ANA SAYFA Blog Sayfa 7

Patagonya Macerası II: Dünyanın Sonuna Gemi ile Yolculuk

patagonya

Bu yazıda Şili Punta Arenas’dan başlayıp, Arjantin Ushuaia’da sonlanan bir gemi ile Patagonya macerasından bahsedeceğiz.

Patagonya’da Tierra del Fuego Güney Amerika’dan Magellan Boğazı ile ayrılmış büyük bir ada ve küçük bir sürü adacıktan oluşmuş adalar topluluğu. Bu bölgenin en büyük ada parçası Arjantin ve Şili tarafından paylaşılmış. 1520 yılında ilk kez buraya gelen Magellan yerlilerin yaktıkları pek çok ateşi görünce buraya ‘Ateş Toprakları’ anlamına gelen Tierra del Fuego adını vermiş. Bu topraklar da Patagonya’ ya dahil ediliyor.

Patagonya gezimiz 4 gece 5 gün sürüyor. Ushuaia‘dan başlayıp Punta Arenas ’da biten 3 gece, 4 gün süren ikinci bir rota da bulunuyor. Bizim rotamız Punta Arenas’dan başlıyor.

Ulaşım
Başlangıç noktası Punta Arenas’a Şili’nin başkenti Santiago’dan uçakla ulaşılabilir. Biz Arjantin El Calafate’den (Arjantin, Santa Cruz Eyaleti’nin başşehri) Şili’ye karayolu ile geçtik, 500 km dolayında ve 7-8 saat süren bir yolculuk yaptık.

Sabahın erken saatlerinde El Calafate’den yola çıktık. Arjantin Patagonyası’nın uçsuz bucaksız stepleri arasında saatlerce yol aldıktan sonra Şili’ye girdik. Patagonya Şili ve Arjantin’in güneyindeki bölge. Arjantin’deki Rio Colorado ile Şili’deki Bio Bio Nehri’nin güneyi ve Magellan Boğazı’nın kuzeyi arasında.

Rivayete Patagonya adının öyküsü; Buraya gelen Magellan, guanako (guanako devegiller familyasından lama ile akrabalığı bulunan vahşi bir hayvan türü) postu giyen yerlileri görünce İspanyol masallarındaki patagon adlı canavar aklına gelir ve yöreye Patagonya adını verir. Seyahatimiz boyunca bize yoldaşlık eden And Dağları nedeniyle burada Şili’den daha kurak bir iklim var. Şili Valdivia yağmur ormanlarına sahip olmanın avantajını yaşıyor. Kutuplardan sonra yeryüzünün en büyük buzul alanları Şili’de. Yol pampas denen stepler arasında dümdüz devam ediyor. Gümrükte valizlerimiz didik didik arandı. İlginç olan tahtadan yapılmış objeleri, Şili’ye sokmak yasak.

Akşam üzeri dünyanın en güneyindeki metropol Punta Arenas dayız. Şehir Magellan Boğazı kıyısında, yıllık ortalama hava sıcaklığı 6 derece, nüfusu 125 bin dolayında. Şehrin merkezi koloniyel bir mimariye sahip. Dünyanın en eski ticaret yolları arasındayken Panama Kanalı açılışı sonrası önemini yitirmiş.,

Seyahat Mevsimi: Eylül-Nisan ayları arası çünkü Güney Yarım Kürenin ilkbahar-yaz mevsimi bu dönem. Biz de seyahatimizi kasım ayında planladık.

13 Kasım Saat 18.00’de pasaport kontrolü ile gemiye geçiyoruz. Ve rüya başlıyor. C. Australis sadece buradaki fiyortları ve boğazları gezmek için yapılmış, küçük, şık ve abartılı derecede temiz, 131 kişilik, Şili bandıralı mükemmel bir gemi. Kaptan bir hoş geldiniz kokteyli veriyor. Şili yerel danslarını izliyoruz. Navigasyon hakkında bilgileniyoruz, Geminin iki ayrı salonunda İspanyolca ve İngilizce olarak yapılıyor bu sunum. Akşam yemeğine yakın Punta Arenas ışıklarını fark ediyoruz.

Mikrobiyoloji Uzmanı olduğum için kamarada ki sağlıkla ilgili broşür hemen dikkatimi çekiyor. Son yıllarda Cruise gemilerinde Norwalk Virüs salgınının sıkça rapor edildiği, bu virüsün gastrointestinal semptomlarla kendini gösterdiğini, hastalığın belirtileri, korunma yolları ve şikayeti olanların danışmaya başvurmaları gerektiği; ayrıca böyle bir durumla karşılaşmamak için alınan ileri derecedeki sanitasyon önlemleri anlatılıyor.

Rotamız

SabahkKahvaltıdan sonra gemide bir hareket başlıyor. Alberto De Agostini Ulusal Parkı’nda Ainsworth Körfezi‘ndeyiz. Zodyaklar denize indiriliyor, gemi personelinden ilk grup kıyıya gidip hazırlıklarını yapıyor ve belli bir düzen ve sıra ile hepimiz bu ulusal parka Zodyaklar ile taşınıyoruz. Her Zodyak’ın bir rehberi var.

Kıyıya indiğimizde iki denizaslanı yavrusu bizi karşılıyor. Rehberimiz bunların 4-5 haftalık olduğunu henüz yüzemediklerini anlatıyor. Biraz ileride bulunan kocaman erkek denizaslanının yakınından geçmememiz konusunda bizi uyarıyor, haremini bekliyormuş bu nedenle saldırganlaşabilirmiş.

Dişilerinin koloniler, erkeklerinin yalnız yaşamayı sevdiği denizaslanları, 600 metre derinliğe dalabilen, 40 dakika su altında kalabilen deniz memelilerinden. Karada da yaşayabiliyorlar. Pek çok türü var. Kuzey Atlantik Denizi’nde yaşayan bir denizaslanına rastlanmamış. Erkek denizaslanları dişilere göre çok daha büyük, bu büyüklük onu dişilerin gözünde çiftleşme için cazip kılıyor. Denizaslanları harem hayatı yaşıyor. Zayıf yapıdaki erkeklerin hiç eş bulamadığı da oluyor. Erkek denizaslanları nadiren babalık görevi yapıyor. Doğan yavru erkek ise rekabet gereği onu sürüden uzak tutmaya çalışıyor. Kendi haremi için kurduğu bölgede güçlü bir erkek istemiyor, bunun için savaşıyor. 15-20 yıl arası değişen bir yaşam süreleri var. Nadiren insanlara saldırıyorlar, 2,5 metreden fazla yaklaşmak önerilmiyor. Nüfus yoğunluğu Şili kıyılarında fazla.

Karşıdan çok uzaklardan gördüğümüz Marinelli Buzulu’nun 1930 yıllarında buralara dek ulaştığını öğreniyoruz. İçim burkuluyor, eriyen buzullara.

Kayaların üzerinde hayatın başlangıcı olan likenler var. Magellanic Ormanı‘nında yürürken toprağın kalınlığının çok az olduğunu görüyoruz. Ağaç kökleri birbirine tutunmuş, biri devrilince diğeri de devriliyor. 200-300 yıl önce buraları buzulmuş o nedenle toprağın derinliği fazla değil. Kayalardaki kırmızı renkteki süngerleri yerliler eskiden su taşımakta kullanıyorlarmış. Ağaçlardan sarkan Çin fenerine benzeyen parçaların altında sevdiğiniz birisini öperseniz hayatınızın sonuna dek ondan ayrılmazmışsınız.

Yerde gördüğümüz yaban çilekleri yerseniz diyare olursunuz diyorlar. Karadeniz’de likapa denilen bir bitkinin benzeri burada kalafat diye adlandırılıyor. Reçeli de yapılan bu bitkiden yiyenlerin Patagonya ’ya tekrar geleceği rivayet ediliyor.

Kunduzların yaptığı barajı görüyoruz. Eskiden Arjantin hükümeti bir kunduz kuyruğu getiren 10 dolar veriyormuş, kim buraya gelip kunduz avlarsa…Nesli tükenen yerlilerin sepet yaptıkları bitkiyi görüyoruz.

Kıyıda kurulu büfeden, çikolata, viski ikramları yapılıyor, dönüş vakti geldi. Aynı disiplin içinde gemiye dönüyoruz.

Sırada muhteşem bir açık büfe öğle yemeği, İtalyan mutfağı ağırlıklı bizi bekliyor. Saat 15.30 civarında zodyaklar denize inmeye başlıyor.

Tucker Adası’na gidiyoruz. Burası aslında bir kayalıklar grubu. Kırılgan bir eko sistem olduğu için karaya çıkmayacağız. Zodyaklar ile etrafında dolaşacağız.

Tucker Adacıkları’nda eşsiz bir doğal yaşamla bütünleşme yaşıyoruz. Binlerce Magellanic Penguen suya giriyor, yüzüyor, oynuyorlar. Bu bölgede yaşayan Magellanic penguenleri 60-75 cm boylarında, 2.7-6.5 kg ağırlığında orta büyüklükteler. Erkekler daha büyük. 20-50 metre derinliğe dalabiliyor, balık ve deniz kabukluları ile besleniyorlar. Yiyecek avlarken sürüler halinde yaşıyorlar. Üreme mevsiminde Arjantin, Güney Şili, Falkland Adaları’na gidiyorlar. En büyük üreme kolonilerinden birisi Arjantin Punta Tombo’da. Muhteşem bir yer. Yumurtalarının kuluçka süresi 39-42 gün. Dişi ve erkek bu görevi vardiyalar halinde paylaşıyorlar.

Patagonya kuşlar açısından da çok zengin bir bölge. Yüzlerce kuş çeşidi var. İlk akla gelenler; Cormorant (Patagonya karabatak kuşu), Caranca (bir ördek cinsi), Skualar genelde büyük deniz kuşları etrafında kamp kuran kuşlar. Yırtıcı davranabiliyorlar.

Sürüler halinde kaya balıkçıllarını görüyoruz. Dönüşte bu kuşlar hakkında bir belgesel izliyoruz.  

Bugün 15 Kasım güneş saat 5.28 de doğdu. Monitöre baktığımda Pasifik Okyanusu’na çıktığımızı gördüm. Ballenero Kanalı’ndayız, daha sonra O’Brien Kanalı’ndan geçeceğiz. Bugünkü programda Pia Buzulu var.

Kahvaltıdan sonra Tierra Del Fuego anlatılıyor. Daha sonra da buzulların oluşumu ile ilgili bir ders veriliyor. Öğle yemeğinden sonra zodyaklar denize iniyor. Sıranın bize gelmesini beklerken uzaktan Pia Buzulunu fotoğraflıyoruz. Kıyıya geldiğimizde bir tırmanma yürüyüşü yapıyor, gemide bulunan 17 ulustan insan 15 dakika boyunca susarak, doğayla bütünleşiyoruz.

İnişte bizi bekleyen sıcak çikolataları içerken dünyayı hiç iyi günlerin beklemediğini düşünüyorum. Yavaş yavaş gemiye dönüş başladı. Pia dan ayrılıyoruz. Sık sık duyduğumuz gürültüler buzullardan kopan parçaların çıkardığı sesler. Dönerken buzuldan kopan parçaların oluşturduğu görüntülerin bazılarını fotoğraflayabiliyoruz.

Patagonya’nın bu bölümü 47 992 kmkare, 145 bin nüfuslu. Burada bulunan buzullar sürekli eriyor. Buzullar 6 kristalli karların sıkıca kenetlenmesi sonucu tek kristal olması ile oluşuyor. Buzul ne kadar beyaz ise o kadar yeni bir buzul. Eski buzullar gri. Buzullar güneşin tüm renklerini absorbe ediyorlar, mavi hariç. İlk çağlardan beri çeşitli iklim teorileri var. Dünyamızda belli periodlarla iklim değişikliği olduğu düşünülüyor. Buzul çağı-sıcak çağ diye. Şimdi sıcak çağdayız. Yirmi beş bin yıl önce tüm Patagonya tek bir buz kitlesi iken, on iki bin yıl önce bu buzullar erimeye başlamış, halen eriyor. Pia Buzulu’nu 2009 yılına dek erimeyen bir buzul sanıyorlarmış, artık bunun da eridiğini biliyorlar. Bir tek Pia Eleven Buzulu erimiyormuş.

Yerli halktan kalan olmadığını daha önce belirtmiştim. Bugün 1 tane Yamana yaşadığını söylüyorlar. PatagonyaInın iç kısımlarına doğru da 200 den az Tehuelche olduğu söyleniyor. Bu bölgelere Eylül-Nisan ayları arası gelebilirsiniz. Çünkü buranın ilkbahar-yaz mevsimi bu aylar arasında. Kışın buranın nasıl olduğu konusunda Şilililerin de bir fikri yok. Muhtemelen her yer karla kaplıdır diyorlar. Buraya turistik olarak ilk kez Mare Australis gelmiş. 2005 yılından beri aynı turu düzenli olarak yapıyorlar.

Gemimiz saat 18 de Beagle Kanalı’nın kuzeybatısında bulunan Buzullar Galerisi’ne (Glacier Alley) doğru yol almaya başlıyor. Hepimiz geminin terasında yerimizi aldık. Buradaki buzulları ülke adlarına göre isimlendirmişler. Önce Romen Buzulu’nu geçiyoruz, Müzik değişiyor bira-sosis ikram ediliyor. Anons Alman Buzulu; Edith Piaf-şampanya-peynir anons Fransız Buzulu; Vivaldi-pizza-şarap İtalyan Buzulu; Bira-köfte ile Hollanda Buzulu. Saat 21.30, hala hava aydınlık.

Gemide anons başlıyor, yarın Cape Horn’a çıkacağız. Tabii hava uygun olursa. Yarın havanın güzel olması için dua ederek kamaralarımıza gidiyoruz (Sonradan öğreniyorum ki hava durumu bu çıkış için çok nadir uygun oluyormuş).

16 Kasım sabahı güneş 05:06’da doğmaya başladı. Giyinip dışarı fırlıyoruz. Dün özellikle bu inişimizde problemle karşılaşmamak için giysilerimize dikkat etmemiz önerildi. Daha önceki inişlerde uygun çizmesi olmayanlar bile bu kez gemide dağıtılan plastik çizmelerden edindiler. Zodyakların indiğini görünce rahatlıyoruz, demek Cape Horn’a çıkabileceğiz. Dışarıda hava 8 C. Geride bıraktığımız Murray Kanalı ve Nassau Körfezi sonrası nihayet Cape Horn’dayız.

Cape Horn, 1616 yılında Hollandalı gemiciler tarafından keşfedilmiş, zaten Horn adı da bu gemicilerden birinin Hollanda’da doğduğu kasabanın adı. 425 metre yüksekliğinde kayalık bir tepe, Şili’ye ait. Pasifik ve Atlas Okyanusları arasında, bu iki okyanusu birbirinden ayırıyor. 1914 de Panama Kanalı’nın inşasına dek çok önemliymiş. Güney Amerika’nın en güney ucu olarak kabul ediliyor aslında 100 km güneyde yine Şili’ye ait Diego Ramirez adaları var. 2005 yılında UNESCO tarafından Alberto de Agostini Ulusal Parkı ile birlikte Cape Horn Ulusal Parkı da dünya biyosfer rezervi listesine dahil edilmiş. (Biyosver Rezervi: Uluslararası öneme sahip karasal ve/veya kıyı eko sistemine sahip yerler)

Şili Hükümeti gönüllülük esasına dayanarak bir aile ile yıllık anlaşma yapıyormuş. Bu yıl burada bir kadın ve iki küçük kızı bir yıllığına yaşıyorlarmış. Onlara yılda birkaç kez erzak bırakılıyormuş. Kapalı ve sert havaya rağmen kıyıya geliyor ve 160 basamaklı merdiveni tırmanarak Cape Horn’a çıkıyoruz. Şili’nin kutsal kuşu Albatros heykelinde fotoğraf çektiriyor, küçük şapeli geziyor, deniz fenerine çıkıyoruz. We were here...

Fırtına geliyor, acele ile toplanıyor, gemiye dönüyoruz. Bir gelenek olarak gemimiz Cape Horn’nu selamlıyor, korsan bayrağını çekiyor. Kaptan geminin en küçük konuğu olan oğluma seslenerek ilk fotoyu alıyor. Hepimize dünyanın en güney ucuna geldiğimize dair kaptan imzalı diplomalar veriliyor.

Hemen kahvaltıya oturup, arkasından buralardaki yaşam ile ilgili dokümanter bir film izliyoruz. Öğlen Şili şarapları ile ilgili bir sunum var. Yeni dünya şarapları içinde Şili gittikçe yükselen bir trend. Yolculuk boyunca sürekli sunulan şaraplardan bu işe verdikleri önem belli. Avrupa’yı saran filoksera salgınından sonra eski dünya şarapçılarının, asmaları buradan getirdiklerini biliyoruz. Şarap dersinden sonra Darwin ile ilgili bir bilgilendirmeye katılıyoruz.

Öğleden sonra 19. yy’da Darwin ve gemisinin 2.kaptanı Fitz Roy’un Yamana (Yaghan) aborjinleri ile tanışıp yaşadıkları Wulaia Körfezi‘ne gidiyoruz. Darwin buraya 23 Ocak 1833 de ayak basmış. Bizden 180 yıl önce…

Her zaman olduğu gibi ilk Zodyaklar bizi karşılayacak olan personeli ve yapılacak sıcak çikolata, viski ikramlarını taşıyor. Arkadan biz körfeze ayak basıyoruz. Burası doğal bitki örtüsü, tarihsel ve coğrafi önemi nedeniyle koruma altında bir bölge. 1930’lu yıllara kadar radyo istasyonu olarak kullanılan bir bina var. Daha sonra burada yaşayan aile burayı terk etmiş, Şimdilerde ise Mare Australis tarafından kiralanmış, turistik amaçla kullanılıyor.

Kıyıdaki binada Yamana yerlileri ve Darwin hakkında posterler ve yazılar var. Daha sonra grup ikiye ayrılıyor. Kıyıda yürüyüşe çıkanlar ve tırmanmayı seçenler. Zirveye dek çıkıyoruz.

Bir dereden geçip, kunduzların oluşturduğu barajları görüyoruz, zirveden körfezi fotoğraflıyor ve doğa ile bütünleşmek için sessizliğe gömülüyoruz.

Gemiye döndüğümüzde saatler 20.00 dolayında, valizlerimizi topluyoruz. Şili Punta Arenas’dan başlayan gemi yolculuğumuz ertesi gün Arjantin Ushuaia da bitiyor. Akşam yemeğinde hala ortalık aydınlık. Bugün burada güneş 21.20 de batıyor. Yemekten sonra kaptan bir veda konuşması yapıyor, şampanya patlatılıyor. Cruceros Australis ile Tierra del Fuego fiyort ve kanallarında toplam 586 deniz mili yol yaptık. Sonuç olağanüstü bir yolculuk anılarımızda yerini aldı. Sabah kahvaltıdan gemiden ayrılıyoruz.

Ushuaia’dayız. Arjantin’in Tierra del Fuego’daki en büyük şehri ayrıca buranın başkenti. Buradan Buenos Aires 3062 km eğer kara yolu ile gitmeye kalkarsanız, yolun bir kısmında Şili topraklarından geçiyorsunuz. Dünyanın en güneyindeki şehir gerçi buranın daha güneyinde yerleşim yeri Puerto Williams varmış ama o köy olduğu için dünyanın en güneyindeki şehir burası kabul ediliyormuş.

Anglikan misyonerleri ile yerlilerin (Selknam, Yamana, Kaweskar, Manekenk) 1871’de ilk karşılaşma yeri bu şehir.

Ushuaia Antarktika’ya giden gemilerin % 80’ninin uğradığı bir şehir. Nüfusun 100 bin dolayında olduğu tahmin ediliyor. Sürekli göç alıyor. Doğal gaz açısından zengin olan bu bölgede, sıkı durun bir ailenin iki aylık doğalgaz gideri 20 dolar değil.

Gümrüksüz alışveriş merkezleri ile dolu olan bu şehirde İnka Rose denen buraya özgü bir taştan yapılmış takıları satan pek çok dükkân var. Fakat fiyatlar yine de ucuz değil. Yıllık gelen turist sayısı 200 bin dolayında. Havanın bizim şansımızdan güneşli olduğunu düşünürken, burada yılın 10 ayının böyle güneşli olduğunu öğreniyoruz.

Subpolar bu iklimde Magellanic Ormanlar, karşıdan görünen Martial Buzulu çok hoş bir ambians yaratıyor.

Eskiden burası azılı suçluların gönderildiği hapishanesi ile meşhur bir sürgün yeriymiş. Ayrıca J. Verne filme de çekilen ‘’Dünyanın Öbür Ucundaki Fener’ ’isimli kitabını yazarken burada bulunan küçük bir adadaki fenerden etkilenmiş.

Müzeye çevrilen tarihi hapishane ziyaretimizde yurt dışına sürgüne gönderilmeyi reddederek, sürgüne gitmektense ülkemin hapishanelerini tercih ederim diyen üniversite hocasının öyküsü de bizi etkiliyor.

Önce Tierra Del Fuego Ulusal Parkı’na gidiyoruz. Burada bulunan dünyanın en güneyindeki postanede pasaportlarımızı damgalatıyoruz anı olarak. Dağ, orman, denizin birleştiği bu doğa harikası burası. 

Park 689 km kare genişliğinde, Beagle Kanalı’nın kıyısında. Beagle Kanalı’nın bir yanı Atlas Okyanusu diğer yanı Pasifik Okyanusu’na açılıyor. Kara olarak Şili-Arjantin arasında. Dünyanın en güneyindeki ulusal parkta yüzden fazla kuş ve memeli hayvan yaşıyor.

Küreselleşme gerçeği bir kez daha yüzümüze çarpıyor, tüm dünya markalarının bulunduğu kent hiç ucuz değil. Fiyatlar Türkiye ile aynı.

Doğası ile büyüleyici eriyen buzulları ile hüzün verici bir coğrafyadan ayrılıyoruz. İyi ki buralar gelmişiz duyguları ile. Buraları görmemizi sağlayan Atilla Tuna’ya teşekkür ediyoruz.

Patagonya gezimizin birinci bölümünü okumak isterseniz:

Patagonya Macerası; Ulusal Parklara Yolculuk tıklayınız.

Zagreb Gezi Rehberi: Hırvatistan’ın Keşfedilecek Başkenti

Zagrep

Hırvatistan’ın başkenti ve 1 milyondan fazla nüfusu ile en büyük şehri olan Zagreb, ülkenin kuzeydoğusunda yer alıyor. Denizden uzakta olduğundan sahildeki diğer şehirlere göre biraz sönük kalıyor. Medvednica Dağı’nın eteklerinde bulunan şehirde dört mevsim de yaşanıyor ve yeşili dışında iklimiyle biraz Ankara’ya benziyor gibi.

Bölgede yerleşim 1. yüzyılda başlamış ve Zagreb ismiyle 1094 yılında anılmaya başlanmış. 1242 yılında Cengiz Han tarafından şehir işgal edilse de kısa sürede toparlanarak gelişmesini sürdürmüş. Şehrin asıl kuruluşu 1851 yılında Kaptol ve Gratec şehirlerinin birleşmesiyle olmuş. I. Dünya Savaşı’ndan şehir oldukça hasar görmüş. Hasar gören binalar restore edilerek şehir planlı ve çok güzel bir şekilde tekrar inşa edilmiş. Şehirde Osmanlı İmparatorluğu, Nazi Almanyası ve Komünist Yugoslavya’nın etkilerini görülmekte.

Dünyada nereye giderseniz gidin mutlaka öğrenecek yeni bir şey bulup büyüleniyorsunuz. İşte Zagreb de öğrendiklerim de ilginç idi. Kravat ve dolmakalemi ilk bulan ve kullananların Hırvatlar olduğunu biliyor muydunuz? Ben de bilmiyordum ve öğrenince özellikle kravat için çok şaşırdım. Kılık kıyafet işlerinde hep Fransızların öncü olduğunu düşünmüşümdür. İlk defa Hırvat askerleri 17. yüzyılda Otuz Yıl Savaşları sırasında kravatı Fransa’ya getirmiş ve onlar da böylece kravat kullanmaya başlamış. Mürekkep doldurulan veya tüyü değiştirilen ilk kalem yani bildiğimiz dolmakalem ise 20. yüzyılda Zagreb’de Slavodjub Penkala tarafından icat edilmiş.

Şehirle ilgili bu kısa bilgiden sonra Noel ışıklandırmalarıyla adeta bir masal şehrini andıran Zagreb’in büyülü dünyasına adım atalım!

Ulaşım

Zagreb’in güzel bir şehir olduğunu duymuştum ve ilkbaharda gitmeyi düşünmüştüm ancak aralık ayı için Zagreb gidiş Lubliyana’dan dönüş uçak biletini çok uygun fiyata bulunca hemen aldım. Aralık ayında iki şehirde de Noel pazarlarını yaşadım bu tarihi seçerek.

Biraz rötarla Saat 21:00 civarında Zagreb’e ulaştık. Havaalanından çıktığımda buz gibi bir hava ve karlı bir meydan beni bekliyordu. Merkeze gitmek için üzerinde Crotia Airlines yazan belediye otobüsüne bindim. Yolculuk için 30 Kuna ödedim. Bu otobüsler gün içinde yarım saatte bir kalkıyormuş. Yaklaşık 1 saatt karlı yollarda gittik. Otogarda tramvay ile Ban Jelacic Meydanı’na ulaştım.

Cumartesi akşamıydı ve sokaklarda insan seli halinde adım atacak yer yoktu. Meydanı buldum ama bu sefer kalacağım hosteli bulamıyordum. Bir polise adresi sordum. Polis bile zil zurna sarhoştu ve adresi anlayamadı. Bir restoranın önünde bekleyen taksilerden biri ile hostele ulaşabildim. Hostelde de vur patlasın çal oynasın eğlence devam ediyordu. 

Gezelim Görelim

İlk günün sabahında önce çok yakın olan Ban Jelacic Meydanı’na gitmeye karar verdim. Meydana doğru yürürken akşama göre daha sakin olan, tüm ihtişam ve güzelliğini sabahın bu erken saatinde açıkça ortaya koyan Zagreb’in en önemli caddesi Ilica Caddesi’ni de ulaştım.

zagrep

Ilica Caddesi Zagreb’te ev fiyatlarının ve kiraların en yüksek olduğu bir caddeymiş. Cadde 5.5 km uzunlukla Zagreb’in en uzun üçüncü caddesiymiş. Ilica Caddesi’nde mağazalar, kafeler, restoranlar ve işyerleri bulunuyor. Zagreb’e gelenlerin bu caddeyi es geçmeleri mümkün değil. Noel ışıkları ve süsleriyle daha güzel ve büyülü hale gelmişti. 

Trg Bana Josipa Jelacica Meydanı (Ban Josip Jelacic Square) sabah olmasına karşın oldukça kalabalıktı. Zagreb’in merkez meydanı olan Ban Jelacic Meydanı çok büyük bir alana yayılmış.

 

Bir tarafında büyük bir gösteri platform kurulmuş ve Noel nedeniyle çeşitli etkinlikler yapılıyordu. Rengarenk hediyelik eşyalar ve yeme ve içme stantları kurulmuştu.

zagrep

Meydanın tarihi 17.yüzyıla kadar gidiyor ve ilk adı Harmica olarak kaynaklarda yer almış. Meydan, eski kent merkezi Gradec ve Kaptol’un ve Dolac Pazarı’nın güneyinde yer alıyor. Meydanın etrafını süsleyen binalar da tarihi 17. ve 18. yüzyıla kadar uzanan ve oldukça hoş gözüken yapılar. Bu bölge günün her saati hareketli. 

Ban Jelacic Meydanı’nın ortasında Zagreb’in en önemli eserlerinden olan Ban Josip Jelacic Heykeli bulunuyor. 1866 yılında yapılan, at üzerinde heybetli bir şekilde yükselen Asker heykeli Josip Jelacic’e ait. Ülke Hapsburg hanedanlığının yönetimi altındayken ülke yönetiminin başında olan Ban Josip Jelacic kağıt üzerinde bu hanedanlık için çalışıyor gözükerek aslında gizli gizli Hırvatistan’ın bağımsızlığını çalışıyormuş. Bu yüzden de ülkede ulusal kahraman olarak kabul ediliyormuş.

Heykel yıllarca anlaşmazlık konusu olmuş ve sürekli yer değiştirmiş. Orijinal olarak heykel kuzeye bakıyormuş. Böylece kılıcıyla Macaristan’ı işaret ettiği ve onun 1848 yılında Macaristan’ı ele geçirmesinin anısına heykelin sembolik olarak dikildiği iddia edilmekte. 1947’de komünist rejim bu heykelin Hırvatistan milliyetçiliğinin sembolü olduğunu iddia ederek yerinden kaldırmış. 1990 yılında Yugoslavya dağıldıktan sonra heykel meydana dönmüş ancak bu sefer yönü güneye bakıyor.

Zagrep

Meydandaki Mandusevac Çeşmesi’de çok güzel süslenmiş. Eskiden bu çeşmede şehrin kuruluşuyla bağlantılı bir efsanesi olan doğal bir su kaynağı varmış. 19. yüzyılda meydana kaldırım döşenirken su kaynağı yer altına gömülmüş. 1986 yılında su kaynağının halen kurumamış olduğu keşfedilince üzerine çeşme inşa edilmiş.

Mandusevac Çeşmesine bozuk para attığınızda dileklerinizin gerçekleşeceğine inanılıyormuş. Diğer inanışa göre de çeşmenin suyunu içerseniz hayatınızın kalanında Zagreb’i hiç unutmaz ve tekrar gelirmişsiniz.

Çeşmenin yanındaki yeme içme stantları çok güzel süslenmiş. Yapay karla kaplı ağaçlar ve kapıların önünde fotoğraf çektirmek için herkes yarış halindeydi.

Zagrep

Zagreb Katedrali (Zagrebačka Katedrala) Süslü kapıdan çıktıktan sonra biraz yokuş tırmandım ve Zagreb’in sembollerinden Zagreb Katedrali karşıma çıktı. Kaptol bölgesindeki bu Roma Katolik Katedrali Hırvatistan’ın en uzun yapısı ünvanının yanında, Avrupa’nın bu bölgesindeki tarihi en eski gotik kiliselerden de biriymiş.

Kilisenin tarihi oldukça çalkantılı olmuş. 1093 yılında Kral Ladislaus piskoposluğun yerini değiştirerek buraya taşımış ve mevcut kilisenin katedral olmasını istemiş. 1242 yılında kilise Moğol saldırıları sonucunda yıkılmış ve birkaç yıl sonra yeniden yapılmış. Bu yapı 15. yüzyıla kadar o haliyle kullanılmış ve Osmanlıların bölgeye saldırısı nedeniyle bu yüzyılda etrafına savunma kalesi inşa edilmiş. Bu kalenin bazı duvarları halen görülebiliyor.

Ancak esas tahribat 1880 yılındaki depremde yaşanmış. Katedralin sağındaki kale duvarındaki saat deprem sırasında durmuş ve bir daha da çalıştırılamamış. Katedralin restorasyonu Neo-Gotik tarzda yapılmış. Bu restorasyon sırasında yapıya daha önce mevcut olan kule yerine 108 metre yüksekliğinde iki kule eklenmiş. Ancak restorasyonda kullanılan taşlar o kadar kalitesizmiş ki katedralin tekrar restore edilmesi için 30 yıl önce çalışmalara başlanmış. 

Katedral Hırvatistan’ın en önemli kültürel mirası kabul edildiğinden anıtsal yapı olarak koruma altına alınmış. Katedralin Fransa’daki St. Urban Kilisesi‘nden ilham alınmış. 

Katedraldeki en önemli eser 9. yüzyıldan kalma bilinen en eski Slav alfabesi olan Glagolythic alfabesi. Orijini konusunda farklı yorumlar bulunmakla birlikte en yaygın kabul edileni, bu alfabeyi Hıristiyanlığı bölgede yaymak için Cyril ve Methodius kardeşlerin oluşturdukları olmuş. Bu alfabenin kullanımı 16. yüzyıldan itibaren azalmış ve 19. yüzyılda tamamen son bulmuş. 

Altarın arkasında aziz olarak kabul edilen kardinal Aloysius Stepinac’ın mezar taşı vardı. İnsanlar buraya gelip dua ederek kabulü için küçük notlar bırakıyorlarmış. Ben de Katedral ziyaretimde altara yakın bir yere oturdum ve mezarın etrafında ibadet edenleri izlemeye başladım. Bu sırada ilginç bir olayla karşılaştım. Yaşlı bir adam pantolonunun paçalarını dizini çıplak bırakacak şekilde katlamıştı ve dizlerinin üzerinde elindeki kitabı okuyarak sürünüyordu. Böyle ibadeti hiç görmemiştim ve adam mezar etrafında tam bir tur yapana kadar onu izledim. Bravo adama, yaşına rağmen pes etmeden sürünmeyi tamamladı. Mezarı öpenler ve ağlayanlar bu ibadetin yanında çok basit kaldı!

Katedralin bulunduğu meydanda Kutsal Bakire Meryem ve Dört Melek Sütunu’nunda, altın renkli dört meleğin çevrelediği Meryem Ana heykeli bulunuyor. Bu 4 melek Hıristiyanlıktaki inanç, umut, saflık ve tevazuyu sembolize ediyormuş.

Dolac Pazarı, Sütun ve çeşmeyi de gördükten sonra geldiğim yola dönüp sağa doğru yürümeye başladım. Böylece Dolac Pazarını da bulmuş oldum. Pazar oldukça kalabalıktı ve sebze-meyve türü taze ürünlerin yanı sıra hediyelik eşyalar, el yapımı işlemeler vardı. Şehre yakın köylerden gelen çiftçilerin yetiştirdikleri doğal ürünler her gün bu pazar yerinde satışa sunuyorlarmış. Çevrede birçok kafe ve restoran da bulunuyor.

Tarihi pazar 1918 yılından sonra bölgenin ticari ve sosyal yönü geliştiğinden kurulmuş. Dolac Market, hafta içi 7-15 , cumartesi günleri 7-14, pazar günleri 7-13 saatleri arasında açık. Merdivenlerin başında pazar yerini sembolize eden hoş bir heykel bulunuyordu.

Merkeze yakın yerde bulunan ve Zagreb’in en renkli sokaklarından biri olan Opatovina Sokağı da gezi güzergahımdaydı. Her iki tarafında kafelerin sıralandığı bu sevimli sokak özellikle akşamları çok kalabalık oluyormuş. Yemek fiyatları da kapı önüne koydukları menülere göre oldukça uygun sayılır. Bu sokağı kesen bir diğer sevimli sokak ise Skalinska Sokağı. Burada da yine kalabalık kafeleri görmek mümkün.

Zagrep

Zagreb’de kaldığım yerin merkeze çok yakın olmasının avantajını doyasıya yaşadım. Hostelin hemen yanı başında olan fünikülere binmek istedim. Vakit kaybetmemek için uzamış bir kuyruğu beklemeyi göze alamayınca yanındaki merdivenleri tırmanmaya başladım. Sonunda tepeye ulaşınca harika bir Zagreb manzarası beni bekliyordu.

Bir süre dolaştıktan sonra karşıma Kırık Kalpler Müzesi çıktı. 

Zagrep

Kırık Kalpler Müzesi (Museum of Broken Relationships) Olinka Vistica ve Drazen Grubisic adlı iki yerel sanatçının bir arkadaşlarının 4 yıllık bir ilişkisinden ayrılması sonrası yaşadığı aşk acısına ilişkin bir sanat projesi olarak başlattığı Zagreb Kırık Kalpler Müzesi, 2010 yılından beri Cirilometodska ul Caddesi’ndeki binada faaliyet gösteriyor. Bu müze dünyanın her yerinden insanların önceki ilişkilerinden veya yarım kalmış aşklarından ellerinde kalan eşyaları bağışlamaları ile oluşturulmuş. Ayrıca aile sorunu yaşayan kişilerin de bağışta bulunması mümkünmüş. Bu koleksiyon, Almanya, Makedonya, Sırbistan, İngiltere ve ABD gibi bazı ülkelerde de sergilenmiş. Müzeye çok ilgi olunca 2017 yılında bu müzeye benzer bir müze Los Angeles şehrinde kurulmuş. Müze özgün düşünce anlayışını ortaya koyması açısından Kenneth Hudson Ödülüne layık görülmüş.

Aslında çok büyük bir müze değil ve kısa sürede gezilebiliyor. Bağış eşyalarının yanında buna ilişkin hikayeler de bulunuyor ve bunları okumak zaman alıyor. Başlangıçta hepsini okumaya çalıştım ancak çoğu hikayenin ilgimi çekmediğini anlayınca okumaktan vazgeçtim. Öyle büyütülecek bir durum yok ve üzücü olan çok az sayıda hikaye var. Çoğu çocukça veya saçma denecek hikayeler. Yine de bu müzenin özgünlüğünü kabul edelim.

St. Mark’s Kilisesi, Müzeden sonra hemen ilerisinde gözüken St. Mark’s Kilisesi’ne yöneldim. Zagreb’in bir diğer simge yapısı, Trg Sv. Marka Caddesi’nde bulunan ve 13. yüzyılda yapılmış renkli St. Mark’s Kilisesi, Zagreb’in en eski yapılarından biri.

İlk olarak Romaneks tarzda inşa edilmiş ve bu yapıdan sadece güney duvarındaki bir pencere ile çan kulesi yeni yapıda kullanılabilmiş. Daha sonra 14. yüzyılda yapıya gotik öğeler de eklenmiş ve böylece güney kapısıyla en değerli halini kazanmış. Bu kapı üzerindeki figürler Ortaçağ’ın en meşhur heykeltraşlarından Parler tarafından yapılmış. Kuzey-batı duvarında ise Zagreb’ın bilinen en eski şehir amblemi seramik olarak yapılmış. Bunun yanı sıra Hırvatistan, Slovenya ve Dalmaçya bayrakları ile üçlü krallık sembolize edilmiş. Doğal afetler nedeniyle kilise hasar görmüş. Bu nedenle 14. yüzyılda yapılan kiliseden fazla bir şey kalmamış. Kilise genelde kapalı oluyormuş ve Noel zamanında açılıyormuş. Geldiğim dönem açısından şanslıydım ve içeriyi gezebildim.

Kilisenin bulunduğu Gornji Grad (Yukarı Şehir/Medvescak) bölgesi Zagreb’in Orta Çağ eserlerinin daha yoğun bulunduğu bir bölge. 17 ve 18. yüzyıl mimarisinin en güzel eserlerini barındıran Yukarı Şehir’de, başta gezmiş olduğum Zagreb Katedrali, St. Mark Kilisesi ve Kırık Kalpler Müzesi olmak üzere tarihi binalar, müzeler, kafeler, restorantlar, hediyelik eşya dükkanları ve Hırvatistan Parlamentosu bulunuyor. Tepe olduğundan çok güzel panoramik manzarası var.

Zagrep

Yine dilek kilitleri karşıma çıktı. Burası şehrin en hareketli, en turistik, en görülesi bölgelerinden biri. Hükümet merkezi olan Gradec ile Katolik merkezi Kaptol yerleşimleri bu bölgede olduğundan hem dini hem de idari bir bölge.

Kentin merkezi olan Gornji Grad’da bir anıtsal mezarlık varmış. Mirogoj Mezarlığı‘nı Zagreb’de bulunduğum sürede aramama karşın bir türlü bulamadım. Aslında o kadar yakın bir yerde değilmiş. Katedralin yanındaki otobüs durağından 106 no’lu otobüse binmek gerekiyormuş. Ya da Trg Bana Meydanı’ndan Mihaljevac yönünde 14 no’lu tramvaya binip 4. durakta iniliyormuş. Neyse artık iş işten geçti.

Görmek isteyenler için kısaca bahsedeyim. Katolik, Ortodoks, Müslüman, Yahudi, Protestan gibi pek çok dine ait mezarların bulunduğu Mirogoj, gerek alan kullanımı açısından, gerek bir sanat galerisi gibi düzenlenen anıt mezarları ile Hırvatistan tarihinin anlatıldığı bir kitap gibi çok önemli bir yer olarak kabul ediliyormuş. Mezarlıkta önemli şahsiyetlerin mezarları da bulunmaktaymış.

Tkalciceva Caddesi, ikinci gün farklı sokaklara girip çıkarken Zagreb’in İstiklal Caddesi’ne benzer sokağı Tkalciceva Caddesi’ni buldum. Çok güzel kafeler ve restoranlar vardı.

Caddeyi boydan boya yürüyerek gezdiğim sırada ilginç bir olaya şahit oldum. Adamın birisi elinde temizleme bezi ve spreyleri ile posta kutularını silip parlatıyordu. Sanırım Noel zamanı olduğu için insanlar yakınlarına ve sevdiklerine kart ve hediye gönderiyorlar diye bu kutuları temiz tutmaya özen gösteriyorlar. Bu caddeyi gezerken aç değildim ve bu yüzden herhangi bir yere oturmadım. Fiyatları herkesin bütçesine uygun olan yerler vardı. Hatta Lokma tabelalı bir Türk kafe de gördüm.

İşkence Müzesi, Meydana gideceğim sırada gözüm bir müze tabelasına ilişti. Müzenin adı Museum of Torture yani İşkence Müzesiydi. Aslında yaptığım programda bu müze yoktu; ama birden burayı gezmek istedim. Girişi bile ürkütücüydü.

İşkence Müzesi antik zamanlardan günümüze kadar işkencede kullanılan benzersiz, çeşitli aletlerin sergilendiği bir müze. Giriş ücreti 50 kuna. Çok ilginç bir müzeydi ve insanın içini ürpertiyordu. İşkence aletlerinin kullanımını gösteren videonun sesi de rahatsız edici, korkunç ve ürkütücü bir şekilde ortamda yankılanıyordu. 1792’de kullanılan Berger mekanizmasına sahip bir giyotinin tam ölçekli bir replikası görülebiliyor. Demir Kız aleti ise Orta Çağ’da bilinen en zalim işkence aletiymiş.

Şiddet ve işkence ile ilgili çeşitli zamanlarda söylenmiş özlü sözler de girişte yer alıyordu ve bunlardan en beğendiğimi aktarayım istiyorum.

You can chain me,
you can torture me,
you can even destroy
this body, but you will
never imprison my mind
Mahatma Gandhi

Müzeyi gezerken içim karardı ve insanların ne kadar zalim, vicdansız ve gaddar olabileceklerini örnekleriyle görmüş oldum. Demek ki filmlerde bu aletlerin kullanımını izlerken bu kadar gerçekçi bir gözle bakmamışım. Kendimi dışarı zor attım.

Aşağı Şehir (Donji Grad) Bölgesi, Müzeden çıkışta Donji Grad bölgesine doğru yürüdüm.

Zagrebliler Donji Grad bölgesine kısaca merkez diyorlar. 19. yüzyılda gelişmeye başlayan Aşağı Şehir, daha çok hükümet binalarının, ticaret ve iş merkezlerinin bulunduğu bir bölge. Sanat galerileri, parklar, müzeler, tiyatrolar, opera binaları ve alışveriş caddeleri ile şehrin sanat ve kültür merkezi de olduğundan canlılığını her daim koruyan bir bölge 

Lenuci At Nalı veya Zagreb’in Yeşil At Nalı olarak isimlendirilen bir sistem dahilinde bu bölgede tam olarak 8 meydan bulunuyor. Yeşil kelimesi tam anlamıyla karşılığını bulmuş çünkü bu meydanların tamamı aynı zamanda park. Lenuci ise ilk Hırvat şehir plancısı Milan Lenuci’nin adıymış ve bu meydanların yanı sıra Ban Jelacic, Dolac, Kaptol Meydanlarını ve Maksimir Parkın bir kısmını da bu kişi planlamış.

Yürürken ilk olarak Sanat Pavilyonu‘nu gördüm. Sanat Pavilyonu Hırvatistan’ın ilk ve en önemli sergi merkeziymiş ve her yıl yerel ve uluslararası pek çok sanatçının eserleri sergileniyormuş. Binanın diğer tarafında ise çok büyük bir meydan olan Kral Tomislav Meydanı bulunuyordu. Buraya güzel bir paten alanı kurulmuş. 

Zagrep

Hayranlıkla paten kayanları izleyerek yürümeye devam ettim ve büyük bir heykelin önüne ulaştım. Büyük atlı heykel, ilk Hırvat kralı olan Tomislav’a ait olup 1938 yılında yapılmış ve ancak 2. Dünya Savaşı’ndan sonra 1947 yılında bu meydana yerleştirilmiş.

Tomislav, Macaristan saldırılarından ülkeyi koruyan ve bütün Hırvat topraklarını bir devlet altında birleştiren bir lider olduğundan Hırvatlar için büyük öneme sahip. Ancak tahta geçtikten 3 yıl sonra bilinmeyen gizemli bir şekilde ölmüş.

Heykelin önündeki caddenin karşısında uzun ve büyük bir yapı Zagreb’in Merkez Tren İstasyonu Glavni Kolodvar. Zagreb’in başkent olduğu 1862 yılında buraya ilk tren gelmiş ve o zamandan beri Avrupa’nın Viyana ve Budapeşte gibi ticaret ve kültür merkezleriyle tren bağlantısı sağlanmış. Bu nedenle 1892 yılında bu istasyon inşa edilmiş. Karşıya geçip içine de şöyle bir baktım ancak dış görünümünün aksine sıradan bir istasyonla karşılaştım.

Zagrep

Yön tabelasında Botanik Bahçesini gördüğümden o tarafa doğru yürüdüm. Uzun süre yürüdükten sonra burayı bulduğumda hayal kırıklığı yaşadım. Çünkü ana kapı kilitliydi ve Nisan ayında açılacağı yazılıydı.

Şehrin güneyinde, Mihanovic Caddesi’nde bulunan Botanik Bahçesi‘nin planı (Botanicki Vrt), 1889 yılında yapılmış. Bugün park artık Bilim Fakültesine ait olup tarihi, kültürel ve turistik değerine ilaveten artık araştırmaya da hizmet etmekteymiş.

Zagrep

On bin tür bitkiye ev sahipliği yapan, içerisinde göletler, köprüler, yapay mağaralar ve tepeler bulunan Botanik Bahçesi 1971 yılından bu yana doğa ve mimari anıt olarak kabul ediliyormuş. Demir parmaklıklar arasından ancak böyle birkaç foto alabildim.

Nisan’a kadar kapalı tabelasını görünce bir diğer görülmesi önerilen Maksimir Parkın da aynı şekilde kapalı olabileceğini düşünerek programımdan çıkardımN

Botanik Bahçesi’nin kapısından ana meydana doğru dönerken bilmediğim cadde ve sokaklara girmeye başladım. Bu arada bir de ne göreyim bizim Büyükelçilik binamız. Sanki yıllarca gurbetteymişim gibi bayrağımızı görünce heyecanlandım.

Sonra küçük bir meydanın köşesinde Nicola Tesla Heykeli‘yle karşılaştım. Sırp kökenli olan Amerikalı elektro fizikçi ve mühendis Tesla, dünya bilim tarihini kökten değiştiren deneylere ve icatlara imza atmış bir bilim adamı. Elektriğin kablosuz olarak taşınabileceğini deneysel olarak Londra fuarını aydınlatarak ispatlamış bir dahidir. Hırvatlar da bu bilim adamına çok önem vermişler ve hatta adına bir müze de oluşturmuşlar.

Ana meydana doğru yürürken Cvjetni Meydanı’na ulaştım. Çiçekçilerle ve hoş kafelerle çevrili bu küçük meydan Zagreblilerin buluşmak ve bir kahve içmek için tercih ettikleri bir yermiş. Meydanın bir geleneği varmış. Halk özellikle cumartesi günleri en güzel kıyafetlerini giyerek, meydandaki kafelere oturup kahve içerlermiş. Zaten dışarıda kahve içme kültürü Zagreb’de çok yaygınmış ve en ciddi iş konuşmaları bile böyle kahve içilerek yapılıyormuş.

Zagrep

Bu meydanda 1866 yılında inşa edilen Ortodoks Kilisesi bulunuyor.

Gric Tüneli, Tünel tabelasını takip ederek eski şehrin altında yer alan 350 metre uzunluğundaki Gric Tüneli’ne girdim. Burası 1943 yılında bombalardan kaçmak için bir sığınak vazifesi görmüş. Geçen yüzyılın sonlarında da Hırvatistan bağımsızlık savaşında bir kez daha şehir sakinlerine güvenli bir çatı olmuş. Bugün ise artık sakin ve serinletici bir geçit olarak işlev görmekte ve turistik olarak ziyaret edilmekte.

Biraz yürüyünce çok renkli bir koridorla karşılaştım. Sanırım noel nedeniyle değişik bir sergi vardı. Büyük boyutlarda kitaplar ve evler renkli ışıklarla ışıl ışıldı.

Zagrep

Buradan farklı bir yoldan tepeye çıkmış oldum. Akşam gün batımında Zagreb farklı güzel.

Yürürken çok hoş bir sokakta yer alan tarihi taş kapıyla karşılaştım. Bu kapı 13. yüzyılda yapılmış. Kapıdan geçerken ışıkların gözüktüğü yerde bir de şapel bulunuyor. 

Artık yorulduğumdan dinlenmek istiyordum. Bu nedenle bir gün önce girmek istediğim ancak kalabalık olduğundan kapısından döndüğüm Ilica Caddesindeki Vincek Pastanesine gittim.

Zagrep

Pastane çıkışında aşağı tarafa doğru yürürken karşıma bütün haşmetiyle Hırvatistan Ulusal Tiyatrosu çıktı.

Hırvatistan Ulusal Tiyatrosu, (Hrvatsko Narodno Kazaliste) seçkin opera, bale ve tiyatro performansları sunmasının yanı sıra mimari yapısıyla da dikkatleri üzerine çekiyor. Neo-barok ve rokoko tarzında yapılan tiyatro binası, 1895 yılında son tuğlaya gümüş bir çekiçle vuran Avusturya Macaristan İmparatoru Franz Joseph tarafından açılmış.

Tiyatronun önünde Hayat Çeşmesi Heykeli bulunuyor. 

Tiyatronun önünde büyük bir balonun içinde müzisyenler performans sergiliyordu. Ben de uzun süre oturup gerçekten çok yetenekli olan bu gençleri izledim.

Zagreb Üniversitesi Tiyatronun tam karşısında bulunan Zagreb Üniversitesi binası 1669 yılında inşa edilmiş ve güney-doğu Avrupa’nın en eski ve en büyük üniversitesiymiş.

Zagrep Mimara Müzesi, Üniversitenin ilerisinde antik zamanlardan 20. yüzyıla kadar 3700 farklı eserin sergilendiği bir Güzel Sanatlar Müzesi, Mimara Müzesi bulunuyor. 

Sırada Arkeoloji Müzesi vardı.

Zagreb Arkeoloji Müzesi (Arheoloski Muzej), Zagreb’in en eski müzesi. 1880 yılında müze için bütün Hırvatistan’da sistematik kazı çalışmaları yapılmış. Koleksiyon aynı zamanda hediye ve bağışlarla yenilenmiş. Bugün Yunan, Mısır ve Roma dönemlerine ait yaklaşık 450 bin parçalık bir koleksiyonu bulunmakta. Müzede; tarih öncesi dönemler, Hırvatistan, Mısır, Yunanistan, Romalılar, Bizans İmparatorluğu ve daha birçok farklı kültüre ait eserler yer alıyor.

Müzenin zengin bir Mısır koleksiyonu bulunuyor. İlk olarak mumyalama sırasında ölü bedenden çıkarılan organların konulduğu kanopik vazoları gördüm. Bunlar adeta sanat eseri gibi yapılmış ve öleni temsil edecek öğeler eklenmişti. Geçenlerde bir yarışmada hangi organın mumyadan çıkarılmadığı sorusu sorulmuş ve kalbin çıkarılmadığını öğrenmiştim. O zaman bu bilgi bana çok ilginç gelmişti ve araştırdığımda Mısırlılar için beynin hiç önem taşımadığını, hayatın kalp ile başlayıp kalp ile bittiğine inandıklarını öğrendim.

Her lahitin üzerine ölen kişinin tasviri yontuluyormuş. Ölüyü öteki dünyaya olan seyahatleri sırasında her türlü saldırı ve kötülükten koruduklarına inandıklarından küçük heykellerle çeşitli ziynet eşyalarını ve bunlarla birlikte iç organların konulduğu kanopik vazoları lahitin içine mumyanın yanına koyarlarmış. Ayrıca ölenin Tanrı Osiris’in sorularına cevap verebilmesi için bir de ölüler kitabı konulurmuş.

Bana Müzede en ilginç gelen yer Zagreb Mumyasının da bulunduğu bu Etrüks odası oldu. Etrükslerin kullandıkları eşyaların yanı sıra kumaşın sarılı olduğu artık taşlaşmış olan kadın cesedi de burada sergileniyordu.

Mısır bölümünün bir alt katında Hırvatistan bölgesinde yapılan kazılarda çıkarılan buluntular sergileniyordu. 6. yüzyılda bölgede yaygın olarak kullanılan siyah figür tekniğiyle yapılan eşyalar burada sergilenmekte.

Müzenin bir diğer bölümünde de üzerinde yazı olan mezar taşları ve Yunan heykelleri bulunuyor.

Arkeoloji Müzesi Zrinjevac Meydanı’nda bulunuyor. Meydan ağaçlarıyla, özellikle yaz aylarında burada yapılan festivalleriyle ve çeşmeleriyle ünlü. Meydanda üç çeşme var ve en ilginç olanı “Mantar” olarak adlandırılıyor. Bu çeşme 1893 yılında yapılmış ancak suyunun taşarak yürüyüş yollarına akması nedeniyle espri konusu edilmiş. 1975 yılında restore edilerek düzgün hale getirilmiş. Bu çeşmeleri noel pazarı standları nedeniyle aralardan görebilmem mümkün olmadı.

Meydanda bir de 1884 yılında ordu doktoru olan Adolf Holzer tarafından bağışlanan Meteoroloji Sütunu varmış ancak ben bunu da gözden kaçırmışım. Bu sütun halen çalışıyor ve insanlara sıcaklık, hava basıncı, nem ve zaman konusunda bilgi veriyormuş. Ancak Dünya Meteoroloji Örgütü’nün standartları kullanılmadığından doğruluğu tartışmalıymış.

Buradan hemen Lotrscak Kulesi’ne doğru yürüdüm. 20 Kuna olan giriş ücretini ödeyerek merdivenleri tırmanmaya başladım.

Lotrscak Kulesi, (Kula Lotrscak) Latince ismi “Hırsızlar Çanı” anlamına gelen kule 13. yüzyılda inşa edilmiş. Rivayete göre Osmanlıların  kuşatması sırasında Lotrscak Kulesinden top atışı yapılmış ve bir gülle güya Sava Nehri’ni de aşıp Osmanlı ordusu karargahına gelmiş. Hatta paşaya öğle yemeği için götürülen tavuk tabağına düşmüş. Bunu gören Osmanlı paşası bu kadar uzaktan gülle fırlatabilen Zagreblilerden korkarak şehri istila etmekten vazgeçmiş. O günden bu yana o günün anısına her gün öğle saatlerinde kulenin tepesinden top atışları yapılıyormuş. Lotrscak Kulesi savunma amaçlı yapılmış ama günümüzde sanat galerisi olarak kullanılıyor ve şehrin tepesinde olduğu için Zagreb’i panoramik olarak görmek için mükemmel bir mekan..

Kule Pazartesi hariç her gün 11.00-19:00 saatlerinde açıkmış.

Diğer Gezilecek Yerler

Zagreb’i üç dolu gün adım adım gezmeye çalışsam da gezemediğim yerlerden de bahsetmek isterim.

Bunlardan ilki Ilica Caddesi üzerindeki Neboder (Gökdelen)  16.katında Zagreb Eye, şehri 360 derecelik seyir imkanı tanıyan yüksek bir bina katı.

Mazuranic Meydanı’nda bulunan Etnografya Müzesi ve ADU (Tiyatro Akademisi), Marulic Meydanı’ndaki Hırvatistan Devlet Arşivleri Binası, Strossmayer Meydanı’ndaki Güzel Sanatlar ve Bilim Akademisi ve Modern Galeri görülebilir.

Gitmeyi çok istediğim halde hem uzak hem de havanın yağmurlu olmasından dolayı programımdan çıkardığım en önemli yer Plitvice Gölü Ulusal Parkı oldu.

Zagreb’in yakınında günübirlik gidilebilecek bir diğer tarihi yer ise Trakoscan Kalesi. Burası yaklaşık 12. Yüzyıl dolaylarında inşa edilmiş ve birçok ünlü ailenin konutu olmuş.

Zagreb’de Yeme İçme

Yeme içme konusunda çok fazla öneride bulunamayacağım. Zagreb’de bulunduğum sürede yemek olarak pizza ve deniz ürünleri dışında özel bir yemeklerini denemedim. Her bütçeye göre yemek mümkün. Bize yakın yemekleri olduğu için damak tadı anlamında sorun yaşanmaz diye düşünüyorum. Birkaç önemli noktadan da bahsedersek restoranlarda masaya getirilen ekmeğe ayrı ücret alınıyor ve bahşiş isteğe bağlı olarak verilebiliyor.

Pastane ürünleri görüntü olarak bile bir harika! Ürünlerini tattığım iki pastaneyi kısaca tanıtmak isterim:

Vincek Pastanesi, Zagreb’in en iyi pastalarının, kurabiyelerinin ve dondurmalarının satıldığı Ilica Caddesi’ndeki yerde çeşitli şekillerde renk renk pastalara bakmak bile insanın iştahını açıyordu. Zagreb’in Zagrebacka kremsnita isimli geleneksel pastasını denedim. Bir pasta dilimine 20 kuna ücret ödedim. Bu pastanede kredi kartı geçmiyor ve masaya servis yapılmıyor. İç dekorasyonu çok sade ve çok büyütülecek bir şey yok. Yediğim pasta da lezzetleydi.

Amelie Cake Shop‘un Zagreb’de 3 şubesi varmış, benim gittiğim Zagreb Katedrali’ne yakın olanıydı. İç mekanı çok geniş olmamakla birlikte dekorasyonu güzeldi. Cheesecake ve kahve siparişi verdim. Gerçekten methettikleri kadar varmış ve bu zamana kadar yediğim en lezzetli cheesecake olduğunu söyleyebilirim. Eğer yolunuz Zagreb’e düşerse mutlaka Amelie’ye gidin derim. Fiyat olarak Vincek’ten bir tık daha pahalı olsa da buna değer.

Licitar isimli zencefilli bir kekleri de meşhurmuş ve aşk ile şefkatin sembolüymüş.

Son Söz

Zagreb aslında çok yakınımızda keşfedilmeyi bekleyen bir mücevher gibi duruyor. Ne yazık ki bazı gözde turizm merkezlerine verilen değer buraya verilmemiş. Henüz çok turistik olup bozulmadığı ve kalabalığa boğulmadığı daha iyi olmuş bile denebilir. Şehri baharda ve yazın gezmek isteyebilirsiniz, yine de Noelde süslenmiş, pazarları kurulmuş ve insanların her gece sokaklarda eğlendiği bir şehri de seveceğinizi düşünüyorum.

Patagonya Macerası I: Ulusal Parklara Yolculuk

patagonya

Patagonya Antarktika’nın kuzeyinde Şili ve Arjantin’in güneyinde yer alan bölgeye verilen isimdir. Patagonya bir ülke değil; topraklarının bir bölümü Şili, bir bölümü Arjantin’e bağlı olan geniş bir bölgedir.

Bizim Patagonya maceramız Arjantin’in başkenti Buenos Aires’ten yaklaşık iki saatlik uçuş sonrası Trelew’de başlıyor. Trelew Patagonya Chubut Eyaleti’nde 100.000 nüfuslu bir şehir. Amacımız 1999 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi’ne alınan doğal rezerv Valdes Yarımadası’na gitmek. Arjantin’deki 29 ulusal parktan biri. Uçaktan indikten sonra bir saat süren yolculuğumuz başlıyor. Yaklaşık 60 km ileride ki Puerto Madryn’de konaklayıp ertesi sabah Puerto Madryn’de uyanıyoruz. Atlas Okyanusu kıyısında Chubut Eyaletinde Valdes Yarımadası’ndayız. Yarımadanın özelliği sahillerindeki deniz memelileri.

Yarımadanın tek köyü ve balina izleme turlarının çıkış noktası Puerto Piramides. Yıllık gelen turist sayısı 50-60 bin civarında olan alüminyum madeni, balıkçılık ve turizm ile geçinen bir köy. Son yıllarda turizm nedeniyle inşaat sektörü canlanmış, 50-60 bin turisti sanki 60 milyon gibi önemsediklerini hissediyorsunuz. Turizm sezonu Ocak-Şubat-Mart. Bu yıl için gelen ilk turistler arasındayız, sezon yeni açılıyor. Burayı ilk keşfeden turistler İtalyanlar, daha sonra Hollandalılar ve Almanlar gelmiş, İspanyollar altı yıl önce gelmeye başlamışlar. Ama Türkler için henüz popüler bir destinasyon değil. Puerto Piramides yaklaşık 600 nüfuslu bir köy. Şubat ayında buradaki kumullarda kayak yarışları yapılıyormuş.

Burası deniz memelileri için muhteşem bir rezerv. Balinalar (Katil Balinalar, Okyanus, Güney Okyanus Balinaları), deniz aslanları, foklar, Magellan penguenleri yarımadanın her yerindeler.

Yarımadadaki körfezin (Golfo Nuevo) suyu daha durgun ve sıcak olduğundan balinalar (çubuklu balina da denilen Güney Okyanus balinaları) Mayıs–Aralık ayları arasında çiftleşmek, yavrularını doğurup, büyütmek için buraya geliyorlar. Burada yaşayan balinalar bireysel hayvanlar, sürüler halinde yaşamıyorlar. Erkek ve kadın çiftleştikten sonra dişi yavru doğunca yavrusu ile kalıyor, erkek ayrılıyor. Çok sayıda ve sık doğuramadıkları için çoğalamıyorlar. Yaklaşık 1000 taneler. Ömürleri 45 yıl ve kiloları da 45 ton. Dişiler 2 yıl üst üste çiftleşecekleri erkek bulamazlarsa sonraki yıl buraya gelmiyorlarmış.

Dişleri olmayan bu balinalar planktonlarla besleniyor. Yavrularını emzirmeleri çok ilginç suya yaklaşık 10 santimetre karelik süt baloncukları bırakıyorlar, yavrular bunları yakalıyor. Dişi balinalar erkeklerden büyük.

Teknelerle açılıyor ve yaklaşık olarak iki saat boyunca balinaları gözlüyor, büyük bir heyecanla fotoğraflıyoruz. Kabaran deniz ve bir balinanın çıkışı…Muhteşem….Tekne bazen balinanın geliş yönü nedeniyle insanların yüklenmesi sonucu hafif yan yatıyor. Killer balinalar (Orca) yarımadanın diğer tarafındalar. Bunlar etçil ve on yılda bir doğum yapıyorlar.

3625 km kare büyüklüğündeki yarımada da bir tuz gölü, koyunların yetiştirildiği birkaç çiftlik de var. Adanın iç kesimlerinde gezdikçe rhea (bir kuş çeşidi, yarımadada en az 66 çeşit kuş yaşadığı söyleniyor), guanoca, mara ve yılana sıkça rastlanıyor.

Yarımadada yaşayan denizaslanları haremlerini korumak için saldırganlaşabiliyorlar. Erkekleri 300 kg, dişileri 200 kg civarında. Erkekler sezonda 10 dişi ile çiftleşebiliyorlar. Dişiler yılda bir kez doğuruyor. Bu haremi oluşturma esnasında erkekler birbiriyle dövüşüyor. Doğa kuralları gereği güçlü olan kazanıyor. Kaybeden sürüden kovuluyor ve harem güçlü erkeğin oluyor.

Yarımadanın diğer bir köşesinde bulunan Punta Delgada’ya ilerlerken yolda koyunlar görüyoruz. Bu arada bir koyunun beslenmesi için 4 hektar araziye ihtiyaç olduğunu ve Armani’nin yünlerini buradan aldığını öğreniyoruz. Patagonya uçsuz bucaksız topraklara sahip. Estecia dedikleri çiftliklerde hayvan yetiştiren çiftçiler var. Kilometrelerce gidiyorsunuz bir tel örgü ile diğer çiftlik başlıyor. 19.yy’da Arjantin Hükümeti dünyaya duyuru yaparak insan toplayıp bu toprakları dağıtmış. Eskiden yün daha iyi para yapıyormuş. (30 dolar/kg dan, 4 dolar/kg düşmüş). Bu nedenle koyun sayısı daha fazla imiş. Bugün Arjantin’de 16 milyondan fazla koyun olduğu söyleniyor. Bunların yün ve etinden faydalanılıyor, sütü kullanılmıyor.

Avrupa’dan gelenler koyun da sığır da getirmişler buralara. Eskiden lama, mara avlayan yerliler bunları avlamaya başlayınca ranches (çiftlik sahipleri), gaucho’lara (Arjantinli kovboylar) para karşılığı yerlileri vurdurtmuşlar. Resmen soykırım. Ama soykırım iddiasında bulunacak soy yok ortada, yerli kalmamış.

Yine yol boyunca mara, guanaco (bir tür lama), choique (bir tür devekuşu), gri tilki ve çeşitli deniz kuşları eşliğinde öğle yemeğini yiyeceğimiz Punta Delgada’ya geliyoruz. Burası Valdes Yarımadası’nın başka bir köşesi. Yemekte tabii ki kuzu mangal (asado) yanında isteyene şarap.

Patagonya’da et (asado dedikleri mangal veya biftek), salata (marul ve domatesten) ve empanadas (bir çeşit börek) öğünlerin yarısından fazlasında karşınıza çıkıyor. Ama bulunduğumuz eyalet bir deniz mahsulleri cenneti. Etin olmadığı yemeklerde deniz mahsulleri var. Arjantin denilince şarapçılık dünyasında aklımıza Malbec geliyor. Malbec aslında Cahors-Bordeaux/Fransa kökenli bir üzüm. Ama And Dağları’nın eteğinde Mendoza’da büyük başarısının keyfini çıkarıyor. Meraklıysanız tüm seyahat boyunca yeni dünya Malbecleri ile eşsiz bir deneyim yaşayabilirsiniz.

Yemekten sonra yürüyüşe çıkıyoruz. Bu kez deniz fillerini gözlüyoruz. Deniz filleri denizin altında bir saat kalabiliyorlar. 1000 m derinliğe dek dalabilen bu canlılarda da yaşam harem usulü. Bir erkek deniz filinin yaklaşık 100 kişilik haremi var. Valdes Yarımadası Güney Amerika’nın tek çiftleşme ve bebek yetiştirme yeri. Hamileliği 11 ay süren dişi deniz fili doğumdan 19 gün sonra ağırlığının % 40’nı kaybediyor.

Daha sonra deniz seviyesinin -40 m aşağısında olan tuz gölü yakınından geçerek Valdes Yarımadası gözlem evi ve müzesine gidiyoruz. Bu gözlem evinde yarımadayı kuleden gözlüyor, gördüğümüz canlıların teorik bilgilerini özet olarak alıyoruz.

Ertesi gün Punta Tombo için yola çıkıyoruz. Yaklaşık 200 km yol gideceğiz. Geldiğimizde şaşkınım, 3 km uzunluğunda 600 metre genişliğinde kum, kil, çakılla kaplı bir yer. Eylül ayı sonunda baharın gelmesi ile birlikte binlerce Magellan Penguen güneydeki Magellan Boğazı’ndan buraya göç ediyorlar.

Nisan ayına dek burada kalıp, yumurtalarının üzerinde kuluçkaya yatıyorlar, yavrularını yetiştiriyor, göç etmeye hazırlanıyorlar. İşin ilginç yanı her yıl hepsi kendi yuvalarını buluyorlarmış.

Binlerce delik ve binlerce penguen. Gerçekten şaşkınlık verici bir yer. Binlerce Pengueni arkamızda bırakarak bu Milli Parktan ayrılıyoruz.

Chubut Eyaleti’nin başkenti Rawson’a doğru yola çıkıyoruz. Rawson karides avlama tekneleri ile dolu. Burada öğle yemeği yiyeceğiz. Lokantanın sahibi ve aynı zamanda eyaletin Turizm Bakanı lokantasının başında idi. Karides avında geçirdiği kaza nedeniyle tekerlekli sandalye kullanıyordu. Gelen deniz ürünleri tabağı; ahtapotlar, midyeler, istiridyeler, karidesler, kalamarlar ile muhteşem görünüyordu. 

Yemekten sonra Trelew’e doğru yola çıkıyoruz. Egidio Feruglio Paleontoloji Müzesi’ni ziyaret edeceğiz. Patagonya paleontoloji açısından önemli bir yer. 1980’ li yıllardan beri pek çok dinozor fosili bulunmuş. Dinozorların yaşamları ve yok oluşları üzerine çeşitli görüşler var. Müzede bir salonda sürekli olarak Dünyanın oluşumu Big-Bang büyük patlama, yaşamın ortaya çıkışı ile ilgili BBC tarafından çekilen Jurassic’in Gizemi belgeseli gösteriliyor. Fosillerin nasıl temizlenip korunduğu ile ilgili küçük bir laboratuvarları var.

Burada Patagonya’nın doğal geçmişine bir yolculuk yapıyoruz. Müze 540 milyon yıl öncesine ait olan parçalara da ev sahipliği yapıyor. 1990 yılında açılan müzede 17 000 den fazla fosil var.

Trelew‘den ayrılıp Gaiman’a doğru yola çıkıyoruz. Burası nüfusu 5000 civarında olan bir Welsh Kasabası. Geleneklerini hala yaşatıyorlar. İspanyolca yanında Galce de konuşuyorlar. Son derece temiz, düzenli, özgün mimarili bir kasaba. Burada bir çay seremonisine katılacağız. Ty Gwyn’e gidiyoruz, meşhur bir çay evi. Bir şey yememeye kararlıyız. Ama hazırlanan masada ev yapımı kekler pastalar, reçeller, ekmekler, turtalar o kadar çok ve o kadar güzeller ki….Tadına bakmadan durmak mümkün değil. Seyahatimizin en güzel çaylarını burada içiyoruz.

Bir buçuk saatlik yolculukla tekrar Puerto Madryn’e dönüyoruz. Her ülkenin kendine göre değerleri, efsaneleri, gelenekleri var. Yollarda gördüğümüz bayraklı yerlerin ne olduğunu rehberimizden öğreniyoruz. Bunlar halkın inanışları gereği adak adadıkları yerler. Bir kırmızı bez bağlayarak ya da su dolu bir pet şişe bırakarak dilekte bulunuyorlar.

Üçüncü günümüzde, yaklaşık 3.5 saatlik bir uçuştan sonra El Calafate’deyiz. Artık iyice güneye inmeye başladık, ilkbahar olmasına rağmen subpolar iklim etkisini göstermeye başladı. El Calafate Argentino Gölü kıyısında küçük bir kasaba, Santa Cruz Eyaletinde, aynı zamanda bu eyaletin başkenti. Yerli halk Tehuelce’lerden yok denecek kadar az kalmış. 1400 km yol geldik.

Valdes Yarımadası’na yılda 55 bin turist gelirken, El Calafate’ye gelen turist sayısı yıllık 400 bin. Bu da son üç yılda kasabanın nüfusunun 3 kat artmasına neden olmuş, nüfus 20 bine ulaşmış. Ekonomik kriz nedeniyle bu sayılar değişebiliyor. Buraya geliş amacımız Arjantin’deki 29 ulusal parktan en bilinenlerinden biri olan belki de en çok turist çekeni olan Parque Nacional Los Glaciaris de bulunan Perito Moreno Buzulu’nu görmek.

Bu milli parkta 13 büyük buzul var. En büyük buzul Viedma (Moreno’nun 4 katı büyüklüğünde), ikincisi Upsala, üçüncü en büyük ise Perito Moreno. Fakat en büyüleyici ve gösterişlisi P.Moreno. Upsala eskiden Antartika’ya giden uçakların pilotlarının antreman yapması için pist olarak kullanılırmış. Bu 13 büyük buzul ve diğer küçük buzullar hepsi birbirine bağlı.

Perito Moreno Buzulu 30 km uzunluğunda, 4-6 km genişliğinde, dünyanın üçüncü büyük tatlı su rezervi olan buzul, 250 km karelik bir alanı kaplıyor.

Darwin türlerin seçilimi kitabını yazmadan önce buralarda araştırma yapmış. Gemisinin kaptanlarından Roy Fritz’in adı bu parktaki bir dağa verilmiş. Heyecanlıyız, her gördüğümüz buzun resmini çekiyoruz. Ve muhteşem manzara. İşte dünyada herkesin mutlaka görülecekler listesine alması gereken Perito Moreno Buzulu.

Seyir teraslarının her bir kademesinden fotoğraf alıyoruz. Yerel rehber bizi toplamaya çalışıyor, Çünkü Arjantin Gölü’nde küçük bir göl turuna çıkıp, buzula gemi ile yaklaşacağız. Arabamızla hızla geminin kalkacağı noktaya geliyor ve son grup olarak kendimizi gemiye atıyoruz. Buzula ön duvarından yaklaşıyoruz. P.Moreno buzulu genelde mavi ve beyaz renkleri yansıtan bir buzul (buzullar mavi, beyaz ve toprak rengi görülüyor).

Perito Moreno genç bir buzul. Bu masif kütlede sürekli olarak çatırdama ve kırılma görüntüleri var ve biz bu küçük bu kopuşlarına şahit oluyoruz. Buzulun Argentino Gölü’ne doğru düşen kısımları gölde dalgalanmalar yaratıyor.

Perito Moreno’nun buz kütlesi günde bir metre kadar öne sürükleniyor. Sürekli ileri sürüklenme nedeniyle buzul Argentino Gölü’nün yan kolu Brazo Rico’yu bloke ediyor, burada artan suyun yaptığı basınç buz bariyerini kırarak muhteşem bir doğa olayı yaratıyor. Bu olay en son 13 Mart 2018 de gerçekleşmiş.

Her yerde Darwin’in izi var; gemisinin kaptanları Stokes ve Fitz Roy’un yüzyıl yıllar önce buralarda bulundukları ve bu gölde gezdikleri halen anlatılıyor.

Gün sonunda otelimize dönüyoruz. Akşamki yemekte Arjantine özgü ancak ilk kez karşımıza çıkan Provelata (bir çeşit peynir ızgara) tadıyoruz. Sabah Patagonya steplerinde uzun ve zorlu bir yolculuk bizi bekliyor, Şili Puntoarenas’a karayolu ile gideceğiz.

Perito Moreno Buzulu’nun ön duvarındaki kırılmalar gözümün önünde, bunların çıkardığı sesler kulaklarımda uykuya dalıyorum.

Patagonya gezimizin ikinci bölümünü okumak isterseniz:

Dünyanın Sonuna Gemi ile Yolculuk

Amasya Gezi Rehberi: Şehzadeler Şehrinde Tarihe Yolculuk

Amasya, tarihi adı ile Amaseia toprakları, 7500 yıldır birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış, Anadolu’nun en eski yerleşim alanları arasında sayılmaktadır. Bu özel coğrafyada binlerce yıldır yaşayan uygarlıklar, kalıcı eserler, izler bırakmışlar. Amasya da bu tarihi değerlerini, kültürünü günümüze taşıyabilmiş. Şehir antik İris bugünkü adı ile Yeşilırmak Nehri kıyısında dağların arasında vadiye konumlanmış, sırtını Harşena Dağı’na dayamış. Amasya, tarihi zenginliğinin yanı sıra coğrafi konumu ve Yeşilırmak kıyısına inci gibi dizilmiş yalı boyu evleri ile bir ressamın elinden çıkmış yağlıboya tablo gibi görüntü sunuyor.

Ülkemizin ikinci uzun nehri olan Yeşilırmak, Amasya’ya bereket, sakinlik ve renk vermiş. Yeşilırmak’ın kenarındaki verimli toprakları ile öncelikli geçim kaynağı tarım ürünleri olan Amasya, sahip olduğu değerler ile Orta Anadolu şehirleri arasında ayrıcalıklı bir yere sahip olmuş.  

Amasya özellikle son yıllarda turizm sektörüne yapılan yatırımlar ve tanıtım ile turistlerin ilgisini çeken bir şehir kimliğini kazanmış. 

Niçin Amasya
    • Amasya tarihi M.Ö. 5500 yıllarına kadar uzanıyor. Geç Neolitik Çağ’dan beri bölgeyi topraklarına katmak istemiş güçlü devletler. Hititler, Frigler, Kimmerler, İskitler, Medler, Persler, Roma İmparatorluğu, Bizans, Anadolu Selçukluları, İlhanlılar, Eretna Beyliği ve Osmanlılar hüküm sürmüşler. Bu kadar çok medeniyetin yaşadığı topraklardan günümüze kalanlar bize tarihe yolculuk fırsatı sağlıyor.
    • Osmanlı şehzadeleri bu şehirde yetişmişler. Osmanlı tahtına oturan yedi ünlü sultan ve şehzadeler burada öğrenmiş devlet yönetimin inceliklerini. 
    • Türkiye Cumhuriyeti’nin doğum belgesi olan Amasya Genelgesi bu şehirde imzalanmış. Atatürk Amasya’da bağımsızlık meşalesini yakmış.
    • Amasya’nın görkemli, şehre hakim kalesi, antik kral mezarları, köprüleri, camileri, külliyeleri, hamamları, müzeleri, yalı boyu evleri ile her anınızı dolu dolu geçireceğiniz bir şehir.
    • Bu topraklarda ünlü bilim adamları, sanatçılar yetişmiş. Dünyanın ilk coğrafyacısı Strabon MÖ 64 yılında burada doğmuş. Dünyayı dolaşmış, tarih ve coğrafya kitapları yazmış. Sonrasında tekrar memleketine dönmüş ve Amasya’da ölmüş. Osmanlının ilk cerrahı Şerefeddin burada tedavi etmiş hastalarını. Hat sanatının ustalarından Şeyh Hamdullah burada eserlerine can vermiş. Divanı olan ilk kadın şair Mihri Hatun bu şehirden ilham almış. 
    • Amasya mutfağı hem Karadeniz hem Orta Anadolu mutfağının zenginliklerini bir arada sofralara getiriyor. Daha önce adını duymadığınız çorbalar, yemekler ve hamur işleri tadabilirsiniz.
    • Amasya gezisi sırasında Hititlerin başkenti Hattuşaş ve çevredeki antik kentler, Çorum ve Tokat gezileri de yapabilirsiniz. Ancak başka bir bölgeye giderken Amasya’yı duraklama noktası yapıp, ruhunu hissetmeden ayrılmayın bu şehirden. Amasya yeterince zaman ayırmayı, adım adım dolaşmayı hak eden bir şehir.
Ulaşım

Amasya Orta Karadeniz’de, Çorum, Samsun ve Tokat ile çevrelenmiş, denize kıyısı olmayan bir şehrimiz.

Amasya Merzifon Havalimanı’na THY İstanbul Havalimanı’ndan ve Pegasus Hava Yolları’nın Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan direk uçuşları bulunmaktadır. Karayolu ile Amasya Ankara arası 320 km, 4 saatlik bir yolculuk ile ulaşılabiliyor. Biz Ankara’dan karayolu ile ulaşmayı tercih ettik, rahat bir yolculuğun yanı sıra Hattuşaş’ı gezme şansımız oldu. UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer alan, Hitit Uygarlığının başkenti  Hattuşaş, Çorum’un Boğazkale ilçesinde. Orta Karadeniz Bölgesi gezileri sırasında mutlaka görülmesi gereken bir antik kent. Ayrıca zaman yaratabilirseniz yine Çorum şehir merkezindeki Çorum Arkeoloji Müzesi’nde Hitit dönemi eserlerini görebilirsiniz.

Konaklama

Konaklama için Amasya’nın dokusuna özgü bir otel olabilir. Biz özellikle yalı boyu evlerinden birinde konaklamak istedik. Yeşilırmak kıyısında yan yana sıralanmış eski Türk evleri restore edilmiş ve butik otel olarak hizmet vermekte. Çoğunlukla aile işletmeleri, üç dört odalı konaklar bu şehre yakışıyor, bize de farklı bir nostalji yaşattı. Bu tarihi konaklardan en büyüklerinden biri Saat Kulesi’nin yanındaki Öğretmen Evi. Merkezi konumu ve büyüklüğü ile düşünülebilir.

Biz küçük bir konak olan Gönül Sefası Oteli’nde kaldık. Aile işletmesi olan dört odalı otelde iki kişilik odalarda oda kahvaltı için makul bir fiyat ödedik. Küçük bir avlusu olan otelin odaların temizliği, kahvaltısının zenginliği ve hizmeti beklentimizi karşıladı. Asıl güzelliği odaların balkonunun Yeşilırmak Nehri’ne bakması idi. Sabahları nehir üzerinde güneşin pırıltısını, akşamları da ışıltıları ile yaşayan şehri görebiliyorduk. Yalı boyunda daha büyük konaklar ve oteller bulabileceğiniz gibi dağa yaslanmış daha yeni termal otellerde de kalabilirsiniz.

Gezelim Görelim

Her anlamdaki zenginliği ve son yıllarda zenginliğinin farkına varılıp yatırım yapılarak korunmuş şehrimizi biz de adım adım dolaşmak üzere programımızı yaptık.

Bu güzel kentte dört gece konakladık, ilk gün Ankara-Amasya yolunda Hattuşaş’ı detaylı gezdik, ikinci ve üçüncü gün adım adım Amasya turu yaptık. Son günümüzü özellikle UNESCO Dünya Mirasları Geçici Listesi’nde yer alan  Ballıca Mağarası ve Tokat’ın tarihi yerlerine ayırmak istedik. O kadar yol geldikten sonra en çok görmek istediğimiz Ballıca Mağarası’nın işletmesini alan müteahhit tarafından düzenleme yapılacağı gerekçesiyle kapatıldığını öğrendik. Eylül ayında turizm sezonunda yapılan kapatma bizim için gerçekten hayal kırıklığı oldu. Yine de Tokat gezimize devam ettik, tarihi Tokat yerlerini gezip ve ünlü restoranı Pirhan’da Tokat Kebabı tadımı ile son günümüzü geçirip, Amasya’ya geri döndük. 

Bu kadar genel bilgiden sonra, adım adım dolaşmaya başlayabiliriz kadim şehir Amasya’yı. 

Yalı Boyu Evleri

Şehre girer girmez Yeşilırmak Nehri kıyısına dizilmiş evler mimarisi ile dikkat çekiyor.  M.Ö 5 binli yıllarda yerleşim görülen Amasya’da birçok uygarlıklar yaşamış, Türklerin Anadolu’ya girmesinden sonra 1075 yılından itibaren Türklerin memleketi olmuş. Evler de doğal olarak klasik Türk Osmanlı mimarisinin izlerini taşıyor. Ahşap ve hımış tekniği ile yapılan evlerin Selçuklu ve erken Osmanlı döneminden olanları günümüze ulaşamamış ancak geç Osmanlı döneminden kalanları restore edilerek kullanıma açılmış.

Deprem bölgesi olan Amasya’da 1915 yılında ve 1939’da yaşanan depremler ve sel felaketleri zaten çok dayanıklı olmayan evlere hasar vermiş. Bu evler arasında en az etkilenen Hatuniye bölgesi evleri restorasyonlarla şehri süslemeye devam ediyor. En sevindirici yönü bölgenin 1.derece sit alanı ilan edilerek tarihi dokunun korunmaya alınması  olmuş.

Evler nehir kıyısında Roma döneminden kalma surların üzerine yerleştirilmiş. İki katlı evler Yeşilırmak yönüne doğru cumbalı ve bitişik nizamlı yapılmış. Evlerin çoğunun avlusunda kuyu ve ocak bulunmakta. Şehrin bu özgün mimari dokusunun korunmuş olması, şehrin turistik  cazibesini daha da artırmış.

Kral Mezarları

Amasya Yeşilırmak Nehri’nin ortasından geçen vadi içinde kurulmuş sırtını da haşmetli Harşena Dağı’na dayamış. Bu dağın güney eteklerini, Romalılar şehri istila edene kadar hüküm süren Pontus Krallığı kral mezarları ile süslemiş. Bu anıtsal kral mezarları 2015 yılından bu yana UNESCO Dünya Mirasları Geçici Listesi’nde yer almaktadır.

Antik çağın önemli krallıklarından Pontus Krallığı’nın (MÖ 301-47) başkenti Amasya olmuş. Kurucu kral I.Mithridates Ktistes ile birlikte beş kralın anıt kaya mezarları, Harşena Dağı’nın dik yamaçlarına oyulmuş. Öldükten sonra dirileceklerine inanan kralların anıt mezarlarının arkaları U şeklinde oyulmuş. Bunun nedeni kralların hem vücutlarının sudan etkilenmemesi hem de halkın  Tanrı kralların etrafında dolaşarak  tavaf etmesini sağlamak olduğu düşünülmektedir.

Amasya kral mezarları Anadolu’daki en büyük kaya mezarları olduğu gibi dünyada da önemli kaya mezarları arasında sayılmaktadır.

Kral mezarlarına Hatuniye Mahallesi’nde Yeşilırmak Nehri’ne paralel yalı boyu evlerinin ön tarafından yürüyerek kolaylıkla ulaşabilirsiniz.  Harşena Dağı’nın eteğinde giriş kapısından sonra merdivenlerden tırmanma başlıyor. Merdivenlerin ortasında günümüzde tamamen yok olmuş kızlar sarayının üzerinde bir kafe yer alıyor. Bu kafede soluklanıp Amasya’nın doyulmaz manzarasını seyredebilirsiniz. Kızlar Sarayı’nın sol tarafında üç kral mezarı ve Osmanlı hamamı yer alıyor. Mezarların arkasına da dolaşabiliyorsunuz. Kafenin sağ tarafından biraz daha tırmanmaya devam ederseniz iki kral mezarı daha sizi bekliyor. Hem kral mezarları hem de Amasya manzarası tırmanmanın tüm yorgunluğunu alıyor.

Harşena Kalesi

Kral mezarlarına tırmanarak Harşena Dağı’nın bir bölümüne ulaşmıştık, ancak şehrin her noktasından da görünen en tepedeki Yukarı Kale’ye çıkmadan olmaz tabii. Kalenin yüksekliği gözünüzü korkutmasın, kalenin giriş kapısına kadar araba ile çıkılabiliyor. 

Bazı kaynaklara göre Pontus Kralı Mithridates’in yaptırdığı belirtilen kale, Pers, Roma, Pontus ve Bizans dönemlerinde  sürekli saldırılara uğrayıp el değiştirmiş ve onarım görmüş. Selçuklu Devleti tarafından 1075 yılında Amasya’nın fethi sonrasında da önemli bir onarım görmüş ve 18. yy’a kadar askeri önemini korumuş. Aslında kalenin sınırları Hatuniye Mahallesi’nde sur duvarları ile başlıyor, kaya mezarları ile devam ediyor en yüksek bölümü de Yukarı Kale.  Yukarı Kale’de hedef zirveye ulaşmak idi.  Merdivenlerden tırmanmayı göze aldık tabii ki. Amasya’nın her noktasından görünen, denizden 700 metre yükseklikteki bayrak direğine ulaşıp, bu kez en tepeden doyumsuz şehir manzarasını izledik. Kesinlikle değer bu görüntüler biraz tırmanmaya. 

Kalenin tepesinde de kesme taşlardan yapılmış sur duvarları bulunuyor. Kalenin ortasında Cilanbolu adı verilen, 150 basamak ile inilen 8 metre çapında bir dehliz bulunmakta.  Cilanbolu Tüneli 2300 yıl önce saldırılar sırasında halkın kaleye sığınmasını veya kralın ve ailesinin kalede sıkışması durumunda dışarıya çıkartılmasını sağlamak amacı ile yapılmış. Daha sonraki yıllarda su kanalı olarak kullanılmış bu dehliz. Yukarı kalede ayrıca zindan, su sarnıcı, top kulesi, gözetleme kuleleri, Osmanlı hamamı bulunmakta. Kazı çalışmaları bir yandan da devam ediyor.

Ankara Savaşı’nda Timur’un zaferi sonrası kaçan Osmanlı Şehzadesi I.Mehmet Çelebi de bu kaleye sığınmış.

Amasya Kalesi Kültür Bakanlığı tarafından da Türkiye’nin en görkemli kaleleri arasında sayılmaktadır. Kısaca zaten zirveye ulaşıp, manzaranın ve kalanların görüntüsü ile siz de o görkemi iliklerinizde hissedeceksiniz.

II. Beyazid Külliyesi

Osmanlı sultanı II.Beyazid tahta geçtikten sonra uzun yıllar şehzadelik yaptığı Amasya’ya kendi adı ile külliye yapılmasını emretmiş. Oğlu Şehzade Ahmed 1485-1486 yıllarında cami, medrese, imaret, mektep ve köprüden oluşan külliyeyi yaptırmış. Bugün cami, medrese ve imaret bulunmakta külliyede. Mektep yıkılmış hiç bir iz kalmamış, köprü ise Çorum Osmancık İlçesi’nde yaptırılmış. Daha sonra külliyeye Şehzade Ahmet’in oğlu Şehzade Osman Çelebi Türbesi eklenmiş, ancak içinde sanduka bulunmamakta.

Sultan II.Beyazid Cami’ye ihtişamlı taç kapısından girilmekte. Cami yan mekanlı cami mimarisinin seçkin örnekleri arasında. Ortada iki kare mekanın doğu ve batı yönlerinde üçer kubbeli yan mekanlar bulunmakta.

Kubbe içinde ve pencere kenarlarında zengin kalem işlemeleri bulunmakta. Pencere kanatları dönemin ahşap kündekari tekniğinin özel örnekleri arasında sayılmaktadır.  Cami depremlerden etkilenmiş ve tamirat geçirmiş olsa bile orijinal yapısı korunmaya çalışılmış.  Caminin iki yanında tek şerefeli, gövdeleri farklı dokuda iki minare görünmekte.

Caminin kapısının karşısında iki yanında çınar ağaçları olan  şadırvan külliyeye ayrı bir güzellik katıyor. 12 sütun üzerine oturan şadırvanın klasik ve barok motiflerinden oluşan göbek desenleri, 6 kollu yıldız motifi ve duvar resimleri ilgi çekici. Çınar ağaçlarının yaşlarının cami ile aynı olduğu söylenmekte.

Minyatür Müzesi

Külliyede imarethanenin bir bölümü Minyatür Müzesi olarak düzenlenmiş. Burada Türkiye’nin en büyük kent maketlerinden biri yer almakta. 1914 yılında çekilen bir fotoğraf esas alınarak,  80 metrekarelik bir alanda,  1860 mimari yapısı ile Amasya şehrinin gündüzü ve gecesini bir simülasyonla izleyebilirsiniz. Sadece 10 dakika, oturarak izleyebileceğiniz ilginç bir müze deneyimi.

İmarethanenin diğer bir bölümünde canlandırmalar bulunmakta. Yerel el işleri de bu bölümde satılmakta.

İmarethanenin yan tarafında düzgün kesme taşlarla yapılmış tek kubbeli bir türbe bulunmaktadır. Türbe 1513 yılında Şehzade Ahmet’in oğlu Şehzade Osman Çelebi için yapılmış.

Amasya Arkeoloji Müzesi

Amasya’da ilk yerleşim Geç Neolitik Çağ’a kadar uzanmakta, sonrasında da Hitit, Frig, Pers, Pontus, Roma, Bizans ve Türklerin egemenliğinde eserler yaratılmış bu topraklarda. Türklerin 1075 yılında ayak basması sonrası Danişmentoğulları, Selçuklular, İlhanlılar ve 1393 yılından itibaren Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde önemli imar çalışmaları yapılmış. Camiler, köprüler, konaklar, kale, kaya mezarları yerinde görülebilse de, bu uygarlıkların kıymetli eserlerini görmek için Amasya Arkeoloji Müzesi mutlaka ziyaret edilmesi gereken yerler arasında sayılmaktadır.

Biz de öncelikle Arkeoloji Müzesi’ni ziyaret ettik. 1928 yılında kurulan daha önce başka binalarda sergilenen eserler yeni modern binasında 1980 yılında yerini almış.

Müze iki katlı ve bahçede de taş eserler sergileniyor. Müzenin birinci katı arkeolojik eserler salonu. Bu salonun dünya çapında en önemli eseri Hititlerin baş tanrısı Teşup heykeli. Bu salonda ayrıca fosiller, Geç Neolitik, Tunç, Demir Çağları, Hellenistik, Roma dönemi, günlük yaşam ve ritüellerde kullanılan eşyalar ve mezarlar sergilenmekte. Ayrıca her dönemden sikkeler de eserler arasında.

Müzenin ikinci katında etnografik eserler yer almakta. Kayı boyu damgası taşıyan ahşap pencere kanatları orijinal eserler arasında. Ayrıca Roma döneminden kalma yer mozaiklerinde Amasya’nın misket elmasının motifi de Amasya elmasının 1700 yıl önce de meşhur olduğunu göstermektedir.

İkinci katta en ilginç bölüm Mumyalar Salonu. Bu salonda İlhanlılar döneminde yöneticiler ve ailelerinden 8 adet mumya sergilenmekte. Türkiye’nin en geniş mumya ailesi olduğu belirtilmekte. 

Müzenin bahçesinde de her dönemden taş eserler, lahitler yanında Selçuklu Sultanı I.Mesud’un Türbesi bulunmakta.

Sabuncuoğlu Tıp ve Cerrahi Tarihi Müzesi-Bimarhane

Darüşşifa (Bimarhane)  İlhanlı Hükümdarı Sultan Mehmet Olcaytu ve eşi İlduz Hatun adına 1308-1309 yılları arasında yapılan bir tıp okuludur.  İlhanlı döneminden günümüze kalmış tek eser. Dikdörtgen planlı, açık avlulu  tipik bir Selçuklu medresesi olan binanın taç kapısının taş işlemeciliği göz alıcı. Ayrıca kapı kilit taşında diz çökmüş insan kabartması işlenmiş.

Binada tıp eğitiminin yanı sıra hasta tedavisi de yapılmış. Sonraki yıllarda ise daha çok akıl hastalıklarında müzik ile tedavi edildiği bir merkeze dönüşmüş. Anadolu’da müzikle tedavi yapılan ilk hastanedir. Osmanlı döneminin ilk cerrahı Şerefeddin Sabuncuoğlu 15.yy’da burada eğitim almış ve burayı bimarhaneye dönüştürmüş.

Tedavi de kullanılan araçların, müzik aletlerin sergilendiği Bimarhane özgünlüğü nedeni ile görülmeye değer. Bu tür tıp merkezini Edirne’de görmüştük, çok yerde karşılaşabileceğimiz bir müze değil. Bu Selçuklu binası bir dönem konservatuar olarak kullanılmış, 2011 yılında müzeye dönüştürülmüş.

Saraydüzü Kışla Binası

Amasya beni birçok yönüyle kendine hayran bıraktı. Ancak bu şehirde beni en çok üzen Cumhuriyetimizin temelleri atılan binaya reva görülen durum oldu.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak üzere Samsun’a çıkışının ardından silah arkadaşları ile 12 Haziran 1919 yılında geldiği ilk şehir, Amasya. Atatürk 22  Haziran 1919 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atıldığı ilk kuruluş belgesi olan Amasya Tamimi’ni imzaladığı bina Saraydüzü Kışlası. Yani bağımsızlık meşalesi burada ateşleniyor. Saraydüzü Kışla binası sel ve heyelan ile yıkılmış sonraki yıllarda. 1997 yılında binanın tarihi önemi düşünülerek heyelan bölgesi olan yerin yakınına aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş. Kültür Turizm Bakanlığı’na bağlı Milli Mücadele Müzesi oluşturulmuş. Binada Atatürk’ün Amasya’ya gelişinde karşılanışı balmumu heykellerle canlandırılmış, Amasya Genelgesi’nin nüshaları, önemli evraklar, silahlar sergileniyor, salonlarında kongreler düzenlenip, Cumhuriyet Baloları yapılıyormuş. Muşlu yazıyorum, çünkü biz gezimiz sırasında heyecan ile Cumhuriyet tarihimiz ve bağımsızlık mücadelemiz için anlamlı binaya koştuk. Ancak, büyük bir hayal kırıklığı yaşadık; Binanın kapısına İl Halk Kütüphanesi tabelası asılmış, görkemli binanın ilk katında kocaman salonlar okuma salonuna dönüştürülmüş, bir salona çocuk kütüphanesi adı verilmiş, Kurtuluş Savaşı’nın önemli kişilerinin adının bulunduğu salonlar memur ofisleri olarak düzenlenmiş. Biz nereye bakacağımız bilemeyip Amasya Tamimi, müze,  Atatürk… gibi sözler fısıldayınca danışmadaki görevli en üst katı işaret etti. Merdivenle üç kat çıkarak  çatı katı odasına ulaştık. Dar bir alana sıkıştırılmış kalan 12 mumya ve üç beş afiş hepsi bu.

Gerekçe ise, II. Beyazid Külliyesi’nde kocaman tarihi Medrese binasında Atatürk’ün isteği ile kurulan İl Halk Kütüphanesi binası yeterli gelmemiş ve bu binaya taşınmış bir ay önce. Cumhuriyetimiz ve bağımsızlık mücadelemiz için önemli olan tarihi bina anlamından uzaklaştırılmış. Bu arada Kuzey Makedonya’nın başkenti Üsküp’te gezdiğim Bağımsızlık Mücadelesi Müzesi canlandı gözümde. Sadece ülkenin bağımsızlık mücadelesini (ağırlıklı olarak Osmanlıdan bağımsızlık)  anlatmak için kurdukları müze, rehber eşliğinde gezilebiliyor. Müze düzenlenmesi, harika canlandırmalar, belgeler, vb. anlatımlar ile size  bağımsızlık mücadelesi ve heyecanını yaşatıyor. Bu müzede bile Atatürk’ün mumyası yer alırken, Amasya şehrimizde binanın kimliğinin ortadan kalkması, mumyaların çatı katına sıkıştırılmış olması bizi hüzünlendirdi. 

Ferhat ile Şirin Müzesi

Amasya gerek coğrafyası gerek tarihi ile o kadar zengin bir şehir. Son yıllarda şehir tarihi yerlerin restorasyonları, konaklama yerlerinin arttırılması ve  daha iyi bir tanıtım ile turizmde de atak yapmış görünüyor. Bu arada var olan eserlerinin yanında çeşitli kurumlar eli ile şehre başka imajlar daha verilmek istenmiş sanki. Aşıklar şehri Amasya, Müzeler Şehri Amasya gibi… 

Amasya’da kiminle karşılaşsak Ferhat ile Şirin Müzemizi görün dediler. Üstelik Türkiye’nin ilk ve tek Aşıklar Müzesi’ni gidelim görelim diye çıktık yola. Şehrin Roma döneminden kalan tarihi su kanallarının geçtiği alan güzel yeşillendirilmiş, Ferhat’ın Şirin ile dağları delen öyküsü ile birleştirilmiş bir de müze kondurulmuş.

Eeee yeni müzecilik anlayışı ile çok bilinen aşıkların mumyalarını sıralayalım; Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun eee bir de Romeo ve Jüliet olsun. Yetmedi bu efsaneler, hem Osmanlı hem gerçek kişiler Mimar Sinan Mihrimah Sultan aşkı olsun, bir odaya da Anadolu aşıkları diyelim Mevlana, Hacı Bektaş Veli, Aşık Veysel gibi gerçek karakterleri de giydirip süsleyip yerleştirelim mi?  Bahçeye temsili Ferhat ile Şirin mezarı, yandaki tepeciğe de Ferhat ile Şirin heykelleri koyalım, oldu bitti bir müze. Bir Ferhat ile Şirin  Parkı düzenlenip, aşıkların mumyaları da bir galeride sergilenebilirdi. Bu müze Belediye tarafından işletiliyor diye girişte para ödedik.

Amasya’nın zengin tarihi yerlerini gezip, ayrıca Saraydüzü Kışlası’nın da ruhunun silindiğini görünce bu müze de ne ki diye dolaştık.

Hazeranlar Konağı

Osmanlı sivil mimarisinin klasik örneklerinden olan Hazeranlar Konağı, Yeşilırmak kıyısında Roma dönemi surlarının üzerine yerleştirilmiş. Taş temelli bodrum katı üzerine iki katlı, ahşap çatkı arası kerpiç dolgulu bahçeli bir konak haremlik, selamlık şeklinde planlanmış.

Konak 1865 yılında dönemin defterdarı Hasan Talat Efendi tarafından yaptırılmış. Sahipleri İstanbul’a taşınınca konak terkedilmiş, ancak 1976 yılında Kültür Bakanlığı tarafından satın alınmış ve restore edilmiş ve 1984 yılında Müze Ev olarak düzenlenmiş. Etnografik eserlerin sergilendiği Osmanlı konağını, bu dönemin yaşam alanları, kullanılan eşyalar, kıyafetler, örtülerle,  şehrin ruhunu hissetmek için görülmesi gereken yerler arasında sayabiliriz.

Şehzadeler Konağı

Amasya asırlarca Osmanlı Devleti padişahlarının yetiştiği bir şehir olmuş. Sancak beyi olarak Amasya’ya gönderilen şehzadeler bu şehirde yönetim tecrübesi kazanırken, kendilerini de tahta en yakın aday olarak görmekte imişler. 16. yy’a kadar Amasya bu konuda önemli bir şehir olmuş. Ancak Kanuni’nin oğlu Şehzade Mustafa bu şehirde katledildikten sonra İstanbul’a daha yakın ve kontrolü daha kolay olacağı düşünülerek Manisa şehzadeler için önemli bir sancak haline gelmiş. Amasya da merkezden atanan sancak beyleri tarafından yönetilir olmuş.

Şehzadeler Konağı, Hatuniye Mahallesi’nde Yeşilırmak kıyısında iki katlı klasik bir Osmanlı Konağı.  Konağın içinde dokumalar, hat ve tezhip örnekleri, halılar ve aksesuar bulunmakta. Konağın ikinci katında Amasya’da şehzadelikleri geçmiş ve sonrasında tahta oturmuş sultanların balmumu heykelleri sergilenmekte. Bu padişahlar; Yıldırım Beyazıt, Çelebi Mehmet, II.Murat, Fatih Sultan Mehmet, II.Beyazid, Yavuz Sultan Selim ve III.Murat’tır. Alt katta ise Amasya’da şehzadeliklerini Amasya’da geçirmiş, ancak tahta oturamayan beş şehzadenin canlandırmaları bulunmaktadır. Bu şehzadeler; Kanuni’nin oğulları Şehzade Mustafa, Şehzade Beyazid, II.Murat’ın oğulları Şehzade Ahmet ve Şehzade Alaeddin ve II.Beyazid’in oğlu Şehzade Ahmet’tir.

Bu müze konak da belediye tarafından yönetilmekte giriş ücreti alınmaktadır. Amasya’da epeyce kafamız karıştı birçok müze var, bir kısmına müze kart ile girerken, belediyenin işlettiklerinde müze kart geçmemekte. Acaba belediyeler, tam anlamı ile müzecilik anlayışını yansıtmayan düzenlemelerin adını müze koymak yerine, kültür evi, galerisi gibi mi adlandırsalar, isterlerse yine ücret almaya çalışsalar da bizim de kafamız karışmasa.

Şeyh Hamdullah Yazı Tarihi ve Hüsn’i Hat Müzesi

Amasyalı hat ustası Şeyh Hamdullah’ın adının verildiği üç katlı müzede Sümerlilerden başlayarak yazının gelişimi anlatılmakta, ayrıca ebru, tezhip ve hat sanatının örnekleri sunulan bir müze. Yine ücretli, müze kart geçmiyor, meraklısına önerilir.

Saat Kulesi

Hatuniye Mahallesi’nde Helkis (Hükümet) Köprüsü’nün batısında yer alan Amasya Saat Kulesi dikkat çekmektedir. Orijinal saat kulesi 1865 yılında Amasya Mutasarrıfı Şair Ziya Paşa tarafından yaptırılmış. Ancak yapımından kısa süre sonra çıkan yangında zarar görmüş ve yenilenmiş. Daha kötüsü ise 1940 yılında dönemin valisi Talat Öncel tarihi ahşap Helkis Köprüsü’nün yıkılarak betonarme bir köprü yapılmasına karar verir. Bu arada da köprü inşaatını engelleyeceği gerekçesi  ve yerine daha modern bir saat kulesi yapılması vaadi ile yıktırır saat kulesini. Tabi bu söz tutulmamış, 2002 yılında yeniden yapılmış. Saat Kulesi kesme taş, tuğla ve ahşaptan yapılmış. Minare görünüşlü gövdenin üst kısmı da şerefe şeklinde düzenlenmiş.
Amasya Heykelleri

Amasya heykelleri de ayrı bir yer ayırmayı hak ediyor. Yavuz Sultan Selim Meydanı’nda ‘Amasya Tamimi Anıtı’ ile başlayalım. Saat Kulesi’nin karşısında geniş meydanda yer alan heykelde Atatürk Amasya Tamim’i sırasında yardımcı olan yerel halkla birlikte görülüyor.  Heykel 1981 yılında ünlü heykeltraş Prof.Dr.Tankut Öktem tarafından yapılmış.

Amasya’da turizm atağı ile birlikte şehre değişik heykeller de yerleştirmişler. Tarihi kişilerin heykellerinin yanı sıra  esprili heykeller de karşınıza çıkabilir. Yeşilırmak Nehri’nin güney kıyısında bir bölüm Şehzadeler Yolu olarak düzenlenmiş. Bu bölümde ve yine Yeşilırmak kıyısında yürüyüş yollarında ve köprüler üzerinde ilginç heykeller görebilirsiniz. Şehzadeler yolunda dünyanın ilk coğrafyacısı Strabon’un Heykeli, bazı şehzadelerin heykellerinin yanı sıra köprü üzerinde olta ile balık tutan bir heykel yanında, selfi çeken bir şehzade de görebilirsiniz. Son yıllardaki birçok şehrin simgesini gösteren heykeller furyası 2015 yılında Amasya’ya bir elinde kılıcı ile selfi çeken şehzadenin yanı sıra elma heykeli de hediye etmiş.

Amasya Köprüleri
Amasya Yeşilırmak kıyısına kurulduğundan iki yaka birbirine köprüler ile başlanmış. Her bir köprünün yapılış tarihi, mimarisi, öyküsü farklı. 
Alçak Köprü Romalılardan kalma tek taş köprü. Nehir 1865 yılına kadar bu hali ile kullanılmış, Zamanla nehir yükselince üzerine bir ahşap köprü yapılmış o da sular altında kalınca yine taşlarla yükseltilmiş köprü. Sonrasında beton ve demir ile güçlendirilmiş.

İstasyon Köprüsü ilk olarak 1145 yılında Selçuklu Sultanı I.Mesud tarafından yaptırılmış. Taşkınlarla yıkılmış,  aynı yere aynı şekilde  1370 yılında yapılmış. Üç geniş ayak üzerine kesme taşlı köprü çok onarım görmüş en son hali üzerine beton dökülmüş kenarlarına metal korkuluklar eklenmiş. Kunç Köprü üç büyük ayaklı kemerli köprü de Selçukluların son dönem eserlerinden. Roma döneminde yapılan Helkıs ve Madenüs Köprülerinden ise günümüze bir şey kalmamış yerine yeni köprüler yapılmış. Gezerken herhalde Roma dönemindeki mimariler, daha güzeldi diye düşünmekten kendimi alamadım.

Camiler

Amasya’da Selçuklu döneminden itibaren çok sayıda tarihi cami karşınıza çıkıyor. Ayrı bir camiler turu yapılabilir. Biz asıl olarak II.Beyazid Cami, Hatuniye Camisi’ni gezdik, bir kısmını dışarıdan gördük.

Hatuniye Cami

Sultan II.Beyazid’in hanımı Bülbül Hatun cami, hamam ve sübyan mektebinden oluşan bir külliye yaptırmış. 1510 yılında yapılan Hatuniye Cami bu külliyenin bir parçasıdır.  Beş kubbeli, altı sütunlu, dikdörtgen cami ve zengin tuğla işlemeciliği ile dikkati çekmektedir.

Şehirde çok sayıda cami var.  Karşımıza çıkan diğer birkaç caminin fotosunu ekledim.
Medreseler

Camilerin yanı sıra önemli medreseler de ziyareti hak ediyor. Bu medreselerden Gök Medrese’yi özellikle görmek istedik.

Gök Medrese

Hem medrese hem cami olarak kullanılan kesme taşlı yapısı ve önünde yer alan mavi sırlı, sekizgen türbesi ile bu yapı Selçuklu sanatının değerli örnekleri arasındadır. Cami Amasya Valisi Torumtay tarafından 1267 yılında yapılmış. Amasya Müzesi’ne yakın olan Gök Medreseye gittiğimiz zaman kapalı olduğundan içini görme şansını bulamadık.

Büyük Ağa Medresesi

Sultan II.Beyazid’in kapı ağası Hüseyin Ağa tarafından 1488 yılında yaptırılan özgün bir medrese. Klasik Osmanlı medrese mimarisi yerine Selçuklu mezar anıtlarında görülen sekizgen plan ile yapılmış. Medrese Amasya’da yüksek eğitimin yapıldığı, değerli ilim adamlarının yetiştirildiği bir yer olmuş. 19.yy’da önemini yitirmiş, terk edilmiş, 1978 yılında restore edilmiş.

Saraydüzü Kışla Binası’na yakın  özel olarak görmeye gittiğim medrese binasını gezemedim. Kapıda hafız kursu yazan binanın kapısından girince içeride çok sayıda erkek çocukların koşturduğunu gördüm, kapıda duran bir çocuk içeriye giremeyeceğimi söyledi, bir şekilde barikat yapılmış idi, sadece avlunun kapının yanından fotosunu çekebildim. Yukarıdaki binanın tüm fotosu Ferhat ile Şirin Müzesi’nin bahçesindeki maketinden çekildi.

Hamamlar

Amasya’da Selçuklu ve Osmanlı dönemi hamamlar da oldukça iyi konumda ve halen hizmet vermekteler. Hamamları dışarıdan birkaç fotosunu paylaşabiliriz. Bu hamamların önemlilerini şöyle sayabiliriz; Yıldız Hamamı, Altuntaş Hamamı, Paşa Hamamı, Mustafa Bey Hamamı, Kumacık Hamamı.

Aynalı Mağara

Aynalı Mağara en iyi işlenmiş, taş işçiliğinin en iyi olduğu kaya mezarları arasında sayılıyor. Şehir merkezinden 3 km uzakta, yine de bu özel olarak mezarı görmek için gittik.  Güneş vurduğunda yüzeyinin parlaması nedeniyle Aynalı Mağara adı verilmiş. İçerisinde Bizans döneminde yapılmış havarilerinin resimleri varmış. Hz. İsa’nın havarilerinden birinin Hristiyanlığı buradan yaydığı söyleniyormuş. 

Biz mağaraya gittiğimizde mağara kapısına kilit vurulmuştu. Şehir dışında olmasına rağmen yol üzerinde ulaşılması kolay ancak burası kilitlenerek korunmaya çalışılmış. Ben yazayım da göremedik diye üzülmesin zaman bulup oraya ulaşamayanlar.

Borabay Gölü

Amasya gezisinde görülmesi gereken başka bir doğa harikası Borabay gölü. Göl Amasya merkeze 63 km mesafede, Amasya’nın Taşova ilçe sınırlarında. Araba ile ulaşım sağlanabilir, Amasya’dan Taşova’ya giden minibüsler ile de ulaşılabilmektedir.

Borabay Gölü denizden 1050 metre yükseklikte, küçük bir akarsuyun kenarlarının tıkanması ile oluşmuş. Gölün etrafı, kayın, sedir, kestane ağaçları ile çevrilmiş.  Göl çok büyük değil, uzunluğu 900 metre, genişliği 300 metre derinliği de 25 metre.

Biz Borabay Gölü’ne yarım gün ayırdık, göl kenarına kadar araba ile ulaşılabiliyor. Göl kenarında biraz yürüyüş yapıp, yine göl kenarında harika manzaralı restoranda hafif bir şeyler atıştırdık. Borabay gölünde yapılacaklar bunlarla sınırlı değil. Göl çevresi piknik alanı olarak düzenlenmiş, hatta göl kenarında kamp yapılabilir veya bungalov kiralayarak gece kalınabilir. Alabalık, sazan, yayın gibi göl balıkları da tutabilir veya göl üzerinde kanolar, bisikletler ile gezebilirsiniz. Kısaca Amasya gezisinde Borabay gezisi programa alındıktan sonra geceleme kararı ve aktiviteler size kalmış.

Yeme İçme

Amasya mutfağı zengin ve özgün çeşitler sunuyor. Bu mutfağın çeşitlerinin en güzel sunulduğu yerleri araştırdık. Karşımıza ilk olarak Ali Kaya Restoran çıktı. Denedik ve biz de öneriyoruz. Öncelikle manzara müthiş. Karşıda Harşena Dağı, Yeşilırmak Nehri ve akşam ışıl ışıl Amasya manzarasına karşı yemeğimizi yedik. Lezzetli ve çeşitli mezelerinin yanında et yemeği olarak onların önerisini aldık. Tokat kebabını Tokat’ta tatmayı düşünmemize rağmen Tokat kebabını önerdiler. Biz de memnun kaldık. Fiyatları da bu manzaraya karşı fahiş gelmedi bize. Başka şehirlerde de mezeli, içkili ve et yemekli restoranlarda daha yüksek fiyatlar ile karşılaşabilirsiniz. Bir gece Amasya’da bu manzaraya karşı yemek yenmeli. Yine manzaralı olan bu restoranın karşısındaki Yamaç Restoranı tavsiye edenler de bulunmakta.

Amasya mutfağı coğrafi konumu nedeniyle hem Karadeniz hem İç Anadolu’nun çeşitlerini sunmaktadır. Hamur işlerinden, değişik çorba çeşitlerinden, sebze yemeklerine daha önce tatmadığınız lezzetler sofranızda yer alacak. Geleneksel Amasya yemekleri tatmak için önerilen yer Ameseia Mutfağı. Yeşilırmak kenarında yalı boyundaki restoranda yerel çorbalar, bakla dolması, keşkek tatmayı unutmayın. Amasya mutfağında mantı da ön sıralarda. Bu lezzeti tatmanız için Anadolu Mantı Evi ilk sırada. Tek tür mantı yerine kocaman bir menü ile o kadar çok mantı çeşidi sunuluyor ki, hepsini merak ediyor insan. Biz dört kişi hepimiz ayrı çeşit sipariş vererek en azından dört çeşidi tattık. Ayrıca yine Keyf restoran da denediğimiz hızlı servis ile çorba ve kebap çeşitleri ile memnun kaldığımız bir yer oldu.

Bu arada akşam yemekleri için müzikli, içkili restoranlar ve barlar da değişik alternatifler bulunmakta. Yalı boyunda Emin Efendi Konakları gerek yemekleri, servisi ve ortamı ile öneriliyor. Hafta sonları da müzik var. Ayrıca yine konaklarda restoranlar, barlar Amasya gecelerinizi renklendirecektir.

Bu arada Amasya çöreğinden söz etmeden olmaz. Ceviz ve haşhaş karışımı çörek. Bu çöreğin piri Çörekçi Galip Usta, dükkanı arayıp bulmanız lazım, üç kuşaktır bu çöreği üreten  Galip Usta’nın çörekleri hızlı tükeniyor. Burada tadamazsanız Hatuniye Mahallesi’nde Amasya Çörekçisi’nde bulabilirsiniz.

Alışveriş

Amasya’dan dönerken yanımıza neler alalım derseniz. Amasya deyince aklımıza ilk gelen ünlü Amasya misket elması ürünleri bizi bekliyor. Elma çayı, sabunu, kurutulmuş çeşitleri hazırlanmış. Ayrıca çeşitli dokuma ürünler, şallar yemeniler olabilir. Yine tahta işi hediyelik eşyalar da bulabilirsiniz. Alışveriş için tabi ki dünya markalarının çeşitlerini satan AVM’ye adım atmıyoruz.

Hatuniye Mahallesinde yol boyunca veya tarihi pasajlarda çok sayıda hediyelik eşya dükkanları göreceksiniz. 

Son Söz

Amasya coğrafi konumu ve tarihi ile Anadolu’nun kadim şehri. Yeşilırmak kıyısında bereketli topraklarda, yeşil bir şehir.

Tarihi eserlerin korunması, sergilenmesi, farklı coğrafi yapısı ve özel dokusu ile gezenlerin zihinlerinde kalıcı görüntüler bırakıyor. Bazı şehirler vardır ya, şehrin genel fotoğrafı aklınızın bir köşesinde kalır. Benim için Amasya da bir yanda doğası, diğer yanda tarihi izleri ile unutulmaz şehirlerim arasında yerini aldı. Amasya gezginlerin adım adım gezip, görecekleri şehirler arasında ön sıralarda yer almalı. 

Varanasi Gezi Rehberi: Ruhun Özgürleştiği Şehir

Varanasi çok farklı bir ülkenin en sıra dışı, unutulmaz şehri. Dünya üzerinde çok ülke gezmiş olsanız da bu şehirde yaşadıklarınız sizi şaşırtacak, çarpacak. Hindistan benim gördüğüm 42. ülke idi. Delhi sokaklarına adım attığımız anda Hindistan’ın bugüne kadar gezdiğim hiçbir ülkeye benzemediği, bu ülkede çok farklı deneyimler yaşayacağımız açıkça görünüyordu. Hindistan rotamıza Altın Üçgen (Yeni Delhi, Jaipur ve Ağra) şehirlerinin yanına özellikle Varanasi’yi eklemiştik. Hindistan gezi planlaması yazımı linkten okuyabilirsiniz.

 Hindistan Seyahat Planlaması

İlk kez Hindu inancının yaygın olduğu bir ülkede bulunuyorduk ve Hindular için kutsal şehir Varanasi mutlaka görülmeliydi.

Varoluş ve yok oluşun yani doğumun ve ölümün tanrısı Shiva’nın koruyucusu olduğu şehir Varanasi. Şehir adını tanrı Gangadan alan kutsal Ganj Nehri kıyısında kurulmuş. Hindular için bu şehirde ölmek ve yakılmak reenkarnasyon sürecinin sona ermesi ve Nirvanaya ulaşmak demek. Hindu inanışına göre ölüm ile ruh ölmez, ölen kişi tekrar tekrar dünyaya gelir. Ancak reenkarnasyon süreci tamamlanır, kişi mokshaya ulaşırsa ruhu huzura erer. Bunun yolu da Varanasi’den geçiyor. Varanasi’de ölüp burada yakılanlar reenkarnasyon döngüsünü tamamlayıp moskhaya ulaşabiliyorlar. Bu nedenle yaşlılar bu şehre gelip ölmeyi bekliyorlar ya da vasiyetleri üzerine yakınları tarafından ölünce bu şehre yakılmak üzere getiriliyorlar. Yani şehirde 24 saat ülkenin hatta dünyanın her yerinden gelen Hinduların ölü yakma törenleri yapılıyor.

Hinduizme göre herkes yakılmıyor, din adamları, çocuklar, hamile kadınlar ve yılan sokanlar yakılmayan gruplar arasında. Yılan kutsal bir hayvan sayıldığından onların soktuğu kişiler ve diğer kişiler günahsız sayılmakta. Bunların cesetleri ayağına bir taş bağlanarak Ganj Nehri’ne atılıyor. Yakılan kişilerin yanmayan bazı bölümleri ve külleri yine Ganj Nehri’ne serpiliyor.

Varanasi aynı zamanda kutsal Hac şehri. Şehre arınmak için dua etmek için gelen binlerce Hindu bulunuyor. Kutsal Ganj Nehri’nde yıkanılıyor, dua ediliyor, suyu içiliyor. Ganj Nehri dünyanın en kirli nehirlerinden biri olsa da Varanasi’deki kıyısı her an dolu.

Kıyıda yıkanan, çamaşırlarını yıkayan, suyundan içen insanların yanında, nehrin ortasında bir inek ölüsünün de ilerlediğini görebilirsiniz bizim gibi.

Ganj Nehri’ne merdivenlerle inilen çok sayıda platformlar yapılmış. Bu platformlar Ghat olarak adlandırıyor. Varanasi’deki 88 adet Ghat’ın hemen yanında yüksek eski yapılar bulunuyor.

Varanasi benim için hiç hafızamdan çıkmayacak bir şehir. Öncelikle pis, kaotik, ağır kokulu ve ölümle özdeşleşmiş bir şehir. İçinde yaşam, mutluluk, umut, enerji, hareket, renk olmayan bir şehir. Bu duyguyu hissetmek ürkütücü geliyor insana.

Peki niye görmek istedik, bir daha gitmek ister miyiz? Hindu inancının kutsal şehrinde gerçekleştirilebilen ruhun özgürleştirilmesi törenini bir kez görme isteği bizi buraya getiren. Yaşadıklarımızın sıra dışı olduğunu kabul etmemiz gerekir. Ancak ikinci kez gelme planları yapmayacağım bir şehir olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Varanasi de yapılacak şeyler belli. Öncelikle belirli ritüelleri izlemek. Görülebilecek bazı yerler var tabii ki ve biz de dolaştık ancak öncelikle şehrin ruhuna uygun mutlaka yapılacakları sıralayalım.

Ulaşım
Varanasi’ye Delhi, Mumbai, Katmandu’dan uçulabilir. Ağra’dan uçak şansımız olmadığından biz otobüs ile geldik. Bir önceki ulaşımımızı trenle yapıp memnun kalmayınca bu arada otobüs denemek istemiştik. Ancak yataklı otobüs yolcuğu hayatımda yaptığım en zor yolculuk idi. Otobüsün en arkasındaki üst kattaki yataklar ve bozuk yollarda o kadar çok zıpladık ki bir an bile gözümüzü kırpamadık. Dönüşümüz Delhi’ye uçak ile oldu. İlk gidiş için Ağra’dan Delhi’ye tekrar dönüp uçakla gelmenin yolu uzatacağını düşündüğümüzden otobüs yolculuğunu seçmiştik. Ancak o otobüs yolculuğundan sonra Varanasi’ye mutlaka uçakla gitmeli diye düşünüyorum. Böyle bir ülke için fazla konformist mi davranıyorum bilemem.
Varanasi’de Yapılacaklar
Varanasi’ye sabah erken ulaştık. Ganj kıyısına yakın bir hostelin iki kişilik özel banyolu odasına yerleştik. Hostel odasının temizliği içimizi rahatlattı. Civarda temiz kahvaltı yapacak bir yer araştırdık, tam anlamı ile batı tarzı bir kafe bulduk. Nerede ise 10 gün sonra ilk kez temiz bir mutfaktan yemek yediğimiz duygusuna kapıldık. Kahvaltı sonrası Ganj kıyısına doğru ilerlemek için sokaklara daldık. Pislik içinde, ineklerin çöpleri karıştırdığı sokaklardan geçtik. Sokaklarda çok sürpriz görüntülerle karşılaşılabiliyor. Örneğin aşağıda fotoda gördüğünüz küçük kız bir ip üzerinde yürüyor, o arada bir inek sokağın ortasında salına salına dolaşıyor.

Ganj kıyısına ulaşıp nehir boyunca yürümeye başladık. Ganj kıyısında yıkanan, arınan, dua eden Hindular huzur içinde görünüyorlar.

Ganj kıyısında traş olanlar, tırnaklarını kestirenler olağan bir yerde günlük işlerini yapıyor havasındalar.

Ganj kenarında kurutulan çamaşırlar, sizin otel çarşaflarınız da burada kurutuluyor olabilir mi acaba? Olağanüstü görüntüler arasında şaşkınlıklar içinde yolumuza devam ediyoruz.

Etrafa bakarak dolaşırken beklenen sonuç bir Hintli yanımıza yaklaşıp rehberlik yapabileceğini söyledi. Zaten dolaştığımız yerlerde rehberle gezmeyi tercih ediyorduk. Hintli rehberin güven veren bir ifadesi vardı. Fazla düşünmeden iki günlük program ve ücret konusunda anlaştık. Biz rehberli dolaştık ancak bu yazıyı okuduktan sonra sizin rehber tutmanıza gerek kalmayabilir.

Varanasi’de yapılacak işler belli, sabah gün doğumunda ve akşam gün batımında Ganj Nehri’nde tekne ile dolaşmak ve akşam Aarti Törenini izlemek. Bundan sonra başka yerler de tuk tuk ile gezilebilir.

Bizim rehberli programımız güneş batarken tekne ile dolaşmakla başladı. Hem yerel halk hem turistler küçük, büyük teknelerle gün batımı törenini izlemek üzere nehre açılmışlardı.

Ölü yakılan iki Gath; Manikarnika ve Harishchandra Gathları. Manikarnika Gath önünde töreni izleyebilmemiz için teknemiz durdu. Aslında ölü yakma törenlerinin fotolarının ve videolarının çekilmesi yasak. Tören alanında kıyıdan ve yakından çekilmesi rahatsız edici olabilir. Tekneden biraz daha uzaktan foto çekme şansımız oldu.

Ölüler önce Ganj Nehri’nde yıkanıyor, sonra odun ateşi ile yakılıyor. Ölenin oğlu varsa oğlu, yoksa erkek yakını beyaz kıyafetler içinde, başı kazıtılmış bir şekilde ölünün başında bulunuyor. Bir kişinin yanması 3-4 saat sürebiliyor. Aynı anda birden çok kişinin cesedi yakılabiliyor. Tekneden bu töreni biraz izledikten sonra nehirde ilerledik .

Ganj kıyısında güneş batarken günahlarından arınmak için suya giren Hindular dikkatimizi çekiyor. Assi Gath’ı özellikle Ganj’a girip yıkanmak için düzenlenmiş. Çoğunluk buradan nehre giriyor.

Ganj’da yıkanıp arınmak ancak Hintliler için mümkün olabilir. Bizim bağışıklık sistemimiz ile bu ritüeli denemek aklımızdan bile geçemez. Rehberimize sorduk Ganj’a girebilir miyiz diye, o da parmağınızı bile sokmanızı önermiyorum diye net bir cevap verdi. Bu durumda biz de farklı bir ritüel ile tanrı Ganga’ya dileklerimizi iletebilirdik. Tabii bu da düşünülmüş. Tekne ile giderken çiçeklerle süslenmiş küçük teknesi ile dilek mumları satan Hintli çocuk yanımıza yanaşıyor. Biz de rengarenk yapraklar üzerine yerleştirilmiş duran mumlardan satın alıyoruz. Dileklerimizi kalpten fısıldayarak yaktığımız mumları kutsal Ganj’a bırakıyoruz.

Ganj üzerinde güneşi batırıyoruz.

Kıyıda bizi başka bir tören bekliyor. Sıra Nehir Tanrısı Ganga için yapılan Aarti Törenleri’ni izlemede. Rehberimiz bizi Dashashwamedh Ghat’a götürüyor, sahne gibi bir alanda hazırlıklar yapılıyor. Puja yani dua için hazırlanan mumlar ve çiçekler tezgahlar üzerinde hazırlanmış. Sahne karşısında basamaklara oturuyoruz. Alan gittikçe kalabalıklaşıyor. Renkli giysileri ile genç hindu rahipler tütsülü, ışıklı bir gösteriye başlıyorlar. Yumuşak hareketlerle şarkılı, dualı, huzur verici bir gösteri bir saat kadar sürüyor.

Bu tören yılın 365 günü yapılıyormuş. Gösteriyi teknede Ganj Nehri’nde izleyenler de vardı, ancak kıyıda bu gösteri için hazırlanmış platformda izlemek daha iyi görünüyor. Varanasi da akşam canlı bir eğlence olmayacağına göre burada yapılabilecek en iyi eğlence bu gösteriyi izlemek olmalı. Gösteri sonrası tekrar puja için hazırlanmış mumlardan alıp Ganj Nehri’nde akışa bırakıyoruz dileklerimizi.

Ertesi sabah saat 6’da bu kez Ganj’da güneşi karşılamak için teknelere bindik. Akşamki törene benzer şekilde Ganj boyunca ilerleyip güneşin doğumunu bekledik. Güneşin rengi ve ışığı farklı yansıyordu kutsal Ganj Nehri’ne gün doğumunda. Ancak nehir kıyısındaki görüntüler gün batımınındakinin benzeriydi. Sönmeyen ölü yakan ateş, suda arınanlar, sudan içenler, çamaşır yıkayanlar, dua edenler, dileklerini suya bırakanlar.

Daha sonra rehberimiz tuktuk ayarladı ve Banaras Hindu Universitesi, Shree Vishwanath Mandır (Altın Tapınak), Shri Durga Temple (Maymun Tapınağı) nı gezdirdi.

Gerçekte bu şehirde diğer dolaştığımız yerler pek ilgimizi çekmedi. Gözümüzün önünde sadece Ganj kıyısındaki ritüeller kalmıştı. Bu nedenle özellikle Varanasi için mutlaka görülecek diğer yerleri yazmıyorum. Buna benzer binalar tapınaklar başka şehirlerde de görünebilir. Burada kutsal şehrin Hindu inanışına göre ritüellerini izlemek yaşanacak en farklı deneyim.

Varanasi de tekne turunu kendiniz de ayarlayabilirsiniz. Aarti töreninin yeri de belli zaten. Şehirdeki başka yerleri görmek isterseniz de birkaç saatlik tuktuk kiralamak mümkün. Kısaca mutlaka bizim gibi rehber tutmanız  gerekli değil.

Bize olduğu gibi rehberlik yapmak isteği ile size yaklaşanlar olabilir ya da Ganj kenarında sizi kutsayacağını söyleyip para isteyenler olabilir. Biz Puskar’da kutsama tuzağına düşmüştük. Alnımıza kırmızı boya sürüp, elimiz avucunda dua okuyup bizden 10 dolar istemişti uyanık bir kişi.

Hindu dininin gereği ölü yakma törenlerini hem Varanasi de hem de Nepal’in başkenti Katmandu da izleme şansım oldu. Katmandu’da Ganj Nehri’nin kolu olan Bagmati Nehri kenarında kurulan Patupatnath Tapınağı’nda yapılıyor bu tören.

Patupatnath Tapınağı da hindular için önemli büyük bir tapınak ve ölü yakma törenleri için güzel düzenlenmiş. Tören daha yakından izlenebiliyor. Varanasi ile karşılaştırırsak, Katmandu’da Tapınaktan çıkınca bu törenin etkisi azalıyor şehirde başka şeyler ile ilgilenmeye başlamak kolay oluyor. Varanasi de ise şehrin tamamına ölüm sinmiş gibi, kokusu, ruhu her an yanınızda o şehirde başka bir şey yapmak aklınıza gelmiyor sanki.

Nepal’in başkenti Katmandu’da Patupatnath Tapınağı’ndaki törenleri okumak isterseniz: Katmandu Gezi Rehberi

Son Söz
Kutsal Ganj Nehri kıyısındaki kutsal şehir Varanasi Hindu inanışının hac şehri olarak arınma şehri, ayrıca bu şehirde ölme ve yakılma şansı da bir Hindu için yaşam amacı olmalı. Reenkarnasyon sürecini sonlandıracak, huzura erdirecek şehir. Biz turistler için de dünyanın hiçbir yerinde yaşayamayacağımız doğum, hayat, ölüm, inanç ve yaşamın anlamını sorgulayabileceğimiz bir şehir. Farklı kültürler, inançlar, günlük yaşamdaki sefalet görüntüleri, şehrin ölüm kokusu da sarsacak boyutlarda. İlk kez yurt dışına çıkacaklar için öneremeyeceğim ancak gezginler için farklı duygular yaşatacak bir şehir. Yazıyı tüm duygularımı yansıtacak şekilde yazmaya çalıştım, okuduktan sonra böyle bir deneyim yaşayıp yaşamama kararı size kalmış.

Samos Adası Gezi Rehberi: Turkuaz Ada

Samos (Sisam) Adası, Ege Denizi’nde Kuşadası’nın batısında, Türkiye’ye en yakın Yunan Adası…Yemyeşil adada deniz, güneş tatili yapmak isteyenler için çok sayıda doğal koylar içeren turkuaz renkli deniz ve plajlar, tarih gezisi yapmak isteyenler için ören yerleri ve müzeler, dağcılar için yüzden fazla tırmanma rotası, trekking için yüzlerce  yürüyüş rotası, yeşil sevimli köyler, Yunan mutfağı, özellikle deniz ürünlerini tatmak isteyenler için damak zevkimize uygun yemekler, adada üretilen uzolar, tatlı muscat şarapları gibi çok fazla seçenek bulabileceğiniz bir yer…

Ünlü Matematikçi, Filozof Pisagor’un, Filozof Epicurus’un doğum yeri, Yunan mitolojisine göre Tanrıça Hera’nın doğum yeri de bu ada.

Mayıs ve eylül ayları tüm adayı rahatça dolaşabilmek için en uygun aylar. Temmuz ve Ağustos ayları daha sıcak ve iklimi Çeşme, Kuşadası Bodrum gibi.

Kısa Tarihi
Samos Adası’nda yerleşim M.Ö. 3000 yılına kadar uzanmaktadır. M.Ö. 10.yy’da Yunanistan’dan göç eden İyonyalıların kurduğu 12 şehir devletinden biridir. M.Ö. 6. yy’da, Tiran Pokyrates zamanında en zengin ve başarılı dönemine ulaşmış, ticarette ve denizcilikte bölgenin en güçlü devletleri arasında yer almıştır. Daha sonra Persler, Bergama Krallığı, Roma, Cenevizler, Venedik, Bizans Egemenliğine geçmiş, 1475 yılında Osmanlı hakimiyetine geçen ada Osmanlı’dan en erken bağımsızlığını kazanan ada olmuştur. I. Dünya Savaşı’nda Yunanistan ile birleşmiş, II.Dünya Savaşı’nda bir süre İtalya egemenliğinde kalmıştır.

Ulaşım
Samos’a ulaşım son derece kolay. Kuşadası’ndan her gün Samos’un iki ayrı limanına gidiş dönüş seferleri düzenlenmekte. Seferihisar’dan da üçüncü bir limana her gün olmasa da sık seferler bulunuyor. Samos gezisi planlamasında günübirlik veya gece kalmalı da olsa seçilecek liman önemli. Günübirlik gidilecekse Seferihisar’dan kalkışlı tekne uygun olmayabilir. Seferihisar’dan adanın kuzeyinde yer alan Karlovassi Limanı’na ulaşılıyor. Karlovassi şehrinin tüm gün geçirmeye değecek çok özelliği yok. Aynı gün içinde sadece yakınındaki Potami Plajı ve Potami Şelalesi gezilecek yerler arasında olabilir. Yakında bir köy ve Manastır ziyareti yapılabilir. Üstelik iki saat süren yolculuk ile Kuşadası’na göre daha uzun zaman denizde geçiyor. Gece kalmalı gidilip araba kiralayıp gün boyu gezmek isterseniz de akşam yemek yenecek restoran ve gezilecek yer sayısı da diğer liman alternatiflerine göre daha sınırlı. Tüm Samos’u yazımız ile gezince ne kastettiğim daha açık ortaya çıkacak.

Kuşadası’ndan Samos’a gitmeye karar verdiğimize göre sıra hangi limana gitmeli kararında. Birinci seçenek Vathi’yi, Vathi Adanın en büyük şehri ve başkenti. Konaklayacak otel seçeneği daha çok ve daha uygun fiyatlı olabilir, araba kiralayıp adanın kuzeyindeki güzel plajların yanı sıra güneye de inmek kolay. Vathi’nin bu avantajlarına rağmen biz Pithagoria Limanı’na gitmeyi tercih ettik. Neden derseniz, programımızı hazırlarken yaptığımız okumalarda adanın en sevimli kasabasının Pithagoria olduğunu öğrendik. Oteller Vathi’ye göre biraz daha pahalı ancak gündüz gezilecek yerleri, kafeleri, plajları, gece çok sayıda lokantaları, tavernaları ile bu şehir bize daha cazip göründü. Ayrıca yine araba kiralayarak adanın görülecek tüm yerlerine ulaşabilmek mümkün. Tercih sizin.

Kuşadası’nda Vathi’ye giden tekne sabah 9’da, Pithagoria’ya giden ise saat 9.30’da kalkıyor. Dönüş saati ise saat 18.30.

Güneşli günde sabah rüzgarı hafif hafif saçlarımız arasında dolaşırken deniz üzerinde keyifle yolculuğumuz başladı. Tekne saat 12’ye doğru Pithagoria Limanı’na yanaştı.

Limanda küçücük, plastik bir kabin içinde iki görevli pasaport kontrolü yaptı, uzun süre kuyruk bekledikten sonra limandan çıkış yapabildik.

Tekne fiyatlarına gelince, Kuşadası’na iki Yunan firmasının farklı gün gidiş dönüş fiyatı 45 Euro, Seferihisar’dan sefer yapan Türk firmasının ise yine farklı gün gidiş dönüş 29 Euro.

Konaklama
Otelimizi booking.com’dan özellikle merkezi ve en çok beğenilenler arasında olmasına dikkat ederek seçtik. Üç yıldızlı bir otel seçmek istememize rağmen karşımıza çıkan iki yıldızlı Samaina Oteli beğendik. İki gece için otele 126 Euro ödedik. Sahile 100 metre mesafede, her yere yürüyerek gezebildiğimiz güzel bir oteldi. Banyosunun biraz küçük olması dışında kusuru yoktu. Odamızın üst katta olmasının avantajı ise bağımsız ve güzel manzaralı balkonuydu. Oda seçerken üst katları tercih etmenizi öneririz. Fiyata kahvaltı dahil değildi, 9 Euro karşılığı zengin bir kahvaltı almak mümkün. Biz otel yerine kahvaltılarımızı sahilde yapmayı tercih ettik.

Samos Adası’nı önce video ile gezmek isterseniz…

Samos’ta Gezilecek Yerler

Pithagoria
En güzel şehir, tarihi başkent Pithagoria ile güzel ada Samos gezimize başlayalım mı? Limanda inip lüks yatların, yelkenlilerin, balıkçı teknelerinin demirlediği, çevresinde şık, sevimli kafelerin yer aldığı sahilde yürümeye başladık. Otelimiz sahile yakın ve yürüme mesafesinde olmasına ve check in saatimiz yaklaşmasına rağmen hemen otele gitmek yerine sahilde kafeye oturmaktan kendimizi alamadık. Sıcak bir kahve ve lezzetli bir krep eşliğinde hem karnımızı hem gözümüzü şenlendirdik.

Bu kasabanın en önce görülecek yeri ünlü matematikçi limanın karşı kıyısında yer alan Pisagor Heykeli. Önce Pisagor teoremini hatırlayalım; bir dik üçgende dik kenarların uzunluklarının karelerinin toplamı, hipotenüs uzunluğunun karesine eşittir. Şimdi heykele bakalım, bir matematik teoremi, matematikçisi ile birlikte bu kadar güzel anlatılır. Sanat, yaratıcılık, kültür bu topraklarda böyle bir şey işte.

Kasabanın güzel sahiline açılan en geniş ve popüler caddesi güzel hediyelik eşyaların yer aldığı tek bir cadde. Gece saat 10’a kadar dükkanlar açık. Hem gece, hem gündüz (öğle sıcağı hariç o saatte dükkanlar da kapalı olabiliyor) keyifle dolaşılabilecek bir cadde. Samos’ta hediyelik eşya almak için iyi bir yer.

Bu caddeden denizin ters yönüne doğru ilerlerken, sağa saparak yine görülmesi gereken üç tarihi yere yürüyerek gidebilirsiniz. Yolun başında Arkeoloji Müzesi yer alıyor, arzu edenler ziyaret edebilir biz zaman ayıramadık.

Hedefimiz kasabanın her yerinden görünen tepeye kurulmuş Panagia (Meryem Ana) Spilianis Kutsal Manastırı ve Antik Tiyatroyu görmek idi.

Dört kilometre kadar yürüyerek önce antik tiyatroya ulaştık. Antik tiyatroda günümüzde de tiyatro gösterileri ve festivaller düzenleniyormuş. Tam bu hafta Gençlik Festivali varmış. Akşam dokuzda başlayacak gösteri için bir grup sahnede prova yapıyordu. Kısa süre izleyip ayrıldık ve yakındaki manastıra tırmanmaya başladık.

Tepede yer alan manastırın içi çok büyük olmasa da gösterişli bir çan kulesi, asıl ilginci yer altında bir mağaranın olması idi. Mağara tarih boyunca kutsal sayılmış, ayrıca Manastırda kutsal ve mucizevi kabul edilen Meryem Ana tablosu korunuyor.

Manastırdan tüm şehrin panoramik bir görüntüsü vardı. Yemyeşil dağın etekleri denizin mavisi ile bütünleşiyor. Akşam güneş batışı da bize ayrı bir görsel şölen sundu. Güneşi burada batırmak keyifli olmakla beraber bu saatte Manastıra gitmemiz nedeni ile buraya yakın Eupalinus Tüneli ziyarete kapandığı için tüneli göremedik.

Eupalinus Tüneli, M.Ö.524 yılında düşmanların şehir kuşatma dönemlerinde şehre gizlice su getirmek üzere inşa edilmiş, 1 km uzunluğunda 1,8 km genişliğindeki tünel zamanında 14.000 köle tarafından inşa edilmiş bir mühendislik harikası. Tünel geç Roma döneminin sonlarına kadar 1000 yıldan fazla şehre su getirmek amacı ile kullanılmıştır.

*İnternetten alınmıştır

Pithagoria yakınında diğer görülmesi gereken önemli eser Yunan mitolojisinde ünlü Zeus’un karısı ve orada doğduğu düşünülen Hera’ya atfen yapılan Samos Hera Tapınağı. Anadolu’da yapılan Hera Tapınakları arasında Efes Artemis Tapınağı’ndan sonra ikinci sırada olan bu tapınağı da ziyaret etmek gerekir. Biz tünelin yanı sıra Hera Tapınağı’nı da göremedik. Pythagorio’ya 5-6 km uzaklıktaki tapınakta halen sadece bir sütun olmasına rağmen zamanı olanların bu kutsal alana uğramaları önerilir.

Lygourgo Logotheti Kulesi ve Kilisesi
Lygourgo Logotheti Kulesi ve Metamorfoz Kilisesi liman çıkışına yakın ve şehrin her yerinden görünen bir konumda. Sahilden kule yönüne yürümeye başladık. Önce kahvaltı ve öğle yemeği de yiyebileceğiniz, önünde plaj bulunan Tarsanas Tavernası’nı gördük. İlk gün bir kafede akşam için taverna önerilerini sorduğumuzda buranın adını vermişlerdi. Ancak akşam taverna ararken burayı unutup, sokak arasında bir tavernaya yemeğimiz yemiştik. Bir gecemiz daha olsa idi deniz kenarında bu tavernayı denemek isteyebilirdik. Kahvaltı saatinde de dolu olmakla beraber plaj çok çekici görünmüyordu, dar bir alanda ve çok çakıllıydı. Biz  kale yoluna devam ettik.

Denizden içeriye doğru yürürken geçtiğimiz sokak tam anlamı ile çok renkliydi.

Lygourgo Logotheti Kalesi 1824 yılında Osmanlı’ya karşı savunma, kuleler de gözetleme amacı ile yapılmış. Kale surları hasar görmüş ancak kule sağlam görünüyor.

Kulenin hemen yanında Metamorfoz Kilisesi’nin hem dış görünüşü hem de içi güzel bir mimariye sahip. Her yıl 6 Ağustosta halk şehrin Osmanlı’dan kurtuluşu için İsa’nın bağımsızlık savaşında onlara yardım ettiğini düşünerek kilisede ayin düzenliyormuş.

Biz kule ve kiliseyi gezdikten sonra hemen deniz kenarındaki patika yoldan ünlü Pithagoria Plajı’na ulaştık. Yine kasabanın içinde limandan uzak ancak yürüme mesafesinde uzun sahili olan kum ve tertemiz plajda deniz keyfi yapmak mümkün. Biz Çeşme’den gitmemize ve deniz keyfi yapacağımızı düşünmememize rağmen bu adada denize girmeden de duramadık. Plajın başlangıç kısmında sezlonglar yer almıyor. Havlu serip güneşlenmek ve yüzmek mümkün.

Pithagoria
Pithagoria Plajı uzun bir sahil, sahil boyunca ilerleyince sezlonglar ve oturup bir şeyler yenip içilebilecek kafeler bulunuyor. Biz sezlonglara yerleşmeden önce frappe, sonra patates bira derken masada epey oyalanmışız. O arada kafede çalışan yaşlı amca ile sohbete daldık. Türk olduğumuzu duyunca kırık ingilizcesi ile sohbet etmek istedi. Sohbet sonunda sezlong istediğimizi söyledik, önce baktı kalmamış dedi. Ancak birazdan ben size ayarlayacağım, merak etmeyin komşu diyerek gözlemeye başladı sezlongları. Kısa sürede yerimiz hazırlanmıştı, Türk-Yunan halklarının dostluğu.

Samos Adası’nı yeterince gezebilmek diğer Yunan Adaları’nda olduğu gibi taşıt kiralayıp tüm adayı dolaşmayı planlamıştık. Samos’ta en karlı iş alanı galiba araba kiralamak. Pithagoria’nın en ünlü caddesinde çok sayıda dükkanda araba, motorsiklet kiralanıyor. Fiyatlar sezona ve araba modeline göre değişiyor. İnternetten de araba kiralamak mümkün. Biz ilk gün hemen araba kullanmayacağımız için ertesi gün pazarlık yaparak kiralayabileceğimizi düşünmüştük. Gittiğimiz hafta çok az Türk turist olmasına rağmen Pithagoria’ya çok sayıda turist geldiği için birçok yere sorduktan sonra bir yerden son kalan küçük arabayı kiralama şansını yakaladık. Günlük araba kirası 40 Euro ödedik, 20 Euroluk benzin ile de epeyce uzun yol yaptık.

İlk günümüzü güzel Pithagoria’da gezdik, kalan bazı yerleri de son güne bıraktık, ikinci gün   arabaya atlayıp tüm adayı dolaşma zamanı geldi.

Roramızı harita ile takip etmek istersek,

Sabah 9’da arabamızı kiralayıp kahvaltı bile yapmadan yola çıktık. Amacımız ilk durağımız ünlü Psili Ammos Plajı’nda kahvaltımızı yapmaktı. Önce Pithagoria’nın doğusunda 8 km uzaklıktaki plaj için yola çıktık. Dağ yollarında biraz tırmandıktan sonra Psili Ammos Plajı’na indik. Bu kumlu plaj masmavi denizi ile oldukça popüler olduğundan kalabalık oluyormuş. Biz  hafta içinde sabah saatinde orada olmamıza rağmen yine de kalabalıktı. Bu plaj Kuşadası Dilek Yarımadası’na en yakın plaj, Türkiye ana karası ile aradaki mesafe 1 milden az. Asıl ilginci bu kıyıdaki Yunan bayrağının karşısında yer alan Türk bayrağı da çok net görünüyordu. Aşağıdaki fotoğrafta Dilek Yarımadası’nın ne kadar yakın olduğu görünüyor.

Plajda Avatonia Restoran’da Kuşadası’na karşıdan bakarak kahvaltımızı yaptık. Omlet, peynir, ayrıca istediğimiz zeytin ile yaptığımız kahvaltıya 21 Euro ödedik. Kahvaltı sonrası plaj çok çekici görünse de denize girme bölümünü kuzey kıyılarındaki ünlü plajlara bırakarak yolumuza devam ettik.

Psili Ammos Plajı’ndan sonra arabamızın yönünü kuzeye Vathi, diğer adı ile Samos şehrine çevirdik. Vathi adanın başkenti, en gelişmiş ve en büyük şehri. Şehre yaklaşırken tepeden, yoldan tüm şehrin görüntüsünü fotoğraflamadan olmaz tabii.

Araba kiralama şirketinin sahibi uyarmıştı Vathi’de mutlaka arabayı park yerine park edin ceza yiyebilirsiniz diye. Sahile inmeden ücretsiz bir park yerine arabayı bırakıp, sahile yürüdük. Vathi bizim için kısa süreli gezilecek bir şehirdi. Vathi’nın Ana Meydanı’nda Aslan heykeli çevresinde kafeler ve restoranlar yer alıyordu.

Deniz tarafında Sofoulis’in heykeli yer alıyor. Sofoulis Samos’un Osmanlı’ya karşı bağımsızlık mücadelesini yürüten, 1912 yılında adanın Yunanistan ile birleşmesini sağlayan ve 1924 yılında da Yunanistan Başbakanlığı yapan ünlü politikacıları. Sahilde yürüyüş yolu, sahilin bir ucunda da liman yer alıyor.

Biz Pithagoria’yı çok sevimli bulduğumuz için Vathi bizim için çok zaman ayrılacak bir yer olmadı. Tabii ki bu şehirde kalmayı tercih etsek şehirde yapılacak şeyleri daha dikkatli arardık. Sahilden geri dönerken bir kilise dikkatimizi çekti. Aslında Vathi’de görülecek yerler arasında Arkeoloji Müzesi, Şarap Müzesi, Belediye Binası, Belediye Sanat Galerisi ve Parkı bulunuyor. Vathi’de daha çok zamanı olanlar görebilirler.

Bizim için sırada kuzey kıyının popüler plajlarından Kokari bulunuyordu. Kokari küçük bir tatil beldesi, kıyıda hem denize girebileceğimiz, hem de kafelerde oturabileceğimizi düşünmüştük. Ancak bu popüler beldede ana caddenin iki tarafına evler ve dükkanlar yerleştirilmiş, sahil uzun olmakla beraber hem taşlık hem de daha dar bir alana sıkıştırılmıştı. Çok sayıda lokanta, kafe sahilde yer alıyor, denizde rüzgar sörfü yapanlar bulunuyordu. Kıyıda rüzgarın fazla olması nedeni ile biz bir süre sahilde dolaşıp ayrıldık.

Kokari’den çıkıp deniz kıyısı boyunca ilerlerken görmek istediğimiz Lemonaki Plajı’nı yukarıdan gördük. İstenirse yolun üst tarafına park edilip aşağıya doğru yürünebiliyor ancak iki karşılıklı yer alan restoranın kendi önünde park yeri olduğunu anladık ve Andreas’ Place Restoranı’nı seçip sahile kadar araba ile indik.

Kıyıda güzel bir restoran ve güzel bir plaj yer alıyordu. Restoranda yerel Samos şarabı eşliğinde güzel bir yemek yedikten sonra plaja geçtik. Plajın restorandan bağımsız olduğunu ve bir şemsiye ve iki kişilik sezlong için 6 Euro olduğunu söyledi restoran çalışanları, ancak bizden görevli para istemeye gelmedi. Biz de iki saat kadar masmavi ve temiz denizinde yüzüp, güneşlendik.

Lemonaki’den daha üç dört km gitmeden diğer merak ettiğimiz plaj Tsamadou levhasını gördük yol kenarında. Hemen arabayı yol kenarına bırakıp aşağı doğru inen patika yola girdik. Yolun başındaki ilk levha dikkat çekici idi. Plajın sağ tarafının çıplaklara ait olduğu yazıyordu. Tsamadou Samos’un en popüler plajlarından ve resmi olarak bir bölümü çıplaklar için ayrılmış.

Patikanın sonunda oldukça geniş bir plaj bekliyordu. Gerçekten sağ taraftaki sezlonglarda çıplaklar güneşlenip, onun önünden denize girerken sol tarafta daha geniş bir alanda mayoları ile yüzenler yer alıyordu.

Aslında bu geniş plaja birçok patikadan inilebiliyormuş, biz tesadüf ilk patikadan indiğimiz için çıplaklar bölümünü de görmüş olduk. Sonraki patikalardan insek bu tarafı fark etmeyebilirdik. Plajın diğer tarafında kafeler, restoranlar yer alıyor. Bu plajda da yüzmeden olmaz diyerek mayolarımız üzerimizde olduğundan plajın sol tarafında yüzdük.

Kuzey kıyıdan biraz güneye saparak Manolates köyüne ulaştık. Yemyeşil ağaçların arasında dağa doğru tırmandık, köye ulaştığımızda karşıda Türk sahili altta sarp dik ve yeşil vadi hoş bir manzara ile köye giriş yaptık.

Bu köy seramik işçiliği ile ünlü, güzel hediyelik eşyalar, dükkanlar, dar ve sevimli köy sokaklarında dolaştık.

Köyde uzun yemek molası vermekte mümkün ancak biz kısa bir kahve molasını tercih ettik.

Yine köyden aşağıya inerek Karlovassi yoluna saptık. Seferihisar’dan feribot seferleri düzenlenen Karlovassi yine büyük bir şehir ancak çok sevimli bir şehir görünmedi gözümüze.

Şehrin içinden geçip yakındaki Potami Plajı’na gitmek istedik artık akşam güneşi batma saati yaklaşmıştı. Yol üstünde gördüğümüz kilisenin bahçesine daldık.

İyi ki girmişiz. O saatte plajda zaman geçirmek şart değildi ancak plajın yukarıdan manzarası özellikle günün o saatinde çok güzeldi. Zaten plaj da nerede ise boşalmıştı.

Biraz daha zamanımız olsa Potami Şelalesi’ni görecektik, ancak zaman kalmadı. Artık dönüş yoluna geçebilirdik. Çünkü son akşam yemeğimizi güzel kasabamız Pithagoria’da deniz kenarında kumların üzerinde yer alan Fagos’un yerinde yemeği kafamıza koymuştuk.

Dönüşü geldiğimiz yoldan değil direk güneye rotamızı kırıp adanın içlerinde yer alan köylerden geçerek yaptık. Yine dar ve zaman zaman virajlı olsa da harika yemyeşil bir yol ve sevimli köyler arasından geçerek Pithagoria’ya ulaştık.

Samos’ta Yeme İçme

Yeme içme deyince tüm Yunan adalarında olduğu gibi taze deniz ürünleri ve uzo ilk akla gelen tabii ki. Ayrıca güzel restoranlar ve tavernalar. Biz üç günlük gezimizde iki akşam yemegimizi de Pithagoria’da yedik. İlk gün sahile dik açılan bir sokakta müziği duyup girdiğimiz Symposium isimli taverna oldu. Yemekte Samos Adası’nın değil Midilli Adası’nın ve uzolar arasında en meşhur olan Barbayanni denedik. Yediklerimiz ve içtiklerimizin yanı sıra Tavernada en güzel anımız gecenin sonuna doğru yaşandı. Tüm gece Yunan müziği çalmıştı, org çalan müzisyen bir ara bize döndü, herhalde özel bir parça ister misiniz diye sormak istedi, biz Türküz dedik. Bunun üzerine güldü ve hemen La Mustafa parçasını çalmaya başladı. Bu da bize özel bir jest oldu. O gece tavernada bizden başka Türk olmasa da Türk müşterileri alışkın oldukları ve böyle jestler yaptıklarını görmek hoş oldu.

İkinci gece yemeğimizi otel sahibinin önerisi ile sahilde kumların üzerine masa atmış olan Faros lokantasında yedik. Karışık kızartma tabağı ve yanında bu kez Samos uzosu ile.

Samos Adası’na gelip yerel Muskat şaraplarını denememek olmazdı tabii. İki akşamı uzo tatmakla geçirince şarap tadımını Lemonaki Plajı’nda öğlen yemeğinde Andreas Place isimli plaj restoranında yaptık.

Sabah kahvaltılarına gelince ilk ulaştığımız gün sahilde sebzeli krep ve kahve yeterli geldi. İkinci gün Psili Amoli Plajı’nda omletli ve yanına özel olarak istediğimiz zeytin ile kahvaltı yaptık. Yunanistan’da zeytin üretimi bol olmasına rağmen kahvaltı menüsünde zeytin sofraya gelmiyor. Son gün kahvaltımızı ise yine Pithagoria da sahilde Dolphin kafede menüden seçtik.

Klasik kahvaltı menüsünün yanında tost çeşitleri de kahvaltı seçenekleri arasında. Klasik kahvaltı fiyatı 8-9 Euro civarında.

Daha önceki yıllarda Yunan Adaları’nda kahvaltı ve içkili akşam yemeği bizler için Çeşme’de Bodrum’da ödediğimiz fiyatlara göre daha ucuz geliyordu. Ancak 2018 yazında artan döviz kurları nedeni ile artık o ucuzluğunu yitirmiş görünüyor. Onların Euro cinsinden fiyatları değişmemiş ancak Türk Lirasının alım gücünün düşmesi yememizi içmemizi de çok etkiliyor.

Ne Satın Alalım
Pithagoria’da sahile açılan ünlü caddesinde çok sayıda dükkanda güzel hediyelik eşyalar bulunabilir. Samos’tan alınması gereken en özgün hediyelik eşya olarak Pisagor’un adalet kabını söyleyebilirim. M.Ö şarap için tasarlanan kapta çizgiye kadar şarap konuyor. Eğer şarap çizgiyi geçerse kaptaki tüm şarap kabın altındaki delikten akıyor. Ne kadar güzel bir anlayış, eşit dağıtılanla yetinmez, aç gözlülük yaparsanız bardağınızdaki tüm şaraptan oluyorsunuz.

Son Söz
Samos Adası ulaşımı kolay, gezilecek görülecek çok yeri olan bir ada. Hem yeşil doğası, hem turkuaz mavisi denizi ile çekici bir yer. Tarihi mirası zengin. Her mevsim gidilebilir, deniz tatili tercihi olanların yazın değişik koylarda yüzme keyfi de yapabilecekleri yer. Yemekleri damak zevkimize uygun. Kısaca gidip, görülesi, gezilesi bir ada. Doya doya gezmek için en az üç gün ve daha fazlası uygun olur. Bence daha fazla söze gerek yok.

Selime Manastırı: Kapadokya’nın En Büyük Manastırı

Oldukça geniş bir alanı kaplayan Kapadokya bölgesini iyi bir planlama ile gezmek gerekiyor. Üç ana bölgeye ayırabileceğimiz Kapadokya’nın batısı, Hristiyanlık inancının ilk yaygınlaşmaya başladığı topraklar. Biz de gezimize Aksaray’ın batısındaki Selime Manastırı ile başladık. Aynı gün rotamız Ihlara Vadisi, Belisırma Köyü ve Güzelyurt ile devam etti. Kapadokya gezimizin ilk durağı Selime Manastırı’nı birlikte gezebiliriz.

Selime Katedrali ve Manastırının bulunduğu Selime beldesi, Aksaray’ın Güzelyurt ilçesine bağlıdır. Ihlara Vadisi’nin ve Kapadokya’nın girişi olarak bilinmektedir.

Aksaray merkezden Güzelyurt’a doğru giderken, 25.km’deki yol ayrımından sola dönerek Selime levhasını takip ederseniz 3 km sonra kendi adını taşıyan beldedeki Selime Manastırı’na ulaşabilirsiniz. Manastıra kendi aracınızla ulaşabileceğiniz gibi Aksaray şehir merkezinden gün içerisinde her saat toplu taşıma araçları ile ulaşmak da mümkündür.

Selime, 1162 metre yükseklikte dik bir yamaç üzerinde kurulu, peri bacalarıyla süslü. Selime beldesinin Ihlara Vadisi’nin başlangıç noktası olması, yanı başından akan Melendiz Çayı ve onun getirdiği doğal güzellikler ile bölgenin en büyük turizm merkezleri arasında yer almasını sağlamıştır. Vadilere ve termal kaplıcalar yakın olması ise bölgeye artı özellikler kazandırmaktadır.

Selime, Hitit, Asur, Pers, Roma, Bizans, Danişment, Selçuklu, Karaman ve Osmanlı Devletini’nin hakimiyetinde kalmış. Bu uygarlıkların her birinden izler taşımaktadır. Özellikle Moğolların Anadolu’daki baskılarını arttırdıkları dönemde Selçuklu Türkleri bu bölgeyi kale olarak kullanmışlardır. Moğollara karşı yapılan en uzun direniş Selime Katedrali’nde gerçekleştirilmiştir. Bölgede yaşayan Ortodokslar, Selime Katedrali’nde alınan kararlara itirazsız uymuşlar. Katedralde günümüze kadar gelen kale sur ve mevzileri dikkat çekmektedir.

Selime Katedral ve Manastırı’na çıkarken, önce yüksek bir koridor ile karşılaşıyoruz. Bu koridor, Selime’de kurulan pazara gelen kervanların güvenliklerinin sağlanması için katedralin orta yerine çıkarılması amacını taşımaktadır. 

Bu yolun üstüne dinlenmek ve ibadet etmek isteyenler için katedral ve manastır inşa edilmiştir. Kayaların oyulması ve çoğu kilise olarak inşa edilmiş yapılar Bizans sanatının izlerin taşımaktadır. Manastırın, 8. ve 9. yüzyıllar arasında yapıldığı bilinmektedir. Kilisedeki freskler ise 10. yüzyıl sonu ile 11. yüzyıl başlarına aittir.   Bu freskler içinde İsa’nın göğe çıkışı, Müjde, Doğum, Üç Müneccimin Tapınması, Çocukların Öldürülmesi, Mısır’a Kaçış, Elizabeth’in Takip Edilmesi, Vaftiz, Meryem’in İlk Yedi Adımı, Meryem’in Mabede Takdimi, Kolmesis  gibi tasvirler yer almaktadır. Katedralin 100 metre doğusunda yer alan Meryem Ana Kilisesi ise bu bölgede görebileceğiniz en güzel kaya oyma kilisesidir. Kilisenin karşısında ise  peribacaları bulunmaktadır.

Selime Manastırı, ilk yüksek sesli ayinin yapıldığı, Kapadokya’nın en büyük manastırıdır. Manastır bölgedeki din adamlarının yetiştirilmesinde önemli rol oynamış, bölgeyle toplantıları burada yapılmaktaydı. Ayrıca burası askeri üs olmuş. Çoğunlukla manastır bir kale gibi kullanılmış ve çeşitli noktalara mevzi ve sur yaparak halk kendilerini savunmuşlar.

Selime Katedrali birbirine dehliz ve tünellerle bağlı odalardan oluşmaktadır. Ziyaretçilerin tünellerde kaybolma ihtimali nedeniyle girişleri kapatılmış. Buralarda birçok kilise, tapınak, mabet, inziva odaları, kaçış yolları, su soyları, şaraphaneler, tahıl ve yiyecek depolama odaları ve seyir yerleri bulunmaktadır.  Katedralin içerisinde ise iki sıra halinde sütunlar bulunmaktadır. Bu sütunlar katedrali üç bölüme ayırmıştır. Katedralde yer alan 3 nefli bazilika planlı kilise bu bölgede bu planda yapılmış tek örnektir. Katedral içerisinde yer alan mutfak dikkat çekmektedir. Piramit şeklinde yapılan mutfakta, etrafı aydınlatmak için kandil yerleri yapılmış, diğer odalarla bağlantı noktaları oluşturulmuştur. 

Selime Katedrali Selçuklular zamanında da askeri bir üs olarak kullanılmıştır. Katedralin batısında yer alan Selime Sultan Türbesi ya da Ali Paşa Türbesi olarak bilinen türbe ve mezar yeri Selçuklu komutanlarından Ali Paşa’ya aittir. Ali Paşa burada Moğollara karşı uzun süren başarılı bir savunma yapmış ancak adamları ile birlikte  şehit olmuş. İçine girilmeden etrafında dolaşarak, taş ve tuğla kullanılarak yapılmış bu türbeyi ziyaret edebilirsiniz.

Selime Katedrali ve Manastırına giriş ücreti 55 TL. dir. Bu bilet ile aynı zamanda Ihlara Vadisi’ni de ziyaret edebilirsiniz. Müze kartın da geçerli olduğu katedral ve manastır, haftanın yedi günü 8.00-17.00 saatleri arasında ziyarete açıktır.

Kaynaklar:  Onbin Yıllık Kültür ve Tarih Şehri Aksaray, Kültür ve Turizm Rehberi, Aksaray  Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayını, 2012.

Hakan Öztürk, Keşfet Yakın Dünya Aksaray, Aksaray Belediyesi, 2018.

Kapadokya Güzelyurt Gezi Rehberi: Kapadokya’nın İlk Yerleşim Alanı

Kapadokya

Güzelyurt, Kapadokya’da Hasan Dağı eteklerinde, Aksaray’a bağlı küçük, güzel bir ilçe. Binlerce yıllık geçmişindeki adı ile Karballa, Rumcada güzel su anlamındaki adı Gelveri. Güzelyurt Aksaray’a 49 km, Ihlara Vadisi’ne 15 km uzaklıkta.

Güzelyurt, milyonlarca yıl önce yanardağ patlaması ile oluşan volkanik coğrafi yapısının yanı sıra, bu topraklarda yaşayan uygarlıkların zenginliklerinden, eserlerinden kalanlar ile çok şeyler sunuyor. Milattan önceki dönemde yaşayanlardan izler, ilk Ortodoks mezhebinin kurucularının yaşadığı, gizlendiği yeraltı şehirleri, ilk  kiliseleri yanında Osmanlı döneminde  yapılan gösterişli konakları ile çok renkli bir yer. 1900’lü yıllarda Aksaray’dan daha fazla nüfusa sahip ve önemli bir ticaret ve sanayi merkezi olan Güzelyurt’ta nüfusun % 80’i Rumlardan oluşmakta imiş.

Güzelyurt tarihi binlerce yıla uzanmakta, bu topraklarda farklı hükümranlıklar kurulmuş. Kapadokya tarihinde ilk köy yerleşiminin de 7.500 yıl önce bu topraklarda  başladığı belirtiliyor. Bu topraklarda Anadolu’ya ulaşan tüm uygarlıklar izlerini bırakmışlar. Hitit, Pers, Kapadokya Krallığı, Roma, Bizans, Selçuklu ve nihayetinde Osmanlı. Hititlerin çok tanrılı dinlerini yaşayan halk, Perslerin hakimiyeti döneminde ateşe tapmayı benimseyen İpsistaryo dinini kabul etmişler. MÖ 17 yy’da Roma topraklarına katılan bölgede, Romalılar döneminde St. Paul’un getirdiği Hristiyanlık inancı yaygınlaşırken Roma’nın baskısı ile saklanmak zorunda kalanlar Güzelyurt, Ihlara Vadisi civarında saklanmışlardır. İlk manastır yaşamı da Güzelyurt’da başlamış.  Güzelyurtlu Gregorius Teologos ve Kayserili Basilus bölgede Ortodoksluğun kurucuları olarak yer almışlar.

Bölgede Bizans ve Osmanlı döneminde üç yeraltı şehri, kayalara oyulmuş 50 kilise yapılmış. XII yy’da bölge Selçukluların eline geçmiş, ancak Selçuklular Hristiyan nüfusa imtiyazlar tanımışlar. 1470 yılında Osmanlı hakimiyetine giren Güzelyurt’ta halkın çoğunluğu Hristiyanlardan oluşmaktaymış. 1923 yılında imzalanan Lozan Anlaşması sonrası, mübadele nedeni ile  burada yaşayan Rumlar ayrılmak zorunda kalmışlar. Bu toprakların anısına Yunanistan’da Nea Kalvari ismiyle yeni bir köy kurmuşlar.

Kapadokya bölgesi için sınırlı süre ayrılıp, ağırlık Ürgüp, Göreme ve Avanos bölgesine kaydırılır ise bu bölge programa alınmayabiliyor. Ancak bu bölge olmadan yapılan Kapadokya gezisi eksik kalacaktır. Jeolojik olarak aynı volkanik yapıdaki bölge Kapadokya bölgesinin ilk yerleşim yeri ve Hristiyanlık önderlerinin de yaşadıkları yerler.

Biz Kapadokya gezimizde Güzelyurt civarını gezmek için tüm gün ayırdık. Güzelyurt’a bağlı Selime Manastırı, Ihlara Vadisi ve Belisırma köyünde hem yürüyüş hem de tarihi kalıntıları gezdikten sonra ilçe merkezine geldik. Bu yazıda Güzelyurt İlçe merkezi civarını anlatıyorum. Ihlara Vadisi ve Selime Manastırı ayrı yazı konuları. 

Gezelim Görelim

Belisırma’dan araba ile merkeze gelirken önce Yüksek Kilise’ye uğradık.

Yüksek kilise ilçe merkezine 3 km uzaklıkta, Hasan Dağı, Ihlara Vadisi ve Manastır Vadisi üçgeninde yüksek bir tepeye kurulmuş. Aynı zamanda bir seyir tepesi. Bir manastır ve kilise bulunan bu tepe Analipsis Tepesi olarak adlandırılmakta. Tepede Tunç Çağı’ndan başlayıp, Hitit, Roma ve sonraki dönem uygarlıklarına ait kalıntılar bulunan kalıntılar tarih boyunca yerleşim alanı olduğunu ortaya koyuyor.

Kilise ve manastır bir kayanın üzerine oturtulmuş. Manastır iki bölümden oluşan dikdörtgen yapı. Kilise tek nefli ve dikdörtgen planlı. Kilisede kaya oyma ve taş duvar yapısı birlikte kullanılmış. Kilisenin kapısında 1894 tarihi yazılı olsa da eski bir kilisenin üzerine kurulduğu belirtilmektedir. Birçok uygarlığın yaşadığı bu hakim tepede yüzyıllarca yıl dini merkezler kurulmuş olsa gerek.

Bizim gezdiğimiz Haziran/2021 pandemi dönemi nedeniyle olsa gerek kilisenin ve manastırın kapıları koca kilitler ile kapanmıştı.

Kilise’nin olduğu tepeden Güzelyurt merkez ve Manastır Vadisi’nin görüntüsü tam seyirlik idi.

Güzelyurt yeni mahalle, yüksek mahalle ve aşağı mahalle olarak ayrılmış, yüksek mahalleden giriş yapıyoruz. Burada bir ana cadde kenarına sıralanmış dükkanlar, küçük bir park ve kahve klasik günümüz ilçe görüntüsü. Biz bu caddenin üst bölümünde tarihi Kızlar Manastırı’nı görmek istedik.

Kızlar Manastırı

1856 yılında Kızlar Manastırı olarak yapılan gösterişli taş bina 1924 mübadele sonrası doğal olarak bu işlevini kaybetmiş. Sonraki yıllarda ilkokul ve Jandarma olarak kullanılan bina Yıldız Üniversitesi tarafından restore edilmiş ve otel olarak hizmete açılmış. Yakın dönem de ise Aksaray Üniversitesi’ne devredilmiş. Biz heyecanla otel olarak kullanılan bu binayı gezebileceğimizi düşünmüştük. Ancak yine kapısına kilit vurulmuştu. Umarız kısa dönemde bu tarihi manastır  hizmete açılır.

Yüksek mahallede  19. ve 20.yy’nın başlarında yapılan Gelveri evleri bölgenin yapısına göre önce kayalara oyulmuş, üzerine taş, süslü ve üç çatılı konakları yapılmış. Bu güzel konakların ayrıca gezilmesi gerek.

Ancak Manastır Vadisi’nde yer alan aşağı mahalle tarihi çok daha eskilere dayanmakta.

Manastır Vadisi

Yukarı mahalleden araba ile dar bir sokaktan Manastır Vadisi’ne indik. Manastır Vadisi açık hava müzesi şeklinde düzenlenmiş, müze kart ile giriş yapılabiliyor. Müze girişinde arabadan inip vadinin en önemli tarihi yapısına giriyoruz.

Kilise Cami – Aziz Gregorius Kilisesi

Manastır Vadisi’nin en erken Hristiyanlık eseri, Küçük Ayasofya olarak da adlandırılan Aziz Gregorius Kilisesidir.  Hristiyanlığın erken dönemlerinde Güzelyurt’ta doğan Gregorius Teologos Ortodoks  mezhebinin kurucusu olmuş. Bizans İmparatorluğu Hristiyanlığı kabul etmeden önceki dönemde bu dini benimseyen halka baskı yapmış.   Bölgede İsa’nın havarisi St Paul’un yolunda Hristiyanlığı kabul eden halk Manastır Vadisi, Ihlara Vadisi’nde saklanıp, İkonaklast akımı ile dinlerini yaymaya çalışmışlar. Bizans’ın Hristiyanlığı resmi din olarak benimsemesi sonrası ise, MS 385 yılında İmparator Teodoslus, Ortodoks öncüsü Aziz Gregorius adına bu kiliseyi yaptırmış. Kilise Osmanlı döneminde 1835 yılında önemli değişiklik geçirmiş. Üç nefli, kubbeli bazilika tipine geçmiş. Kilisenin kuzeyinde misafirhane, doğusunda papazların evi yer alıyor. Kilisenin yanında 35 basamak ile inilen bir ayazma bulunuyor.

Kilise, 1924 yılında  camiye çevrilmiş, 15 metre yüksekliğindeki çan kulesi de minareye dönüştürülmüş, içerideki freskolar ve bezemeler kapatılmış. Kilisenin içindeki malzemelerin çoğunluğunu da Rumlar giderken yanlarında götürmüşler.

Manastır Vadisi 5 km’lik uzunluğu ile Ihlara Vadisi kadar uzun olmasa da içinde kaya evler, kaya kiliseler ve yeraltı şehri ile oldukça zengin. Vadinin girişinde hemen Aziz Gregorius Kilisesi’nin yanında Gaziemir Yeraltı Şehri ve Kervansarayı bulunuyor. Bizans dönemi ve Selçuklu döneminde de kullanılmış bu kervansaray. Yeraltı şehrinde iki kilise ve şarap yapım yeri de bulunmaktadır.

Vadinin içinde araba ile 1 km kadar gidilebilmekte, sonrasında yürümek gerekiyor. Biz araba ile gidebildiğimiz kadar gittik yolda kayaların içinde birkaç kilise gezebildik. 

Güzelyurt Manastır Vadisi yürüyüşümüz sonrası yukarı mahalleye tekrar çıkıp, kayalara oyulmuş ve yöre taşları ile tamamlanmış  evlerin arasında, dar sokaklarında dolaştık. 

Tarihi eserlerinin yanı sıra coğrafi yapısı ile de bizi etkileyen Manastır Vadisi’nden ayrılmak istemedik. Manzaraya karşı güneşi batırmak istedik ve vadiye karşı konumlanmış ilk  otele girdik. Vadi manzaralı bir masada bir şeyler içmek istedik. Taş ve kayaya oyulmuş otelin yapısı tam anlamı ile doğa ile uyumlu idi.

Güzelyurt’ta Manastır Vadisi’ne hakim konakların bazıları otel yapılmış. Bu tarihi konaklarda, bu manzara ile konaklamak çok keyifli olurdu. Biz bu bölgede konaklamak için Aksaray’ı seçmiş idik. Ancak Kapadokya’da bu bölge gezisi için özellikle Güzelyurt’ta bir veya iki gece konaklamayı önerebilirim. Gezinin daha doğudaki bölümü Ürgüp, Göreme, Avanos tarafı için orada başka bir otele geçilebilir ancak bu bölge hem gezmek hem konaklamak için değerlendirilmelidir.

Son Söz

Güzelyurt Kapadokya programı yapacak gezginlerin öncelikle ziyaret edecekleri bir bölge. Anadolu’da ilk Hristiyanların yerleşip, gizlice ibadetlerini yapmak için kurdukları kiliseler, manastırlar, yeraltı şehirlerinin yanı sıra, 19. ve 20.yy başlarında yapılan Rum konakları ve volkanik yapısı, doğası, yeşili ve olağanüstü manzarası ile cazip yer Güzelyurt. Ihlara Vadisi’nde uzun yürüyüş yapmadan, vadi içindeki kiliseleri, yakın çevredeki Selimiye Manastırı ve Güzelyurt içinde konakları görmeden eksik kalır Kapadokya gezisi. 

Como Gölü Gezi Rehberi

Como Gölü İtalya’nın kuzeyinde, İsviçre sınırına yakın, dağlara sırtını vermiş, İtalya’nın da üçüncü büyük gölüdür. Göl Y şeklinde ve güneybatı ucunda Como kasabası yer almakta.

Como Lake

Como Gölü, mavi ve yeşilin buluştuğu, dingin, huzurlu, özel tasarımlı villaları, şatoları ile göreni kendine  hayran bırakan bir göl. Göl asıl ününü zengin ve ünlülerin tatil mekanı olarak almaktadır. Dünyadan ünlü sanatçıların yaşamayı tercih ettiği ve İtalyan zengin ve aristokratlarının da yazlık evlerinin yer aldığı bölge.,

Como Lake

Göl çok büyük, kıyıda yerleşim yerleri olduğu gibi dağların üzerinde yeşillikler arasında da  göl manzaralı evler sıralanmışlar.

Como Lake

Ulaşım

Como Gölü’ne Milano Centrala İstasyonu’ndan direkt hızlı tren veya daha uzun süren tren ile ulaşım mümkün. Hızlı tren Como S.Giovanni İstasyonu’na gidiyor. Önce tren saatlerini kontrol etmek gerek bu istasyondan direkt giden saati kaçırılırsa veya beklenmek istenmezse Gariballi İstasyonu’na metro ile veya trenle gidip aktarma yapılabilir. Ayrıca Cadorna Tren İstasyonu’ndan da Como’ya giden trene binmek mümkün. Tren bilet makinelerden nakit veya kredi kartı ile kolay alınabiliyor. Milano’dan tek gidiş ikinci sınıf compartmanda hızlı veya normal tren ile 4.80 Euro’ya. Bilet saati açık olduğu zaman trene binmeden biletinizi okutup biniş saatinizin bilette görünmesi gerekir. Bileti okutmadan trene binerseniz bilet kontrol sırasında ceza yiyebilirsiniz.

Como Lake

Como Gölü’nde üç tren istasyonu var  Como Loga İstasyonu  göl kıyısına en yakın istasyon. Bizim indiğimiz S.Giovani İstasyonu  biraz daha yukarıda olduğu için  göl kenarına inmek için 500-600 metre yürüdük. Güzel bir parkın içerisinden geçip keyifli bir yürüyüş ile göl kenarına ulaştık. Çoğunlukla bu iki istasyon tercih ediliyor. İstasyon isimlerini özellikle belirtiyorum. Milano’da makineden Como bileti satın almak için giriş yaptığımızda karşımıza üç istasyon çıkınca ne yapacağımızı şaşırdık, o anda yanımızda Como’ya bilet alan İtalyana sorarak hızlı tren için S.Giovani İstasyonu’na bilet almamız gerektiğini öğrendik. 

Şehir merkezi göl kıyısında yer alıyor. Kıyıda  Piazze Duoma yani Dome Meydanı ve büyük bir Duomo bulunuyor.

Como Lake

Como Katedrali bir Roma Katolik katedrali. Katedral bölgedeki en önemli tarihi binalardan ve İtalya’daki son Gotik katedral. Katedralin yapımına 1396 yılında başlanmış, tamamlanması dört asır sürmüş ve 1770 yılında tamamlanmış.

Como Lake

Bu uzun yapım sürecinde bir çok  sanatçı çalışmış. Büyük ihtimal Como’ya gelene kadar İtalya’nın her köşesinde çok sayıda tarihi Dome gördüğünüz için artık göl kenarında katedral görmek istemiyorum duygusuna kapılabilirsiniz. 

Yine de dört asırda tamamlanmış gotik, gösterişli katedralin içi ve dışı ziyaret etmeye değer.

Katedralin bulunduğu meydanda şık ve hoş restoran ve kafeler  yer almakta. Biz bu tarihi meydanda bir restoran seçerek deniz ürünlü pizza yedik. Yemek tercihi için göl kenarında da güzel restoranlarda göl manzaralı yemek yemek de keyifli olabilir. 

Pizza keyfi sonrası sırada gölde tekne ile gezintisi vardı. Göl kıyısında çok sayıda iskele bulunmakta. Herhangi bir iskeleden binilebiliyor tekneye. Biz meydana en yakın iskeleden bindik tekneye. Kişi başı 8.90 euro ödediğimiz, bir saat süren tekne gezisi bizim için Como Gölü’nde olmazsa olmazlar arasında idi. İyi ki gezdik dedik sonunda.

Como Lake

Gezi boyunca tekne çok sayıda sevimli iskeleye uğruyor. Bu ara duraklarda inip çevreyi gezip, tekrar tekneye binerek göl kıyısında birçok bölge gezilebilir. Biz tekneden inmeden gezimizi tamamladık.

Como LakeGöl aslında Y şeklinde ve oldukça büyük,  tekne ile gölün tamamı  gezilemese de, bir saatte gölün havasını koklamış oluyorsunuz. Ayrıca Como Gölü’nde dağın yüksek bir yerine füniküler ile çıkıp, gölü yukarıdan izlemek mümkün.  Yine küçük planörler ile göl üzerinde gezinti yapmak da mümkün. Bu seçeneği araştırmadık tabii ki, planörle gezmenin ücretinin yüksek olacağını tahmin etmek güç değil. Como Gölü’nde ünlü sanatçıların evleri bulunmakta imiş. Bunlar arasında Versace, Madonna, George Cloney , Sylvester Stallone…..Planörle bu evleri tepeden görmek de ayrı bir atraksiyon olsa gerek.

Bizim Como Gölü gezimiz günübirlik olduğu için göl kenarında Como kasabası ile sınırlı kaldı. Göl kenarında Bellago’da görülmesi önerilen kasabalar yer almaktadır.  
 
Como Gölü turistlerin ilgisini çeken güzel bir bölge. Yeşil, manzaralı, sakin, huzurlu. Mart ayında olmamıza rağmen bizim şansımıza hava güneşliydi ve çok rahat dolaşabildik. Como’ya saat 12’de ulaştık, akşam 18’de ayrıldık. Şehir merkezi, ara sokaklar, Duoma ve tekne gezisi yaptık. Bu sakin ve huzurlu yerde daha uzun kalmak isteyenler için çok sayıda otel seçeneği bulunmakta.
Son Söz
Günübirlik gezmek isteyenler için de Milano’dan çok sık tren ve otobüs seferleri bulunmaktadır.  Kısaca Como Gölü’ne ulaşım kolay ve görülmeye değer. İtalya gezisinde bol miktarda tarih koklayıp, müze, sanat deneyiminin üzerine kuzeyde yeşil ve mavi dokusunu da görmek hoş oluyor. 
 
Gitmeden önce yaptığımız araştırmalarda  bir günlük Como gezisinin yeteceğini düşünmüştük. Ancak bahar sonu ve yazın gezecekler için ve zaman sorunu olmayan gezginlere bu bölgede en az bir gece kalarak çevredeki kasabaları da gezme ve füniküler ile tüm gölün manzarasını izlemelerini  önerebilirim.
 

Ertuğrul Fırkateyni’nin Batışı-1890: Japon-Türk Dostluk Öyküsü

‘I am from Turkey’ dediğimde, birçok ülkede rastladığımız ön yargının aksine, beni eleştirmeyen, dışlamayan tam tersine kucaklayan bir ülke oldu Japonya. Aksine “Aaa… Bizim Türkiye ile yüzyıldan fazladır dostluk ilişkimiz var. Kushimoto’yu biliyor musun? Orada bir Türk gemisi batmıştı, onun anısına bir müze bile var” diye sohbeti koyulaştıranlar da oluyor. İki tarihi olayın Japon Türk dostluğunun temellerini oluşturduğunu öğrendim Japon dostlardan… 

Ertuğrul Fırkateyni’nin batışından bir asır sonra ise Irak İran savaşı sırasında, Tahran’da mahsur kalan Japonları, zamanın Başbakanı Turgut Özal’ın THY uçağı ile tahliyesini sağlaması da iki ülke arasındaki dostluk ilişkisini iyiden iyiye sağlamlaştırmış gibi.

1890’da Ertuğrul gemisinin batışı ve onunla ilgili yaşananlar ve yakın tarihte 1985 yılında Iran’da mahsur kalanların kurtarılış hikayesi birleştirilip biraz hüzünlü, biraz da romantik bir filme dönüştürülmüş. Japon ve Türk işbirliği ile çekilen Türk oyuncularının da rol aldığı filmi Japon Mitsutoshi Tanaka yönetmiş, senaryoyu da Eriko Komatsu yazmış. Ben Japonya’da bu filmi izleme şansına sahip oldum. 2015 yılında çekilen filmin Türkiye’de yeterince tanıtılmadığını düşünüyorum. Filmin fragmanını paylaşayım, yazıyı okuyunca filmin ilginizi çekeceğini sanırım.

Ertuğrul gemisinden kurtarılan bir denizcinin erkek torunu ve Iran’da kurtarılan genç bir Japon kızı havaalanında karşılaşması ile kurgulanan hikaye bu dostluk öyküsünü anlatır.

Japon Türk dostluk temellerinin atılışını sağlayan Ertuğrul Fırkateyni’nin öyküsüne  tarihsel akışı için kısa bir hatırlatma yapalım. 1887 yılında tahta çıkan Japon İmparatoru Meiji dostluk göstergesi olarak Sultan II.Abdülhamid’e hediyeler gönderir. İlk kez Osmanlı topraklarına Japon heyet adım atar. Osmanlı Sultanı da 1890 yılında karşılık olarak  Uzakdoğu’ya iyi niyet ziyaretlerinde bulunmak üzere bir gemi hazırlatır. Deniz kuvvetlerinin bir gemisi ‘Ertuğrul Fırkateyn’ bu uzun yolculuğa hazırlanır. Japon İmparatoru Meiji’ye iyi niyet mektubu ve hediyeler sunulur ve karşılığında mektup ve hediyeler alınır.

Tayfun bu ülkenin kaderi geçmişte de günümüzde de yaşamımızı etkiliyor. Geminin dönüşü tayfun zamanına gelir, Japonların uyarılarına rağmen çıkar yola Ertuğrul gemimiz ve tayfunun yolundan kaçamaz. Wakayama şehrinin Pasifik Okyanusu’na açılan Kuşhimoto şehrinin karşısındaki Oshima Adası açıklarında batar. 609 kişilik mürettebattan 533’ü sularda kaybolur. Adanın halkı kendi canları pahasına mürettebatın bir kısmını kurtarırlar, tedavi ederler. Tayfun sonrası karaya vuran enkazdan kurtarabildiklerini toplarlar ve orada yıllar sonra da olsa müze inşa ettirip muhafaza ederler. Aradan 100 yılı aşkın bir zaman geçmiş olmasına karşın o değerler korunuyor ve hatta denizaltı araştırması hala sürüyor.

Müze binasının olduğu yerin hemen yakınında kayıpların anısına bir anıt yapılır ve kayıp denizcilerin isimleri de yazılır büyük plaketlere.

Tabi Atamızın heykeli ve ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ sözü Türkçe olarak yerini alır bu topraklarda.

Müzenin olduğu sokağa da Ertuğrul Sokağı adı verilir. Uzaktan bakınca çadıra benzeyen bir yapıda da Türkiye’yi tanıtan resimler, yazılar sergileniyor, Türkiye’ye özgü ürünler satılıyor. Ayrıca bu konuda büyük çaba harcayan bir dernek ve çalışanları özellikle tatil günlerinde gelen ziyaretçiler için Türk çayı hazırlıyorlar. Hatta açma ve simit yapıp çok makul bir fiyatla satıyorlar. Ancak pandemi nedeniyle faaliyetleri durduruldu iki yıldır. Bu konuda çaba gösteren dernek çalışanları gönüllülerden oluşan folklor grubu kurduklarını da duydum.

Kushimoto Belediyesi ile Mersin Belediyesi kardeş şehir olmuşlar. İki Belediye arasında personel ve öğrenci değişimi yapılıyor.

Yolumuz Japonya’ya düşer de bu arada Ertuğrul Fırkateyn’in battığı adaya ve müzeye nasıl ulaşırız dersek; Kuşhimoto’ya  ulaşım için en yakın havaalanı Osaka KİX. Osaka şehir merkezinden Wakayama’ya express trenler var. Wakayama’dan Kushimoto’ya yine lokal trenlerle ulaşabiliyor. Kushimoto Wakayama’ya bağlı bir ilçe, Ertuğrul Fırkateyni’nin battığı yer ve müzenin olduğu yer ise Oshima Adası, adaya Kushimoto’dan motorla veya köprü ile ulaşım kolay. Adanın yerini de müzede yer alan haritadan görebiliriz.

Bu arada Wakayama’dan söz etmeden geçmeyelim. Wakayama Japonya’nin kırsalını da görmek isteyenler için ideal bir yer.  Temiz denizi ve uzun sahilinde deniz keyfi yapabilir,  her mevsimde değişik meyvelerini, Wakayama’ya özgü soya sosu ve likörünü tadabilirsiniz. Doğaseverleri ormanlarla kaplı dağları etkileyecektir. Bu arada Unesco DÜnya Mirasları Listesi’nde yer alanhaç yeri Shingon Budizmin merkezi Koyasan (Koya Dağı) tapınağı da Wakayama’da bulunmaktadır. Ayrıca özel olarak  Kimiidera Tapınağı’nı da ziyaret edebilirsiniz. Wakayama ve Kimiidera Tapınağı hakkında daha detaylı bilgiyi Kimiidera Tapınağı yazımda okuyabilirsiniz. Özet olarak Japonya gezinize Osaka’nın yanı sıra Wakayama ve Ertuğrul Fırkateyni ziyareti ekleyebilirsiniz.

Japonya’da yıllardır yaşayan bir Türk olarak Wakayama ile birleştirerek zaman zaman Osima Adası’nı Ertuğrul Fırkateyni için ziyaret ettim. Atalarımızın kayıpları ve Japon halkının mürettebatı kurtarma çabaları duygulandırıyor beni. Asıl bu anıyı ve dostluğu yaşatmak için müze ve anıtlar yapmaları, özenle korumaları ve verdikleri önem yakından tanıdığım Japon halkına tekrar tekrar hayran bırakıyor beni.

Bu yazımda kısaca anlatmaya çalıştım, Ertuğrul Frıkateyni’nin batışı ve  anısına yapılan kompleksi. Ancak Ertuğrul Fırkateyni’nin öyküsünü Sunay Akın o kadar açık ve sürükleyici anlatıyor ki, onun ağzından dinlemek isterseniz aşağıda yer alıyor videosu.