ANA SAYFA Blog Sayfa 9

Kaleiçi-Antalya Gezi Rehberi: Kısa Kısa-Görülecek En Özel 7 Yer

Antalya Kaleici

Antalya’nın her bir köşesi için sayfalar yazılabilir. Zaten gerek Kaleiçi’ni, gerek falez ve kıyı plajlarını, gerekse Perge esas alarak ele aldığımız müzesini anlata anlata bitirememiştim.

Antalya Gezi Rehberi-Kaleiçi

Antalya Falezler Boyunca Parklar ve Kaya Plajları

Perge Gezi Rehberi; Helenistik Dünyanın İncisi

Bütün Antalya içinde Kaleiçi ayrıcalıklı bir yere sahip çünkü burası  Antalya’nın başlangıç noktası, adeta bir özeti. Peki Kaleiçi deyince akla gelenler nedir, buranın olmazsa olmazı nelerdir, bir bakalım…

1.Seyir Teraslarında manzaranın keyfini çıkarın.

Kaleiçi Antalya’nın ünlü falezlerinin denizle buluştuğu, at nalı şeklinde bir koy. Cumhuriyet Caddesi ile Atatürk Caddesi’nin kesiştiği noktayı merkez alan Kaleiçi’nin  iki ucundan da manzaranın keyfi bir başka. Gerek Cumhuriyet Meydanı’ndaki seyir terası, gerekse Mermerli yanındaki Keçili Park, manzaranın tadını çıkarabileceğiniz noktalar. Aynı noktalardaki Mermerli çay bahçesi ile Tophane çay bahçesi, manzarayla birlikte oturup bir şeyler içeceğiniz, zaman geçirebileceğiniz yerler.

2.Sokaklarında dolaşın.

Kaleiçi’nin havasına kapılmak için mutlaka sokaklarında dolaşın. Kaleiçi’nin girişlerinden biri olan İskele Sokağı,  Liman boyunca uzanan Kordon Sokağı ile Hadrian Kapısı’ndan başlayan Hesapçı Sokağı, Kaleiçi’nin can damarı. İskele Sokağı hem eski şehrin önemli bir girişi hem de turistlere mallarını beğendirmeye çalışan türlü mağazaların sıralandığı bir sokak. Liman boyunca uzanan Kordon sokağı, lokantaların, kafelerin, müzelerin bulunduğu ana cadde, tekne turuna çıkmaz isterseniz hepsi burada… Hesapçı Sokak ise Kaleiçi’nin ana eğlence merkezi; barlar, kulüpler, meyhaneler, kafeler, lokantalar gezinizi şenlendirmek için bekliyor.

3.Hadrian Kapısı-Hıdırlık Kulesi’ni görün.

Roma İmparatoru Hadrian’ın Antalya gezisi şerefine MS 130’larda yapılan zafer takı görünümündeki giriş, Antalya’nın simgelerinden biri. Buradan başlayan Hesapçı Sokak sizi Hıdırlık Kulesi’ne, oradan da Karaalioğlu Park’a götürecek.

4.Selçuklu mirasına göz atın.

İskele Sokak başındaki Yivli Minare, Yivli Cami, İmaret Medresesi, Mevlevihane, Zincirkıran Mehmet Bey ve Nigar Hanım türbeleri; hepsi birlikte duran bu yapılar Antalya’nın özellikle Selçuklu döneminden kalan eserlerden oluşuyor. Antalya resimlerinde bol bol göreceğiniz Yivli Minare ve diğerleri Kale İçi’nin mücevherleri. Hemen yakınlardaki Karatay Medresesi de bu yapılarla bütünlük oluşturan bir yer.

5.Müzelere gitsek mi?

Kaleiçi’nde Oyuncak Müzesi, Deniz Biyoloji Müzesi, Etnografya Müzesi ve Suna-İnan Kıraç Müzesi yer almakta. Suna-İnan Kıraç Müzesi pandemiden dolayı kapalıydı. Kaleiçi’ne  ilk defa geldiyseniz müzelerle hiç zaman kaybetmeyin, gezinizin her anını buranın güzellikleriyle geçirin derim ama illa bir müze seçecekseniz bence Etnografya Müzesi olmalı. Sadece konuşlandığı iki geleneksel Antalya konağını görmek bile ilginç; içinde 18-19 yüzyıla ait eserler de başka müzelerde görebileceğiniz ama yine de nadide eserlerden.

6.Denizin çağrısına kulak verin.

Kaleiçi’nde uzun süreli zaman geçirmeyi planlıyorsanız mayonuzu da yanınızda götürün. Hıdırlık Kulesi’nin yakınında yer alan Mermerci Kaya Plajı size günün yorgunluğunu denizde unutturacak. Türkiye’de koca bir metropolün içinden deniz girebileceğiniz kaç yer var ki? Hele ki, bu deniz, tertemiz Akdeniz sularıysa…

7.Şehzade Korkut Cami- Sultan Alaaddin Cami-İskele Cami ilginizi çekebilir.

Kesik Minare olarak da bilinen Şehzade Korkut Cami, artık külahı takılmış eski kesik minarenin yanında ve hala tadilatta. İskele Cami ise Liman’da, Antalya’nın en küçük  ve belki de en sevimli camisi, içi sadece su kaynağından oluşuyor. Sultan Alaaddin Cami ise Şehzade Korkut Cami’nin arkasında, kiliseden dönüştürülmüş bir yapı, eski günlerin anısına tavanındaki melek ve haç süslemeleri ile ilgiyi hak ediyor.

Kaleiçi büyüleyici bir yer. Yeşillerin mavilerle oynaştığı en kapalı havada bile ışıldayan bir liman. Şöyle oturup bir fincan çay eşliğinde hayallere dalmak bile her şeye değer. Benden önermesi; siz nasıl tadını çıkaracaksanız öyle gezin bu cenneti…

Hindistan Seyahat Planlaması

Hindistan mutlaka görülecek yerler listemde yer almasına rağmen gezi planlamasının da zor olduğunu düşündüğüm bir ülkeydi. En kolayı, organize bir tur ile gitmek olabilirdi; ancak o durumda da dilediğince gezme keyfini yaşayamayacaktık. Böylesine özel bir ülke, sınırlı ve sıkışık bir programın ötesinde dolaşılmayı hak ediyordu.

Hindistan, dünyanın en kalabalık ikinci ülkesi, özellikle sağlık ve hijyen sorunları, okuduğum fakirlik, sefalet öyküleri kişisel olarak biraz tereddüt yaratıyordu. Yıllardır nerede ise her kış Uzak Doğu programı yaparken hiç endişe duymamışken, Hindistan’a kendi programımızı yapma konusunda o kadar rahat hissedemiyordum.

Yine de zamanı gelmiş ki bir 24 Kasım kara cuma için Pegasus Havayolları’nın %50 promosyonunu görünce en uzak mesafeler arasında olan Bişkek aktarmalı Delhi’ye iki kişilik bilet almış bulunduk. Her ne kadar bilet gidiş dönüş sadece 1100 TL ile çok uygun bir fiyata gelse de Pegasus Havayolları ile Delhi’ye uçuşun iyi bir seçenek olmadığını aktarma sırasında yaşadığımız acı deneyimle anladık. Bişkek’e inemeyen uçağımız Kazakistan’ın başkenti Almaata’ya indi tüm gün havaalanında mahsur kaldık, sonuç olarak bir gün sonrası için kendi paramız ile Air India bileti alıp, havaalanında bir otelde geceleyip bir gün gecikme ile Yeni Delhi’ye ulaştık. Bu durumda bizim uçak maliyetimiz iki katına çıkmış oldu. Bu deneyim ile Pegasus ile aktarmalı uçuş bileti almayacağımızı öğrenmiş olduk. Daha sonra Pegasus Hindistan uçuşlarını kaldırdı. THY’nin Yeni Delhi’ye direk uçuşu var, ya da Katar, Etihad, Air Astana Havayolları ile aktarmalı uçulabilir.

İstanbul-Delhi gidiş dönüş biletimizi almıştık, başkentten her noktaya ulaşabilirdik. Sıra çok büyük olan bu ülkede önceliğimizi hangi bölgeye vermeli kararındaydı. Çalışmaya tüm tur programlarını tarayarak başladık, 7-8 günlük tur programları altın üçgen olarak adlandırılan Delhi, Jaipur ve Agra’yı kapsamaktaydı. Eğer süre 10-11 güne çıkarsa bu kez programa ya Katmandu ya da Mumbai ve Goa ekleniyordu. Bizim süremiz 13 gün olduğuna göre iki veya üç günümüzü Karmandu’ya ayırmamız bir seçenek olabilirdi. Daha sonra zamanımızın tümünü Kuzey Hindistan’da geçirmeye ve Nepal’e de başka bir tarihte daha uzun süreli gitme kararını verdik.

Zaman sıkıntımız olmadığına göre Delhi, Jaipur ve Agra’yı içeren klasik altın üçgen yanı sıra mutlaka mistik Varanasi de görülmeliydi. Biraz daha çalışınca Rajasthan Bölgesi’nde önemli iki şehir Pushkar ve Udaipur’ı da programımıza aldık. Önce haritamızı incelersek; Delhi, Jaipur ve Agra rotasına niçin altın üçgen dendiği açıkça görülüyor. Biz bu üçgenin yanı sıra güneybatı ve güneydoğuda bölgenin üç önemli şehrini de yeterince gezmiş olduk.

Konaklamaya gelince Hindistan’da her fiyattan otel bulabilirsiniz. Otel fiyatları Avrupa’ya göre çok daha uygun ancak bölgenin özelliği nedeni ile başlangıçta belli standartta otelleri tercih etmek gerek diye düşündük. Türkiye’den sadece Delhi’de iki gece havaalanı karşılamalı üç yıldızlı Prime Balajı otelinden yer ayırttık. Diğer şehirlerdeki otellerimizi Delhi’ye ulaşınca ayırtmaya karar verdik. Pegasus gecikmesi nedeniyle Delhi’de iki gece yerine bir gece kalabildik. Gezimizde Hindistan’da iş için bulunan bir arkadaşımız bu bölge gezisinde bize katılmak istemişti. Bu durum bizim için çok cazip bir teklif oldu ürktüğümüz ülkeyi bizden daha iyi bilen birisi ile dolaşma şansına sahip olacaktık. Delhi’ye bizden önce ulaşan arkadaşımız otelimize yakın bir hostelden yer ayırtmıştı. Bizi ilk gün Hindistan’daki hostelleri tanıtmak amacı ile kaldığı yere davet etti. Hindistan’daki hostellerin Batı formatında ve anlayışında düzenlendiğini özel odalarda kalarak gezimize devam edebileceğimizi söyledi. Böylece hem daha özgün hem de daha ekonomik konaklama tercihinde bulunduk. Hostellerde gecelik iki kişilik özel banyolu oda fiyatları ortalama 20-25 dolar civarındaydı.

Hindistan içi ulaşıma gelince iki uçak, iki tren, bir otobüs, bir UBER taksi ile şehirler arası yolculuğumuzu yaptık. 

Şehir içlerinde dolaşırken tercihimiz hep tuktuk oldu. Üç kişi olmamız nedeniyle bizim için uygun fiyatlı olan tuktuk, aynı zamanda sokakta yaşamın içinde hissettirdiği için çok keyifli oldu, Uzak Doğu gezilerimin vazgeçilmez ulaşım aracı. Ve deve, Pushkar’da çölde gecelemek için deve ile çöle ulaştık. Birçok yerde fil turu almamız da mümkündü ancak onların acılı eğitim süreçlerini bildiğimiz için özellikle file binmek istemedik.

Delhi’ye iki gece ayırıp, üçüncü gün sabah Jaipur uçuş biletimizi ve son gün için Varanasi’den Delhi’ye ara uçuş uçak biletlerimizi yine Türkiye’de iken aldık. Hindistan havayolları içinde Air India en pahalı ve lüks havayolu. Bu arada Air India ile de mecburiyetten Kazakistan Delhi uçuşu almak zorunda kalmıştık. Indigo, Jet Airways ve Spicejet daha uygun fiyatla iç hatlarda uçuş yapan firmalar. Biz tercihimizi Indigo Havayolu’ndan yana kullandık Delhi Jaipur arası kişi başı 50 TL Varanasi Delhi arası 115 TL gibi düşük fiyatlarla biletlerimizi aldık.

Üçüncü gün Jaipur’a uçtuk. Jaipurda iki gece üç tam günde şehrin görülmesi gereken yerlerinin çoğunu gezebildik. Jaipur’dan sonraki durağımız Pushkar’a otobüs veya tren ile ulaşabilirdik. Tren Pushkar yakındaki Acmer şehrinde duruyor iki şehir arasında taksi ile ulaşım gerekiyor. Otobüs Pushkar merkeze 400 rubiye gidiyor. Biz üç kişi olduğumuz için otobüs alternatifi yerine UBER taksi kiralayıp yol geçiş ücretleri ile birlikte 1600 rubi ödedik. Arada fiyat farkı çok az, konfor farkı çok fazlaydı. Hindistan’da otobüs en son sırada tercih edilmesi gereken bir ulaşım aracıymış.

Çok turist çeken küçük beyaz şehir Pushkar da şehirde gezmenin yanı sıra çöl safari fikri de çok çekiciydi. Pushkar’daki üç gecemizin bir gecesini çölde yıldızlar altında uyuyarak geçirdik.

Puskar’dan Udiapur’ a tren yolculuğu için önce taksi ile Acmer’e gidip orada trene bindik. Böylece Hindistan’da ilk tren yolculuğu deneyimimizi yaşadık. Trende yolculuk ederken sınıflar önemli. Sleeping vagonların ucuzu ve demir parmaklıklarla kapatılmış pencereleri ile trende yolculuk esnasında kendimi kapalı tutuklu hissedeceğim duygusuna kapıldım nedense. İyi olan nokta, bizim aldığımız C3 sınıfı demir parmaklıksız pencereli, turistlerin çoğunluğunun tercih ettiği geniş deri koltuklu rahat kompartmanlardı. Yerel halk daha ucuz olan vagonlarda seyahat etmeyi tercih ediyor doğal olarak bilet fiyatlarındaki farklılıklar nedeniyle. Pahalı dediğimiz fiyatlarla beş saat süren yolculuk için 590 Rubi yani 10 dolardan az ödeme yaptık. Ancak bu biletleri önceden almak gerekiyor, biz üç beş gün önce almaya kalktığımızda son güne kadar sıranın gelmesini bekledik. Son günlerde yer açılıp bilet alabildik.

Udipur’dan Hindistan’a gelip mutlaka görülmesi gereken mimari eser Taç Mahal. Agra’ya dokuz saat süren bir tren yolculuğu ile ulaşabildik. Tren ve otobüs yolculuklarımızı gece yapmayı tercih ediyorduk. Böylece uzun ve rahatsız yolculuklarda uzanarak uyumaya çalışıyorduk. Agra’da gecelemeye gerek yoktu, sabah erken saatte ulaştığımız şehirde Taç Mahal ve kaleyi gün içinde görüp bu kez yeni ulaşım aracı otobüsü deneyerek Varanasi’ye ulaşmayı planlamıştık.

Agra – Varanasi otobüs yolculuğu için hayatımda ilk kez iki katlı ve yataklı otobüs ile seyahat ettiğimi yazınca rahat ve uyuyarak yolculuk yaptığımızı sanabilirsiniz. Son derece kötü yollar ve aynı şekilde kötü bir otobüs ile yaptığımız hayatımın en zor otobüs yolculuğunu kimseye tavsiye edemeyeceğim.

Varanasi Hindu inancını daha iyi anlamak için Hindistan’da mutlaka görülmesi gereken bir şehir.

Varanasi detaylı yazım aşağıdaki linkte.

Varanasi Gezi Rehberi: Ruhun Özgürleştiği Şehir

Varanasi Ganj nehrinde ölü yakma törenlerinin yapıldığı tarihi şehir. İki gece konakladık şehirde ve yolculuğumuzu son gün Delhi’ye uçarak tamamladık.

Hindistan çok ilginç, farklı bir ülke, ülkeden çok farklı duygularla ayrılabilirsiniz. Bir yanda bu ülkeye bir daha gelmem diyenler, diğer yanda tekrar tekrar gelmek isteyenlerle karşılaşabilirsiniz. Hindistan’ı ilk kez yurt dışına çıkacaklar için başlangıç rotası olarak öneremem. Gerçek gezginlerin bu her anlamı ile farklı ülkeye gideceklerini düşünüyorum. Bu yazıda sadece gezi planlamasını anlatmak istedim. 

Lubliyana (Ljubljana) Gezi Rehberi: Güleryüzlü İnsanlar Şehri

Lubliyana

Bir şehri sevdiren sanırım biriktirdiğin anıların, yaşanmışlıkların, yola çıktığın ve orada tanıdığın insanlar galiba.  Lubliyana konusunda gidene kadar hiçbir bilgim yoktu. Gitme nedenimiz Lubliyana Üniversitesi ev sahipliğinde yürütülen bir Avrupa Birliği projesiydi. Bu proje sonunda, kurulan dostluklarımız ve çalışma anlayışımız birlikte yeni projeler yapmamıza neden oldu. Biz de, bu güzel şehre,  birkaç kez gitme şansına sahip olduk.

Lubliyana, gördüğüm en sevimli başkentlerden biri, yalnızca sevimli mi? olduğu gibi korunmuş, keyifli bir kültür ve eğlence şehri. Şehrin sevimliliği,  çok doğal, gürültüsüz, medeni ve cana yakın insanlarından geliyor. 2020 nüfus sayımına göre 280,000 nüfusu, güler yüzlü sakin insanlarıyla huzurlu da bir şehir. Güler yüzlü insanlarıyla, sizi öyle bir sarıyor ki, gezerken köşe başında bir tanıdığınıza rastlayacakmışsınız hissini yaşatıyor insana. Her şehrin bir kokusu vardır sizde kalan. İlk gidişimiz Kasım ayında olduğu için Preseren Meydanı’ndaki kestanecilerin kestane mangalından gelen koku alıp sarmalıyor sizi. Benim için de Lubliyana, kestane kokusu ile özdeşleşti.

Paulo Coelho’nun “Veronika Ölmek İstiyor“ başlıklı kitabındaki konunun Slovenya’da geçtiğini öğrenince hemen okudum tabii ki. Roman kahramanı Veronika Ljubljana’da yaşayan, Preseren’e hayran ama yaşamak istemeyen bir kızcağızdır, intihara teşebbüs eder ama bir şekilde kurtarılır ve Ljubljana’daki bir akıl hastanesine yatırılır. Burada kalan hastalarla konuşmaları ve yaşadıklarıyla birlikte hayatın anlamının farkına varır ve yaşama isteğine yeniden kavuşur. Slovenya ve Lubliyana ile ilgili birçok şey buluyorsunuz kitapta…

Bu güzel şehrin isminin, Slovencede “sevilen (beloved)” anlamından türetildiği iddia edilse de,  Latince “aluviana” adı verilen nehirden geldiğini iddia edenler de var.  Lubliyana, ortasından geçen Save ve Lübyanika Nehirleri üzerinde kurulmuş, nehrin iki tarafında bulunan kafelerden dışarı taşan masaları, sokak çalgıcıları, ilginç heykelleriyle keyifle yaşayabileceğimiz bir şehir duygusu veriyor.

Bir söylenceye göre, Yunan kahramanlarından Jason, Kral Aites’i yener, kralın kızı olan sevdiği kadın Medea ve Argonotlar (altın arayıcıları) ile birlikte güneye Ege Denizi’ne gitmek isterken, yanlışlıkla Tuna Nehri‘nin kuzeyine doğru yol alırlar. Tuna’nın bir kolu olan Sava’nın etrafından Lubliyana Nehri kaynağına varırlar. Lubliyana Nehri kıyısında konaklamaya başlarlar. Zamanla Argonotlarla birlikte kurduğu köyde kalan Jason bir gece nehirden ağzından ateşler püskürten bir canavarın uçtuğunu görür. Köyün yarısını ateşe veren ejderha, Argonotların bir kısmının yanarak bir kısmının ise canlarını kurtarmak için kendilerini attıkları nehrin sularında boğularak ölmelerine neden olur. O gecenin ardından Jason canavarı öldürmekten başka bir çaresi olmadığını anlar, Lubliyana Nehri’nde kendisini bekleyen dev ejderha ile çarpışarak onu yener ve bu güzel şehre Medea  ile birlikte yerleşen ilk insan olur Jason.  Bu nedenle de ejderha şehrin sembolü olur.

Bu sevimli şehrin en belirgin yapıları, bu küçük şehrin kolyeleri gibi duran köprüleri, şehir bu köprülerle ikiye bölünüyor.

En büyük meydana adı verilen, heykeli dikilen Slovenya’nın milli şairi ve Avukat Preseren’den (1800-1849)  söz etmeden geçmek olmaz. Hikayesi, Paulo Coelho’nun kitabında da yer alan  Preseren,  bir gün kilisenin birinde genç bir kız görüp, tutkuyla aşık olur. Üst düzey bir ailenin kızı olan Julija Primi’ye şiirler yazıp, evlenme hayalleri kurar. Bir köylü olan şairimiz, kilisedeki o rastlantıdan sonra Julija’ya yaklaşamaz ama sevmekten de hiç vazgeçmez.  Romantik  şiirin öncülerinden France  Preseren,  Bir Demet Sone (Sonetri Verek) adlı ünlü sonesini  sevgilisine  adar.

Preseren Meydanı’nda bulunan Preseren Heykeli’nde şairin dümdüz bir noktaya baktığını görürsünüz. Bu noktayı izlediğinizde aslında, karşıdaki binanın duvarı üzerinde duran, bir türlü  kavuşamadığı büyük aşkı Julija Primi’nin kabartmasına bakmakta. İşte  burası biricik aşkı Julia’nin yaşamış olduğu ev.  Birbirine   kavuşamayan  sevgililer bu meydanda sanki uzaktan birbirini izler gibiler. Preseren daha sonra Ana Jelovsek ile evlenir ancak, ölüm döşeğinde Julija’yı hiç unutmadığını itiraf eder.

Preseren Heykeli’nin tam üzerinde çıplak bir peri şairin kafasına defne yapraklarından bir taç tutmakta, 1905 yılında yapılan ve Fransiskan Kilisesi’nin karşısında bulunan heykele tutucu Katolik din adamları büyük tepki göstermişler.  Vali ve piskopos, kilisenin girişine ağaç dikerek kiliseden çıkan cemaatin çıplak kadınla karşılaşmasını önlemek istemişler.

Preseren’in, bir şiirinin (Zdravlijica – Tost) yedinci kıtası, 1991’den bu yana Slovenya’nın milli marşını oluşturmakta.  Şairin ölüm günü 8 Şubat Slovenya’da tatil edilmiş ve Preseren günü olarak anılmaktadır.

Lubliyana’nın yeşilliği, bu yeşilliğin tarihi eserlerle bütünleşmesi doğa – insan mimarisinin uyumuna güzel bir örnek oluşturuyor, öyle ki,  şehir 2016 European Green Capital (Yeşil Başkent)  ödülünü almış.

Dikkatimi çeken bir başka nokta, nüfusun oldukça genç oluşu idi. Her yerde gençleri görebilirsiniz, kafelerde, sokaklarda, bisikletlerde her yerde. Üniversite şehri olmasının da bunda etkisi var kuşkusuz. Şehrin temizliğinin ve Avrupa Birliği’nin en az suç işlenen üç şehrinden biri olduğunun da altını çizmeliyim.  Bu küçük ve sevimli başkenti bana sevdiren diğer bir nokta ise 1800 yayıncının bulunması ve yılda ortalama 4000 eser yayınlanması, bu nedenle, UNESCO, Lubliyana’yı 2010 yılında “Dünya Kitap Başkenti” ilan ediyor. Ya müzik, müzik şehrin vazgeçilmezi.  Eski kentin her köşesinden, meydanlardan, köprülerden  farklı bir müzik yükseliyor, üstelik de  müzisyenlerin performansları hiç de fena değil.

Lubliyana Kısa Tarihi

*Bu bölümde (Blake, J. (2011). Slovenia – culture smart!: The essential guide to customs & culture. Kuperard; 1. Bask)ı kitabından yararlanılmıştır.

Kuzey Adriyatik ve Danuble (Tuna) bölgesi arasında ve Dinar Alpleri ile çevrili Lubliyana,  Slovenya’nın başkenti ve en büyük şehridir. Aynı zamanda ülkenin ulaşım, eğitim, sanat, bilim ve araştırma geliştirme merkezi olarak kabul edilmektedir.

Bu bölgedeki ilk yerleşimin MÖ 2000 yıllarına kadar uzandığı,  MÖ 1. yüzyılda bugünkü şehrin yerine Emona adında bir Roma kentinin kurulduğu, 5. yüzyılda kuzeyli barbarlar tarafından yağmalanıp yıkıldığı biliniyor.  6. yüzyılda ise Slovenlerin ataları bu bölgeye gelerek,  şehri yeniden kurar ve Luvigana adını vermiştir. Şehir 12. yüzyıl başlarında Carniola Düklerinin, 1270 yılında Bohemya Kralı II. Otakar’ın, 1277 yılında da Laibach adıyla Habsburgların egemenliğine girmiştir.  1918 yılından sonra da şimdiki adını almıştır. Lubliyana’nın Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun eski bir parçası olması nedeniyle, şehirde Alman etkisi görülmektedir. Şehrin adı da Almanca ve Slovence karıştırılarak elde edilmiş.

İkinci Dünya Savaşı’nda 1941’de Mussolini önderliğindeki İtalyanlarca, 1943’de ise Nazi Almanyası tarafından işgal edilmiş. Slovenya’nın  İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Slovenya Sosyalist Cumhuriyeti adını aldığını, Yugoslavya’nın bir parçası haline gelerek Doğu Bloğuna katıldığını da belirtmek isterim.  1991’de Yugoslavya’dan ayrılma  kararı  alarak  bağımsızlığını ilan eden Slovenya, parçalanan Yugoslavya’dan Avrupa Birliği’ne girebilmiş olan ilk üyesi.  Slovenya’nın başkenti olarak Lubliyana ülkenin  lokomotifi konumunda. Slovenya’nın kurulmasıyla birlikte, Lubliyana gelir düzeyi daha yüksek bir şehir haline gelmiş, Avrupa Birliği’nin en gözde şehirlerinden biri olmayı hak etmiştir. Lubliyana, her yıl sahip olduğu nüfusun yaklaşık iki katı kadarını turist olarak ağırlar. Ayrıca, konumu itibarıyla Lubliyana, Avrupa’nın birçok merkezine 160 ila 500 km (örneğin 240 km uzaklıktaki Venedik’e 2,5 saatte ulaşabilirsiniz) uzaklıktadır.

Meydanları, Köprüleri ve Kafeleri

Preseren Meydanı nehrin hemen yanında, Preseren’in heykelinin bulunduğu alan,  şehrin ana meydanı.   Şehrin tam anlamıyla göbeğinde yer alan ve yalnızca yayalara açık olan meydanda Preseren Heykeli’nin yanı sıra pembe rengiyle   1646-60 yılları arasında yapılmış  yukarıda da sözü edilen Franciscan Kilisesi’ni görebilirsiniz. Bu kilise özellikle gün batımında çok güzel görünüyor. Lubliyana’ya gelen turistlerin toplanma noktası olan meydanın ortasında  bir yuvarlak ve yuvarlağa gelen çizgiler var.  Gece için yerler yapılan  ışıklandırma görülmeye değer.

Köprüler, Preseren Meydanı’na  Üçlü Köprü, Ejderha Köprüsü ve Kasapçı Köprüsü  ile bağlanıyorlar.

Kilisenin tam karşısında, Preseren Meydanı yanında ve Ljubljanica Nehri üzerinde,  mimar Plecnik’in imzasını taşıyan  Üçlü Köprü  (Tromostovje – Triple Bridge) bulunuyor.

Vodnikov Meydanı’nından yukarı doğru yürüdüğünüzde, 1900-01 yılları arasında inşa edilen  ünlü Zmajski ya da diğer adıyla (Dragon Köprüsü)  Ejderha Köprüsü ile karşılaşıyorsunuz.  Şehrin kuruluş efsanesinde ejderhanın öldürüldüğü yere kurulan bu köprü ejderha figürleriyle süslenmiş. Köprünün her köşesinde bakırdan yapılmış ancak zamanla yeşillenmiş kanatlı dört ejderha bulunuyor. Bu  dört ejderha heykeli ile köprü, şehrin en önemli sembollerinden biri  haline gelmiş zaman içinde. Bu köprü, dünyada betondan yapılmış ilk köprü olarak da biliniyor.

Üçlü Köprü ve Ejderha Köprüsü arasında bulunan, inşası 2010 yılında bitirilen Mesarski Most ya da  (Butcher’s Bridge) Kasapçı Köprüsü. Bu köprünün adı, pazar meydanındaki kasapların önünde olması nedeniyle bu şekilde anılıyor. Köprü, aşık çiftler tarafından aşklarını ebedi kılmak için kilitlenip asılan kilitler nedeniyle, aşıklar köprüsü olarak da adlandırılıyor.

Cevljarski Most ya da  Kunduracılar Köprüsü (Cobblers’ Bridge)  ise 13. Yüzyıla dayandığı için Lubliyana’nın en eski köprüsü olarak biliniyor. O dönemde kunduracıların ayakkabılarını bu köprü üzerinde sergilemelerinden dolayı bu isimle anılıyor. Köprü yakınındaki sokaklarda havada sallanan ayakkabılar görebilirsiniz. Bunun, bir öğrenci geleneği olduğu söyleniyor. Söylentiye göre, üniversiteyi bitiren öğrenciler, ayakkabılarını tellere asarak, kendilerinden bir parçayı bu güzel şehirde geride bırakıyorlar. Bir diğer söylentiye göre ise tellere ayakkabısını ilk atan kişi bir Erasmus öğrencisi, daha sonra bunu diğer öğrenciler de ayakkabılarının altına isimlerini ve ülkelerin yazarak tellere atmışlar.

Eski ve yeni şehri birleştiren, şehrin simgesi olan taş köprü, üç katlı yapısıyla görülmeye değer. Büyük lambalar, sütunlar ve çiçekleriyle muhteşem.  Yan yana üç köprüden oluşması nedeniyle Üçlü Köprü deniyor.  Şimdi hepsi yayalara ait olan bu köprüden önceleri ortadaki köprüden arabalar, diğer iki köprüden yayalar geçermiş.   Üçlü Köprü etrafında tarihi binalar, kafe ve restoranları, sokak satıcıları ile eğlenceli bir yer ve her daim kalabalık bu nedenle de bir köprüden çok bir meydan havasında.

Üçlü köprüden geçer geçmez, küçük ve trafiğe kapalı  bir meydan (Mestni) çıkıyor karşınıza. Bu meydanda Belediye binası ve ünlü İtalyan mimar Francesco Robba tarafından yapılan, orijinali ise ulusal müzede saklanan barok tarzda Carniolan Çeşmesi’ni görüyorsunuz. Slovenya’nın üç nehrini sembolize  eden üç figür ile çeşme dimdik duruyor meydanda.  Belediye Binası (Mestna Hisa) 13. yüzyılda Barok tarzda yapılmış,  estetik bir bina.

Belediye binasından ilerleyip, Vodnikov Meydanı’na geldiğinizde nehir kenarında her gün kurulan,  meyve, sebze, baharat ve çeşitli eşyaların satıldığı,   cezbedici  Açık Hava Pazarı’nı görebilirsiniz. Özellikle Cumartesi ve Pazar günleri açılan antika pazarı çok güzel, keyifle saatler geçirip, yaşanmışlıkları, kim bilir ne anılar taşıyor? bu eşyalar diyerek gezebilirsiniz. Slovenya’nın her yerinden şehre gelen satıcılar orijinal tablolardan gravürlere, küçük biblolardan saatlere, broşlardan kolye ve küpelere ve hatta Yugoslavya Dönemi’nden kalma pullardan, antika telefonlara kadar her çeşit antika eşyayı satılıyor.

Yine bu bölgedeki  Kapalı Merkez Pazarı da  Plecnik tarafından  tasarlanmış, iki katlı pazarın nehre bakan kısımları pencereli, caddeye bakan tarafı ise sütunlarla çevrili. Söylenene göre eskiden tartıda hile yapan fırıncılar, ana köprüden nehre atılarak cezalandırılırmış. Bu gün bu tür bir cezalandırma olmasa da, halkın satıcıları kontrol edebilmesi için hala tartı kulübeleri  bulunuyor.

Nehir kıyısına paralel Trubarjeva Cesta ya da Trubarjeva Caddesi sokakların üzerinden eski ayakkabıların sarkıtıldığı, her bir köşesinden kitapçıların, hediyelik eşya dükkanlarının ve kafelerin bulunduğu keyifli bir yer.

Aslında, Lubliyana Üniversitesi,  üniversitenin bulunduğu Kongre Meydanı, Parlamento Binası, Tivoli Parkı, Metelkova Özerk Bölgesi ile Lubliyana’yı anlatmakla bitmez. Ben sadece kalesini anlatacağım.

Lubliyana Kalesi

Bu güzel şehre yukarıdan bakmak isterseniz,  şehrin en yüksek bölgesinde bulunan ve şehrin tarihi ve mimari olarak en önemli simgelerinden biri olan Lubliyana Kalesi‘ni görmeden olmaz. 1335 yılında Habsburg İmparatorluğu bugünkü Slovenya bölgesini ele geçirdiğinde, tepede daha önce yapılan Spanheim ailesine ait kaleyi yıkmışlar ve 15. yüzyılın ikinci yarısında bugün hala ayakta olan Lubliyana Kalesi’ni inşa etmişler. Bi söylentiye göre de kalenin yapılma amacı, 15. ve 16. yüzyıllarda sıklaşan Osmanlı işgallerine karşı etkili bir savunma sunmakmış

Kale tarih boyunca pek çok farklı amaç için kullanılmış. Şehre tepeden bakan bir noktada yer aldığı için hep bir gözlem alanı olarak kullanılmış, ancak hapishane olarak kullanıldığı bile olmuş.

Şehir merkezine 15 dakikalık mesafede bulunan kaleye yürüyerek ya da teleferik (füniküler) ile çıkabilir. Teleferik hemen kalenin bulunduğu tepenin eteklerindeki kafelerin yanından kalkıyor. Tarihi kaleden her yeri görmek mümkün, surlardan şehrin panoramik manzarası görülebilir, kale içinde şehri izleyebileceğiniz bir gözlem kulesi de bulunuyor.

Kale şehrin tarihini anlatan bir bina olması yanı sıra akşam düğünlerin yapıldığı, açık hava sinema etkinliklerinin düzenlediği bir yer aynı zamanda. Özetle yalnızca kale değil, çevresi de çok keyifli, meydanlar,  kafeler, dükkanlar sizi bekliyor.

Yeme-İçme

Slovenya  çok çeşitli coğrafi bölgelere sahip,  yemekler de çeşitlilik gösteriyor. Slovenya mutfağı Balkan, İtalyan ve Orta Avrupa yemeklerinden bir karışım oluşturuyor. Tek bir ulusal yemeği yok.   Geleneksel yemeklerinden, “Ştruklji”, tercihe bağlı olarak et, peynir veya sebze ile doldurulan bir tür iri mantı.

“Zganci”, karabuğdaydan yapılan genellikle et yanında servis edilen bir tür keşkek. En çok tanınan Sloven yemeği “Potica” da mayalı hamurdan yapılan ve genellikle cevizle doldurulan bir tür hamur tatlısı. Çorba, Sloven sofrasının yaz-kış vazgeçilmez parçası. Ülkede 100’den fazla çorba çeşidi olduğu söyleniyor. Ama, Sloven mutfağında tatlılardan söz etmeden vaz geçemeyeceğim.  Örneğin, daha çok elmalısı yapılan Zavitek çok güzel. Palaçinke ise, çikolatalı, reçelli ya da cevizli bir krep. Buhteljni de, pudralı, bohça ya da kare biçiminde, ballı ya da reçelli kurabiye.

Şarapçılık geleneği çok eskilere dayanan Slovenya kaliteli şaraplarıyla ünlü. İklime ve toprağın yapısına göre çeşit çeşit üzüm yetiştirildiği için  çok çeşitli tatlarda şarap bulunuyor. Özellikle kışın içilen sıcak şarapların tadı eşsiz.  Slovenya’ya özgü Union ve Lasko biraları da tatmaya değer. Bu biralar diğer, Balkan ülkelerine de  çok revaçta imiş. Kahvelerine gelince çeşit çeşit kahve bulabilirsiniz. Ama  daha ziyade İtalyan usulü içiliyor.  Halis muhlis Türk kahvesini menüde Turška Kava olarak bulabilirsiniz.

Ülke genelinde Türk kahvesi  aşırı popüler. Kafelerde, restoranlarda mutlaka dikkatinizi çekecektir,

Siyah çay, bitki çayları ve çikolata ise diğer sıcak içecekler de var tabii ki.  Coca-cola ile aynı renkte olan Cockta,  kafeinsiz ve kuşburnundan yapılan bir içecek. 1950’lerde sosyalist Yugoslavya’da Cola’nın yerini alması amacıyla üretilmiş,  bağımsızlık sonrasında ortadan kaybolmuş, ancak galiba geçmişe özlem olsa gerek, çok seviliyor ve kafelerin vazgeçilmezi olmuş.

Puslu Güzellik: Bled Gölü

Lubliyana’ nın kuzeybatısında Avusturya sınırında yer alan ve şehre 55 – 60 km uzaklıktaki  Bled kasabasının adını verdiği gölü görmemek olmazdı.  Bled Kasabası, Avrupa’nın en güzel  kasabaları konulu yazılarda  ele alınan kasabalardan biri olarak karşımıza çıkıyor.  Eğer masal dünyası gibi bir yer görmek istiyorsanız, işte orası burası …

Kasabanın nüfusu 12 bin civarında ve  turistlerin rağbet ettiği bir tatil bölgesi. Yaz aylarında Bled Gölü’nde yapılan tüm doğa sporları ve yüzme yarışlarına ev sahipliği yapan kasaba, kış aylarında ise uluslararası kongrelerin, ayrıca kayak ve kış dağcılığı sporlarının üssü haline geliyor.

Bled Gölü,  doğanın insanlığa bir armağanı olsa gerek diye düşündürüyor, nefesiniz kesiliyor güzelliği karşısında. Rengi o kadar parlak ve berrak ki manzara karşısında huzur buluyorsunuz. Kuğuların yüzdüğü berrak sular,  Jülyen Alpleri ile çevrilmiş gerçekten muhteşem.

Buzul çağda oluşan Bled Gölü,  etrafını 40-50 dakikada  dolaşabileceğiniz küçük bir göl.  Gezi parkları, yürüyüş ve bisiklet yolları, sık sık mola vereceğiniz bankları ile zamanın nasıl geçtiğini anlamak mümkün değil. Bled Gölü’nün eşsiz güzelliğini ve çevreyi korumak için hiç bir deniz aracı yakıt kullanmıyor.

Bled Gölü’nün ortasında Bled Adası  bulunuyor. Bu adanın özelliği arkeologların tarih öncesi zamana ait insan kalıntılarına rastlamış olmaları. Adanın  üzerinde ise bir kilise bulunuyor. Efsaneye göre önceden burada tanrıça Ziva Tapınağı varken, ancak Paganizme inananlar ile Hıristiyanların savaşı sonunda  tapınak yerine Hıristiyanlar yeni bir kilise yapmışlar.  Pletna adı verilen 7-8 kişilik küçük kayıklar ile  ada ziyaret edilebiliyor. İnanışa göre, adada bulunan kilisenin çanını çalanların dilekleri gerçek oluyormuş.

Son Söz

Ejderhanın ve köprülerin  çok yakıştığı bu güzel şehrin sokaklarında yürürken göreceğiniz  yemyeşil doğası, güler yüzlü insanları,  Barok ve Art-Nouveau stiliyle ünlü mimarisi, kültür sanat alanındaki etkileyici müze ve etkinlikleriyle başınız dönecek, sokak çalgıcılarının müziği eşliğinde  dans eden insanların kahkahaları kalbinizi   ısıtacaktır. Devlet  sanatçıları desteklediği için Slovenya’da sanatçı da, sergilenecek eser de çok. Kıskandım, özendim ve çok sevdim.

Yolunuz Lubliyana düşerse uzun yürüyüşler yapıp doğanın ve yeşilin tadını çıkarırken tarihi ve kültürel güzellikleri keşfetmeyi,  kafelerinde Turška Kava (Türk kahvesi) yudumlarken, Zavitek (elmalı pasta) yemeği ihmal etmeyin.

 

Antalya Gezi Rehberi: Kaleiçi – Antalya’nın Başladığı Yer

Antalya

Antalya, özellikle 80’lerin sonundan itibaren Türkiye’nin dış turizminin odak noktası haline geldi. Daha öncesinde mütevazı bir Anadolu şehriyken de Antalya çok güzeldi; mavi deniz, sıcak güneş hep vardı… Ama 80’ler sonrası bir turizm metropolüne dönen Antalya’nın simgeleri arttıkça arttı; Antalya denince insanların aklına süper lüks görünümlü hoteller, dağların kıyıyla buluştuğu noktalarda tatil köyleri, koy gezileri, yeni buluntularla antik kentler, kumsallar, kıyılar gelir oldu. Ancak Antalya’nın en başından beri hiç değişmeyen bir simgesi var; Kaleiçi…  

Elbette Antalya’da Kaleiçi dışında da görmeye değer çok yer var.  Örneğin  maviyle yeşili birbirine kavuşturan hırçın görünümlü falezler, üzerindeki birbirinden güzel  parklar, kaya plajları ya da bölgedeki tüm eski uygarlıkların bir özetini sunan muhteşem Arkeoloji Müzesi (bu konuda ayrıntılı bilgi için Perge yazısı)… Ama Kaleiçi farklı; orası Antalya’nın başladığı yer… Konyaaltı’ndan Lara’ya kadar doğal bir sur gibi uzanan Antalya’nın ayrıcalığı olan falezlerin denize seviyesine yaklaşıp tekrar yükseldiği o güzelim koy, muhteşem liman… Bu yazıda Antalya’nın çekirdeği, başlangıç noktası olan Kaleiçi’ni gezeceğiz.

Antalya şehir merkezine ilişkin diğer yazımı okumak isterseniz: Antalya Falezler Boyunca Parklar ve Kaya Plajları

Perge Antalya Arkeoloji Müzesi için; Perge Gezi Rehberi: Helenistik Dünyanın İncisi 

Geziye başlamadan önce, bölgenin tarihine göz atalım; burası gezilerin en sevdiğim kısmı… Pamfilya’da bulunup Pisidiya ve Likya bölgelerine komşu olan şehir, bir çok uygarlığa ev sahipliği yapsa da bugün Kaleiçi’nde daha çok Roma ve Selçukluların izlerini görebiliyoruz; o nedenle bölgenin tarihi macerasını anlatırken ‘Meraklısına’ ibaresini de koyalım… İzi silinmiş uygarlıklar, hükmü kalmamış olaylar, tarihler ilginizi çekmez ise gezilecek yerler bölümüne atlayabilirsiniz…

Meraklısına Antalya Tarihçesi

Antalya’nın ilk kurulduğu bu yerin, akla çok yatan bir kuruluş efsanesi var; MÖ 159-138 arası iktidarda olan Pergamon/Bergama Kralı II Attalos, askerlerinden dünyadaki cenneti bulmalarını istemiş; artık inancına göre cennet neyi ifade ediyorsa… Yoksa bu topraklarda dönem hala Zeus’tu, Hera’ydı;, Olimpos’un bugünün magazin sayfalarını aratmayacak maceralarının hüküm sürdüğü bir dönem. Neyse askerler de Antalya’nın bir cennet olduğuna karar verirler. Bölgenin korunaklı yapısı da göz önüne alınarak burada bir şehir kurulur ve adı da kurucusuna atfen Attaleia olur. Adını kurucusundan alan ve antik çağlarda Attaleia adı ile anılan şehir, kimi kaynaklarda Atalia, Adalia; Orta Çağ kaynaklarında Satalia; Arap ve Türk kaynaklarında ise Antaliyye ve Adalya şeklinde anılmış. Sonunda Antalya olmuş.

Strabon’un; bölgenin henüz MÖ 2. yüzyılda Attaleia adı altında kentleşmesinden önce de bir yerleşimi içerdiği şeklindeki aktarımı, Doğu Garajı olarak anılan mevkiinde saptanan nekropol alanı (MÖ 4. yüzyılın sonları) ile kesinleşmiş. Bundan önce bugünkü yat Limanın olduğu bölgede Korykos olarak bilinen bir korsan limanı mevcutmuş. İsmi ile müsemma; Korykos, kaya kovuğu demekmiş. Bölge çevresindeki falezlerin kovuk, mağara oluşumları, bu ismi hak ettiğini gösteriyor. Zaten II Attalos’un esas derdi bölgede askeri bir üs ve korunaklı bir liman yapmak olduğu için, buradaki yerleşimi sağlam bir kaleye dönüştürmüş.

Pergamon Kralı III Attalos, MÖ 133’de öldüğünde krallığını Roma’ya miras bırakınca, Attaleia’da Roma İmparatorluğu’nun rüzgarları esmeye başlamış ve MÖ 126’da Pergamon toprakları Roma eyaleti haline gelmiş. Roma devrinde parlayan şehir, İmparatorluğun önemli limanlarından biri haline gelmiş; hatta MÖ 70’lerde Kilikya’da konuşlanıp ortalığı kasıp kavuran korsanlara karşı, Romalı ünlü komutan ve devlet adamı Gnaeus Pompeius Magnus, burayı ana üs olarak kullanmış. Roma İmparatorluğu döneminde Attaleia, Pamphylia’nın beşinci büyük kentiymiş. Claudius, Pamphylia’yı Likya ile birleştirip büyük bir eyalet haline getirmiş. Roma’nın ilk İmparatoru Augustus, burayı Roma askerlerinin yetiştirildiği bir yer haline getirmiş ama tarihin dedikodu dolu sayfaları, kendisinin burayı Kleopatra’ya hediye olarak verdiği yönünde rivayetlerle dolu.

Ama Attaleia, esas MS 130’da İmparator Hadrianus Antalya’yı ziyaret ettiği dönemde imar edilmiş; zaten Antalya’nın en önemli simge yapılarından biri olan Kapı da o ziyaretten arda kalanlardan. Ayrıca Roma’ya Marcus Aurelius ile birlikte imparatorluk yapan, Hadrianus’un evlatlığı Lucius Verus’un, MS 162-166 arasında Persler üzerine yaptığı seferde Attaleia’ya uğradığı düşünülmekteymiş. Attaleia, MS 3. yüzyılda Roma’nın kolonisi olmuş. Aziz Paulus’un hidayet yolunda çıktığı yolculuğun duraklarından biri olan Attaleia, daha sonraları piskoposluk merkezi olmuş.

Bizans’ın ilk imparatoru I. Konstantinos zamanında burayı tek başına bir eyalet haline dönüştürmüş ve başına da bir vali koymuş. Bizans döneminde Attaleia bölgenin öne çıkan şehri konuma gelmiş ama başı da dertte kurtulmamış; 860’da Arapların yağmalaması, 904’te Tripolili Leon burayı işgal etmesi, şehrin belini bükmüş. Komnenoslar döneminde ise şehir en parlak günlerini yaşamış ve 1084’te Aleksios Komnennos burayı metropolitlik olarak ilan etmiş.

Artık Selçukluların da Anadolu’da boy gösterdiği bu günlerde, muhtemelen Kilikya seferi sırasında Süleymanşah, Antalya’ya bir akın yaptığı rivayet edilmekte… Alamamış ama Antalya bir kere Selçukluların aklına düşmüş, akınlar sıklaşmış; bu nedenle Bizans oralara ordu falan göndermiş. Şehir Bizans-Selçuklu arasında gidip gelmiş. Gerçi o dönemde Rum ve Türk ahali şehirde birlikte yaşamaktaymış. Ama Manuel Komnenos, Myrioakephalon Savaşı’nda Selçuklulara yenilince durum değişmeye başlamış. II Kılıç Arslan Attaleia’ya ciddi bir saldırı gerçekleştirse de şehri alamamış. Bu arada I.Haçlı Seferinde Urfa’da kurulan haçlı devletinin Musul Atabeyi tarafından ele geçirilmesi üzerine düzenlenen II. Haçlı Seferinde, seferin Fransa Kralı VII Louis emrindeki kanadı Antakya ve Urfa yolunda tarumar olup planı değiştirmiş ve hedefe denizden ulaşmak için kapağı Antalya’ya atmış; Şehrin İtalyan valisi Landulf, Haçlıları misafir etmeye çalışsa da imkanlar sınırlı tabii, sadece parası olanlara gemi ayarlanmış, onlar Antakya’ya doğru yola çıkmışlar. Parası olmayan geri kalanlar demir çarık, demir asa, karadan gitmeye kalkmış ama çoğu yollarda telef olmuş.

Bu arada 1204’te IV.Haçlı Seferi sırasında, Konstantinopolis Latinlerin eline geçince Attaleia’da Venedikli maceracıların eline kalmış ve sonunda şehrin idaresi Aldo Brandini isimli bir Latin’e geçmiş. Bu arada Selçuklu Sultanı I.Gıyaseddin Keyhüsrev 1207’de Attaleia’yı Aldo’dan almış ve bir süre buraların tadını çıkarmış. Gerçi 1210’de şehrin Hristiyanları Müslümanları katletmiş, 1212’deyse şehir Kıbrıs Frankları tarafından fethedilmiş. Ama bu durum pek uzun sürmemiş; 1216’da I.İzzeddin Keykavus şehri geri almış. 1243’te Kösedağ Savaşı’nda Moğollara yenilen Selçuklularla beraber Antalya’da silinmeye, solmaya başlamış. II İzzeddin Keykavus, Moğollarla süren gerginlikten bunalıp 1262’ye kadar Antalya’da yaşamış. Selçuklular sonrası Türkmenler, Moğollar tarafından ele geçirilen Attaleia yönetimi, bir ara İlhanlı Hükümdarı Olcayto tarafından Vezir Ahmet Lakuşi’ye verilmiş. 13 yüzyılda ise Teke aşiretinin bir kolu olan Hamidoğulları şehri ele geçirmiş.

1361’de ise Kıbrıs Kralı I.Pierre de Lusignan Rodos Şövalyeleri desteğiyle Attelia’yı almış ve Lusinyenler dönemi başlamış. Bu dönem daha öncede şehri yönetmiş olan Teke Bey olarak bilinen Mübarizeddin Mehmed Bey’in 1372’de şehri geri almasına kadar sürmüş. Daha sonra başa geçen Osman Çelebi ve Mustafa Bey dönemlerinde önemini kaybeden şehir 1390’da Yıldırım Beyazıd tarafından Osmanlı topraklarına katılmış ve oğulları İsa ve Mustafa’nın sancak bölgesi olmuş ama şehir 1427’ye kadar Tekeoğulları ile Osmanlılar arasında gidip gelmiş. Attaleia 1502’de ise II Beyazıd’ın oğlu Korkut’un sancak yeri olmuş ve 1509’a kadar burada kalmış. Şehzade Korkut’un Attaleia’nın geçmişinde önemli rolü var; onun yönetimine isyan edenlerin başlattığı Şahkulu İsyanı Osmanlıları bir hayli uğraştırmış. Teke halkının kendini Şah İsmail’in halifesi olarak tanıtan Şah Kulu adında birinin peşine takılıp Antalya’dan Sivas’a kadar bir bölgeye yayılmasıyla şiddetlenen isyan sırasında, Şehzade Korkut’un hazinesi yağmalandığı gibi binlerce insan öldürülmüş. Sonunda 1511’de Sadrazam Hadım Ali Paşa, Amasya sancakbeyi Şehzade Ahmed, Niğde Sancakbeyi Şehzade Mehmed birleşerek isyanı bastırabilmişler. 1659’da ise Körbey olarak bilinen Mustafa Paşa tarafından çıkarılan isyanın daha sınırlı bir etkisi olmuş; Kale içinde mahsur kalan halk kaleyi Osmanlı güçlerine teslim etmiş ve Mustafa Paşa öldürülmüş. Osmanlılar döneminde Teke sancağı, sonrasında Tanzimat ile birlikte Karaman Eyaletine ve Konya vilayetine bağlanan bölge, Kurtuluş Savaşı sırasında İtalyanlar tarafından alınmak istense de, bölge halkının direnci karşısında savaştan çekilmeleri sonucu Türkiye Cumhuriyeti’ne dahil olmuş. Bugünlerde ise Türkiye’nin en önemli metropollerinden biri olan Antalya’nın çekirdeğini oluşturan bölge olarak yerli ve yabancı turizmin gözbebeğidir.

Ulaşım

Kaleiçi, Antalya’nın tam merkezi, bir tür kilit noktası. Antalya’nın iki ana caddesi olan Cumhuriyet Caddesi ile Atatürk Caddesi’nin kesişme noktasını esas alan, Serikler Parkı’ndan Karaalioğlu Parkı’na kadar uzanan bir yer. Yani şehir içinde dolaşmaya çıktıysanız kaçırmanıza imkan yok. Ama yeriniz uzaksa o zaman toplu taşım kullanmanız gerekebilir. O bölgede trafik batıdan (Konyaaltı yönünden) doğuya (Lara yönünde) doğru tek taraflı. Başka bir ifade ile Konyaaltı tarafından gelecekseniz KC06, KL08, KC34, TL94, UC11 hatlı otobüsler Cumhuriyet Meydanı’ndan geçmekte, zaten Saat Kulesi’ni, Yivli Minare’yi göreceksiniz. KL08 ve KC06 ile devam ederseniz Hadrianus Kapısı’nda da inebilirsiniz. Varyant bölgesinden kalkan T1A hatlı tramvay da sizi Cumhuriyet Meydanı’na getirecektir. Eğer Lara tarafından geliyorsanız o zaman yine KL08 ve KC06 ile MarkAntalya Alışveriş Merkezi’ne kadar gelip oradan sahile inen yaya yolundan Kaleiçine ulaşabilirsiniz.

Eğer Havaalanından gelip doğrudan Kaleiçine ulaşmak istiyorsanız, o zaman 400 hatlı otobüse binip Konyaaltı’nda, örneğin 5M Migros durağında inip Alışveriş Merkezi önündeki duraktan KL08 veya KC06’ya binerek bölgeye ulaşabilirsiniz. Antalya’da otobüs ve tramvaylara toplu ulaşım kartıyla biniliyor; binmeden önce havaalanındaki durağın yanında bulunan makineden alabilirsiniz.

Gezilecek Yerler

Daha önce bahsettiğim gibi gezimiz batıda (Konyaaltı yönünde) Selekler Parkı’ndan başlayıp doğuda (Lara yönünde) Karaalioğlu Parkı’nın girişindeki Hıdırlık Kulesi’nde bitecek. Bu iki parkın parantezinde kalan bölgenin sınırı Cumhuriyet ve Atatürk Bulvarları ile çizilmiş durumda. Geziye başlamadan önce Selekler Parkı’nda Antalya’nın fatihi Gıyaseddin Keyhüsrev heykelinin altında bir soluklanın; manzaranın nefasetiyle anlayacaksınız Antalya’nın ne kadar güzel bir yer olduğunu…

Kaleiçi Girişleri: Önce girişler… Selekler Parkı’ndan Cumhuriyet Bulvarı üzerinden Recep Bilgin Parkı’na doğru giderken arada bir küçük yokuş var, burası Kaleiçi’nin otoparkına kadar iniyor. Ama bu yolun başka bir özelliği daha var; gecekuşları, alemciler… burası tam size göre, sokağın ucundaki apartmanların her katı ayrı bir eğlence mekanı… Türkü barlar, kulüpler, alem yerleri… Ama hafiften karanlık çehreli, ona göre… Bu sokakta ayrıca ‘Antalya Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’de bulunmakta…Sokağın karşısındaki Yuvam Çay Bahçesi, Askeri Gazino önünden kıvrılarak inen yol da sizi Kaleiçi’nin otoparkına götürecektir. Yolumuzun devamında ise Atatürk Anıtı’nın süslediği Cumhuriyet Meydanı’na ulaşacaksınız. Buradaki seyir terasından limanın harika manzarasının tadını çıkarabilirsiniz. Aynı meydanda Tophane Çay Bahçesi’nin yanında merdivenlerle Kaleiçi’nin en canlı sokaklarından İskele Sokağı’na inen bir merdiven var. Merdivenle uğraşmak istemezseniz aynı meydandaki asansör sizi kolayca limana ulaştıracak.

Biraz ilerlerseniz karşıda Antalya’nın kurucusu II.Attalos’un heykeli sizi karşıdan selamlayacaktır; kendileri bir şekilde Antalya’nın raconuna ters düşmüş olmalı ki, birkaç yıl önce Antalya’nın ağır abileri biz bu heykeli burada istemeyiz diye bir celallendiler. Neyse II Attalos, selam duruşuna hala devam etmekte… Burası Antalya’nın simgelerinden Yivli Minaresi ve Saat Kulesi’nin olduğu yer. Hemen buradan aşağı doğru kıvrılan İskele Sokağı, turistik hediyelik dükkanlar, halıcılar, oteller arasından sizi Kaleiçi’nin ana meydanına götürecektir. Aynı noktada Kaleiçi’nin doğusuna doğru uzanan Çarşı Sokağı da başlıyor.

Bu köşede Cumhuriyet Bulvarı’ndan ayrılıp Atatürk Bulvarı’na dönüyoruz. Yol üzerindeki dönerciler, kuyumcular, halıcılar, tatlıcılar boyunca ilerledikçe ambiyans değişiyor ve yerini şık kafelere, butik mağazalara, zarif parklara bırakacak. Hadrianus Kapısı ise bu yol üzerinde. Bulvar üzerindeki ara sokaklardan da Kaleiçi’ne girişler var tabii bu kadar gelmişken Hadrianus Kapısı’ndan görkemli bir giriş yapmanız daha yerinde olur. Hadrianus Kapısı’nın açıldığı Hesapçı Sokağı ise Antalya’nın gece hayatının nabzını tutan başka bir yer. Ayrıca bu yol sizi Hıdırlık Kulesi’ne ulaştıracak. Yenikapı ise, Atatürk Bulvarı’nın Işıklar Caddesi’ne döndüğü noktadan Kaleiçi’ne giriş yapılan yer; araç trafiğinin de olduğu giriş Karaalioğlu Parkının da yakınında.

Kaleiçi’ne geldiğinizde limanı çevreleyen Kordon Sokağı ve bölgenin en turistik ve canlı yeri olan İskele Sokağı bol bol geçeceğiniz yerlerden… Şimdi Kaleiçi’ndeki önemli yerlere göz atalım.

Surlar: Kaleiçi’ni çevreleyen at nalı şeklindeki surlar MS 2. yüzyılda yapılmış. Helen etkisiyle inşa edilen kaleye Romalılar, Bizans, Selçuklular ve Osmanlılar kendi anlayışlarına uygun eklemeler yapmışlar. İç ve dış hatta iki sıra olan surlar, Evliya Çelebi’ye göre 4400 adımmış ve üzerinde 80 kule bulunmaktaymış; içinde 3000 haneden oluşan dört mahalle varmış. Surların en önemli sükselerinden biri de 40 basamakla limana inilen bölüm. Artık günümüze ne kadarı kalmışsa, geziniz boyunca surlar kemerleriyle, kuleleriyle zaman zaman karşınıza çıkacak.

Saat Kulesi: Cumhuriyet Meydanı’nın İskele Sokağı ile kesiştiği yerde bulunan Saat Kulesi, Kaleiçi surlarının uzantısı gibi duran bir kule… Beşgen bir gövdenin üzerine kare biçimli kulenin yükseldiği yapının dört tarafında dört saat ve tepesinde de çan bulunmakta. II Abdülhamit’in tahta çıkışının 25 yılı nedeniyle Sadrazam Küçük Sait Paşa tarafından 1901’de yapımına başlatılmış, bitimi 1921 tarihini bulmuş.

Yivli Minare: Selçukluların en parlak dönemine damgasını vuran Sultan I.Alaeddin Keykubad döneminde yaptırılan 38 metre yüksekliğinde, kare bir temel üzerinde yükselen minare sekiz yarı daireyle çevrelenen yapısından dolayı yivli minare olarak anılmakta. Kesme taştan yapılan kare planlı kaide üzerinde yükselen gövdede tuğla ile firuze ve lacivert renkli çini süslemeleri mevcut.

Yivli Cami: Minarenin yanında yer alan cami ise, önce Alaeddin Keykubat dönemindeki ilk vali Mübarizeddin Ertokuş tarafından yaptırılmış; daha sonra bugüne kalan cami 1373’te Hamidoğlu Beyi Mubarizettin (Zincirkıran) Mehmet Bey tarafından Balaban Tavaşi’ye yaptırılmış. Altı kubbe ve havalandırma deliği olan cami, kubbeli cami türünün ilk örneklerindenmiş. Restorasyon çalışmaları sırasında çıkarılan su boru sistemi camlı bölmeden izlenebilir.

İmaret Medresesi: 13. yüzyıla ait bu medrese, dört eyvanlı plan tipinde dikdörtgen alana yapılmış ve duvarları kesme taş ve moloz taşla inşa edilmiş. Medresenin en gösterişli yanı, kesme taş cephenin ortasındaki mukarnaslı taç kapısı; üzerindeki kitabe okunamadığı için banisi bilinmiyormuş. Bugün el sanatlarının satıldığı bir bedesten olarak kullanılmakta.

Atabey Armağan Medresesi: Yivli minarenin tam karşısındaki medrese, 1239’da II Gıyaseddin Keyhusrev döneminde Atabey Armağan tarafından yaptırılmış. Bugüne sadece taç kapısı ulaşmış.

Mevlevihane: Ulucami’nin kuzeyinde teraslanmış alanda yapılmış, asıl hüviyeti bilinmeyen yapı, Selçuklular tarafından yivli minare külliyesi ile birlikte inşa edilmiş ve 18. yüzyılda Tekeli Mehmed Paşa tarafından mevlevihaneye dönüştürülmüş. Kemerli girişli, aydınlık fenerli kubbeye sahip ana odaya açılan beş tali hücre bulunmakta. Bugün müze olarak kullanılan bölümde canlandırma yoluyla Mevlevi ritüelleri sergilenmekte.

Zincirkıran Mehmet Bey Türbesi: Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından fethedilen Antalya’nın elden çıkmasından sonra 1373’te tekrar topraklara katan komutan olan Hamidoğlu Mehmet Bey, Antalya limanına gerilen zinciri koparmasından dolayı Zincirkıran Mehmet Bey olarak anılmış. Türbe ise 1377’de Zincirkıran Mehmet Bey tarafından oğlu Emirzade Ali için yaptırılmış. Baştan başa kesilmiş taş duvarla örülü türbe, sekizgen gövdeli ve piramit külahlı yapıda önceden çinilerle kaplı olduğu söylenen kendisine, oğluna ve bir Mevlevi şeyhine ait üç sanduka mevcut.

Nigar Hanım Türbesi: Mevlevihane ile Ulucami arasındaki bulunan Türbe, II.Beyazıd’ın oğlu Şehzade Korkut’un annesi Nigar Hanım için 1503’te altıgen planlı olarak yapılmış. Kaidesi kesme taş, gövdesi moloz taşlardan yapılmış.

Yivli Minare Hamamı: Mevlevihane’nin hemen bitişiğinde bulunan hamamın kitabesinde Sultan Alaeddin Keykubad’ın adı geçmekteymiş.

Hadrian Kapısı-Üç Kapılar: Antalya’nın bir başka simge yapısı olan Hadrian Kapısı, Roma’nın gezgin imparatoru Hadrian’ın Attaleia gezisi için MS 130’larda yapılmış tipik Roma zafer takı görümünde bir yapı; iki sütunlu, dört kapı kuleli ve üç kemeriyle bugüne kalan yapının üzerinin zamanında heykel süslemeleri varmış. Yapıldıktan sonra surların uzatılmasıyla kapı kapanmış ve uzun süre kullanılmamış ama kalıntıların temizlenmesiyle kapı ortaya çıkmış.

Sütunlar hariç her tarafı beyaz mermerden yapılan kapıdan bugüne kalan taş süslemeler, rölyefler muhteşem… Kemerin sol tarafındaki kule Roma dönemine aitken, sağdaki kulenin alt kısmı Roma, üst kısmı Selçuklular döneminde tarihlenmekteymiş. Burası Kaleiçi girişlerinin en görkemlisi; Girişin devamındaki Hesapçı Sokağı ise Kaleiçi’nin en hareketli yerlerinden ve doğrudan Hıdırlık Kulesi’ne uzanmakta…

Hıdırlık Kulesi: Karaalioğlu Parkı’nın Kaleiçi’yle buluştuğu noktadaki Hıdırlık Kulesi, silindir gövdeli kare planlı 14 metre yüksekliğinde bir yapı… MS 2. yüzyıla tarihlenen yapının yapılış amacı karışıklığa yol açmış; planına bakıldığında Roma dönemi mozolelerini anımsatıyormuş ama aslında deniz feneri ya da gözlem kulesi olarak kullanıldığı düşünülmekte. Bu dönemde tadilatta olan yapının çevresinde yapılan kazılarda bir Roma hamamı kalıntısı bulunmuş.

Kesik MinareŞehzade Korkut Camisi: Hesapçı Sokağı üzerinde yer alan ve yakın zamana kadar külah kısmı olmadığı için Kesik Minare olarak bilinen yapı, Roma döneminde Osmanlılara kadar uzanan süreçte sürekli değişim geçirmiş. MS 2. yüzyılda burada bir Roma tapınağı yapılmış, 6. yüzyılda ise üzerine bir kilise inşa edilmiş. 7. yüzyıldaki Arap baskınları sırasında yıkılan yapı, 9. yüzyılda eklemelerle onarılarak tekrar kilise haline getirilmiş. Selçuklularla birlikte cami olan yapı, 1360’larda Kıbrıs Kralı I.Peter’in hakimiyeti sırasında yine kilise olmuş. Nihayetinde Osmanlılar döneminde I.Beyazıd padişahlığı sırasında sancak beyi olarak buralara gelen Şehzade Korkut zamanında eklenen minare ile birlikte camiye dönüştürülmüş. İşte Kesik Minare, o minare… Ama zaman içinde yangın dolayısıyla tahribata uğrayan cami yakın zamana kadar metruk haldeydi. Şimdilerde restorasyonda; restorasyon sırasında kesik minarenin külahı da eklenmiş.

Karatay Medresesi: Karadayı Sokağı üzerindeki taç yapısıyla dikkati çeken dikdörtgen şeklindeki bina, 1250’lerde Sultan II İzzeddin Keykavus döneminde yapılmış; banisi ise Celaleddin Karatay’mış. Antalya fatihi I Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından Kilikya seferi sırasında esir alınan bir Ermeni olduğu düşünülen Celaleddin Karatay, I. Alaeddin Keykubat ile sarayda çalışmaya başlayıp II. İzzeddin Keykavus döneminde devlet ricaline girmiş, hızla yükselmiş haznedar, atabeg ve sultan naibliği bile yapmış. 15×30 metre boyutlarında olup taç kapısıyla göz dolduran , eyvanlı, açık avlulu yapı içinde Selçuklu Sultanlarının kısa hayat hikayeleri mevcut.

Ahi Yusuf Cami ve Türbesi: Mermerli Sokak’ta bulunan ve Ahi Yusuf adına 1249’da yapılan kare planlı ve tek kubbeli cami, moloz taşla inşa edilmiş. Cephede çift kanatlı kapı ve dikdörtgen pencereler mevcut. Kuzeyinde yer alan türbe ise, iki katlı; alt katta mezar, üstte zaviye varmış. Ahi Yusuf’un sandukasının bulunduğu türbe’nin üst katında blok taştan yapılma kemer mevcut.

Tekeli Mehmet Paşa Cami: Saat kulesinin karşısında bulunan Tekeli Mehmet Paşa Cami’nin 1606 ile 1616 arasında yaptırıldığı düşünülmekteymiş; Evliya Çelebi’nin 17. yüzyıla ait Seyahatname’sinde bu camiden bahsetmiş. Yüksek bir kasnak üzerinde yükselen kubbesi, doğu-batı-güney yönlerinde birer yarım kubbe, güneyde ise üç kubbe ile desteklenmiş. Halen tadilatta olan caminin içini göremedim. Tekeli Mehmet Paşa ise, III Mehmed’in çavuş başısı iken sonra beylerbeyi olmuş, 1616’da Van valisi iken ölmüş.

İskele Cami: Yat Limanı’nda yer alan, 46 metrekarelik alanıyla Antalya’nın en küçük camisi olan İskele Cami, 1903’te Kenan Paşa ve Şakir Efendi tarafından yapılmış. Daha önce burada bir Selçuklu camisi olduğu düşünülmekteymiş. Köşk mescit şeklinde dört sütun üzerine altıgen planlı olan caminin tabanında su kaynağının olduğu küçük bir havuz bulunmakta. Tabanı sudan oluşan çok özgün bir cami; küçük ama sevimli…

Sultan Alaaddin Cami: Kılınçarslan Mahallesi’ndeki bu cami, 1834’de üç nefli Panhagia Kilisesi’nden dönüştürülmüş. 1922-1934 arası arkeoloji müzesi olarak kullanılmış, sonra apsis kısmına minber eklenerek camiye dönüştürülmüş. 1958’de minare eklenmiş ama çanı yerinde kalmış. Cami tavandaki haç, yıldız, melek süslemeleri dikkat çekici…

Ahi Kızı Mescidi: Ahi Yusuf’un kızına ait bir mescit olup 1300’lü yıllara ait olduğu düşünülmekteymiş. Türbe içindeki mermer sanduka Hamidoğulları dönemine aitmiş. Mescit ise Selçuklu dönemine tarihlenmekte olup temel olarak kale burçlarından çevrilmiş.

Yeni Kapı Kilisesi – Hagios Alypios Kilisesi: 1844’de moloz taştan yapılan tek nefli Rum Ortodoks Kilisesi, 1920’lerde kaderine terk edilmiş, 2007’ye kadar depo olarak kullanılmış, şu an tekrar ibadete açılmış.

Oyuncak Müzesi: Asansörün hemen yanında yer alan Oyuncak Müzesi, dünden bugüne türlü oyuncakların sergilendiği bir müze. Antik çağdan, çizgi film kahramanlarına uzanan bir yelpazede her çeşit oyuncak mevcut. Çocuklar yanında, içimizde bir yerlerde olduğunu düşünmekten hoşlandığımız çocuğun da sevebileceği bir yer. Benim içimde çocuk, mocuk olmadığı için pek bir şey ifade etmedi. Pazartesi hariç her gün 09.00-18.00 saatleri arasında açık ve ücretsiz. O güzelim Kaleiçi’nin sokakları dururken Nuh nebiden kalma oyuncakları görmeyi tercih ederseniz, buyrun…

Deniz Biyolojisi Müzesi: İskele Caddesi’nin Yat Limanı’na yakın kısmındaki müze, yaklaşık 500 tür deniz canlısının sergilendiği Türkiye’nin ilk Deniz Biyolojisi Müzesi… Nedense korsan gemisi temalı düzenlenen iki katlı bu minik müzedeki karidesten köpekbalığına kadar, biraz solgun, biraz rengi atmış haldeki deniz canlılarına yakından bakmak isterseniz, pazartesi hariç her gün 9.30-18.00 saatleri arasında ücretsiz olarak ziyarete açık.

Etnografya Müzesi: İki ayrı konaktan oluşan müze, Antalya’nın geçmişine, yaşamına ışık tutan bir yer.

Konaklar bile başlı başına gezmeye değer yerler; konaklar son dönem Osmanlı mimarisinin özgün örneklerinden. Ahşap işçiliğinden, kapı tokmak ve anahtarlarına, halılardan müzik aletlerine, hat eser ve malzemelerinden giysilere, silahlardan mutfak eşyalarına, Osmanlıların son dönemlerine ait eşyalar ilk binada sergilenirken ikinci binada aynı döneme ait porselen ve cam objeler, silahlar, mühürler, cep saatleri yer almakta. Bahçede ise kitabeler, mezar taşları ve savaş topları görülebilir. Ayrıca Osmanlı gündelik hayatına dair canlandırmalar da müzenin ilgiyi çeken başka bir yanı. Müze her gün 08.30-17.30 saatleri arasında ücretsiz olarak görülebilir. Kaleiçi’nde bir müzeye gitmeyi düşünüyorsanız bence o müze, burası olmalı.

Suna-İnan Kıraç Müzesi: Başka bir etnografya müzesi olan ve Suna-İnan Kıraç’a adanan yer, iki binadan oluşmakta; biri 19. yüzyıla ait tipik eski Antalya evi, diğeri 1863 tarihli Aya Yorgi (Agios Georgios) Kilisesi… Ancak pandemi nedeniyle ziyarete kapalı. Akdeniz Araştırma Enstitüsü de aynı yerde bulunmakta. Kaleiçi’nde göremediğim ve aklımın kaldığı tek yer burası oldu.

Hamamlar: Kaleiçi’nde dolanırken dört hamama rastladım. Nazır Hamamı Hamamaralığı Sokağı’nda yerden bitme bir yapı. Sefa Hamamı ise, Kocatepe Sokak’ta 600 yıllık olduğunu iddia eden bir yer, dışardan öyle görünmüyordu. Balıkpazar Hamamı ise Balıkpazarı Sokağı’nda, Antalya’nın ilk hamamlarındanmış. Yenikapı Hamamı ise kapısına kilit vurulmuş halde; üçgen alınlıklı beşik çatı ile örülü Hamam, Yenikapı’nın girişinde…

Cam Teras ve Keçili Seyir Terası: Mermerli’nin üzerinde Antalya’nın, Kaleiçi’nin keyfini çıkaracağınız bir alan var. Ahşap keçi heykellerin ve Rodos işi siyah-beyaz çakıl mozaik döşeli yolların süslediği terasa, yanınızda isteğinize göre bir içecek alıp manzaranın tadına varacağınız bir yer.

Mermerli Plajı: Kaleiçi’nin doğu ucunda Mermerli Parkının altındaki kaya plajı, günü denizde geçirmek isteyenler için harika bir seçim.

Tekne Gezisi: Kaleiçi’nde yapılacak şeylerden biri de, limanda sıra sıra duran korsan gemisi kılıklı teknelerden biriyle gezintiye çıkmak… Bir saatlik çevreye göz atma turu yanında 2 saatlik Düden Şelalesi’ne kadar süren uzun tur ve 6 saatlik yemeli içmeli, denize girmeli uzun tur seçenekleri mevcut. Antalya’yı denizden görmek için kaçırılmayacak bir fırsat.

Antalya’yı denizin altından görebileceğiniz bir de denizaltı turu vardı; Kaleiçi’nden Kemer yolundaki Sıçan Adası’na kadar deniz altında yirmi bin fersah macerasının girizgahını yaşayabileceğiniz bir seferdi. Mayıs-Ekim arasında düzenlenen turların akibeti pandemiden dolayı belli değil.

Sokaklar: Kaleiçi’nin tadı sokaklarda çıkar. Kaleiçi’nin geleneksel konaklarının, kafelerin, lokantaların süslediği sokaklarda dolanın. 1972’de Antalya İç Limanı ve Kaleiçi semti, ‘Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu’ tarafından SİT bölgesi olarak korumaya alınmış. Konaklar, iki ya da üç katlı olup avlu ve taşlıkla çevrelenmiş.

Sokağa bakan taraf yüksek pencerelerle aydınlatılırken arka taraf bahçeye açılmaktaymış. Üst kat odaları sofaya açılıp, orta katlar kışlık alan ya da depo olarak kullanılmaktaymış. Evlerin çakıl mozaik döşeli avluları, kalem işi süslemeleri, ahşap tavanı dikkati çekmekte. Yollarda dolaşın; kalem işi süslü bir ahşap yapı, kapı önünde duran tarihi bir heykel, ev kenarlarını süsleyen bir rölyef, duvar resimleri bu sokakların sürprizleri, hatta kim bilir, portakalını kaybetmiş altın portakallı kadın heykeli karşınıza çıkabilir.

Yeme İçme-Eğlenme-Konaklama-Alışveriş

Kaleiçi’nde restore edilmiş eski Antalya konaklarından yapılan oteller başlı başına bir tecrübe sunuyor. Her bütçeye uygun, pansiyonlardan lüks otellere kadar muhtelif seçenekler mevcut. Tercih size kalmış.

Yeme, içme, eğlenme konusunda da Kaleiçi bir çok seçenek sunmakta. Mermerli, Tophane gibi çay bahçeleri hem manzaralı hem keyifli. Kafe ve barlar açısından da bölge çok zengin; Limandaki Aynalı hem kafe hem lokanta olarak tercih edilebilecek bir yer. Ayrıca Hesapçı Sokak’tan mutlaka geçin; kayda değer kafe, lokanta, meyhaneler orada… Velespit gayet özgün bir yer. Beerzone’da sosisli sandviçler tercihte öne çıkıyor.

Ayrıca Davidpeople, Route, Varuna, Demlik dikkat çekici yerlerden. Hıdırlık manzarasıyla Telator, meyhaneler arasında farklı ama Yemenli, Ayar, Meyhanet de kayda değer. Seraser, Arma bütçeyi zorlayabilecek şık mekanlardan. Barlar açısından da Hesapçı Sokak ve çevresi önemli bir nokta; Jimmy’s, Ronin, Dubhlinn, Edinburg sayabileceğim yerlerden. Alış veriş açısından ise halı, mücevher gibi cep boşaltan lüks mallardan giysi, hediyelik eşya satan daha mütevazı dükkanların çoğu İskele Sokağı’nda ama yine Hesapçı Sokak’ta alternatifler bulabilirsiniz. Benim sevdiğim dükkanlardan biri de yine Hesapçı Sokak üzerinde Demlik Kafe’nin karşısındaki eskici…Plaktan sikkeye ne ararsanız var.

Kaleiçi Antalya’nın özü; Antalya ile ilgili her şeyin başladığı yer. Mutlaka uğramanız, gezmeniz gereken bir nokta. İster 1-2 saatte gezer dolaşırsınız ister tüm günü burada geçirirsiniz. Her şey var; Kaleiçi’nden hiç çıkmadan, Roma’dan Osmanlılara kadar uzanan bir tarihte gezinebilir, bir çay bahçesinde yorgunluk atarken manzaranın tadını çıkarabilir, canınız isterse denize girip kafelerinde vakit geçirebilir, alışverip yapıp gece de ya bir meyhanede, ya da bir barda eğlencenin dibini bulabilirsiniz…Daha ne olsun…

Gezdiğim müzelerin ücretsiz oluşu pandemi ile ilgili bir durum olabilir, daha öncesinde söz konusu müze girişlerinde ücret alınıyormuş.

*Yazıda, Antalya Valiliği İl Turizm ve Kültür Müdürlüğü’nün yayınlarından, İstanbul Üniversitesi Açık Öğretim Tarih Bölüm Türkiye Selçuklular Tarihi ve Haçlılar Tarihi ders notları ve Sayın Özgen Kurt’un Kaleiçi’nin (Antalya) Kuruluşundan 16.Yüzyıla Kadar Mekansal Değişimi isimli Yüksek Lisans Tezi’nden faydalandım.

Pinnawala Fil Yetimhanesi: Sri Lanka

Pinnawala

Hint Okyanusu’nun incisi olarak bilinen Sri Lanka’nın başkenti Kolombo’da düzenlenen Uluslararası Yükseköğretim Kalite Güvencesi Ajansları Ağı (INQAAHE) toplantısına katılacağımı öğrendiğimde yaşadığım heyecan inanılmazdı. İlk defa bu kadar doğuya gidecektim.

İslam inancına göre Hazreti Adem cennetten kovulunca Sri Lanka’ya indirilmiş, Sri Lankalılar Hazreti Adem’in dünyaya yabancı olmasın diye cennetten bir parça olan bu topraklara indirildiğine inanıyor. Hazreti Adem’in dünyaya indirilmesi anlatılırken Serendip – beklenmedik şeyler ülkesi (serendipity–“hoş tesadüf”, “beklenmedik anda gelen mutluluk”), çay deyince Seylan olarak bildiğimiz Sri Lanka tropik ormanlarla kaplı ve Hindistan’ın güneyinde yer alan küçük bir ada. Yaklaşık 450 yıl Seylan olarak anılan ülkenin bu isminin anlamı, bir rivayete göre nehirlerin taşmasıyla meydana gelen sellerden dolayı “akmak” anlamından gelmektedir. Seylan, 1972’ye kadar ülkenin resmî ismi iken, bu tarihte Budistlerin de baskısı ile “Kutsal Toprak” anlamında Sanskritçe bir ifade olan “Sri Lanka” olarak değiştirilmiş.

Tüm Asya ülkeleri gibi Sri Lanka da uzun bir sömürge tarihine sahip. İlk olarak 1505’te Portekizlilerin ardından 1638’de Hollandalıların sömürge süreçlerini yaşamış. İngiliz sömürge idaresi ise bu topraklara 1796’da gelmiş. İngilizlerin izleri ülkede hâlâ canlı aslında. En çok çayı, baharatları ve değerli taşlarıyla ünlü bir ülke. Sri Lanka’nın tarihi yaralarla dolu. Hükümet güçleri ve Tamil Kaplanları arasında uzun yıllar süren savaş (1983–2009) Tamil Kaplanlarının kaybetmesi ile son bulmuş ama yaşanan bu çok çetin iç savaş, bu cennetten parça beldeyi tarumar etmiş, turizm ile yaralarını sarmaya çalışan Sri Lanka’nın 2012 yılında ziyaretçi sayısı sadece 450 bin iken, 2018 yılında 2,3 milyona ulaşmış. Çok daha büyük bir sıçrama yapmayı planlıyorken, 29 Nisan 2019’da gerçekleştirilen ve 260 kişinin ölümüyle sonuçlanan terör saldırısı bu süreci olumsuz etkiledi.

Sri Lanka sadece çayları ile değil, değerli ya da yarı değerli taşları (ametist, akik, blue topaz, ay taşı, yakut gibi), baharatları, tropikal meyveleri ve tabii tuk tuk denen ulaşım araçları ile de ünlü. Tuk tuk motosiklet ile taksi arası, yani motosikletli taksi.

Sri Lanka’da din çok önemli. % 70 Budist, % 20 Hindu, % 8 Müslüman, % 2 Hristiyan ve diğer dinlere mensup bireylerden oluşuyor. Aynı sokakta kilise, cami, Hindu ve Budist tapınakları yan yana. En önemli özellikleri, bütün inançlara aynı derece saygı gösteriyor olmaları. Sizden de aynı oranda saygı bekliyorlar. Bu ülkede her şey bir öğreti. Tapınaklara ayakkabısız girmek, lotus (nilüfer) çiçeğini ellerinde incitmeden tutmak, fillerin canlarını yakmıyorsan sana saldırmadığını, tam tersine elinden meyve yediğini görmek gibi.

Lotus (nilüfer) çiçeği, birçok Doğu kültüründe büyük sembolik ağırlığa sahiptir ve dünyanın en kutsal bitkilerinden biri olarak kabul edilir. Nilüfer çiçeğinin diğer bitkilerden farklı bir yaşam döngüsü var. Kökleri çamura saplanmıştır. Her gece nehir suyuna dalar ve çamurda sığınak bulur, ertesi sabah, yapraklarındaki mumsu koruma tabakası nedeniyle, mucizevi bir şekilde pırıl pırıl yeniden çiçek açar. Pek çok kültürde bu süreç, çiçeği yeniden doğuş ve ruhsal aydınlanma ile ilişkilendirilir. Günlük yaşam, ölüm ve yeniden ortaya çıkış süreciyle, çiçeğin böyle bir sembolizme sahip olmasına şaşmamalı. Bir nilüfer tohumu susuz binlerce yıl dayanabiliyor ve iki yüzyıl sonra filizlenebiliyor. Çiçeğin bu büyüleyici yaşama isteği hayranlık verici değil mi?

Bu anlamlardan dolayı nilüfer çiçeği, bazı kültürlerde sıklıkla ilahi figürlerin yanında görülür. Mısırlılar için çiçek evreni temsil ederken, Hindu kültüründe tanrı ve tanrıçaların nilüfer tahtlarında oturduğu söylenir. Bir efsaneye göre, Buda, yüzen bir nilüferin tepesinde görünmüş ve bebek Buda’nın bastığı her yerde bir nilüfer çiçeği açmış. Nilüfer çiçeği, renklerine göre de farklı anlamlar taşıyor. Beyaz bir nilüfer çiçeği, zihnin ve ruhun saflığını; kırmızı olanı, şefkat ve sevgiyi ifade ederken, mavi nilüfer çiçeği sağduyuyu, bilgeliği ve mantığı ifade ediyor. Pembe nilüfer çiçeği, Buda’nın tarihini ve Buda’nın tarihi efsanelerini; mor bir lotus çiçeği maneviyat ve mistisizmi ifade ediyor. Son olarak, altın nilüfer çiçeği ise özellikle Buda’da tüm başarılarını temsil eder.

Tabii ki Sri Lanka ile ilgili anlatılacak o kadar çok şey var.  Ancak altı gün kaldığımız Kolombo’yu toplantıdan kalan zamanlarımızda gezmeye ve tanımaya çalıştık. Ancak, program düzenleyicilerin hazırladığı bir günlük gezi turunda Pinnawala Fil Yetimhanesi ile Keleniya Tapınağı bizim inanılmaz bir gün geçirmemizi sağladı. Bu yazıda sadece Pinnawala Fil Yetimhanesi’ni anlatacağım.

Detaylı Sri Lanka Gezi Rehberi-Hint Okyanusu’nun İncisi yazımızı linkten okuyabilirsiniz.

Pinnawala Fil Yetimhanesi

Dünden bugüne pek çok kültürde, iyi şansın sembolü olarak kabul gören, cüsseleri büyük ancak bu cüsselerine rağmen son derece duygusal olan fillerin, insanlara benzer duygulara sahip oldukları biliniyor. Filler, antik Çin’de güç, bilgelik, doğurganlık ve dayanıklılığın sembolü olarak kabul edilirken, Hindu düşünce şekline göre ise, kadim bilgi, bilgelik, hafıza, yetenek, sağlık, doğurganlık, korunma, güç ve şansı sembolize eder. Çin, Hindistan ve Afrika ülkelerinde fil kraliyet gücünün amblemini taşır. Hükümdarların savaşlarda filleri kullanması, fillere ve fil simgesine önem vermesi ve aralarında hediyeleşmede en azından bir kere de olsa fil sembolü olan bir eşya göndermesi bu nedenle olsa gerek. Fil Buda’nın da yedi hazinesinin biri ve Budizm’de kutsal olarak sayılıyor.

Fil, diğer kültürlerde kutsal kabul edilmese bile harikulade oldukları düşünülür ve hayranı çoktur. Harold Pearl ile Helen Aberson’ın kitabından ve 1941 yapımı animasyondan 2019 yılında yeniden uyarlanan Dumbo filminin konusu olan yeni doğmuş, koca kulaklı sevimli fili nasıl unutabiliriz. Kim bilir kaçımız sevdiklerimize fil hediye ettik? Kim bilir kaçımızın evinde duvarımızda/kapılarımızda asılı ya da sehpalarımızda/dolaplarımızda duran fil bibloları bulunuyor? Günümüzde fil özellikle ev dekorasyonunda bilgelik ve pozitif şansı temsil ediyor. Tabii ki, fil dişinden yapılmış fillerden ve hediyelerden uzak duruyorum. Her gün fildişi için yaklaşık 100 filin öldürüldüğünü biliyor muydunuz?

Sri Lanka’dan birkaç hediyelik eşya alayım derseniz, her şeyin fillerle ilgili olduğunu görüyorsunuz. Çünkü bu ülkede filler çok önemli.

Sri Lanka’da bu heybetli hayvanlar için bir de yetimhane bulunuyor. Pinnawala Fil Yetimhanesi’ne giderken çok heyecanlıydık tabii ki.

Bu yetimhanede, ülkenin dört bir yanından toplanan bir şekilde ailesini (filler aile olarak yaşıyor ve aile olarak ölüyorlar, bir anne fil kendi yavrusu dışında başka bir yavru filin bakımını asla üstlenmiyor) ya da yolunu kaybederek yalnız kalmış, avcıların elinden kurtarılmış, mayın patlaması ya da farklı nedenlerden yaralanan, hastalanan ve çeşitli yerlerden nakillerle gelen filler devletin bakımı altında yaşıyor.

Ormanda kaybolmuş yetim bebek fillerin ya da yaralı yetişkin fillerin çiftçilerin çeltik tarlasına girip, ortalığı talan etmeleri üzerine çiftçilerin mağduriyetini önlemek amacıyla kurulan yetimhanenin amacı bu filleri tekrar hayata tutundurmak olmuş.

Sri Lanka Yaban Hayatı Koruma Bakanlığı tarafından başkent Kolombo’ya 112 kilometre uzaklıktaki Rambukkana kentine bağlı kasabada Maha Oya Nehri’ne bitişik 25 dönümlük bir hindistancevizi arazisinde kurulmuş, 1978’de yetimhane Ulusal Zooloji Bahçeleri tarafından Yaban Hayatı Koruma Bakanlığı’ndan devralınmış. 5 küçük file ev sahipliği ile başlayan süreç, zaman içerisinde sayı artmış yetimhane bugün çoğunluğu dişi olan 93 file ev sahipliği yapmakta (http://nationalzoo.gov.lk/elephantorphanage).

Yetimhanede 50 bakıcı çalıştırılırken filler, özel bir güvenlik birimi tarafından korunuyor. Bakıcılar “Mahut (mahout) – fil eğitmeni” olarak isimlendiriliyor. Mahut, bir aile mesleği ve bir mahout fil bakımına çocukken başlıyor ve hayatı boyunca tek bir hayvanla çalışıyor. (https://tr.qaz.wiki/wiki/Mahout)

Pinnawala’daki birkaç dönümlük bir alanda gün boyunca sürü halinde serbestçe dolaşması ve çiftleşmesi için fillere fırsat tanınıyor. İlk bebek fil 1984 yılında doğmuş, bugün ise üçüncü kuşak torunları bulunuyor.

Günde iki kez yapılan beslenmede turistler de bakıcılara yardımcı olabiliyor. Filler, öğleden önce ve sonra yetimhaneye 400 metre uzaklıktaki Maha Oya Nehri’nde su içmeleri ve banyo yapmaları için getiriliyor. Günde iki kez, 400 metrelik yolu, o koca cüsseleriyle salına salına hediyelik eşya satan dükkanların önünden gidişleri var ki görmeye değer. Biz de sabah rutinlerini izledik.

Filler muz yaprağı ve bambu yiyorlar genellikle. Ancak, meyvelere de hayır demiyorlar. Yetimhanedeki bebek filler süt ve meyve ile beslenirken, yetişkin bir fil günde 50 kilogram ot, ince dal, yaprak ve meyve yiyip, yaklaşık 200 litre su içiyor. Eğer isterseniz, buradan bir fil evlatlık edinerek, yıl boyunca tüm masraflarını karşılayabilirsiniz. Ama yanınıza alıp götürmek yok, sizin adınıza burada bakımı yapılıyor.

Pinnawala Fil Yetimhanesi bir çok bilim insanının ya da aktivistlerin dikkatini çekmiş, bir çok araştırma yapılmış, hakkında önemli sayıda kitap ve araştırma makalesi birkaç dilde yayınlanmış. Pinnawala’daki filler profesyoneller ve amatörler tarafından bir çok kez filme alınıp, videoya çekilmiş, fotoğraflanmış. Kuşkusuz, bunların içinde Pinnawala Fil Yetimhanesi’ni öven, destekleyen görüşler olduğu gibi, kesinlikle karşı çıkan ve eleştiren görüşler de var. “Sri Lanka’daki Pinnawala Fil Yetimhanesini neden ziyaret etmemelisiniz?” başlıklı paylaşımlarla karşılaşabilirsiniz. Parkta dolaşırken, şahit olunan fillere davranış biçimini onaylamayanlar olduğu gibi, fillerin zincirlenmesini doğru bulmayanlar da var. Filelerin bazılarının suda uzanmaya zorlanmaları da diğer bir eleştiri konusu. Ancak, Pinnawala Fil Yetimhanesinin filler için ideal bir ortam olmasa da hayvanlar için güvenli bir sığınak sağladığına inananların sayısı oldukça fazla. Beyaz okul kıyafetleri ile öğretmenleri ile birlikte yetimhaneyi seyreden öğrencilerin heyecanı da görülmeye değerdi.

Yol boyunca kortej halinde ilerleyen filleri izlemek, yemek yemelerine ve nehirde banyo keyfi yaparken görmek oldukça keyifli ve inanılmaz bir deneyimdi. Şu an salgın (Covid-19) ile nedeniyle geçici olarak ziyaretçilerin filleri beslemesine izin verilmiyor.

Son Söz

Bağımsızlığını kazanmadan önce Portekiz, Hollanda ve İngiltere egemenliğinde kalan Sri Lanka’da antik kentler, Budist tapınakları ve UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ndeki tarihi yerleri görmek için tekrar ziyaret edeceğim Sri Lanka’yı. Sri Lanka dönüşü yaşama bir başka açıdan bakmayı öğrendim. Yoksulluk, açlık çok belirgin ama herkes mutlu ve son derece saygılı. İç savaşın yıprattığı bir çok şeyde zarara uğramış bu ülkede tek zarar görmemiş şey galiba insanların yüreğindeki cömertlik ve temizlik. Ben bu ülkeden ve insanlarından çok etkilendim. Andrew McCarthy’nin dediği gibi “ne kadar uzağa gidersem kendime o kadar çok yakınlaşıyorum.”

Pinnawala Fil Yetimhanesi ise sanki insanlığın günah çıkardığı bir yer gibi, ailesi ölen, ormanda yaralı bulunan, avcılar tarafından yaralanan, terör saldırılarından etkilenen fillerden başka bir deyişle, insanın zarar verdiği bir canlıya, yine insanların özür dilediği bir yer gibi.

Yararlanılan Kaynak
Berkmoes, R. V., Mahapatra, A. Mayhew, B. & Stewart, I. (2018). Sri Lanka travel guide. ISBN: 9781786572578

Laos Gezi Rehberi: Bin Filin Ülkesi

Laos

Güneydoğu Asya’nın henüz bakir, yozlaşmamış, sakin, huzurlu ülkesi Laos son yıllarda diğer Hindiçin ülkeleri kadar olmasa da, turistlerin ilgisini çekmeye başlamıştır. Denize kıyısı olmayan küçük ülkesi Laos, Türkiye’nin üçte biri büyüklüğünde, altı milyon nüfuslu bir ülke. Laos  Tayland, Çin, Vietnam ve Kamboçya ile sınır komşusudur. 

Laos kendi dillerinde “Bin Filin Ülkesi” anlamına geliyor. Ülkede 2000 den fazla fil varmış. Ülke topraklarının 3/4 den fazlası dağlık. Dünyanın en fakir ülkelerinden. Çin, Vietnam, son yıllarda da Japonya’dan yardım alıyor. Ülkenin topraklarının % 5’inde yapılan tarımla, nüfusun % 80’i geçiniyor. 2005 yılından itibaren liberal politikalara geçilmiş. Hatta 2011 de borsa bile açılmış. Asgari ücret 70 Amerikan Doları. Öğrenim paralı, notları iyi olan çalışkan çocuklar veya torpilliler üniversiteye gidebiliyor. Sağlık hizmetleri paralı, devlet memurları ücretsiz yararlanabiliyor. Özel kliniklerin çok pahalı olduğunu söylüyorlar. Zengin aileler sağlık sorunlarında Tayland’a gidiyorlarmış.

Meraklısına
Laos’u gezmeden önce Çinhindi ve Mekong Nehri’ni bilmek önemli. Hindiçin veya Çinhindi ülkeleri Güneydoğu Asya da; Çin’in güneyi, Hindistan’ın doğusunda. Bu ülkeler Myanmar, Tayland, Malezya’nın kuzeyi (yarımada Malezya’sı), Laos, Kamboçya ve Vietnam. Ama tarihi süreçte Çinhindi kavramı genelde Fransız sömürgesi olan Kamboçya, Laos ve Vietnam için kullanılıyor. Çinhindi ülkeleri için Mekong Nehri ve deltası çok önemli.

Mekong Nehri Güneydoğu Asya’nın en uzun, dünyanın onuncu uzun nehri (4200 km). Tibet’ten 5000’li rakımdan doğuyor. Çin-Myanmar-Laos-Tayland-Kamboçya-Vietnam yani altı ülkede akıyor. Yaklaşık 3000 metre yükseklikteki kayalık boğazlar arasından geçerek Laos’a giriyor. Dünyanın en geniş çağlayanlarını oluşturuyor (yaklaşık 10 km). Kamboçya’dan geçtikten sonra Vietnam’ın güneyinden Güney Çin Denizi’ne dökülüyor. Nehrin geçtiği topraklar verimli. Laos ve Kamboçya’nın başkentleri nehir kıyısında.

Bu bölgenin 6 ayı yağışlı, 6 ayı kuru mevsim. Bu bölgede kış mevsimi yok. Bu nehrin bir özelliği ters akabilmesi. Nisan ayında sıcaklık artması ile Himalayalar’da karların erimesi, mayısta Musonlarla gelen yağmurlar, bu nehre katılan irili ufaklı derelerin ve bu nehrin taşmasına neden oluyor. Pek çok köye ulaşım sağlanamıyor. Mekong Nehri  Kamboçya’da Tonle Sap Gölü ile buluşuyor. Fazla sularını buraya boşaltıyor. Tonle Sap Güneydoğu Asya’nın en büyük gölü olup, bu esnada 3-4 misli büyüyor. Kasım ayında Himalayalar’da don oluyor, Mekong’a akan su azalıyor. Muson yağışları bitiyor. Akarsu artık yatağında akmaya başlıyor. Su seviyesi nehirden yüksek kalan gölün suyu Mekong’a, oradan Güney Çin Denizi’ne gidiyor. Bu olayın dünyada bir benzeri yok.

Mekong Nehri ilginç bir drenaj sistemine sahip. Nehrin suyunun kapladığı alan Türkiye’nin yüzölçümü kadar. Daha önce bahsettiğimiz altı ülke bu nehrin kısmen de olsa havzasında. Bu havzada 60 milyon kişi yaşıyor. Nehirde birçok endemik canlı var. Ayrıca özellikle Laos’da fazla olan hidroelektrik santralleri ile bu bölgenin enerji ihtiyacı karşılanıyor.

Laos 1989 yılına dek tüm ziyaretçilere kapılarını kapatmış. Yeni yeni dışarı açılan bir ülke. 2002 yılına dek yerli pop grupları da yasakmış. Neden halkın manevi olarak kirlenmemesi… Tek partili sosyalist bir cumhuriyet ile yönetiliyor.

Fransa’nın Hindiçin’deki sömürgelerini kaybetmesinden sonra, Amerika Kamboçya, Laos ve Vietnam’ın komünist olmasını önlemek amacıyla 1961 yılında Komünist akımlarla savaşmak üzere 11.000 kişilik bir gizli ordu kurulmasını onaylar. Bu ordunun askerleri Laos’taki Hmong azınlığından seçilir. 1962 yılında imzalanan Cenevre Anlaşması gereği bu ordunun dağıtılmasına karar verilir. CIA orduyu desteklemeye devam eder. Ordunun varlığı Amerikan Kongresi’nden gizlendiği için bütçeden kaynak aktarılamaz. Asker sayısı 30.000’i geçince CIA bölgede uyuşturucu yetiştirilmesi ve satılmasını teşvik eder. Gizli ordunun Generali Vang Pao’nun kendi laboratuvarında ürettiği eroin Amerika’da satılan ilk markalı uyuşturucudur. Eroin üretim ve sevkinde Taylandlı gönüllüler ve dağılan Çin kuvveti askerleri de rol alır. CIA, Burma afyon yetiştirmek için uygun bir yer olduğundan oradan da afyon alır. Burma, Laos, Çin ve Tayland’ın dağlık bölgeleri CIA’nin uyuşturucu üretim merkezi haline gelir. Bölge altın üçgen olarak anılmaya başlar. CIA dünyanın en büyük gizli ordusunu Amerikalılara uyuşturucu satarak finanse eder. Operasyonlara 1973 yılında ABD’nin Vietnam’dan çekilmesi ile son verilir. Gizli ordunun mensuplarından Amerika’ya kaçamayanlar 30 seneyi mülteci kamplarında geçirirler. Bu arada ek bilgi ABD 1974 ‘te Türkiye’ye afyon üretimini kontrol etmediği gerekçesiyle ambargo koymuştu. Uzakdoğu afyon tüketimi ile bağlantısı daha derin bir araştırma konusu olsa gerek.

ABD 1964-1973 yılları arasında her sekiz dakikada bir Laos’u bombalamış. Bu yıllarda yüzlerce yeni bomba denemiş ve geliştirmiş. Bu bombaların çoğu içinde 600 küçük bombanın bulunduğu küme bombaları. Bunların bazıları patlamaya ayarlanıyor. Patlamayanlar daha sonra bölgede yaşayan sivil halk için büyük tehlike teşkil ediyor. ABD 1997 yılına dek atılan bombaların yerini vermeyi reddetmiş. Bu nedenle savaş bittikten 20 yıl sonra bile bombaların civarında yaşayan Laoslular ölmeye devam etmiş. Bugün ülkede yarım milyon ton patlamamış bomba olduğu düşünülüyor. 1970’de yılda 600 kişi bu şekilde hayatını kaybederken, bu günlerde yılda 100 kişi bu şekilde hayatını kaybediyor. Amerika bombaların yerini açıklasa da bomba temizlemek çok zaman alıyor; ülkenin % 95’inin temizlenmesi için 60 seneye ihtiyaç var. Yani 1965’de atılan bir bomba 2065’de de can almaya devam edecek.

Luang Prabang Laos’un eski kraliyet başkenti. Aynı  zamanda ruhani merkezi. 2008 New York Times Gazetesi tarafından dünyada görülmesi gereken yerler listesinde ilk sırada, UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer alıyor. Mekong Nehri ve Nam Khan Nehri’nin birleştiği yarımadada kurulmuş. Şehirde 70‘e yakın tapınak ve 2000 dolayında Budist rahip var. Her Lao hayatında en az 3 ay rahip oluyor.

Biz Kamboçya’nın Siem Reap şehrinden Laos Havayolları’na ait küçük bir uçakla 1.5-2 saat uçtuk. Aradaki mesafe 750 km dolayında Luang Prabang’a inince doğruca yemeğe gittik.

Yemekten sonra gece pazarına çıktık. Akşam kurulan gece pazarında genelde kadınlar satış yapıyor. Saf pamuklu giyecek bulmak gelişmiş ülkelerde zor. Bu gece pazarında bol.

The Grand Luang Prabang otelde kalıyoruz. Mekong Nehri kenarında son derece şık ve güzel bir otel.

Luang Prabang’ın nüfusu merkez olarak 100 bin dolayında. Luang Prabang başkent  Vientiane’den daha mistik bir şehir. İnsanda tekrar gelme hissi uyandırıyor. Tıpkı Cusco (Peru) gibi.

Sabah önce Rahiplerin törenine yetişmek istiyoruz. Araba ile şehir merkezine gidiyoruz. Halk çoluk, çocuk yaşlı demeden sokaklara çıkmış, örtülerini yayıp oturmuş, yanlarına tencere, kutu v.s almış bekliyor. Uzaktan safran rengi kıyafetleri içerisinde, yalınayak, düzgün tek sıra halinde rahiplerin geldiğini görüyoruz. Hepsi ellerinde büyükçe, yuvarlak tasa benzer kaplar taşıyorlar. Rahipler böyle tek sıra halinde yürüyerek, halkın kaldırımlarda serdikleri örtülerin üzerinde bulunan çeşitli yiyecekleri toplamaya başlıyorlar. Herkes rahiplerin kabına yiyecek koyuyor. Bir kaşık pirinç, bir bisküvi gibi. Bu törenin amacı ne olabilir? Dünyanın her tarafında benzer duygular yaşanıyor diye düşünüyorum. Yardımlaşma, birliktelik duygusunu güçlendirip, gelenekselleştirme… Dünyanın hangi köşesinde olursa olsun böyle merkezler; iyilik, insanlık, dürüstlük gibi duygular arayan insanların uğrak yeri oluyor. Richard Gere, Angelina Jolie yoksa buralarda ne arasınlar… Gün ışığı ne muhteşem bir yerde olduğumuzu bize gösteriyor. Yemyeşil doğası, iki katlı yapıları ve güler yüzlü insanların ülkesi.

Gezmeye başlıyoruz. Wat Sene, Ulusal Müze, Wat Xieng Thong (Altın Şehir Tapınağı), Wat Visoun, Wat Aham, Wat Mai’yi ziyaret ediyoruz.

Wat Sene 1718’lerde, Wat Xieng Thong 1560’larda yapılmış. Ulusal Müze 1904 yılında yapımına başlanan Fransız mimari tarzı ile yapılmış olan kral sarayında. 1975 yılında kral iktidardan düşünceye dek burada yaşamış. Müzede fotoğraf çekmek yasak. Ben fotoğraf çekmek için kullandığım telefonumu kaptırdım. Hemen aldılar, çıkışta çektiğim fotoğraf silinmiş olarak geri verdiler. Saraya girerken ayakkabılar çıkarılıyor. Kapıdan girdikten sonra karşınıza çıkan ilk yer Kralın kabul salonu. Ortada tahtı var, arka taraflar özel yaşam alanları. Wat Xieng Thong da 1975 yılına dek kralların taç giyme töreni yapılıyormuş.

70‘e yakın tapınağın bulunduğu bu şehirde Tapınakları gezerek Mekong Nehri kıyısına geliyoruz.

Pac Ou Mağarası’na gidiyoruz. Burası irili ufaklı bir sürü Buda heykelinin olduğu bir mağara.

Öğle yemeğini de Mekong Nehri kıyısında tam bu mağaraların karşısında bulunan bir lokantada yiyoruz.

Daha sonra tekneyle yolumuza devam ediyoruz. Mekong Nehri kıyısındaki köyler ve yaşam.

İlk önce Ban Xanghai Köyü… Altın yaldızlı bir tapınağı ve turistik 3-5 tezgahı olan sakin bir yer.

Tekneyle yolumuza devam.. Bir sonraki durağımız Ban Phanom. Burası daha büyük ve gelişmiş bir köy. Tezgahlarda buraya özgü bir kağıt yapıyorlar. İpekten yapılmış atkıları da pek şık. Tabii alıyoruz.

Transfer vaktimiz yaklaşıyor. Havaalanına doğru gidiyoruz.  Laos’un başkenti Vientiane’ye uçacağız. Laos Havayollarının uçak filosu küçük. Bir gün önce 48 kişinin öldüğü uçak kazası nedeniyle seferlerde aksama var. Biz yeni alınan tek Boing ile Vientiane’ye uçup, Vientiane Plaza Otel’e yerleşiyoruz.

Vientiane  Prabang arası 425 kilometre. Vientiane ismi Sandal Ağacı Şehri anlamında. Şehir Lao, Tay, Çin, Vietnam, Fransız ve Amerikan kültürel etkilerini taşıyor. 200 bin üzerinde bir nüfusu var. Yemek sonrası yürüyüşe çıkıyor, Mekong Nehri kıyısına iniyoruz. Binlerce insan, bir gürültü, bir kalabalık…

Küresel şirketler buralarda bir istikbal görüyorlar herhalde…Kozmetik markaları bangır bangır anonslarla buradalar. Mekong Nehri kıyısında bir dans klubü bile var, çamurun içinde olsa da. Ben bu geceden çok irkildim. Filmlerden izlediğimiz uyuşturucu kullanan insan tiplerinden etrafta o kadar çok var ki… Etrafta uykuda gezer gibi dolaşan bir sürü tip… Yalnız gördükleri erkeklere prezervatif veren yaşını tahmin edemediğiniz küçük kızlar…

Ertesi gün Budha Parkı’na gitmek üzere yola çıkıyoruz. Şehrin 25 kilometre dışında, yolu çok bozuk. Araba devrilmesinden korkutacak derecede. Zaman zaman Mekong Nehri’ni sağ tarafta kalıyor. Nehrin karşısı Tayland.

Budha Parkı 1958 yılında Luang Pu isimli bir Budist rahip tarafından inşa edilmiş. Betondan yapılma olan park Şiva, Vişnu, Arcuna, Budha tasvirleri ile süslü. Garip, ilginç; insan-hayvan-tanrı-şeytan figürleri ile dolu dev heykeller var. Parkın en ilgi çekici yeri; Dünya, Cennet, Cehennemi tasvir eden dev balkabağı görünümündeki heykel. Ağzı konumundaki kapıdan girerek, üst katlara çıkabiliyorsunuz. Labirent görünümlü merdivenler sizi cehennemden cennete götürüyor.

Parkta iki yüzden fazla heykel içinde en ilginçlerinden biri 120 metre uzunluğunda yatan Budha.

Budha Parkı’ndan sonra şehre dönüyor, ülkenin en büyük tapınağı olan That Luang‘a (Stupa) gidiyoruz. Ülkenin sembolü olan bu tapınak aynı zamanda Laos Budizm’inin de sembolü. Laoslular için gurur kaynağı olan bu tapınağı ülkenin paralarının üzerinde de görebilmek mümkün. Altın renginde, dikdörtgen duvarlar şeklinde yükselen, bir çeşit piramit benzeri bir yapı.

Laolar hırsızlık yapmamak, ailelerini onurlandırmak, aç kalmamak gibi nedenlerden tapınaklara geliyorlarmış. Çalmak, öldürmek, yalan söylemek, ırza geçmek, içki yasak. Saat 15 den sonra sadece sıvı tüketerek nefislerini terbiye eden rahipler bilmiyoruz buna kadar uyuyorlar?

Daha sonra Wat Si Saket’e gidiyoruz. 1818 de inşaa edilen bu tapınak, Fransızlar tarafından 1924 ve 1930 da iki kez restore edilmiş. Bu tapınak aynı zamanda müze. Duvarları buda imajı taşıyan gümüş ve seramik heykelcikler ile dolu.

Patuxai Anıtı kentin sembolü. Paris’te Champs-Elysees Caddesi üzerinde yer alan Paris’Arc de Triomphe (Zafer Anıtı) benzeri. 14 Temmuzu Paris’te geçiren biri olarak merakla benzeri yapıya tırmanıp, Viantiane’yi fotoğrafladım. Budist süsleme sanatı ile yapılmış dört kapısı bulunan anıtın tavanında Vişnu, Brahma, Indra tanrılarını tasvir eden süslemeler var. Anıtın beş kulesi “düşüncelilik, dostluk, esneklik, dürüstlük, onur ve refah” şeklindeki Budist ilkesinin temsilcileriymiş. 1957-1968 yılları arasında, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Laos’un Fransa’dan bağımsızlığını alırken ölen askerlerine ithafen yapılmış. Dış mimarisine göre, iç mimarisi daha özensiz. İçi hediyelik eşya pazarına dönüştürülmüş. Anıt fotoğraf çekmek, parkı ve başkenti yukarıdan görmek için uygun bir yer.

Patuxai Parkı, içinde bulunan havuzu, bunu çevreleyen palmiye ağaçları ile hoş bir yer.

Parkın sonunda dünya barışını simgeleyen, üzerinde tüm dünya ülkelerinin bayraklarının olduğu, Endonezya tarafından Laos’a hediye olarak gönderilen bir gong yer alıyor.

Başkanlık Sarayı gayet modern.

Bugün Vientiane’den ayrılacağız. Buradan tekrar Mekong Nehri kıyısına dönüyoruz. Gece gördüğümüz Mekong kıyısından daha güvenli. Şunu belirtmek isterim. Ben bu zamana değin buralarda yerel halktan kaynaklanan hiçbir saldırı veya tedirgin edici davranışla karşılaşmadım. Tedirginliğim tamamen seyrettiğim filmlerden ve okuduğum kitap-yayınlardan kaynaklanıyor. Yoksa kimsenin bizimle ilgilendiği, saldırdığı filan yok.

Nehir kıyısında halk kahramanı Chao Anouvong’un yüzü nehre dönük kocaman bir heykeli bulunuyor.

Çin ve Çinhindi ülkelerinde sık gördüğümüz sokak yemeklerinin yapıldığı seyyar lokantalar her yerde.

Havaalanına giderken düşünüyorum, bir daha Laos’a gelir miyim? Luang Prabang’a evet. Doğası, güleryüzlü insanları, sakinliği ve pozitif enerjisi ile hayran kaldığım bir şehir oldu.

Lizbon Gezi Rehberi: Kaşifler ve Denizciler Kenti

Lizbon

Edebiyat dünyasının en prestijli ödülü olan Nobel Ödülü‘nü almasıyla değil, kazandığı ödüle verdiği tepkiyle iz bırakan, hayranı olduğum ve kitaplarını okumaya doyamadığım Portekizli yazar Jose Saramago’nun memleketine gitmek çok heyecan vericiydi. 1998 yılında Nobel’i kazanan Jose Saramago ödülü aldığı ilan edildiği sırada Frankfurt Kitap Fuarı’ndan ayrılmış, havaalanına doğru giderken fuara tekrar davet edilmiş. Saramago, yetkililere “bırakın karıma gideyim” deyince tarihe “karısını Nobel’e tercih eden adam” olarak geçmiş.

Lizbon’a gitmeden önce okuduğum Pascal Mercier’in “Lizbon’a Gece Treni” adlı kitabı, bir lisede Antik diller öğretmeni olan Raimund Gregorius , bir gün duyduğu bir sözcüğün ve bir doktorun defterine yazdığı tümcenin büyüsüne kapılarak dersin ortasında, sınıfı terk eder ve Lizbon’a doğru, doktorun izini sürmek üzere yola çıkışını anlatır. Duyduğu sözcük Potuguês’tir, büyüsüne kapıldığı tümce ise “içimizdekilerin çok küçük bir kısmını yaşıyorsak gerisine ne oluyor?” dur. 57 yaşında yılların (henüz bir çok şey yapılmadan) ilerlemiş olduğunu fark eden Raimund Gregorius, hem Portekizce öğrenir, hem de Prado adlı bu doktorun yaşamında yer alan kişilerle görüşür ve onun bazı mektuplarını okuyarak özgürlük, aile, âşk, arkadaşlık üzerine bir hesaplaşma sürecine girer. Lizbon’un o kendine özgü güney ışığında kahramanın kendine yeni bir yaşamın kapılarını açtığını görüyor, hatta Gregorius’la beraber bu heyecan verici, yürek burkucu yolculuğa sizi de katıyor, Akdeniz insanın sıcaklığını hissediyorsunuz. Bu kitaptan aklımda kalanlar, Lizbon toplantısını inanılmaz heyecanlı kıldı. Aslında Lizbon’a gitmek için çok nedenim vardı, doktora yaptığım yıllardan tanıdığım, gurbette çok şey paylaştığım Joaquina ve Zita ile yıllar sonra yüz yüze gelmek de çok heyecan vericiydi.

Kaşifler diyarı ve Portekiz’in başkenti Lizbon, Tejo Nehri’nin Atlantik Okyanusu’na döküldüğü noktada, nehrin iki yakasını kaplayacak şekilde ve İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulmuş. Lizbon, kendine özgü karakteri ve atmosferi ile ilk bakışta çok etkiliyor. Bir Avrupa ülkesi ama mimari öğelerde çok fazla Arap etkisi görülüyor. Portekiz’deki binaların dışında ve iç süslemelerinde en güzel çinileri görebilirsiniz. Arnavut kaldırımlı yolları, karmaşık sokakları, çılgın yokuşları ve tramvayları ile çarpıyor insanı, öyle ki tekrar tekrar gitmek istiyorsunuz Lizbon’a. Şehri, yürüyerek çok rahat gezebiliyorsunuz. Lizbon sokakları bir kadın olarak rahatça gezebileceğiniz bir yer. Rahatsız edilmeden, geç saatlere kadar kafe ve restoranlarda oturabiliyor, metroda yolculuk yapabiliyorsunuz. Bir başka deyişle, kadın dostu bir şehir. Lizbon bir çok Avrupa başkentinin aksine alçakgönüllü bir duruş sergiliyor, elli üç mahalleden (freguesias) oluşuyor.

1 Kasım 1755 günü tarihteki en yıkıcı depremlerden birini yaşamış ve o zaman nüfusu yaklaşık 200 bin olan Lizbon, 60.000 ile 100.000 kişi arasında kayıp yaşamış. Ayrıca, depremin yol açtığı binâ yıkımlarının neden olduğu yangınlar ve tisunamiden dolayı Portekiz’de, İspanya’da ve Fas’ta da yaklaşık 50 bin kişinin öldüğü tahmin edilmektedir. O dönemde Avrupa’nın en büyük dördüncü şehri olan Lizbon‘un neredeyse tüm yerleşim alanları kullanılmaz hale gelmiş. Lizbon depreminin sonuçları Portekiz’i de olumsuz etkileyerek, Portekiz’de politik tansiyonun yükselip, ekonominin çökmesine yol açmış. Lizbon’daki binaların % 85’ini harap eden deprem köşkler, kütüphâneler ve birçok binanın yıkılmasına neden olmuş. Lizbon Katedrali, Sao Paulo, Santa Catarina ve Sao Vicente de Fora bazilikaları ve Misericórdia Kilisesi de zarar görmüş. Depremde harâbeye dönen bir başka yer olan Carmo Rahibe Manastırı’nın çatısı çökmüş kalıntısı, depremi hatırlatması için korunmuş durumdadır.

Lizbon evlerinin cepheleri, rutubetli soğuğu yüzünden “Azulejos” dedikleri fayans kaplanarak inşa edilmiş. Renk renk, çeşit çeşit desenler beni benden aldı. Sokak isimleri bile bu fayanslar üzerine yazılı. Kenar mahallerindeki pencerelerinde, balkonlarında çamaşırlar asılı evlerin bulunduğu ara sokaklarda gezmek, fotoğraflar çekmek müthiş keyifli.

Bu sokaklarda Fado ezgilerini de duyabilirsiniz. Fado, bir Portekiz halk şarkısı türü. Fado (Latincesi fatum, kader, alın yazısı), özellikle Lizbon ve Coimbra kentlerinde icra edilen bir müzik akımıdır. 1800’lü yıllarda balıkçı, kaşif, denizci olan sevgililerini, eşlerini denize uğurlayan ve onların geri dönmesini umutla bekleyen 19. yüzyıl Portekiz kadınlarının bekledikleri sevgililerinin, eşlerinin geri gelmemesi üzerine denize karşı yaktıkları ağıtlar. Özlem ağıtları da denebilir.

“Senin ülken okyanus oldu artık. Yalnızlığım beni hüzne bürüyor. Ruhum kelimelere dönüşüyor ve melodiler dudaklarımdan dökülüyor senin arkanda.”

Fado, karşılıksız aşk temasının yanında, sosyal sorunlar, yitirilen bir geçmişe duyulan özlem ya da daha iyi bir gelecek gibi konuları da işlemektedir. Portekizlilerin milli müziği haline gelen Fado, Kasım 2011’de UNESCO tarafından İnsanlığın Kültürel Mirası Listesi’ne alındıktan sonra cazibesi daha da artmış. Alfama semtinde 1998 yılında açılan Fado Müzesi’nde müzik aletleri, notalar, afişler, gazeteler, giysiler ve fado ile ilgili çeşitli malzemelerden oluşan yaklaşık 14 bin parçadan oluşan bir koleksiyon bulunuyor. Müzede her zaman bir sergi olduğu gibi, gitar kursları çeşit çeşit etkinlikleri ve fado gösterileri ile ziyaretçilerini bekliyor.

Portekiz tarihi incelendiğinde bir çok uygarlığın gelip geçtiğini görüyorsunuz. Milattan önce 1200’lerde Romalılar tarafından kurulmuş, Fenikeliler, Kartacalılar, Grekler, Romalılar, Vizigotlar ve Araplar (Emeviler) olmak üzere pek çok farklı milletin bir araya gelmesi ile tarihini oluşturmuş. Bu da Lizbon mimarisine ayrı bir kimlik ve renk katmış. 18. yüzyılda Araplar tarafından getirilen çinicilik, binaları kaplamış ve şehre kimliğini vurmuş. Kocaman meydanlarında, köşe başlarında ya da hiç beklemediğiniz anda karşınıza çıkan heykeller sakın şaşırtmasın sizi. Heykeller özgünlüğüyle şehrin ruhunu yansıtmış, Lizbon’a ayrı bir kimlik katmış.

Mozaik bir tabloyu andıran sokaklar, kaldırımlar ve meydanlar da ayrı bir güzellik katıyor şehre.

Portekiz’e Salazar yönetimi damgasını vurmuş. İşçi mücadeleleri, ayaklanmalar, isyanlar, siyasi cinayetler ve ekonomik kriz ile siyasi istikrarsızlık ve I. Dünya Savaşı’na katılım ile şiddetlenen sorunlar sonrası, 1926’da Portekiz’de Antonio de Oliveira Salazar önderliğindeki ordu darbe ile iktidarı ele geçirir. 1968 yılına kadar iktidarda kalan, belki de dünyanın en uzun soluklu diktatörü Salazar, muhafazakar ve milliyetçi akımları arkasına alarak, faşist ve gerici bir rejim inşa eder, 1933 yılında yeni anayasa ile Yeni Devleti (Estado Novo) kurar. Ülkenin dini değerlerini savunabilmek ve yaşatabilmek için modernleşmenin kesin çizgilerle kontrol altında tutulması gerektiğine inan Salazar, Yeni Devletin merkezine Hıristiyanlık karşıtı bir sistem olarak tanımladığı komünizmi ve özgürlükleri koyar.

Salazar ulusa seslenişinde “Rus devrimi medeniyet karşıtı, Hıristiyanlık karşıtı bir sistem. Günümüzün büyük sapkınlığı. Biz komünizme, sosyalizme ve özgürlükçü sendikacılığa, ailenin bölünmesine, çözülmesine neden olan her şeyin karşısındayız… Özgürlükten yana değiliz” diyerek, niyetini açıkça belli eder. Salazar’a ülkeyi 41 yıl tek başına nasıl yönettiğini sorduklarında, “Tres F ile ” yani “3 F ile” diye yanıt vermiş; Fado (müzik), Fatima (din) ve Football (futbol). Salazar yeni devletinin temelini, diktatörlüğünün (1926-1974) simgesi olmuş ve 3F olarak bilinen Futbol, Fado ve Fatima’ya emanet eder.

Salazar futboldan hoşlanmamasına, Fadoyu depresif ve gayri ahlaki bulmasına rağmen diktatörlüğünü pekiştirmek için elinden geleni yapar. Rejimini daha muhafazakar tabana oturtmak isteyen Salazar, dini değerleri temsil eden Fatima’yı komünizmin karşısına koyar (Meneses, 2009). Bir diktatörün ülkeyi yönettiği üç mekanizmadan biri olarak futbolu görmesi elbette ki tesadüf değil. Bunun tarihte çok örnekleri bulunuyor. Sanırım, futbol, dün ve bugün olduğu gibi kuvvetle muhtemel yarın da siyasetle iç içe olacak olgulardan biri.

Katoliklerin haç yeri olarak kabul edilen Fatima Portekiz’de bir kasaba, Lizbon’a 120 kilometre uzaklıkta. İsmini Arapçadan alıyor, Hz. Muhammed’in kızının ismi. Söylenceye göre, Endülüsler döneminde, İber Yarımadası’ndaki Hıristiyanlar, Müslümanların yarımadadaki varlıklarını yok etmek için Fatima isimli bir Arap prensesi kaçırırlar ve bir kontla evlendirirler. Hıristiyanlığı kabul eden prenses Fatima, Oriana adıyla vaftiz edilir; bölgeye de atalarının anısına Fatima adı verilir. Burada Meryem Ana’yı gördüğünü iddia eden üç çocuktan birine, Meryem Ana’nın üç sır verdiğine inanılıyor.

Portekiz’de 25 Nisan 1974 günü şiddet kullanılmadan gerçekleştirilen Karanfil Devrimi (Portekizce, Revolução dos Cravos), Portekiz’in otoriter bir diktatörlükten demokrasiye geçişini sağlayacak iki yıllık bir değişim döneminin başlangıcı olmuştur.

Karanfil Devrimi ile Portekiz’de diktatörlük ve sömürgelerindeki savaşlar bitmiş, Portekizliler bu özgürlüğün tadını çıkarıyor gibiler. Bu dönemle ilgili izlenebilecek çok keyifli filmle, İspanyol yönetmen Carlos Saura’nın, 2007 yapımlı Fadolar; Maria de Medeiros’un 1999 yapımı Nisan Devrimi bunlara örnek verilebilir.

Devrimin 24 Nisan 1974 tarihindeki Eurovision Şarkı Yarışmasında Portekiz’i temsil eden Paulo de Carvalho’nun ”E depoi do adeus” isimli parçasının çalınmasıyla başladığını, ertesi gün 25 Nisan 1974 saat 12:15’te Zeca Afonso’nun Ulusal Radyo kanalında seslendirdiği Grandola, Villa Morena adlı şarkısının çalınmasıyla verilen gizli sinyalle de Silahlı Güçler Hareketi‘nin darbeyi başlattığını biliyor muydunuz? Lizbon Çiçek Pazarı’nda bolca bulunan karanfillerin sokağa dökülen halk tarafından askerlerin silah ve tank namlularına sokulması, bu görüntülerin de tüm dünyaya duyurulması darbenin adının “Karanfil Devrimi” olmasına neden olmuş.

Horoz figürü her yerde karşınıza çıkıyor. Hediyelik eşya satan mağazaların hepsinde irili ufaklı ‘horoz’ şeklinde biblo, buzdolabı süsü, şarap açacağı, çanta, masa örtüleri gibi ürünler görüyorsunuz.

Horoz efsanesinin hikayesini öğrenmeden dönmek olmazdı. Efsaneye göre, 14. yüzyılda Lizbon’da yaşayan bir rahip, hac görevini yerine getirmek üzere uzun bir yolculuğa çıkar. Yolu üzerindeki Barcelos’ta bir hana uğrar, hanın sahibinin karısı, rahibe aşık olur. “Din adamıyım” diyerek kadını reddeder. Reddedilen hancının karısı, rahibe tuzak kurar. Kilisenin şamdanlarını çalar, rahibin yatağının altına koyar, sonra da rahibi hırsızlıkla suçlar. Zindana atılan rahip, her gün yalvarır, suçsuz olduğunu söyler ancak kimseyi inandıramaz. Yargıcın karşısına çıkarılır. O sırada yemeğini yiyen yargıç, rahiple alay ederek “eğer beni inandırmak istiyorsan bana bir mucize yarat” der. O anda yargıcın yediği tavuk horoz olup ötmeye başlar. Rahip de sonra aziz olur. Aynı zamanda, Hıristiyan inancına göre Hz. İsa gibi uyandırıcı bir görev yaptığı için de horoz çok seviliyor.

Lizbon’u temsil eden bir diğer şey de nostaljik tramvay. Lizbon’un neredeyse her yerini bu tramvaylarla gezmek mümkün. Daracık parke taşlı yollarda zar zor ilerleyen tramvay, eski binaların çevrelediği daracık sokakları, aralıkları keşfetme fırsatı sunuyor.

Kitapseverler için Lizbon’da görülebilecek ilginç yerlerden biri de Bertrand Kitapçısı. 1732 yılından beri hizmet veren kitapçı Guinness Rekorlar Kitabı’na “günümüzde hala açık olan dünyanın en eski kitapçısı” olarak girmiş. Bence, görülmeye ve zaman geçirmeye değer.

Jose Saramago’nun müzeye Nobelli Portekizli yazar Jose Saramago’nun müzeye dönüştürülmüş evi içinde kütüphanesi bulunuyor. Yazarla ilgili birçok bilgi edinebileceğiniz gibi, kitaplarına dair çeşitli taslaklar da görebilmeniz mümkün ve çeşitli etkinlikler düzenleniyor.

Portekiz’in 750 yıllık başkenti Lizbon yaklaşık 550.000 nüfusu, ortaçağ izleri taşıyan yapıları, köprüleriyle her ne kadar bir Akdeniz kenti olsa da, Akdeniz’den de bir o kadar uzak aslında, sanki Avrupa Kıtasının Güney Amerika’ya açılan kapısı gibi. Alfama, Baixa – Chiado, Barrio Alto, Belem ve Rossio Meydanı en bilinen yerleri Lizbon’un.

Alfama

Büyük depremde ayakta kalabilmiş Lizbon’un en eski mahallesi olan bölge adını Arapça Al-Hamma’dan alıyor. Yaşanmışlıkları barındıran eski sokakların, evlerin bulunduğu Alfama’da Endülüs etkisi açıkça hissediliyor, şehrin tarihi ve kültürel zenginliğini gözler önüne seriyor. Fadonun da doğduğu bölge. Böyle olunca da en güzel fado mekanları burada. Yokuşlu dar sokakları, restore edilmeden kullanılan rengarenk apartmanları, sokak aralarında asılı çamaşır ipleri ve çamaşırlarıyla, top oynayan çocukları ayrı bir güzellik katıyor bölgeye. Sao Jorge kalesi, Se Katedrali ve Santa Engracia Kilisesi de burada yer alıyor. Günümüzde, Avrupalı, Amerikalı entelektüellerin yaşamak için tercih ettikleri bir yer haline gelmiş. Onca çarpıklığın arasında sokaklar o kadar güzel görünüyor ki, fotoğraf çekmeyi sevenler müthiş kareler yakalayabilir bu bölgede. Özellikle de evlerin kapılarını.

İlk yerleşimin MÖ 2. yüzyılda yapıldığı tepede bulunan Sao Jorge Kalesi (şehrin kalesi) Lizbon’u tam tepeden izleyebileceğiniz noktalardan biri.

M.Ö. 48’den sonra etrafı surlarla çevrilen kale 10. Yüzyılda, Emeviler döneminde yeniden inşa edilmiş.

Kaleye çıkarken görebileceğiniz sağdaki katedral, Lizbon Katedrali’dir.

Lizbon’un ayakta kalan en eski yapısı olan katedral, büyük depremden yıkılmadan kurtulan nadir yapılardan bir. Şehir, 11. yüzyılda Hıristiyanların eline geçtikten sonra burada bulunan cami yıkılarak onun kalıntıları üzerine inşa edilmiş, sonraki yıllarda ise restore edilmiş, bu nedenle de dış cephesinde oldukça farklı mimariler barındırıyor.

Baixa-Chiado

Lizbon’un en hareketli yaşayan mahallesi. Depremden sonra bu bölge yeniden planlanmış ve tarihte bilinen ilk planlı kentleşme olarak biliniyor. Bir çok sokaktan ve yokuştan oluşuyor. Akşama doğru inanılmaz hareketleniyor. Mağazalar, kafeler, restoranlar burada yer alır. Lizbon’un en eski (1905) ve ünlü kafelerinden biri de Café A Brasileira. Café A Brasileira, Portekizli ünlü Şair Fernando Pessoa’nın edebiyatçı arkadaşlarıyla buluşmak ya da yazmak için uğradığı mekânlardan biriymiş. Kafenin sokağa bakan masalarında Fernando Pessoa’nın bronzdan oturur pozisyonda bir heykeli bulunuyor. “Huzursuzluğun Kitabı” romanında “Hayatla aramda ince bir cam var. Açıkça görmeme ve anlamama rağmen dokunamıyorum hayata” diyen, yalnızlığını her fırsatta vurgulayan Pessoa’nun heykeli, binlerce meraklı bakışlar altında duruyor meydanda, yaşarken hissettiği yalnızlığa inat.

Lizbon tepeli ve yokuşlu bir şehir olduğu için mahalleler birbirlerine asansörlerle bağlanmış durumda. Eyfel Kulesi’ni yapan Gustave Eiffel’in çırağı, Portekiz asıllı Fransız Mimar Raul Mesnier de Ponsard tarafından inşa edilen, meşhur asansör Elevador da Santa Justa da bu bölgede yer alıyor. Elevador de Santa Justa, 1900’lü yıllarda Baixa ve Bairro Alto’yu birbirine bağlamak için kurulan bir asansör. Aynı zamanda Carmo Lift olarak da biliniyor. Yapıldığı dönemde özellikle hayvanları tepenin üzerinde bulunan bu meydana çıkarmak için kullanılıyormuş. Lizbon’a tepeden bakmak isterseniz bu asansörle yukarı çıkabilirsiniz. Asansöre binilen alt kısım Baixa, yukarı çıkılan kısım ise Bairro Alto/Chiado Bölgesi.

Bu asansörden inip de karşı caddeye yürüdüğünüzde karşınıza Özgürlük Bulvarı (Avenina de Liberdade) çıkar. Caddenin bir ucu açık iken diğer ucu denize çıkıyor. Üzerinde de saat bulunan bir Zafer Takı var. Caddenin iki yanı mağazalar, kafeler, restoranlar, restore edilmiş binalarla dolu. Araç trafiğine kapalı olan caddede kahvenizi yudumlarken sokak müzisyenlerinin performanslarını dinleyebilirsiniz.

Barrio Alto

Rossio Tren Garı’nın arkasına düşen şehrin geleneksel restoranlarıyla, geleneksel alışveriş merkezleriyle dolu mahallesi. Bir anlamda, bohem şehir yaşantısına ev sahipliği yapıyor. Lizbon alt ve üst şehir olarak iki bölüm olarak ikiye bölünmüş. Barrio Alto, kentin daha pahalı üst kısmı. Semtin içinden geçen çok uzun ana caddenin, her iki yanında, içinde kafeler olan keyifli parklar, küçük butikler, fado kulüpleri ve Portekiz’in sömürgecilik döneminde tropikal bölgelerden getirilen çok farklı anıtsal seyirlik ağaçlar bulunuyor. Kaldırımları özellikle dikkat çekici. Ağaçların kökleri parke kaldırımlara hoş kavisler veriyor. Dar sokaklarda birçok bar var. Barlar genelde ufak, 4-5 masalık. Çünkü lokantalar çok küçük. İç kısımlarına sadece birkaç masa sığıyor. Gece 12’den sonra Erasmus Corner denen sokak köşesinde aşırı kalabalık Erasmus öğrencilerini sabaha kadar eğlenirken görebilirsiniz.

Portekiz tam bir deniz mahsülü cenneti ancak Saramago gibi ünlü yazarların romanlarına bile konu olmuş sardalyanın yeri ayrıdır. Çünkü tarih boyu denizcilikle uğraşan fakir Portekizli nüfus, denizden çıkan kaliteli balıkları satarken, kendi hep sardalyaya talim edermiş. Her yıl haziran ayında Lizbon’da sardalya festivali yapılmakta, tüm şehir bir ay boyunca hem eğlenmekte hem de bolca sardalya yemekte. Zaten şehirde dolaşırken bir çok yerde ve hatta hediyelik eşya dükkanlarında bile konserve halinde sardalyalar görebilirsiniz.

Belem

Cumhurbaşkanlığı resmî konutunun da yer aldığı Belem, Portekiz’in denizcilik tarihinde önemli bir yere sahip. Burada the Jerónimos Manastırı önemli yerlerden biri. Vasco da Gama’nın 1497’de Hindistan baharat yolunu açmasıyla, hazineyi muazzam bir zenginlikle doldurmuş.

Bu nedenle de, Jeronimos Manastırı bu baharat serveti sayesinde bol para ve harcamayla yapılmış. Manastırda pek çok Portekiz Kral ve Kraliçesinin mezarının yanı sıra, Portekiz milli kahramanı ve halk şairi Camoes ile ünlü kaşif Vasco da Gama’nın mezarları Manastırın girişinde karşılıklı olarak yer almaktadır.

Denizcilik Müzesi (Museu de Marinha ) ve Belem Kulesi (Torre Belem) denizcilik tarihine tanıklık etmek için görülebilecek yerlerden. Belem Kulesi, Lizbon şehrinin sembollerinden biri haline gelmiştir. Portekiz Kralı I. Manuel’in talimatıyla 1515-1521 yılları arasında Tejo nehrinin kıyısında bir kale olarak düşünülerek inşa edilmiştir. Daha sonra deniz feneri, hapishane, gümrük kontrol noktası olarak kullanılmıştır. Denizciler için yolculuklarının başlangıç noktası ve Portekiz’in Keşifler Çağı’nın sembolü olmuştur.

Dünyaca ünlü Belem turtasını da unutmamak gerekir. Dışı çıtır hamur, içi muhallebi, üstü bol tarçın ya da pudra şekeri dökülerek yenen sıcak bir lezzet. 1837 yılında kurulan Belem Pastanesi sadece turta satarak başlıyor hayata ve dünyaca ünleniyor.

Lizbon’da hemen hemen her köşe başında bu turta satılıyor ancak, söylenene göre Belem Pastanesi’nde hafta içi 20 bin, hafta sonu ise 40 bin adetten fazla satılıyor. Buradaki turtaların farklılığının 200 yıldan fazladır sır gibi saklanan tarifinden kaynaklandığı, dünyada bu özel tarifi bilen 6 kişinin olduğu, rivayetlere göre bu kişiler aynı anda uçağa binmezler, aynı arabayla yolculuk etmez hatta aynı anda aynı yemeği bile yemezlermiş. Pastanede turtalar gizli mutfaklarda sadece bu tarifi bilen şefler tarafından hazırlanır, bu alanlar da daima şefler tarafından özel anahtarla açılırmış.

Rossio Meydanı

Orta Çağ’dan bu yana bölgenin ana meydanlarından biri. Meydan, Lizbonlular tarafından Pedro IV Meydanı olarak adlandırılır. Portekiz Kralı IV. Pedro’nun bronz heykeli meydanın tam ortasında bulunmaktadır Geçmişte bu meydanda pek çok ayaklanma, kutlama, boğa güreşi ve katliam yapılmış. Günümüzde ise, mitinglerde ve kutlamalarda kullanılan Rossio Meydanı, hem turistlerin yoğun ilgi gösterdiği hem de yerli halkın buluşma noktalarından biri. Carmo Rahibe Manastırı ve Carmo Kilisesi de meydanın yakınlarında gezilebilecek yerlerden.

Son Söz

Sarı renk ve tonlarının hakim olduğu, sokaklarından Fado sesleri yükselen, sarı tramvayların şehri Lizbon. Sıcacık sarmalıyor sizi, oldukça basit, ama bir o kadar da zevkli bir şehir Lizbon. Sıcacık atmosferi, kendine özgü karakteri ve tarihine sahip çıkışı ile ziyaret etmek için yeterince neden veriyor insana.

Yürüyerek gezilecek bir şehir olan Lizbon’da her ne kadar yokuşları, merdivenleri inip çıksanız da bir türlü yorulmuyorsunuz. Çıktığınız merdiven ya da yokuşların sonunda karşılaştığınız manzara büyülüyor ve yorgunluğunu unutturuyor insana.

Lizbon, ses kirliliğinin olmadığı bir şehir. Ne trafikte korna sesi duyuyorsunuz ne de kafe ve mağazalardan bir müzik sesi. Bu nedenle, José Saramago’nun Lizbon için söylediği “mırıldanan büyük bir sessizlik sadece…” sözünü çok iyi anladım Lizbon sokaklarını gezerken.

Vasco da Gama ve Magellan ile tarihin seyrini değiştiren bu güzel ülkenin güzel şehri Lizbon maalesef bağımlılık yapan şehirlerden bir tanesi. Pascal Mercier ile başladığım yazımı onun tümceleriyle “bir yerden ayrıldığımızda orada bizden bir şeyler kalır. Dönmüş olsak da orada kalırız. Ve içimizde bazı şeyler vardır ki sadece oraya dönerek bulabiliriz.” Lizbon’da bıraktıklarımızla yeniden kavuşmak dileğiyle …

Lizbon turlarını Trip Advisor güvencesi ile aşağıdaki linkten alabilirsiniz.

Yararlanılan Kaynaklar

Christiani, K. (2015). Lonely Planet Pocket Lisbon (Travel Guide).Lonely Planet Pub.
Jack, M. (2007). Lisbon: City of the Sea. I.B.Tauris Pub.
Meneses, F. (2009). Salazar: A Political Biography. Enigma Books

Napoli Gezi Rehberi: İtalya’nın Haşarı Çocuğu

Napoli

Roberto Saviano’nun Camorra mafyasını anlatan kitabı ‘Gomorra’, Carlo Ponti’nin “Dün, Bugün ve Yarın” ve Sophia Loren’nin ‘İtalyan Usulü Evlilik’ filmleri, konuları Napoli’de geçen yapıtlar. Napoli ile ilgili olarak tüm bildiklerim bunlardan edindiklerimden ibaretti.

Napoli “Yaşam Boyu Öğrenme Enstitüsü”nün 2011’de konuşma yapmak üzere yaptığı davet üzerine tanıştım Napoli ve Napoli’lerle… Napoli’ye ulaştığımda valizimin gelmediğini öğrendim. Pazar günü olduğundan kayıp bildirimi yapmak için uzun süre kimseyi bulamadım. Bir saatlik bir uğraştan sonra, birilerine ulaşmıştım, ancak, rahat ve lakayt bir biçimde kayıtları almaları valizime kavuşabilme umutlarımın kaybolmasına neden oldu. Ancak, sunum dosyalarım yanımda olduğuna göre diğerlerini çözerim herhalde diyerek, kalacağımız otele giderek, o zaman ev sahibi olarak gördüğüm sonradan çalışma arkadaşlığı ve dostlarım olan Napolilerle tanıştım.

Valizi bulmak için gösterdikleri çaba, akşam “çoraba ihtiyacın olabilir, çorap getirdim”, “kreme ihtiyacın olabilir krem getirdim”, “diş fırçan var mı? diyerek tek tek kapımı çalmalarını; sabaha karşı valizim teslim edildiğinde resepsiyondaki çocuğun sevincini; beni sabah farklı kıyafetle gören Napolili meslektaşlarımın alkışlarını hep gülümseyerek hatırlarım.

Napoli

Oysa ki, gitmeden önce Napoli hakkında okuduklarım hep uyarı niteliğindeydi, “aman dikkat”. “kapkaça ve kapkaççılara karşı”, “trafikte karşıdan karşıya geçerken”, “şehirdeki çöplere”, “kalabalığa” aman dikkat. Ya da, şehirde yapacak bir şey olmadığı, geçiş için kullanılabileceği yazıyordu. Oysa, Napoli beni benden aldı ve “aklım Napoli’de kaldı” diyerek döndüm. Daha sonra, birlikte proje yürütme davetleri ve Napoli “Yaşam Boyu Öğrenme Enstitüsü” danışma kurulunda yer almamı istemeleri, bana defalarca Napoli’ye gitme şansı ve olanağı verdi. Ancak, şunu kabul etmek lazım ki; ilk bakışta düzensiz, kirli ve karmaşık bir şehir. Ama kısa bir süre sonra, bu karmaşa içindeki hareketlilik, neşeli insanları, Napoli’nin tarihi, eski evleri ve dar sokakları, mahalle aralarında ipe dizilmiş çamaşırları, kaderine terk edilmiş binaları hayranlığınızı kazanmanıza neden oluyor, Napoli’nin evlerden ziyade sokaklara taşmış yaşamıyla.

Dikkatimi çeken bir başka nokta ise şehirde, arabaların çarpık, vuruk olmasıydı. Trafik düzeni olmadığı için, trafik kazaları oranı yüksek. Napolilerin araçlarının zarar görmesi çok da umurlarında değil, düzeltmek için çaba göstermiyorlar. Bu nedenle de, lambaları ve dikiz aynaları olmayan, çarpık kapalı arabalar hemen her yerde Napoli’de.

Napoli

Kısacası, o kadar da korkulacak bir şehir değil Napoli. Napoli’yi gezerken bir yanda eski krallık çağının görkemiyle bir yanda da Akdeniz’in kayıtsız ve mutlu yoksulluğuyla karşılaşıyorsunuz…

“Vedi Napoli e poi muori – Napoli’yi görmeden ölme” dedirtiyor insana.

İtalya’nın güneybatısında Vezüv Yanardağı ve Campi Flegri olarak adlandırılan iki volkanik bölge arasında yer alan Napoli, Campania Bölgesi’nin başkentidir. M.Ö. 750 yıllarında Yunanlılar tarafından keşfedilmiş. Şehrin adı, yunanca “Neopolis”, “Yenişehir” anlamındadır.

Yüzyıllarca yabancılar tarafından yönetilen Napoli, 763 yılında bağımsızlığını ilan etmiştir. Napoli, 20. yüzyılda da hükümetin ihmalinin kurbanı olmuş, İtalya’nın üvey evladı muamelesi görmüş, en güzel limonların yetiştirildiği; en güzel zeytinyağına sahip bu şehre sahip çıkılmamış, meydan da mafyaya kalmıştır. Okuma oranı düşük ve işsizlik oranı yüksek bu şehirde, ara sokaklar neredeyse tamamen mafyanın kontrolünde. Mafya devlete karışmadıkça devlet de mafyaya karışmıyor. Öyle ki, katıldığım bir panelde, panelistler arasında yer alan bir sendika üyesi, Avrupa Birliği Projesi ile halkı mafyaya karşı bilinçlendirme konusunda neler yaptıklarını, ne tür eğitimler verdiklerini anlatmıştı.

Napoli’nin tarihi şehir merkezi, UNESCO Dünya Mirasları koruma listesine alınmış, kiliseleri, mimarisi ve sanatsal yönü ile kendisine hayran bırakmaktadır. Napoli limanı, yakınlarında bulunan pek çok Akdeniz adasına giden feribotların merkez limanıdır. Akdeniz’in ve Avrupa’nın da en büyük limanlarından biridir.

Meşhur İtalyan pizzasının doğduğu yerdir, Napoli. Öyle ki, Napoli’de her yıl Eylül ayında kutlanan en önemli festival, Pizzafest bayram havasında geçer. Ye, Dua et, Sev filminde film kahramanı Elizabeth Gilbert (Julia Roberts)’ın Napoli’deki pizza yeme sahnesini gülümseyerek hatırlarım hep.

Pizzanın üne kavuşması 1889 senesine dayanıyor. İtalyan halkının vazgeçilmez lezzeti olarak yüzyıllarca tüketilen pizza, mozzarella peyniri ve domates ile birlikte yoksulların yiyeceği olarak ortaya çıkmış. Ancak, bir gün kraliçenin sarayda yoksul yiyeceği pizzayı yemek istemesi üzerine, yoksul yiyeceğinin nasıl yapıldığını bilmeyen saray aşçılarını, pizza ustası arayışına iter ve hızlıca yapılabilmesi için Esposito’ya sipariş verilir. Esposito, İtalyan bayrağının renklerini içersin diye mozarella peyniri, domates ve fesleğen ile yaptığı pizzayı kraliçeye sunar. Pizzanın ismini soran kraliçeye heyecandan pizzanın adını unutan ve jest yapmak isteyen usta heyecanla, pizzanın ismini Margherita olarak tanıtır. Kraliçe Margherita, Esposito’ya yazdığı teşekkür mektubunda tadını çok beğendiği pizzadan “Pizza Margherita” şeklinde bahseder. Söz konusu mektup, tüm halk tarafından duyulur ve yoksul yiyeceği pizza saray mutfağındaki yerini alır. İlgili mektup, hala bugünkü adı “Pizzeria Brandi” olan pizza dükkânının camında sergilenmektedir. Pizzeria Brandi, margherita pizzayı, buffalo sütünden yapılmış mozzerella peyniri eşliğinde sunuyor. Masalar, sandalyeler, duvarlar ve tabii ki taş fırın ilk günkü haliyle korunmaya çalışılmış, duvarlar burayı ziyaret eden İtalya’nın ünlü sanatçılarının fotoğraflarıyla süslenmiş.

Napoli

Mafya ve pizzadan sonra Maradona şehirde tapılan bir isim. Napoli’yi şampiyon yapan gerçek bir kahraman olarak görülür, Maradona. 1984 yazında Napoli’ye transfer olan Maradona, burada yeniden efsaneleşmiş, Napoli’yi de efsaneleştirmiş.

Maradona, Napoli’de oynadığı yedi sene içerisinde Napoli’yi sıradan bir takım olmaktan çıkarıp, o dönemde, Kuzey – Güney çekişmesinde Milan, Juventus gibi güneyin takımları karşısında ezilen Napoli’yi, A serisinde her sezon zirve mücadelesine oynayan güçlü bir takım haline getirmiş.

Kendilerini İtalya’da ayrık otu gibi gören Napoliler, -ki kendi dilleri olarak İtalyanca yerine Napolitano’yu görüyorlar- İtalya’dan intikamlarını İtalya – Arjantin maçında Arjantin’i destekleyerek almışlardır. Üzerinde Maradona formaları ile çocukları, sokak ya da bazı restoran duvarlarındaki eski Maradona posterleri Maradona’nın Napoli için futbolcudan fazlası olduğunu anlıyorsunuz.

Ancak yıllar geçtikçe Maradona’nın kariyeri yükseldiği gibi hızla son bulmuş. Camorra adlı mafya örgütü ile içli dışlı olması, seks skandallarına adını yazdırması, kokain ve alkol kullanmaya başlaması kötü sonu getirmiş. Her ne kadar kötü bir son olsa da Napoli yerel halkı için Maradona halen bir efsane, herkes halen Maradona’yı delicesine seviyor.

Napoli

Yukarıda da söz ettiğim gibi, Napoli sokakları, iki bina arasında gerilmiş ipler üzerinde sıra sıra çamaşırları ve pencerelerindeki rengarenk çiçeklerle dolu binalarıyla görmeye değer. Çamaşırlar asılı binalarla dolu sevimli ara sokakları ayrı cezbediyor insanı. Rivayete göre, giysilerdeki günahların güneş tarafından buharlaştırılacağına; bir de büyük veba salgınları döneminden kalan bir alışkanlıkla güneşin giysilerdeki mikropları kıracağını inanıyorlar. Ne zaman o giysilere ihtiyaçları olursa o zaman ipten alıyorlar.

Napoli Napoli’nin canlı meydanı Piazza Plebiscito çevresindeki sokaklarıyla (Via Toledo – Via Chiaia) cıvıl cıvıl. Bir zamanlar otopark olarak kullanılmış olan bu geniş meydan, bugün araç trafiğine kapalı. Plebiscito “referandum” demek. Plebiscito Meydanı, 1863’de Napoli Krallığının Birleşik İtalya’ya katılma kararı nedeniyle verilmiş bir isim. Roma’daki Pantheon’u andıran görünümüyle San Francesco di Paola Kilisesi de bu meydanda bulunuyor. Kilise üzerindeki grafitiler çok hoş görünmese de yine de etkileyici.

Napoli

Meydanda İtalya’nın ve dünyanın en tanınan ve en eski opera evi olan Teatro San Carlo bulunuyor. 4 Kasım 1737’de ilk açılışı yapılan San Carlo Tiyatrosu Avrupa’nın hala kullanılan en eski lirik opera binalarından biri olup Napoli eski şehri ile UNESCO Dünya Mirasları Listesi’ne girmiştir. Binanın içi herhangi bir gösteriye katılmaksızın da gezilebiliyor. Bir ziyaretimde Puccini’nin Tosca, bir diğer ziyaretimde ise La Bohéme operalarını izleme şansını yakaladım. Muhteşemdi, inanılmazdı. Opera izlemeye şık bir kıyafetle gitme zorunluluğu var. Binanın içi, eserlerin sahneye konuşu çok etkileyiciydi. 300 yıllık bir bina, binanın korunması için yapılanlar, ülkemizde sanata verilen değerle karşılaştırılınca “burnumun direği sızladı” desem yalan olmaz.

Napoli

Piazza Plebiscito’nun girişinde ünlü Gambrinus Caffe 1860 yılından beri hizmet veriyor. Bu tarihi mekanın içi çeşitli sanatçılar tarafından dekore edilmiş. Napoli’ye gelip de buraya uğramamak olmaz. Kahvesi ve tiramisu tatlısı oldukça güzel. İçerdeki kahve kokusunu duymanız gerek. Bir rivayete göre bu ünlü kafe mafya tarafından işletiliyormuş.

Napoli

Ayrıca, Piazza Plebiscito Meydanı’nda Napoli’nin ünlü şans biberlerinden alabilirsiniz. Bu biberler, kurutulmuş kırmızı biberlerin plastiklerinin iplerle birbirine bağlanması ile oluşturulmuş, anahtarlık, kolye ya da duvar aksesuarı olarak bulabileceğiniz bir şans objesi. Üzerinde taşıdığınızda ya da evinizde yüksek bir yere astığınızda, bereket ve şans getirdiği, kötü ruhları sizden uzaklaştırdığına inanılıyor. Burası ev yapımı makarnalar ile limoncello, meloncello gibi içecekleri uygun fiyatlarla bulabileceğiniz bir yer.

Napoli

Kilisenin solundan aşağıya doğru deniz kenarına inip biraz kuzeye yürürseniz küçük bir ada üstüne inşa edilmiş Castel dell’Ovo (Yumurta Kalesi) karşınıza çıkıyor. Ada, Yunanlıların milattan önce 600’ lü yıllarda ilk olarak buraya gelip, şehri buradan kurmalarıyla ilk yerleşim yerini oluşturmuş. Bugünkü görünümüne 15. yüzyılda kavuşmuş. Bu kaleye yumurta kalesi (Castel dell’Ovo) denmesinin nedeni bir efsane. Büyü ve kehanetleri ile meşhur Romalı ozan Virgil, bu kalenin inşası sırasında sihirli bir yumurtayı kalenin temellerine yerleştirdiğinden ve eğer bu yumurta kırılırsa Napoli’nin başına felaketler geleceğini söylemiş. Gökyüzünün açık olduğu bir günde kalenin en üstüne çıkarsanız Napoli ve Vezüv’ün manzarasının keyfini çıkarabilirsiniz.

Bu bölge Lungomare olarak isimlendiriliyor, bölge trafiğe kapalı, paten yapan, bisiklete binen gençler, akşam yemeği için süslenmiş hanımefendi ve beyefendileri görebilirsiniz burada. Yanyana restoranlar, barlar lokantalar tam keyif yapılacak yerler. Özellikle de tango severler için sahildeki Cafe Vanilla’da çalan tango eşliğinde caddede tango yapan çiftler görülmeye değer.

Napoli

Napoli’nin araba trafiğine kapalı bir başka tarihi mahallesi Spaccanapoli, şehri bıçak gibi ikiye böler. Anlamı da “Napoli’yi bölen cadde” anlamındadır. Napoli’nin bu bölgesi, kirli, tehlikeli olarak bilinir. Ancak, küçük, dolambaçlı, parke taşlı sokaklar, kiliseleri, taş duvarların yanına konumlanmış mini mini masalarıyla kahve satan dükkanları, kafeleri, küçük pizzacıları, hediyelik eşya dükkanları ve cadde üzerinde eskiden kalan dar ve kıvrımlı sokaklarıyla görülmeye değer. Bence Napoli’yi biraz daha iyi anlamak, Napoli’nin bütünü hakkında fikir sahibi olmak için görülmesi gereken yerlerinden biri.

Napoli’nin çevresinde Pompei, Capri Adası, Sorento gibi gezilebilecek farklı yerler var. Ben sadece Pompei’ye gidebildim. Gerisi artık bir dahaki sefere.

Günahlar Şehri: Pompei

Vezüv Yanardağı’nın eteklerinde bulunan yerleşim yeri Pompei (taşlaşmış insanların yeri demek), M.S 79’da yanardağın patlamasıyla yok olmuş. “Tanrı onları zevke olan düşkünlükleri nedeniyle cezalandırdı” şeklinde inançlar var. Eskiden ülkenin en varlıklı insanlarının yaşadığı bu bölgede, varlığın getirdiği azgınlık ve şımarıklık ve sapkın davranışlar artmış. İmparator bile kendi kız kardeşlerine aşık olarak, yapılabilecek en sapkın hareketi yapar hale gelmiş. Yemek yemek asillerin en büyük eğlencelerinden biri haline gelmiş öyle ki, tekrar tekrar yemek için, yemekten sonra kaz tüylerini kullanarak kendilerini kustururlarmış.

Napoli

Yanardağın patladığı gün her şey normal giderken, şehirde bir deprem olur, ancak Pompei halkı bunu çok dikkate almaz. Vezüv Dağı’ndan hafiften şehre doğru gelen külleri de umursamayan halk, küllerin arkasından gelen güçlü ve yoğun kül tabakası ile karşılaştığında felaketin önemini anlar. Paniğe kapılanlar hızla deniz kenarına doğru koşarken, bir kısmı da evlerine kapanır. Ancak, deniz çok hareketlidir, dalgalar insan boyutlarını aşmış, gemileri fırlatmıştır. Buradaki insanların üzeri yoğun kül yağmuru ve kızgın taşlarla kaplanır. Evde kalanların sonu da farklı olmaz. Etrafı saran yoğun kükürt dumanından, etkilenerek dışarı çıkar ve üzerlerine kızgın taşlar düşer. Bu felakette yaklaşık 20 bin nüfuslu şehirde kimse kurtulamamıştır. O anda hangi hareket halinde iseler, o halleriyle (çocuğu ile birlikte kaçmaya çalışırken, elleri ile başını tutmuş, rıhtıma doğru koşmaya çalışan, sokak kapısını açmaya çalışan uyuyan insan bedenleri, kadın), yaşanan felaket gözler önündedir.

Napoli

Burası yüzyıllarca lavların altında kalarak korunmuş, yapılan kazılarla bazilika, restoranlar, hamamlar, ekmek fırını, adliye binası, pazar alanı, zengin ailelerin evleri, esir pazarı gibi ortaya çıkarılmış.

Özetle, Una Notte a Napoli şarkısını Pink Martini’den her dinleyişimde Napoli aklıma geliyor ve gülümsüyorum. Napoli, pizzaları, kahveleri, mafyası, doğal ve tarihi güzellikleri ve sanki, Vezüv yanar dağının yaklaşık iki bin yıl önce yaptıklarını unutmadan, yaşamdan keyif almayı ön plana çıkaran Napolilerle, Sophia Loren’in şehri görülmeye değer.

 

Moskova Gezi Rehberi: Muhteşem Moskova

Moskova

Moskova görkemli, mağrur bir şehir; her köşesinde haşmetli, gotik, klasik bir çok kilise, katedral, saray, heykel, ve köprüleri ile. Geniş ve temiz sokakları, müzeleri, dünyanın en güzel sanat galerisi şeklinde yapılmış metro istasyonları şehrin unutulmazları arasında. Şehir adını içinden geçen Moskva Nehri’nden almakta.

Moskova Rusya Federasyonu’nun başkenti. Şehir merkez nüfusu 13 milyon civarında. Avrupa’da İstanbul’dan sonra en kalabalık nüfusa sahip şehir. Moskova Ekim Devrimi sonrası 1918’de başkent ilan edilmiş, bugün Rusya’nın siyasi ve finansal merkezidir. Dünyanın  en pahalı şehirleri arasındadır.

Ulaşım

Moskova’ya İstanbul’dan direk uçuş bulunmaktadır. İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan uçağımız saat 11.50’de kalktı. Moskova’da dört adet uluslararası havaalanı bulunmaktadır. Bizim Pegasus Havayolları uçağımız Domodedova Havaalanı’na saat 15.30 da indi. Otelimizi özellikle merkezde ayırtmıştık.

Havaalanından merkeze Aeroexpress tren veya otobüs ile ulaşmak mümkün. Üç kişi olunca taksi ile ulaşım maliyeti de yüksek olmamakta. Havaalanında dışarıya çıkmadan taksi için bir banko bulunmakta; oraya başvurunca gideceğiniz yere göre fiyatı hesaplayıp taksi çağrılıyor. Taksiye 1650 ruble ödedik. Neşeli ve sıcak kanlı taksi şoförü yol boyunca güzel Rus müzikleri çaldı, İngilizce bilmemesine rağmen beden dili ile yolda Moskova’yı tanıtmaya çabaladı.

Konaklama

Moskova’da Tverskaya Caddesi No.8’de Amelia Aparts’ta yer ayırtmıştık. Gezilerimizde konaklayacak yer için temel kriterimiz, merkezi bir yerde uygun fiyatlı olmasıdır. Taksi şoförü bizi o caddeye getirince gözlerimize inanamadık; çünkü Tverskaya Caddesi’nin Moskova’nın en ünlü ve zengin caddesi olduğunu biliyorduk. Numaralar bloklara veriliyor; binalar büyük, temiz, hoş görünüyordu. Taksi şoförü 8 numara yazısını görünce bizi arabadan indirdi, biz blogun köşesine doğru yürüyerek binanın girişini bulmaya çalıştık. Bu arada iki gün önce 18 derece olan hava sıcaklığı 2 dereceye inmişti. Bu soğuk havada köşede bekleyen bir genç “Siz Türkiye’den mi geliyorsunuz, sizi bekliyordum!” deyince şaşırdık. Apartın sahibi imiş. Booking.com’dan bir gün önce aparta tahmini ulaşım saatimizi sormuşlardı. Ev sahibi olmasa daireyi bulmamız pek mümkün görünmüyordu. Ev sahibi bizi blogun arkasına geçirdi. Binanın ön yüzü çok bakımlı iken, arka tarafı o kadar lüks görünmüyordu; giriş kapısı arka taraftaydı. Rusların yaşadığı apartmanın bir dairesiydi. Eski ama temiz daire, iki oda mutfak ve banyodan oluşuyordu. İki odada televizyon, mutfakta tüm ihtiyaçlarımızı karşılamaya uygun teçhizat ve internet bağlantımız vardı. Apart için dört gece üç kişi toplam 20.000 Ruble ödedik. Moskova’da otel fiyatları yüksek olduğundan böylesine merkezi bir apart için ödediğimiz rakam oldukça makul bir fiyattı.

Gezelim Görelim

Bu yazıda dört gece ve gündüz dolu dolu gezdiğimiz Moskova’da gezilecek yerleri günlere göre sıraladım. Tabii ki Moskova’yı dört günde gezmek, bu muhteşem şehre sınırlı bir süre ayırmak demek. Ancak gitmeden önce dersimizi çalışıp, mutlaka görülmesi gereken yerleri iyi planladık. Yazıda da günlere göre gezdiğimiz yerleri sıralayarak, Moskova’ya dört gün ayıracaklar için rehber olabilecek şekilde yazmaya çalıştım. 

Kızıl Meydan Gece Görüntüsü

Apartımıza yerleşmemiz tamamlandığında hava kararmıştı. Ancak uzun zamandır hayallerimizi süsleyen Moskova’ya ulaşmıştık ve Kızıl Meydan’a sadece 15 dakika yürüme mesafesinde uzaklıktaydık. Kızıl Meydan’ı gece gezmek üzere kendimizi dışarıya attık. Kısa bir yürüyüş ile Diriliş Kapısı’ndan geçerek Kızıl Meydan’a girdik. Işıl ışıl aydınlatılmış Meydan’a hayranlıkla bakakaldık; sanki masal diyarına gelmiştik. Bir taraftan da kar yağıyordu.

Kızıl Meydan Moskova’nın tarihi boyunca ve günümüzde en ünlü meydanıdır. Gösteriler, mitingler, törenler, tarihteki idamlar bu meydanda yapılmıştır. Meydan ismini Rusça kızıl anlamında olan “krasnaya” sözcüğünden almaktadır. Bu kelimenin aynı anda güzel anlamına geldiği, aslında güzel meydan olarak isimlendirildiği belirtilmektedir. Meydan 15. yy’da Kremlin duvarları yapıldıktan sonra düzenlenmiş. Kızıl Meydan Unesco Dünya Mirasları Listesi’nde yer almaktadır.

Moskova

Sağ tarafta kırmızı renkli Tarih Müzesi, solda mavi pembe renkli Kazan Kilisesi, onun yanında kocaman tarihi bina tamamen ışıklandırılmıştı.

Gum Alışveriş Merkezi, tam karşıda Moskova’nın simgesi rengarenk Aziz Basil Kilisesi; kilisenin sağ tarafında meşhur Kremlin Sarayı’nın duvarları ve Lenin Mozolesi yer almakta idi. Meydanın gece görüntüsü nefes kesici idi. Işıl ışıl ve meydanın en büyük tarihi binası Gum Alışverişi Merkezi akşam saatinde gezebileceğimiz binaydı. Gösterişli Gum binasının 125 yıl önce yapımına başlanmış, üç yılda yapımı tamamlanmış, Neo Rus tarzı bir yapı. Tavanları cam, çelik ve taştan yapılmış. İç içe geçmiş galerilerde dünyanın ünlü markalarının dükkanları yer almakta. Kızıl Meydan’a çıkan kapısında sol altta yer alan ‘tarihi tuvalet’ ise dünyada bir alışveriş merkezinde görülebilecek en güzel tuvalet. Tarihi dekorasyonu, içinde çalan Rus müziği ve temizliği nedeni ile diğer tuvaletlere göre yüksek bir ücret ödense bile görmeye değer bir yer. 

Aziz Basil Kilisesi

İkinci gün sabahı, Moskova’da uyanmanın keyfi ile hemen hazırlanıp öncelikle Kızıl Meydan’ı gündüz ve detaylı gezmek için yola çıktık.

Tüm günümüzü geçireceğimiz Kızıl Meydan’ın girişinden başlayalım gezimize.

Moskova

Kızıl Meydan’da her ülkeden çok sayıda turist vardı. Kar yağmaya devam ediyordu. Meydanda önce Aziz Basil Kilisesi’ni ziyaret ettik. Binanın dışı çok renkli ve çekici idi; kilisenin önünde bol miktarda foto çektik. Sonra kilisenin içini detaylı gezdik. Dışarıya çıktığımızda kar yağışı tipiye dönüşmüştü; zor yürüyorduk: Buna rağmen Kremlin Müzesi’ne doğru keşfimiz devam etti. İzmir’den Ekim ayının ortasında 23 dereceli parlak güneşli günde ayrılıp ertesi gün, Moskova’da kar görmek bizi çok keyiflendirdi.

Moskova

Kızıl Meydan’ın güney kanadında yer alan kilise, sadece Kızıl Meydan’ın değil, Moskova’nın simgesi gibidir. Her biri ayrı yükseklikte 8 kule ve içerisinde 11 bölümden oluşmaktadır. III İvan, Rusların deyimi ile Büyük İvan veya bizim tarih kitaplarındaki adı ile Korkunç İvan, 15. yy’da Rusya’yı Kazak ve Mogol işgalinden kurtarmanın anısına bir katedral yaptırmak ister. Katedrali İtalyan Mimar Barma tasarlar. III. İvan kilisenin bitiminde çok beğenir ve dünyanın başka köşesinde benzer bir yapı olmasın diye mimarın gözlerini oydurur. 1555-1561 yılları arasında inşa edilmiştir. Katedralin sekiz kulesinin her biri başka bir zaferi ifade etmektedir. En yüksek bina altın kaplamalı… Yapıldığı tarihte tüm kulelerin altın kaplı olduğu, 1670 yılında diğer kulelerin boyandığı belirtilmektedir. Katedral müze olarak hizmet vermektedir; giriş ücreti 100 Ruble.

Kremlin Sarayı

Kremlin Sarayı’nın merkezi Katedral Meydanı şehrin en önemli tarihi meydanıdır. Orta Çağ sanatçılarının en önemli eserlerini kapsayan ve hala korunan bir meydandır. Meydanda yer alan kiliselerden ‘Meryem’in Göge Yükşeliş Kilisesi’nde kraliyet ailesine ait sanat eserleri yer almaktadır. “Bildiri Kilisesi”nde Büyük İvan’ın tacı sergilenmektedir.

Moskova

Kremlin içinde yer alan hazine bölümünde tarihi değerli parçalar bulunmaktadır. Çarın hazineleri, Çarın tören kıyafetleri, silahlar, açık arabaları, atlarda kullanılan aksesuarlar, Ortodoks Rus Kiliseleri din adamlarının kıyafetleri, sanatçıların altın ve gümüş çalışmaları ve diğer ülkelerden hediyeler. 4. yy’dan 20. yy’a kadar olan döneme ilişkin çok değerli dört binden fazla parçanın sergilendiği müze görülmesi gereken bir bölümdür.

Bazı turlarda Kremlin bahçelerindeki kiliseler gezilirken, bilet almanın zor olacağı belirtilerek Hazine Bölümü gezilememektedir. Bu bölümün biletlerini internetten almak mümkün. Ayrıca her saat içeriye girilememektedir. 10:00, 12:00, 14:30 ve 16:30’da turlar başlamaktadır. Büyük İvan Çan Kulesi’ne de girişler saat başı olmaktadır. Bu arada Çar Çanı’ndan söz etmek gerekiyor.

Çar Çanı

Dünyanın en büyük çanı, 202 ton, 6,14 metre yüksekliğinde, 6,6 metre genişliğindedir. Çar Çanı çan kulesinin içinde değil, yanında yer almaktadır. Bu çan hiç çalmamış. 1787 yılında çan tamamlandıktan sonra çıkan yangında demirden yapılan çanın yangın ve hava koşulları nedeni ile bir parçası kopmuş.

Kremlin Sarayı perşembe günü dışında her gün açık. Bilet fiyatları gezilecek yere göre değişmekte…

Kremlin Sarayı Bahçesi ve Katedraller Meydanı: 500 Ruble

Hazine Bölümü (Armory Chamber): 700 Ruble

Büyük Çan Kulesi: 250 Ruble

Bilet satış bölümünde camda dört ayrı tur ve ayrı fiyatı vardı. Bilet satan kişiye farklılıkları sorduğumuzda İngilizce bilmediği için açıklama yapamadı. O arada bilet alan bir Rus bize yardımcı oldu.

Bir bilet Kremlin Sarayı’nın bahçesi ve kiliseleri gezmek için, diğer bilet hazine bölümünü gezmek için, biri sadece elmas bölümü için, sonuncusu da Ivan Çanı’na çıkmak için; bu arada çanın restorasyon nedeni ile kapalı olduğunu öğrendik. Kremlin Sarayı’nın bahçesi, kiliseleri ve hazine bölümü biletlerini aldık. Bu arada bir noktayı belirtmem gerek; bahçe ve kiliseler biletleri her saat alınabilirken, hazine bölümü biletleri belirli saatte satılıyor. Bizim bulunduğumuz saatlerde 14.30 için hazine bileti satılacak diye yazılmıştı o bileti almak için! Gişe önünde 20 dakika beklemek zorunda kaldık.

Bizim için Hazine Bölümü (Armoury Chamber) de çok ilgi çekici idi. İlk kez bir müzede kralların ve kraliçelerin bindiği açık arabaları (carriages) yakından gördük. Filmlerden tanıdığımız o açık arabaların ne kadar ihtişamlı olduğunu görmek etkileyici idi. Biz Türkler için ilginç bir bölüm de Osmanlıların gönderdiği hediyelerdi. Küçük Kaynarca Anlaşması sonrasında Sultan I. Abdülhamit ve Sultan III. Selim’in gönderdiği değerli hediyeler arasında örtüler, kılıç, kalkan, at üzengileri, taşlarla ve kıymetli metaller ile süslenmişlerdi. Ayrıca çok gösterişli kostümler yer almakta idi.

Arbat Caddesi 

Üçüncü günümüzde Moskova’da ünlü ve turistik Arbat Caddesi ile güne başlamak istedik.

Arbat Caddesi geniş, ferah, hediyelik eşya dükkanları ve kafelerin olduğu bir cadde. Sabahın erken saati olması ve soğuk nedeniyle sokakta fazla kişi yoktu. Caddede birkaç hediyelik eşya dükkanına uğrayıp bir baştan bir başa yürüdük. Caddenin sonundan taksiye binip Bolşoy Tiyatrosu’na gittik.

Bolşoy Tiyatrosu  

Bolşoy Tiyatrosu, dünyanın en ünlü opera bale ve klasik müzik salonlarından biri. Biletleri üç ay önce satışa çıkartılıyor. Metro istasyonu: Ohotnii Ryad, Teatralnaya veya Ploshad Revolutsii  

Bolsoy Tiyatrosu’nda bir bale veya opera izlemek, gezimizi planlarken mutlaka yapılacaklar listemize alınmıştı. Biletler üç ay önce satışa çıkıyordu; ancak bizim daha erken bilet alma şansımız olmadığı için kapıda karaborsa satıcılardan bileti almak zorunda idik. Hem öğlen hem de akşam Giselle Balesi gösterisi bulunuyordu. Biz öğlen için üç bilet aldık. Hayallerimizden birini gerçekleştirmiştik. Dünyanın en ünlü opera bale ve klasik müzik salonlarından birinde en ünlü balelerden birini izleme şansına kavuşmuştuk. Bu arada iki arkadaşım sahneyi güzel gören koltuklardan bale izlerken, ben en kenarda ve ayakta izlemek zorunda kalmıştım. Her ne olursa olsun harika bir gösteri idi. Bu arada bu kadar kötü bir yerde izlemek zorunda kaldığım için bilet paramın bir bölümünü geri aldım. Hiç olacak bir şey gibi gelmiyor değil mi? Bu anım ayrı bir yazı konusu okumak isterseniz:

Bolşoy Balesi’nde Bilet Paramı Nasıl Geri Aldım?

Bale gösterisi sonrası, öğleden sonra Tarih Müzesi’ne gideceğimiz için Kızıl Meydan’da yer alan binaya doğru yürümeye başladık. Tam Kızıl Meydan’ın girişinde Diriliş Kapısı’nın önünde kalabalık ve festival havası vardı. Ortada büyük bir masa üzerinde yiyecekler, küçük sevimli kulübelerde hediyelik eşyalar ve yemekler vardı. Ortada büyük bir pastanın önünde herkes pasta alıyordu ve para ödemiyordu. İzmir’de lokma dağıtılması gibi parasız mı dağıtıyorlar acaba diye düşündük. Zehra pastaya doğru yöneldi. Biraz sonra elinde üç tabak pasta ile döndü; gerçekten parasız dağıtıyorlarmış. Hava bir gün önceki gibi soğuk ve karlı değildi, hatta hoş bir güneş vardı; dışarıya masalar kurmuşlardı. Bir büfede satılan pilav ve et alıp kahve yemek ve tatlımızı yedik. Sonra günün özelliğini bir Rus’a sorduk. Bugünün Kazaklar için özel bir gün olduğunu o nedenle böyle bir şenlik olduğunu söyledi. Biz de birkaç hediyelik eşya aldık ve bu güzel şenliği paylaştık.

Öğleden sonra programımızda Tarih Müzesi yer alıyordu.

Tarih Müzesi

Kızıl Meydan’ın Diriliş Kapısı’ndan girişinde sağ tarafta kuzey yönünde yer alan Tarih Müzesi kırmızı etkileyici bir bina. Müze 1872 yılında kurulmuş. Müzede tarih öncesi çağdan günümüz Rusya’sına kadar sayısı milyona ulaşmış değeri ölçülemeyen eserler bulunmakta. Soyluların özel antika koleksiyonları için de birkaç oda ayrılmıştır.

Lenin Mozolesi

Dördüncü günümüze Lenin Mozolesi ile başladık. Lenin Mozolesi, Kızıl Meydan’ın merkezinde yer almaktadır. Sovyetler Birliği’nin kurucusu Lenin’in mumyalanmış vücudu görülebilmektedir. Fotoğraf çekmek yasaktır. Giriş ücretsizdir. Saat 10.00 ile 13.00 arasında pazartesi ve cuma günleri dışındaki beş gün açıktır.

Mozolenin önünde turistlerin yanı sıra çok sayıda Rus uzun kuyrukta bekliyordu. Kuyruk hızla ilerliyordu; çünkü tek sıra halinde Mozoleye giriyorsunuz ve hiç durmadan ilerliyorsunuz. Mozolenin içerisi loş bir ışıkla aydınlatılmıştı, Lenin gösterişli bir sandığın içerisinde kırmızı örtülerin ortasında mumyalanmış vücudu ile canlı gibi yatıyordu. Çok etkileyici güzel bir sunum idi. Dünyanın değişik ülkelerinde ülke kahramanlarının mozolelerini ziyaret etmiştim; ancak Lenin’in uyur gibi tüm vücudunu görmek oldukça etkileyici geldi.

Lenin Mozolesi’nden sonra sırada ünlü şairimiz Nazım Hikmet’in mezarı vardı.

Novodeviçi Mezarlığı ve Nazım Hikmet Mezarı

Nazım Hikmet’in mezarı, Novodevic Manastırının bahçesindeki mezarlıkta bulunmaktadır. Novodevic Manastırı 1500 yıllarının başında inşa edilmiştir. Yanındaki mezarlık, birçok ünlü kişinin mezarının bulunduğu Rusya’nın en ünlü mezarlığıdır. Gogol, Antov Cehov, Boris Yeltsin ve birçok ünlü burada yatmaktadır. Ünlü şairimiz Nazım Hikmet’in de mezarı buradadır. Saat 9.00-17.00 arası ziyarete açıktır. Ulaşmak için inilecek metro istasyonu: Sportivnaya

Novodovic Manastırı ve Novodovic Mezarlığı‘nın olduğu bölgeye nasıl ulaşacağımızı internetten araştırdık. Sportivnaka Metro Durağı’nda inip sağa doğru 6-7 dakikalık yürüyüş ile kolay ulaştık. Nazım Hikmet ve birçok ünlü sanatçı ve düşünürün mezarının yer aldığı mezarlık heykel açık hava müzesi gibi idi. Nazım Hikmet’in güzel heykelinin tam önünde sevgili Vera’sının mezarı bulunmaktadır.

Moskova

Mezarda Nazım’ın mezarında başka mezarlara göre çok sayıda taze çiçek ve anlamlı notlar gördüm. Yani çok sayıda Türkün mezarı ziyaret edip çiçek bırakması çok duygulandırıcı. Ne mutlu Nazım’a! Memleketinde yatamıyor, ama onu seven Türkler ziyaretini ve çiçeğini eksik etmiyor. Bir daha gitme şansım olursa taze çiçek götürmeyi unutmayacağım.

Puşkin Müzesi

Nazım’ın mezarı sonrası metro ile Puşkin Müzesi’ne geldik. Puşkin Müzesi Moskova’da Avrupa sanat eserlerinin sergilendiği en büyük müze. Müze Rus İmparatoru III. Alexsander adına Devlet Güzel Sanatlar Müzesi olarak yaptırılmış, 1937 yılında modern Rus edebiyatının önderi, ünlü şair, yazar Aleksandr Puşkin’in 100 ölüm yıl dönümünde onun adı verilmiş. Müzenin yapımına 1898 tarihinde başlanmış ve 1912’de tamamlanmıştır. Müzede Antik Mısır, Roma, Yunan ve Avrupalı ressamların orijinal eserleri olduğu gibi, dünyanın ünlü Yunan ve Roma heykellerinin kopyaları da bulunmaktadır. Türkiye’den kaçırılan Truva Hazineleri de burada sergilenmektedir.

*moscovery.com

Pazar günü saat 14.00’te müzeye ulaştık. Müzenin önünde dışarıya sokağa uzamış çok uzun bir kuyruk vardı. Kuyrukta pek turist yok; daha çok Moskovalılar çocukları ile bekliyordu. Bu kuyrukta sabırlı ve sebatkar Rus halkını tanımış olduk. Çok sayıda 6 yaştan başlayan çocuklar aileleri ile bir Pazar günü 0 derece havada sabır ile kuyruk bekliyorlardı. Kuyruk yavaş ilerliyordu ve tam iki saat kuyrukta bekledik. Moskova’da beni en çok etkileyen görüntülerden biri ailelerin çocukları ile bu soğukta kuyrukta iki saat beklemeleri ve müzenin içerisindeki görüntü idi. İçeriye girdiğimizde aslında müzenin çok kalabalık olmadığını, ferah ve rahat gezilebildiğini, çocukların bir heykelin veya resmin karşısına geçip yerde oturarak resim yaptıklarını görmek, sanat, kültür eğitiminin nasıl verilmesi gerektiğini anlamamızı sağladı. Bizde son yıllarda aileler pazar günlerini her yaştaki çocuklarını alıp alışveriş merkezlerinde geçirmekteler.

Metro İstasyonları Turu

Gün sonunda sıra metro turuna geldi. Moskova’da 200’den fazla metro istasyonu var. Özel dekore edilen metro istasyonları asıl olarak ortadaki kahverengi renkli metro hattında yer almaktadır. Mutlaka görülmesi gereken 12 istasyon bulunmaktadır.

Moskova

Organize turlarda metro turu bulunmakta. Ancak bu turu biz her özel metro istasyonunda inip, gezip, eserleri inceleyip fotoğraflarını çekerek gerçekleştirdik. Aslında bir rehberimiz olsa idi belki temaları açıklayabilirdi. En az zorlayan etap bu oldu, biraz dinlenme fırsatı bulduk. Moskova gezinizde bu 12 istasyonu gezmeyi unutmayın. Tam bir sanat galerileri turu olacaktır.

Yeme İçme

Tverskaya Caddesi’nin Moskova’nın en lüks caddesi olduğunu belirtmiştim. İlk gece bu caddede bir restoranda oturmak istedik; Cadde üzerinde suşi restoran gördük. Hemen oraya girdik, temiz, hem şık hem sade bir restoran idi. Çok lezzetli suşiler yedik. İlk gece Moskova’da Japon suşisi yemek ilginç ama Rus yemeklerini tatmak için zamanımız olduğunu düşünüp susiyi tercih ettik. Votka ve suşi Rusların favorileri arasında yer alıyormuş.

Moskova’nın özel yemekleri arasında olan borç çorbası denenmeye değer. Borç çorbası bildiğimiz lahana çorbası; ancak kırmızılığı içine konan kırmızı pancardan kaynaklanmakta.

Moskova’da Ne Alınır?

Havyar, Votka, Peynir, Balık Fümeler, Sigara, Matruşka

Son Söz

Moskova gezimiz başlıktaki anlamı gibi muhteşem geçti. Moskova bugüne kadar gezdiğim şehirler arasında beni  en çok etkileyen şehirler arasında yerini aldı. Moskova sokakları çok temiz, sokakta sigara içen sayısı çok değil. Caddelerde büyük çöp kutusu göremiyorsunuz. Nerede ise iki gün yerde sigara izmariti görmemiştik. Bir alt geçidin önünde yerde izmarit gördük. O arada bir turist sigara izmaritini yere attı; o anda ortaya çıkan bir Rus polis turistin sigarasını yerden aldırtıp yanda küçük bir çöp kutusuna atmasını sağladı.

İkinci gün otelimize dönerken bir marketten bir şeyler almak istedik. Caddede sigara satan bir dükkana sorduk; bize blok numarası ile güzelce tarif etti. Ancak o bloğun önünden birkaç kez geçmemize rağmen göremedik. Sonunda tekrar bir gence sorduk, o da Türkçe bilen bir Özbek çıktı ve bizimle marketin önüne gelip gösterdi; biz hala anlayamamıştık. Market kafe ve eczane şeklinde görünüyordu. Çünkü süpermarket alt katta imiş. Yani sistem hala tüketim mallarını çok gösterişli bir şekilde sunmaya çaba göstermiyor. Diğer bir deyişle, tüketimi körüklemek için çaba sarf etmiyorlar. Ya da asıl gelir kaynakları turizm gelirlerinden çok petrol ve doğal gaza dayandığı için turizm sektörüne ayrıca ağırlık verilmiyor diye düşünülebilir.

Rusya’da sigara çok ucuz. Türkiye’deki fiyatın yarısına istediğiniz sigarayı alıyorsunuz. Bu kez dönüşte havaalanından sigara almak yerine sigaralarımızı Moskova’dan aldık.

Moskova halkı sessiz, sakin ve turistlere mesafeli davranış gösteriyorlar diye düşünüyorum. Henüz turiste ilgi gösterip, mal satma çabasında değiller. Orta yaşın üzerinde İngilizce bilen az kişiye rastlıyorsunuz. Çok içe kapanık bir toplum; turiste alışkın değiller belli ki…

Kiril Alfabesi kullandıkları için kendi başına dolaşmak Latin alfabesi kullanan diğer ülkelerde dolaşmak kadar kolay olmuyor.

 

 

 
 



 

 

 

 

 

 

 

Urbino Gezi Rehberi: Rönesans Kenti

Urbino

Urbino’nun adını ilk olarak 2007’de Cem Akaş’ın Everest Yayınlarından çıkan ‘Gitmeyecekler için Urbino’ isimli kitabını okuduğumda duymuştum. Şehri tanıtan, turistik bir kitap değildi, aksine okuru düşsel seyahatlere yönlendirip, Urbino’nun dar sokaklarında dolaştırıyordu, daha sonra, Denemeleri ile bildiğimiz Montaigne’in 1580-1581 yıllarında Avrupa’yı dolaşarak İtalya’ya kadar gittiği ve sonra Fransa’ya döndüğü yaklaşık iki yıllık seyahatinin notlarından oluşan ve diğer dillerde ‘İtalya Seyahati Günlüğü’ olarak yayınlanan kitap, 2012 yılında Yapı Kredi Yayınları arasından Yol Günlüğü olarak yayınlandı. Bu kitabı okurken Urbino ile bir kez daha karşılaştım.

Urbino ile üçüncü karşılaşmam ise “Napoli Yaşam Boyu Öğrenme Enstitüsü”nün bir toplantısını Urbino Üniversitesi ile birlikte düzenlenmesi ve beni konuşmacı olarak davet etmeleri üzerine oldu.

Önce Bologna’ya gidip oradaki dostlarımla birlikte tren ve otobüs ile üç saatlik bir yolculuktan sonra ulaştık Urbino’ya. 2 saatlik tren yolculuğu sonrası Pesaro İstasyonu’na gelip, 45 dakikalık bir yolculuk gerektiren otobüse binmek gerekiyor. Otobüsü beklerken, derme çatma kafede bir kahve içebilirsiniz.

Urbino tam da Montaigne’in “Yol Günlüğü”nde söz ettiği gibi, bir dağın tepesinden aşağıya doğru (eteğine) uzanan, başka hiçbir yere benzemeyen, dar sokakları ile bol inişli çıkışlı bir yer. 

Urbino’da “Urbino Üniversitesi”, “Urbino Güzel Sanatlar Akademisi” ve “Urbino Yüksek Sanat Enstitüsü” olmak üzere üç tane yüksek öğretim kurumu bulunuyor. Urbino Üniversitesi, 1506 yılında Duke Guidobaldo tarafından kurulan “Collegio dei Dottori” den ortaya çıkmış.

Urbino

Matematik, Fizik, Mantık, Metafizik ve Teoloji bölümleri ile kurulan koleje 1671 yılında Hukuk Fakültesi eklenmiş, 1862 yılında da bağımsız bir devlet üniversitesi haline gelmiş. Günümüzde ise 8 fakültesi ile İtalya ve dünyanın çeşitli ülkelerinden gelmiş 13.500 öğrencisi bulunuyor.

Üniversitenin tüm fakültelerinin tarihsel binaları sizi büyülüyor, hatta laboratuarları bile kurulduğu halleriyle duruyor. Üniversiteye müthiş bir güzellik katıyor. Urbino Yüksek Sanat Enstitüsü’nden mezun olan öğrenciler tarihi eserlerin, fresklerin restorasyonlarını yapıyorlar. İtalya’daki tarihsel yapı düşünüldüğünde, tarih ve sanat tarihi mezunlarına ne kadar çok ihtiyaç olduğunu tahmin edebilirsiniz. Öte yandan çeşitli uygarlıkların beşiği olan ülkemizde tarihe ve tarihi eserlere verilen değer ile Tarih ve Sanat Tarihi Bölümü öğrencilerine verilen değer de doğru orantılı gibi geldi bana. O nedenledir ki, bu bölümlerin mezunları pedagojik formasyonla bir yıl içinde öğretmen olmak için canhıraş bir çaba içine giriyorlar. Neyse, bu bölümlerin restorasyon atölyelerini ziyaret etmek, çok güzel bir deneyim oldu benim için.

Urbino öğrenci ve turistler için şekillenmiş sakin, ama, gerçekten sakin bir şehir. Şehirde bir trafik yok, kalabalık yok, koşturmaca yok, her şey ağır çekim bir film sahnesi gibi gidiyor. Şehirde birçok şey öğrenci ve turistler için. Dar sokakları, müze gibi duran evleri ve pencere ya da balkonlardan sarkan çiçekleri ile beni çok etkiledi Urbino. Aslında erken Rönesans dönemini anlatan açık hava tiyatro sahnesi gibi bir şehir, öyle ki, gidip bu yüzyıla ait olan elbiselerinizi değiştirip, o döneme ait elbiseler giymek istiyorsunuz. Kısaca, İtalya’nın ortasında gerçek dışı bir yer. Evlerin kapılarının güzelliğini de unutmayayım, kapı fotoğrafları çeken ve biriktiren biri olarak.

Urbino

Rönesans Kenti Urbino’nun Hikayesi

Urbino

Bologna’ya üç, Roma’ya dört saat uzaklıkta, İtalya’nın Marche bölgesinde yüksek tepelere kurulmuş, bol yokuşlu, etrafı surlarla çevrili, ressamları, mimarlarıyla İtalyan Rönesans’ına liderlik yapmış küçük ve tarihi bir şehir Urbino. Hem Avrupalılar hem de İtalyanlar için oldukça önemli. Çünkü, karanlık çağlarını Urbino’nun yetiştirdiği sanatçılarla atlatmaya çalışmışlar. Rönesans’ın sanat hareketini başlatan sanatçılar, bilim adamları burada yetişmiş, bunun yanında, bir çok Rönesans sanatçısının çıraklık dönemi burada geçmiş. Tüm bunlar da şehrin ruhunu oluşturmuş.

Urbino, Rönesans İtalya’sının bilim ve askeri merkezi olarak öne çıkmış, böylece de Rönesans’a öncülük eden bir şehir olarak tarihe adını Roma, Floransa, Venedik ve Milano’nun yanına altın harflerle yazdırmış.

Urbino ilk çağlarda İtalya’nın yerli halklarından Umberlerin tarafından kurulmuş (ismi de buradan gelmektedir), M.Ö 3. yüzyılda Romalılar tarafından işgal edilmiş, daha sonra 9. yüzyılda kilisenin yönetimine girmiş, 12. yüzyılda da İtalyan Rönesans’ının en büyük destekleyicilerinden Montefeltro ailesine bırakılmış, ailenin, şehre sanat ve edebiyat anlamında büyük katkıları olmuş. 15. Yüzyılda Düklük Merkezi olmuş ve bu dönemde sanat ve edebiyat merkezi olarak doruğa ulaşmış. Düklük 17. Yüzyılda Papalık Devletlerine, 1860’da da İtalya Krallığı’na katılmış.

Rönesans resminin ustalarından Piero della Francesca burada isim yapmış, ünlü ressam / mimar Raffaello’nun doğduğu şehir. İzlerini her yerde görebiliyorsunuz. Urbino’lu Raffaello olarak söz ediliyor, bir çok kaynakta. 1483’te Urbino’da doğduğu ev bugün bir müze olarak ziyarete açılmış. Müzede Rafaello’ya ait resimler ile Rafaello’nun kişisel eşyaları bulunuyor. Ayrıca kendisi gibi ressam olan babasının eserleri de burada sergileniyor.

Urbino

İnanılmaz Rönesans mimarisiyle, Urbino’nun UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alması hiç de şaşırtıcı değil. Ayrıca, Urbino 2019 Avrupa Kültür Başkentliği’ne aday olarak gösterilmiştir.

Palazzo Ducale (Dükalık Sarayı)

15. yüzyılın ikinci yarısında, Dük Federico da Montefeltro tarafından inşa edilen Palazzo Ducale ya da Dükalık Sarayı, Urbino’nun en önemli sembolüdür. Bir başka özelliği ile, İtalya’da inşa edilen ilk düklük sarayı olması. Saray yüksek tavanları, dini figürlerden oluşan resimleri ile, yani tablolar ve heykellerde İsa, Meryem ve havariler dikkat çekiyor. Saray 500 – 600 yaşayanı ve hizmetkarlar için inşa edilmiş oldukça büyük. Özellikle yer altı (bodrum) odaları görülmeye değer. Hizmetlilerin kaldığı odalar, mutfaklar, kilerler, banyolar, buzdolabı yerine kullanılan buz odaları ve Dük için Roma hamamları biçiminde hazırlanan banyolar bulunuyor.

*https://commons.wikimedia.org/

İtalyan düşünür Machiavelli’nin bir nedenle saraya geldiği, bu ziyaretten etkilendiği ve sarayın, Machiavelli’nin dünyaca ünlü “Prens” başlıklı eserine esin kaynağı olduğu söylenir.

Sarayın içinde yer alan Ulusal Marche Sanat Galerisi içerisinde erken Rönesans dönemine (quattrocento) ait bir çok tablo ve eser bulunuyor.

Ulusal Marche Sanat Galerisi (National Gallery of the Marche Renaissance Art Collection)

1912 yılından beri Düklük Sarayı, Ulusal Marche Sanat Galerisi’ne ev sahipliği yapıyor. Sarayın yenilenen 80 odasında, Rönesans’ın en önemli koleksiyonundan 15. Yüzyıla ait parçalar burada sergilenmektedir. Urbino’lu Raffaello’nun bazı çalışmaları da burada. Urbino Dükü, Federico da Montefeltro ve karısı Battista Sforza’nın Piero della Francesca tarafından yapılmış portreleri İtalyan Rönesans’ının en önemli çalışmalarından biri olarak kabul edilir. Bunlardan başka, Francesca’nın “Hz. İsa’nın Kırbaçlanması”, Raffaello’nun “İskenderiyeli Azize Katerina”sı, Tiziano “Son Akşam Yemeği” ve “Hz. İsa’nın Dirilişi” gibi resimler Rönesans resminin en önemli örneklerinden olarak Ulusal Marche Sanat Galerisi’nde yer almakta.

Urbino

Dükün Sarayı’nın tam yanında yer alan San Domenico Katedrali de görülmeye değer.

San Domenico Katedrali

Urbino

1063’te yaptırılan katedral “Gökyüzüne Çekilmiş Bakire Meryem”e adanmış. 15’inci yüzyılda, Dük Federico da Montefeltro’nun isteğiyle yeniden yapılan katedral, 1789’da yaşanan büyük depremle kubbesi çökünce, bu kez neoklasik üslupla Urbino Üniversitesi tarafından yenilenmiş. 1986’dan beri de Başpiskoposluk Merkezi olarak kullanılıyor.

Urbino

Sanzio Tiyatrosu (Teatro Sansio)

Urbino

Sanzio Tiyatrosu, 1845 yılında inşa edilmeye başlamış 1853 de tamamlanmıştır. 1970 yılında özellikle iç mekanda yenileme çalışmaları başlatılan tiyatro, 30 yıl aradan sonra 1982 de yeniden açılmıştır. Tarihsel tiyatro binasının içi, son derece modern, günümüz modern tiyatro ya da opera salonlarından farksız. Birkaç katlı, seyirci bölgeleri ve localardan oluşmakta. Buralardaki süslemelerin ihtişamı inanılmaz.

Albornoz Kalesi (Fortezza Albornoz), Botanik Bahçesi de mutlaka görülmesi gereken yerler arasında ancak, ben size Urbino’nun meydanlarından söz etmek istiyorum.

Meydanlar (Piazza)

Meydanlar Urbino’lular için önemli, bu küçük kentte sosyalleşme alanları olarak görülmekte, sosyal etkinliklerin gerçekleştirildiği binaların da meydan etrafında olması alanların önemini artırmış.

Urbino’nun en önemli meydanları: Rinascimento Meydanı (Piazza Rinascimento), Cumhuriyet Meydanı (Piazza della Republica) ve Dük Federik Meydanı (Piazza Duca Federico).

Urbino

Meydanlarda kahve içebileceğiniz, yemek yiyebileceğiniz kafe ve restoranlar bulunmakta. Meydanlar hareketli, keyifli ve Urbino’nun turizm ve üniversite kenti olduğunu çok açık gösteriyor. Etrafındaki dükkanlarda alış veriş yapılabilirsiniz. Hediyelik eşya dükkanlarında en çok karşılaştığınız figür ise Pinokyo. Bartolucci Şirketleri tarafından satılan hepsi el yapımı minyatür Pinokyolar çocukluğumuzu hatırlatıyor bize.

Urbino klasiği Crescia (Kreşa)’yı katedralin hemen karşısındaki küçük büfede, ya da bir kafede yiyebilirsiniz. Crescia, sert bir katmere benziyor ama içine konan patlıcan, patates ya da peynirle muhteşem oluyor. Eğer sıcak çikolata severseniz, La Locandiera Urbino.

Daracık sokakları ile Urbino, eskiden yaşanmış hayatları ve tarihi hissettiriyor. Garip bir hüzün kaplıyor içinizi. Kimler yaşadı? Orta Çağ karanlığından çıkmak için nasıl mücadele ettiler? Ne bedeller ödediler? gibi sorular uçuşuyor zihninizde.

İlkçağlarda kurulan bir şehirde tarihi eserlere verilen önem ve korunması medeniyetin ne demek olduğunu gösteriyor bize. Buraları görmek, kendimizi hatta kendi coğrafyamızı tanımamıza hatta sorgulamamıza neden oluyor. Aramızda kaç yüzyıl fark olduğu, tokat gibi çarpıyor suratımıza. Yıkılan heykelleri, cumhuriyetin binalarını düşündükçe Urbino gelir aklıma içim sızlayarak. Tarihimizi ve tarihi eserleri yok sayan bir zihniyete sahip yöneticilerin gelip buraları görmesi lazım.

Yeryüzünden çok uzakta, herkesin unuttuğu bir şehir, tarif etmek oldukça zor. Ama bir o kadar da sizi avucunun içine alan, huzur veren hatta bulutların içinde bir şehir. Tepeye kurulduğu için bulutların içinde hissediyorsunuz.

Urbino

Sonuç olarak, insanlarının telaşsız halleri, sakinlikleri ve yüzlerinden eksik etmedikleri gülümsemeleri şehre mi yansımış? Yoksa şehrin sakinliği ve rahatlığı mı insanlara yansımış? Bilemedim.