ANA SAYFA Blog Sayfa 7

Bangkok Gezi Rehberi: Çok Kaotik, Çok Mistik

Bangkok

Bangkok Tayland’ın başkenti ve ülkenin en büyük şehri. Son yıllarda dünyanın en çok turist çeken şehri olarak kaydedilmekte.

Bangkok farklı bir şehir. Büyük, kaotik, enerjik, karmaşık, mistik, zengin, fakir, kirli, birçok kelime ile tanımlanabilir… Ancak farklı dokusu, havası ile bir kez sevenlerin tekrar tekrar gitmek isteyeceği bir şehir. Benim Uzakdoğu’da,  her ne kadar ürkerek olsa da gittiğim ilk şehir Bangkok idi. Bangkok ile Uzakdoğu’ya ilk adımı atmam ile  Uzakdoğu’daki tüm ülkelerin tarihine, kültürüne, dinine, sanatına ilgim arttı. Sonraki yıllarda her kış Uzakdoğu’da 2-3 ülkeyi programıma aldım. Beş yıl sonunda Uzakdoğu’da çok sayıda ülke gördüğümü, insanlarını daha iyi tanıdığımı, ayırt edebildiğimi, tarihleri hakkında çok bilgilendiğimi ve Budizm ve Hinduizm ile tanıştığımı söyleyebilirim. Tabi Bangkok gezim bir kez ile kalmadı. İkinci kez Bangkok’u gezdim, tekrar gider misiniz sorusuna cevabım ise; hiç bıkmadan, sıkılmadan tekrar tekrar gidebileceğim bir ülke Tayland. Her seferinde farklı lezzetler bulabileceğimi biliyorum. Üstelik Tayland sadece başkent Bangkok ile tanınacak bir ülke değil, doğası ve deniz turizmi  için sayısız adaları, plajları ile Phuket, kuzeyde ormanları, mistik ve tarihi havası ile Chiang Mai, Chiang Rai sayılabilecek sınırlı yerler arasında.

Niçin Bangkok

  • Bangkok çok değişik, enerjisi çok yüksek bir şehir.
  • Her türden arayışlar içindeki turistlere hitap ediyor. O karmaşanın içindeki büyük metropolde ne ararsanız var.
  • En önemlisi vizesiz. Bu mistik ülkeye elinizi kolunuzu sallayarak giriyor sunuz. Havaalanında bir form doldurmak yeterli.
  • Uzakdoğu’yu tanımak için çok iyi bir başlangıç noktası.
  • Tarih ve farklı dinleri daha yakından tanımak istiyorsanız tarihi eski şehir, saraylar, kutsal budist tapınakları ile mistik bir havaya sokuyor gelenleri.
  • Alışveriş tutkunu iseniz sokak pazarları, yüzen otantik pazarlar, lüks alışveriş merkezleri sizi bekliyor. Chatuchak Market ve Siam Square size her çeşit ürünü ucuza alma keyfi yaşatacaktır. Yalnız pazar alışverişlerimiz de sıkı pazarlığı unutmuyoruz.
  • Tayland mutfağı zengin, farklı. Uzakdoğu mutfağına alışmak için en doğru ülke. Dünyanın en büyük ve zengin sokak mutfağı Bangkok’ta. Benim gibi ilk gidişinizde sokakta yemek yemekten kaçınabilirsiniz, ikinci gidişte  tercihiniz sokakta ucuza karnınızı doyurmak olabilir.
  • Spa ve masaj cenneti. Türkiye’de yaptıracağınız Tayland masajının dörtte bir fiyatına usta ellerden masaj hizmeti alabilirsiniz.
  • Bu arada gece hayatı ve çılgın eğlenceler sizi bekliyor. Daha önceki yıllarda Tayland gezisi zihinlerde sadece bu tür eğlenceleri canlandırıyordu. Ancak ülkenin son yıllarda turist çekme politikası ve ülkeye gelen turist sayısının artması ile Tayland’ın sadece gece yaşamından ibaret olmadığını tüm dünyaya duyurdu.
  • Tayland hala çok ucuz bir ülke. Her gelir grubundan turiste hitap ediyor. Konaklama ve yeme içme fiyatları hiç bütçenizi zorlamayacak.
  • Tayland’da İngilizce çok yaygın, turiste alışkın halk ile kolay iletişim kurabilirsiniz.
  • Tayland’da tropikal iklim hakim her mevsim sıcak, iki mevsim var. Kuru ve yağışlı mevsim. Kasım-Nisan arası kuru sezon, Mayıs-Ekim arası yağışlı mevsim. Rahat dolaşabilmek için en uygun zamanın kuru sezon olduğu açık. Bu da Türkiye’de kış ortasında  insanlar kalın kabanları ve botları ile dolaşırken siz yazlık şortlarınız ve parmak arası terlikle sokaklarda olacaksınız.

Ulaşım

Bangkok Uzakdoğu’da ulaşım açısından bir transfer noktası, Türkiye’den THY’nın direkt uçuşu yanı sıra, bir çok yabancı havayolundan uygun fiyatlı aktarmalı uçuş bulmak mümkün. Biz İstanbul Bangkok uçuşumuzu İran Mahan Havayolları ile yaptık.

Daha önce hiç uçmadığımız Majhan Havayolu’nda bizi cezbeden uçuş fiyatıydı. Dört yıl önce THY ile son derece yüksek fiyatla Bangkok’a uçmuştum. Uçak çok dolu idi orta sırada rahat olamayan bir yolculuk yapmıştım. Bu kez tam tersi oldu. Tahran’a kadar uçak dolu değildi, dört kişilik koltukta uyuyarak gittik. Uçaklar airbus ve çok rahat, yemekler ve servis oldukça memnuniyet vericiydi. Asıl bizi endişelendiren Tahran Havaalanı’nda 5 saatlik bekleme idi. Bu sürede Mahan Havayolları’nın kendi salonunda iki saat oturma izni var. Tahran Havaalanı temiz bir havaalanı sadece kadınların başlarını görüntüde örtmeleri gerekiyor. Uçağın Tahran Bangkok uçuşu altı saat sürdü ve zamanında ve rahat bir yolculuk ile Bangkok’a ulaştık.

Bangkok’ta iki havaalanı; Suvarnabhumi ve Don Mueang Havaalanları bulunuyor. Suvarnabhumi Havaalanı daha çok uluslararası uçuşlarda kullanılıyor. Önce Suvarnabhumi Havalananı’ndan şehir merkezine ulaşım yollarına bakalım. Birinci yol tren ile; Havaalanından Phaya Thai İstasyonu’na tren ile ulaşım buradan Skytrain veya metro ile otelinize ulaşabilirsiniz, bilet istasyondan alınıyor.  Skytrain ana caddelerin üzerinde yüksekten geçen iki hattı olan bir tren. Şehrin yeni bölgesindeki toplu ulaşım bu tren ile sağlanıyor.

Otobüsle ulaşım için S1 otobüsü ile  Suvarnabhumi’den Khaosan Caddesi’ne gidebilirsiniz. Otobüsler 7 Numaralı çıkıştan her yarım saatte bir kalkıyor 6.00-20.00 saatleri arasında.

Taxi ile havaalanından şehir merkezine ulaşılabilir, maliyeti 400 baht civarında olacaktır, ancak taksi şoförünün taksimetreyi açması için zorlamanız gerekecektir. Aslında en iyisi taksi şoförleri ile pazarlıkla uğraşmamak için Grap, yani Tayland’ın Uberi kullanın. Biz nerede ise hiç taksi kullanmadık Bangkok’ta. Yine de ihityaç duyarsanız aklınızda olsun.

Tayland’da ülke içi veya Uzakdoğu’da başka ülkelere uçuşunuz olacaksa Don Mueang Havaalanı’na yolunuz düşebilir. Bizim için aynı durum oldu. Gidişte Suvarnabhumi Havaalanı’na inerken  Myannmar’a Don Mueang Havaalanı’ndan uçtuk.

Don Mueang Havaalanı’nda tren veya metro ulaşım bulunmuyor. Otobüs veya taksi ile en yakın tren istasyonu Mo Chit’e ulaşılabilir. A1 otobüsü her 15 dakikada bir kalkıyor (7.30-23.30 saatleri arasında) ve 30 baht ücreti. Mo Chit İstasyonu’ndan sizi merkeze götürecek skytraine binebilirsiniz.

Yine havaalanından A2, A3, ve A4 otobüsleri ile doğrudan şehirde belirli merkezlere ulaşabilirsiniz. Ücreti 30-50 baht arasında.

Havaalanında taksiyle şehre ulaşım maliyeti 350 baht civarında olacaktır.

Bangkok içinde trafik çok yoğun ve kaotik olsa da, ulaşım  kolay. Skytrain ve metro ile tüm şehirde rahatlıkla dolaşılabiliyor. Toplu ulaşımın yanı sıra Uzakdoğu’nun geleneksel ulaşım aracı tuk tuk ile ucuza ve şehrin canlılığını hissederek dolaşabilirsiniz. Tuk tuk benim Uzakdoğu’da favori ulaşım aracım. Taksi de bir seçenek ancak taksi şoförlerinin taksimetre açmasını sağlamak ya da iyi pazarlık etmek gerek.

Bu arada Havaalanlarında ulaşımınıza yetecek kadar para bozdurmayı unutmayalım. Bangkok’ta her yerde ülke parası Baht geçiyor.

Konaklama

Bangkok’ta turistlerin konaklamada rahat edecekleri sekiz bölge bulunmaktadır. Sukhumvit, Siam, Silom, Pratunam, Chinatown,  Old City (Rattanakosin), Chao Phraya Nehri kıyısı  ve Chatuchak. Siam ve Sukhumvit ulaşım kolaylığı, alışveriş yerlerine yakınlığı ve yeme içme yerleri açısından en çok tercih edilen bölgeler. Söylemeye gerek yok her fiyattan ve kaliteden konaklama seçeneklerini booking.com veya Uzakdoğu için bazen daha uygun fiyatın bulunabileceği agoda.com dan rezervasyon yapılabilir.

Birçok ülke gezmiş ancak bugüne kadar hostelde kalmamıştım. Burada ilk kez bir hostelde kaldık. Bizim önceliğimiz Bangkok’a ulaşır ulaşmaz Myanmar Elçiliği’ne başvurup şehirde kalacağımız üç gün içerisinde Myanmar vizemizi almak idi. Silom bölgesinde, Myanmar Elçiliği’ne yakın bir hostelde kaldık. Hostel beklentimizin üzerinde temiz ve ulaşımı kolay bir yerdeydi. İki kişilik ve içerisinde banyosu olan bir oda ayırtınca otelden farkı kalmadı. Hostele gecelik iki kişilik oda için 27 dolar ödedik.

Gezelim Görelim

Chao Phraya Nehir Turu

İlk gün nehir kıyısı ile gezimize başladık. Bangkok’un içinden geçen Chao Phraya Nehri önemli bir çekim merkezi. Nehir Bangkoklular için ulaşımda kullanılan bir yol, turistler için de gezinti yolu. Üzerinde çok sayıda iskele bulunmaktadır.

Bangkok Daha önce Bangkok’ta bulunduğum için en uygun fiyatlı nehir gezisi konusunda deneyimim vardı. Nehir gezisi yapmak için birinci yol, küçük az sayıda kişi alan long tail adı verilen teknelerle nehir ve kanallar gezisi 1000 bahta mal oluyor. İkinci yol daha büyük bir tekne ile nehri başından sonuna gidip dönmek 40 gidiş, 40 dönüş 80 baht. Turist olarak iskeleye gittiğiniz an hemen bu  iki tekneye davet eden kişiler yaklaşıyor yanınıza, fiyatlar da makul görünüyor ve hemen tekneye binmek isteyebilirsiniz. Sakın bu yolu denemeyin.

Bangkok

Aynı iskeleden asıl Taylandlıların ulaşım amaçlı ve bilen turistlerin kullandığı tekneler kalkıyor, o tekneler ile hiç tekneden inmeden veya istediğiniz iskelede inerek 13 baht gidiş 13 baht dönüş fiyatı ile nehir turu yapabilirsiniz. Bizim İstanbul’da çingene vapurları ile turistik gezi yapmak gibi. 

Bangkok

İlk iskele Central Pier otelimize yürüme mesafesindeydi. İlk günkü tekne gezisi sadece çevremizi tanıma, halkla birlikte yolculuk yapma, iskeleleri tanıma amaçlıydı. Tekneden inmeden gidip döndük. 

Grand Palace ve Wat Phra Kaew

Bangkok

Bangkok’ta ikinci gün Büyük Saray ve tapınaklar günü idi.  Sabah ilk durak Central Pier’den tekneye bindik. Büyük Saray nehir kenarında dokuzuncu iskeleye yakın olduğundan bu iskelede inip saraya yürüdük.

Saraya giriş ücreti 500 baht, 8.30-15.30 saatleri arasında açık, kompleks 2 saatte dolaşılabilir.

İçeri girer girmez sağda bir binanın önünde uzun bir kuyruk gördük. Kuyruk saraya girmeye uygun kıyafeti olmayanlara kıyafet alma kuyruğu. Kıyafet için sadece deposit yatırıp çıkışta iade alınıyor. Bangkok’ta saray ve tapınaklara kısa etek, şort ve askılı kıyafet girişmesi yasak.

Büyük Saray (Grand Palace) Bangkok’ta görülecekler listesinde ilk sıralarda yer almaktadır. Büyük Saray  1782 yılında yapılmış ve kraliyet ailesi 1925 yılına kadar bu sarayda yaşamış. Günümüzde kraliyet ailesi Dusit Sarayı’nda yaşamaktadır. Büyük Saray önemli törenlerde kullanılmakta ayrıca bazı merkezi idari binalar da bu komplekste yer almaktadır.

Ayrıca çok gösterişli binalar, bakımlı bahçeler büyük avlular ve tapınaklar yer alıyor.

Bu alandaki en önemli tapınak Wat Phra Kaew diğer adı ile Emerald Buda Tapınağı. Tayland’ın en kutsal Budist tapınağındaki  Buda zümrütten yapılmış. Buradaki Buda yılda üç kez mevsimlere göre tören ile kıyafet değiştiriyor. Çok haşmetli ve etkileyici bir tapınak.

Wat Pho – the Temple of the Reclining Buddha

Wat Pho veya Yatan Buda Tapınağı Büyük Saray’in hemen güneyinde yer alıyor. Tapınakta 400 adet altın Buda bulunmakta, en çarpıcı Buda ise 46 metre uzunluğunda, altından yapılan yatan Buda mutlaka görülecekler arasında.

Bangkok

Wat Pho geniş bir alanda bakımlı bahçesi ve içerisindeki Buda heykeli sayısı ile etkileyici bir kompleks.

Bangkok

Burada içeride kapalı bölümlerde olduğu gibi koridorlar, bahçede her yerde 394  adet Buda sergilenmekte. Ülkenin birçok yerinden getirilen altın Budalar olduğu gibi bir bölümü de burada yapılmış. Her boyda heykellerin arasında en büyüğü 46 metre boyunda Yatan Buda  heykeli.

Ayrıca dini bir tören vardı. Budist rahipler koro ile ilahilerini okurken oradan ayrıldık.

Bangkok

Bu kutsal tapınakta video ile kısa bir gezinti yapabiliriz.

Tapınağın giriş ücreti 200 baht, 8:00-18:30 saatleri arasında her gün ziyaret edilebilir.

Wat Arun

Bangkok

Wat Pho Tapınağı’nın tam karşısında nehrin diğer kıyısında Bangkok’un en güzel ve en önemli Budist tapınaklarından biri Wat Arun yükseliyor. Wat Arun Budist tapınak ancak adını Hindu Tanrı Aruna’dan alıyor.  Burası da Bangkok’ta mutlaka görülmeliler arasında yer alıyor.

Wat Arun nehrin batı yönünde, sekizinci iskelenin karşısında ancak tekneler bu iskeleye uğramıyorlar. Wat Arun için sekizinci iskelede iniliyor, bu iskeleden sadece Wat Arun’a çalışan daha küçük tekneler ile karşı kıyıya tapınağa geçilebiliyor. Bu teknelerin ücreti düşük, gidiş dönüş 5 baht.

Bangkok Wat Arun’un mistik, görkemli, huzurlu ortamında zaman geçirip güneşi batırdık.

Wat Arun ve Wat Pho Tayland’ın sekiz adet olan birinci sınıf kraliyet tapınakları arasındadır. Bangkok gezisinde mutlaka görülecekler listesinde yer almalılar her iki tapınak da.

ChinaTown

Saray ve tapınaklar gezimizin sonunda güney yönüne giden tekneye binerek beşinci iskelede indik.

Bangkok

Amacımız Çin mahallesine gitmek idi. Çin mahallesi canlı hareketli ve görülmesi önerilen özel bölgelerden biri. İskeleden içeriye doğru yürüyerek mahalleye ulaştık.

Ana cadde kalabalık, hareketli, çok sayıdaki dükkanların yanı sıra sokakta yemek yiyecek yerler çok fazlaydı. Çin mahallesi ayrıca sokak yemekleri ile de ünlü.

Biz de Bangkok’taki bir akşam yemeğimizi Çin mahallesinde yemeği tercih ettik.

Yeni Şehir Siem Meydanı

Bangkok

Bangkok’un yeni ve hareketli bölgesi Siam Meydanı. Çok renkli Bangkok’da başka bir tat.

Bangkok

Siam zengin, ev fiyatlarının en yüksek, eğlence ve alışveriş merkezlerinin yoğun oldu yer.  New York 5. Avenue gibi. Bangkok’un zengin, modern yüzü. O bölgede Platinium ve Central World alışveriş merkezlerini hızla dolaştık.

Biraz sokaklarda yürüdük ve akşam yemeğimizi ilk kez sokakta yemeğe karar verdik. Burada yediğimiz yemek restoran fiyatının üçte biri idi. Kişi başına 80 baht ödedik. Yani en lüks semte bir akşam yemeğini sokakta yerseniz 2,5 dolara geliyor.

Yüzen Pazar

Üçüncü günümüzün programı yüzen pazar ile başladı. Bir gün önce otelden bu tur için rezervasyonumuzu yaptırdık. Tüm günlük tur fiyatı 500 baht. Sabah saat 7.10 da değişik ülkelerden turistlerin de olduğu bir minibüs otelden bizi aldı.

Bangkok Damnoen Saduak Floating Market Bangkok’ta en ünlü görülmesi gereken bir pazar. Bangkok’ta bazı yüzen pazarlara nehirden kanal turu alarak gitmek mümkün, ancak bölgenin en ünlü ve en büyük yüzen pazarı şehirden 90 km uzaklıkta ve kara yolu ile ulaşılabiliyor.

Bir saat süren bir kara yolu yolculuğu ile nehir kenarına ulaştık. Orada arabadan inerek long tail dedikleri 8-9 kişilik küçük teknelere bindik. Tekne dar kanallarda bir süre yol aldı ve pazar yerine ulaştı.

Bangkok Kanalın iki yanında tezgahlar yer alıyor, aynı anda teknelerdeki satıcılar da kanalda geziyordu. Kıyıda ve çok sayıdaki teknelerde her türlü şey bulunabiliyor. Kıyafetler, hediyelik eşyalar, ahşap oymalar, taze sebzeler ve çeşitli yiyecekler. Bu değişik ortamda epeyce dolaşıp, ufak tefek şeyler satın aldık. Bu yerel pazar turistlere yönelik olduğundan, fiyatlarda halk pazarlarından daha yüksek doğal olarak. Fiyatını sorduğunuz herhangi bir şey için satıcılar son derece yüksek bir fiyat söylüyor, siz kafanızı hayır diye sallayıp uzaklaşırsanız hemen hesap makinesini size uzatıp vermek istediğiniz fiyatı yazmanızı istiyorlar. İstediğiniz ürünü onların söylediği fiyatın en az yarısına veya üçte birine satın alabilirsiniz.

Bangkok Tur kapsamında daha sonra bir meyve bahçesine gittik. Orada aynı zamanda çeşitli aktiviteler yapmak mümkündü. Burada fillerle küçük bir tur yapabilirsiniz, timsahlarla veya kaplanlarla resim çektirebilirsiniz, tüfek ile atış yapabilirsiniz veya yeşillikler içerisinde çayınızı kahvenizi içebilirsiniz. Dönüş yolunda geleneksel ahşap oymacılığı yapan bir atölyeyi ziyaret ettik. 

Chatuchak Market

İster alışveriş tutkunu olun, isterseniz düşkün olmayın alışverişe yine de yolunuzu Chatuchak Market’ten geçirmenizi öneririm. Geniş bir alana kurulan pazarda ne ararsanız bulabilirsiniz. Otantik, yerel kıyafetler, biblolar, gıda ürünleri yanında taklit çok çeşitli ürünler. Üstelik fiyatlar da yüzen pazara göre daha ucuz. Oldukça kalabalık olan bu pazarda hiç aklınıza gelmeyen şeylerle eliniz kolunuz dolu çıkacağınızdan eminim. Pazarın girişinde büyük bir yeme içme alanında da ucuz atıştırmalıklar, yemekler tadabilirsiniz.  Kamphaeng Phet 2 Rd  adresinde yer alan bu özel pazar çarşamba-perşembe (7:00-18:00), cuma  akşamı 18:00-24:00, cumartesi-pazar (9:00-18:00) saatleri arası açık.

Thai Masajı

Tayland’da Thai masajı yaptırmadan dönülmez değil mi? Biz de son gün kendimize masaj hediye ettik. Dolaşırken çok yerde Thai masajı ve ayak masajı ilanları görmüştük. Fiyatlar 300 bahttan başlıyordu.

Fiyatları Türkiye’ye göre çok ucuz ancak hem hijyenik, hem de güvenilir bir yeri nasıl bulmalı sorusunun cevabını otele sorarak aldık. Myanmar Elçiliği’ne yakın “Health Land”. Binayı dışarıdan görünce lüks bir yer olduğunu anladık. İçeride güzel, şık döşenmiş, temiz sıcak bir ortam karşıladı bizi. Kapının girişinde kocaman bir panoya fiyatlar yazılıydı. En ucuz masaj 1500 bahttan başlıyor. Fiyatları görünce acaba biraz yüksek fiyatlı bir yere mi geldik diye düşündük.

Çevreme bakınırken, kibar bir kadın yaklaştı. Masaj yaptırmak istediğimizi, ancak panodaki masajların ikişer saatlik olduğunu, bizim bir saatlik masaj istediğimizi ve biraz da pahalı bulduğumuzu ifade ettim. Bayan bir dakika dedi ve başka bir katalog uzattı. Bu katalogda bir saatlik masajlar vardı ve fiyatlar 300 bahttan başlıyordu. Belki daha düşük fiyat beklentimiz olduğunu ifade etmesek, kapıda yazan fiyatlara razı olacaktık. Hemen anlaştık ve güzel bir masaj ile günü taçlandırdık. 

Yeme-İçme

Bangkok dünyanın en iyi sokak yemeklerine sahip şehri ilan edilmiş. Günün her saati, her köşe başında tezgahlarda değişik kokular, lezzetler görülüyor. Bu nedenle bu konu ayrı bir yazı konusu, bizim deneyimlerimizle birlikte Thai mutfağından söz ettiğim yazıyı linkten okuyabilirsiniz.

Tayland Sokak Lezzetleri

Son Söz

Bangkok’ta her yaş, gelir grubundan, farklı deneyimler yaşamak isteyenler farklı tatlar bulacaktır. Bizim için tarih, kültür, sokaklar ön planda idi. Büyük Saray, kutsal Budist Tapınakları ve yüzen pazar en çok ilgimizi çeken yerleriydi.

Diğer yandan şehir çok büyük, kalabalık, nehir kenarında yüksek lüks otellerin yanında eski kazıklar üzerinde evler görülüyor. Fakirlik ve zenginlik yanyana. Geniş caddeler ve alışveriş merkezleri şehrin bazı bölümlerinde yer alıyor. Şehir merkezinde ana caddelerin üzerinden geçen skytrain ile yolculuk yaparken, ne kadar hızlı ve rahat ulaşım aracı diye düşünüyorsunuz. Ancak aynı yolda aşağıdaki caddede yürürken şehrin görüntüsünü bozan, apartmanların üçüncü dördüncü katı gibi yükseklikte geçen trenin, şehrin dokusunu bozduğunu düşünüyorsunuz.

Tayland ülkeye girişte vize istemiyor. Turizmde çok yol kat etmiş. Dünyanın her ülkesinden çok sayıda turist var. Asıl ününü seks turizmi ile yapmıştı ancak sokaklarda her yaştan, her ülkeden turistler  görülüyor.

8 milyon nüfuslu ve dünyanın her yerinden turist çeken Bangkok’un son derece canlı gece hayatı var. Barlar, klubler neler neler… Bu konu başlı başına bir yazı konusu. Bu konuda yazıyı da Bangkok’ta gecelere akmış kişilerin detaylı yazması daha doğru.

Bu yazıda 3-4 gün Bangkok’ta gezecek ve ilk kez gelmiş  turistlerin öncelikle görmesi gereken yerleri kendi sıralamamıza göre yazdım. Bu genel Bangkok yazısının yeni ülkelere ilgi uyandırması dileğiyle…

‘Bangkok Şehir Turunu’ Trip Advisor güvencesi ile aşağıdaki linkten alabilirsiniz.

 

Kayaköy Gezi Rehberi: Hayalet Köy

Kayaköy Muğla’nın Fethiye ilçesine bağlı antik çağlardan kalan bir miras. Bu topraklarda yaşayanlardan M.Ö. 3. yy’dan lahitler, kaya mezarları, kalıntılar günümüze ulaşmış. Likya Uygarlığı’nın Karmylassos şehrinin üzerine kurulmuş Kayaköy.

Bu topraklardan Likya Uygarlığı, Büyük İskender, Romalılar geçmiş. 1284 yılında Menteşe Oğulları’nın hüküm sürdüğü topraklar, 1424 yılında Osmanlı hakimiyetine girmiş.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde 19.yy ikinci yarısında azınlıklara verilen toprak ve vergi avantajları ile Rumlar buraya gelip güney Ege’nin en büyük Rum köyünü kurmuşlar.

Bugün Fethiye’de en çok ziyaret edilen ören yerleri arasında yer alan Kayaköy’de ne Likyalıların ne Romalıların izlerini arıyoruz. Bu ören yerinde bizi karşılayan 100 yıla yakın süredir kimsenin yaşamadığı, çatısız, kapısız, penceresiz, sadece taş duvarları ile hüzünlü, ıssız, terkedilmiş, bir hayalet köy.

Kayaköy

19.yy’da Rumlar, kurdukları ve yaşadıkları bölgeyi Levissi Köyü, Türkler de Kayaköy olarak adlandırmışlar.

Türkler ve Rumlar bu topraklarda komşuluk etmişler. Dağın yamacında eğimli bölgeye yerleşen Rumlar zanaat, bakırcılık, kalaycılık, marangozluk ve ticaretle uğraşıyorlarmış. Ovaya yerleşen Türkler de tarım ve hayvancılık faaliyetlerinde bulunuyorlarmış. Bu komşuluk uzun yıllar devam etmiş, ta ki 1923 yılındaki mübadeleye kadar. Mübadele kararı ile Rumlar kalplerini doğup, büyüdükleri bu topraklarda bırakarak ayrılmak zorunda kalmışlar. Kayaköy’e köy desek de belde zengin ve nüfusu kalabalıkmış, Osmanlı kayıtlarına göre 1912 nüfusu 6500 olarak geçmektedir. Kayaköy’den ayrılan Rumlar, Kayaköy’ün adını yaşatmak için Yunanistan’da yerleştirildikleri bölgeye de Nea Levissi‘yi (Yeni Kayaköy) adını vermişler. Rumların yerine yerleştirilen Batı Trakya’dan yine mübadele ile gelen Türklerin bir kısmı bölgeye yerleşmiş ancak daha sonra dağın yamacından ovaya inmişler veya başka bölgelere göç etmişler. Böylece tarihi alan tekrar terk edilmiş ve sahipsiz kalmış. Nerede ise 100 yıldır yaşam olmayan terk edilmiş alan bugün korumaya alınmış müze olarak ziyarete açılmış.

Korumaya alınmış dedik ise restorasyon, düzenleme beklemeyin. O gün bugün çivi çakılmamış. Ziyaretçiler yaşam olmayan, büyük ölçüde tahribat görmüş taş evlerin, okulların, hastanelerin, dükkanların yer aldığı hayalet şehrin sokaklarında hüzünle dolaşabiliyorlar.

Ulaşım

Kayaköy Fethiye merkeze 14 km uzaklıkta, özel araçla Fethiye içinden veya Ölü Deniz üzerinden 25 dakikada ulaşabilirsiniz. Yine Fethiye’den ve Hisarönü’nden sık kalkan minibüslerle kolay ulaşılmaktadır.

Kayaköy’ü Gezelim

2020’de Kasım ayında güzel bir sonbahar sabahında gezdiğimiz Kayaköy’ü birlikte dolaşalım.

Biz sonbahar keyfini yaşamak için kaldığımız Köyceğiz’den bir günümüzü Kayaköy ve Ölüdeniz için ayırdık. Öğlene doğru Kayaköy’e ulaştık. Kayaköy  2-3 saatte gezilebiliyor. 

Kayaköy ören yerinin hemen girişindeki düzlükteki kafeler ve restoranlarda sadece köyün manzarasını karşıdan izleyip oturabilirsiniz. Köy manzarasına hakim kafe ve restoranlarda çay, kahve içip, gözleme veya yemek yiyebilirsiniz.

Kafelerin olduğu alanda fayton, at veya deve ile şüphesiz asıl terkedilmiş yamaçtaki köyde değil civarda tur atabilirsiniz.

Ancak madem terkedilmiş şehre geldik, biz bu şehrin insansız, sessiz, hüzünlü sokaklarında dolaşıp,  panoramik manzarasını görmeliydik.

Kayaköy daha önceki yıllarda serbestçe dolaşılırken, artık bir ören yeri. Yamacın eteklerinde doğudan ve batıdan iki yönden müze kart ile ücretsiz veya 10 TL ile giriş yapabilirsiniz. Kayaköy’ü yaz döneminde (1 Nisan-1 Ekim) 09:00 – 20:00, kış döneminde (1 Ekim-1 Nisan) 8.30-17.30 saatleri arasında haftanın her günü ziyaret edebilirsiniz.

Biz doğu tarafından Panayia Pirgiotissa Kilisesi (Aşağı Kilise) yönünden giriş yaptık. Mutlaka en tepedeki şapele çıkıp, hem köyün tüm manzarasını hem de Ölüdeniz yönünü görmelisiniz diyerek bizi yönlendiren Müze görevlisine teşekkürler. 

Girişte sağda Panayia Pirgiotissa Kilisesi karşılıyor. Dış duvarları sağlam, çatısı kapalı, yıkık duvarlı evlere göre iyi konumda görünen kilisenin kapısına doğru yöneldik, ancak koca bir kilit kapamıştı kapıyı.

Köyde bulunan iki kilise de kilitli ziyaret edilemiyor. Aşağı kilise köydeki tüm binalara göre en iyi konumda olanı, nedeni ise 1960 yılına kadar cami olarak kullanılması imiş. Ancak şu anda içeriye girilemiyor.

Taxiarhis Kilise’si (Yukarı Kilise) ise şehrin merkezinde  bulunuyor. İçeriye giriş yasak, ancak yıkık duvarların arasından girilebiliyor.

Köyün dar taş sokaklarından yukarıya doğru tırmanmaya başlayabiliriz.

Dağın yamacına yerleşen, evler hepsi güneş görecek, birbirinin görüntüsünü kapatmayacak şekilde planlanmış. Köyde bazı kaynaklar 1000, bazıları 2000 ev olduğunu yazmakta ise de, müze broşürüne göre 350-400 var, evler 50 metrekare büyüklükte, iki katlı, birinci katı genellikle ahır veya kiler olarak kullanılıyor, üst katı bir veya iki odadan oluşuyormuş. Evlerin içinde ocak bulunuyor, çatılardan oluşturulan sistem ile yağmur suları sarnıçlarda biriktiriliyormuş. İçme suyu ise köydeki iki çeşmeden sağlanıyormuş. Evlerin ahşap çatıları, kapıları ve pencereleri doğanın tahribatı ve zamana karşı koyamamış. 1957 yılında yaşanan depremin yanı sıra, define arayanların tahribatı ile  bugün nerede ise sadece taş duvarları kalmış, kapısız, bacasız, harabe evlerin avlularından, ocaklarından, yollarından incir ağaçları çıkmış. Ocağına incir ağacı dikilmesi atasözümüz burada anlam bulmuş demek ki. Ocak tütmeyince incir ağaçları sarıyormuş ocakları, evleri.

Köyde kızlar ve erkekler için ayrı iki okul, hastane, eczane, gümrük binası, dükkanlar bulunuyormuş. Bugün sadece yarım duvarları kalmış rüzgara karşı iki yel değirmeni bulunuyor.

Aşağı Kilise’ye yakın kapıdan girip sağ taraftaki tepeye bakınca göreceksiniz, en yüksek noktadaki şapeli. Aşağıdan bakınca tırmanmak gözünüzü korkutmasın. Taş kaplı sokaklardan yumuşak bir tırmanış ile şapele ulaşabilirsiniz.

KayaköyKöyde 14 şapel varmış, en yüksek noktadaki bu şapel  de bakımsız durumda beklendiği gibi.

Ancak tepenin panoramik görüntüsü nefes kesici. Çıktığınız yönde terk edilmiş şehir ayaklarınızın altında uzanmakta.

Kayaköy

Diğer yönde ise sürpriz bir manzara var. Yamaç aşağı yeşilliklerin bittiği noktada masmavi Ölü Deniz Yönü Manzarası.

Kayaköy

Hayalet köyün evlerinin baktığı ovada bugün yaşam sürüyor.

Kayaköy

Kayaköy, UNESCO tarafından Dünya Dostluk ve Barış Köyü olarak kabul ediliyor.

1988 yılında Muğla Belediyesi Mimarlar Odası ve Türk-Yunan Dostluk Derneği’nin ortak projeleriyle Kayaköy Barış ve Dostluk Köyü olarak ilan edilmiş.  Hayalet köy bu tarihten itibaren 3. derece kentsel ve arkeolojik sit alanı olarak koruma altına alınmıştır.

Bu arada bu etkileyici doku Hollywood film yapımcılarının da ilgisini çekmiş, 2014 yapımı Russel Crowe’nun başrolünü oynadığı, Yılmaz Erdoğan ve Cem Yılmaz’ın da rol aldığı, Türkçeye Son Umut olarak çevrilen  ‘The Water Diviner’ filminin bazı sahneleri Kayaköy’de çekilmiş.

Yeşilçam Sinemasının korku filmi seven yönetmenlerinden de Hayalet Köyü film platosu olarak kullananlar olmuş.

Kayaköy Hayalet Köyü gezenler, yakın mesafede iki yeri daha ziyaret edebilirler. Af Kule Manastırı sadece üç km uzaklıkta, ancak patika yolda tırmanmayı göze almak gerekiyor, yine Gemile Koyu 6 km uzaklıkta. Yeşil ve mavinin bütünleştiği bu koy da bu kadar yakında iken görülebilir.

Bize sorarsanız, biz bu iki özel yere zaman ayıramadık, Kasım ayında Ölü Deniz’de deniz keyfi yapmayı tercih ettik.

Muğla ve Fethiye Türkiye’nin en çok turist çeken yerleri arasında ilk sıralarda. Gezmeyi sevenlerin her durumda buralarda görecekleri tarihi yerler, yürüyecekleri rotalar, yüzecekleri denizler, tırmanacakları dağlar olacaktır. Çok bir şey söylemeye gerek yok ister Kayaköy’de konaklayıp, isterseniz, Fethiye, Köyceğiz, Dalyan hatta Akyaka, Marmaris daha sayamadığım birçok yerde konaklasanız dahi yolunuzu Kayaköy’den geçirmeniz son derece kolay. Böylesine güzel yamaçta, yeşillikler arasında panaromik ve özenle inşa edilmiş evlerin terkedilmiş. insansız, hüzünlü kaderini görmeye ve öyküsünü dinlemeye değer.

Kaynakça:

http://www.marmaracografya.com, Yrd. Doç. Dr. Recep BOZYİĞİT, Dr. Tahsin TAPUR, Güneybatı Anadolu’da terkedilen bir yerleşim merkezi:Kayaköy,2010

www.kulturportali.gov.tr/turkiye/mugla/gezilecekyer/kayakoy

https://muze.gov.tr/

Sagalassos Gezi Rehberi: Torosların Kucağında Bir Antik Kent

Sagalassos

Sagalassos, Anadolu’daki Roma dönemine tepelerden bakan bir antik kent… Her anlamda… Son dönemlerde özellikle antik kentlerle ilgili gezginler arasında sıkça adının geçmesi, diğer antik kentleri kıskandıracak bir ün kazandırdı Sagalassos’a. Öte yandan Toroslarda yaklaşık 1600 metre yükseklikte bulunması da kelimenin tam anlamıyla tepelerden bakan bir yer haline getiriyor bu kenti.

Ulaşım

SagalassosSagalassos, Burdur’un Ağlasun İlçesi’ne 7 km uzaklıkta bir yer. Antik dünyada Pisidia denilen bölgenin en önemli merkezlerindenmiş burası. Antalya-Burdur-Isparta arasında Doğu Torosların yamacında kurulmuş bir kent; yaklaşık 1600 metre yükseklikte… Antalya’ya 100 km, Burdur ve Isparta’ya 40 km mesafede olan Sagalassos’a kendi imkanlarınızla ulaşacaksanız en iyisi Burdur’dan Ağlasun otobüslerine binmeniz. Ama Ağlasun’dan sonrası tamamen size kalmış… Sagalassos haftanın her günü açık; 15 Nisan-2 Ekim tarihlerinde 08.30-19.00 saatleri, 3 Ekim-14 Nisan arasında 08.30-17.30 saatlerinde ziyaret edilebilir, giriş 12 TL, müze kartlarına ücretsiz. Ancak Sagalassos’un muhteşemliğini görmek için Burdur Müzesi’ne de gitmeli, kentten çıkarılan eserlerin asılları orada sergilenmekte. Özellikle Heroon’un dans eden kızları ve güneş saati kaçırılamayacak eserler.

Sagalassos
Tarihçesi

Yazıya başlarken Roma dönemi dedik ama Sagalassos’un geçmişi Paleolitik döneme kadar gitmekte; Doğu yakasında 120.000 yıllık paleolitik izlere rastlanılmış. Ama esas ilk yerleşim Geç Neolitiğe tarihlenmekte; MÖ 6500’lerden kalan yerleşim izleri daha çok batı yakasında görülmekteymiş. Zaten Sagalassos’un hemen yamacında bulunan Hacılar Höyüğü, Anadolu Neolitiği için çok önemli bir merkez.

Sagalassos

Sagalassos’ta bulunan seramiklere bakılırsa Geç Bronz dönemde, MÖ 2300’lerde buralar Hint-Avrupa kökenli Luvi Krallığı’nın bir parçasıymış. Luvi’ler gayet gizemli bir halk; Anadolu’nun yerlilerinden sayılıyorlarsa da haklarında pek de fazla bilgi bulunmuyor. Hititlerin MÖ 1400’lerde bahsettiği Salawassa Kalesi’nin Sagalassos’un atası olduğunu düşünenler var ama henüz ispatlanmış bir bilgi değilmiş bu. Gerçi Luvi isminin Hititlerden geldiği de iddialar arasında; Hitit dilinde Luvi, ‘ışık insanı’ demekmiş.

Sagalassos daha sonra bölgeyi ele geçirenlerin hakimiyetinde salınıp durmuş. Anadolu’da Frigya ve Lidya egemenliğinden nasibini alan Sagalassos, MÖ 645’te Akamenişlerin Lidya’yı ele geçirmesinden sonra Pers hakimiyetine girmiş. Bu dönem Sagalassos savaşçıları ile ün salmış.

Sagalassos Sagalassos’ta her dönemden objeler, eserler, çanak çömlekler var ancak bugün Sagalassos diye bildiğimiz her şey Helenistik ve Roma döneminden kalma… İşte Helenistik dönemin simge ismi Büyük İskender MÖ 333’te buraları fethedince Pers hakimiyeti de sona ermiş. Büyük İskender’den geriye kalan kentin karşısındaki tepeye verilen isim: İskender Tepesi… Dönem tarihçisi Flavius Arrianus, İskender’in burayı fırtına gibi alışını anlatmış ve ‘pek de küçük bir yer değil’ diye tarif etmiş ama arkeolojik veriler o dönem buranın hallice bir kasaba olduğu yönünde. Zaten Büyük İskender’in fırtınalığı da tartışmalı; malum, o kadar uğraşıp didinip Termessos’dan püskürtülen Büyük İskender bir de edepsizleşip Termessos etrafındaki zeytinlikleri de kesip atıyor: Çevre düşmanı Büyük İskender… İşte bu Fırtına İskender, o hırsla Sagalassos’a saldırıyor ama burayı da zar zor alıyor.

Sagalassos Sonuçta Büyük İskender, Sagalassos’tan da, bu dünyadan da çabucak geçip gidiyor ama Sagalassos Helenistik dünyaya adım atmış oluyor. Daha sonra Psidya’ya egemen olan çeşitli hanedanlar Sagalassos’a da damgasını vuruyor. Büyük İskender erkenden ölünce aslında her biri küçük birer Büyük İskender olan hırslı komutanları toprakları paylaşma derdine düşüyor. Asya’daki büyük ordunun başına geçen Antigonoslar bir süre bu bölgeyi idare etseler de sonunda Seleukos hanedanı Psidia’da dahil tüm Anadolu-Suriye’ye hakim oluyor. Bu arada küçüklü büyüklü Helenistik Krallıklar da boy göstermekte. Bunlardan biri de Bergama’nın kurucuları Attoloslar. İşte hepsi Sagalassos’tan gelip geçiyor sırayla; Antigonoslar MÖ 321-281, Seleukoslar MÖ 281-188, Attoloslar MÖ 188-133… Ama Attoloslar zaman içinde Büyük İskender sevgisi yerine Roma sevgisi geliştiriyorlar ve III Attolos öldükten sonra ülkesini Roma İmparatorluğu’na bırakıyor. Ama Romalılar buraları hemen sahiplenemiyorlar; önce Pontusların hükümdarı Mitrades ile uğraşıyorlar. Bu karışıklıkta Galatyalı Amyntas bölgeye hakim oluyor.

Sagalassos Sagalassos’un komşusu Kremna’nın Kremna Gezi Rehberi: Uçurum Çiçeği öyküsünü anlatırken Galatyalı Amyntas’a değindiğim için burada tekrar anlatmayayım; sonuçta Roma eyaleti haline gelen bölgeye İmparator August ile Roma İmparatorluğu hakim oluyor. İşte Sagalassos’un esas hikayesi o zaman başlıyor. Bugün Sagalassos’ta hayran hayran baktığımız çoğu eser o dönemden kalma.

İmparator August ile şehrin çehresi de değişiyor. Helenistik dönemde başlayan çömlekçilik yeni tarzlar, yeni stillerle kendine özgü bir tarza ulaşıyor; kırmızı sırlı çanak çömlek öne çıkıyor. Şehrin doğu yakası çanak çömlekçilerin yanında, diğer zanaatkarlarının da toplandığı bir merkez oluyor. Antik Grek kent devletlerine benzer bir düzenlemeye giden Sagalassos yükselirken, yakın komşusu Düzen Tepe yolun sonuna geliyor. August döneminde büyük sıçrayış yapan kent, barış ortamında yatırımlar, vergi reformu gibi değişikliklerle zenginleşiyor, nüfus artıyor.

Sagalassos Roma döneminin zenginliklerini iyi kullanan kent, Psidya’nın en önemli merkezi haline geliyor. Romanın gezgin imparatoru Hadrian, burayı kültür ve sanat merkezi olarak belirleyince şehir iyice serpiliyor, güzelleşiyor; Apollo Klarios Tapınağı, Hadriyan Çeşmesi, Hamam, Neon Kütüphanesi bu dönemin eserleri… Hadrian burayı Neokoros merkezi de yapıyor. Tapınak bekçisi anlamına gelen Neokorosluk hakkı Roma tarafından veriliyor ve şehirler imparator adına tapınak yapıp içine imparator ve ailesinin heykelleri konuyor. Böylece Psidia’nın dinsel merkezi de olan ve Roma kimliğiyle parlayan Sagalassos, İmparator Hadrian döneminde sınıf atlıyor; Anadolu’yu en az üç defa gezen Hadrian, kenti Likya-Pamfilya Eyaletine katmış, Psidia’nın birinci kenti yapmış.

SagalassosŞehrin kalkınmasında Roma İmparatorlarının katkısı olmuş ama asıl Sagalassos’un zenginleri şehri ihya etmiş. Özellikle Titus Flavius Severianus Neon Sagalassos’a damgasını vurmuş; şehirdeki bir sürü anıtta kendisinin adı ve parası var.

Pax Romana’nın son imparatoru Marcus Aurelius döneminde şehirde imar faaliyetleri artmış. Hamam ve şehrin AVM’si sayılabilecek Macellum yapılmış, tiyatronun yapımına başlanmış. Daha sonra 4.yüzyıl başlarında Roma İmparatorluğu’ndaki çalkantılar Sagalassos’u da etkiliyor ve Psidiya’daki önemi azalıyor. Bu dönemde kent Hristiyanlığı kabul ediyor ve kentte farklı bir yapılaşma dönemi başlıyor.

Bu dönemde İsauralıların baskın ve yağmaları şehri canından bezdirmiş. 5 ve 6. yüzyılda burada 8 kilise inşa edilmiş olsa da artık eski tadı kalmamış, dönemine damga vuran kırmızı sırlı çanaklar bile üretilmemeye başlamış. Bir de 6. ve 7. yüzyıllara ortalığı yıkıp deviren iki deprem ve 541’deki veba salgını olunca Sagalassos’un kolu kanadı kırılmış. Küçülerek de olsa hayatını sürdüren şehir halkı, Antoninus Pius Tapınağı’nın yerine yapılan kaleye sığmış. Burada yerleşim, tarıma dayalı olarak yaklaşık 13. yüzyıla kadar sürmüş.

Sagalassos Roma döneminde parıl parıl parlayan Sagalassos, 13. yüzyılda Selçukluların bölgeye hakim olmasıyla unutuluyor. Selçuklular, İskender Tepesi’ndeki kaleyi yıkıp Ağlasun’u yerleşim merkezi yapıyorlar. Sagalassos unutuluşun derin uykusuna yatıyor; ta ki Paul Lucas tarafından 1706’da bulunup 1824’te F.V.J.Arundell tarafından buranın Sagalassos olduğu belirlenene kadar. 1984-1986 Psidya Projesi ile üzerindeki kalın toz tabakasından temizlenen kent, 1989’da Kültür ve Turizm Bakanlığı katılımıyla Katholieke Universiteit Leuven’den Marc Waelkens tarafından başlatılan kazılarla yavaş yavaş ortaya çıkarılıyor.

Sagalassos Görülecek Yerler

Sagalassos’a girdiğiniz yol aslında kenti ortadan ikiye bölen bir eksen verecek size. Bu yolu üst tarafı Yukarı Agora, alt tarafı ise Aşağı Agora olarak ayrılmış. Genelde görülecek yerler bu eksen etrafında toplanmış. Girişten düz yürürseniz Hadrian Nymphaeum’a varacaksınız. Hemen üstünde ise Odeon yer almakta.

Sagalassos

Aşağı Agora tarafına döndüğümüzde öncelikle İmparatorluk hamamını göreceksiniz. Daha sonra Apollo Klarios üzerine yapılan basilikaya gelip Tiberian Kapısı’ndan Aşağı Agora’ya ulaşacaksınız. Oradan uzanan sütunlu cadde ise sizi Antoninus Pius’a adanan tapınağa götürecek. Sol tarafınızda ise şehrin pazarı denebilecek Macellum bulunmakta.

Yukarı Agora’ya doğru sağa saparsanız yol boyunca sağınızda şehrin yerleşim bölgesi size eşlik edecek. Takip ettiğiniz yol bir noktada ikiye ayrılıyor. Sağ tarafa yönelip yokuş yukarı çıkarsanız Helenistik Çeşme, Neon Kütüphanesi, daha ilerde ise Tiyatro yer almakta.

Sagalassos Sola kıvrıldığınızda ise, Sagalassos’un en muhteşem kısmına; Antonine Nymphaeum’a ulaşacaksınız. Biraz yukarısında Heroon, çevrede ise Bouleuterion denen halk meclisi binası, Baş Melek Mikail Basilikası ve Dor Tapınağı’nı göreceksiniz. Ayrıca şehrin çevresinde çeşitli mezar alanları, çömlek evleri bulunmakta. Şehirde iki önemli çömlek atölyesi ortaya çıkarılmış. Biri MS 1-5 yüzyıl arasında kaliteli keramikler üretirken diğeri MS 5-6 yüzyıllarda figürinler, lambalar, mataralar üzerine yoğunlaşmış. Öte yandan şehrin doğu kısmında en az elli odalı kent konağı bulunmakta.

Sagalassos Tabii, bunların hepsi taşıyla, kiremitiyle dimdik karşınızda durmuyor, bazı yerler restore edilmeyi bekleyen taş yığını olarak duruyor ama restore edilenler bile ne kadar görkemli bir şehir olduğunu anlamamıza yetiyor. Ama biz şimdi restore edilen ve Sagalassos denince aklımızda canlanacak beş yeri gezelim. Diğer kısımlar, yazımızın en sonuna eklenecek; meraklısına hitaben…

Yukarı Agora-Antonine Nymphaeum-Cladius Kapısı

Sagalassos Sagalassos’un en göz alıcı yeri olan bu çeşme, İmparator August döneminde yapılan bir çeşmenin üzerine MS 160-180 arasında yedi farklı taştan yapılmış. Yukarı Agora’nın kuzey ucunda bulunan bu çeşme, süslemeleri, işlemeleriyle çok görkemli duruyor. Dönemin parıltısını yansıtan çeşme, 28 metre uzunluğunda, 9 metre yüksekliğinde olup su teması temel alınarak yaklaşık 4,5 metreden dökülen minik bir şelaleyle taçlandırılmış ve çevresi heykellerle süslenmiş. Sagalassos’un en hayırsever ailesi Titus Flavius Severianus Neon ve eşi tarafından yaptırılan çeşmenin her iki başında devasa boyutlardaki sarhoş Dionysos ve ona destek olan Satyr heykelleri, buranın Dionysos kültüne atfen yapıldığının kanıtıymış.

Sagalassos

Bu heykeller, Afrodisias’ta yapılmış, ince işçilik taşıyan eserlerden. Bu heykellerin asılları Burdur Müzesi’nde; burada sadece bir tanesinin replikası bulunuyor, sağ tarafta duran bu replika genel havayı anlamamızı sağlıyor. İki devasa heykel arasında, soldan başlayarak Nemesis, Apollo, Asklepios ve Koronis heykelleri bulunmakta. Bu heykeller 4 ve 5. yüzyıllarda Neon ailesine ait başka yerlerden getirilip havuza yerleştirilmişler. Hristiyanlık döneminde ise çok tanrılı bir hayatı temsil ettiği için devrilip havuza atılmışlar. Sadece adalet ve intikam tanrıçası Nemesis heykeline dokunmamışlar; gerçi o da 600’lerdeki depremde yıkılmış. Ama bunların da asılları Burdur Müzesi’nde. Sırf bu heykelleri görmek için bile Burdur Müzesi’ne gitmeye değer. Sagalassos’ta karşınızda duranlar replikaları. Ola ki çeşmeden su içmeye kalkarsanız, yanınıza yörenize dikkat edin; buradan kiminle su içilirse onunla müthiş bir aşk yaşanırmış diye rivayetler dolanmakta…

Sagalassos Antonine Çeşmesi’nin de bulunduğu Yukarı Agora kentin kalbi konumunda. Helenistik dönemde bu meydan şehrin siyasi merkeziymiş; kentin erkekleri ne olacak bu memleketin hali, muhabbetini döndürmek için burada toplanırlarmış. O nedenle meclis binası da Yukarı Agora’ya hakim bir yerde kurulmuş. İmparator August ile birlikte Yukarı Agora’nın çehresi de değişmiş; taşlar döşenmiş, etrafı sütunlu bölmelere ayrılmış. Bu işin yükünü Sagalassos’un önde gelen kişileri üstlenmiş, karşılığında da alanın dört tarafına dört onursal sütun dikilerek üzerine de bu hayırsever kişilerin bronz heykelleri konmuş. O dönemde şehre önemli katkıda bulunanlara Roma vatandaşlığı verildiği için hayırseverlik yarışına katılanların heykelleri zaman içinde tüm alanı doldurmuş.

Sagalassos Ancak 5. yüzyıldaki deprem bütün imparatorların, valilerin, şehrin önde gelen kişilerinin heykellerini yerle bir etmiş. 6. yüzyıldan itibaren meydanda heykeller falan kalmamış, bir zamanların siyasi tartışmalarının yankılandığı alan satıcıların bağırışları, müşterilerin pazarlık telaşı ile dolmuş.

Sagalassos Döneminin idari binaları, tapınakları ile çevrili Yukarı Agora’ya güneybatı ucundaki bir anıt kemerden gireceksiniz. Burası MS 37-41’de Caligula’ya ithafen yapıldığı ortaya çıkmış. Anıtın kaidesinde ‘Darius’un oğlu Kalkiles yaptırdı’ yazmakta; Kalkiles ise şehrin önde gelenlerinden olan ve heykeli Agora’daki kaidelerin birinde duran Ellagoas’ın torunuymuş. Bu aile, Roma vatandaşlığı kazanan ilk aileymiş.

Sagalassos Kemer Caligula’ya ithaf edilmiş ama kendisi ölür ölmez hemen adı anıttan silinmiş. Çünkü Caligula bildiğiniz çatlak, hem de en psikopatından. Düşünün; hakkında söylenebilecek en hafif şey, sevdiği atına saray yaptırması… Kız kardeşleriyle yaşadığı ensest ilişkiler, bir kız kardeşi hamile kaldığında karnındaki çocuğunun tanrı olduğunu düşünüp kardeşinin karnını yarmalar, kız kardeşi ölünce onu tanrıça ilan etmeler… Ne ararsan var. Ama renkli bir kişilik tabii; bütün Roma’nın dört gözle beklediği festivallere yok Apollo, yok Zeus, hızını alamayıp Afrodit kılığında falan da katılmış. En sonunda zıvanadan çıkan askerleri tarafından öldürülmüş. Öldürülür öldürülmez de anısı lanetlenip, her taraftan ismi silinmiş. Caligula’nın hayatını Tinto Brass filme almış; oradan anlayın Caligula’nın durumunu… Neyse Caligula ölünce Sagalassos’taki kemer bir sonraki imparator Cladius ve kardeşi/Caligula’nın babası Germanicus’a ithaf edilmiş. Durum, hemen kemerin yazıtına işlenmiş. Yazıtın diğer tarafında da askerlikle ilgili süslemeler konmuş. Bu kemer, Anadolu’daki kemerler içinde Roma zafer taklarına en benzeyenlerindenmiş. Restorasyonu tamamlanan kemerin tam karşısında da başka bir kemer bulunmakta.

Hamam

Sagalassos İmparator August döneminde Sagalassos’ta yapılan hamam, Anadolu’daki hamamların en eskisi olarak kabul edilmekteymiş. Bu hamam daha çok Güney İtalya hamamları tarzındaymış. Bunun bir açıklaması olarak, hamamın o dönem Sagalassos’a yerleştirilen İtalyan askerlerinin etkisinden bahsedilmekte, askerler hamamda kendilerini yabancı hissetmesin demişler herhalde…Daha sonra Hadrian döneminde Sagalassos’un statüsünde olan değişiklik nedeniyle daha geniş bir hamama ihtiyaç duyulmuş. Eski hamamın üzerine, 40 yıllık sürede yapılıp 165’de tamamlanan hamamda Roma betonu kullanılmış ve duvarların kalınlığı yer yer 4 metreyi buluyormuş. Sagalassos’taki en büyük bina olan hamam iki katlı olup içinde zengin bir dekorasyon hakimmiş. Hamam içindeki tabanı mozaik döşeli 25X18.5 metre boyutundaki İmparatorluk Salonu ise törenlerin, spor karşılaşmalarının yapıldığı, ödüllerin verildiği bir yermiş. Kadınlar ve erkekler için ayrı bölümler ve her bölümde soğukluk, ılıklık, sıcaklık odalarının olduğu hamamda soyunma odaları, buharlık ve havuz mevcutmuş.

Sagalassos Salon kenarlarında dev boyutlarda imparator ve eşlerinin heykelleri yerleştirilmiş. Hamam 400’lerde restore edilmiş. Hristiyanlıkla beraber heykellerin de akibeti değişmiş; Hristiyanları öldüren bir toplumun liderlerinin heykellerini karşılarında görmek istemeyen Sagalassoslular heykellerin bulunduğu nişleri yirmişer kişilik havuzlara dönüştürmüşler, heykeller de hamamın soğukluk kısmına taşınmış.

Mesela Hamamın soğukluk kısmındaki havuz yıkıntısı içinde Hadrian’ın heykelinin parçaları bulunmuş. Ayrıca bir heykelin bacak kısmı da burada çıkmış. İmparatorluk kültü çerçevesinde İmparator Hadrian, karısı Vibia Sabina, İmparator Antoninus Pius, eşi Faustina ve İmparator Marcus Aurelius heykelleri bir zamanlar Hamamın bu görkemli salonuna tanıklık etmişler. Bugüne kalanlar ise Burdur Müzesi’nde bizleri beklemekte.

Heroon

Sagalassos İlk İmparator Augustus döneminde bilinmeyen bir hayırsever tarafından inşa edilen Heroon’un en dikkat çekici yanı, etrafını süsleyen ve asılları Burdur Müzesi’nde sergilenen dans eden kızlar figürü; üç cepheyi saran 1,20 metre yükseklikteki bu frizde 14 genç kız yüzyıllardır dans edip durmakta…Heroon’lar bir kahraman adına yapılan anıtlarmış. 7.80X8.50 metrelik bir altlığa sahip, 15 metre yüksekliğindeki yapının kim tarafından yaptırıldığı, hangi kahramana ait olduğu bilinmese de hemen yanında bulunan baş heykeli şaşılacak kadar Büyük İskender’e benzemekteymiş. Ama zamanlar tutmuyor tabii. Heroon, ileriki dönemlerde surlarla birleştirilip gözetleme kulesi olarak kullanılmış.

Neon Kütüphanesi-Helenistik Çeşme-Antik Tiyatro

Yukarı Agora ile Tiyatro arasındaki yolun yarısında bulunan Kütüphane MS 120’lerde İmparator Vespasian döneminde Titus Flavius Severianus Neon tarafından, Roma vatandaşlığı kazanması üzerine yaptırılmış; o dönemden kalan, arka duvarın alt kısmıymış. Burada heykeller için nişler ve bir yazıt bulunmaktaymış. Daha sonra yapısal sorunlardan dolayı MS 200’lerde salon küçültülmüş. O dönem şehrin her tarafından görünen Kütüphane’yi sınırlandıran sadece önündeki Çeşmeymiş. Ama 4. Yüzyılda yapılan bulvardan sonra Kütüphane gözlerden uzak olmuş.

Sagalassos Kütüphane 11.80 metre uzunluğu, 9.90 metre genişliğinde tek odadan oluşmakta. Yerde İmparator Julianus dönemine ait siyah-beyaz mozaik döşemeler mevcut; ortasında ise Truva Savaşı’ndan sahneler tasvir edilmiş. MS 400’lerde ise Hristiyanlıkla beraber çok tanrılı döneme ait bu eserler tahrip edilmiş. MS 600’lerdeki depremde ise bina epeyce hasar almış.

Sagalassos Helenistik Çeşme ise Kütüphaneden önce MÖ 50-25 yıllarında yapılmış. Su havuzu ve dor sütunlarıyla üç taraftan avluyu çevrelemekte. Helenistik merkezin yeterli olmayıp şehrin yukarıya doğru taşması sırasında yapılan çeşme, 1997 restorasyonu ile su kaynağına da bağlanmış.

Sagalassos

Charles Fellows’un 1839 Küçük Asya’da Bir Seyahat Güncesi’nde, gördüğü en güzel, en zarif tiyatro olarak tanımladığı Sagalassos Tiyatrosu’nun yapımına MS 120 civarında başlanmış; o dönemler 5000 kişilik olan tiyatro, Sagalassos gezinizin en uç noktasını oluşturacak çünkü burası antik tiyatrolar içinde en yüksek rakıma sahip bir yer ve kentin de en yukarı kısmında. İmparator Hadrian döneminde şehrin kült merkezi olması nedeniyle yapılacak törenler için daha geniş bir yere ihtiyaç duyulunca tiyatro 9000 kişilik kapasiteye çıkarılmış ama inşaat MS 180-190’da durmuş.

Sagalassos Tiyatronun sahnesi tek katlı; bu da dik yamaç üzerinde kurulmasına bağlanmış. Yapılış tarihine rağmen tiyatroda Helenistik tarz ağır basıyormuş. Tüm Psidia bölgesine hizmet veren tiyatro, İmparatorluk festivalleri ile klareian oyunlarının da düzenlendiği yer olmuş. Aslında Apollo’nun kehanet okulu ile özdeşleşen klaerian oyunları Vespasian döneminde Sagalassos’ta imparatorluk kültüne bağlanmış.

Aşağı Agora ve Macellum

Sagalassos İmparator August döneminde düzenlenen Aşağı Agora, şehrin ticari hayatının geçtiği yermiş. İki yanı sütunlarla ayrılmış bölmelerdeki dükkanlar buranın canlılığını göstermekte. Sütunların üzerinde Ares, Herakles, Hermes, Zes, Athena, Poseidon büstlerinin asıllarını görmek isterseniz Burdur Müzesi’ne gideceksiniz

Sagalassos Yukarı Agora’nın güneyindeki lüks malların satıldığı, bugünün alışveriş merkezleri ayarında bir yapı olan Macellum, İmparator August dönemine ait bir pazar yerinin üzerine, MS 2. yüzyılın sonlarında kurulmuş. Macellum, 21X21 boyutlarında bir alanın üç tarafında yer alan dükkanlardan oluşmakta. Kent idaresi avlu yer döşemelerini ve ortadaki yuvarlak yapıyı /tholos yaptırmış; bunun içinde su haznesi bulunmaktaymış.

Sagalassos

Burası İmparator Commodus’a ve onun doğu seferindeki başarılarına atfedilmiş ama Commodus daha sonra lanetlendiği için ismi her yerden çıkarılmış. Zaten Commodus’un doğu eyaletleri zaferi dediği de babası yanında yaptığı seferler… yoksa kendisi beterlik üstüne beterlik düşünmüş biri; duramamış en sonunda ben tanrıyım falan demiş, gladyatör olup dövüşmeye arenaya çıkmış ama rakiplerine kör bıçaklar kendine keskin kılıçlar verilerek… En sonunda öldürülmüş ve lanetlenerek adı her yerden silinmiş.

Meraklısına

Yazı burada bitiyor aslında; bu ek kısımda Sagalassos’ta restorasyonu tamamlanmamış, bizler için daha çok taş yığını olarak gelebilecek ama uzmanların sınıflandırdığı yerlerden bahsedeceğim. Tamamen meraklısı için…

Sütunlu Cadde ve Tiberius Kapısı

Sagalassos Sagalassos’un ticari hayatının yoğunlaştığı Aşağı Agora’daki taş cadde, 300 metre uzunluğunda ve 10 metre genişliğinde MS 1.yüzyılda yapılmış; Anadolu’daki ilk örneklerdenmiş. İki tepe arasında dolgu kullanıldığı için yapımı epey zahmetli olmuş. Caddenin iki tarafında üstü örtülü ve sütunlarla ayrılmış bölmeler dükkanlar, atölyeler, lokantalar içinmiş. İmparator Tiberius döneminde caddeden basamaklarla çıkılan kapı yapılmış ve İmparator Tiberius’a adanmış. Savunma amaçlı olmayan ve muhteşem taş işçiliğine sahip kapı, korint tarzı sütunların üzerinde ince işlemeli meyve frizleriyle süslenmiş, ancak MS 500’lerde deprem sonucu yıkılmış.

Bouleuterion

MÖ 1. yüzyılda yapılan bina, yukarı kent binalarının çoğu için ilham kaynağı olmuş. Halk Meclisi olarak kullanılan bina, Sagalassos’ta seçimle gelen bir meclisin olduğunun da kanıtı. 220 kişiyi barındıran dikdörtgen şeklindeki binanın cephesinde Ares ve Athena’nın frizleri bulunuyormuş. Burası MS 400’lerden sonra kullanılmamış, avlusuna Başmelek Mikhail Basilikası yapılmış.

Odeon

Sagalassos İmparator August döneminde yapımına başlanan, tamamlanması asırlar süren bu konser ve tiyatro salonu zamanla gladyatör dövüşlerinin yapıldığı gösteri merkezine dönüşmüş. 2000 kişiye kadar seyirci kapasiteli binanın sahne yapısı bile 50 metreyi bulmaktaymış. Bir kapısı hala ayakta kalan yapı yıllar içinde değiştirilmiş, bizim gördüğümüz MS 6. yüzyıldan kalanlar.

Dor Tapınağı

Sagalassos MÖ 50-25 arasında, şehre kuş bakışı bakan bir noktaya yapılan ve bugün duvarları kalan tapınak, o dönem Psidia’nın en muteber tanrısı Zeus’a adanmış. Dor tarzındaki yapıya İmparator August döneminde propylon denen Korint tarzı giriş eklenmiş. Helenistik izler taşıyan tapınak 4. yüzyıldan sonra bir süre şapel olarak kullanılmış.

Apollo Klarios Tapınağı

İmparator August döneminde yapılan Tapınak, Apollo’ya adanmış. Aslında Apollo, Sagalassos’un şehir tanrıları arasında pek geçmese de İmparator August’un Apollo takıntısı yüzünden kendisine adanmış. İyon tarzında yapılmış Tapınak, İmparator Vespasianus ile beraber imparator kültüne yönelmiş. Hadrian ve Antoninus Pius Tapınağı ile birlikte önemini kaybeden tapınak Hıristyanlığın yayılmasıyla, MS 450’lerde kiliseye çevrilmiş.

Hadrian ve Antonius Tapınağı

Sagalassos

Roma’dan kalkıp buralara gelen, bir de burayı Psidia’nın resmi din merkezi ve Psidia’nın birinci şehri ilan eden İmparator Hadrian’a adanan bu tapınak kendisi hayattayken yapımına başlanmış. Tamamlanması ise Antonius Pius dönemine denk gelmiş ve tapınağa onun da adı eklenmiş. Zaten kitabesinde her iki imparatorun da adı geçmekteymiş. Aslında gerçek hayatta da birbirini taltif eden iki imparatorun burada isimlerinin bir arada anılması da tarihin güzel bir cilvesi olmuş. İmparator Hadrian, Antonius Pius’u çok severmiş, hatta ölen oğlunun yerine evlatlık olarak almış. Roma’nın en iyi beş imparatoru olarak gösterilen Pius, bu unvanı sorumluluk sahibi olduğu için almış çünkü babalığı Hadrian ölünce ona tanrısallık atfetmek için uğraşmış. Ve nasıl olgun bir adammış; bir kere evlenmiş, eşi de kendinden büyük olduğu için eşine Geçkin Faustina adı takılmış, imparator olduğu halde gıkı çıkmamış… Neyse tapınağın 70 metrelik avlusunda her yıl iki imparator adına şenlikler düzenlenmiş, toplantılar yapılmış ama MS 4. yüzyıldan sonra birdenbire çehresi değişmiş, varoş bir yer olmuş; belli ki, varoşluk her dönem kol geziyor, güzelim yerleri yok edip geçiyor…

Hadrian Çeşmesi

Sagalassos Aşağı Agora’nın üst tarafında yer alan Çeşme, üçgen alınlıklı nişlerle süslü aedikula tarzında ve buranın ilk Roma Şövalyesi Tiberius Cladius Pisa tarafından İmparator Hadrian için yapılmış. Burası 513 depreminde yıkılmış. Tapınakta Apollo’nun lir çalarken tasvir edilen devasa bir heykeli varmış; arkeologlara göre üstün vasıflı bu heykel üç farklı atölyenin eseriymiş.

Çömlekçiler Mahallesi

Sagalassos Tiyatronun doğusundaki dış mahallede yer alan 6 hektarlık bölge çanak, çömlek yanında kemik ve cam atölyeleri de bulunduğu bir alanmış. Sagalassos o dönem seramikleriyle ünlüymüş; kırmızı, ince astarlı seramiklerin şanı sınırları aşmış. İmparator August döneminden beri, yörenin killi toprağı, geleneksel çizgiler dönemin yenilikçi tarzıyla birleştirilip kaliteli seramiğe dönüştürülmüş ve zamanla endüstri haline gelip ihraç edilir hale gelmiş. Mısır ve Kartaca’da mezarlarda bile Sagalassos seramiklerine denk gelinmiş. Çömlekçiler Mahallesi şehrin mezarlığıyla iç içeymiş. Kayalığına yontulmuş üzeri kemerli girintiler kaya mezarlarını oluşturuyorlar; kemerli oyuk haznesine yakılan ölünün külleri ve kemik parçaları konup taş ile kapatılmış. Şehirde muhtelif nekropoller var.

Sagalassos Baş Melek Mikail Bazilikası

Sagalassos Kent meclis binası MS 400’lerde kullanılmamaya başlayınca yapının taşlarının bir kısmı sökülmüş ve yeni inşa edilen surlarda kullanılmış; eski meclisin avlusuna da bir kilise yapılmış. Bazilika tarzındaki kilise, o dönemde Psidia’da çok popüler olan Baş Melek Mikail’e adanmış. Ama Bazilikanın ömrü kısa olmuş; MÖ 500 sonrası depremde hasar görmüş, tam tadilatı yapılacakken veba salgını çıkmış, üstüne bir deprem daha… Baş meleğin de desteği olmayınca yıkılmış gitmiş…

Trianus Çeşmesi

Stadyum çevresinde İmparator Trianus için MS 98-117 yıllarında yapılan çeşme, Sagalassos’un önde gelen ailesine mensup Claudia Severa ve kardeşleri tarafından 6.5X7.5 metre boyutlarında yaptırılmış.

Stadion

Sagalassos Roma dönemi eseri olan Stadion’un yapılış tarihi belli değilmiş ama en geç MS 117’de girişe bir anıtsal çeşme yapıldığı bilinmekteymiş. Stadyum, yoğun olarak klareia denen Tanrı Apollo Klarios için düzenlenen spor oyunları için kullanılmış. Romalılaştırmanın propagandasal simgesi olan bu oyunlar şehrin önde gelenleri tarafından finanse ediliyormuş, oyunlarda kazananların ödülleri ve heykelleri de aynı kişiler tarafından karşılanıyormuş. MS 5 veya 6. yüzyılda stadyum ortasına bir kilise yapılmış; bugüne kalıntıları gelmiş olan kilise Hıristyanlık için ölenlere adanmış, bir nevi şehitlik kilisesiymiş; bu kiliseler genelde Hristiyanların idam edildiği alanlarda yapılırmış. Özellikle İmparator Diocletianus zamanında Hristiyanlara uygulanan zulüm anısına yapılan kilise, artık intikam hissiyle mi, bilinmez, Dionysos Tapınağı’nın taşları sökülerek yapılmış.

İskender Tepesi

Sagalassos Burası bugünün gezginlerine pek bir şey sunmasa da, kentin güney ucundaki üst düz konik tepe, MÖ 333’te Büyük İskender’e karşı Sagalassosluların kıran kırana çarpıştığı yer olduğu için önem taşımakta. Savaş kaybedilmiş ama Sagalassos yeni hayatına bu savaştan sonra başlamış ve Helenistik dünyaya katılmış. Burada Sagalassos’un en büyük mezarlığı bulunmakta. MS 5-6. yüzyıllarda bir kilise yapılmış. Tepe en son MS 12. yüzyılda askeri garnizon olarak kullanılmış ama 1204’ye bir yangın ne var ne yok yakmış, götürmüş. Uzaktan bakmalık bir yer.

Sagalassos Sagalassos, Anadolu’daki antik kentler arasında en iyi korunmuş olanlar arasında; alana girdiğinizde Roma döneminden görüntüler bile canlanabilir gözünüzde… Öte yandan 2009 yılında UNESCO Dünya Mirası Geçici Ulusal Listesi’ne alınan Sagalassos’un sakinleri günümüzde bir şekilde hala aramızda; 1999’da yerel halkın ve Sagalassos’taki iskeletlerin DNA’sı karşılaştırıldığında Sagalassos’tan akrabalarımızın hala aramızda olduğu ortaya çıkmış.

Sagalassos Sagalassos, bir dönemi gayet görkemiyle yaşamış bir kent; dönemin en büyük gücü olan bir imparatorluğun uzak diyarlarda bir bölgeye yansımasının birbirinden ilginç öyküleri oluyor. Böyle öyküleri olan bir yer görülmeye değmez mi?

*Yazıda Sagalassos Vakfı’nın tanıtım broşüründen yararlanıldı. Sagalassos gezi yazılarını okudum, hepsinin bir parça etkisi olmuştur. İstanbul Üniversite’si Roma Tarihi ders kitabına çalıştım; academia.edu sayfasındaki yazılara göz attım. Sonuç bu… 

Ohrid Gezi Rehberi: Doğa-Tarih-Kültür; Üçü Bir Yerde

Ohrid

Kuzey Makedonya’nın doğal güzelliğiyle öne çıkan şirin tatil beldesi Ohrid, ülkenin güneybatısında Ohrid Gölü kıyısında ve Arnavutluk sınırı yakınında kurulmuş. Antik dönemdeki adı Lychnidos “ışık şehri” olan Ohrid’in arkeolojik bulgulara göre Avrupa’nın en eski yerleşim yerlerinden olduğu düşünülüyor. Şehir küçük olmasına karşın Anadolu gibi tarih boyunca birçok uygarlığa ev sahipliği yaptığından farklı kültürlerin harmanlandığı zengin kültürel dokusuyla da çok özel.

Ohrid

Ohrid adı Bulgarların şehri fethi sonrasında ilk kez 879 yılında kullanılmış. “Vo hridi” ifadesinden geldiği düşünülen Ohrid “Tepede” anlamına geliyormuş. Orta Çağ’da Slav Hristiyanlığın merkezi olan şehirde, efsaneye göre yılın her gününe bir kilise düşecek şekilde toplam 365 kilise yapılmış. Bu yüzden hala Balkanların Kudüs’ü olarak anılmaktaymış.

14. yy’ın sonlarından 1912 yılına kadar uzun bir dönem Osmanlı Devleti yönetiminde kalması nedeniyle yaşam biçimi, yemek, dil gibi ortak kültürel yönlerimizin bulunabildiği Ohrid, bize sıcak gelen, evinizdeymiş hissi veren bir şehir.

Selanik, Manastır ve Resne ile birlikte Ohrid, Genç Türklerin örgütlendiği ve İkinci Meşrutiyet’in ilanına yol açan muhalif hareketin başladığı bölgeler arasında olması nedeniyle yakın tarihimiz açısından da önemli bir yere sahip.

Ulaşım

Belgrad’dan Ohrid’e gece 12 saat süren otobüs yolculuğu ile ulaştık (3.650 RSD = 30 Euro). Bir şekilde kara/hava yolu ya da özel araçla Üsküp’e gelip Ohrid’e ulaşılabilir. Üsküp’den otobüs yolculuğu 3-3,5 saat sürüyor. Arnavutluk-Tiran’dan doğrudan Struga ve Ohrid’e giden otobüsler de diğer bir ulaşım tercihi olabilir. Şehirde demiryolu bulunmuyor. Sınırlı sayıda ülke uçuşuna açık ufak bir havaalanı var.

Ohrid’de şehir içi yürüyerek yarım günde dolaşılabilir. Ancak bizim gibi şehrin çevresini de yeterince gezmek istiyorsanız araba kiralamak ya da taksi tutmak gerekli. Biz Manastır, Resne ve Struga için günübirlik taksi tutmayı düşünmüştük. Bu amaçla apart sahibimizin önerisi ile turizm ofisine taksi sorduk. Şansımıza Ohridli taksi şoförü İlya karşımıza çıktı. Üç gün İlya ile gezdik, hatta Ohrid’den Üsküp’e İlya’nın rahat arabası ile birçok yere uğrayarak gittik. Yolu ve çevreyi iyi bilen bize hem rehberlik hem şoförlük yapan İlya sayesinde umduğumuzdan daha çok yeri doyasıya gezme şansı yakaladık. Ohrid ve çevresini gezeceklere İlya ile gezmelerini öneririz. Dört kişi kiraladığımız taksiye günlük 100 Euro ödedik.

Konaklama

Şehir küçük ve göl kenarına ulaşmak kolay olduğu için mutlaka göl kenarında konaklamak şart değil. Bizim konakladığımız ve memnun kaldığımız Villa Emilija arka sokaklarda bir apart oteldi (iki kişilik oda 1 gecelik konaklama 20 Euro). Sadece deniz ve plaj tatili için gelindiğinde göl kenarındaki plajı olan oteller tercih edilebilir.

Ne Zaman Gidilir

Havaların iyi ve yağışların az olduğu Haziran-Eylül en uygun dönem. Ancak, deniz tatili düşünüldüğünde, diğer aylarda suyun soğuk olabileceği dikkate alınarak, Temmuz ve Ağustos ayları tercih edilmeli.

Ohrid’i bizimle birlikte video ile gezmek isterseniz.

Ohrid Gezilecek Yerler

İlk yerleşim yeri göl kıyısında yükselen tepenin üzerinde küçük bir alanda kurulmuş. Ohrid’in merkezinde gezip görülecek yerlerin hemen hepsi burada eski şehir bölgesinde toplanmış ve birbirine yürüme mesafesinde bulunuyor.

Ohrid Gezi Rehberi

Göl kenarında yürüyerek şehir merkezine giderken ana meydanın yanında bulunan küçük liman ve turizm ofisini görüyoruz. Sveti Naum’a giden tekneler de buradan hareket ediyor.

Meydanın etrafında ve meydana çıkan yollarda restoranlar, kafeler, hediyelik eşya dükkanları var. Şehir meydanındaki parkta ilk gözümüze çarpan Kiril alfabesinin mucidi Kiril ve Metody kardeşlerin heykeli oluyor.  Parkın yanında Erken Hristiyanlık döneminde bu bölgede Hristiyanlığı yayan iki önemli azizden biri olan St. Clement’in (840-916) bir anıtı bulunuyor.

Eski Şehir

Ohrid

Eski şehir bölgesindeki Makedon evlerin mimarisi Safranbolu evlerine benziyor. Burada yeni yapılaşmaya izin verilmiyor. Şehri keşfetmenin en güzel yolu Arnavut kaldırımlı sokakları arşınlamak ve daracık sokaklarında kaybolmaktan geçiyor. Biz de öyle yapıyoruz, bunun için en az yarım gün ayırmak şart. Eski şehir bölgesindeki yerleri gezdiğimiz sırayla tanıtmaya çalışacağım, ilk durağımız Ayasofya Kilisesi oluyor.

Church of The Sophia/Ayasofya Kilisesi

Ohrid’i kilise ve manastırlar şehri olarak tanımlamak yanlış olmaz. Ancak tarihi kiliselerin çoğu korunamamış, günümüze ulaşan önemli kiliseler eski şehir bölgesinde bulunuyor. 11. yy’da inşa edilen Ayasofya Kilisesi, Ohrid Baş Piskoposluğu’nun katedral kilisesiymiş. Osmanlı yönetimi döneminde 15. yy’da cami olarak kullanılan kilise akustiği ve Bizans sanatını yansıtan büyük duvar freskleri ile ünlü. Belki siz festival döneminde bir konsere denk gelir ve akustiğini deneme şansı bulabilirsiniz. Giriş ücreti 100 MKD.

Antik Tiyatro

Ohrid

Helenistik dönemde tiyatro, Roma döneminde gladyatörlerin dövüş alanı arena olarak kullanılan antik tiyatro, günümüzde festivallere ev sahipliği yapan konser, sanat ve kültürel etkinliklerin gerçekleştirildiği bir mekana evrilmiş.

Tarihi Çınar Ağacı

Eski şehrin meydanında bulunan ve doğal anıt ilan edilen 1100 yıllık çınar korumaya alınmış. Görmüş, geçirmiş, yıllara meydan okuyan bu bilge ağacın yanında insan kendini hiç hissediyor.

Holy Mother of God Peribleptos (St. Clement) Kilisesi

Ohrid

13. yy ‘da inşa edilen kilise Bakire Meryem’e adanmış. Kilisenin perspektif dışında Rönesans sanatının tüm özelliklerine sahip olduğu iddia edilen freskleri, orijinal hali ile korunmuş. Değerli freskleri nedeniyle Rönesans’ın İtalya’dan önce burada başladığı rivayet ediliyor. Ayasofya Kilisesi’nin camiye dönüşmesiyle Ohrid Baş Piskoposluğu’nun merkezi olmuş. St Clement’in ve Başpiskoposluğun kütüphanesi ile ikon vb. değerli eşyaları buraya taşındığından ikinci bir ad olarak St. Clement adını almış. Kilise içinde resim çekilmesine izin verilmiyor. Giriş ücreti 100 MKD.

Ohrid

Kilisenin yanı başındaki bu heybetli konak, hepimizin izlediği televizyon dizisi “Elveda Rumeli” deki kaymakam evi oluyormuş.

Çar Samuel Kalesi

Eski şehrin konumlandığı tepenin en yüksek bölgesinde Orta Çağ döneminden kalan kale var. Ohrid Limanına kadar yayılan 3 km uzunluğundaki kalenin surlarının yüksekliği 3-16 metre arasında değişiyormuş.

Şehrin Bizanslılar, Slavlar ve Osmanlılar tarafından yönetildiği tüm dönemleri yaşayan kale, tarih boyunca birçok kez tahrip edilip yeniden inşa edilmiş.

Ohrid

Buradan seyrine doyamadığımız şehir ve göl manzarası her şeye bedel…Bize ne toptan, tüfekten, kaleden…

Bence kalenin asıl çekici yönü muhteşem manzarası…Giriş ücreti 60 MKD.

Saint Clement ve Panteleimon Manastırı

Ohrid

Plaosnik, Makedonyanın en önemli arkeolojik alanlarından. Bu bölgede Orta Çağ’dan ve Osmanlı döneminden kalan yapıların altında 5. ve 6. yy’dan kalma renkli döşeme mozaiğine sahip iki erken dönem Hristiyan bazilikası ile vaftizhaneler bulunmuş. St. Clement Manastırı, tam da bu arkeolojik alanda Panteleimon Manastırı’nın temelleri üzerine kurulmuş. Ohri’nin ilk Slav piskoposu St. Clement ilk Slav okulunu açmış. Öğrencisi St. Naum’u kutsal metinlerin öğretisine yardım etmek için davet etmiş, birlikte kutsal metinleri Slav diline çevirmişler. Öğrencilerin sayısının artması üzerine St. Naum Ohrid Gölü’nün diğer ucunda St. Naum Manastırı’nı kurmuş. Bizim ziyaret ettiğimiz tarihte Manastırın çevresinde muhtemelen teoloji eğitimi verecek okul inşaatı sürüyordu. Giriş ücreti 100 MKD.

Sinan Çelebi Türbesi

Ohrid

Manastırın yakınında Sinan Çelebi’nin türbesi bulunuyor. Osmanlı yönetiminde Ohrid’de yapılan camilerin vakfiyeleri de varmış. Cami ve Sinan Çelebi’ye ait vakfiye yıkılmış, günümüzde sadece Sinan Çelebi’nin türbesi kalmış.

St. John Kaneo Kilisesi

Ohrid

Aziz John Kaneo Kilisesi adını aldığı Kaneo sahilinin üstündeki göle hakim tepeye inşa edilmiş. Teolog St. John’a adanmış olan kilise aynı zamanda Ohrid’in en güzel manzaralı ve en fotojenik kilisesi unvanını taşıyor. Yapım yılı kesin olarak bilinmemekle birlikte son yapılan yapılan restorasyonlarda kubbesinde 1290 yılına ait değerli freskler bulunmuş. Kilisenin çarpıcı dış mimarisi kadar içinin sadeliği de beni etkiledi.

Eski şehir bölgesindeki turumuzu bu kilisede izlediğimiz nefis gün batımıyla tamamladık.

Ohrid Gölü

Ohrid

Avrupa’nın en derin ve en temiz gölü. Gölün 248 m2 si Makedonya 110 m2 si Arnavutluk sınırları içinde bulunuyor. Güneydoğudaki Prespa Gölü’ne yeraltı kanallarıyla bağlanıyor. 200 den fazla endemik tür barındırıyor. Ancak, aşırı avlanma nedeniyle balık türlerinde azalma görüldüğünden gölde balık avına sıkı kontrol getirilmiş.

İkinci gün Sveti Naum’a göl üzerinden katamaran ile gittik. Tekneler ve katamaranlar ana meydandaki küçük limandan saat 10.00 da hareket ediyor. Burada dikkat edilmesi gereken husus büyük tekneler ara duraklara uğramadan doğrudan Sveti Naum’a gidiyor (10 Euro), katamaranlar ise Su Müzesi ve kiliselerin bulunduğu kıyılarda da mola veriyor (20 Euro). Biz katamaran turuna katıldık, Sveti Naum ve Manastırı yanında Su Tarih Müzesi ile Mother Of Zahumska Kilisesi’ni de görebildik.

Ohrid Gezi Rehberi

Ohrid’in en fotojenik kilisesi St. John Kaneo’ nun denizden profili de çok güzel görünüyordu.

Oteller, tatil köyü, kamping ve balıkçı köylerinin bulunduğu kıyılardan geçtik. Kuzey Makedonya Başkanının rezidansı da göl kıyısındaymış ancak, kaptan anons yapmasa asla fark edemezdik. Gölün karşı kıyısındaki Arnavutluk’a ait yerleşim yerleri de görülebiliyor.

Prehistoric Museum on Water at the Bay of Bones/ Su Tarih Müzesi

Ohrid

Denizaltında 1997-2005 yılları arasında yapılan kazılarda Balkanların en eski kabilesi olan Bryges’e ait kalıntılar bulunmuş. Kalıntıları bulunan yüzen köy aslına uygun olarak yeniden canlandırılmış. Tarih öncesi dönemi yansıtan bu evlerden 21’i dikdörtgen şeklinde inşa edilirken toplantı ve ritüel amaçlı kullanıldığı anlaşılan üçü yuvarlak yapılmış.

Yine bu kazılarda çıkarılan eserler 2008 yılında açılan müzede sergileniyor. Giriş ücreti 100 MKD. Ohrid’in 14 km uzağındaki müzeye kara yolundan da ulaşılabilir.

Mother of Zahumska Kilisesi

Ohrid

Çok özel bir yerde bulunan bu kiliseye kara yolundan ulaşılması mümkün değil, sadece deniz yolu ile gidilebiliyor. 1361 yılında yapılan ilk kilisenin yıkılması üzerine 1898 yılında yeniden inşa edilmiş. Giriş ücreti 100 MKD.

Sveti Naum Bölgesi ve Manastırı

Ohrid

St. Naum Manastırı, göl kenarında yükselen yamacın üzerinde Aziz Naum (835-910) tarafından 900 yılında kurulmuş. Slav kilise ve mimarisinin ilk örneklerindenmiş.

Arnavutluk sınırına yakın, Ohrid’in 30 km güneyinde, Galicica Ulusal Parkı’nda yer alan bu bölge, gölü besleyen su kaynakları, St. Naum Manastırı, restoranları, plajları ve cennet gibi doğasıyla Ohrid’in en popüler ziyaret mekanı.

Ohrid

Manastırın Kilisesi 18. yy’da yenilenmiş, Arnavut Trpo Zograf tarafından yapılan fresklerle süslenmiş. Bugün Manastırın büyük kısmı otel ve restorana dönüştürülmüş.

Ohrid

Güzel tasarlanmış bahçesinden ve tavus kuşlarından bahsetmezsek St. Naum Manastırı eksik kalır. Renksiz beyaz bir tavus kuşuna ilk kez rastladım, albino olabilir mi diye araştırdım. Evet gerçekten albino tavus kuşu olarak adlandırılıyormuş ancak hastalıklı bir tür değil, Hint mavisi tavus kuşunun bir türüymüş.

Ohrid

Bu küçük St. Petka şapelinin arkasında şifa niyetine içilen su kaynağı var.

Ohrid

Biz vakit ayıramadık ama bence Sveti Naum’un olmazsa olmazı olan kayık gezintisi mutlaka yapılmalı, gölü besleyen su kaynakları (Gökovadaki Azmakbaşı gibi) görülmeli (2-3 Euro).

Ohrid’in Yakınındaki Yerler

Ohrid’in yakınındaki Duvalo Volkanı, Resne ve Manastır’ı dört kişi olmanın avantajını kullanarak taksi kiralayarak gezdik, dönüşümüzü Prespa Gölünü de görerek ve Galicica Ulusal Parkı üzerinden gerçekleştirdik.

UNESCO’nun Ohrid’in Dünya Mirası Listesi’nden çıkarılabileceği uyarısı üzerine Kuzey Makedon Hükümetince Galicica Ulusal Parkı’nda 30.000 kişilik bir kayak merkezi inşa etme planından şimdilik vazgeçilmiş. Kuzey Makedonya, Avupa’nın en düşük GSYİH’ na sahip ülkeleri arasında bulunuyor ve turizm sektörü ülkenin kalkınmasında önemli bir yere sahip. Umarım bölgedeki turizmin gelişimi, doğal çevre ve tarihi-kültürel değerlere zarar vermeden sorumlu bir şekilde planlanır.

Ohrid

Prespa Gölü’nün 3 ülke; Yunanistan, Kuzey Makedonya ve Arnavutluk ile sınırı var. Gölün üzerinde Makedonya’ya ait ve insanların yaşamadığı Büyük Şehir Adası bulunuyor. “Yılan” ve “Pelikan” adaya verilen diğer adlar.

Dönüş yolunda birkaç ailenin yaşadığı Upper Horse köyüne uğradık. Köy halkının çoğunluğu daha aşağıda yer alan Lower Horse köyüne göçtüğündenıssız köy bizde bir film karesini izliyormuş hissi oluşturdu.

Duvalo Volkanı

Ohrid’in 7 km kuzeyinde Kosel köyünde bulunan bu sönmüş volkanın Balkanların en son aktif volkanı olduğu ifade ediliyor. Aslında ufacık bir tepe ve üzerinde oluşmuş birkaç küçük krater görüyoruz. Kraterlerden çıkan hidrojen sülfür ve karbondioksit gazı arıların ve yakınındaki canlıların ölümüne neden olmuş. Arıların akıbetine uğramamak için fazla merak iyi değil deyip uzaklaşıyoruz…

Resne

Manastır yolu üzerinde bulunan, İkinci Meşrutiyet’in ilanına yol açan isyan hareketinin öncülerinden kabul edilen Resneli Niyazi Bey’in (1873-1913) memleketi, Resne’yi de özellikle gezi planımıza dahil ettik.

Ohrid

Resneli Niyazi Bey’in arkadaşının Paris’ten gönderdiği kartpostal resminden esinlenerek yaptırdığı ancak hiç yaşamadığı bu köşk, kültür evi olarak kullanılıyor. Köşkte Resneli Niyazi’yi anımsatan hiçbir bilgiye yer verilmemesi üzüntü vericiydi.

Eski dönemlerde killi toprak yapısı nedeniyle Resne’de çömlekçilik ve seramikçilik çok gelişmiş. Kültür evinde Dünyanın sayılı seramik koleksiyonları arasında sayılan Resne seramikleri ile Makedonyalı ressam Kereka Visulceva (1910-2004) nın resimleri sergileniyor.

Ohrid

Köşkün karşısında yolun diğer tarafında ise Niyazi Bey’in yaşadığı, özel mülkiyete ait evi dışından görüyoruz.

Ohrid

Günümüzdeki Resne, nüfus çoğunluğu Hristiyan olan, geçim kaynağı tarıma dayanan küçük bir yerleşim yeri. Özellikle elma yetiştiriciliği yaygın. Resne’nin girişindeki yol üzerindeki caminin altında Resne’nin tek lokantası bulunuyor. İşletmecisi Hristiyan olan lokantanın menüsünde hassasiyet gösterilerek domuz etine yer verilmemiş.

Manastır (Bitola)

Etrafı dağlarla çevrili, dağ eteğine kurulmuş sevimli yemyeşil bir şehir. Birinci Dünya Savaşı’nda büyük yıkıma uğrayan şehir küllerinden yeniden doğmuş. Şehre Dragor nehri yanındaki yoldan giriyoruz, yolun bir tarafında tarihi binalar sıralanmış.

Ohrid

Kuzey Makedonya’nın iş ve ticaret merkezi olan bu şehre öncelikli gelme nedenimiz Atatürk’ün 1896-1898 yıllarında eğitim gördüğü Manastır Askeri Rüştiyesi ve İdadisini ziyaret etmek. Trafiğe kapalı Şirok Caddesi’nin sonunda bulunan okul günümüzde Manastır Milli Enstitüsü ve Müzesi olarak hizmet veriyor.

Müzede Atatürk için anı odası düzenlenmiş.

Ayrıca karma müzede siyasi mücadele tarihini anlatan doküman ve belgeler ile etnografik doküman ve belgeler birlikte sergileniyor. Ancak, müzenin daha etkileyici ve bakımlı olmasını beklerdim, doğrusu hayal kırıklığı yaşadım. Giriş ücreti 120 MKD.

Eski Çarşı Meydanında Saat Kulesi, Yeni Cami, İshak Paşa Cami ve Aziz Dimitra Kilisesi’ni görüyoruz. Osmanlı yönetimi zamanında at pazarı olan bölge şimdi otoparka dönüşmüş. Tarihi hamam ise market olarak kullanılıyor.

Şehrin oldukça hareketli ve eski dokunun korunduğu Şirok Caddesinde birçok kafe ve restoran var. Biz, Dragor Nehri’nin kenarındaki mütevazı lokantayı tercih ettik, burada tattığımız kuru fasulyenin lezzetinden memnun kaldık.

Manastır ziyaretimiz günübirlikti, bu tarihi ve şirin şehirde daha uzun vakit geçirip 1 gece konaklamak uygun olabilir. Kısıtlı zamanımızı etkin kullanabilmek için taksi kiraladık ama şehir merkezine 2 km uzaklıkta bulunan Ohrid otogarından kalkan otobüsler ile rahatlıkla gelinebilir. Ohrid-Manastır arası 70 km ve seyahat yaklaşık 1-1,5 saat sürüyor.

Manastırın 4 km yakınında görmeye zaman bulamadığımız Romalılar döneminden kalan antik bir şehrin de bulunduğunu arkeoloji meraklılarına duyururum.

Struga

Ülkenin güneybatısında, Ohrid’e 15 km uzaklıkta Crni Drim (Kara Drim) nehrinin iki tarafında kurulmuş küçük bir yerleşim yeri. Kuzey Makedonya’nın Müslüman nüfusu yoğun şehirlerinden. Makedonlar Struga için “Struga nema druga- Başka Struga yok” deseler de Üsküp’e giderken güzergahımız üzerinde bulunan Struga’ya Ohrid Gölü’nün Kara Dirim nehrine aktığı yeri görmek amacıyla uğradık, şehri kapsamlı gezemedik. Arnavutluk sınırına 15 km mesafede bulunan Struga’ya bu ülke üzerinden de ulaşmak mümkün.

Ohrid

Struga şehrindeki göl kıyısından başlayan Kara Drim, Anavutluk sınırından geçip Adriyatik denizine dökülüyor. Nedense nehrin Struga tarafında kalan temiz bölümüne “Kara Drim”, Arnavutluk’a gelene kadar suyu kirlendiği halde bu ülke sınırlarında kalan bölümüne “Ak Drim” deniliyor. Ohrid Gölü’nün su seviyesi gölün sularını drene eden Kara Drim’in taşıdığı su ile dengeleniyormuş.

Ohrid, Ohrid incisi diye bilinen özel bir inci ile ünlü. Bu inci bildiğimiz inciler gibi midyenin içinde oluşmuyor, tamamen insan eli ile sardalyaya benzeyen “plasica” adlı balığın pulu işlenerek yapılıyor ve yapımını sadece iki aile biliyormuş. Tesadüf orada bulunduğumuz sırada balıkçılar plasica tutuyorlardı. Rehberimiz ve şoförümüz İlya bize balıkçılardan aldığı bu balığı ve pulunu gösterdi.

Ohrid Gölünde yaşayan balıkların en meşhurlarından olan yılan balıkları da belirli dönemlerde bu nehirden geçiyorlar ve geçişi kapatan balıkçılara bol av oluyorlarmış.

Ohrid Gölünü besleyen suların doğduğu Sveti Naum ile göl sularının boşaldığı Struga Kara Drim’i karşılaştırmam gerekirse Sveti Naum’u mutlaka, Struga’yı ise zamanınız varsa görün derim.

Sonraki durağımız Üsküp’e otoban dışındaki uzun yoldan gittik. Yol üzerindeki köyleri ve hidroelektrik santralini gördük. Bol yeşil ve büyüleyici manzaraların eşlik ettiği çok güzel bir güzergahtı.

Yeme İçme ve Alışveriş

Yemekler bizim damak zevkimize uygun, yeme ve içme sorun değil. Yiyecekler organik ve doğal olduğundan en basit yemekler bile lezzetli ve porsiyonlar büyük.

Biz deniz ürünlerini (balık çorbası, kalamar, balık) tercih ettik. Domates ve soğanla pişirilen Ohrid alabalığını özellikle öneririm. Bir tatlı su balığı olan alabalığın aslında yavan bir tadı vardır ama soslanmış Ohrid alabalığı cidden çok lezizdi. Bir kilogram balığın fiyatı 2400 MKD yaklaşık 40 Euro idi ve dört kişi için yeterli geldi. Triliçe, dondurma ve börekleri de yine tadılabilecek diğer yerel lezzetler. Balığı özellikle en iyi balık restoranında yemek istedik, kime sorduysak Dalga Restoran’ın adını verdiler. Göl kenarında şık, güzel, hem de müzikli bir restoran tavsiye olunur.

Bir gece de Lihnidos Restoran’da balık çorbası ve kalamar denedik. İki yemek de lezzetliydi. Burası daha sade, kafe restoran tarzı.

Ohrid

Magnet gibi küçük hatıra eşyaların dışında Ohrid’ den alınabilecek en özgün şey Ohrid incisi olacaktır.

Son Söz

Arnavut kaldırımlı sokakları, Safranbolu evlerine benzer mimarisi, milli parkları, gölleri, plajları ve zengin kültürel geçmişiyle Ohrid istisnasız herkesin sevip memnun kalacağı bir destinasyon. Şehir küçük ama size geçirdiği duygular büyük. Akdeniz ülkesinde gibi kendinizi rahat hissediyorsunuz, Türkçe konuşamasalar bile sizi anlıyorlar ve iletişim kurmakta zorlanmıyorsunuz, vize yok, diğer Avrupa şehirlerine göre fiyatlar makul. Daha ne olsun… Özellikle kısa süreli tatiller için çok uygun derim. Tabii ki gölün ve muhteşem doğanın tadını çıkarmak ve dinlenmek amacıyla Ohrid’e bir kez daha gelmek isterim.

Kuzey Makedonya’nın cennet köşesi için son sözüm şudur.”Ohrid nema druga-Başka Ohrid yok” Nitekim, UNESCO tarafından 1980 yılında Dünya Mirası Listesi’ne alınması da bunu kanıtlıyor.

Kuzey Makedonya’nın başkenti Üsküp yazımızı okumak isterseniz.

Üsküp Gezi Rehberi: Tarihi mi? Modern mi?

‘Ohrid Şehir Turu’ nu Trip Advisor güvencesi ile aşağıdaki linkten alabilirsiniz

Venedik Gezi Notları: Kısa Kısa – Görülecek En Özel 10 Yer

Venedik

Venedik zaman isteyen, yürümek gerektiren bir şehir. Avuç içi kadar bir alana koca koca zaman dilimlerini sığdırmış bir yer; öyle ya, bizim bildiğimiz, Bizansı, Selçukluları, Osmanlıları epey uğraştırmış bir şehir devletinden bahsediyoruz… Bir de ticaretle zenginleştiğini düşünürseniz, şehrin şatafatını, muhteşemliğini gözlerinizin önüne getirebilirsiniz… Onun için boyutuna aldanmayın; burası bir gezgin için gayet yoğun bir şehir.

Eğer Venedik, gezi rotanızda uğradığınız bir duraksa, sayılı saatleriniz varsa; hiç gerilmeyin, atlayın bir vaporettoya, Büyük Kanal boyunca bir kanal gezisi yapın, sonra da San Marco Meydanı’nda bir kahve içip etrafa bakın, bu bile size epey bir bilgi verecektir.

Venedik Biraz daha zamanınız varsa ve şehri daha ayrıntılı gezmek isterseniz size öncelikle görmenizi ve yapmanızı tavsiye edeceğim on noktayı sıralayayım; kendi tercihimle, elbette… Bu yerlerle veya daha fazlasıyla ilgili ayrıntılı bilgi almak, şehrin öykülerine kulak vermek isterseniz, sayfanın sonunda link verilen, bölümler halinde kaleme alınan uzun Venedik yazılarına  göz atmanızda fayda var.

1.Canal Grande’de bir kanal turu yapın…

Venedik Venedik’i Venedik yapan en önemli özelliği kanalları… Canal Grande, Venedik’in merkezinin bulunduğu iki ada arasındaki su yolu, Venedik’in en büyük kanalı. Burada yapacağınız bir gezinti, size Venedik’i dünüyle, bugünüyle tanıtacaktır. Tabii, bu gezinin en şık hali, gondolla olanı… Yan kanallara girip, şehrin içlerine de göz atabilirsiniz. Ayrıca gondol tam bir Venedik klasiği… Tabii, bunun bir bedeli var. Bunu ödemek istemezseniz, vaporetto ile Canal Grande üzerinde bir gezinti de epey keyifli olacaktır.

2.Palazzo Ducale’yi gezin…

Venedik San Marco Meydanı’nın bir köşesinde turist bekleyen bu yapı, Venedik tarihinin en önemli tanığı. Düklerin Sarayı olarak kullanılan bu Gotik şaheser, yönetim ve yasama amaçlarıyla da kullanılmış. Fransa ve Avusturya hakimiyetini de yaşayan Saray, Venedik’in en muhteşem yapılarından.

3.Basilica di San Marco’yu keşfedin…

Venedik San Marco Meydanı’nın en güzel süsü olan bu göz alıcı Kilise, kubbeli Bizans tarzı yanında Latin istilası sırasında İstanbul’dan kaçırılan eserler ile de dikkate değer. Her köşesi uzun uzun gezilecek bir yer, Pala d’Oro’ya özellikle dikkat…

4.Piazza San Marco’da zaman geçirin…

Venedik Gezi RehberiBasilica di San Marco ve Palazzo Ducale’nin bulunduğu bu Meydan, şehrin kalbi… Kafelerle, lokantalarla çevrili meydanda oturup bir kahve içmek bile, Venedik’in ruhuna dair çok şey hissettirmekte… Burası Venedik’in de bir özeti… Saray ve Kilise yanında, uzun kuyrukları göze alabilirseniz harika bir Venedik manzarasını görebileceğiniz Campanile, Rönesans tarzıyla şehrin ticari bölgesinin girişindeki saat kulesi Torre dell’Orologio, şehrin şaşaalı eğlencelerine tanıklık etmiş Procuratie yapıları, Venedik’in geçmişinin sergilendiği, değerli objelerle süslü Museo Correr, Fatih Sultan Mehmed’in portrelerini de görebileceğiniz Museo Archeologico di Venezia burada yer almakta. Meydanın başka bir güzelliği ise, müthiş lezzetler sunan Caffe Flori ve Caffe Quadri…

5. La Fenice’de Konser…

Venedik1836’daki yangından sonra küllerinden yeniden doğan ve ismini buradan alan Opera salonu, her ne kadar Maria Callas ile anılsa da, Leyla Gencer’in de adını diva olarak sanat tarihine kazıdığı bir yer. Binanın muhteşemliği bir yana, Callas ve Gencer’in aryaları sanki hala yankılanmakta… Ruhu olan binalardan… Konsere gitmeseniz bile rehberli turlara katılabilirsiniz.

6. Gallerie dell’ Accademia ve Scuola Grande di San Rocco’nun tadını çıkarın…

Venedik Scuolalar, Venedik’te 13 yüzyıldan beri muhtelif meslek gruplarına ya da muhtaçlara yardım amacıyla kurulan loncavari örgütlenmelerken zamanla bazıları zenginleşip sanat atölyelerine ve galerilere dönüşmüşler. Venedik’te 8 tane scuoladan bahsedilmekle beraber, Scuola Grande di San Rocco, en muhteşemlerinden.

Venedik Scuola della Cartia olarak da bilinen Gallerie dell’Accadermia ise, Orta Çağ’dan Rönesans ve Barok’a uzanan sanat akımlarının en nadide örneklerini görebileceğiniz muhteşem bir koleksiyon. Mermerden bir kutu görünümündeki yapının işçiliği ayrıca göz kamaştırıcı.

7. Kiliseleri gezin…

Venedik San Marco Kilisesi, Venedik’in olmazsa olmazı… Ama Venedik’in görkemini anlamak için en az 3 kiliseyi gezin. Şehirdeki kilisenin çoğu, muhteşemlikte birbiriyle yarışmakta. Ama bazıları öne çıkmakta. Örneğin Venedik’e Büyük Kanal’ın girişinde bir yarım adada gelenleri selamlayan Santa Maria della Salute Kilisesi, şehrin silüetine damgasına vurmakla kalmıyor, dış cephenin barok taş işlemeleriyle, Tizziano’nun resimleriyle görenleri büyülüyor. Yine Venedik’in girişinde bir ada üzerindeki San Giorgio Maggiore Kilisesi, ulaşımı zor ama mutlaka buna değen yapılardan.

Venedik Büyük Kanalın diğer ucunda karşılıklı duran San Simeone Piccolo Kilisesi ve Santa Maria di Nazareth Kilisesi ayrıca görülmeye değer. Santa Maria Gloriosa dei Frari, Il Redentore, Gesuati, Gesuiti şehrin diğer zenginliklerinden.

8.Rialto’dan geçin…

Venedik Venedik’in simge yapılarından biri de Rialto Köprüsü. Büyük Kanal üzerindeki en görkemli köprü olan Rialto’dan geçmezseniz olmaz… Şehrin en hareketli yerlerinden. Balık, sebze, meyveden tutun pahalı cam objelere kadar herşey var.

9. Palazzo’lar arasından seçim yapın…

Venedik Gezi RehberiVenedik’in önde gelen şahsiyetlerinin Büyük Kanal üzerindeki malikaneleri bugün çeşitli müzelere, büyük şirketlerin idari binalarına ev sahipliği yapmakta. Bu palazzoları ziyaret ederek 17. ve 18. yüzyıl Venedik üst sınıfının yaşantısı hakkında bilgi sahibi olabileceğiniz gibi doğa tarihinden çağdaş sanata kadar, ilgi alanınız neyse, muhtelif müzeleri de gezebilirsiniz. Bunlar arasından benim önerilerimi sıralayayım… Fondaco dei Turco, malikane olarak yapılıp sonradan Türk hanı olarak kullanılan ve şehre gelen Türk tüccarlara ayrılan yer; bugün doğa tarihi müzesi olarak kullanılmakta… Ca’d’Oro ise diğer önerim; Büyük Kanal üzerinde bir dantel gibi süslenmiş taş işçiliğiyle dikkatinizi çekecektir, bugünse Venedikli sanatçıların eserlerine ev sahipliği yapmakta…

Venedik Ca’ Rezzonico ise görkemiyle Büyük Kanal’ın dikkat çeken malikanelerinden, bugün 18. yüzyılda Venedik Yaşamı konulu bir müzeye ev sahipliği yapmakta. Ca’Pesaro ise 17 ve 18 yüzyıl Venedikli sanatçıların eserleri yanı sıra Miro, Matisse, Klimt, Kandinsky, Klee gibi çağdaş sanatın dehalarının eserlerine de ev sahipliği yapan barok şahikası bir yapı. Çağdaş sanatla ilgiliyseniz Guggenheim’da listenizde olmalı.

10.Burano, Murao, Torcello, Lido gezisi yapın…

Venedik Venedik’i çevreleyen onlarca ada arasında Burano, Murano, Torcello ve Lido öne çıkmakta. Lido, Venedik’in sayfiye yeri gibi. Murano cam işçiliği, Burano dantelleri ve rengarenk boyalı evleri, Torcello ise Santa Maria Assunta Katedrali ve Santa Forsa Kilisesi ile ünlü.

Ve son bir öneri… Mutlaka, Rialto köprüsünün bir ucundaki ünlü markaların dükkanlarının bulunduğu Fondaco dei Tedeschi’nin terasına çıkın. Önceden alınan randevularla sadece 15 dakika bulunabileceğiniz teras, sizi nefis Büyük Kanal manzarasıyla karşılayacak… Hele zamanlamayı güneş batışına göre ayarlarsanız, iyi ki Venedik’e gelmişim diyeceksiniz…

Venedik

Burada anlatılan veya anlatılamayan yerler hakkında ulaşımdan tarihçesine daha ayrıntılı bilgi almak, şehir öyküleri okumak isterseniz, Karnaval dahil dört bölümden oluşan Venedik yazılarına göz atın derim.

Keyifli gezmeler…

 

Venedik Gezi Rehberi 1- San Marco Meydanı Venedik’e Dair Her Şey

Venedik Gezi Rehberi II: Canal Grande – Dünyanın En Güzel Bulvarı

Venedik’in Üç İncisi: Murano, Burano, Torcello

Venedik Karnavalı; Bir Maskeyi Sevmek

 

 

Kremna Gezi Rehberi: Uçurum Çiçeği

Kremna

Kremna, Türkiye’de çok sayıda bulunan antik kentlerden biri ve baştan söylemek gerekir ki, en heyecan verenlerinden değil. Ama Kremna’yı biricik yapan Toroslar’ın kucağından baktığı eşsiz manzara. Yunanca uçurum kelimesine yakınlığından dolayı ismiyle müsemma bir yer.

Kremna, Burdur’un Bucak ilçesinde, Çamlık Köyü’nde bulunuyor. Burdur-Antalya yolu üzerindeki Bucak sapağından 15 kilometrelik bir mesafe sonra varılmakta. Aynı şekilde Isparta-Antalya yolundan Kremna sapağından 10 kilometre sonra Kremna’ya gelirsiniz. İki yol da iyi ama Burdur/Bucak üzerinden gelinirse yol daha biraz daha iyi; Antalya yolundan sapılırsa taşlık kısımlar var. İki tarafta da manzara şahane, çam ormanları arasından 1250 metre civarında bir yüksekliğe tırmanacaksınız yine de sanki Antalya tarafında biraz daha keyifli. Özel araç yoksa; Burdur-Bucak-Çamlık yoluyla ulaşabilirsiniz; köy içinden kısa bir yürüyüşle Kremna’ya varacaksınız.

Kremna Kremna, üç tarafı uçurumlarla çevrili bir yer, sadece batı yönünden ulaşılabilen bir tepenin en ucuna kurulmuş. Bu nokta herhalde korunmak amaçlı seçilmiş olsa da pek bir işe yaramamış anlaşılan. Çünkü kim gelmişse ele geçirmiş, elin haydutuna kadar… Pisidyalılara ait Kremna’nın bilinen ilk sakinleri Solymoslularmış sonra MÖ 6. yüzyılda Lidyalılar, MÖ 546’da Persler ve tabii MÖ 336’da Büyük İskender’in eline geçmiş. Büyük İskender’den sonra MÖ 307’de komutanlarından ve İskender hayranı Antiokhos yönetimine ve sonra Seleukosların eline geçen kent, Apameia Barışıyla Pergamon Krallığı’nın olmuş. Pergamon’un son kralı III. Attalos tuhaf bir kişilik; çocuğu olmadığı için ülkesini Roma İmparatorluğu’na bırakmış. Ama III Eumenes bu kararı tanımamış. Hoş tanımamış da ne olmuş; gitmiş, Romalılara yenilmiş. Sonuçta Pergamon Krallığı MÖ 64’te yıkılınca Kremna da Roma İmparatorluğu’na geçmiş.

Kremna Ama bitmemiş; Amasya’da doğan ve ölen coğrafyacı (ve tarihçi) Strabon, MÖ 39-25 arasında Galatia Kralı Amytas’ın bölgeye hakim olduğunu söyler. Amyntas biraz kaygan bir tip; Ceasar’a karşı düzenlenen komploda Brurus ve Cassius’un yanındayken, sonra birden Marcus Antonius’un tarafına geçmişliği var, sonra da Octavius’a destek vermiş. Öyle biri işte. Amyntas’ın ölümüyle Kremna, Roma kolonisi haline gelmiş. Roma döneminin şaşaalı günleri buraya da yansımış. Roma’nın gezgin imparatoru Hadrianus MS 129’da buraya da tırmanmış. İmparator Aeurelianus, bütün Roma İmparatorluğu’na olduğu gibi, buraya da zenginlik ve refah getirmiş. Daha sonra kent Isauralı haydut Lydius tarafından ele geçirilir. Sonunda İmparator Marcus Aurelius Probus şehrin imdadına yetişmiş; tabii Germenleri telef eden birine elin haydudu ne kadar direnebilir, gerçi Lydius epey bir direnmiş, sonra kendi adamları tarafından öldürülmüş. Kadere bakın ki Probus’un sonu da kendi askerlerinin elinden olmuş. Kremna bundan sonra Roma hakimiyetinde yaşamış. Roma İmparatorluğu’nun ayrılmasından sonra Bizans egemenliğine giren şehirde bulunan sikkelere göre Selçuklular zamanında bile burası kullanılmaktaymış.

Ama bugüne kalanlara bakılırsa burası bir Roma kenti. Yine Strabon’a göre, Amyntas burayı ele geçirilemeyecek yerler arasında saymış ama sonucu görüyorsunuz.

Kremna’nın bulunduğu Çamlık köyünün eski adı Girme imiş; Girme ve Kremna arasındaki uyuma takılan R.N.Waddington, yüzyıllar sonra buraları ilk bulan kişi olarak kabul ediliyormuş. 1872’den itibaren Eggert ve Hirschfeld, Kremna ve diğer Pisidya kentlerini araştırırken Kremna’da bulduğu ‘Colonia Iulia Augusta Felix Cremnensium’ ibaresiyle kenti tam tespit edebilmiş. Sterret, Lanckoronski ve Ramsay zaman içinde Kremna ve diğer Pisidya kentleriyle ilgili çalışmalarıyla bölgenin geçmişine ışık tutmuş. Prof Dr Jane İnal 1970’lerde yapığı kazılarda çıkarılan eserler ise Burdur Müzesinde sergilenmekte.

Şimdi bunları anlattım ama gözünüzde müthiş bir antik kent canlanmasın. Öncelikle ilk gördüğünüz öbek öbek taş yığını, sanırım buralar kazı yapılması için sırasını bekliyor. Ayrıca biraz kendi halinde; evet, bir güvenlik kulübesi vardı ama boştu. Antik kent, dağ başındaki girişten dik bir yamaç yürüyüşüyle ulaşılan bir yer olduğu için insan gideceği yol ve mesafe hakkında endişe duyuyor. Neyse ki ben gittiğimde uçuruma karşı arabayı çekip, kendince manzaranın tadını çıkaran birileri vardı; bu yoldan yürü, varırsın, dediler de yolumdan emin oldum, aklımdan hep acaba o kafayla benle dalga mı geçtiler, diye geçirerek…

Antik kente geldiğinizde sur kalıntıları ve şehre giriş kapıları sizi karşılayacak. Gözünüze çarpan binalar ise kütüphane, bazilika ve ilerde tiyatro. Tiyatro önünde nymphaeum/çeşme kalıntıları görülebilir. Tabii Sagalassos’un muhteşem nymphaeumunu gördüyseniz bu size bir şey ifade etmeyecektir. Izgara planlı kentte, akropol ana binaların toplandığı yer, forum ise kütüphane, bazilika, kemerli yapı eksedra bulunduğu bölüm.

Etrafa saçılı yazıtlı taşlar, sütun başlıkları, bitki ve hayvan desenli sütunlar şehrin geçmiş günleri hakkında bilgi vermekte. Agora, sütunlu cadde ve etrafındaki dükkanlar, gymnasium kalıntıları ancak hayal gücünüzle gözlerinizin önünde canlanabilecek durumda; çoğu taş kümeleri halinde… Buralara belki canlandırma panoları konabilir, tabii turistik açıdan Kremna’ya sıra geldiğinde…

Kremna’nın en önemli buluntuları kütüphaneden çıkmış. Bizans dönemine ait mozaik döşemeler, Roma dönemine ait yazılı kaideler, bu kaideler üzerindeki heykeller muhteşem. Nemesis, Athena, Apollo, Leto, Herakles, Aphrodite, Hygieia, Asklepios ve elbiseli anonim kadın heykelleri Kremna’nın parlak günlerinin izlerini taşıyor; görmek için Burdur Müzesi’ne gitmeniz gerekecek.

Aksu Vadisine bakan, Karacaören Göleti manzarasına sahip Kremna, antik kent meraklısı gezginleri ne kadar tatmin eder, bilemem ama bu manzara, içinizdeki yolculuğa bir durak olabilecek muhteşemlikte… Hazırlıklı gelin, artık ‘hazırlık’tan ne anlarsanız…

• Yazıda Hüseyin Metin’in ‘Pisidia’da Görkemli Bir Kent, Kremna’ makalesi ve Burdur Müzesi bilgilendirmelerinden yararlanılmıştır.

Prizren Gezi Rehberi: Kosova Topraklarında Osmanlı İzleri

Prizren

Prizren, Avrupa’nın en genç ülkesi Kosova’nın ikinci büyük şehri ve ülkenin kültür başkenti olarak adlandırılıyor. Aslında başkent Priştine Kosova’nın modern yüzünü, Prizren ise daha çok ülkenin geçmişini temsil ediyor. Prizren’in tarihi ve kültürel dokusu ile doğu ve batının harmonisine sahip olduğunu söyleyebiliriz. 

Şehir bir yandan Yugoslavya zamanında  “eskileri yok et, yeniyi inşa et” dürtüsünden diğer yandan Kosova’nın bağımsızlığını kazanmasından sonra Batılı ülkelerinin Balkanları yeniden dizayn etme çalışmalarından bir şekilde kurtulmuş. Böylece Prizren ülkedeki en iyi korunmuş eski şehre sahip bir yer olarak kalabilmiş.

Arnavutların haklarını, özgürlüklerini ve birleşmelerini savunan siyasi örgüt Prizren Birliği 1878’de Prizren’de kurulmuş. Şehir Arnavutluk ulusal uyanışının başladığı yer olmuş. Şehrin nüfusunun çoğunluğu Arnavut, aynı zamanda önemli ölçüde bir Türk topluluğu da bulunuyor. 1999’a kadar şehirde yaşayan Sırpların çok azı bir zamanlar güçlü olan varlıklarının kederli kalıntılarını korumaya devam ediyor.

Toplam nüfusun şehrin çevresi birlikte 180.000 civarında olduğu belirtilmekte ancak ama bu rakamlar çok da güvenilir değil. Tarih boyunca yaşanan rejim değişiklikleri yerel halkın tahliyesine veya ölümüne neden olmuş. Balkanların herhangi bir yerinde olduğu gibi, burada da etnik köken hassas bir konu ve kiminle konuşsanız herkes karşı tarafın zulüm işlediğini iddia ediyor.

Nüfus yoğunluğuna uygun olarak Arnavutça ve Sırpça  yaygın kullanılıyor, iki dilli sokak işaretleri özellikle eski kentte Türkçe ve İngilizce dilleriyle de tamamlanıyor. Prizren Kosava’da en çok Türk’ün yaşadığı bölge ve Türkçe kullanımı da yüksek.

Kosova’nın bağımsızlığını kazanmasından sonra şehir güvenliği sağlanmış ve suç oranı da oldukça düşükmüş.  Prizren turistler için son derece güvenli bir şehir. Yerli halk turizmden gelir elde ettiği için  yabancılara karşı çok misafirperver.

Ülkede para birimi olarak Euro  kullanılıyor. Euro kuru bizim için oldukça yüksek olduğundan başlangıçta pahalı bir seyahat olacağını düşünmüştüm. Ancak hem Priştine’de hem de Prizren’deki fiyatları görünce epey bir rahatlama hissettim. Özellikle yeme içme fiyatları çevirdiğinizde Türkiye’den bile ucuza geliyor.

Prizren’i tanımak, sokaklarında gezinmek, doğasını keşfetmek ve keyifli bir gezi geçirmek için ilkbahar, yaz ayları ve sonbaharın başları öneriliyor. Prizren, coğrafik olarak güney Kosova’da Sharr Dağları’nın eteklerinde konumlandığından doğa severlerin dağlara ve yürüyüş parkurlarının bulunduğu doğal parklara ulaşmasında bir üs olacaktır. 

Prizren

Şehir, Bistrica (Akçasu) Nehri tarafından ikiye bölünmüş, binaları ve şehir planı doğal olarak şehrin geçmiş yönetimlerinden etkilenmiş. Sırplar Ortodoks kiliselerini, Osmanlılar da camileri yaptırmışlar.

Kosova bölgesi uzun yıllar Osmanlı egemenliğinde kaldığı için günümüzde bu etkiyi Kosova’nın bütün şehirlerinde görebiliyorsunuz. Prizren Osmanlı döneminden kalma cami, köprü, hamam, çeşme gibi mimari eserlere sahip. Prizren’de Osmanlı İmparatorluğu’nun etkisi Priştine’ye göre çok daha belirgin. Bu yapıların çoğu iyi durumda ve TİKA tarafından bir kısmı da restore edilmiş. Şehirde bir Anadolu şehrinde dolaşıyor duygusu uyanıyor.

Prizren

Koruma altındaki şehir merkezi, Arnavut kaldırımlı sokaklar, eski camiler, asırlık kiliseler ve Bistrica Nehri’nin üzerindeki köprüleriyle şirin bir şehir burası. Tepedeki Orta Çağ’dan kalma bir kale de yeşilin her tonundan oluşan şefkatli kollarıyla şehri sarıp sarmalayarak ona göz kulak olmakta.

Şadırvan Meydanı’nı ziyaret ederken Osmanlı etkilerini daha çok hissedebilir, Kalenin tepesinden etkileyici manzaralar çekebilir, tarihin izini sürmek için Eski Şehir sokaklarında dolaşabilir, şehirdeki dikkat çekici simge yapı ve cazibe merkezlerini ziyaret edebilirsiniz. Gittiğiniz mevsime bağlı olarak Sharr Dağları Milli Parkı’nda yürüyüş yapabilir, Dokufest Film Festivali’ne katılabilirsiniz.

Ziyaretçiler şehrin zengin tarihinin, kültürünün ve geleneksel el sanatlarının yanı sıra ülkenin gastronomisinin de tadını çıkaracaklardır. Söylemeliyim ki bir daha bu şehre gitmeye çalışırsam, bu kesinlikle mutfağı için olacaktır! Bütün Balkan ülkelerinde olduğu gibi burada da kahve kültürü gelişmiş. Şadırvan Meydanı’nın yakınlarında bir kafede oturmanızı ve sadece taze demlenmiş çay veya Türk kahvesi içerken yerel insanları izlemenizi öneririm.

Şehrin nüfusu oldukça genç ve eskiden isyancılarla dolup taşan Eski Şehir sokakları akşamları adeta bir karnaval havası yaşanan bir yer haline geliyor. Tarihi, kültürü, yemesi, içmesi yanında şehrin eğlencesi de ayrı bir güzel.

Kısa Tarihi

Prizren’in tarihi, Antik çağlara dayanmakta, yazılı kaynaklarda kentten ilk kez M.S 2. yüzyılda “Theranda” olarak söz edildiği belirtilmekte. O zamandan beri bu topraklar, Romalılar, Bulgarlar, Bizanslılar, Sırplar ve Osmanlılar da dahil olmak üzere birçok krallıklar tarafından yönetilmiş.

Osmanlılar 1454’te Kosova’yı ele geçirmiş. 21 Haziran 1455’te Prizren Osmanlı ordusuna teslim olmuş. Prizren, Prizren Sancağının başkenti yapılmış. Daha sonra Osmanlı Rumeli eyaletinin bir parçası olmuş. İmparatorluktaki kuzey-güney ve doğu-batı ticaret yollarındaki konumundan yararlanarak gelişmiş büyük bir ticaret kenti haline gelen Prizren, Kosova’nın kültür ve entelektüel merkezi haline gelmiş. 1857’de nüfusunun % 70’inden fazlası Müslümanlardan oluşuyormuş.

1912’de Birinci Balkan Savaşı’nda şehir Sırp ordusu tarafından ele geçirilmiş. Savaştan sonra Londra’daki Büyükelçiler Konferansı’nda Arnavutluk devletinin kurulmasına izin verilmiş ve Kosova’nın nüfusu çoğunlukla Arnavut olarak kalsa bile Kosova’nın Sırbistan Krallığı’na verilmesi kararı alınmış.

I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle, 1915’te Prizren Bulgar ve Avusturya-Macaristan güçlerine bırakılmış. 1916’da Avusturya-Macaristan, şehir nüfusunun önemli bir kısmının etnik Bulgarlar olduğu anlayışıyla Bulgaristan Krallığının şehri işgal etmesine izin vermiş.

1918’in sonunda Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı kurulmuş. Krallık, 1929 yılında Yugoslavya Krallığı olarak yeniden adlandırılmış ve Prizren de bunun bir parçası olmuş.

II. Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası ve Faşist İtalya, 6 Nisan 1941’de Yugoslavya Krallığını işgal etmiş ve 14 Nisan’da Prizren ele geçirilmiş. Komşu Arnavutluk’u işgal eden İtalyanlar burayı da işgal etmişler. 

1944’te Alman kuvvetleri, birleşik bir Rus-Bulgar kuvveti tarafından Kosova’dan kovulmuş ve sonra Yugoslavya Komünist Hükümeti kontrolü ele geçirmiş. 1946’da Şehir, Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti’nin kurucu devleti olan Sırbistan Halk Cumhuriyeti’nde Kosova ve Metohija Özerk Bölgesi’nin bir parçası olarak düzenlenmiş. Sırp yönetiminin tekrar gelmesinden yıllar sonra Prizren ve batıda Dečani bölgesi Arnavut milliyetçiliğinin merkezleri olarak kalmaya devam etmiş.

Prizren’in, Sırbistan’dan ayrılıp bağımsızlığını ilan ettiği 17 Şubat 2008’de Yugoslavya’nın dağılması sürecindeki Yugoslavya, yedi ayrı ülkeye bölünmüştür. Sırbistan yönetiminden ayrılan Kosova’dan sonra, özerk yapıda kalan tek bölge Voyvodina’dır.

Prizren, yeni kurulan Avrupa’nın en genç ülkesinin ikinci büyük şehri oldu. Prizren Şehri, kayda değer Arnavut nüfusunun yanı sıra Boşnaklar, Türkler ve Romen topluluğunu koruyan Kosova kültürel ve etnik olarak heterojen şehridir. Prizren ve çevresinde halen az sayıda Sırp nüfus küçük köylerde, yerleşim bölgelerinde yaşıyormuş.

Ulaşım

Priştine’nin Adem Jashari Havaalanı’na, Wizzair, Pegasus, EasyJet ve Air Berlin gibi şirketler uygun fiyatlı uçuşlar sunmaktadır. Çok sayıda Batı Avrupa ülkesinden ve Türkiye’den doğrudan uçuşlar vardır. Türkiye’den THY veya Pegasus Havayolları ile Priştine’ye uçup, buradan karayoluyla Prizren’e ulaşılabilir. Alternatif olarak, daha sık uçuşun yapıldığı Kuzey Makedonya’nın başkenti Üsküp’ten veya Arnavutluk başkenti Tiran’dan otobüs, araba veya taksiyle 2-3 saat içinde Prizren’e ulaşabilirsiniz.

İstanbul’dan Priştine’ye giden otobüs firmalarının çoğu yola devam ediyormuş ve Prizren’e kadar geliyormuş. Biraz yorucu olacak bu yolculuğun maliyeti ise yaklaşık 50 Euro civarındadır.

Prizren’i diğer Kosova şehirlerine, ayrıca Karadağ, Bosna Hersek, Arnavutluk ve Kuzey Makedonya gibi komşu ülkelerde bulunan şehirlere bağlayan düzenli otobüs seferleri de bulunmaktadır. 

Başkent Priştine’deki ana otobüs istasyonundan Prizren’e her 15 dakikada bir otobüs bulabilirsiniz. Bilet ücreti tek yön için 4 € dur, iki şehir arasındaki yolculuk yaklaşık 1 saat 40 dakika sürmektedir.

Ben Üsküp’ten Prizren’e 9 euro bilet ücreti ödeyerek otobüs ile ulaştım.

Yeri gelmişken önemli bir noktayı vurgulamalıyım. Kosova’dan Sırbistan’a geçiş yapamayabilirsiniz. Sırbistan’a gitmek istiyorsanız ya önce Sırbistan’a gidip oradan Kosova’ya geçiş yapın ya da Kosova’ya önce gittiyseniz oradan Kuzey Makedonya üzerinden  Sırbistan’a gidebilirsiniz.

Prizren

Şehir içi ulaşım imkanlarını araştırma gereği duymadım. Çünkü gezilecek yerlerin tamamı birbirine çok yakın ve Eski Şehir bölgesinde bulunuyor. Birçok turistik şehirde olduğu gibi burada da turistler için gezi treni bulunuyor.

Konaklama

Kosova şehirleri konaklama açısından ucuz destinasyonlar arasında bulunuyor. Ancak buradaki oteller Balkanlardaki diğer şehirlere göre biraz pahalı olabilir. Kosova’nın uluslararası sakinleri ve gün geçtikçe artış gösteren gezginler sayesinde Prizren’de de her bütçe ve zevke uygun konaklama seçeneklerinde çeşitlilik gözlenmeye başlamıştır.

Booking.com’da en çok beğeni alan oteller arasında Prior Hotel, Hotel Prizreni, Hotel Tiffany, Hotel Venisi, Hotel Edi Imperial, Hotel Cleon, City Hotel, Hotel Kacinari, Hotel Centrum Prizren bulunmaktadır.

Konaklama maliyetini düşük tutmak istiyorsanız şehirdeki birkaç hostelden birinde rezervasyon yaptırabilirsiniz. Hostel deyip geçmeyin benim de kaldığım ve memnun ayrıldığım Hostel M99  Eski Şehrin tam ortasında yerel bir evde kalma fırsatı sunuyor. Hostel sahipleri de nezih ve kültürlü 2 kardeş olunca ülke tarihini bizzat yerel bir ağızdan öğrenme şansı buluyorsunuz. 2 gece konaklama için sadece 20 Euro ödediğimi belirtmem de seçiminizde kolaylık sağlayacaktır.

Bunun dışında Hostel Bushati, Driza’s House,Hostel BENI ve Bujtina Oltas önerilen diğer hostel ve pansiyonlardır. Bunların dışında apart oteller ve kiralık daireler de bulmak mümkün.

Gezelim Görelim

Prizren gezimize başlayabiliriz.

Taş Köprü

Prizren

Bistrika Nehri, Prizren’in tam ortasından geçerek şehri benzer iki parçaya bölmekte. Balkanlar’da eski taş köprüler görmek hiç sürpriz değildir. Prizren’de Bistrika üzerine tarihte birçok köprü inşa edilmiş, ancak şehrin simgesi haline gelen en özel köprü bu Taş Köprü’dür.

Taş Köprü eski şehrin merkezinde bulunmaktadır. Tarihi belgeler yapılış zamanı hakkında kesin bir bilgi sağlamamakla birlikte kullanılan malzemelere ve yapım tekniğine dayanarak, köprünün 15. yüzyılın sonunda veya 16. yüzyılın başında inşa edildiği kabul edilmektedir.

Yapılışından sonra Taş Köprü büyük değişiklikler geçirmiş. 60’lı yıllarda Bistrika Nehir yatağının inşası sırasında ciddi yapısal hasarlar verilmiş. 1979’daki su baskını ise tüm köprüyü tahrip etmiş ve köprü tekrar inşa edilerek 1982 yılında açılmış. Yani Prizren’de bugünkü köprü orijinal köprü değil. Eski köprünün uzunluğu yaklaşık 30 metreymiş, mevcut köprü sadece 17 metre uzunluğundadır. Taş Köprü yapılışından itibaren sadece yayalar için kullanılmıştır.

Bistrica Nehri üzerine yapılan bu köprünün doğu tarafında Arasta Köprüsü, batı tarafında ise Nalet Köprüsü var. Köprü solda “Şadırvan” Meydanı’nı ve nehrin sağ tarafındaki Saraçhane’yi birleştiriyor. Tam karşınızda gözüken yeşillikler içindeki Kaleyi ve şehrin eski yapılarını seyrederken bir samimiyet ve sıcaklık hissi sizi sarıp sarmalıyor. Taş Köprü nehirle birlikte özellikle gün batımında harika bir manzara sunuyor. Nehir etrafında bahar aylarında, birine benim de rasgeldiğim yarışlar, eğlenceler, festivaller düzenleniyormuş.

Sinan Paşa Camisi 

Prizren

Prizren’in en büyük camisi Sinan Paşa Camisi etkileyici kubbesi, minaresi ve sütunlu dış cephesi, sokaktan bakıldığında muhteşem bir manzara sunuyor. TİKA’nın önemli bir restorasyondan geçirdiği Sinan Paşa Camisi Osmanlı Devleti’nin bu bölgedeki varlığından geriye kalan en önemli anıtlardan biri.

Cami’nin içindeki yazıtlara göre, Sofi Sinan Paşa, burayı 1615 yılında yaptırmış. Bazı kaynaklarda yakındaki Sırp Ortodoks Manastırı’ndaki Kutsal Baş Melekler Manastırı’ndan alınan taşlarla inşa edildiği belirtilen Sinan Paşa Camisi, 1990’da Sırbistan tarafından Olağanüstü Önemde Kültür Anıtı olarak koruma altına alınmış. Kurşunla kaplı büyük bir kubbe ile boyalı ve sarkıt başlıklı mihrabı örten daha küçük yarım bir kubbesi vardır. Kurşunla kaplı konik bir yapı ile kaplanan minaresi 43.5 metre yüksekliğiyle şehirdeki en yüksek yapılardan biridir nehirden ve kaleden bu camiyi görebilirsiniz.

Cami, 1,65 metre kalınlığında duvarlarla inşa edilmiş ve 50’den fazla pencereye sahiptir. Yapıldığı dönemde bir medrese ile bir kütüphanesi de varmış. Caminin girişinde 16. yüzyılda yaptırılan bir çeşme de bulunuyor.

Sinan Paşa Camisi’nin içindeki duvarlar ve kubbe 19. yüzyılda çoğunlukla çiçek desenleri ve Kuran ayetleri ile boyanmış. Minber çiçek motifleriyle süslenmiş. Caminin taş döşemesi ve marangozluk orijinaldir, içi son derece zengin kalem işi süslemelere sahiptir. Cami’de bulunan bu süsleme tarzı Batılılaşma döneminin özelliklerini taşımaktadır. Bu yapı Türk Barok üslubunun Balkanlar’daki en önemli örneklerinden biridir.

Cami ziyarete açık ve fotoğraf çekmeye izin veriliyor. 

Şadırvan Meydanı-Shadervan Square

Prizren

Şadırvan Meydanı, kentin ana meydanıdır. 15-16. yüzyıldan kalma Şadırvan Meydanı,  Sinan Paşa Camisi’ne uzanan ana yaya ekseninin kesişiminde üçgen bir meydan.

Şadırvan Meydanı, yerel halkın buluştuğu, toplandığı, sohbet ettiği, yemek yediği, kahve ve bira içtiği yani sözün özeti hayatı dolu dolu yaşadığı merkez. Meydanın etrafı kafelerle, barlarla, restoranlarla, pastanelerle, küçük dükkanlarla, genellikle iki katlı yapılarla çevrilidir. Meydanın etrafındaki binaların büyük bir kısmı yenilendikleri 19. yüzyılın sonlarına ve 20. yüzyılın başlarına tarihlenmektedir. Açık renklerdeki küçük detaylar ve kentsel özellikler kullanılarak meydanın amacına uygun bir mimari tarz benimsenmiştir.

Yerel halkı gözlemlemek için burada oturup bir kahve içmek ya da yemek yemek için mükemmel bir tercih olacaktır. 

Şadırvan Meydanı’ndaki konumu, şekli ve süsleriyle neredeyse şehrin simgesi haline gelen Şadırvan Çeşmesi’nden su içen kişinin “tekrar Prizren’e geleceği” veya “Prizren’de evleneceği” söylentileri var. Hatta “Kim bu Çeşmeden su içerse Prizren’den ayrılması zor olur” diye bir atasözü de varmış.

Çeşmeden billur gibi bir suyundan içebilirsiniz. Yaz bahar aylarında meydanda geç saatlere kadar eğlence sürüyormuş.

Meydandaki heykel de 1998’de öldürülen NLA/UCK’un komutanı Xhevat A. Berisha’nın anısına yapılmış.

St George Katedrali

Prizren

Saint George Sırp Ortodoks Katedrali, 15. yüzyılda inşa edilen eski bir kilisenin yakınlarına 1856’dan 1887’ye kadar kademeli olarak inşa edilmiş. Katedralin içindeki freskler 17. yüzyıldan kalmadır. Yapı, 1999 ve 2004 isyanları sırasında ağır hasar görmüş. Sonra uzun yıllar tadilat yapılmış ve bugünkü durumuna getirilmiş. Katedral, Temmuz 2012’de, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-moon tarafından ve Mart 2016’da da Galler Prensi Charles’ın başını çektiği İngiliz Kraliyet Heyeti tarafından ziyaret edilmiş.

Koruma altındaki Katedrale erişim genellikle polis tarafından engelleniyormuş. Ziyaretçilerin görevlilerden bahçede yürümek için izin istediklerini ve kilisenin içine giremedikleri belirtiliyor. Bahçeye girerken kapıdaki güvenlik görevlisi beni de durdurdu ve nereden geldiğimi sordu. Sonra şansıma bir ayinin henüz bittiğini ve içeriye kısa bir süre bakıp çıkabileceğimi söyledi.

Aziz Nikolaos Kilisesi (Tutic Kilisesi)

Prizren

Tutić Kilisesi olarak da bilinen St. Nicholas Kilisesi Dragoslav Tutić ve eşi Bela tarafından 1331-1332’de yapılmış. Küçük Sırp Ortodoks Kilisesi 1970 ayaklanmasında büyük hasar gördü. 1990’dan bu yana Sırbistan’ın Olağanüstü Önemdeki Kültür Anıtları listesinde yer alıyor. 2004 yılında Kosova’daki iç karışıklık sırasında kilise tahrip edildi. 2005 yılından bu yana, Avrupa Birliği’nin mali desteğiyle, kiliseyi orijinal haline getirmek için çalışmalar yapılmaktadır.

St.Nicholas Kilisesi, merkezi sekizgen bir kubbesi olan, küçük taş ve tuğladan tek nefli bir kilisedir. Kilisedeki freskler de kısmen korunmuştur. 

Meryem Ana Katolik Katedrali

Prizren

1870 yılında yaptırılan Perpetual Succor Bizim Leydi Katedrali, Roma Katolik Piskoposluğunun merkezi olan bir Roma Katolik Katedralidir. Kilisenin kuzey tarafındaki freskler arasında olan 1883 yapımı İskender Bey freski bulunuyor.

Katedral’in girişine ulaşmak için yokuş aşağı yürüyerek etrafını dolaşmak gerekiyor. İlk gidişimde akşam olduğundan girişine kadar gitmedim. Ertesi gün ise Pazar ayini yapıldığından çok detaylı gezme fırsatı bulamadım.

Prizren Kalesi (Kalaja)

İkinci günümde sabah erkenden kalkarak kaleye doğru yürümeye başladım. Kale şehir merkezine 20 dakikalık bir yürüyüş mesafesinde ve 24 saat açık. Ücretsiz ziyaret edilebiliyor. Yürüyüş güzergahı çok zorlayıcı değil ve arada durup şehri seyrederek soluklanabiliyorsunuz.

Kalaja olarak adlandırılan,  Orta Çağ’dan kalma kale kentin doğu kesiminde, Prizren şehrinin en yüksek yeri olan konik bir tepenin üzerinde stratejik bir noktaya yapılmış. Nehrin sol tarafında, deniz seviyesinden 500 metre yukarıda, surlar içerisinde bulunan 1,6 hektarlık bir alanı kapsamakta. Topografik konumu, şehir üzerindeki hakimiyeti, kaleden görülen doğal manzara ve mimari tasarım, burayı arkeoloji, tarih ve turizm açısından değerli kılmakta. 

Prizren

Bilinen en eski kaynak olan “the Byzantine Chronicler Procopus of Cesar” adlı eserde Dardanya’da ilk kez yenilenen kaleler arasında Petrizen Kalesi’nden bahsedilmektedir. Bölgenin ilk yerleşimi olarak Bronz Devri’nin tarih öncesi yerleşimi ve erken Demir Dönemi’ne ait izler bulunmuş. Ayrıca, Roma Dönemi ve Geç Antik Çağ’dan kalma mimari izlere ve malzemelere de bu kazılarda rastlanmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde kale hamam, cami ve diğer askeri tesislerle zenginleştirilmiş. Kosova’nın Osmanlı yöneticileri 1912’de buradan ayrılana kadar kale bir yönetim merkezi olarak kullanılmış, sonra kale kendi kaderine terkedilmiş. 2008-2010 yılları arasında restorasyon ve koruma çalışmaları yapılmış.

Burada görülecek yerler arasında Silah Deposu, Cami, Gözetleme Kulesi, Gizli Tünel gibi yerler var.

Kale Olağanüstü Önemde bir Kültür Anıtı olarak koruma altına alınmış. Şehrin 200 metre yukarısında bulunan teras, tarihi Prizren Şehri’ni, gökyüzüne süzülen sayısız minareleri, kırmızı çatıları ve çevresindeki Şar Dağları’nın nefes kesen manzarasını kuşbakışı görmek için ideal bir yer. Kalenin manzarası o kadar güzeldi ki Prizren’i ziyaret ettiğimi ve kaleyi atladığımı düşünemiyorum.

Gün batımında adeta bir karnaval atmosferi hakim oluyormuş. Kalede yazın konserler ve tiyatro etkinlikleri de düzenleniyormuş. 2010’dan başlayarak, Uluslararası Belgesel Film Festivali “Dokufest” in bir parçası olarak, kale kapısına çeşitli filmler gösteren ve kalenin turistik işlevini önemli bir kültürel etkinlikle zenginleştiren açık bir sinema da kuruluyormuş.

Kutsal Kurtarıcı Kilisesi

Kaleden geldiğim yoldan şehre geri dönmeye başladım. Yol üzerinde gördüğüm Kutsal Kurtarıcı Kilisesi (The church of the Holy Savior) maalesef kapalıydı.

Prizren

Kutsal Kurtarıcı Kilisesi, Tanrı’nın Meryem’i kabulüne adanmış ve 1330’lar civarında inşa edilmiş Sırp Ortodoks Kilisesidir. Kilise tüm bölgeye hakim ve Prizren’in olağanüstü güzel manzarasını sunan Podkaljaja adı verilen Kalaja Kalesi’nin altındaki küçük platoda yer almaktadır. Podkaljaja Mahallesi bir zamanlar Sırp ve Aromanian nüfusu yoğun bir bölgeymiş. Ancak günümüzde bu bölge tamamen yıkılmış, yanmış ve ıssız Sırp evlerinin sadece harap kalıntıları görülebiliyor. Kilise 1990 yılında Olağanüstü Önemde Kültür Anıtı olarak ilan edilmiş ve Sırbistan Cumhuriyeti tarafından korunuyormuş. Kosova’daki 2004 iç karışıklığı sırasında ağır hasar gördüğünden bir süre ziyarete kapatılmış. Günümüzde ziyarete açık olduğu ve 2 € giriş ücretinin olduğu belirtilmekle birlikte buna ilişkin herhangi bir emare göremedim.

Taş Köprü’nün doğu tarafında Arasta Köprüsü, batı tarafında ise “Mavi Sevgi Köprüsü” olarak da bilinen Nalet Köprüsü bulunuyor. Köprüdeki kilitler ise görülmeye değer, böyle bir yerde iyi iş yapacağı için kilit satmak isterim!

Prizren

Arasta Köprüsü 18. yüzyılda inşa edilmiş ve kapalı bir pazara hizmet vermiş.

Nalet Köprüsü ise, başlangıçta ahşaptan yapılmış küçük bir köprüymüş. Köprünün adı “şeytanın köprüsü” anlamına geliyor. Böyle adlandırılmış çünkü eskiden bu köprüyü geçerken insanlar kayıp nehre düşüyorlarmış.

Prizren yerlilerinin Tabakhane Köprüsü olarak da bildikleri “Suzi Çelebi” Köprüsü 1513 yılında inşa edilmiş. Tabakhane semtine geçmek için kullanılan köprü yıktırılmış ve şimdilerde yeniden inşa ediliyormuş.

Halveti Tekkesi-Halveti Teqe

Halvetilik, Kosova’da en yaygın tarikatlardan biriymiş ve Prizren şehri de Halvetiliğin merkezi olarak kabul ediliyormuş.

Türk Konsolosluğu’nun yanındaki sokaktan ilerleyerek Halveti Tekkesi’ne ulaştım. Bahçede iki kişi oturmuş çay içiyordu ve öncelikle nereden geldiğimi sordular. Türk olduğumu öğrenince görevli kişi kilitli olan kapıyı açtı ve fotoğraf çekmeden gezebileceğimi söyledi.

Bistrica Nehri’nin yanında, Kukli Bey Camisi’nin yanında bulunan bu tekke, Hüseyin Yeniceli’nin halifelerinden Şeyh Pir Osman Baba tarafından 1712 yılında kurulmuş. Şeyh Osman Efendi, bugün Arnavutluk sınırlarındaki Veje Köyünde doğmuş, medrese eğitimini Serez’de (Yunanistan) tamamladıktan sonra Halvetî dergâhına girmiş, daha sonra da Prizren’e gelerek bu tekkeyi kurmuş. Bu tekke, Arnavut bölgelerindeki ilk Ramazânîlik tekkesi olmuş ve sonradan kurulanların da merkezi haline gelmiş.

Tekkede büyük bir semahane, avluda bir şadırvan ve diğer bölümlerin yanı sıra tekkenin önceki şeyhlerinin kabirleri de bulunmakta. Türbe içinde sürekli olarak mum yanıyormuş. İç kısmı, çiçek ve arabesk motifli seramik çinilerle süslenmiş semahanede müzik aletleri gibi tekkeye has unsurlar bulunuyor. Tekkenin içinde birçok el yazması ve beratların bulunduğu zengin bir kütüphaneye sahip. 

Kukli Mehmet Bey (Saraçhane) Camisi

Prizren

Kukli Mehmet Bey-Saraçhane Camisi, şehrin merkezinde, daha önce deri işleme ustalarının çalıştığı ve buğday pazarının kurulduğu Saraçhane semtinde yer almaktadır. Kentin en eski camilerinden biri ve özel kültürel ve tarihi değerlere sahiptir. 1531 yılında, Selanik’ten Bosna’ya kadar olan bölgenin Valisi olan Kukli Mehmed Bey tarafından yaptırılmıştır.

Prizren Etnografya Müzesi

Prizren

Tabelaları takip ederek bu müzeye ulaştım. Aslında tam zamanında gelmişim çünkü pazar günleri burası geç açılıp erken kapanıyormuş. Zaten müzenin çalışma saatleri de öyle çok düzenli değil anlaşılan. Görevli 1 Euro ücreti aldıktan sonra muhteşem kıyafetlerle ve etnografik eşyalarla dolu olan 2 katı gezdirdi.

Tarihi binada bu samimi küçük müzede, kostümler, el sanatları ve ev aletlerine ilişkin ilginç bir sergi bulunuyor. Aslında sergilenenler bize uzak eşyalar değil, sanki Anadolu’nun bağrından çıkıp gelmişler gibi!

Müze Binası da Şeyh Zade’nin Eski evinin restorasyonuyla müze haline getirilmiş

Gazi Mehmet Paşa Hamamı 

Prizren

Hamam, Prizren’deki oryantal ve yerel geleneklerin birleştiği erken dönem Osmanlı döneminin en karakteristik tesislerinden biri olarak kabul edilmektedir. Güney Doğu Avrupa’nın en değerli hamamlarından biri olan Prizren Hamamı, tarihsel, mimari, sosyal ve çevresel öneme sahip olmasının yanı sıra, Prizren ve yöresinde yerel yaşama yüzyıllar boyunca entegre olan Osmanlı kültürünün manevi ve kültürel mirasının da bir simgesi olarak kabul edilmektedir.

Gazi Mehmet Paşa Hamamı, şehir merkezinin çok yakınında, Kukli Mehmet Bey Camisi ve Emin Paşa Camisi’nin yakınlarında yer almaktadır. 1563-1574 döneminde İşkodra Sancak beyi olan Gazi Mehmet Paşa tarafından 1573-1574 yıllarında yaptırılmıştır. Aslında Türk Hamamı, Bayraklı Camisi, ortaokul (medrese), ilkokul (meytep), kütüphane ve türbe de dahil olmak üzere kurulan büyük mimari bir kompleksin bir parçasını oluşturmaktadır.

Hamam, tuğla ile birlikte çeşitli taşlardan inşa edilmiştir. Duvarlarının genişliği yaklaşık 90 cm olup çatısı, soğukluk ve giriş kısmı üzerine inşa edilmiş iki büyük kubbeden ve sıcak kısmı üzerinde yapılmış dokuz küçük kubbeden oluşmaktadır.

Hamam “çifte hamam” yani her iki cinsiyet tarafından da aynı anda kullanılmıştır. Hamamın erkek kısmı kadınlar için ayrılan kısımdan daha büyüktür. 

1944 yılına kadar hamam olarak hizmet vermiş ve daha sonra peynir deposu olarak kullanılmış. 1954’ten beri devlet korumasında olmasına rağmen, 1981 yılına kadar bakımsız kalan hamam bu tarihte onarılmış. 2000 yılından bu yana, hamam çeşitli kültürel, sanatsal ve eğitim faaliyetleri için galeri olarak kullanılmaktadır.

Arasta-Evrono Camisi Minaresi

Prizren

Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan bir başka ilginç eser de Arasta Camisi’nin minaresidir. Arasta Camisi 1526-1538 yıllarında Evronoszade Yakup Bey tarafından yaptırılmış ve minare sonradan eklenmiş. Bölgedeki esnaf ibadet için bu camiye gelirmiş. 1960’larda Arasta Camisi ve Arasta Mahallesindeki birçok bina yıkılarak yerlerine çok katlı binalar inşa edilmiş. Bu durumdan sadece caminin minaresi kurtulmuş. 1970’lerde onarımı yapılmış ve bir kültür mirası olarak koruma altına alınmış. İlginç bir bilgi de vereyim. Minarenin üzerinde taşa kazılmış bir Davut Yıldızı da bulunuyormuş.

Emin Paşa Camisi

Prizren

Son dönem Osmanlı mimarisinin seçkin örnekleri arasında “Saraçhane” semtinde, 1789’dan 1843’e kadar Prizren Sancak Beyi olan Mehmet Emin Paşa tarafından 1831 yılında yaptırılan camidir. Emin Paşa camiye ilave olarak, meytepi ve diğer yapıları da inşa ettirmiş. Caminin inşası bölgeye özgü ve Sinan Paşa Camisi’ne oldukça benzer, ancak daha küçüktür.

İç mekan süslemeleri ve işçilik Sinan Paşa Camisi’ndeki ikinci etap resimlerine çok benzemektedir. Her iki yapının bezemesinin aynı ustalar tarafından yapıldığına işaret olabileceği belirtilmektedir. İç ve girişteki dış duvarlardaki resimler, 19. yüzyıl Avrupa sanatının nüfuzunu ve etkisini yansıtan Barok tarzındadır. Motifler, mavi ve sarı renklerin hakim olduğu çiçekli bir doğaya sahiptir.

Prizren

Caminin avlusunda, Emin Paşa’nın mezarı da dahil olmak üzere eski mezarlar bulunmaktadır. Cami 90’lı yıllardaki küçük müdahaleler dışında orijinalliğini korumuş ve en son TİKA tarafından restorasyonu yapılarak 2016 yılında tekrar ziyarete açılmış. Caminin bahçesinde üzerinde “şehitlerin zaferi” anlamına gelen “lavdi deshmoreve” yazılı bir de anıt bulunuyor.

Gazi Mehmet Paşa Camisi-Bajraklı Cami

Sırada muhteşem bir yapı olan Bayraklı Camisi var. Bu caminin içini görebilmek için 4 kere geldiğimi, en son gelişimde ancak başarılı olabildiğimi, ama bu çabama değdiğini anlatmalıyım. Buradaki camilerde vakit namazları kılınacağı zaman cemaat için kapı açılıyor, diğer zamanlarda sürekli kilitli tutuluyor. Sadece merkezde olduğu için Sinan Paşa Camisi gün içerisinde açık oluyor.

Prizren’deki en eski ve en büyük camilerden biri olan Gazi Mehmet Paşa Camisi, İslam sanatının en eski anıtlarından biri olarak görülüyor. Girişin üzerindeki yazıta göre Cami 1561’de inşa edilmiştir. Cami  Arnavutluk Birliği Müzesi’nin arkasında bulunmaktadır. Arnavutluk Birliği Kompleksi, Gazi Mehmet Paşa Hamamı ve eski kent evleri ile birlikte Mehmet Paşa Camisi, Osmanlı mimarisini en iyi şekilde yansıtmaktadır.

Tesadüfen caminin önünde rehberler eşliğinde bir Türk öğrenci grubu gördüm. Sanırım Başkonsolosumuz onlara Kosova tarihi ve kültürüyle ilgili bilgi veriyordu. Rahatsız etmeden kenarda ben de anlatılanları dinledim. O sırada vakit namazı nedeniyle caminin kapısı açıktı ama ben dinlemeyi bırakıp gezmeye geldiğimde kilitlenmiş buldum!

Caminin kare bir tabanı ve çok sayıda penceresi var. Caminin mihrabı ve minberi mermerden yapılmış. Süslü ahşap işleri, ayrıntılı mavi ve beyaz resimleriyle Prizren’deki en güzel camilerden biri olan Gazi Mehmet Paşa Camisi, dokuz çeşmenin yanı sıra büyük bir avluya sahiptir. Mehmet Paşa’nın mezarının olduğu caminin avlusuna altıgen bir türbe inşa edilmiş. Caminin bulunduğu kompleks, bir lise (medrese), bir ilkokul (meyteb), bir kütüphane, kurucusu için bir türbe ve camiden yaklaşık 150 metre uzaklıktaki Gazi Mehmet Paşa Hamamı’ndan oluşuyor.

Arnavutluk Prizren Birliği

Prizren

Arnavutluk Prizren Birliği 1878’de etnik Arnavutların çıkarlarını korumak için kurulmuş. Birlik Arnavut bölgelerinden gelen 300 temsilci ile Bosna ve Sancak’tan gelen Boşnakların toplanmasıyla ilk kez faaliyete başlamış. Bu toplantının amacı, Prizren, İşkodra, Manastır ve Yanya’dan oluşan Osmanlı vilayetlerinde özerk bir Arnavut devleti oluşturmakmış. Birlik İskender Bey’den sonra birleşik bir Arnavut devleti kurma yönündeki ilk ciddi çaba olmuş. Kompleks 1999 yılında Sırp kuvvetleri tarafından tahrip edilmiş. Ancak bugün kompleks restore edilmiş ve ziyarete açılmış. 

Siyasi liderlerin ilk kez toplandıkları bu kompleks, Birliğin tarihine adanmış küçük bir müzeye dönüştürülmüş. Karşılıklı 2 binayı gezebilmek için önce 1 Euro ödeyerek bilet almanız gerekiyor. Müzedeki her şey çok karmaşık ve çok az şey İngilizceye çevrilmiş. Bu milliyetçi birlikle ilgili fotoğraflar, yazışmalar ve çeşitli eşyaları görebileceğiniz gibi bir etnoğrafya müzesi gibi yöresel eski giyim kuşamı, mutfak eşyalarını ve hatta eski tabloları da görebiliyorsunuz.

Saat Kulesi ve Arkeoloji Müzesi

Prizren

Eski Şehrin biraz dış kısmında bulunan Saat Kulesi ve Arkeoloji Müzesi’ne doğru yürüdüm. Ne yazık ki Müze kapalıydı ve sadece dışarıdan fotoğrafını çekmekle yetindim.

Saat Kulesi 1948 yılında inşa edilmiş. Arkeoloji Müzesi, 15. yüzyıldan kalma bir hamamda yer alıyor.  Prizren ve çevresinden toplanan 790’dan fazla arkeolojik eserleri bulabileceğiniz bir müze, 1975’te açılmış. Sergilenen nadir eserler arasında, “Prizren Koşucusu”, “Oturan Oğlak”, “Pirana Habercisi”, dikili taşlar, adak taşları ve paralar bulunmakta. 

Ljeviš Meryem Ana

Prizren

Ljeviš Our Lady Ortodoks Kilisesi’nden dönüştürülen Fethiyye-Cuma Camisi, Sahatkulla’da (Sırp Mahallesi) bulunan ve bugün artık kullanılmayan tarihî ve dinî bir yapıdır. Kilise ilk olarak Bizans İmparatoru II.Basileios tarafından 1018 yılında yaptırılmış ve 1306-1307 yıllarında Sırp Kralı Stefan Milutin tarafından restore edilerek katedrale çevrilmiş. Katedralin Slavca ismi “Bogorodica Ljeviška”dır. Yazılı kaynaklardan Fatih Sultan Mehmet’in 1455 yılında buraya gelerek Prizren’in en büyük Ortodoks Kilisesi olan Sv. Bogorodica’yı Cuma Camisine dönüştürdüğü anlaşılmaktadır. Hatta Osmanlı belgelerinde bu yapı, “Fatih Sultan Mehmed Han Camii” olarak kayıtlıdır.

Camiye dönüştürüldükten sonra çan kulesi üzerine bir minare ilave edilmiş. 1858 yılında yapılan onarım esnasında eski minare harap ve yıkık olduğundan kilisenin çan kulesi üzerine bir şerefe ilavesiyle minare onarılmış. 1912 yılında Osmanlı İmparatorluğu şehri terk etmekle birlikte burası 1918 yılına kadar yerel halk tarafından cami olarak kullanılmaya devam etmiş. 1923 yılında kiliseye yapılan bütün eklemeler sökülmüş, minare yıkılmış ve tekrar kiliseye çevrilmiş.

1990’da Sırbistan, Ljeviš Leydi’yi Olağanüstü Önemde Kültür Anıtı olarak belirlemiş. Kilise Haziran 1999’dan sonra KFOR tarafından korunmuş. Ancak bu eski yapı, 1999 sonrasında NATO ve uluslararası güçlerin kontrolündeki Kosova’da 2004 yılında yaşanan iç karışıklıklar sırasında yakılma girişimiyle karşı karşıya kalmış. Bu kundaklama girişiminden kurtulsa da yapıda tahribatlar yaşanmış.

13 Temmuz 2006 tarihinde bölgedeki siyasi istikrarsızlıktan kaynaklanan yönetim ve koruma güçlükleri nedeniyle Ljeviš Leydi, UNESCO’nun Tehlike Altındaki Dünya Mirası Listesine bir bütün olarak, Visoki Dečani sitesinin (Kosova’daki Orta Çağ Anıtları olarak adlandırıldı) bir uzantısı olarak alınmış. Sırbistan’ın sponsor olduğu bir grup uzman, hasarı değerlendirmek için birkaç kez kiliseyi ziyaret etmiş, ancak somut adımlar atılamamış. Kilise sürekli yağmalara maruz kalıyormuş ve özellikle kurşun olan çatıdaki bu inşaat malzemesi tekrar tekrar çalınıyormuş.

Bugün kullanıma kapalıdır ve güvenlik güçlerince koruma altına alınmıştır. Dikenli tellerle çevrili ağır kapılar yakın zamanda tekrar açılmayacağı izlenimini veriyor. Katedrali koruyan bir güvenlik görevlisi varmış ve zarar verme niyetinde olmadığınızdan emin olursa kiliseye girebiliyormuşsunuz. Ancak ben çevrede böyle bir görevli göremediğimden içeriye giremedim.

Maksut Paşa Camisi ve Maraş Çınarı

Prizren

Araç trafiğine kapalı olan Maraş Bölgesi, Osmanlı eserlerinin çokça olduğu bir yer. Bölgenin en eski mimari yapılarından biri olan Maksut Paşa Camisi dönemin Osmanlı yöneticisi Maksut Paşa tarafından 1640 yılında inşa ettirilmiş. Cami Nehrin hemen yanı başında bulunuyor ve bulunduğu bölgeden dolayı Maraş Camisi olarak da biliniyor.

Yaklaşık 400 senedir ayakta olan Maraş Camisi’nin sade bir görüntüsü var. Dış cephesi defalarca onarılan Caminin orijinal mimarisi korunmuş. Cami girişinde yer alan Ayyıldız simgeleri ve süslemeleriyle dikkat çekiyor. Namaz saatine denk gelmediğim için caminin içini göremedim, içindeki ahşap işlemeler ve büyük pencereleriyle eski Prizren evlerine de benzediği belirtiliyor.

Ülke genelindeki camiler içinde önemli bir özelliğe de sahip olan tarihî Cami, Kosova’da Sinan Paşa Camisi’nden sonra Türkçe vaaz verilen ikinci cami olmuş.

Prizren

Camiden çıkıp nehir kenarındaki güzel manzaralı yolu yürümeye devam ettim ve büyük bir alanda nehrin kenarında gökyüzüne süzülen asırlık Maraş Çınarını buldum. Rrapi i Marashit yani Maraş Çınarı muhtemelen Kosova’nın en yaşlı ağacı, tahminen 350 yaşın üzerinde olan heybetli ağacın yüksekliği 20.9 metre civarındaymış.

İlyas Kuka Cami

Prizren

Aynı adı taşıyan mahallede, üç sokağın birleştiği ve üçgen oluşturan doğu güney köşede kurulmuştur. Cami içine götüren kapı üzerindeki Kitabede caminin kurucusu Kukli Mehmet Bey, dedesi İlyaz Kuka adına yaptırdığı ve tamire muhtaç olduğu belirtilmiştir.

Buna göre İlyaz Kuka mescidi 1513 yılından önce vardı ve hizmet etmekteydi. Mescit Kukli Mehmed Bey’in torunu Mehmed Bey tarafından camiye dönüştürülmüş.

Binbaşı Çeşmesi

Prizren

Yapım tarihi bilinmeyen çeşmenin, Osmanlı İmparatorluğu’ndan bir subay tarafından inşa ettirildiği düşünülmektedir.

Belediye-Beledija

Prizren

Belediye, ilk Prizren Belediye Meclisi’nin 19. yüzyılın sonunda toplandığı bir binadır. 19. yüzyılın sonlarında önemli bir idari, ticaret ve kültür merkezi olan Prizren’in, Tabakhane semtine o döneme göre modern bir belediye binası inşa edilmiş. İki katlı yapı neo-klasik tarzın bir örneğini oluşturuyor. Bu bina geç dönem Osmanlı şehirlerindeki kamu binalarında zamanın Avrupa mimarisinin bir yansıması olarak görülmektedir. Günümüzde bina turist danışma ofisi olarak kullanılmaktadır.

Yeme-İçme

Kosova mutfağı lezzetli, ucuz ve çok çeşitli. Arnavutluk’la olan siyasi ve kültürel bağların etkisi Kosova mutfağında da kendini gösteriyor. Prizren’de 20 yılı geçkin bir süredir bulunan uluslararası sakinlerden dolayı mutfak lezzetleri bir ölçüde değişmiş. Bu durumda Avrupa, Asya ve tabi ki Balkan mutfaklarının ilginç bir karışımını bulacağınız anlamına geliyor.

Prizren şehir merkezinde ve ara sokaklarda geleneksel Kosova yemekleri sunan birçok restoran, lokanta ve kafe var. Geleneksel yemek dışında da yemek yiyebileceğiniz kiosklar, fast-food lokantaları ve uluslararası mutfak sunan restoranlar bulunmakta. Fiyatlar ucuz ve porsiyonlar doyurucu.

Balkan ülkelerinin hemen hepsinde olduğu gibi, Prizren’de de yemeklerin geneli etli. Neredeyse tüm lokantalarda ızgara et (qebapa veya salsiccia), kuzu pirzola (tavada veya yoğurtla pişirilmiş), biber dolması, lahana sarması ve çeşitli burek veya Arnavutça Flija servis edilmektedir.

Prizren’de mutlaka, bir qebaptore’da yani kebapçıda yemek lezzetli bir deneyim. Şehir merkezinde ve Şadırvan Meydanı’nda bu restoranlardan bol miktarda göreceksiniz. Balkanlarda en sevdiğim şey, beyaz peynir, ıspanak veya etle doldurulmuş burekler. Genellikle içilebilir yoğurt eşliğinde kıymalı veya peynir dolgulu böreğin maliyeti 1-2 Euro civarında olacaktır.

Şömineli samimi kafelerden, muhteşem müzikli modern tekno barlara kadar burada ne ararsanız bulacaksınız.  Nehir boyunca sıralanan yerler de oldukça atmosferik ve güzel manzaralı. Bir macchiato yudumlayın, çünkü yerel halk kendi kahvelerinin İtalya’dakilerden bile daha iyi olduğunu iddia etmektedir.

Ayrıca Kosova’da Balkan şarapları ve rakı ile birlikte, bölgesel şaraplar ve bira da üretilmektedir. Ulusal biraları olan Sabaja, Amerikan-Arnavut girişimi olan ilk mikro bira grubudur.

Birkaç mekan önerisinde bulunarak ağzı sulandıran bu faslı da kapatmak isterim.

Daha deneyimli ve aynı zamanda kalite, servis ve fiyat olarak oldukça iyi olan popüler Te Syla Restoranını şiddetle öneriyorum. Zaten baktığınızda bütün masaların her zaman dolu olduğunu göreceksiniz. Burada Balkanlarda meşhur olan Cevabi köftenin Kosova’lı eşdeğerini (pljeskavica) yedim ve yanına da yoğurt istedim. Bu lezzetli yemek için sadece 5 Euro ödedim.

Restaurant Ambienti, Nehre bakan bir yamaçta bulunan ve mütevazı fiyatlarla uluslararası yemekler sunan güzel bir restoran. Restaurant ODA, Taş Köprü’nün hemen yanında bir restoran. Restoran Pauza, geleneksel yemeklerin yanı sıra spagetti, salata ve çorbalar sunan, şarap ve rakı içebileceğiniz, iç mekan tasarımıyla güzel bir restoran.

Besimi-Beska Restoranı, Şadırvan Meydan’ında uygun fiyatlarla kebap ve uluslararası yemekler sunan bir diğer restoran. Qebaptore Afrimi, fazla bilinmeyen ama gurmelerin Prizren’deki en iyi kebap yenilecek yer olarak gösterdikleri küçük bir restoran. Restaurant Marashi, Nehir yakınında bulunan bir diğer güzel restoran. Tiffany Restoran, mükemmel bir yemek için arayıp mutlaka bulmanız gereken bir yer.

Prizren

Et dışında lezzet arayanlar için, keyifli bir iç mekana sahip ve fiyatları uygun olan pizzacı Vintage bu kapsamda önerilmekte.

Prizren’de börek için en iyi yerin Şadırvan Meydanı’nda ki Saraybosna Burek olduğu belirtiliyor. Börek için bir diğer yer olan Burek Sarajeves yine Şadırvan Meydanı’nda Ben de sabah kahvaltımı burada yaptım. Tepeleme börekle dolu tabağın hepsini bitirdim ve yanında da ayran içtim ve sadece 1,20 Euro ödedim.

Prizren’de geleneksel baklava ve tulumba gibi tatlıları da bulabilirsiniz. Geleneksel tatlılar için en iyi yerlerden biri St. George Katedrali’nin karşısında Shendeti kafe-pastane. Ben de tesadüfen buradan dondurma aldım ve çok beğendim. Ancak ismine bakmadığım için ertesi gün bozasının meşhur olduğunu okuduğum bu yeri fellik fellik aradım. Artık vazgeçip buraya dondurma yemeye gidince adını gördüm ve tabi bozasını da içtim. Fiyatları da oldukça uygun bir yer, 2 top dondurma için 1 Euro ve bir bardak boza için 0,50 Euro ödedim.

Kahvaltı ve baklava için önerilen bir diğer mekan Missini Sweets’dir.

Prince Coffee House, Kosova’da popüler bir kahve zinciridir. Prizren şubesi, açık havada oturabileceğiniz, güzel dekore edilmiş bir iç mekana sahip, Türk kahveleri ve macchiato’ları mükemmel olan, sıcak günlerde buzlu kahve içebileceğiniz güzel bir mekandır.

Kosova şehirlerinde genç nüfus oranı oldukça yüksek. Dolayısıyla bu durum şehri eğlence, etkinlik, yeme içme anlamında çok dinamik ve hareketli bir yer haline getiriyor. Kentin dans kulüplerinde, çok sayıdaki tarz barlarında canlı müzik keyfi yaşanabilir.

Kafe Libraria Sindikata, kahve ve bira içebileceğiniz bir mekan. Sinan Paşa Cami’sinin hemen arkasında bulunan kafe-bar “La Linea” da önerilen bir diğer mekan. Fellas Coffe-Kitchen, öğleden sonra bir bira veya kokteyl içmek için güzel bir yerdir.

Önerilen diğer barlar, Kosova craft birası Sabaja içebileceğiniz Bar Aca, Destill, Kafja Jeme, Barcode ve Te Kinezi mekanlarıdır.

Alışveriş

AVM tarzındaki büyük alışveriş merkezlerinin henüz yaygın olmadığı Prizren’de alışverişinizi genellikle geleneksel dükkanlar ve pazarlardan yapabilirsiniz. Zaten Eski Şehir bölgesini gezerken adeta Anadolu’daki bir şehri geziyormuş duygusuna kapılıyorsunuz. Benzer geleneksel kıyafetler, bakır eşyalar, seramikler ve işlemeler ne ararsanız hepsi var.

Prizren ve çevresinde halen üretilmeye devam eden az sayıda geleneksel el sanatları çalışmaları ilginizi çekebilir. Prizren’de, halı ve nakış satan bazı kadın kooperatifleri varmış. Prizren için en geleneksel el sanatı her zaman telkari olmuş.

Çarşamba günleri pazar kuruluyor. Ahşap işleri gibi el sanatlarına ek olarak, ucuz olan fabrika işi dekorasyon malzemeleri ve biblolar da satın alabilirsiniz.

Son Söz

Tarihçiler, “Prizren’in her taşı kendi başına bir tarih” derken, yerel şarkılardan biri de “Prizren, şarkıların ve aşkın şehridir” diyormuş. Bu sözlerden Prizren’de tarih ve kültürle harmanlanmış romantik ve eğlenceli bir şehir bulacağınız anlamına geliyor. Nedendir bilemem ama bazı şehirlerin kendine has bir büyüsü var. Şehirde yıllardır yaşamışım gibi bir samimiyet ve sıcaklık hissettim. Şehrin bu otantik dokusu henüz bozulmamışken gidin bizzat deneyimleyin derim.

Eskişehir Gezi Rehberi: İç Anadolu’da Bir Avrupa Şehri

Eskişehir Anadolu’da çok sayıda turist çeken bir şehrimiz. Bir yandan tarihi dokusunu korurken, bilim, sanat, mimari ve estetik değerlere verilen önem ile Anadolu’nun ortasında çağdaş bir Avrupa kenti kimliğini kazanmış. Anadolu Üniversitesi kurucusu ve rektörü Prof.Dr. Yılmaz Büyükerşen gençler için kaliteli ve huzurlu eğitim alacakları bir Üniversite yaratmış. Sonrasında belediye başkanlığı ile tüm şehir halkının çağdaş bir şehirde mutlu, huzurlu yaşamasının taşlarını tek tek döşemiş görünüyor. 

Eskişehir, İç Anadolu Bölgesi’nin kuzeybatısında bir ilimiz. Küçük bir bölümü Ege, yine küçük bir bölümü Karadeniz Bölgesi’nin etkisinde. Ancak Eskişehir, coğrafi karakterini genellikle İç Anadolu Bölgesi’nden alır. Eskişehir, coğrafi şartları, yükseltileri, yeryüzü şekilleri, denize olan uzaklığı gibi nedenlerden dolayı kara ikliminin hakim olduğu bir ilimiz. 

Eskişehir

Eskişehir bölgesinde yerleşim MÖ. 3000 yıllarına kadar gitmektedir. İlk yerleşim Hititler döneminde olsa da, MÖ 1200 yılında Friglerin Anadolu’ya yerleşimi sonrası Eskişehir Dorylaion adı ile bir Frig kenti olmuş. Dorylaion, antik kaynaklarda önemli ticari yolların kavşak noktasında kaplıcaları ile ünlü, zengin Frigya (Phrygia) şehri olarak geçer. Friglerden sonra sırasıyla; Lidyalıların, Perslerin, Romalıların, Bizans’ın, Büyük Selçukluların ve Osmanlının yönetimine girmiştir. Türk orduları 1074 yılında Eskişehir topraklarına girmişler. Ocak 1919 da İngilizler tarafından işgal edilen şehir,  2 Eylül 1922 de kurtarılmıştır.

Tarih boyunca uygarlıklar yerleşim yerlerini su kıyılarında seçmeye çalışmışlar. Eskişehir’de Porsuk Nehri kıyısında bir şehir. Ancak 25 yıl öncesinde Eskişehir’e yolu düşenler kirli Porsuk Nehri kıyısında bakımsız, turist çekmeyen bir şehir manzarası ile karşılaştıklarını hatırlayabilirler. 

Eskişehir’e İstanbul ve Ankara’dan ulaşım hızlı tren ile çok kolay. İzmir’den tren karayoluna göre daha uzun sürüyor. İzmir Eskişehir arası 415 km dolayında, yolda dinlenerek giderseniz en fazla 6 saatte oradasınız. Bir cumartesi sabahı yola çıktık, Otel için Dedeman Oteli’nde yer ayırttık. Öğle yemeğini Eskişehir’de yemeğe kararlıyız.

İlk durağımız, Kütahya yolundan geldiğimiz için yol üzerindeki Sazova Parkı. Burası bir Bilim, Sanat ve Kültür Parkı. Giriş ücretsiz ama içerideki yerlere girmek ücrete tabi. Park özellikle çocuklu aileler düşünülerek tasarlanmış. Burada bulunan yapılardan Masal Şatosu şehrin neredeyse simgesi olmuş. Şatoyu isterseniz bağımsız, isterseniz çocuklara yönelik bir rehberli turla gezebiliyorsunuz.

Eskisehir

Dikkati çeken diğer bir yapı da yapay gölet yanında bulunan korsan gemisi. Tasarım May Flower’dan esinlenilmiş (1620 de İngiltere’den, Amerika’ya giden gemi, bugünkü Amerikalıların çekirdeğini oluşturan insanları taşımış).

Eskişehir

Parkta ayrıca bir hayvanat bahçesi, buna bağlı bir akvaryum (123 farklı türden, 2150 adet balık var), Türk Dünyası Bilim Kültür ve Sanat Merkezi, Japon Bahçesi, Esminyatürk (Türk Dünyasından Seçme 32 yapının 1/25 ölçekli maketinin sergilendiği bölüm, Uluğ Bey Medresesi, Tac Mahal gibi), Bilim Deney Merkezi, Sabancı Uzay Evi bulunuyor. Burada ki gezi trenine binerek parkta bir tur atıyoruz. Tam tur 15 dakika dolayında. 400 000 metrekare üzerine kurulu bu Park oyun bahçeleri, çay bahçeleri ile çocukların çok seveceği bir alan.

İkinci durağımız Odunpazarı. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde övgü ile söz edilen bu yer, Seyahatnamede adı geçen 5 sokağı aynı isimle korunuyor. Evler geleneksel Türk Mimarisi örnekleri. Kıvrımlı yollar, çıkmaz sokaklar, cumbalı evler… Bu tarihi ve kültürel mirasımız UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde. Proje kapsamında geleneksel Odunpazarı evlerinin yoğun bulunduğu 30 sokakta; 300 ev, 3 cami, 1 külliye, 2 kervansaray, 15 çeşme, 1 han aslına uygun olarak restore edilmiş, yapımı gerçekleştirilmiş. Çivit Mavisi, sarı, kırmızı renkli, ahşap pencereleri evler sizi tarihin derinliklerine sürüklüyor.

Odunpazarı’ndaki restore edilmiş yapılar kültür/tarih/turizm odaklı  ilginç aktivite merkezlerine dönüştürülmüş. Çoğunluğu kafe, restoran ve hediyelik eşyalara çevrilmiş renkli konakların yemeklerimizi yedik, kahvelerimizi içtik, alışverişimizi yaptık. Odunpazarı tüm gününüzü alacak bir bölge. Bu sokaklar arasında ayrıca tam 35 adet farklı konseptlerde müze bulunmakta. Hepsini gezemediğimiz için en önemlilerinden başlayalım.

Odunpazarı’nda önce Kurşunlu Külliyesi’ni ziyaret ediyoruz. 16.yüzyıl Osmanlı dönemine ait bir eser. Mimarının Mimar Sinan’dan önceki mimarbaşı olan Acem Ali olduğu düşünülüyor. Klasik Osmanlı mimarlığının ilk mimarbaşı. Külliye adını içindeki kare planlı caminin tepesinin kurşunla kaplı olmasından alıyor. Külliyede cami, şadırvan, zaviye (küçük tekke), talimhane, harem, imaret, türbe, 2 kervansaray var. Bu yapılar bugün restorasyon sonrası farklı amaçlarla kullanılıyor.

 

Dünyanın ilk Lületaşı Müzesi burada. Ayrıca Ahşap Eserler Müzesi, Sıcak Cam Üfleme Atölyesi ve Cam Sanatları Merkezi de var. Külliyenin Subyan Mektebi bölümü bugün kütüphane olarak hizmet veriyor.

Öğle yemeği vakti geçti. Yemeğimizi burada bulunan “Köfteci Ahmet” te yiyoruz. Piyaz kalmamış. Sadece balaban köfte ve kadayıf yiyoruz. Fiyat makul köfte ve tatlı 25 TL. Köfteci Ahmet ve Atlıhan karşı karşıya. Atlıhan’ı geziyoruz. Şimdi de Şerbet Evi‘ndeyiz. Ben Demirhindi şerbeti içiyorum. Şerbet evi 180 yıllık bir konakta, günde 18 çeşit şerbet yaptıklarını söylüyorlar.

Odunpazarı sokaklarında, tarihi konakların arasında yürüyoruz. Kırım tatar Kültür Çi Börek Evini görüyoruz. Gerçekten çok lezzetli, fiyatlar makul.

Akşam yaklaşıyor, bizde hava kararmadan Eskişehir’i panoramik görmek istiyoruz. Bu nedenle Şelale Park‘tayız. 38000 metrekarelik bir alanda kurulu olan park, Eskişehir’in en büyük şelalesine ev sahipliği yapıyor. Çocuk oyun alanları, spor alanları, yürüme yolları, seyir terası, kafeteryası, mini anfitiyatrosu ile halkın soluk alacağı pek çok yerden biri. Eskişehir yemyeşil bir şehir.

Eskişehir

Otelimize dönüyoruz. Odamıza eşyalarımızı bırakıp, tekrar sokaklardayız. Gece yaşamı canlı. Porsuk’un iki tarafında tıklım tıklım gençlerle dolu olan kafeler, lokantalar… Sanki bir Avrupa şehrindesiniz. Her yerden yaşam fışkırıyor. Yanık Ülke Şarapçılığın yerini görüyorum, böyle bir yer İzmir’de yok. Avrupa’da ki Enoteca’lar gibi. Hiç bilmediğim bir üzümden yapılmış, bir şarap söylüyorum. Catarratto Bianco Sicilya’da yaygın olan bir beyaz üzüm. Ben Cataratto 2017 açtırdım. Orta gövde, orta Asidite, orta bitiş. Burunda Şeftali, greyfurt var. Geceye gitti. Daha sonra barlar sokağına gidiyoruz. Her yer dolu. Ama kimse rahatsız etmiyor, burası gerçekten Avrupa olmuş. 

Ertesi sabah ilk işimiz, 24 Ocak 1993 yılında bombalı bir saldırı sonucu öldürülen, yurtsever Uğur Mumcu’nun saldırıya uğradığı arabasını görmeye gitmek. Araba  Uğur Mumcu Parkı’nda özel bir cam bölmede sergileniyor. “Vurulduk Ey Halkım  Unutma Bizi”

Eskişehir

Kahvaltı için Kent Park‘ın yolunu tutuyoruz. Kent Park 300.000 metrekarelik bir alanda, Porsuk Çayı kenarında kurulmuş. İçinde açık, kapalı yüzme havuzları, 350 metre uzunluğunda bir yapay plaj, at binme parkurları /klübü, yürüyüş parkurları, çocuklar için oyun alanları, restoranlar var.

Kahvaltıyı burada ki Kırım Çi Börekçisi’nde yapacağız. Henüz açılmadığı için parkı baştan sona yürüyüp, dönüyorum. Önce yine Çi Börek gibi Tatar Mutfağından bir seçim yaparak, Sorpa Çorbası içiyorum, başarılı bir çorba, ama buranın Çi Böreği dün Odunpazarı’nda yediğimiz kadar güzel değil.

Kahvaltı sonrası, tekrar Odunpazarındayız. Müzeleri ziyaret zamanı. Öncelik Odunpazarı’nın girişindeki Odunpazarı Modern Müze, 2019 yılında açılan müze bölgenin tarihi özellikleri yanında çağdaş mimari özellikleri gösteriyor. Japon mimarlar tarafından tasarlanan bina Osmanlı kubbe mimarisi, geleneksel Japon mimarisi ve Odunpazarı mimarisinden esinlenilmiş. Gerek mimarisi, gerek içeride düzenlenen sergiler ile Türkiye için de tam bir çağdaş sanat müzesi. Görmeden geçilemez. 

Yılmaz Büyükerşen Balmumu Heykeller Müzesi’ni geziyoruz. Yılmaz Büyükerşen’in, Eskişehir Belediyesi’ne bağışladığı yerli ve yabancı ünlülerin balmumu heykelleri var. Müze benzerlerinin Türkiye’deki ilk örneği. Heykellerin bazıları aslına çok benziyor. Heykeller gerçek boyutlu.

Bir sonraki durağımız, Eti Arkeoloji Müzesi. Burası Türkiye’de özel sektör tarafından hayata geçirilen ilk müze. Tapusu devlete ait. 2011 yılında açılan müzenin 4000 metrekarelik bir kullanım alanı var. Müze de, Neolitik, Kalkolitik, Tunç, Hitit, Frig, Helenistik, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı dönemini kapsayan yaklaşık 22.500 taşınır kültür varlığı varmış ama 2000 tanesi sergileniyor, diğerleri depoda.

Şimdide Mestanoğlu Halil Konağında bulunan Kurtuluş Müzesi’ndeyiz. Burada gençlere Kurtuluş Mücadelemiz, Lozan Barış Konferansı Süreçleri anlatılıyor. Döneme ait, karikatürler, gazeteler var. Gösterim odasında, dönemin barkovizyonu sunuluyor. Kendiniz o yılların içine girerek foto çekebiliyorsunuz.

Eskişehir

Şehrin turistik/tarihi olmayan sokaklarında yürüyoruz. Met Helvası (pişmaniye benzeri bir helva. Met oyunu sonucu yenilen tarafın, uzun kış gecelerinde helva çekmesi geleneğinin ürünü), yaz helvası alıyoruz. Balkan Şekerleme ve Helvacısı’nı tercih ediyoruz.

Eskişehir

Artık Eskişehir’den ayrılık vakti geldi. İzmir’e dönüş başlıyor. Belediyecilik anlayışı ve gençlerin/üniversitenin kente kattıkları Eskişehir’i farklılaştırmış. Bu kentten ayrılırken düşüncem bu. Darısı güzel ülkemin diğer kentlerinin başına.

Yeşilyurt Gezi Rehberi: Efsane Dağın Eteğinde Bir Köy

Yeşilyurt

İçimden Geçen Köy

Adı “gezginimgezgin” olan bir internet sitesine yazı yazan biri, normalde gezdikçe gezdiği bir yerleri yazar. Benim de bu tür yazılarım bu sitede bir süredir yayında. Ancak bu yazım bu sitenin ruhuna ve amacına aykırı bir yazı olacak; çünkü bu yazıda gezdikçe gezdiğim bir yeri değil, uzun yıllardır kaldığım, evim olan bir yeri yazacağım. Bu köy beni ve ailemi, ilk gördüğümüz 26 Ağustos 1997 tarihinden beri meftun eden bir köy, içimizden geçen ve hep geçecek bir köy.

Bugünkü adı: Yeşilyurt, geçmişteki adı: Büyük Çetmi. Yeri: Edremit Körfezi’nin kuzey yakası ve İda (Kaz) Dağlarının yamacı.

Yukarıdaki girişten anlayacağınız gibi, bu yazıda tarafsız olmam mümkün değil, çünkü “içimden geçen köy” diye başlık atmışım, daha ne diyeyim… Sevgili okuyucu, yazımı bu uyarıya göre okumanız gerekiyor demek ki!

Yesilyurt

Yeşilyurt köyü 1453 yılı sonrası oluşmuş, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fetheden donanmasını inşa eden Çepni boyundan yörüklerin yerleşip kökleştiği bir köy. Sonraki yüzyıllarda Osmanlı tebaasındaki Rumlar da köyümüze yerleşmiş ve taa mübadele zamanına kadar kardeşçe yaşamışlar. 1924 mübadelesinde köyümüzün yarısı Midilli’ye göçmek zorunda kalmış, ama Yunan anakara ve adalarından köye göç eden olmamış, çünkü oralardan gelenleri, o zamanlar neredeyse adı bile olmayan Küçükkuyu’da zorunlu iskana tabi tutmuşlar.

Cumhuriyetimizin kuruluş yılları ve sonrasında Köyümüz özellikli konumunu korumuş, içinden geçen Çanakkale-İzmir yolu, ilkokulun varlığı, halkının modern hayata uyumluluğu (Köy meydanında her 29 Ekim’de Cumhuriyet Baloları yapılır ve tüm köy halkı ile etraftan insanlar katılırmış) ile hep örnek bir köy olmuş. Ama yıllar geçip yolun Köy dışına alınması ve halkın evini toprağını satıp deniz kıyısına, Küçükkuyu’ya yerleşmeye başlaması ile birlikte ivmesini kaybetmeye başlamış ve başat konum Küçükkuyu üzerine yoğunlaşmış. 1960’lı yıllarda oluşan bu durum Köyün sosyal hayatını, doğal olarak, olumsuz etkilemiş ve yirmi yıl kadar süren bu kısmi gerileme döneminde bile Köyümüz karakteristik özelliklerini korumuş, köklü bir sosyal yapıya sahip olmanın avantajı ile, Küçükkuyu hariç, göç vermemiş, zeytin ve türev ürünlerine, mandıra ürünlerine ve doğada doğal olarak bulunan tarımsal bitkilere bağlı ürünlere dayalı ekonomisini korumuş. Sonra 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren farklı bir gelişme ortaya çıkmış ve büyük şehir insanları bu güzel köyü fark etmiş ve mülk satın alarak buraya yerleşmeye başlamışlar. Ben ve ailem de bu insanlardanız ve biraz gecikme ile 1997 yılı başından bu yana evimiz ve hayatımızın rengi Yeşilyurt Köyü olmakta.

Yukarıda kısaca vermeye çalıştığım yaklaşık 600 senelik geçmişi olan bir yerin insanlarının köklü bir yaşam biçimi ve gelenekleri olduğunu tahmin etmek hiç zor değil. Köyümüzün halkı köyüne bağlıdır, göç neredeyse yoktur, göç eden de birkaç kilometre yakındaki Küçükkuyu’ya göç eder. Mimari doku tamamen Kuzey Ege stilidir, kalın taş ve kayrak denen ve Kazdağları’nda bol bulunan ince katmanlı taş ev yapımında en çok kullanılan malzemelerdir. Son yıllarda kalın taş biraz az bulunabildiği ve pahalı hale geldiği için bazı evler normal yöntemler ile kabası inşa edilip sonra dışarıdan kayrak taşı kaplanarak görünümü aynen korunmaktadır. Nasıl yapılırsa yapılsın, her ev “hatıl” atılarak yapılır. Hatıl taş binaların deprem sırasında esnemesini sağlayan bir metre uzunluğundaki tahta parçasıdır ve küçük aralıklarla taşların arasına konulur. Hem çok eski bir korunma tekniği, hem de estetik görüntü olarak çok güzel görünür. Bunlardan başka, eski tuğla da Köy mimarisinin çok belirgin ögelerinden biridir.

Yesilyurt

Köyde düğün, sünnet, doğum, cenaze ve askere uğurlama gibi özel durumlar mutlaka tüm halkın, hatta o an köyde bulunan ziyaretçilerin katılımı ile gerçekleştirilir. Cenazelerin üç, yedi ve kırkıncı günlerinde mutlaka ya “hayır” niyetiyle köy meydanında yemek verilir, ya da en azından lokma veya pişi ikram edilir. Düğünler ise tam bir festivaldir. Köyün her ferdi katıldığı gibi gelen her ziyaretçi de düğüne dahil edilir, ikramlar yapılır. Bu anlamda, Ege Denizi’ndeki Yunan adaları ile görünüm aynıdır. Şansınız varsa böyle bir düğüne yaz günlerinde denk gelirseniz çok ilginç bir deneyim yaşamanız garantidir. Komşumun kızı evlendiğinde üç gün, üç gece aynı tempo düğünü bizzat yaşamışlığım vardır. Köyde Ramazan aylarında (bahar veya yaza denk gelmiş ise) mutlaka herkese açık bir iftar yemeği Meydanda kurulan açık hava sofrasında verilir.

Kaz Dağları’nın yamaçlarına kurulu olduğu için Yeşilyurt Köyü meyilli bir alana yayılmıştır, düzlük bulmak pek kolay değildir. Hatta birçok ev taraça gibi birbirinin çatısını görecek ve manzarayı engellemeyecek şekilde inşa edilmiştir. En alttaki ev ile en tepedeki ev arasında yüz metre civarı yükseklik farkı vardır. Köy, dağın iki yamacı arasındaki eğimli vadide kurulu olduğu için, dağların zeytin ve çam başta olmak üzere, doğal yeşilliği çok hoş bir görüntü verir ve yaz kış bu görüntü korunur. Bu nedenle, hakikaten adı gibi, yemyeşil bir yurt köşesidir.

Denize ulaşmak ise çok kolaydır, birkaç kilometrelik araba yolculuğu ile yüzmek için de, yemek ve eğlenmek için de Ege’nin mavi suları emrinizdedir.

Yesilyurt

Köye Küçükkuyu-Ayvacık karayolunun 4.kilometresinden ayrılan ve bir dakika süren kısa bir bağlantı yolu ile ulaşılır. Bu yol sizi doğrudan meydana getirecektir. Arabanızı meydana veya ücretsiz otoparka da bırakabilirsiniz. Meydandaki açık Köy Kahvesi temiz ve ferahtır, özellikle tamamen doğal bitki çayları ve mevsiminde karadut ile koruk gibi doğal meyve suları denenmeye değer.

Yine Meydandaki asırlık cami iç ve dış mimari olarak farklı bir camidir, ben içindeki özenli ağaç işleri ile boyalarına hayranım, gelen misafirlerimi de mutlaka oraya götürürüm.

Eski Taş Mektep ise artık okul işlevini görmemekte, yerine film ve dizilere doğal set görevi görmektedir.

Köyün ara sokakları, buralardaki evler ve ev kapıları ile avluları birbirinden şirindir. Yokuş aşağı ve yukarı gezmeye çalışın, beğeneceğinizden eminim.

Kısa ziyaretlerde fark etmeyebilirsiniz ama bir iki gün bile kaldığınızda bol oksijen ve temiz havanın beden ve ruh sağlığınıza çok iyi geleceğini söyleyebilirim. Bizim bir gece iki gün kalmak için bile İstanbul’dan gidip geldiğimiz çok olmuştur, faydasını çok görmüşüzdür.

Nerede Kalınır?

Köyün içinde son yirmi yılda çok kaliteli ve özel oteller yapıldı. Başlıcaları Manici Kasrı, Çetmi Han, Taş Konak, Kariye Otel-Müze (içinde Kültür Bakanlığı belgeli harika bir teknoloji müzesi var), Pinecone sayılabilir. Bu otel fiyatları yörenin normal fiyatlarının biraz üzerindedir ama çok özel ve kaliteli bir deneyim olacağından emin olabilirsiniz. Pansiyon olarak ise Sardunya, Erguvanlı Ev ve Sahaf ilk aklıma gelenlerden. Üçü de normal rakamlara kalanı mutlu edecek yerlerdir.

Nerede Yenir?

Eğer zarif bir akşam yemeği beklentisindeyseniz Manici Kasrı’nın mutfağı yaz ve kış size mükemmel lezzetler sunacaktır. Mutfak sanatlarında uzman personelin ve yılların tecrübesine dayanan işletmeciliğin kollarına kendinizi bırakın, yemekler ve uyumlu içkilerle başka bir üst boyuta geçmeniz garantidir.

Köyün karakteristik ve her ziyaretçiye hitap edecek yerleri Köy Kahvesi (Yeşilyurt Konağı), Kakule Kafe, Han Kafe, Çakır Kafe ve Radika Kafe’dir. Hepsini Köy meydanında görebilirsiniz. Kahvaltıdan başlayarak akşam yemeğine kadar yerel tatları para/lezzet dengesinde hiç yanılmadan tecrübe edebilirsiniz. Köyümüzün klasik yemekleri Ege mutfağından çok farklı değildir, ot yemekleri, kabak çiçeği dolması, otlu gözlemeler ve hamur işi ürünler yukarıda saydığım yerlerin hepsinde bulunur. Ancak bu mekanlarda sunulan ve başka bir yörede rastlayamayacağınız bir yemekten bahsetmeden edemeyeceğim: Bildiğiniz kıymalı gözlemenin üstüne sımsıcak haldeyken dökülen sarmısaklı yoğurt ve kızdırılmış zeytinyağı/pulbiber/kuru nane/sumak kombinasyonu, yani Manlama kesinlikle vejetaryen veya vegan olmayan herkese hitap edebilecek yerel bir lezzettir.

Farklı Olarak Ne Yenir?

Bunların dışında sadece evlerde bulabileceğiniz çok özel yemekler var (hepsinde keyfinize göre miktarda yörenin nefis zeytinyağı illa ki olacaktır). Bunlar:

  • Bandırık: İri bulgurun ıslatılıp koruk suyu, nar ekşisi, tuz, taze nane, bulabildiğiniz ot ve bol baharat ile hallenip sıcak suda on dakikada bekletilmiş körpe asma yaprağının bandırılmasıyla yenilen yaz yemeği
  • Bamya kızartması: Sadece Cuma günleri kurulan Küçükkuyu pazarında yaz aylarında bulacağınız iri bamyaların on dakika buzlu suda bekletilip teriyaki sos benzeri bir sosa bulanarak zeytinyağında kızartıldığı yaz yemeği
  • Keşkek: Her Anadolu yöresinde güzeldir, nefistir ama buradaki bir başka güzeldir, çünkü has zeytinyağı ile pişirilir. Törenlerin başyemeğidir.
  • Fırında oğlak: İlkbaharın ilk günlerinde, hatta Nisanın ortalarına kadar yenmesi tavsiye edilen, muhteşem bir lezzettir. Tabii vejetaryen veya vegan değilseniz…
  • Koruk suyunda bebek kabak: Bebek kabakların bütün halde tutulup kaynayarak altı kapatılmış suda on dakika bekletildikten sonra verev kesilip elle sıkılan taze koruk suyu ve az tuz ile yarım saat kadar buzdolabında çiğ pişirmeye tabi tutulduğu, üzerine lor peyniri konulduğu, bundan sonra ince kıyılmış bol dere otu, isteğe göre baharat, dövülmüş bir diş sarımsak, tuz, zeytinyağı sosu dökülüp, mürdüm eriği, incir veya şeftali ile zenginleştirilen tipik bir yaz yemeği.
  • Güveç: Anadolu’nun her yöresinde yaz ve kış güveç baş yemektir. Burada yapılan güveç de özünde farklı değil. Ama Balıkesir yöresinin kuzularının gerdan kısmını koyup zeytinyağı ve yörenin tereyağı ile lezzet katılan güveç başka bir güzelliktir.

Nerede Yürünür?

Daha önce yazdığım gibi, köy dağ yamacında kurulu, bu nedenle şehir insanları alışkanlığı ile düz yürüme alanı bulmak zor. Ama doğru olan da bu değil zaten, çünkü Kaz Dağları gibi bir cennet var burada. O zaman yürüyüş meraklılarına rotaları çizelim, önce uzun rota: Köy meydanından yukarı doğru çıkan ana yoldan yürümeye başlıyorsunuz, Pinecone Butik Hotel’i geçtikten sonra yokuş yukarı orman yoluna giriyorsunuz, on beş dakika kadar çamların arasında yürüyorsunuz. Sonra bir yol ayrımına geliyorsunuz, sağa dönerseniz ormanın ve dağın içine gidebildiğiniz kadar gidersiniz. Sola dönerseniz yirmi dakika kadar yürüdüğünüzde Küçükkuyu-Ayvacık asfaltını solunuzda göreceksiniz, aradaki patikadan aşağı indiğinizde Aynalı Çeşmeye ve asfalta ulaşacaksınız. Burada bir yirmi dakika asfalt üstünde yürüdüğünüzde yeşillikler ve Edremit Körfezi manzarası ile bir seyir terasına, buralıların deyimi ile “Turistik” e varacaksınız. Bence, burada nefis manzarada bir soluklanın, dilediğiniz sıcak veya soğuk içeceğinizi için. Sonra asfalttan ayrılıp soldaki ara yola girin. Bu yol yöre insanlarınca “Roma Yolu” diye adlandırılır. Zeytinliklerin arasında on beş dakika kadar yürüdüğünüzde köyümüzün alt kısmına ve Manici Kasrına ulaşacaksınız. 6.5-7 kilometre arası süren bu yol yürüyüş severlerin favori yollarından biridir ve yaz mevsimi dışında, yürümesi çok keyifli bir güzergahtır.

Gelelim kısa rotalara: İlk kısa rota, demin bahsettiğim Roma Yolu, iniş-çıkış yapmak istemeyenler veya kısa yol yürümek isteyenler için ideal rotadır. İkinci kısa rota ise Köyümüz ile komşu Küçük Çetmi köyü arasında, zeytinlikler arasında vadiden geçen bir kilometrenin biraz üzerindeki patikadır. Çetmi Han Motel’in altından sola kıvrılarak bu rotayı rahat bir yürüyüşle yapar, komşu köyün kahvesinde soluklanır, sonra tekrar Yeşilyurt’a dönebilirsiniz.

Bu yürüyüşlerde şimdiye kadar herhangi bir tehlike ile karşılaşmadım ve karşılaşanı duymadım. Ama tedbirli olmakta fayda var, elinizde orta boy bir dal olsun ki buraların dost hayvanları olan sincap, yaban domuzu veya engereklerle karşılaşma durumu olursa kendinizi güvende hissedebilesiniz.

Bu bölgenin son yıllarda çok beğeni ile karşılanan bir etkinliği olan İda Ultra etkinliğinden bahsetmeden sözlerimi bitiremeyeceğim. Aşağıda linkini verdiğim internet sitesinden göreceğiniz üzere, her meraklı için farklı parkurlar var ve en kısa parkur Yeşilyurt ile Adatepe Köyü arasındaki on beş kilometrelik orman ve dağ parkuru. 2020 yılı için 28-29 Kasım günlerinde gerçekleştirilecek (tabii COVİD-19 salgını izin verirse).

https://www.idaultra.com/

İçimden Geçen Son Söz

Sözlerime başlarken tarafsız olamayacağımı söylemiştim. Bu nedenle yazdıklarımı iskonto ederek okuyabilirsiniz, bu tüm okuyucuların hakkı. Ben sadece sizlere bu cennet vatanın cennet bir köşesini ve burayı tam bir cennet yapan pırıl pırıl insanları ile kültürünü anlatmaya çalıştım, yani ismi gibi yeşil, yemyeşil olan bir yurt köşesini, yani Yeşilyurt’u…

 

Salzburg Gezi Rehberi: Mozart’ın Melodileri ile Orta Çağ’da Yolculuk

salzburg

Salzburg Avusturya’da Alp Dağları’nın eteklerinde kurulmuş, yeşillikler arasında Orta Çağ barok tarzı binaları, kiliseleri, sokakları ile tarihi dokusu korunmuş, sanat, kültür, müzik şehri. Ünlü besteci Mozart’ın da doğduğu ve yaşadığı şehir.

Salzburg kelimesi tuz kalesi anlamına gelmektedir. Şehrin asıl zenginliği bu beyaz altından gelmektedir. Şehir 14.yy’ın başlarından 1805 yılına kadar bağımsız olarak prens başpiskoposlar tarafından yönetilmiş. Orta Çağ’da hem dini hem siyasi lider olan başpiskoposlar bir yandan kendileri zengin olmuş, diğer yandan şehrin zenginliğini şehrin meydanlarına, kiliselerine, saraylarına, binalarına, sanata ve kültüre aktarmışlar.

Roma İmparatorluğu döneminden sonra 14.yy’da Bavaria’dan ayrılıp bağımsız bir devlet olan Salzburg’u 1805 yılında Napolyon bölgeyi işgal edince dini liderlerin siyasi gücünü ellerinden aldı. Salzburg 1816 yılında Avusturya İmparatorluğu topraklarına dahil oldu. İkinci Dünya Savaşı sırasında 1938-1945 yılları arasında Almanya’ya topraklarına dahil olan şehir, savaş sonrası tekrar Avusturya’ya geçti.

Salzburg 150.000 nüfusu ile bizim ölçeklerimizde küçük bir şehir ancak Avusturya’nın Viyana, Graz ve Linz şehirlerinin ardından dördüncü büyük şehri.

Şehrin ortasından geçen Salzach Nehri şehri ikiye bölmektedir. 19.yy’dan bu yana halkın çoğunluğu şehrin batı kıyısındaki yeni şehre yerleştirilmiş böylece eski şehrin Orta Çağ dokusu da korunmuş. Nehrin güney yönü Allstadt Bölgesi yani tarihi şehir. Gezilecek yerlerin çoğu da eski şehirde.

Salzburg çok yönlü bir şehir; sanat, müzik, kültür, tarih, yaşayan gelenekler, sakinlik, yeşillik, rahatlıkla yürünebilecek bir alanda çok çeşitli lezzetler tadılabiliyor. Gezginlere birçok yönden hitap ediyor. Hatta günümüzde Orta Çağ sokaklarında dolaşırken karşınıza Modern Sanat Müzesi de çıkabiliyor. Salzburg eski şehir 1997 yılında Unesco Dünya Miraslar Listesi’ne eklenmiş.

Salzburg’ta bir tam günde eski şehrin çoğu yürüyerek gezilebilir, ayrıca bisikletle rahatlıkla dolaşılabilecek bir şehir. Biz iki gece kaldık, eski şehir bölgesini iki ayrı günde dolaşabildik, gezemediğimiz müzeler ve bazı yerler kaldı. İdeali üç gece kalmak olabilirdi.

Ulaşım

Önce şehre ulaşıma bakalım. İstanbul’dan THY’nin Salzburg’a her gün direk uçuşu bulunuyor. Yabancı havayollarının da aktarmalı uçuşları var. Ancak sadece İstanbul-Salzburg gidiş dönüş dışında çevredeki şehirlerden ulaşım seçeneklerini değerlendirmek daha doğru olabilir. Viyana’dan otobüs ve hızlı tren ile ulaşım son derece kolay. Biz Avusturya için tam bir haftalık bir program yaptık. Viyana gidiş dönüş bileti aldık. Viyana’ya üç gece ayırdık. Viyana’dan sabah erken Hallstatt’a geçtik. öğleden sonra Hallstat’tan Salzburg’a ulaştık. Salzburg’ta iki gece kaldık oradan Graz ve Viyana’ya yine trenle ulaştık. Avusturya içinde trenle yolculuk yaptığımız tüm şehirleri özellikle belirtmek istedim. Bazı yazılarda Viyana Salzburg arası tren biletlerinin 30-40 euro olduğunu yazanlar olmuş. Sıkı durun biz beş tren biletinin her birine 9 veya 10 euro ödedik. Toplamda 50 eurodan az bir rakama beş yolculuk yaptık. Her şey bileti ne zaman aldığınıza bağlı. Tren biletlerimizi 3 ay önceden alınca maliyet çok düşük, konfor çok iyi oldu. Diğer bir seçenek Salzburg Almanya sınırında özellikle Münih’ten çok rahat Salzburg’a trenle veya otobüsle geçebilirsiniz. Hatta İsviçre’den Salzburg’a kolaylıkla ulaşılabilir. Kısaca seçenek çok. Yeter ki yazının sonunda evet Salzburg’u görmeliyim kararını verin.

Salzburg Havaalanı şehir merkezine 7 km uzaklıkta. Havaalanından sık kalkan 2, 8, 27 numaralı otobüslerle şehrin kuzeyindeki tren istasyonu Hauptbahnhof’a 20 dakikada ulaşabilirsiniz. Tren istasyonu çıkışında şehir içi otobüsler bekliyor. Otelinizin yönüne göre otobüsünüzü bulabilirsiniz. Bileti makinelerden veya otobüsten alabilirsiniz, eğer oteliniz eski şehre yakın değil ise oraya ulaşmak için otobüs kullanacaksanız hemen 24-48 saatlik şehir içi ulaşım kartını alın. Zaten istasyona veya havaalanı gidiş geliş iki bilet almanızla aynı fiyat olacaktır.

Ayrıca, Salzburg şehri küçük, bir çok yere yürüyerek rahatça ulaşabilirsiniz ya da şehir içi otobüslerle ulaşım kolay.

Salzburg Card ile şehir içi otobüslere de ücretsiz binebiliyorsunuz. Biz de 24 saatlik sadece ulaşım kartını 5.50 euroya aldık. Salzburg Card ile birçok müzeye, kaleye çıkan Festungsbahn fünikülere ve Undersbergbahn teleferiğine de ücretsiz binilebiliyor. Biz üç gün kaldığımız Viyana’da 72 saatlik kart almamıza rağmen yeterince kullanamadığımızı düşünüp burada almadık. Viyana kart ile müzelere ücretsiz giriş yerine belirli oranda indirimler yapılıyordu. Salzburg’da Card çok daha avantajlı görünüyor. Gezi programınıza göre değerlendirilebilir görünüyor. salzburg.info sitesinden bilgi alınabilir.

Gezilecek Yerler

Makartsteg Köprüsü ve Mozart Köprüsü

Gezimize eski şehirden başladık. Altstadt yani eski şehrin silüeti arasında en çok dikkati çeken Hohensalzburg Kalesi nehrin karşı kıyısından tüm haşmeti ile yükseliyor. Eski şehir birçok meydan, barok kiliseler, çeşmeler, Orta Çağ yapıları ile donatılmış.

Nehrin üzerindeki köprüler eski ve yeni şehri birbirine bağlıyor. Köprülerden biri 1905 yılında yapılan Makartsteg Köprüsü bugünkü tanınan adı ise Aşk Köprüsü. Son yıllarda bir çok şehirde gördüğümüz gibi dilek kilitlerinin asıldığı bir köprü. Siz de kilitlerinizi hazırlayabilirsiniz, Salzburg’ta aşk, şans dilekleri için.

Çelik korkuluklu Mozart Köprüsü de 1905 yılında yapılmış. Bu köprü eski şehrin merkezine ulaştıran köprü. Nehrin üzerinde tam bu bölgede Romalılar döneminden beri köprü bulunmaktaymış.

Getreidegasse Caddesi

İlk gün akşam üzeri kaleye çıkmayı hedefleyerek köprüden geçtik. Karşı kıyıda nehre paralel en ünlü caddeden şehir gezimize başlayalım.

Getreidegasse Caddesi Salzburg gezinizde mutlaka geçeceğiniz bir cadde. Şık, ünlü mağazaların sıralandığı, yerel güzel hediyelik eşyaların satıldığı, çok sayıda dükkanın yer aldığı cadde. Caddenin dikkat çeken bir özelliği de mağazaların ferforjeden hazırlanmış estetik tabelaları.

Sehrin birçok tarihi meydanına, yerlerine ulaşmak için bu caddeden başlıyoruz. Bu caddedeki en önemli bina Mozart’ın Evi. Cadde üzerinde sarı renkli bakımlı binanın üçüncü katında 27 Ocak 1756 yılında müzik dehası dünyaya gelmiş. Mozart’ın doğduğu ev bugün müze olarak kullanılıyor. Mozart’ın ve ailesinin günlük yaşamda kullandığı objeler, Mozart’ın müzik aletleri, kıyafetler görülebilir. Müze saat 9.00’da açılıyor, temmuz ve ağustos aylarında 19.00’da, diğer aylarda 17.30’da kapanıyor. Giriş ücreti 11 euro.

Foto: getyourquide.com.tr

Saint Peter’s Manastırı, Mezarlık ve Catacombs

Saint Peter’s Kilisesi’nin ve Manastırın tarihi 7. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Bir kaç kez yangın geçiren kilisenin değişik dönemlerde yapılan restorasyonlar sonrası bina farklı mimari; romaneks, rönesans ve rokoka tarzları göstermektedir. 17.yy’da eklenen uzun galeriye ünlü tablolar yerleştirilmiştir.

Mozart’ın ve Haydn’ın konserler verdiği kilise de bugün de yemekli Mozart konserleri düzenlenmektedir. Biz kilisenin içini gezemediğimiz gibi yemekli Mozart konserine de bilet alamadık.

Hemen kilisenin karşısında Stiftskeller Restoranı da Avrupa’nın en eski restoranları arasında. Bu kadar tarihi bölgede ağır taşların arasına gizlenmiş restoran dikkatimizi çektiği için tesadüfen içine girip gezdik. Tam bir Orta Çağ restoranı havası hemen hissediliyor.

Kilisenin hemen arkasında Salzburg’un en güzel, en özel mezarlığı. Çiçeklerle bezenmiş ferforje süsler içindeki mezarlıkta dolaşırken bir parkta dolaşıyormuş duygusuna kapılıyorsunuz. Mezarlığın tarihini M.S. 700 yıllarına giderken arkadaki Mönchsberg Dağı’na oyulmuş azizlerin gömüldüğü kaya mezarlarının tarihinin M.S. 215′lere gittiği belirtiliyor. Mezarların olduğu Catacom’a 2 euro karşılığı çıkmak mümkün. Bizim ilgimizi çekmedi.

Mezarlığın içinde geç gotik St.Mary Sapel’i de görmeye değer.

Salzburgta ilk günümüzde hemen eski şehir meydanlarında dolaşıp akşam üzerine doğru kaleye çıkmayı hedeflemiştik. Eski şehirde meydanlar iç içe yan yana. Bir meydandan çıkıp başka bir meydana giriliyor. Diğer meydanları daha sonra dolaşacağız, önce hemen kalenin eteğinde, kaleye çıkmak için fünikülere bineceğimiz yere giderken içinden geçtiğimiz meydandan başlayalım.

Kapitalplatz

Meydanın ortasında kocaman altın renkli bir yuvarlağın üzerinde bir adam, Man of Mozartkugel Heykeli. 2007 yılında yapılan heykel Mozart çikolatasının da sembolü. Meydanda yerde kocaman bir satranç alanı yerleştirilmiş.

Bizim şansımıza bulunduğumuz Eylül ayında Salzburg’ta özel bir festival vardı. Aslında Salzburg sürekli canlı bir şehir. Yıllık mevsimlik festivaller düzenleniyor.

Bu festivaller içerisinde en önemlilerinden; Salzburg Festivali Ağustos ayında düzenleniyor, Rubertikiring (bizim rast geldiğimiz) Eylül ayında sonbahar hasat kutlaması ve tabii ki Noel zamanı Christmas Markets.

Üç gün süren festivalin ilk gününde eski şehirdeki tüm meydanlara halk toplanmış. Yeme içme stantları, hediyelik eşya stantları kurulmuştu. En geniş kapalı alan bu meydanda kurulmuştu. Çok büyük bir çadırın içine masalar kurulmuş, bir sahne hazırlanmış bir orkestra müzik çalıyordu. Herkes neşe içinde yemek yiyip biralarını içiyordu. Biz de şanslı turistler olarak, iki gün Ruberstikiring havasını kokladık, halk ile meydanlarda dolaştık, yerel yiyeceklerini tattık.

Akşamımızı bu alanda geçirmeye karar verip kaleye doğru yöneldik. Kaleye çıkmak için meydana açılan bir sokağa saparak fünikülere ulaştık. Fünikülerle sadece çıkış ve iniş 12 euro, hem çıkış hem iniş ve kalede tüm yerleri gezmek 16,30 euro. Aslında online alırsanız 3 euro daha az ödeyebilirsiniz. Biz kale içindeki tüm yerleri gezmemizi de kapsayan bilet aldık.

Hohensalzburg Kalesi

Mönchstein Dağı’nın tepesine konumlanmış, 11. yy’da yapılan kale Avrupa’nın en büyük ve Orta Çağ’dan kalan en iyi korunmuş kalesidir. Ayrıca bu kale tarihinde hiç ele geçirilememiş. Dağın yüksekliği 507 metre. Önce tepeden şehrin harika görüntüsünü izleyelim.

15 ve 16. yy’da kale büyütülmüş, içeride yerleşim alanları ve idari birimler eklenmiş ve dekore edilmiş. Kalede Kraliyet ailesinin yaşadığı alanlar, idari birimler bulunmaktadır.

Kalenin içinde yer alan birden çok müze ile kalenin tarihi geçmişine bir yolculuk yapılıyor. Orta Çağ silahları, kalede yaşam objeleri ve işkence aletleri sergileniyor. Odalardaki malzemeler orijinal ve 1500’li yıllardan bu yana değişmemiş.

Tarihi, dağın tepesindeki hakim görünüşü, şehrin tümünü görebileceğiniz bu kale Salzburg’da mutlaka görülecekler listesinde yer almalı. Bu güzelliğin içinde yine klasik müzik konserleri dinleme şansınız da bulunuyor. Yani Salzburg’un her köşesinde konser izleme şansınız var.

Salzburg Katedrali

Şehirde çok sayıda kilise bulunmakla birlikte en önemlisi Domplatz Meydanı’nda yer alan Salzburg Katedrali. 1600 yılında bugünkü barok tarzı ile yapılan Katedral Salzburg’un en güzel yapılarından biri. Katedralin üç kapısı bulunmakta, kapıların isimleri, inanç, aşk ve umut. Ortada yer alan aşk kapısı diğerlerinden daha büyük. Katedral içi de Donato Mascagni’nin Rönesans resimleri ile süslenmiş. Bebek Mozart da bu katedralde vaftiz edilmiş.

Barok stilli Katedral 1600’lı yıllarda yapılsa da burada ilk katedral 767 yılında yapılmış, yangın sonrası 1167 de yeniden yapılmış. Katedralin alt katında eski kiliselerden korunan eserleri görebilirsiniz.

Residanz Platz

Eski şehrin en önemli meydanlarından biri. Meydanın ortasında at çeşmesi yer alıyor. Roma döneminden kalma bir meydanın üzerine 1596 yılında Salzburg Archbishop Sarayı yapılmış ve meydan düzenlenmiş. Saray özel olarak dekore edilmiş ve ayrıca Rambrant ve Ruben tablolarının da bulunduğu sanat galerisi eklenmiş. 1602 yılında Piskopos meydanın doğusuna misafir evi kullanmak için yeni sarayı inşa edilmiş. Bu binaya 1929 yılında Johann Michael tarafından Salzburg Panoraması Tablosu yapılmış. 360 derecelik panaromada 1800’lerin başlarındaki birçok Avrupa şehirlerinin resimleri yapılmış.

Şehirdeki en önemli etkinlikler bu meydanda düzenleniyor. Bizim bulunduğumuzda festival döneminde meydanın ortasına lunapark kurulmuş, masalar yerleştirilmiş, müzik çalıyor ve halk biralarını içiyordu.

Mozartplatz

salzburg
Mozart Statue in Salzburg

Mozart Meydanı da Residanz Meydanı’nın hemen yanında. Meydanın ortasında 1842 yılında yapılan Mozart’ın bronz heykeli yer alıyor. Bu meydanda halkın toplandığı popüler meydanlardan biri.

Herbert-Von-Karajan Platz

Meydan 1603 yılında yapılmış. Prenslerin kullandığı atlar bu meydanda yıkanırmış. O yüzden havuz ve at figürleri yerleştirilmiş. Tabi meydan sadece at yıkamak için kullanılmamış, törenler, festivaller de bu meydanda yapılmış.

Eski şehirde at heykelleri ile süslü meydana Salzburg doğumlu ünlü orkestra şefinin adı verilmiş. Tabi ki Karajan o yıllarda yaşamamış. Ünlü şef Salzburg Easter Festivali ve Salzburg Whitsun Festivali’nin kurucusu olduğu için Meydana onun ismi verilmiş. 

Salzburg’ta çok ilgimizi çeken yerler arasında tesadüfen gördüğümüz tüneller idi. Salzburg sırtını dağa dayamış, ancak dağın içine yapılan tüneller ile dağın arkasına farklı yerleşim bölgelerine ulaşım sağlanmış. Tünellerin içi de renkli aydınlatılmış, bazılarında ışıklı panolar yerleştirilmiş. Asıl tünelin giriş ve çıkış bölümleri de heykellerle süslenmiş, tünel girişi bile sanat eseri gibi özenle yapılmış. Bizim gördüğümüz giriş Herbert-Von-Karajan Meydanı’nın hemen yanında idi. Tüneli boydan boya kat ettik.

Bundan sonraki bölümlerimizde eski şehirden köprü ile nehrin diğer yönüne geçiyoruz.

Makarz Platz

Makarz Meydanı yeni şehir tarafında, Meydan 8 numaralı bina Mozart’ın ailesinin yaşadığı binanın birinci katı Mozart Müzesi. Meydanın nehir yönünde bir köşesinde Salzburg Devlet Tiyatrosu yer alıyor. O yönde Mirabell Garden’ın ana girişi de bulunuyor. Meydanda diğer çarpıcı bina Salzburg’un ilk oteli Hotel Bristol. Meydanın yukarıda en hakim yerinde Trinity Kilisesi yer almaktadır. Nehrin sağ tarafındaki en göşterişli dini binalardan biri. Bizim bulunduğumuz dönemde restorasyonda idi içini gezemedik. Meydanın ortasındaki bronz heykel ise eski şehir meydanlarından farklı olarak ‘Walk of Modern Art’ , adından da anlaşılacağı gibi modern bir heykel.

Mirabell Sarayı

Mirabell Sarayı ve Bahçesi Salzburg’ta mutlaka görülmesi gereken listenin en üstlerinde yer alıyor. Saray eski şehirde değil nehrin diğer tarafında. 1606 yılında Piskopos Wolf Dietrich Sarayı sevgilisi Salome Alt için yaptırmış. Sarayın orijinal adı da sevgilinin adına göre Altenau Palace. İşin içine sevgili girince Sarayın şehrin kalbinden uzak, şehir surlarının dışında yapılmasının nedeni ortaya çıkıyor.

Saray 1866 yılından sonra belediye tarafından satın alınmış. Melek heykelleri ile süslenmiş merdivenlerden çıkılan balo salonu ücretsiz gezilebiliyor. Bu balo salonunda Wolfgang Mozart, babası ile konserler vermiş çocukken. Bugün salon konserlerin yanı sıra düğünler için de kiralanıyor. Avrupa’nın en güzel düğün salonlarından bir olarak kabul ediliyor bu tarihi salon. Bu salonda düğün yapma şansımız olmadığı açık ama aynı akşam bir konser dinleyebilirdik. Konser bilet fiyatları da makul 25 euro civarında idi. İlk gecemiz de dışarıda festival ortamı daha mı çekici geldi ne ilgi gösteremedik konsere.

Sarayın bahçesinin peyzajı tipik barok formatı olarak geometrik tarzda düzenlenmiş. Sarayın girişinde pegasus heykeli ile pegasus çeşmesi yer alıyor. Bahçede büyük havuzun çevresindeki dört grup heykeller dört elementi temsil ediyor; ateş, hava, su ve toprak: Bahçenin her köşesinde bir birinden güzel heykelleri, çeşmeler, asmadan yapılan tüneller, yürüyüş yolları size keyifli anlar geçirtecek, bir de mevsim sonbaharsa!

Hellburn Sarayı

Helburn Sarayı Prens Piskopos Sittikus tarafından 1613-1619 tarihleri arasında sadece eğlence için yapılmış bir saray. Öyle bir saray düşünün ki hiç yatak odası yok. Sadece kutlamalar ve yaz eğlenceleri için kullanılıyor. Aynı zamanda zenginliği de hayal etmek gerek sanki!

Sarayın yemyeşil, çiçeklerle, havuzlarla, heykellerle süslü bahçesinde keyifle dolaşabilirsiniz. Biz böyle yapmış olsak da önerim hileli çeşmeler turu almanız. Sarayın sırtını dayadığı kayalardan akan şelaleler, sular arasına birbirinden ilginç çocuk, büyük herkesin ilgisini çeken çeşmeler yapılmış. Belirli saatlerde tur düzenleniyor. Bizim fazla zamanımız olmadığı için bu turu alamadık. Dünyada bir örneği olmayan bu eğlence kaçırılmamalı gibi geliyor. Görülebilecekleri canlandırmak için turun afişinden çektiğim fotoyu paylaşıyorum.

Saray eski şehre yakın değil. Makarz Platz otobüs durağından otobüs ile 15 dakikada gidebilirsiniz. Müze ve çeşmeler turu için bilet 13,50 euro, bu bölüm sadece Nisan – Ekim dönemi açık, bahçe tüm yıl açık, sadece bahçesinde gezmek için bile gidilebilir.

Salzburg’ta bizim görebildiğimiz yerler bu kadar oldu. Salzburg doya doya, yürüyerek keyifle gezilecek bir şehir. Birçok yazıda bir günde eski şehir yürüyerek gezebileceğiniz belirtiliyor. Mesafeler yakın olduğu için mümkün tabii ki. Ancak kesinlikle önermiyorum. Biz iki gece kaldık, ayrılırken yapamadıklarımız için burukluk hissetmedim diyemiyeceğim. Bu müzik şehrinde ve Orta Çağ sarayları, kalesi, kiliseleri, salonları, sokaklarında Mozart dinleme şansımız olabilirdi. Özel bir konsere gidemedik. Mozart’ın şehrinde çok ciddi bir eksiklik olsa gerek. Her şehirde mutlaka birkaç müze gezmeye çalışırım, bu tarih ve sanat şehrinde kaledeki müzeler dışındaki müzeleri gezmeye zaman ayıramadık. Sadece tarihi değil Modern Sanat Müzesi de gezilip şehir manzarası da bu yüksek yerden seyredilebilirdi. Nehir gezisi de yapmadık. Havaalanı yakınındaki Hangarı da görülmesi gereken yerler arasında sayılıyor..

Yeme İçme

Salzburg’da yenecek şeyler arasında şüphesi Avusturya’nın denemeden geçilemeyecek lezzeti şinitzel. Biz Avusturya’nın diğer yerlerinde bir hafta boyunca şinitzel tattık tabi ki. İki gün boyunca festival alanında zaman geçirdiğimiz için yerel atıştırmalıkları tercih ettik.

Festival alanında standlarda yer alan özellikle hamur ürünlerini tek tek tattık diyebiliriz. Bizim simitimiz gibi olan brezenler çeşit çeşit. Hatta çikolatalı Mozart Brezen bile var. Bizim pişilere benzeyen boş longoslar yanı sıra içleri doldurulmuş longos fotoları da görünüyor. Yine tezgahlardan krep denedik tatlı niyetine çikolatalısını tercih ettik, tuzlusu, peynirlisi ve sebzelisi de vardı.

Alışveriş

Eski şehrin en ünlü caddesi Getreidegasse Caddesi ve Alter Markz Meydanı’ndaki çok renkli dükkanlardan Mozart temalı her türlü hediyelik eşya bulabilirsiniz. Ayrıca Mozart çikolataları da seçenekler arasında. Yiyecekleri bile Mozart temalı olan şehirde alacaklarınız sizin tercihiniz olacak. Ayrıca tuz madeni ile ünlü şehir de tuzdan yapılı çok sayıda obje bulabilirsiniz. Ben tuzdan yapılma mumluk almayı tercih ettim anı olarak.

Son Söz

Salzburg tarihi Orta Çağ şehri, bağımsızlık döneminde başpiskoposlarca yönetilen zengin şehirde barok eserlerle dini yapılar, saraylar, kale, meydanlar yapılmış, sanat eserlerine kaynaklar aktarılmış, sanatçılar desteklenmiş özel bir şehir yaratılmış. Asıl güzeli bu şehir sadece yapıları ile değil kültür ve sanatı ile zenginliğini sunmaya devam etmesi. Çok sayıda turist çeken, huzurla, keyifle, farklı lezzetleri tadarak gezeceğiniz bir şehir. Ulaşımı her anlamda kolay. Salzburg’a Avrupa gezilerinizde bir şekilde yolunuzu düşürüp sadece bir gün değil daha uzun süreli sakin sakin dolaşmanızı öneririm.