Şiraz, bozulmamış tarihi kent dokusuyla, çevresindeki bağlarıyla, bahçeleriyle İran’ın en güzel, en çok turist çeken şehirleri arasında yer alıyor. Tarih, kültür, sanat, aşk ve şiirin şehri olarak bilinen Şiraz, “İran’ın Kültür Başkenti”, “Şairler Şehri”, “Dar-ul-Elm (Öğrenmenin Şehri)”, “Bahçeler Şehri” ve “Güller Şehri” gibi adlarla da anılmakta. Günümüzde yaklaşık iki milyona yakın nüfusuyla İran’ın altıncı büyük kenti.
Kısa Tarihi
Meraklısına: Şiraz’ın Ahamenik döneminde kurulduğu, Sasaniler döneminde de önemli bir merkez olduğu, 693 yılında Müslüman Araplar tarafından alınarak Bağdat’a bağlı bir vilayet yapıldığı bilinmekte. 12. yüzyılda Fars krallarından Atabeklerin eline geçmiş, son Atabek, Cengiz Han’ın ordularının işgalini önlemek için haraç ödemeyi kabul etmiş, 1382 yılında ise Şah Suja, kız torununun Timur’un oğullarından biriyle evlenmesine razı olarak şehri yakılıp yıkılmaktan kurtarmış. Şiraz, Cengiz Han ve Timur ordularının istilalarından ve yıkımlarından zarar görmediği gibi şehirde kültürel hayat çok ilerlemiş ve özellikle edebiyat ile mimarlık öne çıkmış. Edebiyat alanında Şeyh Sadi Şirazi ve Hafız bu dönemde yetişmiş. Şiraz’da yaşanan kültür ve sanat geleneği ortamında yetişen sanatçılar, yüzyıllar boyunca hem İran’da, hem de yabancı ülkelerde eserler vermişler. Bunlar arasında Semerkand’da ve Hindistan’da yapılan eserler öne çıkıyormuş. Hindistan’daki ünlü Tac Mahal’in mimarlarından biri olan Üstad İsa da Şiraz’da yetişmiş.
Şehir Zend Hanedanlığı (M.S. 1747-1779) zamanında İran’ın başkenti olmuş. Kendisine Hz. Muhammed’in vekili unvanını layık gören Zend Hanedanı Kerim Han, İsfahan’da Şah Abbas’ın yaptığı gibi Şiraz’da gösterişli eserler yaptırmak istemiş ve şehre eserler kazandırmış. Kerim Han’ın yaptırdığı eserler arasında en önemlisi Arg-e Kerim Han (Kerim Han Kalesi). Vekil Cami de müthiş işlemeleriyle Kerim Han’ın unvanını taşımakta. Ayrıca İran’ın en güzel kapalı çarşısı Vekil Pazarı da Şiraz’da yapılmış.
Şehir 1789’da Kaçarların hakimiyetine girdikten sonra en kötü dönemini yaşamış. Kaçarların başkenti Tahran’a taşımasıyla önemini de kaybetmiş. Kaçarlar Kerim Han’dan kalan bir çok değerli eşyayı talan etmiş. Şiraz, bu dönemde körfezdeki Buşehr limanına giden ticaret yolu üzerinde bulunması nedeniyle ticari önemini koruyabilmiş. Ancak 1930 yılında yapılan demir yolunun Şiraz’dan geçmemesi ile bu özelliğini de kaybetmiş.
Şehir iklimiyle üzüm yetiştirmeye çok uygun olup üzüm bağlarıyla ünlü olan bereketli bir vadide kurulmuş. 7.000 yıllık orijinal kil kaplarıyla birlikte şaraba dair dünyanın en eski kalıntılarının keşfedilmiş olduğu bu şehirde, bir zamanlar uçsuz bucaksız üzüm bağları bulunuyormuş. Şirazın kuzeyindeki Bagh-e Anar ve Bagh-e Takhti bölgelerindeki üzüm bağlarında Şiraz’ın ünlü üzümleri yetiştiriliyormuş. Şiraz’ın özel üzümü ve bu üzümden yapılan şarap türü olan Şiraz ve Cabernet Şiraz şarapları dünyaca ünlü. Hatta Şah zamanında Şiraz şaraplarını tatmak için Avrupa’dan şarap turları yapılırmış. İslam devrimi sonrası güzelim bağlar tahrip edilmiş ve şarap üretimi yasaklanmış. Gayrimüslimler için şarap üretim izni varmış ve kendi şarabını gizlice yapanlar da bulunduğu da söyleniyor.
Gezilecek Yerler
Şehirle ilgili kısa bilgiden sonra artık gezimize başlayabiliriz. Şehrin girişinde bizi Kur’an Kapısı (Dervaz-e Kur’an) takı karşıladı. Ertesi gün buraya geleceğimiz için mola vermeden kalacağımız Elize Hotel’e doğru yola devam ettik. Otelimizin hem yeri hem de odaları güzeldi.
Odalarımıza yerleştikten sonra biraz çevreyi tanımak amacıyla ana caddede yürüyüş yapmak istedik. Bu şehir diğer İran şehirlerinden inanılmaz bir farklılık gösteriyordu. O nasıl bir lüks, o nasıl bir giyim kuşamdır. Gençlerin altında lüks araçlar ve saçlarının çok azı kapalı, daracık pantolonlar giymiş kızlar, yabancı markaların mağazalarını görünce gerçekten şok yaşadık. Ertesi gün etrafı duvarlarla çevrili kocaman bahçeleri olan villaları görünce şehirdeki zenginliği daha iyi anladık.
Ertesi sabah gezimiz Kerim Han Kalesi ile başladı. Şehrin önemli eserlerinden birisi olan bu Kale Zend hükümdarı Kerim Han tarafından 1766 yılında yaptırılmış ve oldukça iyi korunmuş. Kerim Han’ın kaleyi İsfahan’daki mimari eserlerle rekabet edebilmek için yaptırmış. Şah Rıza Pehlevi döneminde kale bir süre hapishane olarak kullanılmış.
Kalenin toplam alanı 4000 metrekare olup, tuğladan yapılmış surlarının yüksekliği ise 12 metre. Kale surlarının dört köşesinde yüksekliği 14 metre olan dört burç bulunuyor. Bu burçlardan biri Pisa Kulesi gibi eğik gözükmekte. Uzun süre eğriliği düzeltmek için uğraşılmış ama olmamış. Kalenin yapımında 12.000 işçi çalıştırıldığı söylenmekte.
Kalenin iç avlusunda geniş bir bahçe, kralın özel dua mekanı ve özel hamamı görülmekte. Binanın ahşap işlemeleri, vitrayları ve duvarlardaki minyatürler hayranlık verici. Kaledeki işlemeler Kaçar Hanedanlığı dönemine aitmiş. Kalenin girişindeki yazıtta Farsça olarak : “Şiraz’a yeni gelen bir gezgin, uzun süre Kerim Han Sarayı’nın endamını övmekten geri duramayacaktır” sözü yazılıymış.
Duvarlarda asılı pek çok siyah beyaz fotoğraf vardı. Gerçekten hepsi de çok ilgi çekiciydi ama bizim durup hepsini teker teker inceleyecek vaktimiz yoktu.
Kalenin içinde el sanatları ürünlerinin satışı yapılan bir bölüm bulunuyor. Burada kakma sanatıyla ilgili usta bize uygulamalı olarak bilgi verdi. Gerçekten çok güzel ve zarif eşyalar vardı ama fiyatları çok yüksekti.
Kalenin içinde gezmeye devam ettik.
Burayı gezmeyi tamamladıktan sonra sıra kısa bir yürüyüş mesafesinde olan Vekil Camisi‘ni gezmeye gelmişti.
Vekil Camisi Zend hükümdarı Kerim Han tarafından 1773 yılında yaptırılan, harika çini süslemeleriyle ihtişamlı bir cami. İran camilerindeki geleneksel dört eyvan yerine, bu camide çok güzel düzenlenmiş iki büyük avlu bulunmakta.
İç avlu, muhteşem taç kapı, harika çini işlemeli kameriye ve sundurmalar görülmeye değer. Cami, 1773 yılında yapılmış olmasına karşın özellikle çiçek desenli çini işlemelerinin çoğu Kaçar döneminde yapılmış.
Caminin mihrap bölümü mozaik işlenmiş ve tamamı tek parça taştan kesilmiş 48 sütunla desteklenmiş bir kubbenin altında. 14 basamaklı ve tek parça blok mermerden yapılan mimber ince işçiliği ile dikkat çekici. Cami, iki büyük deprem yaşamasına rağmen ayakta kalabilmiş. Cami sadece Cuma günleri ibadete açık.
Caminin bitişiğinde pazarın içinde Müşir Sarayı (Sarey-e Moshir) isimli bir hamam var. Kerim Han’ın özel hamamı olarak yapılmış hamam tavan ve kubbe işlemeleriyle dikkat çekiyor. Burası günümüzde geleneksel bir çay evi ve restoran haline dönüştürülmüş. Canlı klasik İran müzik eşlik akşam yemeklerine ediyor. Zamanı olanlara tavsiye ediliyor.
Cuma günü olması nedeniyle Vekil Pazarı da kapalıydı ve sadece dışarıdan görüntü alabildim.
İran’ın egzotik atmosferini yansıtan pazarı yaptıran Kerim Han, Şiraz’ı bölgenin ticaret merkezine dönüştürmeyi amaçlamış. Pazar aynı bizim Kapalı Çarşı ve İran’ın öteki pazarları gibi labirent bir yapıya sahip olup geleneksel el sanatları ürünleri, meşhur Şiraz halıları, rengarenk kumaşlar gibi envai çeşit ürün ve eşyayı bulmak mümkün.
Biraz soluklanma molamızda İran’a özgü içecek olan kavun suyu denedik grubumuzla. Çok lezzetli bir içecek olduğunu söyleyebilirim. Yeterince kavun üretilen ülkemizde neden kavun suyu tüketilmediği aklımıza takıldı.
Daha sonra Nasır el-Mülk Camisi‘ni gezmeye gittik. Hani anlatılmaz yaşanır durumları vardır ya bu da onlardan biriydi. Harikulade bir iç tasarımı ile caminin pencerelerinde kullanılan renkli camlarla güneş ışığının buluşması ve bunun camiye yansıması bir renk cümbüşü oluşturuyordu. Bu renk şöleni her mevsime ve günün her saatine göre camiye ayrı bir güzellik katıyor. Kullanılan pembe rengin yoğunluğundan cami “Pembe Cami” olarak adlandırılmakta.
Cami Kaçar hükümdarı Mirza Hasan Ali Nasır el-Mülk tarafından 1876-1888 yılları arasında inşa ettirilmiş.
Camide bir süre oturarak içerideki huzuru ve dinginliği yaşama fırsatı bulduk. İran’daki camilerin sadece ibadet için kullanılmadığını daha önce de belirtmiştim. Burada da aşağıdaki fotoğrafta da görüldüğü üzere kuruyemiş yiyerek sohbet eden kadınları gördük. Bizimle de çok ilgilendiler ve ısrarla yedikleri kuru yemişten ikram ettiler.
Bu güzel camiden sonra otobüsümüz bizi güzel bir türbeye götürdü. Böylesini hayatım boyunca saraylarda dahi görmedim. Burası Şah-e Çerağ Türbesi olup Şiilerin en önemli ziyaret yerlerinden biri.
12 imamdan birisi olan İmam Rıza’nın öz kardeşi Seyyid Emir Ahmed 835 yılında Şiraz’da düşmanları tarafından öldürülmüş. 14. yüzyılda onun mezarının bulunduğu yerde bu türbe yaptırılmış. Şah-e Çerağ “Işıkların Şahı” anlamına geliyormuş ve bu isim Seyyid Emir Ahmed’e, Şirazlıların vermiş olduğu bir lakaptan geliyormuş.
Ancak türbe deyince bizim ülkemizdeki türbeler gibi olacağı sanılmasın. Adeta bir saray yaptırılmış. Türbenin iç duvarları milyonlarca küçük ayna ile mozaik şeklinde işlenmiş. Yine parıltılı dev avizelerden yayılan ışık milyonlarca ayna üzerinde değişik şekillerde yansıyor ve bir ışık sağanağına tutulmuşsunuz gibi oluyor.
Geldiğimiz gün bir de onların tatil günü olan Cuma olunca burası ana baba günüydü. Türbeye giriş ücretsiz ve kadınlarla erkekler ayrı ayrı giriş kapılarından alınıyorlar. Kadınların ayrıca “çadoor” denilen çarşaf giymeleri şart koşuluyor. Olmayanlara ödünç veriliyor. Turist olarak gelenler için ise sanırım kalabalığın içinde kaybolmasınlar diye daha farklı renkte “çadoor” veriliyor. Biz de aldık ve başkalarınca kullanılmış giysileri kullanmaktan duyduğumuz rahatsızlıkla üzerimize geçirdik.
İçerisi çok kalabalıktı. Oturup kenarda sohbet edenler, namaz kılanlar, Kuran okuyanlar, ağıt yakanlar, ağlayarak dua edenler hepsi birbirine karışmıştı. İçerideki hüzünlü ve mistik havayı hissetmemek mümkün değildi. Mezarın olduğu kısma kadar gidip burada yatan zata dualarımızı ettik. Sonra buradan yeni yapılan cami kısmına geçtik. Orada artık erkek kadın diye bir ayırım yoktu.
Türbenin önüne çıkarak bir sürede de burada geleni gideni izledik. Türbenin olduğu yer aslında büyük bir kompleks olup ne için kullandıklarını bilemediğim pek çok bina vardı.
Türbe binası altın kaplama kubbesi, duvarlarında ve tavanlarındaki eşsiz mavi çini ve mozaikleriyle bu sade binaların arasında eşsiz bir mücevher gibi parlıyordu. Maalesef bu türbeyi dışarıdan çekmemişim ve bu yüzden webten aldığım bir fotoğrafı buraya ekliyorum.
Burayı da gezdikten sonra otobüse bindik. Tur programında olmamasına karşın, rehberimiz Tahran’da Gülistan Sarayı’nı gezdiremediğinden bizi İrem Bağlarına (Bağ-ı İrem) götüreceğini söyledi. İrem Bağları’nda tatil günü olduğu için olsa gerek önünde upuzun bir kuyruk vardı.
Bu büyük bahçe, Kaçarlar zamanında hükümdar İlhanlı Muhammed Ghori’nin emriyle yapılmış. İrem Bahçesi’ndeki bina, dönemin önemli mimarı Üstad Muhammed Hassan tarafından yapılmış ve daha sonra binanın çevresi yeşillendirilerek İrem Bahçesi oluşturulmuş. Binanın içinde bahçeye bakan bir salon ve aynalarla süslenmiş odalar var.
19. yüzyılda yapılmış binanın ön cephesindeki çiniler de oldukça etkileyici gözüküyor. Köşkün dış cephesindeki çini süslemelerde Yusuf ve Züleyha, Ferhat ile Şirin tasvirleri yapılmış. Ayrıca ön cephede İranlıların çok değer verdikleri şairlerden Hafız ve Sadi’nin şiirleri de bulunuyor.
Şiraz kentinin geçmişten gelen doğa merakına bu bahçeyle birlikte canlı bir şekilde şahit olduk. Bahçedeki kameriyeler lavanta çiçekleriyle donatılmış. Gezinti yolları, havuzlar, ağaçların ve çiçeklerin sıralanışı üstün bir estetik anlayışıyla ve klasik İran tarzına uygun olarak yerleştirilmiş. Buradaki bitkiler arasında en ünlüsü ise sadece Şiraz’da yetişen bir tür servi ağacı olan (Sarv-e Naaz)’mış. Bu ismin bizde Servinaz biçiminde kadın ismi olarak kullanıldığı söyleniyor. Bahçede çok sayıda bulunan bu ğaçlardan bazılarının 300 yaşında olduğu söyleniyor.
Onlarca dönüm arazi üzerine kurulmuş, 700 çeşit bitki ve ağaç türü bulunan, envai çeşit çiçeklerle bezenmiş, havuzlar, fıskiyeler, lavanta çiçekleriyle dolu kameriyeleri ve küçük dereleri olan bu bağda gezmek insanın ömrüne ömür katıyor olmalı. Bahçe Şiraz Üniversitesi tarafından bakılıyormuş.
Burada da diğer şehirlerde olduğu gibi turistlere özellikle Türklere ilgi çoktu. Hatta Azeri olduklarını söyleyen bir aile ısrarla bizi evlerinde konuk etmek istediklerini söylediler. Hala bozulmamış, eski kültür ve geleneklerini muhafaza eden insanları görmek beni mutlu ediyor.
Sıra İranlıların en büyük şairlerinden olan Sa’di’nin Türbesini görmeye geldi. Türbe’nin girişinde otobüsten indik ki bir de ne görelim onlarca kadın, erkek, çoluk çocuk dememiş kuyruğa girmiş. Bir şaire böylesine değer verilmesini kendi ülkemizle karşılaştırmak pek mümkün görünmüyor.
Sa’di 1203 yılında doğmuş ve 1291 yılında ölmüş Farsi bir şair ve İslam alimi. Bağdat’da Nizamiye Medreselerinde öğrenim görmüş. 30 yıl boyunca Ortadoğu, Hindistan ve Kuzey Afrika’yı gezdikten sonra memleketi Şiraz’a dönerek şiirlerini yazmaya başlamış. Moğol ve Haçlılarla yapılan savaşlara katılmış ve esir düşmüş. Esir tutulduğu Tripoli’de ki hapishaneden tünel kazarak kaçmış. 14 defa hacca gitmiş.
Yazdığı şiirlerde İslamı bilgelikle yorumlamış. Sadi’nin bütün şiirlerinde Sadi mahlası bulunuyormuş. Her yılın 21 Nisan günü de İran’da “Sadi Günü” olarak anılıyor.
Türbeye etrafında ağaçlar olan ortadan bir su yolu geçen bir yoldan ulaşılıyor. Türbe uzaktan beyaz mermer sütunlar üzerinde çini işlemeli kubbesiyle huzura davet eder gibi süzülüyor.
Şiirde ve düz yazıda başarılı eserler veren Sa’di bunu gezdiği yerlerdeki insan karakterlerini ve yaşantılarını tanıması ve bunu da islam felsefesi ve sanatıyla birleştirmesi ile yapmış. Kendi ifadesiyle “ruhsal açlığını doyurmak” için gezdiği yıllar boyunca açlık ve susuzlukla yaşamış, çok güzel ağırlandığı zamanlarda olmuş. Verdiği çok değerli eserlerde bu yılların izi görülebiliyormuş. Bunlardan en önemlileri “Bostan” ve “Gülistan” isimlerini taşımaktaymış.
Sa’di’nin Türbesi beyaz mermerden yapılmış ve üzerine;
“Şiraz’lı Sa’dinin Türbesi aşkın kokusunu saçacak
Hatta, onun ölümünden binlerce yıl sonra bile.”
beyiti yazılmış.
Sa’di’nin Türbesinin fotoğrafı 100 bin Riyallik banknotların arkasına da konulmuş. Bunun yanında İngilizce yazılmış bir cümle de varmış;
“Human beings are members of a whole,
In creation of one essence and soul.”
1258 tarihli “Gülistan” adlı eserinden alınan bu mısralarla birlikte devamı daha önce New York’taki Birleşmiş Milletler binasının “Hall of Nations” girişinde yazıyormuş ama şimdilerde kaldırılmış;
“If one member is afflicted with pain,
Other members uneasy will remain.
If you have no sympathy for human pain,
The name of human you cannot retain.”
Şiir gerçekten çok anlamlı ve etkileyici görünüyor. Bunun dışında yine “Bostan” ve “Gülistan” kitaplarından alınmış olan beğendiğim birkaç sözü de yazarak Sa’di gezimizin hakkını vereyim.
“Kendi ahlakını düşmanından dinle, dostun gözünde her yaptığın iyidir.”
“Sen kendi kaygını sağlığında çek, hısımların hırsa düşerler ölenle ilgilenmezler. Parayı, nimeti şimdiden ver, çünkü senindir ve senden sonra bunlar senin emrinden çıkacaktır.”
“Herkes kuvveti derecesinde yük taşır, karıncaya göre çekirge ayağı ağırdır.”
“Murada ermedim diye düşüne düşüne kalbini yakma, kardeşim. Çünkü her gecenin gündüzü vardır.”
Sa’di Türbesi ziyaretimiz sonrası otobüsle önceki gün Persepolis’den gelirken geçtiğimiz Kur’an Kapısı’na (Dervaz-e Kur’an) gittik.
Kur’an Kapısı, bin yıl önce yapılmış bir giriş kapısı. Eskiden Şiraz şehrine giriş için zorunlu olarak bu kapıdan geçilmesi gerekiyormuş. Zend hükümdarı Kerim Han, bu yapının üst katında tam girişin üstüne rast gelen bir odaya kutsal kitaptan bazı bölümleri koyduktan sonra bu kapıya Kur’an Kapısı denilmeye başlanmış. Bu Kapı 1950’lerde yıkılmış ve daha sonra bir tüccarın bağışlarıyla yeniden yapılmış.
Şiraz’daki yaygın bir inanca göre seyahate giden bir yolcu bu kapının altından geçerek yola çıkarsa kesinlikle Şiraz’a güvenli bir şekilde geri dönermiş. İranlılar bu inanışı evlerine de taşımış. İran’da evden uğurlamalarda Kuran’ın baş üstünde tutulması ve uğurlanan kişinin altından geçmesi geleneği devam etmekteymiş. Behnam eşinin sabahları işe uğurlarken mutlaka dış kapının önünde Kuran’ı tutarak altından geçmesini istediğini anlattı. Bunu yapmazsa içinin rahat etmediğini söyledi.
Gece aydınlatmasıyla birlikte kapının güzelliği daha çok ortaya çıkmıştı. Bir de her yere yayılmış ve piknik yapanlar, bizim otoyol kenarlarında azıcık yeşillik görüp piknik yapanlar gibiydiler.
Kapının altından da geçtikten sonra sıra Şiraz ve İran’daki son gezi durağımız Hafız’ın Türbesi oldu. Asıl adı Şemsettin bin Kemalettin olan ve yaygın olarak Hafız-ı Şirazi olarak da bilinen Hafız, 14.yüzyılda 1324-1391 yılları arasında yaşamış. İran tasavvuf şiirinin öncülüğünü yapmış İranlı bir şair. Farsçanın en büyük şairlerinden olduğu, şiirlerinde gerçeküstü ögeler kullandığı, fikirlerindeki kuvvet ve görüşleri açısındandoğudaki en lirik şairlerden biri sayılmakta.
Hafız kısa bir süre dışında hayatı boyunca Şiraz’dan dışarı çıkmamış. Şiirlerinde her zaman Şiraz’dan bahsetmiş ve ölümünde de Şiraz’a gömülmek istemiş. Hafız’ın gömüldüğü yer daha sonra türbeye çevrilmiş. Şirazlılar bu Türbeye “Hafıziye” ismini vermişler. İranlılar Hafız ve kitaplarına çok önem veriyorlarmış. Hatta her İranlının evinde Kuran-ı Kerimin yanında mutlaka Hafız’ın bir şiir kitabı bulunuyormuş. Hafız dışında böyle ilgi gören bir diğer eser de Şehriyar’ın “Şahname” siymiş.
Hafız’ın Türbesi, geniş bir bahçe içinde, iki havuzla süslü, sekiz sütun üzerine çini işlemeli bir kubbesi bulunan ve ziyaretçileriyle her daim kalabalık olan ama huzuru iliklerinize kadar hissedebileceğiniz bir yer. Aynı Sadi’nin Türbesi’nde olduğu gibi içeride iğne atsanız yere düşmeyecek bir kalabalık bulunmaktaydı. Her iki türbenin girişinin de ücretli olduğunu söyleyeyim.
Hafız’ın mezar taşına şiirlerinden biri işlenmiş. Bu taş, 1773 yılında Kerim Han tarafından yerleştirilmiş ve türbenin üzerine 1935 yılında bir kubbe yapılmış.
“Feryadı boşuna değildir Hafız’ın,
Şaşılacak şey çok, dili altında anın (onun).”
Hafız, Kuran-ı Kerim’i o kadar iyi biliyormuş ki tersten dahi ezbere okuyabiliyormuş. Hafız eserlerinde öyle ustalıklı bir dil kullanmış ve öyle büyük eserler yaratmış ki, bunların başka bir dile çevrilmesi hemen hemen imkansız olmuş. Türbeye gelenlerden bazılarının ellerinde Kuran-ı Kerim ve Hafız’ın şiir kitapları vardı. Hem okuyup hem ağlayanı mı, bahçede oturup piknik yapanları mı, çocuklarını gezdireni mi ararsınız burada her çeşit insan vardı.
Bir de Hafız’ın Timur’la görüşmesi rivayet ediliyormuş. Timur 1387’de Şiraz’ı fethettiğinde şehir halkını vergiye bağlamış ve Hafız’a da bir miktar vergi düşmüş. Hafız Timur’a giderek vergiyi verecek durumda olmadığını, iflas ettiğini söylemiş. Timur da ona söylediği bir beyti hatırlatarak “Maşukunun yüzündeki bene Semerkant ve Buhara’yı bağışlayan insan müflis olamaz” deyince Hafız da “İşte bu yüzden iflas ettik ya” diye cevap vermiş. Timur bu zarif ve nükteli cevabı çok beğendiğinden Hafız’ı vergiden muaf tutmuş.
Hafız’ın bir de fal kitabı varmış. İranlılar türbeye gelerek adı “Fal-e Hafız” olan bu kitaptan rastgele bir sayfa açarak gelecekte kendilerini ne beklediğine ilişkin bir işaret ararlarmış.
Türk edebiyatında da Hafız’dan etkilenen Yahya Kemal Bayatlı “Rindlerin Ölümü” adlı şiirinde Hafız’dan söz ediyormuş.
“Hafızın kabri olan bahçede bir gül varmış, Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle.
Gece bülbül, ağaran vakte kadar ağlarmış, Eski Şirazı hayal ettiren ahengiyle. Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde; Gönlü her yerde buhardan gibi yıllarca tüter. Ve serin serviler altında kalan kabrinde Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter. ”
Hafız’dan etkilenen sadece bizim edebiyatçılarımız da değil.
Alman şairi Goethe Hafız’dan esinlenerek Batı-Doğu Divanı (West-Östlicher Divan) adlı eserini kaleme almış.
Biraz da beğendiklerimden Hafız’ın sözlerine bakalım.
“Gönül o denli zarif, incinebilir bir yapıdadır ki tıpkı goncanın kıvrım kıvrım sarılmış yaprakları gibidir. Zorlayarak açmaya kalkma, zamana bırak kendiliğinden yavaşça açılsın!”
“Ömür de bir harman yerine benzer
Yandığı zaman bir saman çöpü kadar değeri kalmaz, bu yüzden yaşamdan tat almaya bak!”“Zaman, yaşamamız için bize sunulmuş armağandır
Bu armağanı doyasıya yaşa ve dostlarına da yaşat, elini çabuk tut!”
“Allah biɾ kapıyı açmadan biɾ kapıyı kapamaz.”
“Hiç biɾ yiğidin kaza ve kadeɾ okuna kaɾşı kalkanı yoktuɾ.”
“Bizim türbemizden geçtiğinde himmet iste
Çünkü bizim kabrimiz cihan rindlerinin ziyaretgahı olacaktır”
Bir de Hafız’ın güzel bir şiiriyle bu gezimizi tamamlamak istiyorum.
“Kaybolan Yusuf döner gelir Kenan’a;
Üzülme.
Bir gün döner hüzünler kulübesi gül bahçesine;
Üzülme.
Ey gamlı gönül;
İyileşirsin nasıl olsa.
Getirme aklına kötü şeyler.
Bu perişan başın da gelir hale yola,
Üzülme.
Ey güzel sesli bülbül;
devam edersen çimen tahtında kalmaya,
yine başına çiçekten güneşlik takarsın;
Üzülme.
Şu kısa ömrümüzde felek
dönmezse bir iki gün muradımızca,
gerçekleşmezse arzularımız,
devam etmez ya bu hep böyle;
üzülme.
Umutsuzluğa kapılırım deme!
Gayb aleminin sırlarını bilmiyorsun çünkü.
Perde arkasında,
nice gizli oyunlar var.
Üzülme.
Hey gönül;
söküp götürse de yokluk seli varlığımızı,
Üzülme.
Nuh gibi kaptanın var;
Üzülme.
Batarsa deve dikenleri her yanına Giderken Kabe yolunda
Üzülme.
Olsa da konak yerleri tehlikeli,
Olsa da menzilin uzak,
bitmeyen yol yok,
Üzülme.
Bir yanda dosttan ayrılığın acısı,
Bir yanda rakibin rahatsız edişleri.
Biliyor bunların tümünü
halleri değiştiren Tanrı.
Üzülme.
Ey Hâfız,
Düşmüyorsa dilinden dua, Kur’an,
Çekilmişken fakr köşesine, halvete,
gerçekleşecek arzuların;
Üzülme,
üzülme,
üzülme.
Böylece İran gezimiz sona ermiş oldu. Gece uçağıyla Türkiye’ye döndük ve sabah saatlerinde ülkemize ulaştık. İran’ı kültürüyle, doğasıyla ve insanlarının sıcaklığıyla sevdim. Ancak başka bir ülkeye gittiğimde kendi kendime bu ülkede doğmak veya yaşamak ister miydim diye bir soru sorarım. İran’ın kısa süre kalacak ve bir turisti memnun edecek çok fazla artısı olmakla birlikte uzun süre kalacağım ve yaşayabileceğim bir ülke olduğunu sanmıyorum.Yine de Arap kültüründen oldukça farklı olan Farsi kültürünü tanımak için İran mutlaka görülmeli…
Gezgin Gülten İŞÇİMEN’in diğer gezi yazıları için http://gezininadresi.blogspot.com.tr
adresini ziyaret edebilirsiniz.