ANA SAYFA Blog Sayfa 7

Valensiya Gezi Rehberi: Akdeniz Kafası

valensiya

Valensiya tam bir Akdeniz şehri ancak uzun yıllar denize mesafeli durmuş bir şehir. Şöyle düşünün; İstanbul’un can damarının Karaköy-Eminönü /Boğaz değil de Maslak olması gibi bir şey. Deniz şehri ama deniz kıyısında değil. Yine de havası, yaşantısı, alışkanlıkları tam bir Akdenizli.

Valensiya yol dahil 5 günlük bir geziydi. Gezimden geri kalanları kendi ilgi alanlarıma göre gittiğim yerleri aktarmanın yanında, gitmediğim ama başkalarına ilginç gelebilecek yerleri de mümkün olduğunca yazıya dahil ettim. Bu arada benim şansıma, gittiğim dönem Valensiya’nın meşhur Fallas Festivaline denk geldi; bu durum gezimi daha da renklendirdi. Valenciya Festivalleri için Fallas ve Corpus Festivalleri yazımda. 

Şehrin sokaklarına dalmadan önce ilgilenenler için Valensiya’nın tarihinden bahsedeyim biraz. Valensiya ile tanıştırırken, bir yandan da 1926 tarihli Paul Whiteman’ın Valencia şarkısını Placida Domingo’dan   dinleyebilirsiniz.

Meraklısına; Şehrin Tarihi
Şehrin isminin orijinali Romalılardan geliyormuş; hem kale hem hayırlı alamet anlamına gelen Valentia… Romalılardan önce burada Yunan ve Kartacalılar da yerleşmiş ama şehrin tarihi MÖ 138’de Romalıların gelmesiyle değişmiş. Burası MS 3. yüzyılda Hristiyanlaşmış ve bunun en ağır bedelini de Aziz Vincent Martyr ödemiş; kendisinin hatırasını sokak isimlerinde, anıtlarda görebilirsiniz. Vizigot akınlarından sonra MS 709’da şehir İslamla tanışmış ve ismi Balensiya olmuş. MS 709’da Müslümanların El Cid dedikleri Rodrigo Diaz de Bivar 1094’te burayı fethetmiş (1099’da da Valensiya’da ölmüş). Bu arada Mağribiler burayı tekrar ele geçirmişler. Şehir ancak Kral I Jaime/James tarafından Puig savaşından sonra 1238’de tam olarak Müslümanlardan geri alınmış. Bundan sonra şehrin Müslüman nüfusunun yerine Aragon ve Katalonyadan Hristiyan aileler yerleştirilmiş. Böylece kurulan Valensiya Krallığı ilk toplumsal kuralları, kanunları (fueros) düzenlemiş. 15 yüzyıl Valensiya’nın genişlediği bir dönemmiş; özellikle Alphonse Magnanimous zamanında Valensiya Avrupa’nın en önemli şehirlerinden biri olmuş. 16 yüzyılda sel ve veba salgınları yanında bir de Germen tehdidiyle sarsılan şehir, yine de Rönesansın ışıltısıyla parlamaya devam etmiş. 1700’de Charles II ölünce Valensiya, Arşidük Avusturyalı Charles’ı desteklemiş ama Almansa Savaşı’nda Bourbonlar kazanınca Phillip V Valensiya’nın bağımsızlığına son vermiş. 1808-1813 arasındaki Bağımsızlık Savaşında Valensiya Fransızlara direnmiş. Daha sonra Ferdinand VII’nın kızı Isabella II yerine oğlu Don Carlos’u destekleyen gelenekselci Carlistlerin savaşında soyluların hakları kısıtlanmış ve bir çok manastır kapatılmış. 1900’lerde çevre şehirlerin de katılımıyla genişleyen Valensiya ressam Joaquin Sorolla, heykeltraş Mariano Benlliure, yazar Vicente Blasco Ibanez öncülüğünde entelektüel hayatın da merkezi olmuş. İspanya İç Savaşı çıktığında demokratik seçimle yönetime gelen İspanya hükümeti Valensiya’ya taşınmış ve Kasım 1936’dan Ekim 1937’ye kadar burada kalmış. Franco’nun birlikleri ise 30 Mart 1939’da şehre girmiş. Bu dönem açlık ve kıtlık dönemleri olarak hatırlanıyormuş. 14 Ekim 1957’de Turia Nehrinin taşması sonucu büyük bir sel felaketi yaşanmış, ancak bu durum Şehrin çehresinin yenilenmesine neden olan bir dönüşüme yol açmış. 1960’lardaki ekonomik rahatlama ile birlikte şehir gelişmiş. İç Savaş sonrası demokrasiye dönülünce 29 Nisan 1982’den itibaren Valensiya otonom bir yönetime kavuşmuş. Bugün Valesniya, 800.000 nüfuslu modern bir şehir; İspanya’nın üçüncü büyük şehri ve Valensiya eyaletinin de başkenti…

Ulaşım
Valensiya yürüyerek çoğu yerini görebileceğiniz bir şehir ancak deniz kenarına gitmek isterseniz ya da Turia Nehir yatağında kurulan Bilim ve Sanat Şehrini gezmek isterseniz toplu taşımaya ihtiyacınız olabilir. Havaalanından başlayarak şehir ulaşımı hakkında size ip uçları vereyim. 

Öncelikle size bir kıyak; Türkiye’den Valensiya’ya giderken mümkünse uçağın sağ tarafında pencere kenarında bir yer alın; hava uygunsa, şehre yaklaşırken yukarıdan kuş bakışı olarak tüm şehri görebileceksiniz. Böylece İstanbul’dan yaklaşık üç saatlik bir uçuş sonrası, pilotun da katkısıyla daha yere inmeden şehirle samimi bir selamlaşmanız olacak…

Valencia

Şehrin 8 km uzağında olan havaalanından merkeze ulaşmak kolay; en pratiği havaalanı çıkışındaki metro ile 3 veya 5 numaralı hatlarla şehir merkezine (Xativa veya Colon) yaklaşık 20 dakikada gelebilirsiniz. Bedeli 3,90 euro, 1 euro da kart için veriyorsunuz. Onun için kartı saklayın, dönüşte de kullanacaksınız. Ayrıca metro çıkışlarında da kartı tekrar okutmanız gerekiyor. Metro ile 5.30-24 arası şehir ulaşımı mümkün. Biletler gişelerden ya da makinelerden alınabiliyor. Metro olmazsa 150 numaralı otobüs ile de şehre ulaşabilirsiniz. Ücreti 1,45 euro; 45 dakika süren bir yolculukla şehir merkezine ulaşabiliyorsunuz, saat 5.25-22 arası, 20 dakikada bir otobüsler faaliyette.

Şehir bölgelere ayrıldığı için metro ücretleri ona göre belirleniyor. Eğer gezinizi tamamen toplu taşıma ile yapacaksanız Valencia Kart almanızda fayda var. Toplu taşımanın yanı sıra bir çok müzeye ücretsiz giriş ve bazı tur, gezi otobüsleri ve park girişlerinde indirim de sağlamakta.

Ben şehri gezmek için gezi otobüslerini kullandım. Valencia’da birden çok gezi otobüsü var. 

Gezelim Görelim
Valensiya, deniz kenarı ulaşımı dışında yürüyerek gezilebilecek bir yer. Tarihi kısımda her yer birbirine çok yakın. Turia nehir yatağı ile Estacion del Norte (Kuzey Tren İstasyou) arasındaki Guillem de Castro, Blanquerias, Conde Trenor, Pintor Lopez, Colon ve Xativa ile çevrelenmiş, Ciutat Vella olarak geçen bu tarihi kısımda bizim için en önemli noktalar Plaza del Ayuntamiento ve Plaza de la Reina ile sırtını buraya yaslamış Plaza de la Virgin. Tabii şehrin Orta Çağ havasının soluklanacağı Plaza del Carmen ve civarındaki Carmen bölgesi de göz önünde tutacağımız ana noktalardan biri. Gezimize Valensiya’nın tarihi merkezi Ciutat Vella’dan başlayalım o zaman.

Ciutat de Vella 

Aslında tarihi Valensiya ile ilgili görebileceğiniz her şey bu bölgede. Tarihi merkez dışında kalan ama Valensiya’nın tarihi dokusu içinde ele alınabilecek yerleri de buraya aldım. Yine de gezimize başlamadan bu bölgedeki müzelerin, tarihi yerlerin isimlerini sıralayayım ki benim gitmediğim ama ilgimizi çeken bir yer varsa bulabilirsiniz.

Müzeler: Almudin, Casa Museo Benlliure, Casa de las Rocas, Casa Museo Concha Piquer, Centro Cultural Bancaja, Centro de Artesania Comunidad Valencia, Centre del Carme, Galeria del Tossal, IVAM, La Beneficencia (Museu de Prehistorica y de las Culturas de Valencia), L2Iber Museo Soldadito de Plomo, Museo de Ceramica Gonzales Marti, Museo de la Catedral, Museo de la Ciudad Palacio del Marqoues de Campo, Museo Historico Municipal (Ayuntamiento), Museo de la Seda, Museo Taurino, MUVIM, Museo Valenciano de Historia Natural, Muma Valencia, Palacio de Cervello

Anıtlar-Binalar: Ayuntamiento, Basilica de los Desamparados, Casa de San Vicente Ferrer, Correos, Conjunto Catedralicio, Cripta Arqueologica de S.Vicente Martir, El Patriarca, Iglesia de San Nicolas, Iglesia de San Agustin, La Lonja de la Seda, L’Almonia, Mercado Central, Miguelete, Palacio de Baylia, Palacio del Borgia, Palacio de Boil Arenos, Palau de la Generalitat, Palau del Marques de Scala(Diputacion Provincial), Palau de Tamarit, Plaza Redonda, Plaza de Toros, Portal de Valldigna, Torres de Quart, Torres de Serranos, Universidad de Valencia.

Gözünüz korkmasın, buralar birbirine yakın yerler; bazısı sadece göz atmalık ya da benim ilgim dışındaydı. Hem yorulursanız çevredeki Jardines del Turia ve Jardin Botanico’da gönlünüzce dinlenebilirsiniz. O zaman gezmeye başlayalım.

Plaza del Ayuntamiento ve Belediye Binası

ValenciaBu alanın bir zamanlar San Francisco Manastırının bahçesi olduğunu düşünürseniz 20. yüzyılla beraber bölgenin geçirdiği değişimi daha iyi anlarsınız. Alan bugün şehrin ana kesişme noktası; belki düş bayıl bir güzelliği yok ama yine de çok etkileyici binalarla çevrilmiş, bir park ve havuzdan oluşan bir bölge. Tabii buradaki en kayda değer yapı Belediye Binası. Belediye binası ortada saat kulesinde birleşen iki ayrı bloktan oluşuyor. Bir taraf, 1854 yılına kadar eğitim birimi olarak görev yapan Casa de Ensenanza; 1906 ile 1930 arası elden geçirilmiş ve barok bir havaya büründürülmüş. Sonuçta eklektik ama görkemli bir belediye binası çıkmış ortaya. Belediye binası pazartesi-cuma günleri arasında saat 10.00 -13.30 arası ziyarete acık ama ben Fallas Festivalinin gazabına uğradım, o dönemde ziyarete kapalıymış. Ama Fallas boyunca her gün saat 2 civarı yapılan masclete (gün içindeki havai fişek gösterileri) izlemek için harika bir yer. Bunun dışında, mermer merdivenlerinin büyüleyici olduğu, toplantı salonunun görülmesi gerektiği, ayrıca için de Kral I James’in kılıcı, Senyera denen sancak gibi eserleri barındıran Şehir Tarihi Müzesi bulunduğu belirtiliyor.

ValenciaMeydan başka görkemli binalarla da çevrili. 1915 yılı yapımı Postane bunlardan en göze çarpanı. Ayrıca ana yol üzerindeki bazı yapıların teraslarından 2 euro karşılığı şehir manzarasını seyredebilirsiniz. Alandaki, havuz ve çiçekçiler de ayrıca buraya renk katmakta. 

Alan her zevke yatkın lokantaları, her keseye uygun otelleri ile de dikkatinizi çekecek bir yer. Ayrıca Meydan’da, Ribera ve Passeig Russafa Sokağı çevresindeki trafiğe kapalı yollar, gezinmek, bir şeyler atıştırıp içmek, alış veriş yapmak için çok uygun bir alan. Futbolseverlerin ilgisini çekebilir; tam meydanda (Marques de Sotelo’nun köşesinde) Valencia futbol takımının mağazası var. Belediye Meclisi binasının hemen yanında turist enformasyon ofisi bulunuyor.

ValenciaBurası şehrin en önemli merkezlerinden; buraya 6, 14 ve 35 numaralı otobüslerle ve 3 ile 5 numaralı metro (Xavita durağı) ile gelinebiliyor.

Plaza del Reina
Plaza del Ayuntamiento’dan San Vicente Martir Caddesi ile 10 dakikada ulaşılabilen Plaza de la Reina, şehrin can damarı. Bir çok otobüs ve metro hattının kesişme noktası olan bu alan şehir gezi turlarının da başlangıç durağı. Şehrin en turistik bölgesi; lokantalar, kafeler, mağazalar da bu havada. Meydana açılan yan yollarda el sanatları ile uğraşan dükkanlara rastlayabilirsiniz. Ayrıca burası şehrin iş merkezi de… Bu Meydanın hemen arkasında (Katedralin öbür yüzü) bulunan Plaza de Virgen alanı da mutlaka yolunuzun düşeceği bir yer. Özellikle bu Meydandaki Neptün Çeşmesi’nin etrafındaki kafeler, gezmekten yorulanlar için harika bir dinlenme alanı. Ama bizi burada en çok ilgilendiren yer tabii ki katedral.

Valensiya Katedrali (Seu)

ValenciaPlaza de la Reina ve Plaza de la Virgen’e hakim bir konumda bulunan ve Valensiya’nın simgelerinden biri olan temelde gotik tarzdaki bu Katedral, aslında yapıldığı 1262 yılından tamamlandığı 17 yüzyıla kadar birçok mimari esintiyi içinde barındıran eklektik bir bina; gotik ağırlığının yanında Rönesans, barok, neo klasik etkileri de içeren bu Roman Katolik Katedral bir cami üzerine yapılmış; hoş, o cami de bir Roma tapınağının üstüne yapılmışmış ya neyse… Katedralin değişik tarzları en iyi kapılarında görülmekte.

ValenciaAna giriş Puerta de los Hierros barok, 1300’lere ait Puerta de los Apostoles gotik ve Katedralin en eski kapısı olan 1260 yılına ait Puerta del Palau ise romanesk. Palau Kapısı’nın 14 kafadan oluşan kornişinin ise ilginç bir öyküsü varmış; bu kafalar I. James’in yedi askerinin Lleida’dan gelen kızlarla şehrin nüfusunu çoğaltmak için evlenmelerine gönderme yapıyormuş, kapıdan girince Jose Vergara resimleri sizi karşılayacak. Palau Kapısı’nın yan tarafındaki 12 sütunun her birinde ikişer dini sahne betimlenmiş. Virgen Alanı’na açılan ve bir caminin girişi olan Havariler Kapısı’ndaki gotik vitray süsleme ile Vincente Ingles eserlerine göz atın; kapının din adamlarını betimleyen taş işçiliği de gözünüze çarpacaktır. Hierros Kapısı girişinde Valensiya başpiskoposu St.Thomas Villanueva’nın gerçek boyuttaki heykeli ve muhtelif dini karakterlere ait heykeller göreceksiniz; kapıdan girdiğinizde de, Franszico Vergara’ya ait eserler görülebilir. Sebastian Şapeli tarafında ise Blas del Prado’nun resmi yer almakta.

Sekizgen olan 50,85 metre yüksekliğindeki barok çan kulesinin (Miquelete) yapımına 1381’de başlanmış ve 15. yüzyılda tamamlanmış. 207 basamağı göze alıp tırmanırsanız şehrin manzarası sizi bekliyor olacak. 1356 yılına tarihlenen Santo Caliz Şapeli ise önceden rahip evi olarak kullanılmaktaymış, 12 havari ve Hazreti Meryem’in taçlandırılması sahneleriyle ünlü bu şapelde rivayet odur ki, Hazreti İsa’nın son akşam yemeğindeki kadehi saklanmaktaymış; Kutsal Kase Şapeli’nde önemli dini kişilerin vücut parçaları da görülebilir, Kutsal Kasede alabaster bir muhafaza içinde yer almakta. Katedral içinde otuza yakın şapel bulunmakta ve hepsinde muhteşem resimler ve heykeller var. 

Katedral Müzesi’nde Almedina, Joannes, Goya, Jacomart, Orrente resimleri yanında bazı dini kişiliklerin kemik parçaları da bulunmakta. Bir ilginç nokta, Peuerta de los Apostoles (Havariler Kapısı) önünde her perşembe Su Mahkemesi (Tribunal de las Aguas) kurulması. 10 yüzyıldan kalma uygulamaya göre iki yıl için seçilen sekiz kişi, Tuera Nehri’nin sularının kullanımından doğan sorunları çözmek için her perşembe toplanıyormuş; gelenek hala sürdürülmekte Katedralin içindeki Rönesans freskoları da dikkat çekici.

ValenciaKatedralin müzesi (Diocesan), Santo Caliz Şapelinde yer almakta ve Goya’nın 1799 tarihli San Francisco de Boria resmi ile 15 ile 16. yüzyıldan Rodrigo de Osona, Yanez de la Almedina, Juan de Juanes’in resimlerini barındırmakta. Ayrıca Havariler Kapısı’nın 14 yüzyıldan kalma parçaları ile Cano’nun İsa heykeli ve değerli taşlarla süslü dini objeleri görebilirsiniz.

Valencia

Katedral pazar günleri hariç kasım-mart arasında her gün 10-17.30 pazarları ise 14-17, nisan-ekim arası pazar hariç her gün 10-18.30, pazarları 14-18.30 saatlerinde ziyarete açık. Önceden randevuyla rehberli tur ayarlanabilmekte. Bu saatlerde Katedral müzesi de gezilebilmekte ancak kasım-mart arası pazarları müze kapalı. Giriş ise 3 euro.

Basilica Virgen de los Desamparados

ValenciaŞehrin sembolü olan Düşkünlerin Koruyucu Azizesine adanan bu Kilise dörtken bir yapı üstüne oval kubbeden oluşmakta. 1652 ve 1667 yılları arasında yapılan bu kilise bölgenin ilk barok yapılarındanmış. İçinde barok şapeller ve Azizenin mezarı bulunmakta. Azizenin gotik tarzdaki ahşap heykelinin süslemeleri sonradan eklenmiş. Bazilikanın kubbesi 18. yüzyıl İspanyol barogunun en iyi örneklerinden kabul ediliyormuş. Bazilika, Katedrale 1659 ‘da arco novo adıyla anılan bir üst geçit ile bağlanmış. Alana bakan iki kapısı daha olan Kilisenin yerinin, önceden Roma forumu alanı olduğuna dair tespitler bulunmaktaymış.

ValenciaPalau de La Generalitat

Plaza de La Virgen manzaralı bu gotik bina, 1482-1579 yıllarında gotik tarzda inşa edilmiş. 1982’de şehir özerk bir vilayet olunca Valencia Hükümet Binası olarak kullanılmaya başlamış.

Rönesans tarzı kulesinin ikizi daha sonra yapılmış. Binanın kulesi Torre Vella, şehrin geleneksel siluetinin bir parçası. Sarayda görkemli odalar taş bir verandayı çevrelemekte; asma kattaki Salas Doradas (Altın Odalar) tavanındaki panolar ve yerdeki seramik döşemeler dikkat çekici. Orta Çağ’ın tipik yapılarından, taş işçiliğiyle göz dolduran bu yapının bazı odaları ve bahçesi ücretsiz gezilebiliyor ancak randevu alınması gerek ya da gezi saatlerine denk gelmeniz lazım. Ben denk gelemedim doğrusu.

Centre Arqueologic de L’Almonia

Bu yeraltı müzesinde Valensiya’nın tarihine doğru bir yolculuk yapabilirsiniz. 2005 yılına kadar arkeolojik bir kazı alanıyken daha sonra cam ile üstü kapatılarak müze haline getirilmiş yerde Valensiya’nın ilk kuruluş izlerine kadar, MS 2. yüzyıla gidebiliyoruz. Romalılardan, Vizigotlardan, Müslümanlardan kalanlar üst üste yan yana kendilerine yer bulmuşlar. Tarihi merkezdeki Plaza de la Almonia’da yer alan bu müze, vizigot şapeli, cami ve kilisenin bulunduğu 2500 m2lik bir alan. Sizi şehrin ilk kuruluşundan orta çağa kadar bir zaman yolculuğuna çıkaran bu Müzedeki kalıntılar arasındaki kilise bir zamanlar hapishane olarak da kullanılmış.

Müze pazartesi- cumartesi 10-19, pazarları 10-13 arası ziyaret edilebilir, girişi 2 euro. 4,6,8,9,11,16,28,36,70,71 numaralı otobüslerle ile buraya gidebilirsiniz, metro için 3 numaralı hattı kullanacaksınız.

Museo Nacional de Ceramica Gonzales Marti (Milli Seramik Müzesi)

ValenciaCalle Poeta Querol üzerindeki Palacio de los Marqueses de Dos Aquas içinde yer alan müze, cephesindeki abartılı süslemelerle mutlaka dikkatinizi çekecektir. Aslında 14. yüzyılda gotik tarzda yapılan bina 1740’da rokoko tarzında yenilenmiş.

Valencia1949’da Gonzales Marti’nin bağışladığı kolleksiyonla müzeye dönüşen Rabassa de Perellos ailesinin malikanesi. 19. yüzyıla ait orijinal eşyaları, 18 yüzyıl arabaları, Orta Çağ seramikleri ve Alcora, Manises ve Paterna seramikleri görülebilir. Müzede ayrıca tarih öncesinden Roma, Arap dönemine oradan günümüze uzanan bir koleksiyon da mevcut. 18. yüzyıla ait bu rokoko havalı malikanenin en göze çarpıcı yanı girişi kapısı; Hazreti Meryem heykeli ve Jucar ve Turia nehirlerini temsil eden içeren taş işçiliği tasvirler parmak ısırtan cinsten.

ValenciaMüze salı cumartesi 10-14 ve 16-20, pazarları 10-14 arası ziyaret edilebilir. Giriş 3 euro. Plaza de la Reina’ya Müzeye 3 ve 5 metro hatlarıyla gelebilirsiniz, 6,8,9,10,11,27,31,70,71 nolu otobüsler de Müze önünden ya da yakınından geçmekte.

ValenciaMuseo Del Patriarca
Patriark alanı içindeki Corpus Christi Koleji ve Kiliseden oluşan manastırdan dönüştürülmüş bu Müze 1583 yılında yapılmış. Duvar ve tavan Bartolome Matarana’nın freskoları ile süslü.

ValenciaBüyük bir Rönesans manastırı etrafında bir çok odadan oluşan yapıda Juan de Juannes, El Greco ve erken Flemenk ressamların tabloları sergilenmekte. Bunlardan biri de Ribera’nın Ecce Homo resmi… Kilisenin ana sunağındaki Ribalta’nın Son Akşam Yemeği tablosu ve Felemenk duvar goblenleri de göz alıcı.

ValenciaBina İtalyan Rönesansı’nın İspanya’daki etkilerinin hissedildiği bir yer. Müze de bir şapel ve kilise de bulunmakta. Kısa süreler için açık olan yapıya giriş ücreti 2 euro. Bunu söyleme nedenim; Müzenin resmi ziyaret saatleri 11-13.30 arası ancak ben göremediğim yerleri gidip gelip kontrol ettiğim için birden saat 17’de kendimi Müzenin ve Şapelin içinde buldum. Müzenin sitesinde Pazar hariç her gün 10.30, 11.30, 12.30, 16.30, 17.30 ve 18.30 da rehberli turlar olduğu yazılı, belki onlardan birine denk geldim. Kilise ziyareti ise akşam 19’da ama o da her zaman değil. Yani görmek istiyorsanız deneyeceksiniz. Ama kesinlikle denemeye değer.

ValenciaLonja de la Seda (Lonja delos Mercaderes)

Burası 1482-1533 arasında yapılmış, Orta Çağ kaleleri gibi duran gotik bir yapı. Orta Çağ’da zenginleşen Valensiya ticaretinin şekil aldığı yerlerden biri.

ValenciaLonja de la Seda, ipek kumaşının 14 ve 18 yüzyıllarda İspanya’da ana sanayi olmasından dolayı verilmiş bir isim. 2000 m2 lik bir alana yayılan bina dört kısımdan oluşmakta; kule, Consulat de Mar (Deniz Konsolosluğu), Patio de los Naranjos (portakal bahçesi) ve Sala de Contratacion veya Salon Columnario (Sütunlu salon)… Sütunlu salon bir tür görüşme, iş bağlama, iş alma bölümüymüş; gemi halatı gibi uzanan 17 metrelik sütunlarla süslenmiş salon Rönesansa geçişin izlerini taşımakta.

ValenciaKulenin altında küçük bir şapel, üstünde ticari görüşmelerin yapıldığı salon var. Deniz Konsolosluğu ise, 1498’den beri Akdeniz’den ve ticaretten kaynaklanan sorunların ele alındığı bir jüri makamı; tavanının ahşap işçiliğine göz atmayı unutmayın. Çatı 28 adet çörten ve groteks figürlerle bezeli, su oluklarını çevreleyen çörtenler binanın gotik havasını artırmakta. Burası için en iyi korunmuş gotik bina deniliyor ama işin açığı sadece iç kısım orjinalmiş, dış cephe 1879’da neoklasik tarzda elden geçirilmiş.

Valencia1996’da Unesco tarafından Dünya Mirası Listesi’ne alınan yapı pazartesi cumartesi arası 10-14 ile 16.30-20.30, pazarları 10-15 saatlerinde gezilebilir ve giriş 2 euro, cumartesi ve pazarları giriş ücretsiz. Ayuntamiento ve Reina meydanlarına çok yakın, 5b, 7, 27, 28, 60, 62, 81 numaralı otobüsler buraya gelmekte.

Mercado Central
Bu Pazar alanı, Lonja de la Seda’nın tam karşısı. Buranın geçmişi İslam dönemine kadar gidiyormuş; ticaret yanında boğa güreşleri, kutlamalar, hatta idamlar bile yapılmış bu alanda.

ValenciaMercado Central ise Plaza del Mercado’da daha önce aynı yerde 1839 yılına ait bir binanın yerine 1910-1928 arası Art Nouveau tarzında yapılmış. Mercado Central 8000 m2 alanı, eğimli çatısı ve seramik döşemeleriyle turistik bir çekim merkezi oluşturmuş. Peynirden kurutulmuş ahtapota her türlü yiyeceği bulabileceğiniz bu alan pazarları hariç her gün sabahtan akşama hizmet vermekte. Pazar günleri de Plaza del Mercado’da bu Pazar alanının önünde ikinci el pazarı kuruluyor; denk gelirseniz göz atın, magnetler 1 euro… Mercado Central’in bir benzeri de Colon’da bulunmakta. Calle del Conde de Salvatierra’da bulunan Mercado de Colon, 1942’de tamamlanmış. Aynı şekilde Rufaza semtinde de Mercado de Rufaza olarak bilinen bir market bulunmakta.

Estacion del Norte (Kuzey Tren İstasyonu)

ValenciaTreni kullanmanız gerekmez, şehrin tarihi merkezinin alt ucunda yer alan bu yapıyı, şehrin önemli bir anıtı olarak da görmeniz de fayda var. Calle Xavita üzerinde 1906-1917 yıllarında yapılan art nouvea tarzındaki bu görkemli istasyonun giriş mozaikleri özellikle dikkati çekiyor. Dış cephe portakal ve portakal çiçeği desenleriyle bezeli. Boğa güreş arenasının hemen yanında yer alan İstasyon 3,5,7,9 sayılı metrolar buradan geçmekte.

Plaza de Toros

ValenciaKuzey Tren İstasyonu’nun hemen yanında yer alan, 1859’da açılışı yapılan boğa güreşi alanı Roma mimarisinden esinlenilerek neoklasik tarzda düzenlenmiş. 17 metre yüksekliğinde, 52 metre çapındaki bu alan İspanyadaki en büyük boğa güreşi alanıymış. En önemli gösteriler Fallas ve Temmuz festivalleri sırasında olmaktaymış. Yanında da boğa güreşleri ile ilgili bir müzesi var (Museo Taurino). Burası şehrin merkezi sayılır, Xativa metro durağının hemen yanı. 3,5,7,9 numaralı metro da buradan geçmekte.

Torres de Serrano

ValenciaTarihi kısmın kuzey ucunda, Şehrin kuzey girişinin bir parçası olan ve bir zafer takı olarak düşünülen bu kule, 1398 yılında yapılmış. Askeri gotik mimarinin iyi örneklerinden biri olan kule epey bir elden geçirilmiş ama yine de genel havası gotik… Savunma unsurları ve süslemelerin bir arada görüldüğü yapının tepesinde siperler yapılmış kuleler gotik havayı artırmakta.

ValenciaAyrıca kuleye tırmandığınızda Turia nehir yatağının manzarası gözler önüne serilmekte. Bu Kule, her yıl Fallas Festivalinin başlangıcının bildirildiği yer aynı zamanda. Kule salıdan cumartesi 10-14 ve 16.30-20.30, pazarları 10-15 arası ziyaret edilebilir. Giriş 2 euro. Aslında Plaza de la Virgen’e çok yakın ama yürümek istemezseniz buraya metro ile Torres de Serrano durağında inerek ulaşabilirsiniz. Ayrıca 2,5, 11,26,28,29,80,95 numaralı otobüslerle de gelebilirsiniz.

Torres de Quart

ValenciaCalle Quart’ın sonunda şehri çevreleyen ve 14 yüzyıla ait surların bir parçası ancak bu kule 1441-1460 arasında gotik tarzda yapılmış. Dış cephesinde 1808’deki Fransız kuşatmasının anıları olan kurşun ve bomba izlerini görebilirsiniz. Burası kadın hapishanesi ve askeri cezaevi olarak da kullanılmış. Şehri çevreleyen surlar üzerinde şehrin kapısı da olan 12 adet kule varmış ancak 1865’de şehrin valisi tarafından surlar yıktırılınca geriye Quart ve Serrano kuleleri kalmış. Kule salı cumartesi 10-14 ve 16.30-20.30, pazarları 10-15 arası ziyaret edilebilir. Giriş ücretsiz. Aslında Plaza del Mercado’ya yakın ama yürümek istemezseniz buraya metro ile Torres de Quart durağında inerek ya da 5 numaralı otobüs ile ulaşabilirsiniz.

Museo De Bella Artes San Pio V (Güzel Sanatlar Müzesi)

ValenciaAslında Müze, Turia nehir yatağının öbür tarafında, tarihi merkezin hemen dışında ama nehir yatağının atmosferinden ziyade tarihi şehrin havasına yakın bir yer olduğu için bu bölümde ele aldım. 1683-1744 arasında barok tarzda inşa edilen ve bir zamanlar papaz okulu olarak kullanılan Müze, ne yazık ki tadilatta, onun için sadece 14-15 yüzyıl eserlerinden oluşan küçük bir koleksiyonu gezebiliyorsunuz. Ne zaman açılacağı da belli değil; bana söylenen bu. Ancak öğrendiğime göre, 14-19 yüzyıl arasına yayılan Bosch, Valezquez, El Greco, Murillo, Ribalta, VanDyck, Juan de Juanes, Goya’nın bulunduğu bir çok sanatçının 2000 kadar resim ve heykel eserleri mevcutmuş. Müze, İspanya’nın ikinci büyük sanat koleksiyonuna sahipmiş . Binada çok güzel bir kafe de mevcut. Müze 10-20 saatleri arasında açık.

ValenciaGiriş 2 euro. Buraya metro ile Alameda ve Pont de Fusta duraklarını kullanarak gelebilirsiniz. Ayrıca 1-6-11-16-26-28-29-36-79-95 numaralı otobüslerle de gelinebilir.

Instituto Valenciano de Arte Moderno (IVAM)

ValenciaIVAM, 1989’da açılmış 18000 m2lik bir modern sanat müzesi. İki bölümden oluşuyor. Biri Calle Guillem de Castro’daki Julio Gonzales Merkezi, diğeri ise Carmen Merkezi. Ben Julio Gonzales kısmını gezebildim; burası çoğunlukla ressam, teknik ressam ve heykeltraş Julio Gonzales’in eserlerinin sergilendiği bir yer. Julio Gonzales’in geometrik desenleri ile bütün bir odayı kaplayan deniz altı resimleri çok ilginç.

ValenciaBuranın esas sürprizi Gülsün Karamustafa’nın resimlerine rastlamak oldu. Çyle çalışmalar var ki, insanın nutku tutuluyor. Burası salı pazar 10-19, cumaları ise 10-21 arası ziyaret edilebiliyor. Giriş 6 euro ama cuma 19-21, cumartesi 15-19 ve pazarları giriş ücretsiz. Tarihi merkezin kuzey batı ucunda, Blanquerias’ta yer alan Müze, merkeze yürüme mesafesinde, 5 ve 95 numaralı otobüslerle de gelebilirsiniz.

ValenciaBu noktada belirtmeden geçemeyeceğim bir husus da, özellikle IVAM çevresindeki graffitiler. Acaba burada güzel sanat okullarında öğrencilere bitirme tezi olarak duvar resmi mi yaptırıyorlar diye düşünmedim değil. Gerçekten çok güzel duvar resimleri bölgenin duvarlarına hayat vermiş.

Museu de Prehistorica y de las Culturas de Valencia
Burası IVAM’ın hemen yanında La Bene de denen yapı, 1841 yapımı Casa de Beneficiencia olarak bilinen yetimhane binasına kurulmuş ve 1982 yılından beri, muhtelif arkeolojik kazı alanlarında ele geçen eserlerden oluşan bir müze. Etnografya Müzesi ile iç içe geçmiş durumda.

Valenciaİlk kat paleolitik, neolitik ve bronz çağına ayrılmış, ikinci kat ise İber ve Roma kültüründen seçme objelere yer verilmiş; paleolitikten vizigotlara kadar uzanan bir dönemi kapsayan bir müze. Etnografya kısmında da Valensiya’nın gündelik hayatından seçme eşyalar var ama öyle bölümleri var ki modern sanatlar müzesine mi geldim acaba dedirtiyor insana.

ValenciaValensiya’nın geçmişi ve kültürü hakkında bilgi edinmek için bu tarih ve etnografya müzesi şehirde gelinebilecek en iyi yer. Salı pazar 10-20 arası açık olan müzeye giriş 2 euro. 5 numaralı otobüs ile buranın tam önüne kadar gelebilirsiniz.

Casa Museo Jose Benlliure

Calle de Blanquerias üzerinde Serranos kulesinin yakınında bulunan bu ev ressam Benlliure’in iç dünyasını tanıtmakla kalmıyor 19 yüzyıl sonu 20 yüzyıl başında Valensiyalı bir burjuva ailesinin yaşamına da göz atmamızı sağlıyor. Jose Benlliure ve oğlu Pepino’nun eserleri, çalışma aletleri, kıyafetleri yanında bahçesi ve ek binasıyla dönem hakkında bilgi almamızı da sağlayan ilginç bir müze. Blanquerias’ta ana cadde üzerindeki bu Müze, salı cumartesi 10-14 ve 16.30-20.30 arası, pazarları 10-15 arası ziyaret edilebilir. Giriş 2 euro.

ValenciaPalau de la Marqoues de Campo- Museu de la Ciutat/Şehir Müzesi
Tarihi merkezde yer alan ve 1840’da dönemin belediye başkanı Jose Campo tarafından satın alınıp yeniden yapılan bu malikane kendisinin adıyla anılan bir müzeye dönüştürülmüş ancak içindeki eşyaların hiç biri o malikanede kullanılmış orijinal eşyalar değil.

ValenciaBinanın cephesi klasik tarzda ve bir avluya açılmakta. Malikanenin odaları Roma, vizigot, mağribi dönemlerinden kalma objelerden, gravürlerden ağırlık ölçülerine kadar değişen türlü konularda eşyalara ev sahipliği yapmakta. Ayrıca 13-14 yüzyıllardaki Hristiyan Valensiya isimli bir bölüm de sergilenmekte. Salı cumartesi 10-19, pazarları 10-14 arası ziyaret edilebilir. Giriş 2 euro.

Museo de Historia de Valencia

Valencia
Aslında burası şehrin tarihi merkezinin dışında Bioparc’a yakın bir yerde ancak konusu itibariyle burada değinmekte fayda gördüm.

Burası bir zamanlar şehrin su ihtiyacını karşılayan 1850 yılına ait 250 direkli bir su deposu, yüzyıla ait bir sarnıcın üzerine yapılmış. Valensiya tarihinin özetine göz atabileceğim bir müze beklemiştim ama özetin de özeti çıktı karşıma. İnteraktif ve daha çok canlandırmalara dayalı bir müze burası. Öyle ki çoğu bölüm de sadece skeçler yer alıyor; bir ekran ve oraya yüklü 5-6 öykü var, o zamanın giysileri içindeki oyuncular gündelik hayattan, dönemin kültürü ve geleneklerini içeren, ayrıca önemli olayları da temel alan kesitler sunuyorlar. Bu güya zaman makinesiymiş ve bizleri o günlere götürüyormuş ama beni sadece Müzenin dışına götürdü.

Valensiya’nın tarihi dönemlerini temsilen sergilenen objeler çok fazla yer tutmuyor ama arşiv ve dökümantasyonu zengin bir yer. Bana çok yakın bir müzecilik anlayışı değil ama ilginizi çekerse, buyrun… Buraya 3 numaralı metro hattı (Nou d’octubre durağı) ve 3,29,70,81,95 numaralı otobüslerle gelebilirsiniz. Parc de Capçalera’nın hemen yanı ve Biopark ile ortak plan yapabileceğiniz kadar birbirine yakın mesafede. Salı cumartesi 10-19, pazarları 10-14 arası ziyaret edilebilir. Giriş 2 euro.

Palacio de Justica

ValenciaGünümüzün Adalet Sarayı olan bina, 18 yüzyılda neoklasik tarzda yapılmış ve gümrük işleri için kullanılmış, daha sonra tütün fabrikası olmuş. Özellikle merdivenleri dikkat çekici. Pazartesi cuma 9-15 arası açık. Binanın tam karşısında 1850 civarında yapılan Parterre Parkı bulunmakta. İçinde I James heykeli olan park, her 9 Ekimde krala saygılarını sunmak için gelen insanlarla doluyormuş. Şehrin genişlemesi sırasında buradaki manolya ağaçlarının çoğu yok olmuş, ancak bu park o günlerin anısını bir parça da olsa yaşatıyormuş.

Almudin
Eski bir İslam sarayının üstüne 1307’de yapılan ve 1517’de restore edilen bu üç kemerli bina, buğday deposu ve satışı amacıyla yapılmış taş bir bina. Ben içini gezmedim ama şimdilerde geçici sergilere ev sahipliği yapmaktaymış. Burası salı-cumartesi arası 10-14 ve 16.30-20 saatleri, pazarları 10-15 arası ziyaret edilebilir, giriş 2 euro.

Palacio de Cervello
Bir zamanlar Cervello ailesinin malikanesi olan ve dış cephesi orijinal haliyle kalan bu yapı, bugün Belediye Arşiv binasıymış. Ben gitmedim ama salı-cumartesi 10-14, 16.30-20.30, pazarları 10-15 arası açık olan Müzeye giriş 2 euro. Hemen yanında Palacio Cervello metro durağı bulunmakta.

Palau des Borja
Valensiya parlementosunun şu anki yeri olan bu Saray, 15 yüzyıl sonu 16 yüzyıl başına tarihlenen gotik bir yapı. Üyelerinden iki papa çıkarmış ünlü Borges ailesinin malikanesi olan bu yapı, Ortaçağ Valensiya soylularının yaşam alanları hakkında da bilgi vermekte.

Bombas Gens
Gitmediğim bir müze. Modern sanat müzesi olarak geçen bu galeri, çarşamba cumartesi 10-14, 16-20, pazar 11-15 arası ve ücretsiz gezilebiliyormuş; yalnız çarşamba sabahları sadece öğrenci grupları kabul ediliyormuş. Metro 1,2 numaralı hatlarla, otobüsle 1, 29,60, 64, 79, 80, 89, 90 numaralı otobüslerle buraya gelinebiliyormuş.

Museo Historico Militar
Çeşitli dönemlere ait silahlar, askeri merasimlerde kullanılan objeleri barındıran bu Müze’nin önünden geçmekle yetindim ama pazartesi hariç salı cumartesi 10-14,16-20, pazarları 10-14 arası ücretsiz ziyaret edilebiliyor. Carrer del General Gil Dolz’daki bu müze, Turia Nehrindeki Bilim Müzesinin arkasına düşüyor.

Llardo Porselen Müzesi
Şehrin merkezinin dışındaki Llardo Porselen Fabrikası’nın müzesine gitmedim. Zaten güzel bir seramik müzesi vardı programımda; ayrıca şehirde Llardo’nun satış mağazası da var. Llardo’nun koleksiyonlarını görmek için daha çok zaman ayırmak istemedim. Ama isterseniz kırmızı metro hattına binip Alboraya’da indikten sonra 10 dakikalık bir yürüyüşle Müzeye varabilirsiniz. Giriş ücretsiz ancak pazartesi perşembe 9-14 ve 15-18, cuma 9-14 arası ziyaret edilebiliyormuş.

Museo de Ciencias Naturales
Turia’nın öbür yakasında Real Bahçeleri’ne yakın ve Jardines de Viveros’ta yer alan bu Müzede teknoloji ve bilim, paleontolojik koleksiyon, evrim tarihi, Conchiologica Koleksiyonu ve La Albuferayı da kapsayan Valensiya ekosistemlerini içeren beş bölümden oluşmaktaymış. Gitmediğim bu Müze, Salı Pazar 10-19 arası 2 euroya ziyaret edilebilir. Cumartesi ve pazarlar ücretsizmiş.

Turia Nehir Yatağı ve Deniz Kıyısı

ValenciaValensiya şehrinin yanından geçen Turia Nehri’nin 1957 yılında taşması ve 60 kişinin bu selde hayatını kaybetmesi doğal bir felaket olarak kabul edilmiş ama sonucunda şehircilik açısından çok farklı pencereler açan bir olaya dönüştürülmüş. Nehrin yatağının değiştirilerek Akdeniz’e limanın alt tarafından dökülmesini sağlayan Plan Sur projesi 1969’da tamamlandığında nehrin eski yatağı, şehre bambaşka bir renk katan Jardin del Turia parkına dönüştürülmüş. Bu alan 18 bölgeye ayrılmış, her bölgenin planlaması farklıymış. Haritada bu bölgeye baktığınızda bir ucunda Biopark bir ucunda Citat de les Arts i les Ciences olan yemyeşil bir alan görürsünüz ve bu alan üzerinde modern Valensiya’nın simgesi olan görkemli binalar dikkatinizi çeker.

Binalar
Kuzey ucundaki Bioparkı bir tarafa bırakırsak nehir yatağında ilerlediğimizde muhteşem parkların arasında önce Palau de la Musica’yı görürüz. İspanya’nın önemli konser salonlarını barındıran bu bina 1987 yılında yapılmış. İçinde 1800 kişilik bir senfoni odası, yanında birkaç küçük oda müziği yapmaya salon da bulunan bu bina ışık, su ve bitkilerle harmanlanmış bir yapı. Özellikle yere kadar inen cam kubbesinin havuz suyu ve bahçedeki yeşilliklerle birlikte görüntüsü muhteşem. 3 ve 5 numaralı metrolarla La Alamada durağında inerek buraya ulaşabilirsiniz.

Valencia

Daha sonra ise Citat de les Arts i les Ciences (Bilim ve Sanat Şehri)’a ulaşacaksınız. Hepsi farklı bir estetik kaygıyla planlanmış, muhteşem bir havuz boyunca birbirine geçişli gayet modern yapılardan oluşan Valensiya’nın modern yüzünü temsil eden 350.000 m2’lik bir alan burası. Bölgede kayıtsız kalamayacağınız eserler mevcut: El Palau de les Arts Reina Sofia opera binası, L’Umbracle Imax bir sinema salonu, El museu de les Ceencies Principe Felipe bilim müzesi, Oceanografif akvaryum, agora gösteri ve toplantıların yapıldığı anıtsal bir alan olarak görmeniz gereken yerlerin başında gelmekte.

ValenciaBu binalar arasında da 24.000 m2 lik muhteşem havuzlu bir park ve yürüyüş yolu bulunmakta. Ben bu binalardan El Palau de les Arts Reine Sofia olarak bilinen opera binasını gezdim. Tasarımı artık bir Roma askeri miğferine mi benzetirsiniz, der top olmuş bir hayvana mı; ama havuzlar içindeki beyaz çimento, seramik ve metal ağırlıklı bu bina, özellikle mimariye ilgisi olanların planlamalarına alması gereken bir yer. Teraslara açılan konser salonları, yeşillendirilmiş kulisler, açılıp kapanır cam tavanlar sizi büyüleyecek. Beyazın hakim olduğu ve seramik parçalarıyla ışığın beyazı parlattığı bu binada 4 salon var. 1412 koltukla sala principal denen büyük salon genelde bale gibi gösteriler için. 1490 koltuklu Auditorio, sinema ve video enstelasyonları için düşünülmüş bir salon. 378 koltuklu Aula Magistal daha küçük çaplı müzik olayları, resitaller, eğitim çalışmaları için yapılmış. 400 koltuklu Teatre Martin i Soler ise orta ölçekli operaların sergilendiği bir yer. 2005 yılında yapılan bu binayı, rehberli turlarla gezebilirsiniz, girişi 10 euro ve 1 saat sürüyor.

ValenciaYanındaki Hemisperic, tasarımında görme teması üzerine durulan bu yapı, göz kırpmasını temsil ediyor ve planetaryum, lazer gösteri yeri ile Imax sinema salonundan oluşuyor. 900 m2’lik dev ekranında türlü maceralara üç boyutlu olarak atılabileceğiniz yapıya giriş 8,80 euro.

Hemen yanında bir balina iskeletine benzeyen 2000 yılında tamamlanan, 40.000 m2’lik El Museo de les Ciencies Principe Felipe (Bilim Müzesi), çocuklara yönelik dokunarak öğrenme bölümleriyle bilim dünyasını sevimli hale getiren bir yer. Kromozomlardan dinazorlara gezip görsel materyallerle öğrenmeyi kolaylaştıran bu Müze, kışın 10-19 ve yazın 10-21 saatleri arasında 8 euro giriş ücretiyle gezilebilir.

Valencia2000 yılında tamamlanan L’Umbracle, muhtelif bitkilerle süslenmiş bir devasa parabolik bir pergola. İçindeki heykellerle bir açık hava sanat galerisi gibi.

2009’da tamamlanan Agora, 5000 m2 alanı 70 metre yüksekliğiyle türlü faaliyetlerin, gösterilerin düzenlenmesi için düşünülmüş bir yer. Ben oradayken tadilattaydı.

ValenciaL’Oceanografic ise bizi deniz altı dünyasına götürüyor. 2002 yılında tamamlanan ve her gün 10 da açılan, kışın 20, yazın 24’te kapanan bu akvaryum 110.000 m2’lik bir alanı kaplıyor. İçinde Kızıldeniz’den Antartika’ya kadar dünyanın türlü yerlerinden 500 farklı cinsten 45000 adet deniz canlısı etrafımızda dolanıyor, yüzüyor; tabii kişi başı 27.90 euro verirseniz.

ValenciaTuria Nehir yatağında olmamakla birlikte modern Valensiya’nın dikkat çeken bir binası da Kongre salonu (Palau de Congressos). 1998 yılında açılan bu bina gemi pruvası şeklinde çatısı bulunmakta.Toplam 2000 den fazla kişiyi konuk edebilen bu binada 3 salon bulunmakta. Ayrıca modern Valensiya’nın dikkat çekici yapılarından Valencia CF Futbol takımının yeni stadyumu Mestella’da özellikle futbol severlerin görmek isteyeceği yerlerden. Buraya 32, 115 E ve 115F otobüsleriyle gelebileceğiniz gibi metro ile Mestella durağında inerek de ulaşabilirsiniz.

ValenciaKöprüler
Turia denince köprülerine de değinmekte fayda var. Puente del Mar, 1591’deki selin burada bulunan ahşap köprüyü yıkmasından sonra yapılan yeni köprü Plaza de America’da bulunuyor; 10 sivri uçlu kemeri bulunan köprünün üstünde taş işlemeli bir çıkmada Meryem Ana ve San Pascual Bailon heykelleri dikkat çekici. Puente de la Exposicion 1995 yılında yapılmış ve 130 metre uzunluğunda, en yüksek noktası 14 metre olan bir yaydan oluşan köprüye Valensiyalılar La Peineta/Süslü Tarak diyorlarmış. Alamenda metro durağı hemen köprünün altında.

ValenciaPuente del Real 1595’de gotik tarzda yapılmış. Bir bölme içinde San Vincente Martir ve San Vicente Ferrer heykelleriyle dikkati çeken ve Plaza de Real’de bulunan Köprü, ismini bahçe anlamına gelen Arapça kelime Rahal’dan almaktaymış. Burası Palacio del Real ile şehir duvarlarını bağlamaktaymış ancak 19 yüzyılda Napolyon orduları şehri bombalamak için Sarayı kullanamasınlar diye bizzat Valensiyalılar tarafından bu saray yıkılmış. Dokuz sivri uçlu tüneli olan Köprünün açılışı , Kral Felipe III ile Kraliçe Margarita’nın evliliğine denk gelmiş. Puente del Trinidad buradaki en eski köprü. 1402’de gotik tarzda yapılan 10 kemerli köprünün üzerinde San Luis Beltran ve Santa Tomas de Villanueva’nın heykelleri bulunmakta. Burası Museu de Belles Artes e Valencia müzesinin hemen önünde yer alıyor.

Valencia

Puente del Serranos 1518’de gotik tarzda yapılmış. Serranos kulesinin hemen önünde olan köprü, adeta kule ile birlikte bir Orta Çağ havası yaratmakta. Puenta del Artes, 1998’de yapılmış modern tarzda bir köprü. İki ayrı yolu tek bir sütunla taşıyan bu köprü, etrafındaki tarihi köprüler arasında modernitenin simgesi gibi duruyor. Burası IVAM müzesine yakın bir köprü. Puente de San Jose, gotik tarzda 1604 yılında San Jose Manastırının önüne yapılmış. 1517’deki selin ahşap köprüyü yıkmasından sonra yapılan köprü, Blanquerias’da Zaidia ve Marchalenes ‘i birbirine bağlıyor ve üzerinde 18 yüzyılda İtalyan heykeltraş Ponzanelli tarafından yontulan San Tomas de Villanueva ve San Luis Beltran heykelleri bulunmakta. Puente de las Flores 2002’de yapılmış ve 27000 çiçekle süslenmiş; Plaza de America’da bulunan bu köprü şehrin denize açılan tarafında. Santiago Calatrava tarafından 1995 ‘de yapılan yapılan Assut de l’Or köprüsü ise en ilginç köprülerden; Serreria’da denilen bu köprü, yine Calatrava’nın Puente de la Exposicion köprüsü ile benzeşiyor, en önemli farkları ölçekleri. Yine bir yaydan oluşan bu köprü, büyük bir arpa benziyor. 

Parklar ve Bahçeler
Turia bölgesinin gösterişli ve modern binalarının yanında bol yeşilliği ve parkları da var. Tuira nehir yatağının özellikle Astilleros köprüsü civarındaki kısım park haline getirilmiş. Burada park yanında spor faaliyetleri için alanlar, Gulliver Parkı gibi değişik kayakları olan bir oyun parkını da içermekte. Ama Header bu bölgedeki parkların başında geliyor. Seyir terası, yapım aşamasındaki luna park, Ribera ormanı yanında en önemli kısmı Bioparc. Turia nehir yatağının kuzeyinde Parque de Cabecera’daki alan hayvanların doğadan koparılmadığı iddiasındaki bu hayvanat bahçesine ben gitmedim.

Valencia100 000 m2 lik alana yayılan bu bahçede dünyanın türlü iklimlerinden bir çok hayvan kendi ortamlarında yaşıyorlarmış. Sabah 10’da açılıp mevsimine göre 18’den 21’e kadar değişen bir kapanış saati olan parka giriş 23,80 euro. 3,5,9 metro hatlarıyla Nou d’Octubre durağında ulaşabileceğiniz Park’a 98-99 numaralı otobüslerle de ulaşabilirsiniz.

Parklar konusunda Valensiya çok zengin bir şehir; Museo de Belles Artes Müzesine yakın olan Jardins del Reial (Viveros), aslında şehrin islam döneminde kalma bir yermiş. Granada’daki generallife benzeri bir yer yaptırmak isteyen hükümdar saraylı bahçeli bir alan yaptırmış, Hristiyan dönemde de çeşitli hanedanlar tarafından buraya eklemeler yapılmış. Yukarıda da anlatıldığı üzere 19 yüzyılda Fransa’nın saldırıları sonucu saray yıkılmış. Bugün hala eski günlerin anısına soyluluğuyla gündeme gelen parkın havuzları, heykelleri ile başka bir havası olan bir yer. Yine Plaza del Real ‘daki küçük ama muhteşem neo klasik Jardins de Monforte’de bir çiftlikten 1870’lerde parka dönüştürülmüş bir yer. Şehrin merkezine yakın La Glorieta Bahçeleri ve El Parterre ise rokoko tarzda Triton çeşmesini ve Agapito Vallmitjana’nın James I heykeline de ev sahipliği yapmaktalar. Botanik bahçesi ise 18 yüzyılda Calle Beato Gaspar Bono civarında 3000’e yakın bitki türünü barındıran bir alan. Kongre merkezi yanındaki Jardin de Polifilo ise Francesco de Coloma’nın Hypnerotomachia Poliphili’nin Bir Rüyadaki Aşk mücadelesi isimli kitabından esinlenilerek yaratılmış rüya gibi bir park.

Deniz Kıyısı

ValenciaValensiya’nın deniz kıyısı daha çok sayfiye alanı gibi. Gideyim deniz kenarında oturayım derseniz şehir merkezinden eni konu bir yolculuk yapmanız gerekmekte. Valenciya 18. yüzyıldan itibaren denizi günlük hayatına sokmuş ancak buralara yerleşim çok sınırlı tutulmuş. 18 yüzyılda Avenida del Puerto’nun açılmasıyla kuzeyde Liman Alboraia şehrine güneyde ise harika lokantaları olan Pinedo sahiline bağlandı. Ancak şehrin denizle iç içe olması 2007’deki Amerika Kupası için seçilen ilk Avrupa şehri olmasından sonra hızlanmış. Böylece Liman bölgesi hızla elden geçirilmiş; sadece yat limanı ve diğer deniz araçları için kolaylıklar değil Veles e Vents gibi eğlence mekanları da görülmeye başlamış. Bu arada Art Nouveau örneklerinden olan; 1914 yapımı zarif saat kulesiyle dikkat çeken Rıhtım Karakolu ve 1910 yapımı ile özellikle vitraylarıyla dikkat çeken tersane onarılmış.

ValenciaYazın limandan körfez turu yapan tekneler var; 1 saatlikten 1 günlüğe uzanan zaman dilimlerinde 15 eurodan 45 euroya kadar bedelle sahilleri tekneyle de gezebilirsiniz. Liman, şehrin yeni bir bölümü olarak gezmeye değer. Tabii limandan daha akıl çeleni, hemen limanın sağından ve solundan başlayan plajları.

Limanın kuzeyinde sırasıyla Las Arenas, Malvarrosa ve Patacona plajları yer almaktadır. Geniş kum sahasının ardından denize ulaşılan bu plajlar kuzeye gittikçe daha tenha ve sessizleşiyormuş. Bu plajlardan en canlısı Limana en yakın olan Las Arenas. Lokantalar, barlar, cafelerle şenlenen plajda kum heykeller, ufak spor karşılaşmaları da yapılıyormuş. Haliyle daha turistik olan bu bölge biraz daha da pahalı. Malvarrosa ise Valensiyalılar için bir dinlenme yeri. Liman güneyinde ise daha doğal olan Pinedo, El Saler, La Devasa, Recati plajları bulunmakta. El Saler, Las Arenas gibi popüler ve kafeleri, lokantaları olan bir yer. Ama diğerlerinde de çıplaklar kısmı gibi kısımlar varmış. Eğer gezinizi yazın yapıyorsanız ve zamanınız varsa Valensiya plajlarına göz atın derim.

ValenciaGüney plajlarına 25 numaralı otobüsle ulaşabilirsiniz. Liman bölgesi ve plajlara ise 5,6,7,8 numaralı metrolarla gelebilirsiniz; 2,3,4,19,23,30,N8,N9 numaralı otobüslerle de ulaşabilirsiniz.

ValenciaDeniz tarafında iki müze var. Biri Reales Atarazanas, limana yakın. Plaza Juan Antonio Benlliure’de bulunan bu Deniz Müzesi, 14 yüzyıla tarihlenen gotik yapı beş kemerli girişi olan birbirine paralel bölümlerden oluşuyor. Yapıldığında deniz kenarında olan bu yapı, zamanında tersaneymiş. Ben gittiğimde kapalıydı ama gezmek isterseniz salı-cumartesi 10-14, 15-19, pazarları 10-15 arası gitmenizde fayda var.

ValenciaGiriş 2 euro. Buraya gitmek için 2,3,4,19,20,22,23 ve N1 otobüs hatları ile 5 ve 6 metro hattını kullanabilirsiniz. Ayrıca Malvarossa Plajında da yazar Blasc Ibanez’in yaşadığı evden oluşturulmuş müze Casa Museo de Blasco Ibanez var. Bu bölgede ayrıca Casa Museo Semana Santa Marinera, Museo del Arroz, Casa de la Copa da bulunmakta.

ValenciaAlbufera Gölü
Valensiyada bir çok park ve bahçe var, hatta Bioparc ve Oceonografi gibi Valensiya’nın ortasına Afrika’yı ya da Kutupları taşıdığını iddia eden parklar bile var.

ValenciaAma bölgedeki gerçek milli park denilecek doğa hazinesi şehrin güneyinde, 10 km uzaklıktaki Albufera Gölü. Arapça al-buhayra sözünden türetilmiş ismi olan ve ortalama 1 metre derinliğindeki 2837 hektarlık göl alanı, 21000 hektarlık ıslak alanı olan bu doğal park, ayrıca meşhur paellaların pirincinin de elde edildiği ana yerlerden biri. Göl, İspanya pirincinin üçte birini karşılayan çeltik alanları ile çevrelenmiş durumda. Göldeki matas denilen sazlıkların arasında 250 cins kuşun yaşadığı belirlenmiş. Göl kenarında yaşayanlar barraca denilen aynı tip tek katlı evlerde yaşıyorlar. Gölde gezi yapmanız da mümkün. Şehirden buraya 25 numaralı otobüsle gelebilirsiniz.

Valencia

Kiliseler 
Bir şehirdeki dini yapılarının o şehrin tarihini anlamak için mutlaka görülmesi gereken yerler olduğunu düşündüğümden gittiğim yerlerde mümkün olduğunca eski ibadet yerlerini ziyaret ederim. Valensiya’da da önemli kilise, manastırlara gittim. Valensiya Katedrali ile Basilica Virgen de los Desamparados birbirine bağlı ve şehrin temel tarihi mekanı olduğu için orayı önceki bölümde ele aldım. Burası daha çok ‘Meraklısına’ gibi bir bölüm. Yalnız Valensiya’da kiliseleri gezmenin bir zorluğu var; ne zaman açık olacaklarına dair genel bir uygulama yok, bazısının ziyaret saatleri varken, bazısı sadece dini merasim sırasında açılıyor, bazısını ise hiç açık görmedim. Onun için burada yer alan kiliselerin bazılarının içini görebildim, bazılarının ise dışarıdan binasını gördüm. Bu bölümdeki ilk üç kilise, eğer Valensiya Katedrali ile Basilica Virgen de los Desamparados yanında başka kiliseleri de görmeye karar verirseniz size öncelikle önereceğim kiliselerdir.

Iglesia San Nicolas

ValenciaValensiya’nın Sistine şapeli olarak kabul edilen San Nicolas Kilisesi, tavanı kaplayan freskolarıyla gerçekten muhteşem bir görsel şölen sunmakta. Aslında Roman-İspanyol bir kilisenin üstüne kurulan caminin bulunduğu alan Kral I James tarafından Dominikyenlere verilmiş ve 1242 civarında yapılan bu Kilise Aziz Nicholas’a atfedilmiş. 15 yüzyıl ortalarındaki gotik tarz ile bugün ki havasına kavuşmuş ancak 17 yüzyıl sonlarında barok etkisini taşıyan eklemeler de yapılmış 1697-1700 arası 2000m2 lik tavan Dionis Vidal eseri freskolarla donatılmış. Bu muhteşem freskolar şehrin azizleriyle ilgili dini hikayeleri esas almış. Özellikle sol taraf Aziz Nicholas, sağ taraf ise Aziz Peter ile ilgili öyküler, mucizeler resmedilmiş. Her iki tarafın son freskosunda ise bu azizlerin ölüm sahneleri bulunuyor. Bu arada Aziz Nicholas ile bir ‘toprağım’ muhabbeti de kurabiliriz; kendisi 4 yüzyılda Demre Piskoposuymuş, Osmanlıların fethinden sonra mezarı İtalya’da Bari’ye taşınmış. Kilisede bir çok şapel de yer almakta, buralarda da harika resimler ve heykeller dikkatinizi çekecektir. Bir dikkati çekecek kısımda vitraylar. Pazartesi cuma 10.30-19, cumartesi 11-18.30, pazar 13-19 arası ziyaret edilebilen Kiliseye giriş 5 euro. Buraya gelmek için 4,8,9,11,1628,70,71 (Plaza de la Reina durağı), 5,28,47,95 (Parada Torres de serranos durağı) numaralı otobüslerle ve 3 ve 5 numaralı metro ile Colon durağında inerek ulaşabilirsiniz. Plaza de la Reina’daki Katedral ve Santa Catalina kilisesi dışında bir kiliseyi daha programınıza ekleyecekseniz, orası bu Kilise olmalı.

Iglesia de los Santos Juannes

ValenciaPlaza del Mercado’da, La Lonja’nın karşısında bulunan bu kilise 1245 yılında eski bir camiinin üstüne yapılmış. Gotik tarzdaki Kilise 1592’deki yangından sonra neredeyse tamamen elden geçirilmiş. Kilisenin Meydana bakan barok tarzın şahikası niteliğindeki girişi ve çatısı zaten gözünüzden kaçmayacaktır. Özellikle çatıdaki saat kulesi, taş oymalı Hazreti Meryem heykeli ve yanlardaki Aziz John heykelleri büyüleyici. Meydana bakan bu şaşaalı giriş, kilisenin diğer yanlarında gotik bir sadeliğe dönüşse de Kilisenin içi yine barok tarzın keyfini çıkaracak derecede zengin işlemeli.

Iglesia Y Torre de Santa Catalina

ValenciaPlaza del Reina‘da Katedrale varmadan La Paz sokağında muhteşem barok havalı kulesi ile Santa Catalina Kilisesi’ni mutlaka göreceksiniz. Barok görüntüsünün ardında içeride tamamen gotik bir hava hakim. Eski bir caminin yerinde yer alan ve 1245 yılına tarihlenen bu kilise, 1548’deki yangından sonra yeniden yapılmış. Altıgen olan barok kulesi ise 17 yüzyılın eseri. Bu kule Katedralin kulesi Miguelete ile birlikte Reina Meydanı süslemekte ve Valensiyalıların inanışına göre bu iki kule, karı kocaymış; ne diyelim, bir yastıkta kocasınlar…

Iglesia Parroguial de San Martin Obispo y San Abad

ValenciaSan Martin olarak bilinen Kilise, şehrin en eskilerinden; 14 yüzyılda bir caminin kalıntıları üzerine yapılmış, ancak son halini 18 yüzyılda almış. Dışarıdan bakılınca gotik aslından pek bir iz kalmamış, barok tarz Kiliseye hakim olmuş. İçerdeki barok süslemeler de beyaz ve altın renkleri hakim. Ama sunağın üstündeki 164 adet alçı İncildeki olayları işleyen oymacılık işi, görkemi artırıyor. Dış kapı alınlığında bir fakirle paltosunu paylaşan San Martin heykeli de Kilisenin alameti farikası. Kilise her gün 10.30-11.30 ve 12.30-13.30 arası ziyaret edilebiliyor.Gerçi bu Kilise Ayuntamiento’yu Reina’ya bağlayan San Vincent Martir Caddesi üzerinde ve ne zaman bu yoldan geçsem bu Kilise açıktı.

Iglesia de Santo Tomas Y San Felipe Neri

Valencia1725’de yapılan bina sadeliğiyle dikkat çekiyor. Roma’daki Gisu Kilisesinden esinlenilen yapı, 1982 yılında Ulusal Tarihi ve Sanatsal Değerler olarak belirlenmiş; sadece dini merasim sırasında ziyaret edilebiliyor. Ben denk geldim.

Iglesia de San Agustin

ValenciaKuzey Tren İstasyonu’na yakın olan bu Kilise, 14.yüzyılda yapılmış olup gotik tarzda ancak değişik kulesiyle dikkati çekiyor. Valensiya’nın en eklektik kiliselerinden kabul edilen bu yapı, bunu biraz da İspanya bağımsızlık savaşının yarattığı hasarın onarılması sırasındaki anlayışa borçlu.

Iglesia de San Juan de la Cruz

ValenciaGonzález Martí Seramik Müzesi’nin yanındaki bu Rönesans tarzdaki Kilise, bir cami alanının üstüne gotik tarzda yapılmış; daha sonra 1648 yılında tekrar yapılan kilisenin içinde Balıkçılar Loncası Şapeli öne çıkıyor. Kilisenin girişindeki barok süslemeler ise iki salomonik sütun üzerinde elinde balık ve kitap tutar halde Aziz Andrew heykeli dikkat çekici.

Santurio Montiolivete

Valencia

Monte Olivete bakiresine adanan neoklasik tarzdaki bu küçük kilise Opera binasının karşısında yer almakta. 1771 yılında tamamlanan bu sade kilisenin yanındaki rahip odaları binası daha sonra Fallas Müzesi’ne dönüştürülmüştür.

Iglesia de San Juan del Hospital

Valencia1261 yılına ait bu kilise Valensiya’nın en eski kiliselerinden. Arazisi Kral Jaimes I tarafından bağışlanan ve Hospitalier Şövalyeleri tarafından kurulan bu kilisenin romanesk bir girişi ve gotik tarzda Aziz Barbara şapeli var.

Iglesia del Carmen

ValenciaCarmelite Manastırının bir bölümü olan bu Kilisenin görkemli girişi dikkatinizden kaçmayacaktır. 1281 yapımı olan bu Kilise, Carmen bölgesinin en dikkate değer yapılarından. Gotik, Rönesans ve barok tarzların bir derlemesinden oluşan bina artık bir müze. Pazartesi hariç hergün 10-20 arası açık olduğu belirtildiği halde ben bu saatlerde gittiğimde içeri giremedim. Siz deneyebilirsiniz.

Convento de Santo Domingo

ValenciaKral James I tarafından Dominikyenlere verilen kışla binasına daha sonra sınıflar ve muhtelif şapeller eklenmiş; Kral James I için yapılan şapel de bunlardan biri. 12 yüzyıla tarihlenen bina gotik, rönesans ve neo klasik tarzları birden barındırıyormuş. 19 yüzyılda devlete devredilen yapı askeri bir birim olarak kullanılmakta. Bazı bölümlerinin ziyarete kapalı olduğu binayı görmek için randevu alınması gerekiyor.

Iglesia de San Lorenzo

ValenciaEski bir caminin üzerine 1238’de yapılmış, daha sonra 1684 yılında gotik havasını kazandıran onarımdan geçmiş. 1746’da 43 metre yükseklikteki çan kulesi eklenmiş. Kilise içindeki tablo ve heykellerle birlikte Aziz Rita ve Aziz Joseph şapelleri göze çarpan bölümleri.

Iglesia de Santa Ursula

ValenciaBurası da asla açık yakalayamadığım kiliselerden biri. 1605 ‘te barok tarzda yapılmış. Burası dünyanın nimetlerine kendini fazlaca kaptıran hanımlarımızın özellikle Corpus Festivali sırasında hizaya getirildiği yermiş. Ayrıca İç savaş sırasında işkence yeri olarak da kullanılmış. Pek hayırlı bir yer değil anlaşılan.

Iglesia del Salvador

ValenciaEski bir cami üzerine kurulan 1549 yapımı gotik kilise, 1666’da barok tarzda yenilenmiş, 1829’da son neoklasik halini almış. Sunaktaki çarmıha gerilmiş İsa’nın dramatik betimlemesi çarpıcı. Beş bölümü olan Kilisedeki tablolar ve heykeller etkileyici.

Iglesia Santa Maria del Mar

ValenciaŞehrin kıyıya yakın Grao semtinde yer alan Kilise, 15 yüzyılda gelen Grao meshine atfen 17 yüzyılda yapılmış, çan kulesi 19 yüzyılda eklenmiş. İçini göremedim.

İsanın Kutsal Kalbi Kilisesi

ValenciaLa Lonjanın hemen arkasındaki 1886 yapımı üç kemerli kapısıyla dikkati çeken bu Kiliseyi hiçbir zaman açık göremedim. Aynı şekilde Lope de Vega Meydanı’ndaki gotik havalı küçük Santa Catalina Kilisesini de hiç açık görmedim.

Ermita de Santa Lucia ve Antik Park

ValenciaKuzey Tren İstasyonu’nun önünden geçen Angel Guimere Caddesine yolunuz düşerse, (Mango’nun outlet’i de orada; belki bu nedenle gidersiniz) Plaza Pilar’da bulunan bir küçük gotik kilise, yanındaki arkeolojik park, parkın içindeki Augusto Anıtı ve Capitulet şapeli ve kiliseden dönüştürülmüş kütüphaneye bir göz atın. Ayrıca burada eski bir kiliseden dönüştürülmüş Centro de Carme, ipeğin sanat haline getirilişinin öyküsünü izleyebileceğiniz Museo de la Seda ve geçici sergilerin yer aldığı MUVIM yer almakta.

ValenciaIglesia de San Esteban

Katedral yakınlarındaki bu küçük kilise, daha çok tanık olduğu tarihi olaylardan dolayı önem taşıyor. Aziz Vicente Ferrer burada takdis olmuş ve efsanevi asker El Cid Campeador kızlarını burada evlendirmiş.

Monasterio de la Santisima Trinidad
Viveros Bahçelerinin yakınında, Güzel Sanatlar Müzesi’nin karşısında yer alan bu manastır, şehrin en eski manastırlarından. 1446’da yapılan bu Manastır, dönemin yeni tekniklerine göre yapılmış bir binaymış. Rivayete göre kocası kral Alfonso V Aragon’un sadakatsizliğinden sonra buraya kapanan Kraliçe Maria de Castilla tarafından kurulan bu Manastırda kendisinin mezarı da bulunmaktaymış. 15. ve 16. yüzyılda kültürel ve dini merkezi olan Manastırda, kral Ferdinand’ın kızı Maria de Aragon’un mezarı da bulunmaktaymış. Dışarıdan gotik tarzındaki görkemli kapısı ve zar zor görülen çatısıyla dikkati çeken Manastıra ziyarete izin verilmiyor. Burası ancak rehberli turlara kayıt yaptırılarak gezilebilen bir yermiş. Hemen karşı tarafta da hala Valensiya’nın girişi olarak kabul edilen Puerte de la Trinidad köprüsü bulunmakta. O kadar çevresinde dolandım, bırakın gezmeyi, duvarları o kadar yüksek ki, doğru düzgün foto bile çekemedim.

Monasterio de San Miguel de los Reyes
1999 yılından beri kütüphane olan bu Manastır, 11 yüzyılda İslam dönemine ait bir çiftlik evi iken 14. yüzyılda bir Sistersiyen manastırı, 16 yüzyılda hieronmite tarikatı manastırı, 19 yüzyılda ise hapishane olarak görev yapmış. 

Casa de San Ferrer
İnanışa göre Aziz Vincent Ferrer’in doğduğu bu evde mucizelerine inanılan bir çeşme de bulunmakta. Rivayete göre, 1854’teki kolera salgınında bu çeşmeden akan su hastalara şifa olmuş.

Yiyelim, İçelim, Alışveriş Yapalım

Valensiya, sosyal hayatı zengin bir şehir, insanlar sokakta yaşıyor. Sabahın erken saatlerinden gece yarısına kadar sokaklar, kafeler, barlar, lokantalar gayet canlı. Tabii Akdeniz’in meşhur öğle tatillerini saymazsak. Gün içinde 14-16 arası hayat biraz duruyor ama insanlar durmuyor, onlar hep dışarıda. Ben de, dahil olabildiğim kadarıyla, bu akışın içinden geriye kalanları paylaşacağım burada.

Nerede Kaldım

Valensiya turistik bir şehir olduğu için her zevke, her bütçeye uygun oteller mevcut ama eğer şehri yürüyerek gezecekseniz size tavsiyem şehrin merkezinde bir otelde kalın, örneğin Ayuntamiento Meydanı civarında… İlgili bölümde bahsettiğim yaya bölgesi, bu açıdan çok uygun. Her zaman canlı, ulaşımı kolay, alışveriş ve yeme içme konusunda sıkıntısı olmayan bir bölge. Ben bu semtteki bir ara sokak olan Carrer de Mossen Femades’teki Otel Alcazar’da kaldım. Merkezde olmasına rağmen gürültüden uzakta, uygun fiyatlı, temiz, vasat altı kahvaltısı olan bir yerdi. Rahatına çok düşkünler için uygun olmayabilir ama temiz ve güvenilir olsun ama ucuz da olsun diyorsanız, çok şey beklemezseniz tavsiye edeceğim bir yer.

Ne Yedim, Ne İçtimValenciaValensiya gastronomik açıdan da çok zengin bir yer. Ayuntamiento ve Reina meydanlarında bir sürü lokanta var. Ama tabii Valensiya denince akla ilk paella geliyor. Tek kişiyseniz doğru düzgün bir paella yemeniz büyük şans çünkü genelde çift kişilik hazırlanıyor. Tek kişilik paellaların genelde dondurulmuş olduğuna dair bir rivayet var. Ayrıca turistik lokantalarının önünde gözünüze soka soka resimlerini koydukları da dondurulmuş paellalarmış genelde. Ben doğru düzgün bir şey olsun diye iyice bir lokantada tek başıma çift kişilik paella istedim, o da benim sonum oluyordu. Sanki müthiş bir damak zevkim varmış gibi yaptığım bu hareketi canımla ödüyordum neredeyse. Geleneksel paellalar tavşan ve tavuk etiyle yapılıyormuş ama Valensiya’ da tabii deniz ürünlüler revaçta. İki kişilik paellalar 15-18 euro civarında ama bu kişi başı fiyat. Donuk monuk, tek kişilik paella isterseniz, Reina Meydanı’na giden San Vincent Martir üstündeki ‘es.paella’ gibi yerler mevcut.

ValenciaBir tavsiyem, özellikle deniz ürünleri yiyecekseniz mahalle aralarındaki tapas barlarını tercih edin. Lokantalar biraz şıklaşınca olay da karışıyor; bir kere karışık deniz ürünleri isteseniz yine 3-4 kişilik gruplar için ve çok pahalıya yapılıyor. Ya da tek porsiyon alacaksınız; o da sadece bir üründen oluşacak. Örneğin karides 100 gramı 11-16 euro arasında sunuluyor ve haşlanmış 3 tane karidesi önünüze koyuveriyorlar. Tapas yerlerinde ise minik minik bir sürü şey deniyorsunuz. Ben birkaç tane denedim, en kolay tarif edebileceğim, yine Reina Meydanı’na giden San Vincent Martir üstündeki Sagardi… Ekmek üstünde servis edilen çeşitli tapasların her biri 2.10 euro. Mahalle aralarında bu fiyat daha da düşüyor. Bu arada Valensiya’nın yükselen yıldızı Kuzey Tren İstasyonu’nun altına düşen Rufaza semti. Hem alışveriş hem daha bohem havasında dolayı burayı keşfederken mahalle tapasçılarına şans verin derim…Tabii tarihi kısım El Carmen, özellikle Calle des Cavallers hem yemek yemek hem eğlenmek hem de sokak aralarındaki galerileri gezmek için tercih edeceğiniz bir bölge. Elbette Mercado Central civarında da bir çok tapas seçeneği var, aklınızda bulunsun, sokaklara girip çıktıkça aklınıza yatan bir yer bulabilirsiniz. Özellikle Calle Bolseria size çeşitli seçenekler sunacaktır. Deniz kenarındaki lokantalar biraz pahalı ama orada yemenin de ayrı bir zevki var tabii. Bir de Flamenko gösterisi ile birlikte içki, tapas, yemek seçenekleri sunan restorantlar  var. La Buleria bunlardan biri; sadece gösteri ve içki 27 euro, tapas menüsü ile birlikte 40, paella ile birlikte 45 euro.

Ama illa şıklık ve ispatlı lezzet istiyorsanız; Correos’daki El Poblet ve Almirante’deki Sucede Michelin yıldızları ve kabarık hesap pusulasıyla sizi bekliyor. Diğer bir değerlendirme sistemi, Sol Repsol unvanı taşıyan lokantalara ise Q Tomas, Canalla Bistro, Dos Lunas, Askua, Apicius gibi yerler sahip.

Bir de Valensiya’da churros denilen bizim hani tulumba tatlısının ince, uzunu olup da acaip bir ismi olan hamur tatlımızın şerbetsiz hali şeklindeki bir tatlıları var, bunu sıcak çikolataya batırılıp yiyorlar. Santa Catalina’nın karşısındaki dükkan bu konuda iddialı, 5.10 euroya deneyebilirsiniz. Aynı yerde yazın da, yer fıstığından yapılan sütümsü horchatayı deneyebilirsiniz.

Alışveriş Yerleri

ValenciaAlmayı planladığınız şeyler et, peynir vb gibi ürünlerse, Mercado Central en iyi yer. Özellikle İberian ham denilen et ürünü alacaksanız buradan alabilirsiniz. Buranın önünde her pazar bit pazarı kuruluyor, denk gelirseniz beğendiğiniz parçalar çıkabilir. Bu marketin benzerinin Colon ve Rufaza’da da olduğunu anlatmıştım. Ancak sokaklarda da et ürünü satan dükkanlar var. Tüm İspanya’da olduğu gibi Valenciya’da da El Corte Ingles mağazaları yaygın. Xativa- Colon arasında üç tane El Corte Ingles var mesela; biri giyim, biri elektronik biri hiper mağaza olmak üzere. Ünlü giyim markalarından mutfak eşyalarına kadar her şeyi bulabilirsiniz. Bu bölge moda tasarım ve mücevherat almak isterseniz de göz atmanız gereken yerler.

Ayrıca modern Valensiya’nın ana damarı konumundaki Grand Via, hem şehrin geçirdiği mimari değişimi gözlemlemek hem de alış veriş için gitmeniz gereken noktalardan biri.

Valensiya’dan alacağınız şeylerin başında seramik ve porselen gelebilir. Bu konunun şahikası olan Llardo’nun Milli Seramik Müzesi’nin olduğu yerdeki Calle Poetaquero’da satış yeri bulunmakta. Ayrıca havaalanı yakınlarındaki Manises’de yerel seramik eşyalar satılmakta. Poerta Querol, Don Juan de Austri, Jorge Juan, Crilo Amoros ve La Paz civarında dünyaca ünlü markaların mağazaları bulunmakta. Rufaza’da ise daha butik, Valensiya’ya özgü eşyalar bulabilirsiniz. Ayrıca Plaza del Reina arkasına düşen ve mutlaka görülmesi gereken otantik Plaza Redondo’da bir çok el yapımı ürün bulabilirsiniz, özellikle seramik eşyalar açısından burasını kaçırmayın. Aynı şekilde Plaza del Ayuntamiento civarındaki Calle de las Cestas’da deri, cam, seramik, yelpaze gibi otantik eşya arayanların mutlaka görmeleri gereken bir yer.

Son Söz

Valensiya çok renkli, hareketli, eğlenceli bir şehir. Ben Valensiya’dayken Fallas Festivali başlamıştı, bu durum şehri daha da renklendirdi haliyle. Bu yazıda Fallas Festivali ve bu festivalle ilgili Falero Müzesi yok. Bunun yanında yine Valensiya için önemli bir dönem olan Corpus Christi Günü ve bu günle ilgili Museu del Corpus (Museu de las Rokas) bu yazıda yer almadı. Onlar başka bir yazının konusu.  Fallas ve Corpus Festivalleri

Valensiya’nın sanki her zevke, her yaşa, her beklentiye bir cevabı var, Akdeniz sıcaklığı ve hoşgörüsüyle gelenleri kucaklıyor. Rahat, güvenli, lezzetli bir tatil yaşamak isterseniz Valensiya aklınıza gelecek ilk yerlerden biri. Ben bir daha gelir miyim; Valensiya’nın neredeyse her tarafını gezdim, gördüm ama Valensiya çok eğlenceli bir yer, gerçi biraz kuzeyde daha eğlenceli Barselona bulunmakta, hoş festivallerini falan düşünürsek Valensiya’nın kendine özgü eğlenceleri de çekici…

Venedik’in Üç İncisi: Murano, Burano, Torcello

Venedik adalar üzerine kurulu bir kent ama şehrin kurulu olduğu iki ana ada ve sanki bu iki adanın önemini belirtmek istercesine hemen altında uzanan Giudecca, gezginlerin ana odağında olan yerler. Ancak bunlar dışında da gezmekten keyif alacağınız adalar mevcut.  Lido bunlardan biri ama Venedik’in sayfiyesi gibi olan ve plajlardan oluşan bu adayı, ne yazık ki mevsim nedeniyle bu sefer gezi planlarımın dışında tuttum. Yoksa Thomas Mann’ın belki de en hüzünlü romanı, her anlamıysa mümkünsüz bir tutkuyu anlatan Venedik’te Ölüm’ün geçtiği bu yerlerden ben de geçmek isterdim. Soğuk önümü kesti. Ben de klasik gezgin rotasını takip ettim ve Murano, Burano ve Torcello’ya gittim.

Ulaşım

Murano-Burano ve Torcelli’ye Venedik’ten kalkan gezi turları ile zahmetsizce gidebilirsiniz; Venedik’te muhtelif turlar düzenleyen Alilaguna’nın her gün üç adaya da turu var. Her gün saat 9.00, 10.00, 11.00, 12.00 ve 13.00 ‘de Santa Lucia Tren İstasyonu’ndan hareket edip 5.5 saat süren bir turla Murano-Burano-Torcelli’yi gezebilirsiniz. Ama ben kendim gezeceğim derseniz o zaman bu üç adaya vaporettolar ile gidebilirsiniz.

Venedik Islands

Murano’ya San Zaccaria’dan 4.1 veya 4.2 hatlarını kullanarak gidebilirsiniz; 4.1, Fondamente Nove ve San Michele adası yönünden gidiyor ve yol 40 dakika, 4.2 ise tam tersine Giudecca tarafından gidiyor ve yol bir saat kadar sürüyor. Nisan-Ekim arasında 7 numaralı vaporetto ile de Murano’da Colonna, Faro ve Novagero duraklarına ulaşabilirsiniz. Adanın kuzeyinden Fondamente Nove tarafından da 4.1 ve 4.2 hatlarıyla Murano’ya ulaşabilirsiniz; 4.1 ile Murano Colonna durağına 10 dakikada ulaşabilirsiniz. Aynı yerden kalkan 13 numaralı vaporetto ise 10 dakika’da Murano’da Faro durağına gidiyor. Piazzale Roma’da Santa Lucia Tren İstasyonundan 3 numaralı vaporetto ile 17 dakikada Murano’da Colonna durağına erişilebilir.  Ayrıca bu duraktan 4.1 ve 4.2 hatları ile de Murano’ya ulababilirsiniz. 4.1, 4.2, 3 numaralı hatların Murano’da uğradığı duraklar; Colonna, Faro, Navagero, Museo, Mula, Venier.

Burano’ya ise, Fondamente Nove  durağından 12 numaralı vaporetto ile gidilebilir; yol 40 dakika sürüyor. Ayrıca Murano’da Faro durağından 12 numaralı vaporetto ile de Burano’ya geçebilirsiniz. Torcello’ya ise Burano’dan 9 numaralı vaporetto ile gidilebiliyor. Vaporetto fiyatlarına Büyük Kanal yazımızda değinmiştir. Adalara yapacağınız gezi de, günlük bilet almanız daha mantıklı. …

Artık adalara gidelim… Yolda deniz heykellerini ve San Michele Mezarlık Adası’nın yanından geçerek ilk durağımız Murano’ya varıyoruz. İlginç mezarları ve 1470’lerden kalma Kiliseyi gezmek isterseniz San Michele Adasında inebilirsiniz; 4.1 ve 4.2 numaralı vaporetto hatlarının bu adada durağı var.

Ben üç adayı günü birlik bir gezi ile gezdim, onun için deneyimlerimde daha çok gezmek görmek yönünde.

Murano

Murano’nun ünü cam merkezi olmasından geliyor. Venedik’e 1.5 kilometre uzaklıktaki bu ada, birbirine köprülerle bağlı 8 adacıktan oluşuyor. Cam atölyelerin fırınlarının yarattığı yangın tehlikesi  ve çıkardıkları duman nedeniyle 1291’de cam üreticilerinin  Venedik merkezinden çıkarılmalarından sonra Murano dünya çapında bir merkez olmuş. Burası camın sanata döndüğü bir yer. Büyük kanalın ikiye böldüğü Murano, yürüyerek gezmek için ideal.

Morano

Yürürken çok sayıdaki cam üreticilerinin atölyelerine, şık ürünlerle donatılmış dükkanlarına da göz atın. Bunlar arasında Vetreria Artestica Colleoni, OMG, Alessandro Mandruzzato Fero Murano, Barovier & Toso, Murano Glass Factory öne çıkanlar. En eski Murano cam üreticisi ise Pauly & C- Compagnia Venezia Murano, hala piyasada… Üretim yerleri pek ziyaretçi kabul etmiyor ama yürürken bazılarına ait galerilere, dükkanlara rastlayabilirsiniz. Bazen cam üfleme yöntemini gösteren programlar da oluyor. Ayrıca her taraftaki dükkanlardaki cam ürünler de hayranlık uyandırıcı. Tabii bu konuda en güzel örneklerden biri de Ada’nın meydanındaki cam Noel ağacı. Murona uzun yıllar cam üretimi ile ilgili sırrını korumuş ama 16. yüzyıldan itibaren bu sır artık kim boş boğazlık yaptıysa, sır olmaktan çıkmaya başlamış. Ama cam üretiminin verdiği ayrıcalıkla Murano 13. yüzyıldan itibaren kendi idaresini kurmuş, para basmış. Özellikle 1.5 yüzyıldan itibaren cam üreticilerinin toplumda çok saygın bir yeri varmış, kılıç taşımalarına bile izin veriliyormuş ama Adadan ayrılmaya kalktıklarında bunu canlarıyla ödeyenler bile olmuş.

Murano’da camdan başka görülecek şeyler de var. Örneğin 12. yüzyıldan kalma mozaik yoluyla ünlü Basilica dei Santa Maria  San Donato rivayete göre Aziz Donatus tarafından öldürülen canavarın kemiklerine de ev sahipliği yapmaktaymış. İçinde Bellini’nin iki eserinin de bulunduğu Chiesa di San Pietro Martire ve 19. yüzyıla ait saat kulesiyle dikkati çeken Campo Santo Stefano’da Adanın dikkate değer yerlerinden. Şu an cam galerisi olarak kullanılan 1200’lerden kalma Chiesa di Santa Chiara, Ada’nın en eski binalarından. Burası 500 yıl boyunca bir çok din görevlisini ağırlamış hatta rivayete göre bir zamanlar Casanova’nın aşıklarından birine de ev sahipliği yapmış. Adanın 1800’lerde geçirdiği restorasyonlardan canını kurtaran bir yer olarak bilinen Palazzo da Mula’da 12. ve 13. yüzyıldan kalma Gotik havasıyla ilgi çekici.  Ama burada mutlaka görmeniz gereken yer cam müzesi olarak bilinen Museo del Vetro. Müze Kasım-Mart arası 10.30- 16.30 saatlerinde, Nisan-Ekim arası 10.30-18.00 saatlerinde ziyaret edilebilir. 

Bir zamanlar Torcelli Piskoposluğunun binası olan yapı, 1840’da Murano Belediyesine geçmiş, 1923’te de müze olarak düzenlenmiş. Müze, camın geçmişinden bugününe kadar ki serüvenine tanıklık ediyor; Murano camının kökenine taa MS 3. yüzyıla giderek örneklendirip Rönesans zamanındaki muhteşemliği ve bugünkü modern cam işlemeciliğini nadide parçalarla gözler önüne seriyor. Müzenin belki de en önemli parçası 1470’lere tarihlenen Angelo Barovier yapımı mine süslemeli bir düğün kadehi.  Cam Venediklilerin Suriye ile yakın ilişkileri sonucu öğrenilmiş ama 14 yüzyıla gelindiğinde Venedik, doğunun cam ustalığını tehdit eder hale gelmiş, ilk berrak cam da 1400’lerde Venedik’te yapılmış… Müzeden öğrendiklerim bunlar.

Burano

Burano’nun olayı ise dantel. Ve rengarenk evleri. Burano, Venedik’ten 7 kilometre uzaklıkta ve 4 adacıktan oluşmakta. Burası kalabalık bir ada. Kanallar boyunca yan yana sıralanmış her renkten evler, adadaki ağaç azlığını unutturuyor. Kartpostallardan fırlamış gibi renkli, şen ve çekici.

Burası da Murano gibi Romalılar tarafından kurulmuş sonra Hunlardan kaçan Altınordalılar buraya yerleşmiş. Önceleri idari açıdan Torcelli’ye bağlıymış ve Torcelli veya Murano gibi hiçbir imtiyaza sahip değilmiş. Ne zamanki Adanın kadınları 16. yüzyılda dantel işinde harikalar yaratmışlar, Adanın da ünü gittikçe yayılmış. Zamanla dantel ticareti azalsa da 1872’de Ada’da kurulan dantel okulu sayesinde eski parlak günlerine dönmüş.

Bence adanın en güzel yanı, kanallar boyunca yan yana dizilmiş göz alıcı renkteki evlerin görüntüsü. Hoş burada evinizi kafanıza göre boyayamıyormuşsunuz; belediyeye boyama talebinizi iletiyormuşsunuz, onlarda size renk konusunda belli seçenekler veriyormuş; renklerin hepsi de ‘ben buradayım’ dercesine parlıyor.

Madem buranın danteli ünlü, dantel müzesi Museo del Merletto’ya uğramadan olmaz. Burası Kasım-Mart arası 10.00-17.00 saatlerinde, Nisan-Ekim arası 10.00-18.00 saatleri arasında görülebilir. Kızlar çeyiziniz için örnek arıyorsanız, adaya buyrun; dantel ile yapmadıkları kalmamış.

Adada ziyaret edilecek bir yer de Chiesa San Martino. Kilisenin en büyük süksesi Giambattista Tiepolo’nun 1727 yapımı Çarmıh tablosu. Burano’da yapabileceğiniz bir şey de, Ada’ya ait S şeklindeki Essi kurabiyelerinden tatmak. Burada birbirinden cazip kafe ve lokanta var ama otel yok, gezinizi ona göre planlayın.

Torcello

Torcello’da neredeyse hiç yerleşim olmasa da Venedik’in en eski yapısı burada. Bu bile Torcello’yu ziyaret etmeye değer. Rivayete göre burada ilk yerleşim 452’de gerçekleşmiş ama 1 yüzyıldan beri hemen ana karadaki Roma kolonisi Altinuum ile birlikte burada da bir yaşam olduğuna dair izler bulunmaktaymış. Ada 5 yüzyılda eni konu kalabalık bir yerleşimken ilerleyen zamanlarda Venedik şehrinin yükselişiyle süksesini kaybetmiş. Bugün yaklaşık 60 kişinin yaşadığı ada da  ünlü Locanda Cipriani dışında kalacak yer yok. Adada sadece eski parlak günlerin izini taşıyan Katedral Santa Maria Assunta ve Santa Fosca Kilisesi sizi karşılayacak. Bunlara ulaşmak için de Torcello’ya geldiğinizde,  iskeleden Adanın içine doğru, kanal boyunca 2 kilometre kadar yürümeniz gerekecek. Gezinizi ona göre ayarlamanızda fayda var. Yol boyunca 15. yüzyıldan kalma Ponte del Diavolo’ya (Şeytan Köprüsü) da dikkat.

Torcello, diğer adalara göre tarihi süreç içinde ayrı bir önemi olan bir yer. Özellikle Attila önderliğindeki Hunların akınlarından Germen saldırılarına, Lombardların  baskılarından Frankların tehditlerine kadar her tehkileye karşı göreceli de olsa güvenli bir liman olmanın yanında Bizansla bağlantısı da Torcello’nun cai,be merkezi olmasına yol açmış. Hatta Altino Piskoposu bile bu adaya sığınmış ve adanın koruyucu azizi Heliodorus’un kalıntılarını buraya getirmiş. 10. yüzyılda Torcello, Venedik’ten çok daha parlak bir yerleşim yeriymiş.

Adanın mücevherleri, Santa Maria Assunta Katedrali ile Santa Forsa Kilisesi yan yana ve birbiriyle bağlantılı yerler.  Katedral 639’da yapılmış ama mozaiklerde dahil iç donanımlar 11. ve 12. yüzyıl Bizans işlemelerinden oluşuyormuş. Mermer vaiz kürsüsü 7 yüzyıldan kalmış ama basilikanın bugünkü hali 1008’e tarihlenmekte. Katedralin içinde Kıyamet Günü ve Apsis mozaikleri özellikle göz alıcı. Sunağın altındaki Romanesk lahitte ise Aziz Heliodorus’un kalıntılarının olduğu rivayet edilmekte. Hemen yandaki Yunan Haçı formundaki Santa Fosca Kilisesi ise 11. ve 12. yüzyıla aitmiş. Basilica di Torcello’nun giriş ücretli. Kilisenin yanındaki Palazzo dell Archivio ve Palazzo del Consiglio’da kurulu Museo Provinciale Torcello’da ise Torcello’nun parlak günlerine tanıklık etmiş sikkeden heykele bir çok obje bulunmakta.  Müze pazartesileri hariç Mart-Ekim arası 10.30-17.30 saatlerinde, Kasım-Mart arası 10.00-17.00 saatlerinde ziyaret edilebilir. 

Görünce ilginizi çekecek bir başka şey ise bahçede duran hafif yıkık mermer bir koltuk; rivayete göre bu koltuk efsanevi Hun Hanı Attila’nın tahtıymış. Bir dönem Roma İmparatorluğunu önüne katıp sürükleyen o müthiş komutandan kala kala bu yarım yıkık taht kalmış geriye.

Murano, Burano, Torcello, Venedik gezginlerine her biri diğerinden farklı ama hepsi keyifli tatlar veren yerler. Venedik gezisinin önceliği olmayabilir ama zamanınız varsa mutlaka gidin derim; dönüş yolundaki Venedik manzarası için bile gitmeye değer.

Bakü Gezi Rehberi: Rüzgarlı Şehir (Külekler Şehri)

Baku

‘Uzaklara gitmek, denizler, sınırlar, ülkeler, inançlar aşmak fırsatı çıktığı zaman hiç duraksama. ‘ Amin Maalouf

Bende Kalanlar

Yirmi beş yıl önce başladı benim Bakü ile tanışmam. Çeşitli projeler kapsamında bir çok kez gidip geldiğim bu şehri ilk gittiğim anda çok sevdim. Daha sonra, özellikle, dekanlık yaptığım dönemde 2006 – 2012 yıllarında Hacettepe Üniversitesi – Azerbaycan Devlet Pedagoji Üniversitesi ile yaptığımız karşılıklı işbirliği anlaşması ile çok sık gidip gelmeye başladım. Azerbaycan Devlet Pedagoji Üniversitesi ile gerçekleştirdiğimiz karşılıklı konferanslar, toplantılar ve projelerimiz, son dönemde Hazar Üniversitesi, Azerbaycan Teknik Üniversitesi ile yaptığımız çalışmalarımız Bakü’yü daha da güzelleştirdi benim için. Her Bakü ziyaretim keyifli zaman geçirmeme, renkli anılar biriktirmeme neden oldu. Beni en çok etkileyen ise, Bakülü dostlarımın kadirşinaslıklarıdır.  Bana çıkarsız ilişki, dostluk ve vefanın ne olduğunu hatırlatmış, ‘dünden bugüne taşıdığımız ne var?’ sorusunu düşünmeme neden olmuşlardır. Vefa kavramını hep önemseriz, önemli olduğunu savunuruz ve hatta vefalı olduğumuzu da düşünürüz. Peki gerçekten öyle miyiz? Kaçımız hayatımıza dokunmuş, bize bir şekilde küçük ya da büyük bir iyilik yapmış, bir şekilde yaşamımızı kolaylaştırmış ya da hayatımıza şöyle ya da böyle katkıda bulunmuş kişileri hatırlıyoruz? Yoksa “zaten bizim hakkımızdı, diye düşünüp, yapılanları unutmayı mı yeğliyoruz? Tüm bunlar için hiç teşekkür ettiniz mi? O zaman Bakü’ye gidin derim, bazı kavramların içinin nasıl dolduğunu göreceksiniz.

Yüksek bir tepe üzerinde, amfi tiyatro biçiminde kurulan Bakü, Hazar manzarasına açılır. Hazar Denizi’nin batı kıyısında Apşeron Yarımadası’nın güneyinde, Bakü Körfezi’nin oluşturduğu geniş yayın üzerinde yer alan Bakü’ye halk arasında ‘Külekler Şeheri’ yani ‘Rüzgarlar Şehri’ diyorlar. Gerçekten de bu ülkede özellikle Başkent Bakü’de rüzgar kesilmek nedir bilmez. Evlerde çatı olmadığı hemen dikkatinizi çekecektir. Bütün mevsimlerde görülen rüzgar özellikle kış aylarında zaman zaman sokakta yürümeyi imkansız hale getirebiliyor.

Yapılan arkeolojik kazılar sonucunda Bakü’nün İsa’dan önce yerleşim bölgesi olduğu anlaşılmıştır. Bakü şehrinin ne zaman kurulduğu tam olarak bilinmemektedir. Ancak Bakü’nün ismi onun bütün özelliklerini çağrıştırmaktadır. Ateşperestlere göre, Baku- Ateşli Ada, Hintlilere göre Bagu- hakikate doğru anlamına gelmektedir. Bazı görüşlere göre Bakü- Badu Küba, Farsça büyük rüzgarlar şehri sözünden türetilmiştir. Ve nihayetinde Azerbaycanlılar şehirlerine Bakı (Baki)- ebedi demektedirler.

Bu bölgede 11. yüzyılda Şirvan Şahlar, 13. ve 14. yüzyıllarda Moğollar yaşamışlardır. 1723’de Ruslar, 1735 de İranlılar, 1806’da tekrar Ruslar Bakü şehrini ele geçirmişlerdir. 11. yüzyılda Şirvan Şahları’nın başkenti iken, ülkenin tek limanı olduğundan, ticaret merkezi konumuna gelmiştir. Gelişen ticaret nedeniyle küçük şehrin sokakları, meydanları ve limanları gelenlerle dolup taşmış ve bütün bunlar şehrin büyümesine neden olmuştur.

Bakü şehrine yolu düşenlerin ilk dikkatini çekecek şey muazzam binalarıdır. 1870’lerden itibaren yapılmaya başlayan ve bugün sapasağlam ayakta olan sayısız bina hem ihtişamı hem de süslemesiyle meraklıları derhal etkisi altına alıyor. Bakü mimarisi eski ile yeninin bir araya gelişine güzel bir örnek teşkil ediyor.

İçeri Şehir (eski şehir) merkezindeki tarihi binalarla, 20. yüzyılın başında inşa edilen şehrin modern yüzünü temsil eden binalar iç içe geçmiş durumda. Bakü’nün ana tarihi bölgesi “İçeri Şehir” ya da Azerbaycan Türklerinin deyimiyle “Köhne Şehir”dir.

Azerbaycan Türklerinin milli kimliklerinden bahsedince ilk akla gelen sözcük  “Azeri” oluyor. Azeri, Azeriler ya da Azeri Türkü olarak söz ediyoruz. Azeri kelimesi ilk bakışta Azerbaycan kelimesinin kısaltılmışı gibi görünse de doğru ifade “Azerbaycan Türkü” ya da “Azerbaycanlı” ifadesidir. Azeriler İran’da yaşamış Farsça konuşan ve etnik fars milletine mensup, ateşe tapan bir topluluk.

İçeri Şehir

12. yüzyılda beş büyük kapısı olan surlarla kuşatılmış İçeri Şeher (Köhne Bakı) bir yerleşim merkezidir. İslami yapılar ve Sovyet mimarisi iç içe. Her yanı taştan yapılmış İçeri Şeher’in sokaklarında gezerken tarihin kokusunu duyacaksınız.

Eski dönemlerde ve Orta Çağ’da Çin’den Orta ve Ön Asya ülkelerine giden, insanlık tarihinde  kıtalararası ticaret ve diplomasi yolu olarak değerlendirilen kervan yolu (Tarihi İpek Yolu), Çin’den başlayıp,  birçok ülkeden geçmiştir. Bu büyük ticaret karayolunun önemli düğüm noktalarından bir tanesi de Azerbaycan olmuş. Doğu ve Batıyı birleştiren İpek Yolu’nun (en büyük ticaret yolu) İçeri  Şeher ve çevresinde bıraktığı birçok eser bulunuyor.

İçeride çok sayıda tarihi binanın yanında müze ve ziyaretçiler için çay bahçesi, lokanta, alışveriş merkezi bulmak mümkün. “İçeri Şeher”, yontma taş devrinden bu yana nice yerleşime tanıklık etmiş; (Sasaniler, Araplar, Persler, Şirvanlar, Osmanlılar ve Ruslar) ve eski binaları, labirenti andıran dar sokakları ile ilginç bir görünüm sergilemektedir. İçeri Şehir tüm tarihi yapıları, sanat galerileri ile tam bir açık hava müzesi. Bakü’lüler, kentin çekirdek tarihi dokusu “İçeri Şeher”i alabildiğine korumaya çalışmaktadır. 12. Yüzyıl yapısı duvarları ve yapıları günümüze gelebilmiş bu doku 2000 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer almış, ancak iyi korunamadığı için 2003 yılında Tehlike Altında Olan Dünya Mirasları listesine alınmıştır.  Parke taş döşeli sokaklarında kaybolmak; hediyelik eşya dükkanlarını ve halıcıları gezmek; restoran ve kafelerinde oturup kahve ya da lezzetli yemekler eşliğinde  bulunduğunuz mekanın keyfini çıkarmak inanılmaz.

Bakü’nün simgesi olan Kız Kulesi – Giz Galasy, tarihi Sümerlere kadar uzanan kale 12. yüzyıl eseri, yontma taş ile inşa edilmiş. Yaklaşık 30 metre uzunluğunda ve sekiz katlı olan bu yapı şehrin simgesi olarak bilinir.  ХII. yüzyılda mimar Masud ibn Davut tarafından inşa edilen Kız Kulesi, bölgenin gözde yapılarından biri.  Kulenin gövdesi kireç taşından yapılmış olup içe meyilli yatay taş sıraları ve kaburgalı cephe görünümüne sahip.  Son düzenlemelerle denizden bir hayli uzaklaşmış ve halen koruma altında. Eski bir Zerdüşt Tapınağı olduğu düşünülen kale, tarih içerisinde deniz feneri, savunma kalesi ve rasathane olarak kullanılmış.

Hakkında pek çok efsanenin anlatıldığı Kulede erkek kardeşi tarafından hapsedilen bir kız yaşarmış. Tutsak kız çok mutsuzmuş ve bu azaba dayanamamış, günün birinde kendini kaleden Hazar Denizi’nin şefkatli kollarına bırakmış. Bu yüzden Kız Kulesi olmuş adı. Bir başka söylenti de hiçbir zaman düşmanlar tarafından ele geçirilemediğinden kale halk arasında bakirelik sembolü olarak Kız Kulesi diye adlandırılıyormuş. Üçüncü bir görüşte önce “Göz Kalesi” adlandırılmış, zamanla bu isim halk deyiminde değişerek “Kız Kulesi” şeklini almış. Hangisini kabul edeceğiniz artık size kalmış.

Azerbaycan paralarında ve bazı resmi belgelerde sembol olarak görülen sekiz katlı kulenin  her katı yontma taşlarla inşa edilmiş bugün hediyelik eşya butikleri ve sergiler yer alıyor  Kalenin etrafında  bir Ortaçağ Hamamı kalıntıları,  bir Kervansaray (şu anda restoran olarak kullanılıyor), Sink Kale Camii, Hoşa Kale Kapısı, Cuma Meşhed Minaresi bulunuyor. Havadan “Q” şeklinde görünen kulenin terasından bütün Bakü’yü seyretmek muhteşem.

Şehrin en ünlü tarihi ve mimarlık eseri olan Şirvan Şahlar Sarayı, gerek yerli gerekse yabancı turistlerin en çok ziyaret ettiği yerlerden biri.  15. yüzyılda  inşa edilen Şirvanlarşahlar hanedanının şahı İbrahim Halilullah’ın döneminde yapılmış. İki katlı bu saray, Bakü’nün Şirvan Şahları’na başkentlik yaptığını gösteren ihtişamlı mimari örneğidir. Günümüze kadar güzelliğibnni koruyan Şirvan Şahlar Sarayı taş mimarisinin benzersiz örneklerinden biri olarak sayılmakta ve bugün müze olarak kullanılmaktadır. UNESCO Dünya Mirası (Tarihi Eserler) Listesi’nde bulunan Külliye, ana saray binasından, divanhaneden (ziyafet salonu), mezar tonozlarından, minareli bir camiden, felsefeci ve düşünür Seyid Yahya Baküvi’nin türbesinden, Murad Kapısı’ndan, bir su deposu ve hamam kalıntılarından oluşmaktadır.

Dünyanın ilk ve tek Minyatür Kitap Müzesi, İçeri Şehir’de yer almaktadır. Müzede sergilenen kitaplar, dünyanın en büyük minyatür kitap koleksiyonu olarak Guinness Rekorlar Kitabı’na girmiştir. Müzenin kurucusu,  koleksiyonun sahibi ve müze müdürü Zarife Salahova’dır.  Sadece 7,5 cm den küçük kitapların minyatür kabul edildiği müzede 5600 kitap bulunmaktadır. Müzede, 71 ülkede basılmış kitapların her birinin bulunduğu bölümün üstünde, hangi ülkelerden olduğunu belirtmek için o ülkenin bayrağı yer almaktadır.

İçeri Şehir’in çevresinde, körfezi çevreleyen tepelerin yamaçlarında yeni ve modern Bakü’nün geniş caddelerinde eski binalar ile yeni binalar iç içedir. Çoğunlukla üç katlı olmasına karşın, bu taş binalar modern mimari örneği beş katlı bir binayla aşağı yukarı aynı yüksekliktedir. Binaları süsleyen bol miktarda heykel ve kabartmalar, kemerleri ve bina yüzeyinde çeşitli süslemeler bulunmaktadır. Bu binalar ilk petrol zengini Bakülülerin kente çağırdığı Alman ve Rus mimarlar tarafından yapılmış anıtsal/devasa yapılardır. Bu binalardaki balkon ve kapı süslemelerinin de bir o kadar etkileyici olduğunu görebilirsiniz.

Şehirdeki önemli mimari eserlerden bir kısmı II. Dünya Savaşı yıllarında özellikle Alman esirlerden yararlanılarak yapılmış. Bu dönemin en ünlü binası kuşkusuz Azadlık (eski Lenin) Meydanındaki Hükümet Binasıdır. Yeni Bakü ile neredeyse özdeşleşen bu bina estetiğiyle göz kamaştırmaktadır.

Bakü’nün belirgin özelliklerinden biri de hemen her caddenin, her sokağın başında son derece geniş, ağaçlarla ve banklarla tam bir dinlenme alanı olarak düzenlenmiş, çok miktarda park bulunmasıdır.

Sahil  boyu,  yaklaşık 150 – 200 metre genişlikte park ve dinlenme alanı olarak düzenlenmiş hat boyunca, akşam üstleri ve hafta sonları rengarenk insan manzaraları görebilirsiniz. Bakü sahilinde geniş çaplı onarım çalışmaları yürütülmüş, milli park daha büyük ve rengarenk görünüme kavuşmuş, burada bulunan birçok tesis yeniden tamir edilerek onarılmıştır. Milli Park alanının büyüklüğüne göre Paris’te Sen Nehri kıyısındaki parktan sonra Avrupa’da ikinci sırada yer almakta.  Fıskiyeler, geleneksel milli üçlü (tar, kemençe ve tef ) müzik aletleri biçiminde tasarlanmış mimarisiyle Muğam Merkezi, L. Kerimov Halı Müzesi sahil boyunca yer alan ve görülmesi gereken yerlerdir. Yeni bulvar eski bulvarın uyumlu bir şekilde devamı olarak tasarlanmıştır.

2012 yılında Azerbaycan’da Eurovision yarışması düzenlenmiş, bu amaçla Kristal Salon “Crystall-Hall – Bakı Kristal Zalı’ inşa edilmiştir. Bu çok fonksiyonlu arenada, konser, spor müsabakaları ve çeşitli etkinlikleri izleyebilirsiniz. Adının hakkını verecek nitelikteki ışıklandırmalarının Hazar Denizi üzerinde yansıması ise görülmeye değer.

Hazar sahili boyunca birkaç kilometre uzayan Bakü Bulvarı yukarıda da söz ettiğim gibi,  her zaman aile gezileri, sevgililerin buluşması ve yaşlıların dinlenmesi, bisiklet ve yürüyüş yolları, çocuk bahçeleri ile en çok tercih edilen bir mekandır. Bunun dışında söz konusu mekanın yeşil alanları bitki ve ağaç çeşitleriyle de oldukça zengindir.   

Bulvardan sonra Azerbaycan Devlet Bayrağı Meydanı başlar. Bulvar ve Bayrak Meydanı bir bütünün parçaları olup iç içe geçmiş bir gezi alanı oluşturur.  Azerbaycan ülkesinin birlik ve bütünlüğünün simgesi olarak tanımlanan bayrak direğinin yüksekliği 162 metre olup toplam ağırlığı 220 ton, bayrağın eni 35 metre, uzunluğu 70 metre, toplam alanı 2450 metrekare, ağırlığı ise yaklaşık 350 kilo olup, Guinness tarafından,  Azerbaycan bayrak direğinin dünyada en yüksek bayrak direği olduğu onaylanmıştır.

Bakü ve Azerbaycan’ın en ünlü kuleleri olarak Alev ya da Ateş Kuleleri adını en önemli zenginliklerinden biri olan petrol ve doğalgaz alevlerinden almış. Yapıldığı günden bu yana büyük beğeni toplasa da, zaman zaman eleştiri oklarının  hedefinde de yer almakta.  Bakü’nün kültürel yapısına zarar verdiği, kuleler için harcanan paranın israf olduğu gelen eleştirilerin başında yer almaktadır. 190 metre uzunluğundaki Alev Kuleleri, Bakü’nün hemen hemen her tarafından görünmektedir. Bakü’de karanlık çöktüğünde ışıklandırmalarıyla dikkat çeken Alev Kuleleri, özel günlerde günün anlam ve önemine uygun renklerle ışıklandırılıyor. 2012 yılında tamamlanan kuleler otel, ofis ve rezidans olarak hizmet veriyor.

Canlı Bakü’yü yerinde görmek için gidilecek adres şehrin en büyük meydanlarından, Bakü’nün buluşma noktası Fıskiyeler (Fevvareler) Meydanı’dır.  Etrafı parklarla çevrili geniş bir yaya bölgesi ve lüks mağazalardan alışveriş yapılabilen bir alan Merkezde yer alan bu meydandaki kafelerden birinde oturup geleni geçeni izleyebilir, Bakü’nün gündelik hayatına tanıklık edebilirsiniz. Şehir merkezinde yürüdüğünüzde, her caddenin sonunda mutlaka buraya çıkarsınız.  Şehrin sokaklarında yürürken Sovyet döneminden kalan çeşmeleri izleyerek de  bu güzel meydanda bulabilirsiniz kendinizi.

Bu arada, kentin en yüksek yapısı olan, 310 metre yüksekliğindeki Bakû Televizyon Kulesi’ni de unutmamak gerekiyor. Burada, 175 m. yükseklikteki döner restoranda mola verip, Bakû’yu kuşbakışı izleyebilirsiniz.

Bakü manzarasının en güzel resmedildiği konum Şehitler Xiyabanı noktasıdır. Bir camii, çok sayıda anıt mezar ve yine Azerbaycan’ın simgelerinden olan aralıksız yanan bir ateş şehrin görülmeye değer öğeleri arasında, burada 90’lı yılların başında Kızıl Ordu ile savaşan Azeriler ve Karabağ şehitleri anısına bizdeki Çanakkale anıtına benzeyen bir anıt bulunmaktadır. Her biri 400’er metrelik 4 şerit halinde dizilmiş mezarlıkların uç kısmında sürekli ortasında sürekli alev yanan bir anıt bulunmaktadır. Devlet önde gelenleri her sene 20 Ocak’ta (20 Yanvar) burada yürüyüş gerçekleştirirler. Aynı zamanda 1. Dünya Savaşı sırasında bölgeye yardım gönderen Türk Ordusu şehitleri anısına bir anıt daha yer alır burada. İçinde sürekli canlı tutulan dev bir anıt, sürekli dalgalanan iki ülke bayrağı ve yanan bir meşale ile “Bir millet, iki devlet” sözünün ne anlama geldiğini görebileceğiniz en güzel mekân

Parlamento Caddesi üzerindeki 1948 yılında kurulan  Faxri Xiyabani (Devlet Mezarlığı) de gezilmeye değer yerler arasındadır. Burada Haydar Aliyev’in devasa mezarı dışında devletin önde gelen kişilerinin de mezarları bulunmaktadır. Devlet adamlarının dışında Azerbaycan ulusunun refahına katkıları olmuş doktor, sanatçı, bilim insanları ve ve sporcuların  mezarları burada görülebilir.  Bu kişilerin mezarları onları anlatabilen öyküleri olan heykellerle süslü. Hem görkemli bir heykel sergisini gezmek, hem de Azerbaycan’ın önemli kişileri hakkında bir fikir sahibi olabilmek için Bakü’ye yolu düşenlere, bu mezarlığı gezmelerini öneririm.

Zerdüst (Ateşgah) Tapınağı

Ateşin Azerbaycan ile yakın ilgisi var. Buraya odlar yurdu, yani ateş ülkesi deniyor. Azeri kelimesi de ateşe tapan anlamına geliyor. İşte, Azerbaycan ve Bakü’deki çok sayıda görülmeye değer yer arasında en önemlilerinden biridir.  Yaklaşık 4.000 yıl öncesi ateşperestlerin yaşadığı Bakü civarındaki Surakhanı kasabasındaki Ateşgah Tapınağı Zerdüştlük için önemli bir tapınak.  Ortada yanan büyükçe bir ateş, çevrede ise çeşitli bölgelerden hac için gelenlerin kalıp küçük bir delikten ateşe bakarak ibadetlerini yaptıkları hücreler bulunmaktadır. Bu tapınak medresevari yapıda ateşperestlerin ayinlerini, günahlardan arınmak için kendilerine işkence çektirdiklerini simgeleyen, günlük hayatlarını yansıtan mumyaları, resimleri, kabartmaları görmek mümkün. Buraya gelen Zerdüştler, çilehane olarak adlandırılan odalarda bedenlerine eziyet vererek günahlarından arınacaklarına inanırlarmış (sönmemiş kireç üstüne yatmak ya da üstüne ağır zincirler asmak gibi), odaların bir kısmında ateş tapınağını görecek biçimde küçük pencereler var, böylece inananlar oda içinde oturup ateşi seyrederlermiş. Günümüzde hücreler müzeye dönüştürülmüş olsa da, eski dönemlerden yakın tarihe kadar geçen olaylar hakkında bilgi veren eşya, maket ve figürler; zamanın tüm ruhunu taşımaktadır. Eskiden İpek Yolu tüccarları için önemli bir uğrak yeri olması, yapının başka bir özelliğidir.

Azerbaycan ve Nar 

Nar, tarihî çağlar öncesine dayanan bir meyve.  Çok eski zamanlara ait olan tapınaklarda yapılan arkeolojik kazılarda nar bitkisinin yaprak, dal ve tohumları bunun bir kanıtı olsa gerek. Bilim insanlarına göre narın vatanı Azerbaycan ve dünyaya da buradan yayılmış. Nar, Azerbaycan’ın yanı sıra Türkiye, Hindistan, Çin, Yunanistan, İran, Afganistan, Amerika, İspanya, İtalya ve daha bir çok  ülkede yetişmektedir, hatta İspanya’da bir şehre de ad vermiştir: Granada.

Azerbaycan masallarında, efsane, hikâye, mit, ata sözleri, deyim, alkışlarında, beddualarında, bulmacalarında türkü ve mânilerinde narın özel bir yeri var. Burada oğlanlar evlenmek istedikleri kızlara sevgi simgesi olan olgunlaşmış nar gönderirler. Yeni evlenenlerin ayaklarının altına nar atarlar ki, onlar bolluk içinde ve bahtiyar yaşasın ve nikâhları nar gibi bütün olsun, bozulmasın. Birçok yerler, kutsal mekânları narla süslerler.  Azerbaycan masallarında sık sık nar motifine rastlanır. Nar kızı, Nardan vs. olduğu gibi. Azerbaycan türkülerinde de narın ayrıcalıklı bir yeri var. “Nar ağacı, nar çiçeği, bir yıldızdır her çiçeği” gibi. Nar yalnızca masallara, türkülere renk katmamış, ressamların da sık sık seçtikleri meyve konumunda.  Azerbaycan’ın “Nar Festivali, Geleneksel Festivali ve Nar Kültürü” UNESCO Somut Olmayan Kültürel Miras Listelerinde yer almaktadır.

Son Söz

Özetle, Bakü, batılı petrol şirketlerinden miras 17. ve 18. Yüzyıl ”klasik Avrupa mimarisini” de barındıran ve sokaklarından caddelerine, bina cephelerinden meydanlarına kadar sayısız ”heykellerle” donatılmış muhteşem kent güzelliğiyle birlikte, çok sayıdaki tiyatroları, konser salonları, sinemaları, galerileri, müziğin her dalında konservatuarları ve çocuklardan yaşlılara ”yaratıcılık” okullarıyla da sadece Azerbaycan’ın değil, tüm Kafkasya’nın her açıdan kültür başkentidir.

Her şehrin bir hikayesi olduğu gibi, dokusu, kendisine özgü ve şehre ayak bastığınız an sizi çarpan bir kokusu olduğuna inanırım.  Bakü’nün kokusu ise neft (petrol) ve zeytin ağaçlarının karışımından oluşan ve sizde alışkanlık yapan bir koku.

Milattan öncesi tarihlere dayanan geçmişi ile birçok kültürü bünyesinde barındıran şehir, doğal güzellikleri, cana yakın misafirperver tutumu ve tarihi dokusunu her sokağına yansıtıyor.

Hazar Denizi’nin kıyısında Bakü’de Asya ile Avrupa, Müslümanlık ile Hıristiyanlık, Doğu ile Batı iç içe ama karşı karşıya yaşar. Bakü’yü yakından tanımak için Azeri genci Ali ile Gürcü Prensesi Nino’nun dillere destan aşkını anlatan Kurban Said’in başyapıtı olan Ali ve Nino’yu okumalısınız.

Kurban Said  tarafından yazılan (1937)  eserin konusu birbirinden farklı din ve kültürlere ait iki insanın aşkından oluşuyor. Doğu kültürünün bir parçası olan Ali Han Şirvanşir ve Batı kültürünün bir parçası olan Nino Kipiani arasındaki aşk lise sıralarında başlıyor. Tüm farklılıklarına rağmen birbirini seven çift ailelerinin itirazlarına ve Nino’nun çekincelerine rağmen evlilikle mutlu sona ulaşmış görünür, ancak şansızlıklar peşlerini bir süre bırakmaz. Ali’nin ülkesi olan Azerbaycan’da savaş çıkınca, Ali ülkesini korumak için cepheye gider ve orada yaşamını kaybeder. Nino’nun babasının engellemelerine rağmen evlilikle mutlu sona ulaştığı düşünülen hikâye bu acı sonla biter. Ancak Nino ve Ali’nin hikâyesi belki de tam bu noktada iki roman kahramanı olmaktan çıkıp ölümsüzleşmeye başlıyor.

Gürcistan’ın Tiflis şehrinde Tamara Kvesitadze isimli bir heykeltıraş, 2007 yılında Ali ve Nino’nun aşkından esinlenerek, 8 metre uzunluğunda bir heykel yapmaya başlar. 2010 yılında Gürcistan’ın ünlü şehri Batum’da, deniz kıyısına konumlandırılır ve adına da “Aşk Heykeli” denir. Motorlu bir mekanizma ile çalışan heykelin en güzel yanı ise kadın ve erkek heykellerinin önce göz göze gelmesi ve daha sonra iç içe geçerek tek bir vücut olmasıdır. Bu görsel şöleni merak ediyorsanız şöyle bir videosu da var. https://www.youtube.com/watch?v=aEi1apLlyjk

Kitabı bulamaz iseniz eğer, 2015 yapımı filmi izleyebilirsiniz. Yönetmenliğini dünyaca ünlü Hint asıllı İngiliz sinemacı Asif Kapadia üstlenmiş, başrollerini Maria Valverde, Adam Bakri ve Halit Ergenç’in oynadığı Ali ve Nino, Kurban Said’in aynı adlı romanından uyarlanmıştır.

 

 

Heybeliada Gezi Rehberi: En Yeşil Prens Adası

Heybeliada Marmara Denizi’nde İstanbul’un güneybatısında, yüzü İstanbul’a dönük bir ada… Bizans döneminde prenslerin, prenseslerin, kraliçelerin sürgüne gönderildiği dokuz Prens Adası’ndan biri. Bu adaların içinde Büyükada’dan sonra ikinci büyük ve en yeşil adası. Adanın yerleşik nüfusu 7000 kişi civarında olmasına rağmen yazın nüfusu bir kaç kat artmaktadır. Ancak adanın İstanbul’a çok yakın ve ulaşımın kolay olması nedeni ile hafta sonu günübirlik ziyaretçiler ile 50.000 kişiye ulaşabilmektedir.

Ada adını şeklinin denize bırakılmış bir heybeye benzemesinden almıştır. Eski Rumca adı adada bakır madeni çıkartılması nedeniyle bakır anlamına gelen Halki’dir.

Ulaşım
İstanbul’a çok yakın olan adaya Bostancı, Kartal, Kadıköy, Kabataş, Beşiktaş, Eminönü iskelelerinden çeşitli firmalar tarafından sık seferler ile yapılmaktadır. Şehir Hatları ve Mavi Marmara seferlerine aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz.

Şehir Hatları Adalar Vapur Seferleri

Mavi Marmara Adalar Vapur Seferleri

Gelelim ada içi ulaşımına; Adada motorlu taşıt kullanılmamaktadır, son yıllarda faytonların yerine elektrikli toplu ulaşım araçları ve 3 yolcu alan ada taksileri kullanılmaktadır. Yine de ada ruhunu hissetmek için,  yürüyerek dolaşmak veya günü birlik bisiklet kiralamak en uygun yöntemler. Heybeliada dört tepeden oluşuyor yine de yürüyerek veya bisikletle dolaşmak yorucu olmuyor.

Heybeliada Gezilecek Yerler

Bostancı İskelesi’nden sabah vapurla sadece yarım saat süren yolculuk ile Heybeliada Vapur İskelesi’ne ulaştık.

Tüm adayı yürüyerek dolaşmayı planlamıştık, kızılçam ormanları içinde rahat bir yolculuk yapacağımıza inanıyorduk ve gerçekten de öyle oldu. Tam 360 derece ada turu 11 km yürüyerek tamamlanabiliyor. Adanın görülecek yerlerini rotamızdaki sırası ile dolaşmaya başlayabiliriz.

Ada gezimizi Kasım ayında hafta içi yapmayı tercih ettik. Hem hafta sonu kalabalığından kaçınmak hem de sonbaharın sarı kızıl renkleri ile adada doyasıya yürüyüp tüm tarihi ve doğal yerleri görmeyi amaçladık. Bir tam günde bunları yapabildik. Heybeliada Vapur İskelesi’nde inince sağ tarafta sahil kenarında çay bahçeleri, kahvaltı yerleri yer alıyordu.

Sol tarafta deniz kenarında bembeyaz rengi ile Deniz Lisesi adada bizi ilk karşılayan tarihi bina. Osmanlı İmparatorluğu döneminde 1773 yılında kurulan Bahriye Mektebi önce Kasımpaşa’da eğitime başlamış, 1834 yılında bugünkü Deniz Lisesi’nin yerinde Kalyoncu Köşkü’ne taşınmış. Arada bir dönem okulun yeri değişmekle birlikte 1851 yılından sonra bu tarihi binada eğitimi sürmüş. Yıllarca Deniz Kuvvetlerine asker yetiştiren bu okul 15 Temmuz 2016 olaylarından sonra eğitime kapatılması ile bugün sessiz mahzun duruyor.

Tüm bir ada turunu yapmak istediğimize göre iskelenin sağından veya solundan başlayabilirdik yürüyüşümüze. Deniz Lisesi’nin yanında biraz zaman geçirdikten sonra yön konusundaki kararsızlığımız Deniz Cafe sahibi Ahmet tarafından çözüldü. Yıllardır adada yaşayan bir denizci asker olan Ahmet bey kendi imkanları ile bir harita bastırmış, hemen haritayı elimize verdi. Tura öncelikle Ruhban Okulu tarafından yani sağ taraftan başlamamızı önerdi. Böylece sahile paralel sokağa daldık.

Aya Nikola Kilisesi hemen merkezde ilk karşımıza çıkan kırmızı renkli kilise, 1857 yılında daha önce aynı yerde yıkıntıları olan bir Bizans kilisesinin üzerine kurulmuş. Kilise denizcilerin koruyucusu Aziz Nikola’ya adanmış. Kilise kapalı olduğundan içini gezmek mümkün olmadı.

Kiliseden sonra asıl hedefimiz Ruhban Okuluna tırmanmak idi. Bu arada geçtiğimiz sokakta hem eski, hem bakımsız hem de yeni ancak dokuya uymayan evler karşımıza çıktı.

Sokağın sonunda elimizdeki haritaya göre aradığımız Eski Rum Okulu’nun taş binası da terk edilmiş mahzun duruşuyla karşımızdaydı.

Rum okulunun yanından yukarıya doğru yürümeye devam ederken, öncelikle görmek istediğimiz adanın simgesi ve en önemli yapısı Ümit Tepesi’ndeki Ruhban Okulu için tırmanmaya başladık. 600 metrelik çok dik olmayan orman yolunun güzelliği ile bu tırmanış hiç yormuyor insanı.

Ruhban Okulu, Heybeliada Ayia Triada Manastırı’nda 1844 yılında açılmış. Atina Üniversitesi’nde kurulan Teoloji Okulundan sonra akademik düzeydeki ikinci okul olması nedeni ile Ortodoks alemi için özel bir öneme sahip. 1923 yılına kadar Yüksek Ortodoks Teoloji Okulu adı ile din adamı yetiştirmek amacı ile eğitim vermiş. Daha sonra Heybeliada Ruhban Okulu olarak 1971 yılına kadar açık kalmış.

Binanın gösterişli kapısından adım atınca içeride bembeyaz mermerli sütunlu bir giriş karşılıyor. Sağ taraftaki koridorda sınıflar yer alıyor. Okulun içine girip sadece birinci kat ve bu katta bir sınıf gezilebiliyor.

Okulun diğer yanında tarihi Ayia Triada Kilisesi yer alıyor. Bizans döneminin önemli manastırlarından olan yapı 9.yy’da inşa edilmiş. İstanbul’un fethi sırasında kilise yok edilmiş, 1550 yılında tekrar inşa edilmiş.

Ruhban Okulu adanın en yüksek hakim tepesinde yer aldığından vapurla adaya yaklaşırken ve adanın bir çok yerinden görünüyor. Okul kompleksi karşı kıyıda İstanbul sülieti, doğu yönünde Büyükada, batıda Burgazada, kuzeybatıda Kınalıada manzaraları sunuyor. Bu kadar stratejik ve doğal yerleşim yerindeki tarihi bina adanın en özel alanı.

2013 yılında başlanan bir çalışma ile okulun bahçesi beş bölümde tematik bahçeler olarak düzenlenmiş. Bu bölümler, Fazilet yolu, yenilebilir ürünlerden oluşan bitkiler bahçesi, Kutsal Kitap bahçesi, Bizans çayırı, bahçe sanatının müzesi olarak isimlendirilmişler. İngiliz, Brezilyalı, Yunan sanatçı ve botanikçilerden destek alınmakta bu düzenlemeler için.

Sıradaki görülecek yerimiz İsmet İnönü Müze Evi idi. Ümit Tepesi’nden aşağıya doğru önce Heybeliada Cami’sinin önünden ve köşklerin arasından geçerek ilerledik.

İsmet İnönü Evi sokağında restore edilmiş veya edilmemiş konaklar arasından ilerlerken bugüne kadar gördüğüm en ilginç konağın fotoğrafını paylaşmadan olmaz. Fotoğrafa bakar mısınız bir konak yarısı restore edilmiş yarısı bakımsız kalmış. Merakımdan İsmet İnönü Evi’nde görevli kişiye sordum. Tahmin ettiğiniz gibi iki varisi olan bir ev, bir varis evinin içine ve dışına bakıp evin yarısını kullanırken diğer varis hiçbir şey yapmamış kiraya veriyormuş.

Gelelim İsmet İnönü Müze Evi‘ne. Adanın en temiz bakımlı, amacına uygun kullanılan tek binası. İsmet İnönü’nün 1924 yılında geçirdiği rahatsızlık sonrası doktorlar mutlaka dinlenmesi gerektiğini belirtmişler. Bu amaçla yer aranmış ve Heybeliada’da bu köşk kiralanmış. Ailecek bu köşkte yaşanmış, 1934 yılında da ev satın alınmış ve evin eşyaları Atatürk tarafından hediye edilmiş.

Evde o günden bu yana kullanılan eşyalar sadece yüzleri yenilenerek sergileniyor. Evde İsmet İnönü’nün çalışma odası, ailenin yaşam alanları ve günlük eşyaları sergilenmekte. Kurtuluş Savaşımızın önemli komutanı, Başbakanımız ve Cumhurbaşkanımızın ailesi ile yaşadığı evin doğallığı, sadeliğinde, şatafattan uzak yaşam anlayışı açıkça görünüyor. Ayrıca müze görevlisi ziyaretçiler ile tek tek ilgilenip bilgilendiriyor. Bugün ev ve bahçe çeşitli etkinlikler için kullanılabiliyor. Pazartesi günleri dışında her gün 10.00-18.00 arası halka açık ücretsiz gezilebilen örnek evi görmenizi öneriyorum.

İsmet İnönü Müze Evi’nden çıkıp Hüseyin Rahmi Gürpınar Evi’ne gitmek istedik ancak evin bakımsız ve kapalı olduğunu duyunca adanın uzun turuna başlamak üzere Refah Şehitleri Caddesi’nden yürümeye devam ettik. Bir süre sonra yerleşim yerleri yerini sakin, sessiz kızılçam ağaçları arasında yürüyüş yoluna bırakmıştı. Bu yol üstünde orman içinde piknik alanları ve denize girmek için plajlar bulmak mümkün.

Yine orman içerisinde atların konakladıkları yerlerin yanından yürümeye devam ettik.

Orman içi yürüyüşümüzün bir yerinde Terk-i Dünya Manastırı yazısı ile yoldan 30 metre kadar içeriye döndük. Tam bir tepenin üzerinde müthiş manzaralı kırmızı boyalı tek katlı bir ev. Bir yönü Çam Limanı Koyu’na diğer yönü İstanbul’a bakan harika bir yer. Dünya nimetlerinden uzaklaşıp inzivaya çekilmek isteyen bir keşiş 1860’lı yıllarda burayı yaptırmış, sonraki yıllarda inzivaya çekilmek isteyen keşişler de kilisede kalmışlar. Kilise 1890 yılında depremde yıkılmış olsa da 1954 yılında bir piskopos tarafından restore edilmiş. Ev görüntüsündeki kilise kapalı olduğundan gezemedik. İçinde ikonlar bulunuyormuş. İnzivaya çekilmek için bu kadar manzaralı yer çok cazip görünüyor. Terk-i Dünya Manastırı’ndan görüntü ise adanın en güzel manzaralı koyu. Çam Limanı Koyu, yazın da denize girmek için güzel bir koy.

Çam Limanı Koyu’nun sağ tarafındaki tepede Terk-i Dünya Manastırı, sol tarafında yine bir tepede Heybeliada Sanatoryumu yer alıyor. Atatürk tarafından 1924 yılında Türkiye’nin ilk verem hastanesi olarak kurulmuş. Böylesine güzel çam ormanının içinde bol oksijenli bir ortamda hastaların doktor kontrolünde olması ne büyük bir ayrıcalık. 2005 yılına kadar hizmete açık olan Sanatoryum bugün terk edilmiş, binalar harabeye dönmek üzere. 1999 İstanbul depreminde hasar gören binaların yenilenmesi yerine tamamen terk edilmiş binalar ve önündeki doyumsuz manzara.

Askeri alanın yanında iskeleye doğru ilerlerken karşıda Büyükada manzaralı Uçurum Manastırı’nın bahçesine girmek mümkün olamadı.

İstanbul’un güzel yeşil adası Heybeliada gezimiz güneş batarken bitti. Artık dönüş yoluna geçebilirdik.

Son Söz

Heybeliada gezimiz günübirlik bir gezi oldu. Öğleye doğru başladığımız gezide yarım günde tüm adayı yürüyerek dolaşabildik. Yaz dönemi olmadığı için deniz keyfi yapamadık. Çam Limanı Koyu, Alman Koyu, Fransız Koyu ve Sadık Bey Plajlarında yüzülebilir. Günübirlik gidenler Değirmen Burnu’nda piknik yapabilirler. Ayrıca gün sonunda kıyıda deniz ürünleri tatmak mümkün. Bizim amacımız sonbaharda adada yürümek olduğu için yemek veya bir şeyler tatmak, içmek için de zaman ayıramadık. Akşam üzeri güneş batarken tekrar İstanbul’a dönüş yoluna geçtik. Tercihe bağlı tüm gün içinde kısa tur yapılıp ancak mutlaka Ruhban okulu ve İsmet İnönü Müze Evi’ni ziyaret edip daha kısa yürüyüş ile diğer aktivitelere zaman ayırmak mümkün. Adadan çok keyifli anılarla ayrıldık. Ancak içimizi sızlatan noktalara değinmeden geçemeyeceğim. Tarihi Deniz Lisesi kapalı, Ruhban Okulu kapalı ancak en azından ziyarete açık, ünlü yazar Hüseyin Rahmi Gürpınar Köşkü bakımsız, Eski Rum Okulu binası terk edilmiş, Atatürk’ün isteği ile 1924 yılında kurulmuş Türkiye’nin ilk verem hastanesi kapalı, tek bakımlı ve ücretsiz ziyarete açık yer devlet eli ile değil İnönü ailesinin kurduğu Vakıf tarafından bakımı yapılan İnönü Evi.

Tarihi, doğası, iklimi ile özel İstanbul’a çok yakın tam bir huzur, kaçış yeri Heybeliada daha çok yatırımı hak etmiyor mu?

Adım adım gezdiğimiz Heybeliadayı video ile gezmek ister misiniz?

Patagonya Macerası II: Dünyanın Sonuna Gemi ile Yolculuk

patagonya

Bu yazıda Şili Punta Arenas’dan başlayıp, Arjantin Ushuaia’da sonlanan bir gemi ile Patagonya macerasından bahsedeceğiz.

Patagonya’da Tierra del Fuego Güney Amerika’dan Magellan Boğazı ile ayrılmış büyük bir ada ve küçük bir sürü adacıktan oluşmuş adalar topluluğu. Bu bölgenin en büyük ada parçası Arjantin ve Şili tarafından paylaşılmış. 1520 yılında ilk kez buraya gelen Magellan yerlilerin yaktıkları pek çok ateşi görünce buraya ‘Ateş Toprakları’ anlamına gelen Tierra del Fuego adını vermiş. Bu topraklar da Patagonya’ ya dahil ediliyor.

Patagonya gezimiz 4 gece 5 gün sürüyor. Ushuaia‘dan başlayıp Punta Arenas ’da biten 3 gece, 4 gün süren ikinci bir rota da bulunuyor. Bizim rotamız Punta Arenas’dan başlıyor.

Ulaşım
Başlangıç noktası Punta Arenas’a Şili’nin başkenti Santiago’dan uçakla ulaşılabilir. Biz Arjantin El Calafate’den (Arjantin, Santa Cruz Eyaleti’nin başşehri) Şili’ye karayolu ile geçtik, 500 km dolayında ve 7-8 saat süren bir yolculuk yaptık.

Sabahın erken saatlerinde El Calafate’den yola çıktık. Arjantin Patagonyası’nın uçsuz bucaksız stepleri arasında saatlerce yol aldıktan sonra Şili’ye girdik. Patagonya Şili ve Arjantin’in güneyindeki bölge. Arjantin’deki Rio Colorado ile Şili’deki Bio Bio Nehri’nin güneyi ve Magellan Boğazı’nın kuzeyi arasında.

Rivayete Patagonya adının öyküsü; Buraya gelen Magellan, guanako (guanako devegiller familyasından lama ile akrabalığı bulunan vahşi bir hayvan türü) postu giyen yerlileri görünce İspanyol masallarındaki patagon adlı canavar aklına gelir ve yöreye Patagonya adını verir. Seyahatimiz boyunca bize yoldaşlık eden And Dağları nedeniyle burada Şili’den daha kurak bir iklim var. Şili Valdivia yağmur ormanlarına sahip olmanın avantajını yaşıyor. Kutuplardan sonra yeryüzünün en büyük buzul alanları Şili’de. Yol pampas denen stepler arasında dümdüz devam ediyor. Gümrükte valizlerimiz didik didik arandı. İlginç olan tahtadan yapılmış objeleri, Şili’ye sokmak yasak.

Akşam üzeri dünyanın en güneyindeki metropol Punta Arenas dayız. Şehir Magellan Boğazı kıyısında, yıllık ortalama hava sıcaklığı 6 derece, nüfusu 125 bin dolayında. Şehrin merkezi koloniyel bir mimariye sahip. Dünyanın en eski ticaret yolları arasındayken Panama Kanalı açılışı sonrası önemini yitirmiş.,

Seyahat Mevsimi: Eylül-Nisan ayları arası çünkü Güney Yarım Kürenin ilkbahar-yaz mevsimi bu dönem. Biz de seyahatimizi kasım ayında planladık.

13 Kasım Saat 18.00’de pasaport kontrolü ile gemiye geçiyoruz. Ve rüya başlıyor. C. Australis sadece buradaki fiyortları ve boğazları gezmek için yapılmış, küçük, şık ve abartılı derecede temiz, 131 kişilik, Şili bandıralı mükemmel bir gemi. Kaptan bir hoş geldiniz kokteyli veriyor. Şili yerel danslarını izliyoruz. Navigasyon hakkında bilgileniyoruz, Geminin iki ayrı salonunda İspanyolca ve İngilizce olarak yapılıyor bu sunum. Akşam yemeğine yakın Punta Arenas ışıklarını fark ediyoruz.

Mikrobiyoloji Uzmanı olduğum için kamarada ki sağlıkla ilgili broşür hemen dikkatimi çekiyor. Son yıllarda Cruise gemilerinde Norwalk Virüs salgınının sıkça rapor edildiği, bu virüsün gastrointestinal semptomlarla kendini gösterdiğini, hastalığın belirtileri, korunma yolları ve şikayeti olanların danışmaya başvurmaları gerektiği; ayrıca böyle bir durumla karşılaşmamak için alınan ileri derecedeki sanitasyon önlemleri anlatılıyor.

Rotamız

SabahkKahvaltıdan sonra gemide bir hareket başlıyor. Alberto De Agostini Ulusal Parkı’nda Ainsworth Körfezi‘ndeyiz. Zodyaklar denize indiriliyor, gemi personelinden ilk grup kıyıya gidip hazırlıklarını yapıyor ve belli bir düzen ve sıra ile hepimiz bu ulusal parka Zodyaklar ile taşınıyoruz. Her Zodyak’ın bir rehberi var.

Kıyıya indiğimizde iki denizaslanı yavrusu bizi karşılıyor. Rehberimiz bunların 4-5 haftalık olduğunu henüz yüzemediklerini anlatıyor. Biraz ileride bulunan kocaman erkek denizaslanının yakınından geçmememiz konusunda bizi uyarıyor, haremini bekliyormuş bu nedenle saldırganlaşabilirmiş.

Dişilerinin koloniler, erkeklerinin yalnız yaşamayı sevdiği denizaslanları, 600 metre derinliğe dalabilen, 40 dakika su altında kalabilen deniz memelilerinden. Karada da yaşayabiliyorlar. Pek çok türü var. Kuzey Atlantik Denizi’nde yaşayan bir denizaslanına rastlanmamış. Erkek denizaslanları dişilere göre çok daha büyük, bu büyüklük onu dişilerin gözünde çiftleşme için cazip kılıyor. Denizaslanları harem hayatı yaşıyor. Zayıf yapıdaki erkeklerin hiç eş bulamadığı da oluyor. Erkek denizaslanları nadiren babalık görevi yapıyor. Doğan yavru erkek ise rekabet gereği onu sürüden uzak tutmaya çalışıyor. Kendi haremi için kurduğu bölgede güçlü bir erkek istemiyor, bunun için savaşıyor. 15-20 yıl arası değişen bir yaşam süreleri var. Nadiren insanlara saldırıyorlar, 2,5 metreden fazla yaklaşmak önerilmiyor. Nüfus yoğunluğu Şili kıyılarında fazla.

Karşıdan çok uzaklardan gördüğümüz Marinelli Buzulu’nun 1930 yıllarında buralara dek ulaştığını öğreniyoruz. İçim burkuluyor, eriyen buzullara.

Kayaların üzerinde hayatın başlangıcı olan likenler var. Magellanic Ormanı‘nında yürürken toprağın kalınlığının çok az olduğunu görüyoruz. Ağaç kökleri birbirine tutunmuş, biri devrilince diğeri de devriliyor. 200-300 yıl önce buraları buzulmuş o nedenle toprağın derinliği fazla değil. Kayalardaki kırmızı renkteki süngerleri yerliler eskiden su taşımakta kullanıyorlarmış. Ağaçlardan sarkan Çin fenerine benzeyen parçaların altında sevdiğiniz birisini öperseniz hayatınızın sonuna dek ondan ayrılmazmışsınız.

Yerde gördüğümüz yaban çilekleri yerseniz diyare olursunuz diyorlar. Karadeniz’de likapa denilen bir bitkinin benzeri burada kalafat diye adlandırılıyor. Reçeli de yapılan bu bitkiden yiyenlerin Patagonya ’ya tekrar geleceği rivayet ediliyor.

Kunduzların yaptığı barajı görüyoruz. Eskiden Arjantin hükümeti bir kunduz kuyruğu getiren 10 dolar veriyormuş, kim buraya gelip kunduz avlarsa…Nesli tükenen yerlilerin sepet yaptıkları bitkiyi görüyoruz.

Kıyıda kurulu büfeden, çikolata, viski ikramları yapılıyor, dönüş vakti geldi. Aynı disiplin içinde gemiye dönüyoruz.

Sırada muhteşem bir açık büfe öğle yemeği, İtalyan mutfağı ağırlıklı bizi bekliyor. Saat 15.30 civarında zodyaklar denize inmeye başlıyor.

Tucker Adası’na gidiyoruz. Burası aslında bir kayalıklar grubu. Kırılgan bir eko sistem olduğu için karaya çıkmayacağız. Zodyaklar ile etrafında dolaşacağız.

Tucker Adacıkları’nda eşsiz bir doğal yaşamla bütünleşme yaşıyoruz. Binlerce Magellanic Penguen suya giriyor, yüzüyor, oynuyorlar. Bu bölgede yaşayan Magellanic penguenleri 60-75 cm boylarında, 2.7-6.5 kg ağırlığında orta büyüklükteler. Erkekler daha büyük. 20-50 metre derinliğe dalabiliyor, balık ve deniz kabukluları ile besleniyorlar. Yiyecek avlarken sürüler halinde yaşıyorlar. Üreme mevsiminde Arjantin, Güney Şili, Falkland Adaları’na gidiyorlar. En büyük üreme kolonilerinden birisi Arjantin Punta Tombo’da. Muhteşem bir yer. Yumurtalarının kuluçka süresi 39-42 gün. Dişi ve erkek bu görevi vardiyalar halinde paylaşıyorlar.

Patagonya kuşlar açısından da çok zengin bir bölge. Yüzlerce kuş çeşidi var. İlk akla gelenler; Cormorant (Patagonya karabatak kuşu), Caranca (bir ördek cinsi), Skualar genelde büyük deniz kuşları etrafında kamp kuran kuşlar. Yırtıcı davranabiliyorlar.

Sürüler halinde kaya balıkçıllarını görüyoruz. Dönüşte bu kuşlar hakkında bir belgesel izliyoruz.  

Bugün 15 Kasım güneş saat 5.28 de doğdu. Monitöre baktığımda Pasifik Okyanusu’na çıktığımızı gördüm. Ballenero Kanalı’ndayız, daha sonra O’Brien Kanalı’ndan geçeceğiz. Bugünkü programda Pia Buzulu var.

Kahvaltıdan sonra Tierra Del Fuego anlatılıyor. Daha sonra da buzulların oluşumu ile ilgili bir ders veriliyor. Öğle yemeğinden sonra zodyaklar denize iniyor. Sıranın bize gelmesini beklerken uzaktan Pia Buzulunu fotoğraflıyoruz. Kıyıya geldiğimizde bir tırmanma yürüyüşü yapıyor, gemide bulunan 17 ulustan insan 15 dakika boyunca susarak, doğayla bütünleşiyoruz.

İnişte bizi bekleyen sıcak çikolataları içerken dünyayı hiç iyi günlerin beklemediğini düşünüyorum. Yavaş yavaş gemiye dönüş başladı. Pia dan ayrılıyoruz. Sık sık duyduğumuz gürültüler buzullardan kopan parçaların çıkardığı sesler. Dönerken buzuldan kopan parçaların oluşturduğu görüntülerin bazılarını fotoğraflayabiliyoruz.

Patagonya’nın bu bölümü 47 992 kmkare, 145 bin nüfuslu. Burada bulunan buzullar sürekli eriyor. Buzullar 6 kristalli karların sıkıca kenetlenmesi sonucu tek kristal olması ile oluşuyor. Buzul ne kadar beyaz ise o kadar yeni bir buzul. Eski buzullar gri. Buzullar güneşin tüm renklerini absorbe ediyorlar, mavi hariç. İlk çağlardan beri çeşitli iklim teorileri var. Dünyamızda belli periodlarla iklim değişikliği olduğu düşünülüyor. Buzul çağı-sıcak çağ diye. Şimdi sıcak çağdayız. Yirmi beş bin yıl önce tüm Patagonya tek bir buz kitlesi iken, on iki bin yıl önce bu buzullar erimeye başlamış, halen eriyor. Pia Buzulu’nu 2009 yılına dek erimeyen bir buzul sanıyorlarmış, artık bunun da eridiğini biliyorlar. Bir tek Pia Eleven Buzulu erimiyormuş.

Yerli halktan kalan olmadığını daha önce belirtmiştim. Bugün 1 tane Yamana yaşadığını söylüyorlar. PatagonyaInın iç kısımlarına doğru da 200 den az Tehuelche olduğu söyleniyor. Bu bölgelere Eylül-Nisan ayları arası gelebilirsiniz. Çünkü buranın ilkbahar-yaz mevsimi bu aylar arasında. Kışın buranın nasıl olduğu konusunda Şilililerin de bir fikri yok. Muhtemelen her yer karla kaplıdır diyorlar. Buraya turistik olarak ilk kez Mare Australis gelmiş. 2005 yılından beri aynı turu düzenli olarak yapıyorlar.

Gemimiz saat 18 de Beagle Kanalı’nın kuzeybatısında bulunan Buzullar Galerisi’ne (Glacier Alley) doğru yol almaya başlıyor. Hepimiz geminin terasında yerimizi aldık. Buradaki buzulları ülke adlarına göre isimlendirmişler. Önce Romen Buzulu’nu geçiyoruz, Müzik değişiyor bira-sosis ikram ediliyor. Anons Alman Buzulu; Edith Piaf-şampanya-peynir anons Fransız Buzulu; Vivaldi-pizza-şarap İtalyan Buzulu; Bira-köfte ile Hollanda Buzulu. Saat 21.30, hala hava aydınlık.

Gemide anons başlıyor, yarın Cape Horn’a çıkacağız. Tabii hava uygun olursa. Yarın havanın güzel olması için dua ederek kamaralarımıza gidiyoruz (Sonradan öğreniyorum ki hava durumu bu çıkış için çok nadir uygun oluyormuş).

16 Kasım sabahı güneş 05:06’da doğmaya başladı. Giyinip dışarı fırlıyoruz. Dün özellikle bu inişimizde problemle karşılaşmamak için giysilerimize dikkat etmemiz önerildi. Daha önceki inişlerde uygun çizmesi olmayanlar bile bu kez gemide dağıtılan plastik çizmelerden edindiler. Zodyakların indiğini görünce rahatlıyoruz, demek Cape Horn’a çıkabileceğiz. Dışarıda hava 8 C. Geride bıraktığımız Murray Kanalı ve Nassau Körfezi sonrası nihayet Cape Horn’dayız.

Cape Horn, 1616 yılında Hollandalı gemiciler tarafından keşfedilmiş, zaten Horn adı da bu gemicilerden birinin Hollanda’da doğduğu kasabanın adı. 425 metre yüksekliğinde kayalık bir tepe, Şili’ye ait. Pasifik ve Atlas Okyanusları arasında, bu iki okyanusu birbirinden ayırıyor. 1914 de Panama Kanalı’nın inşasına dek çok önemliymiş. Güney Amerika’nın en güney ucu olarak kabul ediliyor aslında 100 km güneyde yine Şili’ye ait Diego Ramirez adaları var. 2005 yılında UNESCO tarafından Alberto de Agostini Ulusal Parkı ile birlikte Cape Horn Ulusal Parkı da dünya biyosfer rezervi listesine dahil edilmiş. (Biyosver Rezervi: Uluslararası öneme sahip karasal ve/veya kıyı eko sistemine sahip yerler)

Şili Hükümeti gönüllülük esasına dayanarak bir aile ile yıllık anlaşma yapıyormuş. Bu yıl burada bir kadın ve iki küçük kızı bir yıllığına yaşıyorlarmış. Onlara yılda birkaç kez erzak bırakılıyormuş. Kapalı ve sert havaya rağmen kıyıya geliyor ve 160 basamaklı merdiveni tırmanarak Cape Horn’a çıkıyoruz. Şili’nin kutsal kuşu Albatros heykelinde fotoğraf çektiriyor, küçük şapeli geziyor, deniz fenerine çıkıyoruz. We were here...

Fırtına geliyor, acele ile toplanıyor, gemiye dönüyoruz. Bir gelenek olarak gemimiz Cape Horn’nu selamlıyor, korsan bayrağını çekiyor. Kaptan geminin en küçük konuğu olan oğluma seslenerek ilk fotoyu alıyor. Hepimize dünyanın en güney ucuna geldiğimize dair kaptan imzalı diplomalar veriliyor.

Hemen kahvaltıya oturup, arkasından buralardaki yaşam ile ilgili dokümanter bir film izliyoruz. Öğlen Şili şarapları ile ilgili bir sunum var. Yeni dünya şarapları içinde Şili gittikçe yükselen bir trend. Yolculuk boyunca sürekli sunulan şaraplardan bu işe verdikleri önem belli. Avrupa’yı saran filoksera salgınından sonra eski dünya şarapçılarının, asmaları buradan getirdiklerini biliyoruz. Şarap dersinden sonra Darwin ile ilgili bir bilgilendirmeye katılıyoruz.

Öğleden sonra 19. yy’da Darwin ve gemisinin 2.kaptanı Fitz Roy’un Yamana (Yaghan) aborjinleri ile tanışıp yaşadıkları Wulaia Körfezi‘ne gidiyoruz. Darwin buraya 23 Ocak 1833 de ayak basmış. Bizden 180 yıl önce…

Her zaman olduğu gibi ilk Zodyaklar bizi karşılayacak olan personeli ve yapılacak sıcak çikolata, viski ikramlarını taşıyor. Arkadan biz körfeze ayak basıyoruz. Burası doğal bitki örtüsü, tarihsel ve coğrafi önemi nedeniyle koruma altında bir bölge. 1930’lu yıllara kadar radyo istasyonu olarak kullanılan bir bina var. Daha sonra burada yaşayan aile burayı terk etmiş, Şimdilerde ise Mare Australis tarafından kiralanmış, turistik amaçla kullanılıyor.

Kıyıdaki binada Yamana yerlileri ve Darwin hakkında posterler ve yazılar var. Daha sonra grup ikiye ayrılıyor. Kıyıda yürüyüşe çıkanlar ve tırmanmayı seçenler. Zirveye dek çıkıyoruz.

Bir dereden geçip, kunduzların oluşturduğu barajları görüyoruz, zirveden körfezi fotoğraflıyor ve doğa ile bütünleşmek için sessizliğe gömülüyoruz.

Gemiye döndüğümüzde saatler 20.00 dolayında, valizlerimizi topluyoruz. Şili Punta Arenas’dan başlayan gemi yolculuğumuz ertesi gün Arjantin Ushuaia da bitiyor. Akşam yemeğinde hala ortalık aydınlık. Bugün burada güneş 21.20 de batıyor. Yemekten sonra kaptan bir veda konuşması yapıyor, şampanya patlatılıyor. Cruceros Australis ile Tierra del Fuego fiyort ve kanallarında toplam 586 deniz mili yol yaptık. Sonuç olağanüstü bir yolculuk anılarımızda yerini aldı. Sabah kahvaltıdan gemiden ayrılıyoruz.

Ushuaia’dayız. Arjantin’in Tierra del Fuego’daki en büyük şehri ayrıca buranın başkenti. Buradan Buenos Aires 3062 km eğer kara yolu ile gitmeye kalkarsanız, yolun bir kısmında Şili topraklarından geçiyorsunuz. Dünyanın en güneyindeki şehir gerçi buranın daha güneyinde yerleşim yeri Puerto Williams varmış ama o köy olduğu için dünyanın en güneyindeki şehir burası kabul ediliyormuş.

Anglikan misyonerleri ile yerlilerin (Selknam, Yamana, Kaweskar, Manekenk) 1871’de ilk karşılaşma yeri bu şehir.

Ushuaia Antarktika’ya giden gemilerin % 80’ninin uğradığı bir şehir. Nüfusun 100 bin dolayında olduğu tahmin ediliyor. Sürekli göç alıyor. Doğal gaz açısından zengin olan bu bölgede, sıkı durun bir ailenin iki aylık doğalgaz gideri 20 dolar değil.

Gümrüksüz alışveriş merkezleri ile dolu olan bu şehirde İnka Rose denen buraya özgü bir taştan yapılmış takıları satan pek çok dükkân var. Fakat fiyatlar yine de ucuz değil. Yıllık gelen turist sayısı 200 bin dolayında. Havanın bizim şansımızdan güneşli olduğunu düşünürken, burada yılın 10 ayının böyle güneşli olduğunu öğreniyoruz.

Subpolar bu iklimde Magellanic Ormanlar, karşıdan görünen Martial Buzulu çok hoş bir ambians yaratıyor.

Eskiden burası azılı suçluların gönderildiği hapishanesi ile meşhur bir sürgün yeriymiş. Ayrıca J. Verne filme de çekilen ‘’Dünyanın Öbür Ucundaki Fener’ ’isimli kitabını yazarken burada bulunan küçük bir adadaki fenerden etkilenmiş.

Müzeye çevrilen tarihi hapishane ziyaretimizde yurt dışına sürgüne gönderilmeyi reddederek, sürgüne gitmektense ülkemin hapishanelerini tercih ederim diyen üniversite hocasının öyküsü de bizi etkiliyor.

Önce Tierra Del Fuego Ulusal Parkı’na gidiyoruz. Burada bulunan dünyanın en güneyindeki postanede pasaportlarımızı damgalatıyoruz anı olarak. Dağ, orman, denizin birleştiği bu doğa harikası burası. 

Park 689 km kare genişliğinde, Beagle Kanalı’nın kıyısında. Beagle Kanalı’nın bir yanı Atlas Okyanusu diğer yanı Pasifik Okyanusu’na açılıyor. Kara olarak Şili-Arjantin arasında. Dünyanın en güneyindeki ulusal parkta yüzden fazla kuş ve memeli hayvan yaşıyor.

Küreselleşme gerçeği bir kez daha yüzümüze çarpıyor, tüm dünya markalarının bulunduğu kent hiç ucuz değil. Fiyatlar Türkiye ile aynı.

Doğası ile büyüleyici eriyen buzulları ile hüzün verici bir coğrafyadan ayrılıyoruz. İyi ki buralar gelmişiz duyguları ile. Buraları görmemizi sağlayan Atilla Tuna’ya teşekkür ediyoruz.

Patagonya gezimizin birinci bölümünü okumak isterseniz:

Patagonya Macerası; Ulusal Parklara Yolculuk tıklayınız.

Zagreb Gezi Rehberi: Hırvatistan’ın Keşfedilecek Başkenti

Zagrep

Hırvatistan’ın başkenti ve 1 milyondan fazla nüfusu ile en büyük şehri olan Zagreb, ülkenin kuzeydoğusunda yer alıyor. Denizden uzakta olduğundan sahildeki diğer şehirlere göre biraz sönük kalıyor. Medvednica Dağı’nın eteklerinde bulunan şehirde dört mevsim de yaşanıyor ve yeşili dışında iklimiyle biraz Ankara’ya benziyor gibi.

Bölgede yerleşim 1. yüzyılda başlamış ve Zagreb ismiyle 1094 yılında anılmaya başlanmış. 1242 yılında Cengiz Han tarafından şehir işgal edilse de kısa sürede toparlanarak gelişmesini sürdürmüş. Şehrin asıl kuruluşu 1851 yılında Kaptol ve Gratec şehirlerinin birleşmesiyle olmuş. I. Dünya Savaşı’ndan şehir oldukça hasar görmüş. Hasar gören binalar restore edilerek şehir planlı ve çok güzel bir şekilde tekrar inşa edilmiş. Şehirde Osmanlı İmparatorluğu, Nazi Almanyası ve Komünist Yugoslavya’nın etkilerini görülmekte.

Dünyada nereye giderseniz gidin mutlaka öğrenecek yeni bir şey bulup büyüleniyorsunuz. İşte Zagreb de öğrendiklerim de ilginç idi. Kravat ve dolmakalemi ilk bulan ve kullananların Hırvatlar olduğunu biliyor muydunuz? Ben de bilmiyordum ve öğrenince özellikle kravat için çok şaşırdım. Kılık kıyafet işlerinde hep Fransızların öncü olduğunu düşünmüşümdür. İlk defa Hırvat askerleri 17. yüzyılda Otuz Yıl Savaşları sırasında kravatı Fransa’ya getirmiş ve onlar da böylece kravat kullanmaya başlamış. Mürekkep doldurulan veya tüyü değiştirilen ilk kalem yani bildiğimiz dolmakalem ise 20. yüzyılda Zagreb’de Slavodjub Penkala tarafından icat edilmiş.

Şehirle ilgili bu kısa bilgiden sonra Noel ışıklandırmalarıyla adeta bir masal şehrini andıran Zagreb’in büyülü dünyasına adım atalım!

Ulaşım

Zagreb’in güzel bir şehir olduğunu duymuştum ve ilkbaharda gitmeyi düşünmüştüm ancak aralık ayı için Zagreb gidiş Lubliyana’dan dönüş uçak biletini çok uygun fiyata bulunca hemen aldım. Aralık ayında iki şehirde de Noel pazarlarını yaşadım bu tarihi seçerek.

Biraz rötarla Saat 21:00 civarında Zagreb’e ulaştık. Havaalanından çıktığımda buz gibi bir hava ve karlı bir meydan beni bekliyordu. Merkeze gitmek için üzerinde Crotia Airlines yazan belediye otobüsüne bindim. Yolculuk için 30 Kuna ödedim. Bu otobüsler gün içinde yarım saatte bir kalkıyormuş. Yaklaşık 1 saatt karlı yollarda gittik. Otogarda tramvay ile Ban Jelacic Meydanı’na ulaştım.

Cumartesi akşamıydı ve sokaklarda insan seli halinde adım atacak yer yoktu. Meydanı buldum ama bu sefer kalacağım hosteli bulamıyordum. Bir polise adresi sordum. Polis bile zil zurna sarhoştu ve adresi anlayamadı. Bir restoranın önünde bekleyen taksilerden biri ile hostele ulaşabildim. Hostelde de vur patlasın çal oynasın eğlence devam ediyordu. 

Gezelim Görelim

İlk günün sabahında önce çok yakın olan Ban Jelacic Meydanı’na gitmeye karar verdim. Meydana doğru yürürken akşama göre daha sakin olan, tüm ihtişam ve güzelliğini sabahın bu erken saatinde açıkça ortaya koyan Zagreb’in en önemli caddesi Ilica Caddesi’ni de ulaştım.

zagrep

Ilica Caddesi Zagreb’te ev fiyatlarının ve kiraların en yüksek olduğu bir caddeymiş. Cadde 5.5 km uzunlukla Zagreb’in en uzun üçüncü caddesiymiş. Ilica Caddesi’nde mağazalar, kafeler, restoranlar ve işyerleri bulunuyor. Zagreb’e gelenlerin bu caddeyi es geçmeleri mümkün değil. Noel ışıkları ve süsleriyle daha güzel ve büyülü hale gelmişti. 

Trg Bana Josipa Jelacica Meydanı (Ban Josip Jelacic Square) sabah olmasına karşın oldukça kalabalıktı. Zagreb’in merkez meydanı olan Ban Jelacic Meydanı çok büyük bir alana yayılmış.

 

Bir tarafında büyük bir gösteri platform kurulmuş ve Noel nedeniyle çeşitli etkinlikler yapılıyordu. Rengarenk hediyelik eşyalar ve yeme ve içme stantları kurulmuştu.

zagrep

Meydanın tarihi 17.yüzyıla kadar gidiyor ve ilk adı Harmica olarak kaynaklarda yer almış. Meydan, eski kent merkezi Gradec ve Kaptol’un ve Dolac Pazarı’nın güneyinde yer alıyor. Meydanın etrafını süsleyen binalar da tarihi 17. ve 18. yüzyıla kadar uzanan ve oldukça hoş gözüken yapılar. Bu bölge günün her saati hareketli. 

Ban Jelacic Meydanı’nın ortasında Zagreb’in en önemli eserlerinden olan Ban Josip Jelacic Heykeli bulunuyor. 1866 yılında yapılan, at üzerinde heybetli bir şekilde yükselen Asker heykeli Josip Jelacic’e ait. Ülke Hapsburg hanedanlığının yönetimi altındayken ülke yönetiminin başında olan Ban Josip Jelacic kağıt üzerinde bu hanedanlık için çalışıyor gözükerek aslında gizli gizli Hırvatistan’ın bağımsızlığını çalışıyormuş. Bu yüzden de ülkede ulusal kahraman olarak kabul ediliyormuş.

Heykel yıllarca anlaşmazlık konusu olmuş ve sürekli yer değiştirmiş. Orijinal olarak heykel kuzeye bakıyormuş. Böylece kılıcıyla Macaristan’ı işaret ettiği ve onun 1848 yılında Macaristan’ı ele geçirmesinin anısına heykelin sembolik olarak dikildiği iddia edilmekte. 1947’de komünist rejim bu heykelin Hırvatistan milliyetçiliğinin sembolü olduğunu iddia ederek yerinden kaldırmış. 1990 yılında Yugoslavya dağıldıktan sonra heykel meydana dönmüş ancak bu sefer yönü güneye bakıyor.

Zagrep

Meydandaki Mandusevac Çeşmesi’de çok güzel süslenmiş. Eskiden bu çeşmede şehrin kuruluşuyla bağlantılı bir efsanesi olan doğal bir su kaynağı varmış. 19. yüzyılda meydana kaldırım döşenirken su kaynağı yer altına gömülmüş. 1986 yılında su kaynağının halen kurumamış olduğu keşfedilince üzerine çeşme inşa edilmiş.

Mandusevac Çeşmesine bozuk para attığınızda dileklerinizin gerçekleşeceğine inanılıyormuş. Diğer inanışa göre de çeşmenin suyunu içerseniz hayatınızın kalanında Zagreb’i hiç unutmaz ve tekrar gelirmişsiniz.

Çeşmenin yanındaki yeme içme stantları çok güzel süslenmiş. Yapay karla kaplı ağaçlar ve kapıların önünde fotoğraf çektirmek için herkes yarış halindeydi.

Zagrep

Zagreb Katedrali (Zagrebačka Katedrala) Süslü kapıdan çıktıktan sonra biraz yokuş tırmandım ve Zagreb’in sembollerinden Zagreb Katedrali karşıma çıktı. Kaptol bölgesindeki bu Roma Katolik Katedrali Hırvatistan’ın en uzun yapısı ünvanının yanında, Avrupa’nın bu bölgesindeki tarihi en eski gotik kiliselerden de biriymiş.

Kilisenin tarihi oldukça çalkantılı olmuş. 1093 yılında Kral Ladislaus piskoposluğun yerini değiştirerek buraya taşımış ve mevcut kilisenin katedral olmasını istemiş. 1242 yılında kilise Moğol saldırıları sonucunda yıkılmış ve birkaç yıl sonra yeniden yapılmış. Bu yapı 15. yüzyıla kadar o haliyle kullanılmış ve Osmanlıların bölgeye saldırısı nedeniyle bu yüzyılda etrafına savunma kalesi inşa edilmiş. Bu kalenin bazı duvarları halen görülebiliyor.

Ancak esas tahribat 1880 yılındaki depremde yaşanmış. Katedralin sağındaki kale duvarındaki saat deprem sırasında durmuş ve bir daha da çalıştırılamamış. Katedralin restorasyonu Neo-Gotik tarzda yapılmış. Bu restorasyon sırasında yapıya daha önce mevcut olan kule yerine 108 metre yüksekliğinde iki kule eklenmiş. Ancak restorasyonda kullanılan taşlar o kadar kalitesizmiş ki katedralin tekrar restore edilmesi için 30 yıl önce çalışmalara başlanmış. 

Katedral Hırvatistan’ın en önemli kültürel mirası kabul edildiğinden anıtsal yapı olarak koruma altına alınmış. Katedralin Fransa’daki St. Urban Kilisesi‘nden ilham alınmış. 

Katedraldeki en önemli eser 9. yüzyıldan kalma bilinen en eski Slav alfabesi olan Glagolythic alfabesi. Orijini konusunda farklı yorumlar bulunmakla birlikte en yaygın kabul edileni, bu alfabeyi Hıristiyanlığı bölgede yaymak için Cyril ve Methodius kardeşlerin oluşturdukları olmuş. Bu alfabenin kullanımı 16. yüzyıldan itibaren azalmış ve 19. yüzyılda tamamen son bulmuş. 

Altarın arkasında aziz olarak kabul edilen kardinal Aloysius Stepinac’ın mezar taşı vardı. İnsanlar buraya gelip dua ederek kabulü için küçük notlar bırakıyorlarmış. Ben de Katedral ziyaretimde altara yakın bir yere oturdum ve mezarın etrafında ibadet edenleri izlemeye başladım. Bu sırada ilginç bir olayla karşılaştım. Yaşlı bir adam pantolonunun paçalarını dizini çıplak bırakacak şekilde katlamıştı ve dizlerinin üzerinde elindeki kitabı okuyarak sürünüyordu. Böyle ibadeti hiç görmemiştim ve adam mezar etrafında tam bir tur yapana kadar onu izledim. Bravo adama, yaşına rağmen pes etmeden sürünmeyi tamamladı. Mezarı öpenler ve ağlayanlar bu ibadetin yanında çok basit kaldı!

Katedralin bulunduğu meydanda Kutsal Bakire Meryem ve Dört Melek Sütunu’nunda, altın renkli dört meleğin çevrelediği Meryem Ana heykeli bulunuyor. Bu 4 melek Hıristiyanlıktaki inanç, umut, saflık ve tevazuyu sembolize ediyormuş.

Dolac Pazarı, Sütun ve çeşmeyi de gördükten sonra geldiğim yola dönüp sağa doğru yürümeye başladım. Böylece Dolac Pazarını da bulmuş oldum. Pazar oldukça kalabalıktı ve sebze-meyve türü taze ürünlerin yanı sıra hediyelik eşyalar, el yapımı işlemeler vardı. Şehre yakın köylerden gelen çiftçilerin yetiştirdikleri doğal ürünler her gün bu pazar yerinde satışa sunuyorlarmış. Çevrede birçok kafe ve restoran da bulunuyor.

Tarihi pazar 1918 yılından sonra bölgenin ticari ve sosyal yönü geliştiğinden kurulmuş. Dolac Market, hafta içi 7-15 , cumartesi günleri 7-14, pazar günleri 7-13 saatleri arasında açık. Merdivenlerin başında pazar yerini sembolize eden hoş bir heykel bulunuyordu.

Merkeze yakın yerde bulunan ve Zagreb’in en renkli sokaklarından biri olan Opatovina Sokağı da gezi güzergahımdaydı. Her iki tarafında kafelerin sıralandığı bu sevimli sokak özellikle akşamları çok kalabalık oluyormuş. Yemek fiyatları da kapı önüne koydukları menülere göre oldukça uygun sayılır. Bu sokağı kesen bir diğer sevimli sokak ise Skalinska Sokağı. Burada da yine kalabalık kafeleri görmek mümkün.

Zagrep

Zagreb’de kaldığım yerin merkeze çok yakın olmasının avantajını doyasıya yaşadım. Hostelin hemen yanı başında olan fünikülere binmek istedim. Vakit kaybetmemek için uzamış bir kuyruğu beklemeyi göze alamayınca yanındaki merdivenleri tırmanmaya başladım. Sonunda tepeye ulaşınca harika bir Zagreb manzarası beni bekliyordu.

Bir süre dolaştıktan sonra karşıma Kırık Kalpler Müzesi çıktı. 

Zagrep

Kırık Kalpler Müzesi (Museum of Broken Relationships) Olinka Vistica ve Drazen Grubisic adlı iki yerel sanatçının bir arkadaşlarının 4 yıllık bir ilişkisinden ayrılması sonrası yaşadığı aşk acısına ilişkin bir sanat projesi olarak başlattığı Zagreb Kırık Kalpler Müzesi, 2010 yılından beri Cirilometodska ul Caddesi’ndeki binada faaliyet gösteriyor. Bu müze dünyanın her yerinden insanların önceki ilişkilerinden veya yarım kalmış aşklarından ellerinde kalan eşyaları bağışlamaları ile oluşturulmuş. Ayrıca aile sorunu yaşayan kişilerin de bağışta bulunması mümkünmüş. Bu koleksiyon, Almanya, Makedonya, Sırbistan, İngiltere ve ABD gibi bazı ülkelerde de sergilenmiş. Müzeye çok ilgi olunca 2017 yılında bu müzeye benzer bir müze Los Angeles şehrinde kurulmuş. Müze özgün düşünce anlayışını ortaya koyması açısından Kenneth Hudson Ödülüne layık görülmüş.

Aslında çok büyük bir müze değil ve kısa sürede gezilebiliyor. Bağış eşyalarının yanında buna ilişkin hikayeler de bulunuyor ve bunları okumak zaman alıyor. Başlangıçta hepsini okumaya çalıştım ancak çoğu hikayenin ilgimi çekmediğini anlayınca okumaktan vazgeçtim. Öyle büyütülecek bir durum yok ve üzücü olan çok az sayıda hikaye var. Çoğu çocukça veya saçma denecek hikayeler. Yine de bu müzenin özgünlüğünü kabul edelim.

St. Mark’s Kilisesi, Müzeden sonra hemen ilerisinde gözüken St. Mark’s Kilisesi’ne yöneldim. Zagreb’in bir diğer simge yapısı, Trg Sv. Marka Caddesi’nde bulunan ve 13. yüzyılda yapılmış renkli St. Mark’s Kilisesi, Zagreb’in en eski yapılarından biri.

İlk olarak Romaneks tarzda inşa edilmiş ve bu yapıdan sadece güney duvarındaki bir pencere ile çan kulesi yeni yapıda kullanılabilmiş. Daha sonra 14. yüzyılda yapıya gotik öğeler de eklenmiş ve böylece güney kapısıyla en değerli halini kazanmış. Bu kapı üzerindeki figürler Ortaçağ’ın en meşhur heykeltraşlarından Parler tarafından yapılmış. Kuzey-batı duvarında ise Zagreb’ın bilinen en eski şehir amblemi seramik olarak yapılmış. Bunun yanı sıra Hırvatistan, Slovenya ve Dalmaçya bayrakları ile üçlü krallık sembolize edilmiş. Doğal afetler nedeniyle kilise hasar görmüş. Bu nedenle 14. yüzyılda yapılan kiliseden fazla bir şey kalmamış. Kilise genelde kapalı oluyormuş ve Noel zamanında açılıyormuş. Geldiğim dönem açısından şanslıydım ve içeriyi gezebildim.

Kilisenin bulunduğu Gornji Grad (Yukarı Şehir/Medvescak) bölgesi Zagreb’in Orta Çağ eserlerinin daha yoğun bulunduğu bir bölge. 17 ve 18. yüzyıl mimarisinin en güzel eserlerini barındıran Yukarı Şehir’de, başta gezmiş olduğum Zagreb Katedrali, St. Mark Kilisesi ve Kırık Kalpler Müzesi olmak üzere tarihi binalar, müzeler, kafeler, restorantlar, hediyelik eşya dükkanları ve Hırvatistan Parlamentosu bulunuyor. Tepe olduğundan çok güzel panoramik manzarası var.

Zagrep

Yine dilek kilitleri karşıma çıktı. Burası şehrin en hareketli, en turistik, en görülesi bölgelerinden biri. Hükümet merkezi olan Gradec ile Katolik merkezi Kaptol yerleşimleri bu bölgede olduğundan hem dini hem de idari bir bölge.

Kentin merkezi olan Gornji Grad’da bir anıtsal mezarlık varmış. Mirogoj Mezarlığı‘nı Zagreb’de bulunduğum sürede aramama karşın bir türlü bulamadım. Aslında o kadar yakın bir yerde değilmiş. Katedralin yanındaki otobüs durağından 106 no’lu otobüse binmek gerekiyormuş. Ya da Trg Bana Meydanı’ndan Mihaljevac yönünde 14 no’lu tramvaya binip 4. durakta iniliyormuş. Neyse artık iş işten geçti.

Görmek isteyenler için kısaca bahsedeyim. Katolik, Ortodoks, Müslüman, Yahudi, Protestan gibi pek çok dine ait mezarların bulunduğu Mirogoj, gerek alan kullanımı açısından, gerek bir sanat galerisi gibi düzenlenen anıt mezarları ile Hırvatistan tarihinin anlatıldığı bir kitap gibi çok önemli bir yer olarak kabul ediliyormuş. Mezarlıkta önemli şahsiyetlerin mezarları da bulunmaktaymış.

Tkalciceva Caddesi, ikinci gün farklı sokaklara girip çıkarken Zagreb’in İstiklal Caddesi’ne benzer sokağı Tkalciceva Caddesi’ni buldum. Çok güzel kafeler ve restoranlar vardı.

Caddeyi boydan boya yürüyerek gezdiğim sırada ilginç bir olaya şahit oldum. Adamın birisi elinde temizleme bezi ve spreyleri ile posta kutularını silip parlatıyordu. Sanırım Noel zamanı olduğu için insanlar yakınlarına ve sevdiklerine kart ve hediye gönderiyorlar diye bu kutuları temiz tutmaya özen gösteriyorlar. Bu caddeyi gezerken aç değildim ve bu yüzden herhangi bir yere oturmadım. Fiyatları herkesin bütçesine uygun olan yerler vardı. Hatta Lokma tabelalı bir Türk kafe de gördüm.

İşkence Müzesi, Meydana gideceğim sırada gözüm bir müze tabelasına ilişti. Müzenin adı Museum of Torture yani İşkence Müzesiydi. Aslında yaptığım programda bu müze yoktu; ama birden burayı gezmek istedim. Girişi bile ürkütücüydü.

İşkence Müzesi antik zamanlardan günümüze kadar işkencede kullanılan benzersiz, çeşitli aletlerin sergilendiği bir müze. Giriş ücreti 50 kuna. Çok ilginç bir müzeydi ve insanın içini ürpertiyordu. İşkence aletlerinin kullanımını gösteren videonun sesi de rahatsız edici, korkunç ve ürkütücü bir şekilde ortamda yankılanıyordu. 1792’de kullanılan Berger mekanizmasına sahip bir giyotinin tam ölçekli bir replikası görülebiliyor. Demir Kız aleti ise Orta Çağ’da bilinen en zalim işkence aletiymiş.

Şiddet ve işkence ile ilgili çeşitli zamanlarda söylenmiş özlü sözler de girişte yer alıyordu ve bunlardan en beğendiğimi aktarayım istiyorum.

You can chain me,
you can torture me,
you can even destroy
this body, but you will
never imprison my mind
Mahatma Gandhi

Müzeyi gezerken içim karardı ve insanların ne kadar zalim, vicdansız ve gaddar olabileceklerini örnekleriyle görmüş oldum. Demek ki filmlerde bu aletlerin kullanımını izlerken bu kadar gerçekçi bir gözle bakmamışım. Kendimi dışarı zor attım.

Aşağı Şehir (Donji Grad) Bölgesi, Müzeden çıkışta Donji Grad bölgesine doğru yürüdüm.

Zagrebliler Donji Grad bölgesine kısaca merkez diyorlar. 19. yüzyılda gelişmeye başlayan Aşağı Şehir, daha çok hükümet binalarının, ticaret ve iş merkezlerinin bulunduğu bir bölge. Sanat galerileri, parklar, müzeler, tiyatrolar, opera binaları ve alışveriş caddeleri ile şehrin sanat ve kültür merkezi de olduğundan canlılığını her daim koruyan bir bölge 

Lenuci At Nalı veya Zagreb’in Yeşil At Nalı olarak isimlendirilen bir sistem dahilinde bu bölgede tam olarak 8 meydan bulunuyor. Yeşil kelimesi tam anlamıyla karşılığını bulmuş çünkü bu meydanların tamamı aynı zamanda park. Lenuci ise ilk Hırvat şehir plancısı Milan Lenuci’nin adıymış ve bu meydanların yanı sıra Ban Jelacic, Dolac, Kaptol Meydanlarını ve Maksimir Parkın bir kısmını da bu kişi planlamış.

Yürürken ilk olarak Sanat Pavilyonu‘nu gördüm. Sanat Pavilyonu Hırvatistan’ın ilk ve en önemli sergi merkeziymiş ve her yıl yerel ve uluslararası pek çok sanatçının eserleri sergileniyormuş. Binanın diğer tarafında ise çok büyük bir meydan olan Kral Tomislav Meydanı bulunuyordu. Buraya güzel bir paten alanı kurulmuş. 

Zagrep

Hayranlıkla paten kayanları izleyerek yürümeye devam ettim ve büyük bir heykelin önüne ulaştım. Büyük atlı heykel, ilk Hırvat kralı olan Tomislav’a ait olup 1938 yılında yapılmış ve ancak 2. Dünya Savaşı’ndan sonra 1947 yılında bu meydana yerleştirilmiş.

Tomislav, Macaristan saldırılarından ülkeyi koruyan ve bütün Hırvat topraklarını bir devlet altında birleştiren bir lider olduğundan Hırvatlar için büyük öneme sahip. Ancak tahta geçtikten 3 yıl sonra bilinmeyen gizemli bir şekilde ölmüş.

Heykelin önündeki caddenin karşısında uzun ve büyük bir yapı Zagreb’in Merkez Tren İstasyonu Glavni Kolodvar. Zagreb’in başkent olduğu 1862 yılında buraya ilk tren gelmiş ve o zamandan beri Avrupa’nın Viyana ve Budapeşte gibi ticaret ve kültür merkezleriyle tren bağlantısı sağlanmış. Bu nedenle 1892 yılında bu istasyon inşa edilmiş. Karşıya geçip içine de şöyle bir baktım ancak dış görünümünün aksine sıradan bir istasyonla karşılaştım.

Zagrep

Yön tabelasında Botanik Bahçesini gördüğümden o tarafa doğru yürüdüm. Uzun süre yürüdükten sonra burayı bulduğumda hayal kırıklığı yaşadım. Çünkü ana kapı kilitliydi ve Nisan ayında açılacağı yazılıydı.

Şehrin güneyinde, Mihanovic Caddesi’nde bulunan Botanik Bahçesi‘nin planı (Botanicki Vrt), 1889 yılında yapılmış. Bugün park artık Bilim Fakültesine ait olup tarihi, kültürel ve turistik değerine ilaveten artık araştırmaya da hizmet etmekteymiş.

Zagrep

On bin tür bitkiye ev sahipliği yapan, içerisinde göletler, köprüler, yapay mağaralar ve tepeler bulunan Botanik Bahçesi 1971 yılından bu yana doğa ve mimari anıt olarak kabul ediliyormuş. Demir parmaklıklar arasından ancak böyle birkaç foto alabildim.

Nisan’a kadar kapalı tabelasını görünce bir diğer görülmesi önerilen Maksimir Parkın da aynı şekilde kapalı olabileceğini düşünerek programımdan çıkardımN

Botanik Bahçesi’nin kapısından ana meydana doğru dönerken bilmediğim cadde ve sokaklara girmeye başladım. Bu arada bir de ne göreyim bizim Büyükelçilik binamız. Sanki yıllarca gurbetteymişim gibi bayrağımızı görünce heyecanlandım.

Sonra küçük bir meydanın köşesinde Nicola Tesla Heykeli‘yle karşılaştım. Sırp kökenli olan Amerikalı elektro fizikçi ve mühendis Tesla, dünya bilim tarihini kökten değiştiren deneylere ve icatlara imza atmış bir bilim adamı. Elektriğin kablosuz olarak taşınabileceğini deneysel olarak Londra fuarını aydınlatarak ispatlamış bir dahidir. Hırvatlar da bu bilim adamına çok önem vermişler ve hatta adına bir müze de oluşturmuşlar.

Ana meydana doğru yürürken Cvjetni Meydanı’na ulaştım. Çiçekçilerle ve hoş kafelerle çevrili bu küçük meydan Zagreblilerin buluşmak ve bir kahve içmek için tercih ettikleri bir yermiş. Meydanın bir geleneği varmış. Halk özellikle cumartesi günleri en güzel kıyafetlerini giyerek, meydandaki kafelere oturup kahve içerlermiş. Zaten dışarıda kahve içme kültürü Zagreb’de çok yaygınmış ve en ciddi iş konuşmaları bile böyle kahve içilerek yapılıyormuş.

Zagrep

Bu meydanda 1866 yılında inşa edilen Ortodoks Kilisesi bulunuyor.

Gric Tüneli, Tünel tabelasını takip ederek eski şehrin altında yer alan 350 metre uzunluğundaki Gric Tüneli’ne girdim. Burası 1943 yılında bombalardan kaçmak için bir sığınak vazifesi görmüş. Geçen yüzyılın sonlarında da Hırvatistan bağımsızlık savaşında bir kez daha şehir sakinlerine güvenli bir çatı olmuş. Bugün ise artık sakin ve serinletici bir geçit olarak işlev görmekte ve turistik olarak ziyaret edilmekte.

Biraz yürüyünce çok renkli bir koridorla karşılaştım. Sanırım noel nedeniyle değişik bir sergi vardı. Büyük boyutlarda kitaplar ve evler renkli ışıklarla ışıl ışıldı.

Zagrep

Buradan farklı bir yoldan tepeye çıkmış oldum. Akşam gün batımında Zagreb farklı güzel.

Yürürken çok hoş bir sokakta yer alan tarihi taş kapıyla karşılaştım. Bu kapı 13. yüzyılda yapılmış. Kapıdan geçerken ışıkların gözüktüğü yerde bir de şapel bulunuyor. 

Artık yorulduğumdan dinlenmek istiyordum. Bu nedenle bir gün önce girmek istediğim ancak kalabalık olduğundan kapısından döndüğüm Ilica Caddesindeki Vincek Pastanesine gittim.

Zagrep

Pastane çıkışında aşağı tarafa doğru yürürken karşıma bütün haşmetiyle Hırvatistan Ulusal Tiyatrosu çıktı.

Hırvatistan Ulusal Tiyatrosu, (Hrvatsko Narodno Kazaliste) seçkin opera, bale ve tiyatro performansları sunmasının yanı sıra mimari yapısıyla da dikkatleri üzerine çekiyor. Neo-barok ve rokoko tarzında yapılan tiyatro binası, 1895 yılında son tuğlaya gümüş bir çekiçle vuran Avusturya Macaristan İmparatoru Franz Joseph tarafından açılmış.

Tiyatronun önünde Hayat Çeşmesi Heykeli bulunuyor. 

Tiyatronun önünde büyük bir balonun içinde müzisyenler performans sergiliyordu. Ben de uzun süre oturup gerçekten çok yetenekli olan bu gençleri izledim.

Zagreb Üniversitesi Tiyatronun tam karşısında bulunan Zagreb Üniversitesi binası 1669 yılında inşa edilmiş ve güney-doğu Avrupa’nın en eski ve en büyük üniversitesiymiş.

Zagrep Mimara Müzesi, Üniversitenin ilerisinde antik zamanlardan 20. yüzyıla kadar 3700 farklı eserin sergilendiği bir Güzel Sanatlar Müzesi, Mimara Müzesi bulunuyor. 

Sırada Arkeoloji Müzesi vardı.

Zagreb Arkeoloji Müzesi (Arheoloski Muzej), Zagreb’in en eski müzesi. 1880 yılında müze için bütün Hırvatistan’da sistematik kazı çalışmaları yapılmış. Koleksiyon aynı zamanda hediye ve bağışlarla yenilenmiş. Bugün Yunan, Mısır ve Roma dönemlerine ait yaklaşık 450 bin parçalık bir koleksiyonu bulunmakta. Müzede; tarih öncesi dönemler, Hırvatistan, Mısır, Yunanistan, Romalılar, Bizans İmparatorluğu ve daha birçok farklı kültüre ait eserler yer alıyor.

Müzenin zengin bir Mısır koleksiyonu bulunuyor. İlk olarak mumyalama sırasında ölü bedenden çıkarılan organların konulduğu kanopik vazoları gördüm. Bunlar adeta sanat eseri gibi yapılmış ve öleni temsil edecek öğeler eklenmişti. Geçenlerde bir yarışmada hangi organın mumyadan çıkarılmadığı sorusu sorulmuş ve kalbin çıkarılmadığını öğrenmiştim. O zaman bu bilgi bana çok ilginç gelmişti ve araştırdığımda Mısırlılar için beynin hiç önem taşımadığını, hayatın kalp ile başlayıp kalp ile bittiğine inandıklarını öğrendim.

Her lahitin üzerine ölen kişinin tasviri yontuluyormuş. Ölüyü öteki dünyaya olan seyahatleri sırasında her türlü saldırı ve kötülükten koruduklarına inandıklarından küçük heykellerle çeşitli ziynet eşyalarını ve bunlarla birlikte iç organların konulduğu kanopik vazoları lahitin içine mumyanın yanına koyarlarmış. Ayrıca ölenin Tanrı Osiris’in sorularına cevap verebilmesi için bir de ölüler kitabı konulurmuş.

Bana Müzede en ilginç gelen yer Zagreb Mumyasının da bulunduğu bu Etrüks odası oldu. Etrükslerin kullandıkları eşyaların yanı sıra kumaşın sarılı olduğu artık taşlaşmış olan kadın cesedi de burada sergileniyordu.

Mısır bölümünün bir alt katında Hırvatistan bölgesinde yapılan kazılarda çıkarılan buluntular sergileniyordu. 6. yüzyılda bölgede yaygın olarak kullanılan siyah figür tekniğiyle yapılan eşyalar burada sergilenmekte.

Müzenin bir diğer bölümünde de üzerinde yazı olan mezar taşları ve Yunan heykelleri bulunuyor.

Arkeoloji Müzesi Zrinjevac Meydanı’nda bulunuyor. Meydan ağaçlarıyla, özellikle yaz aylarında burada yapılan festivalleriyle ve çeşmeleriyle ünlü. Meydanda üç çeşme var ve en ilginç olanı “Mantar” olarak adlandırılıyor. Bu çeşme 1893 yılında yapılmış ancak suyunun taşarak yürüyüş yollarına akması nedeniyle espri konusu edilmiş. 1975 yılında restore edilerek düzgün hale getirilmiş. Bu çeşmeleri noel pazarı standları nedeniyle aralardan görebilmem mümkün olmadı.

Meydanda bir de 1884 yılında ordu doktoru olan Adolf Holzer tarafından bağışlanan Meteoroloji Sütunu varmış ancak ben bunu da gözden kaçırmışım. Bu sütun halen çalışıyor ve insanlara sıcaklık, hava basıncı, nem ve zaman konusunda bilgi veriyormuş. Ancak Dünya Meteoroloji Örgütü’nün standartları kullanılmadığından doğruluğu tartışmalıymış.

Buradan hemen Lotrscak Kulesi’ne doğru yürüdüm. 20 Kuna olan giriş ücretini ödeyerek merdivenleri tırmanmaya başladım.

Lotrscak Kulesi, (Kula Lotrscak) Latince ismi “Hırsızlar Çanı” anlamına gelen kule 13. yüzyılda inşa edilmiş. Rivayete göre Osmanlıların  kuşatması sırasında Lotrscak Kulesinden top atışı yapılmış ve bir gülle güya Sava Nehri’ni de aşıp Osmanlı ordusu karargahına gelmiş. Hatta paşaya öğle yemeği için götürülen tavuk tabağına düşmüş. Bunu gören Osmanlı paşası bu kadar uzaktan gülle fırlatabilen Zagreblilerden korkarak şehri istila etmekten vazgeçmiş. O günden bu yana o günün anısına her gün öğle saatlerinde kulenin tepesinden top atışları yapılıyormuş. Lotrscak Kulesi savunma amaçlı yapılmış ama günümüzde sanat galerisi olarak kullanılıyor ve şehrin tepesinde olduğu için Zagreb’i panoramik olarak görmek için mükemmel bir mekan..

Kule Pazartesi hariç her gün 11.00-19:00 saatlerinde açıkmış.

Diğer Gezilecek Yerler

Zagreb’i üç dolu gün adım adım gezmeye çalışsam da gezemediğim yerlerden de bahsetmek isterim.

Bunlardan ilki Ilica Caddesi üzerindeki Neboder (Gökdelen)  16.katında Zagreb Eye, şehri 360 derecelik seyir imkanı tanıyan yüksek bir bina katı.

Mazuranic Meydanı’nda bulunan Etnografya Müzesi ve ADU (Tiyatro Akademisi), Marulic Meydanı’ndaki Hırvatistan Devlet Arşivleri Binası, Strossmayer Meydanı’ndaki Güzel Sanatlar ve Bilim Akademisi ve Modern Galeri görülebilir.

Gitmeyi çok istediğim halde hem uzak hem de havanın yağmurlu olmasından dolayı programımdan çıkardığım en önemli yer Plitvice Gölü Ulusal Parkı oldu.

Zagreb’in yakınında günübirlik gidilebilecek bir diğer tarihi yer ise Trakoscan Kalesi. Burası yaklaşık 12. Yüzyıl dolaylarında inşa edilmiş ve birçok ünlü ailenin konutu olmuş.

Zagreb’de Yeme İçme

Yeme içme konusunda çok fazla öneride bulunamayacağım. Zagreb’de bulunduğum sürede yemek olarak pizza ve deniz ürünleri dışında özel bir yemeklerini denemedim. Her bütçeye göre yemek mümkün. Bize yakın yemekleri olduğu için damak tadı anlamında sorun yaşanmaz diye düşünüyorum. Birkaç önemli noktadan da bahsedersek restoranlarda masaya getirilen ekmeğe ayrı ücret alınıyor ve bahşiş isteğe bağlı olarak verilebiliyor.

Pastane ürünleri görüntü olarak bile bir harika! Ürünlerini tattığım iki pastaneyi kısaca tanıtmak isterim:

Vincek Pastanesi, Zagreb’in en iyi pastalarının, kurabiyelerinin ve dondurmalarının satıldığı Ilica Caddesi’ndeki yerde çeşitli şekillerde renk renk pastalara bakmak bile insanın iştahını açıyordu. Zagreb’in Zagrebacka kremsnita isimli geleneksel pastasını denedim. Bir pasta dilimine 20 kuna ücret ödedim. Bu pastanede kredi kartı geçmiyor ve masaya servis yapılmıyor. İç dekorasyonu çok sade ve çok büyütülecek bir şey yok. Yediğim pasta da lezzetleydi.

Amelie Cake Shop‘un Zagreb’de 3 şubesi varmış, benim gittiğim Zagreb Katedrali’ne yakın olanıydı. İç mekanı çok geniş olmamakla birlikte dekorasyonu güzeldi. Cheesecake ve kahve siparişi verdim. Gerçekten methettikleri kadar varmış ve bu zamana kadar yediğim en lezzetli cheesecake olduğunu söyleyebilirim. Eğer yolunuz Zagreb’e düşerse mutlaka Amelie’ye gidin derim. Fiyat olarak Vincek’ten bir tık daha pahalı olsa da buna değer.

Licitar isimli zencefilli bir kekleri de meşhurmuş ve aşk ile şefkatin sembolüymüş.

Son Söz

Zagreb aslında çok yakınımızda keşfedilmeyi bekleyen bir mücevher gibi duruyor. Ne yazık ki bazı gözde turizm merkezlerine verilen değer buraya verilmemiş. Henüz çok turistik olup bozulmadığı ve kalabalığa boğulmadığı daha iyi olmuş bile denebilir. Şehri baharda ve yazın gezmek isteyebilirsiniz, yine de Noelde süslenmiş, pazarları kurulmuş ve insanların her gece sokaklarda eğlendiği bir şehri de seveceğinizi düşünüyorum.

Patagonya Macerası I: Ulusal Parklara Yolculuk

patagonya

Patagonya Antarktika’nın kuzeyinde Şili ve Arjantin’in güneyinde yer alan bölgeye verilen isimdir. Patagonya bir ülke değil; topraklarının bir bölümü Şili, bir bölümü Arjantin’e bağlı olan geniş bir bölgedir.

Bizim Patagonya maceramız Arjantin’in başkenti Buenos Aires’ten yaklaşık iki saatlik uçuş sonrası Trelew’de başlıyor. Trelew Patagonya Chubut Eyaleti’nde 100.000 nüfuslu bir şehir. Amacımız 1999 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi’ne alınan doğal rezerv Valdes Yarımadası’na gitmek. Arjantin’deki 29 ulusal parktan biri. Uçaktan indikten sonra bir saat süren yolculuğumuz başlıyor. Yaklaşık 60 km ileride ki Puerto Madryn’de konaklayıp ertesi sabah Puerto Madryn’de uyanıyoruz. Atlas Okyanusu kıyısında Chubut Eyaletinde Valdes Yarımadası’ndayız. Yarımadanın özelliği sahillerindeki deniz memelileri.

Yarımadanın tek köyü ve balina izleme turlarının çıkış noktası Puerto Piramides. Yıllık gelen turist sayısı 50-60 bin civarında olan alüminyum madeni, balıkçılık ve turizm ile geçinen bir köy. Son yıllarda turizm nedeniyle inşaat sektörü canlanmış, 50-60 bin turisti sanki 60 milyon gibi önemsediklerini hissediyorsunuz. Turizm sezonu Ocak-Şubat-Mart. Bu yıl için gelen ilk turistler arasındayız, sezon yeni açılıyor. Burayı ilk keşfeden turistler İtalyanlar, daha sonra Hollandalılar ve Almanlar gelmiş, İspanyollar altı yıl önce gelmeye başlamışlar. Ama Türkler için henüz popüler bir destinasyon değil. Puerto Piramides yaklaşık 600 nüfuslu bir köy. Şubat ayında buradaki kumullarda kayak yarışları yapılıyormuş.

Burası deniz memelileri için muhteşem bir rezerv. Balinalar (Katil Balinalar, Okyanus, Güney Okyanus Balinaları), deniz aslanları, foklar, Magellan penguenleri yarımadanın her yerindeler.

Yarımadadaki körfezin (Golfo Nuevo) suyu daha durgun ve sıcak olduğundan balinalar (çubuklu balina da denilen Güney Okyanus balinaları) Mayıs–Aralık ayları arasında çiftleşmek, yavrularını doğurup, büyütmek için buraya geliyorlar. Burada yaşayan balinalar bireysel hayvanlar, sürüler halinde yaşamıyorlar. Erkek ve kadın çiftleştikten sonra dişi yavru doğunca yavrusu ile kalıyor, erkek ayrılıyor. Çok sayıda ve sık doğuramadıkları için çoğalamıyorlar. Yaklaşık 1000 taneler. Ömürleri 45 yıl ve kiloları da 45 ton. Dişiler 2 yıl üst üste çiftleşecekleri erkek bulamazlarsa sonraki yıl buraya gelmiyorlarmış.

Dişleri olmayan bu balinalar planktonlarla besleniyor. Yavrularını emzirmeleri çok ilginç suya yaklaşık 10 santimetre karelik süt baloncukları bırakıyorlar, yavrular bunları yakalıyor. Dişi balinalar erkeklerden büyük.

Teknelerle açılıyor ve yaklaşık olarak iki saat boyunca balinaları gözlüyor, büyük bir heyecanla fotoğraflıyoruz. Kabaran deniz ve bir balinanın çıkışı…Muhteşem….Tekne bazen balinanın geliş yönü nedeniyle insanların yüklenmesi sonucu hafif yan yatıyor. Killer balinalar (Orca) yarımadanın diğer tarafındalar. Bunlar etçil ve on yılda bir doğum yapıyorlar.

3625 km kare büyüklüğündeki yarımada da bir tuz gölü, koyunların yetiştirildiği birkaç çiftlik de var. Adanın iç kesimlerinde gezdikçe rhea (bir kuş çeşidi, yarımadada en az 66 çeşit kuş yaşadığı söyleniyor), guanoca, mara ve yılana sıkça rastlanıyor.

Yarımadada yaşayan denizaslanları haremlerini korumak için saldırganlaşabiliyorlar. Erkekleri 300 kg, dişileri 200 kg civarında. Erkekler sezonda 10 dişi ile çiftleşebiliyorlar. Dişiler yılda bir kez doğuruyor. Bu haremi oluşturma esnasında erkekler birbiriyle dövüşüyor. Doğa kuralları gereği güçlü olan kazanıyor. Kaybeden sürüden kovuluyor ve harem güçlü erkeğin oluyor.

Yarımadanın diğer bir köşesinde bulunan Punta Delgada’ya ilerlerken yolda koyunlar görüyoruz. Bu arada bir koyunun beslenmesi için 4 hektar araziye ihtiyaç olduğunu ve Armani’nin yünlerini buradan aldığını öğreniyoruz. Patagonya uçsuz bucaksız topraklara sahip. Estecia dedikleri çiftliklerde hayvan yetiştiren çiftçiler var. Kilometrelerce gidiyorsunuz bir tel örgü ile diğer çiftlik başlıyor. 19.yy’da Arjantin Hükümeti dünyaya duyuru yaparak insan toplayıp bu toprakları dağıtmış. Eskiden yün daha iyi para yapıyormuş. (30 dolar/kg dan, 4 dolar/kg düşmüş). Bu nedenle koyun sayısı daha fazla imiş. Bugün Arjantin’de 16 milyondan fazla koyun olduğu söyleniyor. Bunların yün ve etinden faydalanılıyor, sütü kullanılmıyor.

Avrupa’dan gelenler koyun da sığır da getirmişler buralara. Eskiden lama, mara avlayan yerliler bunları avlamaya başlayınca ranches (çiftlik sahipleri), gaucho’lara (Arjantinli kovboylar) para karşılığı yerlileri vurdurtmuşlar. Resmen soykırım. Ama soykırım iddiasında bulunacak soy yok ortada, yerli kalmamış.

Yine yol boyunca mara, guanaco (bir tür lama), choique (bir tür devekuşu), gri tilki ve çeşitli deniz kuşları eşliğinde öğle yemeğini yiyeceğimiz Punta Delgada’ya geliyoruz. Burası Valdes Yarımadası’nın başka bir köşesi. Yemekte tabii ki kuzu mangal (asado) yanında isteyene şarap.

Patagonya’da et (asado dedikleri mangal veya biftek), salata (marul ve domatesten) ve empanadas (bir çeşit börek) öğünlerin yarısından fazlasında karşınıza çıkıyor. Ama bulunduğumuz eyalet bir deniz mahsulleri cenneti. Etin olmadığı yemeklerde deniz mahsulleri var. Arjantin denilince şarapçılık dünyasında aklımıza Malbec geliyor. Malbec aslında Cahors-Bordeaux/Fransa kökenli bir üzüm. Ama And Dağları’nın eteğinde Mendoza’da büyük başarısının keyfini çıkarıyor. Meraklıysanız tüm seyahat boyunca yeni dünya Malbecleri ile eşsiz bir deneyim yaşayabilirsiniz.

Yemekten sonra yürüyüşe çıkıyoruz. Bu kez deniz fillerini gözlüyoruz. Deniz filleri denizin altında bir saat kalabiliyorlar. 1000 m derinliğe dek dalabilen bu canlılarda da yaşam harem usulü. Bir erkek deniz filinin yaklaşık 100 kişilik haremi var. Valdes Yarımadası Güney Amerika’nın tek çiftleşme ve bebek yetiştirme yeri. Hamileliği 11 ay süren dişi deniz fili doğumdan 19 gün sonra ağırlığının % 40’nı kaybediyor.

Daha sonra deniz seviyesinin -40 m aşağısında olan tuz gölü yakınından geçerek Valdes Yarımadası gözlem evi ve müzesine gidiyoruz. Bu gözlem evinde yarımadayı kuleden gözlüyor, gördüğümüz canlıların teorik bilgilerini özet olarak alıyoruz.

Ertesi gün Punta Tombo için yola çıkıyoruz. Yaklaşık 200 km yol gideceğiz. Geldiğimizde şaşkınım, 3 km uzunluğunda 600 metre genişliğinde kum, kil, çakılla kaplı bir yer. Eylül ayı sonunda baharın gelmesi ile birlikte binlerce Magellan Penguen güneydeki Magellan Boğazı’ndan buraya göç ediyorlar.

Nisan ayına dek burada kalıp, yumurtalarının üzerinde kuluçkaya yatıyorlar, yavrularını yetiştiriyor, göç etmeye hazırlanıyorlar. İşin ilginç yanı her yıl hepsi kendi yuvalarını buluyorlarmış.

Binlerce delik ve binlerce penguen. Gerçekten şaşkınlık verici bir yer. Binlerce Pengueni arkamızda bırakarak bu Milli Parktan ayrılıyoruz.

Chubut Eyaleti’nin başkenti Rawson’a doğru yola çıkıyoruz. Rawson karides avlama tekneleri ile dolu. Burada öğle yemeği yiyeceğiz. Lokantanın sahibi ve aynı zamanda eyaletin Turizm Bakanı lokantasının başında idi. Karides avında geçirdiği kaza nedeniyle tekerlekli sandalye kullanıyordu. Gelen deniz ürünleri tabağı; ahtapotlar, midyeler, istiridyeler, karidesler, kalamarlar ile muhteşem görünüyordu. 

Yemekten sonra Trelew’e doğru yola çıkıyoruz. Egidio Feruglio Paleontoloji Müzesi’ni ziyaret edeceğiz. Patagonya paleontoloji açısından önemli bir yer. 1980’ li yıllardan beri pek çok dinozor fosili bulunmuş. Dinozorların yaşamları ve yok oluşları üzerine çeşitli görüşler var. Müzede bir salonda sürekli olarak Dünyanın oluşumu Big-Bang büyük patlama, yaşamın ortaya çıkışı ile ilgili BBC tarafından çekilen Jurassic’in Gizemi belgeseli gösteriliyor. Fosillerin nasıl temizlenip korunduğu ile ilgili küçük bir laboratuvarları var.

Burada Patagonya’nın doğal geçmişine bir yolculuk yapıyoruz. Müze 540 milyon yıl öncesine ait olan parçalara da ev sahipliği yapıyor. 1990 yılında açılan müzede 17 000 den fazla fosil var.

Trelew‘den ayrılıp Gaiman’a doğru yola çıkıyoruz. Burası nüfusu 5000 civarında olan bir Welsh Kasabası. Geleneklerini hala yaşatıyorlar. İspanyolca yanında Galce de konuşuyorlar. Son derece temiz, düzenli, özgün mimarili bir kasaba. Burada bir çay seremonisine katılacağız. Ty Gwyn’e gidiyoruz, meşhur bir çay evi. Bir şey yememeye kararlıyız. Ama hazırlanan masada ev yapımı kekler pastalar, reçeller, ekmekler, turtalar o kadar çok ve o kadar güzeller ki….Tadına bakmadan durmak mümkün değil. Seyahatimizin en güzel çaylarını burada içiyoruz.

Bir buçuk saatlik yolculukla tekrar Puerto Madryn’e dönüyoruz. Her ülkenin kendine göre değerleri, efsaneleri, gelenekleri var. Yollarda gördüğümüz bayraklı yerlerin ne olduğunu rehberimizden öğreniyoruz. Bunlar halkın inanışları gereği adak adadıkları yerler. Bir kırmızı bez bağlayarak ya da su dolu bir pet şişe bırakarak dilekte bulunuyorlar.

Üçüncü günümüzde, yaklaşık 3.5 saatlik bir uçuştan sonra El Calafate’deyiz. Artık iyice güneye inmeye başladık, ilkbahar olmasına rağmen subpolar iklim etkisini göstermeye başladı. El Calafate Argentino Gölü kıyısında küçük bir kasaba, Santa Cruz Eyaletinde, aynı zamanda bu eyaletin başkenti. Yerli halk Tehuelce’lerden yok denecek kadar az kalmış. 1400 km yol geldik.

Valdes Yarımadası’na yılda 55 bin turist gelirken, El Calafate’ye gelen turist sayısı yıllık 400 bin. Bu da son üç yılda kasabanın nüfusunun 3 kat artmasına neden olmuş, nüfus 20 bine ulaşmış. Ekonomik kriz nedeniyle bu sayılar değişebiliyor. Buraya geliş amacımız Arjantin’deki 29 ulusal parktan en bilinenlerinden biri olan belki de en çok turist çekeni olan Parque Nacional Los Glaciaris de bulunan Perito Moreno Buzulu’nu görmek.

Bu milli parkta 13 büyük buzul var. En büyük buzul Viedma (Moreno’nun 4 katı büyüklüğünde), ikincisi Upsala, üçüncü en büyük ise Perito Moreno. Fakat en büyüleyici ve gösterişlisi P.Moreno. Upsala eskiden Antartika’ya giden uçakların pilotlarının antreman yapması için pist olarak kullanılırmış. Bu 13 büyük buzul ve diğer küçük buzullar hepsi birbirine bağlı.

Perito Moreno Buzulu 30 km uzunluğunda, 4-6 km genişliğinde, dünyanın üçüncü büyük tatlı su rezervi olan buzul, 250 km karelik bir alanı kaplıyor.

Darwin türlerin seçilimi kitabını yazmadan önce buralarda araştırma yapmış. Gemisinin kaptanlarından Roy Fritz’in adı bu parktaki bir dağa verilmiş. Heyecanlıyız, her gördüğümüz buzun resmini çekiyoruz. Ve muhteşem manzara. İşte dünyada herkesin mutlaka görülecekler listesine alması gereken Perito Moreno Buzulu.

Seyir teraslarının her bir kademesinden fotoğraf alıyoruz. Yerel rehber bizi toplamaya çalışıyor, Çünkü Arjantin Gölü’nde küçük bir göl turuna çıkıp, buzula gemi ile yaklaşacağız. Arabamızla hızla geminin kalkacağı noktaya geliyor ve son grup olarak kendimizi gemiye atıyoruz. Buzula ön duvarından yaklaşıyoruz. P.Moreno buzulu genelde mavi ve beyaz renkleri yansıtan bir buzul (buzullar mavi, beyaz ve toprak rengi görülüyor).

Perito Moreno genç bir buzul. Bu masif kütlede sürekli olarak çatırdama ve kırılma görüntüleri var ve biz bu küçük bu kopuşlarına şahit oluyoruz. Buzulun Argentino Gölü’ne doğru düşen kısımları gölde dalgalanmalar yaratıyor.

Perito Moreno’nun buz kütlesi günde bir metre kadar öne sürükleniyor. Sürekli ileri sürüklenme nedeniyle buzul Argentino Gölü’nün yan kolu Brazo Rico’yu bloke ediyor, burada artan suyun yaptığı basınç buz bariyerini kırarak muhteşem bir doğa olayı yaratıyor. Bu olay en son 13 Mart 2018 de gerçekleşmiş.

Her yerde Darwin’in izi var; gemisinin kaptanları Stokes ve Fitz Roy’un yüzyıl yıllar önce buralarda bulundukları ve bu gölde gezdikleri halen anlatılıyor.

Gün sonunda otelimize dönüyoruz. Akşamki yemekte Arjantine özgü ancak ilk kez karşımıza çıkan Provelata (bir çeşit peynir ızgara) tadıyoruz. Sabah Patagonya steplerinde uzun ve zorlu bir yolculuk bizi bekliyor, Şili Puntoarenas’a karayolu ile gideceğiz.

Perito Moreno Buzulu’nun ön duvarındaki kırılmalar gözümün önünde, bunların çıkardığı sesler kulaklarımda uykuya dalıyorum.

Patagonya gezimizin ikinci bölümünü okumak isterseniz:

Dünyanın Sonuna Gemi ile Yolculuk

Amasya Gezi Rehberi: Şehzadeler Şehrinde Tarihe Yolculuk

Amasya, tarihi adı ile Amaseia toprakları, 7500 yıldır birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış, Anadolu’nun en eski yerleşim alanları arasında sayılmaktadır. Bu özel coğrafyada binlerce yıldır yaşayan uygarlıklar, kalıcı eserler, izler bırakmışlar. Amasya da bu tarihi değerlerini, kültürünü günümüze taşıyabilmiş. Şehir antik İris bugünkü adı ile Yeşilırmak Nehri kıyısında dağların arasında vadiye konumlanmış, sırtını Harşena Dağı’na dayamış. Amasya, tarihi zenginliğinin yanı sıra coğrafi konumu ve Yeşilırmak kıyısına inci gibi dizilmiş yalı boyu evleri ile bir ressamın elinden çıkmış yağlıboya tablo gibi görüntü sunuyor.

Ülkemizin ikinci uzun nehri olan Yeşilırmak, Amasya’ya bereket, sakinlik ve renk vermiş. Yeşilırmak’ın kenarındaki verimli toprakları ile öncelikli geçim kaynağı tarım ürünleri olan Amasya, sahip olduğu değerler ile Orta Anadolu şehirleri arasında ayrıcalıklı bir yere sahip olmuş.  

Amasya özellikle son yıllarda turizm sektörüne yapılan yatırımlar ve tanıtım ile turistlerin ilgisini çeken bir şehir kimliğini kazanmış. 

Niçin Amasya
    • Amasya tarihi M.Ö. 5500 yıllarına kadar uzanıyor. Geç Neolitik Çağ’dan beri bölgeyi topraklarına katmak istemiş güçlü devletler. Hititler, Frigler, Kimmerler, İskitler, Medler, Persler, Roma İmparatorluğu, Bizans, Anadolu Selçukluları, İlhanlılar, Eretna Beyliği ve Osmanlılar hüküm sürmüşler. Bu kadar çok medeniyetin yaşadığı topraklardan günümüze kalanlar bize tarihe yolculuk fırsatı sağlıyor.
    • Osmanlı şehzadeleri bu şehirde yetişmişler. Osmanlı tahtına oturan yedi ünlü sultan ve şehzadeler burada öğrenmiş devlet yönetimin inceliklerini. 
    • Türkiye Cumhuriyeti’nin doğum belgesi olan Amasya Genelgesi bu şehirde imzalanmış. Atatürk Amasya’da bağımsızlık meşalesini yakmış.
    • Amasya’nın görkemli, şehre hakim kalesi, antik kral mezarları, köprüleri, camileri, külliyeleri, hamamları, müzeleri, yalı boyu evleri ile her anınızı dolu dolu geçireceğiniz bir şehir.
    • Bu topraklarda ünlü bilim adamları, sanatçılar yetişmiş. Dünyanın ilk coğrafyacısı Strabon MÖ 64 yılında burada doğmuş. Dünyayı dolaşmış, tarih ve coğrafya kitapları yazmış. Sonrasında tekrar memleketine dönmüş ve Amasya’da ölmüş. Osmanlının ilk cerrahı Şerefeddin burada tedavi etmiş hastalarını. Hat sanatının ustalarından Şeyh Hamdullah burada eserlerine can vermiş. Divanı olan ilk kadın şair Mihri Hatun bu şehirden ilham almış. 
    • Amasya mutfağı hem Karadeniz hem Orta Anadolu mutfağının zenginliklerini bir arada sofralara getiriyor. Daha önce adını duymadığınız çorbalar, yemekler ve hamur işleri tadabilirsiniz.
    • Amasya gezisi sırasında Hititlerin başkenti Hattuşaş ve çevredeki antik kentler, Çorum ve Tokat gezileri de yapabilirsiniz. Ancak başka bir bölgeye giderken Amasya’yı duraklama noktası yapıp, ruhunu hissetmeden ayrılmayın bu şehirden. Amasya yeterince zaman ayırmayı, adım adım dolaşmayı hak eden bir şehir.
Ulaşım

Amasya Orta Karadeniz’de, Çorum, Samsun ve Tokat ile çevrelenmiş, denize kıyısı olmayan bir şehrimiz.

Amasya Merzifon Havalimanı’na THY İstanbul Havalimanı’ndan ve Pegasus Hava Yolları’nın Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan direk uçuşları bulunmaktadır. Karayolu ile Amasya Ankara arası 320 km, 4 saatlik bir yolculuk ile ulaşılabiliyor. Biz Ankara’dan karayolu ile ulaşmayı tercih ettik, rahat bir yolculuğun yanı sıra Hattuşaş’ı gezme şansımız oldu. UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer alan, Hitit Uygarlığının başkenti  Hattuşaş, Çorum’un Boğazkale ilçesinde. Orta Karadeniz Bölgesi gezileri sırasında mutlaka görülmesi gereken bir antik kent. Ayrıca zaman yaratabilirseniz yine Çorum şehir merkezindeki Çorum Arkeoloji Müzesi’nde Hitit dönemi eserlerini görebilirsiniz.

Konaklama

Konaklama için Amasya’nın dokusuna özgü bir otel olabilir. Biz özellikle yalı boyu evlerinden birinde konaklamak istedik. Yeşilırmak kıyısında yan yana sıralanmış eski Türk evleri restore edilmiş ve butik otel olarak hizmet vermekte. Çoğunlukla aile işletmeleri, üç dört odalı konaklar bu şehre yakışıyor, bize de farklı bir nostalji yaşattı. Bu tarihi konaklardan en büyüklerinden biri Saat Kulesi’nin yanındaki Öğretmen Evi. Merkezi konumu ve büyüklüğü ile düşünülebilir.

Biz küçük bir konak olan Gönül Sefası Oteli’nde kaldık. Aile işletmesi olan dört odalı otelde iki kişilik odalarda oda kahvaltı için makul bir fiyat ödedik. Küçük bir avlusu olan otelin odaların temizliği, kahvaltısının zenginliği ve hizmeti beklentimizi karşıladı. Asıl güzelliği odaların balkonunun Yeşilırmak Nehri’ne bakması idi. Sabahları nehir üzerinde güneşin pırıltısını, akşamları da ışıltıları ile yaşayan şehri görebiliyorduk. Yalı boyunda daha büyük konaklar ve oteller bulabileceğiniz gibi dağa yaslanmış daha yeni termal otellerde de kalabilirsiniz.

Gezelim Görelim

Her anlamdaki zenginliği ve son yıllarda zenginliğinin farkına varılıp yatırım yapılarak korunmuş şehrimizi biz de adım adım dolaşmak üzere programımızı yaptık.

Bu güzel kentte dört gece konakladık, ilk gün Ankara-Amasya yolunda Hattuşaş’ı detaylı gezdik, ikinci ve üçüncü gün adım adım Amasya turu yaptık. Son günümüzü özellikle UNESCO Dünya Mirasları Geçici Listesi’nde yer alan  Ballıca Mağarası ve Tokat’ın tarihi yerlerine ayırmak istedik. O kadar yol geldikten sonra en çok görmek istediğimiz Ballıca Mağarası’nın işletmesini alan müteahhit tarafından düzenleme yapılacağı gerekçesiyle kapatıldığını öğrendik. Eylül ayında turizm sezonunda yapılan kapatma bizim için gerçekten hayal kırıklığı oldu. Yine de Tokat gezimize devam ettik, tarihi Tokat yerlerini gezip ve ünlü restoranı Pirhan’da Tokat Kebabı tadımı ile son günümüzü geçirip, Amasya’ya geri döndük. 

Bu kadar genel bilgiden sonra, adım adım dolaşmaya başlayabiliriz kadim şehir Amasya’yı. 

Yalı Boyu Evleri

Şehre girer girmez Yeşilırmak Nehri kıyısına dizilmiş evler mimarisi ile dikkat çekiyor.  M.Ö 5 binli yıllarda yerleşim görülen Amasya’da birçok uygarlıklar yaşamış, Türklerin Anadolu’ya girmesinden sonra 1075 yılından itibaren Türklerin memleketi olmuş. Evler de doğal olarak klasik Türk Osmanlı mimarisinin izlerini taşıyor. Ahşap ve hımış tekniği ile yapılan evlerin Selçuklu ve erken Osmanlı döneminden olanları günümüze ulaşamamış ancak geç Osmanlı döneminden kalanları restore edilerek kullanıma açılmış.

Deprem bölgesi olan Amasya’da 1915 yılında ve 1939’da yaşanan depremler ve sel felaketleri zaten çok dayanıklı olmayan evlere hasar vermiş. Bu evler arasında en az etkilenen Hatuniye bölgesi evleri restorasyonlarla şehri süslemeye devam ediyor. En sevindirici yönü bölgenin 1.derece sit alanı ilan edilerek tarihi dokunun korunmaya alınması  olmuş.

Evler nehir kıyısında Roma döneminden kalma surların üzerine yerleştirilmiş. İki katlı evler Yeşilırmak yönüne doğru cumbalı ve bitişik nizamlı yapılmış. Evlerin çoğunun avlusunda kuyu ve ocak bulunmakta. Şehrin bu özgün mimari dokusunun korunmuş olması, şehrin turistik  cazibesini daha da artırmış.

Kral Mezarları

Amasya Yeşilırmak Nehri’nin ortasından geçen vadi içinde kurulmuş sırtını da haşmetli Harşena Dağı’na dayamış. Bu dağın güney eteklerini, Romalılar şehri istila edene kadar hüküm süren Pontus Krallığı kral mezarları ile süslemiş. Bu anıtsal kral mezarları 2015 yılından bu yana UNESCO Dünya Mirasları Geçici Listesi’nde yer almaktadır.

Antik çağın önemli krallıklarından Pontus Krallığı’nın (MÖ 301-47) başkenti Amasya olmuş. Kurucu kral I.Mithridates Ktistes ile birlikte beş kralın anıt kaya mezarları, Harşena Dağı’nın dik yamaçlarına oyulmuş. Öldükten sonra dirileceklerine inanan kralların anıt mezarlarının arkaları U şeklinde oyulmuş. Bunun nedeni kralların hem vücutlarının sudan etkilenmemesi hem de halkın  Tanrı kralların etrafında dolaşarak  tavaf etmesini sağlamak olduğu düşünülmektedir.

Amasya kral mezarları Anadolu’daki en büyük kaya mezarları olduğu gibi dünyada da önemli kaya mezarları arasında sayılmaktadır.

Kral mezarlarına Hatuniye Mahallesi’nde Yeşilırmak Nehri’ne paralel yalı boyu evlerinin ön tarafından yürüyerek kolaylıkla ulaşabilirsiniz.  Harşena Dağı’nın eteğinde giriş kapısından sonra merdivenlerden tırmanma başlıyor. Merdivenlerin ortasında günümüzde tamamen yok olmuş kızlar sarayının üzerinde bir kafe yer alıyor. Bu kafede soluklanıp Amasya’nın doyulmaz manzarasını seyredebilirsiniz. Kızlar Sarayı’nın sol tarafında üç kral mezarı ve Osmanlı hamamı yer alıyor. Mezarların arkasına da dolaşabiliyorsunuz. Kafenin sağ tarafından biraz daha tırmanmaya devam ederseniz iki kral mezarı daha sizi bekliyor. Hem kral mezarları hem de Amasya manzarası tırmanmanın tüm yorgunluğunu alıyor.

Harşena Kalesi

Kral mezarlarına tırmanarak Harşena Dağı’nın bir bölümüne ulaşmıştık, ancak şehrin her noktasından da görünen en tepedeki Yukarı Kale’ye çıkmadan olmaz tabii. Kalenin yüksekliği gözünüzü korkutmasın, kalenin giriş kapısına kadar araba ile çıkılabiliyor. 

Bazı kaynaklara göre Pontus Kralı Mithridates’in yaptırdığı belirtilen kale, Pers, Roma, Pontus ve Bizans dönemlerinde  sürekli saldırılara uğrayıp el değiştirmiş ve onarım görmüş. Selçuklu Devleti tarafından 1075 yılında Amasya’nın fethi sonrasında da önemli bir onarım görmüş ve 18. yy’a kadar askeri önemini korumuş. Aslında kalenin sınırları Hatuniye Mahallesi’nde sur duvarları ile başlıyor, kaya mezarları ile devam ediyor en yüksek bölümü de Yukarı Kale.  Yukarı Kale’de hedef zirveye ulaşmak idi.  Merdivenlerden tırmanmayı göze aldık tabii ki. Amasya’nın her noktasından görünen, denizden 700 metre yükseklikteki bayrak direğine ulaşıp, bu kez en tepeden doyumsuz şehir manzarasını izledik. Kesinlikle değer bu görüntüler biraz tırmanmaya. 

Kalenin tepesinde de kesme taşlardan yapılmış sur duvarları bulunuyor. Kalenin ortasında Cilanbolu adı verilen, 150 basamak ile inilen 8 metre çapında bir dehliz bulunmakta.  Cilanbolu Tüneli 2300 yıl önce saldırılar sırasında halkın kaleye sığınmasını veya kralın ve ailesinin kalede sıkışması durumunda dışarıya çıkartılmasını sağlamak amacı ile yapılmış. Daha sonraki yıllarda su kanalı olarak kullanılmış bu dehliz. Yukarı kalede ayrıca zindan, su sarnıcı, top kulesi, gözetleme kuleleri, Osmanlı hamamı bulunmakta. Kazı çalışmaları bir yandan da devam ediyor.

Ankara Savaşı’nda Timur’un zaferi sonrası kaçan Osmanlı Şehzadesi I.Mehmet Çelebi de bu kaleye sığınmış.

Amasya Kalesi Kültür Bakanlığı tarafından da Türkiye’nin en görkemli kaleleri arasında sayılmaktadır. Kısaca zaten zirveye ulaşıp, manzaranın ve kalanların görüntüsü ile siz de o görkemi iliklerinizde hissedeceksiniz.

II. Beyazid Külliyesi

Osmanlı sultanı II.Beyazid tahta geçtikten sonra uzun yıllar şehzadelik yaptığı Amasya’ya kendi adı ile külliye yapılmasını emretmiş. Oğlu Şehzade Ahmed 1485-1486 yıllarında cami, medrese, imaret, mektep ve köprüden oluşan külliyeyi yaptırmış. Bugün cami, medrese ve imaret bulunmakta külliyede. Mektep yıkılmış hiç bir iz kalmamış, köprü ise Çorum Osmancık İlçesi’nde yaptırılmış. Daha sonra külliyeye Şehzade Ahmet’in oğlu Şehzade Osman Çelebi Türbesi eklenmiş, ancak içinde sanduka bulunmamakta.

Sultan II.Beyazid Cami’ye ihtişamlı taç kapısından girilmekte. Cami yan mekanlı cami mimarisinin seçkin örnekleri arasında. Ortada iki kare mekanın doğu ve batı yönlerinde üçer kubbeli yan mekanlar bulunmakta.

Kubbe içinde ve pencere kenarlarında zengin kalem işlemeleri bulunmakta. Pencere kanatları dönemin ahşap kündekari tekniğinin özel örnekleri arasında sayılmaktadır.  Cami depremlerden etkilenmiş ve tamirat geçirmiş olsa bile orijinal yapısı korunmaya çalışılmış.  Caminin iki yanında tek şerefeli, gövdeleri farklı dokuda iki minare görünmekte.

Caminin kapısının karşısında iki yanında çınar ağaçları olan  şadırvan külliyeye ayrı bir güzellik katıyor. 12 sütun üzerine oturan şadırvanın klasik ve barok motiflerinden oluşan göbek desenleri, 6 kollu yıldız motifi ve duvar resimleri ilgi çekici. Çınar ağaçlarının yaşlarının cami ile aynı olduğu söylenmekte.

Minyatür Müzesi

Külliyede imarethanenin bir bölümü Minyatür Müzesi olarak düzenlenmiş. Burada Türkiye’nin en büyük kent maketlerinden biri yer almakta. 1914 yılında çekilen bir fotoğraf esas alınarak,  80 metrekarelik bir alanda,  1860 mimari yapısı ile Amasya şehrinin gündüzü ve gecesini bir simülasyonla izleyebilirsiniz. Sadece 10 dakika, oturarak izleyebileceğiniz ilginç bir müze deneyimi.

İmarethanenin diğer bir bölümünde canlandırmalar bulunmakta. Yerel el işleri de bu bölümde satılmakta.

İmarethanenin yan tarafında düzgün kesme taşlarla yapılmış tek kubbeli bir türbe bulunmaktadır. Türbe 1513 yılında Şehzade Ahmet’in oğlu Şehzade Osman Çelebi için yapılmış.

Amasya Arkeoloji Müzesi

Amasya’da ilk yerleşim Geç Neolitik Çağ’a kadar uzanmakta, sonrasında da Hitit, Frig, Pers, Pontus, Roma, Bizans ve Türklerin egemenliğinde eserler yaratılmış bu topraklarda. Türklerin 1075 yılında ayak basması sonrası Danişmentoğulları, Selçuklular, İlhanlılar ve 1393 yılından itibaren Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde önemli imar çalışmaları yapılmış. Camiler, köprüler, konaklar, kale, kaya mezarları yerinde görülebilse de, bu uygarlıkların kıymetli eserlerini görmek için Amasya Arkeoloji Müzesi mutlaka ziyaret edilmesi gereken yerler arasında sayılmaktadır.

Biz de öncelikle Arkeoloji Müzesi’ni ziyaret ettik. 1928 yılında kurulan daha önce başka binalarda sergilenen eserler yeni modern binasında 1980 yılında yerini almış.

Müze iki katlı ve bahçede de taş eserler sergileniyor. Müzenin birinci katı arkeolojik eserler salonu. Bu salonun dünya çapında en önemli eseri Hititlerin baş tanrısı Teşup heykeli. Bu salonda ayrıca fosiller, Geç Neolitik, Tunç, Demir Çağları, Hellenistik, Roma dönemi, günlük yaşam ve ritüellerde kullanılan eşyalar ve mezarlar sergilenmekte. Ayrıca her dönemden sikkeler de eserler arasında.

Müzenin ikinci katında etnografik eserler yer almakta. Kayı boyu damgası taşıyan ahşap pencere kanatları orijinal eserler arasında. Ayrıca Roma döneminden kalma yer mozaiklerinde Amasya’nın misket elmasının motifi de Amasya elmasının 1700 yıl önce de meşhur olduğunu göstermektedir.

İkinci katta en ilginç bölüm Mumyalar Salonu. Bu salonda İlhanlılar döneminde yöneticiler ve ailelerinden 8 adet mumya sergilenmekte. Türkiye’nin en geniş mumya ailesi olduğu belirtilmekte. 

Müzenin bahçesinde de her dönemden taş eserler, lahitler yanında Selçuklu Sultanı I.Mesud’un Türbesi bulunmakta.

Sabuncuoğlu Tıp ve Cerrahi Tarihi Müzesi-Bimarhane

Darüşşifa (Bimarhane)  İlhanlı Hükümdarı Sultan Mehmet Olcaytu ve eşi İlduz Hatun adına 1308-1309 yılları arasında yapılan bir tıp okuludur.  İlhanlı döneminden günümüze kalmış tek eser. Dikdörtgen planlı, açık avlulu  tipik bir Selçuklu medresesi olan binanın taç kapısının taş işlemeciliği göz alıcı. Ayrıca kapı kilit taşında diz çökmüş insan kabartması işlenmiş.

Binada tıp eğitiminin yanı sıra hasta tedavisi de yapılmış. Sonraki yıllarda ise daha çok akıl hastalıklarında müzik ile tedavi edildiği bir merkeze dönüşmüş. Anadolu’da müzikle tedavi yapılan ilk hastanedir. Osmanlı döneminin ilk cerrahı Şerefeddin Sabuncuoğlu 15.yy’da burada eğitim almış ve burayı bimarhaneye dönüştürmüş.

Tedavi de kullanılan araçların, müzik aletlerin sergilendiği Bimarhane özgünlüğü nedeni ile görülmeye değer. Bu tür tıp merkezini Edirne’de görmüştük, çok yerde karşılaşabileceğimiz bir müze değil. Bu Selçuklu binası bir dönem konservatuar olarak kullanılmış, 2011 yılında müzeye dönüştürülmüş.

Saraydüzü Kışla Binası

Amasya beni birçok yönüyle kendine hayran bıraktı. Ancak bu şehirde beni en çok üzen Cumhuriyetimizin temelleri atılan binaya reva görülen durum oldu.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak üzere Samsun’a çıkışının ardından silah arkadaşları ile 12 Haziran 1919 yılında geldiği ilk şehir, Amasya. Atatürk 22  Haziran 1919 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atıldığı ilk kuruluş belgesi olan Amasya Tamimi’ni imzaladığı bina Saraydüzü Kışlası. Yani bağımsızlık meşalesi burada ateşleniyor. Saraydüzü Kışla binası sel ve heyelan ile yıkılmış sonraki yıllarda. 1997 yılında binanın tarihi önemi düşünülerek heyelan bölgesi olan yerin yakınına aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş. Kültür Turizm Bakanlığı’na bağlı Milli Mücadele Müzesi oluşturulmuş. Binada Atatürk’ün Amasya’ya gelişinde karşılanışı balmumu heykellerle canlandırılmış, Amasya Genelgesi’nin nüshaları, önemli evraklar, silahlar sergileniyor, salonlarında kongreler düzenlenip, Cumhuriyet Baloları yapılıyormuş. Muşlu yazıyorum, çünkü biz gezimiz sırasında heyecan ile Cumhuriyet tarihimiz ve bağımsızlık mücadelemiz için anlamlı binaya koştuk. Ancak, büyük bir hayal kırıklığı yaşadık; Binanın kapısına İl Halk Kütüphanesi tabelası asılmış, görkemli binanın ilk katında kocaman salonlar okuma salonuna dönüştürülmüş, bir salona çocuk kütüphanesi adı verilmiş, Kurtuluş Savaşı’nın önemli kişilerinin adının bulunduğu salonlar memur ofisleri olarak düzenlenmiş. Biz nereye bakacağımız bilemeyip Amasya Tamimi, müze,  Atatürk… gibi sözler fısıldayınca danışmadaki görevli en üst katı işaret etti. Merdivenle üç kat çıkarak  çatı katı odasına ulaştık. Dar bir alana sıkıştırılmış kalan 12 mumya ve üç beş afiş hepsi bu.

Gerekçe ise, II. Beyazid Külliyesi’nde kocaman tarihi Medrese binasında Atatürk’ün isteği ile kurulan İl Halk Kütüphanesi binası yeterli gelmemiş ve bu binaya taşınmış bir ay önce. Cumhuriyetimiz ve bağımsızlık mücadelemiz için önemli olan tarihi bina anlamından uzaklaştırılmış. Bu arada Kuzey Makedonya’nın başkenti Üsküp’te gezdiğim Bağımsızlık Mücadelesi Müzesi canlandı gözümde. Sadece ülkenin bağımsızlık mücadelesini (ağırlıklı olarak Osmanlıdan bağımsızlık)  anlatmak için kurdukları müze, rehber eşliğinde gezilebiliyor. Müze düzenlenmesi, harika canlandırmalar, belgeler, vb. anlatımlar ile size  bağımsızlık mücadelesi ve heyecanını yaşatıyor. Bu müzede bile Atatürk’ün mumyası yer alırken, Amasya şehrimizde binanın kimliğinin ortadan kalkması, mumyaların çatı katına sıkıştırılmış olması bizi hüzünlendirdi. 

Ferhat ile Şirin Müzesi

Amasya gerek coğrafyası gerek tarihi ile o kadar zengin bir şehir. Son yıllarda şehir tarihi yerlerin restorasyonları, konaklama yerlerinin arttırılması ve  daha iyi bir tanıtım ile turizmde de atak yapmış görünüyor. Bu arada var olan eserlerinin yanında çeşitli kurumlar eli ile şehre başka imajlar daha verilmek istenmiş sanki. Aşıklar şehri Amasya, Müzeler Şehri Amasya gibi… 

Amasya’da kiminle karşılaşsak Ferhat ile Şirin Müzemizi görün dediler. Üstelik Türkiye’nin ilk ve tek Aşıklar Müzesi’ni gidelim görelim diye çıktık yola. Şehrin Roma döneminden kalan tarihi su kanallarının geçtiği alan güzel yeşillendirilmiş, Ferhat’ın Şirin ile dağları delen öyküsü ile birleştirilmiş bir de müze kondurulmuş.

Eeee yeni müzecilik anlayışı ile çok bilinen aşıkların mumyalarını sıralayalım; Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun eee bir de Romeo ve Jüliet olsun. Yetmedi bu efsaneler, hem Osmanlı hem gerçek kişiler Mimar Sinan Mihrimah Sultan aşkı olsun, bir odaya da Anadolu aşıkları diyelim Mevlana, Hacı Bektaş Veli, Aşık Veysel gibi gerçek karakterleri de giydirip süsleyip yerleştirelim mi?  Bahçeye temsili Ferhat ile Şirin mezarı, yandaki tepeciğe de Ferhat ile Şirin heykelleri koyalım, oldu bitti bir müze. Bir Ferhat ile Şirin  Parkı düzenlenip, aşıkların mumyaları da bir galeride sergilenebilirdi. Bu müze Belediye tarafından işletiliyor diye girişte para ödedik.

Amasya’nın zengin tarihi yerlerini gezip, ayrıca Saraydüzü Kışlası’nın da ruhunun silindiğini görünce bu müze de ne ki diye dolaştık.

Hazeranlar Konağı

Osmanlı sivil mimarisinin klasik örneklerinden olan Hazeranlar Konağı, Yeşilırmak kıyısında Roma dönemi surlarının üzerine yerleştirilmiş. Taş temelli bodrum katı üzerine iki katlı, ahşap çatkı arası kerpiç dolgulu bahçeli bir konak haremlik, selamlık şeklinde planlanmış.

Konak 1865 yılında dönemin defterdarı Hasan Talat Efendi tarafından yaptırılmış. Sahipleri İstanbul’a taşınınca konak terkedilmiş, ancak 1976 yılında Kültür Bakanlığı tarafından satın alınmış ve restore edilmiş ve 1984 yılında Müze Ev olarak düzenlenmiş. Etnografik eserlerin sergilendiği Osmanlı konağını, bu dönemin yaşam alanları, kullanılan eşyalar, kıyafetler, örtülerle,  şehrin ruhunu hissetmek için görülmesi gereken yerler arasında sayabiliriz.

Şehzadeler Konağı

Amasya asırlarca Osmanlı Devleti padişahlarının yetiştiği bir şehir olmuş. Sancak beyi olarak Amasya’ya gönderilen şehzadeler bu şehirde yönetim tecrübesi kazanırken, kendilerini de tahta en yakın aday olarak görmekte imişler. 16. yy’a kadar Amasya bu konuda önemli bir şehir olmuş. Ancak Kanuni’nin oğlu Şehzade Mustafa bu şehirde katledildikten sonra İstanbul’a daha yakın ve kontrolü daha kolay olacağı düşünülerek Manisa şehzadeler için önemli bir sancak haline gelmiş. Amasya da merkezden atanan sancak beyleri tarafından yönetilir olmuş.

Şehzadeler Konağı, Hatuniye Mahallesi’nde Yeşilırmak kıyısında iki katlı klasik bir Osmanlı Konağı.  Konağın içinde dokumalar, hat ve tezhip örnekleri, halılar ve aksesuar bulunmakta. Konağın ikinci katında Amasya’da şehzadelikleri geçmiş ve sonrasında tahta oturmuş sultanların balmumu heykelleri sergilenmekte. Bu padişahlar; Yıldırım Beyazıt, Çelebi Mehmet, II.Murat, Fatih Sultan Mehmet, II.Beyazid, Yavuz Sultan Selim ve III.Murat’tır. Alt katta ise Amasya’da şehzadeliklerini Amasya’da geçirmiş, ancak tahta oturamayan beş şehzadenin canlandırmaları bulunmaktadır. Bu şehzadeler; Kanuni’nin oğulları Şehzade Mustafa, Şehzade Beyazid, II.Murat’ın oğulları Şehzade Ahmet ve Şehzade Alaeddin ve II.Beyazid’in oğlu Şehzade Ahmet’tir.

Bu müze konak da belediye tarafından yönetilmekte giriş ücreti alınmaktadır. Amasya’da epeyce kafamız karıştı birçok müze var, bir kısmına müze kart ile girerken, belediyenin işlettiklerinde müze kart geçmemekte. Acaba belediyeler, tam anlamı ile müzecilik anlayışını yansıtmayan düzenlemelerin adını müze koymak yerine, kültür evi, galerisi gibi mi adlandırsalar, isterlerse yine ücret almaya çalışsalar da bizim de kafamız karışmasa.

Şeyh Hamdullah Yazı Tarihi ve Hüsn’i Hat Müzesi

Amasyalı hat ustası Şeyh Hamdullah’ın adının verildiği üç katlı müzede Sümerlilerden başlayarak yazının gelişimi anlatılmakta, ayrıca ebru, tezhip ve hat sanatının örnekleri sunulan bir müze. Yine ücretli, müze kart geçmiyor, meraklısına önerilir.

Saat Kulesi

Hatuniye Mahallesi’nde Helkis (Hükümet) Köprüsü’nün batısında yer alan Amasya Saat Kulesi dikkat çekmektedir. Orijinal saat kulesi 1865 yılında Amasya Mutasarrıfı Şair Ziya Paşa tarafından yaptırılmış. Ancak yapımından kısa süre sonra çıkan yangında zarar görmüş ve yenilenmiş. Daha kötüsü ise 1940 yılında dönemin valisi Talat Öncel tarihi ahşap Helkis Köprüsü’nün yıkılarak betonarme bir köprü yapılmasına karar verir. Bu arada da köprü inşaatını engelleyeceği gerekçesi  ve yerine daha modern bir saat kulesi yapılması vaadi ile yıktırır saat kulesini. Tabi bu söz tutulmamış, 2002 yılında yeniden yapılmış. Saat Kulesi kesme taş, tuğla ve ahşaptan yapılmış. Minare görünüşlü gövdenin üst kısmı da şerefe şeklinde düzenlenmiş.
Amasya Heykelleri

Amasya heykelleri de ayrı bir yer ayırmayı hak ediyor. Yavuz Sultan Selim Meydanı’nda ‘Amasya Tamimi Anıtı’ ile başlayalım. Saat Kulesi’nin karşısında geniş meydanda yer alan heykelde Atatürk Amasya Tamim’i sırasında yardımcı olan yerel halkla birlikte görülüyor.  Heykel 1981 yılında ünlü heykeltraş Prof.Dr.Tankut Öktem tarafından yapılmış.

Amasya’da turizm atağı ile birlikte şehre değişik heykeller de yerleştirmişler. Tarihi kişilerin heykellerinin yanı sıra  esprili heykeller de karşınıza çıkabilir. Yeşilırmak Nehri’nin güney kıyısında bir bölüm Şehzadeler Yolu olarak düzenlenmiş. Bu bölümde ve yine Yeşilırmak kıyısında yürüyüş yollarında ve köprüler üzerinde ilginç heykeller görebilirsiniz. Şehzadeler yolunda dünyanın ilk coğrafyacısı Strabon’un Heykeli, bazı şehzadelerin heykellerinin yanı sıra köprü üzerinde olta ile balık tutan bir heykel yanında, selfi çeken bir şehzade de görebilirsiniz. Son yıllardaki birçok şehrin simgesini gösteren heykeller furyası 2015 yılında Amasya’ya bir elinde kılıcı ile selfi çeken şehzadenin yanı sıra elma heykeli de hediye etmiş.

Amasya Köprüleri
Amasya Yeşilırmak kıyısına kurulduğundan iki yaka birbirine köprüler ile başlanmış. Her bir köprünün yapılış tarihi, mimarisi, öyküsü farklı. 
Alçak Köprü Romalılardan kalma tek taş köprü. Nehir 1865 yılına kadar bu hali ile kullanılmış, Zamanla nehir yükselince üzerine bir ahşap köprü yapılmış o da sular altında kalınca yine taşlarla yükseltilmiş köprü. Sonrasında beton ve demir ile güçlendirilmiş.

İstasyon Köprüsü ilk olarak 1145 yılında Selçuklu Sultanı I.Mesud tarafından yaptırılmış. Taşkınlarla yıkılmış,  aynı yere aynı şekilde  1370 yılında yapılmış. Üç geniş ayak üzerine kesme taşlı köprü çok onarım görmüş en son hali üzerine beton dökülmüş kenarlarına metal korkuluklar eklenmiş. Kunç Köprü üç büyük ayaklı kemerli köprü de Selçukluların son dönem eserlerinden. Roma döneminde yapılan Helkıs ve Madenüs Köprülerinden ise günümüze bir şey kalmamış yerine yeni köprüler yapılmış. Gezerken herhalde Roma dönemindeki mimariler, daha güzeldi diye düşünmekten kendimi alamadım.

Camiler

Amasya’da Selçuklu döneminden itibaren çok sayıda tarihi cami karşınıza çıkıyor. Ayrı bir camiler turu yapılabilir. Biz asıl olarak II.Beyazid Cami, Hatuniye Camisi’ni gezdik, bir kısmını dışarıdan gördük.

Hatuniye Cami

Sultan II.Beyazid’in hanımı Bülbül Hatun cami, hamam ve sübyan mektebinden oluşan bir külliye yaptırmış. 1510 yılında yapılan Hatuniye Cami bu külliyenin bir parçasıdır.  Beş kubbeli, altı sütunlu, dikdörtgen cami ve zengin tuğla işlemeciliği ile dikkati çekmektedir.

Şehirde çok sayıda cami var.  Karşımıza çıkan diğer birkaç caminin fotosunu ekledim.
Medreseler

Camilerin yanı sıra önemli medreseler de ziyareti hak ediyor. Bu medreselerden Gök Medrese’yi özellikle görmek istedik.

Gök Medrese

Hem medrese hem cami olarak kullanılan kesme taşlı yapısı ve önünde yer alan mavi sırlı, sekizgen türbesi ile bu yapı Selçuklu sanatının değerli örnekleri arasındadır. Cami Amasya Valisi Torumtay tarafından 1267 yılında yapılmış. Amasya Müzesi’ne yakın olan Gök Medreseye gittiğimiz zaman kapalı olduğundan içini görme şansını bulamadık.

Büyük Ağa Medresesi

Sultan II.Beyazid’in kapı ağası Hüseyin Ağa tarafından 1488 yılında yaptırılan özgün bir medrese. Klasik Osmanlı medrese mimarisi yerine Selçuklu mezar anıtlarında görülen sekizgen plan ile yapılmış. Medrese Amasya’da yüksek eğitimin yapıldığı, değerli ilim adamlarının yetiştirildiği bir yer olmuş. 19.yy’da önemini yitirmiş, terk edilmiş, 1978 yılında restore edilmiş.

Saraydüzü Kışla Binası’na yakın  özel olarak görmeye gittiğim medrese binasını gezemedim. Kapıda hafız kursu yazan binanın kapısından girince içeride çok sayıda erkek çocukların koşturduğunu gördüm, kapıda duran bir çocuk içeriye giremeyeceğimi söyledi, bir şekilde barikat yapılmış idi, sadece avlunun kapının yanından fotosunu çekebildim. Yukarıdaki binanın tüm fotosu Ferhat ile Şirin Müzesi’nin bahçesindeki maketinden çekildi.

Hamamlar

Amasya’da Selçuklu ve Osmanlı dönemi hamamlar da oldukça iyi konumda ve halen hizmet vermekteler. Hamamları dışarıdan birkaç fotosunu paylaşabiliriz. Bu hamamların önemlilerini şöyle sayabiliriz; Yıldız Hamamı, Altuntaş Hamamı, Paşa Hamamı, Mustafa Bey Hamamı, Kumacık Hamamı.

Aynalı Mağara

Aynalı Mağara en iyi işlenmiş, taş işçiliğinin en iyi olduğu kaya mezarları arasında sayılıyor. Şehir merkezinden 3 km uzakta, yine de bu özel olarak mezarı görmek için gittik.  Güneş vurduğunda yüzeyinin parlaması nedeniyle Aynalı Mağara adı verilmiş. İçerisinde Bizans döneminde yapılmış havarilerinin resimleri varmış. Hz. İsa’nın havarilerinden birinin Hristiyanlığı buradan yaydığı söyleniyormuş. 

Biz mağaraya gittiğimizde mağara kapısına kilit vurulmuştu. Şehir dışında olmasına rağmen yol üzerinde ulaşılması kolay ancak burası kilitlenerek korunmaya çalışılmış. Ben yazayım da göremedik diye üzülmesin zaman bulup oraya ulaşamayanlar.

Borabay Gölü

Amasya gezisinde görülmesi gereken başka bir doğa harikası Borabay gölü. Göl Amasya merkeze 63 km mesafede, Amasya’nın Taşova ilçe sınırlarında. Araba ile ulaşım sağlanabilir, Amasya’dan Taşova’ya giden minibüsler ile de ulaşılabilmektedir.

Borabay Gölü denizden 1050 metre yükseklikte, küçük bir akarsuyun kenarlarının tıkanması ile oluşmuş. Gölün etrafı, kayın, sedir, kestane ağaçları ile çevrilmiş.  Göl çok büyük değil, uzunluğu 900 metre, genişliği 300 metre derinliği de 25 metre.

Biz Borabay Gölü’ne yarım gün ayırdık, göl kenarına kadar araba ile ulaşılabiliyor. Göl kenarında biraz yürüyüş yapıp, yine göl kenarında harika manzaralı restoranda hafif bir şeyler atıştırdık. Borabay gölünde yapılacaklar bunlarla sınırlı değil. Göl çevresi piknik alanı olarak düzenlenmiş, hatta göl kenarında kamp yapılabilir veya bungalov kiralayarak gece kalınabilir. Alabalık, sazan, yayın gibi göl balıkları da tutabilir veya göl üzerinde kanolar, bisikletler ile gezebilirsiniz. Kısaca Amasya gezisinde Borabay gezisi programa alındıktan sonra geceleme kararı ve aktiviteler size kalmış.

Yeme İçme

Amasya mutfağı zengin ve özgün çeşitler sunuyor. Bu mutfağın çeşitlerinin en güzel sunulduğu yerleri araştırdık. Karşımıza ilk olarak Ali Kaya Restoran çıktı. Denedik ve biz de öneriyoruz. Öncelikle manzara müthiş. Karşıda Harşena Dağı, Yeşilırmak Nehri ve akşam ışıl ışıl Amasya manzarasına karşı yemeğimizi yedik. Lezzetli ve çeşitli mezelerinin yanında et yemeği olarak onların önerisini aldık. Tokat kebabını Tokat’ta tatmayı düşünmemize rağmen Tokat kebabını önerdiler. Biz de memnun kaldık. Fiyatları da bu manzaraya karşı fahiş gelmedi bize. Başka şehirlerde de mezeli, içkili ve et yemekli restoranlarda daha yüksek fiyatlar ile karşılaşabilirsiniz. Bir gece Amasya’da bu manzaraya karşı yemek yenmeli. Yine manzaralı olan bu restoranın karşısındaki Yamaç Restoranı tavsiye edenler de bulunmakta.

Amasya mutfağı coğrafi konumu nedeniyle hem Karadeniz hem İç Anadolu’nun çeşitlerini sunmaktadır. Hamur işlerinden, değişik çorba çeşitlerinden, sebze yemeklerine daha önce tatmadığınız lezzetler sofranızda yer alacak. Geleneksel Amasya yemekleri tatmak için önerilen yer Ameseia Mutfağı. Yeşilırmak kenarında yalı boyundaki restoranda yerel çorbalar, bakla dolması, keşkek tatmayı unutmayın. Amasya mutfağında mantı da ön sıralarda. Bu lezzeti tatmanız için Anadolu Mantı Evi ilk sırada. Tek tür mantı yerine kocaman bir menü ile o kadar çok mantı çeşidi sunuluyor ki, hepsini merak ediyor insan. Biz dört kişi hepimiz ayrı çeşit sipariş vererek en azından dört çeşidi tattık. Ayrıca yine Keyf restoran da denediğimiz hızlı servis ile çorba ve kebap çeşitleri ile memnun kaldığımız bir yer oldu.

Bu arada akşam yemekleri için müzikli, içkili restoranlar ve barlar da değişik alternatifler bulunmakta. Yalı boyunda Emin Efendi Konakları gerek yemekleri, servisi ve ortamı ile öneriliyor. Hafta sonları da müzik var. Ayrıca yine konaklarda restoranlar, barlar Amasya gecelerinizi renklendirecektir.

Bu arada Amasya çöreğinden söz etmeden olmaz. Ceviz ve haşhaş karışımı çörek. Bu çöreğin piri Çörekçi Galip Usta, dükkanı arayıp bulmanız lazım, üç kuşaktır bu çöreği üreten  Galip Usta’nın çörekleri hızlı tükeniyor. Burada tadamazsanız Hatuniye Mahallesi’nde Amasya Çörekçisi’nde bulabilirsiniz.

Alışveriş

Amasya’dan dönerken yanımıza neler alalım derseniz. Amasya deyince aklımıza ilk gelen ünlü Amasya misket elması ürünleri bizi bekliyor. Elma çayı, sabunu, kurutulmuş çeşitleri hazırlanmış. Ayrıca çeşitli dokuma ürünler, şallar yemeniler olabilir. Yine tahta işi hediyelik eşyalar da bulabilirsiniz. Alışveriş için tabi ki dünya markalarının çeşitlerini satan AVM’ye adım atmıyoruz.

Hatuniye Mahallesinde yol boyunca veya tarihi pasajlarda çok sayıda hediyelik eşya dükkanları göreceksiniz. 

Son Söz

Amasya coğrafi konumu ve tarihi ile Anadolu’nun kadim şehri. Yeşilırmak kıyısında bereketli topraklarda, yeşil bir şehir.

Tarihi eserlerin korunması, sergilenmesi, farklı coğrafi yapısı ve özel dokusu ile gezenlerin zihinlerinde kalıcı görüntüler bırakıyor. Bazı şehirler vardır ya, şehrin genel fotoğrafı aklınızın bir köşesinde kalır. Benim için Amasya da bir yanda doğası, diğer yanda tarihi izleri ile unutulmaz şehirlerim arasında yerini aldı. Amasya gezginlerin adım adım gezip, görecekleri şehirler arasında ön sıralarda yer almalı. 

Varanasi Gezi Rehberi: Ruhun Özgürleştiği Şehir

Varanasi çok farklı bir ülkenin en sıra dışı, unutulmaz şehri. Dünya üzerinde çok ülke gezmiş olsanız da bu şehirde yaşadıklarınız sizi şaşırtacak, çarpacak. Hindistan benim gördüğüm 42. ülke idi. Delhi sokaklarına adım attığımız anda Hindistan’ın bugüne kadar gezdiğim hiçbir ülkeye benzemediği, bu ülkede çok farklı deneyimler yaşayacağımız açıkça görünüyordu. Hindistan rotamıza Altın Üçgen (Yeni Delhi, Jaipur ve Ağra) şehirlerinin yanına özellikle Varanasi’yi eklemiştik. Hindistan gezi planlaması yazımı linkten okuyabilirsiniz.

 Hindistan Seyahat Planlaması

İlk kez Hindu inancının yaygın olduğu bir ülkede bulunuyorduk ve Hindular için kutsal şehir Varanasi mutlaka görülmeliydi.

Varoluş ve yok oluşun yani doğumun ve ölümün tanrısı Shiva’nın koruyucusu olduğu şehir Varanasi. Şehir adını tanrı Gangadan alan kutsal Ganj Nehri kıyısında kurulmuş. Hindular için bu şehirde ölmek ve yakılmak reenkarnasyon sürecinin sona ermesi ve Nirvanaya ulaşmak demek. Hindu inanışına göre ölüm ile ruh ölmez, ölen kişi tekrar tekrar dünyaya gelir. Ancak reenkarnasyon süreci tamamlanır, kişi mokshaya ulaşırsa ruhu huzura erer. Bunun yolu da Varanasi’den geçiyor. Varanasi’de ölüp burada yakılanlar reenkarnasyon döngüsünü tamamlayıp moskhaya ulaşabiliyorlar. Bu nedenle yaşlılar bu şehre gelip ölmeyi bekliyorlar ya da vasiyetleri üzerine yakınları tarafından ölünce bu şehre yakılmak üzere getiriliyorlar. Yani şehirde 24 saat ülkenin hatta dünyanın her yerinden gelen Hinduların ölü yakma törenleri yapılıyor.

Hinduizme göre herkes yakılmıyor, din adamları, çocuklar, hamile kadınlar ve yılan sokanlar yakılmayan gruplar arasında. Yılan kutsal bir hayvan sayıldığından onların soktuğu kişiler ve diğer kişiler günahsız sayılmakta. Bunların cesetleri ayağına bir taş bağlanarak Ganj Nehri’ne atılıyor. Yakılan kişilerin yanmayan bazı bölümleri ve külleri yine Ganj Nehri’ne serpiliyor.

Varanasi aynı zamanda kutsal Hac şehri. Şehre arınmak için dua etmek için gelen binlerce Hindu bulunuyor. Kutsal Ganj Nehri’nde yıkanılıyor, dua ediliyor, suyu içiliyor. Ganj Nehri dünyanın en kirli nehirlerinden biri olsa da Varanasi’deki kıyısı her an dolu.

Kıyıda yıkanan, çamaşırlarını yıkayan, suyundan içen insanların yanında, nehrin ortasında bir inek ölüsünün de ilerlediğini görebilirsiniz bizim gibi.

Ganj Nehri’ne merdivenlerle inilen çok sayıda platformlar yapılmış. Bu platformlar Ghat olarak adlandırıyor. Varanasi’deki 88 adet Ghat’ın hemen yanında yüksek eski yapılar bulunuyor.

Varanasi benim için hiç hafızamdan çıkmayacak bir şehir. Öncelikle pis, kaotik, ağır kokulu ve ölümle özdeşleşmiş bir şehir. İçinde yaşam, mutluluk, umut, enerji, hareket, renk olmayan bir şehir. Bu duyguyu hissetmek ürkütücü geliyor insana.

Peki niye görmek istedik, bir daha gitmek ister miyiz? Hindu inancının kutsal şehrinde gerçekleştirilebilen ruhun özgürleştirilmesi törenini bir kez görme isteği bizi buraya getiren. Yaşadıklarımızın sıra dışı olduğunu kabul etmemiz gerekir. Ancak ikinci kez gelme planları yapmayacağım bir şehir olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Varanasi de yapılacak şeyler belli. Öncelikle belirli ritüelleri izlemek. Görülebilecek bazı yerler var tabii ki ve biz de dolaştık ancak öncelikle şehrin ruhuna uygun mutlaka yapılacakları sıralayalım.

Ulaşım
Varanasi’ye Delhi, Mumbai, Katmandu’dan uçulabilir. Ağra’dan uçak şansımız olmadığından biz otobüs ile geldik. Bir önceki ulaşımımızı trenle yapıp memnun kalmayınca bu arada otobüs denemek istemiştik. Ancak yataklı otobüs yolcuğu hayatımda yaptığım en zor yolculuk idi. Otobüsün en arkasındaki üst kattaki yataklar ve bozuk yollarda o kadar çok zıpladık ki bir an bile gözümüzü kırpamadık. Dönüşümüz Delhi’ye uçak ile oldu. İlk gidiş için Ağra’dan Delhi’ye tekrar dönüp uçakla gelmenin yolu uzatacağını düşündüğümüzden otobüs yolculuğunu seçmiştik. Ancak o otobüs yolculuğundan sonra Varanasi’ye mutlaka uçakla gitmeli diye düşünüyorum. Böyle bir ülke için fazla konformist mi davranıyorum bilemem.
Varanasi’de Yapılacaklar
Varanasi’ye sabah erken ulaştık. Ganj kıyısına yakın bir hostelin iki kişilik özel banyolu odasına yerleştik. Hostel odasının temizliği içimizi rahatlattı. Civarda temiz kahvaltı yapacak bir yer araştırdık, tam anlamı ile batı tarzı bir kafe bulduk. Nerede ise 10 gün sonra ilk kez temiz bir mutfaktan yemek yediğimiz duygusuna kapıldık. Kahvaltı sonrası Ganj kıyısına doğru ilerlemek için sokaklara daldık. Pislik içinde, ineklerin çöpleri karıştırdığı sokaklardan geçtik. Sokaklarda çok sürpriz görüntülerle karşılaşılabiliyor. Örneğin aşağıda fotoda gördüğünüz küçük kız bir ip üzerinde yürüyor, o arada bir inek sokağın ortasında salına salına dolaşıyor.

Ganj kıyısına ulaşıp nehir boyunca yürümeye başladık. Ganj kıyısında yıkanan, arınan, dua eden Hindular huzur içinde görünüyorlar.

Ganj kıyısında traş olanlar, tırnaklarını kestirenler olağan bir yerde günlük işlerini yapıyor havasındalar.

Ganj kenarında kurutulan çamaşırlar, sizin otel çarşaflarınız da burada kurutuluyor olabilir mi acaba? Olağanüstü görüntüler arasında şaşkınlıklar içinde yolumuza devam ediyoruz.

Etrafa bakarak dolaşırken beklenen sonuç bir Hintli yanımıza yaklaşıp rehberlik yapabileceğini söyledi. Zaten dolaştığımız yerlerde rehberle gezmeyi tercih ediyorduk. Hintli rehberin güven veren bir ifadesi vardı. Fazla düşünmeden iki günlük program ve ücret konusunda anlaştık. Biz rehberli dolaştık ancak bu yazıyı okuduktan sonra sizin rehber tutmanıza gerek kalmayabilir.

Varanasi’de yapılacak işler belli, sabah gün doğumunda ve akşam gün batımında Ganj Nehri’nde tekne ile dolaşmak ve akşam Aarti Törenini izlemek. Bundan sonra başka yerler de tuk tuk ile gezilebilir.

Bizim rehberli programımız güneş batarken tekne ile dolaşmakla başladı. Hem yerel halk hem turistler küçük, büyük teknelerle gün batımı törenini izlemek üzere nehre açılmışlardı.

Ölü yakılan iki Gath; Manikarnika ve Harishchandra Gathları. Manikarnika Gath önünde töreni izleyebilmemiz için teknemiz durdu. Aslında ölü yakma törenlerinin fotolarının ve videolarının çekilmesi yasak. Tören alanında kıyıdan ve yakından çekilmesi rahatsız edici olabilir. Tekneden biraz daha uzaktan foto çekme şansımız oldu.

Ölüler önce Ganj Nehri’nde yıkanıyor, sonra odun ateşi ile yakılıyor. Ölenin oğlu varsa oğlu, yoksa erkek yakını beyaz kıyafetler içinde, başı kazıtılmış bir şekilde ölünün başında bulunuyor. Bir kişinin yanması 3-4 saat sürebiliyor. Aynı anda birden çok kişinin cesedi yakılabiliyor. Tekneden bu töreni biraz izledikten sonra nehirde ilerledik .

Ganj kıyısında güneş batarken günahlarından arınmak için suya giren Hindular dikkatimizi çekiyor. Assi Gath’ı özellikle Ganj’a girip yıkanmak için düzenlenmiş. Çoğunluk buradan nehre giriyor.

Ganj’da yıkanıp arınmak ancak Hintliler için mümkün olabilir. Bizim bağışıklık sistemimiz ile bu ritüeli denemek aklımızdan bile geçemez. Rehberimize sorduk Ganj’a girebilir miyiz diye, o da parmağınızı bile sokmanızı önermiyorum diye net bir cevap verdi. Bu durumda biz de farklı bir ritüel ile tanrı Ganga’ya dileklerimizi iletebilirdik. Tabii bu da düşünülmüş. Tekne ile giderken çiçeklerle süslenmiş küçük teknesi ile dilek mumları satan Hintli çocuk yanımıza yanaşıyor. Biz de rengarenk yapraklar üzerine yerleştirilmiş duran mumlardan satın alıyoruz. Dileklerimizi kalpten fısıldayarak yaktığımız mumları kutsal Ganj’a bırakıyoruz.

Ganj üzerinde güneşi batırıyoruz.

Kıyıda bizi başka bir tören bekliyor. Sıra Nehir Tanrısı Ganga için yapılan Aarti Törenleri’ni izlemede. Rehberimiz bizi Dashashwamedh Ghat’a götürüyor, sahne gibi bir alanda hazırlıklar yapılıyor. Puja yani dua için hazırlanan mumlar ve çiçekler tezgahlar üzerinde hazırlanmış. Sahne karşısında basamaklara oturuyoruz. Alan gittikçe kalabalıklaşıyor. Renkli giysileri ile genç hindu rahipler tütsülü, ışıklı bir gösteriye başlıyorlar. Yumuşak hareketlerle şarkılı, dualı, huzur verici bir gösteri bir saat kadar sürüyor.

Bu tören yılın 365 günü yapılıyormuş. Gösteriyi teknede Ganj Nehri’nde izleyenler de vardı, ancak kıyıda bu gösteri için hazırlanmış platformda izlemek daha iyi görünüyor. Varanasi da akşam canlı bir eğlence olmayacağına göre burada yapılabilecek en iyi eğlence bu gösteriyi izlemek olmalı. Gösteri sonrası tekrar puja için hazırlanmış mumlardan alıp Ganj Nehri’nde akışa bırakıyoruz dileklerimizi.

Ertesi sabah saat 6’da bu kez Ganj’da güneşi karşılamak için teknelere bindik. Akşamki törene benzer şekilde Ganj boyunca ilerleyip güneşin doğumunu bekledik. Güneşin rengi ve ışığı farklı yansıyordu kutsal Ganj Nehri’ne gün doğumunda. Ancak nehir kıyısındaki görüntüler gün batımınındakinin benzeriydi. Sönmeyen ölü yakan ateş, suda arınanlar, sudan içenler, çamaşır yıkayanlar, dua edenler, dileklerini suya bırakanlar.

Daha sonra rehberimiz tuktuk ayarladı ve Banaras Hindu Universitesi, Shree Vishwanath Mandır (Altın Tapınak), Shri Durga Temple (Maymun Tapınağı) nı gezdirdi.

Gerçekte bu şehirde diğer dolaştığımız yerler pek ilgimizi çekmedi. Gözümüzün önünde sadece Ganj kıyısındaki ritüeller kalmıştı. Bu nedenle özellikle Varanasi için mutlaka görülecek diğer yerleri yazmıyorum. Buna benzer binalar tapınaklar başka şehirlerde de görünebilir. Burada kutsal şehrin Hindu inanışına göre ritüellerini izlemek yaşanacak en farklı deneyim.

Varanasi de tekne turunu kendiniz de ayarlayabilirsiniz. Aarti töreninin yeri de belli zaten. Şehirdeki başka yerleri görmek isterseniz de birkaç saatlik tuktuk kiralamak mümkün. Kısaca mutlaka bizim gibi rehber tutmanız  gerekli değil.

Bize olduğu gibi rehberlik yapmak isteği ile size yaklaşanlar olabilir ya da Ganj kenarında sizi kutsayacağını söyleyip para isteyenler olabilir. Biz Puskar’da kutsama tuzağına düşmüştük. Alnımıza kırmızı boya sürüp, elimiz avucunda dua okuyup bizden 10 dolar istemişti uyanık bir kişi.

Hindu dininin gereği ölü yakma törenlerini hem Varanasi de hem de Nepal’in başkenti Katmandu da izleme şansım oldu. Katmandu’da Ganj Nehri’nin kolu olan Bagmati Nehri kenarında kurulan Patupatnath Tapınağı’nda yapılıyor bu tören.

Patupatnath Tapınağı da hindular için önemli büyük bir tapınak ve ölü yakma törenleri için güzel düzenlenmiş. Tören daha yakından izlenebiliyor. Varanasi ile karşılaştırırsak, Katmandu’da Tapınaktan çıkınca bu törenin etkisi azalıyor şehirde başka şeyler ile ilgilenmeye başlamak kolay oluyor. Varanasi de ise şehrin tamamına ölüm sinmiş gibi, kokusu, ruhu her an yanınızda o şehirde başka bir şey yapmak aklınıza gelmiyor sanki.

Nepal’in başkenti Katmandu’da Patupatnath Tapınağı’ndaki törenleri okumak isterseniz: Katmandu Gezi Rehberi

Son Söz
Kutsal Ganj Nehri kıyısındaki kutsal şehir Varanasi Hindu inanışının hac şehri olarak arınma şehri, ayrıca bu şehirde ölme ve yakılma şansı da bir Hindu için yaşam amacı olmalı. Reenkarnasyon sürecini sonlandıracak, huzura erdirecek şehir. Biz turistler için de dünyanın hiçbir yerinde yaşayamayacağımız doğum, hayat, ölüm, inanç ve yaşamın anlamını sorgulayabileceğimiz bir şehir. Farklı kültürler, inançlar, günlük yaşamdaki sefalet görüntüleri, şehrin ölüm kokusu da sarsacak boyutlarda. İlk kez yurt dışına çıkacaklar için öneremeyeceğim ancak gezginler için farklı duygular yaşatacak bir şehir. Yazıyı tüm duygularımı yansıtacak şekilde yazmaya çalıştım, okuduktan sonra böyle bir deneyim yaşayıp yaşamama kararı size kalmış.

Samos Adası Gezi Rehberi: Turkuaz Ada

Samos (Sisam) Adası, Ege Denizi’nde Kuşadası’nın batısında, Türkiye’ye en yakın Yunan Adası…Yemyeşil adada deniz, güneş tatili yapmak isteyenler için çok sayıda doğal koylar içeren turkuaz renkli deniz ve plajlar, tarih gezisi yapmak isteyenler için ören yerleri ve müzeler, dağcılar için yüzden fazla tırmanma rotası, trekking için yüzlerce  yürüyüş rotası, yeşil sevimli köyler, Yunan mutfağı, özellikle deniz ürünlerini tatmak isteyenler için damak zevkimize uygun yemekler, adada üretilen uzolar, tatlı muscat şarapları gibi çok fazla seçenek bulabileceğiniz bir yer…

Ünlü Matematikçi, Filozof Pisagor’un, Filozof Epicurus’un doğum yeri, Yunan mitolojisine göre Tanrıça Hera’nın doğum yeri de bu ada.

Mayıs ve eylül ayları tüm adayı rahatça dolaşabilmek için en uygun aylar. Temmuz ve Ağustos ayları daha sıcak ve iklimi Çeşme, Kuşadası Bodrum gibi.

Kısa Tarihi
Samos Adası’nda yerleşim M.Ö. 3000 yılına kadar uzanmaktadır. M.Ö. 10.yy’da Yunanistan’dan göç eden İyonyalıların kurduğu 12 şehir devletinden biridir. M.Ö. 6. yy’da, Tiran Pokyrates zamanında en zengin ve başarılı dönemine ulaşmış, ticarette ve denizcilikte bölgenin en güçlü devletleri arasında yer almıştır. Daha sonra Persler, Bergama Krallığı, Roma, Cenevizler, Venedik, Bizans Egemenliğine geçmiş, 1475 yılında Osmanlı hakimiyetine geçen ada Osmanlı’dan en erken bağımsızlığını kazanan ada olmuştur. I. Dünya Savaşı’nda Yunanistan ile birleşmiş, II.Dünya Savaşı’nda bir süre İtalya egemenliğinde kalmıştır.

Ulaşım
Samos’a ulaşım son derece kolay. Kuşadası’ndan her gün Samos’un iki ayrı limanına gidiş dönüş seferleri düzenlenmekte. Seferihisar’dan da üçüncü bir limana her gün olmasa da sık seferler bulunuyor. Samos gezisi planlamasında günübirlik veya gece kalmalı da olsa seçilecek liman önemli. Günübirlik gidilecekse Seferihisar’dan kalkışlı tekne uygun olmayabilir. Seferihisar’dan adanın kuzeyinde yer alan Karlovassi Limanı’na ulaşılıyor. Karlovassi şehrinin tüm gün geçirmeye değecek çok özelliği yok. Aynı gün içinde sadece yakınındaki Potami Plajı ve Potami Şelalesi gezilecek yerler arasında olabilir. Yakında bir köy ve Manastır ziyareti yapılabilir. Üstelik iki saat süren yolculuk ile Kuşadası’na göre daha uzun zaman denizde geçiyor. Gece kalmalı gidilip araba kiralayıp gün boyu gezmek isterseniz de akşam yemek yenecek restoran ve gezilecek yer sayısı da diğer liman alternatiflerine göre daha sınırlı. Tüm Samos’u yazımız ile gezince ne kastettiğim daha açık ortaya çıkacak.

Kuşadası’ndan Samos’a gitmeye karar verdiğimize göre sıra hangi limana gitmeli kararında. Birinci seçenek Vathi’yi, Vathi Adanın en büyük şehri ve başkenti. Konaklayacak otel seçeneği daha çok ve daha uygun fiyatlı olabilir, araba kiralayıp adanın kuzeyindeki güzel plajların yanı sıra güneye de inmek kolay. Vathi’nin bu avantajlarına rağmen biz Pithagoria Limanı’na gitmeyi tercih ettik. Neden derseniz, programımızı hazırlarken yaptığımız okumalarda adanın en sevimli kasabasının Pithagoria olduğunu öğrendik. Oteller Vathi’ye göre biraz daha pahalı ancak gündüz gezilecek yerleri, kafeleri, plajları, gece çok sayıda lokantaları, tavernaları ile bu şehir bize daha cazip göründü. Ayrıca yine araba kiralayarak adanın görülecek tüm yerlerine ulaşabilmek mümkün. Tercih sizin.

Kuşadası’nda Vathi’ye giden tekne sabah 9’da, Pithagoria’ya giden ise saat 9.30’da kalkıyor. Dönüş saati ise saat 18.30.

Güneşli günde sabah rüzgarı hafif hafif saçlarımız arasında dolaşırken deniz üzerinde keyifle yolculuğumuz başladı. Tekne saat 12’ye doğru Pithagoria Limanı’na yanaştı.

Limanda küçücük, plastik bir kabin içinde iki görevli pasaport kontrolü yaptı, uzun süre kuyruk bekledikten sonra limandan çıkış yapabildik.

Tekne fiyatlarına gelince, Kuşadası’na iki Yunan firmasının farklı gün gidiş dönüş fiyatı 45 Euro, Seferihisar’dan sefer yapan Türk firmasının ise yine farklı gün gidiş dönüş 29 Euro.

Konaklama
Otelimizi booking.com’dan özellikle merkezi ve en çok beğenilenler arasında olmasına dikkat ederek seçtik. Üç yıldızlı bir otel seçmek istememize rağmen karşımıza çıkan iki yıldızlı Samaina Oteli beğendik. İki gece için otele 126 Euro ödedik. Sahile 100 metre mesafede, her yere yürüyerek gezebildiğimiz güzel bir oteldi. Banyosunun biraz küçük olması dışında kusuru yoktu. Odamızın üst katta olmasının avantajı ise bağımsız ve güzel manzaralı balkonuydu. Oda seçerken üst katları tercih etmenizi öneririz. Fiyata kahvaltı dahil değildi, 9 Euro karşılığı zengin bir kahvaltı almak mümkün. Biz otel yerine kahvaltılarımızı sahilde yapmayı tercih ettik.

Samos Adası’nı önce video ile gezmek isterseniz…

Samos’ta Gezilecek Yerler

Pithagoria
En güzel şehir, tarihi başkent Pithagoria ile güzel ada Samos gezimize başlayalım mı? Limanda inip lüks yatların, yelkenlilerin, balıkçı teknelerinin demirlediği, çevresinde şık, sevimli kafelerin yer aldığı sahilde yürümeye başladık. Otelimiz sahile yakın ve yürüme mesafesinde olmasına ve check in saatimiz yaklaşmasına rağmen hemen otele gitmek yerine sahilde kafeye oturmaktan kendimizi alamadık. Sıcak bir kahve ve lezzetli bir krep eşliğinde hem karnımızı hem gözümüzü şenlendirdik.

Bu kasabanın en önce görülecek yeri ünlü matematikçi limanın karşı kıyısında yer alan Pisagor Heykeli. Önce Pisagor teoremini hatırlayalım; bir dik üçgende dik kenarların uzunluklarının karelerinin toplamı, hipotenüs uzunluğunun karesine eşittir. Şimdi heykele bakalım, bir matematik teoremi, matematikçisi ile birlikte bu kadar güzel anlatılır. Sanat, yaratıcılık, kültür bu topraklarda böyle bir şey işte.

Kasabanın güzel sahiline açılan en geniş ve popüler caddesi güzel hediyelik eşyaların yer aldığı tek bir cadde. Gece saat 10’a kadar dükkanlar açık. Hem gece, hem gündüz (öğle sıcağı hariç o saatte dükkanlar da kapalı olabiliyor) keyifle dolaşılabilecek bir cadde. Samos’ta hediyelik eşya almak için iyi bir yer.

Bu caddeden denizin ters yönüne doğru ilerlerken, sağa saparak yine görülmesi gereken üç tarihi yere yürüyerek gidebilirsiniz. Yolun başında Arkeoloji Müzesi yer alıyor, arzu edenler ziyaret edebilir biz zaman ayıramadık.

Hedefimiz kasabanın her yerinden görünen tepeye kurulmuş Panagia (Meryem Ana) Spilianis Kutsal Manastırı ve Antik Tiyatroyu görmek idi.

Dört kilometre kadar yürüyerek önce antik tiyatroya ulaştık. Antik tiyatroda günümüzde de tiyatro gösterileri ve festivaller düzenleniyormuş. Tam bu hafta Gençlik Festivali varmış. Akşam dokuzda başlayacak gösteri için bir grup sahnede prova yapıyordu. Kısa süre izleyip ayrıldık ve yakındaki manastıra tırmanmaya başladık.

Tepede yer alan manastırın içi çok büyük olmasa da gösterişli bir çan kulesi, asıl ilginci yer altında bir mağaranın olması idi. Mağara tarih boyunca kutsal sayılmış, ayrıca Manastırda kutsal ve mucizevi kabul edilen Meryem Ana tablosu korunuyor.

Manastırdan tüm şehrin panoramik bir görüntüsü vardı. Yemyeşil dağın etekleri denizin mavisi ile bütünleşiyor. Akşam güneş batışı da bize ayrı bir görsel şölen sundu. Güneşi burada batırmak keyifli olmakla beraber bu saatte Manastıra gitmemiz nedeni ile buraya yakın Eupalinus Tüneli ziyarete kapandığı için tüneli göremedik.

Eupalinus Tüneli, M.Ö.524 yılında düşmanların şehir kuşatma dönemlerinde şehre gizlice su getirmek üzere inşa edilmiş, 1 km uzunluğunda 1,8 km genişliğindeki tünel zamanında 14.000 köle tarafından inşa edilmiş bir mühendislik harikası. Tünel geç Roma döneminin sonlarına kadar 1000 yıldan fazla şehre su getirmek amacı ile kullanılmıştır.

*İnternetten alınmıştır

Pithagoria yakınında diğer görülmesi gereken önemli eser Yunan mitolojisinde ünlü Zeus’un karısı ve orada doğduğu düşünülen Hera’ya atfen yapılan Samos Hera Tapınağı. Anadolu’da yapılan Hera Tapınakları arasında Efes Artemis Tapınağı’ndan sonra ikinci sırada olan bu tapınağı da ziyaret etmek gerekir. Biz tünelin yanı sıra Hera Tapınağı’nı da göremedik. Pythagorio’ya 5-6 km uzaklıktaki tapınakta halen sadece bir sütun olmasına rağmen zamanı olanların bu kutsal alana uğramaları önerilir.

Lygourgo Logotheti Kulesi ve Kilisesi
Lygourgo Logotheti Kulesi ve Metamorfoz Kilisesi liman çıkışına yakın ve şehrin her yerinden görünen bir konumda. Sahilden kule yönüne yürümeye başladık. Önce kahvaltı ve öğle yemeği de yiyebileceğiniz, önünde plaj bulunan Tarsanas Tavernası’nı gördük. İlk gün bir kafede akşam için taverna önerilerini sorduğumuzda buranın adını vermişlerdi. Ancak akşam taverna ararken burayı unutup, sokak arasında bir tavernaya yemeğimiz yemiştik. Bir gecemiz daha olsa idi deniz kenarında bu tavernayı denemek isteyebilirdik. Kahvaltı saatinde de dolu olmakla beraber plaj çok çekici görünmüyordu, dar bir alanda ve çok çakıllıydı. Biz  kale yoluna devam ettik.

Denizden içeriye doğru yürürken geçtiğimiz sokak tam anlamı ile çok renkliydi.

Lygourgo Logotheti Kalesi 1824 yılında Osmanlı’ya karşı savunma, kuleler de gözetleme amacı ile yapılmış. Kale surları hasar görmüş ancak kule sağlam görünüyor.

Kulenin hemen yanında Metamorfoz Kilisesi’nin hem dış görünüşü hem de içi güzel bir mimariye sahip. Her yıl 6 Ağustosta halk şehrin Osmanlı’dan kurtuluşu için İsa’nın bağımsızlık savaşında onlara yardım ettiğini düşünerek kilisede ayin düzenliyormuş.

Biz kule ve kiliseyi gezdikten sonra hemen deniz kenarındaki patika yoldan ünlü Pithagoria Plajı’na ulaştık. Yine kasabanın içinde limandan uzak ancak yürüme mesafesinde uzun sahili olan kum ve tertemiz plajda deniz keyfi yapmak mümkün. Biz Çeşme’den gitmemize ve deniz keyfi yapacağımızı düşünmememize rağmen bu adada denize girmeden de duramadık. Plajın başlangıç kısmında sezlonglar yer almıyor. Havlu serip güneşlenmek ve yüzmek mümkün.

Pithagoria
Pithagoria Plajı uzun bir sahil, sahil boyunca ilerleyince sezlonglar ve oturup bir şeyler yenip içilebilecek kafeler bulunuyor. Biz sezlonglara yerleşmeden önce frappe, sonra patates bira derken masada epey oyalanmışız. O arada kafede çalışan yaşlı amca ile sohbete daldık. Türk olduğumuzu duyunca kırık ingilizcesi ile sohbet etmek istedi. Sohbet sonunda sezlong istediğimizi söyledik, önce baktı kalmamış dedi. Ancak birazdan ben size ayarlayacağım, merak etmeyin komşu diyerek gözlemeye başladı sezlongları. Kısa sürede yerimiz hazırlanmıştı, Türk-Yunan halklarının dostluğu.

Samos Adası’nı yeterince gezebilmek diğer Yunan Adaları’nda olduğu gibi taşıt kiralayıp tüm adayı dolaşmayı planlamıştık. Samos’ta en karlı iş alanı galiba araba kiralamak. Pithagoria’nın en ünlü caddesinde çok sayıda dükkanda araba, motorsiklet kiralanıyor. Fiyatlar sezona ve araba modeline göre değişiyor. İnternetten de araba kiralamak mümkün. Biz ilk gün hemen araba kullanmayacağımız için ertesi gün pazarlık yaparak kiralayabileceğimizi düşünmüştük. Gittiğimiz hafta çok az Türk turist olmasına rağmen Pithagoria’ya çok sayıda turist geldiği için birçok yere sorduktan sonra bir yerden son kalan küçük arabayı kiralama şansını yakaladık. Günlük araba kirası 40 Euro ödedik, 20 Euroluk benzin ile de epeyce uzun yol yaptık.

İlk günümüzü güzel Pithagoria’da gezdik, kalan bazı yerleri de son güne bıraktık, ikinci gün   arabaya atlayıp tüm adayı dolaşma zamanı geldi.

Roramızı harita ile takip etmek istersek,

Sabah 9’da arabamızı kiralayıp kahvaltı bile yapmadan yola çıktık. Amacımız ilk durağımız ünlü Psili Ammos Plajı’nda kahvaltımızı yapmaktı. Önce Pithagoria’nın doğusunda 8 km uzaklıktaki plaj için yola çıktık. Dağ yollarında biraz tırmandıktan sonra Psili Ammos Plajı’na indik. Bu kumlu plaj masmavi denizi ile oldukça popüler olduğundan kalabalık oluyormuş. Biz  hafta içinde sabah saatinde orada olmamıza rağmen yine de kalabalıktı. Bu plaj Kuşadası Dilek Yarımadası’na en yakın plaj, Türkiye ana karası ile aradaki mesafe 1 milden az. Asıl ilginci bu kıyıdaki Yunan bayrağının karşısında yer alan Türk bayrağı da çok net görünüyordu. Aşağıdaki fotoğrafta Dilek Yarımadası’nın ne kadar yakın olduğu görünüyor.

Plajda Avatonia Restoran’da Kuşadası’na karşıdan bakarak kahvaltımızı yaptık. Omlet, peynir, ayrıca istediğimiz zeytin ile yaptığımız kahvaltıya 21 Euro ödedik. Kahvaltı sonrası plaj çok çekici görünse de denize girme bölümünü kuzey kıyılarındaki ünlü plajlara bırakarak yolumuza devam ettik.

Psili Ammos Plajı’ndan sonra arabamızın yönünü kuzeye Vathi, diğer adı ile Samos şehrine çevirdik. Vathi adanın başkenti, en gelişmiş ve en büyük şehri. Şehre yaklaşırken tepeden, yoldan tüm şehrin görüntüsünü fotoğraflamadan olmaz tabii.

Araba kiralama şirketinin sahibi uyarmıştı Vathi’de mutlaka arabayı park yerine park edin ceza yiyebilirsiniz diye. Sahile inmeden ücretsiz bir park yerine arabayı bırakıp, sahile yürüdük. Vathi bizim için kısa süreli gezilecek bir şehirdi. Vathi’nın Ana Meydanı’nda Aslan heykeli çevresinde kafeler ve restoranlar yer alıyordu.

Deniz tarafında Sofoulis’in heykeli yer alıyor. Sofoulis Samos’un Osmanlı’ya karşı bağımsızlık mücadelesini yürüten, 1912 yılında adanın Yunanistan ile birleşmesini sağlayan ve 1924 yılında da Yunanistan Başbakanlığı yapan ünlü politikacıları. Sahilde yürüyüş yolu, sahilin bir ucunda da liman yer alıyor.

Biz Pithagoria’yı çok sevimli bulduğumuz için Vathi bizim için çok zaman ayrılacak bir yer olmadı. Tabii ki bu şehirde kalmayı tercih etsek şehirde yapılacak şeyleri daha dikkatli arardık. Sahilden geri dönerken bir kilise dikkatimizi çekti. Aslında Vathi’de görülecek yerler arasında Arkeoloji Müzesi, Şarap Müzesi, Belediye Binası, Belediye Sanat Galerisi ve Parkı bulunuyor. Vathi’de daha çok zamanı olanlar görebilirler.

Bizim için sırada kuzey kıyının popüler plajlarından Kokari bulunuyordu. Kokari küçük bir tatil beldesi, kıyıda hem denize girebileceğimiz, hem de kafelerde oturabileceğimizi düşünmüştük. Ancak bu popüler beldede ana caddenin iki tarafına evler ve dükkanlar yerleştirilmiş, sahil uzun olmakla beraber hem taşlık hem de daha dar bir alana sıkıştırılmıştı. Çok sayıda lokanta, kafe sahilde yer alıyor, denizde rüzgar sörfü yapanlar bulunuyordu. Kıyıda rüzgarın fazla olması nedeni ile biz bir süre sahilde dolaşıp ayrıldık.

Kokari’den çıkıp deniz kıyısı boyunca ilerlerken görmek istediğimiz Lemonaki Plajı’nı yukarıdan gördük. İstenirse yolun üst tarafına park edilip aşağıya doğru yürünebiliyor ancak iki karşılıklı yer alan restoranın kendi önünde park yeri olduğunu anladık ve Andreas’ Place Restoranı’nı seçip sahile kadar araba ile indik.

Kıyıda güzel bir restoran ve güzel bir plaj yer alıyordu. Restoranda yerel Samos şarabı eşliğinde güzel bir yemek yedikten sonra plaja geçtik. Plajın restorandan bağımsız olduğunu ve bir şemsiye ve iki kişilik sezlong için 6 Euro olduğunu söyledi restoran çalışanları, ancak bizden görevli para istemeye gelmedi. Biz de iki saat kadar masmavi ve temiz denizinde yüzüp, güneşlendik.

Lemonaki’den daha üç dört km gitmeden diğer merak ettiğimiz plaj Tsamadou levhasını gördük yol kenarında. Hemen arabayı yol kenarına bırakıp aşağı doğru inen patika yola girdik. Yolun başındaki ilk levha dikkat çekici idi. Plajın sağ tarafının çıplaklara ait olduğu yazıyordu. Tsamadou Samos’un en popüler plajlarından ve resmi olarak bir bölümü çıplaklar için ayrılmış.

Patikanın sonunda oldukça geniş bir plaj bekliyordu. Gerçekten sağ taraftaki sezlonglarda çıplaklar güneşlenip, onun önünden denize girerken sol tarafta daha geniş bir alanda mayoları ile yüzenler yer alıyordu.

Aslında bu geniş plaja birçok patikadan inilebiliyormuş, biz tesadüf ilk patikadan indiğimiz için çıplaklar bölümünü de görmüş olduk. Sonraki patikalardan insek bu tarafı fark etmeyebilirdik. Plajın diğer tarafında kafeler, restoranlar yer alıyor. Bu plajda da yüzmeden olmaz diyerek mayolarımız üzerimizde olduğundan plajın sol tarafında yüzdük.

Kuzey kıyıdan biraz güneye saparak Manolates köyüne ulaştık. Yemyeşil ağaçların arasında dağa doğru tırmandık, köye ulaştığımızda karşıda Türk sahili altta sarp dik ve yeşil vadi hoş bir manzara ile köye giriş yaptık.

Bu köy seramik işçiliği ile ünlü, güzel hediyelik eşyalar, dükkanlar, dar ve sevimli köy sokaklarında dolaştık.

Köyde uzun yemek molası vermekte mümkün ancak biz kısa bir kahve molasını tercih ettik.

Yine köyden aşağıya inerek Karlovassi yoluna saptık. Seferihisar’dan feribot seferleri düzenlenen Karlovassi yine büyük bir şehir ancak çok sevimli bir şehir görünmedi gözümüze.

Şehrin içinden geçip yakındaki Potami Plajı’na gitmek istedik artık akşam güneşi batma saati yaklaşmıştı. Yol üstünde gördüğümüz kilisenin bahçesine daldık.

İyi ki girmişiz. O saatte plajda zaman geçirmek şart değildi ancak plajın yukarıdan manzarası özellikle günün o saatinde çok güzeldi. Zaten plaj da nerede ise boşalmıştı.

Biraz daha zamanımız olsa Potami Şelalesi’ni görecektik, ancak zaman kalmadı. Artık dönüş yoluna geçebilirdik. Çünkü son akşam yemeğimizi güzel kasabamız Pithagoria’da deniz kenarında kumların üzerinde yer alan Fagos’un yerinde yemeği kafamıza koymuştuk.

Dönüşü geldiğimiz yoldan değil direk güneye rotamızı kırıp adanın içlerinde yer alan köylerden geçerek yaptık. Yine dar ve zaman zaman virajlı olsa da harika yemyeşil bir yol ve sevimli köyler arasından geçerek Pithagoria’ya ulaştık.

Samos’ta Yeme İçme

Yeme içme deyince tüm Yunan adalarında olduğu gibi taze deniz ürünleri ve uzo ilk akla gelen tabii ki. Ayrıca güzel restoranlar ve tavernalar. Biz üç günlük gezimizde iki akşam yemegimizi de Pithagoria’da yedik. İlk gün sahile dik açılan bir sokakta müziği duyup girdiğimiz Symposium isimli taverna oldu. Yemekte Samos Adası’nın değil Midilli Adası’nın ve uzolar arasında en meşhur olan Barbayanni denedik. Yediklerimiz ve içtiklerimizin yanı sıra Tavernada en güzel anımız gecenin sonuna doğru yaşandı. Tüm gece Yunan müziği çalmıştı, org çalan müzisyen bir ara bize döndü, herhalde özel bir parça ister misiniz diye sormak istedi, biz Türküz dedik. Bunun üzerine güldü ve hemen La Mustafa parçasını çalmaya başladı. Bu da bize özel bir jest oldu. O gece tavernada bizden başka Türk olmasa da Türk müşterileri alışkın oldukları ve böyle jestler yaptıklarını görmek hoş oldu.

İkinci gece yemeğimizi otel sahibinin önerisi ile sahilde kumların üzerine masa atmış olan Faros lokantasında yedik. Karışık kızartma tabağı ve yanında bu kez Samos uzosu ile.

Samos Adası’na gelip yerel Muskat şaraplarını denememek olmazdı tabii. İki akşamı uzo tatmakla geçirince şarap tadımını Lemonaki Plajı’nda öğlen yemeğinde Andreas Place isimli plaj restoranında yaptık.

Sabah kahvaltılarına gelince ilk ulaştığımız gün sahilde sebzeli krep ve kahve yeterli geldi. İkinci gün Psili Amoli Plajı’nda omletli ve yanına özel olarak istediğimiz zeytin ile kahvaltı yaptık. Yunanistan’da zeytin üretimi bol olmasına rağmen kahvaltı menüsünde zeytin sofraya gelmiyor. Son gün kahvaltımızı ise yine Pithagoria da sahilde Dolphin kafede menüden seçtik.

Klasik kahvaltı menüsünün yanında tost çeşitleri de kahvaltı seçenekleri arasında. Klasik kahvaltı fiyatı 8-9 Euro civarında.

Daha önceki yıllarda Yunan Adaları’nda kahvaltı ve içkili akşam yemeği bizler için Çeşme’de Bodrum’da ödediğimiz fiyatlara göre daha ucuz geliyordu. Ancak 2018 yazında artan döviz kurları nedeni ile artık o ucuzluğunu yitirmiş görünüyor. Onların Euro cinsinden fiyatları değişmemiş ancak Türk Lirasının alım gücünün düşmesi yememizi içmemizi de çok etkiliyor.

Ne Satın Alalım
Pithagoria’da sahile açılan ünlü caddesinde çok sayıda dükkanda güzel hediyelik eşyalar bulunabilir. Samos’tan alınması gereken en özgün hediyelik eşya olarak Pisagor’un adalet kabını söyleyebilirim. M.Ö şarap için tasarlanan kapta çizgiye kadar şarap konuyor. Eğer şarap çizgiyi geçerse kaptaki tüm şarap kabın altındaki delikten akıyor. Ne kadar güzel bir anlayış, eşit dağıtılanla yetinmez, aç gözlülük yaparsanız bardağınızdaki tüm şaraptan oluyorsunuz.

Son Söz
Samos Adası ulaşımı kolay, gezilecek görülecek çok yeri olan bir ada. Hem yeşil doğası, hem turkuaz mavisi denizi ile çekici bir yer. Tarihi mirası zengin. Her mevsim gidilebilir, deniz tatili tercihi olanların yazın değişik koylarda yüzme keyfi de yapabilecekleri yer. Yemekleri damak zevkimize uygun. Kısaca gidip, görülesi, gezilesi bir ada. Doya doya gezmek için en az üç gün ve daha fazlası uygun olur. Bence daha fazla söze gerek yok.