranın 62 dönümlük bir kompleks olduğu anlaşılmış. Emevi halifelerinin ikametgâhı olan bu yer, kuyuya, hayvanlı su çekme mekanizmasına, aynı zamanda bir garnizon barındırabilecek büyüklükte olduğu anlaşılan kale kalıntılarına da sahip.
Buranın en önemli özelliği laik sanatı yansıtan figüratif duvar resimlerine sahip olması. Bu figüratif resimler kabul salonunda ve hamamda. Kale mevsimlik bir suyolu olan Wadi Butum yanında. Emevi prenslerinin konakladıkları, avlandıkları bir yer olabileceği düşünülüyor. Emevi döneminin eşsiz bir sanatsal başarısı olarak kabul ediliyor. Burada prens için stresten uzak bir ortam yaratılmış. Fresk resimler, insan ve hayvan, kuş tasvirleri, av tasvirleri, zodyak kubbesi ile İslamı kabul etmeden önce laik bir kültüre sahip olan, İslam sonrası katı dini kuralları uygulayan Emeviler hakkında fikir veren istisna bir yapı.
İlk Çöl kalesi sonrası yine UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde olan başka bir Çöl kalesine Umm Ar Rasas’a gidiyoruz. Burası önceleri Roma askeri garnizonu olarak kullanılırken 5.yy’dan itibaren yerleşim yeri olmuş. Roma, Bizans ve erken Müslümanlık dönemine (M.S.3-9 yy) ait kalıntılar var. Henüz bunların çok azı ortaya çıkartılmış. Burada bazıları iyi korunmuş mozaik zeminlere sahip 16 kilise bulunuyor.
Aziz Stephen Kilisesi’nin mozaik zemini, otoriteler tarafından sanatsal ve teknik olarak eşsiz bulunuyor. Arkeolojik yazıtlar 7.-8.yy’da islamiyetin bu bölgede manastır Hristiyanlığına hoşgörü ile baktığını tek tanrılı inançların yaygınlaştığına dikkat çekiyor.
Sonraki durağımız Shobak Kalesi. 1115 yılında Kudüs kralı tarafından konik bir tepe üzerine inşa edilmiş, bölgedeki ilk Haçlı kalesi.
Kale önce Eyyübiler, sonra Memlükler tarafından büyütülüp, genişletilmiş. Uzmanlar kalenin panoramik manzarasını ve atmosferini “Ürdün’ün en bozulmamış manzaralarından biri” olarak tanımlıyor.
Kale Mısır-Suriye anayolunda olması nedeniyle stratejik bir öneme sahip. Aynı zamanda Mekke Medine Hac yolu üzerinde. Şimdiye dek gezdiğimiz tüm arkeolojik alanlar gibi henüz kazı çalışmaları sonuçlanmamış.
Yolda rastladığımız kutsal su kaynaklarından biri olan Ayn Musa’yı fotoğraflıyoruz.
Wadi Musa’ya geliyor, Petra’nın ana kapısı karşısında ki Mövenpick Otel’e yerleşiyoruz.
Petra, Ürdün’ün güneybatısında, Wadi Musa tarafından doğu-batı yönünde delinmiş bir teras üzerinde inşa edilmiş. Wadi Musa, Hz. Musa’nın kayaya asasını vurduğunda su fışkıran yerlerden biri. Petra Yunanca kaya demek. Burada Paleolitik ve Neolitik dönemden kalma kalıntılar keşfedilmiş. M.Ö 1200 civarında Edomitler (Sami dili konuşan yerli bir halk) burayı işgal etmiş. M.Ö 200 yılında göçebe Nebatilerin buraya yerleştiğini, M.Ö 100 de burada ticari kontrolü ele geçirdiklerini, M.S 50 yılında da Petra’nın Nebatilerin başkenti olarak en parlak günlerini yaşadığını, şehrin nüfusunun 20-30 bin olduğunu biliyoruz. 106 yılında Roma İmparatorluğu Petra’yı alır. 350 yıllarında Petra’da Hristiyanlık yayılır, büyük kiliseler yapılır. 363 yılında deprem ile pek çok yapı hasar görürken, Roma hakimiyeti de bölgede azalmaya başlar. 600’lü yıllara gelindiğinde Müslüman Araplar toprakları işgal eder ve İslami yönetim başlar. 2.yy sonrası Petra unutulur, 14 yy’a dek tamamen bir kayıp şehirdir. Bedeviler bu korunaklı bölgeye kimseyi sokmazlar. Ta ki 1812 de İsviçreli bir gezgin, Hindistan’dan gelen bir Arap olduğunu ve Harun’un mezarına giderek kurban kesmek istediğini söyleyerek, bedevileri kandırıncaya dek.
Nebatilerin göçebelikten vazgeçerek burada yerleşik bir hayata niçin geçtikleri bilinmiyor. Sert ve çorak bir çölün ortasında verimli ve yeşil bir kent yaratmayı nasıl başardılar? Çölde hayatta kalma konusunda uzman olan Nebatiler kayaya oyulmuş kanallar, yeraltı su boruları sistemi ile suyu kalıcı kaynaklardan toplayıp, su geçirmez yer altı sarnıçlarında depolamayı biliyorlardı. Asya, Arabistan ve Afrika’da yetiştirilen tütsü, baharat, dokuma, fildişi v.b malları taşıyor, ticaretini yapıyorlardı. Ticaret yolları üzerindeki yerleşimlere bedel karşılığı barınak ve su sağlıyorlardı. Ticaret Petra’ya zenginlik dışında Çin, Mısır, Yunanistan gibi ticaret yapılan ülkelerden yeni fikirler ve zenginlik getirdi.
Bazı İslam araştırmacıları Hz. Muhammed’in, Mekke’de değil, Petra’da yaşadığını, buradan Medine’ye göç ettiğini ileri sürüyor. (En eski cami kıblelerinin Petra’yı göstermesi, çeşitli hadisler ve tarihi olaylar v.b)
Petra’da onlarca film ve dizi çekilmiş (Indiana Jones, Çöl Kraliçesi, Transformers, Mumya Geri Dönüyor, Will Rock bazıları) Petra, dünyanın yedi harikasından biri. UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde, Peru’daki Machu Picchu ile kardeş şehir.
Yaklaşık 100 kilometre karelik bir alana yayılan, sarı, pembe, kırmızı renkli kumtaşı kaya bloklarına oyulmuş tapınak, ev, mezar, tiyatro, kilise, rölyeflerden oluşan bu “Gül Renkli Şehir”i görmek için sabırsızlanıyorum. Petra en sakin gününde 1000 kişiyi ağırlıyor, hafta sonları 3000 kişiye ulaşan ziyaretçisi var. Petra’yı ayrıntılı gezmek iki gün alabilir. Buraya en az sabahtan akşamüstüne kadar zaman ayırmanız önerilir.
Petra şehrine giden antik ana yol yaklaşık 1200 metre. Bu yola Siq yolu deniyor ve Siq kapısı ile şehre giriliyor. Yol zaman zaman genişleyip daralıyor. Ana kısmı doğal kayalardan oluşsa da, Nebatiler tarafından oyulmuş kaya parçaları da var.
Her iki tarafta Wadi Musa dan su getirmek için kullanılan su kanallarını görünüyor. Su taşkınlarını önlemek, suyu toplamak için barajlar yapılmış, tarihi barajlar 1964 yılında aslına uygun olarak yenilenmiş. Çevresi tanrıları temsil eden Nebati heykelleri ile kaplı. Suyun kutsal olduğuna inandıkları için Sabinos adı verilen heykelleri su kanallarına yakın yerleştirmişler.
Kalabalıkta kaya mezarları arasında zaman zaman darlaşan, zaman zaman genişleyen yolda yürüyoruz. Nihayet Siq Kapısı görülüyor. Bu dar geçitten geçtiğimiz zaman karşımıza Petra’nın en görkemli yapısı çıkıyor.
Hazine (El Khazna) yaklaşık 25 metre genişlik, 40 metre yükseklikte iki katlı bir yapı. Korint sütun başlıkları, frizler, figürler… Hazinenin orijinal işlevi hala bilinmiyor. Belki bir anıt, belki bir tapınak, belki bazı belgelerin saklandığı bir yer. Muhtemelen M.Ö 1. yy da inşaa edilmiş, 3 odalı bir yapı. Son yıllarda yapılan kazılarda yapının altında mezarlar bulunmuş.
Hazinenin bitişiğinde, güney uçurum yüzeyine oyulmuş Nebati mezarları var, Street of Facades. Bazı yerlerde 15 metre yüksekliğini aşan kayalardaki bu mezarların üzerinde bulunan işaretler, sosyal statüye göre farklılık gösterebiliyor.
1.yy’dan kalma Nebaten Tiyatrosu’nun önemli bir kısmı kayadan oyulmuş. Geçitlerle üç yatay koltuk bölümüne ayrılmış tiyatro 4000 kişilik.
Tiyatronun karşısında, kum taşı yamaca oyulmuş sıra sütunlu bir terasın bulunduğu antik mezara, Urn Tomb-The Court tırmanıyoruz. Muhtemelen M.S 70 yıllarında inşaa edilmiş. Daha sonra M.S 446 da Bizans kilisesi olarak kullanılmak üzere 3 nişli hale getirilmiş. Urn Tomb’un hemen yanında 10.8 metre genişliğinde, 19 metre uzunluğunda bir kapı ve dört sütundan oluşan belki de Petra’nın en görkemli rengine sahip olan, bu yüzden adı İpek Mezar ( Silk Tomb) olan yapı var.
İpek Mezarın hemen yanı Corint Mezarı. Üst kısmı hazineye benziyor. Uzaktan saraya benzediği için Saray Mezarlığı diye adlandırılan 49 metre genişliğinde 46 metre yüksekliğindeki yapı da dikkat çekiyor.
Sütunlu Cadde Antik Petra’nın başlıca alışveriş merkezlerinden biri olmalı diye düşünülüyor. Nebatilerden kalan altı metre genişliğindeki cadde Roma döneminde yenilenmiş. M.Ö 3 yy’da şehrin kalbi ve ticaret merkezi olduğuna inanılan cadde M.S 6.yy’a dek kullanılmaya devam etmiş.
Sütunlu caddenin başında 450 yıllık bir ardıç ağacı altında yarı dairesel bir çeşme var.
Büyük Tapınak muhtemelen Petra’nın en önemli yapıtlarından biri. Tahmini 7000 metrekarelik bir alana yayılıyor. Dikdörtgen bir kompleks. Sütunlu caddeden yaklaşık 17 metrelik merdivenler ile yaklaşık 8 metre çıkılarak ulaşılıyor. Kazıları devam eden bu yapının adının Büyük Tapınak olduğuna bakmayın. Henüz tapınak, tiyatro, idari bir merkez veya başka hangi amaçla kullanıldığı belli değil.
Her köşesinin ayrı bir büyüleyiciliği olan bu 100 kilometrekareye yayılan şehrin ancak % 15’i kazılabilmiş. Kısıtlı bir zaman diliminde şehri baştan sona ana yolda dolaşabilmek mümkün olsa da, her kayaya tırmanıp, her noktanın öyküsünü anlamaya çalışmak günler alır. Dünyanın yedi harikasından biri olan UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde ki “Gül Rengi Şehir” den ayrılma vakti geldi.
Ürdün’ün güneyine doğru yolumuza devam ediyoruz. II. Abdülhamid 1900 yılında Şam ve Medine arasında 1322 km’lik bir demiryolu hattı inşa ettirir. 1908 yılı sonrası eklemelerle bu hat 1900 km. olur. Amaç İstanbul ve kutsal topraklar arasındaki bağı güçlendirmek, asker sevkiyatını kolaylaştırmak, ekonomiyi canlandırmak imiş. Almanların inşa işini üstlendiği tren yoluna İngilizler şiddetle karşı çıkar. Bu yolun bir kısmı Ürdün’den geçmektedir. Bedevi saldırılarına karşı tren yolu boyunca sık karakollar, istasyonlar kurulur. Bugün bu Hicaz Demiryolunun Ürdün’deki bir bölümü turistik gezilerde kullanılıyor.
Güneye inerken biz de Wadi Rum’da Türk Bayrağı dalgalanan, kullanılmayan bir istasyon ile karşılaştık.
Wadi Rum (Ay Vadisi) kum taşı ve granit kayaların bulunduğu, Ürdün’ün en büyük vadisi. Ürdün’ün en yüksek zirvelerinin olduğu vadi, kanyonlar, petrogliflerin bulunduğu mağaralar ile dikkat çekiyor.
Nebatiler dahil olmak üzere pek çok kültürün yaşadığı bölge hem doğal, hem kültürel özellikleri ile UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde ve son yıllarda çok turist çeken bir bölge. I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı’ya karşı Arap ayaklanmasında Lawrence ve Faysal Bin Hüseyin karargahlarını buraya kurmuşlar. 1962 yapımı Arabistanlı Lawrence filminin pek çok sahnesi burada çekilmiş. Wadi Rum da bu filmden çok daha çok dikkat çekmiş. Daha sonra pek çok filmde de (Kızıl Gezegen, Mars Görevi, Prometheus v.b) film stüdyosu olmuş.
Wadi Rum’da kaya tırmanışı yapabilir, balon ile dağların üzerinde dolaşabilir ya da bizim gibi 4×4 araçlarla çevreyi dolaşabilirsiniz. Buraya günübirlik gelebilir, kendi olanaklarınızla kamp yapabilir, ya da bizim tercih ettiğimiz gibi keçeden yapılmış çadır otellerde konaklayabilirsiniz. Keçe çadırların içinde duş, W.C, klima bulunuyor. Wadi Rum da bir gecelik deneyim önerilir.
Akşam tandırda pişen açık büfe yemeğimizi yiyor, biraz yıldızları seyrediyor ve çadırlara dağılıyoruz. Her ne kadar çadırlar konforlu diyorsam da, gündüz başka bir çadırda gördüğüm akrep yüzünden tedirgin oldum sonuçta çölde konaklıyoruz. Sabah kahvaltı sonrası Wadi Rum’da safari başlıyor.
Öğle yemeğimiz sonrası Kızıl Çöl’den ayrılarak, Akabe’ye gidiyoruz. Akabe ile Wadi Rum arası 70 km, yol bir saat sürüyor. Bayram nedeniyle kaliteli oteller dolu olduğu için Akabe’de konaklama şansımız olamadı.
Akabe 70 bin nüfuslu, Ürdün’ün denize açılan tek liman şehri. Denizden İsrail, Mısır, Suudi Arabistan ile komşu. Kısa süre Haçlılarda kalsa da çoğunlukla Müslümanların elinde olmuş bir şehir. Osmanlı’nın elinden, Lawrence yardımı ile dramatik bir şekilde alınmış. Sahil yolu sonunda bir kalesi var. Şehri dolaşıyor, deniz kenarında oturuyoruz.
Daha sonra bizi limanda bekleyen teknemize biniyor, denize açılıyoruz. İsteyen Kızıldeniz’de yüzüyor, isteyen bir şeyler içiyor. Akşam yemeğini teknede alıyor, güneşi burada batırıyoruz.
Gece Amman’a dönüyoruz. Başkent Amman Lübnan iç savaşından sonra Amman finans merkezi olma yolunda. Biz daha çok Amman’ın tarihi bölümü ile ilgileniyoruz.
Sabah Amman Kalesi için yoldayız. Amman adını (İncil ve eski dönemlerdeki adı ile Rabbath Ammon), bir Sami halkı olan Ammonlulardan alıyor. (Rabbath başkent anlamında) M.Ö 13.-6. yy arası Ammonluların başkenti. Burası Ortadoğu’da bilinen en eski Neolitik yerleşim yerlerinden biri.
Bugünkü şeklini 1900’li yılların başında Osmanlının, Ruslar tarafından topraklarından edilen Çerkezleri, buraya yerleştirmesi ile alıyor. Başlangıçta yedi tepe üzerine kurulmuş dağlık bir şehir. Bugün Amman da çok az Ammonit kalıntısı bulunmakta. Daha çok Helenistik Döneme ait kalıntılar var. Amman Kalesi’nde de ayakta kalan yapıların çoğu Roma, Bizans ve Emevilere ait. Denizden 850 metre yükseklikte olan bu yapılar, Ceraş kadar iyi korunabilmiş değil.
M.S 138-161 yıllarında inşa edilen, karşıdan gördüğümüz, 6000 kişilik Roma Tiyatrosu en etkileyici kalıntılardan. Roma Tiyatrosu ile aynı zamanlarda yaptırıldığı düşünülen Herkül Tapınağı’nda, 12 metreden daha büyük olduğu düşünülen, Herkül olduğu düşünülen heykelden üç parmak ve dirsekten oluşan parçaları kalmış.
Kalede bulunan Arkeoloji Müzesi’ni de geziyoruz. Yine kalede 6.yy’dan kalan bir kilise var. Korint sütun başlıkları olan kiliseye daha sonraları Emeviler tarafından eklemeler yapılmış olabilir.
Ayrıca 8.yy’ın ilk yarısında inşa edilmiş, büyük ölçüde harap olmuş, bir Emevi Saray Kompleksi var. Kubbesi restore edilmiş.Yenilenmiş Ammon Kapısı diğer dikkatimi çeken bir köşe. Henüz kazı çalışmaları bitmemiş alanda; Su sarnıcı, mezarlar, kemerler, merdivenler arasında dolaşıyor, tepelerdeki Amman’ı fotoğraflayarak Ürdün gezimizi bitiriyor, havaalanına doğru yola çıkıyoruz.
Kayalara Oyulmuş Gül Renkli Petra, Muhteşem Wadi Rum, büyülendiğim Shobak ve Çöl Kaleleri, Ceraş, Madaba, değişik bir Beytanya, Ölü Deniz, Akabe anılarımıza yerleşirken, zaman zaman fakülte sınıf arkadaşlarımızla gençlik günlerimize döndüğümüz bir geziyi bitiriyoruz.
** En güzel fotolarımız gezi arkadaşımız Ferit Büyükaşık‘ın çekimleridir.
Kula, Türk ve Rum evlerinin özgün mimarisi ve sokakları ile son yıllarda ziyaretçi çeken bir ilçe.
Kula evleri ile kaynakları okurken çoğu kaynak Kula Türk evleri diye söz ediyor. Aslında Kula’da sadece Türk evleri değil, aynı bölgede, aynı sokakta hem Türk evleri hem Rum evleri yan yana bulunuyor. Her ikisini karşılaştırmalı olarak incelemek daha uygun olacaktır.
Kula’daki Türk evleri Osmanlı’nın 18. yy’da bir çok bölgede yapılan Türk evlerinin tipik örneklerinden.
Türk evleri ahşap ve kerpiçten yapılmış genellikle iki katlı evler. Evlerin birinci katında ya hiç ya da çok az pencere bulunmaktadır. Evlerin kapısı avluya açılıyor. Avlu yüksek genellikle üç metre yükseklikte duvarlar ile çevrelenmiş. Avluya genellikle iki kanat ve büyük avlu kapısından giriliyor.
Bazı avlu kapılarında kapıyı açmadan, gelen kişileri görebilmek için ayrı pencereler eklenmiş.
Avlu kapısından girince geniş bir avlu karşılıyor. Aşağıdaki fotoğraf Zabunlar Konağı’ndan. Üç katlı bu güzel ev Türk Evi örneği olarak görülebilir. Konak Anemon Otelleri tarafından restore edilmiş ve butik otel olarak hizmete açılmış.
Kestaneciler Konağı da Belediye tarafından restore edilmiş ve ziyarete açılmış, güzel döşenmiş bir Türk evi. Kula’da bir Türk evi örneğini gezip avluda oturup çay kahve içebilirsiniz.
Evin zemin katında mutfak, ahır ve kiler yer almakta. Evler büyük ailelerin yaşam tarzına uygun olarak yapılmış. Üst katlarda günlük yaşamın geçtiği ve baş ve köşk odaları bulunmaktadır. Ahşap tavanlar işlemeli. Baş odalar penceresi sokağa açılan daha özenli döşenmiş odalardır. Odalar günümüzde olduğu gibi oturma ve yatak odası diye ayrılmıyor. Her oda tüm amaçlar için kullanılıyor.
Kula’da sokaklar dar, evlerin ikinci katları yola çıkıntılı. İki evin çıkıntılı katlarının üzerine ayrıca çatıların çıkıntıları da eklenince çatıların birleştiği veya birbirinin üzerine konduğu görülmektedir. Rehberimiz bu durumun komşuluğun ne kadar iyi olduğunun göstergesi olduğu şeklinde ifade etti. Ancak böyle bir komşuluk anlayışını dünyanın hiçbir ülkesinde gördüğümü söyleyemeyeceğim, belki vardır ben görmedim-aman yanlış anlaşılmasın.
Acaba Mimar Sinan böyle bir planlama yapar mıydı? Eminim bu çatıların üst üste gelmemesini sağlardı. Acaba 18. yy mimar ve ustaları sokakların darlığını düşünmeden evlerin planını çizmişler ve inşa etmişler gibi düşünmeden de duramıyorum. Bence mimarların bu konuda açıklamaları vardır.
Gelelim Rum evlerine. Rum evlerinin sokak kapıları yola açılıyor. Merdiven ile sokağa iniliyor. Genellikle taştan yapılmışlar. Kapıları özenli işlemeler ile süslenmiş.
Evlerin dış cepheleri de ince ince işlenmiş. Bazı Rum evlerinde resimler yapılmış. Bu resimlerin yol tarifine yaradığı da oluyormuş.
Rehberimizin anlattığına göre örneğin aşağıdaki resim üç büyük, dört küçük adım sonrası kiliseye ulaşılabileceğini gösteriyormuş. Resimdeki kapılar ve pencerelerin sayısı ile yol tarifi çok yaratıcı geldi.
Kapıların üzerinde güzel objelerde yer almakta. Örneğin bir kapıda iki melek, ya da bebek İsa oymaları var. Diğer bir kapıdaki metal levha bugünkü anlamı ile sigorta poliçesi. Evin sigorta şirketince sigortalandığını gösteriyor.
Eski Zafer İlkokulu binası, 1800’li yıllarda Rumlar tarafından askeri kışla olarak yapılmış ve bina Kurtuluş Savaşı’na kadar o amaçla kullanılmış, 1923 yılından 1974 yılına kadar da okul olarak kullanılmıştır. Binanın değişik bir mimarisi var. Bahçesinde küçük bir kilise bulunmaktadır. 1974 yılında bina çürük olduğu için boşaltılmış 1989 yılında da çıkan yangın ile bina çok hasar görmüş. Şu anda binayı kurtarma çalışmaları yapılmaktadır.
Kula’da 3000 adet tarihi ev bulunuyormuş. Sekiz yüzü tescilli koruma altında. Türk evleri ahşap ve kerpiçten yapıldığı için taştan yapılan Rum evlerine göre çok daha fazla bozulmuş, yıpranmış. Bazı evler restore edilmiş ve içerisinde yaşanıyor.
Yukarıdaki bakımsız evler gibi bakımsız, terk edilmiş, harabe kilise bir sokağın sonunda karşımıza çıktı.
Rehberimiz sırada restore edilen ve korunan bir kilise olduğunu söyleyerek bizi farklı bir yöne götürdü. Karşımıza çıkan binayı görünce gözlerimize inanamadık. Şıkır şıkır yenilenmiş zamanında kilise olduğu söylenen bir bina ile karşılaştık. Fotoğrafta restore edilmiş bir kilise, ancak görüldüğü gibi pek sevindirici değil.
Kilisenin orijinal kapıları çalınmış iki ayrı ülkede müzede sergileniyormuş. Kapılar aslına uygun olarak sonradan yapılmış.
Kilise Meryem Ana Kültür Evi olarak hizmet veriyormuş. Biz cumartesi günü oradaydık, kapı kapalıydı. İçerisini göremediğimiz gibi ne tür kültürel faaliyetler yapıldığına dair bilgi sahibi olamadık. Kasaba halkına hizmet ettiğini umuyoruz.
Kilisenin karşısında kilise papazının Rum evi. Tabi o da bakımsız.
Kula Çeşmesi, zamanında yaşayanların sadece su ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde toplanıp, sohbet etmesi için sosyal bir alan olarak planlandığı belli.
Yine restorasyona rağmen memnun etmeyen bir görüntü, Selçuklu döneminde yapılmış bir hamam, kafe olarak kiraya verilmiş ancak kafe işlememiş şu anda kapalı.
Kula evlerinin olduğu bölge ve hamamın karşısındaki meydan binalar tarihi ama böyle bölgelerde sadece binalar değil her anlamda görselliğe dikkat etmek gerektiğini levhaların bile ne kadar önemli olduğunu fotoğraf açıklıyor. Başka söze gerek kalmıyor.
Son Söz
Kula evleri gezimizde restore edilmiş iki Türk evini gezmek hoşumuza gitti. Rum evleri ile Türk evleri yan yana komşuluk yapmışlar. Evlerin çoğunluğu bakımsızdı. Uzun dönemde daha çok evin restore edilmesini ve Kula evlerinin daha çok sayıda ziyaretçi çekmesini diliyoruz. Çarpıcı bir görüntü ise yıllar önce bu kadar güzel evlerde yaşanmış ilçe, niçin bugün hiçbir estetik değeri olmayan binalar ile çarpık kentleşme örnekleri arasında yer alıyor. Kulanın diğer bölgelerini detaylı gezemedik ancak genel izlenimim ilçede şu anda planlı bir yapılaşma olmadığı yönünde.
Avrupa’nın Kültür ve Dünya Mirası şehirlerinden olan Bergen, doğası, tarihi, kültürü, sanatı sevimli, renkli, masalsı evleri ve kuzeyin ılıman şehri…
Bergen’in tarihi 1020 yılına kadar gidiyor. Kral Olay Kyrre tarafından kurulmuş. 1360 yılında bir Alman tüccar Bergen’de bir liman kurmuş ve böylece kuzeyin en önemli limanlarından biri haline gelen Bergen 1830’a kadar Norveç’in başkenti ve en büyük şehri olmuş. 14. ve 16. yüzyıllar arasındaki dönemde Hansa ticaret imparatorluğunun en önemli ticaret limanlarından biri olarak önem kazanmış.
Bergen, Norveç’in güneybatısında Hordaland eyaletine bağlı ülkenin en büyük ikinci şehri olup Bergenshalvoyen Yarımadası’nda bulunmaktadır. Şehrin toplam nüfusu 500 binin üzerindedir. Şehir dağlarla çevrili olduğundan Bergen yedi dağın şehri olarak bilinmektedir.
Bergen, Gulf Stream nedeniyle Norveç’in en sıcak şehri. Hava dondurucu soğuk olmasa da her mevsim bulutlu ve yağışlı olduğundan yeşili çok olan bir şehir.
Bergen, Norveç’in önemli turistik merkezlerinden biri ve her yıl yaklaşık bir milyon turist şehri ziyaret ediyor. Şehirdeki küçük butikler, ofisler, restoranlar, sanat stüdyoları ve hatta esnaf atölyeleri ziyaretçilerin ilgisini çekmekte.
Bergen Norveç’in ikinci büyük şehri olsa da birçok yerini yürüyerek dolaşabileceğiniz çok sevimli bir kasaba. Liman, ana meydan, balık pazarı ve müzeleri yürüyerek dolaşabilirsiniz. Şehrin sokaklarında keyifle yürüdükten sonra Bergen’in olmazsa olması, tüm Bergen manzarasını göreceğiniz Floyen Dağı’na fünikülerle çıkabilirsiniz. Biz ayrıca kalan yerleri de görebilmek için Hop on Hop otobüs ile dolaştık.
Bergen Gezilecek Yerler
Şimdi birlikte dolaşmaya başlayabiliriz bu masal şehrini.
Şehrin ilk görülecek yeri şüphesiz renkli ahşap Hansa evleri. Bergen’de ilk yapılan binalar Bryggen olarak adlandırılan rıhtım boyunca yer almaktadır. Bergen’in simgesi renkli evler kafeler, restoranlar, müzeler rıhtım boyunca yer alıyor. Kentin en canlı, hareketli ve önemli bölgesi de burası.
Bryggen birçok kez yangın yaşamış, özellikle 1702 yılındaki yangın ile tüm şehir küller altında kalmış. Bazı müzelerdeki afişlerde küllerinden doğan şehir ifadeleri kullanılmakta. 1955 yılındaki yangında yanan evlerin yerine karakteristik ahşap evler tekrar yapılmış ve günümüze kadar korunarak gelmiş.
Tormalmeningen Meydanı Bergen’de ana meydanlarından birisi. Meydana doğru giderken geniş bir caddede heykeller yer alıyor. Devasa göl diyebileceğiniz bir havuz da vardı. Martılar özgürce dans ediyordu.
Bir süre daha yürüyünce Fisketorget Balık Pazarı’na ulaştık. Rengarenk tezgahlarda balık çeşitleri, karidesler, kurutulmuş etler aklınıza ne gelirse deniz ürünleri vardı. Pazar sabah 7’de açılıp akşam 19’da kapanıyor. İstenilirse taze alınan ürünler pişirtilip öndeki tahta masalarda yenebiliyor.
Biz de bir akşam yemeğimizi balık pazarında yedik. üstü açık ve ısıtıcılarla ısıtılan deniz kenarında bir yere oturduk. Herkes değişik şeyler denedi. Ben karides tabağı istedim ve tabak garnitüri ile birlikte oldukça doyurucu oldu.
Sırada Floyen Dağı bulunuyor. Füniküler ile kısa bir yolculuk yaparak, deniz seviyesinden 320 metre yükseklikte olan Floyen Dağı’nın en üstüne çıkıp şehrin muhteşem manzarasını izleyebiliyorsunuz. Kişi başı 90 Kron füniküler ücreti. Füniküler 26 derecelik bir eğimle tepeye çıkıyor 830 metrelik 4 dakika süren yolculukla dağın tepesine çıkıyoruz. Füniküler kabininin her tarafı camlı olduğundan çevre izlenerek yolculuk yapılıyor.
En iyisi birlikte füniküler yolculuğu yapıp Floyen Dağı’nda manzarayı seyredelim,
Bu yolculuk, Bergen’e gelenlere özellikle tavsiye edildiğinden, biz de önceliklerimiz arasına aldık. Çok eğimli bir şekilde Füniküler çıktığı için epeyce heyecanlı oldu. Bunun inişini düşünemiyorum desem de inişte de yine ön tarafta olmaktan kendimi alıkoyamadım.
Tepede, bütün şehri ayaklarınızın altında hissediyorsunuz. Çok güzel seyir terasları yapılmış. Ancak hava çok esintili ve güneş de olmadığı için soğuktu. Güzel ve güneşli havalarda burayı hayal etmek çok güzel. Zaten orada tanıştığımız ve uzun süredir Bergen’de yaşayan bir Türk doktor buranın güneşli günlerde çok güzel olduğunu ve herkesin uzanıp manzarayı seyrettiğini söyledi.
Bu tepede çocuklar için bir park alanı bulunuyor ve içinde ülkenin sembolü orman perileri “Troyller” heykelleri varmış. Ayrıca cafeler ve hediyelik eşya dükkanları da vardı.
Buradaki gezimizden sonra zaman kazanmak için fünikülere binmeye karar verdik. Ancak sizin zamanınız uygunsa o güzelim manzarayı görmek için yürüyerek inmenizi tavsiye ederim.
Bergen’de görülmesi gereken yerlerin içinde aşağıda yer alan Hakon’s Hall, Rosenkrantz Kulesi, Bryggens Museum, Hanseatiske Muzesini de görmenizi tavsiye ederim. Bergen’in tarihi dokusunu hissedeceğiniz müzeler.
Hakon’s Hall limanın hemen başında yer alıyor. Orta Çağda Gotik tarzda inşaa edilen, taş bina Norveç’te o tarihten günümüze gelen en büyük ve en eski tarihi binadır.
Kral Hakon Hakansson 1247-1261 yılları arasında hüküm sürmüş, kraliyet sarayının yanı sıra oğlunun düğün töreni için haşmetli salonu yaptırmış. Kralların önemli törenlerinde kullanıldığı gibi günümüzde de bazı sanat etkinliklerinde bu salon kullanılmaktadır.
Bergen için yine tarihi önem sahip diğer bina Rosenkrantz Kulesi, Hakon Hall’in hemen yanındadır. Kule 1560 yılında inşa edilmiştir.
Kule Norveç’te bulunan en önemli Rönesans eseri olarak değerlendirilmektedir. Kule hem bir yerleşim yeri, hem de şehrin korunması amaçlı kullanılmış. Üst kat pencerelerinde yerleştirilmiş toplar görülmektedir. Kulenin en üstüne çıktığınızda liman ve şehrin görüntüsüne hakim manzara çarpıcı. Bu kuleyi de görmeden geçmeyin diyebilirim.
Biblo gibi ahşap evlerin başında, çok önemli bir müze Bryggens Museum.
Bryggens bir kültür tarih müzesi, arkeolojik kazılarda çıkan tarihi objeler ve Orta Çağ’da Bergen’de yaşam hakkında bilgi verecek şekilde düzenlenmiştir. Bergen’in en eski binalarının olduğu bölgededir.
Hanseatiske Müzesi ise Bryggen bölgesindeki evlerin sonunda en eski ticaret yapılan binasında kurulmuştur. Bu müzeyi ziyaret etmenizi öneririm.
Alman tüccarları yaşadığı, ticaret yaptığı bina. Hanseatic ofiste Alman tüccarlar asıl olarak Kuzey Norveç’ten aldıkları kurutulmuş balık ve Baltık ülkelerden aldıkları tahıl ticareti yapmaktadırlar. Bu binada hem yaşayıp hem ticaret için yataklarını, kullandıkları eşyaları, ticarette kullandıkları ölçü birimleri, yazıları, dosyaları, masaları, kurutulmuş balıkları görebileceğiniz dünyanın en ilginç müzelerinden biri olabilir. Bina 1702’deki yangından hemen sonra inşa edilmiş ve bölgede içi ile birlikte korunan en eski bina.
Son müze önerim de Sanat Müzesi olabilir. Zengin bir resim kolleksiyonuna sahipti.
Bergen’in önemli müzelerini gezdikten sonra Hop on hop off ile Akvaryum’a gitmeye karar verdik. Akvaryum giriş bileti 250 Kron Akvaryuma girer girmez pelikanlarla karşılaştık. Hepsi çok sevimliydi ve hareketliydiler.
İçeri girerken 5 dakika sonra bir gösteri yapılacağı söylendiğinden fok balıklarının olduğu havuzun önündeki platforma yerleştik. İki fok balığının gösterisi çok eğlenceliydi.
Akvaryumun içerisinde pek çok çocuk vardı ve küçük bir ufaklık annesinin elinde deniz yıldızını inceliyordu. Biz de olsa sakın dokunma diye uyarırdık. Ne güzel Norveç’de küçük büyük herkes doğayla iç içe yaşıyor.
Akşama doğru Hansa evlerinin önündeki kafelerden birine oturduk ve güzel manzaranın keyfini çıkardık.
Son Söz
Bergen Norveç gezi programlarında mutlaka görülecek yeri. Ülkenin karekteristik özelliklerini, yeşilini, doğasını yansıtan düzenli, sevimli şehir. Kuzeyin bu güzel şehrine iyi ki geldim gördüm diyeceksiniz. Süre olarak bir tam günde birçok yerini, sokaklarını gezebilirsiniz. Müzeleri küçük kolay ulaşılır ancak her yerini rahat rahat gezeyim, havasını sindireyim derseniz iki gün ayırmanızı önerebilirim.
Nepal Chitwan Safari Park, Nepal’in güneybatısında yer alan, Asya vahşi yaşamın korunduğu en büyük safari parkı. Ulusal Park olarak 1973 yılında kurulmuş ve 1984 yılında UNESCO Dünya Miraslar Listesi’ne alınmış. Ormanlık, bataklık ve otlaklardan oluşan 932 metrekarelik bir alanı kapsamakta. Zengin florası ile çok sayıda hayvan barındıran ormanda 68 farklı maymun türü, 500 den fazla kuş çeşidi, geyikler, balık çeşitleri, ayı, vahşi filler, sığır çeşitlerini görebilirsiniz. Bölgeye özel tek boynuzlu gergedan, Bengal Kaplanı, leopar, Gharial Timsahı özel olarak korumaya alınmış. Koruma çalışmaları ile Bengal kaplanlarının sayısı 120’ye, tek boynuzlu gergedan sayısı da 600’e ulaşmış son yıllarda.
Chitwan Safari Park’ın korunması Nepal’in önemli gelir kaynağı turizme de katkı sağlıyor. Bölgede hayvanların korunması, bakımı ve yerel halkın geçim kaynağı turizm. Devlet ve halkın bu bilinci ile aktiviteler, turlar çok iyi planlanmış ve organize edilmiş. 1 günlük, 2 günlük ve 3 günlük paket turlar hazırlanmış. Ayrıca yerel halkın Tharu Halk Dansları gösterisi de özellikle turistler için hazırlanmış.
Ne zaman gidilir diye soracak olursak; Yazın Muson yağmurları dönemi çok yağmurlu ve aşırı nemli oluyor. Bu dönemde Chitwan turu da sıkıntılı olabilir. Özellikle ormandaki sivrisinekler ve ağaçlardan düşen böceklerin çok rahatsız edici olduğundan yaz döneminde gezenlerin şapka, uzun kollu üstler ve uzun pantolonla gezmeleri gerekmektedir.
Ulaşım Chitwan Katmandu’ya 170 km uzaklıkta, otobüsle ulaşım 5 saat sürmekte. Katmandu’dan uçakla ulaşım da mümkün en yakın havaalanı Ulusal Park’a 10 km uzaklıktaki Bharatpur şehrinde. Bizim tercih ettiğimiz yol Katmandu’dan önce Pokhara’ya gidip 3 günümüzü orada geçirdikten sonra Chitwan’a geçmek şeklinde oldu. Pokhara’dan ulaşım yine turist otobüsleri ile 6 saat sürüyor. Biz Katmandu’da otelimizden Pokhara ve Chitwan’ı içeren paket tur aldık. Üç gece Pokhara, üç gece Chitwan, otobüs ile ulaşım dahil kişi başı 250 dolar ödedik. Tur kapsamına Chitwan Ulusal Park’ta yapılacak tüm aktiviteler ve 3 gece tam pansiyon konaklama dahildi. Bize son derece uygun bir fiyat olarak göründü.
Konaklama Ulusal Park’ın çevresinde doğaya uygun, çok katlı olmayan konaklama yerleri bulunuyor. Bizim kaldığımız Unique Wild Resort Otel beklentilerimizi karşıladı. Yeşillikler içindeki otelin yemekleri de ayrıca memnun etti. Otelin rehberi Damodar Khanal, üç gün boyunca bize harika rehberlik yaptı. Chitwan’ın dışındaki Sauraha’da daha uygun fiyatlı konaklanabilecek yerler bulunabilir. Sauraha’ya Katmandu ve Pokhara’dan kalkan otobüsler uğramakta.
Önce videomuzu izlemek isterseniz.
Chitwan Ulusal Park Safari Turu Hayvanat bahçeleri çocukluğumdan beri ilgimi çeker. Yurt dışı gezilerimde de fırsat ve zaman bulduğumda o şehrin hayvanat bahçesi veya akvaryumunu gezmekten kendimi alamam. Son yıllarda ise kafeslerin arkasındaki hayvanları görmek yerine daha geniş, doğal hayvanların yaşam alanlarında bulunmak düşüncesi heyecan vermeye başladı. Sırf bu duygularla en kısa sürede Afrika’da Safari Turu yapılacaklar listeme eklendi.
Nepal gezi planlamamızda öncelikli başkent Katmandu ve Pokhara görülecek yerler arasındaydı. Ancak gezi hazırlıkları, okumaları sırasında Asya’nın en büyük doğal yaşam alanı Chitwan’da safari fırsatı olduğunu öğrenince, doğal olarak Afrika’yı beklemeden Nepal’de safari turu programımıza almaya karar verdik. Safari turuna katılmak isterdim ancak vahşi hayvanların arasında nasıl dolaşılabileceğini kafamda canlandıramıyordum. Bu nedenle yazıda benim gibi merak edenler için turumuzu adım adım anlatmak istiyorum.
Pokhara’dan sabah 7’de bindiğimiz otobüs Saurah’dan çıkıp son durak olarak çevrede binaların olmadığı boş bir arazide durdu. Otellere gideceklerin burada ineceği, otellerin araçlarının bizleri alacağı söylendi. Bizim ulaşım aracımız da safari otelinin yapısına uygundu, üç gün rehberimiz olacak Damodar bizi karşıladı.
Kısa bir yolculukla yeşillikler arasındaki otelimize ulaştık.Turumuzun ilk aktivitesine öğlen yemeği sonrası başladık. Otelden kısa bir yürüyüş ile Chitwan Ulusal Parkı’na girdik.
Parkta ilk tanıştığımız hayvanlar filler oldu. Sonraki günlerde fillerle daha çok haşır neşir olacağımızdan fillerin yanında fazla zaman geçirmedik. İlk kez filleri bu kadar yakından görmenin heyecanı ile biraz izledikten sonra orman yürüyüşüne başladık. Chitwan’da çok çeşitli sayıda kuş türü bulunmakta. Parkın aktivitelerinden biri de kuş gözlemleme, yürürken bir taraftan çevredeki kuşları izlemeye çalıştık. Bu arada kuşların yanı sıra ormanda nehrin karşı kıyısındaki vahşi hayvanları yukarıdan daha rahat görebilmek umuduyla bazı hayvan severler ağaç tepelerine tünemişlerdi.
Gün batımına kadar yürüyüşümüze devam ettik. Nehrin karşı kıyısında yeşillikler arasında güneşi batırdık.
Artık otele dönme zamanımız gelmişti. Evlerin arasından yürürken nerede olduğumuzu hatırlatan ilk sürprizimizi yaşadık. Nepal’in tek boynuzlu gergedanı sokakta tüm heybetiyle yolun karşısında göründü, akşam yürüyüşüne çıkmış gibi salına salına yürüyordu. Bizi rehberimiz hemen bir evin bahçesine soktu, gergedan hiç istifini bozmadan yürüyüşüne devam etti. Yaşamımızda bir daha bir gergedan ile aynı sokakta gezintiye çıkıp selamlaşır mıyız bilemem…
Yine diğer bir sürpriz ise devletin baktığı, yani devletin kadrolu elamanı, tüm gün turistleri gezdirip, mesaisini tamamlayarak evine dönen filler oldu.
İlk gün akşam Tharu’ların dans gösterilerini izlemeye gittik. Tharu halkı ulusal parkın yer aldığı Terai bölgesinde yaşayan etnik grup. Kadınlar ve erkeklerin ayrı ayrı yaptığı danslar ilginçti. Kapalı bir alanda yerel halkın da turistlerle birlikte izlediği dans gösterisi güzel bir deneyim oldu.
İkinci gün sabah güne nehirde kano turu ile başladık. Bu kanolar yöreye özgü dayanıklı ve tek bir ağacın gövdesinden oyularak üretiliyormuş. Timsahların yaşadığı nehirde incecik basit bir kano ile gezmek fikri, rehberimiz ilk söylediğinde ürkütücü geldi. Merak etmeyin sabah nehir biraz serin olduğu için timsahlar nehrin üstünde değil dibinde olurlar dedi. Gerçekten de kanoya binip daha 10 metre gitmemiştik ki alçak nehrin dibinde uyuyan timsahların yanından geçtik. Bir süre sonra kıyıda güneşlenen timsahlar da gördük tabii ki. İşin güzel yanı nehirde iki tür timsah yaşıyormuş. Bir cins et obur iken diğeri ot oburmuş. Ot oburların yanından geçtiğimizi düşünmeyi tercih ettik.
Nehir boyunca bir saat kadar yol aldıktan sonra nehrin karşı kıyısında kanodan indik ve orman yürüyüşüne başladık.
Değişik ağaçlar ve sık ormanın arasında yürürken en heyecanlı bölüm, efsane bengal kaplanlarının izlerini aramak idi. Rehberimiz Damodar bir su birikintisinin kenarındaki ayak izlerini göstererek Bengal kaplanının bir-iki gün önce buradan geçtiğini söyledi. Tabii doğru mu yanlış mı bilmiyoruz ama kaplanın adını bile duymak içimize ürpertmeye yetti.
Yürüyüşümüz sonunda fil besleme bölümüne ulaştık, fil yemeği hazırlıklarını yakından izledik. Devletin korumasında olan fillerin bakımı ve beslenmesi için çok sayıda yerel halk çalışıyor. Aslında ilginç olan, filler de sabah orman içinde yürüyüşe çıkıp, ormanda bulunan yüksek boylu otları kesen görevlilerin otlarını taşıyorlar. Böylece kendi otlarını taşımış oluyorlar. Ancak sadece bu otların fillerin beslenmesine yetmeyeceği düşünülerek, içlerine pirinç ve başka malzemeler eklenip paketlenip filler için hazır yiyecek hazırlanıyor.
İki yavrusu ile bir arada olan anne fili, bebek filin annesi ve kardeşi ile oyun oynamaya çalışmasını izlemek bize keyif veren görüntüler arasındaydı. Asıl ilginci ise ilk kez uyuyan fil görmekti. Filler ayakta uyuyorlar sadece kafalarını direğe dayıyorlar. Erkek ve dişi filler ayrı bölümlerde kalıyorlar. Erkek fillerin dişleri oluyormuş. Erkek fillerin bulunduğu bölümde dişleri olmayan bir fil dikkatimizi çekti, dişi olduğunu düşündüğümüz fili rehbere sorduğumuzda hormon sorunu olan bir erkek fil olduğunu söyledi. Sözün özü filler hakkında bilmediğimiz çok şey öğrendik, hepimiz birer fil uzmanı olduk.
Otele dönüp öğlen yemeğimiz ardından kısa bir süre dinlendikten sonra öğleden sonra sıra jeep safariye gelmişti. Sık ormanın içinde patika yolda jeeple vahşi hayvanları görmeye çalışacaktık.
Daha ormana yeni girmiştik ki yolda kendi otlarını toplamaya çıkmış bir fil ve görevli ile karşılaştık. Fil jeepe yaklaştı, görevli nameste de diye file komut verdi, fil hortumunu sevmemiz için uzattı. Bize sevgi ile yaklaşan filin hislerini karşılıksız bırakamazdık, fillerden uzak durmamız gerektiğini düşünürken birden kendimizi onun hortumunu okşarken bulduk.
Jeeple dolaşırken ormanın içinde gezen gergedanı, ailecek dolaşan geyikleri görme şansı bulduk. Tabi nehir kıyısında uyuklayan timsahlar da boldu.
Son gün programda yine orman içi safari ancak bu kez ormanın daha derinlerine gidebileceğimiz fil safari yer alıyordu. Aslında yıllardır direndiğim kesinlikle file binmem ilkemi burada bozmak zorunda kaldım. Paket program alırken içinde hem jeep safari, hem fil safari yer alıyordu. Biz sadece jeep safari istediğimizi, file binmek istemediğimizi belirttik. Ancak paket programın hepsini kapsadığını ve fil safari ile ormanın daha derinliklerine dalındığını ve bu bölgede mutlaka fil safarisi yapılması gerektiğini vurguladılar. Maalesef biz de fillerden özür dileyerek fil safarisi denedik.
Fil safarisi değişik bir tecrübe oldu. Ormanın daha iç bölgelerinde dolaştık; belki ayı ve bengal kaplanı göremedik ama uzaktan da olsa ağacın yüksek dalında uzanmış bir leopar görmenin telaş ve heyecanını yaşadık. Yaşadığımız bu deneyimden sonra meşhur kaplana rastlamadığımıza sevinmeli miyim, üzülmeli miyim bilemedim…
Son günümüzde akşam üzeri köyün bazı bölgelerini de dolaştık. Katmandu ve Pokhara’da daha büyük şehirler ve yüksek katlı evler bulunurken, Chitwan’da daha doğal, koruma alanı içinde evler tek katlı. Asıl bölgeye özgü evler bambu ve çamurdan yapılan geleneksel Tharu evleri imiş. Bu evler sıcağa ve soğuğa dayanıklı ancak her sene muson yağmurları sonrası zarar gördüğünden oldukça ciddi yenileme, emek gerekiyormuş. Her yıl yenilemenin yanı sıra beş yılda bir yeniden yapılan örnek bir Tharu evi tanıtım amaçlı yapılmış.
Son yıllarda geleneksel evlerin yerine daha farklı, çimentodan evler yapılmaya başlanmış. Bu bölgede de diğer şehirlerde olduğu gibi halk grup halinde evlerinin dışında oturarak zaman geçiriyordu.
Chitwan Ulusal Park Nepal gezimize farklı bir tat kattı. Nepal’in büyük, kaotik ancak tarihi, kültürü zengin şehri Katmandu, doğal, yeşil, huzurlu şehri Pakhora’dan sonra 3 gece ayırdığımız ve safari turu yaptığımız Chitwan’da keyifli zaman geçirdik. Öncelikle Asya’nın en büyük ve organize doğal yaşam alanını görmüş olduk, dört arkadaş hepimiz için yaşamımızda ilk kez safari turu denedik. Orman içinde çok sayıda ve çok çeşitli hayvan görebildik mi? Tabii bu biraz da şans, gezilen mevsime bağlı olabilir. Yine de çok fazla sayıda hayvan görmeyi beklemedik. Eğer zamanınız varsa ve bu tur için ayrı bir kaynak ayırmak isterseniz denemenizi önerebiliriz. Ancak Nepal’ de önceliğiniz tarih, kültür veya dağcılık ve trekking ise ve yeterli zamanınız kalmaz ise mutlaka yapılması gerekenler listesinde yer bulamayabilir Chitwan.
Nepal’le ilgili diğer yazılarımız ilginizi çekebilir.
Ürdün Ortadoğu’da özgün bir ülke… Roma döneminde yapılmış ve depremlere rağmen ayakta kalabilmiş antik kent Jerash, kayıp uygarlık Nebatienlerin yaptığı kayalara oyulmuş dünyanın yedi harikasından biri olan Petra, çölün ortasında bir Emevi halifesinin yaptırdığı hamam, hamam duvarlarında şaşırtıcı erotik resimler, Hicaz Demiryolunun istasyonu, I. Dünya Savaşı’nda öldürülen Türk askerlerinin şehitliği, uçsuz bucaksız çöl, inanılmaz resim gibi mozaikler, çölde safari, çölde develer, sürmeli gözlü Bedeviler daha neler neler…
Gitmeden önce, Arabistanlı Lawrence filmini izlemiştim. I. Dünya Savaşı’nda, Ortadoğu’daki İngiliz politikasını, izlenen yöntemleri anlatan ve Ürdün çöllerinde geçen bu filmi, soğukkanlı olarak izlemek kolay olmamıştı. Ürdün’e giderken; bu filmde geçen olayların yaşandığı çölleri, kaleleri görme merakı yanında, sorunlu bir dönemde bu coğrafyaya gitmenin endişesi de vardı. Ancak, tüm gezi boyunca güvenlik ile ilgili hiçbir sorun yaşamadık, gezi boyunca otobüsümüzde rehber ile birlikte turizm polisi de vardı.
Bu yazıda, Ürdün’ün tarihi turistik yerlerine ilişkin resim ve bilgileri bulacaksınız. Ama bu ülkeyi tanımak için kendi yaptığım araştırmalara ilişkin bilgileri de meraklısına bölümlerinde paylaştım. İlginiz daha çok gezilecek yerlere ise bu bölümleri atlayarak okumanızı öneririm.
Meraklısına; Kuzeyinde Suriye, kuzeydoğusunda Irak, güneyinde ve doğusunda Suudi Arabistan, batısında İsrail Ürdün’ün komşuları. Arabistan çöllerinin uç noktası olduğundan, Ürdün tarihin her döneminde stratejik önem taşımış. Tarihçi Bernard Lewis’e göre; geçmişte ve günümüzde Ortadoğu’daki savaşların en büyük sebebi toprak kavgası ile birlikte, doğu ve batı arasındaki ticaret yollarını ele geçirme ya da kontrol etme isteği de olmuş.
Ancak çöl coğrafyasının ve ikliminin zorlukları ile birlikte, buralarda yaşayan toplulukların da kolay yönetilebilir-işbirliği yapılabilir olmaması nedeniyle, tarihin her döneminde büyük devletlerin ayrı bir çöl politikası olmuş. Romalılar, M.Ö. 65’de bu çöl politikasını başlatmış. Ordu göndermek yerine, barış sırasındaki ticari, savaş sırasında askeri gereksinimleri nedeniyle, çöldeki sınır devletleri ve kervan şehirleriyle iyi ilişkiler kurmayı tercih etmişler.IV. yy. da yaşamış Romalı tarihçi Ammianus Marceilinus; güneydeki çöl halklarını “ne dost ne de düşman olmayı arzulayabileceğiniz… Araplar” olarak tanımlamış.
Büyük devletlerin, bu komşuları silah gücüyle fethetmesi tehlikeli, maliyetli ve zor imiş. Ayrıca ortaya çıkacak sonuçların da kalıcı, güvenilir ya da yararlı olacağı garantili değilmiş. Bu nedenlerle, iki İmparatorluk da (Persler ve Romalılar) savaşmak yerine; yaptıkları maddi, askeri ve teknik yardımlar, verdikleri unvanlar ile bu halkları yücelterek yanlarına çekmeye çalışmışlar. (günümüzden bir şeyleri çağrıştırdı mı size?)
Osmanlıların Memlüklüleri yendiği Mercidabık Savaşı’ndan sonra, 1516 yılından 1918 yılına kadar Osmanlı toprağı olmuş. I. Dünya Savaşı sonrası Şerif Hüseyin’in oğlu olan Kral Faysal yönetiminde bir monarşi olarak Irak kurulmuş. Diğer yandan, Şerif Hüseyin’in öteki oğlu Abdullah’ın başına geçtiği Trans-Ürdün adında bir Arap Emirliği kurulmuş. Trans-Ürdün, 1946 da bağımsızlığını kazanarak Ürdün adını almış. Günümüzde, Ürdün Haşimi Krallığı olarak, anayasal bir monarşi ile yönetiliyor. Kral II. Abdullah 1999’dan beri ülke yönetiminde.
Başkent Amman’dan başlıyor gezimiz…
Amman Amman sokaklarında bir yandan modern yüksek binaları, diğer yandan tepelerde sarı renkli, düz damlı eski evleri görmek mümkün. Amman önceleri yedi tepe üzerine kurulu bir şehir imiş (bugün on yedi tepeye yayılmış). Bu tepelerden birinin üzerinde Roma döneminden kalma bir kale bulunuyor.
Kalede yıkılmadan kalabilmiş sütunlar, kemerler arasından Amman şehrinin yamaçlara üst üste lego gibi dizilmiş düz damlı evleri görülebiliyor. Dev bir Herkül heykelinin ise sadece parmakları kalmış. Parmakların büyüklüğüne bakıldığında, heykelin tümünün orada olduğunda görüntünün ürkütücü olacağını düşündürtüyor.
Kalenin içinde su sarnıcı, Bizans Kilisesi, Emevi döneminde yapılmış cami gibi yapıların kalıntıları da görülebiliyor.
Kalenin içinde bulunan arkeoloji müzesinde ise değişik dönemlere ait eserler sergilenmekte.
M.Ö. 63–M.S. 324 Roma dönemine ait eserlerin ve ince cam ürünlerin sergilendiği bölüm… Ne kadar zarifler inanamazsınız.
Bir bölümde de eski tıbbi aletler sergileniyor. Bu kafatasının üzerinde üç tane delik bulunuyor. Bu akıl hastalıklarının ve beyin ödeminin tedavisinde kullanılan bir yöntemmiş. İnce metal çubuklar ile kafatasında açılan bu delikler ile beyinde belli bölgeleri işlevsiz hale getirerek ya da ödemin boşaltılması ile baskıyı azaltarak tedavi sağlıyormuş.
Bir yol inşaatı sırasında bulunan M.Ö. 7200 yıllarında yapılmış ve dünyanın en eski insan heykeli olduğu iddia ediliyor.
Kalede gün batımını izleyip şehre indiğimizde, Ortadoğu’da olup da künefe yemeden dönülmez deyip, Amman’da bir ara sokaktaki künefecide uzun bir kuyrukta sıra bekledik.
Peynirli ve kaymaklı künefeler sıcak sıcak servis ediliyordu ve tabakları elinize alıp sokakta yiyorsunuz. Tadı çok olağanüstü değildi ama sokak arasında sıcacık insanlar ile sıra beklemek ve ayaküstü yerken Ürdünlü kadınlar ile sohbet etmek çok keyifliydi.
Sonraki gün uzun bir çöl yolculuğu vardı. Eshab-ı Kehf yedi uyurlar bilinen bir hikaye. Dünyanın bir çok yerinde Eshab-ı Kehf mağarası olduğuna inanılan yerler var (Ülkemizde de Tarsus yakınlarında). Ürdün’deki mağaranın olduğu tepenin üstünde bir cami var. Komplekse girerken kadınlara kapşonlu pelerin gibi giysileri veriyorlar. Gezerken bunları giymeniz zorunlu. Burada dualarımızı edip yeniden yola koyuluyoruz.
Çöl Kaleleri Çölde otobüs ile yolculuk ederken hiç bitki örtüsü olmayan (sadece dikenler var) sarı kumların uçsuz bucaksız görüntüsü bir süre sonra ruhumu daralttı. Çöl ortamına uyumlu tek hayvan olan develer hem susuz uzun süre idare edebiliyor, hem de diken ile besleniyormuş. Geçmişte kervanların, bu zorlu koşullardaki seyahatlerinde dinlenme ve güvenlik gereksinimlerini karşılamak amacıyla, bir günlük mesafeye denk gelecek şekilde, han- kale- kasır gibi yapılar yapılmış. Biz bunlardan üç tanesini gördük.
Qasr Al- Harrana Uçsuz bucaksız çölün ortasındaki bu yapı, Emevi döneminde (M.S. 710) yapılmış ve kervansaray otel olarak kullanılmış. Volkanik kireç taşı bloklardan yapılmış. Etrafında da katmanları ayrı renklerde olan irili ufaklı volkanik taşlar vardı. Bu kasır, Irak- Arabistan- Filistin Kudüs yol ayrımında bulunuyor.
Duvarlardaki küçük yarıklar; dışarıyı gözetleme amacıyla kullanılırken, hem de aydınlanma ve havalandırma sağlıyormuş. Alt katta avlu kenarında hayvanların kaldıkları odalar, üst katta ise irili ufaklı konaklama odaları mevcut.
Kuseyr Amra
Dünya Kültürel Mirası Listesi’nde yer alan bu kasır, 8. yy. da yapılmış. Emevi Halifesinin dinlenmek veya şehirden uzaklaşmak amacı ile yaptırmış olabileceğini tahmin ediyorlar.
Kasrın sadece kabul salonu ve hamam kısmı ayakta kalabilmiş. Hamam bölümünde ılıklık, sıcak banyo ve servis bölümü var.
Çölün ortasında böyle bir hamama su temin etmek ciddi bir iş gibi görünüyor. Kuyularda su toplanarak su ihtiyacının karşılandığını söylüyor rehberimiz.
Sağlam olan hamam kısmındaki resimlerin, Emevi Dönemi sanatını yansıttığı söylenmekte. İslam sanatında görmeye alışkın olmadığımız tasvirler ile tüm duvarlar kaplanmış. Duvar ve tavanlardaki freskler çok ama çok şaşırtıcı. Havuz içinde dansöz, hayvan (köpek, geyik, ceylan, deve) ve avcılık resimleri, astrolojiyi yıldızları burçları anlatan resimler. Yerlerde mozaikler var. Emevi askerlerinin zaferlerini gösteren resimler de bulunuyor. Halife sarayındaki bu resimlerde, Yunan ve İran etkisinin olduğunu iddia eden kaynaklar var.
Bir duvar resminin siyasi bir mesaj verdiği tahmin ediliyor. Bu resimde; altı tane kafir hükümdar, oturmuş durumdaki halifeye itaat ederken resmedilmiş. Hem Arap hem de Yunan alfabesi ile yazılmış hükümdar adlarının dördü okunabilmekte: Sezar (Bizans İmparatoru), Roderik (İspanya’nın son Vizigot Kralı), Krazüs (Pers İmparatoru) ve Etiyopya İmparatoru. Diğer iki resim bozulduğu için tanınamayacak durumda olduğundan hangi hükümdarlar olduğu bilinmiyor.
Çölün ortasında bir saray, sarayın hamamında sıra dışı resimler beni çok şaşırttı. Resimler kısmen bozulmuş olduğundan ve yetersiz ışık nedeniyle ortamı yansıtacak kadar resimler çekememişim. İlgilenirseniz internetten Kuseyr Amra resimlerini incelemenizi öneririm.
Azrak Kalesi Kale Roma döneminden kalma, Osmanlılar askeri garnizon olarak, Lawrence da karargah olarak kullanmış. Kale çölde gördüğümüz diğer yapılardan farklı olarak bazalt taşlardan yapılmış. Koyu renkli iç karartıcı taşlar bunlar.
Kale kapısı iki kanatlı blok taştan yapılmış. Açılıp kapanma mekanizması hala çalışıyor. Dünyada başka örneği olmadığı söyleniyor. Kale kapısının üzerindeki delikler, kızgın yağ dökmek için kullanılıyormuş. Taş kapıdan girince, yerde taşa oyulmuş ufak delikleri görüyoruz. Bu delikler, kale içindeki askerler ve halkın vakit geçirmesi, oyalanması için satranç dama benzeri oyunların oynanması amacıyla kullanılıyormuş.
Büyük ve kasvetli bir meydanın etrafında bir çok yapı var. Lawrence’ın kullandığı oda da bunlardan birinin ikinci katında. Kale içinde bir de cami bulunuyor.
Çöl yolculuğunun devamında kadim bir şehir olan Jerash’a varıyoruz.
Jerash – Geresa
M.Ö. 100 yıllarında yapımına başlanan antik şehir, M.S. 200-300 yıllarında ekonomik ve sosyal olarak zirveye ulaşmış. Bu dönemlerde, ticaret kervanları buradan geçmeye başladığı için Petra’nın hakimiyetini silmiş.
Meraklısına; 6500 yıllık bir geçmişi olan, İncil’de de adı geçen Gerasa şehri, Roma dönemiyle birlikte zirveye ulaşmış ve Amman’ın 48 km kuzey batısında. Aramice konuşma dili olarak kullanılıyormuş, ama resmi dil Yunanca imiş. Antik Roma Döneminde bir ticaret merkezi olan şehir, M.S. 749 yılındaki büyük deprem ile büyük ölçüde yıkılmış ve yıkılmayan kısımları da toprak altında kalmış. 1806 yılında Alman oryantalist Jasper Seetzen tarafından keşfedilmiş. Dünyanın en iyi korunmuş Roma Antik Kenti olduğu söyleniyor.
Bu Antik Kenti gezerken, günümüzde modern olarak tanımlanan (!) şehirlerdeki tüm öğeleri görmek mümkün. Hatta bazı bölümlerde; AVM lerde yan yana gördüğümüz sosyal mekanları bir arada görüyorsunuz (dükkan, manav/hal, hipodrum, kilise, tiyatro…). Hem de yıkılmış bölümlerine rağmen anlatılamaz zarif bir mimari ile.
Roma İmparatoru Hadrianus’un kenti ziyareti (M.S. 129-30) anısına yapılan görkemli bir kapıdan giriyoruz ve ana caddede yürümeye başlıyoruz. Taş bir yol burası ve etrafta sağlı sollu yapılar bulunuyor.
Bu yan yana dizilmiş küçük odalar birer dükkan ve tabanlarında rengarenk mozaikler ile halı gibi yapılmış yer döşemeleri bulunuyor. Sanki biraz dikkat kesilseniz, geçmişte yoldan geçen kervanların gürültüsünün, dükkanlarda yapılan pazarlıkların, belki entrikaların seslerini, taşların arasında saklandıkları yerden duyabilirmişsiniz gibi geliyor.
Marianos Kilisesi M.S. 570-749 yıllarında aktif olarak kullanılıyormuş. Kilisenin tabelasında görülen yer mozaiklerinden bir kısmı bozulmadan kalmış ve üzerindeki yazılar da okunabiliyor.
Hipodrum M.S. 220-749 yılları arasında, halkın eğlence ve yarışma ihtiyacının giderilmesi amacıyla kullanılmış. Roma deyince akla hep kölelerden oluşan bir işgücü ve acımasız asiller geliyor ama halkın oyalanması da gerekiyormuş.
Spor etkinliklerinin yapıldığı 50×250 metre boyutlarındaki alanın etrafında, taş oyularak yapılmış ve halen bir kısmı sağlam olan oturma bölümü var. Günümüzde gladyatör gösterilerinin yapıldığı festivaller düzenleniyormuş bu alanda.
Şehir surlarının yanındaki taş yoldan ilerleyerek güney kapısına geliniyor.
Güney kapısından güney yoluna giriliyor, yine taş bir yol (south street) M.S. 110- 300 yıllarında yapılmış. Bu yol bizi ihtişamlı sütunları olan oval plazaya götürüyor.
Çok zarif sütunlar ile çevrili bir forum alanı burası. Etrafındaki taş basamaklara oturup uzun uzun izlemek isteyeceğiniz bir ferahlık duygusu veriyor insana.
M.S. 100 yıllarında yapıldığı belirtilen bu alan, 160 tane sütun ile çevrili imiş. Şimdi 60 tanesi sağlam kalabilmiş.
Oval plazadan sonra başlayan Cardo Yolu, M.S. 120-170 yıllarında yapılmış ve Artemis Tapınağı’na giden bir yol. Yaklaşık 800 metre bozulmamış düzgün taşlar üzerinden yürüyorsunuz; binlerce yıl önce at arabalarının, kölelerin, kralların yürüdüğü yolda ve etrafta iki taraflı zarif sütunlar var yine.
Yol kenarında birleşim noktalarında taş oyularak oluşturulmuş kanalizasyon delikleri görünüyor. Yol iki tarafa hafif eğim verilerek yapılmış, yağmur sularının ortada birikmesini önlemek için.
Macellum gıda dükkanları (tabelasında food market yazıyordu) M.S. 190-850 yılları arasında kullanılmış. Ortada havuz gibi bir alan ve etrafında taş oyma sütunlar var.
Nymphaeum, anıtsal çeşme demekmiş. Ortasında devasa heykeller varmış geçmişte muhtemelen.
Meraklısına; Nymphaeum, Helen mitolojisinde su, orman, dağ perileri olan ‘nymphe’ lerden adını alan ve onlara adanmış, Helen ve Roma mimarilerinde görülen, kayaya oyulmuş ev biçimli, sütun dizileri ve heykellerle bezenmiş, nişli, anıtsal çeşme yapılarına verilen isimmiş. Bu yapılara, kent içerisinde suya gereksinim duyulan hemen her yerde rastlamak mümkünmüş.
Sadece kalıntılarının uzaktan görüldüğü Zeus Tapınağı’nın yanından geçip, amfi tiyatroya gidiliyor.
Yıkılan bölümlerine rağmen, sahnenin arkasında yer alan taş oyma duvarların estetiği ve mekanın akustiği dikkat çekici. Burada bir grup müzisyen yerel çalgılar ile Türk müziği parçalarını çaldı.
Güvenlik önlemleri nedeni ile müze hava kararmadan kapatılıyormuş. Aceleyle antik kentten çıkarken, rengarenk bir gün batımı vardı.
Salt Salt şehri Osmanlı döneminde Şam Vilayetine bağlı bir idari birimmiş. Amman’ı Kudüs’e bağlayan eski ana yol üzerinde bulunuyor.
Şehrin ara sokakları birbiriyle alakasız her şeyin yan yana satıldığı dükkanlardan oluşuyor. Tepeye çıktığınızda, Osmanlı döneminde idari bina olarak kullanılan yapıların farklı mimarisi dikkat çekiyor.
Bu şehre gelişimizin diğer amacı ise şehitliği ziyaret etmek.
Salt Türk Şehitliği
I. Dünya Savaşı sırasında, 24-26 Mart 1918 tarihleri arasında Salt bölgesinde, İngilizlere karşı savaşırken şehit düşen; 4. Ordunun 48. Tümeni ile 143, 145 ve 191 inci Piyade Alaylarına mensup subay, astsubay, er ve erbaşlarından oluşan 300 Türk askerinin anısına yaptırılan şehitlik burası.
Toplu mezar bir mağarada, 1973’de bulunmuş. Anıtın ilk inşaatı 1989 da bitirilerek ziyarete açılmış. 2004’de ise Türkiye Cumhuriyeti’nin Askeri Ataşesi Kurmay Albay İbrahim Yılmaz tarafından anıtın yenileştirilmesi yaptırılmış.
Mağaranın içinde Türk Bayrağı ile örtülmüş sandukayı görmek ve fonda okunan Kuran sesini duymak tüylerinizi diken diken ediyor. Çok ama çok duygulandım burada, hepimizin dedeleri olan bu askerler için dua edip, genç yaşta vatan uğruna can veren kahramanlar için derin duygular içinde yukarı çıktığımda, anılarını yaşatmak için bu şehitliğin yapılmasına katkıda bulunanlara minnet duydum.
Şehit isimlerinin yazılı olduğu bölümde, gözlerim kendi memleketimden şehit var mı diye arandı. Sonra tüm dedelerimizin şimdi başka bir ülke olan bu topraklarda, kim bilir neleri geride bırakarak genç yaşta hayata veda etmelerinin acısıyla şehitlikten çıktım.
Madaba
Küçük, temiz, modern bir şehir burası. Yakın mesafede, neredeyse yan yana Kiliselerin bulunduğu ve Hristiyanların yoğun olduğu şehirde insanlar da son derece kibar.Bir mozaik cenneti burası. Kiliselerin tabelası bile mozaikten yapılmış.
Madaba’daki en önemli eser, erken dönem Bizans mimarisi örneklerinden olan Aziz George Kilisesi’nin tabanında bulunan ve bir kısmı günümüze kadar ulaşan mozaik Madaba Haritası. M.S. 6. yy.da yapıldığı tahmin ediliyor. Bu haritada, Ortadoğu’daki yerleşim yerlerinin isimleri yazılı ve simgeler ile kutsal topraklar, antik Filistin ve Kudüs gösterilmiş. Bu harita, Necef Çölü’nde bulunan ve başka kaynaklarda adı geçmeyen yerleri göstermesi ve ayrıntılı Kudüs haritası vermesi nedeniyle önem taşımaktaymış.
Meraklısına; Eski yıkık kiliselerden birinin tabanında bulunan mozaik, 1884’te ortaya çıkarılmış. 1896’da bilim adamlarının dikkatini çektiğinde büyük bölümü bozulmuş olan haritanın eldeki parçası, antik Neapolis’ten (bugün Nablus) Mısır’a uzanan bölgeyi kapsıyormuş. Harita, 1965-66 yıllarında Herbert Donner başkanlığında Alman arkeologlar tarafından restore edilmiş.
Dini ve uluslararası organizasyonlar tarafından kazı ve restorasyon çalışmaları süren Martrys Kilisesi kalıntısının yer mozaikleri de çok etkileyici. Restorasyon sürdüğü için, sadece kenarından ve demir köprülerin üzerinden resim çekilebiliyor.
Mount Nebo
Nebi Dağı’na çıkan yolu otobüs ile kıvrıla kıvrıla tırmanıp, otobüsü otoparkta bıraktıktan sonra yürüyerek çıkmak gerekiyor. Hz. Musa’nın, Sina Çölü’nde kavmi ile kırk yıl dolaştıktan sonra bu dağa geldiği, burada kavmine gitmeleri gereken toprakları (vaad edilmiş toprakları) gösterdiği ve burada ölüp gömüldüğü rivayet olunuyor.
Bu dağı, Hristiyanların ve Papa’nın da kutsal saydığını ve sahiplendiğini, girişteki bu anıt ile anlamak mümkün. Anıtın üzerindeki yazı; “Bir tanrı- Herkesin babası- Herşeyin üstünde”.
Yukarı doğru çıkıp bir seyir terasına ulaşıyorsunuz. Burada sağınızda büyük bir kilise, karşınızda çöl ve İsrail toprakları görünüyor. Terasın uç kısmında; demirden yapılmış yılana sarılmış, çarmıhtaki İsa heykeli ilginç. İtalyan heykel sanatçısı Giovanni Fantoni tarafından yapılan ve Musa’nın asası (yılan) ile haçı birlikte simgeleyen hoşgörü ve dostluk heykeli imiş bu heykel.
Seyir terasından baktığınızda, karşıda İsrail topraklarını görüyorsunuz. Tüm kavgaların ve savaşların nedeni olan bu topraklara tepeden bakmak tanımlanması zor duygular hissettiriyor.
Terasta yer alan bu tabelada ise, vaad edildiği düşünülen toprakların uzaklıkları ve yönü gösterilmekte.
Nebi Dağı’nda 4. yy’da yapılan bir kilisenin yıkıntıları üzerine, yeniden kilise inşa edilmiş. İçeride, vitray camlar ile renklendirilmiş çok sayıda pencere var. Camların renkliliği, ortamda yumuşak bir aydınlanma sağlıyor.
Ama asıl ilginç olan, büyük ölçüde korunabilmiş olan yer mozaikleri. Rengarenk taşlar ile çok detaylı figürler resmedilmiş, olaylar canlandırılmış. Tabi ki, bu mozaiklerin üzerine basamıyorsunuz. Kenarlarındaki korumalı alanlarda ve küçük cam yollarda-köprülerde yürüyerek resim çekmeniz mümkün.
Nebi Dağı’ndan indikten sonra başka bir kent kalıntısı var yol üzerinde.
Umm Ar- Rasas
Büyük bölümü toprak altında olan kalıntılar arasında yürüyerek gezebileceğiz bir kent kalıntısı burası. UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan şehrin, İncil’de tanımlanan bir yerleşim olduğunu ifade ediyor kaynaklar.
Roma, Bizans dönemine ait kalıntıların bulunduğu bölgede, ilginç mozaik yer döşemelerini görmek mümkün.
Çıkışta, mozaik objelerin yapıldığı ve satıldığı büyük bir mağaza var. 10×10 cm. lik bir duvar panosu yaklaşık 10 dolar civarında satılıyor. Ucuz değil ama benzerini başka yerde bulamayacağınız bu objelerden almanızı öneririm.
Petra
Ürdün gezisinin en merak ettiğim kısmı burası idi. Gitmeden önce belgesellerini izlemiş, resimlerini görmüştüm. Ama bu giriş kapısından geçtikten sonra, kelimenin tam anlamı ile “zaman tüneline” girdim ve gün boyu saatlerce bu zaman tünelinde hayretler içinde dolaştım.
Meraklısına; Petra, M.Ö. 400-M.S. 106 yıllarında Nebatienler tarafından yapılmış ve devletin başkenti olmuş. M.S. 400 yıllarında depremler ve ekonomik sebeplerle kent gözden düşmüş ve zaman içinde unutulmuş. 1812 yılında İsviçreli gezgin Johann Burckhardt tarafından kent yeniden bulunmuş. 1985 de UNESCO tarafından Dünya Kültürel Mirası Listesi’ne dahil edilmiş. 2007 de ise Dünyanın Yeni Yedi Harikasından biri olarak seçilmiş.
Giriş kapısından sonra derin vadiye girmeden önce, yaklaşık 800 metrelik bir açıklık bölgeden geçiliyor. Eğer yürüyerek vadiye inmeyecekseniz; burada at arabasına ya da ata binmeniz mümkün.
Doğal taş oluşumlar ve bu taşlara oyulmuş bazı yapıların yanından yürüyerek geçip keşfetmeye başlıyorsunuz. Bu yolun sonunda, küçük birkaç dükkan (koku ve sabun satan) ve oturmak için banklar var. Burada oturup aşağıdaki vadiye uzanan yolun bir kısmını görmeniz mümkün. Bu geçitten sonra The Siq yolu başlıyor.
Dar yarıklar ve yüksek kayalıklar arasında ilerleyen bir yol olan The Siq, 1,2 kilometrelik bir geçit. Depremlerle ayrılmış kum taşı kayalıkların arasındaki genişlik, zaman zaman 5-6 metreye kadar düşüyor. Yüksekliği 150 metreyi aşabilen taş duvarlar var iki yanınızda. Bir zamanlar gezginler, tüccarlar, hacılar ve deve kervanları bu dar geçitten geçerek şehre giriyorlarmış. Düz bir yol değil burası, hafif bir eğim ile aşağı doğru inerken, virajlar arasından kıvrılarak kanyon içerisinde ilerliyorsunuz. Yolun kaya duvarları, güneş ışığının açısına göre renk değiştirerek sizi şaşırtıyor. Kırmızı, pembe, sarı, lila renkler dans ediyor sanki taşların üzerinde. 8-10 yaşlarında Bedevi çocuklar etrafınızı sarıyor ve yol boyunca size bir şeyler satmak için yanınızdan ayrılmıyorlar. Olağanüstü siyah ve sürmeli gözleri ile çok şirinler ama bir süre sonra bunaltıyorlar.
Vadinin her iki kenarında su kanalları var. Yolun giriş kısmında, sıra dışı sistemler deneyen Nebatienlerin inşa ettiği bir baraj varmış. Bu baraj, yıkıcı su baskınlarını engellemek için hazırlanmış karmaşık bir mühendislik harikası olarak tanımlanıyor.
Meraklısına; Kayaların içerisine açılan seramikle kaplanmış 4,8 metre genişlik, 8 metre yükseklik, 30 metre uzunluğundaki Mudhlim Tünelive karmaşık bir bent sistemiyle, sel suları bir boğaza aktarılıyor ve böylece Siq ve El-Hazne’nin yıkıcı su baskınlarından korunması sağlanıyormuş. 2000 yıl öncesi insanları için sıra dışı görülen, hayret uyandırıcı su mühendisliği ile Petra kentini su taşkınından koruyan baraj ve tünel, aslında devasa bir su yönetim sisteminin bir parçası imiş. Yolun yan tarafındaki açık kanal ise hayvanlar için yalak olarak kullanılmaktaymış. Yolun diğer tarafındaki kapalı kanal ile de, insanlara suyun temiz olarak ulaşması sağlamaktaymış.
Çölün ortamında su ihtiyacını kontrol etmenin öneminin farkında olan Nebatienler, şehrin farklı noktalarında 20’den fazla sarnıç yaparak, uzaklarda bulunan su kaynaklarını bu kalabalık şehre ulaştırmayı başarmışlar. Siq’in duvarlarında açılan boru sistemiyle, sarnıçlarda biriken sular şehre taşınmış. Kumtaşı kayalıkları suyu emen özellikte olduğundan, kaybı önlemek için kanalları seramik ile kaplamışlar. Böylece yağmurun az olduğu, sıcaklığın 50 dereceyi bulduğu çöl ortamında sürekli bir su kaynağına sahip olmuşlar.
Şehrin başlangıcı kabul edilen Hazine binasına varmadan, bu vadi içerisinde aşağıya doğru inerken, etrafınızda yapılar, heykeller, tapınakların kalıntılarını görüyor ve her viraj kıvrımında değişik sürpriz ile karşılaşıyorsunuz.
“The Siq” adı verilen bu yol, taş kaplı bir hal almış. Ama Hazine (El Hazne)’ye yaklaştıkça yumuşak kuma dönüşüyor.
Bu geçidin sonunda, taş yarıklar arasından Petra’nın en muhteşem yapısı karşımıza çıkıyor. El Hazne ya da Hazine binası.
Yapı 39 metre yüksekliğinde ve 25 metre genişliğinde. Roma mimarisi etkisinde kalan Nebatienler, yıllarca kızıl kayaları oyarak bu zarif binayı ortaya çıkarmışlar. İnsanlar zarar verdiği için son yıllarda içeriye girilmesi yasaklanmış. Hollywood filmleri ile ölümsüzleştirilen Petra’nın en ünlü yapısı. Hazine binasının önü tam bir şenlik alanı. Resim çeken turistler, seyyar satıcılar, küçük kafeler, yerlerde oturan develer, Bedeviler ve tepenizde kızgın güneş ile çöl havası.
Meraklısına; Bu bina, Nebatienlerin altın çağının bir göstergesi imiş. El Hazne’deki figürler, Nebatienlerin geleneksel mimarisinden çok farklı imiş. Erken dönemde Nebatienler tanrılarını genelde; kare taş, kutsal meteorlar, taş bloklar, bazen de şematik göz ve burun ile simgeliyorlarmış. Oysa El-Hazne’nin gösterişli ön cephesindeki semboller; Nebatien, Yunan, Pagan ve Mısır kültürünün tanrısal figürleri, hayvanlar ve çiçeklerle süslü imiş. Yunan mitolojisindeki savaşçılar, Amazonlar, merkezde Mısır tanrısı İsis’in tacı ve hemen onun altında da Medusa başı bulunuyormuş. Ticaretle uğraştıkları için Batı Akdeniz’de dolaşan Pagan Nebatienlerin; farklı kültürlerden etkilenerek, onların sanat tarzları ve inançlarını birleştirdikleri düşünülüyormuş. Kazılarda bulunan sikkelerin %80’ inde, Nebatien kralı IV. Aretas’ın tasviri bulunduğundan, buranın onun mezar odası olarak yapıldığı da düşünülüyormuş.
El Hazne’nin sonrasında dar derin vadi, geniş bir çöl havzasına açılıyor ve burada mezarların, anıtların sayısı artıyor. Eski el yazmalarında Yunanca “taş” anlamına gelen, bir zamanların kayıp antik başkenti Petra hakkında kalan tek ipuçları bunlarmış. Bir tapınak, bir amfi tiyatro ve düzinelerce mezarın bulunduğu kayıp uygarlığın kalıntıları bu bölgeye dağılmış.
Petra’nın en çok bilinen etkileyici kalıntılarından Roma Amfi Tiyatro, Helenistik mimari tarzında 1.yy’da yapılmış ve 7.000 kişiyi ağırlayacak kapasitede imiş. Tamamen kayaların içerisine oyulmuş tiyatro, 363 yılında geçirilen depremden oldukça etkilenmiş. Tadilat gören tiyatro ziyaretçilere kapalı, sadece uzaktan görebiliyorsunuz .
Roma Tiyatrosu’nun karşısında büyük bir kayalıkta, 5 adet devasa mezar cephesi görünüyor. Royal Tombs olarak adlandırılan kraliyet mezarları, diğer anıt mezarlara oranla daha büyük ve görkemli.
Meraklısına; Mezarlardan ilki sonraları Bizans kilisesi olarak kullanılan Urn Tomb, ikincisi renkli kum taşı kayalarıyla dikkat çeken Silk Tomb, üçüncüsü Nero’nun Altın Saray’ından esinlenen ve yarım kalmış Corinthian Tomb, dördüncüsü Roma sarayı görünümünde inşa edilen Palace Tomb, beşincisi Roma valisi Sextus Florentinos için yapılan Sextus Florentinus Tomb.
Yol üzerinde kalıntılar arasında, Nebatien askerlerini sembolize eden bir grup gösteri yapıyordu.
Hazine binasından sonra yaklaşık 2 km. zaman zaman taş zeminde, zaman zaman çöl kumları üzerinde ve iki taraftaki kalıntıları izleyerek yapılan zorlu yürüyüş, yolun bitimindeki tesislerde sonlanıyor. Burada dinlenmek, yemek yemek ya da çay kahve içmek mümkün.
Burada dinlendikten sonra, dönüş için tekrar aynı yolu izliyorsunuz. Hazine binasında yeniden dinlenip, burada Bedevi gençlerin develer atlar üzerinde yaptıkları hareketleri izlemeniz de mümkün. Küçük tezgahlarda tarihi kalıntı diye irili ufaklı şeyler de satılıyor. İlginizi çekerse bakın ama hem gerçek olmadığını düşündüğümden, hem de çok pahalı olduğundan bunlarla oyalanmayıp, insanları ve kaya kenti izlemeyi tercih ettim.
Geri dönüş yolunda; Hazineden sonra, yeniden siq kanyonu üzerinden rengarenk kaya duvarları izleyerek yukarı çıkılıyor. Ama gün boyu yürümenin (4km. gidiş, 4 km. dönüş toplam 8 km.), sıcağın ve çöl havasının etkisi ile oldukça yorulmuş olduğunuzdan bu çıkış epeyce zorluyor. Hatta yukarı çıkıp ilk geldiğinizdeki giriş kapısına yakın düzlüğe varınca biraz dinlenip mola vermeniz gerekiyor.
Bu yolun bitiminde bir müze var. Müzede, kazı sırasında çıkarılmış objeler sergileniyor. Hepsinin altında İngilizce açıklamalar da bulunuyor. Ayrıca ilginizi çeker ise Nebatienlerin tarihini, sosyal hayatını, hukuk sistemini anlatan büyük panolardaki yazı ve resimleri de incelemeniz mümkün.
Bu heykel Nebatien tanrısı Dushara’ya ait ve M.Ö. 1. yy. civarında yapılmış. Nebatienler, “Dushrara” adlı tanrıya inanmışlar, bunun için kurbanlar kesilirmiş ve kelime olarak dağların efendisi, babası anlamına gelmekteymiş.
Müzede sergilenen bazı kazı buluntuları.
Meraklısına: Nebatienler; köken olarak Kuzeybatı Arabistan’da yaşayan göçebe bir kavimmiş. M.Ö. 4.yy’da ilk defa tarih sahnesinde görünmüşler. Ürdün Çölü’nün kenarında yaşıyorlarmış. Saldırılardan uzak güvenli yer olan Wadi Musa’ya yerleşmişler. Burada deve, koyun, keçi ve at beslemiş, çölde teraslar kurup üzüm bağları ve zeytin yetiştirmişler. Ticaret yollarını kontrol etmeleriyle tanınıyorlarmış. Baharat, tütsü, yağ ve parfüm ticaretinde ustalaşmışlar. Romalılar ve Helenistik dönem Yunanlılarıyla; Perslerle ticaret yapıp, kervanları Arabistan’dan Akdeniz’e, Mısır ve Mezopotamya’ya sevk etmişler.
Ticaret sayesinde çok zengin ve nüfuzlu hale gelip, görkemli bir şehir olan Petra’yı kurmuşlar ve onu geniş̧ bir ticaret krallığının merkezi yapmışlar. Kullandıkları dil Arapçanın temellerini teşkil eden Arami dili imiş. Nebatien Krallığı daha sonra, Romalıların istilasına uğramış ve MS. 106 yılında Roma topraklarına dahil edilmiş. Depremler, değişen ticaret yolları ve Haçlı Seferleri’nin ardından şehir terkedilmiş ve tarihin derinliklerine gömülmüş. Nebatienler de tarih sahnesinden silinip gitmişler. Bedeviler Nebatienlerin torunları olduklarını söylüyorlarmış.
Petra’ya giriş ücreti günlük bilet olarak 50 dinar, ancak saat 16 da antik şehirden çıkmış olmanız gerekiyor. Akşam için 20 dinarlık bilet alarak, hava karardıktan sonra yapılan ışık ve ses gösterisini izlemeniz mümkün. Sonraki gün yolculuk bir başka çöle.
Wadi Rum
Dünyanın en güzel çöllerinden biri olduğu söyleniyor. Bir zamanlar Nebatienler, Romalılar, Bizanslıların yaşadığı, Haçlı ordularının, Osmanlının hüküm sürdüğü kızıl topraklar burası. Ay Vadisi olarak da adlandırılıyormuş. 720 km2 büyüklüğünde çok geniş bir alan. Çölün sessizliği ve kum tepelerinin güneş ışığının durumuna göre renk değiştiren kayaları, gizemli ve etkileyici.
Gecesi de çok güzel (sonsuz bir karanlık ve gökyüzünde yıldızları izlemek isterseniz). Çölde keçeden yapılma bedevi çadırlarında veya Bubble evlerde kalabilirsiniz. Kamp yerinizde gökyüzünü izlemenin yanı sıra çöl ortasına kurulmuş yıldızları izleme alanında teleskoplarla izleyebilirsiniz yıldızları. Özellikle Wadi Rum’da denenebilir çölde konaklama.
Hicaz Demiryolu
Çölde otobüs ile giderken bir tren istasyonunda durduk. Çöl kumunun içinde rayları kaybolmuş, sökülmüş, köprüleri I. Dünya Savaşı’nda Lawrence tarafından bombalanmış Hicaz Demiryolu’nun, Rum istasyonu burası. Bir kaç vagon ve lokomotif duruyor ve üzerinde Türk Bayrağı dalgalanıyor.
Çölün ortasında bayrağımızı görmenin gururu, bu demiryolu için dedelerimizin bağışladığı paraları düşünmenin sızısı, İngilizlerin savaş sırasında bölgede Araplara özgürlük (!!!) verme vaadi ile nasıl da stratejik hamleler yaptığını gözlemlemenin tanımlanamaz hisleri içinde resim çekmek için rüzgarın esip bayrağı dalgalandırmasını bekledik…
Meraklısına; Hicaz Demiryolu, İstanbul ile Medine’yi birbirine bağlamayı amaçlayan ve II. Abdülhamit tarafından, 1900-1908 yıllarında inşa ettirilen projenin, Şam ile Medine arasındaki bölümü. Teknik ve malzeme desteği Almanlar tarafından sağlanan demiryolu inşaatında, halkın da bağış yolu ile finansman desteği olmuş. Hicaz Demiryolu inşaatında, 2666 kagir köprü ve menfez, yedi demir köprü, dokuz tünel, 96 istasyon, yedi gölet, 37 su deposu, iki hastane ve üç atölye yapılmış.
Çölde Safari
Çöl acımasız bir doğal ortam. Ama jeep ile çölde safari inanılmaz keyifli bir deneyimdi. Rahat pantolon, ayakkabı ile başınızı rüzgar ve kumdan korumak için şapka ya da başörtüsü gerekli bu safaride.
Bir süre arabada gittikten sonra, bir kum tepesinin yanında durduk hem çölde yürümek, hem de yukarıdan fotoğraf çekmek için. Basit gibi görünen bu yürüyüşün pek de öyle olmadığını birkaç adım sonra anlıyorsunuz. Ayağınız kuma batıyor ve yeniden yürümek için epeyce zorlanıyorsunuz. Ama çöl sonsuzluk duygusu veriyor yürüdükçe, sonsuzlukta sarı kumların içinde kaybolmuş gibi.
Develerin bacakları ince, ayakları geniş olduğundan dalga geçercesine yanımızdan yürüyüp gidiyorlar.
Bir de çölün zorlu koşullarında yaşamaya alışkın çölün efendisi Bedeviler var. Çölün kayalarının arasında uzun siyah bir kıl çadırın içinde çay ikram ediyorlar ve yöresel bazı ürünleri satıyorlar.
Günlerdir çöllerde dolaştıktan sonra yolumuz Kızıldeniz kıyıları idi ve denizi maviyi görmek içimizi ferahlattı.
Kızıldeniz Kıyıları ve Akabe
Akabe, Ürdün’ün güneyinde Kızıldeniz kıyısında 70.000 nüfusa sahip bir liman şehri. Ürdün’ün denize açılan tek limanı. Akabe’nin hemen yanında, İsrail’in Elyat şehri yer alıyor. Sahil boyu; yürüyenler, kafelerde oturanlar ile cıvıl cıvıldı. Burada deniz kenarında keyif yapabileceğiniz gibi, zemininin orta kısmı cam olan tekneler ile denize açılıp denizaltı manzaralarını izlemeniz de mümkün.
Akabe’ye gelmişken, tarihimiz içinde önemli bir yer tutan Akabe Kalesini görmek istedik. Ancak içeri girmemiz mümkün olmadı, tadilat varmış. Kale kapısının üzerinde var olan Osmanlı kitabesi kaldırılmış, yerine Ürdün arması konulmuş.
Meraklısına; 7. yy’da Müslümanların idaresine geçen Akabe, 1115 yılında Haçlıların hakimiyetine girmiş. Selahaddin Eyyubi, Akabe’yi 1170 yılında Haçlılardan geri almış. Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında 1516 tarihinde Osmanlı topraklarına katılan bu şehirde, hac yollarının emniyeti için bir kale inşa edilmiş. Osmanlıların yaptırdığı bu kale, Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde de ayrıntılı bir şekilde anlatılmaktaymış.
I. Dünya Savaşından sonra Arabistanlı Lawrence’ın kışkırtmasıyla ayaklanan Arap göçebelerinin Türk kalesine saldırması ile Akabe, İngilizlerin eline geçmiş ve 1946 yılında Ürdün’ün bir şehri haline gelmiş. 1948’deki Arap-İsrail savaşından sonra gelen Filistinli mültecilerle şehrin nüfusu hızla artmış. Ürdün’ün önemli bir gelir kaynağı olan fosfat Akabe limanından ihraç edilmekteymiş.
Rengarenk bir gün batımında veda ettik Kızıldeniz’e. Gezinin son durağı olan Ölü Deniz’e yaklaştığımızda hava kararmıştı. Lut’un karısı olduğu düşünülen kayayı silüet olarak gördük.
Meraklısına; Lut Peygamberin, bugünkü İsrail ve Ürdün sınırı arasındaki bir bölgede yaşayan Lut Kavmine gönderildiğine inanılıyormuş. Lut Kavminin gazaba uğratılarak yok edildiğine inanılan bu bölgede, bir tepenin üstündeki ince uzun heykel gibi bir kayanın, taşa dönen Lut’un karısı olduğu rivayet olunuyormuş.
Ölü Deniz
Lut Gölü ya da Ölü Deniz, dünyanın deniz seviyesinden en alçak seviyede olan gölü. Mineral içeriği fazla ve çok tuzlu olduğundan içinde canlı yaşamıyor. Kenarındaki çamurun minerallerinin şifalı olduğu söylendiğinden, çamur banyosu da yapılıyor.
Deniz seviyesinin 420 metre altıda bulunan Lut Gölü kıyısında; plaj şemsiyelerinin altında şezlonglara uzanıp, manzarayı seyrederken gölün karşı tarafı İsrail kıyıları.
Suya girilen kısmın kenarındaki taşlar çok kaygan (yağlı gibi) olduğundan, bir görevli suya girmek isteyenlere yardımcı oluyor. Suyun, gözünüz ile temas etmemesi konusunda uyarıda bulunuyorlar. Suyun içinde batmak mümkün değil, hareket etmek de çok zor. Ben kenarında durup, yüzüme çamur sürmekle yetinirken gruptan bazıları gölde batmadan su üzerinde uzanmanın keyfini çıkartıyorlardı.
Burada Ölü Deniz minerallerinden yapılmış sabun ve kremler satılıyor. Gitmişken almadan dönmeyin. Dönerken; valizimde sabunların kokusu, zihnimde kadim toprakları görmenin keyfi vardı. Ortadoğu’yu bütün olarak tanımak ve anlamak için resmin bir parçası da Ürdün. Ürdün genç bir devlet, ama geçmişinde birçok medeniyet ve devletin bıraktığı izler var. Turistik bir gezi yaparken aslında zamanda bir yolculuk yapmak ve çölün sonsuzluğunu hissetmek isteyenler için ideal bir gezi rotası.
Gezi esnasında, yan yana ülkelerin benzerlik ve farklılıklarını gözlemlerken, sınırların tam olarak neyi yansıttığını ben çözemedim. Ürdün’lü şair Hisram Bustani’nin sözleri acaba bunu mu yansıtıyor?
Nehirle nehir kıyısı arasındaki sınırı kim çizdi?
Rüzgarla bulut arasındaki sınırı kim çizdi?
Kaynakça
Gezi rehberinin anlattıklarından tutulan notlar
T.C. Amman Büyükelçiliği web sayfası
Wikipedia
Bernars Lewis, Ortadoğu İki Bin Yıllık Ortadoğu Tarihi, Arkadaş Yayınları, 2014.
William L. Cleveland, Modern Ortadoğu Tarih, Agora Kitaplığı, 2008.