ANA SAYFA Blog Sayfa 9

Los Angeles Gezi Rehberi: “La La Land” mi, Yoksa “Bir Zamanlar Hollywood” mu Desem?

los angeles

Usta yönetmen Damien Cazelle’in 2016 yılında Oscar ödüllerini silip süpüren ‘La la land’ filmini hatırlarsınız. Türkçeye Aşıklar Şehri olarak çevrilen film baştan sona bir kadın ile erkeğin üzerinden bu enteresan şehri anlatır. En baştaki muhteşem çekilmiş uzun trafik sıkışıklığı sahnesi ve sonrasındaki müzikal tadındaki trafikte kalmış insanların kalabalık dans sahnesi gerçekten etkileyicidir, hatta sinefiller tarafından tüm zamanların en güzel ve özel film açılış sahnelerinden biri olarak nitelendirilir. Benim de çok beğendiğim bu film açılış sahnesi, aslında şehrin insanlara verdiği duyguyu da birebir yansıtıyor.

Ferah, geniş alanlara yayılmış coğrafyasına bakınca insanın bu şehirde oynayası, hatta uçası geliyor, ama altışar şeritli otoyolların bile neredeyse her saat tıkalı olduğunu görünce bu duygu hemen bitiyor, şehir insanın üstüne gelmeye başlıyor, sonra trafik bir ara açılınca tekrar “ya şehir güzel de trafik bir alem” diye oynama ferahlığı insana geliyor, hele benim gibi bir İstanbul aşığı söz konusu olunca… Bu duygu ile yıllardır baş etmeye çalışan koca Kobe Bryant bile yıllar önce pes edip kendi ulaşımını helikopter ile sağlamaya çalışınca bu hayata elim bir kaza ile veda etti (ne yazık ki o gün benim şehirde ziyaretçi olduğum zamana denk geldi). Okuyucuya garip gelecek bu ulaşım tercihi şehir halkı için gayet normal, çünkü çöp tenekesinin üstünde dolaşan sinekler gibi, şehrin tepesinde gece gündüz onlarca helikopter dolaşabiliyor. 50 km kare gibi bir alanda büyüklü küçüklü uçaklar için yaratılmış yedi havaalanı olan bir şehirden bahsediyoruz, normal yani. Bir de sadece helikopter trafiğini kontrol eden küçük merkezleri sayarsak işin içinden çıkamayız.

Trafik sıkışıklığı bu kadar belirgin olan bir şehrin dar bir coğrafyada kurulu olduğunu sanabilirsiniz, öyle değil. Tam aksine dümdüz bir ovada kurulu bu şehrin çok geniş bir alana yayıldığını söyleyebiliriz. Bu soruna yol açan temel neden toplu taşımın bir metropol şehrin ihtiyaçları seviyesinde olmaması. Bu belediyenin tercihi mi, yoksa halk mı talep etmiyor, bilemiyorum ama ortalama Avrupa şehirlerine aşina bir turist için bile berbat denecek seviyede bir toplu taşım sistemi ile insanın üstüne üstüne gelen sayıda lüks araba bolluğu olunca trafik sıkışıklıkları normal hale geliyor.

Los Angeles şehir merkezi Pasifik Okyanusu’nun on kilometre kadar içerisinde kurulu ve küçük bir alanı işgal etmekte. ABD gibi, devasa, yarı kıta/yarı devlet bir ülkenin ikinci büyük şehrinin merkezinin bu kadar küçük olması bir çelişki, ama realite bu… Akşamları iş saatleri bitince, gündüzleri zaten kısıtlı olan canlılığı iyice kayboluyor. Ancak etrafı çok hareketli yerleşim alanları ile kurulu olunca canlılık şehir dışına kayıyor. Venice ve Santa Monica sahil yerleşim alanları bunların başında geliyor. Los Angeles her mevsim güzel havaya sahip bir şehir olduğu için bu bölgeler kış akşamları da dışarıda oturmalı lokanta ve kafeler ile dolup taşıyor. Bundan başka East ve West Hollywood, Melrose, Orange County, Anneheim ve Long Beach gibi biraz daha daha uzak, ama halkın hem yaşadığı, hem de gece/gündüz eğlencesi için geldiği zarif ve canlı bölgeler. Buralarda çok farklı alternatifler ile lezzet ve gusto olarak tatmin olmak çok kolay.

Şehrin Merkezinde Gezilecek Yerler

Şehrin merkezinde yer alan Grand Caddesi sanat damarı niteliğinde. Karşılıklı kurulu iki ana müze olan The Broad ile MOCA (Museum of Contemporary Arts) çok büyük olmayan ama modern Amerikan sanatçılarının en seçkin eserlerinin yer aldığı sanat merkezleri. Bu iki müze için yarım gün yeterli olur. The Broad Müseum yanında ise meşhur Los Angeles Filarmoni Orkestrası’nın (La Phil) konserlerini verdiği Walt Disney Konser Salonu yer almakta. Ünlü şef Gustavo Dudamel’in yönetiminde yoğun bir konser programı olan LA Phil şehirlilere ve ziyaretçilere müzik ziyafetleri çekmekte. Ayrıca, bina farklı sanat etkinliklerinin yapıldığı bir merkez durumunda.

Sanat etkinliklerinizi tamamladıktan sonra biraz yürüme ile şehrin muhteşem bir cazibe merkezine ulaşacaksınız. İkinci el kitap ve plakların satıldığı The Last Bookstore (453 S. Spring Street) meraklıları için tam bir cennet ve bir tam günü burada geçirip çok ucuza kütüphanenizi ve müzik arşivinizi dolduracak alışverişi yapabilirsiniz. Bense girdim ve bir tam gün geçirdim, ortalama 6 USD ödeyerek dünyanın kitabını aldım.

Los Angeles bir çok insanın aklında Lakers basketbol takımı ile yer etmiştir. NBA tarih boyunca bir  çok başarısı olan, popüler oyuncuların yer aldığı, sanat ve siyaset çevrelerinden bir çok önemli figürün taraftarı olduğu bu takımın yanı sıra şehrin ikinci NBA takımı olan Los Angeles Clippers da taraftar sayısı ihmal edilmeyecek bir takımdır. Bu iki takımın maçlarını oynadığı Staples Center şehrin tam merkezinde yer alır. Sadece spor karşılaşmalarına değil, neredeyse yılın her günü sanat gösterileri ve konserlere de ev sahipliği yapan bu salon, kapladığı alan açısından İstanbul’daki Sinan Erdem Spor Salonu’ndan daha küçük olmasına rağmen dik tribünlere sahip olması nedeniyle daha çok seyirci kapasitelidir ve şehrin ana buluşma merkezlerinden biridir.

Şehri evsiz insanlar cenneti olarak nitelendirmek yanlış olmaz. Havasının yılın her dönemi güzel olması ve kendilerine çok tolerans gösterilmesi nedenleriyle Amerika’da en çok evsizin olduğu şehrin Los Angeles olması tesadüf değildir. Evsizlere tolerans o kadar fazladır ki, büyük şehirlerde görülmesi zor bir uygulama Los Angeles’ta yıllardır uygulanır, şöyle ki: ABD’de Katma Değer Vergisi yerine eyalet veya şehir/kasaba bazında satış vergisi uygulanır, yani bir ürün veya hizmeti satın alan tüketici fiyat üzerinden belirlenmiş bir yüzde ile ödeme yaparak satın alır. Ayrıca ruhsat,izin vb. gibi zorunluluklar için işletmeci Şehir yönetimine bir vergi ödemelidir. Los Angeles merkez ve etrafındaki kafe ve restoranlar eğer öğleden sonra dörtte dükkanlarını kapatıp etrafındaki boş alanları evsizlere tahsis ederlerse bu iki vergiden muaf kalıyorlar. Yani sayıları çok olan evsizler, bu şekilde şehir yönetimi tarafından sübvanse ediliyor. Bu ekstra uygulamaya rağmen şehrin merkezinde geceleri, el ayak çekilince bütün sokaklar evsiz çadırları ile doluyor, parkları söylemeye gerek bile yok; Şehrin iki ana parkı olan Matthew Park ile Echo Park çoktan evsizler parkına dönüşmüş.

Şehrin en karakteristik bölgeleri arasında Los Angeles’ın kuzey bölgeleri tepelik alanlar gelmektedir, bu bölgeler bu tepelerin yamaçlarında yer alır. LA LA LAND gibi birçok filme dekor olan Griffith Observatory bunların başında gelir.

Rasathane olarak uzun yıllar boyu hizmet vermiş olan bu güzel yapı içinde müzesi, ama daha önemlisi, önünde uzanan müthiş bir şehir ve doğa manzarası ile gezginleri büyülemekte.

Özellikle gün batımlarında bir yanda okyanusun enginliği, önünüzde şehrin tamamını içeren manzara, havada inen kalkan uçaklar ile görüntü aklınıza kazınacak ve canınız bir keyif içkisi isteyecek. Ama bu mümkün değil, çünkü ABD federal yasal düzenlemeleri uyarınca, özel olarak belirtilmedikçe, kamusal alanlarla alkollü içki(bira dahil) yasak ve cezası da ağırdır. Buna rağmen, ortam sizi alıp götürecek ve başınızı döndürecek güzellikte olduğu için dert etmeyeceksiniz. Los Angeles’ın alamet-i farikalarından biri olan beyaz renkli “HOLLYWOOD” yazısı da Griffith ile aynı tepe üzerinde konumlandığı için, yazıyı en yakından görebileceğiniz yerlerden biri burasıdır.  

Bundan sonraki duraklar ise sırası ile, Griffith’den indiğinizde yakın sayılabilecek mesafelerde olan Chinese Theatre (on sene öncesine kadar Oscar törenleri burada yapılıyordu), şimdilerde törenlerin yapıldığı Dolby Theatre, West Hollywood bölgesi, Melrose bölgesi ve dünyanın en pahalı ve zarif caddelerinden biri olan Rodeo Drive olacaktır. Her iki tiyatroya gidip gitmeme kararını film ve tiyatro meraklılarına bırakıyorum, ki vaktiniz varsa kesinlikle değer.  West Hollywood ile Melrose birbirine bağlı iki bölge olup hem gündüzleri, hem de geceleri yeme, içme ve alışveriş bakımından her yaş ve zevke sahip şehrin sakinlerini ve ziyaretçileri kendine çekmektedir. Ben özellikle, Melrose Avenue ve etrafındaki bağlı sokaklardaki zarif ev ve işyerlerini çok beğendim. Yürüyerek gezmenizi öneririm.

Rodeo Drive ise başlı başına bir dünya, kısa sayılabilecek bir cadde (aslında uzun, ama karakteristik olan kısmı Santa Monica Bulvarı ile Wilshire Bulvarı arasındaki kısım)  ama orada yer alan mağazaların görkemi ve vitrin düzenlerini kolay kolay başka bir yerde göremeyebilirsiniz. Alışveriş yapıp yapmamak size kalmış tabii, ama çok beğeneceğinizi umduğum harika bir sanat galerisini gezmenizi önereceğim. Adı Galerie Michael, alıştığınız galerilerden çok farklı, düzenlemesi bir konak gibi ama çok zengin içeriği olan bir galeri, öyle ki Picasso, Chagall, Renoir gibi büyük sanatçıların orijinal eserleri dolu, aynı zamanda çağdaş Amerikan sanatçılarına da bolca yer veriyor.

Los Angeles’ı anlatırken birçok kişi Anneheim’daki Disneyland ve Burbank’taki Universal Studios tavsiyesinde bulunur, buna itirazım yok. Belki uzun yıllar önce bu ritüeli tamamladığım için son gidişimde ziyaret etmek aklıma bile gelmedi. Size, her ikisi için de en az birer gün ayıracağınızı, etkinliklere dahil olmak için uzun süreler bekleyebileceğinizi ve ciddi paralar harcayacağınızı bilerek bunlara karar verin derim. Ben bunların yerine size çok özel bir yer olan ve Akdeniz tutkunlarının özlemini giderecek yer olan Catalina Adası’na gitmenizi önereceğim. Long Beach’den sıklıkla kalkan teknelerle bir saatte varabileceğiniz bu doğa harikası küçük adaya vurulacağınızı biliyorum.

Şehir Merkezinden Uzaklaşınca…

Los Angeles şehir merkezinin güzelliği ile değil, etrafı ile ünlü bir şehir. Berbat olduğunu yukarıda verdiğim toplu taşım sistemine güvenmeden, yakın sayılacak mesafelerde gerçekten çok güzel ve sevimli bölgeler mevcut. Senenin her mevsiminde ılıman iklimi ve Pasifik Okyanusu kıyısında olmanın etkisi ile yaşayanlara ve ziyaretçilere pozitif duygular veren bir kent. Okyanus kıyısında, insana ferahlık veren geniş ve uzun sahiller var. En kuzeyden başlarsak Malibu Beach ve devamında Malibu Pier (burada bir yemek, içki veya kahve önerilir, nefis bir ortam, hele gün batımında), sonra sırayla Santa Monica ve yanı başında Venice Beach, Redondo Beach, hemen altında golf sahaları, ardından muhteşem yat limanıyla Long Beach ve devamı gibi gözüken Huntington Beach ve Newport Beach. Bu bahsettiğim sahil mekanlarını hakkıyla gezmek için tam bir yaz günü ve araba gerekir. Çünkü kısa bir kış gününde hakkıyla buraları gezemezsiniz ve toplu taşım buralarda bir turist için araba olmadan, kabus olur. Ama ne yapıp edip bu sahil şeridini gezmenizi öneririm, çünkü bunu yapmazsanız Los Angeles dünyasını hissetmeniz, bence, hayal olur.

Bu arada bir yol üstü lezzet durağı önerisi: Venice Beach’de sahilden biraz içeride Gjusta, isteğinize göre oluşturulan muhteşem sandviçler ve şarküteri, şarap, bira ve ekmek koleksiyonu ile fiyat/lezzet dengesini muhteşem tutturan bir mekan, deneyin, çok seversiniz (320 Sunset Avenue). Yemek sonrası biraz yürüyelim derseniz Abbot Kinney Bulvarı’nı bir boy yürüyün derim. Çok ilginç mağazalar, sakin ama zarif bir ortam sizi mutlu edecek. Özellikle başka yerlerde göremeyeceğiniz yerel markalar sizi şaşırtacak. (Salt&Straw’daki dondurma çeşitleri ise başlı başına bir güzellik, kesin deneyin. Adres, 1357 Abbot Kinney Boulevard).

Şehirden biraz daha uzaklaşayım derseniz, güneyde Palm Springs’i, kuzeyde ise Santa Barbara’yı öneririm. Santa Barbara güzel bir sahil kasabası, Palm Springs ise çölün ortasında bir zerafet beldesi. Biz Türkler için çok daha özel ve orijinal diye nitelendiriyorum, çünkü çölün ortasında bizi mutlu eden bir kasaba ülkemizde ve Avrupa’da mevcut değil.. Her ikisi de iki buçuk saat kadar bir yolculuk gerektiriyor. Tabii, San Diego da aynı mesafede gidilebilecek çok güzel bir şehir ama şehir olarak gidilince orayla ilgili bir başka yazı gerekeceği için burada bahsetmiyorum.

Yeme İçme Deyince…

Bütün günü şehrin merkezinde geçirdiniz, yoruldunuz ve acıktınız. “Evde olsam da ayaklarımı uzatıp bir film seyredip dinleneyim” diye içinden geçirirseniz Alamo Theather çok yakınınızda (700 W 7th. Street). Makul fiyatlara hem film seyredip hem de nefis yemek ve içkilerinizle ciddi bir keyif yapabiliyorsunuz. Orada yediğim çok lezzetli pizzanın odun ateşinde pişmiş ve taptaze ürünler ile hazırlandığını, özel yapım bira ile sunulduğunu söylersem, sanırım şaşırırsınız.

Şehir merkezinde yemek yediğim diğer yerlere gelirsek, iki yer ödediğim para ve kalite açısından aklımda yer etti. İlki şehrin merkezinde ciddi büyük yer kaplayan Koreatown bölgesindeki Myung in Dumplings. Rahmetli büyük şef ve gurme Antony Burdain’in favori yerlerinden olan bu salaş ve mütevazı mekanda ciddi küçük rakamlara müthiş lezzetler tatmanız garanti. Adres: 3109 W Olympic Blvd B, Los Angeles, CA 90006. Eğer Uzak Doğu yemeklerini seven ve hesap kitabı seven bir gezginseniz burada mutlaka bir ziyafet çekmelisiniz. İkinci mekan ise bir Neo-Brezilya lokantası, adı Woodspoon, adres 107 W 9th St, Los Angeles, internet linki http://www.woodspoonla.com/menu-1. Her iki restoran da, ABD ölçülerinde makul rakamlara harika lezzetler tadacağınız yerler.

Madem restoranlardan söze daldık, devam edelim. Malum, Los Angeles Meksika’ya yakın bir şehir ve bu ülkenin etkisini bir çok konuda hissedebilirsiniz. Bu konulardan biri de Meksika mutfağının tipik örneği olan taco. Şehirde bir çok taco yeri var. Ama bir tanesi var ki, tüm şehir insanlarının tartışmasız sık sık gittiği bir marka: adı Guisados. Şehrin merkez ve yakınlarına konumlanmış yedi adet restoranı var. Kalite, lezzet ve hijyen açısından mükemmel, üstelik gayet hesaplı. Alkollü içki yok, ama gelirken kendi içkinizi getirmenize kimse karışmıyor. Biz kendi tekilamızı götürdük ve zevkimize göre ısmarladığımız o güzelim taco dürümlerle, koca şişe nasıl bitti, anlamadık.

Japon çorbası diyebileceğimiz ramen ise Silverlake Ramen’de yenilebilir. Fiyat makul, porsiyon devasa, lezzet olağanüstü. Adres ise 2212 Sunset Bulvarı. Sağlıklı iseniz haz ve keyif, hasta iseniz iyileşmeniz garanti… Hamburgersever iseniz şehirde herkes size In-N-Out Burger’i önerecektir. Şehrin değişik bölgelerinde rastlayabileceğiniz bu lokal zincir restoranda, tadlar bizzat tarafımca test edilmiş ve kocaman bir okey almıştır.

Zarif bir akşam yemeği için ise şehirde geçirdiğim yaklaşık üç haftada beni en çok etkileyen yer The Factory Kitchen oldu      (https://thefactorykitchen.com/). Şehrin sanayi mahallesi diyebileceğimiz bir bölgesinde depodan bozma büyük bir mekanda yer alan bu muhteşem restoran İtalyan mutfağı üzerine ve tüm hamur işi ürünler anında, gözünüzün önündeki devasa mutfakta hazırlanıyor. Her yemek mükemmel ama menünün en ucuzu olan “mandilli di seta”, bir alamet-i farika. Mendil büyüklüğündeki (mandilli = mendil ??? Amma güzel benzerlik!)  pesto soslu bu lezzet güzelliği için bile buraya gitmeye değer. Bulunduğum akşam, istisnasız her masada en az bir tabak bu yeşil renkli sanat eseri yemeği gördüğümde afallamıştım. Adres 1300 Factory Place, no 101.

Veda Vakti Gelince…

“ Çok lokal bir film”…  Quentin Tarantino’nun son filmi “ Bir Zamanlar Hollywood’da” için Ekşi Sözlük’te bir yazı bu ifade ile başlıyor. Çok doğru bir tanımlama. Bu doğal, çünkü kendisi Los Angeles fanatiği bir yönetmendir. Yaşadığı, hatta hayran olarak yaşadığı bu şehir için yaptığı bu filmi izlerseniz yukarıda bahsettiğim tüm mekanları bazen arka, bazen de ana dekor olarak görürsünüz, üstelik Margot Robbie, Leonardo di Caprio ve Brad Pitt (2020 Yardımcı Oyuncu Oscar ödülünü bu film ile kazanmıştır) gibi üç ustanın ve güzel insanın eşliğinde. Filmde Tarantino bir şehrin merkezine gider, oradan okyanus kıyısına uzanır, sonra Hollywood caddelerinde oyuncularına tur attırır, arada şehrin etrafındaki çorak arazilere set kurar, acıkanlara klasik (kuruluşu 1931) Meksika lokantası El Coyote’de (7312 Beverly Blvd) ağzınızın suyunu akıtacak margarita içirir ve yemek yedirir, en sonunda da şehrin kuzeyindeki tepelerde filmin can alıcı sahnelerini bize sunar. Biz de, şehri artık gezen ve aşina olan insanlar olarak Chazelle ve Tarantino ustalara saygılarımızı sunarız.

Yazımın başlığındaki sorunun cevabını bana sorarsanız, politik olarak “ikisi de” derim. Ama “illa ki birini seç” diye sorarsanız…? Tarantino ustaya gülümserim.

 

Skopje: Üsküp Gezi Rehberi: Tarihi mi? Modern mi?

skopje-uskup

Kuzey Makedonya hem Balkan, hem Akdeniz ruhunu yaşatan bir ülke. Makedonya toprakları tarihi boyunca büyük imparatorlukların bir parçası olmuş. Büyük İskender, Roma, Bizans ve Osmanlı bu topraklarda hüküm sürmüş. Zengin tarihinin yanı sıra sayısız dağlar, üç ulusal park, 53 göl, Vardar Nehri, vadiler, mağaraları ve hayranlık uyandıran doğası ile Balkanların özel bir bölgesi.

Kuzey Makedonya’nın başkenti Makedonca adı ile Skopje, Romalılar döneminde Scupi, Osmanlı döneminde Üsküp, bizim de halen Üsküp diye adlandırdığımız şehir. Yazımızda alışkın olduğumuz isimle Üsküp olarak kullanacağız şehir ismini. Üsküp değişik bir şehir, sanki dünyada benzeri bulunmayan bir şehir yaratılmış. Bu değişiklik tarihi doku üzerine yakışmış mı, güzel bir şehir çıkmış mı ortaya? Yoruma açık, gezip, görmek ve tarihini okumak lazım. Kuzey Makedonya Yugoslavya’nın dağılması ile 1991 yılında bağımsız bir cumhuriyet olarak kurulmuş. Genç cumhuriyetin başkenti Üsküp’te bağımsızlığının 20. yılı kutlamaları kapsamında ‘Üsküp 2014 Projesi’ ile şehrin bir bölümü dev boyutlarda ve sayısız heykellerle ve binalarla donatılmış. İşin ilginç yanı yeni yapılan birçok binaya antik, tarihi bir görüntü verilmeye çalışılmış. Ülkenin üçte biri yoksulluk içinde yaşarken, işsizlik oranı % 25 iken milyon eurolar bu heykellere, binalara ayrılmış. Proje kapsamında şehrin gerçek tarihi bölümü, Osmanlı eserlerinin, sokaklarının yaşadığı doğusu, Roma döneminden kalan şehrin en yüksek noktası tarihi kale ise hiç bir restorana uğramamış.

Niçin Üsküp

  • Üsküp klasik bir Avrupa şehrinin ötesinde anlam taşıyor bizler için. Şehir beş yüzyıldan daha uzun süre Osmanlı egemenliği altında yaşamış. Eski şehrin her köşesi bu ruhu yaşatıyor. İstanbul’dan sonra Avrupa’da en büyük tarihi Türk Çarşısı Üsküp’te yer alıyor. Küçük bir Anadolu şehrinde dolaşıyormuş gibi hissederek tarihi çarşı sokaklarında alışveriş yapabilirsiniz. Kahvelerde demleme çayınızı börek eşliğinde içip, Türkçe müzik dinleyip, Türkçe sohbet edebilirsiniz. Nerede Avrupa etkisi diye merak ederseniz, şehir karşıtlıklarla dolu. Şehrin doğusu eski şehir, müslüman, doğu ruhu, şehrin batısı modern, Ortodoks, batı yüzü. Doğu ve batıyı Vardar Nehri ikiye ayırıyor. Üsküp İslam ve Hristiyan kültürünün tam anlamı ile eklektik bir karışımı.
  • Öncelikle Makedonya Türk turistlerin 60 güne kadar vizesiz gezebileceği bir ülke. Bu nedenle Türklerin ilgisini çeken bir ülke. Ayrıca İstanbul’dan sadece 1.5 saatte direk uçulabilen, ya da kara yolu ile kolay ulaşılabilecek bir ülke.
  • Üsküp gezisi bütçenizi diğer Avrupa ülkeleri gibi sarsmayacak boyutta olacaktır. Konaklama uygun fiyatlı, 25-30 euro’ya iki kişilik oda bulunabiliyor. Yeme içme için 3-10 euro arasında lezzetli menüler tadılabiliyor.
  • Eski şehirde damak tadımıza uygun yemekler, özellikle kebap, kuru fasulye, börek, tatlı bulabilirsiniz. Avrupa tarzı yemek ararsanız sadece bir köprü geçip batı mutfağını deneyebilirsiniz.
  • Gece eğlencesini sevenler için de seçenekler bol. Ayrıca yerel şarap ve yerel biralar da uygun fiyatlı.
  • Üsküp şehir merkezinde birçok yeri görmeye bir gün yetebilir. Biz iki gece kalmayı tercih ettik. İlk gün Matka Kanyonu’nu gezip, ikinci gün yürüyerek eski ve yeni şehri dolaştık.

Kısa Tarihi

Makedonya toprakları Büyük İskender’den sonra, Roma İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu hakimiyetinde kaldı. Osmanlı İmparatorluğu İstanbul’un fethinden de önce ilk kez 1371 yılında topraklara adım attı, Üsküp, Manastır (Bitola) ve Selanik’ten 1913 yılında da çekilmek zorunda kaldı. 1912-1913 yıllarında Bükreş Anlaşması ile bölge toprakları üçe ayrıldı. 1944 yılında Makedonya Sosyalist Cumhuriyeti olarak Tito’nun Başkanlığında Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin altı Federe devleti arasında yer aldı. 1991 yılında ise Yugoslavya Federasyonu’nun parçalanması sonunda bağımsız bir cumhuriyet kuruldu. Makedonya adı Büyük İskender’in Hindistan’a kadar uzanan İmparatorluğu’nun adıydı. Yunanistan Büyük İskender’in ve Makedonya İmparatorluğu’nun kendi tarihinin ve bölgenin adı olduğunu savunarak Makedonya’nın bu ismi kullanmasını kabul etmemektedir. Yunanistan 1991 yılından bu yana ülkeyi bu isimle tanımadığı gibi Nato ve AB üyeliklerine de karşı çıktı. Olumlu bir gelişme ise iki ülke arasında yakın zamanda anlaşma sağlanmış ve ülke adı Kuzey Makedonya Cumhuriyeti olarak değiştirilmiştir.

Üsküp 1991 yılında genç ülkenin başkenti ilan edilmiş. 1963 yılında yaşanan büyük yıkıma yol açan deprem sonrası, şehrin büyük kısmı yeniden yapılmış. Asıl 2014 Projesi ile çok farklı bir yeni şehir ortaya çıkmış, ancak Üsküp uzun yıllar Osmanlı egemenliğinde yaşadığından eski şehir bu dokuyu korumuş.

Makedonya’nın % 60’ı Makedon, kalan % 40 Arnavut, Türk ve diğer milletlere ait. Üsküp Türk nüfusunun yoğun olduğu şehirler arasında.

Ulaşım

Üsküp’e THY ve Pegasus Havayolları’nın tarifeli uçuşları bulunmaktadır. Üsküp Skopje Havaalanı’na İstanbul’dan 1,5 saatte ulaşılabiliyor. (Üsküp Büyük İskender Havaalanı ismi Yunanistan ile yapılan anlaşmalar sonrası Üsküp Havaalanı olarak 2018 yılında değiştirildi). Biz İstanbul Belgrad gidiş, Üsküp dönüş olarak uçak biletlerimizi almıştık. Sırbistan’ın başkenti Belgrad’tan Üsküp’e direk otobüs ve tren seferleri bulunmakta. Belgrad Üsküp arası otobüsle 6-7 saat sürmekte. Aynı şekilde gezinizde birden çok Balkan ülkesi planlıyorsanız, başkent Üsküp’e karayolu veya havayolu ile ulaşmak da son derece kolay. Özellikle Kosova’nın başkenti Priştine Üsküp arası otobüs yolculuğu sadece 1 saat 20 dakika sürmektedir. İstanbul’dan Priştine’ye direk uçuş bulunmaktadır. İstanbul’dan Esenler Otogar’ından birden çok firma direk Üsküp’e otobüs kaldırmaktadır. Ancak Bulgaristan’dan geçeceği için transit vize gerekmektedir.

Havaalanı şehir merkezine 25 km uzaklıkta. Taksi ile 15-20 euro tutmakta, ayrıca otobüs ile de merkezi ulaşmak mümkün.

Biz nasıl Üsküp’e ulaştık derseniz, farklı bir rota denedik. Bir haftalık programımızda Makedonya ağırlıklı gezmek istedik ancak önce İstanbul Belgrad uçtuk. Sırbistan’da başkent Belgrad’a 2,5 gün ayırdık. Belgrad’tan Üsküp aktarmalı olarak Makedonya’nın en gözde şehirlerinden Ohrid’e otobüsle geçip, Ohrid’te 2 gece konakladık. Yolculuğumuzu da özellikle gece yapmayı tercih ettik. Dönüşümüz Üsküp’ten olacağı için Üsküp’ü en sona bıraktık. Ohrid Üsküp arası sık kalkan otobüsler ile 3 saat civarında sürüyor. Ancak biz dört kişi olduğumuzdan ayrıca iki şehir arasında başka yerler de görmek istediğimiz için bir taksi kiraladık. Otobüs kişi başı 10 euro iken biz taksiye toplam 90 euro ödedik ancak daha çok yer gördük ve Üsküp’e gelmeden Matka Kanyonu’na uğradık.

Üsküp şehir içi ulaşıma gelince, şehirde metro ile ulaşım yok. Şehir içi ulaşım kırmızı iki katlı otobüslerle yapılıyor, bileti önceden almanız veya otobüste ödemeniz mümkün. Taksi ücretleri de yüksek değil, ancak pazarlık yapmanız önerilir. Aslında Üsküp merkezde her yere yürüyerek gidebilirsiniz. Biz şehir içinde bir kez otel değiştirirken taksi kullandık, bir de dönüşte. Havaalanına gitmek için birkaç taksiye fiyat sorduk, 20 ile 25 euro fiyat verdiler. Sıkı pazarlık ile 16 euroya bir taksi ile anlaştık, aklınızın bir köşesinde dursun.

Konaklama

Üsküp’e iki gece ayırdık. Her fiyatta oteli booking.com’dan bulunabileceğini söylemeye gerek yok. Genellikle tercihimiz merkezi yerde konaklamak olabilir. Üsküp’te merkezi yer bulmak çok kolay, şehir küçük eski şehir veya yeni şehir fark etmez birçok yeri yürüyerek gezmek mümkün. Biz hem eski şehir hem yeni şehirde konakladık. Hiçbir gezimizde şehir içinde otel değiştirdiğimiz olmamıştı. Tarihi bir bölgede kalıp yürüyerek gezmeyi düşündüğümüz için eski şehirde bit pazarı civarında bir otelde iki gecelik yerimizi booking.com dan ayırtmıştık. Açıkça belirtmek gerekirse ilk otelimizde beklediğimiz temizliği ve ferahlığı bulamadık. Otel eski, sıkıcı, üstelik nevresim bile yoktu, eski bir çarşafın üzerine battaniye konmuştu. İlk gecenin sabahı hemen ayrıldık.

İkinci günümüzde şehrin yeni bölgesine geçip, bir gece için Makedonya Meydanı’na yakın bir Aparta geçtik. İkinci yerimiz son derece temiz ve merkezi idi ve oda fiyatı sadece 5 euro fazlaydı. Siz de yanılıp şaşıp aynı otelde yer ayırtmayın diye ismini belirteyim, Otel Santos gecelemeyi düşünecek bir otel değil. Makedonya Meydanı’ndaki apart Calla Bella Residence’ın tek dezavantajı üç odanın aynı banyoyu kullanması idi, ancak üçüncü oda boş idi ve biz bir gece için dört arkadaş aynı banyoyu kullanmaktan rahatsız olmadık. Fotoğrafta iki otelimizin de görüntü farkı Üsküp’ün iki bölgesinin farkını da açıkça yansıtmakta. 

Üsküp Gezilecek Yerler

Bu yazıda önce Üsküp merkezdeki gezilecek yerleri anlatıp daha sonra civarda zamanınız olursa veya bizim gibi taksi veya kiralanmış araba ile uğrayabileceğiniz yerleri de tanıtmak isterim.

Gezimize önce tarihi eski şehirden başlayalım. İki şehri Vardar Nehri üzerindeki tarihi Taş Köprü ayırıyor. Tabi Vardar Nehri üzerinde yeni köprüler de bulunuyor.

Taş Köprü

Taş Köprü. Üsküp’ün merkezinde Vardar Nehri’nin üzerinde yer alan Üsküp’ün sembolü tarihi yapı. Köprünün 15.yy’da Fatih Sultan Mehmet döneminde yapıldığı düşünülmektedir. Aslında ilk olarak 6.yy’da İmparator Justinian zamanında burada bir köprü olduğu ancak 518 yılında depremde yıkıldığı, daha sonra Osmanlı döneminde şimdiki köprünün yapıldığı bazı kaynaklarda belirtilmektedir. Üsküp’ü ziyaret edenler bu köprüden mutlaka geçerler. Köprü sadece fiziki olarak değil birçok anlamda şehri ikiye ayırmaktadır. Doğu ile batıyı, eski ve tarihi bölge ile yeni ve modern bölgeyi, müslüman kesim ile ortodoks hristiyanların yaşadığı bölgeleri ayırmaktadır. Blok taştan yapılan, 13 kemerli, 214 metre uzunluğunda ve 6,33 metre genişliğindeki köprü bugün sadece yaya trafiğine açıktır.

Türk Çarşısı

Taş Köprü’den doğu yakasına yürüyerek Osmanlı’dan kalan miras Türk Çarşısı’na ulaşıyoruz. Bu Çarşı İstanbul’dan sonra Avrupa’da yer alan en büyük Türk Çarşısı. Arnavut kaldırımlı, dar sokakları, cumbalı evleri, dükkanlardaki ürünler, restoranlar, kebap kokuları, demleme çaylar içebileceğiniz kahveler, börek ve tatlıcı dükkanları ile bizim memleketteyiz diyoruz.

Murat Paşa Cami

Türk Çarşısı gezimiz sırasında karşımıza çıkan Murat Paşa Cami 15.yy’da Osmanlı döneminde yapılan, Balkanların en eski camileri arasında sayılmaktadır. Cami adını Yavuz Sultan Süleyman’ın veziri Murat Paşa’dan almıştır. Cami halen ibadete açıktır ve cuma günleri Türkçe vaaz verilmektedir.

Çifte Hamam

Murat Paşa Cami’nin karşısında yer alan Çifte Hamam’da bir yandan restorasyon devam ederken içerisi ziyaretçilere açıktı. Modern sanat galerisi olarak kullanılan tarihi hamamda 50 dinar karşılığı sergilenen eserleri görebildik. Eserden çok değişik tasarımla düzenlenmiş bölümleri demek daha doğru sanki.

Kurşunlu Han

Kurşunlu Han eski şehirde halen ayakta kalan Osmanlı Hanlarından biridir.Han 1550 yılında yapılmış, 1787 yılında hapishaneye çevrilmiş. Biz gece ve gündüz gezebildik. Gece ışıklandırılmıştı, müzik çalıyor ve içeride bir resim sergisinin açılışı yapılıyordu. Gündüz de hareketli idi, tarihi eserin korunmuş ve kullanıma açık olması eserin yaşamasını da sağlamış.

Kapan Han

Tarihi Kapan Han’ın 15.yy’da İsa Bey tarafından yaptırıldığı kaynaklarda belirtilmektedir. İki kattan oluşmakta, üst katın tüccarların konaklamaları, alt katın atlar ve mallar için düzenlendiği düşünülmektedir. Günümüzde 44 odalı hanın üst katı İmam Hatip Lisesi olarak, alt katları cafe ve restoran olarak kullanılmakta. Biz sabah erken saatlerde dolaştığımızdan henüz kafeler ve dükkanlar açılmamıştı, han içinde hareket görünmüyordu.

Mustafa Paşa Cami

Mustafa Paşa Cami, hem konumu hem de mimarisi nedeniyle Mekodonya’daki en güzel camiler arasında sayılmaktadır. Kalenin karşısındaki tepede Üsküp’e hakim bir konumdadır. 15.yy sonunda 2. Beyazıt ve Yavuz Sultan Selim döneminde vezirlik yapan Mustafa Paşa tarafından yaptırılan güzel cami görmeye değer. Caminin yanında Mustafa Paşa’nın türbesi bulunmakta, ancak bizim ziyaretimiz sırasında kapalı idi.

Üsküp Kalesi

Üsküp Kalesi de MS. 6.yy da Roma döneminde yapılmış, depremde yıkılmasına rağmen tekrar yapılmış. 1963 yılındaki depremde hasar görmüş ancak hiç restorasyon geçirmemiş. Kale içinde görülecek fazla bir şey bulunmamakta, ancak şehrin yüksek noktasından Üsküp görüntüsü için zamanınız varsa çıkmaya değer.

Eski şehir bölgesinde en son Üsküp Kalesi’ne tırmandık. Şimdi Taşköprü yönüne dönüp son Osmanlı eseri Hamamı görüp yeni şehre ilerleyelim.

Davut Paşa Hamamı

Doğu yakasında Taş Köprü’nün yanında yer alan Davut Paşa Hamamı, II.Beyazıt zamanında vezirlik yapan Davut Paşa tarafından 15.yy’ın sonunda inşa edilmiş. Kadın ve erkekler için aynı özelliklere sahip iki bölümden oluştuğu için çifte hamam olarak ta adlandırılmaktadır. Hamam olarak kullanıldığı dönemde içinden şifalı su çıkmaktaymış. Hamam 1948 yılında Makedonya Ulusal Galerisi olarak kullanıma açılmış. Bizim bulunduğumuz saatte içerisi kapalı olduğundan gezme şansımız olamadı.

Yeni Şehir

Eski şehrin Taşköprü yakınındaki Osmanlı eseri Davut Paşa Hamamı ile Osmanlı tarihi eserlerini gezme bölümümüzü tamamladık. Sıra yeni şehre geldi ancak yeni şehrin meydanına ulaşmadan Taş Köprü’nün yine doğu tarafında modern yapılar, müzeler ve heykellerle devam edelim.

Eski şehrin sokaklarından çıkıp Taş Köprü’ye doğru yürürken bizi İskender’in babası, Makedonya Kralı II. Philip’in devasa heykeli karşılıyor. Yüzü oğlu İskender’in heykeline dönük sanki doğu yakasından batı yakasındaki oğlunu selamlıyor.

Philip heykelinin nerede ise 10 adım ilerisinde İskender’in annesinin hamileliği ve İskender’in çocukluğunda annesinin kucağındaki sahnelerden oluşan daire şeklinde yerleştirilmiş heykel grubu bulunuyor.

Annelik heykellerinin köprüye doğru solunda, antik Yunan stili görünüşlü olmasına bakmayın ancak 2014 yılında açılışı yapılan Arkeoloji Müzesi Binası dikkat çekici.

Arkeoloji Müzesi

İtalyan stili mermer üç katlı binası ile Arkeoloji Müzesi 6.000 m2 lik alana kurulmuş Makedonya tarihine ilişkin eserler, objeler sergileniyor. Vardar Köprüsü’ne bakan yönündeki Art Bridge üzerine çok sayıda heykel yerleştirilmiş.

Müzede Makedon tarihi açısından önemli arkeolojik eserler, yanı sıra balmumu heykeller, video animasyonları da bulunmaktadır. Müzenin en değerli parçalarından biri olarak orjinali İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bulunan İskender’in Lahdi’nin replikası da sergilenmektedir. Replika da olsa İskender’in memleketinde olmalı lahiti diye düşünülmüş belli ki. Müze saat 10.00-18.00 arası açık, giriş ücreti 300 MKD.

Makedonya Bağımsızlık Mücadelesi Müzesi (Museum of the Macedonian Struggle for Independence)

Annelik heykelinin çaprazında at heykellerinin arkasındaki bina ise Bağımsızlık Müzesi. Bir müze gezmek için zamanımız vardı ve bu müzeyi dikkatli seçmeliydik. Birçok gezimde Arkeoloji müzelerini tercih ederken Üsküp’te karşımıza çıkan Bağımsızlık Müzesi bizi araştırmaya sevk etti. Bu ülkede bu müzenin görülmesi gerektiği kararını verip müzeye girdik. İyi ki bu kararı almışız, düzenlemesi, tarihi bilgilerin sunumu ve rehberlik hizmetinin başarısı ile gerçekten çarpıcı bir müze ile karşılaştık.

Müze 2011 yılında açılmış, Makedon halkının bağımsızlık mücadelesinin tarihsel sürecini anlatıyor. Osmanlı döneminden başlayan süreç, I.ve II. Dünya Savaşları dönemi, Yunan, Bulgar, Slavların müdahaleleri, Yugoslavya Federe Devleti dönemi ve nihayet 1991 yılında bağımsız devlet oluşunu çok başarılı bir müzecilik anlayışı ile sergilemekte. Müzede 16 bölümde 109 balmumu heykelden ve tablolardan oluşan sunumla bu mücadeledeki önemli kahramanlar, olaylar, belgeler sergilenmekte. Makedonya topraklarında yetişen Atatürk’ün balmumu heykeli de yanında Makedonya’lı sevgilisi Elena ile birlikte müzede yerini almış. Müzenin ücretsiz rehberi bizim dört kişilik grubu özel olarak gezdirdi. Böyle bir müze rehberle gezince daha anlamlı oluyor. Müzede Makedonya gezisi öncesi kısa tarih okuması ile çok sınırlı bir bilgiye sahipken müze çıkışı ülkenin tarihi hakkında çok kalıcı bilgiler edinmiş olduk. Müze giriş ücreti 300 MKD, müze saat 10.00 ile 18.00 saatleri arasında açık. Müzenin giriş salonu dışındaki bölümlerde fotoğraf çekmek yasak. Tarihe ilgisi olan olmayan, müze seven sevmeyenler Üsküp’te bir müze gezmeyi düşünenlere bu adı ve sunumu özgün müzeyi görmelerini öneriyorum.

Makedonya Meydanı

Makedonya Meydanı şehrin kalbi. Heykellerin en büyüğü, 22 metre yüksekliğinde Büyük İskender Heykeli bu meydanda the Warrior on a Horse (Atlı Savaşçı) adı diye yer alıyor. Yunanistan ile tarihi tartışmalar nedeni ile heykele açıkça Büyük İskender adını verememişler. İskender’in heykelinin altındaki sütuna 8 bronz asker, küçük havuzun kenarlarına da sekiz bronz aslan yerleştirilmiş, dört aslan ağzından müzik eşliğinde havuza su fışkırtmakta. Heykel 2011 Makedonya Cumhuriyeti’nin bağımsızlığının 20.yılı çalışmaları kapsamında yapılmış. Kafeleri, restoranları, mağazaları ve kalabalığı ile canlı bir meydan. Meydana açılan sokaklar da geniş, ferah.

Yeni şehir bölümünde kafanızı çevirdiğimiz her yönde, her boyutta heykellerle karşılaşıyoruz. Bu heykeller arasında Doğu Roma İmparatoru Justinianus, Bulgar İmparatoru Çar Samuil, şehrin azizleri, kril alfabesinin mimarları, Rahibe Teresa, Osmanlı’ya karşı savaşan gerillaların ellerinde bıçak ve silahlı heykelleri, tiyatro sanatçıları, müzisyenler gibi çok çeşitli karakter bulunuyor.

Yeni şehir bölümünde o kadar çok heykel var ki tüm heykelleri görüp fotoğraflamak ayrı bir mesai gerektiriyor sanki. Çektiğim fotoğraflardan bir grup paylaşsam da gerçek sayıyı tahmin edemiyorum.

Makedonya Meydanı’na açılan Pella Cadde’sine üzerinde Makedonya yazan bir tak kondurulmuş, Paris’teki Arc de Triomphe özentisi ile.

Rahibe Terasa Evi

Makedonya Meydanı’na açılan Macedonia Caddesi’nde Rahibe Teresa Evi bulunmakta. Kendisini tüm dünyada hayır işlerine adayan Hayırsever Misyonerler Cemaati’nin kurucusu Rahibe Teresa, 1979 yılında Nobel Barış Ödülü almış. Üsküp doğumlu olduğu için evi onun adına 2009 yılında açılmış. Evin olduğu yerde Rahibe Teresa’nın vaftiz edildiği Katolik Kilisenin olduğu söyleniyor. Evin alt katı müze olarak düzenlenmiş ve Rahibenin özel eşyaları da sergileniyor. Üst katta ise bir şapel bulunmakta. Evin içi belirli saatlerde rehber eşliğinde geziliyor, bizim gittiğimiz saatten bir saat sonra başlayacak turu bekleyecek zamanımız olmadığı içini gezemedik.

Üsküp Şehir Müzesi (Museum of the City of Scopje)

Üsküp Şehir Müzesi 1948 yılında kurulmuş, 1970 yılında da Eski Tren İstasyonu’na taşınmış. Müzede Üsküp bölgesinin arkeolojik, tarih, etnoloji, sanat tarihi ilişikin eserleri sergilenmektedir. Binanın ön cephesindeki saat 1963 yılında büyük depremde saat 5.17’de durmuş. Depremin hüzünlü de olsa anısına öyle korunmuş saat. İçeride ise depremle ilgili bir bölüm ayrıldığı o bölümün görmeye değer olduğu diğer bölümlerinin biraz ihmal edilmiş olduğu kaynaklarda belirtilmiş. Müze pazartesi günleri dışında saat 7.00-15.00 arası açık. Biz bu müzeye zaman ayıramadık.

Vodna Dağı Milenyum Hacı

  • tripadvisor.com.tr

Vodno Dağı ve üzerinde yer alan Milenyum Hacı Üsküp’ün her noktasından görünüyor. Şehrin en yüksek zirvesine teleferik ile ulaşmak mümkün. Turistler için tüm şehrin manzarasını seyretmek amacının yanı sıra Hıristiyanlığın 2000’inci yılı adına yapılan dev hacı görmek te diğer bir amaç olabilir. 1040 metre yükseklikteki Vodva Dağı’nın zirvesine yerleştirilen hacın kendisi 66 metre yükseklikte. Haçın en yüksek noktasına çıkmak için bir de asansör bulunmakta. Çevresinde restoranlar, kafeler de yer alan bu dev haç Makedon Ortodoks Kilisesi, devlet ve tüm dünyadaki Makedonlardan toplanan bağışlarla inşa edilmiş. Biz bu noktaya çıkacak zaman yaratmadık şehirden gündüz ve gece ışıl ışıl görüntüsünü izlemekle yetindik. Milenyum Haçı’nı görmeye gidenler için bölgeye yakın Makedon Köyü’nü ziyaret etmeleri de önerilmekte. Ulaşım için şehir içindeki otobüslerle teleferiğin başlangıç noktasına gidip oradan teleferiğe binmek gerekiyor. Teleferik fiyatı 100 MKD.

Üsküp’e Yakın Yerler

Matka Kanyonu

Üsküp gezinizde yarım günümüzü ayırdığımız doğa harikası, Treska ve Vardar Nehri’nin birleştiği yerde baraj gölünün üzerinde olan Matka Kanyonu görülecek yerler listesinde yerini almalı. Üsküp’e 15 km uzaklıkta, taksi kiralayarak (20 Euro civarında) veya Vero AVM’nin önünden kalkan otobüslerle ulaşabilirsiniz. Biz Ohrid’ten taksi kiralayarak geldiğimiz için Üsküp şehir merkezine gitmeden kanyona uğradık.

Kanyonda 14 km’lik yürüyüş parkuru da var. Ayrıca kanyonda yer alan Vrelo Magarası bir doğa harikası. Vrelo mağarasının tam derinliği ölçülememiş, ancak dünyadaki en derin mağaralar arasında sayılan mağara içinde milyonlarca yılda oluşmuş sarkıtlar bulunmakta. Kanyon içinde tekne veya kano ile gezilebiliyor. Tekne konusunda bir uyarıda bulunmam gerek. İki tür yolculuk var, birincisi kanyon boyunca 4 km, 25 dakika süren 200 MKD ücretli olan. Biz ilk bulduğumuz tekneye atlayıp bu geziye katıldık. Ancak ikinci tur bir saatlik, içinde karşı kıyıda bulunan mağarayı da gezebileceğiniz 400 MKD’lik tur. Kanyona kadar gitmişken Vrelo Mağarası’nı da gezmek gerekli gibi görünüyor.

Kanyonun girişinde tarihi bir kilise bir otel ve restoran kafe yer almakta. Otel böylesine huzur dolu ortamda gecelemek isteyenler için bir seçenek ancak Üsküp’e göre fiyatının yüksek olacağı açık. Restoran da tek ve böylesine güzel manzaralı bir yere kurulduğundan fiyatları bir parça yüksek olabilir. Ancak tekne gezisi sonrası kanyona karşı kahve veya soğuk bir şeyler içmeye de değer. Biz burada içecek molası vermeyi tercih ettik.

Buraya kadarki bölümde Üsküp merkezde görülecek yerler ve Matka Kanyonu’nu anlatmaya çabaladık. Makedonya tarihi ve doğası ile zaman geçirilecek keyifle gezilecek bir Balkan ülkesi. Araba kiralayarak seyahat edecekler için Ohrid Üsküp arasında görülmesi gereken birkaç yerden de söz etmeden olmaz.

Biz Ohrid Üsküp arasını dört kişi taksi ile gezdiğimizi belirtmiştim. Taksi şoförümüz bize gerçek anlamda rehberlik yaptı ve yol üstündeki önemli yerlere uğrayıp detaylı tanıtım yaptı.

Yolculuğumuzda Ohrid’den çıkıp, önce Struga’yı görüp nehir kıyısından, vadilerin arasından gözümüzün yeşile doyduğu bir yolculuk yaptık. Mavrovo Ulusal Park’ın içinde yolculuk yaptık. Mavrovo Ulusal Park ülkenin kuzey batısında yer alan, ülkenin üçüncü büyük ulusal parkı.

Ulusal Park nehir yatakları, vadiler, kanyonlar, şelaleler, göller, dağlar, dağlar arasındaki geçitler ile doğa sever turistler için görülmesi gereken bir bölge. Ayrıca parkın bitki ve hayvan çeşitliği de çok zengin. Doğa sporcuları burada çok daha fazla zaman geçireceklerdir ancak biz araba ile manzaranın çekiciliği karşısında çok sık fotoğraf molası vererek yola devam ettik.

Yolculuk sırasında ilk durağımız 1020 yılında St. John Bigorski Manastırı’nın yanındaki restoranda börek molası oldu. Hem yediklerimiz hem de yoğun yeşil arasındaki tarihi dokuda mola iyi geldi.

Batık Kilise

Mavrovo Ulusal Park’ta yer alan göllerden biri olan olan Mavrovo Gölü çevresi, yeşili doğal güzelliği ile çekicibir yer. Bahar ve yazın balık tutmak, yürüyüş ve dinlenmenin yanı sıra kışın da kayak merkezi ile turist çeken bir bölge. Biz batık kilise Saint Nicholas’ı görmek için göl çevresine uğradık. Yapay bir göl olan Mavrovo Gölü’ne 1953 yılında yapılan baraj sonrası, 1856 yılında yapılan tarihi kilise sular altında kalmış. Gölün kıyısına daha yüksek bir bölüme yeni bir kilise yapılmış. Gölün sularının çok yüksek olmadığı zamanlarda batık kilisenin yanına ulaşılabilmekte. Mayıs ayında gittiğimizden kilisenin yanına inip içini de görme şansına sahip olduk. İnsanoğlunun bu baraj yapma sevdası bizim Hasankeyf, Halfeti de olduğu gibi yerine konamaz, ölçülemez zenginlikteki tarihi mirasımızı sular altına gömmemize yol açıyor. Burada sadece bir kilise sular altında kalmış bize göre daha şanslılar diye düşünebiliriz.

Tetova (Kalkandelen)

Tetova Şar Dağları’nın eteklerine kurulmuş, Pena Nehri’nin iki yakasına konumlanmış Kuzey Makedonya’nın beşinci büyük şehri. Üsküp-Gostivar karayolu üzerinde. Osmanlı dönemindeki önemli rolü ve Türk nüfusunun yoğunluğu nedeniyle şehir Türkçe adıyla -Kalkandelen- olarak bilinmektedir. Bugün şehirde Arnavut müslümanlar nüfusun çoğunluğunu oluşturmaktadır.

15. yy’da Osmanlı İmparatorluğu döneminde nüfusunun çoğunluğu İslamı kabul eden şehir, Osmanlı eserleri açısından da mimari mirasa sahip. Bunların içinde iki önemli eseri görmek üzere şehre girdik.

Šarena Džamija – Alacalı Cami

İlk durağımız Šarena Džamija; Kuzey Makedonya’da en değişik ve benzersiz cami, 1438 yılında yapılmış. 1833 yılında da Abdurrahman Paşa tarafından yeniden restore edilmiş. Camiler genellikle seramik çinilerlerle süslenirken bu camide canlı, renkli, çiçek ve geometrik desenler ile süslenmiş. Camiyi iki kız kardeşin finance etmesi nedeniyle caminin mimarisine de renk katmışlar gibi görünüyor. Caminin boyalarının kalıcılığının sağlanması için 30.000 yumurtanın akının kullanıldığı söylenmektedir. Caminin diğer bir özelliği kubbe yerine düz bir çatısının olması. Minaresini görmezseniz dışarıdan normal çatısı ile ev görünüşünde. Camiyi yaptıran iki kız kardeşin mezarları da caminin yanında yer almakta.

Arabati Baba Teḱkesi

Bu tekke Avrupa’da en iyi korunmuş Bektaşi tekkesidir. Kanuni Sultan Süleyman’ın kayın biraderi Ali Baba Tetova’ya gönderilmiş, Ali Baba burada Bektaşi yaşam tarzını tercih etmiş ve öğrenciler yetiştirmiş. Öğrencilerinden Arabati Baba bu kompleksi kurmuş, bina bugünkü haline 18.yy’da Recep Paşa tarafından kavuşturulmuş. Tekkede Ali Baba’nın türbesinin yanında Recep Paşa’nın da türbesi bulunmakta. Yugoslavya döneminde bu arazi otel ve müze olarak kullanılmış, bugün ise tekrar Bektaşi Tekkesi olarak kullanıma geçmiştir. Oldukça ilginç bir dini mekan, görmeye değer, üstelik Türkçe konuşan liderleri ile de sohbet etme fırsatı bulduk.

Yeme İçme

Üsküp’te her tür yemek bulabilirsiniz. Geleneksel Türk mutfağı tadını arayanlar hiç yabancılık çekmeyecekler. Batı mutfağı tercihi olanlar da aynı şehirde rahatlıkla istedikleri menüye ulaşabilecekler. Biz ilk gün eski şehirde kaldığımızdan hem akşam yemeği hem de sabah kahvaltısını burada yaptık.

Sabah kahvaltısı için demleme çay ve börekleri güzel bir seçenek. Adı bypek olan börekçiler gündüz açık.

Akşam yemeği konusunda ise Kapan Han’ın yanında çok sayıda kebapçıda karışık kebap, köfte cevapi ya da pleskavitsa, çorba seçenekleri bol. Biz akşam burada yedik, ancak gerek çorbanın azlığı, gerekse karışık kebabın yeterince pişmemiş olması nedeniyle yeterince memnun kaldığımızı söyleyemeyeceğim. Eski şehirde kime kebapçı önerisini sorsanız Destan Kebapçıyı söylüyordu ancak karşılaştığımız bir Türk rehber Destan yerine diğer kebapçıları önerdiği için böyle bir seçim yaptık. Ayrıca kuru fasulye de denenebilir, biz kuru fasulyeyi Manastır’da denemiştik, çok lezzetli idi, Üsküp’te özel bir yer öneremeyeceğim.

Tatlılar konusunda ise tiriliçe, tulumba tatlısı denediklerimiz arasındaydı, muhallebi de bulabilirsiniz.

İkinci gece akşam yemeği için yeni şehri ve batı mutfağını denedik. Rahibe Teresa evine yakın Olivia Restoran Café’de ortam güzel, yemekler lezzetli, servis ve sunum son derece memnun ediciydi. Yerel biralarını da tattık. Yediklerimizin yanında birer bira da içmemize rağmen eski şehirde ortaya söylediğimiz karışık kebap ve çorba ile aynı fiyatı ödedik.

Makedonya’da yerel rakıları rakija deneyebilirsiniz. Bizim rakıdan farklı olarak susuz içiliyor. Yerel şarapları da uygun fiyatlı içkiler arasında.

Alışveriş

Yöreye özgü otantik şeyler almak isterseniz eski şehirde çok sayıda dükkandan alışveriş yapabilirsiniz. Yeni şehirde AVM ararsanız Skopje City Mall ve Capitol ziyarete edeceğiniz yerler olabilir. Kişisel olarak gezdiğim ülkelerde global firmaların her ülkede olan magazalarında zaman geçirmek istemediğimden AVM’lerden hep uzak dururum. Özellikle Üsküp’ü sınırlı zamanda gezeceksiniz (çoğunluğun yaptığı gibi) ve tarihi eski çarşıda gezmek varken size de AVM’de zaman harcamayın derim.

Son Söz

Kuzey Makedonya Balkanlarda görülmesi gereken bir ülke. Hem tarihi, hem de yeşili, doğası ile turist çekiyor. Makedonya’nın asıl incisi Ohrid, ancak Üsküp hem başkent, hem en büyük şehri. Ayrıca uçakla ve karayolu ile ulaşımda da içinden geçilecek şehir. Şehrin eklektik yapısı hem modern hem tarihi yapısı bazıları için eleştirilse de bu değişik şehir görmeye değer. Şehri gezerken 550 yıl Osmanlı Hakimiyetinde yaşayan şehrin bu tarihi kültürü yok farz edip, bölgeyi korumaya yönelik çaba sarf etmeden tamamen farklı bir tarih yaratma çabası biraz burukluk yaratıyor. Yeni bölgede yaratılmaya çalışılan şehir ve tarihi görüntü verme çabası da estetik olarak güzelliği tartışmalı, ayrıca ülke kaynaklarının optimum kullanımı açısından da israf olarak değerlendirilmektedir.

Üsküp’ü Video ile gezmek ister misiniz.

‘Üsküp Şehir Turu’ nu Trip Advisor güvencesi ile aşağıdaki linkten alabilirsiniz.

Kuzey Makedonya’nın incisi Ohrid yazımızı okumak isterseniz ?

Ohrid Gezi Rehberi: Doğa-Tarih-Kültür; Üçü Bir Yerde

 

 

Zil, Şal ve Gül: Endülüs’te Flamenko

Endülüs denince akla ilk gelen flamenkodur, şüphesiz. Flamenkosuz bir Endülüs gezisi yarım kalmış sayılır. Onun için size biraz Endülüs’te flamenkodan söz edeyim. Aslında Flamenko konusunda çok söz söyleyecek durumda değilim çünkü bizler, Seyyal Taner’in sonu yokmuş gibi gür saçlarını kendi etrafında çevirip çevirip sonra aniden durup yan yan bize bakarken ayaklarını rap rap yere vurmasını Flamenko olarak kabul etmiş bir nesilden geliyoruz. Ancak 1990’larda dünyaya açıldık da, gösteriler Türkiye’ye geldi, biz yurt dışına çıktık, filmler, videolar piyasada dolanmaya başladı ve biz diğer şeyler yanında Flamenko hakkında da bir şeyler gördük, öğrendik. Hazır kaynağına da gitmişken bu öğrendiklerimi paylaşayım istedim.

Önce video ile tanışmak isterseniz.

 

Dans, ritm, müziğin birleşimiyle acıları, sevinçleri içinde duyarak hayatın tutkusuyla ifade etmenin bir yolu olan flamenko hep çingenelere atfedilen bir sanat. Ama nereden, nasıl çıktığı belirsiz. En çok benimsenen görüşe göre, flamenko Müslüman Mağribilerden kaynaklanmış, hatta bir rivayete göre flamenko kelimesi ‘kovulmuş köylü’ anlamındaki fellah-mengu’den gelmekteymiş. Flamenko, İspanya’daki mağribi kültürünün Yahudi, Hristiyan ve çingene kültürleriyle harmanlanmasıyla ortaya çıkan bir sanat. Sonuçta Flamenko bir Endülüs kültürü… Bunun nedenleri de Endülüs’ün coğrafi yeri, kültür bileşimlerine açık oluşu, İslam kültürünün diğer başka medeniyetlerle karışması ve her kültürün bir iz bırakması gibi etkenlere bağlanıyor. Bununla kalınmıyor tabii, her kültür kendini mümkün olduğunca eskiye bağlamaya çalışır ya, utanmasa Endülüslüler de paleotikte bile atalarının av sonrası şölenlerde flamenko yaptıklarını iddia edecekler neredeyse; MÖ 2. yüzyıldaki bir anforanın üzerinde Flamenko dansçılarına benzer kıyafetler içinde flamenko dansı hareketlerine benzer figürler yapan kadın resmi bulunmuşmuş, o nedenle flamenko o zamanlarda bile yapılıyormuş… Olayı bu kadar geniş tutarsak bizim de Seyyal Taner’i flamenkocu saymamızda bir beis yok o zaman, onunda fırfırlı etekleri vardı, o da saçına gül takardı, o da kollarını başı üstüne tutup bir o yana bir bu yana salınırdı…

Flamenkonun aşk, nefret, tutku, acıyı seslerle, danslarla karşıdakine hissettiren, insanı içine çeken, o tutkunun yakıcılığını sizin de duyumsamanızı sağlayan bir yanı var. Flamenko zaman içinde yoğrulmuş, gelişmiş ancak bu konudaki ilk yazılı belge 1774’teki Jose Cadalso’nun Las Cartas Marruecas’ı. Flamenko cante (şarkı), toque (gitar çalma), baile (dans), Jaleo (vokaller), palmas (alkış) ve pitos (parmak şaklatma) unsurlarından oluşuyor. Öne çıkan unsur dans tabii…

Bailora’lar (kadın dansçı) flamenkonun odak noktası; arı kuşunun kanat çırpışından daha hızlı ayak hareketleri, İspanya’nın simgesi durumuna gelmiş puantiyeli, fırfırlı etekleri, kastanyetleri ve tutkulu dansları, flamenkonun en can alıcı yanı. Bu konuda Eva Yerbabuena, Sara Baras, Juana Amaya kendilerine özgü dans teknikleriyle öne çıkan isimler. Bailor’lar (erkek dansçılar) ise daha arka planda kalıyor; ama onların da sert, vakur dansları etkileyici, özellikle Jose Greco, Antonio Canales gibi dansçılar flamenkonun aranan yıldızları arasına girebilmiş. Flamenko dansında temel hareketler esas alınıyorsa da sanatçının doğaçlamaları ile zenginleştirilebiliyor. Flamenko gösterilerinde gitar çalan, alkış tutan ve kadın-erkek dansçılar olmak üzere en az dört kişi bulunuyor. Şarkıcı yoksa vokal, gitar çalan ve alkış tutan tarafından sağlanıyor. Bize aynı gelebilir ama alegrias’tan tangos’a kadar şarkıların bir sürü çeşidi var. Tabii danstı, şarkıydı diyoruz ama Flamenko asıl ritm işi… Gitarla desteklenen ritm ve harmoni de alkışlarla, ayak vurmalarla, el şaklatmalarla ve tabii kastanyetlerle destekleniyor. Hatta kastanyet sololarıyla ünlenen sanatçılar bile var; Lucero Tena gibi… Gitar bu noktada elbette çok önemli. Flamenko gitarı 19 yüzyılda klasik gitardan türetilmiş, bu alanda en bilinen virtüöz de Paco de Luna.

Flamenko gösterilerinin yapıldığı yerlere ‘Tablao’ deniliyor. Endülüs’te bir çok Tablao var, ben de bir ikisine gidebildim. Buralarda nadiren doğaçlama gösteriler yapılıyor, bunun için Duende (sihirli ruh) gerekiyormuş. Ben şimdi gezim boyunca gittiğim ilgili mekanları da esas alarak sizi kısa bir Flamenko turuna çıkarayım.

Cordoba

Hem kaldığım sürenin kısalığı hem de olaya henüz vakıf olamamaktan dolayı Cordoba’da flamenko ile fazla deneyimim olmadı. Bu biraz da, Endülüs’ün diğer şehirlerindeki ‘hangi kapıyı çalsam karşımda flamenko’ durumunun Cordoba’da olmaması ile ilgili. Diğer yerlerde meydanlarda, sokaklarda flamenko ile ilgili heykellere, müzelerde, casalarda resimlere sık rastlıyorsunuz ama Cordoba öyle değil… Şehrin flamenko ile ilgili en önemli ziyaret yeri (Cordoba Gezi Rehberi yazımızda anlattığımız) Posada del Potro. Flamenko şarkıcısı Antonio Fernandez Fosforito anısına düzenlenmiş bu açık hava Flamenko Müzesi’nde, konuyla ilgili bir çok görsel var.

Flamenko gösterisi izlemek isterseniz, gidebileceğiniz bazı yerler var. Gösteriler genelde 1-1,5 saat sürüyor ve fiyatlar genelde gösteri ve bir kadeh içki üzerinden hesaplanıyor, bazı yerlerin tapas menüleri de var. Tablao El Cardenal’da 23 euroya, Carmen Gastroflamenco’da 25 euroya, Arte y Sabores de Cordoba’da 30 euroya bir kadeh içkiyle beraber flamenko gösterisi izleyebiliyorsunuz. Plaza de la Corredera’daki Meson La Buleria’da sadece gösteri 12 euroya seyredilebilir. Patio de la Juderia’da ise flamenko gösterisi ücretsiz, yediğiniz yemeğin fiyatına gösteri de dahil. İşin açığı, Endülüs’teki en iyi tablaolari listesinde, Cordoba’dakiler kendilerine pek yer bulamamışlar ama Carmen Gastroflamenco’nın beterliği hepsini bastırmış eleştirilerde. Hoş, kendilerine sorsanız, dünyaca ünlü flamenko sanatçılarının kendi sahnelerinde boy gösterdiğini iddia etmekteler. Arte y Sabores de Cordoba, Yahudi Mahallesinde küçük bir salon, bir 16. yüzyıl malikanesinde yer alan Tablao El Cardenal ise Mezquita’nın hemen yakınında, Calle Buen Pastor’de; bunca laftan sonra Carmen Gastroflamenco’ya hiç değinmiyorum bile…

Granada

Granada, flamenko kültürünün doğduğu yerlerden biri olarak kabul ediliyor. Cordoba’nın aksine flamenko, şehrin her yerinde kendini gösteriyor; heykeller, resimler, ilanlar, reklamlar, dükkanlar… Özellikle çingene mahallesi olarak bilinen Sacromonte mutlaka uğranılması gereken bir yer. Sacromonte’deki mağaralar özellikle 16. ve 18. yüzyılda yerleşim alanı olarak kullanılmış ve Darro Nehri’nin vadisindeki alanın ilk sakinleri de o dönemde toplum dışına itilen Mağribiler ve çingenelermiş. Ancak daha sonraları bu kültüre çingeneler daha çok sahip çıkmış. Bu iki kültürün ortak meyvesi de flamenko olmuş. Mağaralardan dünyaca ünlü sanat gösterilerine uzanan bir kültür buralardan doğmuş. Bu konuda Sacromonte’deki Museo Cuevas mağaralardaki çingene yaşantısı göstermesi açısından ilginç bir yer, 11 mağara üzerinden çingenelerin hayatı ilgilenenlere aktarılıyor. Müzenin girişi 5 euro. Çoğu insan eliyle işlenmiş, mesken olarak kullanılan bu mağaraların en arka bölümü yatak odası, orta kısım yaşam salonu, en dış kısım mutfakmış. Salonda genelde bakır ve madeni eşyalar ile aile fotoğrafları yanında dini resimler asılırmış. Bazı mağaralar ise at, maymun gibi hayvanlar için ahır olarak kullanılmış. Seramik kaplar, metal eşyalar için ayrılan bölümler de mağaralarda canlandırılmış.

Granada’da zambra denen çingene eğlenceleri flamenkonun kaynağını oluşturuyormuş. Zambra, Arapça, şarkılı, müzikli, danslı eğlence anlamına gelen zamra kelimesinden türemiş. 1238-1492 arasındaki Nasrid döneminde zamra eğlenceleri çok yaygın ve önemliymiş, hatta Hristiyan dönemde bile bu gelenek sürdürülmüş. Daha sonra 19. yüzyılda kafelerde yapılan flamenko gösterilerine dönüşen bu eğlencenin popülerleşmesi sonucu, El Cojon lakaplı Antonio Torcuato Martin ilk büyük flamenko gösterisini şehrin daha aşağı bölümündeki demir atölyesinde düzenlemiş. Gösterinin başarısından sonra Amaya Kardeşler bu gösterileri düzenli hale getirmişler. Böylece flamenkonun kökeninde yatan zambralar, Mağribi eğlencelerinden çıkıp çingene evlilik töreni gibi eğlencelerindeki ritüellerden beslenerek Granada’da flamenko ekolünün doğmasına yol açmış.

Öte yandan Endülüsya, flamenkonun kendilerine has bir sanat türü olduğunu savunuyor. Çünkü bunun bir çingene sanatı olduğunu kabul edersek, başka yerlerdeki, hatta İspanya’nın diğer bölgelerindeki çingenelerde böyle bir sanat yok. Haklılar; bizim dokuz sekizlikler ‘A be kaynana’ diyerek döktürürlerken flamenkonun ihtirasından falan pek eser taşımıyorlar mesela. Onun için flamenko daha çok Mağribi kültürüyle çingenelerinkinin kesişmesine bağlanıyor.

Flamenko dansının kendine has figürleri var. El çırpmalar eşliğinde yavaş yavaş başlayıp mimikler, jestlerle beslenen, müziğin ruhunu ayak tempoları ve alkışlarla bize ileten bir dans. İçinde öfke var, tutku var, meydan okuma var, sevgi ve şefkat var. Tempo arttıkça hareketler de hızlanıyor ve adeta bir trans haliyle dans devam ediyor.

Müzede flamenko yanında, tarih boyunca mağarada yaşam ile ilgili bir bölüm de var ve Türkiye’den de Göreme buraya örnek olarak alınmış. Hasankeyf’te tarih öncesinden beri kullanılan mağaralar neden buraya girememiş bilemedim. 

Cordoba ve Granada’daki flamenko sanatçılarıyla ilgili müze ve evleri gezdikten sonra Granada’da bir de flamenko gösterisine gideyim dedim ama sonuç pek iyi olmadı, en azından Sevilla’daki gösteri kadar başarılı olmadı. Tabii bunda gösteri sırasında beklenmeyen aksiliklerin de payı oldu. Granada yazısında Engizisyon Müzesi’nden bahsetmiştim; gideyim gitmeyeyim diye düşünürken akşamları orada flamenko gösterisi olduğunu görünce hem müzeyi görür hem de gösteriyi izlerim dedim ama zamanını yanlış alınca oradaki gösteriyi kaçırdım. E, son akşam, yeni bir plan yapmak güç; Müzedekiler, kendilerinin bağlı olduğu kampanyanın başka bir bir adreste de gösterisi olduğunu söylediklerinde, bende bari onu kaçırmayayım diye önerilen Los Olvidados’a gittim. Zaten bu kampanyanın reklamını da her yerde gördüğüm için içim rahattı. Burası El Hamra’ya yürüyüş yolunun başladığı Paseo de los Tristes üzerinde bir yer. Neyse gittim oturdum; salonda sabit sıralar ve yanlarda seyyar yüksek sandalyeler var. Sahne de (Sevilla’dakinin aksine) gayet sade, hani deneme tiyatro sahneleri olur ya, onun gibi minik, dekorsuz, hafif soğuk bir yer. Neyse gösteriler genelde gitar resitali, flamenko şarkılar, sonra bir kadın solo dans, bir erkek solo dans, kadın erkek birlikte dans şeklinde seyrediyor. Gösteri sırasında resim çekmek yasak, son 10 dakikada izin veriyorlar ve ona göre kareografilerinin bir özetini tekrarlıyorlar. Gösteri başladı, yavaş yavaş ortam ısınıyor; erkekler haşin ve mağrur, kadınlar cilveli ama vakur, eller çırpılıyor, ayaklar yere vuruluyor, kadın dansçılar ayak hareketlerini görebilmemiz için eteklerini hafifçe kaldırıyorlar, adeta topuklarıyla bir müzik sunuyorlar bize. Seyircilerde havaya giriyor, artık tüm kadınlar bir Carmen… Sahnede saçlar dağılıyor, saç tarakları, güller etrafa saçılıyor; ortamda hissedilen aşk, ihtiras, güç, gerilim derken… seyircilerden kendini Carmen rolüne fazlaca kaptırmış bir kadın, kendisi bir yandan sandalyesi öte yandan feryat figan yerlere yuvarlandı. Artık beceriksiz Carmenimiz alkış tutup yer tepiklerken sandalyesinin ayağı mı boşluğa geldi, yoksa kendi ayağı mı takıldı, neyse ne, bizimki yerle yeksan oldu. Tabii sahne durdu. Ne olduğu anlaşıldıktan ve Carmenimiz toparlandıktan sonra sahne kaldığı yerden devam etti ama artık ortada ne tutku kalmıştı ne de ihtiras… Herkeste bir sırıtıklık, zaptedilmeye çalışılan gülücükler, gösteriyi tamamladık.

Benim Granada’da flamenko maceram böyleydi ama Sevilla daha iyi geçti. Granada’da bir çok flamenko gösterisi yapan yer var. Size tavsiyem daha gösterişli sahnesi olan, kalabalık kadroya sahip yerleri seçin; bunlarda genelde içkili-yemekli gösteriler oluyor. Hatta bazıları ulaşımı bile üstleniyorlar. Eh haliyle biraz daha pahalı… Benim gittiğim 1 saatlik gösteri ki onun bir kısmı vodvil olarak geçti, 18 Euro’ydu.

Flamenko gösterisi yapan bazı yerleri ve sadece gösteri fiyatını vereyim. Sacromonte’de: Cueva La Rocio 25 euro, Venta el Gallo 26 euro, Cueva los Tarantos 24 euro, Zambra Museo Maria la Canastra 22 euro. Bunlardan Zabra Museo Maria la Canastera hariç diğerlerinin içki-yemek-otobüs ve Albaicin rehberli tur seçenekleri de var, fiyat değişiyor tabii. Albaicin’de Sala Albayzin 25 euro, Jardines de Zoraya 20 euro, El Templo del Flamenco 26 euro, Pena la Plateria 10 euro, Taller de Arte Vimaambi 15 euro, Le Chien Andalou 10-12 euro. Merkezde ise benim gittiği dışında La Alborea 20 euro, Eshavira Club 8-15 euro, La Sala 20 euro seçenekleri mevcut. Gösteriler 19.00-22.30 arasında muhtelif saatlerde başlıyor. Bu gösteriler hakkında turist danışma ofislerinden ayrıntılı bilgi alabilirsiniz.

Sıralamalarda Sacromonte’deki mağara-ev’lerin ön sıralarda olduğu görülüyor. Özellikle Rocio ailesine ait yer pek revaçta. Törenlere de ev sahipliği yapan mekan, ünlülerin de uğrak yeri olmuş. Torontos’lerın yeri de Granada’daki zambra geleneğini sürdüren yerlerdenmiş. Bunlar dışında Canastera Zambra ve La Alborea’da öne çıkan yerlerden.

Sevilla

Her ne kadar Granada’nın flamenkonun doğduğu yer olduğunu söylense de, flamenkonun başkentinin Sevilla olduğu yönünde ciddi iddialar bulunmakta. Sevilla’nın kendisi Flamenko dansı yapan bir kadın gibi; renkli, hareketli, vakur, tutkulu… Buna Sevilla Gezi Rehberi yazısında da değinmiştim. Triana, Sevilla’da flamenkonun hayat bulduğu bölgeymiş. Yakın zamana kadar tek bir köprüyle şehir merkezine bağlanan Triana, çingeneler de dahil toplumun kabul etmediği kişilerin yaşam alanı olmuş ve flamenko kültürü de burada oluşmuş. Bugünse Triana şehirle bütünleşmiş, müreffeh bir yer. Geçmişe saygı olarak flamenko sanatçılarının yaşadığı evler bugün bir plaketle belirtilmiş.

Sevilla’da da flamenko şehrin damarlarına işlemiş gibi, her noktada kendini gösteriyor. Heykeller, resimler, flamenko giyim ve eşyaları satan mağazalar şehrin her yanında; Burada Sevilla’da gittiğim gösteriye ve şehirdeki flamenko gösterisi yapan diğer yerlere değineceğim. Neyse, bu sefer isabetli bir karar vermişim. Guadalquivir Nehri kıyısında Isabel II Köprüsü’nün hemen yanındaki El Patio Sevillano’daki gösteriye gittim. Bir çok önemli flamenko sanatçısı burada sahne almış. Burası kalabalık kadrolu, değişen programlı, sahneli, kulisli eni konu geniş bir yer. Gösteri yavaş yavaş tavını aldı; önce gitar solosu, sonra bir şarkı, sonra dansçılar, çiftler halinde gösterilerini sundular, sonra toplu gösterilere geçildi, hatta bir ara 3 dakikalık özet bir Carmen gösterisi bile yapıldı, Carmen onunla bununla oynaştı ve sonunda bıçaklandı. Geleneksel flamenkonun tüm öğelerini ayrı ayrı izleyebildik; vokal yapanlar, gitar çalan, alkış çalan, parmak şaklatan… Şarkı söyleyen kadının tutkusu tüm salonu sardı; herkes pür dikkat gözlerimiz dans edenlere kilitlenmiş, sahnenin bir parçasıymışçasına izledik. Burada da son on dakika resim ve video çekilmesine izin veriliyor. Burada 1,5 saatlik gösteri bir içki ile birlikte 38 euro tutuyor, tapas menüsü tercih ederseniz fiyatlar artıyor.

Sevilla’da başka iyi yerler de var. Bunların başında Santa Cruz’daki Los Gallos geliyor; bir çok ünlü sanatçıya ev sahipliği yapan yerde gösteri bir kadeh içki dahil 35 euro tutuyor. El Arenal’deki Tablao El Arenal ise bir içki dahil 39 euro, tapas menülü seçenekleri de var. Macarena ile Regina arasında Carmona’daki El Palacio Andaluz bir içki dahil 43 euro, menülü seçenekleri var. Sevilla yazımda belirttiğim Museo del Baile Flamenko’da gösteri 22 euroya. Santa Cruz bölgesinde 15 yüzyıldan kalma bir malikanedeki La Casa del Flamenco’da gösteri 18 euro, yine Santa Cruz’daki Casa de la Memoria’da gösteri 18 euro, Tarihi merkeze yakın Tablao Alvarez Quintero’da gösteri 18 euro, Santa Cruz’daki Casa de la Guitarra’da gösteri 17 euro, Katedral yakınındaki El Callejon del Embrujo’da içki dahil gösteri 20 euro. Triana’daki yerler ise Orillas de Triana’da gösteri 20 euro, Esencia’da içki dahil 18 euro, Teatro Flamenko Triana’da gösteri 20 euro, Baraka Sala Flamenca’da içki dahil gösteri 20 euro.

Son Söz

Endülüs yazımıza Endülüs’te Raks ile başlamıştık, ilk mısrası ‘zil, şal ve gül’ü esas alarak Endülüs’ün üç ana şehrini gezdik. Bu şarkı aslında bir bailaora’ya yazılmış bir güzelleme. Flamenko dansının hareketleriyle akıp giden muhteşem bir şarkı. Flamenko ile Endülüs gezimiz sona eriyor. Her şehirde gezeceksiniz, eğleneceksiniz, yiyip içeceksiniz ama mutlaka bir de flamenko gösterisine gidin; Endülüs’ün ruhu orada yaşıyor.

 

 

Glacier Express ile Alplerde Tren Yolculuğu: Dünyanın En Yavaş Express Treni

Glacier Express

İsviçre Alpleri’nde  dünyanın en yavaş express treni Glacier Express ile unutulmaz yolculuk yapacağız bu yazımızla. Özel olarak dizayn edilmiş panoramik vagonlu Glacier Express ile tren yolculuğu dünyanın en güzel tren yolculukları arasında yer alıyor.

Arkadaşlarım ile ilkbaharda değişik bir gezi rotası araştırırken karşımıza çıktı Glacier Express. Aslında öncelikle Unesco Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Bernina Express treni ile İsviçre’den İtalya’ya yolculuğu düşünüyorduk. Bernina Express ve Alpler’de tren yolculuğu hakkında bilgi toplarken Glacier Express tren rotası ile karşılaşmak bizi heyecanlandırdı. Bu tren yolculuğu deneyimini yaşamaya karar vererek Zürih gidiş Milano dönüş uçak biletlerimizi aldık. Böylece gezinin İsviçre ayağı Zürih’ten başlayan, Glacier treninin başlangıç durağı Zermatt ve trenin son duragı St. Moritz’i kapsayacak şekilde planlandı. Gezimizin en renkli bölümü sekiz saat panoramik trende ve konfor içinde Alpleri bir baştan bir başa kat ettiğimiz Glacier Express yolcuğu oldu. Tabii tren yolculuğumuz batıdan doğuya Alpler gezisi ile bitmedi. Glacier Express son durak St Moritz’den bindiğimiz Bernina Express ile bu kez İsviçre’den İtalya sınır kasabası Tirona’ya yolculuk yaptık. Tirona’dan İtalya’ya ulaşınca Milano ve Bologna ile devam ettik programımıza. İşviçre Alplerini batıdan doğuya ve doğudan güneye kat ettiğimiz iki tren yolculuğu da bizim için unutulmaz bir deneyim oldu. Bu yazıda Glacier Express ile gezelim.

Yolculuk dünyaca ünlü kayak merkezi Zermatt’tan St.Moritz’e veya Davos’a kadar tüm gün sürüyor.  Alplerin en yüksek noktalarından, vadilerden, dimdik kayalıklardan, İsviçre Büyük Kanyon’unda yolculuk yapılıyor. Glacier Express ile Oberalppass İstasyonu’nda deniz seviyesinden 2033 metre ile en yüksek noktaya tırmanıyoruz. Yolculukta 291 köprü, 91 tünelden geçiyoruz.

Rahat, konforlu koltuklar, tavana kadar camlarla kaplı trende  masalarda yolculuğu anlatan kitapçıklar hazırlanmış, yolculuk sırasında önemli durakların özelliklerini kulaklıklardan 6 dilde dinleyebiliyoruz. Yerel müzik eşliğinde doyumsuz manzaranın keyfini çıkartabiliriz, iki müzik kanalından geleneksel veya modern İsviçre müziğini dinleyerek yolculuk yapabiliyoruz. Tren personeli yolcularla tek tek ilgilenerek, yolculuğun başında her türlü bilgilendirmeyi yapıyor.

Dünyanın en yavaş express treniyle 300 km’lik yol 8 saat sürüyor. Kışın günde iki yönden başlamak üzere iki yazın üç  seferi bulunmaktadır. Panoramik pencereli trende yemek servisi, bar hizmetleri sunulmakta.

Tren rotamız; Yolculuğa doğudan veya batıdan iki yönden başlanabiliyor. Biz batıdan Zermattan saat 8.50 treni ile başladık. Saat 17 ye doğru St.Moritz’de yolculuğumuz bitti. Glacier Express ile yolculuğun başlangıç ve bitiş noktaları bu iki istasyon arasında olmakla beraber Brig, Andermatt, Chur gibi farklı duraklardan daha düşük fiyata, daha kısa yolculuk yapılabilir. En ucuzu ve kısası Andermatt-Zermatt arası. 74 CHF. Bizim bilet aldığımız en uzun mesafe için yemek dahil 219 CHF ödedik.

Zermatt yılın her mevsimi kayak yapılabilen, çok turist çeken ünlü kayak merkezleri arasında. Biz Zürih’ten trenle bir gece önce ulaştık. Zermatt’ta çok sayıda otel olmasına rağmen, İşviçre gibi pahalı bir ülkenin popüler kayak merkezinde otel fiyatlarının da oldukça yüksek olacağı açık idi. Biz de mecburen bir kayak otelinde değil Zermatt Hostel’de konakladık.

Tren deniz seviyesinden 1804 yükseklikteki Zermatt’tan yola çıkıyor  kısa bir süre de yükseklik azalıyor. Mattertal Vadisi’nde akan Mattervispa Nehri’nin yanında ilerliyor.

Karlı vadilerden geçtik.

Alpler’deki sevimli, biblo görüntülü köyler arasından geçtik.

Dağlar arasında, tablo gibi vadilerden akan nehir manzaraları arasında yol aldı trenimiz.

St.Moritz’e yaklaşırken Albuna Vadisi’nde Landwasser viyadüğü gezinin en etkileyici fotolarının çekildiği yer.

Köprüler, viyadükler, tüneller;

Müthiş manzaralı tren yolcuğumuz St. Moritz Tren İstasyonu’nda sonlandı. St. Moritz de popüler bir kayak merkezi. 

Karlar içindeki St.Moritz’deki göl tamamen buz tutmuştu. İstasyondan inip karlar içerisinde göl kenarındaki yürüyüş yolundan yürüyerek St. Moritz Youth Hostel’e gittik. Hostel rahatlığı, temizliği ve zengin  kahvaltısı ile beklentimizin çok üzerindeydi. Hostelde bir gece konakladıktan sonra ertesi sabah bu kez Bernina Express tren yolculuğu için hazırlandık.

Sekiz saatlik muhteşem tren yolculuğunu sadece yazı ve fotoğraflarla anlatabilmek yetersiz gibi geliyor. İsterseniz video ile gezelim Alpleri.

 

Glacier Express Bileti Nasıl Alınır?

Bilet almak için üç ay öncesinden aşağıda yer alan linkten rezervasyon yaptırmak gerekiyor. İlk aşamada online sadece rezervasyon ücreti ve seçtiğimiz yemeğin ücretini ödedik. Asıl tren biletini rezervasyon numaramızı göstererek Zürih’te Merkez İstasyonu’nda aldık. Yani asıl ödeme İsviçre’ye ulaştıktan sonra herhangi bir istasyonda yapılabiliyor.

Glacier Express bilet fiyatları, rezervasyonu ve rota hakkında güncel bilgileri aşağıdaki web sayfasından alabilirsiniz. 

https://www.glacierexpress.ch/en/

Bilet Fiyatları ve Rota

Route 2. Classe (CHF) 1. Classe (CHF)
St. Moritz – Zermatt 159.00 272.00
Davos – Zermatt (via Filisur) 152.00 260.00
Chur – Zermatt 124.00 212.00
St. Moritz – Brig 119.00 204.00
St. Moritz – Andermatt 88.00 150.40
Chur – Brig 84.00 144.00
Andermatt – Zermatt 77.00 131.00

Bilet ücretinin yanı sıra ek bir ödeme ile koltuk rezervasyonu yapılması gerekmekte. Biletler first ve second class olarak ayrılmakta ancak son dönemlerde eklenen excellence class için first class biletin üzerine yüksek bir rezervasyon ücreti ödenmekte.

Offer Price (CHF)
Short journeys 1. & 2. Klasse (CHF) 44.00
Long journeys 1. & 2. Klasse (CHF) 49.00
Excellence Class (CHF) 470.00

Biletler 1.sınıf ve 2.sınıf olarak satılıyor. 2 sınıf vagonda koltuklar bir sırada 2+2 yerleştirilmişken, 1.sınıf vagonda 2+1 olarak yer almakta. Sadece farklılık bu kadar, vagonların panoramik görüntüsü, yemek, servis hizmetleri de aynı. 2.sınıf koltuklar da son derece rahat. Ayrıca biz dört kişi yolculuk yaptığımız için dört kişilik koltuklar sayesinde hep birlikte olduk yol boyunca. Ancak son dönemde eklenen excellence sınıfta pencere kenarında tek kişilik koltuklar, içerisinde bar servisi ve yemeğin yanında şarap ikramı ile bu vagon manzara farkı olmamakla beraber hizmet açısından farklılaştırılmış. 

Hangi mevsimde bu özel yolculuğu yapmalıyız sorusunun cevabı ise her mevsim ayrı güzel diyebiliriz. Glacier Express kasım sonu ve aralık ortasına kadar kısa bir süre  dışında her mevsim  hizmet veriyor. Biz hem Alplerin karlı manzarasını hem de baharı bir arada yaşayalım düşüncesiyle mart  sonunu tercih ettik. Yeterince kar manzarası gördük ancak ağaçlar henüz yeşermemiş ve çiçekler açmamıştı. Tekrar aynı yolculuğu yapma şansım olsa yaz mevsiminde Alplerin yeşilliğini de görmeyi çok isterim.

Zermatt St. Moritz arasında ilk Glacier Express seferi 1930 yılında  başlamış. Ancak uzun yıllar en yüksek bölge Oberalp geçidinde kar nedeni ile ulaşımın yapılamaması nedeni ile sadece yazın çalışabilmiş. 1973 yılında başlanıp 1982 yılında tamamlanan Furka Tüneli sonrası her mevsim İsviçre’nin turizm açısından en çok ilgi gören tren yolculuğu olmuş. Glacier Express rotası çok özel görüntülerin olduğu, tam bir Alpler gezisi. Yüksek tepeler, vadiler, nehirler, köprüler, viyadükler, tüneller ile. Sadece bir gün süren bu konforlu yolculuğun maliyeti de yüksek tabi. Rezervasyon ve yemek  ücreti ile birlikte 219 CHF civarında bir ücret ödedik. Aynı rota daha uygun fiyatla yapılabilir mi? Evet Alplerde tren gezisini yerel diğer trenle de daha ekonomik yapmak mümkün. Aynı rotayı kullanıp, bazı istasyonlarda inip, çevreyi gezip, istenirse bir iki yerde konaklayıp yine Alpler görülebilir. Farklılık ise Glacier Express’in panoramik vagonları daha iyi bir görüş açısı sağlıyor, yemek ve bar hizmetleri ve servis daha iyi. Ayrıca sadece 8 saatte bu 300 km lik yolculuğu tamamlama şansınız oluyor. Bu arada diğer trenlerle  inip binerek daha uzun sürede daha ekonomik bir  yolculuk  yapmak mümkün olmakla birlikte, bir noktayı hatırlatmakta yarar bulunmakta. Yerel trenle yapılacak yolculukta en az bir kasabada gecelemek gerekecektir. İsviçre pahalı bir ülke, yeme, içme, konaklama diğer Avrupa ülkelerine göre çok daha yüksek. Tren maliyetini düşürürken süreyi uzatma halinde eklenecek konaklama ve yeme içme gibi diğer giderleri de değerlendirmek gerekmektedir.

Son Söz

Alplerde unutulmaz bir yolculuk. İsviçre pahalı bir ülke, Glacier Express de pahalı ancak özel bir tren. Böyle bir rotada, özel bir trenle yolculuk için değer diyorsanız denemelisiniz.

Bizim rotamızı izlemenizi özellikler önerebilirim. Önce Zürih’e uçup iki veya üç gün Zürih’i gezmek ;

Zürih Gezi Rehberi

Glacier Express ile Zermatt’ta başlayıp, St Moritz’e kadar 8 saatlik Alpler tren yolculuğu, bir gece St. Mortiz’de konaklama,

St.Moritz’de Bernina Express’i ile 2,5 saatlik müthiş manzaralı tren yolculuğu  İsviçre İtalya arasındaki Tirona kasabasına ulaşmak,

Bernina Express ile UNESCO Listesinde Dünyanın En Güzel Manzaralı Yolculuğu

yazılarımızı okuyarak programınızı yapabilirsiniz.

Amsterdam Gezi Notları: Kısa Kısa – Görülecek En Özel 10 Yer

Amsterdam

Amsterdam denince kanallar, laleler, yel değirmenleri, ahşap ayakkabılar akla geliyor ama bu şehir, bir gezginin gezmelere doyamayacağı bir yer. Çok kendine özgü, çok özgürlüğüne düşkün, çok kayıtsız ve çok sevimli.  Burası küçücük alanına rağmen köklü bir sanat ve kültür geçmişine ev sahipliği yapan, insan özgürlüğüne önem veren, muhtelif yaşam biçimlerine yer açan, bunu da yaşamın içine yerleştiren bir şehir. Bu kadar yoğun bir şehri, bir iki günde gezmek istersek bazı  yerlere öncelik vermemiz gerekecek. Amsterdam’da mutlaka yapın diyeceğim şeyler sizin de önceliğiniz olabilir. İşte Amsterdam’da yapmanız gereken on şey… Bu yazıyı okuduktan sonra yazıda bahsedilen yerleri ve daha birçok yeri adım adım gezmek isterseniz  detaylı yazımı okumanızı öneririm. Amsterdam Gezi Rehberi

1.Kanalları Gezin

Amsterdam’ı bu kadar biricik yapan elbette ki, şehrin damarları sayılan kanalları. Bu kanalların en önemlileri de Singel,  Herren, Kaizer ve Prinsen… Zaten buraları gezdiğinizde neredeyse Amsterdam’ın tamamını gezmiş olacaksınız. Bu kanallar üzerinde her çeşit  bütçeye ve lezzete hitap eden restoranlar, kafeler, bazılarının kapısına bile uğramayacağınız türlü müzeler bulunmakta. Bu kanallar, köprüler bolluğunda, Reguliersgracht üzerinde bulunan ve bir noktadan bakıldığında 7 köprüyü birden görebildiğiniz bölge en ünlüsü; çoğu Amsterdam resminde konu mankeni olarak kullanılmış bir yer. Kanalları gezmenin en kolay, rahat yolu tekne turu almak. Bir saatte en önemli noktalar gözleriniz önüne serilecek.

2.Lookout’a Çıkın

Amsterdam Centraal Station’ın karşısında, IJ Nehrinin karşı kıyısındaki bu gökdelene gidin; teras katından Amsterdam’ı bir bakışta gezebilecek, hatta Amsterdam’a doğru boşluğa sallanan salıncakla heyecanlı anlar bile yaşayabileceksiniz. Daha sakin bir yapınız varsa, içki eşliğinde bu manzaranın tadını çıkarmak belki de Amsterdam gezinizin en akılda kalıcı anı olacaktır.

3.Red Light’ta Coşun

Hayatın tadına varmak, eğlencenin dibine vurmak, türlü türlü kaçamaklar yapmak için olmasa da, sırf başka yerlerde tabu olan bunca şeyin nasıl sıradanlaştığını görmek için bile gezmeye değer. Warmoesstraat’tan başlayan günaha davetin tatlı sesi, Red Light’ta iyice kuvvetleniyor. Şehrin en görkemli kiliselerinden birinin gölgesinde cinselliğin bu kadar ortalığa saçılması bile ilginç. Kırmızı ışıklar içinde dünya güzeli kızlar size cilveler yapacaktır; yalan da olsa güzel tabii.

4.Müzeler Seçin

Amsterdam denince çılgınlıklar, renkli hayatlar akla geliyor ama kültür ve sanat açısından da Amsterdam çok canlı ve bol seçenekli. Şehirde bir sürü temalı müze var; zamanınız varsa ve isterseniz, tabii gezin. Ama Amsterdam’a özgü müzelere öncelik vermenizi tavsiye ederim, bunlardan başka yerde yok. Örneğin II Dünya Savaşının dehşetini bir genç kızın naifliğinden izleyebileceğiniz Anna Frank Müzesi ve  Hollanda’nın sancılı Alterasyon dönemine tanıklık eden bir yapıdan dönüştürülen Museum Ons’ Lieve Heep op Solder… Tabii, Rijksmuseum ve Van Gogh Museum, Amsterdam’ın ağır toplarından, onlar hilafına bir şey demek mümkün değil…

a- Rijksmuseum

Sadece Amsterdam ve Hollanda değil, Hollanda’nın sömürgeleri, hatta dünya uygarlıkları hakkında bilgi sahibi olabileceğiniz bu Müze’nin en önemli kısmı, sanat tarihine damgasını vuran Felemenk ustaların resimleri…Rembrant’ın Gece Devriyesi tablosu, Müzenin ağır topu. Müze binası bile başlı başına efsane…

Museumplein’de bulunan Müze her gün 9.00-17.00 saatleri arasında açık, giriş 20 euro. Müzeye gelmek için Tren istasyonu’ndan 2 ve 5 numaralı tramvayları, diğer yerlerden 6, 7 ve 10 numaralı tramvayları ya da 145, 170, 172 numaralı otobüsleri kullanabilirsiniz.

b-Van Gogh Museum

Resim sanatına istediğiniz kadar ilgisiz olun, Van Gogh ismine asla kayıtsız kalamazsınız. İşte ünlü ressam hakkında bildiğimiz, bilmediğimiz herşey bu müzede. 1973 yılında açılan Müze’nin ek binasında da önemli sergiler olmakta. Hollanda’nın simgesi haline gelmiş bu büyük sanatçı hakkında ne çok bilmediğimiz olduğunu göreceksiniz.

Museumplein’de yer alan Müze’nin ziyaret saatleri cuma-cumartesi 09.00-21.00, diğer günler 09.00-17.00 saatleri arasında, giriş ücreti ise 19 euro. Merkez Tren İstasyonundan 2, 5, 12 hatlı tramvaylarla Baerestraat durağında, 3, 12 hatlı tramvaylarda Museumplein durağında inerek ya da 347 ve 357 numaralı otobüslerle ulaşabilirsiniz.

c.Museum Ons’Lieve Heep op Solder

1630’da yapılan bu kanal evi, hem ev dekorasyonu açısından dönem zevkini göstermesi hem de Katoliklikten Protestanlığa geçiş sürecini yansıması açısından biricik ve önemli… Pazartesi-cumartesi 10.00-18.00, pazar 13.00-18.00 saatlerinde ziyaret edebilirsiniz. Giriş 12.50 euro.

d.Anna Frank Huis

Anna Frank’ın Hatıra Defteri’nde yaşanan olayların geçtiği yer. İnsanlığın acımasızlığının somut örneği; o nedenle belki şen şatır bir geziye uygun değil ama bu günden o günlere tanık olmak isterseniz başka yerde bulamayacağınız bir yer. Görmek isterseniz 01 Nisan- 01 Kasım arası 09.00-22.00, 01 Kasım-01 Nisan arası 09.00- 19.00 (cumartesi 21.00) saatleri arasında 10.50 euro ödeyerek  ziyaret edebilirsiniz.  Buraya  13,17 tramvay hattıyla ve 170, 172, 174 numaralı otobüslerle gelebilirsiniz. Ayrıca biletleri internetten, annafrank.org adresinden almanız gerekiyor.

İlk on içinde sayamasam da, Stedelijk Museum, Rembrant’ın Evi, Amsterdam Museum ve Hermitage Müzesi de ilgiyi hak eden yerlerden; başka bir sıralama ile Amsterdam’ın en önemli on yeri arasına rahatlıkla girebilecek yerler.

5.Çiçek Pazarını Dolaşın, Vonderpak’a Uğrayın

Hollanda denince akla gelen simgelerden biri de lale. Çiçek, bitki Amserdam’da çok önemli. Lale müzesi bile var ama canlı çiçekleri görmek, gününüze renk katmak için Muntoren’in hemen altındaki çiçek pazarına uğrayın. Şehrin çevresinde bir çok çiçek satış noktası var ama burası gayet popüler ve kolay ulaşılabilir. Ayrıca mevsimine göre harika güller görebileceğiniz, göletlerle süslenmiş Vondelpark’ta hem dinlenmek hem gözünüzü şenledirmek için bir seçenek.

6.Coffe Shopların Önünden Geçin

Amsterdam denince akla özgürlüklerin en geniş yaşandığı yerlerden biri olması akla geliyor, bunun bir simgesi de hafif uyuşturucu/uyarıcıların kullanımının yasal olması… Ama bunların kullanımı elbette denetim altında; sadece coffee shop’larda kullanabiliyorsunuz ya da buralardan alabiliyorsunuz. Gerçi gitmeye de gerek yok , özellikle eğlence mekanlarının yoğun olduğu yerlerden geçerken zaten hafif kafayı buluyorsunuz. Ama illa önünden geçeyim diyorsanız, Bulldog iyi bir seçenek. Özellikle Red Light’taki Bulldog, oteliyle, giyim mağazasıyla geniş bir yelpazede hizmet vermekte.

7.Meydanlarda Takılın

Amsterdam’da hayat meydanlarda, şenlikli yaşanıyor. İnsanlar bir café, bir pub, bir lokantada oturup etrafı seyredip sosyalleşiyorlar. Sinemalar, tiyatrolar, konserler, müzeler genelde meydanların etrafında yoğunlaşmış durumda. Dam Meydanı, şehrin kalbi; Nieuwe Kerk, Kraliyet sarayı olan Koninklijk Paleis, Madame Tussauds Müzesi burada, ayrıca lüks mağazalar, oteller meydanı süslemekte. Dam Meydanı’ndan dümdüz ilerlediğinizde Rokin’e geleceksiniz. Burada Amstel’in öteki kıyısında muhteşem Opera binasının bulunduğu meydan Waterlooplein, çoğumuz için buranın asıl önemi Avrupa’nın en iddialı bit pazarından birine ev sahipliği yapması; Hermitage Müzesi ile Sinagog ise yakın mesafede…  Rokin’den düz ilerleyip sola kıvrılırsanız  karşınızda Rembrant’ın Gece Devriyesi tablosunun heykel versiyonunu görebileceğiniz Rembrantplein var. Bu Meydan, gece hayatı için birebir;  sinema, tiyatro, konser, kulüpler, barlar, hepsi bir arada… Rokin’den sağa yönelirseniz şık binaları, çeşili dünya mutfaklarına ayrılmış lokantaları, tiyatroları, sinemaları ile her zaman dolu Leidesplein’e geleceksiniz, burada zaman uçar gider, anlaşılmaz… Daha ilerideki Museumplein ise Amsterdam’ın en önemli müzelerine ev sahipliği yapmakta. Rijksmuseum,  Van Gogh Museum, Stedelijk Museum, Moco hep burada… Ayrıca buraya kadar gelmişken akustiği en iyi konser salonlarından Concertgebouw’da bir konsere katılmanızı da öneririm.  Princengracht üzerindeki Jordaan ise şehrin bohem, sanatçı yanına ışık tutmakta…Jordaan, sanatçıların, öğrencilerin, iş insanlarının tercih ettiği, ağaçlıklı, sevimli bir yer. Bölgede yer alan çeşitli sanat galerileri ve sokakları süsleyen heykelleriyle açık hava müzesi gibi bir yer. Anna Frank’ın Evi yanında Lale’ydi, Peynir’di, manalı manasız bir sürü müze de burada. Amsterdam geleneksel müziğinin doğduğu yer olduğunu söylersek, buranın havası hakkında daha iyi bir fikir edinebilirsiniz. Çok iddialı bir de antika galerisi bulunmakta.

8- Yürüyün Bisiklete Binin

Amsterdam gerek diğer önemli Avrupa şehirlerine göre küçük ölçekli olması, gerekse kanallarla, parklarla süslenmiş olması nedeniyle yürüyüşe, ilgilenenler için bisikletle gezmeye çok uygun. Özel bisiklet yolları yayaların kafasını karıştırsa da bisikletliler için büyük rahatlık. Yürüyüş için Amsterdam Cenraal Station’dan başlayıp Dam boyunca yürüyüp oradan ister sola kıvrılıp Rembrantplein, Waterlooplein’e doğru gidebilirsiniz, isterseniz sağa kıvrılıp Çiçek Pazarından geçip Leidesplein ve Museumplein’e ulaşabilirsiniz. Şehrin ana damarlarını geze dolaşa keşfetmiş olacaksınız.

9.Kiliselere Göz Atın

Başka Avrupa ülkelerinde gayet şaşaalı kiliseler görmüş gezginler için Amsterdam müthiş seçenekler sunmuyor. Zaten çoğu önemli kilisesi de artık müze, sanat galerisi olarak kullanılmakta. Ama genelde Gotik-Rönesans esintili kiliselerden bazılarına göz atın derim. Bir kilise seçecekseniz, Amsterdam Centraal Station karşısındaki Basiliek van de Heilige Nicolaas’a öncelik verin; en azından şehirde hala amacına uygun kullanılan ender kiliselerden biri. Oude Kerk, Nieuwe Kerk diğer seçeneklerden.

10.Begijnhof

Amsterdam’ın en hareketli alış veriş bölgesinin ortasında yer alan bu sakin bölge 1346’dan beri bir ibadethane yerleşimi olarak faaliyet göstermekte. Ortaçağ Amsterdam’ından geriye kalanları görmek için mutlaka uğrayın. Giriş ücretsiz.

Amsterdam’da yapılacak  şeyler benim önceliğime göre böyle. Amsterdam b’r gezg’ne aradığı her ;ey’ veren bir yer. Onun için gerek bu yazıda bahsedilen gerekse buradaki sıralamaya giremeyen ama görmek isteyebileceğiniz diğer yerler için destani uzunluktaki Amsterdam Gezi Rehberi yazımıza göz atmanızı tavsiye ederim. Umarım yazdıklarım gezinizi kolaylaştırır. İyi gezmeler.

‘Amsterdam Turlarını’ Trip Advisor güvencesi ile aşağıdaki linkten alabilirsiniz.

 

Amsterdam Gezi Rehberi: Küçük Güzeldir

amsterdam

Amsterdam, belki avuç içi kadar yere koca bir dünyayı sığdırdığı için kayıtsız kalınamayacak bir cazibe merkezi. Avrupa’nın köylüsü denilen bir milletin imrendirici bir refah toplumu kurup dünyanın belki de başka yerinde rastlanmayan dini, siyasi, sosyal hoşgörü geleneğini bu kadar içine sindirerek yaşaması başlı başına bir merak konusu.

Çocukken yel değirmenleri, laleler, tahta ayakkabılarla yer etmişti kafamda Hollanda ve Amsterdam. Sonra kırmızı fener sokağıyla, coffe shop’larla simgeleşen ‘ne biçim özgürler’ ortamı ilginç geldi. Eh, yaş kemale erdi, hafif sarsılsa da hala demokrasinin, bireysel özgürlüklerin bayrağını bu kadar dik dalgalandıran bir toplum dikkati çekiyor haliyle. Demokrasinin orasını burasını bozarak dediğim dedikçi bir sisteme evrilen bizler için bu daha da önemli çünkü böyle bir özgürlük, kuralsızlığı, başı boşluğu, boş vermişliği getirmiyor; Bir arkadaşın söylemiyle, ‘biraz fazla tuvalet kağıdı alsan devlet kapında biter, kara para mı aklıyorsun sen diye…’ dedirten bir disiplinle sağlanıyor bu geniş özgürlükler.

Kısacası Amsterdam benim için sadece bir gezi rotası değil, bireysel özgürlüklerin olabildiğince geniş yaşandığı bir yer. Defalarca gittiğim bu şehri, bu sefer kış masalı sahnesinde gezdim, belki de Amsterdam’a en çok yakışan da bu. Anlatacaklarım biraz da tüm gezilerimin bir özeti.

Meraklısına; Amsterdam’ın Kısa Tarihi

Avrupa’nın köylüsü falan dedik ya, gerçekten Amsterdam 12. yüzyılda Amstel Nehri’nin ağzındaki yerleşime pek de uygun olmayan yerde bir balıkçı köyü olarak tarih sahnesine çıkmış. Suları kontrol etmek için kurulan baraj olan Amstelledamme, ismini bu şehre de vermiş. Sanki başka yer yokmuş gibi, bu sulak, bataklık arazide kanallarla, setlerle, duvarlarla, tepeciklerle oluşturulan alanda yayılan şehir 16.yüzyılda dünyada sözü geçen devasa bir imparatorluğa dönüşmüş. Bu yükselişte ticaretin rolü yadsınamaz. Daha öncesinde Germen kavimlerine karşı duran derebeylerin hakimiyetinde feodal sistem ortaya çıkmış. Bu dönemde Hollanda Kontu V. Floris 1275’te Amsterdamlılara serbest geçiş izni vermiş ama rakibi IV Gijsbrecht van Amstel tarafından öldürülmüş, bunun üzerine Hollanda Kontunun kardeşi Hainautlu Guy de kendisini hapse atıp şehrin hakimiyetini ele geçirmiş, üstüne Utrecht Piskoposu olup Amsterdam’a özel ticari izinler vermiş.

Holland

Aynı dönemde ringa balığı ticareti ve bira ticaret limanı izinlerinden sonra Amsterdam almış yürümüş. Göz alıcı bir liman şehri haline gelen Amsterdam, Alçak Ülkeleri birleştirmeye çalışan Burgonya Düklerinden Habsburgların eline geçmiş. Burgonya Dükü II Philippe’in Belçika, Lüksemburg, Hollanda’yı birleştirme çabaları Cesur Charles’a yenilmesiyle son bulmuş. Charles’ın kızı Marie, Avusturyalı Maximilian Habsburg ile evlendikten sonra ölünce Amsterdam’ın sahibi de Habsburglar olmuş. Aslında Avrupa tarihi de bu dönemde yeniden şekillenmekteydi; Maximilian’ın oğlu Felipe, İspanya’nın eli maşalı kraliçesi Isabel’in kızıyla evlenince iktidarın da sahibi oldu. Bu çiftin oğlu ise meşhur V.Carlos olacaktı. Carlos, Kutsal Roma İmparatoru, İspanya Kralı ünvanlarının yanında Hollanda’nın 17 eyaletine hakim olup Alçak Ülkeleri birleştiren Hollanda hükümdarı da olmuş. Bu dönemde Hollanda Katolikti. 1550’de Protestanlık sapkınlık olarak görülüp ölümle cezalandırılıyordu. 1568’de Oranje Prensi Protestan Willem önderliğinde isyanlar başlamış. 1578 yılında isyanı Protestanlar kazanmasıyla Alterasyon Dönemine girilmiş ve Amsterdam Protestanların başkenti olmuş. 1580’li yıllarda Hollanda doğuya giden yolları keşfetmiş, 1596’da Kaşif Willem Barentsz Kuzey Buz Denizi’ni keşfetmiş. Keşifler, uzun ticaret yolları Hollanda’nın servetine servet katmış ve 17. yüzyıl Amsterdam’ın altın çağı olmuş. Oranje Hanedanı’ndan Frederick Henrick genel vali olduktan sonra yerine geçen III Willem İngiliz tahtının varisi Mary Stuart ile evlenmiş. Bu dönemde Amsterdam’da yeni kanallar açılıyor, muhteşem konaklar yapılıyor, zenginlik ve şatafat şehri sarmalıyormuş. Aynı günlerde Osmanlı topraklarından getirilen lale, bir çılgınlık haline gelmiş, bir soğanına koca malikaneler el değiştirmiş. Altın çağ sürerken İspanya ile olan çekişme de sona ermiş ve Hollanda İspanya tarafından tanınmış. Hollanda dar topraklarına sığmayıp deniz aşırı yayılmaya başlamış, Endonezya’da kolonileşme sürecinde Amsterdam zenginliğine zenginlik katmış. Doğu Hindistan Kumpanyası ile baharat yolunu da ele geçiren Hollanda, Amerika’da Manhattan’ı satın alıp New Amsterdam’ı kurmuş. Ama 1664’te İngilizler New Amsterdam’ı ele geçirince İngiltere ile karışık bir ilişki süreci yaşanmış.

1688’de III. Wilhem İngiltere tacını giymek üzere İngiltere’ye davet edilmiş. III. Wilhem’in ölümüyle valisiz kalan Hollanda’da çıkan karmaşa içinde, IV. Wilhem, babadan oğula geçen valilik sistemi kurmuş. Bu dönemde Amsterdam finans dünyasının merkezi olmuş ve Hollanda tüm dünyadan göç eden insanların aktığı bir yer haline gelmiş. Oranje Hanedanı’na duyulan hoşnutsuzluk sonucu çıkan isyanlar 1787’de Prusya Ordusu tarafından bastırılsa da bu dönemde kısa bir cumhuriyet dönemi yaşanmış. Hollandalı isyancılar, Fransızların yardımıyla bu cumhuriyeti yaşarken 1806’da Napoleon Bonapart cumhuriyet idaresini eline geçirmiş, sonra da Louis Napoleon Hollanda tacını giymiş. Bu dönem 1815’e kadar sürmüş, Waterloo’nun ardından Oranje Hanedanı yine yönetimi eline almış ve Willem kral olmuş. 1831’de Alçak Ülkelerin güney kısmı birlikten ayrılmış ve Belçika’nın temelleri atılmış. 1845’te halk sosyal reform talepleriyle ayaklanmışlar. Böylece sosyal demokratlar, komunistler, işçi partileri 1900’lere yaklaşırken Hollanda’nın siyasi hayatına girmişler. Yeni anayasa düzenlemeleri, I Willem’in yerine geçen II Willem, Kraliçe Wilhelmina, tarafsız kalarak atlatılan I Dünya Savaşı ve ülkeyi yakıp geçen II Dünya Savaşı, 1949’da Endonezya’nın bağımsızlığını kazanması derken Hollanda bugünlere ulaşmış.

1989’da merkez sağın iktidara geçmesiyle özgürlüklerin sınırı yeniden tartışılmaya başlasa da Kraliçe Juliana’nın yerine geçen Kraliçe Beatrix’in tahtta olduğu Hollanda bugün dünyanın hala hem en müreffeh hem de özgürlük sınırlarının en geniş olduğu ülkelerden biri.

Holland

Ulaşım

Amsterdam’a Türkiye’den uçakla gidildiğinde Schiphol Havaalanı’na iniliyor. Havaalanından Amsterdam’a ulaşmanın en kolay yolu NS tarafından işletilen tren. Her gün 06.00 ile 01.00 arasında her 10-15 dakikada, 01.00 ile 06.00 arasında ise her saat başı kalkan trenlerle Amsterdam Tren İstasyonu’na ulaşabilirsiniz. Biletleri gişelerden ya da makinelerden alabilirsiniz. NS tren ücretleri 4.50 euro ve 1 euro da servis ücreti gibi bir para alınıyor. Havaalanından Amsterdam’a gitmenin bir yolu da otobüs. 397 numaralı Connexxion/ R-Net otobüsleri Schiphol’den Leidseplein’a 6.50 euroya götürmekte.

Amsterdam’ın keyfi yürüyerek çıkar, şehir de buna çok uygun. ‘Aman dönüşü de paralel sokaktan yapayım, farklı yerler görürüm…’ falan demeyin, o paralel sokak sizi şehrin bambaşka bir yerine götürebilir; kanallar, köprüler, sokaklar birbirini kesip başka yönlere dönebiliyorlar.

Yürümek istemiyorsanız Amsterdam’ı metro, tramvay, otobüs ve tekne ile gezebilirsiniz. Toplu taşıma GVB şirketi tarafından yürütülmekte. Tekne, Amstel Nehri üzerinde ulaşımı sağlıyor, ayrıca Eye Instıtute’a ve Look Out kulesine gitmek için kullanacak bir araç. Otobüsler daha çok banliyöler için geçerli, geceleri tramvay hizmeti bittiğinde, 00.30-07.00 saatleri arasında otobüsler devreye girmekte. Metro dört hatta çalışmakta, genelde banliyölere kadar uzanmakta, üç hattın kalkış noktası ise Merkez Tren İstasyonu. Amsterdam’da gezilecek yerlerin çoğu merkez çevresinde olduğu için belki de bir gezgin için en iyisi tramvayı seçmek; şehrin merkezinde tramvayların ulaşım noktaları çok fazla.

Toplu taşım biletleri makinelerden ya da araç içinden alınabilir. Tramvay, otobüs ve metroda geçerli bir saatlik bilet 3.20 euro, bu bilet trenlerde geçerli değil; Havaalanı hattında çalışan otobüslerin dahil olduğu tramvay, otobüs metro bileti ise 6.50 euro ve 90 dakika geçerli. Biletler araç içindeki bir makineyle binişte ve inişte onaylatılıyor.

Tramvay, otobüs, metro için geçerli GVB günlük biletleri de gezginler için bir seçenek. 24 saatlik 8.00 euro, 48 saatlik 13.50 euro, 72 saatlik 19.00 euro, 96 saatlik 24.50 euro, 120 saatlik 29.50 euro, 144 saatlik 33.50 euro, 168 saatlik 36.50 euro; bu biletler havaalanı ulaşımı için kullanılamıyor.

GVB toplu taşımalarına ek olarak havaalanı tren ve otobüs ulaşımının da dahil olduğu kartlar, 1 günlük 17.00 euro, 2 günlük 22.50 euro, 3 günlük 28.00 euro… Amsterdam ve Bölgesel Kartlar yine 1,2,3 günlük olarak 19.50, 28.00, 36.50 eurodan. Daha uzun seyahatler için Hollanda için geçerli başka seçenekler de mevcut. Ayrıca OV çipli kart da uzun süreli kalacaklar ve çok seyahat edecekler için düşünülebilecek bir seçenek; kart bedeli 7.50 euro ve geri ödemesi yok. Bittikçe kartı doldurabiliyorsunuz ve trenlerde de kullanılabiliyor.

Tembel gezginin kurtarıcısı gezi otobüsü Amsterdam’da gezi tekneleriyle de hizmetinizde. 1 günlük hop on hop off otobüs gezisi 21.00 euro, 1 günlük tekne gezisi 24,00 euro; eğer otobüs ve tekneyi birlikte kullanacaksanız 1 günlük ücret 29,00 euro. Buna bir de Heineken Experience bira keyfi katarsanız ücret 46,00 euroya çıkıyor. Stromma tekne turları düzenleyen firmalardan biri ve akşam yemeği, kokteyl gibi özel turlarla da kanal gezisi yapıyor.

Öte yandan Amsterdam, bir bisiklet kenti; günlük 12 euroya bisiklet kiralayıp dilediğinizce gezebilirsiniz. Araba kullanmak ise, şehir merkezinde bir sinir törpüsü, unutun gitsin; yollar dar, genelde bir tamirat veya yük boşaltan kamyonlardan tıkalı, park yerleri pahalı ve zor bulunuyor.

Amsterdam’ı yürüyerek gezecekler için bir uyarı; bisikletlileri ciddiye alın, şakaları yok, üstünüze üstünüze sürüyorlar. Yaya yolu ile bisiklet yolu ayrımına dikkat edin ve bisiklet yoluna geçmeyin, hiç tavizleri yok. Araba kullanıcıları ise zaten neredeyse 0 km ile gidebildiklerinden bir sorun yaratmıyorlar, ayrıca yayalara karşı gayet anlayışlılar.

Artık gezmeye başlayalım mı?

Gezelim Görelim

Öncelikle sizi Merkez Tren İstasyonu’ndan başlayarak gezeceğiniz yerleri kuş uçuşu dolaştırayım. Tren İstasyonu’ndan çıktınız, sırtınızı Tren İstasyonu’na verdiniz. Dümdüz ilerleyeceğiniz yol Amsterdam’ın can damarı Damrak. Sağ tarafınız Haarlem’e gidiyor, şehrin insanı hafiften irkilten tarafıyken yavaş yavaş toparlanan bir bölge, hafif bohem ama düşük bütçeden, fiyatlar daha makul olan bir yer; sol taraf ise Schreierstoren gibi Orta Çağ’dan kalan yapılardan geçip Ijburg gibi şehrin yeni yerleşim yerlerine doğru uzanıyor. Biz Damrak üzerinden devam edelim.

Hemen solunuzda St Nicolaaskerk dikkatinizi çekecek. Yol üzerinde seks müzesi, işkence müzesi, vücut kaslarının çalışmasını gösteren Body World gibi atraksiyonu bol müzeler sizi kandırmasın (Beni kandırdı), bu şehrin gerçekten önemli müzeleri var. Ayrıca Beurs van Berlage de bu yol üzerinde. Dam Meydanı önemli bir nokta; Koninklijk Paleis, Nieuwe Kerk, Nationaal Monument ve meydanı çevreleyen şık alışveriş yerleri sizi defalarca buraya getirtecek. Biraz daha içeriye doğru ilerlerseniz mutlaka görmeniz gereken Jordaan’a varacaksınız; Anna Frank’ın Evi sizi hüzünlendirecek ama bölge Amsterdam’ın en canlı, en eğlenceli yerlerinden.

Damrak’a geri dönersek Rokin’e geliyoruz; tüttürmek gibi bir anlamı olan Rokin, şehirle ilgili ipuçları da veriyor. Sol tarafınızdaki şık mağazaların hemen arkası Red Light; Waag, Museum Ons’ Lieve Heep op Solder da burada. Yol üzerinde ise Allard Pierson Museum var, kaçırmayın. Rokin’den devam ederken yolumuz ikiye ayrılıyor. Sağ taraf her zaman hareketli ve zarif Spui ve sonra Koningsplein, sol taraf Muntplein; Koningsplein ile Muntplein arasında ise Çiçek Pazarı uzanmakta. Koninsplein’den devam edersek Leidesplein’e uzanan yol Beyoğlu Caddesi gibi her daim hareketli. Leidesplein ise Vondelpark’tan geçip Museumplein’e varmakta; en baba müzeler yanında Amsterdam’ın klasik müzik merkezlerinden Concertgebouw ve ışıltılı elmas merkezleri de burada. Muntplein’den sola dönerseniz eğlencenin dibine vuracağınız Rembrantplein ve sonra bit pazarlarının efendisi Waterlooplein’a varacaksınız, daha sonra Yahudi müzelerini geçip hayvanat bahçesinin de bulunduğu Plantage/Artis ve Troppenmuseum’un bulunduğu Alexanderplein’a ulaşacaksınız. Muntplein’dan düz devam ederseniz Heineken’a ve bir başka alış veriş merkezi olan Albert Cuypstraat’a varacaksınız.

Yolunuz sık sık kanallarla kesilecek; temel olarak kanallarımız, iç içe geçmiş yarım ay şeklinde (içerden dışarıya) Herengracht, Keizersgracht ve Prinsengracht, en içte ise Spui civarında biten Singel… Bir de şehrin içine giren ve Waterlooplein’ı çevreleyen Amstel Nehri var ki şehrin en can alıcı manzaralarını çekmek için oraya gitmeniz şart. Dendiğine göre sonradan açılan bu üç kanal içinde Herengracht zamanının en sükseli olanıymış, en zengin tüccarlar burada yaşıyormuş, haliyle malikaneler de biraz daha görkemli. Şimdi ise sadece belediye başkanı buradaymış, diğer evler şirketler, mağazalar, şık lokantalar tarafından kullanılmaktaymış. Buna göre en garibanı da Prinsengracht, evler de ona göre; bir zamanlar göçmenler, işçiler burada yaşıyormuş ama şimdilerde şehrin cazibe merkezi, örneğin Jordaan burada. Artık bu kanalların, sokakların aralarına girmek zamanı; Amsterdam’da gezdiğim gördüğüm, sevdiğim bakıp geçtiğim yerlere götüreceğim sizi. Biraz uzun olacak ama Amsterdam’dasınız, her sokağında bir dünya dönüyor.

Holland

Önce Amsterdam’ın en özgün ve populer bölgesinden başlayalım. 

Red Light Zone 

İşte Amsterdam’ın dillere destan bölgesi… Cinselliğin sokaklara döküldüğü bölge. Tabii dünyada bu şekilde ünlenen yerlerin artmasıyla buranın pabuçu biraz dama atılmış olsa da efsane hala ayakta… Aslında herşey Dam tramvay durağının karşısından girebileceğiniz Warmoesstraat ile başlıyor. Sokağa girince zaten artık ne içiliyorsa, dumandan başınız dönecek. Coffe shoplar, barlar, sokaklara taşan müzik sesleri, fetiş klüpleri, seks dükkanları; hepsi ‘her günahın tadına, dünyanın batağına’ batacağınız bir serüvenin girizgahı. En gösterişli mağazası, türlü renkte, boyutta condomların satıldığı, condomdan objelerin yapıldığı Condomerie; oradan anlayın işte… Türlü çeşitli yatak odası oyunlarına yönelik malzemenin satıldığı seks dükkanları ise sektörün yaratıcılığını gözler önüne sermekte. Burada her şey büyük, her şey abartılı. Warmoesstraat’dan ilerleyince ortasında tüm heybetiyle Oude Kerk’in yükseldiği Red Light bölgesine giriyorsunuz.

Biraz ilerde Waag, yanda Museum Ons’ Lieve Heep op Solder duruyor ama kimin umurunda, penceresinden kırmızı ışığın süzüldüğü odalar esas ilgi merkezi. Kırmızı ışık yanıyorsa ve pencerenin perdesi açıksa odada faaliyet olabilir demektir; zaten odaların penceresinden de neredeyse tamamen çıplak kızlar, çapkın çapkın dışarıda bekleşen adamlara bakıyor. Haliyle gerisini bilemem ama buradaki kızlar, hani derler ya, bizde olsa manken olur, diye… o derece güzeller. Bu durum sanırım fiyatlara yansıyor. Ama gezgininizin size bir önerisi var. Bir kırmızı fener mahallesi de (Damrak bulvarının öbür tarafında) Spui’nin Tren İstasyonu’na yakın kısmında var. Daha küçük ve biraz daha, nasıl denir, olgun hanımlar vitrinde boy göstermekte; bu fiyatlara da yansımış olabilir. İlgilenenler için… Yalnız bazı pencerelerde kırmızı yerine mavi ya da kırmızı-mavi neon ışıkları yanmakta; manası ise yarı çıplak gördüğünüz hanımın kapalı kısımlarının umduğunuz gibi çıkmamasına işaretmiş, yani büyük olasılıkla transseksüellermiş. Dikkat edin yoksa bir kaçamağınız asrın hatasına neden olabilir. Buralarda resim çekmek yasak ve ciddi sorun çıkabiliyor. Benim yaptığım gibi pencereden içeri ağzı açık alık alık bakmak ta pek hoş karşılanmıyor; bir kadın, elinde bir dildo, bana bas bas bağırdı. Kaçtım hemen tabii. Ama eğer ben icraatçı değilim, sadece izleyiciyim diyorsanız, canlı seks gösterilerin düzenlediği yerler var, en dikkati çeken ise Casa Rosso, kadın erkek herkese açık bu gösterilerin afişlerinde bol bol Tarzan ve Jane’ler falan vardı, içeride neler oluyor bilmiyorum ama giriş ücreti 50 euro civarında.

Bu arada Red Light Bölgesi’nde ‘Red Light Radio’ ismiyle yayın yapan radyo istasyonu bulunuyor; kırmızı ışıklı pencereli radyo istasyonundan çalınan müzik dışarı taşıyordu, bizde olsa acıların kadını nameleri yükselirdi herhalde. Hemen yanında da ‘prostituon information center’ vardı, bu meslek erbablarının dayanışma yeri gibi bir yerdi galiba.

Coffee shop’lar da Amsterdam’ın bir başka sansasyonel olayı. Şehrin her bölgesinde bulunan coffee shop, smart mushroom dükkanları Amsterdam’da yasal sınırla belirlenen hafif uyuşturucuların, halüsinasyon gördürdüğü ileri sürülen mantarların satıldığı ve kullanıldığı yerler. Sadece bitki olarak değil, pastası, keki, şekeri de var. Bunlar içinde de en önemli olanı Bulldog… Bulldog sadece Red Light’da 2-3 dükkanı olan, artık coffee shop olmaktan çıkıp neredeyse sektöre dönüşmüş bir yer; coffee shop yanında giyim mağazaları, oteli ve muhtelif semtlerde şubeleri olan bir mağaza. Ben sigara bile içmiyorum ve bir şey tüttürmek tamamen ilgim dışında. Bu arada coffe shoplarda satılanları sokakta tüttürmek yasak.

Müzeler

Müze düşkünü olduğum için bu kısmı uzun uzun anlatacağım. Amsterdam’da müzeler pahalı, bunun için size IAmsterdam kartını önereceğim, şehrin en önemli müzelerine ücretsiz giriş sağlıyor. Gittiğim müzeleri ayrıntılı anlatacağım, gitmediğim müzelere de değineceğim.

Rijksmuseum

Amsterdam’ın en görkemli müzesi Rijksmuseum, Hollanda’nın sanat tarihinin bir özetini sunmakta. 1798’de The Hague’de açılan Müze, 1808’de Amsterdam’a taşınmış ve önce Kraliyet Sarayı ve Trippenhuis’de kendine yer bulmuş. Bugünkü binasına 1885’de taşınmış, 2013’de ise on yıllık bir restorasyon döneminden sonra Kraliçe Beatrix tarafından yeniden açılmış. İlk koleksiyonlar Nationale Kunstgallerij olarak sergilenmiş, 1808’de Hollanda Kralı (Napoleon’un kardeşi) Louis Bonaparte tarafından Royal Museum olarak açılmış ve bugünkü ismini 1815’te Kral I. Willem zamanında almış.

1885 yılında açılan bu muhteşem Neo Gotik unsurlarla bezenmiş Hollanda Neo Rönesansı tarzındaki yapı, ilk Felemenk ressamlardan başlayıp özellikle 19. yüzyıl sanatçılarına kadar getiriyor. Orta Çağ kiliselerinin altarlarını süsleyen panolar, Orta Çağ heykelleri, Hollanda İmparatorluğu dönemine ait kent manzaraları, ilk Hollanda resimleri, 17. yüzyılda alterasyon dönemi sonucunda resim sanatının evrimi, muhteşem natürmontlar, empresyonistler, 17. yüzyıla ait mobilyalar, Delft seramiklerinin en nadide örnekleri, baskılar ve Hollanda’nın İmparatorluk döneminde Asya’daki hakimiyeti sırasında getirilmiş Uzak Doğu ve Hint heykel ve objeleri sizi bekliyor. Uzun uzun gezmeye zamanınız yoksa Müze’nin 17. yüzyıl resimlerine ayrılan bölümüne öncelik tanıyın; Frans Hal’ın Düğün Portresi, Neşeli Sarhoş Ruisdael’in Yel değirmeni, Vermeer’in Mutfak Hizmetçisi ile Mektup Okuyan Kadın mutlaka görülmesi gereken eserler ama Müzenin ağır topu Rembrant’ın Gece Devriyesi tablosu. 1642’de tamamlanan resim, Rembrant’ın en büyük tablosu. Bu eser, hareket halinde bir grup insanın portrelendirildiği ve bir öykü anlatan ilk resimmiş.

O kadar muhteşem eser arasında benim aklımda kalan resim Cornelis Cornelisz’in Masumların Katli tablosu oldu; Yehuda Kralı Herod’un müstakbel kral çıkması endişesiyle şehirdeki iki yaş altındaki erkek çocukların öldürülmesi emriyle ilgili olan tablo gayet trajik bir konuyu ele almış ama tablonun tam ortasına kondurulan minik bebeleri boğazlayan iki adamın koca totosu insanda konsantrasyon bırakmıyor.

Ben gittiğimde Müze’de Rembrant-Velazquez sergisi vardı; bu bölümde Rembrant ile Velazquez ve bu sanatçılardan etkilenen ressamların seçme eserleri yer almakta.

Müze her gün 9.00-17.00 saatleri arasında açık, giriş 20 euro. Müzeye gelmek için Tren istasyonu’ndan 2 ve 5 numaralı tramvayları, diğer yerlerden 6, 7 ve 10 numaralı tramvayları ya da 145, 170, 172 numaralı otobüsleri kullanabilirsiniz.

Ola ki bu muhteşem Müze’ye gelmeye zamanınız olmadı; Schiphol Havaalanında 07.00-20.00 saatleri arasında genelde Müze eserleri arasından seçmece 10 tane resim sergilenmekte, ücretsiz, şehirden ayrılmadan önceki son fırsat…

Van Gogh Museum

Amsterdam’da sadece bir müzeye gidecekseniz belki de bu Van Gogh Müzesi olmalı.

Museumplein’de yer alan ve 1973’te açılan Müzede, resim sanatı için bir mihenk taşı olan Vincent van Gogh’un sanat yaşamının basamaklarını izleyebilirsiniz. Vincent van Gogh’un satılmayan resimleri, öncesi kardeşi Theo, sonra onun eşi Johanna’ya miras kalmış, sonunda oğlu Vincent Willem van Gogh tarafından Stedelijk Müzesi’nde bırakılmış; resimlerin son yeri ise bu Müze olmuş.

Genelde Van Gogh’un birkaç resmini mutlaka biliyoruzdur ama burada sizi şaşırtacak resimlerini görebilirsiniz; ben Pieta temalı resmi olduğunu bilmiyordum, gördüm. Ayrıca Van Gogh yanında çağdaşı olan ressamların eserlerinden de örnekler bulunmakta. Müze’nin Kurokawa kısmında geçici sergiler düzenlenmekte; ben gittiğimde Millet sergisi vardı. Millet’nin çiftçi hayat üzerine nefis resimleri yanında bu bölümde en ilgimi çeken, Millet’nin ‘Het Angelus’ resminden esinlenerek Salvador Dali tarafından yapılmış versiyonu. Bu bölümde nedense resim çekmek yasaktı ve niyetimi anlayan güvenlik görevlisi gözlerini ayırmadığından maalesef resim yok.

Müze’nin ziyaret saatleri cuma-cumartesi 09.00-21.00, diğer günler 09.00-17.00 saatleri arasında, giriş ücreti ise 19 euro, IAmsterdam kartı ile ücretsiz. Müze, museumplein’de yer almakta (Rijksmuseum’a gider gibi geliyorsunuz; Merkez Tren İstasyonu’ndan 2, 5, 12 hatlı tramvaylarla Baerestraat durağında, 3, 12 hatlı tramvaylarda Museumplein durağında inerek, 347 ve 357 numaralı otobüslerle ulaşabilirsiniz). Bilet sadece Müzenin websitesinden alınıyor; ‘www.vangoghmuseum.nl’, IAmsterdam kartınız olsa bile…

Anna Frank Huis

Çocukluğumda okuduğum Anna Frank’ın Günlükleri, o günlerin kafasıyla genelde savaşın, özelde II Dünya Savaşı’nın yıkıp geçtiği hayatların simgesi olmuştu benim için.

Bu müzeyi Amsterdam’ın vazgeçilmezleri arasında, hatta ilk sırada sayıyorum. Evet II. Dünya Savaşı insanlığın verdiği çok kötü bir sınavdı ve bu sınavda milyonlarca insan hiç suçu olmadan savruldu gitti, Anna Frank bu savaşta yitip giden çocukların hepsinin bir özeti gibi. Prinsengracht 263 numaradaki bu ev, Anna Frank ve ailesinin II. Dünya Savaşı sırasında iki yıldan fazla gizlendiği bir yer; Van Pels ailesi Frank ailesini burada sakladılar. Sonuçta 4 Ağustos 1944’te Anna Frank ve ailesi bu evde yakalanır ve toplama kamplarına gönderilir, bu süreci sadece baba Otto Frank sağ atlatır. Anna Frank’ın evi temel olarak boş ama o günlerin ağırlığı evin her yanına sinmiş, o günlerin acısı kendini her adımda hissettiriyor., belgeler, resimler, o günlerden kalmış objeler de bu hissi besliyor.

Önceki gezilerimde bir kez ziyaret etmiştim ama sonra gitmedim. Ne yaparsınız, insanız işte, ölenle ölünmüyor, sonuçta buralara biraz dağıtmaya geldik; öte yandan insanlığın geçmişinden ders aldığı da yok, tepişip duruyorlar hala, bari ben keyfime bakayım dedim. Ama siz daha duyarlı davranmak isterseniz, 01 Nisan- 01 Kasım arası 09.00-22.00, 01 Kasım-01 Nisan arası 09.00- 19.00 (cumartesi 21.00) saatleri arasında 10.50 euro ödeyerek ziyaret edebilirsiniz. IAmsterdam kartı burada geçerli değil. Buraya 13,17 tramvay hattıyla ve 170, 172, 174 numaralı otobüslerle gelebilirsiniz. Ayrıca biletleri internetten, annafrank.org adresinden almanız gerekiyor.

Museum Ons’ Lieve Heep op Solder

Amsterdam’ın en özgün ziyaret noktalarından olan bu müze, Red Light’ta 1630’da yapılmış bir kanal evi ile onun arkasındaki iki küçük evden oluşmakta. 1663’de yapılan Çatı Katındaki Efendimiz Kilisesi’ne ev sahipliği yapan bu kilise, Amsterdam’ın bir döneminden geriye kalan tek yapı. 1578’de Hollanda’nın Katoliklikten Protestanlığa geçtiği Alterasyon sürecinde, kamuya açık Katolik uygulamaları yasaklanmış ama gizli gizli ibadet edilmesine izin verilmiş.

Bu süreçte evlerin tavan aralarında Katolik kiliseleri kurulmuş. İşte bu müze, o günlerden geriye kalan gizli bir Katolik kilisesine ev sahipliği yapmakta. Bina 1888’de müzeye dönüştürülmüş ve kiliseye ait gümüş eşyalar ve ibadet giysileri burada sergilenmeye başlanmış. 1661 yılında tüccar Jan Hartman tarafından satın alınan ev, o dönemin modasına uygun olarak Hollanda Klasizmi etkisine göre döşenmiş. Bu stilde, en önemli husus simetrinin sağlanmasıymış, sırf simetriyi sağlamak için bir yere açılmayan gereksiz kapılar bile konmuş.

Dönemin dekorasyon zevkini görmek yanında, o günlere ait bir gizli ibadethaneye de şahitlik etmek de bu müzenin özelliği. Rahibin kutu gibi yatak odası, giysileri, Jacob de Wit tarafından 1716’de yapılan İsa’nın Vaftizi eseri ve biblolarla oluşturulan dini tablolar/nativityler burada dikkatinizi çekecek şeyler. Pazartesi-cumartesi 10.00-18.00, pazar 13.00-18.00 saatlerinde ziyaret edebilirsiniz. Giriş 12.50 euro, IAmsterdam kart ile ücretsiz…

Museum Het Rembranthuis

Rembrant’ın 1639-1656 yılları arasında yaşadığı Jodenbreestaat’daki ev, ressamın hayatından ve resimlerinden kesitler görmek isteyenleri için mutlaka uğranılması gereken bir yer. Rembrant’ın hem yaşam alanı hem çalışma atölyesi olarak kullandığı ev, Amsterdam’ın en özel müzelerinden. Waterlooplein’ın arkasına düşen bu Müze’de, Rembrant’ın resimleri, gravürleri yanında kendi çağdaşlarının ve öğrencilerinin eserleri de yer almakta. Burası her gün 10.00-18.00 saatleri arasında gezilebilir, giriş 14 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz. 14 numaralı tramvay ya da 51, 53, 54 numaralı metro hattıyla gelinebilir.

Amsterdam Museum

Amsterdam tarihine göz atmak için Kalverstraat ile Nieuwezids Voorburgwal arasındaki Amsterdam Müzesi’ne uğrayabilirsiniz. 1581 yılına kadar St Lucien Manastırı olarak hizmet veren bina bu tarihten itibaren yetimhane olarak kullanılmış, 1634’te Jacob van Campen eliyle genişletilerek bugünkü klasik tarzını almış, 1975’te kentin tarihine ışık tutan bir müze haline getirilmiş. Müzenin giriş duvarında yer alan levha ve süslerde Amsterdam’ın Orta Çağ’da surlarla çevrili halini de görebilirsiniz. Giriş kapısı üzerinde ise, yetimlere yardım edilmesinin faziletlerini anlatan 1581 tarihli Joost Bilhamer’in eserinin kopya kabartması yer almakta. Ayrıca yetimhane günlerinin anısı olarak Naiplik Odası ve Yetimler Dolabı korunmuş. Müze içinde Amsterdam’ı Orta Çağ’dan bugüne kadar izleyebileceğiniz objeler sergilenmekte. Resimler, heykeller, resimler, grafikler, arkeolojik bulgular yanında 1811’de şehre giren Napoleon’a sunulan şehrin gümüş anahtarları, Goliath heykeli ve bir zamanların fahişelerin, pazarlayıcılarının, müşterilerinin ve lezbiyenlerin Red Light’taki buluşma noktası ünlü Cafe’t Mandje’nin bir örneği Müze’nin zenginliklerinden.

Müze pazartesi-cuma 10.00-17.00, cumartesi ve pazar 11.00-17.00 saatlerinde açık. Giriş 15 euro. IAmsterdam card ile ücretsiz. Ulaşım Rokin durağından sağlanmakta.

Allard Pierson Museum

Amsterdam Üniversitesi bünyesindeki bu Müze, Dam ile Rokin arasında Oude Turfmarkt’da bulunuyor ve Mısır’dan Yunan’a Kıbrıs’tan Etrüsk’e, Roma’dan Amsterdam’a uzanan arkeolojik eserlere ev sahipliği yapıyor. Üniversite’nin ilk arkeoloji profesörü olan Allerd Pierson’un adını ve koleksiyonunu alan Müze’de, özellikle kırmızı ve siyah desenli Yunan çömlekleri ile Roma döneminden kalma lahit dikkat çekici. Bu görkemli binanın yerinde 1400’lerde, Amstel kıyıları yükseltilip bir manastır inşa edilmiş. Daha sonra 1578’de manastır Sint Pietersgasthaus Hastanesi’ne devredilmiş. Bina 19. yüzyılda Hollanda Merkez Bankası binası olarak görev yapmış. 1968’de Amsterdam Üniversitesi’ne geçen bina 1976’da kapılarını bir müze olarak halka açmış. Müze’de Amsterdam’ın tarihine ait bir kısım da mevcut. Anadolu Artemisi’ni andıran heykel benim özellikle dikkatimi çekti.

Müze salı-cuma 10.00-17.00, cumartesi-pazar 13.00-17.00 saatleri arasında, giriş 10 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz. Rokin durağının karşısında (4, 14, 24 numaralı tramvay hatları ile gelinebilir).

Begijnhof

Tam olarak ne zaman kurulduğu bilinmese de, belgelere göre 1346’dan beri manastır yemini etmeden rahibe olan kadınların yaşadığı bir ibadethane kompleksi. Rahibeler yaşadıkları oda karşılığında yoksullara eğitim, hastalara bakım hizmeti veriyormuş. Yeşillik bir alana bakan yan yana sıralanmış evler, şehir merkezinde bir sükûnet alanı oluşturuyor. Burada 15. yüzyıla ait Engelse Kerk, önceleri Katolik bir kiliseyken 1607’de Presbiteryen olmuş ve Amerika’ya giden ilk göçmenlerin burada ibadet ettikleri düşünülmekteymiş. Evlerin duvarlarındaki plakalarda İncil’den hikayeler yer almakta. Buradaki evlerin çoğu 16. yüzyıl sonrasına ait iken 34 numaralı ev 1420’li yıllara aitmiş ve Amsterdam’ın halen ayakta olan en eski iki evinden biriymiş. Begijnhof her gün 09.00-17.00 arasında kapılarını açıyor ve ziyaret ücretsiz.

Stedelijk Museum

Museumplein’de yer alan Stedelijk Museum, çağdaş sanatın ‘ben bunu biliyorum’dan ‘bu kadar da olur mu’ya uzanan her alanından örnekleriyle, 2012’den beri kapılarını açmakta. Müzeye ev sahipliği yapan muhteşem bina 1895’te yapılmış. Neo Rönesans tarzdaki cephe heykellerle süslenmiş ama ana giriş, binaya eklenen cam yapıdan yapılıyor.

Müzeyle ilişkimiz Matisse, Cezanne, Kandinsky,Picasso, Degas, Chagall, Warhol eserlerini içeren kısmıyla gayet iyi başladı, hatta Heemskerck’in mozaik çalışması pek hoşuma gitti. Ama Müzenin diğer bölümündeki pembeli mavili neon ışıklı kalp için de ‘You forgot to kiss my soul’ yazısını görünce, tamam, başlıyoruz, dedim. Ve başladık; domuzcuklar, yazılar, masa üzerine kapaklananlar…

Hepsi birşeyler anlatıyordu mutlaka ama ben anlamadım. Neyse ki anlamayan bir ben değildim; sanki bilinmez bir dilde yazılmış dev bir yazıcı çıktısıymışçasına yerlere sarkan bir eserin önünde düşünen birini görünce, yalnız olmadığımı anladım.

İsterseniz 10.00-18.00, (cumaları 10.00-22.00) saatlerinde gidebilirsiniz, giriş 18 euro, biletinizi atmayın, eğer bu eserleri görmeye doyamazsanız bir biletle gün içinde defalarca girebilirsiniz, IAmsterdam kartıyla giriş ücretsiz.

Bu Müzeye 2, 3, 5, 12, 16 ile 24 numaralı tramvaylarla ve 145, 170, 172 numaralı otobüslerle ulaşabilirsiniz.

Museum Willet Holthuysen

1685’de Vali Hop için Herengracht üzerinde yapılan bina, 1855’de kömür tüccarı Pieter Holthuysen tarafından alınmış. Ev, resim, cam, gümüş ve seramik eşya koleksiyoncusu kızı Louisa Willet’ye kalmış. Kendisi varis bırakmadan ölünce de bu müzenin temeli atılmış olmuş. Jacob de Wit eserlerinin ve Amsterdamlı ressamların çiçek resimlerinin yer aldığı Müze, 18-19. yüzyıl zengin tüccarların parıltılı yaşamlarına bir pencere açıp o dönemin mobilyalarını, eşyalarını, yaşam alanlarını görmemizi sağlıyor.

Müze 10.00-17.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir, giriş 12.50 euro, IAmsterdam kartına ücretsiz.

Museum van Loon

1672’de Keizergracht üzerinde yapılan bu malikane, zengin bir tüccar için iki simetrik evden biriymiş. Malikanede bir süre ressam Ferdinand Bol yaşamış. Amsterdam’ın en saygın ailelerinden biri olan van Loon’un 1884’te yerleştiği bu evin dış cephesinde dört heykel göze çarpmakta.

İç dekorasyon ise 16 yüzyıla kadar uzanan mobilyalarla zenginleştirilmiş, ayrıca aile portreleri ve muhtelif tablolar da mevcut. Alt katta müze, bir bahçeye açılmakta. Bahçenin uzandığı diğer bir yapıda ise Malezya sergisi bulunmakta.

Girişi 10 euro olan Müze, 10.00-17.00 saatleri arasında açık, IAmsterdam kartına giriş ücretsiz.

Hermitage Museum

Dünyanın en önemli müzelerinden olan St.Petersburg’taki Hermitage Müzesi’nin Amsterdam’daki bölümü, sizleri Hollanda’da Rusya’nın zenginliklerine götürecek. Hermitage Müzesi’nin Amsterdam dışında Londra ve Las Vegas’ta da bölümleri varmış. Ama Amsterdam biraz farklı; I.Petro, St. Petersburg’u kurarken Hollanda’dan takviye almış ve Batı Avrupa seyahatinde Amsterdam’ı ziyaret etmiş. Müze, 2009’dan beri 1683’te yaşlılar evi olarak kurulan muhteşem Amstelhof binasında yer almakta. Müze sergileri, Rusya’dan getirilmekte. Ben gittiğimde Jewels bölümünde Rus aristokrasisinin kıyafetleri sergileniyordu; özellikle yelpaze, ayakkabı, mücevher üçlemesi gözleri doldurmakta.

Hatta yelpazelerin dili ile ilgili bir de görsel var; işte yelpazeyi şöyle tutarsan senden hoşlanıyorum, böyle tutarsan ya bi git… falan gibi… Elbiseler, mücevherler, kılıç kabzaları bu bölümün diğer süsleri. Diğer bir bölümde portreler galerisi olarak isimlendirilmiş; 17 ve 18 yüzyılda dünyada önemli bir merkez olan Hollanda diğer ülkelerle ilişkilerini artırmış, bu bölümde genelde tarih içinde şehre gelen önemli şahsiyetler üzerinden öyküler anlatılmakta. Bu öykülerden biri bizimle ilgili; 1612’de Osmanlı İmparatorluğu ile diplomatik ilişkiler kurulunca Osmanlılardan gelen elçi Ömer Ağa, manken Alkan Çöklü canlandırmasıyla sergide yerini almış.

Ayrıca bu bölümde şehrin ileri gelenleriyle ilgili de portreler mevcut. Bu bölümde en dikkat çekici tablo, bence Rembrant’ın Anatomi Dersi eseriydi.

Müzede Outsider Art Museum bölümü çağdaş sanata ayrılmış. Müze 10.00-17.00 saatleri arasında açık, tüm sergileri görmek isterseniz 25 euro giriş ücreti, IAmsterdam kartıyla ücretsiz. Ayrı ayrı gezilecekse; Jewels 18.00 euro, portreler galerisi 18.00 euro, Outsider 14.50 euro… Buraya 4 ile 14 numaralı tramvayla ve 51, 53, 54 numaralı metrolarla gelinebilir.

Bijbels Museum-Cromhouthuizen

Rahip Leendert Schouten’in özel İncil koleksiyonu 1860’da halka açılmış, 1975’te ise müze haline getirilip Herengracht üzerindeki bugünkü yerine taşınmış. 1662’de tüccar Jacob Cromhout için tasarlanan iki malikane içinde sergilenen müze, İncil üzerine odaklanmış. Özellikle 1477 tarihli Delft İncil’i görülmeli. Ancak İncil yanında Mısır ve Orta Doğu’dan gelen eserler de yer almakta. Kudüs maketi yanında Cromthout evi mobilyaları, porselenleri, tavan freskleri, tabloları, mücevherleri ile bir 17 yüzyıl malikanesine de göz atma fırsatı vermekte. Müze 11-17 saatleri arasında gezilebilir, iki müzenin girişi 12.50 euro. IAmsterdam kartıyla ücretsiz.

Eye Film Institute

Hollanda’da vizyona giren Hollanda ve yabancı filmlere yönelik Film Enstitüsü, merkezin karşı kıyısındaki Overhoeks’de yer almakta. 37.000 film, 60.000 poster, 700.000 resim ve 20.000 kitap arşiviyle, film gösterimleriyle, çeşitli filmlerin alt alta gösterildiği sergisiyle meraklısına kapılarını açık tutan Enstitü, 10.00-19.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir. Giriş 11 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz. Bar ve lokanta kısmı gece geç saatlerde kapanıyor. Tren İstasyonu arkasındaki iskeleden ücretsiz feribotlarla karşıya ulaşabilirsiniz.

Foam

Fotografie museum olarak adlandırılan Keizersgracht’taki Müze, fotoğraf sanatının özgün örneklerini sunmakta. Müzede her yıl dört sergi düzenlenmekteymiş. Ben gittiğimde Solene Gün-Turuç sergisi vardı; Paris ve Berlin’de yaşayan Türk kökenli gençlerin hayatına bir bakış sergisiymiş. Müzedeki diğer sergilerde de cinsiyet ve cinsel kimlik ağırlıklıydı. Müze her gün 10.00-18.00 (perşembe-cuma 10.00-21.00) saatleri arasında ziyaret edilebilir, giriş 12,50 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz.

Het Grachtenhuis

Amsterdam bir kanallar şehri; kanalları daha iyi anlamak için görsellerle zenginleştirilmiş bu müzeyi görmeniz önerilir. 1665’te Herengracht üzerinde iş adamı Karel Gerards için yapılan bir kanal evinde interaktif ve multimedya sergilerle kanalların yapımı, işleyişi anlatılmakta. Amsterdam maketi ilgi çekici. Müze 10.00-17.00 arasında açık, giriş 15 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz.

Huis Marseille


Bir başka fotoğraf müzesi olan Huis Marseille, 1665’te Fransız tüccar Isaac Focquier için yapılan bir malikanede yer almakta. Ben gittiğimde geçen yüzyıl başlarına ait kadın modası ile ilgili bir sergi vardı. Müze salı-pazar 11.00-18.00 saatlerinde ziyarete açık, giriş 9 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz.

Moco

Eğer çağdaş sanat açısından Stedelijk Müzesi sizi kesmezse, Museumplein’de Modern Contemporary Museum Amsterdam denen Moco, Koons, Keith Haring, Andy Warhol,Basquiat, Damien Hirst, Murakami gibi çağdaş sanatın mihenk taşlarının eserlerine ev sahipliği yapmakta, en yoğun yer Banksy eserlerine ayrılmış. Müze pazar-perşembe 09.00-19.00 saatlerinde, cuma-cumartesi 09.00-20.00 saatlerinde ziyaret edilebilir, giriş 18 euro, IAmsterdam kartına %25 iskonto yapılıyor.

Tropen Museum

Dünya kültürlerini içeren bir etnografya müzesi niteliğindeki bu yer 1864’te açılmış. Müze öncelikle Hollanda’nın kolonilerini tanıtmak amacıyla kurulmuş. 1945’te Endenozya’nın bağımsızlığına kavuşmasından sonra kapsam, dünyanın özellikle az gelişmiş bölgelerinin kültürlerine yönelmiş. Müzenin bulunduğu bina ise 1926’da yapılmış. Bugün Müze, 175.000 obje, 155.000 resim, 10.000 çizim, resim ve belgeyle Güneydoğu Asya, Güney Asya, Batı Asya ve Kuzey Afrika, Sahra Afrikası, Latin Amerika ve Karayipler kültürlerini bize tanıtmakta.

Müzik aletleri, kuklalar, maskeler, tekstil malzemeleri serginin parçaları. Müzede Mekke sergisi dikkat çekiciydi. Sergilerden bazıları bu bölgelerdeki cinsel kimliklerle ilgiliydi. Bazı bölümdeki eserler aşırı derecede fallik fallik bakıyordu bize.

Merak ettiyseniz, salı-pazar 10.00-17.00 saatleri arasında ziyaret edebilirsiniz, giriş 16.00 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz. Buraya 14 ve 19 numaralı hatlarla Eerste van Swindenstraat durağında, 3 numaralı tramvayla Linnaeusstraat durağında, 7 numaralı tramvayla Alexanderplein durağında inerek ulaşabilirsiniz.

Madame Tussauds

Balmumu müzelerini hiç sevmem ama bu işin şahikası Madame Tussauds’ya gitmişliğim var. Benim için müzeden daha çok binası ilginç… 1917’de açılan Müzede Hollanda tarihinden kahramanlardan günümüz ikonik isimlerine, hatta çizgi roman kahramanlarına bir çok ünlünün balmumu heykeli görülebilir. Dam Meydanı’nda tüm görkemiyle duran Müze, 10.00-20.00 saatleri arasında gezilebilir, giriş 24.50 euro.

Houseboat Museum

Jordaan’da Prinsengracht kanalına bağlı bulunan 1914 yapımı tekne, 1960’lara kadar kömür, taş taşımacılığında kullanılmış, sonra tekne eve dönüştürülüp müze olarak kullanılmaya başlanmış. Yer sıkıntısı çeken Amsterdam’da yaşam alanı oluşturmak için kullanılan tekne evleri görmeniz için bir fırsat. Bilet parası içinde kahve ikramı da var. Salı-pazar (Kasım-Şubat aylarında cuma-pazar arası) arası 11.00-17.00 saatlerinde gezebileceğiniz müzeye giriş 3,5 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz.

Esnoga

Portekiz Sinagogu, Hollanda’nın Yahudilerle ilgili geçmişinin en önemli simge yeri. İspanya ve Portekiz’deki Yahudi kıyımlarından kaçan Yahudiler 16. yüzyıldan itibaren Amsterdam’a yerleşmişler. 1675’te tamamlanmış Sinagog, o günden beri pek değişmemiş. İber tarzındaki Sinagog, ahşap iç döşemesi ve kalın taş duvar ve sütunlarıyla yalın ama etkileyici bir yapı. Kadınlar bölümü yukarıda ve 12 Yahudi kavmini temsil eden 12 taş sütunla desteklenmekte. Burada haham giysileri, cübbeler, gümüş yemek takımları, şamdanlar ve taçlar da görülebilir. Sinagog girişinin yanında ise, 24 Şubat 1941’de Nazilere karşı işçilerin başlattığı protestoları anmak için yapılan heykel durmakta. Nazilerin Yahudilere karşı uyguladıkları politikalara karşı liman işçilerinin başlattığı protestolar kanlı bir biçimde bastırılmış, bu hareket Nazilere karşı çıkışın bir simgesi olarak kalmış ve De Dokwerker isimli heykelle de ölümsüzleşmiş.

Sinagog pazar-perşembe günlerinde Şubat-Kasım döneminde 10.00-17.00 saatlerinde, Aralık-Ocak döneminde 10.00-16.00 saatlerinde; cuma günlerinde Mart-Ekim döneminde 10.00-16.00 saatlerinde, Kasım-Şubat döneminde 10.00-14.00 saatlerinde ziyaret edilebilir, giriş 17 euro, IAmsterdam kartıyla giriş ücretsiz. Buraya 9 ve 14 numaralı tramvay hattıyla Waterlooplein durağında inilerek ulaşılabilir. Ayrıca 51, 53 ve 54 numaralı metro durağı da kullanılabilir.

Joods Historish Museum

Yahudi tarihi, dini ve kültürüne yönelik Hollanda’daki tek Müze olan Joods Historish Museum, Sinagog’un karşısında yer almakta. Eskiden Yahudi mahallesi olarak bilinen bölgedeki Müzede dini merasimlerde kullanılan eşyalar, gümüş çanak ve taçlar, haham kıyafetleri sergilenmekte. Hem Hollanda’daki Yahudilerin geçmişi hem Yahudilerin geleneklerine bakmak için gidebilirsiniz. Sinagog için alınan biletle ve aynı saatlerde burayı da gezebilirsiniz.

Hollandsche Schouwburg

Hollandsche Schouwburg, 1892-1941 arasında Plantage bölgesinde meşhur bir tiyatro salonuymuş, II. Dünya Savaşı sırasında Naziler tarafından kullanılan bina, bugün bir müze olarak ziyarete açık. II Dünya Savaşı sırasında burası, Hollanda’daki Yahudilerin toplama kamplarına gönderilmeden önce kaldıkları yermiş; yok oluştan önceki son durak yani… O nedenle acısı büyük, yarası taze. Karşısındaki bina ise bir dini okulmuş. Savaş sırasında çocuklar da orada tutulmuş ve din adamları o dönemde bazı çocukları kamplara gönderilmeden buradan kaçırmayı başarabilmişler. Soykırım Müzesi olarak kullanılan binada, bir Yahudi ailesinin mektuplarından oluşturulan sergi ve ölen Yahudiler için bir anıt bulunmakta.

Müze, 2022 yılında yeni yerine taşınacakmış. Burası her gün 11.00-17.00 saatleri arasında gezilebilir, giriş 17 euro, Iamsterdam kartına ücretsiz. Buraya 9 ile 14 numaralı tramvayları ile gelebilirsiniz.

Tulip Museum

1550’lerde Osmanlı İmparatorluğu’ndan gelen lale soğanlarıyla tanışıp 1637’de piyasa çökene kadar tam bir çılgınlığa dönen, bir soğan için malikanelerin el değiştirildiği bir lüks simgesi olan lalenin Amsterdam’daki öyküsünü anlatan bu müze, Princengracht’ta bulunuyor ve girişte lale soğanından lale desenli envai çeşit objenin satıldığı bir mağaza ile hem gezme hem alışveriş imkanı sunuyor. Lale olunca bol Osmanlı göndermesi de var, türbanla lale bağlantısına ve Lale Devrine kadar gidiyor iş. Gitmek isterseniz 10.00-17.00 saatleri arasında 5 euro karşılığı gezebilirsiniz, IAmsterdam kartınız varsa giriş ücretsiz.

Diamant Museum

Rijksmuseum ve Van Gogh Müzesi arasında, Coster Diamonds bünyesindeki bu elmas müzesi, sizi mücevherlerin parıldayan dünyasına götürmekte. Coster Diamonds 1840’dan beri elmas işleme ve ticaretiyle uğraşıyor. Bu müzede, hem sergileme, hem mücevher işleme hem de satış yapılmakta. Daha önceki gezimde gittiğim müzede, bazı şahsiyetler efsaneye dönüşmüş durumda, tabii yaptığı alışverişlerden dolayı. Bizden de Divamız, Bülent Ersoy elmas efsaneleri arasında sayılmıştı. Görmek isterseniz her gün 09.00-17.00 saatlerinde 10 euro giriş ücretiyle ziyaret edebilirsiniz, IAmsterdam kartıyla giriş ücretsiz.

Tassenmuseum

Evet, duramadım bavul, çanta, el çantası müzesine de gittim. Hendrikje Ivo’nun 1960’larda koleksiyonu için ilk çantayı almasıyla başlamış bu serüven, ilk çanta 1820’lere ait kaplumbağa kabuğundan yapılmış içi sedef kakmalı bir çantaymış. Böyle bir başlangıçtan sonra gerisi gelmiş tabii… Önceleri Ivo’nun evinde sergilenen çantalar bugün 5000 obje ile 1600’lerden beri süregelen çanta serüvenine bir ışık tutmakta. Müze, Herengracht üzerindeki 1664’te yapılan bir malikanede yer almakta. Malikane duvarları dönemin havasını yansıtırken sergilenen çantalar ise bazılarımızın pek de tanımadığı bir dünyanın kapılarını açmakta.

Müze 10.00-17.00 saatleri arasında açık ve giriş 13 euro. IAmsterdam kartıyla giriş ücretsiz.

Klederdracht Museum

Hollanda denince akla gelen bir şey de folklorik giysiler oluyor; uçları kıvrık başlıklar, tahta ayakkabılar, renkli elbiseler… Herengracht üzerindeki bu küçük müzede, Hollanda halk giysilerini tanıtılıyor. Sergi resimlerle, videolarla zenginleştirilmiş. Gittiğimde Surinam geleneksel giysileri olan koto ile ilgili bir sergi bulunmaktaydı. 17. yüzyıla ait bir kanal evini gezmenin yanında gerçek halk kıyafetlerini de görmek istiyorsanız her gün 10.00-18.00 saatleri arasında ziyarete edebilirsiniz, giriş 10 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz. Çiçek pazarına 10 dakikalık yürüyüş mesafesinde.

Sex Museum

Amsterdam’a ilk gittiğimde gördüğüm bir müze. Görmemek de imkansız; sanki gelenleri karşılar gibi, Tren İstasyonu’ndan Dam Meydanı’na giderken hemen sağda şehrin simgesiymişçesine yıllardır durmakta. Erotik sanattan hard core pornoya kadar ne ararsan var. Resimler, kartlar, filmler, objeler, fetiş aletleri; fazlaca yalıtılmış bir dünyada yaşıyorsanız pek tavsiye etmem, düşer bayılırsınız… Neredeyse gece gündüz açık, giriş 5 euro… Bıu müzenin bir benzeri de, beklendiği üzere, Red Light bölgesinde Erotic Museum olarak bulunmakta; isim değişik ama olay aynı ve fakat giriş 7 euro.

Hash, Marihuana, Hemp Museum

Malum, Amsterdam’da hafif uyuşturuculara bir müsamaha bulunmakta… Bunun yanında müzesi de mevcut. Afyon ve marihuana hakkında görsel ve yazılı bilgi ve belgelerle süslenmiş müze, Red Light Mahallesi’nde 10.00-22.00 saatlerinde açık, giriş 9 euro. Hemen yanında tohum satış merkezi bulunmakta. Bu müzenin bir benzeri de Dam Meydanı’nda var ama orası daha çok bir satış mağazası gibi.

Torture Museum

Amsterdam’ı ilk gezimde gördüğüm ve bir daha ayak basmadığım bir diğer müze de, işkence müzesi. Singelgracht üzerinde Çiçek Pazarı’nın karşısındaki bu müze, 10.00-23.00 saatlerinde açık ve giriş 7.50 euro. Avrupa’nın en hoşgörülü yerlerinden biri olan Amsterdam’da pek de inandırıcı durmuyor bu müze; zaten içerisi de üçüncü sınıf bir korku filmi setinden geriye kalanlardan oluşturulmuş gibi…

Görmediklerim

Amsterdam müze zengini bir şehir; o küçücük şehrin yarısı müze sanki. Haliyle hepsini gezemedim.

Görmediğim müzeler arasında Maritime Museum aklımda kaldı. İmparatorluğunu ticarete ve deniz gücüne dayandıran bir ülkede donanma müzesi, biraz da tarih müzesi gibidir mutlaka. Merkeze uzak gibi duran bu Müzeye, St Nicolaas Kilisesi’nden kalkan 22 ve 48 sayılı otobüslerle kolayca gidilebiliyor. Kadijksplein’de inip 16 Euro da verince müzedesiniz. IAmsterdam kartıyla ücretsiz tabii. Müze 09.00-17.00 saatleri arasında açık.

Benim ilgimi çekmeyen ama, özellikle çocuklar için ilgi çekici bir yer NEMO; bilim müzesi olarak bilinen yer çocuklara ve çocuk heyecanını yitirmeyenlere öneriliyor ama benim için fen bilimleri zorlu bir alan… Eskiden donanmaya ait, devasa bir gemi gibi duran Müze, her gün 10.00-17.30 saatleri arasında ziyaretinize açık, giriş 17.50 euro. Müze, şehrin eski limanında bulunuyor.

Multatuli Huis Joordan’da 17 yüzyıldan kalma bir kanal evinde Multatuli olarak bilinen yazar Eduard Douwes Dekker’e adanan bir müze. Burası doğduğu evmiş, eşyaları ve hayatına dair ipuçları görülebilir.

Het Schip Michel de Klerk tarafından Brick Ekspresyonizm tarzına uygun yapılan toplu konutlardan oluşmakta; 1919’da açılan ve işçiler için 102 daire barındıran yer 2001’de Amsterdam Okulu Müzesi olmuş.

Amsterdam Heineken Experience

Amsterdam’ın bir başka medarı iftiharı olan Heineken ile bütünleşme yeri; bira nasıl yapılırdan bira nasıl içilire uzanan bir macera için pazartesi-perşembe 10.30-19.30, cuma-pazar 10.30-21.00 saatlerinde ziyaret edebilirsiniz. Giriş 17 euro. Tren İstasyonu’ndan 16, 24, 25 numaralı tramvaylarla gelebilirsiniz ama dönüş nasıl olur, bilemem. Verzetsmuseum ise Plantage bölgesinde bir direniş müzesi; II Dünya Savaşı sırasında yapılan direnişlere bir şapka çıkarma yeri. Artis Hayvanat bahçesinin karşısında. Ayrıca Joordan’daki Geelvinck Pianola Museum, piyanolanın ahenkli öyküsünü anlatmakta ama benim hiç ilgimi çekmedi, zaten sadece cuma-cumartesileri 13.00-17.00 saatleri arasında açık, giriş 9 euro, IAmsterdam kartına ücretsiz. Bir başka ilgimi çekmeyen müze de Pijpenmuseum, yani pipo müzesi; gitmek isterseniz pazartesi-cumartesi 12.00-18.00 saatlerinde gezilebilir, giriş 10 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz. Cobra Modern Art Museum ise Vrij Beelden, Cobra ve Creatie akımlarını izleyen sanatçılarının eserlerinin görülebileceği bir çağdaş sanat müzesi; salı-pazar 11.00-17.00 saatleri arasında gezilebilir, giriş 15 euro. Ancak ulaşmak için Conexxion otobüsleri ile Amstelveen’e gitmeniz gerekiyor.

Leidesplein’de Gazino Holland’ın arkasındaki Max Euweplein’deki Chess Museum, Nazi döneminde işkence yeri ve hapishane olarak kullanılan bir binada kurulmuş ve hem satranç tarihine hem de Hollandalı satranç şampiyonu Max Euwe’nin hayatına değinmekte; salı-cuma 12.00-16.00 saatlerinde gezilebilir, giriş ücretsiz. Amsterdam deyince akla gelen bir şey de peynir; her şeyin müzesi olur da Amsterdam’da peynir müzesi olmaz mı; var tabii.

Anna Frank’ın evinin hemen yakınındaki Amsterdam Cheese Museum, Gouda, Edam, Leyden, Leerman, Maasdam, Maaslander gibi çeşitleri olan Hollanda peynirlerini yakından tanımamıza olanak sağlıyor. 09.00-21.00 saatlerinde açık olan müzeye giriş ücretsiz. Stadsarchief ise, şehire ait belgelerin arşivlendiği bir yer. Çiçek pazarının arkasında, meşhur De Bazel binasında bulunan şehir arşivleri arasında Darwin ve Mahatma Gandhi’nin mektuplarından 18. yüzyılda yeni kurulan Amerika Birleşik Devletleri ile yapılan ticari anlaşmaya kadar bir çok ilginç belge bulunmaktaymış. Arşiv, salı-cuma 10.00-17.00, cumartesi-pazar 12.00-17.00 arası ziyarete açık, giriş 7.50 euro, IAmsterdam kartına ücretsiz. Bir diğer ilginç müze ise Embassy of Free Mind; 1622’de Hendrick de Keyser tarafından Keizersgracht üzerinde yapılan ve şehrin zengin tüccarlarından de Geer aileinin yaşadığı bu malikanede, Amsterdam evlerinin en iyi örneklerinden…

Burası 2017’de Dan Brown tarafından açılmış; kütüphane ve özgür tartışma ortamı sağlanan bir yermiş. Çarşamba-cumartesi 10.00-17.00 saatleri arasında gezilebilir. Bodyworlds ise Damrak üzerinde, kasların nasıl çalıştığını insan maketleri üzerinde gösteren bir gösteri merkezi; Pazar-cuma 09.00-20.00, cumartesi 09.00-22.00 saatleri arasında gezilebilir, giriş 20.50 euro, başka turistik atraksiyonlarla kombine bilet satışları mevcut. Bu arada her Kasım ilk cumartesi, müze gecesi düzenleniyor ve müzeler bir eğlence merkezine dönüşüyormuş; bir konserle başlayan gece, katılan müzelerin sunduğu programlarla devam ediyormuş. Müzik, dans, konser, yemek, içmek, türlü eğlencelerle devam eden programlar 19.00’dan ertesi gün 14.00’ye kadar sürüyormuş. Hem müze gezip hem eğlenmek için önceden yer ayırtmanız gerekiyormuş.

Kiliseler
Müzeler yanında bir şehrin hikayesini anlamak için dini ve anıtsal yapılara bakmak gerektiğini düşünüyorum. Amsterdam bu konuda zengin…

Oude Kerk

Red Light Mahallesi’ndeki Eski Kilise, Amsterdam’ın en eski binası; 1213’te ahşap olarak yapılmış, 1306’da taştan yapılıp Piskopas Aziz Nicolas tarafından kutsanmış. Kilise, Amsterdam’ın tarihi arşivi gibi; bir çok bilim adamı, şair, ressam, politikacının mezarını barındırmakta. Aslında Amsterdam Mucizesi de bir zamanlar burada saklanmaktaymış; 1345’lerde ölmekte olan bir adam kendisine verilen kutsal ekmeği yutamamış ve ekmek ateşe atıldığı halde yanmamış. Mucize bu. Ekmek de saklanmış, taa ki Kilise 1578’deki Alerasyon döneminde Katolik kilisesi olmaktan çıkıp Kalvinist olduğu döneme kadar, o arada kaybolmuş. Rembrant, bu kiliseyi sık sık ziyaret edermiş ve çocuklarını da burada vaftiz ettirmiş. Kilise, eskiden mahallenin toplanıp sosyalleştiği, el ürünlerini sattığı, evsizlerin barındığı bir yermiş. Bir çok yangın ve tahribat yaşayan kilise 1566’da yağmalanmış, bir tek tavan süslemeleri bu yağmadan kurtulmuş. Avrupa’daki en geniş ahşap tonozlu kilise olma özelliğini taşıyan kilisede artık ahşap tonozu, süslemeleri, gotik taş işçiliğini pek göremiyorsunuz. Neyse ki daha önceki gezilerimde içini görmüştüm ama Red Light Mahallesi’nin nadide süsü olan bu Kilise, artık sanat eserlerine, enstalasyonlara ev sahipliği yapmakta.

Bu sefer gittiğimde bir enstalasyon vardı; yapının içi zifiri karanlıktı, sadece tavandan sarkan ve mum ışığıyla aydınlatılan avizeler ile çevreye döşenmiş kum torbalar görünüyordu. Artık sanatçı bu eseriyle ne demek istedi bilemedim ama bence, Kilisenin zaman içinde zenginleşen taş oymaları, iç dekorasyonu enstalasyona kurban edilmiş, bir şey seçilmiyordu. Kilisenin hemen önünde, kaldırıma monte edilmiş metal levha ise kiliseden çok bölgenin ruhuna uygundu.

Kilise pazartesi-cumartesi 10.00-18.00, pazar 13.00-17.30 saatlerinde ziyarete açık, giriş 15 euro, sergi varsa 3 euro fazla alınıyor, IAmsterdam kartıyla giriş ücreti alınmıyor ama o muhteşem karanlığı görmek için 3 euro ödedim.

Nieuwe Kerk

1380’lerde Oude Kerk’in yetersiz kalması üzerine yapılan kilise, bugünkü haline 1650’lerde ulaşmış. 1814’ten beri Hollanda kraliyetinin taç giydiği yer olan kilise, şimdilerde sergilere ev sahipliği yapmakta.

Şu anda Surinam hakkında bir serginin yer aldığı kilisenin, sergi izin verdiği ölçüde vitray pencerelerine, 15 yüzyılda yapılan gösterişli vaiz kürsüsüne göz atın. Kilisede ayrıca Messina’da Fransızlarla savaşırken ölen Amiral Michelde Ruyer’in mezar süslemeleri de dikkate değer. Giriş 10 euro ama IAmsterdam kartına ücretsiz.

Basiliek van de Heilige Nicolaas

Amsterdam’da tren istasyonundan çıktığınızda belki de ilk göreceğiniz yapı bu muhteşem Katolik kilisesi olacaktır. İstasyonun hemen solunda bulunan bu devasa kilise, 19 yüzyıl ortalarında Neo Barok ve Neo Rönesans tarzları harmanlanarak yapılmış. Ön cephedeki iki kulesi, vitraylı yuvarlak penceresi, barok kubbesi, Aziz Nicolas’ın Bart van Hove yorumuyla heykeli kiliseye etkileyici bir görünüm kazandırmakta. Kilise, pazartesi ile cumartesi 13.00-15.00, salı- cuma günleri 13.00-16.00 saatlerinde ziyarete açık, giriş ücretsiz.

Zuiderkerk

1603’te yapılan Rönesans tarzdaki Protestan kilisesi, soğan kubbesi, saatleri, kulesiyle dikkatinizi çekecektir. Şehir siluetinin önemli bir parçası olan ve 1929’a kadar hizmet veren Nieuwmarkt bölgesindeki kilise içinde, Hendrick de Keyser’in, Rembrant’ın iki çocuğunun ve Rembrant’ın en ünlü öğrencilerinden Ferdinand Bol’ün mezarı bulunmakta. Kilisenin yansıdığı Groenburgwal Kanalı, Amsterdam’da çekeceğiniz resimleriniz için en şahane fon oluşturan bir nokta; Monet’de öyle düşünmüş olmalı ki, buranın resmini yapmış, 12 defa… Bugün ise Kilise, toplum için faydalı işler yapan Hollandalı ünlü şahsiyetler için bir anı duvarına ve muhtelif sergilere ev sahipliği yapmakta.

De Krijtberg

Singel Kanalı’na bakan bu Neo Gotik Kilise, 1883’de bir Cizvit şapelinin üzerine yapılmıştır. Katolik Kilise, üzerinde kurulu evlerden birinin sahibinin tebeşir tüccarı olması nedeniyle tebeşir tepesi olarak da bilinmekte. Sivri kuleleri, vitray pencereleri ile dikkat çekici bir dış görünüşe sahip olan kilisenin içi parlak renkli duvarları, heykeller ile göz alıcı.

De Papegaai Kerk

Aziz Peter ve Paul’e adanan bu kiliseye papağan kilisesinin denme nedeni, Aletrasyon döneminde Katoliklerin açıkça ibadet edemedikleri günlerde, bu kilisesin bir kuş eğitmeninin bahçesinde gizlice açılmasıymış. Kalverstraat’ın karmaşası içinde Neo Gotik cephesiyle dikkatinizi çekecektir.

Wester Kerk

1631’de tamamlanan Hollanda Rönesansı tarzındaki bu kilise Anna Frank’ın evinin yakınında. Protestan kilisesi olarak yapılan ilk kiliselerden olan bir yapı. 86 metrelik kulesiyle her yerden görebileceğiniz, 51 çanını her taraftan duyabileceğiniz kilisenin dış cephesi ne kadar çekiciyse içi o kadar sade ama hemen yanındaki Anna Frank heykelini görmek için bile buraya gitmeye değer (Gerçi aynı heykel Amsterdam Müzesinde de bulunmakta).

Sant Egidio Kerk

Musa ve Harun Kilisesi olarak da bilinen Waterlooplein Meydanı’nın köşesindeki bu bembeyaz neoklasik tarzdaki kiliseyi hiç açık göremediğim için içini gezemedim. Alterasyon döneminde burada Musa isimli bir gizli kilise varmış, daha sonra buraya Harun diye adlandırılan bir bölme eklenmiş. Nihayetinde 1841’de bugünkü kilise açılmış ve 1970’da Kültürel Miras Anıtı olarak kabul edilmiş.

Posthornkerk

Haarlem bölgesindeki Neo Gotik havalı bu kilise, 1860’da yapılmış. Dar bir alanda dik bir şekilde yükselen bina gayet etkileyici ama içini göremedim. Bugün kilise farklı etkinlikler için kiralanmaktaymış.

Sint Olofs Kapel

1440’larda yapılan Norveç Kralı Olof’a adanan bu şapel, yüzyıllar içinde yanmış, yıkılmış, tadilatta geçmiş ama ne yapılsa olmamış ki kapıları hep kapalı. St Nicolaas Kilisesi’nin arkasında pek de dikkati çekmeyen bu şapelin önünden geçerken ön cephe taş süslemelerine göz atabilirsiniz.

Muiderkerk

Tropenmuseum ve Oosterpark’ın karşısında yer alan 1892 yapımı Protestan kilisesi, bugün hem kilise hem Kraliyet Tropik Enstitüsü’nün bir bölümü olarak kullanılmaktaymış.

Dominicuskerk

Spuistraat üzerindeki bu devasa kilise, 1882’de eski bir Dominikyen kilisenin üzerine yapılmış. Pierre Cuypers tarafından yapılan kilise, bugün kilise olma yanında dini ve dünya müziği konserlerine de ev sahipliği yapmaktaymış.

Koepelkerk

1671’de yapılan ve Rönesans tarzıyla ve muhteşem kubbesiyle dikkat çeken bu kilise, bugün düğünlere, özel davetlere, konferanslara ev sahipliği yapmaktaymış.

Norderkerk

Joordan’ın kuzeyinde yer alan bu kilise 1623’te tamamlanmış. Kilisenin yapısı haç şeklinde olup Rönenans ve Protestanlığı birleştiren bir tarza sahipmiş. Hiç açık göremediğimden içini göremedim.

Simge Yapılar, Anıtlar, Parklar 

Koninklijk Paleis

Dam Meydanı’nda bulunan ve Hollanda kraliyet ailesi tarafından resmi törenlerde kullanılan yapı, aslında belediye meclisi olarak 1648’de inşa edilmiş. Napoleon 1806’da Hollanda krallığı kurup başına da kardeşi Louis Bonaparte’ı geçirince burası saray olarak kullanılmaya başlanmış. Daha sonra Fransız hakimiyetiyle Fransız vali Charles François Lebrun’yu konuk eden saray, Kral I William ile tekrar asıl sahiplerine dönmüş. Eh, bir kere saray olmuş, tekrar meclis günlerine dönülmemiş ve sürekli kraliyet ailesinin sarayı olarak kullanılmış. 13 bin’den fazla kazıkla desteklenen ve klasik tarzda tasarlanan muhteşem binanın dış cephesindeki heykeller ve arka çatısındaki 6 metrelik devasa atlas heykeli dikkatinizi çekecektir.

İçeride özellikle Burgelzaal denen yurttaşlar salonunda büyüleneceksiniz. İki dünya haritasının süslediği mermer yer döşemesi ve dünyayı yüklenen atlas heykeli özellikle dikkat çekici. Salondaki Rembrant’ın öğrencileri Govert Flinck ve Ferdinand Bol’un eserleri de sarayın nadide süslerinden. Ayrıca Pieter de Hooch eserleri de Amsterdam’dan sahneler sunmakta. Ana salonu çevreleyen yan odalarda Napoleon zamanından kalma mobilyalarla döşenmiş bölmeler ziyarete açık. Saray her gün 10.00-17.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir, giriş 10 euro, IAmsterdam kartı burada geçerli değil.

Waag

Amsterdam’ın en eski binalarından biri olan ve şehri çevreleyen kalenin sınır kulelerinden biri olarak 1488 yılında yapılan şato benzeri yapı, bugün bir lokantaya ev sahipliği yapmakta. Nieuwmarkt Meydanı’ndaki yapı, o dönemde idamların da gerçekleştirildiği bir yermiş. 1617’de tartı evine dönüşen binada 1619’da cerrahlar loncası anatomi salonu elde etmişler. Hatta Rembrant’a Dr.Deijman’ın Anatomi Dersi tablosunu bu lonca ısmarlamış. 19 yüzyılda itfaiye olarak kullanılan bina, bugün Amsterdam’ın eğlence mekanlarının ortasında hoş bir görüntü sunmakta.

Schreierstoren

1487’de kent duvarının bir bölümü olarak yapılan kule,17. yüzyılda şehrin genişlemesi sırasında yıkılmayan birkaç kuleden biri. Bugün denizcilik eşyaları satan bir yere ev sahipliği yapmakta olan kule, ağıtçılar ismini, denize açılan kocalarını uğurlamaya gelen kadınların ağıtlarından almaktaymış. Henry Hudson, 1609’da Doğu Antiller’e giden yolu bulmak için buradan denize açılmış, ancak bulduğu Kuzey Amerika’da hala onun adını taşıyan Hudson Nehri olmuş.

Montelbaanstoren

Oudeschans kıyısında 1516’da surların bir parçası olarak yapılan 48 metrelik kule, eskiden denizcilerin denize açılmadan önce toplandıkları yermiş. Bugün su idaresinin binası olarak işletilmekteymiş.

Munttoren

Orta Çağ’dan kalma sur kapılarından Regulierspoort’un bir bölümünü oluşturan yerde, 1620’de Rönesans tarzında yapılan kule, adını 1673’teki Fransız işgali sırasında darphanenin buraya taşınmasından almış olup çan kulesi ve saatler 1619’da eklenmiş. Amstel nehri ile Singel Kanalı’nın kesiştiği yerde bulunan kulenin altında Delft seramikleriyle göz dolduran bir hediyelik dükkan bulunmakta. Çiçek pazarının bir ucu buraya dayanmakta.

Lookout

Eğer aziz Amsterdam’a bir tepeden olmasa da yüksek bir noktadan bakmak isterseniz, Ij nehrinin karşı kıyısında Tren İstasyonu’nun karşısındaki gökdelen mükemmel bir fırsat. İstasyonun arkasındaki iskeleden ücretsiz feribotlarla karşı kıyıya geçerseniz, bu gökdelenin tepesine çıkabilir, içkinizi yudumlar, yemeğinizi yerken müthiş bir Amsterdam manzarasını seyredebilirsiniz. Hatta çatıdaAmsterdam manzaralı salıncak keyfi yaşayabilirsiniz; biraz cesaret istese de, şimdiye kadar kötü bir deneyim yaşanmamış. Giriş 14.50 euro, online biletler 13 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz. Eğer atıştırmalık veya içecek bir şeyler isterseniz fiyatlar ona göre artıyor ama yukarıda parasıyla da istediğinizi alabilirsiniz.

Kanal turu, Heineken Experience gibi diğer şehir atraksiyonlarıyla birlikte kombine biletleri de bulunmakta. Salıncak ise 5 euro. Hergün 10.00-22.00 saatleri arasında açık. Zamanınız varsa, mutlaka…

Artis/Micropia-Zoo

27 tarihi binadan oluşan Artis, çeşitli müzeleri, kütüphaneleri, hayvanat bahçesini kapsamakta. Micropia, mikroplar dünyasına bir bakış sunuyor. Ortamları sağlanarak üretilmiş mikroplar, mikroskoplar altında inceleniyor. Ayrıca bir tarama cihazından üzerinizdeki mikrop dağılımı gösteren bir bölüm de var. Meğer tam bir mikrop yuvasıymışım; üzerimde 171 milyar mikrop bulunmaktaymış… Aynı bölümde hayvanat bahçesi de bulunmakta; yerde gökte ne ararsanız orada da var işte. Artis-Microbia 09.00-17.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir, ikisi birlikte 30.50 euro, microbia 16.00 euro, artis 24.00 euro. IAmsterdam kartıyla giriş ücretsiz. Buraya 9 ile 14 numaralı tramvayları kullanıp Plantage Kerklaan durağında inerek ulaşabilirsiniz.

Hortus Botanicus

Plantage bölgesinde dünyanın en eski botanik bahçelerinden biri olan Hortus Botanicus, 17 yüzyıla dayanan bir geçmişe sahip. Ekvatordan çöllere, türlü ortamlara ait bitki çeşidi sizi şehrin ortasında bir cennete götürecek. Seralar ve dış ortamlarda türlü türlü bitki ortamında kahvenizi yudumlamak isterseniz çok güzel de bir kafesi mevcut. Burası her gün 10.00-17.00 saatleri arasında ziyarete açık, giriş 9.75 euro. IAmsterdam kartıyla giriş ücretsiz. 14 numaralı tramvayla gelip Visserplein durağında inerek ulaşabilirsiniz. Ayrıca 51, 53, 54 numaralı metro hatları, 287 numaralı otobüs ile de buraya ulaşabilirsiniz.

Fo Guang Shan

St Nicolaas Kilisesi’nin arka tarafına düşen Çin Mahallesinde bulunan bu Budist Tapınağı, o karmaşanın içinde huzur arayan ruhlara pazartesi hariç her gün 17.00’ye kadar kapılarını açık tutuyor.

Magna Plaza

1895-1899 yılları arasında Noe Gotik ve Neo Rönesans tarzda yapılan bu muhteşem bina önceleri postane olarak kullanılmışsa da bugün hareketli bir alışveriş merkezi. Bu demektir ki şehrin merkezindeki bu yere mutlaka yolunuz düşecektir.

Nationaal Monument

Amsterdam sokakları heykellerle, anıtlarla süslü bir kent ama bunların içinde en önemlisi Dam Meydanı’na bakan anıt. II Dünya Savaşında kaybedilenlere atfedilen ulusal anıt, 1956’da açılmış. Şehrin ana buluşma noktası, Amsterdam’ın kalbi. Koninklijk Paleis, Nieuwe Kerk, Madame Tussauds Müzesine bakan Anıt’ın arkasında ise lüks oteller ve alışveriş merkezleri var.

Homomonument

Keizergracht kıyısındaki bu pembe mermerden üçgenden oluşan anıt, cinsel kimliklerinden dolayı hayatını kaybeden, eziyet çeken gey ve lezbiyenler için 1987’de açılmış, Westerkerk’in hemen önünde.

Station Amsterdam Centraal

Yol tariflerinde ana kalkış noktası aldığımız ve her gezginin Amsterdam’a geldiğinde ilk tanıştığı Merkezi Tren İstasyonu 1889’da açılmış. Binanın ön cephesinde şehrin tarihçesine göndermeler yapan altın yaldız süslemeler ister istemez dikkatleri çekiyor. Neo Klasik tarzdaki bu muhteşem bina, her ne kadar insanı büyülese de, yankesicilerin en yoğun olduğu bir bölge olduğu için bu büyüden bir kabusla uyanmamak için buralarda fazla oyalanmamanızı öneririm.

Arsenaal

Yahudi Müzesi’nin karşısında yer alan Arsenaal 1613’te depo olarak yapılmış binalar topluluğu olup bugün Mimarlık Akademisi’ne aitmiş. Burası 1808’e kadar yağ ve tahıl deposu olarak, bu tarihten sonra da silah deposu olarak kullanılmış.

Beurs van Berlage

1903’te borsa binası olarak yapılan bina, sert ve keskin hatlarıyla ve devasa boyutuyla Damrak üzerinde gözünüze çarpacaktır; bugün konserler, sanat etkinlikleri için kullanılmakta. Ayrıca Hollanda Filarmoni Orkestrası’nın da yeri. İçeri girerseniz insanoğlunun Adem’den borsacıya evrilmesinin freskolarla anlatılışını görebilirsiniz.

Köprüler-Magereburg

Amsterdam deyince kanallar ve kanallarla birlikte köprüler baş rolü kapmakta. Şehirdeki yaklaşık 1280 köprünün arasında ise Magereburg en ilginçlerinden. Amstel üzerindeki bu küçük köprünün ilk hali 1670’lere gitmekte. 1871’de genişletilen köprü 20 dakikada bir teknelerin geçmesi için açılmaktaymış. Köprü bir de rivayete sahip; köprünün altından geçerken kimi öpersen hayatının aşkı oluyormuş, hadi bakalım buseleri hazırlayın. Ayrıca Reguliersgracht üzerindeki 7 köprü de turistik heyecanlardan biri; efendim arka arkaya sıralanan 7 köprü öyle bir noktadan bakılınca arka arkaya görülüyor ve biz bunu yakalayınca turistik bir heyecan duyuyoruz. Kanal gezisi yaparsanız gözünüze gözünüze sokacaklar.

American Hotel-Europe Hotel

Amsterdam’ın en sükseli otellerinden olan Leidesplein’daki American Hotel ile Amstel kıyısındaki Europe Hotel dikkatinizi çekecek yapılardan. 1900 yapımı Art Deco tarzı American Hotel Milli Miras Listesine alınmış. Europe Hotel’de gerek manzarası gerekse binasıyla şehrin süslerinden.

Stadsschouwburg- Koninklijk Concertgebouw

Leidesplein’deki tiyatro salonu ile Museumplein’deki konser salonu binaları da ilginizi hak ediyor. Leidesplein’daki 1894 yapımı Neo Rönesans tarzdaki Stadsschouwburg, Amsterdam’da16 yüzyıldan beri süregelen tiyatro serüveninin bugünkü adresi, tabii şehir tiyatrosu olarak, yoksa şehirde onlarca özel tiyatro bulunmakta.

Concertgebouw 1888’de açılan ve bugün Boston ve Viyana ile birlikte en iyi konser salonu olarak kabul gören bir yer. Büyük ve küçük salon olmak üzere ayrılan bölümlerde, klasik müzik yanında The Who, Led Zeppelin, Pink Floyd gibi gruplar da sahne almış. Dünya müziğinin de yer bulduğu konser salonunda 1999’da Sezen Aksu’da bir konser vermişti. Ben Concertgebouw’da yılbaşı konseri izleme fırsatı buldum. Geziniz sırasında denk gelirseniz, internetten veya 13.00 sonrası gişeden bilet alabiliyorsunuz. Çarşambaları 12.30’da ücretsiz konser verilmekte.

Parklar

Amsterdam yemyeşil bir şehir, parklarla bahçelerle dolu. En ünlü parkı ise Leidesplein ile Museumplein arasındaki Vondelpark. İsmini yazar Joost van den Vondel’den alan ve 1865’te açılan park, şehrin en önemli dinlenme yeri. İçinde gül bahçeleri, mavi çay evi, müzik evi, açık hava tiyatrosu bulunan park, gezileriniz arasında durup dinlenmek için ideal bir yer. Vondelpark, şehrin en merkezi parklarından ama bunun yanında Beatrixpark, Krankendael, Sarphatipark, Amstelpark ve Ossterpark da diğer park seçenekleri arasında.

Park kadar şenlikli Bloemenmarkt’a da değinmekte fayda var. Singel üzerinde, Muntplein ile Koningsplein arasındaki bu yer, artık yüzmese de su üstünde olup bir zamanlar insanların kayıkla gelip öteberilerini sattıkları bir alanmış. Bugün envai çeşit çiçeklerin, çiçek tohumu ve soğanlarının, hediyelik eşyaların satıldığı bir yer. Etrafı da renkli dükkanlar ve kafelere ev sahipliği yapmakta.

Bölgeler

Amsterdam küçük bir şehir ama yine de şehri tanımamız için bölgelerine göz atmamızda fayda var. Merkez Tren İstasyonu’nun bulunduğu bölge Nieuwe Zijde; tüm Damrak’ı içine almakta. Gidiş yönümüze göre hemen solu ise Oude Zijde, şehrin en eski kısmı, Red Light falan burada. Sola doğru ise Plantage yer almakta… Gidiş yönüne göre sağımızda ise Batı Kanal-Orta Kanal ve Doğu Kanal bölgeleri bulunmakta. Yarım daire şeklinde gelişen şehir de Doğu Kanal Bölgesi Plantage ile komşu oluyor. Bizi ilgilendiren bir bölge de Orta Kanal ve Doğu Kanal bölgesine sırtını dayamış Museumplein bölgesi. Şimdi bu bölgelerde dolaşıp önemli noktalara değinelim.

Damrak-Dam Meydanı

Tren istasyonundan başlayıp Dam Meydanı’na kadar ulaşan bölge, Amsterdam’ın kısa bir özeti sanki. Şehrin alışveriş merkezi, dünya mutfağından türlü seçkilerin kendine yer bulduğu, her türlü eğlencenin görüldüğü, kafeleri, barları, otelleri, kahve dükkanları, Seks Müzesi’nden Kraliyet Sarayı’na kadar her türlü ziyaret noktasıyla herkesin defalarca yolunun geçeceği bir yer. Şehrin en lüks alışveriş merkezlerinden turistik eşya satan yerlere kadar ne ararsanız var. Damrak boyunca, şehrin tarihine tanık olan Hollanda tarzı evlerin de en iyi örneklerini görebileceksiniz; bu malikaneler gerek dönemin en pahalı randevu evlerini gerekse kralları, valileri konuk etmişler. Ayrıca dönemin izlerini de taşımakta… Özellikle yapı biçimleri dönemin modasını yansıtıyormuş. Mesela huni çatı alınlıkları en eski yapılarmış, sonra merdiven ve çan şeklinde çatı alınlıkları görülmüş.

Ayrıca çatılardaki levhalar ve resimler, ev sahibinin mesleğini göstermekteymiş. Bu arada merkezde yer darlığı nedeniyle ev cepheleri 6 metreyi geçemezmiş ama içeri doğru derinlikte bir sınırlama yokmuş; bu nedenle zenginler yan yana iki tane ev yaptırıp arka tarafta evler birleştiriyormuş, yan yana ikiz evlerin sırrı da buymuş. 17 yüzyılda malikanelerin içi ise dönemin modasına uygun olarak 16. Louis dönemine ait mobilyalar, Türk halıları, İran ipeklileri ile döşenirmiş. Hollanda tarihinin aktığı Dam Meydanı bugün insanların buluşma, şikayeti olanların protestolarını yaptığı yer. Son gittiğimde her Allahın gecesi, sarı-kırmızı-yeşil renkli bayraklar taşıyan gruplarca Türkiye protesto ediliyordu.

Başta Koninklijk Paleis, Nieuwe Kerk, Madame Tussauds Sarayı olmak üzere yapılarıyla, anıtlarıyla lüks otel ve alışveriş merkezleriyle ve hiç eksilmeyen esrar kokusuyla mutlaka yolunuzun geçeceği bir yer.

Waterlooplein

Damrak Bulvarı bitiminde Rokin’den sonra muhteşem Europe Hotel ile başlayıp Amstel’in karşı yakasında yoğunlaşan bölgenin en ünlü yanı, Hollanda’nın en büyük bit pazarı. Ne ararsanız var, vintage parçalardan iç çamaşırına kadar… Kırmızı Belediye Binası, Stopera binası, Sant Egidio Kerk meydanın diğer öne çıkan yerleri. Stopera’da her salı 12.30-13.00 arası ücretsiz konserler verilmekte. Meydanın hemen arkasında Rembrant Huis, yan tarafında Hermitage Museum ve Sant Egidio Kilisesi’nin karşısına gelen meydanda Sinagog bulunmakta. Megareburg Köprüsü de burada.

Burası, Amstel’e bakan tarafı Amsterdam’da en güzel resimleri çekebileceğiniz bir nokta. Meydanın Amstel’e bakan kıyısındaki Yahudi direnişi için yapılan heykel ise, bu güzelliklerin arkasında yatan acıların sessiz bir simgesi gibi.

Jordaan

17. yüzyılda yoksul ve göçmenlerin yerleştiği bölge 19. yüzyılda işçilerin yaşadığı bir alan olmuş. Üç kanalın birleştiği bölge olan Jordaan şimdilerde Amsterdam’ın en bohem yerlerinden biri.Turistler için de ilgi çekici. Burası Amsterdam geleneksel müziğinin de doğduğu yermiş, zaten bu müziği yapan Johnny Jordan ve diğerlerinin heykelleri karşılayacak sizi.

Anna Frank’ın Evi olmak üzere bir çok ziyaret edilecek yer var. Şık kafeleri, sanat galerileri, butik dükkanları, dünya mutfağından türlü lokantaları, daracık sokakları, renkli havasıyla mutlaka uğrayacağınız yerlerden. Ayrıca hatırı sayılır büyüklükte bir antika pazarı da burada yer almakta.

Rembrantplein

Lokantaları, pubları, kafeleri ile özellikle geceleri dağıtmak için uğrayacağınız bir yer Rembrantplein. Merkezdeki küçük parkta, Rembrant’ın ‘Gece Devriyesi’ resmi heykellerle canlandırılmış; sırf bunun için bile gitmeye değer. Meydanda bir kafede oturun, bırakın bütün Amsterdam önünüzden geçsin, tam seyirlik bir mekan. Mücevheratçılar, sinemalar, şık lokantalar, eğlence mekanları ve hediyelik eşya satan dükkanlarla süslü bölge geleneksel Hollanda havalarından en tekno tınılara kadar her türlü sesin, soluğun duyulabileceği bir yer. Amsterdam’ın gece hayatının en önemli duraklarından birisi de burası. Buraya 4, 14 tramvay hatlarıyla, 285-287-289-291-293 otobüs hatlarıyla ulaşabilirsiniz.

Leidseplein

Amsterdam’ın bir başka önemli noktası da Leidesplein. Çiçek pazarının bir ucu olan Koningsplein’dan başlayan Leidestaat boyunca hem alışveriş yapıp hem türlü lezzetlerden tadarak ilerlerseniz American Hotel ve Stadsschouwburg’un taçlandırdığı meydana varacaksınız. Sokak kafelerinden lüks lokantalara, tiyatrolardan gece klüplerine günün her saati için muhtelif eğlenceler sunan bir yer. Leidesplein yanındaki Max Euweplein ise şık ve ışıltılı kumarhanesi Casino Holland yanında lokantası ve satranç müzesi ile öne çıkıyor. Volenpark’ta hemen yakında. Ayrıca Amsterdam’ın gece hayatına damgasını vuran Paradiso ve Melkweg’de burada. Her ne kadar yürüme mesafesi olsa da buraya 2,11,12 tramvay hatlarıyla, 282-283-284-288-N47-N57-N97 otobüs hatlarıyla ulaşabilirsiniz.

Museumplein

Leidesplein’den devam ederseniz Amsterdam’ın müze bölgesine varacaksınız. Amsterdam’ın en önemli müzelerinden Rijksmuseum, Van Gogh Museum ve Stedelijk Museum burada. Elmas müzesi Diamant Museum ile modern sanat müzesi Moco Museum’da aynı meydanda. Alanın diğer ucunda ise Concert Gebouw yer alıyor. Entel gezginler buraya… Müzelerin ortasında geniş bir park, paten sahası ve geniş bir kafeterya yer almakta. 12 numaralı tramvay hattı ile 288-N47-N57-N97 numaralı otobüs hatları buraya gelmekte.

Yeme İçme
Amsterdam dünya lezzetlerinin her türünün kendine yer bulduğu bir yer. Hollanda mutfağı olarak patates, bezelye, et falan dışında pek bir şey olmadığından ister istemez başka mutfaklar bu boşluğu doldurmuş.

Amsterdam’da kahvaltıda, pancake çok önemli, Hollanda tarzı falan deniyor ama ben farkı bilemedim. Bu durum da Hollanda mutfağı hakkında fikir verebilir; en büyük olayı pancake… Eğer sizde pancake yiyecekseniz hemen her yer yapıyor ama Pancakes Amsterdam isimli bir zincir dükkan neredeyse neli isterseniz yapıyor, domuz pastırmalısından orman meyvelisine… Amsterdam’da 4 yerleri var, ben Prins Hendrickkade 48 adresindeki yerlerini denedim. Kahvaltı için tercih edeceğiniz yiyecek omlet ise bunun içinde Omeleggs var, yine çok çeşitli hazırlanıyor. St Nicolaas Kilisesi’nin arkasındaki sokaktaki yerlerinde denedim. Pancake ya da omlet yerine peynirdi şarküteriydi, daha Fransız bir şeyler isterseniz Martelaarsgracht civarındaki Niemeijer uygun. Daha şatafatlı bir kahvaltı içinse aynı yerdeki Wyers önerilebilir.

Amsterdam’da ünlü olan ringa balığı; atıştırmalık olarak da lokantalarda da yiyebilirsiniz, salamura şeklinde yiyebileceğiniz herring büfeleri sokak başlarında mevcut… Ve tabii patates kızartması. Ayak üstü atıştırmalıklar arasında sayılan patatesi en iyi yaptığını iddia eden yer ise Damrak üzerindeki Mannekenpis… Bizim kumpir tarzında patates ise Jackets baked potato’da… Spui’deki Van stapele ise nefis kurabiyeleriyle önerebileceğim bir yer; siyah çikolata ile yapılmış kurabiyeler, türünün en mükemmel örneklerinden.

Hollanda mutfağının pek göz doldurucu olmadığından bahsettik ama illa Hollanda mutfağı diyorsanız bu konuda ilk akla gelen yer, beş sinek anlamına gelen D’Vijff Vieghen… Spui’deki bu lokanta ünlü ve pahalı. Hollanda mutfağı konusunda Kalverstraat’daki De Rosenboom’da daha makul bir seçenek olarak düşünülebilir. Yine Spui’deki Restaurant Haesje Claes de Hollanda mutfağına ağırlık veren bir lokanta.

Başka ülkelerin mutfağı deyince de Endonezya mutfağı Amsterdam’da oldukça yaygın. Bu konuda ben Wau’yu denedim. Suşi tercih ederseniz Sumo, zincir lokantalardan ve menüleriyle tıka basa doyuyorsunuz. Özellikle Çin Mahallesinde Çin lokantaları yaygın. Bunlar arasında Kam Yin, hem makul fiyatlarıyla hem çeşitli menülerle tercih edilebilecek yer. Ayrıca Çin mutfağı için Damstraat’daki Golden Chopstick üç katta verdiği hizmetle öne çıkan bir yer.

Deniz ürünleri tercih ediyorsanız size gönül rahatlığıyla önerebileceğim yer Mr Crab… Spui civarındaki bu lokanta, hem çeşit hem lezzet olarak gayet tatmin edici, fiyat da fena değil.

İlla Türk yemekleri diyorsanız, Simit Dünyası neredeyse her yerde. Ama Joordan’daki Divan Türk mutfağının en seçkin örnekleriyle sizi daha çok tatmin edebilir. Söylemeye gerek yok; neredeyse her mahallede adında ‘İstanbul’ geçen dönerciler mevcut.

Tren İstasyonu çevresindeki Cafe de Ster ve Cafe Karpershoek, geleneksel Amsterdam kafelerinin iyi örneklerinden. Bu açıdan Rembrant Meydanı’ndaki kafelerin de haklı bir ünü var. Tren İstasyonunun arkasında dillere destan manzaralı kütüphanenin hemen önünde, nehrin üzerindeki Çin tapınağı kılıklı binada ise dünya mutfağının her türlü örneğini deneyebilirsiniz.

Waterlooplein civarındaki Neuwe Doolen Straat’taki Cafe de Jaren, mutlaka uğramanız gereken bir yer. Öğrencilerden turistlere herkesin beğeneceği bir şeyler bulabileceği kafe, hem çeşitleri hem manzarası, hem havasıyla güzel bir yer. Hem manzara hem şıklık açısından Dam kenarındaki Grasshopper’da listeye eklenebilir. Merkeze biraz uzak olsa da 12 numaralı tramvayla ulaşabileceğiniz Loetje ise, kafe olarak göz doldurucuydu.

Amsterdam lokanta açısından çok zengin bir yer. Rembrantplein, Joordan, Leidesplein hem mutfak çeşitliliği hem fiyat uygunluğu açısından her tercihe göre bir seçenek sunuyor. Tren İstasyonunun iki tarafındaki alan ve Spui Meydanı ve Caddesi de bu açıdan çok zengin. Mutlaka damak zevkinize uygun bir yer bulacaksınız.

Alışveriş

Amsterdam alışveriş için bir çok seçenek sunuyor, biraz alışveriş keyfi olan biriyseniz başınızı bu yerlerden alıp müzeydi, kiliseydi gezmeniz bile mümkün olmayabilir. Amsterdam’da mağazalar genelde 09.00-18.00 saatleri arasında açık. Ama pazartesileri açılış saati 10.00 oluyor, kapanma saatleri ise perşembe 21.00, cumartesi 17.00. Pazar genelde dükkanlar kapalı ama Kalverstraat, Damrak ve Leidseplein bu konuda daha esnek.

Nieuwedijk ve Kalverstraat, şehrin alışveriş ana damarı. Trafiğe kapalı olan bu sokaklar, ne ararsanız bulabileceğiniz bir bölge. Nieuwedijk, Tren İstasyonu ile Dam Meydanı arasında uzanmakta. Dam Meydanı’nda yer alan bir diğer yaya yolu Kalverstraat, her markanın yer aldığı bir yer; sokak üzerinde Kalvertoren alışveriş merkezi de bu zenginliğe katkıda bulunuyor. Buralarda zaten alışverişin faziletlerini anlatan sokak aydınlatmaları var ‘Shop.Never Stop’ diyen…

Koningsplein’i Leidesplein’e bağlayan Leidsest’da alışveriş için ideal bir yer; Beauty X’de ucuz parfümeri ve kozmetik için bakabileceğiniz bir mağaza… Ayrıca hediyelik eşya ve giyim mağazaları da bol.

Trafiğe kapalı bir sokakta Albert Cuypstraat peynirden çiçeğe, iç çamaşırdan terliğe her şeyi makul fiyata bulabileceğiniz bir yer. 3, 4, 12, 16, 24 numaralı tramvay, 52 numaralı metro (De Pijp durağı) ve 356 numaralı otobüsle (Van Woustraat durağı) ulaşabilirsiniz.

Amsterdam’ın alışveriş cenneti olarak niteleyebileceğimiz bir yer de, De 9 Straatjes olarak bilinen (Reestraat, Hartenstraat, Gasthuismolensteeg, Berenstaat, Wolvenstraat, Oude Spielstraat, Rijnstraat, Huidenstraat, Wij de Heisteeg sokakları) 9 küçük sokak, eski şehirde Herengracht, Keizergracht ve Prinsengracht’ı kesen bir bölge, ne ararsanız var.

Alışveriş merkezi olarak bakıldığında binasıyla da öne çıkan NieuwezijdsVoorburgwal’deki Magna Plaza bir seçenek sunuyor. Dam Meydan’ındaki De Bijenkorf öne çıkan markaları bulabileceğiniz büyük bir alışveriş merkezi. Hemen yanındaki Hudson’s Bay özellikle giysi konusunda uğrayabileceğiniz bir yer.

Spui Meydanı alışveriş seçeneklerinin olduğu bir yer; buradaki Artsplein ise gravürden resime sanatçılarının el ürünlerini sattığı bir alan. Muntplein civarındaki çiçek pazarı ise, Hollanda’nın simgesi lale yanında türlü çiçekleri, soğanlarını ya da hediyelik eşyaları bulabileceğiniz bir yer.

Lüks arıyorsanız Rijksmuseum çevresindeki P.C.Hooftstraat’da Cartier, Gucci, Tommy Hillfinger gibi markaları bulabilirsiniz. Lüks deyince Amsterdam’a gelip de bir pırlanta almadan dönmek olmaz diyorsanız Nieuwe Uilenburgerstraat’taki Gassan bu işin piri; sorun parayı denkleştirmek. Rijksmuseum çevresinde Nieuwe Spiegelstraat, antika arayanlar için uğranılacak bir yer. Antika için Joordan’daki Amsterdam Antiques Market’de antika satan bir çok dükkanı barındırmakta. Eğer ilgiliyseniz özellikle Hollanda’ya özgü Delft mavisi ile işlenmiş porselen ve seramikler bulabileceğiniz bir yer. Amsterdam’da bana ilginç gelen bir şey de, gastronomie nostalgie adıyla eski yemek takımlarının satıldığı dükkanlar, Spui’de büyük bir örneği bulunmakta.

Eğer antika meraklısı değilseniz Delft mavisi ile işlenmiş yeni porselen ve seramik objeler için en uygun yer, Çiçek Pazarı bitişiğindeki Munttoren altındaki mağaza; kalite ve çeşit açısından en uygun yerlerden… Amsterdam’dan alabileceğiniz en güzel hatıra bence Delft seramikleri; bu konuda 17 yüzyıldan beri üretim yapan De Porceleyne Fles en kaliteli üretime sahip olan isim.

Kitap arıyorsanız Leliegract’a uğrayın. Amsterdam’daki en büyük kitapçı ise Koningsplein’deki Scheltema… Plak arıyorsanız Utrecht Straat’taki Concerto Mağazasında bulabilirsiniz, varsa orada vardır.

Amsterdam alacağınız belki de en önemli şey peynir; bu açıdan şehrin çeşitli yerlerinde bulunan Old Amsterdam ve Henri Willig otlusundan soslusuna muhtelif çeşitleriyle size seçenekler sunmakta. H.Willig online siparişte alıyormuş; cheeseshop.henriwillig.com…Ayrıca peynir tadım saatleri de var, tabii ücreti karşılığında.

Buradan alabileceğiniz bir şey de, Hollanda cini olarak tanımlayabileceğimiz Bols. Delft seramik desenli şişelerde olanlar biraz daha pahalı ama hatıra olarak saklanabilir.

Waterlooplein Hollanda’nın en büyük bit ikinci el ürünler için mutlaka uğranılmalı, plaktan seramiğe çok çeşitli şeyler bulunabilir. Episode ise Waterlooplein ve Joordan’daki mağazalarında retro giysiler için göz atılabilecek bir yer.

Günlük alış verişler için Etos, Kruidvart, Spar, Albert Heijn, Zeeman muhtelif yerlerde karşısınıza çıkacaktır. Yiyecek içecek açısından Albert Heijn işinizi kolaylaştıracaktır. Kruidvart ise mumdan çanak çömleğe türlü ev eşyasını sunmakta.

Konaklama

Amsterdam pahalı bir yer, otel fiyatları da gayet pahalı. Damrak boyunca görece ucuz yerler bulunabilir ama rahatınızdan fedakarlık etmek kaydıyla. Vondelpark’ın çevresinde de bütçenizi zorlamayacak yerler var. Dam Meydanı’na bakan Hotel Krasnapolsky, Amstel Hotel, Hilton ve Okura gibi lüks otellerin yanına yaklaşılmaz. Aynı şekilde American Hotel, Hotel Europe, görkemli binası, manzarası ve yüksek ücretleri ile farklı bir kategori. Prins Hendrickkade kıyısındaki Hotel Amrath ve Magna Plaza’nın yanındaki Hotel Die Port van Cleve’de beş yıldızlı yerlere iyi bir örnek.

Bütçeyi düşünerek hareket ettiğimden ben Damrak yolu üzerindeki Hotel van Gelder’de kaldım; minimum koşullar vardı, temizdi, yeri muhteşemdi ama çok konfor beklemeyin. Warmoesstraat’taki Hotel CC’de denenmiş ve memnun kalınmış, fiyatı çok uçuk olmayan 3 yıldızlı bir otel. Makul dediğimiz oda fiyatları bile, Türkiye’de enikonu iyi otellerin bir gecelik ücretinden fazla olabiliyor, bütçeyi ona göre yapmakta fayda var.

IAmsterdam Card

Yazı boyunca gönderme yaptığım IAmsterdam kartı, benim bu seyahatte sağ kolum oldu. 24, 48, 72, 96 ve 120 saatlik olarak alınabilen kartların fiyatı sırayla, 65-80-105-120-130 euro. Fiyatı yüksek gibi görünebilir ama müze fiyatlarını da okudunuz. Amsterdam’a geldiğinizde görmek isteyeceğiniz Rijksmuseum, Van Gogh Museum, Huis Rembrant, Stedelijk Museum gibi müzelerin girişi bile bir günlük kart fiyatından fazla. Gün sayısı artıkça kartın marjinal faydası artmakta. Ayrıca ücretsiz kanal turu, Amsterdam’ın gururu Pancake Amsterdam gibi bazı kafe ve lokantalarda indirim ve ücretsiz ulaşımı da düşünürsek benim için bu kartı kullanmak çok avantajlı oldu. Gezinizin ne kadarını müzelere ayıracağınızı planlayın, çünkü bu kart temel olarak müzelere gidildiğinde uygun oluyor. Ben kartı Merkez Tren İstasyonu’nun dışındaki turizm bürosundan aldım. Diğer bir seçenek ise, Müze kart almak ama onun avantajları müzelerle sınırlı.

Son Söz

Bazı yerler vardır, gidersiniz, o kadar seversiniz ki, sanki önceden de hep orada yaşadığınızı sanırsınız. Ayrılırken bir yanınızın orada kaldığını düşünürsünüz belki de… Sizden geriye kalan bir anı, bir esinti, bir gölge sokaklarda dolanır durur, siz orada olmasanız da… Amsterdam öyle bir yer benim için… Hoşgörünün sokak taşlarına kadar sindiği bir yerde olmak (bir sürü karşı örnek sunulabilir, ne de olsa beşer şaşar…), kanalları boyunca yürümek, insanların birbirine yargılamadan baktığı bir şehirde dolaşmak, bunun yaşanabilir-yapılabilir olduğunu görmek iyi geliyor bana…

Ben orada olmasam da geride kalan gölgem dolanır durur sokaklarında, bir gün gelebilirsem tekrar kavuşmak, bütünleşmek hayaliyle… Ayrılırken; ayakta kalırsam yolum düşer bir gün nasılsa diye geçirdim aklımdan ve bekle, dedim gölgeme…

Bernina Express: UNESCO Listesi’nde En Güzel Manzaralı Tren Yolculuğu

bernina-express

Bernina Express ile tren yolculuğu Unesco Dünya Mirasları Listesi’nde yer alan, dünyanın en güzel tren yolculukları arasında sayılan özel bir yolculuk. İsviçre Alpleri’nden başladığımız tren yolculuğu güneyde İtalya sınır kasabası Tirano’da son buldu.

Niçin Bernina Express

Unutulmaz tren yolculukları keyfini  iki yıl önce Norveç fiyortlar gezimizde Flam treni ile tatmıştık. Norveç’in olağanüstü doğasında vadiler, şelaleler arasındaki Flam ile Myrdal arası sadece 50 dakika sürüyordu. Biz  hem gidiş hem dönüş bileti alarak iki kez aynı rotayı yapmış olduk. Flam treni deneyimi sonrası dünyanın en güzel tren rotalarını araştırırken bir blogda Bernina Express karşımıza çıktı. Bu yolculuk ilk ilkbahar gezi programına alındı ve rota çalışılmaya başlandı.  Gezi İsviçre’de başlayıp, İtalya’da son bulacağına göre, dört arkadaş İsviçre Zürih gidiş, Milano dönüş biletlerimizi aldık.

Bernina Treni programını hazırlamaya çalışırken bu kez İsviçre’de yine dünyanın en güzel tren yolculukları arasında Glacier Express tren yolculuğunun olduğunu okuduk. Madem dünyanın en güzel manzaralı tren yolculukları diye yola çıkmıştık ve iki tren de İsviçre’de ise ikisi de programa alınmalıydı. Gezi programı da iki trenin başlangıç ve bitiş duraklarına göre planlanmalıydı.

Gezimizin başlangıç noktası Zürih’e uçtuk. Zürih’e tam iki dolu gün ayırarak şehri gezdik. İlk tren gezimiz için Glacier Express başlangıç noktası Zermatt’a Zürih’ten trenle gittik. Bu tren manzaralı tren yolcuğu arasında sayılmıyor tabii ki. Biz iki ayrı özel tren yolculuğundan söz ediyoruz.  Bir gece Zermatt’ta kaldık, ertesi sabah Glacier Express ile  güney İsviçre’yi, Alpleri batıdan doğuya 8 saat süren bir yolculukla kat ettik. Bu yolculuk dünyanın en güzel ve en yavaş tren yolculukları arasında sayılıyor. 

Glacier Express yazımızı okumak isterseniz. Glacier Express ile Alplerde Tren Yolculuğu

Biz Bernina Express yolculuğumuza dönelim.

Bernina Express ile Yolculuk

Glacier Express’in bitiş noktası St.Moritz aynı zamanda Bernina Express başlangıç noktası olarak planlanmış.

İsviçre’nin popüler kayak merkezlerinden St.Moritz kasabasında bir gece konakladık ve  sabah saat 9.30’da Bernina Express trenine bindik. Saat 12.00’de Tirona’ya ulaştık. İstenirse aynı rota Tirano’dan St.Moritz’e ters yönden de yapılabiliyor.

Yol boyunca tırmandığımız dağlar, içinden geçtiğimiz vadiler, nehirler, göller, köprüler, viyadükler bize  inanılmaz görüntüler sundu. Yazıda paylaştığımız resimler ve video hissettiklerimizi anlatmaya yetmez. Gezginlere bu  tren yolculuğunu programlarına almalarını kesinlikle öneririm. Glacier Express daha uzun süreli ve daha pahalı bir yolculuk sunuyor. Daha açık ifade etmek istersek gidiş dönüş uçak biletlerimizden daha yüksek rakamı sadece Glacier Express için ödediğimizi yazabiliriz. Bernina Express fiyatları ise  Glacier Express’e göre çok daha uygun ve yolculuk da inanılmaz keyifli.

Önce Bernina Express treni videomuzu izlemek isterseniz…

Kırmızı renkli trenin en arka vagonu panoramik manzaralı camlar ile özel olarak tasarlanmış. Böyle bir trende manzaralı vagonun önemli olduğunu düşündüğümüzden yerimizi oradan ayırtmıştık. Bu vagon için 5 CHF daha fazla ödedik. İyi de yapmışız, camdan bu nefes kesen  görüntüleri keyifle izlemenin yanı sıra en arka vagonda olduğumuz için yolculuk sırasında trenin dönüş görüntüleri ve fotoğraf çekimleri daha güzel oldu. Ömrümüzde bir kez yapabileceğimizi düşündüğümüz bu yolculukta her anın görüntüsü de unutulmaz olmalıydı.

Yolculuğun her anı çok güzeldi, bir an  gözümüzü kırpmak istemedik. İsviçre’de tren buzullar, karlar içinde süzülürken, İtalya’ya yaklaşırken ağaçlar üzerlerindeki karları silkelemiş baharın yeşil rengine bürünmüşlerdi.

Alplerin eteklerindeki masalsı köylerin arasında  süzüldü trenimiz.

Plessur Nehri, Lago Bianco ve Lej Nair göllerinin kıyıları, Poschiavo Vadisi, dağlar, köprüler, viyadükler doğada ünlü bir ressamın yaptığı tablolar gibi gözümüzün önünden geçiyordu. 55 tünel  196 köprü de  insan eli ile doğada ulaşabileceğimiz güzellikleri sunuyordu bize.

Yolcuğun sonuna doğru geçtiğimiz  Brusio Viyadüğü nerede ise 360 derecelik açısı ile hem bir mimarlık harikası, hem de tam bir görsel şölen. Gezinin en güzel fotosunun çekildiği viyadük.

İsviçre’den nereden Bernina Express trenine binebiliriz sorusunun cevabı bize üç ayrı yer olarak cevaplanıyor.

Bernina Express

Biz bir gün önce Glacier Exspress ile Chur’dan St.Moritz’e kadar olan bölgeyi gördüğümüz için Chur veya Davos yerine St. Moritz’den başlamayı tercih ettik. Süre ve fiyatlar başlangıç noktasına göre değişiyor.  hatlar ve bilet fiyatları aşağıda yer almaktadır.

Journey 2nd class 1st class 2nd class, back 1st class, back
Chur – Tirano CHF 66.00 CHF 113.00 CHF 132.00 CHF 226.00
Chur – Poschiavo CHF 59.00 CHF 101.00 CHF 118.00 CHF 202.00
St. Moritz – Tirano CHF 33.00 CHF 57.00 CHF 66.00 CHF 114.00
St. Moritz – Poschiavo CHF 25.00 CHF 42.60 CHF 50.00 CHF 85.20

Bernina Ekspres bilet, rota ve detaylı bilgisi aşağıdaki linkte yer almaktadır. 

www.rhb.ch

Bizim için rüya gibi geçen tren  yolculuğu İtalya sınır kasabası Tirona’da son buldu.

Tirano küçük bir kasaba, asıl ilginç nokta bu güne kadar Avrupa Birliği ülkeleri dışında ülke değiştirdiğimizde pasaport kontrolünden geçmiştik. Bu gezide Tirona Tren İstasyonu’nda indik ve İsviçre Avrupa Birliği ülkesi olmamasına rağmen sadece istasyondan çıkıp İtalya Milano trenine binmek üzere hemen yanındaki diğer istasyona geçtik. İsviçre’den İtalya’ya pasaport kontrolü olmadan geçmiş olduk.

Tirano’dan otobüsler ile Lugana’ya gidebilirsiniz. Tren biletini alırken bu manzaralı otobüs biletini de alıp  Lugana’ya kadar güzel bir yolculuk yapılabilir.

Biz gezi programımıza dünyanın en güzel manzaralı iki tren yolculuğunu almıştık. Ancak iki ülkede de belirli şehirleri gezmeden de olmazdı. Bu nedenle iki gece Zürih’te kalarak İsviçre’nin bu güzel şehrini gezdik.

Zürih yazımız için  Zürih Gezi Rehberi tıklayınız.

Trenlerin kalkış ve bitiş yerlerine göre iki kayak Merkezi Zermatt ve St.Moritz’de birer gece konakladık. Bu kayak merkezlerini gezdik sayılmaz. Ancak Bernina Expres ile İtalya’ya ulaşınca her şehri ayrı güzel İtalya’dan ayrılmak istemedik. Bu nedenle İtalyan hızlı trenleri ile Milano ve Bologna’ya geçtik ve bu iki şehirde üçer gece  kaldık. Bologna ilk kez gezdiğimiz etkileyici bir Orta Çağ şehri. Milano’yu iki yıl önce gezmiştim ancak  şehrin sanat yönü eksik kalmıştı. Üç günlük Milano programına dünyanın en ünlü eserlerinden Leonarda Da Vinci’nin Last Supper (Son Akşam Yemeği), tablosu  Michelongelo’nun yarım kalan Pietası, Bilim Sanat Müzesi ve La Scala Operası’nda modern bale izlemeyi de dahil ettik. Yazıda diğer Milano ve Bologna gezimizden de söz etmek ihtiyacını duydum. İki ülke olunca iki ünlü trenin yanında İsviçre’de ve İtalya’da güzel şehirleri de programa almanın ve çok yönlü bir tatil planlamanın mümkün olduğunu belirtmek isterim.

Gemiyle Yunan Adaları Gezisi

Gemi ile Yunan Adaları hayallerimde yer alan bir gezi idi. İzmir’de yaşamak, bize bavulunu toplayıp hemen gemiye binip denize açılma fırsatı ve heyecanı sağlıyor. 

Bu yazıda amacım gezdiğimiz adaların tüm gezilecek yerlerini detaylı yazmaktan çok gemi ile gezmenin ayrıcalığını yaşatmak ve gezilen adalarda ekstra tur almadan kendi rotanızı nasıl çizebileceğinizi anlatmaktır. Gemi ile gezerken her bir adada en fazla 7-8  saat kadar zaman geçirebiliyorsunuz. Buralarda hangi ulaşım araçları ile bu sürede nasıl gezilebileceğini anlatmaya çalıştım. Adalarda daha uzun süre kalma durumunda yapılacaklar ayrı bir yazı konusudur. Örneğin Midilli Adası, Samos Adası  yazılarımda bir ada  üç gün kaldığımız için gezilecek yerler daha detaylı anlatılmaktadır.

Midilli Adası Gezi Rehberi: Zümrüt Ada

Samos Adası Gezi Rehberi: Zümrüt Ada

Yunan Adaları gemi turu 3 veya 4 gecelik olarak düzenleniyor. Dört gecelik  ETS tur gemisi her pazar  Çeşme’den hareket ediyor, Perşembe sabahı geri dönüyor. Fiyatları kamara türüne bağlı olarak kişi başı 299 Euro’dan başlıyor, erken rezervasyon ile bu fiyattan penceresiz kamara bulunabiliyor. Fiyatın içerisinde  sabah kahvaltısı, açık büfe öğlen yemeği, akşam yemeği, akşam üzeri çay kahve ikramları ve günlük iki çeşit alkollü ve alkolsüz içecek bulunmaktadır. Ayrıca açık büfe yerine alakart restoranda da ücretli yemek  seçeneği de bulunmaktadır. Seyir halindeyken gemideki “duty free” den alışveriş yapılabilmektedir.

Her sabah farklı bir limanda uyanıp, farklı bir adayı gezmek gemi ile seyahatin en güzel yönlerinden. Akşamları da gemi yeni destinasyonlara doğru yol alırken, siz zengin sofralarda, şık masalarda  yemeğinizi canlı müzik eşliğinde yiyebilir, değişik animasyonlar izleyebilirsiniz. ETS son derece profesyonel bir ekip ile güzel bir hizmet sunmaktadır.
 
Adaları gezmek için profesyonel rehberlik hizmetleri verilmekte ancak bu geziler ekstra tur olarak fiyatlanmaktadır. Bizim gezimizde üç ada ve Pire Atina ekstra turlarının toplam fiyatı 200 Euro civarında idi. Bu turları satın alıp rahatça dolaşabilirsiniz. Böylece gemi konaklama ve yemek için verdiğiniz kadar bir rakam ödemeniz gerekiyor.  Biz gezgin olarak bu turlara katılmadan adaları minimum maliyet ile gezdik. Adaları anlatırken her adada kendi turlarımızdan söz edeceğim. 
Mikonos Adası

Gemi Çeşme Limanı’ndan  saat 15.00’te hareket etti. Saat 20.00’de  Mikonos Limanı’na vardık. Limandan otobüs ile merkeze ulaştık. Yürüyerek adanın ara sokaklarında dolaştık.
Gemiyle Yunan Adaları

Şık restoranlar, barlar, hediyelik eşya dükkanları, sevimli sokakları ile Mikonos renkli gece hayatı seçenekleri sunan özel bir ada. Sokaklarda dolaşıp, gecenin sonuna doğru deniz kenarında bir barda bir şeyler içtik. Benim için bu  gezide eksik hissettiğim Mikonos’u gündüz görememek oldu. Adanın sadece gecesini gördüğümüz için  kafamda adanın resmi oluşmadı. Aslında Mikonos gece hayatı ile ünlü olduğundan birçok kişi için adanın sadece gece hayatını yaşamak yeterli gelebilir. Benim açımdan gün içinde adayı gezip, gece de zaman geçirmek daha cazip olabilirdi. Gemi sabah 6.30’da  limandan ayrıldı.

Santorini Adası

Santorini’ye pazartesi günü saat 13.00′ te ulaştık. Gemi adaya yaklaşırken karşıda volkanik kızıl bir tepe görünüyordu. Kıyıda deniz kenarında bir yerleşim görünmüyor, şehir tepeye kurulmuş. Gemi açıkta demirliyor, tender botlarla dik bir yamacın eteğine kıyıya ulaştık. 
Ekstra tura katılanlar otobüs ile kıyıdan ayrıldılar. Biz ise yola çıkmadan yaptığımız çalışmalar sayesinde adada nasıl gezeceğimizi planlamıştık Botların yanaştığı kıyıdan tepeye çıkmak için basamaklar bulunuyor. Beş yüz seksen sekiz basamaktan yürüyerek veya eşekler ile çıkılabilir. Tabi zamanı ve enerjisi bol olan kişiler gezinin başında ağır ağır tepeye çıkmanın zevkini yaşayabilirler.  Biz  adayı gezmeye bu kadar merdiven tırmanıp yorularak başlamak istemedik doğal olarak. Güne enerjik başlayarak adayı doyasıya dolaşmak istedik ve bu çok kolay idi. En güzel yol teleferik ile tepeye çıkmak, kıyıdan sadece kişi başı 5 Euro ödeyerek teleferik ile yukarıya  Thira (Fira) köyüne ulaştık.
Santorini
Teleferikten iner inmez karşımıza yukarıdan aşağıya doğru birbiri üzerinde sıralanmış  beyaz evler ve harika bir deniz manzarası çıkıyor. Hemen bu çarpıcı mavi beyaz uyumlu manzaranın fotoğrafını çekme isteği oluyor. Sabah saatinde de, güneş batarken de harika fotoğraf kareleri çekebilirsiniz. Thira’nın dar beyaz sokaklarında sevimli dükkanlar, kafeler arasında ağır ağır gezindik. Burada epey bir zaman geçirdikten sonra Santorini de mutlaka görülmesi gereken Oia Köyü’ne ulaşmalıydık. 
Santorini fotoğraflarında zihinlerimize kazınmış bembeyaz evleri ve mavi kiliseli Oia köyü, Thira’ya 11 kilometre uzaklıkta. Thira merkezden yerel halkın kullandığı otobüslerle sadece tek gidiş 1.80 Euroya Oia’ya ulaşmak kolay. Oia adanın en kuzeyinde, evleri beyaz badanalı, çatısız, mavi kapılı ve mavi pencereli çok sevimli bir köy. Dar sokaklarda kafelerin restoranların yanı sıra şık butikler ve sanat galerileri de yer almakta. Biz de dayanamayıp bu dükkanlarda ve galerilerde zaman geçirdik. Adaya özgü takılar, hediyelik eşyalar almaktan kendimizi alamadık.

Zamanımızın büyük kısmını kartpostal görüntülü volkanik adanın kayaların üzerindeki muhteşem deniz manzarasını izleyerek geçirdik. Thira’ya dönüş için yine aynı belediye  otobüsü kullandık. Güneş batarken ulaştığımız Thira’da, manzaralı bir kafede, kahve eşliğinde harika bir güneş batışı izledik. Gemimize binmek üzere kıyıya tekrar teleferik ile indik. Bu adaya daha önce gelen bir arkadaşım deniz kenarına basamaklardan inmeyi  tercih ettiklerini ancak bu yolun yoruculuğunun yanı sıra, basamaklarda  eşeklerin pislikleri arasında yürümekte zorlandıklarını belirtmişti.

Santorini’de gezi için harcadığımız rakam teleferik gidiş dönüş  10 Euro, belediye otobüsü için 3.60 Euro idi. Ekstra turlar sizi ayrı bir plaja veya manzaralı başka bir tepeye götürebilir. Biz ise otobüste çok zaman geçirmek yerine zamanımızı iki güzel köyde geçirmeyi tercih ettik.

Gemimiz saat 21.00’de Santorini’den ayrıldı. 
Rodos Adası

Gezimizin üçüncü ve Yunanistan’ın en büyük adası Rodos Adası. Adaya sabah 8.00’de ulaştık, saat 17.00’ye kadar adada zaman geçirdik. Rodos’ta gemi limana yanaştı ve yürüyerek limandan çıktık.

Ekstra tura katılanlar, limandan otobüsler ile uzaklaşırken bizim gibi tur almayanlar hep birlikte yürüyerek surların içerisinde yer alan eski şehre girdik.

Eski şehir iyi korunmuş, Sövalyeler ve Osmanlı etkileri bu bölgenin mimarisinde damgasını vurmuş. Önce Şövalyeler Caddesi’nden geçerek  Büyük Üstat Sarayı’na ulaştık.
Tarihi boyunca  yönetim merkezi olan bina bugün müze olarak kullanılmakta. Müze giriş ücreti 5 Euro.

Eski şehirde Osmanlı yapıları arasında  iki cami Recep Paşa Cami ve Süleymaniye Cami yer almaktadır. Şehir meydanında küçük, sevimli kafeler bölgeye renk katıyor. 

Eski şehri yürüyerek dolaştıktan sonra deniz kenarına çıktık. Burada tüm şehri ve plajları da gezdiren üstü açık gezinti trenine binerek Rodos’un yeni şehri, yerleşim alanlarını ve güzel plajlarını gezdik. Bu trene sadece kişi başı 6 Euro ödedik. Rodos’a daha uzun süre zaman ayrılması gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca Lindos bölgesi de görülmesi gereken yerler arasında yer almakta, ancak merkeze altmış kilometre uzaklıkta olduğundan bir günlük sürede oraya zaman ayırmak mümkün olamadı. Benim için Rodos ileride tekrar gidilip kalınacak bir ada olarak not edildi. Fethiye ve Marmaris’ten her gün kalkan gemiler ile  sadece bu adaya gezi planlanabilir. 
Pire-Atina

Son durak Pire Limanı idi. Yine gemide ekstra tur olarak Atina gezisine katılmak mümkündü. Tülin hocam birden çok kez Atina’da bulunmuş, ben de yine bu yıl özel olarak Atina’da üç gecelik bir gezi yapmıştım. Pire bir liman şehri, Atina’ya yakın metro ile 15-20 dakika sürüyor. Nisan ayında Atina’dan Pire’ye gezmeye gelmiştik. Bu kez tersini yaptık.

Tüm günü Atina’da geçirmek daha keyifli olacaktı. Liman çıkışında (Hop On Hop Off) otobüsler bekliyordu. Bu otobüsler turistik şehirlerde istediğin durakta inip binerek tüm gün gezebileceğin otobüsler. Genellikle gezdiğim yerlerde harita ve toplu ulaşımı kullanırım. Bu kez zaten Atina’yı iyi bildiğimiz için otobüs ile sevdiğimiz yerlerde ineriz diye düşünerek bu otobüse bindik. Otobüse 16 Euro  ödedik, önce tüm Pire’yi gezdik sonra Atina’ya ulaştık. 

Açık otobüs ile şehrin en sevdiğimiz yerleri Akropol, Monastraki Meydanı, Plaka’da dolaşıp, Akropol manzaralı bir tavernada  kalamar yedik, Syntagma Meydanı’nı da tekrar görmek için oraya kadar yürüyüp otobüsümüze binip Pire’ye döndük. 

Pire’ye sabah 11.00’de ulaştık ve saat 17.00’de ayrıldık. Bu gezide Atina’nın önemli ve belirli bölgelerini görmek için yeterli bir süre sayılabilir. Bana göre Atina daha uzun sürede gezilmeli. Son yıllarda sağlanan vize kolaylıkları ve daha çok firmanın Atina’ya direkt uçuşları ile Atina’ya giden Türk turist sayısı artmış durumda. Son iki yılda Sakız Adası ve Midilli Adası’nda bir kaç gece kalarak Yunanistan’a adım atmıştım. Ancak Atina’yı daha detaylı gezmek istediğim için 2015 yılının Nisan ayında üç gece dört gün kalmak üzere Atina’ya gittim. Bazı gezginlerin Atina’yı sadece tarihi eserler açısından değerlendirip, fazla özelliği olmayan bir şehir, Türkiye’de çok daha fazla tarihi eser bulunuyor diye değerlendirmelerini okumuştum. Oysa her şehrin farklı açılarda değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Atina’da Akropol, Zeus Tapınağı, Arkeoloji Müzesi’ni gezdik. Ancak bu geziler dışında sokakta yürümek, insanları incelemek, akşam bir tavernada uygun fiyatlı, lezzetli deniz ürünleri yiyerek, güzel müzik dinlemek Atina’dan güzel duygular ile ayrılmaya yol açıyor. Nerelisin diye soran Yunanlılar, Türk olduğunuzu duyunca birkaç kelime Türkçe konuşuyor, komşu diyor veya dedelerinin atalarının Türkiye’den göçtüğünü anlatıyor. Atina’da dolaşırken Türkiye’nin batı bölgesinde dolaşıyor gibi hissediliyor. Yumuşak iklimi, insanların rahatlığı, neşesi sizi sarıyor tanıdık bir şehirde dolaşma keyfi yaratıyor.

Gemi Turunun Özellikleri

Dört gecelik gemi turu çok keyifli geçti. Öncelikle evden çıkıp 20 dakika sonra limana ulaşma şansımız vardı. Bavul toplamadan değişik yerleri görebildik.

Üç öğün yemek gemide yendiği için adalarda dolaşırken yemek için harcama yapmak gerekmiyor. Sadece beğendiğimiz, manzaralı  kafelerde kahve içtik. Ekstra tur almadık, kendimiz gezdiğimiz için maliyetimiz yüksek olmadı. Çok konforlu, fazla yorulmadığımız güzel bir gezi keyfi yaşadık. Ayrıca gemide düzenlenen tavla turnuvasında yarı finale kaldım ve ikinci oldum ve madalya kazandım. Bu turnuva da  güzel bir anı oldu.

Gemi perşembe sabahı saat 07.00’de Çeşme Limanı’na girdi. Bu  gezi de  güzel duygularla anılarımızda yerini aldı.

Gemiyle Yunan Adaları turu rahatlığı, konforu ile farklı bir gezi. Biz gezgin olarak bulunduğumuz yeri detaylı gezmeden rahat edemeyiz, ancak bu gezide böyle bir beklentiye girmeden, adada kalınan sürenin keyfini çıkartmaya bakmak gerek sanki. 

Sri Lanka Gezi Rehberi: Hint Okyanusu’nun İncisi

Sri Lanka Hint Okyanusu’nun incisi bir ada ülkesi. Hindistan’a sadece 31 km mesafede, ancak bağımsız bir Sosyalist Cumhuriyet. Ülke Asya deniz yolları üzerindeki stratejik önemi ve doğal kaynakları ile tarih boyunca Avrupa’nın sömürgeci devletlerinin yönetiminde kalmış. Ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlığını kazanabilmiş genç bir Cumhuriyet…

Bağımsızlık sonrası tarihi, kültürü ve doğal güzelliği ile turist çeken ülke, 1980′ lerde başlayıp 30 yıl süren iç savaş ve doğal felaketler ile 2009 yılına kadar içine kapanmış.
Son 10 yılda gittikçe popülerleşen Sri Lanka, ülkeye çok sayıda turist çekmektedir. Son yıllarda Türk gezginlerin de daha çok ilgi göstermeye başladığı Sri Lanka henüz bozulmadan görmeye değer bir ülke.
Biz dört gezgin Sri Lanka’yı aylar öncesinden programımıza aldık ve Ocak-2020 tarihinde gitmek üzere uçak biletlerimizi tam beş ay önce satın aldık. Bilet ve gezi süremizi belirleyince rotamız üzerinde çalışmaya başladık. Önce niçin bu ülkeyi gezmek istedik, neler bulduk bakalım, sonra rotamızı paylaşalım.
Niçin Sri Lanka?
Sri Lanka küçük bir ada ülkesi, iyi bir planlama ile adanın çoğunu gezip, her bölgede farklı bir tat alabilirsiniz.
*Türk turistlere her türlü pasaporta vize istemesine rağmen vize almak kolay. Online veya kapıda 10 dakika içinde bir aylık vize alınabiliyor. Kapı vize ücreti 40 dolar
*Bizim için ucuz bir ülke, otobüs ve trenle dolaşmak isterseniz her iki ulaşım aracı da çok ucuz, Sri Lanka’da şoförlü özel araç ile dolaşmak yaygın ve çok uygun fiyatlı, bu yol bizim de tercihimiz oldu. Bu konuyu ulaşım bölümünde detaylı anlatacağım. Yeme içme ve konaklama da bir Avrupa ülkesine göre çok ucuz. Sadece tarihi bölgede tarihi şehirlere ve müzelere giriş ücretleri (20-25 dolar) yüksek görünebilir.
*Halkı yabancılara çok saygılı, kibar, güler yüzlü.
*Uzun yıllar İngiliz sömürgesi olması nedeni ile İngilizce konuşan sayısı çok, iletişim sorunu yaşanmıyor.
*Her türlü ilgi alanı olan gezginlere hitap edecek özelliklere sahip.
*Tarih, kültür, din ile ilgilenenler için kutsal üçgende çok fazla şey bulabilirsiniz.
*Doğa yürüyüşü sevenler için Nepal gibi yüksek dağlar olmasa bile yemyeşil doğada yürüyüş yolları
*Kış ortasında deniz tatili yapmak isteyenler için Hint Okyanusu’nda yüzme, sörf, dalma, balina gözleme gibi aktivite çeşitleri bol
*Safari yapmak isteyenler için çok sayıda değişik hayvanları izleyebileceğiniz safari parkları
*Yoga, ayurveda, masaj ile ilgilenenlere özel yerler
*Sri Lanka’da mutlaka tren yolculuğu yapılmalı. Dünyanın en güzel tren yolculuğu hatlarından birinde yemyeşil doğa, çay tarlaları, köprüler, tüneller içinde unutulmaz tren yolculuğu. Bu yolculuk ulaşım için değil, sadece manzara izlemek için yapılabilir. Bizim gibi araba kiralasanız bile bu yolculuk özel olarak yapılmalı.
*Özellikle Budizm ile ilgilenenler için, Uzak Doğu’da Budizm kurallarının en sıkı uygulandığı ülke. Sakin, huzurlu, hayvanlara zarar verilmeyen, güvenli bir ülke, para isteyenler oluyor ancak Colombo gibi büyük şehirler dışında gasp gibi bir endişe duyulmuyor.
*Budist tapınaklara girerken diz üstü ve askılı kıyafetlerin olmaması gerekiyor. Tapınakların sadece içinde değil, yakınında ayakkabılarınızı çıkartmanız gerekiyor. Buda heykeline sırtınızı dönüp fotoğraf çektirmeniz, budanın duruşunu taklit ederek poz vermeniz, yüksek sesle konuşmanız hoş karşılanmıyor. Diğer Uzak Doğu ülkelerinde kurallar bu kadar katı görünmüyordu.
*Hijyen açısından Hindistan kadar sorunlu görünmüyor. Temiz olduğunu düşündüğünüz lokantalar bulunuyor. Yine de sokakta yemek yememek ve musluk suyu içmemek gerekli. Doğası çok yeşil olduğundan Hindistan ve Nepal gibi tozlu hissedilmiyor. Şehirler arası yollar daha düzgün. Yolda trafik polisleri sürekli kontrol yaptığı için sürücüler arabaları yavaş ve dikkatli kullanıyorlar. Ancak araba kiralamayı düşünmeyin. Trafik İngiliz usulü soldan akıyor.
*Sağlık sorunu yok, aşı olmak gerekmiyor.
Kısa Tarihi
M.Ö 900 yılında Hindistan’dan gelenler Anuradhapura’yı (Sri Lanka) kurmuşlar. Zengin toprakları, çayları, değerli taşları ile tarih boyunca sömürgeci ülkelerinin gözü üzerinde olan bu toprakları 1505 yılında Portekiz ele geçirmiş, 1658 yılında Hollanda Sri Lanka’yı Portekizlilerden almış ve en son 1796 yılında İngiltere’nin sömürgesi olmuş. İngiliz yönetiminin etkisi idari ve mali sistemde halen görülmektedir. 1948 yılında uluslararası anlaşmaya bağlı olarak İngilizler adadan çekilmiş ve ülke bağımsızlığını kazanmış, 1972 yılında da Cumhuriyet yönetimine kavuşmuş. 1972 yılında ülkenin Seylan adı da kutsal topraklar anlamına gelen Sri Lanka ile değiştirilmiş.
Bağımsızlığını kazanan ülke 20.yy’da da huzura kavuşamaz. Hindistan’dan gelen Tamil gerillaları ülkenin kuzey ve doğusunda bağımsız devlet kurmak için gerilla savaşları başlatırlar. 1983-2009 yılları arasında ülkede kanlı iç savaş yaşanır. Tamil gerillaları zaman zaman bölgede hakimiyet sağlamış olsa da 2009 yılında hükümet güçleri Tamil gerillalarına ağır zayiatlar verdirir ve ülkede silahlı mücadele sona erer. Etnik ve dini farklılıklar nedeni ile 30 yıl kadar süren bu iç savaşta ülke çok zarar görmüş, ağır kayıplar yaşanmış. Ülkenin en önemli gelir kaynağı turizm yok olmuş, ekonomik kaynakları çay tarlaları, pirinç tarlaları tahrip olduğundan ülke fakirleşmiş. 2004 yılında yaşanan tsunami felaketinde de 35.000 kişi ölmüş.
Genel Bilgi
Güney Asya’da, Hint Okyanusu’ndaki inci adanın bir diğer adı da göz yaşına benzeyen şekli ve yaşadığı ağır acılar nedeniyle Hindistan’ın gözyaşı damlası. Resmi adı Sri Lanka Demokratik Cumhuriyeti. 1972 yılından önceki adı Seylan, ünlü Seylan çayı nedeni ile bildiğimiz bir isim. Evet tüm dünyaya ihraç edilen Seylan çayları bu ülkede üretiliyor.
Bu ada ülkesinin yüz ölçümü 65.610 km2, nüfusu 21 milyon kişidir.
Para Birimi:
LKR simgesiyle gösterilen Sri Lanka Rupisi ülkenin parası, Ocak/2020 bizim bulunduğumuz tarihte 1 dolar=178 LKR, 1 Türk Lirası=30 LKR civarında idi.
Milli Gelir :
Sri Lanka kişi başına milli geliri 2018 tarihi itibariyle 4,214 dolar ile orta alt gelir düzeyinde bir ülke. Ülkenin en önemli ihraç ürünleri, çay, tekstil ürünleri, kahve, baharat. Ülkemize en çok ihraç edilen ürünleri de bildiğimiz Seylan çayıdır. Ülke milli geliri yüksek olmayan yani fakir bir ülke olmasına rağmen okuma yazma oranı son derece yüksek % 95 civarında.
Etnik Gruplar:
Sri Lanka halkının 70’i Sinhalalar, %11’i Sri Lankalı Tamiller, % 9’u Sri Lankalı Moors bunun dışında Hint kökenli gruplar.
Din:
Halkın %70’i Budist, %12’si Hindu, % 9’u Müslüman, % 7’si Hristiyan inancını benimsemiş.
Dil:
Sri Lanka’da en çok konuşulan dil Seylanca, ikinci dil olarak da Tamilce. Ülke Birleşik Krallığın egemenliğinde uzun dönem kaldığı için İngilizce de yaygın olarak kullanılıyor.
Prizler:
Elektrik prizleri 3 delikli, dönüştürücü yanınızda götürebilir veya otellerden isteyebilirsiniz. Aslında üç deliğin alttaki ikisi bizim fişlere uygun ancak fişi takarken üstteki üçüncü deliğe bir şey sokup kilidi açmak gerekiyor.
İklim:
Tropik bir ada olan Sri Lanka’da sıcaklık yılın hiçbir döneminde 22-23 derecenin altına düşmüyor. Haziran-Ekim ayları arasında güneybatı musonlar, Aralık ve Mart arasında kuzeydoğu muson yağmurlarından dolayı yağış almaktadır. Adaya seyahat için en uygun dönem ise orta ve güney alanlar gezileceğinden Aralık-Nisan aylarıdır.
Ulaşım
Sri Lanka’nın başkent Colombo’ya THY’nın direkt uçuşu bulunmaktadır. Qatar, Emirates, Srilankan Airlines, Gulf Air ve Salamair ile aktarmalı olarak uçulabiliyor. Biz Katar Havayolları’nın İzmir kalkış Doha aktarmalı uçuşu ile Colombo’ya uçtuk. Doha bekleme süreleri de sadece iki saat olduğundan toplam 10 saat süren rahat bir yolculuk yaptık. Ocak uçuşlarımız için biletlerimizi Eylül ayında gidiş dönüş 2300 TL gibi son derece uygun fiyata aldık. Kısaca Sri Lanka’ya ulaşım kolay ve fiyatlar o kadar mesafeye rağmen yine de makul kabul edilebilir. Gelelim adanın büyük kısmını dolaşacağımıza göre ülke içi ulaşıma.
Bizim Sri Lanka’daki keyifli ve rahat ulaşımımızdan söz etmeden önce tek başına gezen ve ekonomik ulaşım arayan gezginler için otobüs ve trenle ulaşımdan söz edelim. Sri Lanka doğal kaynaklarını başkent Colombo’ya en etkin yolla ulaştırmayı hedefleyen sömürgeci ülkeler, ülkeyi demir ağlar ile donatmışlar. Günümüzde de tren hem halkın hem de gezginlerin tercih ettiği çok ekonomik ulaşım tarzı. Birinci sınıf biletler için önceden rezervasyon yapılması gerekiyor, 2. ve 3. sınıflar için rezervasyon gerekmiyor ancak yoğun zamanlarda üçüncü sınıfta ayakta yolculuk etme ihtimalini de belirtelim. Bu arada trenin ulaşım amacı dışında özellikle belli bir bölgede (Kandy – Nuwarella – Ella) tüm turistlerin mutlaka binmek istediği ülkenin soluk kesen doğa görüntülerini görebileceğiniz bir araç olduğunu da belirtelim. Sri Lanka tren seferleri hakkında bilgiyi Sri Lanka Tren Yolları linkinden alabilirsiniz.
Diğer bir seçenek yerel halkın da kullandığı otobüsler. Biz tren yolculuğu yapmamıza rağmen hiç otobüse binmedik. Otobüsün fiyatlarının yüksek olmadığını öğrendim, ancak rahatlığı ve saatlere uyup uymaması konusunda yorum yapamayacağım. Sadece Hint üretimi otobüslerin dış görünüşlerinin rengarenk, çok sevimli olduğunu belirteyim.
Gelelim bizim için en keyifli ulaşım aracına. İki veya daha fazla özellikle dört kişi iseniz Sri Lanka’da çok yaygın olan yöntemi öneriyorum. Şoförlü araç; aracı rotanıza göre sadece şehirler arası yolculukta 40-50 dolara kiralayabilirsiniz. Ancak benim önerim Sri Lanka’ya ilk ulaştığınız andan son güne kadar sizinle olacak bir şoförlü araç kiralamanız. Biz bloglardan ve seyahat gruplarından aldığımız bilgi ile şoförümüz Gune’ye ulaştık ve tam iki hafta havaalanından alınıp son gün havaalanına bırakılacak şekilde araba ile gezdik. 780 dolar ücreti dört kişi paylaştık. Fiyatın karşılığını fazlası ile aldık, çok rahat ettik. Sri Lanka’da yaygın bir yöntem, otellerde şoförler için ayrı odalar var, şoförün konaklama, yeme içme her türlü maliyeti bu fiyatın içinde siz ücretin dışında başka bir ödeme yapmıyorsunuz. Gitmeden bir ay önce Guna ile facebook üzerinden yazışmaya başladık gezi programını birlikte yapıp, otellerimizi de birlikte seçtik, zorlandığımız yerlerde bizim otelimizi de ayırttı. Yol boyunca sürekli rehberimiz de oldu. İlk kez bir yolculukta çalışalım, öğrenelim, otobüs, tren yakalayalım derdine düşmeden VİP turu yapan zengin turistler gibi davrandık. Aslında bu durum Sri Lanka’da en yaygın, klasik ulaşım yöntemi. Sri Lanka’yı düşünen gezginler bizim rahatlığımızda gezmek isterseniz şoförümüz ve rehberimiz Gune’nin iletişim numarasını özelden paylaşabiliriz.
Bu arada biz çok sınırlı kullansak da Uzakdoğu’nun en sevimli ulaşım aracı tuktuku unutmayalım. Bir motorla çekilen üç tekerlekli ufak araçlar. Binmeden pazarlık yaparak son derece uygun fiyatlarla şehir içinde dolaşabilirsiniz.
Konaklama
Sri Lanka konaklama için booking.com ve agoda.com’dan tercihlerinize göre her türlü otel bulunabilir. Yemyeşil ülkede çay tarlalarının kıyısında veya deniz kenarında lüks otellerde kalabileceğiniz gibi daha mütevazı aile işletmeleri de uygun fiyatlı, temiz hizmet sunmaktadır.
Biz genellikle 3 yıldızlı ve aile işletmelerini tercih ettik kahvaltı olmasına dikkat ettik. Temiz, güler yüzlü hizmet aldık, sabahları Amerikan veya continental kahvaltı tercihinde bulunabileceğiniz gibi yerel kahvaltı da isteyebilirsiniz. Biz Rotiler, özel hamur işleri ile mükellef yerel kahvaltılar yaptık. Otel fiyatları güneye sahile yaklaştıkça artıyor. Gecelik iki kişilik odaya 25-40 dolar arasında fiyatlar ödedik. Toplam 13 geceye kişi başı 200 dolar civarında ödeme yaptık. Avrupa’da üç veya dört geceye ödeyeceğimiz rakamlar.
Sri Lanka Rotamız
Sri Lanka gezisinde en önemli nokta kalınacak süre ve gezi rotasını belirlemek. Adada ilgi alanlarına göre farklı bölgelere zaman ayrılabilir. Biz böylesine uzak bir ülkeye tekrar gitme şansımız olmayabileceğini düşünerek, mümkün olduğu kadar çok yeri koşturmadan gezmek istediğimiz için ayırabileceğimiz maksimum süreyi, iki haftayı ayırdık Sri Lankaya. İki hafta ayıramayanlar bir haftada koşturarak gezebilirler, yine de minimum 10 gün ayrılmasını önerebilirim. Süreyi belirledikten sonra sıkı bir çalışma gerekiyordu, hangi şehre ne kadar zaman ayırmalıydık. Sri Lanka, sadece deniz güneş için gidilecek bir ada değildi. Rotamızı haritada ayrıntılı olarak inceleyebilirsiniz.

Biz öncelikle Kültür Üçgeni ile ülkenin tarihi yerlerini ve önemli tapınaklarını gezmek de istiyorduk. Uçağımız başkent Colombo’ya iniyordu, acaba Colombo’da konaklamalı bir kaç gün geçirmeli miydi? Bu kararı vermek önemliydi, başkentler sanayi, ticaret merkezi olarak yüksek binaları, yoğun trafiği ile kaotik şehirler olabilirdi, çalışmalarımız sonunda Colombo’nun da tam beklediğimiz gibi cazip olmayan bir şehir olduğunu anladık. Colombo’da gece konaklamak yerine son gün şehri dolaşmaya karar verdik. Bu durumda bazı gezginler Colombo yerine diğer şehir Negombo’ da bir veya iki gece konaklamışlar. Biz havaalanından doğrudan asıl görmek istediğimiz Kültür Üçgeni bölgesine ulaşmak için Sigirya’ya gittik.
Sigirya’da 3 gece konaklayıp çevre gezilerini de bu şehirden yaptık. Sri Lanka’nın tarihi ilk kuruluş yeri ve başkenti Anuradhapura ve ikinci başkenti Polonnaruwa, geleneksel bir köy ziyareti, Sigirya kayasına tırmanış Srilanka’ya özel ayuverda masajı Sigirya’da yaptıklarımız arasında sayabildiklerimiz.
Sigirya- Kandy güzergahında Golden Temple, Dambulla Royal Cave Temple, Herbal Garden, Matale şehrinde çok renkli Hindu tapınağını gezdik. İrili ufaklı şehirlerden geçtik.
Kutsal şehir Kandy de iki gece konakladık; Buda’nın dişinin korunduğu tapınak burada. Öncelikle bu tapınakta kalabalık, görkemli akşam törenini izledik. Turistlere yönelik kültürel gösteri, etnik halk dansları, mücevher müzesi, batik atölyesi, Royal Botanik Bahçesi, şehir turu diğer faaliyetlerimiz oldu.
Kandy – Nuwarella arasında çay bahçelerinde gezip, çay topladık, çay fabrikalarında çayın işlenme sürecini izleyip Seylan çaylarımızı aldık, Ramboda Şelalesi’nde yeşillikler arasında yürüyüş yaptık.
Nuwaraella, 1800 metre rakımı ile Sri Lanka’nın en yüksek şehri. Ülkenin en yüksek dağı Pidurudalagale de burada, En yüksek dedi ise öyle aman aman yüksek bir dağ beklemeyin. Dağın yüksekliği şehrin yüksekliğinden 1000 metre fazla. Yemyeşil şehrin ortasında Gregory Gölü kıyısında şık Hollanda ve İngiliz stili evler sıralanmış, büyükçe gölde tekne gezintisi yaptık. Yine şehrin ortasında kocaman Victoria Park iyi düzenlenmiş, çok çeşitli bitkilerin ağaçların arasında uzun yürüyüş yaptık. Doğası ile öne çıkan bu güzel şehirde iki gece konakladık. Trekkingçiler ve Pidurudalagale Dağı’na tırmanmak isteyenler için 3 gece konaklamak daha uygun olabilir.
Nuwaraella- Ella arası meşhur tren yolculuğu yapacağımız güzergah idi. Şoförümüz araba ile Ella’ya gidip bizi beklerken biz ancak 3. sınıf vagonda bilet bulmuştuk, kimin umurunda kaçıncı sınıfta yolculuk yaptığımız en azından numaralı yerlerimiz var ayakta kalmadık diye sevindik. Üç saat boyunca gözümüzü pencereden bir an bile ayıramadık. Çay tarlaları, pirinç tarlaları, tarçın ağaçları, hindistan cevizi ağaçları, daha adını bilmediğim yüzlerce bitki, yumuşak eğimli tepeler yeşilin her tonunu sergiliyordu. Tüneller içinden, köprüler üzerinden, viyadüklerden geçerek unutulmaz bir yolculuk yaptık. Bu en güzel manzaralı yolculuk Kandy’den Ella’ya kadar 7-8 saat kadar sürecek şekilde de yapılabilir. Ancak biz Nuwaraella’da kalmak ve en güzel bölümü yeterli olacak düşüncesiyle Nuwaraella-Ella rotasını tercih ettik.
Ella tam bir turist kasabası. Yine yeşillikler içinde geniş bir cadde üzerine sıralanmış, barlar, publar restoranları ile halkın yaşadığı klasik bir Sri Lanka kasabası dışında Avrupa’da bir kayak merkezi havasında. Çok turist çeken kasabada önemli aktivite Little Adam Peak’e tırmanmak. Big Adam’s Peak tepesi başka bir şehirde ve zorlu bir tırmanış gerekiyor. Küçük tepe ise daha yumuşak, yine de biraz efor ve performans gerektiren bir tepe. Biz de tepeye tırmanıp kayaların üzerinden çevreye hakim manzarayı seyrettik. Ella’nın diğer önemli aktivitesi Nine Arch Bridge’e uzun bir yürüyüş, köprünün üzerinden tren geçmesini beklemek, rayların üzerinden yürümek, tabii biz de bu keyfi yaşadık. Yaşadığımız bu tren deneyimi bize az gelmiş olacak ki Godot’ u bekler gibi tarihi Demodara istasyonunda yerel halk ve turistlerle bilikte yine heyecanla trenin gelişini bekleyip özel kavisli dönüşünü izledik. Ella için iki gece konaklama yeterli geldi.
Ella’dan sonra artık güneye sahile inme zamanı gelmişti. İlk durak Mirissa, ikinci durak Unawatuna plajları oldu. Mirissa’da iki gece, Unawatuna’da bir gece kalıp pembe plajlarında okyanusta yüzme keyfi yaşadık, üstelik ocak ayında.Yolculuğun sonundaki üç gün tam dinlenme deniz güneş tatiline döndü.
Unawatuna’dan yarım gün Galle şehrine gidip, meşhur Durch Fort tarihi bölgeyi ve Galle içini dolaştık. Galle şehir içi biraz karışık, düzensiz, Hollanda sömürge döneminden kalan kale ise tarihi binaları, mimarisi, kafeleri ile görülmesi gereken asıl surların üzerinde Sri Lanka güneşinin batışının seyredileceği bir yer. Özellikle bizim için unutulmaz Sri Lanka gezimize böylesine güneş batışı manzarası ile veda etmek ayrı bir anlama sahipti.
Bu arada Mirissa Galle arasında Sri Lanka’ya özgü balıkçı manzarasından söz edelim. Stilt fishermen “çubuklar üzerinde oturarak avlanan balıkçıları” görüp doğal olarak fotoğraflarını çekmek istedik. Ancak çok ilginç durum, balık avlama sezonunda bu görüntüyü çekebiliyorsunuz. Bizim gittiğimiz tarihte sezonu uygun olmadığı için balıkçılar o şekilde balık tutmuyorlarmış. Yine de belirli yerlerde üç beş balıkçı direklerin üzerinde balık avlıyormuş gibi oturuyorlardı. Ancak bu sezon balık değil turist avlama mevsimi imiş. Arabadan inip fotoğraf çekmeye geldiğimiz an hemen yanımıza bir kaç kişi yaklaştı. Balıkçıların fotoğrafını çekebilirsiniz ancak 3000 rupi vermeniz gerekiyor dediler. Yani balıkçılar sadece poz veriyorlardı. Çaresiz uzaktan çaktırmadan foto çekmeye çabaladık.

Gelelim Colombo’ya, başkenti son güne bıraktık, Unawatuna’dan yola çıkıp öğlen ulaştığımız Colombo’nun mutlaka görülmesi gereken bir kaç yerini yoğun trafik ve karmaşa içinde gezdik. Türkiye dönüşümüz gece saat 2’de olduğundan tüm gün Colombo’da dolaşmış olduk. Colombo’da özellikle görülecek yerler arasına kırmızı ilginç mimarisi ile Jumi Ul Alfar Mosque, Budist Tapınağı Bellanwilla Rajamaha Viharaya ve Viharamadevi Parkıeklemenizi öneriyoruz.  Bu kadar büyük şehir havası da bize yetti.

Yeme İçme
Sri Lanka mutfağı Hindistan mutfağına benziyor. Zaten Sri Lanka’yı gezi rotasına dahil etmiş kişinin öncesinde yeterince değişik mutfakları denediğini bu ülkede fazla titiz davranmayacağını varsayıyorum. Benim için de Hindistan ve Nepal deneyimlerimden sonra Sri Lanka mutfağı daha zengin ve hijyen olarak daha temiz geldiği için çok çeşit tatmaya çabaladım. Belki Hindistan deneyimi benim hijyen açısından en zorlandığım ülke olduğu için yemeklerini denemekten kaçınmıştım. Burada daha güvenli ve iki haftalık sürede Sri Lanka mutfağı hakkında oldukça fikir sahibi olduk. Gelelim başlıca yemeklere…
Öncelikle roti: Bizim bazlama dediğimiz kalın hamurla yapılan hamura benzeyen her yemeğin yanında bir şekilde var olan roti son derece lezzeti geldi.
Rotinin ince kıyılmış, pilav gibi yapılıp başka yemeklerle karıştırılanı Kotti,. hopper ise yine hamurdan rotiye göre biraz daha büyük krep şeklinde. Tüm bunlara hamur işi diyoruz tabi onların hamurları ülkede buğday olmadığından buğday unundan değil daha çok pirinç unundan yapılıyor. Hindistan cevizi de bol olduğundan birçok yemekte bulunuyor. Yağı da kullanılıyor. Sri Lanka mutfağında soğan bol kullanılıyor ve baharatca zengin. Budist ağırlıklı ülkede biftek ve et ürünleri daha sınırlı, ancak bol tavuk ve balık yiyebilirsiniz. Ayrıca pirincin de çok bol olduğunu söylemeye gerek yok tabi ki bu pirinç ülkesinde. Yine Hindistan’da olduğu gibi Rice-Curry, Dhal Bat buranın da pirinçli ve yanında çeşitli soslar olan yemekleri.
Biz Sri Lanka’da ilk günümüzde bir köy ziyaretinde kadınların yemekleri yanımızda pişirip bize sunmaları ile gezimize başladığımızdan hep yemek çeşitlerine ilgimiz oldu tüm gezi boyunca.
Porselen demlik ve fincanlarla İngilizlerden kalan çay sunumu geleneği sürüyor, her yerde lezzetli çay içebilirsiniz.
Alışveriş
Srilanka’da büyük AVM’ler yok, zaten olsa da bizim oralarda zaman geçirmek gibi bir niyetimiz yoktu. Dünyanın en büyük çay üretici ülkeden alınacak ilk şey Seylan çayı tabii ki. Gerçi Seylan çayı ülkemize en çok ithal edilen çay ve market raflarımızı süslüyor. Ancak gezinizin bir bölümü her halükarda çay tarlalarında ve çay fabrikalarını ziyaretle geçecek. Çay fabrikalarında son derece profesyonelce çay işleme süreci anlatılıp, yoğunluğuna göre sınıflandırılmış, tadım da yaptırılarak paketlenmiş satılıyor. Tabii buradan aldığınız çaylar biraz daha yüksek fiyatlı. Arzu ederseniz halkın alışveriş yaptığı marketlerden daha uygun fiyatla çay alabilirsiniz. Seylan kahvesi yerel kahvelerde marketlerde var, ancak ülke kahve üretiminde dünya çapında olmadığı için kahve almanıza gerek yok.
Sıkı durun Sri Lanka’dan asıl almamız gereken değerli taş, mücevher. Ülke tam değerli ve yarı değerli taş üretimi ile biliniyor; safir, yakut, ametist, agate, topaz, ay taşı bazı taşlar. Özellikle mavi safir ülkeye özgü. Birçok büyük mücevher dükkanı hem devlet gözetiminde hem de sertifikalı işlenmiş, mücevher haline getirilmiş veya doğal taş satıyor. Biz mücevher düşkünü olmamamıza rağmen almadan duramadık. Bir göz atın belki bütçenizden bir miktar da taşlara ayırabilirsiniz.
Ayrıca tarçın, karabiber gibi bu ülkede yetişen baharatlar, ayuverda ürünler, kremler değişik yağlar da ilginizi çekebilir. Yine ebony, teak, mara, tuna, kaduru gibi ağaçlardan yapılan mask ve heykeller ile çeşitli objelerden de uzak duramayacaksınız…
Sri Lanka gezimizden döner dönmez bu uzak ve her anlamı ile farklı ülkede yaşadıklarımızı hemen yazmak istedim, bugün yazımı tamamlarken fark ettim ki; Sri Lanka gezimiz çok iyi planlanmış, yeterince yeri rahatça gezebildiğimiz, hem konforlu, aynı zamanda ekonomik bir gezi olmuş. Sri Lanka’yı gezi programlarına almak isteyenlere özelden her türlü bilgiyi paylaşabiliriz.
Ancak görmediğimiz yerler oldu mu sorusunun cevabı ise evet. Zaman ve kaynak ayırabilme imkanımız varken bilerek gezmediğimiz yerlere bakalım.
*Safari park gezisi; Ülkede birden çok yerde safari imkanı var, ancak biz geçen yıl Asya’nın en iyi safari parkları arasında sayılan Nepal Chitwan’da üç gece kalmalı hem jeep hem fil safarisi yapmıştık, bundan sonraki safari deneyimini Afrika’ya bırakmaya karar verdik.
*Sri Lanka’ya özgü bakıma muhtaç fillerin barındırıldığı fil yetimhanesini duygusal nedenlerle özellikle görmek istemedik.
*Balina gözlem turuna katılmadık, 50 dolar ödeyip, tüm günümüzü ayırıp, dalgalı bir denizde balinaları görememe ihtimali de olduğu için ilgi göstermedik bu tura.
*Big Adam’s Peak’e tırmanmadık. Little Adam Peak bize yetti, zaten bir çok bölgede uzun yürüyüşler ve tırmanışlar yaptık, Big Adam’s Peak dağcıların, trekkingcilerin ilgisini daha çok çekebilir.
Son Söz
Yazının Niçin Sri Lanka bölümünde ülke hakkında birçok bilgiyi özetledim. Sri Lanka’yı istediğimiz gibi rahat rahat 13 günde gezdik. Sri Lanka’nın kuruluşundaki sarayları, tapınakları, müzeleri, şehirleri gezdik. Yemyeşil çay tarlalarından çay topladık, pirinç tarlaları, kraliyet botanik bahçeleri, baharat bahçelerini dolaştık, Ademin ayak izlerinin olduğu düşünülen efsanevi tepelere, aslan kayalarına tırmandık, dünyanın en güzel manzaralı tren yolculuğunu yaptık yerel halk ile birlikte. Kutsal Buda Sidarta’nın dişinin korunduğu budist tapınağında törenlere katıldık, şelalerde serinledik, vadilerde yürüyüş yaptık, gölde katamaranla gövdeleri sular içindeki ağaçların arasında dolaştık. Srilanka’nın kutsal günü dolunay günü dualarımızı ettik. Ayuverda masajı yaptırdık. Dağların tepelerinde magaralarda devasa Buda heykellerini gördük. Ocak ayında pembe incecik kumlu plajlarda Hint Okyanusu’nun dalgaları ile oynadık. Sri Lanka’da düşündüğümüzden çok şey bulduk
Son 10 yılda dışarıya açılan, yemyeşil, halkının Budizmden gelen sakinliği, güveni ile okyanus ortasında henüz bozulmamış, sakin, huzurlu ülkeyi geç kalmadan ziyaret edin demek isterim farklı ülkeler, değişik renkler arayan gezginlere…

Sri Lanka’da görülmesi önerilen Pinnawala Fil Yetimhanesi yazımızı linkte okuyabilirsiniz.

Pinnawala Fil Yetimhanesi: Sri Lanka

Nemrut Dağı: Tanrı Krallar Yurdu Kommagene Krallığı İzlerinde

Kommagene Antik Çağ’da Fırat’ın kuzey kıyıları ile Toros Dağları arasında kalan bölgeye verilen ad. Bugün Adıyaman ve Gaziantep illerinin kuzeyini ve Kahramanmaraş ilinin bir kısmını içine alıyor.

M.Ö. 4 – M.S. 1. yüzyıllar arasında burada Pers-Ermeni-Helenistik Dönem krallıklarından biri kurulmuş.

Biz UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan Nemrut Dağı’nı görmek için buradayız. Nemrut Dağı Adıyaman ili, Kahta ilçesi sınırlarında, Adıyaman’a 87 km uzaklıkta.

Adıyaman Güneydoğu Anadolu’da bulunan bir ilimiz. Ama bazı ilçeleri Doğu Anadolu, bazı ilçeleri Akdeniz bölgemizde; yani üç bölgenin kavşağında. 300 bin dolayında nüfusu ile GAP dan faydalanan bir ilimiz. Kahta ise 120 bin dolayındaki nüfusu ile Adıyaman’ın en büyük ilçesi. Nemrut Dağı’nın eteklerinde kurulmuş. Adı Persçe de “Dağın Eteği” anlamına geliyor. Nemrut Dağı bu ilçe sınırlarında. Bölgede gezilecek çok sayıdaki tarihi yer arasında Adıyaman Kalesi, Karakuş Tümülüsü, Besni-Sesönk Tümülüsü, Sofraz Tümülüsü, Kahta Kalesi, Pirin Antik Kenti, Palanlı Mağarası, Haydaran Kaya Kabartması, Turuş Kaya Mezarları ve Taş Ocakları bulunuyor. Bizim vaktimiz sınırlı olduğundan bölgeye ancak bir gün ayırabildik. Bu nedenle sadece Nemrut Dağı’nı ve Cendere Köprüsü’nü görebildik.

Şanlıurfa üzerinden geldiğimiz Kahta yolu yaklaşık 2-2.5 saat sürdü. Yolda Atatürk Barajı kenarında çay molası sonrası geldiğimiz Kahta’da otobüsümüzü terk ederek küçük minibüslere bindik. Bu bir zorunlulukmuş. Ve Nemrut Dağı’na minübüslerle tırmanmaya başladık, yağmur yağmasın diye dua ederek. Turizm Bakanlığı’nın Nemrut Dağı tesislerine gelene dek geçen süre 1 saati aşıyor. Bu tesislerden dağın belli bir noktasına devamlı ring şeklinde ayrı bir minibüs çalışıyor, minibüsten de belli bir noktada inerek yürüyerek tırmanıyorsunuz. Ekim ayı sonu ve hava çok soğuk. Buraya gelinebilecek son ay. Bu mevsimde burada ne güneşin doğuşunu ne batışını izlemek için hava müsait değil.

Nemrut Dağı’nda bulunan mezar anıt, 2150 metre yüksekliğindeki bir tepe üzerinde, yumruk büyüklüğündeki çakıl taşlarının yığılması ile yapılmış. Kral Antiokhos’un mezar tümülüsü. Kral Antiokhos (M.Ö 62-32),  Kommagene Krallığı’nın en ünlü krallarından biri, Ermeni Kral diyen de var. Annesi Seleukos İmparatorluğu’ndan (Grek), babası Pers (Ahamenişlerden). Doğu ve batı kültürlerinin  her ikisinden de etkilenmiş. Zaten Kommagene, Yunanca “Genler Topluluğu” demek.

M.Ö. 62 yıllarında yapılan  mezar tümülüsünde, doğu ve batı teraslarında birbirine benzeyen dev heykeller var. Burası yerleşim yerlerinden uzakta, ıssız, virajlı, dik yokuşları olan bir yer. 2000 yıl boyunca sadece katırlarla ulaşılabilmiş.

Nemrut Dağı, Toros Sıradağları’ndan olup Türkiye’de faaliyete geçebilecek en riskli yanardağlardan biri. Kuzey Anadolu deprem fay hattına çok yakın olan bölgede muhteşem kalıntılar için çok büyük bir tehlike bulunuyor. Ayrıca açık havanın yarattığı tahribat bu eserlerin gittikçe yıpranmasına yol açıyor. Heykellerin Adıyaman Müzesi’ne taşınması zaman zaman gündeme gelmiş.

1987 yılından beri UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde olan Nemrut Dağı, ilk kez 1881 yılında demiryolu çalışmaları için Diyarbakır’a gelen bir Alman mühendis tarafından farkedilmiş. Daha sonra Osmanlı İmparatorluk Müzesi Müdürü Osman Hamdi Bey, 1883 de bir ekiple Nemrut’ta çalışmış. İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerikalı arkeolog Theresa Goell ve Alman Karl Doerner burada araştırma ve incelemeler yapmışlar.

Ne kadar hazırlıklı olursanız olun bu çıplak dağlarla çevrili, gökyüzü ile birleşmiş izlenimi veren zirveye gelince gördükleriniz şaşkınlık yaratıyor.

Ulaştığımız zirvede yeni bir dağ yaratılmış. Bu Kral Antiokhos’un Tümülüs’ü. Eskiden 75 metre yüksekliğinde olduğu söyleniyor. Şu anda 50 metre yüksekliğinde, 150 metre çapında. Kireç taşları kırılarak avuç içi büyüklüğüne getirilmiş ve metrelerce yığılmış. Taşlar kazıldıkça tümülüsün içine doğru aktığından bir kazı yapmak çok zor, şimdiye dek başarılamamış. Yapılan tüm sismik araştırma ve sondajlara rağmen henüz Kral Antiokhos’un mezar odasına ulaşılamamış.

Tanrılara gösterilen saygının kendine de gösterilmesini isteyen, kendine tanrılar katında yer ayıran, onlarla kendini aynı gören Kral Antiokhos’un zekasına hayran olmamak mümkün değil. Biz Doğu Terası’ndan gezmeye başlıyoruz.

En geniş yeri 45×50 metre boyutunda olan en büyük teras. Güneyden kuzeye doğru sırasıyla aslan (yeryüzü hakimiyetini temsil ediyor), kartal (gökyüzü hakimiyetini temsil ediyor), Antiokhos, Kommagene (krallığı temsil eden tanrıça), Zeus (Yunan baş tanrısı ve Perslerde ki Ahura Mazda özdeşi), Apollon (Yunan, Pers ışık ve güneş tanrıları), Herakles (Yunan yarı insan yarı tanrı, Pers-Yunan Savaş tanrısı), aslan ve kartal. Güneşin doğuşu bu terasta izleniyor. Doğu Terası’nın Pers medeniyetini temsil ettiği  düşünülüyor. Heykeller oturur durumda, büyük taş blokların üst üste konulması ile oluşmuş. Koruyucu hayvan heykellerinin dışında her heykel ayrı bir kaide üzerinde. Heykellerin gövdeleri 8-10 metre, başları 2.5-3.5 metre yüksekliğinde. Heykellerin kaidelerinin arkasına iki nüsha halinde  yazılmış kitabe var. Kral Antiokhos bir kitabenin başına bir şey gelirse diye yedeğini de düşünmüş. Nitekim 1882 yılında  iki nüsha karşılaştırılarak kitabede anlatılanlar çözümlenmiş. Kral Antiokhos bu yazılarda herkese seslenmiş. Sıradan bir insana, geleceğin yöneticilerine, hırsızlara…Zaten bu kitabelerin okunmasından sonra buranın sırrı çözülmüş.

Batı Terası, Doğu  Terası’ndan daha küçük en geniş yeri 50×30 metre boyutunda aynı heykeller, aynı kitabeler burada da var. Sadece Doğu Terası’nda olan sunak burada yok. Batı Terası depremlerden, hava şartlarından daha çok etkilenmiş. Bu terasın Yunan Medeniyetini temsil ettiği düşünülüyor. Batı Terası’nda soğuk bir havada güneşin batışını izledik.

Fotograf: Canan Taşkın

Fotograf: Canan Taşkın

Restorasyon için Batı Terasından götürülen Aslanlı Horoskopu göremiyoruz.

Fotoğraf: Canan Taşkın

Sağa doğru yürüyen aslan figürünün bulunduğu horoskop 175 santim boyunda ve 240 santim genişliğinde ,0,47 santim kalınlığında kabartmalı kum taşından yapılan bir horoskop imiş. Aslan figürünün boynunda bir hilal, gövdesinde 8 ışınla karakterize edilmiş 19 yıldız bulunuyormuş.

Fotoğraflar Doç.Dr.Nezih Aytaçlar

Akşam ayazında, bu muhteşem yerden ayrılıyoruz.1800 lü yıllarda yapılan eski kazıların fotoğraflarına yol boyunca bakıyoruz.

Fotoğraflar Doç.Dr.Nezih Aytaçlar

Yolda Cendere Köprüsü’nü görüyoruz. Cendere Çayı üzerinde. Köprünün güneyindeki iki korint düzenindeki sütun İmparator Septimius Severus tarafından kendi ve karısı adına yaptırılmış. İmparator köprünün kuzeyine de aynı şekilde oğulları Caracalla ve Geta adına iki sütun daha yaptırmış. Ölümünden sonra yerine geçen oğlu Caracalla, kardeşini öldürüp onun adına ne varsa yakıp yıkmış. Şimdi köprünün kuzeyinde tek sütun var.

Cendere Çayı bir kanyondan akıyor. İki kemerli köprü kanyonun iki yakasını birleştiriyor. Antik Cabinas şimdiki adı Cendere Çayı’nda çok fazla su şu anda yok. Köprü her biri onlarca ton ağırlıkta olan düzgün kesme taşlardan yapılmış. 7 metre genişlik, 30 metre yükseklik ve 120 metre uzunlukta hiç harç kullanılmadan yapılan şahane bir Roma dönemi eseri. Biz üzerinden yürüyerek karşıya geçtik.

Akşam yorgun argın Adıyaman Rabat Otel’ine ulaştık. Açık büfe yemek sunan otelin açık büfesinde kıymalı patlıcan, patlıcan kızartma, pilavdan  oluşan menüden yemeklerimizi alıyor ve dinlenmeye geçiyoruz. Sabah kahvaltı sonrası Adıyaman’dan ayrılıyoruz. Kral ve tanrıların taşlaştığı, gökyüzüne uzanan Nemrut Dağı, görkemli heykelleri ve hikayesi ile anılarımızda yerini alıyor.