Kentlere Sinemadan bakmak bize ne anlatır; ya da filmleri izlemeden nerede çekilmiş diye merak eder miyiz? Size Lizbon’da çekilmiş, baş rolünde Lizbon’un olduğu farklı iki filmi tanıtmak istiyorum…
Bir filmle kente bakacağız, diğer filmle kenti göreceğiz. Bakmak ve görmek diye neden ayırdığımı filmlerden söz edince anlayacaksınız.
Filmlerimizden İsviçreli yönetmen Alain Tanner ‘in 1983 yılında çektiği Dans La Ville Blanche -Beyaz Kentte, Bruno Ganz Teresa Madruga, Julia Vonderlinin oynamış. 6-19 Nisan 1987 tarihlerinde 6. Uluslararası İstanbul Sinema Günleri’nde gösterilmiş ilk kez, daha sonra da Ankara’da İspanyol Filmleri seçkisinde Alain Tanner özel bölümünde gösterilmiş.
Beyaz Kentte filminin ilk sahnesinden itibaren sisli puslu bir Lizbon görüyoruz ve kente sığınan ya da kentte kaybolmak isteyen bir denizcinin peşine takılıp Lizbon’un arka sokaklarında, karanlık barlarında, köhne otellerinde geziyoruz. Bir yandan da muhteşem bir mehtap eşliğinde limanda dolaşıyoruz, deniz kenarına gidiyoruz, tramvayla yolculuk yapıyoruz, merdivenli sokaklarında yürüyoruz. Oyuncumuz kente sadece bakıyor, çünkü denizlerde dolaşmaktan yorgun, sadece sığınıyor oraya nerede olduğunun onun için bir önemi yok, bunu film boyunca hissediyoruz. Almanya’da yaşayan sevgilisine aşık olduğunu anlatan mektuplar yazıyor. Böylece duygularından ve kentte neler hissettiğinden haberdar oluyoruz. Oyuncumuz sadece bakıyor kente ama filmin sonunda ben Lizbon’a mutlaka mehtap varken gitmeli diye düşündüm ve okyanusa saatlerce bakabilirim gibi geldi. Merdivenli dar sokaklarında dolaşırken zaman zaman İstanbul’u anımsadım. Filmi izlemek isterseniz.
Diğer filmimiz Polonyalı yönetmen Andrzej Jakimovski’nin 2012 tarihli Imagine-Hayallerin Ötesinde filmi. Film, 6-17 Nisan 2018 tarihlerinde 37. İstanbul Film Festivali’nde Dünya Festivallerinden bölümünde gösterilmiş. Filmin başrol oyuncuları Alexandra Maria Lara, Edward Hogg ve Melcior Derouet harika oynamışlar.
Filmde farklı eğitim sistemini benimsemiş görme özürlü bir öğretmenin Lizbon’da bir körler okulundaki sınıfına ve eğitim sistemine eşlik ediyoruz. Onunla birlikte Lizbon’un sıcak, aydınlık sokaklarına çıkıyoruz ve Lizbon’u bambaşka bir yönüyle görüyoruz, bakmıyoruz. Ara sokaklarda küçük kafeler olduğunu gün boyu insanların o kafelerde oyunlar oynadığını, sohbet ettiğini keşfediyoruz. Yine tramvayla dolaşıyoruz sokaklarda, yine merdivenli sokaklarda yürüyoruz. Bu keşiflerimizde görme özürlü insanların rehberliğinde dolaştığımızı bazen unutuyor, hissetmiyoruz.
Öte taraftan, aslında Lizbon’luların bir kısmının kör olduğunu anlıyoruz. Yaşadıkları şehre o kadar yabancılaşmışlar ki limana arkalarını dönüp bir liman kentinde yaşadıkları unutmuş görünüyorlar. Limana gitmek isteyen görme özürlü oyuncularımıza bir yol tarifi veriyorlar, birkaç tramvay değiştirmeleri gerekiyor sanki. Sonra görüyoruz, bulundukları yerden yürüyerek kolayca limana gidebiliyorlar.
Filmi izlemek isterseniz.
Portekiz ve Lizbon’a gitme arzusu uyandıran iki güzel filmi izledikten sonra, işte böyle muhakkak Lizbon’a gidiyoruz; tramvayla sokaklarını geziyoruz, merdivenli daracık sokaklarında yürüyoruz, yürüyerek limana ulaşıyoruz, akşam da mehtaba bakıp nefis bir Portekiz şarabı içiyoruz. Tabii ki tüm bunları yaparken bakıp, görmeyi asla ihmal etmiyoruz. İyi seyirler.