Urbino’nun adını ilk olarak 2007’de Cem Akaş’ın Everest Yayınlarından çıkan ‘Gitmeyecekler için Urbino’ isimli kitabını okuduğumda duymuştum. Şehri tanıtan, turistik bir kitap değildi, aksine okuru düşsel seyahatlere yönlendirip, Urbino’nun dar sokaklarında dolaştırıyordu, daha sonra, Denemeleri ile bildiğimiz Montaigne’in 1580-1581 yıllarında Avrupa’yı dolaşarak İtalya’ya kadar gittiği ve sonra Fransa’ya döndüğü yaklaşık iki yıllık seyahatinin notlarından oluşan ve diğer dillerde ‘İtalya Seyahati Günlüğü’ olarak yayınlanan kitap, 2012 yılında Yapı Kredi Yayınları arasından Yol Günlüğü olarak yayınlandı. Bu kitabı okurken Urbino ile bir kez daha karşılaştım.

Urbino ile üçüncü karşılaşmam ise “Napoli Yaşam Boyu Öğrenme Enstitüsü”nün bir toplantısını Urbino Üniversitesi ile birlikte düzenlenmesi ve beni konuşmacı olarak davet etmeleri üzerine oldu.

Önce Bologna’ya gidip oradaki dostlarımla birlikte tren ve otobüs ile üç saatlik bir yolculuktan sonra ulaştık Urbino’ya. 2 saatlik tren yolculuğu sonrası Pesaro İstasyonu’na gelip, 45 dakikalık bir yolculuk gerektiren otobüse binmek gerekiyor. Otobüsü beklerken, derme çatma kafede bir kahve içebilirsiniz.

Urbino tam da Montaigne’in “Yol Günlüğü”nde söz ettiği gibi, bir dağın tepesinden aşağıya doğru (eteğine) uzanan, başka hiçbir yere benzemeyen, dar sokakları ile bol inişli çıkışlı bir yer. 

Urbino’da “Urbino Üniversitesi”, “Urbino Güzel Sanatlar Akademisi” ve “Urbino Yüksek Sanat Enstitüsü” olmak üzere üç tane yüksek öğretim kurumu bulunuyor. Urbino Üniversitesi, 1506 yılında Duke Guidobaldo tarafından kurulan “Collegio dei Dottori” den ortaya çıkmış.

Matematik, Fizik, Mantık, Metafizik ve Teoloji bölümleri ile kurulan koleje 1671 yılında Hukuk Fakültesi eklenmiş, 1862 yılında da bağımsız bir devlet üniversitesi haline gelmiş. Günümüzde ise 8 fakültesi ile İtalya ve dünyanın çeşitli ülkelerinden gelmiş 13.500 öğrencisi bulunuyor.

Üniversitenin tüm fakültelerinin tarihsel binaları sizi büyülüyor, hatta laboratuarları bile kurulduğu halleriyle duruyor. Üniversiteye müthiş bir güzellik katıyor. Urbino Yüksek Sanat Enstitüsü’nden mezun olan öğrenciler tarihi eserlerin, fresklerin restorasyonlarını yapıyorlar. İtalya’daki tarihsel yapı düşünüldüğünde, tarih ve sanat tarihi mezunlarına ne kadar çok ihtiyaç olduğunu tahmin edebilirsiniz. Öte yandan çeşitli uygarlıkların beşiği olan ülkemizde tarihe ve tarihi eserlere verilen değer ile Tarih ve Sanat Tarihi Bölümü öğrencilerine verilen değer de doğru orantılı gibi geldi bana. O nedenledir ki, bu bölümlerin mezunları pedagojik formasyonla bir yıl içinde öğretmen olmak için canhıraş bir çaba içine giriyorlar. Neyse, bu bölümlerin restorasyon atölyelerini ziyaret etmek, çok güzel bir deneyim oldu benim için.

Urbino öğrenci ve turistler için şekillenmiş sakin, ama, gerçekten sakin bir şehir. Şehirde bir trafik yok, kalabalık yok, koşturmaca yok, her şey ağır çekim bir film sahnesi gibi gidiyor. Şehirde birçok şey öğrenci ve turistler için. Dar sokakları, müze gibi duran evleri ve pencere ya da balkonlardan sarkan çiçekleri ile beni çok etkiledi Urbino. Aslında erken Rönesans dönemini anlatan açık hava tiyatro sahnesi gibi bir şehir, öyle ki, gidip bu yüzyıla ait olan elbiselerinizi değiştirip, o döneme ait elbiseler giymek istiyorsunuz. Kısaca, İtalya’nın ortasında gerçek dışı bir yer. Evlerin kapılarının güzelliğini de unutmayayım, kapı fotoğrafları çeken ve biriktiren biri olarak.

Rönesans Kenti Urbino’nun Hikayesi

Bologna’ya üç, Roma’ya dört saat uzaklıkta, İtalya’nın Marche bölgesinde yüksek tepelere kurulmuş, bol yokuşlu, etrafı surlarla çevrili, ressamları, mimarlarıyla İtalyan Rönesans’ına liderlik yapmış küçük ve tarihi bir şehir Urbino. Hem Avrupalılar hem de İtalyanlar için oldukça önemli. Çünkü, karanlık çağlarını Urbino’nun yetiştirdiği sanatçılarla atlatmaya çalışmışlar. Rönesans’ın sanat hareketini başlatan sanatçılar, bilim adamları burada yetişmiş, bunun yanında, bir çok Rönesans sanatçısının çıraklık dönemi burada geçmiş. Tüm bunlar da şehrin ruhunu oluşturmuş.

Urbino, Rönesans İtalya’sının bilim ve askeri merkezi olarak öne çıkmış, böylece de Rönesans’a öncülük eden bir şehir olarak tarihe adını Roma, Floransa, Venedik ve Milano’nun yanına altın harflerle yazdırmış.

Urbino ilk çağlarda İtalya’nın yerli halklarından Umberlerin tarafından kurulmuş (ismi de buradan gelmektedir), M.Ö 3. yüzyılda Romalılar tarafından işgal edilmiş, daha sonra 9. yüzyılda kilisenin yönetimine girmiş, 12. yüzyılda da İtalyan Rönesans’ının en büyük destekleyicilerinden Montefeltro ailesine bırakılmış, ailenin, şehre sanat ve edebiyat anlamında büyük katkıları olmuş. 15. Yüzyılda Düklük Merkezi olmuş ve bu dönemde sanat ve edebiyat merkezi olarak doruğa ulaşmış. Düklük 17. Yüzyılda Papalık Devletlerine, 1860’da da İtalya Krallığı’na katılmış.

Rönesans resminin ustalarından Piero della Francesca burada isim yapmış, ünlü ressam / mimar Raffaello’nun doğduğu şehir. İzlerini her yerde görebiliyorsunuz. Urbino’lu Raffaello olarak söz ediliyor, bir çok kaynakta. 1483’te Urbino’da doğduğu ev bugün bir müze olarak ziyarete açılmış. Müzede Rafaello’ya ait resimler ile Rafaello’nun kişisel eşyaları bulunuyor. Ayrıca kendisi gibi ressam olan babasının eserleri de burada sergileniyor.

İnanılmaz Rönesans mimarisiyle, Urbino’nun UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alması hiç de şaşırtıcı değil. Ayrıca, Urbino 2019 Avrupa Kültür Başkentliği’ne aday olarak gösterilmiştir.

Palazzo Ducale (Dükalık Sarayı)

15. yüzyılın ikinci yarısında, Dük Federico da Montefeltro tarafından inşa edilen Palazzo Ducale ya da Dükalık Sarayı, Urbino’nun en önemli sembolüdür. Bir başka özelliği ile, İtalya’da inşa edilen ilk düklük sarayı olması. Saray yüksek tavanları, dini figürlerden oluşan resimleri ile, yani tablolar ve heykellerde İsa, Meryem ve havariler dikkat çekiyor. Saray 500 – 600 yaşayanı ve hizmetkarlar için inşa edilmiş oldukça büyük. Özellikle yer altı (bodrum) odaları görülmeye değer. Hizmetlilerin kaldığı odalar, mutfaklar, kilerler, banyolar, buzdolabı yerine kullanılan buz odaları ve Dük için Roma hamamları biçiminde hazırlanan banyolar bulunuyor.

*https://commons.wikimedia.org/

İtalyan düşünür Machiavelli’nin bir nedenle saraya geldiği, bu ziyaretten etkilendiği ve sarayın, Machiavelli’nin dünyaca ünlü “Prens” başlıklı eserine esin kaynağı olduğu söylenir.

Sarayın içinde yer alan Ulusal Marche Sanat Galerisi içerisinde erken Rönesans dönemine (quattrocento) ait bir çok tablo ve eser bulunuyor.

Ulusal Marche Sanat Galerisi (National Gallery of the Marche Renaissance Art Collection)

1912 yılından beri Düklük Sarayı, Ulusal Marche Sanat Galerisi’ne ev sahipliği yapıyor. Sarayın yenilenen 80 odasında, Rönesans’ın en önemli koleksiyonundan 15. Yüzyıla ait parçalar burada sergilenmektedir. Urbino’lu Raffaello’nun bazı çalışmaları da burada. Urbino Dükü, Federico da Montefeltro ve karısı Battista Sforza’nın Piero della Francesca tarafından yapılmış portreleri İtalyan Rönesans’ının en önemli çalışmalarından biri olarak kabul edilir. Bunlardan başka, Francesca’nın “Hz. İsa’nın Kırbaçlanması”, Raffaello’nun “İskenderiyeli Azize Katerina”sı, Tiziano “Son Akşam Yemeği” ve “Hz. İsa’nın Dirilişi” gibi resimler Rönesans resminin en önemli örneklerinden olarak Ulusal Marche Sanat Galerisi’nde yer almakta.

Dükün Sarayı’nın tam yanında yer alan San Domenico Katedrali de görülmeye değer.

San Domenico Katedrali

1063’te yaptırılan katedral “Gökyüzüne Çekilmiş Bakire Meryem”e adanmış. 15’inci yüzyılda, Dük Federico da Montefeltro’nun isteğiyle yeniden yapılan katedral, 1789’da yaşanan büyük depremle kubbesi çökünce, bu kez neoklasik üslupla Urbino Üniversitesi tarafından yenilenmiş. 1986’dan beri de Başpiskoposluk Merkezi olarak kullanılıyor.

Sanzio Tiyatrosu (Teatro Sansio)

Sanzio Tiyatrosu, 1845 yılında inşa edilmeye başlamış 1853 de tamamlanmıştır. 1970 yılında özellikle iç mekanda yenileme çalışmaları başlatılan tiyatro, 30 yıl aradan sonra 1982 de yeniden açılmıştır. Tarihsel tiyatro binasının içi, son derece modern, günümüz modern tiyatro ya da opera salonlarından farksız. Birkaç katlı, seyirci bölgeleri ve localardan oluşmakta. Buralardaki süslemelerin ihtişamı inanılmaz.

Albornoz Kalesi (Fortezza Albornoz), Botanik Bahçesi de mutlaka görülmesi gereken yerler arasında ancak, ben size Urbino’nun meydanlarından söz etmek istiyorum.

Meydanlar (Piazza)

Meydanlar Urbino’lular için önemli, bu küçük kentte sosyalleşme alanları olarak görülmekte, sosyal etkinliklerin gerçekleştirildiği binaların da meydan etrafında olması alanların önemini artırmış.

Urbino’nun en önemli meydanları: Rinascimento Meydanı (Piazza Rinascimento), Cumhuriyet Meydanı (Piazza della Republica) ve Dük Federik Meydanı (Piazza Duca Federico).

Meydanlarda kahve içebileceğiniz, yemek yiyebileceğiniz kafe ve restoranlar bulunmakta. Meydanlar hareketli, keyifli ve Urbino’nun turizm ve üniversite kenti olduğunu çok açık gösteriyor. Etrafındaki dükkanlarda alış veriş yapılabilirsiniz. Hediyelik eşya dükkanlarında en çok karşılaştığınız figür ise Pinokyo. Bartolucci Şirketleri tarafından satılan hepsi el yapımı minyatür Pinokyolar çocukluğumuzu hatırlatıyor bize.

Urbino klasiği Crescia (Kreşa)’yı katedralin hemen karşısındaki küçük büfede, ya da bir kafede yiyebilirsiniz. Crescia, sert bir katmere benziyor ama içine konan patlıcan, patates ya da peynirle muhteşem oluyor. Eğer sıcak çikolata severseniz, La Locandiera Urbino.

Daracık sokakları ile Urbino, eskiden yaşanmış hayatları ve tarihi hissettiriyor. Garip bir hüzün kaplıyor içinizi. Kimler yaşadı? Orta Çağ karanlığından çıkmak için nasıl mücadele ettiler? Ne bedeller ödediler? gibi sorular uçuşuyor zihninizde.

İlkçağlarda kurulan bir şehirde tarihi eserlere verilen önem ve korunması medeniyetin ne demek olduğunu gösteriyor bize. Buraları görmek, kendimizi hatta kendi coğrafyamızı tanımamıza hatta sorgulamamıza neden oluyor. Aramızda kaç yüzyıl fark olduğu, tokat gibi çarpıyor suratımıza. Yıkılan heykelleri, cumhuriyetin binalarını düşündükçe Urbino gelir aklıma içim sızlayarak. Tarihimizi ve tarihi eserleri yok sayan bir zihniyete sahip yöneticilerin gelip buraları görmesi lazım.

Yeryüzünden çok uzakta, herkesin unuttuğu bir şehir, tarif etmek oldukça zor. Ama bir o kadar da sizi avucunun içine alan, huzur veren hatta bulutların içinde bir şehir. Tepeye kurulduğu için bulutların içinde hissediyorsunuz.

Sonuç olarak, insanlarının telaşsız halleri, sakinlikleri ve yüzlerinden eksik etmedikleri gülümsemeleri şehre mi yansımış? Yoksa şehrin sakinliği ve rahatlığı mı insanlara yansımış? Bilemedim.

 

Visits: 0

Yorumunuzu Buraya Yazabilirsiniz

Yorumunuzu Giiniz
Please enter your name here