ANA SAYFA Blog Sayfa 6

Moskova’ya Özel Anım: Bolşoy Tiyatrosu’nda Gösteri Sonrası Bilet Paramı Nasıl Geri Aldım?

Bolsoy Tiyatrosu

Bolşoy Tiyatrosu’nda bir gösteri izlemek Moskova gezimizde mutlaka yapılacaklar listemizdeydi. 

İnternette yaptığım araştırmada cumartesi günü  saat 12.00 de ve akşam 19.00 da tarihi sahnede Giselle Balesi’nin olduğunu okumuştum.  O baleyi özellikle tarihi sahnede izleme heyecanını duyuyorduk. Biletler üç ay önce satışa çıkartılıyor ve o tarihte gişeden  bilet alma sansımız bulunmuyordu. Ancak kapıda karaborsa bilet alabilirdik. Akşam bilet bulamama riskine karşı öncelikle öğlen gösterisini denemek istedik. Bu arada Giselle balesini keyifle oturarak izleyeceğini düşünen ve ısrar eden beni hoş bir sürpriz bekliyordu.

Moskova

Bolşoy Tiyatrosu’nun önünde bilet satan kişileri bulduk. En ucuz biletin ne kadar olduğunu sorduk, üst balkonlardan izlemek bizim için yeterli idi. Pazarlığa kişi başı 2000 toplam 6000 Ruble diye başlayıp,  sonunda üç bilet 4000 Rubleye anlaştık. Biletlerin  parasını verip hepsini aldım. Satıcı biletlerin iki tanesinin yan yana birinin ayrı bir yerde olduğunu belirtti. Sinemayı, tiyatroyu yalnız izlemekten hoşlanmama rağmen, Bolşoy’dayız yerin ne önemi var diye düşünerek yan yana olan iki bileti  Nevin ve Zehra’ya verdim. 

Benim biletim dördüncü balkonda Zehra ve Nevin’in bileti ise üçüncü balkonda idi. Dördüncü kata tek başıma çıktım, salonun giriş kapısında çok şık ve kibar 70 yaşlarında bir görevli,  benim önümden yer göstermek için salona girdi. Üzerinde 8 yazan ayakta durulacak bir yere götürdü. Gözlerime inanamadım. Bu yer  sahneyi yandan gören, ayakta izlenebilecek  bir yer idi. Gösteriyi  ayakta izlemek için böyle bir yer olduğunu daha önce görmemiştim. Üstelik sabah Arbat Caddesi’ne 6 km’lik yürüyüş sonrası Giselle balesini ayakta izleyeceğimi hiç düşünmemiştim. Bizim katta bir sürü izleyici ayakta izliyordu. Yan üstten sahneyi görüyordum.

Moskova

Müzik başlayıp, sanatçılar sahneye çıktığı andan itibaren, ayakta izlediğimi unuttum ve gösteri beni farklı bir ortama çekti. İlk sahne bitince dışarıya çıktım koridorda güzel kahve kokusu geliyordu, kokuyu izleyerek kafeye gittim. Kafede çay, kahve, şarap, kurabiye her şey vardı. Hızla meyve salatası alıp bir koltuğa oturdum. On beş dakika dinlendim. İkinci sahne de harika idi. Salon müthiş etkileyici, orkestra ve sanatçıların performansı olağanüstü idi.

Çıkışta arkadaşlarıma yerlerinin nasıl olduğunu sorunca “çok güzeldi sahnenin tam karşısında oturarak izledik” dediler. Ben durumumu anlatınca çok güldüler. Keyifle tiyatronun kapısından çıktık. Şimdi dikkat Moskova’da  özel bir unvan kazandım sanırım, “Bolşoy Tiyatrosu’nda gösteri sonrası bilet parasını geri alan izleyici”. Tiyatrodan çıkarken Zehra “bak  bilet satanlar kapıda, onlara durumunu anlat” dedi. Ben de bilet satanların yanına yaklaştım, asıl bilet satan 40 yaşlarında kibar bir Rus idi, yanında İngilizcesi daha iyi olan birisi konuşuyordu. Bana ayakta bilet sattınız, hayatımda belki bir daha Bolşoy’da bale izleme şansım olmayacak, turistim sabah 6 km yürüdüm, öğleden sonra Tarih Müzesi’nde ayakta olacağım ve Moskova’da son günüm diye anlattım. İngilizce konuşan en “ucuz bilet tabi ki öyle olacak” dedi. Ben de üç bilet aldık, biri ayakta idi sadece bir biletin ayakta olduğunu söylemeli idiniz dedim. Asıl bileti satanın suçlandığını ve kafa salladığını gördüm. Beni haklı bulduğunu hissettim. İngilizce konuşan “peki ne istiyorsun dedi”,  aslında uyanık ve hazırcevap değilimdir ancak o anda bir şey isteyebileceğimi anladım.  Bilet paramı geri verin dedim. O da “hepsini mi” dedi, düşününce böyle bir baleyi ayakta da olsa izlediğimi düşünerek, sadece 1000 ruble dedim. Konuşmalarımızı sessizce dinleyen satıcı hemen 1000 rubleyi uzattı. Biz üçümüz şaşkınlıkla bakakaldık.  Hemen arkadaşlarıma haydi kızlar size öğlen yemeği ısmarlayayım dedim.

Bilet paramın bir kısmın geri alınca Bolşoy’da Giselle balesini izlemek Türk lirası ile 15 TL ye mal oldu ve  ilginç bir deneyim oldu. Aslını sorarsanız bilet parasını tam ödeyip oturarak izlemeyi tercih ederdim.

 
 
x
x

Visits: 3

Hallstatt Gezi Rehberi: Avusturya’da Bir Masal Köyü

Hallstatt

Dünyanın en güzel köyleri ve en çok fotoğrafı çekilen yerleri arasında yer alan Hallstatt, Yukarı Avusturya’da Salzkammergut, yani göller bölgesinde, Hallstattler Gölü kıyısında, sırtını Alplere dayamış bir masal köyü. 

Hallstatt’ın geçmişi 12.000 yıl öncesine dayanmakta,  Avrupa’nın en eski yerleşim yerleri arasında sayılmaktadır. 7000 yıl önce bölgede yaşayanlar, Hallstatt Dağı’ndaki zengin tuz deposundaki tuzları çıkarmaya başlayarak köyü var etmişler. O tarihlerde Roma sadece bir köy iken, Hallstatt gelişmiş bir topluluk olarak varlığını sürdürmekteymiş. Ünlü mezarlık alanları, dünyanın en eski tuzlu su boru hattı ve en eski tuz madenleri burada yer almaktadır.

Hallstatt

Hallstatt 1997 yılında Unesco Dünya Kültür Mirası Listesi’ne girmiş. Günümüzde tarihini geleneklerini ve kasabalarını seven yerlileri tarafından korunan ve yaşayan bir köy olmaya devam ediyor. Köyün nüfusu yıllar içerisinde giderek azalmış. 2001 yılında 946, 2011 yılında 799 kişi yaşarken 2019’da 754 kişiye düşmüş.

Çinliler bu köyü o kadar sevmişler ki, 2012 yılında Çin madencilik şirketi Minmetals Corporation, Çin’in Gungdong Eyaletinde Huizhou’da tüm köyün tam ölçekli bir kopyasını inşa etmişler. Bunun da etkisiyle olsa gerek, köy Çinli turistlerin istilasına uğramış gibi görünüyor. Hallstatt China

Ulaşım

Hallstatt Salzburg ve Graz karayolu üzerindedir. Salzburg’a yaklaşık 73 kilometre ve 75 dakika, Graz’a ise 177 kilometre ve 2 saat 20 dakika sürüyor araba ile. Otobüs, tren ya da araba kiralayarak köye ulaşmak mümkün. Salzburg Haubtbahnof, merkez tren istasyonunun önünden kalkan 150 numaralı otobüs Hallstatt’a gidiyor. Biz Salzburg’dan Hallstatt’a tren ile gittik. Bir kez tren değiştirdik yolda. Seyahat tarihimizden yaklaşık 2 ay önce tren biletimizi, https://www.oebb.at/en/ sitesinden tek gidiş 9 Euroya aldık. Tren biletlerini erken alınca çok uygun fiyattan bulabilmek mümkün. Sonra tren ile Graz’a geçtik. Salzburg Hallstatt arası trenle 2 saat 12 dakika sürüyor.

Salzburg Graz arası “Salzkammergut” olarak adlandırılan  göller bölgesi. Bu bölgede 76 göl bulunmakta, Hallstatt Gölü de bu göllerden biri. Karayolu ve tren yolunda, diğer göllerin ve doğanın manzarası da inanılmaz güzel. Hallstat Gölü’nde veya köyde gezerken göreceğiniz manzaraların yanı sıra, yolculuk boyunca gözünüz, gönlünüz göl manzarası, yeşil ve Alp Dağları’nın manzarası ile şenlenecek. Trenden çektiğimiz bir kaç foto ile yolculuğumuza devam edelim.

Hallstatt İstasyonu’nda inip, yaklaşık 100 metre kadar yürüyerek gölün kenarına ulaşılıyor.

Hallstatt

Buradan tren saatlerine göre hareket eden küçük teknelerle, 7-8 dakika süren, tam karşıda köyün harika manzaralar eşliğinde köye ulaşılıyor.

Hallstatt

Tekne bilet ücreti tek yön 3 Euro. Eğer günübirlik geliyor ve elinizde valizleriniz varsa, iskelede 5 euro karşılığında valizlerinizi emanete bırakabilirsiniz. Diğer bir alternatif de, tuz madenine çıkılan finükiler binasındaki emanet dolapları. Bu arada dönüş için tren saatinize göre indiğiniz iskelede yazan tekne saatlerini kontrol etmeyi unutmayın. Ayrıca belirli bir saatten sonra İstasyon yönüne tekne kalkmamaktadır.

Hallstatt’da Gezilecek Yerler 

Yaklaşık 5 saat köyde gezdik, Hallstatt’ı gezmek için yeterli bir süreydi. Hallstatt ziyaretçileri genellikle günübirlik oluyor. Köyü bir uçtan bir uca baştan başa dolaşmak en fazla bir saatte yürüyerek tamamlanıyor. Kalan zamanda  fünikülerle çıkıp hem tuz madeni gezmek, hem de yukarıdan göl manzarasını seyretmek, göl kenarında yemek yemek, bir şeyler içmek için de yeterli geliyor. 

Köy son derece güzel, yemyeşil, yamaca kurulmuş evler, oteller göl manzaralı. Bu kadar güzel manzaralı yerde konaklamak isteyebilirsiniz, bu doğal güzellik ile gözünüzü ruhunuzu doyurmak isteyebilirsiniz. Şüphesiz otel fiyatları yüksek, hem çok popüler bir yer, hem de otel sayısı sınırlı. İşin doğrusu biz gitmeden önce acaba bir gece kalsak mı diye düşünmüş olmamıza rağmen otel fiyatlarını görünce ve bir haftalık sürede Viyana, Salzburg ve Graz’ı gezmek istediğimiz için Hallstat’a bir gün ayırdık doğru yaptığımızı da düşündük. Manzara çok güzel ancak o kadar çok turist nedeniyle köy halkını görmek, köy havasını hissetmek mümkün değil sanki. Böyle bir köyde yaşamak ister misiniz desek, yerel halkın azaldığı, sürekli sokaklarında turist dolaşan bir köyde yaşamak sanki doğal bir ortamdan çok film stüdyosunda yaşıyormuş duygusu uyandırabilir insanda. Tabi bu benim hissettiklerim, siz kararınızı verin.

Hallstatt Market Square 

Hallstatt

Hem küçük, hem çok sevimli, meydanı çevreleyen çiçeklerle süslenmiş tablolarda yer alacak güzellikte evleri ile hafızalarda kalıcı bir meydan. Göz alıcı mimarisi, küçük hediyelik eşya dükkanları, restoranlar ve güzel kafelerle çevrili bu meydan, hem yerel halk hem de turistler için popüler bir buluşma noktası, Hallstatt’ın ana merkezidir. Bu meydanda çeşitli konserler ve kültürel etkinliklerde düzenlenmektedir.

Tarihi 14. yüzyıla dayanan meydan yuvarlak formda inşa edilmiş. Tam ortada ise, Kutsal Holy Trinity-Baba, Oğul, Kutsal Ruh-sütunu bulunmaktadır. Meydanın hemen yanında Kültür Mirası Müzesi bulunmaktadır.

Hallstatt Tuz Madenleri 

Dünyanın en eski tuz madeni, aynı zamanda bir yeraltı tuz gölüne de açılıyor. Madene fünikilerle çıkabilirsiniz. Füniküler, köyün girişindeki otoparkın yakınında. Giriş ücreti yetişkinler için 26 Euro, çocuklar için ise 13 Euro. Bu finükilerle, köyün bir başka cazibe merkezi olan Skywalk’a da ulaşılıyor. 350 metre yükseklikteki bu gözlem noktasından köyü panoramik olarak izleyebilirsiniz. Biz tuz madenlerini gezmedik, sadece köy meydanından merdivenlerle belirli bir yere kadar çıkıp göl manzarasını izledik.

St. Michael Kilisesi ve Beinhaus Kemik Evi 

12. yüzyılda inşa edilen şapel, aynı zamanda dünyanın en ilginç mezarlıklarından birini bahçesinde barındırıyor. Göle hakim kilisenin içini gezdik, sonra göl manzaralı, rengarenk çiçeklerle kaplı park gibi görünen mezarlığı dolaştık. 

Durun, mezarlığın ilginçliği mezarlığın manzarası ve bakımlılığı ile sınırlı değil. Bu kadar eski bir yerleşim yerinin mezarlığı bu kadar küçük bir alanla sınırlı olabilir mi? Kilisenin bahçesine açılan bir kapının üzerinde Beinhaus  yazısı ve giriş ücreti yazıyordu. Dünyanın en ilginç mezar odası burası. Bahçedeki mezarlıkta yer kalmaması nedeniyle 1720 yılından itibaren, kafatasları ve kemiklerin mezarlardan çıkarılarak buraya taşındığı biliniyor. Bu mezar odasına giriş ücreti 1,5 Euro. Günümüzde Beinhaus’un içinde 1200’ün üzerinde kemik var ve kafataslarının 600’den fazlası aile adlarına göre boyanmış ve ayrılmış bir şekilde yerleştirilmiş. Aslında bu gelenek 1960 yılında bitmiş, yine de çok özel vasiyeti üzerine, 1995 yılında bir kadının kafatası son kez eklenmiş. Bir odada sadece kafatasları ile kalmak ne kadar ürkütücü geliyor değil mi? Biz de ailelerin izni ile çıkartılmış ve süslenmiş bile olsa kafataslarını görmek için içeriye adım adım atmaya cesaret edemedik. Ben internetten aldığım bir fotoyu ekleyeyim, siz karar verin kafatası odasını görüp görmemeye. 

  • Hallstatt.Net

Hallstatt Evanjelik Kilisesi 

Hallstatt

En fazla fotoğrafı çekildiği söylenen Evanjelik Kilisesi, köy meydanı Market Square’ın hemen yanında yer almaktadır. Kilise, önce 1785 yılında bir dua evi olarak inşa edilmiş. Evanjelistlere kilise ve siyasi yaşamda eşit haklar verilmesinden sonra, Hallstatt’da yaklaşık 500 kişi Protestan inancını savunmuş. Bu nedenle beş yıllık bir inşaatın ardından 1863 yılında kilise tamamlanmış.

Günümüzde kilise, düzenli olarak konserlere ev sahipliği yapıyor. İç dekorasyonu son derece sade olan kilisenin, dış güzelliği ise hayranlık uyandırıyor. Bizim gittiğimiz tarihte restorasyon yapılsa da içi gezilebiliyordu.

Hallstat Evleri

Hallstatt’da sadece sokaklarda dolaşıp, manzara seyretmek bile büyülüyor insanı. Yamaçlara konumlanmış, daracık sokaklar arasında, rengarenk çiçeklerle süslenmiş evler. Gerçek olmayan bir masal dünyası mı, film stüdyosu mu diye düşündürüyor insana.

Hallstatt Gölü’nde sandalla gezinti de yapılabiliyor. 

Yeme İçme

Hallstatt’da göl kenarında ve köy meydanında her bütçeye uygun restoranlar bulunmakta. Bu restoranlarda göl balıkları, pizza, şinitzel ve hatta döner yiyebilirsiniz.  

Hallstatt

Önce teknenin yanaştığı iskelenin hemen önünde, yer alan Türk dönerci büfesinden söz edelim. Karmez Döner günün her saatinde önü kalabalık ve tavuk döneri ile meşhur. Biz dönerci de yemeği düşünmedik, Avusturya’da Çinliler Türk dönercisinde yiyorlardı ne hoş görüntü. 

Tekneden inince sağ yönde deniz kenarında birkaç restoran yer almakta, öğle saatinde bu restoranların önünde bir orkestra müzik çalıyordu, bize önce çekici geldi burada yemek yemeği istedik ancak o bölgede epey zaman geçirmiştik, Market Square civarında göl kenarındaki yerleri görüp sonra oraya gelebileceğimizi düşünerek başka restoranlar arayışına girdik. Aslında en doğru restoran adresini Market Square’de birisine önereceği restoran olup olmadığını sorarak öğrendik. Bize dar bir sokağı gösterdi göle uzanan. Sokağa kafamızı uzatınca renkli, kareli masa örtüleri, ağaçlardan sarkan kağıt fenerler ve güzel göl manzaralı restoranı gördük. Görüntü karşısında boş gördüğümüz tek masaya doğru koştuk desem yerinde. 

Hallstatt

Özellikle bu restoranı ‘Gasthof Simony Restaurant‘ tavsiye etmek istiyorum. Tesadüfen bulduk, aslında oldukça popülermiş. 

Biz restoranda balık tattık tabi ki. Hallstatt Gölü temizliği, renginin yanı sıra balıkları ile ünlü. Gölden taze tutulan balıkları tatmadan olmaz değil mi? En iyisi menüyü paylaşayım, gölde çıkan balık çeşitlerini ve fiyatlarını bir arada görelim. Biz güzel Eylül gününde, bu kadar güzel bir köyde, göl kenarında göl balığı tatmaktan, oturmaktan çok mutlu olduk.

Bu arada Market Square’e açılan göle paralel yolda sokaktan atıştırmalık yerel tatlar da ilgi görüyor, önlerinde kuyruklar oluşmuş.

Son Söz

Sanki son söze gerek yok, fotoğraflar çok şeyi anlatıyor bu romantik, masal köyleri rotasında yer alan güzel köy için. Tek başına bir destinasyon değil tabi ki. Yakın bölgelere yapacağınız gezilerde yolunuzu buraya düşürmeye kesinlikle değer.  

Visits: 4

St. Petersburg Gezi Rehberi: Büyülü Şehir

St. Petersburg

Dostoyevski’nin Suç ve Ceza, Çernişevski’nin “Nasıl Yapmalı, Gogol’ün Palto, Çehov’un Vişne Bahçesi, Gonçarov’un Oblomov, Puşkin’in Yüzbaşı’nın Kızı, Tolstoy’un Savaş ve Barış, Turgenyev’in Babalar ve Oğullar, Gorki’nin Ana, Şolohov’un Ve Durgun Akardı Don gibi Rus Edebiyatının klasikleri ile bu yazarların diğer romanları, lise yıllarımdan başlayarak beni biçimlendirdi, etkiledi. Lise ve üniversite öğrencisi olduğum yıllar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin henüz dağılmadığı, gizemini koruduğu ve çoğumuz için büyük merak uyandıran yıllardı. 25 Aralık 1991 tarihinde SSCB Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov’un istifa etmesi, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmasını tetiklemiştir. Sovyetler Birliği’ni oluşturan cumhuriyetlerin bağımsızlığını kazanmalarıyla onbeş yeni devlet kurulmuş, sınırlar açılmıştı. Özellikle Rusya mutlaka gidilmesi gereken, cazibesini hiç yitirmeyen bir ülke olarak yerini aldı benim yaşamımda.

St Petersburg’da düzenlenen bir konferansa konuşmacı olarak davet edilmem muhteşem bir olanak sundu bana. Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”, “Beyaz Geceler”, Çernişevski’nin “Nasıl Yapmalı”, Gogol’ün “Palto”, Andrey Belıy’in “Petersburg” eserlerinden tanıdığım, zihnimde canlandırdığım St. Petersburg’u, cadde ve sokaklarını, roman kahramanlarının peşine takılarak dolaştığım şehri artık yakından görecektim.

St Petersburg

St Petersburg, geniş bulvarları, köprüleri, dingin suları ve çarlık mimarisinin örnekleri, okuduğum yazarların oldukça ayrıntılı tasvirleri ve büyüleyici St Petersburg imgeleri ile gayet tanıdık bir şekilde karşıladı beni. St Petersburg’a ihtişamlı görüntüsünü veren şey şehrin mimari yapısı. Uzun geniş bulvarları, geniş alanları ve parkları, bahçeleri, eşsiz heykelleri, demir parmaklıkları, anıtları ve sarayları ile muhteşem.

42 ada üzerine kurulmuş şehrin hemen her yerinde, şehri sarıp sarmalayan ve şehri ikiye bölen Neva Nehri, onun kolları ve kanalları aklınızı başınızdan alıp götürüyor. Kuşkusuz bunlar üzerindeki çeşit çeşit, irili ufaklı köprüleri (Aniçkov, Aleksandra Nevskogo, Leytenanta Shmidta, Troitsky, Dvortsovyy, Sampsoniyevskiy, Grenaderskiy Volodarskiy köprülerden bazıları) de unutmamak gerek, boşuna Kuzeyin Venedik’i dememişler St. Petersburg’a. 342 köprüden 21’inin kanadı geceleri açılıyor.

Şehir tarihi, kültürel ve mimari önemi dolayısıyla UNESCO tarafından Dünya Kültürel Mirası kabul edilerek korumaya alınmış. Şehri gezerken de fark edildiği gibi, dünyada tarihini bir bütün olarak koruyan tek şehir olduğu söyleniyor. Bir açık hava müzesi gibi olan St Petersburg’da okuduğunuz Rus Klasiklerini düşünerek, köprüler aracılığıyla kanallar arasında gezmek, sokak müzisyenlerinin bazen hüzünlü, bazen keyifli şarkıların dinlemek ve hatta gizem dolu sokaklarında kaybolmak müthiş bir ayrıcalık.

St.Petersburg Putin’in şehri olan St. Petersburg’da Puşkin, Dostoyevski, Anna Akhmatova ve Rimsky-Korsakov de uzun yıllar yaşamış. Şehirde en çok dikkatimi çeken noktalardan biri çalışma yaşamında kadınların ön planda olması, inşaatlarda sıva yapan, çöp toplayan, toplu taşıma araçlarını kullanan, elinde megafon, bağırarak bot gezisinin anonsunu yapan kadınları görebilirsiniz, kısacası her işi, ama her işi yapıyor kadınlar. Ayrıca mağaza müdürlükleri, fabrika genel müdürlükleri, üretim müdürlükleri gibi meslekler için de Rusya’da kadınlar tercih edilmektedir.

St Petersburg

Gece gündüz, sürekli hareketli ve renkli olan St Petersburg, bu şehir hiç uyumaz mı? sorusunu getiriyor insanın aklına.

St.Petersburg “Kahraman kent” unvanına sahip olan St Petersburg (Leningrad) fazlasıyla hak ediyor bu unvanını, öyle ki film ve kitaplara konu olmuş. Aleksandr Buravsky’nin yönettiği Leningrad Kuşatması (2009) filmi ile Sarah Quigley’in Orkestra Şefi – Leningrad Senfonisi (2015) başlıklı romanı izlemeye ve okumaya değer.

Hitler’in Sovyetler Birliği’ni istila etme planının bir parçası olarak, şimdiki adı St Petersburg olan Leningrad’ın düşürülmesi amacıyla 8 Eylül 1941’de Leningrad Kuşatması başlamıştır. Şehrin politik ve askeri önemi Nazilerin Sovyetler Birliği’nde ilk olarak buraya girmesine neden olmuş, kuşatma 872 gün sürmüş ve Nazilerin yenilgisiyle 27 Ocak 1944’te sona ermiştir. Naziler, kente ve çevre yerleşimlerine ulaşan ikmal hatlarını kestiğinden, kışın sıcaklıklar -35 dereceye kadar düştüğünde, insanlar kaynatılmış deri kayışlardan yapılmış çorbaların yanı sıra atlar, kediler, köpekler, hatta sokakta donmuş cesetlerden alınan insan etiyle beslenirler.

Geçen bir yılın sonunda yani 1942’de şehrin sakinleri tam anlamıyla açlıktan kırılırken, Alman savaş makinelerinin gece gündüz havadan ve karadan dövdüğü şehirde beklenmedik bir şey olur. Rus otoriteleri hiçbir zaman gidişatı kabullenmemiş, cephedeki savunmanın yanı sıra Leningradlıların moralini yükseltmek ve Almanlara meydan okumak için ünlü besteci Şostakoviç’i bir beste yapmakla görevlendirirler. 9 Ağustos 1942’de Sovyet yaylım ateşiyle, Almanların olası engellemelerinin önüne geçmek ve müziğin sesinin duyulması için sessizlik sağlamak amacıyla, Nazi kuvvetleri geçici olarak susturulur. Yedinci Senfoni, açlıktan neredeyse ölmek üzere olan müzisyenlerden oluşan bir Radyo Orkestrası tarafından seslendirilir. Müziği cephedeki ön hatlara, hem Almanlara hem de Ruslara ulaştırmak için güçlü hoparlörler kullanılır. Mesaj açıktır: Leningrad yaşıyor! Duydunuz mu? Leningrad yaşıyor! Şostakoviç, senfonisiyle Leningrad’ın acısını notalara dökerek, tüm Sovyet halkına dayanma gücü verir. Dünya tarihinin en olağanüstü konseri için o günün seçilmesinin nedeni Hitler’in bu tarihte Leningrad’ı ele geçireceğini ilan etmiş olmasıdır. Savaştan sonra, esir alınan Alman subayları senfoniyi duyduklarında kenti asla düşüremeyeceklerini anladıklarını itiraf eder. Bir Alman askeri ise konsere ilişkin “Kahramanların senfonisini dinler gibiydik,” der. Daha fazla bilgiyi Orkestra Şefi: Leningrad Senfonisi kitabında bulabilirsiniz.

Naziler sert Sovyet direnci nedeniyle taarruzlarından sonuç alamamıştır. Dünya tarihinin bu 872 gün süren en kanlı ve korkunç kuşatması yaklaşık bir milyondan fazla sivilin hayatını kaybetmesine neden olmuştur.

St. Petersburg Lenin’in, devrimin zaferini deklare ettiği kent olması dolayısıyla da Rusya tarihinde özel bir öneme sahip. Kentin devrim sonrası Leningrad adını alması da bu yüzden.

Gezelim Görelim

St.Petersburg

St Petersburg’un temelleri, biz Türklerin “Deli, ” Rusların ise “Büyük” dedikleri Pedro tarafından Neva bataklığının üzerinde 1703 yılında atılmış. Büyük Pedro, Avrupa’yı özellikle Venedik’i gördükten sonra, Rusya’da da Avrupa benzeri bir şehir kurmayı amaçlamış, Avrupa’dan pek çok mimar getirterek şehri inşa ettirmiş. Böylece Avrupa ve Rus sentezi bir birleşimle, St. Petersburg’un güzel ve görkemli bina ve köprüleri ortaya çıkmış. Pedro’nun Rusya’nın taş ustalarını toplayarak, limana gelen her geminin taş getirmesini şart koşarak oluşturduğu ve o dönem herkesi şaşırtan, bir çılgınlık olarak görülen şehir, Rusya’nın kuzey batısında Neva Nehri’nin kollara ayrılarak Fin Körfezi’ne aktığı bataklık bölgede yükselmiş, 200 yıl Çarlık Rusyası’nın başkenti olmuş. Petersburg veya Petrograd olarak anılan kente, Lenin, devrimin zaferini bütün dünyaya buradan ilan etmesi ve Lenin’in ağabeyinin burada idam edilmesi nedenleriyle kente 1924 yılında Leningrad ismi verilmiş, SSCB’nin 1991′de parçalanma sürecine girmesiyle, yapılan halk oylamasında kentin adı St. Petersburg’a çevrilmiştir.

St.Petersburg St Petersburg sınırlı günler içinde gezilecek bir yer değil kuşkusuz. Uzun bir süre, belki de defalarca gitmek gerekir. St Petersburg’da, o kadar çok görülecek ve gezilecek yeri var ki.

Nevsky Bulvarı, Kazan Katedrali, St. Isaac Meydanı ve Katedrali, sayısız suikast teşebbüsünden kurtulduktan sonra kaderine yenik düşen ve bir bombayla hayatını kaybeden II. Aleksander’ın anısına yapılan Yeniden Diriliş Kilisesi, Hermitage Meydanı ve Müzesi, Peterhof Sarayı ve Bahçesi, Vasilyevsky Adası.

Nevksi Bulvarı (Nevsky Prospekt)

St.Petersburg Dört buçuk kilometre uzunluğundaki Nevski Bulvarı’nı özel kılan, her sınıftan insanın bir araya geldiği başlıca yer olması. Nevski Bulvarı, St. Petersburg’un içinden geçen Neva Nehri’nin yakınındadır. Birkaç nehirle de kesişmekte, her kesişme noktasında da köprüler bulunmaktadır. St Petersburg’un kurulmasından kısa bir süre sonra, Rusya’nın ilk tersanesinin bulunduğu sanayi bölgesini, “Aleksandro-Nevskaya Lavra” Manastırı’yla bağlanmak amacıyla inşa edilir, adını da, büyük Rus savaşçı ve Novgorod prensi Aleksandr Nevski anısına yaptırılan bu manastırdan alır.

St.Petersburg Nevski Bulvarı, St. Petersburg’un en eski ve önemli mimari yapılarıyla dolu. İhtişamlı binalar, katedraller, parklar, heykeller var. Nevski’de yer alan birbirinden görkemli yapılarda Alman Georg Johann Mattarnovi ve İsviçre’de doğmuş olan İtalyan Domenico Trezzini gibi dünyaca ünlü mimarların imzası bulunuyor.

Nevski Bulvarı üzerindeki Singer dikiş makinası markası olan Singer şirketinin 1904 yılında yapılan binası görülmeye değer. Başlangıçta Singer makinalarının satıldığı yer olan bina, artık farklı bir mekan. Giriş katındaki kitapçıyı gezmeye, birinci katındaki kafede bir şeyler içmeyi unutmayın.

St.Petersburg Hem Bulvar üzerinde hem de bulvara açılan sokaklarda Rus mutfağından olduğu gibi dünya mutfağından restoran ve kafelere rastlayabilirsiniz.

Bulvar üzerindeki muhteşem yapılardan biri kuşkusuz Kazan Katedrali.

Kazan Katedrali

St.Petersburg 1801 – 1811 yılları arasında Türk – Rus Savaşları döneminde yapılan bu Katedral, ismini Tataristan’ın Kazan şehrindeki büyük yangından sonra bulunan ve uğur getirdiğine inanılan Kazan aziz tasvirlerinden (ikon) alır. Katedral, Çar I. Alexandr, Türklerin Rus İmparatorluğu ile baş edemeyeceği bir dev olduğunu kanıtlamak için inşaatı başlatır, inşaat devam ederken Türk-Rus Savaşları, Rusların zaferi ile sonlanır. Bunun üzerine katedralin güney kolonlarının yapılmaması kararı alınır, Yalnızca Nevsky Bulvarı’na bakan kuzey kolonları inşa edilir. Dev sütunları ve ihtişamlı mimarisiyle ortaya çıkan yapı uzun süre katedral olarak kullanılır, Sovyetler Birliği döneminde ise müze haline getirilir.

St Isaac Meydanı ve Katedrali

St.Petersburg

Diğer görülmeye değer bir mekan ise, St. Isaac Meydanı ve Katedrali. Katedral ismini Deli Petro ile aynı günde doğan bir azizden almış. Yapımı kırk yıl süren katedral kırk sekiz sütun üzerine kurulmuş.

Dünyanın en büyük kubbeli yapılarından biri olarak kabul ediliyor. Kubbesinde yüz kilo altın kullanılan katedral; kubbesi, iç ve dış mimarisi, muhteşem tavan süslemeleri, heykelleri ve kapılarıyla gerçekten görülmeye değer.

İlk olarak, 1710 senesinde inşa edilir, 1712’de I. Petro ve Katerina bu kilisenin kubbesi altında evlenirler. Daha sonra, değişik tarihlerde iki kez yıkılıp yeniden yapılan kilise, şu anki durumuna 1818-1858 yılları arasında kavuşmuş. Katedral, 1937 yılından itibaren müze olarak kullanılmakta. 300 basamaklı kubbesine tırmanarak şehir panoramik olarak izlenebilmektedir.

Yeniden Diriliş Kilisesi / Saçılan Kanlar Kilisesi

St.Petersburg

Griboedov Kanalı’nın kenarında yükselen Yeniden Diriliş Kilisesi, beş kubbesiyle cıvıl cıvıl masal aleminden fırlamış gibi yükseliyor gökyüzüne.

Çar II. Alexander’ın 1881’de uğradığı suikastta ölümcül yara aldığı yere inşa edilen katedralin adı bu nedenle Yeniden Diriliş Kilisesi ya da halkın deyimiyle Saçılan Kanlar Kilisesi. Ayrıca, 7500 m2 mozaik kaplamasıyla, dünyada Amerika’daki St. Louis Katedrali’nden sonraki en geniş ikinci mozaik süslemesine sahip kilise, büyülenmemek elde değil. 5 kubbeli kilisenin en büyük kubbesi 81 metre ile Çar’ın öldüğü yılı, 67 metre yüksekliğindeki ikinci büyük kubbe ise Çar’ın öldüğü yeri temsil ediyor.

St.Petersburg

Kilise civarında hediyelik almak isteyenler için ufak tezgahlar var. Pek çok çekici ve güzel hediyelik eşya, uygun fiyatlarla alınabilir.

Hermitage Müzesi: Kışlık Saray

St.Petersburg St. Petersburg’a gidip Hermitage Müzesi’ni görmeden dönmek olmazdı. Devasa Saray Meydanı (Palace Square) üzerinde bulunan Hermitage Müzesi’nin karşısında şu an kullanılmakta olan Bakanlık binası ile meydanda dünyadaki en büyük tek parça tarihi Alexander sütunu bulunuyor, 1834 yılında yerleştirilmiş ve kendi ağırlığı ile durduğundan, çok rüzgarlı günlerde yere sabitlenmediği hissedilebiliyormuş.

Hermitage Müzesi, 3 milyondan fazla sanat eseriyle dünya üzerindeki en önemli sanat merkezlerinden biri olarak biliniyor, müzeyi her eseri görerek gezmek isterseniz birkaç ay ayırmamız gerektiği söyleniyor. 1764 yılında ünlü Rus Çariçesi II. Katerina’nın Berlin’den 225 parçalık resim koleksiyonunu getirtmesiyle kurulan Hermitage Müzesi, aynı zamanda tarih boyunca Rusya’nın en önemli yönetim merkezi olan Kışlık Saray olarak da bilinir.

Çok sayıda çar ve çariçeye ev sahipliği yapan Kışlık Saray, yeni sahipleri tarafından da yeni eserler eklenmesi nedeniyle korunmuş ve zenginleşmiş.

Ekim Devrimi sırasında Vladimir Lenin silahlı ayaklanmayı “Dün devrim için erkendi, yarın geç olabilir,” sözlerinin ardından bu sarayın dar merdivenlerinden kalabalıklar kışlık saraya girmiş… 1917 yılına kadar halkla alakası olmayan ve sadece saray halkının kişisel sanat galerisi olarak görev yapan eserler bölümü, 1917 Ekim devrimi ile sarayın tamamıyla birlikte müze haline getirilmiş.

Hem Ekim Devrimi sırasında hem de daha önceki yıllarda yaşanan savaşlar nedeniyle taşınma ve kaçırma gibi olaylar sırasında eser kayıpları yaşayan müze, buna rağmen İngiltere’deki British Museum’dan ve Fransa’daki Louvre Museum’dan sonra dünyanın en büyük ve en önemli 3 müzesinden biridir.

Müzenin tablo koleksiyonunda Rembrandt, Leonardo da Vinci, Michelangelo, Van Gogh, Raphael, Renoir ve Picasso’nun eserleri yer alıyor. Müzede, tabloların yanı sıra, resimler, gravürler, antik çağ eserleri, heykeller, Batı Avrupa dekoratif ve uygulamalı sanat eserleri, silahlar, sikkeler, madalyalar, arkeolojik eserler ve kitaplar da bulunur. Daha sonra, çarlara ve çariçelere ait bazı eşyalar, saklandıkları yerlerden çıkartılıp elden geçirilerek sergi koleksiyonuna dâhil edilmiş.

Hermitage Müzesi dış mimarisi, bahçe düzeni ve kapı girişlerinde bulunan heykelleriyle etkileyici bir müze. Sergilenen eserlerin çokluğundan dolayı birbiriyle bağlantılı beş binaya yayımlı, bunların başında kuşkusuz ana bina yani bir zamanlar Rus çarlarının yaşadığı Kışlık Saray geliyor. Bu, yeşil-beyaz saray, tüm güzelliği ve ihtişamıyla Neva Nehri’nin hemen kıyısında yer alıyor. İkinci Dünya Savaşı döneminde eserlerin bir bölümü trenlerle Moskova Devlet Müzesi’ne kaçırılmış, St. Petersburg sınırları içerisinde yaklaşık 306 müze bulunduğunu öğrendiğimde, ülkemdeki müzeler, ziyaretçi sayılarını, verilen önemi düşünmeden edemedim ve içim sızladı tabii ki.

Yeni evlenen çiftlerin gelinlik ve damatlıklarıyla Hermitage Meydanı’nda hatıra fotoğrafı çektirmeleri Rusya’da bir adetmiş. Ayrıca, müzisyenlere, dansçılara da rastlamak mümkün meydanda.

Müzeden çıkıp, meydanda sola dönüp küçük bir köprüden karşıya geçtiğinizde, köprünün çaprazında Puşkin’in özel eşyalarının sergilendiği ve müzeye dönüştürülen Puşkin’in Evi bulunuyor.

Puşkin’in Evi

Ünlü Rus Şairi Aleksandr Puşkin’in evi (6 Haziran 1799 – 10 Şubat 1837) şehir merkezinde yer alıyor. Şairin girmiş olduğu dramatik bir düelloda hayatını kaybetmesinden sonra yaşadığı ev müzeye çevrilmiş. Puşkin, George Charles d’Anthès adında bir Fransız delikanlısının karısı Natalya Puşkin’e kur yaptığını öğrenince kendisini düelloya davet eder. Düelloda Puşkin tarafından omzundan yaralanan d’Anthès, Puşkin’i karnından yaralar. İki gün can çekiştikten sonra ölür. Düelloda kullanacağı silahı almak için gümüşlerini sattığı iddia edilmektedir. Puşkin’in kütüphanesini, çalışma odasını ve düelloda karnından yaralanınca üzerine uzandığı ve iki gün sonra can verdiği kanepeyi görebilirsiniz.

Puşkin’in hayatını kaybettiği düelloya gitmeden önce son kez oturup kahve içtiği yer olan Literary Cafe (Edebiyat Kafe)’ye gitmeden olmazdı. Rusya edebiyat çevrelerinin gittiği bu kafenin girişinde Puşkin’in heykeli karşılıyor gelenleri.

Peterhof Sarayı ve Bahçeleri

St.Petersburg Büyük Petro’nun Peterhof’taki yazlık konutu inanılmaz gösterişli. 1709’da Poltava’da İsveçlilere karşı kazandığı büyük başarıdan sonra, Baltık kıyısında büyük bir saray yaptırmaya karar verir.

Peterhof Sarayı, 1714 – 21 yılları arasında inşa edilir. 1717’de Fransa’da Versailles Sarayı’nı gezen Büyük Petro, sarayın Versaille’dan daha gösterişli olmasını ister. 1714’de başlayan inşaat müthiş bir hızla devam eder ve Peterhof resmi olarak 1723 yılında açılır. Alman işgalinde zarar gören saray, yetenekli ustalar sayesinde bugünkü haline dönüştürülür.

Yazlık sarayın bahçesinin ihtişamı inanılmaz, altın heykeller, çeşmeler, akan sular.. Sanki bir açık hava sarayı inşa edilmiş. Her bir parça ayrı ayrı incelenebilir. Daha önce de belirttiğim gibi tek sefer gitmek kesinlikle yetmez. 64 adet fıskiyesi, otuz yedi yaldızlı bronz heykeli, devasa bahçeleri, çeşitli meyve ağaçları, fıskiyeleri, sincapları ve kuşları ile inanılmaz bakımlı bir bahçe. Sanki köşeden Çar ve Çariçe çıkacaklar ve gezeceklermiş gibi bakımlı bahçeler. Peterhof Sarayı’nın bahçesi muhteşem, körfeze kadar uzanıyor ve karşıda Finlandiya kıyılarını görebiliyorsunuz.

St.Petersburg

Kısıtlı süre içinde saray mı? bahçe mi? seçim yapmak zorunda kaldım. Bu büyük bahçenin içinde dolaşmak çok zaman alıyor, sarayın iç kısmına girmek için ise başka sefer demek zorunda kalıyorsunuz.

Peterhof Sarayı, 1941 – 1944 Leningrad Kuşatması sırasında Nazi orduları tarafından üs olarak kullanılmış, saldırı öncesi, bahçede yer alan heykellerin büyük kısmı, zarar görmemesi için halk tarafından sökülerek ve suya gömülerek saklanmış, savaştan sonra eski yerlerine yerleştirilmişler.

St Petersburg’u tekne ile Neva Nehri üzerinde gezmek şehrin başka güzelliklerini serdi önümüze.

St.Petersburg Özetle, gündüzü ayrı güzel, gecesi ayrı güzel bu şehir geçmişle bugünün arasında bir yolculuk yaşatıyor insana …

St. Petersburg, hayal gibi, masal gibi bir şehir Dostoyoveski’nin de söylediği gibi,

“Petersburg’da yok yok, desene?”
“Evet, kardeş, bu Petersburg’da yok yoktur!”
(Suç ve Ceza)

‘St. Petersburg Şehir Turunu’ Trip Advisor güvencesi ile aşağıdaki linkten alabilirsiniz.

Visits: 10

Niagara Şelalesi: Ters Akan Şelale

Niagara

Hepimizin yaşamında görmeyi çok istediğimiz, hatta hayal ettiğimiz yerler vardır eminim. Benim de ziyaret etmeyi çok istediğim yerler var, hem de çok fazla. Yaşadığım sürece de bu hayalimden hiç ama hiç vazgeçmeyeceğim. Gezmenin farklı yerler görmenin, yeni kültürler tanımanın beni zenginleştirdiğini, dünyaya bakışımı değiştirdiğini biliyorum.

Marilyn Monroe ve Joseph Cotten (1953)’nın baş rollerini oynadığı Niagara filminde görüp hayran olduğum, Niagara Şelalesi de bunlardan biriydi ve ziyaret etme şansını yakaladım.

Niagara Falls

Niagara Şelalesi, hem coğrafi konum hem de görsel güzellik gibi özellikleriyle dünyanın en ünlü yerlerinden biridir. Niagara, ismini Kızılderililerden almış ve Onguiaahra sözcüğünden gelmekte i “Suların şimşeği” anlamını taşımaktadır. Şelalenin suyu taşlara çarparak geri geldiğinden, dünyanın tek ters akan şelalesi Niagara, Amerika Birleşik Devletleri ile Kanada arasındaki Niagara Nehri üzerinde, Kanada’nın Ontario eyaleti ile ABD’nin New York eyaleti arasında üç büyük şelaleden oluşmaktadır. Niagara Nehri, Kuzey Amerika’nın en büyük nehridir.

Niagara Şelalesi;
Horseshoe Fall (At nalı – 48 metre yükseklikten dökülür);
American Falls (Amerikan) ve
Bridal Veils Fall (Gelin Duvağı) şelalelerinden oluşmakta ve 50 metre yükseklikten dökülmektedir.

Bunların en büyüğü , At nalı Şelalesi diye bilinen Horseshoe Şelalesi Kanada’da, diğerleri ise ABD’de bulunur.

At nalı şeklinde olan şelale Kızılderililer tarafından şans olarak kabul edildiğinden, balayı çiftlerine uzun zamandan beri ev sahipliği yapmakta.

Kuzey Amerika’nın en büyük şelalesi olan Niagara Şelalesi’nden yarım dakikada 168.000 m³ su akmakta, zirveden aşağı akan su doyumsuz bir manzara oluşturmaktadır. Niagara, 10.000 yıl önce Kuzey Kutbu’ndan gelen buz kütlelerinin yol açtığı çöküntülerdir. Şelale, her yıl ortalama 20 milyon turist tarafından ziyaret edilmektedir.

Niagara, 1950 yılında yapılan bir antlaşma ile ABD ve Kanada arasında paylaşılmış ve Rainbow Köprüsü ile birbirine bağlanmaktadır. Köprünün sıra dışı bir statüsü bulunmakta, yani Kanada – New York arasında sınır oluşturmaktadır. Köprünün ortasına kadar olan kısmı Amerika Birleşik Devletleri, köprünün ortasından sonra kalan kısmı ise Kanada resmi sınırlarında kalmaktadır. Bu köprüden geçmek, aynı zamanda ülke değiştirmek anlamına gelmektedir.

Bilim adamlarına göre 12 bin yaşında olduğu belirtilen Niagara Şelalesi, genç bir şelale olarak kabul edilmektedir. Tamamen buzlarla kaplı olan son buzul çağında, buzulların erimesiyle bu bölgede büyük göller oluşmuş ve Niagara Şelalesi, bunlardan akan sulardan oluşmuştur.

Doğal güzellikleri ile bir turizm cenneti olan Niagara Şelalesi aynı zamanda önemli bir elektrik üretim merkezi. Niagara Nehri üzerinde Sırp asıllı Amerikalı bir bilim adamı olan Nikola Tesla tarafından kurulmuş hidroelektrik santralleri bulunmaktadır. Bu elektrik santralleri sayesinde hem ABD’ye hem de Kanada’ya elektrik üretilmekte. Bu santraller tarihte kurulan ilk alternatif santrallerdir.

İnci Yılmazlı’nın çevirdiği, Nikola Tesla Kendini Anlatıyor (2016) kitabında, Tesla’ya Niagara Şelalesi’nin nasıl ilham kaynağı olduğunu öğreniyoruz.
“ Niagara Şelalesi’yle ilgili bir metin beni çok etkilemişti. Şelalenin çalıştırabileceği kadar büyük bir çark yaptığımı hayal ettim. Amcama, günün birinde Amerika’ya giderek bu hayalimi gerçekleştireceğimi daha o zaman söylemiştim. Bu hayalim otuz sene sonra gerçekleşti ve ben zihnin anlaşılmaz gizemleri karşısında bir kez daha hayrete düştüm. ”

Niagara Falls

ABD ve Kanada sınırlarında bulunan kıyı bölgeleri her iki ülke tarafından halka açık park haline getirilmiş ve koruma altına alınmıştır. Queen Victoria Park Kanada tarafında, Niagara Falls State Park ise ABD tarafında bulunan parktır.
Niagara Şelaleleri’nde yapılabilecek en güzel şeylerden biri de Niagara Nehri üzerinde seferler düzenleyen özel teknelerden biriyle gezmekti.

Niagara Falls

Niagara Nehri’nde gezme olanağı sağlayan tekne turunun başladığı iskelenin adı Maid of the Mist (Sislerin Kızı)’dir. Tekne turları yaklaşık 35 – 40 dakika sürüyor.

Tekne turu ile, şelalenin tüm ihtişamını en yakın noktadan görebiliyor, sık sık oluşan muhteşem gökkuşağını seyredilebiliyorsunuz.

Gezi esnasında, tur şirketi ıslanma hatta sırılsıklam olma olasılığına karşı koruyucu yağmurluk veriyorlar. Yolculuk başlar başlamaz gürültülü sulara yakınlaştıkça havayı dolduran ince damlacıklar halindeki şiddetli su serpintisiyle sırılsıklam oluyor, Niagara suyunu tadabiliyorsunuz. Şelalenin iki kolundan dökülen suların kayalara çarpması ile bir su bulutu oluşuyor ve uzanıp gidiyor tepenizin üzerinde.

Son Söz

İhtişamını büyük bir asaletle taşıyan Niagara Şelalesi, doğanın gücü karşısında insanın ne kadar da aciz olduğunu bir kez daha gösteriyor ve sizi sizden alıp başka dünyalara götürüyor. Bu muhteşem manzarayı izlerken suyun kuvveti ve metrelerce yüksekten dökülürken ortaya çıkardığı sesi dinlemek bir harika. Suyun dökülürken çıkardığı ses, oluşan su buharı ve havaya uçan suların oluşturduğu gökkuşağı inanılmaz etkileyiciydi.

Üzerinden zaman geçmiş olmasına rağmen, bu doğa harikası uyanmak istemediğim bir düş kadar güzeldi, Doğa harikasının mistik havası mı? bu güzelliği dostlarımla birlikte paylaşmak mı? bilemedim ve yüzümde keyifli bir gülümseme ile, suyun serinliğini hissederek yazdım bu yazıyı.

Visits: 5

Priştine Gezi Rehberi: Avrupa’nın En Genç Ülkesinin Başkenti

Priştine

Kosova’nın başkenti Priştine, tarihiyle, restorasyon geçirmiş tarihi eserleriyle, lezzetli mutfağıyla daha çok renkli alışveriş ve eğlencesiyle Balkan gezilerinin ilgi gören destinasyonlarından biri haline gelmeye başlamış son yıllarda. Priştine Kosova’nın en büyük, idari, kültürel, ticaret ve finans ağırlıklı şehridir.

Şehri Tanıyalım

Şubat 2008’de tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan eden Kosova’yı, Türkiye dahil sadece 115 ülke tanıdı. Sırbistan, Kosova’nın bağımsızlığını tanımıyor ve bu tutumu, komşu ülke Bosna-Hersek, daha uzaklardan Brezilya ile Rusya ve Çin gibi daha güçlü ülkeler tarafından da destekleniyor. 

Birleşmiş Milletler Kosova Geçici Yönetimi altında Kosova Cumhuriyeti’ne bağlı bir il olan Priştine, hala Sırbistan açısından kendi ülkelerine bağlı olarak gösterilmeye devam ediyor. Bunu Belgrad’a gittiğimde ben de gördüm. Televizyonda hava durumu sunulurken Priştine Sırbistan sınırlarındaymış gibi açıklanıyordu. Siyasi ve etnik farklılıklar açısından oldukça hassas bir konu.

Şehir ülkenin kuzeydoğusunda Golyak Dağları’nın eteklerinde, Kosova Ovası’nda yer alıyor. Çoğunlukla Arnavutların yaşadığı Priştine’nin nüfusu yaklaşık 200 bin civarında. Kosova nüfusunun % 53’ünün 25 yaşın altında olduğu ve hatta Şubat 2018 itibarıyla ortalama yaşın 28 olduğunu belirten istatistikler var! Yani Cumhuriyetin kendisi genç olduğu gibi nüfusu da genç.

Şehirde çoğu Avrupa şehrindeki mimari ihtişam bulunmuyor, ancak Priştine Avrupa’nın en özgün şehirlerinden biri olarak bölgenin tarihini anlamak isteyenlere, alışveriş, eğlence ve gece hayatı arayanlara ilginç gelebilecek.  Ayrıca kentin Belgrad, Dubrovnik, Split ve Saraybosna gibi daha fazla bilinen Balkan destinasyonlarına yakınlığı, Priştine’yi güvenli bir geçiş noktası haline getiriyor.

Modern Priştine’de Yugoslavya egemenliğinden kalanlar çirkin apartman blokları olmuş. Bu tuhaf, keskin hatlara sahip yapılar, yüzyıllar önceden kalan Osmanlı tarihi yapılarıyla birleşerek şehre eklektik bir görünüm kazandırmış. 

Şehrin merkezi birkaç bulvardan ve meydandan oluşuyor, turistik alanlar yürüyerek kolayca dolaşılabiliyor.  Şehirde dolaşırken, tarihin ve ulusal kimliğin tuhaflıklarını gösteren anıtlarla da karşılaşacaksınız. Örneğin, Skanderbeg Heykeli, Türklerle savaşan ve Arnavutların ulusal kahramanının heykeli. Merkezde bulunan “Yenidoğan” anıtı da bu genç kentin hayal gücünü temsil ediyor.

Clinton adı verilmiş bir bulvara dikilmiş olan Bill Clinton Heykeli ve George W. Bush Bulvarı ile Amerikan hayranlığı ve minnettarlıklarını gösterme biçimleri ilginç geliyor insana.

Clinton Bulvarı’nın batı tarafında, Kosova’nın en yeni ve en görkemli yapılarından Rahibe Teresa Katedrali yer almakta. Tarihi yapılar, kiliseden kuzeye doğru 20-30 dakikalık bir yürüyüş mesafesinde olan eski şehir bölgesinde bulunmaktadır. Bunlar arasında, 1461 yılında inşa edilen Fatih Sultan Mehmet Camisi ve 2015 yılında, Türkiye tarafından finanse edilerek, restore edilen Yaşar Paşa Camisi vardır. Priştine’nin diğer bir cazibe merkezi, İmparatorluk Camisi’ne üç dakikalık yürüyüş mesafesinde bulunan Emin Gjiku Etnografya Müzesi’dir.

Güneşli havalarda bölge halkı şehrin biraz dışında olan Germia Park’ta gezmeyi tercih ediyor. Parkta yürüyüş ve bisiklet parkurlarının yanı sıra büyük bir açık yüzme havuzu, kafe ve piknik alanları bulunmakta. Yolunuz düşerse ve yeşile doymak isterseniz uğrayın derim.

Dinamik bir şehir olan Priştine aynı zamanda alışveriş ve eğlencenin de adresi. Küçük alışveriş merkezleri, butik dükkanlar, mağazalar, kafeler, gece kulüpleri, restoranlarla günün her saati canlı bir ortamı var. Kafe kültürü oldukça gelişmiş, özellikle macchiato tercih edilen içecek. Kosova mutfağının Türkiye ile birçok ortak noktası olduğu ve geleneksel Balkan mutfağına özgü özellikle et yemekleri ve hamur işlerinin öne çıktığını söyleyebiliriz. Uluslararası sakinleri de olduğundan yerel mutfağının dışında uluslararası mutfakları da bulmak mümkün. Yerel halk büyük oranda gençlerden oluşunca gece eğlencesi de oldukça popüler. Şehir merkezinde sabahlara kadar dans edip, içkinizi yudumlayabileceğiniz renkli gece kulüpleri bulabilirsiniz.

Birleşmiş Milletler gücü ülkede varlığını sürdürdüğü için şehirde güvenlik sorunu bulunmuyor. Ancak Kosova’nın statüsüyle ilgili siyasi karmaşıklıklar nedeniyle, Kosova’dan Sırbistan’a veya tam ters yöne seyahat etmeyi planlayanlar, Sırp kısıtlamaları nedeniyle mutlaka üçüncü bir ülkeden geçmesi gerekiyor. Benim de gezi rotamda Belgrad bulunduğundan araya Kuzey Makedonya gezisi koyarak bu sorunu aşmış oldum. Balkan ülkeleri arasındaki geçiş bazen çetrefilli olabiliyor dikkat etmek gerek.

Şehirde halkın geneli Arnavutça konuşuyor. Konuşmuyorlar ama sanırım büyük kısmı Sırpça da biliyor. Şehirde Türkçe bilenlerin sayısı Prizren kadar olmasa da oldukça fazla. Türk olduğunuzu anladıklarında Türkçe konuşmaya başlayabiliyorlar. Benim başıma böyle ilginç bir olay geldi. Havalimanından şehir merkezine gitmek için bindiğim taksinin şoförü Türk olduğumu öğrenince yol boyunca beni Türkçe müziğe boğdu! Halkı güler yüzlü, misafirperver ve kendinizi güvende hissettiriyor.

Ülkedeki para birimi euro olduğundan biraz pahalıymış gibi gözükebilir. Ancak ortalama olarak kahve 1-2 Euro civarında ve çoğu yemek de 5-15 Euro civarındadır. Priştine’de şehir merkezinde musluk suyu içmek güvenli. 

Başkent Priştine’de bir üniversite ve uluslararası bir havalimanı bulunmaktadır. 

Uzun zaman önce başkent sıfatı verilen şehirde, zaman içerisinde bulunduğu coğrafyaya da bağlı olarak Slav ve Batı tarzı bir anlayış ve yaşam tarzı egemen olmuş. 

Ulaşım

Priştine’nin Adem Jashari Havaalanı’na, Wizzair, Pegasus, EasyJet ve Air Berlin gibi şirketler uygun fiyatlı uçuşlar sunmaktadır. Türkiye’den THY ve Pegasus Havayolları’nın direk uçuşu bulunmaktadır.

Alternatif olarak, daha çok ve sık uçuşun yapıldığı Kuzey Makedonya’nın başkenti Üsküp’ten otobüs, araba veya taksiyle trafiğe bağlı olarak 1-3 saat içinde Priştine’ye ulaşabilirsiniz.

Havaalanının şehir merkezine uzaklığı 18 km. Priştine Havaalanı ile şehir merkezi arasında otobüs seferleri bulunuyor. TrafikuUrban tarafından işletilen 1A numaralı otobüs ile yaklaşık 40 dakikada şehre ulaşılabilmektedir. Priştine Havalimanı’ndan son otobüs saat 21:00’de, şehirdeki ilk otobüs saat 03:00’de ve havaalanından da 04.00’de hareket etmektedir. Otobüsün son durağı “Stacioni i Autobusave” şehir merkezinin 2 km güneybatısında bulunuyor. Şehir merkezindeki duraklar ise Hotel Priştine (Garibaldi Sokağı / Yeni Doğan-New Born Anıtı) ve Katedralja duraklarıdır. Otobüs biletleri şoförden alınabilir ve kişi başı bilet ücreti 3 € ‘dur.

Genellikle uygun fiyatlı olan Pegasus uçuşları çok geç saatlerde yapıldığından bu otobüsleri kullanma şansı olmayacaktır. Bu durumda taksi seçeneği kalıyor. Taksilerle ne kadar pazarlık ederseniz edin sanırım aralarında anlaştıkları için 20 Euro’dan daha az bir fiyat bulamayacaksınız. Benim gibi işi şansa bırakmamak için konaklayacağınız mekanla fiyatta anlaşıp havaalanı transferini önceden çözebilirsiniz.

Priştine’yi diğer Kosova şehirlerine, ayrıca Kosova’yı Avrupa destinasyonlarına, Karadağ, Bosna, Arnavutluk ve Makedonya gibi komşu ülkelerde yakın şehirlere bağlayan düzenli otobüs seferleri de bulunmaktadır. Priştine’deki ana otobüs terminalinden Prizren’e her 15 dakikada otobüs kalmaktadır. Tek yön için 4 € olan bilet otobüs içinde alabilir. İki şehir arasındaki yol yaklaşık 1,5 saat sürmektedir.

Ünlü Sırp manastırlarının bulunduğu Peja’ya da otobüsle gidebilirsiniz. Priştine ile Peja arasındaki otobüsler her 20 dakikada bir ve tek yön 5 €. Ayrıca Peja ile Priştine’yi arası tren seferi bulunmakta. 2 saat civarındaki bu seyahat için tek yön bilet ücreti 3 €. 

Otogar merkezden yaklaşık 3 km uzakta, Rahibe Teresa Bulvarı’nın paralelindeki caddeden 7, 9 veya 9A numaralı otobüslere binebilirsiniz ve tek yön yolculuk için şoföre 0.40 euro ödersiniz. Ya da yaklaşık 3 euroya taksiyle otogara gidebilirsiniz. Tren istasyonu da, Rahibe Teresa Bulvarı’nın batısında, merkezi bir konumdadır.

Konaklama

Priştine görece ucuz bir destinasyondur, ancak oteller Balkanlardaki diğer şehirlere göre biraz pahalı olabilir. Kosova’nın uluslararası sakinleri ve gün geçtikçe gezgin sayısındaki artış ile Priştine’de de her bütçe ve zevke uygun konaklama seçeneklerinde çeşitlilik gözlenmeye başlamış. Konaklama maliyetini düşük tutmak istiyorsanız şehirdeki birkaç hostelden birinde rezervasyon yaptırabilirsiniz.

İlk önerim benim de kaldığım ve Rahibe Teresa Meydanı’na yakın Prishtina Center Hostel olacak. Rahat yatakları, temizliği, ortak mutfağı ve özellikle güleryüzlü personeliyle konuklarını mutlu ediyor.

Merkezi konumdaki Hostel Han, Buffalo Backpackers diğer hostel seçenekleri arasında. Merkeze 800 metre mesafedeki White Tree Hostel, yenilenmiş yatakhaneleri, özel odaları, rahat bir kokteyl barı ve terasıyla güzel bir hostel.

Biraz daha yüksek fiyatı göze alırsanız Şehrin eski kesiminde tarihi camilerin ve müzelerin yakınında bulunan  Hotel Prima önerilmektedir. Ulpiana bölgesinde Rahibe Teresa Meydanı’nın hemen güneybatısında yer alan Hotel Nartel de uygun bir seçenek olacak.

Biraz lüks takılayım diyorsanız, şehirdeki beş yıldızlı Swiss Diamond Hotel’den başkasına bakmayın. Merkezi bir konumda bulunan otel, zengin odalara, yüzme havuzuna ve zengin bir açık büfe kahvaltısına sahip.

Gracanica Manastırı’nı ziyaret edecekseniz buraya yakın konumda bulunan Hotel Gracanica bir seçenek olabilir. Otel’in Priştine’ye ücretsiz otobüs servisi bulunuyor..

Yeme-İçme

Kosova mutfağı lezzetli, ucuz ve çok çeşitli. Arnavutluk’la olan siyasi ve kültürel bağların etkisi Kosova mutfağında da kendini gösteriyor. Gerçi Priştine’de 20 yıla yakın bir süredir bulunan uluslararası sakinlerden dolayı mutfak lezzetleri de bir ölçüde değişmiş. Bu da burada Avrupa, Asya ve tabi ki Balkan mutfaklarının ilginç bir karışımını bulacağınız anlamına geliyor. Balkanlarda en sevdiğim şey burek, içi beyaz peynir, ıspanak veya etle doldurulmuş börekleri taze taze alabileceğiniz çok sayıda fırın var. Neredeyse tüm lokantalarda ızgara et (qebapa veya salsiccia), kuzu pirzola, biber dolması, lahana sarması ve çeşitli burek veya Arnavutça Flija servis edilmektedir.

Yemek yanında genellikle ucuz olduğundan ayran içilmektedir. Ayrıca burada Balkan şarapları ve rakı ile birlikte, bölgesel şaraplar ve bira da üretilmektedir. Ulusal biraları olan Sabaja, Amerikan-Arnavut girişimi olan ilk mikro bira grubunundur. Bu şehirde Balkan Yarımadası’nın belki de en iyilerinden sayılan bazı restoranlarda geleneksel yemekleri veya bunların modern yorumlarını deneyip krallar gibi ziyafet çekebilirsiniz. Birkaç mekan önerisinde bulunarak ağız sulandıran bu bölümü kapatmak isterim.

Avrupa yemekleri için Kosova Müzesi’nin batısında bulunan atmosferik restoran De Rada Brasserie önerilen yerlerden biridir. Yine eski şehirde bulunan Restaurant Liburnia biraz pahalı ancak atmosferi çok sıcak, rustik bir dekor eşliğinde geleneksel ve uluslararası mutfakların en iyi çeşitlerini sunmaktadır. Osteria Basilico, muhtemelen kentteki en iyi makarna yiyebileceğiniz bir İtalyan restoranıdır.

Restaurant Pishat, geleneksel yemeklerin servis edildiği yerel halk arasında da popüler olan bir Balkan restoranıdır. Daha çok et yemekleri servis edilmekte olup birkaç tane de vejetaryen seçenek vardır. Vejetaryenler için mükemmel seçim, Orta Doğu’dan lezzetli yemekler yiyeceğiniz bir Lübnan restoranı olan Babaghanoush olacaktır. Ucuz ve lezzetli sandviçler, salatalar veya çorbaların servis edildiği Papirun hızlı bir yemek için kesinlikle tavsiye edilmektedir.

Otantik bir deneyim için organik malzemelerin kullanıldığı, geleneksel yemekleri yiyebileceğiniz Tiffany adlı mekan önerilen bir diğer yerdir. Alkollü bir mekan olan Rönesans, yerli ve Arnavut mutfağını tadabileceğiniz bir diğer restorandır. Priştine’nin birkaç kilometre kuzeyindeki bir köyde yer alan Country House, şehir dışına çıkmaya değecek bir yerdir. 

Eğlence ve Etkinlikler

Priştine’nin uluslararası sakinleri ve yerel halkı, şehri geceleri eğlenceli bir yer haline getiriyorlar. Kentin dans kulüplerinde, çok sayıdaki tarz barlarında canlı müzik keyfi yaşanabilir. Popüler yerlerin arasında, merkezin hemen güneydoğusunda bulunan Sunshine Lounge Bar önerilmektedir. Şehirdeki en popüler barlar arasında canlı müziği ile Zanzi Jazz Bar bulunuyor. Ayrıca eksantrik dekoru ile yine canlı müziği ile meşhur olan Hamam Bar bir diğer önerilen eğlence mekanıdır. Canlı etkinliklerin yaşandığı bir başka yer ise bir rock kulübü olan Rockuzinë adlı işletmedir.

Priştine, yerel halkın, öğrencilerin ve uluslararası sakinlerin uğrak yeri olan çok sayıda güzel kafeye ev sahipliği yapmaktadır. Çeşitli pasta, börek ve keklerden oluşan lezzetleri ve kahve çeşitlerini denemeniz için önerilen yerler başkentin en havalı kafeleri olan Soma Kitap İstasyonu ve Dit’e Nat’tır. İyi bir macchiato’nun tadını çıkarmak için önerilen diğer yerler merkezi konumda bulunan Prince Coffee House ve Lulu’s Coffee & Wine olmaktadır.

Dit’e Nat (Gündüz ve Gece) 2009 yılında kurulan bir kitapçı, kafe, vejetaryen bar ve müzik evidir. Hem yerli halk hem de uluslararası sakinler için müzik, edebiyat ve filmlerin konuşulduğu ve tartışıldığı kültürel ve sosyal bir platformdur. 

Soma Kitap İstasyonu (Soma Book Station), Priştine’nin en en güzel kafelerinden biri. Ahşap iç mekanda kitaplarla ve tarihi fotoğraflarla çevrili bir ortamda entelektüelleri, sanatçıları ve öğrencileri kendine çeken popüler ve yaratıcı bir mekandır. Bu sevimli kafe, canlı müzik, film ve edebiyat tartışmalarına da ev sahipliği yapmaktadır.

Prince Coffee House’da kahveler, kek ve atıştırmalıklar sunmaktadır. Harika bir atmosfere ve şehirdeki en iyi kahveye sahip olan Lulu’s Coffee & Wine, modern tasarım, kitaplık, renkli sandalyeler ve çağdaş unsurlarla çok güzel dekore edilmiş. Lulu’da canlı caz müzik konserleri ve akustik konserler de düzenleniyor.

Başkentte yıl boyunca çok sayıda festival ve etkinlik de düzenlenmektedir. Priştine Caz Festivali, her sonbaharda önde gelen uluslararası ve yerel müzisyenlerin katıldığı en iyi müzik festivalidir. Yerli ve uluslararası yeni müzisyenler için eklektik bir tarzı olan DAM Fest her yıl düzenlenmektedir. Çağdaş ve deneysel müzik için de ReMusica Festivali her yıl gerçekleştiriliyor. Yaz aylarında Priştine Müzik, Şarap ve Bira Festivali çeşitli uluslararası ve yerel özgürlükleri ve eğlenceyi ziyaretçilere sunuyor. Her Ağustos ayında, Sunny Hill Festivali Germia Park alanında gerçekleştiriliyor.

Alışveriş

AVM tarzındaki büyük alışveriş merkezlerinin henüz yaygın olmadığı Priştine’de alışverişinizi genellikle geleneksel dükkanlar ve pazarlardan yapabilirsiniz. Zaten eski şehir bölgesini gezerken adeta Anadolu’daki bir şehri geziyormuş duygusuna kapılıyorsunuz. Benzer geleneksel kıyafetler, bakır eşyalar, seramik ve işlemeler ne ararsanız hepsi var. 

Rahibe Teresa Caddesi üzerinde birkaç hediyelik eşya dükkanı var. Buraya özel bir şey alayım derseniz, Neolitik dönemden kalma, bereketi, doğurganlığı simgeleyen bir tanrıça figürü olan Hyjnesha biblosu, qeleshe veya plis denilen yöresel bir şapka, içecek olarak da üzüm, armut ve ayva rakıları Priştine’den satın alınabilir.

Gezelim Görelim

Rahibe Teresa Caddesi

Rahibe Teresa Caddesi, restoranları, otelleri ve kafeleriyle kentin sosyal açıdan en gelişmiş yeridir. Yerel hayatı gözlemlemek ve gezmeye başlamak için kesinlikle en iyi yerdir. Yeme içme, alışveriş ve eğlence merkezi Rahibe Teresa Caddesi Priştine halkı için çok önemli bir yer, çünkü siyasi protestolar da burada gerçekleşiyormuş.

Burası aynı zamanda ağırlıklı olarak Bizans ve Osmanlı dönemlerinden kalma yapılar barındırmaktadır. Ayrıca Bulvarda Kosova’nın azizi olan Rahibe Teresa’nın ve Kosova’nın ulusunun ilk Cumhurbaşkanı İbrahim Rugova’nın heykelleri yer alıyor.

Trafiğe kapalı bu yaya caddesi Grand Hotel’le başlıyor ve eski Union Hotel binasında bitiyor. Adı otel ama burada bir otel bulmayı beklemeyin çünkü bu yapı Benetton Mağazası’na dönüştürülmüş.

İskender Bey Heykeli

Priştine

Rahibe Teresa Caddesi’nin sonunda, Arnavutluk kadar Kosova’da da değer verilen bir lider, İskender Beyin büyük bir heykeli bulunuyor. 30 yıla yakın bir süre Osmanlı’ya karşı bu bölgeyi savunan İskender Bey, Osmanlının batıya doğru ilerleyişine mani olmuş.

Belçika, Makedonya ve Arnavutluk’ta da benzer heykelleri bulunan İskender Bey atı üzerinde, kılıcını çekmiş bir halde tasvir edilmiş. Tarihi şahsiyetin şu anki Arnavutluk sınırlarından daha büyük bir alana yayılmış bir vatan fikri varmış.

Bu yapı da Kosova Parlamento binası, ne kadar mütevazi değil mi!

Priştine

İskender Bey Heykeli’nin yanındaki sıra bina 1972 yılında inşa edilmiş olan eski Gërmia alışveriş merkeziymiş. Burası modernist mimarinin bir örneği olarak kabul edilmekte olup günümüzde vergi idaresine ev sahipliği yapmaktaymış. Yerine bir konser salonu yapılması kararı alınmış ancak Priştine halkı yıkılmaması için imza kampanyası başlatmış.

Priştine

Merkezin bir tarafında 1961 yılında yapılan 20 metre uzunluğunda Kardeşlik ve Birlik Anıtı bulunuyor.

Priştine

Kosova Ulusal Tiyatrosu

Priştine

1945 yılında Prizren’de amatör sanatçılar tarafından Bölge Halk Tiyatrosu adıyla kurulan bu tiyatro, kuruluşundan altı ay sonra başkent Priştine’ye taşınmış. Başlangıçta Yugoslavya tiyatrolarının profesyonel sanatçılarından destek alarak oyunlar sahnelenmiş. Komünist dönemde ise sadece Sırpça oyunların sergilenmesine izin verilmiş. Ulusal Tiyatro’da günümüzde Arnavutça oyunlar ve gösteriler ve Kosova Balesi  gösterileri bu binada yapılmaktadır.

Priştine Bulvar üzerinde son Kosova Savaşı’nda kaybolanlara adanmış bir anıt bulunuyor.

Rahibe Teresa Heykeli

Priştine

Bu bölgede heykellerini ve ismini sıkça göreceğiniz Rahibe Teresa Heykeli bu bulvarda küçük bir meydanın ortasında bulunuyor.

Newborn Anıtı

Priştine

Kosova, Avrupa’nın en genç ülkesi olarak bağımsızlığını 17 Şubat 2008’de ilan etmiştir. Kosova halkının birçok zorluğa katlanarak elde ettiği bağımsızlığı simgeleyen “Newborn” yani “Yenidoğan Anıtı’, bağımsızlığın ilan edildiği bu tarihte açılmış. Gençlik ve Spor Sarayı’nın önünde bulunan anıt için “newborn” kelimesinin seçilmesindeki amaç yeni bir devletin doğumunu ve günümüzde halen devam etmekte olan tanınma çabasını temsil ediyor. Anıtın yapıldığı günlerdeki ihtişamı kaybolsa da hala Ülke için sembolik bir önemi vardır.

Kosova’nın yeni, çağdaş ve güçlü bir devlet olduğuna vurgu yapan 9 ton ağırlığındaki anıt, ilk yapıldığında tamamen sarıya boyanmış. Kosova, halen 115 ülke tarafından bağımsız devlet olarak tanınmaktadır. Anıt, bağımsızlığın 5. yıldönümünde Kosova’yı resmi olarak tanıyan bu ülkelerin bayraklarıyla kaplanmış. Duvar olmaması gerektiği anlamına gelen “No Walls” ifadesinin baş harfleri dolayısıyla N ve W harfleri 2015 yılında yatırılmış. Bağımsızlığın 10. yıldönümünde “BO” harfleri “10” ile değiştirilmiş. Dolayısıyla hemen her 17 Şubat’ta Anıt görünüm değiştirmeye başlamış. Benim bulunduğum Eylül 2019 itibariyle Anıt şu şekilde gözüküyordu.

Heroinat Anıtı

Heroinat Anıtı, savaş sırasında tecavüz edilen 20.000 kadın ve kızı temsil etmek için yapılan bir anıt. Sırp Ordusu, toplumda infial uyandırmak, insanları utandırarak küçük düşürmek için tecavüzü bir savaş aracı olarak kullanmış. Anıt büyük bir 3D portre oluşturan 20.000 bronz madalyadan oluşuyor. Bu Anıtı tasarlayan Sanatçı Ilir Blakçori, “Bu savaş suçlarının çoğu hala ortaya çıkarılmamış durumda ve kurbanların bazıları her gün bu dehşet verici anılarla ve izlerle yaşamaya devam ediyor. Bu trajik kurban sayısını tespit ederek madalyalara dönüştürdüm. Hangi yaştan olursa olsun bu madalyalar her kadının bu ülkeye katkısına ve fedakarlığına adanmıştır.” demektedir. Yenidoğan Anıtının karşısında bulunan bu anıtı herkes görmeli.

Priştine Gençlik ve Spor Merkezi

Newborn Anıtının yanındaki rengarenk merdivenleri tırmandığınızda kendinizi devasa Gençlik ve Spor Sarayının önünde buluyorsunuz. 1977 yılında inşa edilen 10 bin metrekarelik alana sahip sarayda 2 spor alanı olan bir stadyum, 2 kongre merkezi, bir kitapçı, alışveriş merkezi ve park alanları bulunuyor. 

Binanın içini bilmiyorum ama dışı ilginç bir tasarıma sahip. Binanın inşası için Priştine halkı gelirlerinin yarısını bağışlamak zorunda kalmışlar.

Priştine

Binanın yan tarafında da ilginç figürlerin kullanıldığı büyük bir duvar resmi bulunuyor. Tam o tarafa yürüdüğümde kalabalık bir okul grubu buraya gelerek fotoğraf çektirmeye başladı, çok sevimliler değil mi!

Rahibe Teresa Katedrali 

Priştine

Bill Clinton Bulvarı üzerinde bulunan, Priştine’nin en yüksek binalarından biri olan  Rahibe Teresa Katedrali 2007 yılında inşa edilmeye başlanmış ve 2010 yılında açılmış. Duvar resimleriyle süslenmiş bu etkileyici ve hacimli yapı için 1910’da komşu Makedonya’da doğmuş olan ünlü Arnavut rahibenin adı seçilmiş.

Kosovalıların büyük çoğunluğu Müslüman olsa da, şehirde tarihi bir Katolik varlığı var. Hatta hükümet ve Vatikan bunu Kosova’nın “Batı yanlısı” yöneliminin kanıtı olarak göstermeye çalışmaktadır. Sayıları Müslüman nüfusa göre çok az olan Katolik Hristiyanları için bu kadar büyük bir kilise inşa edilmesi toplumda oldukça tartışma yaratmış. Çünkü istatistiklere göre, Kosovalıların % 95’inin Müslüman olduğu belirtiliyor. Şehirde çok sayıda cami olmakla birlikte hiçbiri bu Katedral kadar büyük değil.

Katedral, Rahibe Teresa’nın 100. doğum gününde kutsanmış ve 2015 yılında da Kosova, Avusturya ve Arnavutluk’tan oluşan üç ülkenin ortak tarihinin kutlandığı bir organizasyona ev sahipliği yapmış.

Rahibe Teresa Katedrali’nin içinde eşsiz altarı, sağlam sütunlarını ve vitray pencerelerini görebilirsiniz. Katedralin kulesinden şehrin manzarası harika gözüküyormuş, ben çıkmadım ama. Asansörle çıkış sadece 1 €.

Priştine Milli Kütüphanesi

Priştine

Sıradışı mimarisiyle Kosova Ulusal Kütüphanesi Binası sadece kentin değil, tüm Kosova’nın en çok ilgi çeken ve muhtemelen en tartışmalı binalarından biri. Bazıları binayı mimari bir başyapıt olarak değerlendirirken, diğerleri dünyanın en çirkin binaları listesine almış. Tarihi 14. yüzyıla kadar uzanan Priştine Milli Kütüphanesi’nin bu binası Yugoslav Komünist mimarisinin son eserlerinden biri olarak 1982’de açılmıştır.

Modern, Bizans ve İslam mimarileri başta olmak üzere pek çok akımdan izler barındıran bina, alanı farklı boyutlarda olan 99 kubbenin yerleştirildiği, dış yüzeyinin tamamen bir zincir veya balık ağı şeklinde metalle kaplı olduğu, 16.500 metrekarelik bir alandan oluşmaktadır. Binanın üstündeki kubbeler, Arnavutların geleneksel şapkasını veya Türk hamamındaki kubbeleri andırıyor.

Buraya kadar geldiyseniz Kütüphanenin içine de girmenizi tavsiye ederim. Agim Ramadani adresindeki Kütüphane Pzt-Cum 07:00-18:00 arası açıktır. Ancak ben Cumartesi günü gittiğimde de içeriye girebildim.

Kurtarıcı İsa Katedrali

Priştine

Kosova Ulusal Kütüphanesi’nin yan tarafında kaderine terkedilmiş inşaat halindeki Kurtarıcı İsa Katedrali var. Bu Sırp Ortodoks Katedrali’nin inşasına, 1990’lı yıllarda başlanmış ve 1999’da bitirilmesi planlanmış. Ancak Kosova Savaşı sırasında inşaat tamamen durmuş ve bağımsızlık sonrasında da bu Katedral Miloseviç yönetimindeki Sırp idaresinin bir sembolü olarak görüldüğü için inşaat devam ettirilmemiş.

2017 yılında Kosova Temyiz Mahkemesi, Sırp Ortodoks Kilisesi’ne bulunduğu topraklarda hak tanımış. Kosova Hükümeti ise Priştine Üniversitesi’nin bölgesinde bulunan bu Katedrali bir çeşit Sırp istilası olarak gördüğünden kiliseyi tamamen yıkmak ve kurtulmak istiyormuş. Üniversite öğrencileri de buranın yıkılarak bir anıt yapılmasını veya mevcut kütüphanenin buraya doğru genişletilmesini istiyormuş. Ortada siyasi, dini, toplumsal bir sorun var ve inşaat öylece kendi haline bırakılmış. 

Kosova Ulusal Sanat Galerisi

Şubat 1979’da kurulan Ulusal Sanat Galerisi, Priştine Üniversitesi Kampüsünde, Kosova Ulusal Kütüphanesi’nin hemen arkasında bulunan bir sanat galerisidir. Ulusal Galeride, 20. yüzyıl ve günümüze kadar Kosovalı ve Arnavut sanatçılar tarafından yapılmış modern sanat eserleri sergilenmektedir. Sergiler düzenli olarak değişiyormuş.  Agim Ramadani 60 adresindeki Galeri Pzt-Cum 10:00-18:00, Cts-Paz 10:00-17:00 arası açıktır.

Bill Clinton Anıtı

ABD’nin eski başkanı Bill Clinton Sırbistan’ın Kosova’ya saldırması sırasında NATO’nun harekete geçmesini sağladığından, Kosova’nın bağımsızlığını kazanmasında büyük bir rol oynamış. Bu nedenle ülkedeki pek çok şehirde caddelere ve meydanlara onun adı verilerek adeta bir tür kahraman olarak görülmüş. Başkent Priştine’de 2009 yılında Bill Clinton’ın adını taşıyan bir bulvarda kentte yaşayan Arnavut topluluğun önderliğinde 3 metrelik pirinç bir Bill Clinton Anıtı dikilmiş.

Priştine

Bağımsızlığı simgeleyen ve açılışını da Bill Clinton’ın yaptığı bu Heykel oldukça büyük ve etraftaki Komünist gri binalarla da oldukça tezat gözüküyor. Asıl komik olanı yakındaki bir giyim mağazasına da “Hillary” adının verilmiş olması!

Pazar Cami

Priştine

Adını yakınında kurulan pazardan alan Pazar Cami, kentin en eski yapısıdır ve Eski Şehrin girişinde bulunmaktadır. Cami, kentin 1389’da I. Kosova Savaşı sonucunda Osmanlılar tarafından fethedilmesinden sonra 15. yüzyılda inşa edilmiş. 1820’de ve 1902’de Sultan II. Abdülhamid’in emriyle onarılan Cami, inşa edildiğinden bu yana sapasağlam duran minaresinden dolayı “Taş Cami” olarak da adlandırılmaktadır.

Kosova Müzesi

Priştine

Bu bina, İmparatorluk ordusunun yönetim merkezi olarak kullanılması için Avusturya-Macaristan tarzında 1889’da inşa edilmiş. Kosova Müzesi ise 1949 yılında bu yapı içerisinde faaliyete geçmiş. Ülkenin kültürel varlıklarını korumak, onarmak ve insanlara sunmak amacıyla görev yapan Müze, sergilerini kronolojik olarak iki bölüme ayırmış durumdadır.

Aslında 1998’deki savaşa kadar bu müzede ülke tarihini aydınlatan pek çok değerli eser varmış ancak bunların büyük kısmı Sırplar tarafından Belgrad’a götürülmüş. Girişin ücretsiz olduğu Müzeye isterseniz bağışta bulunabiliyorsunuz. Kapıdan girdiğimde genç bir rehber beni karşıladı ve kısaca bilgi verdikten sonra gezmem için beni yalnız bıraktı. Müzeyi rehberli gezmek de mümkün ama ücretinin ne olduğunu bilmiyorum. Müzenin ilk katında seramik çömlek, heykel parçaları, amforalar gibi eski eserler bulunuyor.

Üst kata çıkarken merdiven başında zımba tabancasıyla yapılmış devasa bir Rahibe Teresa portresi görülüyor. Bu Portre adeta Müzenin gurur abidesi gibi bir şey.

Priştine

Üst kata çıkar çıkmaz hemen bir portreyle karşılaşıyorsunuz. 2013 yılında açılışı yapılan bu plaka Hoşgörü ve Mutabakat Haftasının bir parçası olarak Japon yetkililer tarafından Kosova’ya hediye edilmiş.

Bu katta da bir sürü savaş silahı, üniforma, eski kıyafetler, müzik aletleri, yer alıyor.

Yaşar Paşa Cami

Priştine

Şehrin önemli Osmanlı yapılarından biri olan Cami, Osmanlı döneminde kentin önde gelen isimlerinden Yaşar Mehmet Paşa tarafından 1834-1835 yıllarında inşa ettirilmiş. Tarihi Saat Kulesi ile Fatih Camisi’ne yakın bir konumda yer alan Caminin yapımında Kosova mimari stili kullanılmış.

Büyük Hamam

Priştine

Hamamın yapıldığı tarih tam olarak bilinmemekle birlikte Fatih Cami inşa edilirken orada çalışan işçilerin kullanması için caminin bir parçası olarak padişahın emriyle yaptırıldığı belirtiliyor. 18 hamam kubbesi olan yapı kadın ve erkekler için eşit şekilde paylaştırılmış ve 1960’lara kadar orijinal işlevini görmüş. Ondan sonra hamam olarak kullanılmamış ve karakteristik özelliklerinin çoğunu kaybetmiş. Günümüzde bu tarihi yapı koruma altına alınmış.

Etnoğrafya Müzesi

Priştine

Hamamın karşısında yine tarihi bir eser olan Etnoğrafya Müzesi binası bulunmaktadır. Eski Şehir Bölgesinde bulunan Etnoğrafya Müzesi, yerel ve soylu bir kişi olan ve 1950’lerde sınır dışı edilene kadar burada yaşayan Emin Gjiku’nun aile evinde bulunuyor. 2006 yılında ziyarete açılan müzenin bahçesi çok güzel, yapı da muhteşem ötesi! Burada ana tema olarak yaşam döngüsü benimsenmiş. Müzenin stilize iç mekanında müzik aletleri, yerel halkın kullandığı kıyafet, araç ve gereçler, Kosova’nın en önemli el sanatlarından biri sayılan telkari mücevheratları, el dokuma halılar, aksesuar parçaları ile diğer eserler sergileniyor. 15 ila 20. yüzyıllardan kalma bu büyüleyici geleneksel koleksiyonda yer alan parçalar hakkında detaylı bilgi odalarda bulunan açıklamalarda yer almaktadır. Iliaz Agushi adresindeki bu Müze ben gittiğimde restorasyon nedeniyle kapalıydı. Normalde Sal-Sat 10:00-17:00, Paz 10:00-15:00 arası açık oluyormuş.

Saat Kulesi

Priştine

Fatih Camisi’nin karşısındaki Saat Kulesi, halkın namaz ve esnafın çalışma saatlerini takip etmeleri için 19. yüzyılda Yaşar Paşa tarafından inşa ettirilmiş. Saat Kulesi, yanmış eski bir kulenin yerine bu yıkıntıdan toplanan tuğla ve kumtaşı kullanılarak inşa edilmiş. 26 metre uzunluğa sahip Kulenin tepesinde bir zamanlar Moldova’dan getirilmiş ve üzerinde “1764’te Jon Moldova Rumenin tarafından üretilmiştir” cümlesinin yazdığı, 2001 yılında çalınan bir çan bulunuyormuş. Bu yüzden Kuleye aynı yıl Fransız Barış Gücü askerleri tarafından bir saat yerleştirilmiş. Ancak maalesef bu saat çalışmıyor. Saat Kulesine çıkılabildiği belirtiliyor ama ben ne öyle açık bir kapı ne de bir görevli gördüm.

Fatih Cami

Priştine

Daha Ülke Sırbistan’a bağlıyken “Önemli Kültür Varlığı” olarak koruma altına alınan Fatih Cami, iç ve dış kısmındaki detaylı süslemeleriyle dikkat çekiyor. 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet’in emriyle inşa edilen dini yapı bu yüzden onun adını taşıyor.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki savaşlar sırasında bir dönem Katolik kilisesi olarak da kullanılmış. İkinci Dünya Savaşı sırasında oldukça hasar görmüş. Minaresi, 1950’lerde bir depremden sonra yıkılmış ve yeniden inşa edilmiş. Bunlara rağmen Cami, büyük ölçüde orijinalliğini korumuş. Bölgede Osmanlı’ya karşı çıkartılan isyanın liderlerinden biri olan ünlü Arnavut Yazar Pjeter Bogdani’nin mezarı da bir dönem burada bulunuyormuş.

Caminin giriş kapısındaki süslemeler olağanüstüydü ve buranın fotoğrafını çekmek istedim. Girişte namaz vaktini bekleyenler bana laf söyleyecek oldu, birisi onları değil de sadece kapıyı çektiğimi söyleyerek onları sakinleştirdi. Onları çeksem ne olacak sanki, bu davranışı hiçbir kilisede göremezsiniz!

Caminin girişi gibi iç kısmı da çok güzel süslenmişti. Bu süsleme geleneği Balkan ülkelerindeki camilerde çok yaygın. 

Eski Çarşı

Priştine Pazarı şehirdeki atmosferi yaşamak ve günlük yaşamı anlamak için muhtemelen en iyi yerlerden biri. Eski kentte Fatih Cami’nin arka tarafında kurulan bu büyük Pazar yerinde sadece meyve ve sebze satılmıyor. Çeşit çeşit baharatlar, bir sürü mutfak ve banyo eşyaları, ünlü markaların taklit tekstil ürünleri, el aletleri yani ne ararsanız var.

Hatta yasal olarak açık alanda sigara satılmaması gerektiği halde burada bir çok sigara tezgahı da gördüm. Pazarın yanındaki sokaklar da yine geleneksel kıyafet satan dükkanlarla dolu. Hiçbir şey almayacak olsanız da mutlaka bu pazara gelip yerli halkı gözlemleyin.

Öğle saatinde Pazar yerine yakın, bir esnaf lokantasına daldım. Menüsü köfte ağırlıklı bir yerdi ve ben de köfte ayran istedim. 1,45 euro ödedim ve öğle yemeğim oldukça ucuza mal olmuştu. Aman aman çok lezzetli bir köfte değildi ama idare edecektim artık. Yemekten sonra Pazarın aşağısında bulunan küçük dükkanların olduğu bir bölgeyi gezdim. Çeyizciler, bakırcılar, kuyumcular, gelinlik ve nişan kıyafetleri ne ararsanız vardı. Yemek sonrası keyif kahvesini Papilloni kafede içtim. Türk kahvesi güzeldi ve 0,50 euro fiyatıyla da oldukça uygundu.

Priştine’de gezemediğim yerlerden de kısaca bahsederek bu geziye nokta koyayım. Daha çok zamanım olsaydı Priştine’nin yakın çevresini de dolaşmak isterdim. Bunlar arasında önceliğim Gracanica Manastırı, Marble Cavei Ulpiana Arkeolojik Sit Alanı, Sultan 1. Murat Türbesi olurdu.

Son Söz

Avrupa’nın en genç ülkesi, Balkanlar’ın kalbindeki Kosova, ziyaretçilerini dağ kasabaları, yürüyüş fırsatları ve Orta Çağ sanatıyla inşa edilmiş 13. yüzyıl Sırp manastırlarıyla ödüllendiren, güler yüzlü insanlarıyla, sakinliğiyle, mimari eklektikliğiyle, eğlencesiyle şaşırtan bir ülke.

Yavaş yavaş turistlerin ilgisini çeken bölgeye Türkiye’den de ekonomik uçak biletleriyle vizesiz uçup, ucuza alışveriş yapabilir, gezebilir, yiyip içebilir, yakınlarındaki diğer Balkan şehirlerini keşfedebilir ve yakın tarihe kısa bir yolculuk yapabilirsiniz.

Benim için Priştine sadece bir gün ayırdığım bir şehir oldu. Bence yetti, bu dolaşması kolay eklektik şehre. Ancak bundan sonraki gezi durağım bir başka Kosova şehri olan Prizren’e adeta bayıldım. Priştine’ye gitmenizi, kendi maceranızı yaşayıp kendi deneyiminizi ve görüşünüzü oluşturmanızı öneririm.

Visits: 12

San Marino Gezi Rehberi: Bir Demokrasi Hikayesi

Evet, San Marino’nun bir hikayesi var; hikaye yüzyıllar önceden başlamış ama konusu hala güncel. Neyse ki en azından San Marinolular için mutlu süren bir hikaye. Ama dışarda kalan bazıları için düşündürücü, iç burkucu, umutsuzluk verici olabilir. Sonuçta konu aynı yere gelip dayanıyor; büyüklük mü önemli, işlevsellik mi?Yalnız bu sefer, bu soru devletler için… Neyse, bir gezi yazısında iç bayıcı olmaya, bilmişlik yapmaya da gerek yok. Bu nedenle, ‘gitmiş de acaba nereleri görmüş, ne yemiş, nerde yemiş’ kısmına gelmek isteyenleri bekletmemek için, konu başlığının içeriğini en sona bırakıyorum. Sadece bir ip ucu vereyim; Şehrin en önemli meydanına Piazza della Liberta (Özgürlük Meydanı) adını veren bu minik devletin gerçekten bize anlatacağı bir hikayesi var.

Bu şehir zaten hikayelerle, efsanelerle dolu. Ama önce oraya gitmemiz gerek, gitmişken gezmek, şehrin tadını çıkarmak gerek. Sonra biraz bilmişlik yaparım, ister okursunuz ister okumazsınız.

Ulaşım

San Marino’ya doğrudan ulaşabileceğiniz bir havaalanı yok, tren istasyonu da… Sadece kara yoluyla ulaşılabiliyor. Ben San Marino’ya Bologna’dan gittim; Bologna tren istasyonundan önce İtalya’nın Bodrum’u sayılabilecek Rimini’ye gitmek gerekiyor. Biletitalia’dan tren saatlerini öğrenebileceğiniz gibi, tren biletini de alabilirsiniz. Bilet 9,50 euro. İstasyonda trene binmeden önce biletinizi onaylatın; İstasyonda peronlara giden kapı kenarındaki yeşil  renkli makinelere biletinizi sokunca onaylanıyor. Bu önemli;  yoksa 65 euro ceza kesiliyor ama biraz mırıldanırsanız 5 euro ile atlatıyorsunuz.  Tren biletleri alındıkları tarihten itibaren 2 ay geçerli olduğu için, tekrar kullanımları önlemek amacıyla bu yola gidiliyor herhalde ama bizim sisteme  uygun olmadığından unutulabilir. Rimini’ye yaklaşık bir buçuk saatte varılıyor, sonra tren istasyonu çıkışının hemen karşısındaki duraktan San Marino otobüsüne biniliyor. Otobüs biletini tren istasyonun  solundaki turizm ofisinden alabileceğiniz gibi, otobüste şoförden de alabiliyorsunuz. Bilet 5 euro ve yol yarım saat sürüyor.

Otobüs yemyeşil bir doğanın içinden geçip döne kıvrıla Monte Titano’yu çıkarken bir süre sonra uzaktan San Marino’nun üç kulesini görünce, insan sanki bugünden sıyrılıp Orta Çağ’a geçiyormuş gibi hissediyor.

Bu duygu otobüs Marino Calcigni Alanı’nda durduğunda artıyor. Burası San Marino’nun dış eteklerinde kalan bir alan. Bu arada hiç kimlik kontrolü yapılmadan giriliyor şehre. Yok, ben illa pasaportumda San Marino’nun damgasını da görmek istiyorum derseniz turistik amaçlı bir mühür vuruluyor, ufak bir meblağ karşılığında. Benim pasaportumun değiştirilme süresi geldi zaten, hiç uğraşmadım o yüzden.

Merdivenlerle veya asansörle yukarı çıkıp Porta San Francesco  (S.Francesco Kapısı)‘ya geldiğinizde artık Orta Çağ’ın bugüne düşen  gölgesini tamamen hissetmiş oluyorsunuz. Şehre giriş kapısı olan Porta San Francesco 1361 yılında yapılmış, 1451 yılında tamamen baştan inşa edilmiş ve 1581 yılında restore edilmiş. Kale duvarında San Marino ve Feltresca ailesinin armaları kazılı. Zamanında  bu kapıdan içeri yetkisiz kişilerin silahla girmesi yasakmış. Kapı bir Orta Çağ yapısı ama giriş duvarına yapılmış bir heykel (metal bir fil başı) çalışması Orta Çağ’ı bugüne bağlıyor. Aslında bu da San Marino hakkında bir ön bilgi veriyor. Şehrin her yanında çağdaş sanatçıların heykelleri var.

Aslında burada, daha ilerlemeden, soluklanıp bazı bilgileri paylaşmak lazım. San Marino diyorum; bu bir şehir ismi ama aynı zamanda bir ülkenin de adı: San Marino Cumhuriyeti… San Marino, dünyanın en küçük bağımsız devletlerinden, Avrupa’nın ise üçüncü küçük ülkesi; 60,57 km2 yüz ölçümü genelde dağlık bir alana yayılmış durumda. Temel sanayisi taş ocakları ve taş işçiliği ancak bunun yanında turizm de gittikçe önem kazanan bir sektör. Ayrıca tüm İtalya’ya hakim olan seramik işçiliği ile süt ve peynir ürünleri burada da görülüyor. Ülkede euro kullanılıyor. İtalyanca konuşuluyor ve Katolikler. San Marino, Titano Dağ’ında, denizden 750 metre yukarıda. San Marino Cumhuriyeti bir şehir devleti, başkenti de San Marino. Şehir dokuz bölgeye ayrılmış durumda. Borgo Maggiore’de bu bölgelerden biri ve San Marino’nun hemen altında kurulu; San Marino’dan Borgo Maggiore’ye bir teleferikle inmek mümkün.

Otobüsle  gelirken Borgo Maggiore’nin içinden geçiliyor. Daha turistik kalan başkentin yayılma ve yaşam alanı gibi. San Marino Cumhuriyeti, tamamen İtalya toprakları ile çevrilmiş durumda. Denize en yakın noktası,  22 km uzaklıktaki Rimini.

Şehrin kuruluşu bir efsaneye dayanıyor. Buna göre, Dalmaçya’dan Rimini’ye çalışmak üzere gelen Marino isimli Hristiyan bir taş ustası ve onun etrafında toplananların, Roma İmparatoru Diocletian’ın işkencelerinden kaçmak üzere 301 yılında Titano Dağı’na çıkıp orada yerleşmeleriyle San Marino’nun ilk temelleri atılmış. Titano Dağı ise dönemin soylu ailelerinden olan Donna Felicissima’nın Hristiyanlığı seçerken Marino’ya hediye ettiği bir alanmış. Bu topluluk hakkında ilk yazılı kayıt, 5 ve 6. yüzyıllar arasında yaşayan  Eugippio isimli bir rahibin yazdıkları… 885 yılında, devlet arşivlerinde de olan Feretnano Sözleşmesi ise, Titano Dağ’ındaki özgür bir  örgütlenme yapısının ispatı niteliğindeymiş; bu belgede dağ sakinleri üstünde, Kilise dahil hiç bir kişi ya da kurumun bir imtiyaz veya hak sağlayamayacağı belirtilmekteymiş. San Marino 9. yüzyılda özerklik kazanmış, 11. yüzyılda bir şehir devleti haline gelmiş. Devlet arşivlerinde de olan ilk yazılı yasa 1295 yılında kaleme alınmış ve en sonuncusu ise 1600 yılında yazılmış, bu da San Marino Cumhuriyeti’nin anayasasını oluşturmaktaymış. Böylece San Marino 13. yüzyılda öncü bir cumhuriyet olarak örgütlenmiş. Kısacası San Marino, şiddetten kaçan  insanların özgür yaşamak için kurdukları bir yurt olmuş; özgür yaşamak için neredeyse ilk kuruluşundan beri demokrasinin esas alındığı  bir sistem benimsenmiş.

Bu konuya yine döneriz, şimdi San Marino’yu gezmeye devam edelim. San Francesco Kapısı’ndan girip sola dönünce önce San Francesco Kilise ve Müzesi’ne varılıyor. 1351 yılında yapımına başlanılan Kilise, Murata’daki eski bir kiliseden sökülen parçalarla inşa edilmiş. Kilise bünyesinde bir de müze bulunmakta. Roman Katolik Psikoposluğu’na bağlı kilisede, Guercine ve  Raphael’in resimleri mevcut. Dini temalı resim ve fresklerin bulunduğu müzede, ayrıca çağdaş sanat akımlarından da resim ve fotoğraflar bulunmaktadır.

San Francesco Müzesi’ne giriş 3 euro ama burada satılan 10 euroluk kartı alırsanız bu Müze de dahil toplam 5 adet yeri görebiliyorsunuz; bunlardan ikisi, San Marino’nun olmazsa olmazı kuleler, diğer ikisi ise Museo di Stato (Milli Müze) ve Palazzo del Governo (Hükümet  Binası). Zaten bunlarda neredeyse San Marino şehrinde göreceğiniz tüm yerleri  kapsıyor. San Franscesco Müzesi’nin  hemen alt tarafında İşkence Müzesi var ama ben o hataya bir iki defa düştüm; artık işkenceymiş, vampirmiş (San Marino’da Vampir Müzesi de var), seksmiş, şehvetmiş, öyle müzelere gitmiyorum. Ayrıca bir de ilginçlikler müzesi (Curiosity Museum) var; dünyanın en’li durumlarını içeriyormuş. Müze broşüründen anladığım kadarıyla dünyanın en büyük yumurtası, en uzun boylu kişisi vs falan var içinde. Dünyanın en huysuz gezgini olarak yürüyüp geçiyorum önünden.

San Marino şehri, zikzak patikalarla tepeye doğru çıkan yollardan oluşuyor. Yollar sonunda kulelere varılıyor. Ama biz kaldığımız yerden devam edelim. San Francesco Müzesi’nin  bulunduğu Plazza P. Ferretraro’dan yukarı Via Basilicius boyunca yürüyünce San Marino’daki yaşam hakkında da bazı bilgiler edineceksiniz. Burası turistik bir bölge;  lokantalar, kafeler, dondurmacılar, çeşitli hediyelik eşya dükkanları boyunca yürürseniz Piazza Titano’ya varırsınız. Burada Milli Müze (Museo di Stato) var.  San Marino kartı bu Müzeyi kapsıyor, bu nedenle ücret ödemeden giriyorum. Müze, 19. yüzyılın ikinci yarısında, bir çok yerden gelen bağışlarla oluşturulmuş. Şimdiki mekanı Palazzo Pergani-Belluzi’de. Müzede San Marino Cumhuriyeti topraklarında bulunan objeler yanında artık her müzenin olmazsa olmazı, eski Mısır’a ait eserler de var. Bu antik Mısır neymiş, San Marino Müzesi’ne kadar dünyanın dört bir yanına  objeleri dağıldığı halde Kahire Müzesi gibi müthiş bir müze kurulmasına yetecek eser geriye kalmış. Müzenin önemli bir eseri, ülkenin 9 bölgesinden biri olan Domagnano’da yapılan kazılardan geriye kalanlar (çoğu kaçırılmış); bir kaç parça altın mücevher dönemin elbiseleri içindeki bir kadın resmi üzerine yerleştirilmiş bir şekilde sergileniyor.

Müzede neolitik çağdan, demir çağına uzanan objeler, Poggio Castellano ve Tanaccia kazılarından elde edilen objeler, San Marino, Saint Chiara  kiliselerinden alınan eşyalar, 16. yüzyıldan 19. yüzyıla uzanan dönemden bir çok sanatçıya (Michele Giambono, Baccio Bardinelli, Tiburzio Passertti)  ait resim ve heykeller yer almakta. Palazzo del Governo’da bir kaide üstünde yer alan Özgürlük Heykeli’nin bir versiyonu da Müze de görülebilir. Mısır, Etrüsk, Yunan ve Roma uygarlıklarından da bazı parçalar burada sergilenmekte.

Müze, San Marino’nun geçmişi hakkında oldukça aydınlatıcı olan bir yer ama yine de çok şey beklemeyin. Küçük, çok iddialı olmayan bir yer. Ama esas Müze görevlilerinin ilgisi ilginçti. Kendi ürettiği bir şeyi tanıtan insanlarda görülen memnuniyet, onlarda da vardı. Gayet yardımcı oldukları gibi, bir de Müze hakkında çok ayrıntılı bir belgeyi hediye ettiler.

Buraya kadar gelmişken Palazzo Valloni‘ye de bir göz atın. Şehrin kütüphanesi olarak görev yapan bu Saraya, dışından, hatta kapısından bir baktıktan sonra Kaleye doğru tırmanmaya devam edelim.

Şimdi  San Marino’nun en önemli alanına Piazza della Liberta’ya geliyoruz.  Burada Özgürlük Heykeli ve Palazzo del Governo olarak bilinen, belediye olarak da görev yapan hükümet binası bulunmaktadır.

Burası 16. yüzyıla ait bir sarayın yerine yapılan ve  1894 yılında tamamlanan bir bina; binanın açılışında Carducci, ‘sonsuz özgürlüklerimiz için’  diye başlayan bir konuşma yapmış. Bu kuruluşundan beri  adeta San Marino’yu özetleyen bir motto. Binanın içinde konsey ve dinleyici odaları bulunmakta, duvarlarda ise dönemim sanatçılarının eserleri var.  Bir duvarda, Aziz Marino elinde Palazzo del Governo olmak üzere dururken resmi bulunmakta. Ayrıca Francesco Azzuri tarafından yapılan San Marino’nun bronz bir heykeli de görülebilir. Binanın önünde de Galetti tarafından yapılan Özgürlük Heykeli bulunmakta.

Buradan düz gidersek önce Giardino dei Liburni (Liburni Bahçesi) ve Cave dei Balestrieri (Okçu Ocağı)’ye varıyoruz. Yukarıda Hükümet Binası yer alıyor. Kale surlarına dayanan ve içinde çeşitli çağdaş sanatçının heykelinin yer aldığı bir alan burası. İlerledikçe yine heykellerle süslü bir terasa varılıyor. Buradan hem manzaranın, hem şehrin tarihi dokusunun, hem de birbirinden ilginç heykellerin tadını çıkarabilirsiniz.

Buradan yukarı kıvrılınca önce Basilica del Santo Parish’e varılıyor. Eski bir kilisenin yerine, neo klasik tarzda 1838 yılında tamamlanan Kilisede, Aziz Marino’nun kemiklerinin saklandığı altın bir kap ve bir heykeli ile muhtelif İtalyan sanatçılarının resimleri bulunmakta.

Kilisenin hemen sağında Aziz Peter Kilisesi var ancak ziyarete açık olmadığından içini göremedim. Buradan aşağı kıvrılırsanız Porta della Rupe’ye  (Kaya Kapı) varırsınız. Buranın devamında ormanlık içinden geçen ve Borgo Maggiore’ ye varan bir yol mevcut. Buraya gelmeden hemen önce de Saint Chiara Manastırı’nın bahçesi ve binası görülebilir.

Burada ayrıca Ara dei Volontari Anıtı görülebilir. 1845-1918 yıllarındaki bağımsızlık mücadelelerine katılan gönüllülerin isimlerinin yer aldığı obeliske iki yandan merdivenlerle ulaşılmakta.

Bu civar, turistlerin daha az ziyaret ettiği bir yer olduğu için daha sakin bir alan ve Orta Çağ havasını taşıyan binalarla çevrili taş yollardan gidiliyor. Vaktiniz olursa bir yürüyüş yapın derim.

Şimdi sıra San Marino’nun en cazip bölgesine, 3 kuleye geldi. Bunun için yolu takip ederek yukarı tırmanmamız gerekmekte. Sayısı azalsa da yine şık lokantalar, kafeler ve hediyelik eşya satan  dükkanlardan geçerek, dik bir yokuşu tırmandıktan sonra ilk kuleye varıyoruz. Kule yolunda manzaraya dikkat edin, ilerde Rimini’nin sahili size hoş bir görüntü sunuyor.

Titano Dağı’nın zirvesinde, şehrin silüetine de damgasını vuran üç kule yer almakta; Guaita, Cesta ve Montale kuleleri. Bunların ilk ikisi ziyarete açık.  Yoldan yokuş  yukarı tırmandıktan sonra ağaçlık arazi ile birlikte kuleler de başlıyor. Bu kaleler, zaman zaman ihmal sonucu, özellikle kaldırım döşemek için taşları sökülüp tahrip olmuşsa da yirminci yüzyıl başında restorasyona alınmış. İlk kule, Guaita’nın 10.yy da yapıldığı tahmin ediliyor. 1371’deki Kardinal Anglico’nun bir yazısında, San Marino’daki üç kuleden bahsedilmekteymiş; bu nedenle farklı zamanlarda yapılan bu kulelerin ilkinin inşaatının onuncu yüzyıla denk düştüğü kabul edilmekte. İlk kale, 1416, 1479, 1482, 1549 ve 1615 yıllarında restore edilmiş.  Kalenin içinde zindan ve küçük bir şapel var. Zindan 1960’ların sonuna kadar kullanılmış, sonra Kulenin geçmişi ile ilgili bir sergi alanına dönüştürülmüş. Kalede yer alan ve Kral Vittorio Emanuele II ve Vittorio Emanuele III tarafından verilen toplar, milli günlerde kullanılmaktaymış.

İkinci kule Cesta’ya ağaçlıklı bir yoldan gidiliyor, ilk kuleden yaklaşık 500 metre mesafede ve Titano Dağı’nın daha dik bir yamacında. Yolda minik kafeler, hediyelik dükkanlar var. 13 yüzyılın ilk yarısında yapılan kule, daha geniş bir alana yayılmış durumda. Kulenin içinde Eski Silahlar Müzesi de bulunmakta; burada Orta Çağ’a ait 535 adet silah sergilenmekte, 1898 yılından sonra yapılan silahlar bu kısımda yer almıyor. Bu müzeye ait yaklaşık 1000 adet  silah ise, Borgo Maggiore’deki Silah Enstitüsü’ne taşınmış. Müzede 500 yıllarından kalma kılıç, kalkan, ok gibi savaş araçlarından 1850’lerde kullanılan Napolyon tarzı silahlara kadar bir çok savaş eşyası bulunuyor. Bu arada bahsetmekte fayda var; Orta Çağ’da bölgedeki şehir devletleri arasında San Marinolu okçularının ustalıkları dillere destanmış ve savaşlarda destek niteliğinde komşu şehirlere de okçu gönderiyorlarmış. Yani kendi sınırlarını korumakta oldukça mahirlermiş. 1543 yılında San Marino’nun 661 kişilik bir ordusu bulunmaktaymış. Sonra tüfek icat olmuş mertlik bozulmuş.

Şehir de bir de yeni silahlar müzesi vardı ama halen 225 kişilik ordusu, idari personel de dahil 700 kişilik polis kadrosu olan bir yerin yeni silahlar konusunda sergileyecek bir şeyleri olması pek aklıma yatmadı, o nedenle gitmedim. Paris’teki savaş müzesi müthiş bir müzedir. Öyle bir örneği gördükten sonra, hele artık ordusu sadece asayişi sağlamakla görevli bir yerin, yeni silahlar konusunda ziyarete değer bir müzesi olması inandırıcı gelmedi bana.

İkinci kuleden sonra, ormanlık bir araziden geçilerek, 300 metre sonra üçüncü kuleye, Montale’ye varılıyor ama sadece çevresini gezebiliyorsunuz, içine giremiyorsunuz. Buranın yapım yılı tam bilinmiyor; sanki başlanmış da yarım bırakılmış bir yer gibi. Bu arada San Marinolular, özellikle Orta Çağ’da özgürlüğünü koruyabilmek için, sırasında içine kapandığı dağ şehrinde, hayatın idamesi için yağmur suyuyla beslenen bir çok sarnıç kurmuş. Bunlara kule civarında da rastlanılabilir.

Kulelerden aşağı inince Saint Quirino Kilisesi’ne geliyorsunuz. 15. yüzyıl ortalarında yapılan Kilisenin sade, sakin bir havası var.

Böylece San Marino etrafında bir daire çizerek görülecek yerleri tamamlamış oluyoruz. Porta Murati Nuova Kapısı’ndan geçerek şehrin merkezine dönebiliriz.

Tabii Liburni Bahçesi’nin hemen yanındaki teleferik durağından Borgo Maggiore’ye inip orayı da gezmek isteyebilirsiniz.

Yeme İçme

Milli Müze’ye gelmeden, solda müthiş manzaralı Miramonti’de bir veda camparisi almayı tercih ettim.  Nefis manzaralı bir kafe, üstelik fiyatları da çok makul. Günübirlik bir gezi olduğu için daha fazla kafe, restoran hakkında bilgi edinemedim ama Miramonti’den, yediğim, içtiğim ve ödediğimden çok memnun ayrıldım.

Alışveriş

San Marino’dan ne alsam, derseniz San Marino pullarının özel bir önemi varmış, ilgilenirseniz… Seramik eşyalar var. Şarap, peynir, tahmin edileceği üzere, mevcut. Tatlı olarak Torta di Tre Monti (Üç Zirve Keki) ünlüymüş ama denemek aklıma bile gelmedi. Genelde fiyatlar makul  ama bir iki parça seramik eşya ve magnet dışında bir şey almadım.

San Marino ve Demokrasinin Anlamı

San Marino, çok partili temsili demokrasi ile yönetilmektedir ve rejim, demokratik cumhuriyettir. Dokuz idari bölgeye ayrılan San Marino’da her bölge bir kale olarak nitelendirilir ve her bir kalenin yerel konseyi bulunmaktadır. Her konseyin başında iki yıllığına seçilen ve captain denilen başkan bulunmaktadır. Bu konseylerin toplamı, Büyük ve Genel Konseyi oluşturmaktadır; Konsey üyeleri halk tarafından beş yıllığına seçilirler. Bu yürütme organıdır. Konseyden, İki Kaptan Naipliği, Naiplik Deneticileri, Meclis, 12 Konsül seçilir. Kaptan Naipliği altı aylık dönemler için seçilir ve yönetim organının başıdır. Kararlar, karşılıklı mutabakatla alınır ve üyeler üç yıl geçmeden  tekrar seçilemezler. 12 Konsül ise yargı organı gibi işlemektedir.

San Marino’nun idari biçimi, çoğu akademisyence dünyanın en mükemmel demokrasisi olarak nitelendirilmiştir. Bunun en büyük nedeni, yönetici kesimin sık aralıklarla ve halk tarafından seçilerek değiştirilmesidir. Napoleon bile burayı işgal etmemiş, San Marino’yu örnek alınacak bir cumhuriyet olarak nitelemiş ve korunması gereken bir yer olarak görmüştür.

Özgürce yaşamak için yola çıkan atalarının izinde bağımsızlıklarını korumak için asırlardır verdikleri mücadelenin sonunda elde ettikleri demokratik sisteme bağlılıkları ile bu küçücük ülke, bize devletin işlevinin ne olduğunu hatırlatır gibi; bireylerinin hayatını korumak ve güzelleştirmek… Demokrasiyi araç olarak kullanıp güç kazandıkça totalilerleşen ve tüm halkı devletin, dolayısıyla kendisinin hizmetçisi olarak gören, çok daha görkemli geçmişlere sahip koskocaman ülkelerin yanında, bu küçük ülke titizlikle demokrasinin bayrağını dalgalandırmakta. Şimdi küçük ve az nüfuslu bir ülkede demokrasinin uygulanmasının ne kadar kolay olduğundan bahsedebilirsiniz ya da tören kıtasından hallice bir ordusu olan bir ülkenin hangi demokrasiyi nasıl koruyabileceğinden, güvenliği başka ülkelerin insafına kalan bir ülkenin demokrasisinin de başka ülkelerin insafına kalacağından dem vurabilirsiniz… Ama bunun ötesinde önemli olan bir nokta; insanların niyetleri… Kendi içlerinde kimse diktatör olmak için uğraşmıyor ya da böyle bir kişiye prim verilmiyor, demokratik bir yönetim biçimi yaratıp kendi vatandaşlarının daha özgür yaşaması için uğraşıyorlar, devletleri bunun için var. Görkemli tarihlerine rağmen neticede geldiği nokta (devlet vatandaşları için vardır yerine) ‘vatandaşlar devletleri için vardır’ sonucuna ulaşan ülkelerin vatandaşları, o görkemli geçmişlerinin vara vara çıkışsız bir totaliter rejime varmasını nasıl sindirebilirler.

Bir devletin sınırlarının büyüklüğü, eğer o devlet gerçek işlevini yerine getirmiyorsa, vatandaşlarını bir makinenin dişlisi olarak görüyorsa, neye yarar ki? Devletler,  işlevlerini yerine getirdiklerinde, vatandaşlarının hayatını, güvenliğini, refahını iyileştirdiğinde gerçekten büyük bir devlet olur bence.

Son Söz

Hiç kimse sadece San Marino’yu görmeye oralara gitmez ama Kuzey-doğu İtalya turunuzun bir gününü San Marino’ya ayırın;  vatandaşlarının iradesini esas alan devletlerdeki, rahat ve güvenli hayatlar süren insanların sakinliğine, huzuruna ve sıcaklığına tanık olun. Mutlaka daha görkemli kiliseler görmüşsünüzdür, daha zengin müzeler… Ama arada tarihsel kopukluklar olsa da, demokrasiyi düstur edinen minik bir ülkenin,  şanlı tarihlere sahip koca koca  ülkelerden gelenlere anlatacağı özgürlük hikayelerine kulak verin. Dönerken de içinizde bir burukluk oluşursa, hiç dert etmeyin; otobüs kalkış durağının hemen yanında San Marino şarapları satan bir dükkan var.

İtalya tren biletlerinizi aşağıdaki linkten alabilirsiniz.

 

Visits: 5

Bangkok Gezi Rehberi: Çok Kaotik, Çok Mistik

Bangkok

Bangkok Tayland’ın başkenti ve ülkenin en büyük şehri. Son yıllarda dünyanın en çok turist çeken şehri olarak kaydedilmekte.

Bangkok farklı bir şehir. Büyük, kaotik, enerjik, karmaşık, mistik, zengin, fakir, kirli, birçok kelime ile tanımlanabilir… Ancak farklı dokusu, havası ile bir kez sevenlerin tekrar tekrar gitmek isteyeceği bir şehir. Benim Uzakdoğu’da,  her ne kadar ürkerek olsa da gittiğim ilk şehir Bangkok idi. Bangkok ile Uzakdoğu’ya ilk adımı atmam ile  Uzakdoğu’daki tüm ülkelerin tarihine, kültürüne, dinine, sanatına ilgim arttı. Sonraki yıllarda her kış Uzakdoğu’da 2-3 ülkeyi programıma aldım. Beş yıl sonunda Uzakdoğu’da çok sayıda ülke gördüğümü, insanlarını daha iyi tanıdığımı, ayırt edebildiğimi, tarihleri hakkında çok bilgilendiğimi ve Budizm ve Hinduizm ile tanıştığımı söyleyebilirim. Tabi Bangkok gezim bir kez ile kalmadı. İkinci kez Bangkok’u gezdim, tekrar gider misiniz sorusuna cevabım ise; hiç bıkmadan, sıkılmadan tekrar tekrar gidebileceğim bir ülke Tayland. Her seferinde farklı lezzetler bulabileceğimi biliyorum. Üstelik Tayland sadece başkent Bangkok ile tanınacak bir ülke değil, doğası ve deniz turizmi  için sayısız adaları, plajları ile Phuket, kuzeyde ormanları, mistik ve tarihi havası ile Chiang Mai, Chiang Rai sayılabilecek sınırlı yerler arasında.

Niçin Bangkok

  • Bangkok çok değişik, enerjisi çok yüksek bir şehir.
  • Her türden arayışlar içindeki turistlere hitap ediyor. O karmaşanın içindeki büyük metropolde ne ararsanız var.
  • En önemlisi vizesiz. Bu mistik ülkeye elinizi kolunuzu sallayarak giriyor sunuz. Havaalanında bir form doldurmak yeterli.
  • Uzakdoğu’yu tanımak için çok iyi bir başlangıç noktası.
  • Tarih ve farklı dinleri daha yakından tanımak istiyorsanız tarihi eski şehir, saraylar, kutsal budist tapınakları ile mistik bir havaya sokuyor gelenleri.
  • Alışveriş tutkunu iseniz sokak pazarları, yüzen otantik pazarlar, lüks alışveriş merkezleri sizi bekliyor. Chatuchak Market ve Siam Square size her çeşit ürünü ucuza alma keyfi yaşatacaktır. Yalnız pazar alışverişlerimiz de sıkı pazarlığı unutmuyoruz.
  • Tayland mutfağı zengin, farklı. Uzakdoğu mutfağına alışmak için en doğru ülke. Dünyanın en büyük ve zengin sokak mutfağı Bangkok’ta. Benim gibi ilk gidişinizde sokakta yemek yemekten kaçınabilirsiniz, ikinci gidişte  tercihiniz sokakta ucuza karnınızı doyurmak olabilir.
  • Spa ve masaj cenneti. Türkiye’de yaptıracağınız Tayland masajının dörtte bir fiyatına usta ellerden masaj hizmeti alabilirsiniz.
  • Bu arada gece hayatı ve çılgın eğlenceler sizi bekliyor. Daha önceki yıllarda Tayland gezisi zihinlerde sadece bu tür eğlenceleri canlandırıyordu. Ancak ülkenin son yıllarda turist çekme politikası ve ülkeye gelen turist sayısının artması ile Tayland’ın sadece gece yaşamından ibaret olmadığını tüm dünyaya duyurdu.
  • Tayland hala çok ucuz bir ülke. Her gelir grubundan turiste hitap ediyor. Konaklama ve yeme içme fiyatları hiç bütçenizi zorlamayacak.
  • Tayland’da İngilizce çok yaygın, turiste alışkın halk ile kolay iletişim kurabilirsiniz.
  • Tayland’da tropikal iklim hakim her mevsim sıcak, iki mevsim var. Kuru ve yağışlı mevsim. Kasım-Nisan arası kuru sezon, Mayıs-Ekim arası yağışlı mevsim. Rahat dolaşabilmek için en uygun zamanın kuru sezon olduğu açık. Bu da Türkiye’de kış ortasında  insanlar kalın kabanları ve botları ile dolaşırken siz yazlık şortlarınız ve parmak arası terlikle sokaklarda olacaksınız.

Ulaşım

Bangkok Uzakdoğu’da ulaşım açısından bir transfer noktası, Türkiye’den THY’nın direkt uçuşu yanı sıra, bir çok yabancı havayolundan uygun fiyatlı aktarmalı uçuş bulmak mümkün. Biz İstanbul Bangkok uçuşumuzu İran Mahan Havayolları ile yaptık.

Daha önce hiç uçmadığımız Majhan Havayolu’nda bizi cezbeden uçuş fiyatıydı. Dört yıl önce THY ile son derece yüksek fiyatla Bangkok’a uçmuştum. Uçak çok dolu idi orta sırada rahat olamayan bir yolculuk yapmıştım. Bu kez tam tersi oldu. Tahran’a kadar uçak dolu değildi, dört kişilik koltukta uyuyarak gittik. Uçaklar airbus ve çok rahat, yemekler ve servis oldukça memnuniyet vericiydi. Asıl bizi endişelendiren Tahran Havaalanı’nda 5 saatlik bekleme idi. Bu sürede Mahan Havayolları’nın kendi salonunda iki saat oturma izni var. Tahran Havaalanı temiz bir havaalanı sadece kadınların başlarını görüntüde örtmeleri gerekiyor. Uçağın Tahran Bangkok uçuşu altı saat sürdü ve zamanında ve rahat bir yolculuk ile Bangkok’a ulaştık.

Bangkok’ta iki havaalanı; Suvarnabhumi ve Don Mueang Havaalanları bulunuyor. Suvarnabhumi Havaalanı daha çok uluslararası uçuşlarda kullanılıyor. Önce Suvarnabhumi Havalananı’ndan şehir merkezine ulaşım yollarına bakalım. Birinci yol tren ile; Havaalanından Phaya Thai İstasyonu’na tren ile ulaşım buradan Skytrain veya metro ile otelinize ulaşabilirsiniz, bilet istasyondan alınıyor.  Skytrain ana caddelerin üzerinde yüksekten geçen iki hattı olan bir tren. Şehrin yeni bölgesindeki toplu ulaşım bu tren ile sağlanıyor.

Otobüsle ulaşım için S1 otobüsü ile  Suvarnabhumi’den Khaosan Caddesi’ne gidebilirsiniz. Otobüsler 7 Numaralı çıkıştan her yarım saatte bir kalkıyor 6.00-20.00 saatleri arasında.

Taxi ile havaalanından şehir merkezine ulaşılabilir, maliyeti 400 baht civarında olacaktır, ancak taksi şoförünün taksimetreyi açması için zorlamanız gerekecektir. Aslında en iyisi taksi şoförleri ile pazarlıkla uğraşmamak için Grap, yani Tayland’ın Uberi kullanın. Biz nerede ise hiç taksi kullanmadık Bangkok’ta. Yine de ihityaç duyarsanız aklınızda olsun.

Tayland’da ülke içi veya Uzakdoğu’da başka ülkelere uçuşunuz olacaksa Don Mueang Havaalanı’na yolunuz düşebilir. Bizim için aynı durum oldu. Gidişte Suvarnabhumi Havaalanı’na inerken  Myannmar’a Don Mueang Havaalanı’ndan uçtuk.

Don Mueang Havaalanı’nda tren veya metro ulaşım bulunmuyor. Otobüs veya taksi ile en yakın tren istasyonu Mo Chit’e ulaşılabilir. A1 otobüsü her 15 dakikada bir kalkıyor (7.30-23.30 saatleri arasında) ve 30 baht ücreti. Mo Chit İstasyonu’ndan sizi merkeze götürecek skytraine binebilirsiniz.

Yine havaalanından A2, A3, ve A4 otobüsleri ile doğrudan şehirde belirli merkezlere ulaşabilirsiniz. Ücreti 30-50 baht arasında.

Havaalanında taksiyle şehre ulaşım maliyeti 350 baht civarında olacaktır.

Bangkok içinde trafik çok yoğun ve kaotik olsa da, ulaşım  kolay. Skytrain ve metro ile tüm şehirde rahatlıkla dolaşılabiliyor. Toplu ulaşımın yanı sıra Uzakdoğu’nun geleneksel ulaşım aracı tuk tuk ile ucuza ve şehrin canlılığını hissederek dolaşabilirsiniz. Tuk tuk benim Uzakdoğu’da favori ulaşım aracım. Taksi de bir seçenek ancak taksi şoförlerinin taksimetre açmasını sağlamak ya da iyi pazarlık etmek gerek.

Bu arada Havaalanlarında ulaşımınıza yetecek kadar para bozdurmayı unutmayalım. Bangkok’ta her yerde ülke parası Baht geçiyor.

Konaklama

Bangkok’ta turistlerin konaklamada rahat edecekleri sekiz bölge bulunmaktadır. Sukhumvit, Siam, Silom, Pratunam, Chinatown,  Old City (Rattanakosin), Chao Phraya Nehri kıyısı  ve Chatuchak. Siam ve Sukhumvit ulaşım kolaylığı, alışveriş yerlerine yakınlığı ve yeme içme yerleri açısından en çok tercih edilen bölgeler. Söylemeye gerek yok her fiyattan ve kaliteden konaklama seçeneklerini booking.com veya Uzakdoğu için bazen daha uygun fiyatın bulunabileceği agoda.com dan rezervasyon yapılabilir.

Birçok ülke gezmiş ancak bugüne kadar hostelde kalmamıştım. Burada ilk kez bir hostelde kaldık. Bizim önceliğimiz Bangkok’a ulaşır ulaşmaz Myanmar Elçiliği’ne başvurup şehirde kalacağımız üç gün içerisinde Myanmar vizemizi almak idi. Silom bölgesinde, Myanmar Elçiliği’ne yakın bir hostelde kaldık. Hostel beklentimizin üzerinde temiz ve ulaşımı kolay bir yerdeydi. İki kişilik ve içerisinde banyosu olan bir oda ayırtınca otelden farkı kalmadı. Hostele gecelik iki kişilik oda için 27 dolar ödedik.

Gezelim Görelim

Chao Phraya Nehir Turu

İlk gün nehir kıyısı ile gezimize başladık. Bangkok’un içinden geçen Chao Phraya Nehri önemli bir çekim merkezi. Nehir Bangkoklular için ulaşımda kullanılan bir yol, turistler için de gezinti yolu. Üzerinde çok sayıda iskele bulunmaktadır.

Bangkok Daha önce Bangkok’ta bulunduğum için en uygun fiyatlı nehir gezisi konusunda deneyimim vardı. Nehir gezisi yapmak için birinci yol, küçük az sayıda kişi alan long tail adı verilen teknelerle nehir ve kanallar gezisi 1000 bahta mal oluyor. İkinci yol daha büyük bir tekne ile nehri başından sonuna gidip dönmek 40 gidiş, 40 dönüş 80 baht. Turist olarak iskeleye gittiğiniz an hemen bu  iki tekneye davet eden kişiler yaklaşıyor yanınıza, fiyatlar da makul görünüyor ve hemen tekneye binmek isteyebilirsiniz. Sakın bu yolu denemeyin.

Bangkok

Aynı iskeleden asıl Taylandlıların ulaşım amaçlı ve bilen turistlerin kullandığı tekneler kalkıyor, o tekneler ile hiç tekneden inmeden veya istediğiniz iskelede inerek 13 baht gidiş 13 baht dönüş fiyatı ile nehir turu yapabilirsiniz. Bizim İstanbul’da çingene vapurları ile turistik gezi yapmak gibi. 

Bangkok

İlk iskele Central Pier otelimize yürüme mesafesindeydi. İlk günkü tekne gezisi sadece çevremizi tanıma, halkla birlikte yolculuk yapma, iskeleleri tanıma amaçlıydı. Tekneden inmeden gidip döndük. 

Grand Palace ve Wat Phra Kaew

Bangkok

Bangkok’ta ikinci gün Büyük Saray ve tapınaklar günü idi.  Sabah ilk durak Central Pier’den tekneye bindik. Büyük Saray nehir kenarında dokuzuncu iskeleye yakın olduğundan bu iskelede inip saraya yürüdük.

Saraya giriş ücreti 500 baht, 8.30-15.30 saatleri arasında açık, kompleks 2 saatte dolaşılabilir.

İçeri girer girmez sağda bir binanın önünde uzun bir kuyruk gördük. Kuyruk saraya girmeye uygun kıyafeti olmayanlara kıyafet alma kuyruğu. Kıyafet için sadece deposit yatırıp çıkışta iade alınıyor. Bangkok’ta saray ve tapınaklara kısa etek, şort ve askılı kıyafet girişmesi yasak.

Büyük Saray (Grand Palace) Bangkok’ta görülecekler listesinde ilk sıralarda yer almaktadır. Büyük Saray  1782 yılında yapılmış ve kraliyet ailesi 1925 yılına kadar bu sarayda yaşamış. Günümüzde kraliyet ailesi Dusit Sarayı’nda yaşamaktadır. Büyük Saray önemli törenlerde kullanılmakta ayrıca bazı merkezi idari binalar da bu komplekste yer almaktadır.

Ayrıca çok gösterişli binalar, bakımlı bahçeler büyük avlular ve tapınaklar yer alıyor.

Bu alandaki en önemli tapınak Wat Phra Kaew diğer adı ile Emerald Buda Tapınağı. Tayland’ın en kutsal Budist tapınağındaki  Buda zümrütten yapılmış. Buradaki Buda yılda üç kez mevsimlere göre tören ile kıyafet değiştiriyor. Çok haşmetli ve etkileyici bir tapınak.

Wat Pho – the Temple of the Reclining Buddha

Wat Pho veya Yatan Buda Tapınağı Büyük Saray’in hemen güneyinde yer alıyor. Tapınakta 400 adet altın Buda bulunmakta, en çarpıcı Buda ise 46 metre uzunluğunda, altından yapılan yatan Buda mutlaka görülecekler arasında.

Bangkok

Wat Pho geniş bir alanda bakımlı bahçesi ve içerisindeki Buda heykeli sayısı ile etkileyici bir kompleks.

Bangkok

Burada içeride kapalı bölümlerde olduğu gibi koridorlar, bahçede her yerde 394  adet Buda sergilenmekte. Ülkenin birçok yerinden getirilen altın Budalar olduğu gibi bir bölümü de burada yapılmış. Her boyda heykellerin arasında en büyüğü 46 metre boyunda Yatan Buda  heykeli.

Ayrıca dini bir tören vardı. Budist rahipler koro ile ilahilerini okurken oradan ayrıldık.

Bangkok

Bu kutsal tapınakta video ile kısa bir gezinti yapabiliriz.

Tapınağın giriş ücreti 200 baht, 8:00-18:30 saatleri arasında her gün ziyaret edilebilir.

Wat Arun

Bangkok

Wat Pho Tapınağı’nın tam karşısında nehrin diğer kıyısında Bangkok’un en güzel ve en önemli Budist tapınaklarından biri Wat Arun yükseliyor. Wat Arun Budist tapınak ancak adını Hindu Tanrı Aruna’dan alıyor.  Burası da Bangkok’ta mutlaka görülmeliler arasında yer alıyor.

Wat Arun nehrin batı yönünde, sekizinci iskelenin karşısında ancak tekneler bu iskeleye uğramıyorlar. Wat Arun için sekizinci iskelede iniliyor, bu iskeleden sadece Wat Arun’a çalışan daha küçük tekneler ile karşı kıyıya tapınağa geçilebiliyor. Bu teknelerin ücreti düşük, gidiş dönüş 5 baht.

Bangkok Wat Arun’un mistik, görkemli, huzurlu ortamında zaman geçirip güneşi batırdık.

Wat Arun ve Wat Pho Tayland’ın sekiz adet olan birinci sınıf kraliyet tapınakları arasındadır. Bangkok gezisinde mutlaka görülecekler listesinde yer almalılar her iki tapınak da.

ChinaTown

Saray ve tapınaklar gezimizin sonunda güney yönüne giden tekneye binerek beşinci iskelede indik.

Bangkok

Amacımız Çin mahallesine gitmek idi. Çin mahallesi canlı hareketli ve görülmesi önerilen özel bölgelerden biri. İskeleden içeriye doğru yürüyerek mahalleye ulaştık.

Ana cadde kalabalık, hareketli, çok sayıdaki dükkanların yanı sıra sokakta yemek yiyecek yerler çok fazlaydı. Çin mahallesi ayrıca sokak yemekleri ile de ünlü.

Biz de Bangkok’taki bir akşam yemeğimizi Çin mahallesinde yemeği tercih ettik.

Yeni Şehir Siem Meydanı

Bangkok

Bangkok’un yeni ve hareketli bölgesi Siam Meydanı. Çok renkli Bangkok’da başka bir tat.

Bangkok

Siam zengin, ev fiyatlarının en yüksek, eğlence ve alışveriş merkezlerinin yoğun oldu yer.  New York 5. Avenue gibi. Bangkok’un zengin, modern yüzü. O bölgede Platinium ve Central World alışveriş merkezlerini hızla dolaştık.

Biraz sokaklarda yürüdük ve akşam yemeğimizi ilk kez sokakta yemeğe karar verdik. Burada yediğimiz yemek restoran fiyatının üçte biri idi. Kişi başına 80 baht ödedik. Yani en lüks semte bir akşam yemeğini sokakta yerseniz 2,5 dolara geliyor.

Yüzen Pazar

Üçüncü günümüzün programı yüzen pazar ile başladı. Bir gün önce otelden bu tur için rezervasyonumuzu yaptırdık. Tüm günlük tur fiyatı 500 baht. Sabah saat 7.10 da değişik ülkelerden turistlerin de olduğu bir minibüs otelden bizi aldı.

Bangkok Damnoen Saduak Floating Market Bangkok’ta en ünlü görülmesi gereken bir pazar. Bangkok’ta bazı yüzen pazarlara nehirden kanal turu alarak gitmek mümkün, ancak bölgenin en ünlü ve en büyük yüzen pazarı şehirden 90 km uzaklıkta ve kara yolu ile ulaşılabiliyor.

Bir saat süren bir kara yolu yolculuğu ile nehir kenarına ulaştık. Orada arabadan inerek long tail dedikleri 8-9 kişilik küçük teknelere bindik. Tekne dar kanallarda bir süre yol aldı ve pazar yerine ulaştı.

Bangkok Kanalın iki yanında tezgahlar yer alıyor, aynı anda teknelerdeki satıcılar da kanalda geziyordu. Kıyıda ve çok sayıdaki teknelerde her türlü şey bulunabiliyor. Kıyafetler, hediyelik eşyalar, ahşap oymalar, taze sebzeler ve çeşitli yiyecekler. Bu değişik ortamda epeyce dolaşıp, ufak tefek şeyler satın aldık. Bu yerel pazar turistlere yönelik olduğundan, fiyatlarda halk pazarlarından daha yüksek doğal olarak. Fiyatını sorduğunuz herhangi bir şey için satıcılar son derece yüksek bir fiyat söylüyor, siz kafanızı hayır diye sallayıp uzaklaşırsanız hemen hesap makinesini size uzatıp vermek istediğiniz fiyatı yazmanızı istiyorlar. İstediğiniz ürünü onların söylediği fiyatın en az yarısına veya üçte birine satın alabilirsiniz.

Bangkok Tur kapsamında daha sonra bir meyve bahçesine gittik. Orada aynı zamanda çeşitli aktiviteler yapmak mümkündü. Burada fillerle küçük bir tur yapabilirsiniz, timsahlarla veya kaplanlarla resim çektirebilirsiniz, tüfek ile atış yapabilirsiniz veya yeşillikler içerisinde çayınızı kahvenizi içebilirsiniz. Dönüş yolunda geleneksel ahşap oymacılığı yapan bir atölyeyi ziyaret ettik. 

Chatuchak Market

İster alışveriş tutkunu olun, isterseniz düşkün olmayın alışverişe yine de yolunuzu Chatuchak Market’ten geçirmenizi öneririm. Geniş bir alana kurulan pazarda ne ararsanız bulabilirsiniz. Otantik, yerel kıyafetler, biblolar, gıda ürünleri yanında taklit çok çeşitli ürünler. Üstelik fiyatlar da yüzen pazara göre daha ucuz. Oldukça kalabalık olan bu pazarda hiç aklınıza gelmeyen şeylerle eliniz kolunuz dolu çıkacağınızdan eminim. Pazarın girişinde büyük bir yeme içme alanında da ucuz atıştırmalıklar, yemekler tadabilirsiniz.  Kamphaeng Phet 2 Rd  adresinde yer alan bu özel pazar çarşamba-perşembe (7:00-18:00), cuma  akşamı 18:00-24:00, cumartesi-pazar (9:00-18:00) saatleri arası açık.

Thai Masajı

Tayland’da Thai masajı yaptırmadan dönülmez değil mi? Biz de son gün kendimize masaj hediye ettik. Dolaşırken çok yerde Thai masajı ve ayak masajı ilanları görmüştük. Fiyatlar 300 bahttan başlıyordu.

Fiyatları Türkiye’ye göre çok ucuz ancak hem hijyenik, hem de güvenilir bir yeri nasıl bulmalı sorusunun cevabını otele sorarak aldık. Myanmar Elçiliği’ne yakın “Health Land”. Binayı dışarıdan görünce lüks bir yer olduğunu anladık. İçeride güzel, şık döşenmiş, temiz sıcak bir ortam karşıladı bizi. Kapının girişinde kocaman bir panoya fiyatlar yazılıydı. En ucuz masaj 1500 bahttan başlıyor. Fiyatları görünce acaba biraz yüksek fiyatlı bir yere mi geldik diye düşündük.

Çevreme bakınırken, kibar bir kadın yaklaştı. Masaj yaptırmak istediğimizi, ancak panodaki masajların ikişer saatlik olduğunu, bizim bir saatlik masaj istediğimizi ve biraz da pahalı bulduğumuzu ifade ettim. Bayan bir dakika dedi ve başka bir katalog uzattı. Bu katalogda bir saatlik masajlar vardı ve fiyatlar 300 bahttan başlıyordu. Belki daha düşük fiyat beklentimiz olduğunu ifade etmesek, kapıda yazan fiyatlara razı olacaktık. Hemen anlaştık ve güzel bir masaj ile günü taçlandırdık. 

Yeme-İçme

Bangkok dünyanın en iyi sokak yemeklerine sahip şehri ilan edilmiş. Günün her saati, her köşe başında tezgahlarda değişik kokular, lezzetler görülüyor. Bu nedenle bu konu ayrı bir yazı konusu, bizim deneyimlerimizle birlikte Thai mutfağından söz ettiğim yazıyı linkten okuyabilirsiniz.

Tayland Sokak Lezzetleri

Son Söz

Bangkok’ta her yaş, gelir grubundan, farklı deneyimler yaşamak isteyenler farklı tatlar bulacaktır. Bizim için tarih, kültür, sokaklar ön planda idi. Büyük Saray, kutsal Budist Tapınakları ve yüzen pazar en çok ilgimizi çeken yerleriydi.

Diğer yandan şehir çok büyük, kalabalık, nehir kenarında yüksek lüks otellerin yanında eski kazıklar üzerinde evler görülüyor. Fakirlik ve zenginlik yanyana. Geniş caddeler ve alışveriş merkezleri şehrin bazı bölümlerinde yer alıyor. Şehir merkezinde ana caddelerin üzerinden geçen skytrain ile yolculuk yaparken, ne kadar hızlı ve rahat ulaşım aracı diye düşünüyorsunuz. Ancak aynı yolda aşağıdaki caddede yürürken şehrin görüntüsünü bozan, apartmanların üçüncü dördüncü katı gibi yükseklikte geçen trenin, şehrin dokusunu bozduğunu düşünüyorsunuz.

Tayland ülkeye girişte vize istemiyor. Turizmde çok yol kat etmiş. Dünyanın her ülkesinden çok sayıda turist var. Asıl ününü seks turizmi ile yapmıştı ancak sokaklarda her yaştan, her ülkeden turistler  görülüyor.

8 milyon nüfuslu ve dünyanın her yerinden turist çeken Bangkok’un son derece canlı gece hayatı var. Barlar, klubler neler neler… Bu konu başlı başına bir yazı konusu. Bu konuda yazıyı da Bangkok’ta gecelere akmış kişilerin detaylı yazması daha doğru.

Bu yazıda 3-4 gün Bangkok’ta gezecek ve ilk kez gelmiş  turistlerin öncelikle görmesi gereken yerleri kendi sıralamamıza göre yazdım. Bu genel Bangkok yazısının yeni ülkelere ilgi uyandırması dileğiyle…

‘Bangkok Şehir Turunu’ Trip Advisor güvencesi ile aşağıdaki linkten alabilirsiniz.

 

Visits: 0

Kayaköy Gezi Rehberi: Hayalet Köy

Kayaköy Muğla’nın Fethiye ilçesine bağlı antik çağlardan kalan bir miras. Bu topraklarda yaşayanlardan M.Ö. 3. yy’dan lahitler, kaya mezarları, kalıntılar günümüze ulaşmış. Likya Uygarlığı’nın Karmylassos şehrinin üzerine kurulmuş Kayaköy.

Bu topraklardan Likya Uygarlığı, Büyük İskender, Romalılar geçmiş. 1284 yılında Menteşe Oğulları’nın hüküm sürdüğü topraklar, 1424 yılında Osmanlı hakimiyetine girmiş.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde 19.yy ikinci yarısında azınlıklara verilen toprak ve vergi avantajları ile Rumlar buraya gelip güney Ege’nin en büyük Rum köyünü kurmuşlar.

Bugün Fethiye’de en çok ziyaret edilen ören yerleri arasında yer alan Kayaköy’de ne Likyalıların ne Romalıların izlerini arıyoruz. Bu ören yerinde bizi karşılayan 100 yıla yakın süredir kimsenin yaşamadığı, çatısız, kapısız, penceresiz, sadece taş duvarları ile hüzünlü, ıssız, terkedilmiş, bir hayalet köy.

Kayaköy

19.yy’da Rumlar, kurdukları ve yaşadıkları bölgeyi Levissi Köyü, Türkler de Kayaköy olarak adlandırmışlar.

Türkler ve Rumlar bu topraklarda komşuluk etmişler. Dağın yamacında eğimli bölgeye yerleşen Rumlar zanaat, bakırcılık, kalaycılık, marangozluk ve ticaretle uğraşıyorlarmış. Ovaya yerleşen Türkler de tarım ve hayvancılık faaliyetlerinde bulunuyorlarmış. Bu komşuluk uzun yıllar devam etmiş, ta ki 1923 yılındaki mübadeleye kadar. Mübadele kararı ile Rumlar kalplerini doğup, büyüdükleri bu topraklarda bırakarak ayrılmak zorunda kalmışlar. Kayaköy’e köy desek de belde zengin ve nüfusu kalabalıkmış, Osmanlı kayıtlarına göre 1912 nüfusu 6500 olarak geçmektedir. Kayaköy’den ayrılan Rumlar, Kayaköy’ün adını yaşatmak için Yunanistan’da yerleştirildikleri bölgeye de Nea Levissi‘yi (Yeni Kayaköy) adını vermişler. Rumların yerine yerleştirilen Batı Trakya’dan yine mübadele ile gelen Türklerin bir kısmı bölgeye yerleşmiş ancak daha sonra dağın yamacından ovaya inmişler veya başka bölgelere göç etmişler. Böylece tarihi alan tekrar terk edilmiş ve sahipsiz kalmış. Nerede ise 100 yıldır yaşam olmayan terk edilmiş alan bugün korumaya alınmış müze olarak ziyarete açılmış.

Korumaya alınmış dedik ise restorasyon, düzenleme beklemeyin. O gün bugün çivi çakılmamış. Ziyaretçiler yaşam olmayan, büyük ölçüde tahribat görmüş taş evlerin, okulların, hastanelerin, dükkanların yer aldığı hayalet şehrin sokaklarında hüzünle dolaşabiliyorlar.

Ulaşım

Kayaköy Fethiye merkeze 14 km uzaklıkta, özel araçla Fethiye içinden veya Ölü Deniz üzerinden 25 dakikada ulaşabilirsiniz. Yine Fethiye’den ve Hisarönü’nden sık kalkan minibüslerle kolay ulaşılmaktadır.

Kayaköy’ü Gezelim

2020’de Kasım ayında güzel bir sonbahar sabahında gezdiğimiz Kayaköy’ü birlikte dolaşalım.

Biz sonbahar keyfini yaşamak için kaldığımız Köyceğiz’den bir günümüzü Kayaköy ve Ölüdeniz için ayırdık. Öğlene doğru Kayaköy’e ulaştık. Kayaköy  2-3 saatte gezilebiliyor. 

Kayaköy ören yerinin hemen girişindeki düzlükteki kafeler ve restoranlarda sadece köyün manzarasını karşıdan izleyip oturabilirsiniz. Köy manzarasına hakim kafe ve restoranlarda çay, kahve içip, gözleme veya yemek yiyebilirsiniz.

Kafelerin olduğu alanda fayton, at veya deve ile şüphesiz asıl terkedilmiş yamaçtaki köyde değil civarda tur atabilirsiniz.

Ancak madem terkedilmiş şehre geldik, biz bu şehrin insansız, sessiz, hüzünlü sokaklarında dolaşıp,  panoramik manzarasını görmeliydik.

Kayaköy daha önceki yıllarda serbestçe dolaşılırken, artık bir ören yeri. Yamacın eteklerinde doğudan ve batıdan iki yönden müze kart ile ücretsiz veya 10 TL ile giriş yapabilirsiniz. Kayaköy’ü yaz döneminde (1 Nisan-1 Ekim) 09:00 – 20:00, kış döneminde (1 Ekim-1 Nisan) 8.30-17.30 saatleri arasında haftanın her günü ziyaret edebilirsiniz.

Biz doğu tarafından Panayia Pirgiotissa Kilisesi (Aşağı Kilise) yönünden giriş yaptık. Mutlaka en tepedeki şapele çıkıp, hem köyün tüm manzarasını hem de Ölüdeniz yönünü görmelisiniz diyerek bizi yönlendiren Müze görevlisine teşekkürler. 

Girişte sağda Panayia Pirgiotissa Kilisesi karşılıyor. Dış duvarları sağlam, çatısı kapalı, yıkık duvarlı evlere göre iyi konumda görünen kilisenin kapısına doğru yöneldik, ancak koca bir kilit kapamıştı kapıyı.

Köyde bulunan iki kilise de kilitli ziyaret edilemiyor. Aşağı kilise köydeki tüm binalara göre en iyi konumda olanı, nedeni ise 1960 yılına kadar cami olarak kullanılması imiş. Ancak şu anda içeriye girilemiyor.

Taxiarhis Kilise’si (Yukarı Kilise) ise şehrin merkezinde  bulunuyor. İçeriye giriş yasak, ancak yıkık duvarların arasından girilebiliyor.

Köyün dar taş sokaklarından yukarıya doğru tırmanmaya başlayabiliriz.

Dağın yamacına yerleşen, evler hepsi güneş görecek, birbirinin görüntüsünü kapatmayacak şekilde planlanmış. Köyde bazı kaynaklar 1000, bazıları 2000 ev olduğunu yazmakta ise de, müze broşürüne göre 350-400 var, evler 50 metrekare büyüklükte, iki katlı, birinci katı genellikle ahır veya kiler olarak kullanılıyor, üst katı bir veya iki odadan oluşuyormuş. Evlerin içinde ocak bulunuyor, çatılardan oluşturulan sistem ile yağmur suları sarnıçlarda biriktiriliyormuş. İçme suyu ise köydeki iki çeşmeden sağlanıyormuş. Evlerin ahşap çatıları, kapıları ve pencereleri doğanın tahribatı ve zamana karşı koyamamış. 1957 yılında yaşanan depremin yanı sıra, define arayanların tahribatı ile  bugün nerede ise sadece taş duvarları kalmış, kapısız, bacasız, harabe evlerin avlularından, ocaklarından, yollarından incir ağaçları çıkmış. Ocağına incir ağacı dikilmesi atasözümüz burada anlam bulmuş demek ki. Ocak tütmeyince incir ağaçları sarıyormuş ocakları, evleri.

Köyde kızlar ve erkekler için ayrı iki okul, hastane, eczane, gümrük binası, dükkanlar bulunuyormuş. Bugün sadece yarım duvarları kalmış rüzgara karşı iki yel değirmeni bulunuyor.

Aşağı Kilise’ye yakın kapıdan girip sağ taraftaki tepeye bakınca göreceksiniz, en yüksek noktadaki şapeli. Aşağıdan bakınca tırmanmak gözünüzü korkutmasın. Taş kaplı sokaklardan yumuşak bir tırmanış ile şapele ulaşabilirsiniz.

KayaköyKöyde 14 şapel varmış, en yüksek noktadaki bu şapel  de bakımsız durumda beklendiği gibi.

Ancak tepenin panoramik görüntüsü nefes kesici. Çıktığınız yönde terk edilmiş şehir ayaklarınızın altında uzanmakta.

Kayaköy

Diğer yönde ise sürpriz bir manzara var. Yamaç aşağı yeşilliklerin bittiği noktada masmavi Ölü Deniz Yönü Manzarası.

Kayaköy

Hayalet köyün evlerinin baktığı ovada bugün yaşam sürüyor.

Kayaköy

Kayaköy, UNESCO tarafından Dünya Dostluk ve Barış Köyü olarak kabul ediliyor.

1988 yılında Muğla Belediyesi Mimarlar Odası ve Türk-Yunan Dostluk Derneği’nin ortak projeleriyle Kayaköy Barış ve Dostluk Köyü olarak ilan edilmiş.  Hayalet köy bu tarihten itibaren 3. derece kentsel ve arkeolojik sit alanı olarak koruma altına alınmıştır.

Bu arada bu etkileyici doku Hollywood film yapımcılarının da ilgisini çekmiş, 2014 yapımı Russel Crowe’nun başrolünü oynadığı, Yılmaz Erdoğan ve Cem Yılmaz’ın da rol aldığı, Türkçeye Son Umut olarak çevrilen  ‘The Water Diviner’ filminin bazı sahneleri Kayaköy’de çekilmiş.

Yeşilçam Sinemasının korku filmi seven yönetmenlerinden de Hayalet Köyü film platosu olarak kullananlar olmuş.

Kayaköy Hayalet Köyü gezenler, yakın mesafede iki yeri daha ziyaret edebilirler. Af Kule Manastırı sadece üç km uzaklıkta, ancak patika yolda tırmanmayı göze almak gerekiyor, yine Gemile Koyu 6 km uzaklıkta. Yeşil ve mavinin bütünleştiği bu koy da bu kadar yakında iken görülebilir.

Bize sorarsanız, biz bu iki özel yere zaman ayıramadık, Kasım ayında Ölü Deniz’de deniz keyfi yapmayı tercih ettik.

Muğla ve Fethiye Türkiye’nin en çok turist çeken yerleri arasında ilk sıralarda. Gezmeyi sevenlerin her durumda buralarda görecekleri tarihi yerler, yürüyecekleri rotalar, yüzecekleri denizler, tırmanacakları dağlar olacaktır. Çok bir şey söylemeye gerek yok ister Kayaköy’de konaklayıp, isterseniz, Fethiye, Köyceğiz, Dalyan hatta Akyaka, Marmaris daha sayamadığım birçok yerde konaklasanız dahi yolunuzu Kayaköy’den geçirmeniz son derece kolay. Böylesine güzel yamaçta, yeşillikler arasında panaromik ve özenle inşa edilmiş evlerin terkedilmiş. insansız, hüzünlü kaderini görmeye ve öyküsünü dinlemeye değer.

Kaynakça:

http://www.marmaracografya.com, Yrd. Doç. Dr. Recep BOZYİĞİT, Dr. Tahsin TAPUR, Güneybatı Anadolu’da terkedilen bir yerleşim merkezi:Kayaköy,2010

www.kulturportali.gov.tr/turkiye/mugla/gezilecekyer/kayakoy

https://muze.gov.tr/

Visits: 0

Sagalassos Gezi Rehberi: Torosların Kucağında Bir Antik Kent

Sagalassos

Sagalassos, Anadolu’daki Roma dönemine tepelerden bakan bir antik kent… Her anlamda… Son dönemlerde özellikle antik kentlerle ilgili gezginler arasında sıkça adının geçmesi, diğer antik kentleri kıskandıracak bir ün kazandırdı Sagalassos’a. Öte yandan Toroslarda yaklaşık 1600 metre yükseklikte bulunması da kelimenin tam anlamıyla tepelerden bakan bir yer haline getiriyor bu kenti.

Ulaşım

SagalassosSagalassos, Burdur’un Ağlasun İlçesi’ne 7 km uzaklıkta bir yer. Antik dünyada Pisidia denilen bölgenin en önemli merkezlerindenmiş burası. Antalya-Burdur-Isparta arasında Doğu Torosların yamacında kurulmuş bir kent; yaklaşık 1600 metre yükseklikte… Antalya’ya 100 km, Burdur ve Isparta’ya 40 km mesafede olan Sagalassos’a kendi imkanlarınızla ulaşacaksanız en iyisi Burdur’dan Ağlasun otobüslerine binmeniz. Ama Ağlasun’dan sonrası tamamen size kalmış… Sagalassos haftanın her günü açık; 15 Nisan-2 Ekim tarihlerinde 08.30-19.00 saatleri, 3 Ekim-14 Nisan arasında 08.30-17.30 saatlerinde ziyaret edilebilir, giriş 12 TL, müze kartlarına ücretsiz. Ancak Sagalassos’un muhteşemliğini görmek için Burdur Müzesi’ne de gitmeli, kentten çıkarılan eserlerin asılları orada sergilenmekte. Özellikle Heroon’un dans eden kızları ve güneş saati kaçırılamayacak eserler.

Sagalassos
Tarihçesi

Yazıya başlarken Roma dönemi dedik ama Sagalassos’un geçmişi Paleolitik döneme kadar gitmekte; Doğu yakasında 120.000 yıllık paleolitik izlere rastlanılmış. Ama esas ilk yerleşim Geç Neolitiğe tarihlenmekte; MÖ 6500’lerden kalan yerleşim izleri daha çok batı yakasında görülmekteymiş. Zaten Sagalassos’un hemen yamacında bulunan Hacılar Höyüğü, Anadolu Neolitiği için çok önemli bir merkez.

Sagalassos

Sagalassos’ta bulunan seramiklere bakılırsa Geç Bronz dönemde, MÖ 2300’lerde buralar Hint-Avrupa kökenli Luvi Krallığı’nın bir parçasıymış. Luvi’ler gayet gizemli bir halk; Anadolu’nun yerlilerinden sayılıyorlarsa da haklarında pek de fazla bilgi bulunmuyor. Hititlerin MÖ 1400’lerde bahsettiği Salawassa Kalesi’nin Sagalassos’un atası olduğunu düşünenler var ama henüz ispatlanmış bir bilgi değilmiş bu. Gerçi Luvi isminin Hititlerden geldiği de iddialar arasında; Hitit dilinde Luvi, ‘ışık insanı’ demekmiş.

Sagalassos daha sonra bölgeyi ele geçirenlerin hakimiyetinde salınıp durmuş. Anadolu’da Frigya ve Lidya egemenliğinden nasibini alan Sagalassos, MÖ 645’te Akamenişlerin Lidya’yı ele geçirmesinden sonra Pers hakimiyetine girmiş. Bu dönem Sagalassos savaşçıları ile ün salmış.

Sagalassos Sagalassos’ta her dönemden objeler, eserler, çanak çömlekler var ancak bugün Sagalassos diye bildiğimiz her şey Helenistik ve Roma döneminden kalma… İşte Helenistik dönemin simge ismi Büyük İskender MÖ 333’te buraları fethedince Pers hakimiyeti de sona ermiş. Büyük İskender’den geriye kalan kentin karşısındaki tepeye verilen isim: İskender Tepesi… Dönem tarihçisi Flavius Arrianus, İskender’in burayı fırtına gibi alışını anlatmış ve ‘pek de küçük bir yer değil’ diye tarif etmiş ama arkeolojik veriler o dönem buranın hallice bir kasaba olduğu yönünde. Zaten Büyük İskender’in fırtınalığı da tartışmalı; malum, o kadar uğraşıp didinip Termessos’dan püskürtülen Büyük İskender bir de edepsizleşip Termessos etrafındaki zeytinlikleri de kesip atıyor: Çevre düşmanı Büyük İskender… İşte bu Fırtına İskender, o hırsla Sagalassos’a saldırıyor ama burayı da zar zor alıyor.

Sagalassos Sonuçta Büyük İskender, Sagalassos’tan da, bu dünyadan da çabucak geçip gidiyor ama Sagalassos Helenistik dünyaya adım atmış oluyor. Daha sonra Psidya’ya egemen olan çeşitli hanedanlar Sagalassos’a da damgasını vuruyor. Büyük İskender erkenden ölünce aslında her biri küçük birer Büyük İskender olan hırslı komutanları toprakları paylaşma derdine düşüyor. Asya’daki büyük ordunun başına geçen Antigonoslar bir süre bu bölgeyi idare etseler de sonunda Seleukos hanedanı Psidia’da dahil tüm Anadolu-Suriye’ye hakim oluyor. Bu arada küçüklü büyüklü Helenistik Krallıklar da boy göstermekte. Bunlardan biri de Bergama’nın kurucuları Attoloslar. İşte hepsi Sagalassos’tan gelip geçiyor sırayla; Antigonoslar MÖ 321-281, Seleukoslar MÖ 281-188, Attoloslar MÖ 188-133… Ama Attoloslar zaman içinde Büyük İskender sevgisi yerine Roma sevgisi geliştiriyorlar ve III Attolos öldükten sonra ülkesini Roma İmparatorluğu’na bırakıyor. Ama Romalılar buraları hemen sahiplenemiyorlar; önce Pontusların hükümdarı Mitrades ile uğraşıyorlar. Bu karışıklıkta Galatyalı Amyntas bölgeye hakim oluyor.

Sagalassos Sagalassos’un komşusu Kremna’nın Kremna Gezi Rehberi: Uçurum Çiçeği öyküsünü anlatırken Galatyalı Amyntas’a değindiğim için burada tekrar anlatmayayım; sonuçta Roma eyaleti haline gelen bölgeye İmparator August ile Roma İmparatorluğu hakim oluyor. İşte Sagalassos’un esas hikayesi o zaman başlıyor. Bugün Sagalassos’ta hayran hayran baktığımız çoğu eser o dönemden kalma.

İmparator August ile şehrin çehresi de değişiyor. Helenistik dönemde başlayan çömlekçilik yeni tarzlar, yeni stillerle kendine özgü bir tarza ulaşıyor; kırmızı sırlı çanak çömlek öne çıkıyor. Şehrin doğu yakası çanak çömlekçilerin yanında, diğer zanaatkarlarının da toplandığı bir merkez oluyor. Antik Grek kent devletlerine benzer bir düzenlemeye giden Sagalassos yükselirken, yakın komşusu Düzen Tepe yolun sonuna geliyor. August döneminde büyük sıçrayış yapan kent, barış ortamında yatırımlar, vergi reformu gibi değişikliklerle zenginleşiyor, nüfus artıyor.

Sagalassos Roma döneminin zenginliklerini iyi kullanan kent, Psidya’nın en önemli merkezi haline geliyor. Romanın gezgin imparatoru Hadrian, burayı kültür ve sanat merkezi olarak belirleyince şehir iyice serpiliyor, güzelleşiyor; Apollo Klarios Tapınağı, Hadriyan Çeşmesi, Hamam, Neon Kütüphanesi bu dönemin eserleri… Hadrian burayı Neokoros merkezi de yapıyor. Tapınak bekçisi anlamına gelen Neokorosluk hakkı Roma tarafından veriliyor ve şehirler imparator adına tapınak yapıp içine imparator ve ailesinin heykelleri konuyor. Böylece Psidia’nın dinsel merkezi de olan ve Roma kimliğiyle parlayan Sagalassos, İmparator Hadrian döneminde sınıf atlıyor; Anadolu’yu en az üç defa gezen Hadrian, kenti Likya-Pamfilya Eyaletine katmış, Psidia’nın birinci kenti yapmış.

SagalassosŞehrin kalkınmasında Roma İmparatorlarının katkısı olmuş ama asıl Sagalassos’un zenginleri şehri ihya etmiş. Özellikle Titus Flavius Severianus Neon Sagalassos’a damgasını vurmuş; şehirdeki bir sürü anıtta kendisinin adı ve parası var.

Pax Romana’nın son imparatoru Marcus Aurelius döneminde şehirde imar faaliyetleri artmış. Hamam ve şehrin AVM’si sayılabilecek Macellum yapılmış, tiyatronun yapımına başlanmış. Daha sonra 4.yüzyıl başlarında Roma İmparatorluğu’ndaki çalkantılar Sagalassos’u da etkiliyor ve Psidiya’daki önemi azalıyor. Bu dönemde kent Hristiyanlığı kabul ediyor ve kentte farklı bir yapılaşma dönemi başlıyor.

Bu dönemde İsauralıların baskın ve yağmaları şehri canından bezdirmiş. 5 ve 6. yüzyılda burada 8 kilise inşa edilmiş olsa da artık eski tadı kalmamış, dönemine damga vuran kırmızı sırlı çanaklar bile üretilmemeye başlamış. Bir de 6. ve 7. yüzyıllara ortalığı yıkıp deviren iki deprem ve 541’deki veba salgını olunca Sagalassos’un kolu kanadı kırılmış. Küçülerek de olsa hayatını sürdüren şehir halkı, Antoninus Pius Tapınağı’nın yerine yapılan kaleye sığmış. Burada yerleşim, tarıma dayalı olarak yaklaşık 13. yüzyıla kadar sürmüş.

Sagalassos Roma döneminde parıl parıl parlayan Sagalassos, 13. yüzyılda Selçukluların bölgeye hakim olmasıyla unutuluyor. Selçuklular, İskender Tepesi’ndeki kaleyi yıkıp Ağlasun’u yerleşim merkezi yapıyorlar. Sagalassos unutuluşun derin uykusuna yatıyor; ta ki Paul Lucas tarafından 1706’da bulunup 1824’te F.V.J.Arundell tarafından buranın Sagalassos olduğu belirlenene kadar. 1984-1986 Psidya Projesi ile üzerindeki kalın toz tabakasından temizlenen kent, 1989’da Kültür ve Turizm Bakanlığı katılımıyla Katholieke Universiteit Leuven’den Marc Waelkens tarafından başlatılan kazılarla yavaş yavaş ortaya çıkarılıyor.

Sagalassos Görülecek Yerler

Sagalassos’a girdiğiniz yol aslında kenti ortadan ikiye bölen bir eksen verecek size. Bu yolu üst tarafı Yukarı Agora, alt tarafı ise Aşağı Agora olarak ayrılmış. Genelde görülecek yerler bu eksen etrafında toplanmış. Girişten düz yürürseniz Hadrian Nymphaeum’a varacaksınız. Hemen üstünde ise Odeon yer almakta.

Sagalassos

Aşağı Agora tarafına döndüğümüzde öncelikle İmparatorluk hamamını göreceksiniz. Daha sonra Apollo Klarios üzerine yapılan basilikaya gelip Tiberian Kapısı’ndan Aşağı Agora’ya ulaşacaksınız. Oradan uzanan sütunlu cadde ise sizi Antoninus Pius’a adanan tapınağa götürecek. Sol tarafınızda ise şehrin pazarı denebilecek Macellum bulunmakta.

Yukarı Agora’ya doğru sağa saparsanız yol boyunca sağınızda şehrin yerleşim bölgesi size eşlik edecek. Takip ettiğiniz yol bir noktada ikiye ayrılıyor. Sağ tarafa yönelip yokuş yukarı çıkarsanız Helenistik Çeşme, Neon Kütüphanesi, daha ilerde ise Tiyatro yer almakta.

Sagalassos Sola kıvrıldığınızda ise, Sagalassos’un en muhteşem kısmına; Antonine Nymphaeum’a ulaşacaksınız. Biraz yukarısında Heroon, çevrede ise Bouleuterion denen halk meclisi binası, Baş Melek Mikail Basilikası ve Dor Tapınağı’nı göreceksiniz. Ayrıca şehrin çevresinde çeşitli mezar alanları, çömlek evleri bulunmakta. Şehirde iki önemli çömlek atölyesi ortaya çıkarılmış. Biri MS 1-5 yüzyıl arasında kaliteli keramikler üretirken diğeri MS 5-6 yüzyıllarda figürinler, lambalar, mataralar üzerine yoğunlaşmış. Öte yandan şehrin doğu kısmında en az elli odalı kent konağı bulunmakta.

Sagalassos Tabii, bunların hepsi taşıyla, kiremitiyle dimdik karşınızda durmuyor, bazı yerler restore edilmeyi bekleyen taş yığını olarak duruyor ama restore edilenler bile ne kadar görkemli bir şehir olduğunu anlamamıza yetiyor. Ama biz şimdi restore edilen ve Sagalassos denince aklımızda canlanacak beş yeri gezelim. Diğer kısımlar, yazımızın en sonuna eklenecek; meraklısına hitaben…

Yukarı Agora-Antonine Nymphaeum-Cladius Kapısı

Sagalassos Sagalassos’un en göz alıcı yeri olan bu çeşme, İmparator August döneminde yapılan bir çeşmenin üzerine MS 160-180 arasında yedi farklı taştan yapılmış. Yukarı Agora’nın kuzey ucunda bulunan bu çeşme, süslemeleri, işlemeleriyle çok görkemli duruyor. Dönemin parıltısını yansıtan çeşme, 28 metre uzunluğunda, 9 metre yüksekliğinde olup su teması temel alınarak yaklaşık 4,5 metreden dökülen minik bir şelaleyle taçlandırılmış ve çevresi heykellerle süslenmiş. Sagalassos’un en hayırsever ailesi Titus Flavius Severianus Neon ve eşi tarafından yaptırılan çeşmenin her iki başında devasa boyutlardaki sarhoş Dionysos ve ona destek olan Satyr heykelleri, buranın Dionysos kültüne atfen yapıldığının kanıtıymış.

Sagalassos

Bu heykeller, Afrodisias’ta yapılmış, ince işçilik taşıyan eserlerden. Bu heykellerin asılları Burdur Müzesi’nde; burada sadece bir tanesinin replikası bulunuyor, sağ tarafta duran bu replika genel havayı anlamamızı sağlıyor. İki devasa heykel arasında, soldan başlayarak Nemesis, Apollo, Asklepios ve Koronis heykelleri bulunmakta. Bu heykeller 4 ve 5. yüzyıllarda Neon ailesine ait başka yerlerden getirilip havuza yerleştirilmişler. Hristiyanlık döneminde ise çok tanrılı bir hayatı temsil ettiği için devrilip havuza atılmışlar. Sadece adalet ve intikam tanrıçası Nemesis heykeline dokunmamışlar; gerçi o da 600’lerdeki depremde yıkılmış. Ama bunların da asılları Burdur Müzesi’nde. Sırf bu heykelleri görmek için bile Burdur Müzesi’ne gitmeye değer. Sagalassos’ta karşınızda duranlar replikaları. Ola ki çeşmeden su içmeye kalkarsanız, yanınıza yörenize dikkat edin; buradan kiminle su içilirse onunla müthiş bir aşk yaşanırmış diye rivayetler dolanmakta…

Sagalassos Antonine Çeşmesi’nin de bulunduğu Yukarı Agora kentin kalbi konumunda. Helenistik dönemde bu meydan şehrin siyasi merkeziymiş; kentin erkekleri ne olacak bu memleketin hali, muhabbetini döndürmek için burada toplanırlarmış. O nedenle meclis binası da Yukarı Agora’ya hakim bir yerde kurulmuş. İmparator August ile birlikte Yukarı Agora’nın çehresi de değişmiş; taşlar döşenmiş, etrafı sütunlu bölmelere ayrılmış. Bu işin yükünü Sagalassos’un önde gelen kişileri üstlenmiş, karşılığında da alanın dört tarafına dört onursal sütun dikilerek üzerine de bu hayırsever kişilerin bronz heykelleri konmuş. O dönemde şehre önemli katkıda bulunanlara Roma vatandaşlığı verildiği için hayırseverlik yarışına katılanların heykelleri zaman içinde tüm alanı doldurmuş.

Sagalassos Ancak 5. yüzyıldaki deprem bütün imparatorların, valilerin, şehrin önde gelen kişilerinin heykellerini yerle bir etmiş. 6. yüzyıldan itibaren meydanda heykeller falan kalmamış, bir zamanların siyasi tartışmalarının yankılandığı alan satıcıların bağırışları, müşterilerin pazarlık telaşı ile dolmuş.

Sagalassos Döneminin idari binaları, tapınakları ile çevrili Yukarı Agora’ya güneybatı ucundaki bir anıt kemerden gireceksiniz. Burası MS 37-41’de Caligula’ya ithafen yapıldığı ortaya çıkmış. Anıtın kaidesinde ‘Darius’un oğlu Kalkiles yaptırdı’ yazmakta; Kalkiles ise şehrin önde gelenlerinden olan ve heykeli Agora’daki kaidelerin birinde duran Ellagoas’ın torunuymuş. Bu aile, Roma vatandaşlığı kazanan ilk aileymiş.

Sagalassos Kemer Caligula’ya ithaf edilmiş ama kendisi ölür ölmez hemen adı anıttan silinmiş. Çünkü Caligula bildiğiniz çatlak, hem de en psikopatından. Düşünün; hakkında söylenebilecek en hafif şey, sevdiği atına saray yaptırması… Kız kardeşleriyle yaşadığı ensest ilişkiler, bir kız kardeşi hamile kaldığında karnındaki çocuğunun tanrı olduğunu düşünüp kardeşinin karnını yarmalar, kız kardeşi ölünce onu tanrıça ilan etmeler… Ne ararsan var. Ama renkli bir kişilik tabii; bütün Roma’nın dört gözle beklediği festivallere yok Apollo, yok Zeus, hızını alamayıp Afrodit kılığında falan da katılmış. En sonunda zıvanadan çıkan askerleri tarafından öldürülmüş. Öldürülür öldürülmez de anısı lanetlenip, her taraftan ismi silinmiş. Caligula’nın hayatını Tinto Brass filme almış; oradan anlayın Caligula’nın durumunu… Neyse Caligula ölünce Sagalassos’taki kemer bir sonraki imparator Cladius ve kardeşi/Caligula’nın babası Germanicus’a ithaf edilmiş. Durum, hemen kemerin yazıtına işlenmiş. Yazıtın diğer tarafında da askerlikle ilgili süslemeler konmuş. Bu kemer, Anadolu’daki kemerler içinde Roma zafer taklarına en benzeyenlerindenmiş. Restorasyonu tamamlanan kemerin tam karşısında da başka bir kemer bulunmakta.

Hamam

Sagalassos İmparator August döneminde Sagalassos’ta yapılan hamam, Anadolu’daki hamamların en eskisi olarak kabul edilmekteymiş. Bu hamam daha çok Güney İtalya hamamları tarzındaymış. Bunun bir açıklaması olarak, hamamın o dönem Sagalassos’a yerleştirilen İtalyan askerlerinin etkisinden bahsedilmekte, askerler hamamda kendilerini yabancı hissetmesin demişler herhalde…Daha sonra Hadrian döneminde Sagalassos’un statüsünde olan değişiklik nedeniyle daha geniş bir hamama ihtiyaç duyulmuş. Eski hamamın üzerine, 40 yıllık sürede yapılıp 165’de tamamlanan hamamda Roma betonu kullanılmış ve duvarların kalınlığı yer yer 4 metreyi buluyormuş. Sagalassos’taki en büyük bina olan hamam iki katlı olup içinde zengin bir dekorasyon hakimmiş. Hamam içindeki tabanı mozaik döşeli 25X18.5 metre boyutundaki İmparatorluk Salonu ise törenlerin, spor karşılaşmalarının yapıldığı, ödüllerin verildiği bir yermiş. Kadınlar ve erkekler için ayrı bölümler ve her bölümde soğukluk, ılıklık, sıcaklık odalarının olduğu hamamda soyunma odaları, buharlık ve havuz mevcutmuş.

Sagalassos Salon kenarlarında dev boyutlarda imparator ve eşlerinin heykelleri yerleştirilmiş. Hamam 400’lerde restore edilmiş. Hristiyanlıkla beraber heykellerin de akibeti değişmiş; Hristiyanları öldüren bir toplumun liderlerinin heykellerini karşılarında görmek istemeyen Sagalassoslular heykellerin bulunduğu nişleri yirmişer kişilik havuzlara dönüştürmüşler, heykeller de hamamın soğukluk kısmına taşınmış.

Mesela Hamamın soğukluk kısmındaki havuz yıkıntısı içinde Hadrian’ın heykelinin parçaları bulunmuş. Ayrıca bir heykelin bacak kısmı da burada çıkmış. İmparatorluk kültü çerçevesinde İmparator Hadrian, karısı Vibia Sabina, İmparator Antoninus Pius, eşi Faustina ve İmparator Marcus Aurelius heykelleri bir zamanlar Hamamın bu görkemli salonuna tanıklık etmişler. Bugüne kalanlar ise Burdur Müzesi’nde bizleri beklemekte.

Heroon

Sagalassos İlk İmparator Augustus döneminde bilinmeyen bir hayırsever tarafından inşa edilen Heroon’un en dikkat çekici yanı, etrafını süsleyen ve asılları Burdur Müzesi’nde sergilenen dans eden kızlar figürü; üç cepheyi saran 1,20 metre yükseklikteki bu frizde 14 genç kız yüzyıllardır dans edip durmakta…Heroon’lar bir kahraman adına yapılan anıtlarmış. 7.80X8.50 metrelik bir altlığa sahip, 15 metre yüksekliğindeki yapının kim tarafından yaptırıldığı, hangi kahramana ait olduğu bilinmese de hemen yanında bulunan baş heykeli şaşılacak kadar Büyük İskender’e benzemekteymiş. Ama zamanlar tutmuyor tabii. Heroon, ileriki dönemlerde surlarla birleştirilip gözetleme kulesi olarak kullanılmış.

Neon Kütüphanesi-Helenistik Çeşme-Antik Tiyatro

Yukarı Agora ile Tiyatro arasındaki yolun yarısında bulunan Kütüphane MS 120’lerde İmparator Vespasian döneminde Titus Flavius Severianus Neon tarafından, Roma vatandaşlığı kazanması üzerine yaptırılmış; o dönemden kalan, arka duvarın alt kısmıymış. Burada heykeller için nişler ve bir yazıt bulunmaktaymış. Daha sonra yapısal sorunlardan dolayı MS 200’lerde salon küçültülmüş. O dönem şehrin her tarafından görünen Kütüphane’yi sınırlandıran sadece önündeki Çeşmeymiş. Ama 4. Yüzyılda yapılan bulvardan sonra Kütüphane gözlerden uzak olmuş.

Sagalassos Kütüphane 11.80 metre uzunluğu, 9.90 metre genişliğinde tek odadan oluşmakta. Yerde İmparator Julianus dönemine ait siyah-beyaz mozaik döşemeler mevcut; ortasında ise Truva Savaşı’ndan sahneler tasvir edilmiş. MS 400’lerde ise Hristiyanlıkla beraber çok tanrılı döneme ait bu eserler tahrip edilmiş. MS 600’lerdeki depremde ise bina epeyce hasar almış.

Sagalassos Helenistik Çeşme ise Kütüphaneden önce MÖ 50-25 yıllarında yapılmış. Su havuzu ve dor sütunlarıyla üç taraftan avluyu çevrelemekte. Helenistik merkezin yeterli olmayıp şehrin yukarıya doğru taşması sırasında yapılan çeşme, 1997 restorasyonu ile su kaynağına da bağlanmış.

Sagalassos

Charles Fellows’un 1839 Küçük Asya’da Bir Seyahat Güncesi’nde, gördüğü en güzel, en zarif tiyatro olarak tanımladığı Sagalassos Tiyatrosu’nun yapımına MS 120 civarında başlanmış; o dönemler 5000 kişilik olan tiyatro, Sagalassos gezinizin en uç noktasını oluşturacak çünkü burası antik tiyatrolar içinde en yüksek rakıma sahip bir yer ve kentin de en yukarı kısmında. İmparator Hadrian döneminde şehrin kült merkezi olması nedeniyle yapılacak törenler için daha geniş bir yere ihtiyaç duyulunca tiyatro 9000 kişilik kapasiteye çıkarılmış ama inşaat MS 180-190’da durmuş.

Sagalassos Tiyatronun sahnesi tek katlı; bu da dik yamaç üzerinde kurulmasına bağlanmış. Yapılış tarihine rağmen tiyatroda Helenistik tarz ağır basıyormuş. Tüm Psidia bölgesine hizmet veren tiyatro, İmparatorluk festivalleri ile klareian oyunlarının da düzenlendiği yer olmuş. Aslında Apollo’nun kehanet okulu ile özdeşleşen klaerian oyunları Vespasian döneminde Sagalassos’ta imparatorluk kültüne bağlanmış.

Aşağı Agora ve Macellum

Sagalassos İmparator August döneminde düzenlenen Aşağı Agora, şehrin ticari hayatının geçtiği yermiş. İki yanı sütunlarla ayrılmış bölmelerdeki dükkanlar buranın canlılığını göstermekte. Sütunların üzerinde Ares, Herakles, Hermes, Zes, Athena, Poseidon büstlerinin asıllarını görmek isterseniz Burdur Müzesi’ne gideceksiniz

Sagalassos Yukarı Agora’nın güneyindeki lüks malların satıldığı, bugünün alışveriş merkezleri ayarında bir yapı olan Macellum, İmparator August dönemine ait bir pazar yerinin üzerine, MS 2. yüzyılın sonlarında kurulmuş. Macellum, 21X21 boyutlarında bir alanın üç tarafında yer alan dükkanlardan oluşmakta. Kent idaresi avlu yer döşemelerini ve ortadaki yuvarlak yapıyı /tholos yaptırmış; bunun içinde su haznesi bulunmaktaymış.

Sagalassos

Burası İmparator Commodus’a ve onun doğu seferindeki başarılarına atfedilmiş ama Commodus daha sonra lanetlendiği için ismi her yerden çıkarılmış. Zaten Commodus’un doğu eyaletleri zaferi dediği de babası yanında yaptığı seferler… yoksa kendisi beterlik üstüne beterlik düşünmüş biri; duramamış en sonunda ben tanrıyım falan demiş, gladyatör olup dövüşmeye arenaya çıkmış ama rakiplerine kör bıçaklar kendine keskin kılıçlar verilerek… En sonunda öldürülmüş ve lanetlenerek adı her yerden silinmiş.

Meraklısına

Yazı burada bitiyor aslında; bu ek kısımda Sagalassos’ta restorasyonu tamamlanmamış, bizler için daha çok taş yığını olarak gelebilecek ama uzmanların sınıflandırdığı yerlerden bahsedeceğim. Tamamen meraklısı için…

Sütunlu Cadde ve Tiberius Kapısı

Sagalassos Sagalassos’un ticari hayatının yoğunlaştığı Aşağı Agora’daki taş cadde, 300 metre uzunluğunda ve 10 metre genişliğinde MS 1.yüzyılda yapılmış; Anadolu’daki ilk örneklerdenmiş. İki tepe arasında dolgu kullanıldığı için yapımı epey zahmetli olmuş. Caddenin iki tarafında üstü örtülü ve sütunlarla ayrılmış bölmeler dükkanlar, atölyeler, lokantalar içinmiş. İmparator Tiberius döneminde caddeden basamaklarla çıkılan kapı yapılmış ve İmparator Tiberius’a adanmış. Savunma amaçlı olmayan ve muhteşem taş işçiliğine sahip kapı, korint tarzı sütunların üzerinde ince işlemeli meyve frizleriyle süslenmiş, ancak MS 500’lerde deprem sonucu yıkılmış.

Bouleuterion

MÖ 1. yüzyılda yapılan bina, yukarı kent binalarının çoğu için ilham kaynağı olmuş. Halk Meclisi olarak kullanılan bina, Sagalassos’ta seçimle gelen bir meclisin olduğunun da kanıtı. 220 kişiyi barındıran dikdörtgen şeklindeki binanın cephesinde Ares ve Athena’nın frizleri bulunuyormuş. Burası MS 400’lerden sonra kullanılmamış, avlusuna Başmelek Mikhail Basilikası yapılmış.

Odeon

Sagalassos İmparator August döneminde yapımına başlanan, tamamlanması asırlar süren bu konser ve tiyatro salonu zamanla gladyatör dövüşlerinin yapıldığı gösteri merkezine dönüşmüş. 2000 kişiye kadar seyirci kapasiteli binanın sahne yapısı bile 50 metreyi bulmaktaymış. Bir kapısı hala ayakta kalan yapı yıllar içinde değiştirilmiş, bizim gördüğümüz MS 6. yüzyıldan kalanlar.

Dor Tapınağı

Sagalassos MÖ 50-25 arasında, şehre kuş bakışı bakan bir noktaya yapılan ve bugün duvarları kalan tapınak, o dönem Psidia’nın en muteber tanrısı Zeus’a adanmış. Dor tarzındaki yapıya İmparator August döneminde propylon denen Korint tarzı giriş eklenmiş. Helenistik izler taşıyan tapınak 4. yüzyıldan sonra bir süre şapel olarak kullanılmış.

Apollo Klarios Tapınağı

İmparator August döneminde yapılan Tapınak, Apollo’ya adanmış. Aslında Apollo, Sagalassos’un şehir tanrıları arasında pek geçmese de İmparator August’un Apollo takıntısı yüzünden kendisine adanmış. İyon tarzında yapılmış Tapınak, İmparator Vespasianus ile beraber imparator kültüne yönelmiş. Hadrian ve Antoninus Pius Tapınağı ile birlikte önemini kaybeden tapınak Hıristyanlığın yayılmasıyla, MS 450’lerde kiliseye çevrilmiş.

Hadrian ve Antonius Tapınağı

Sagalassos

Roma’dan kalkıp buralara gelen, bir de burayı Psidia’nın resmi din merkezi ve Psidia’nın birinci şehri ilan eden İmparator Hadrian’a adanan bu tapınak kendisi hayattayken yapımına başlanmış. Tamamlanması ise Antonius Pius dönemine denk gelmiş ve tapınağa onun da adı eklenmiş. Zaten kitabesinde her iki imparatorun da adı geçmekteymiş. Aslında gerçek hayatta da birbirini taltif eden iki imparatorun burada isimlerinin bir arada anılması da tarihin güzel bir cilvesi olmuş. İmparator Hadrian, Antonius Pius’u çok severmiş, hatta ölen oğlunun yerine evlatlık olarak almış. Roma’nın en iyi beş imparatoru olarak gösterilen Pius, bu unvanı sorumluluk sahibi olduğu için almış çünkü babalığı Hadrian ölünce ona tanrısallık atfetmek için uğraşmış. Ve nasıl olgun bir adammış; bir kere evlenmiş, eşi de kendinden büyük olduğu için eşine Geçkin Faustina adı takılmış, imparator olduğu halde gıkı çıkmamış… Neyse tapınağın 70 metrelik avlusunda her yıl iki imparator adına şenlikler düzenlenmiş, toplantılar yapılmış ama MS 4. yüzyıldan sonra birdenbire çehresi değişmiş, varoş bir yer olmuş; belli ki, varoşluk her dönem kol geziyor, güzelim yerleri yok edip geçiyor…

Hadrian Çeşmesi

Sagalassos Aşağı Agora’nın üst tarafında yer alan Çeşme, üçgen alınlıklı nişlerle süslü aedikula tarzında ve buranın ilk Roma Şövalyesi Tiberius Cladius Pisa tarafından İmparator Hadrian için yapılmış. Burası 513 depreminde yıkılmış. Tapınakta Apollo’nun lir çalarken tasvir edilen devasa bir heykeli varmış; arkeologlara göre üstün vasıflı bu heykel üç farklı atölyenin eseriymiş.

Çömlekçiler Mahallesi

Sagalassos Tiyatronun doğusundaki dış mahallede yer alan 6 hektarlık bölge çanak, çömlek yanında kemik ve cam atölyeleri de bulunduğu bir alanmış. Sagalassos o dönem seramikleriyle ünlüymüş; kırmızı, ince astarlı seramiklerin şanı sınırları aşmış. İmparator August döneminden beri, yörenin killi toprağı, geleneksel çizgiler dönemin yenilikçi tarzıyla birleştirilip kaliteli seramiğe dönüştürülmüş ve zamanla endüstri haline gelip ihraç edilir hale gelmiş. Mısır ve Kartaca’da mezarlarda bile Sagalassos seramiklerine denk gelinmiş. Çömlekçiler Mahallesi şehrin mezarlığıyla iç içeymiş. Kayalığına yontulmuş üzeri kemerli girintiler kaya mezarlarını oluşturuyorlar; kemerli oyuk haznesine yakılan ölünün külleri ve kemik parçaları konup taş ile kapatılmış. Şehirde muhtelif nekropoller var.

Sagalassos Baş Melek Mikail Bazilikası

Sagalassos Kent meclis binası MS 400’lerde kullanılmamaya başlayınca yapının taşlarının bir kısmı sökülmüş ve yeni inşa edilen surlarda kullanılmış; eski meclisin avlusuna da bir kilise yapılmış. Bazilika tarzındaki kilise, o dönemde Psidia’da çok popüler olan Baş Melek Mikail’e adanmış. Ama Bazilikanın ömrü kısa olmuş; MÖ 500 sonrası depremde hasar görmüş, tam tadilatı yapılacakken veba salgını çıkmış, üstüne bir deprem daha… Baş meleğin de desteği olmayınca yıkılmış gitmiş…

Trianus Çeşmesi

Stadyum çevresinde İmparator Trianus için MS 98-117 yıllarında yapılan çeşme, Sagalassos’un önde gelen ailesine mensup Claudia Severa ve kardeşleri tarafından 6.5X7.5 metre boyutlarında yaptırılmış.

Stadion

Sagalassos Roma dönemi eseri olan Stadion’un yapılış tarihi belli değilmiş ama en geç MS 117’de girişe bir anıtsal çeşme yapıldığı bilinmekteymiş. Stadyum, yoğun olarak klareia denen Tanrı Apollo Klarios için düzenlenen spor oyunları için kullanılmış. Romalılaştırmanın propagandasal simgesi olan bu oyunlar şehrin önde gelenleri tarafından finanse ediliyormuş, oyunlarda kazananların ödülleri ve heykelleri de aynı kişiler tarafından karşılanıyormuş. MS 5 veya 6. yüzyılda stadyum ortasına bir kilise yapılmış; bugüne kalıntıları gelmiş olan kilise Hıristyanlık için ölenlere adanmış, bir nevi şehitlik kilisesiymiş; bu kiliseler genelde Hristiyanların idam edildiği alanlarda yapılırmış. Özellikle İmparator Diocletianus zamanında Hristiyanlara uygulanan zulüm anısına yapılan kilise, artık intikam hissiyle mi, bilinmez, Dionysos Tapınağı’nın taşları sökülerek yapılmış.

İskender Tepesi

Sagalassos Burası bugünün gezginlerine pek bir şey sunmasa da, kentin güney ucundaki üst düz konik tepe, MÖ 333’te Büyük İskender’e karşı Sagalassosluların kıran kırana çarpıştığı yer olduğu için önem taşımakta. Savaş kaybedilmiş ama Sagalassos yeni hayatına bu savaştan sonra başlamış ve Helenistik dünyaya katılmış. Burada Sagalassos’un en büyük mezarlığı bulunmakta. MS 5-6. yüzyıllarda bir kilise yapılmış. Tepe en son MS 12. yüzyılda askeri garnizon olarak kullanılmış ama 1204’ye bir yangın ne var ne yok yakmış, götürmüş. Uzaktan bakmalık bir yer.

Sagalassos Sagalassos, Anadolu’daki antik kentler arasında en iyi korunmuş olanlar arasında; alana girdiğinizde Roma döneminden görüntüler bile canlanabilir gözünüzde… Öte yandan 2009 yılında UNESCO Dünya Mirası Geçici Ulusal Listesi’ne alınan Sagalassos’un sakinleri günümüzde bir şekilde hala aramızda; 1999’da yerel halkın ve Sagalassos’taki iskeletlerin DNA’sı karşılaştırıldığında Sagalassos’tan akrabalarımızın hala aramızda olduğu ortaya çıkmış.

Sagalassos Sagalassos, bir dönemi gayet görkemiyle yaşamış bir kent; dönemin en büyük gücü olan bir imparatorluğun uzak diyarlarda bir bölgeye yansımasının birbirinden ilginç öyküleri oluyor. Böyle öyküleri olan bir yer görülmeye değmez mi?

*Yazıda Sagalassos Vakfı’nın tanıtım broşüründen yararlanıldı. Sagalassos gezi yazılarını okudum, hepsinin bir parça etkisi olmuştur. İstanbul Üniversite’si Roma Tarihi ders kitabına çalıştım; academia.edu sayfasındaki yazılara göz attım. Sonuç bu… 

Visits: 19

Ohrid Gezi Rehberi: Doğa-Tarih-Kültür; Üçü Bir Yerde

Ohrid

Kuzey Makedonya’nın doğal güzelliğiyle öne çıkan şirin tatil beldesi Ohrid, ülkenin güneybatısında Ohrid Gölü kıyısında ve Arnavutluk sınırı yakınında kurulmuş. Antik dönemdeki adı Lychnidos “ışık şehri” olan Ohrid’in arkeolojik bulgulara göre Avrupa’nın en eski yerleşim yerlerinden olduğu düşünülüyor. Şehir küçük olmasına karşın Anadolu gibi tarih boyunca birçok uygarlığa ev sahipliği yaptığından farklı kültürlerin harmanlandığı zengin kültürel dokusuyla da çok özel.

Ohrid

Ohrid adı Bulgarların şehri fethi sonrasında ilk kez 879 yılında kullanılmış. “Vo hridi” ifadesinden geldiği düşünülen Ohrid “Tepede” anlamına geliyormuş. Orta Çağ’da Slav Hristiyanlığın merkezi olan şehirde, efsaneye göre yılın her gününe bir kilise düşecek şekilde toplam 365 kilise yapılmış. Bu yüzden hala Balkanların Kudüs’ü olarak anılmaktaymış.

14. yy’ın sonlarından 1912 yılına kadar uzun bir dönem Osmanlı Devleti yönetiminde kalması nedeniyle yaşam biçimi, yemek, dil gibi ortak kültürel yönlerimizin bulunabildiği Ohrid, bize sıcak gelen, evinizdeymiş hissi veren bir şehir.

Selanik, Manastır ve Resne ile birlikte Ohrid, Genç Türklerin örgütlendiği ve İkinci Meşrutiyet’in ilanına yol açan muhalif hareketin başladığı bölgeler arasında olması nedeniyle yakın tarihimiz açısından da önemli bir yere sahip.

Ulaşım

Belgrad’dan Ohrid’e gece 12 saat süren otobüs yolculuğu ile ulaştık (3.650 RSD = 30 Euro). Bir şekilde kara/hava yolu ya da özel araçla Üsküp’e gelip Ohrid’e ulaşılabilir. Üsküp’den otobüs yolculuğu 3-3,5 saat sürüyor. Arnavutluk-Tiran’dan doğrudan Struga ve Ohrid’e giden otobüsler de diğer bir ulaşım tercihi olabilir. Şehirde demiryolu bulunmuyor. Sınırlı sayıda ülke uçuşuna açık ufak bir havaalanı var.

Ohrid’de şehir içi yürüyerek yarım günde dolaşılabilir. Ancak bizim gibi şehrin çevresini de yeterince gezmek istiyorsanız araba kiralamak ya da taksi tutmak gerekli. Biz Manastır, Resne ve Struga için günübirlik taksi tutmayı düşünmüştük. Bu amaçla apart sahibimizin önerisi ile turizm ofisine taksi sorduk. Şansımıza Ohridli taksi şoförü İlya karşımıza çıktı. Üç gün İlya ile gezdik, hatta Ohrid’den Üsküp’e İlya’nın rahat arabası ile birçok yere uğrayarak gittik. Yolu ve çevreyi iyi bilen bize hem rehberlik hem şoförlük yapan İlya sayesinde umduğumuzdan daha çok yeri doyasıya gezme şansı yakaladık. Ohrid ve çevresini gezeceklere İlya ile gezmelerini öneririz. Dört kişi kiraladığımız taksiye günlük 100 Euro ödedik.

Konaklama

Şehir küçük ve göl kenarına ulaşmak kolay olduğu için mutlaka göl kenarında konaklamak şart değil. Bizim konakladığımız ve memnun kaldığımız Villa Emilija arka sokaklarda bir apart oteldi (iki kişilik oda 1 gecelik konaklama 20 Euro). Sadece deniz ve plaj tatili için gelindiğinde göl kenarındaki plajı olan oteller tercih edilebilir.

Ne Zaman Gidilir

Havaların iyi ve yağışların az olduğu Haziran-Eylül en uygun dönem. Ancak, deniz tatili düşünüldüğünde, diğer aylarda suyun soğuk olabileceği dikkate alınarak, Temmuz ve Ağustos ayları tercih edilmeli.

Ohrid’i bizimle birlikte video ile gezmek isterseniz.

Ohrid Gezilecek Yerler

İlk yerleşim yeri göl kıyısında yükselen tepenin üzerinde küçük bir alanda kurulmuş. Ohrid’in merkezinde gezip görülecek yerlerin hemen hepsi burada eski şehir bölgesinde toplanmış ve birbirine yürüme mesafesinde bulunuyor.

Ohrid Gezi Rehberi

Göl kenarında yürüyerek şehir merkezine giderken ana meydanın yanında bulunan küçük liman ve turizm ofisini görüyoruz. Sveti Naum’a giden tekneler de buradan hareket ediyor.

Meydanın etrafında ve meydana çıkan yollarda restoranlar, kafeler, hediyelik eşya dükkanları var. Şehir meydanındaki parkta ilk gözümüze çarpan Kiril alfabesinin mucidi Kiril ve Metody kardeşlerin heykeli oluyor.  Parkın yanında Erken Hristiyanlık döneminde bu bölgede Hristiyanlığı yayan iki önemli azizden biri olan St. Clement’in (840-916) bir anıtı bulunuyor.

Eski Şehir

Ohrid

Eski şehir bölgesindeki Makedon evlerin mimarisi Safranbolu evlerine benziyor. Burada yeni yapılaşmaya izin verilmiyor. Şehri keşfetmenin en güzel yolu Arnavut kaldırımlı sokakları arşınlamak ve daracık sokaklarında kaybolmaktan geçiyor. Biz de öyle yapıyoruz, bunun için en az yarım gün ayırmak şart. Eski şehir bölgesindeki yerleri gezdiğimiz sırayla tanıtmaya çalışacağım, ilk durağımız Ayasofya Kilisesi oluyor.

Church of The Sophia/Ayasofya Kilisesi

Ohrid’i kilise ve manastırlar şehri olarak tanımlamak yanlış olmaz. Ancak tarihi kiliselerin çoğu korunamamış, günümüze ulaşan önemli kiliseler eski şehir bölgesinde bulunuyor. 11. yy’da inşa edilen Ayasofya Kilisesi, Ohrid Baş Piskoposluğu’nun katedral kilisesiymiş. Osmanlı yönetimi döneminde 15. yy’da cami olarak kullanılan kilise akustiği ve Bizans sanatını yansıtan büyük duvar freskleri ile ünlü. Belki siz festival döneminde bir konsere denk gelir ve akustiğini deneme şansı bulabilirsiniz. Giriş ücreti 100 MKD.

Antik Tiyatro

Ohrid

Helenistik dönemde tiyatro, Roma döneminde gladyatörlerin dövüş alanı arena olarak kullanılan antik tiyatro, günümüzde festivallere ev sahipliği yapan konser, sanat ve kültürel etkinliklerin gerçekleştirildiği bir mekana evrilmiş.

Tarihi Çınar Ağacı

Eski şehrin meydanında bulunan ve doğal anıt ilan edilen 1100 yıllık çınar korumaya alınmış. Görmüş, geçirmiş, yıllara meydan okuyan bu bilge ağacın yanında insan kendini hiç hissediyor.

Holy Mother of God Peribleptos (St. Clement) Kilisesi

Ohrid

13. yy ‘da inşa edilen kilise Bakire Meryem’e adanmış. Kilisenin perspektif dışında Rönesans sanatının tüm özelliklerine sahip olduğu iddia edilen freskleri, orijinal hali ile korunmuş. Değerli freskleri nedeniyle Rönesans’ın İtalya’dan önce burada başladığı rivayet ediliyor. Ayasofya Kilisesi’nin camiye dönüşmesiyle Ohrid Baş Piskoposluğu’nun merkezi olmuş. St Clement’in ve Başpiskoposluğun kütüphanesi ile ikon vb. değerli eşyaları buraya taşındığından ikinci bir ad olarak St. Clement adını almış. Kilise içinde resim çekilmesine izin verilmiyor. Giriş ücreti 100 MKD.

Ohrid

Kilisenin yanı başındaki bu heybetli konak, hepimizin izlediği televizyon dizisi “Elveda Rumeli” deki kaymakam evi oluyormuş.

Çar Samuel Kalesi

Eski şehrin konumlandığı tepenin en yüksek bölgesinde Orta Çağ döneminden kalan kale var. Ohrid Limanına kadar yayılan 3 km uzunluğundaki kalenin surlarının yüksekliği 3-16 metre arasında değişiyormuş.

Şehrin Bizanslılar, Slavlar ve Osmanlılar tarafından yönetildiği tüm dönemleri yaşayan kale, tarih boyunca birçok kez tahrip edilip yeniden inşa edilmiş.

Ohrid

Buradan seyrine doyamadığımız şehir ve göl manzarası her şeye bedel…Bize ne toptan, tüfekten, kaleden…

Bence kalenin asıl çekici yönü muhteşem manzarası…Giriş ücreti 60 MKD.

Saint Clement ve Panteleimon Manastırı

Ohrid

Plaosnik, Makedonyanın en önemli arkeolojik alanlarından. Bu bölgede Orta Çağ’dan ve Osmanlı döneminden kalan yapıların altında 5. ve 6. yy’dan kalma renkli döşeme mozaiğine sahip iki erken dönem Hristiyan bazilikası ile vaftizhaneler bulunmuş. St. Clement Manastırı, tam da bu arkeolojik alanda Panteleimon Manastırı’nın temelleri üzerine kurulmuş. Ohri’nin ilk Slav piskoposu St. Clement ilk Slav okulunu açmış. Öğrencisi St. Naum’u kutsal metinlerin öğretisine yardım etmek için davet etmiş, birlikte kutsal metinleri Slav diline çevirmişler. Öğrencilerin sayısının artması üzerine St. Naum Ohrid Gölü’nün diğer ucunda St. Naum Manastırı’nı kurmuş. Bizim ziyaret ettiğimiz tarihte Manastırın çevresinde muhtemelen teoloji eğitimi verecek okul inşaatı sürüyordu. Giriş ücreti 100 MKD.

Sinan Çelebi Türbesi

Ohrid

Manastırın yakınında Sinan Çelebi’nin türbesi bulunuyor. Osmanlı yönetiminde Ohrid’de yapılan camilerin vakfiyeleri de varmış. Cami ve Sinan Çelebi’ye ait vakfiye yıkılmış, günümüzde sadece Sinan Çelebi’nin türbesi kalmış.

St. John Kaneo Kilisesi

Ohrid

Aziz John Kaneo Kilisesi adını aldığı Kaneo sahilinin üstündeki göle hakim tepeye inşa edilmiş. Teolog St. John’a adanmış olan kilise aynı zamanda Ohrid’in en güzel manzaralı ve en fotojenik kilisesi unvanını taşıyor. Yapım yılı kesin olarak bilinmemekle birlikte son yapılan yapılan restorasyonlarda kubbesinde 1290 yılına ait değerli freskler bulunmuş. Kilisenin çarpıcı dış mimarisi kadar içinin sadeliği de beni etkiledi.

Eski şehir bölgesindeki turumuzu bu kilisede izlediğimiz nefis gün batımıyla tamamladık.

Ohrid Gölü

Ohrid

Avrupa’nın en derin ve en temiz gölü. Gölün 248 m2 si Makedonya 110 m2 si Arnavutluk sınırları içinde bulunuyor. Güneydoğudaki Prespa Gölü’ne yeraltı kanallarıyla bağlanıyor. 200 den fazla endemik tür barındırıyor. Ancak, aşırı avlanma nedeniyle balık türlerinde azalma görüldüğünden gölde balık avına sıkı kontrol getirilmiş.

İkinci gün Sveti Naum’a göl üzerinden katamaran ile gittik. Tekneler ve katamaranlar ana meydandaki küçük limandan saat 10.00 da hareket ediyor. Burada dikkat edilmesi gereken husus büyük tekneler ara duraklara uğramadan doğrudan Sveti Naum’a gidiyor (10 Euro), katamaranlar ise Su Müzesi ve kiliselerin bulunduğu kıyılarda da mola veriyor (20 Euro). Biz katamaran turuna katıldık, Sveti Naum ve Manastırı yanında Su Tarih Müzesi ile Mother Of Zahumska Kilisesi’ni de görebildik.

Ohrid Gezi Rehberi

Ohrid’in en fotojenik kilisesi St. John Kaneo’ nun denizden profili de çok güzel görünüyordu.

Oteller, tatil köyü, kamping ve balıkçı köylerinin bulunduğu kıyılardan geçtik. Kuzey Makedonya Başkanının rezidansı da göl kıyısındaymış ancak, kaptan anons yapmasa asla fark edemezdik. Gölün karşı kıyısındaki Arnavutluk’a ait yerleşim yerleri de görülebiliyor.

Prehistoric Museum on Water at the Bay of Bones/ Su Tarih Müzesi

Ohrid

Denizaltında 1997-2005 yılları arasında yapılan kazılarda Balkanların en eski kabilesi olan Bryges’e ait kalıntılar bulunmuş. Kalıntıları bulunan yüzen köy aslına uygun olarak yeniden canlandırılmış. Tarih öncesi dönemi yansıtan bu evlerden 21’i dikdörtgen şeklinde inşa edilirken toplantı ve ritüel amaçlı kullanıldığı anlaşılan üçü yuvarlak yapılmış.

Yine bu kazılarda çıkarılan eserler 2008 yılında açılan müzede sergileniyor. Giriş ücreti 100 MKD. Ohrid’in 14 km uzağındaki müzeye kara yolundan da ulaşılabilir.

Mother of Zahumska Kilisesi

Ohrid

Çok özel bir yerde bulunan bu kiliseye kara yolundan ulaşılması mümkün değil, sadece deniz yolu ile gidilebiliyor. 1361 yılında yapılan ilk kilisenin yıkılması üzerine 1898 yılında yeniden inşa edilmiş. Giriş ücreti 100 MKD.

Sveti Naum Bölgesi ve Manastırı

Ohrid

St. Naum Manastırı, göl kenarında yükselen yamacın üzerinde Aziz Naum (835-910) tarafından 900 yılında kurulmuş. Slav kilise ve mimarisinin ilk örneklerindenmiş.

Arnavutluk sınırına yakın, Ohrid’in 30 km güneyinde, Galicica Ulusal Parkı’nda yer alan bu bölge, gölü besleyen su kaynakları, St. Naum Manastırı, restoranları, plajları ve cennet gibi doğasıyla Ohrid’in en popüler ziyaret mekanı.

Ohrid

Manastırın Kilisesi 18. yy’da yenilenmiş, Arnavut Trpo Zograf tarafından yapılan fresklerle süslenmiş. Bugün Manastırın büyük kısmı otel ve restorana dönüştürülmüş.

Ohrid

Güzel tasarlanmış bahçesinden ve tavus kuşlarından bahsetmezsek St. Naum Manastırı eksik kalır. Renksiz beyaz bir tavus kuşuna ilk kez rastladım, albino olabilir mi diye araştırdım. Evet gerçekten albino tavus kuşu olarak adlandırılıyormuş ancak hastalıklı bir tür değil, Hint mavisi tavus kuşunun bir türüymüş.

Ohrid

Bu küçük St. Petka şapelinin arkasında şifa niyetine içilen su kaynağı var.

Ohrid

Biz vakit ayıramadık ama bence Sveti Naum’un olmazsa olmazı olan kayık gezintisi mutlaka yapılmalı, gölü besleyen su kaynakları (Gökovadaki Azmakbaşı gibi) görülmeli (2-3 Euro).

Ohrid’in Yakınındaki Yerler

Ohrid’in yakınındaki Duvalo Volkanı, Resne ve Manastır’ı dört kişi olmanın avantajını kullanarak taksi kiralayarak gezdik, dönüşümüzü Prespa Gölünü de görerek ve Galicica Ulusal Parkı üzerinden gerçekleştirdik.

UNESCO’nun Ohrid’in Dünya Mirası Listesi’nden çıkarılabileceği uyarısı üzerine Kuzey Makedon Hükümetince Galicica Ulusal Parkı’nda 30.000 kişilik bir kayak merkezi inşa etme planından şimdilik vazgeçilmiş. Kuzey Makedonya, Avupa’nın en düşük GSYİH’ na sahip ülkeleri arasında bulunuyor ve turizm sektörü ülkenin kalkınmasında önemli bir yere sahip. Umarım bölgedeki turizmin gelişimi, doğal çevre ve tarihi-kültürel değerlere zarar vermeden sorumlu bir şekilde planlanır.

Ohrid

Prespa Gölü’nün 3 ülke; Yunanistan, Kuzey Makedonya ve Arnavutluk ile sınırı var. Gölün üzerinde Makedonya’ya ait ve insanların yaşamadığı Büyük Şehir Adası bulunuyor. “Yılan” ve “Pelikan” adaya verilen diğer adlar.

Dönüş yolunda birkaç ailenin yaşadığı Upper Horse köyüne uğradık. Köy halkının çoğunluğu daha aşağıda yer alan Lower Horse köyüne göçtüğündenıssız köy bizde bir film karesini izliyormuş hissi oluşturdu.

Duvalo Volkanı

Ohrid’in 7 km kuzeyinde Kosel köyünde bulunan bu sönmüş volkanın Balkanların en son aktif volkanı olduğu ifade ediliyor. Aslında ufacık bir tepe ve üzerinde oluşmuş birkaç küçük krater görüyoruz. Kraterlerden çıkan hidrojen sülfür ve karbondioksit gazı arıların ve yakınındaki canlıların ölümüne neden olmuş. Arıların akıbetine uğramamak için fazla merak iyi değil deyip uzaklaşıyoruz…

Resne

Manastır yolu üzerinde bulunan, İkinci Meşrutiyet’in ilanına yol açan isyan hareketinin öncülerinden kabul edilen Resneli Niyazi Bey’in (1873-1913) memleketi, Resne’yi de özellikle gezi planımıza dahil ettik.

Ohrid

Resneli Niyazi Bey’in arkadaşının Paris’ten gönderdiği kartpostal resminden esinlenerek yaptırdığı ancak hiç yaşamadığı bu köşk, kültür evi olarak kullanılıyor. Köşkte Resneli Niyazi’yi anımsatan hiçbir bilgiye yer verilmemesi üzüntü vericiydi.

Eski dönemlerde killi toprak yapısı nedeniyle Resne’de çömlekçilik ve seramikçilik çok gelişmiş. Kültür evinde Dünyanın sayılı seramik koleksiyonları arasında sayılan Resne seramikleri ile Makedonyalı ressam Kereka Visulceva (1910-2004) nın resimleri sergileniyor.

Ohrid

Köşkün karşısında yolun diğer tarafında ise Niyazi Bey’in yaşadığı, özel mülkiyete ait evi dışından görüyoruz.

Ohrid

Günümüzdeki Resne, nüfus çoğunluğu Hristiyan olan, geçim kaynağı tarıma dayanan küçük bir yerleşim yeri. Özellikle elma yetiştiriciliği yaygın. Resne’nin girişindeki yol üzerindeki caminin altında Resne’nin tek lokantası bulunuyor. İşletmecisi Hristiyan olan lokantanın menüsünde hassasiyet gösterilerek domuz etine yer verilmemiş.

Manastır (Bitola)

Etrafı dağlarla çevrili, dağ eteğine kurulmuş sevimli yemyeşil bir şehir. Birinci Dünya Savaşı’nda büyük yıkıma uğrayan şehir küllerinden yeniden doğmuş. Şehre Dragor nehri yanındaki yoldan giriyoruz, yolun bir tarafında tarihi binalar sıralanmış.

Ohrid

Kuzey Makedonya’nın iş ve ticaret merkezi olan bu şehre öncelikli gelme nedenimiz Atatürk’ün 1896-1898 yıllarında eğitim gördüğü Manastır Askeri Rüştiyesi ve İdadisini ziyaret etmek. Trafiğe kapalı Şirok Caddesi’nin sonunda bulunan okul günümüzde Manastır Milli Enstitüsü ve Müzesi olarak hizmet veriyor.

Müzede Atatürk için anı odası düzenlenmiş.

Ayrıca karma müzede siyasi mücadele tarihini anlatan doküman ve belgeler ile etnografik doküman ve belgeler birlikte sergileniyor. Ancak, müzenin daha etkileyici ve bakımlı olmasını beklerdim, doğrusu hayal kırıklığı yaşadım. Giriş ücreti 120 MKD.

Eski Çarşı Meydanında Saat Kulesi, Yeni Cami, İshak Paşa Cami ve Aziz Dimitra Kilisesi’ni görüyoruz. Osmanlı yönetimi zamanında at pazarı olan bölge şimdi otoparka dönüşmüş. Tarihi hamam ise market olarak kullanılıyor.

Şehrin oldukça hareketli ve eski dokunun korunduğu Şirok Caddesinde birçok kafe ve restoran var. Biz, Dragor Nehri’nin kenarındaki mütevazı lokantayı tercih ettik, burada tattığımız kuru fasulyenin lezzetinden memnun kaldık.

Manastır ziyaretimiz günübirlikti, bu tarihi ve şirin şehirde daha uzun vakit geçirip 1 gece konaklamak uygun olabilir. Kısıtlı zamanımızı etkin kullanabilmek için taksi kiraladık ama şehir merkezine 2 km uzaklıkta bulunan Ohrid otogarından kalkan otobüsler ile rahatlıkla gelinebilir. Ohrid-Manastır arası 70 km ve seyahat yaklaşık 1-1,5 saat sürüyor.

Manastırın 4 km yakınında görmeye zaman bulamadığımız Romalılar döneminden kalan antik bir şehrin de bulunduğunu arkeoloji meraklılarına duyururum.

Struga

Ülkenin güneybatısında, Ohrid’e 15 km uzaklıkta Crni Drim (Kara Drim) nehrinin iki tarafında kurulmuş küçük bir yerleşim yeri. Kuzey Makedonya’nın Müslüman nüfusu yoğun şehirlerinden. Makedonlar Struga için “Struga nema druga- Başka Struga yok” deseler de Üsküp’e giderken güzergahımız üzerinde bulunan Struga’ya Ohrid Gölü’nün Kara Dirim nehrine aktığı yeri görmek amacıyla uğradık, şehri kapsamlı gezemedik. Arnavutluk sınırına 15 km mesafede bulunan Struga’ya bu ülke üzerinden de ulaşmak mümkün.

Ohrid

Struga şehrindeki göl kıyısından başlayan Kara Drim, Anavutluk sınırından geçip Adriyatik denizine dökülüyor. Nedense nehrin Struga tarafında kalan temiz bölümüne “Kara Drim”, Arnavutluk’a gelene kadar suyu kirlendiği halde bu ülke sınırlarında kalan bölümüne “Ak Drim” deniliyor. Ohrid Gölü’nün su seviyesi gölün sularını drene eden Kara Drim’in taşıdığı su ile dengeleniyormuş.

Ohrid, Ohrid incisi diye bilinen özel bir inci ile ünlü. Bu inci bildiğimiz inciler gibi midyenin içinde oluşmuyor, tamamen insan eli ile sardalyaya benzeyen “plasica” adlı balığın pulu işlenerek yapılıyor ve yapımını sadece iki aile biliyormuş. Tesadüf orada bulunduğumuz sırada balıkçılar plasica tutuyorlardı. Rehberimiz ve şoförümüz İlya bize balıkçılardan aldığı bu balığı ve pulunu gösterdi.

Ohrid Gölünde yaşayan balıkların en meşhurlarından olan yılan balıkları da belirli dönemlerde bu nehirden geçiyorlar ve geçişi kapatan balıkçılara bol av oluyorlarmış.

Ohrid Gölünü besleyen suların doğduğu Sveti Naum ile göl sularının boşaldığı Struga Kara Drim’i karşılaştırmam gerekirse Sveti Naum’u mutlaka, Struga’yı ise zamanınız varsa görün derim.

Sonraki durağımız Üsküp’e otoban dışındaki uzun yoldan gittik. Yol üzerindeki köyleri ve hidroelektrik santralini gördük. Bol yeşil ve büyüleyici manzaraların eşlik ettiği çok güzel bir güzergahtı.

Yeme İçme ve Alışveriş

Yemekler bizim damak zevkimize uygun, yeme ve içme sorun değil. Yiyecekler organik ve doğal olduğundan en basit yemekler bile lezzetli ve porsiyonlar büyük.

Biz deniz ürünlerini (balık çorbası, kalamar, balık) tercih ettik. Domates ve soğanla pişirilen Ohrid alabalığını özellikle öneririm. Bir tatlı su balığı olan alabalığın aslında yavan bir tadı vardır ama soslanmış Ohrid alabalığı cidden çok lezizdi. Bir kilogram balığın fiyatı 2400 MKD yaklaşık 40 Euro idi ve dört kişi için yeterli geldi. Triliçe, dondurma ve börekleri de yine tadılabilecek diğer yerel lezzetler. Balığı özellikle en iyi balık restoranında yemek istedik, kime sorduysak Dalga Restoran’ın adını verdiler. Göl kenarında şık, güzel, hem de müzikli bir restoran tavsiye olunur.

Bir gece de Lihnidos Restoran’da balık çorbası ve kalamar denedik. İki yemek de lezzetliydi. Burası daha sade, kafe restoran tarzı.

Ohrid

Magnet gibi küçük hatıra eşyaların dışında Ohrid’ den alınabilecek en özgün şey Ohrid incisi olacaktır.

Son Söz

Arnavut kaldırımlı sokakları, Safranbolu evlerine benzer mimarisi, milli parkları, gölleri, plajları ve zengin kültürel geçmişiyle Ohrid istisnasız herkesin sevip memnun kalacağı bir destinasyon. Şehir küçük ama size geçirdiği duygular büyük. Akdeniz ülkesinde gibi kendinizi rahat hissediyorsunuz, Türkçe konuşamasalar bile sizi anlıyorlar ve iletişim kurmakta zorlanmıyorsunuz, vize yok, diğer Avrupa şehirlerine göre fiyatlar makul. Daha ne olsun… Özellikle kısa süreli tatiller için çok uygun derim. Tabii ki gölün ve muhteşem doğanın tadını çıkarmak ve dinlenmek amacıyla Ohrid’e bir kez daha gelmek isterim.

Kuzey Makedonya’nın cennet köşesi için son sözüm şudur.”Ohrid nema druga-Başka Ohrid yok” Nitekim, UNESCO tarafından 1980 yılında Dünya Mirası Listesi’ne alınması da bunu kanıtlıyor.

Kuzey Makedonya’nın başkenti Üsküp yazımızı okumak isterseniz.

Üsküp Gezi Rehberi: Tarihi mi? Modern mi?

‘Ohrid Şehir Turu’ nu Trip Advisor güvencesi ile aşağıdaki linkten alabilirsiniz

Visits: 7