ANA SAYFA Orta Doğu Ürdün Ürdün Gezi Rehberi: Kayıp Uygarlıkların İzinde

Ürdün Gezi Rehberi: Kayıp Uygarlıkların İzinde

Ürdün Ortadoğu’da özgün bir ülke… Roma döneminde yapılmış ve depremlere rağmen ayakta kalabilmiş antik kent Jerash, kayıp uygarlık Nebatienlerin yaptığı kayalara oyulmuş dünyanın yedi harikasından biri olan Petra, çölün ortasında bir Emevi halifesinin yaptırdığı hamam, hamam duvarlarında şaşırtıcı erotik resimler, Hicaz Demiryolunun istasyonu, I. Dünya Savaşı’nda öldürülen Türk askerlerinin şehitliği, uçsuz bucaksız çöl, inanılmaz resim gibi mozaikler, çölde safari, çölde develer, sürmeli gözlü Bedeviler daha neler neler…

Gitmeden önce, Arabistanlı Lawrence filmini izlemiştim. I. Dünya Savaşı’nda, Ortadoğu’daki İngiliz politikasını, izlenen yöntemleri anlatan  ve Ürdün çöllerinde geçen bu filmi, soğukkanlı olarak izlemek kolay olmamıştı. Ürdün’e giderken; bu filmde geçen olayların yaşandığı çölleri, kaleleri görme merakı yanında, sorunlu bir dönemde bu coğrafyaya gitmenin endişesi de vardı. Ancak, tüm gezi boyunca güvenlik ile ilgili hiçbir sorun yaşamadık, gezi boyunca otobüsümüzde rehber ile birlikte turizm polisi de vardı.

Bu yazıda, Ürdün’ün tarihi turistik yerlerine ilişkin resim ve bilgileri bulacaksınız. Ama bu ülkeyi tanımak için kendi yaptığım araştırmalara ilişkin bilgileri de meraklısına bölümlerinde paylaştım. İlginiz daha çok gezilecek yerlere ise bu bölümleri atlayarak okumanızı öneririm.

Meraklısına; Kuzeyinde Suriye, kuzeydoğusunda Irak, güneyinde ve doğusunda Suudi Arabistan, batısında İsrail Ürdün’ün komşuları. Arabistan çöllerinin uç noktası olduğundan, Ürdün tarihin her döneminde stratejik önem taşımış. Tarihçi Bernard Lewis’e göre; geçmişte ve günümüzde Ortadoğu’daki savaşların en büyük sebebi toprak kavgası ile birlikte, doğu ve batı arasındaki ticaret yollarını ele geçirme ya da kontrol etme isteği de olmuş.

Ancak çöl coğrafyasının ve ikliminin zorlukları ile birlikte, buralarda yaşayan toplulukların da kolay yönetilebilir-işbirliği yapılabilir olmaması nedeniyle, tarihin her döneminde büyük devletlerin ayrı bir çöl politikası olmuş. Romalılar,  M.Ö. 65’de bu çöl politikasını başlatmış. Ordu göndermek yerine, barış sırasındaki ticari, savaş sırasında askeri gereksinimleri nedeniyle, çöldeki sınır devletleri ve kervan şehirleriyle iyi ilişkiler kurmayı tercih etmişler.IV. yy. da yaşamış Romalı tarihçi Ammianus Marceilinus; güneydeki çöl halklarını “ne dost ne de düşman olmayı arzulayabileceğiniz… Araplar” olarak tanımlamış.

Büyük devletlerin, bu komşuları silah gücüyle fethetmesi tehlikeli, maliyetli ve zor imiş. Ayrıca, ortaya çıkacak sonuçların da kalıcı, güvenilir ya da yararlı olacağı garantili değilmiş. Bu nedenlerle, iki İmparatorluk da (Persler ve Romalılar) savaşmak yerine; yaptıkları maddi, askeri ve teknik yardımlar, verdikleri unvanlar ile bu halkları yücelterek yanlarına çekmeye çalışmışlar. (günümüzden bir şeyleri çağrıştırdı mı size?)

Osmanlıların Memlüklüleri yendiği Mercidabık Savaşı’ndan sonra, 1516 yılından 1918 yılına kadar Osmanlı toprağı olmuş. I. Dünya Savaşı sonrası Şerif Hüseyin’in oğlu olan Kral Faysal yönetiminde bir monarşi olarak Irak kurulmuş. Diğer yandan, Şerif Hüseyin’in öteki oğlu Abdullah’ın başına geçtiği Trans-Ürdün adında bir Arap Emirliği kurulmuş. Trans-Ürdün, 1946 da bağımsızlığını kazanarak Ürdün adını almış. Günümüzde, Ürdün Haşimi Krallığı olarak, anayasal bir monarşi ile yönetiliyor. Kral II. Abdullah 1999’dan beri ülke yönetiminde.

Başkent Amman’dan başlıyor gezimiz…

Amman
Amman sokaklarında gezerken, bir yandan modern yüksek binaları, diğer yandan tepelerde sarı renkli, düz damlı eski evleri görmek mümkün. Amman, önceleri yedi tepe üzerine kurulu bir şehir imiş. (bugün on yedi tepeye yayılmış). Bu tepelerden birinin üzerinde Roma döneminden kalma bir kale bulunuyor.

Kalede yıkılmadan kalabilmiş sütunlar, kemerler arasından Amman şehrinin yamaçlara üst üste lego gibi dizilmiş düz damlı evleri görülebiliyor. Dev bir Herkül heykelinin ise sadece parmakları kalmış. Parmakların büyüklüğüne bakıldığında, heykelin tümünün orada olduğunda görüntünün ürkütücü olacağını düşündürtüyor.

Kalenin içinde su sarnıcı, Bizans Kilisesi, Emevi döneminde yapılmış cami gibi yapıların kalıntıları da  görülebiliyor.

Kalenin içinde bulunan arkeoloji müzesinde ise değişik dönemlere ait eserler sergilenmekte.

M.Ö. 63–M.S. 324 Roma dönemine ait eserlerin ve ince cam ürünlerin sergilendiği bölüm… Ne kadar zarifler inanamazsınız.

Bir bölümde de eski tıbbi aletler sergileniyor. Bu kafatasının üzerinde üç tane delik bulunuyor. Bu akıl hastalıklarının ve beyin ödeminin tedavisinde kullanılan bir yöntemmiş. İnce metal çubuklar ile kafatasında açılan bu delikler ile beyinde belli bölgeleri işlevsiz hale getirerek ya da ödemin boşaltılması ile baskıyı azaltarak tedavi sağlıyormuş.

Bu heykel bir yol inşaatı sırasında bulunmuş. M.Ö. 7200 yıllarında yapılmış ve dünyanın en eski insan heykeli olduğu iddia ediliyor.

Kalede gün batımını izleyip şehre indiğimizde, Ortadoğu’da olup da künefe yemeden dönülmez deyip, Amman’da bir ara sokaktaki künefecide uzun bir kuyrukta sıra bekledik.

Peynirli ve kaymaklı künefeler sıcak sıcak servis ediliyordu ve tabakları elinize alıp sokakta yiyorsunuz. Tadı çok olağanüstü değildi ama, sokak arasında sıcacık insanlar ile sıra beklemek ve ayaküstü yerken Ürdünlü kadınlar ile sohbet etmek çok keyifliydi. 
Sonraki gün uzun bir çöl yolculuğu vardı. Eshab-ı Kehf, yedi uyurlar bilinen bir hikaye. Dünyanın bir çok yerinde Eshab-ı Kehf  mağarası olduğuna inanılan yerler var. (Ülkemizde de Tarsus yakınlarında) Ürdün’deki mağaranın olduğu tepenin üstünde bir cami var. Komplekse girerken kadınlara kapşonlu pelerin gibi giysileri veriyorlar. Gezerken bunları giymeniz zorunlu. Burada dualarımızı edip yeniden yola koyuluyoruz.
Çöl Kaleleri
Çölde otobüs ile yolculuk ederken hiç bitki örtüsü olmayan (sadece dikenler var) sarı kumların uçsuz bucaksız görüntüsü bir süre sonra ruhumu daralttı. Çöl ortamına uyumlu tek hayvan olan develer hem susuz uzun süre idare edebiliyor, hem de diken ile besleniyormuş. Geçmişte kervanların, bu zorlu koşullardaki seyahatlerinde dinlenme ve güvenlik gereksinimlerini karşılamak amacıyla, bir günlük mesafeye denk gelecek şekilde, han- kale- kasır gibi yapılar yapılmış. Biz bunlardan üç tanesini gördük.

Qasr Al- Harrana
Uçsuz bucaksız çölün ortasındaki bu yapı, Emevi döneminde (M.S. 710) yapılmış ve kervansaray otel olarak kullanılmış. Volkanik kireç taşı bloklardan yapılmış. Etrafında da katmanları ayrı renklerde olan irili ufaklı volkanik taşlar vardı. Bu kasır, Irak- Arabistan- Filistin Kudüs yol ayrımında bulunuyor.

Duvarlardaki küçük yarıklar; dışarıyı gözetleme amacıyla kullanılırken, hem de aydınlanma ve havalandırma sağlıyormuş. Alt katta avlu kenarında hayvanların kaldıkları odalar, üst katta ise irili ufaklı konaklama odaları mevcut.
Kuseyr Amra

Dünya Kültürel Mirası Listesi’nde yer alan bu kasır, 8. yy. da yapılmış. Emevi Halifesinin dinlenmek veya şehirden uzaklaşmak amacı ile yaptırmış olabileceğini tahmin ediyorlar.

Kasrın sadece kabul salonu ve hamam kısmı ayakta kalabilmiş. Hamam bölümünde ılıklık, sıcak banyo ve servis bölümü var.

Çölün ortasında böyle bir hamama su temin etmek ciddi bir iş gibi görünüyor. Kuyularda su toplanarak su ihtiyacının karşılandığını söylüyor rehberimiz.


Sağlam olan hamam kısmındaki resimlerin, Emevi Dönemi sanatını yansıttığı söylenmekte. İslam sanatında görmeye alışkın olmadığımız tasvirler ile tüm duvarlar kaplanmış. Duvar ve tavanlardaki freskler çok ama çok şaşırtıcı. Havuz içinde dansöz, hayvan (köpek, geyik, ceylan, deve) ve avcılık resimleri, astrolojiyi yıldızları burçları anlatan resimler. Yerlerde mozaikler var. Emevi askerlerinin zaferlerini gösteren resimler de bulunuyor. Halife sarayındaki bu resimlerde, Yunan ve İran etkisinin olduğunu iddia eden kaynaklar var.

Bir duvar resminin siyasi bir mesaj verdiği tahmin ediliyor. Bu resimde; altı tane kafir hükümdar, oturmuş durumdaki halifeye itaat ederken resmedilmiş. Hem Arap hem de Yunan alfabesi ile yazılmış hükümdar adlarının dördü okunabilmekte: Sezar (Bizans İmparatoru), Roderik (İspanya’nın son Vizigot Kralı), Krazüs (Pers İmparatoru) ve Etiyopya İmparatoru. Diğer iki resim bozulduğu için tanınamayacak durumda olduğundan hangi hükümdarlar olduğu bilinmiyor.

Çölün ortasında bir saray, sarayın hamamında sıra dışı resimler beni çok şaşırttı. Resimler kısmen bozulmuş olduğundan ve yetersiz ışık nedeniyle ortamı yansıtacak kadar resimler çekememişim. İlgilenirseniz internetten Kuseyr Amra resimlerini incelemenizi öneririm.

Azrak Kalesi
Kale Roma döneminden kalma, Osmanlılar askeri garnizon olarak, Lawrence da karargah olarak kullanmış. Kale çölde gördüğümüz diğer yapılardan farklı olarak bazalt taşlardan yapılmış. Koyu renkli iç karartıcı taşlar bunlar.

Kale kapısı iki kanatlı blok taştan yapılmış. Açılıp kapanma mekanizması hala çalışıyor. Dünyada başka örneği olmadığı söyleniyor. Kale kapısının üzerindeki delikler, kızgın yağ dökmek için kullanılıyormuş. Taş kapıdan girince, yerde taşa oyulmuş ufak delikleri görüyoruz. Bu delikler, kale içindeki askerler ve halkın vakit geçirmesi, oyalanması için satranç dama benzeri oyunların oynanması amacıyla kullanılıyormuş.

Büyük ve kasvetli  bir meydanın etrafında  bir çok yapı var. Lawrence’ın kullandığı oda da bunlardan birinin ikinci katında. Kale içinde bir de cami bulunuyor.

Çöl yolculuğunun devamında kadim bir şehir olan Jerash’a varıyoruz.

Jerash – Geresa

M.Ö. 100 yıllarında yapımına başlanan antik şehir, M.S. 200-300 yıllarında ekonomik ve sosyal olarak zirveye ulaşmış. Bu dönemlerde, ticaret kervanları buradan geçmeye başladığı için Petra’nın hakimiyetini silmiş.

Meraklısına; 6500 yıllık bir geçmişi olan, İncil’de de adı geçen Gerasa şehri, Roma dönemiyle birlikte zirveye ulaşmış ve Amman’ın 48 km kuzey batısında. Aramice konuşma dili olarak kullanılıyormuş, ama resmi dil Yunanca imiş. Antik Roma Döneminde bir ticaret merkezi olan şehir, M.S. 749 yılındaki büyük deprem ile büyük ölçüde yıkılmış ve yıkılmayan kısımları da toprak altında kalmış. 1806 yılında Alman oryantalist Jasper Seetzen tarafından keşfedilmiş. Dünyanın en iyi korunmuş Roma Antik Kenti olduğu söyleniyor.

Bu Antik Kenti gezerken, günümüzde modern olarak tanımlanan (!) şehirlerdeki tüm öğeleri görmek mümkün. Hatta bazı bölümlerde; AVM lerde yan yana gördüğümüz sosyal mekanları bir arada görüyorsunuz. (dükkan, manav/hal, hipodrum, kilise, tiyatro…) Hem de yıkılmış bölümlerine rağmen anlatılamaz zarif bir mimari ile.
Roma İmparatoru Hadrianus’un kenti ziyareti (M.S. 129-30) anısına yapılan görkemli bir kapıdan giriyoruz ve ana caddede yürümeye başlıyoruz. Taş bir yol burası ve etrafta sağlı sollu yapılar bulunuyor.

Bu yan yana dizilmiş küçük odalar birer dükkan ve tabanlarında rengarenk mozaikler ile halı gibi yapılmış yer döşemeleri bulunuyor. Sanki biraz dikkat kesilseniz, geçmişte yoldan geçen kervanların gürültüsünün, dükkanlarda yapılan pazarlıkların, belki entrikaların seslerini, taşların arasında saklandıkları yerden duyabilirmişsiniz gibi geliyor.

Marianos Kilisesi M.S. 570-749 yıllarında aktif olarak kullanılıyormuş. Kilisenin tabelasında görülen yer mozaiklerinden bir kısmı bozulmadan kalmış ve üzerindeki yazılar da okunabiliyor.

Hipodrum M.S. 220-749  yılları arasında, halkın eğlence ve yarışma ihtiyacının giderilmesi amacıyla kullanılmış. Roma deyince akla hep kölelerden oluşan bir işgücü ve acımasız asiller geliyor ama halkın oyalanması da gerekiyormuş. 

Spor etkinliklerinin yapıldığı 50×250 metre boyutlarındaki alanın etrafında, taş oyularak yapılmış ve halen bir kısmı sağlam olan oturma bölümü var. Günümüzde gladyatör gösterilerinin yapıldığı festivaller düzenleniyormuş bu alanda.

Şehir surlarının yanındaki taş yoldan ilerleyerek güney kapısına geliniyor.

Güney kapısından güney yoluna giriliyor, yine taş bir yol (south street) M.S. 110- 300 yıllarında yapılmış. Bu yol bizi ihtişamlı sütunları olan  oval plazaya götürüyor.

Çok zarif sütunlar ile çevrili bir forum alanı burası. Etrafındaki taş basamaklara oturup uzun uzun izlemek isteyeceğiniz bir ferahlık duygusu veriyor insana.

M.S. 100 yıllarında yapıldığı belirtilen bu alan, 160 tane sütun ile çevrili imiş. Şimdi 60 tanesi sağlam kalabilmiş.

Oval plazadan sonra başlayan Cardo Yolu, M.S. 120-170 yıllarında yapılmış ve Artemis Tapınağı’na giden bir yol. Yaklaşık 800 metre bozulmamış düzgün taşlar üzerinden yürüyorsunuz; binlerce yıl önce at arabalarının, kölelerin, kralların yürüdüğü yolda ve etrafta iki taraflı zarif sütunlar var yine. 

Yol kenarında birleşim noktalarında taş oyularak oluşturulmuş kanalizasyon delikleri görünüyor. Yol iki tarafa hafif eğim verilerek yapılmış, yağmur sularının ortada birikmesini önlemek için.

Macellum gıda dükkanları (tabelasında food market yazıyordu) M.S. 190-850 yılları arasında kullanılmış. Ortada havuz gibi bir alan ve etrafında taş oyma sütunlar var.

Nymphaeum, anıtsal çeşme demekmiş. Ortasında devasa  heykeller varmış geçmişte muhtemelen.

Meraklısına; Nymphaeum, Helen mitolojisinde su, orman, dağ perileri olan ‘nymphe’ lerden adını alan ve onlara adanmış, Helen ve Roma mimarilerinde görülen, kayaya oyulmuş ev biçimli, sütun dizileri ve heykellerle bezenmiş, nişli, anıtsal çeşme yapılarına verilen isimmiş. Bu yapılara, kent içerisinde suya gereksinim duyulan hemen her yerde rastlamak mümkünmüş.

Sadece kalıntılarının uzaktan görüldüğü Zeus Tapınağı’nın yanından geçip, amfi tiyatroya gidiliyor.

Yıkılan bölümlerine rağmen, sahnenin arkasında yer alan taş oyma duvarların estetiği ve mekanın akustiği  dikkat çekici. Burada bir grup müzisyen yerel çalgılar ile Türk müziği parçalarını çaldı.

Güvenlik önlemleri nedeni ile müze hava kararmadan kapatılıyormuş. Aceleyle antik kentten çıkarken, rengarenk bir gün batımı vardı.

Salt
Salt şehri Osmanlı döneminde Şam Vilayetine bağlı bir idari birimmiş. Amman’ı Kudüs’e bağlayan eski ana yol üzerinde bulunuyor.

Şehrin ara sokakları birbiriyle alakasız her şeyin yan yana satıldığı dükkanlardan oluşuyor. Tepeye çıktığınızda, Osmanlı döneminde idari bina olarak kullanılan yapıların farklı mimarisi dikkat çekiyor.

Bu şehre gelişimizin diğer amacı ise şehitliği ziyaret etmek.

Salt Türk Şehitliği

I. Dünya Savaşı sırasında, 24-26 Mart 1918 tarihleri arasında Salt bölgesinde, İngilizlere karşı savaşırken şehit düşen; 4. Ordunun 48. Tümeni ile 143, 145 ve 191 inci Piyade Alaylarına mensup subay, astsubay, er ve erbaşlarından oluşan 300 Türk askerinin anısına yaptırılan şehitlik burası.

Toplu mezar bir mağarada, 1973’de bulunmuş. Anıtın ilk inşaatı 1989 da bitirilerek ziyarete açılmış. 2004’de ise Türkiye Cumhuriyeti’nin Askeri Ataşesi Kurmay Albay İbrahim Yılmaz tarafından anıtın yenileştirilmesi yaptırılmış.

Mağaranın içinde Türk Bayrağı ile örtülmüş sandukayı görmek ve  fonda okunan Kuran sesini duymak tüylerinizi diken diken ediyor. Çok ama çok duygulandım burada, hepimizin dedeleri olan bu askerler için dua edip, genç yaşta vatan uğruna can veren kahramanlar için derin duygular içinde yukarı çıktığımda, anılarını yaşatmak için bu şehitliğin yapılmasına katkıda bulunanlara minnet duydum. 

Şehit isimlerinin yazılı olduğu bölümde, gözlerim kendi memleketimden şehit var mı diye arandı. Sonra tüm dedelerimizin şimdi başka bir ülke olan bu topraklarda, kim bilir neleri geride bırakarak genç yaşta hayata veda etmelerinin acısıyla şehitlikten çıktım. 

Madaba
Küçük, temiz, modern bir şehir burası. Yakın mesafede, neredeyse yan yana Kiliselerin bulunduğu ve Hristiyanların yoğun olduğu şehirde insanlar da son derece kibar.Bir mozaik cenneti burası. Kiliselerin tabelası bile mozaikten yapılmış.
Madaba’daki en önemli eser, erken dönem Bizans mimarisi örneklerinden olan Aziz George Kilisesi’nin tabanında bulunan ve bir kısmı günümüze kadar ulaşan mozaik Madaba Haritası. M.S. 6. yy.da yapıldığı tahmin ediliyor. Bu haritada, Ortadoğu’daki yerleşim yerlerinin isimleri yazılı ve simgeler ile kutsal topraklar, antik Filistin ve Kudüs gösterilmiş. Bu harita, Necef Çölü’nde bulunan ve başka kaynaklarda adı geçmeyen yerleri göstermesi ve ayrıntılı Kudüs haritası vermesi nedeniyle önem taşımaktaymış.
Meraklısına; Eski yıkık kiliselerden birinin tabanında bulunan mozaik, 1884’te ortaya çıkarılmış. 1896’da bilim adamlarının dikkatini çektiğinde büyük bölümü bozulmuş olan haritanın eldeki parçası, antik Neapolis’ten (bugün Nablus)  Mısır’a uzanan bölgeyi kapsıyormuş. Harita, 1965-66 yıllarında Herbert  Donner başkanlığında Alman arkeologlar tarafından restore edilmiş.

Dini ve uluslararası organizasyonlar tarafından kazı ve restorasyon çalışmaları süren Martrys Kilisesi kalıntısının yer mozaikleri de çok etkileyici. Restorasyon sürdüğü için, sadece kenarından ve demir köprülerin üzerinden resim çekilebiliyor.

Mount Nebo
Nebi Dağı’na çıkan yolu otobüs ile kıvrıla kıvrıla tırmanıp, otobüsü otoparkta bıraktıktan sonra yürüyerek çıkmak gerekiyor. Hz. Musa’nın, Sina Çölü’nde kavmi ile kırk yıl dolaştıktan sonra bu dağa geldiği, burada kavmine gitmeleri gereken toprakları (vaad edilmiş toprakları) gösterdiği ve burada ölüp gömüldüğü rivayet olunuyor.

Bu dağı, Hristiyanların ve Papa’nın da kutsal saydığını ve sahiplendiğini, girişteki bu anıt  ile anlamak mümkün. Anıtın üzerindeki yazı; “Bir tanrı- Herkesin babası- Herşeyin üstünde”.

Yukarı doğru çıkıp bir seyir terasına ulaşıyorsunuz. Burada sağınızda büyük bir kilise, karşınızda çöl ve İsrail toprakları görünüyor. Terasın uç kısmında; demirden yapılmış yılana sarılmış, çarmıhtaki İsa heykeli ilginç. İtalyan heykel sanatçısı Giovanni Fantoni tarafından yapılan ve Musa’nın asası (yılan) ile haçı birlikte simgeleyen hoşgörü ve dostluk heykeli imiş bu heykel.

Seyir terasından baktığınızda, karşıda İsrail topraklarını görüyorsunuz. Tüm kavgaların ve savaşların nedeni olan bu topraklara tepeden bakmak tanımlanması zor duygular hissettiriyor.

Terasta yer alan bu tabelada ise, vaad edildiği düşünülen toprakların uzaklıkları ve yönü gösterilmekte.

Nebi Dağı’nda 4. yy’da yapılan bir kilisenin yıkıntıları üzerine, yeniden kilise inşa edilmiş. İçeride, vitray camlar ile renklendirilmiş çok sayıda pencere var. Camların renkliliği, ortamda yumuşak bir aydınlanma sağlıyor.

Ama asıl ilginç olan, büyük ölçüde korunabilmiş olan yer mozaikleri. Rengarenk taşlar ile çok detaylı figürler resmedilmiş, olaylar canlandırılmış. Tabi ki, bu mozaiklerin üzerine basamıyorsunuz. Kenarlarındaki korumalı alanlarda ve küçük cam yollarda-köprülerde yürüyerek resim çekmeniz mümkün.

Nebi Dağı’ndan indikten sonra başka bir kent kalıntısı var yol üzerinde.

Umm Ar- Rasas
Büyük bölümü toprak altında olan, ama kalıntılar arasında yürüyerek gezebileceğiz bir kent kalıntısı burası. UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan şehrin, İncil’de tanımlanan bir yerleşim olduğunu ifade ediyor kaynaklar.

Roma, Bizans dönemine ait kalıntıların bulunduğu bölgede, ilginç mozaik yer döşemelerini görmek mümkün.

Çıkışta, mozaik objelerin yapıldığı ve satıldığı büyük bir mağaza var. 10×10 cm. lik bir duvar panosu yaklaşık 10 dolar civarında satılıyor. Ucuz değil ama benzerini başka yerde bulamayacağınız bu objelerden almanızı öneririm.

Petra
Ürdün gezisinin en merak ettiğim kısmı burası idi. Gitmeden önce belgesellerini izlemiş, resimlerini görmüştüm. Ama bu giriş kapısından geçtikten sonra, kelimenin tam anlamı ile “zaman tüneline” girdim ve gün boyu saatlerce bu zaman tünelinde hayretler içinde dolaştım.
Meraklısına; Petra, M.Ö. 400-M.S. 106 yıllarında Nebatienler tarafından yapılmış ve devletin başkenti olmuş. M.S. 400 yıllarında depremler ve ekonomik sebeplerle kent gözden düşmüş ve zaman içinde unutulmuş. 1812 yılında İsviçreli gezgin Johann Burckhardt tarafından kent yeniden bulunmuş. 1985 de UNESCO tarafından Dünya Kültürel Mirası Listesi’ne dahil edilmiş. 2007 de ise Dünyanın Yeni Yedi Harikasından biri olarak seçilmiş.

Giriş kapısından sonra derin vadiye girmeden önce, yaklaşık 800 metrelik bir açıklık bölgeden geçiliyor. Eğer yürüyerek vadiye inmeyecekseniz; burada at arabasına ya da ata binmeniz mümkün.

Doğal taş oluşumlar ve bu taşlara oyulmuş bazı yapıların yanından yürüyerek geçip keşfetmeye başlıyorsunuz. Bu yolun sonunda, küçük birkaç dükkan (koku ve sabun satan) ve oturmak için banklar var. Burada oturup aşağıdaki vadiye uzanan yolun bir kısmını görmeniz mümkün. Bu geçitten sonra The Siq yolu başlıyor.

Dar yarıklar ve yüksek kayalıklar arasında ilerleyen bir yol olan
The Siq, 1,2 kilometrelik bir geçit.  Depremlerle ayrılmış kum taşı kayalıkların arasındaki genişlik, zaman zaman 5-6 metreye kadar düşüyor. Yüksekliği 150 metreyi aşabilen taş duvarlar var iki yanınızda. Bir zamanlar gezginler, tüccarlar, hacılar ve deve kervanları bu dar geçitten geçerek şehre giriyorlarmış. Düz bir yol değil burası, hafif bir eğim ile aşağı doğru inerken, virajlar arasından kıvrılarak kanyon içerisinde ilerliyorsunuz. Yolun kaya duvarları, güneş ışığının açısına göre renk değiştirerek sizi şaşırtıyor. Kırmızı, pembe, sarı, lila renkler dans ediyor sanki taşların üzerinde. 8-10 yaşlarında Bedevi çocuklar etrafınızı sarıyor ve yol boyunca size bir şeyler satmak için yanınızdan ayrılmıyorlar. Olağanüstü siyah ve sürmeli gözleri ile çok şirinler ama bir süre sonra bunaltıyorlar.
Vadinin her iki kenarında su kanalları var. Yolun giriş kısmında, sıra dışı sistemler deneyen Nebatienlerin inşa ettiği bir baraj varmış. Bu baraj, yıkıcı su baskınlarını engellemek için hazırlanmış karmaşık bir mühendislik harikası olarak tanımlanıyor.

Meraklısına; Kayaların içerisine açılan seramikle kaplanmış 4,8 metre genişlik, 8 metre yükseklik, 30 metre uzunluğundaki Mudhlim Tünelive karmaşık bir bent sistemiyle, sel suları bir boğaza aktarılıyor ve böylece Siq ve El-Hazne’nin yıkıcı su baskınlarından korunması sağlanıyormuş. 2000 yıl öncesi insanları için sıra dışı görülen, hayret uyandırıcı su mühendisliği ile Petra kentini su taşkınından koruyan baraj ve tünel, aslında devasa bir su yönetim sisteminin bir parçası imiş. Yolun yan tarafındaki açık kanal ise hayvanlar için yalak olarak kullanılmaktaymış. Yolun diğer tarafındaki kapalı kanal ile de, insanlara suyun temiz olarak ulaşması sağlamaktaymış.

Çölün ortamında su ihtiyacını kontrol etmenin öneminin farkında olan Nebatienler, şehrin farklı noktalarında 20’den fazla sarnıç yaparak, uzaklarda bulunan su kaynaklarını bu kalabalık şehre ulaştırmayı başarmışlar. Siq’in duvarlarında açılan boru sistemiyle, sarnıçlarda biriken sular şehre taşınmış. Kumtaşı kayalıkları suyu emen özellikte olduğundan, kaybı önlemek için kanalları seramik ile kaplamışlar. Böylece yağmurun az olduğu, sıcaklığın 50 dereceyi bulduğu çöl ortamında sürekli bir su kaynağına sahip olmuşlar.


Şehrin başlangıcı kabul edilen Hazine binasına varmadan, bu vadi içerisinde aşağıya doğru inerken, etrafınızda yapılar, heykeller, tapınakların kalıntılarını görüyor ve her viraj kıvrımında değişik sürpriz ile karşılaşıyorsunuz.

 “The Siq” adı verilen bu yol, taş kaplı bir hal almış. Ama Hazine (El Hazne)’ye yaklaştıkça yumuşak kuma dönüşüyor.

Bu geçidin sonunda, taş yarıklar arasından Petra’nın en muhteşem yapısı karşımıza çıkıyor. El Hazne ya da Hazine binası.

Yapı 39 metre yüksekliğinde ve 25 metre genişliğinde.  Roma mimarisi etkisinde kalan Nebatienler, yıllarca kızıl kayaları oyarak bu zarif binayı ortaya çıkarmışlar. İnsanlar zarar verdiği için son yıllarda içeriye girilmesi yasaklanmış. Hollywood filmleri ile ölümsüzleştirilen Petra’nın en ünlü yapısı. Hazine binasının önü tam bir şenlik alanı. Resim çeken turistler, seyyar satıcılar, küçük kafeler, yerlerde oturan develer, Bedeviler ve tepenizde kızgın güneş ile çöl havası.

Meraklısına; Bu bina, Nebatienlerin altın çağının bir göstergesi imiş. El Hazne’deki figürler, Nebatienlerin geleneksel mimarisinden çok farklı imiş. Erken dönemde Nebatienler tanrılarını genelde; kare taş, kutsal meteorlar, taş bloklar, bazen de şematik göz ve burun ile simgeliyorlarmış. Oysa El-Hazne’nin gösterişli ön cephesindeki semboller; Nebatien, Yunan, Pagan ve Mısır kültürünün tanrısal figürleri, hayvanlar ve çiçeklerle süslü imiş. Yunan mitolojisindeki savaşçılar, Amazonlar, merkezde Mısır tanrısı İsis’in tacı ve hemen onun altında da Medusa başı bulunuyormuş. Ticaretle uğraştıkları için Batı Akdeniz’de dolaşan Pagan Nebatienlerin; farklı kültürlerden etkilenerek, onların sanat tarzları ve inançlarını birleştirdikleri düşünülüyormuş. Kazılarda bulunan sikkelerin %80’ inde, Nebatien kralı IV. Aretas’ın tasviri bulunduğundan, buranın onun mezar odası olarak yapıldığı da düşünülüyormuş.

El Hazne’nin sonrasında dar derin vadi, geniş bir çöl havzasına açılıyor ve burada mezarların, anıtların sayısı artıyor. Eski el yazmalarında Yunanca “taş” anlamına gelen, bir zamanların kayıp antik başkenti Petra hakkında kalan tek ipuçları bunlarmış. Bir tapınak, bir amfi tiyatro ve düzinelerce mezarın bulunduğu kayıp uygarlığın kalıntıları bu bölgeye dağılmış.

Petra’nın en çok bilinen etkileyici kalıntılarından Roma Amfi Tiyatro, Helenistik mimari tarzında 1.yy’da yapılmış ve 7.000 kişiyi ağırlayacak kapasitede imiş. Tamamen kayaların içerisine oyulmuş tiyatro, 363 yılında geçirilen depremden oldukça etkilenmiş. Tadilat gören tiyatro ziyaretçilere kapalı, sadece uzaktan görebiliyorsunuz .

Roma Tiyatrosu’nun karşısında büyük bir kayalıkta, 5 adet devasa mezar cephesi görünüyor. Royal Tombs olarak adlandırılan kraliyet mezarları, diğer anıt mezarlara oranla daha büyük ve görkemli.

Meraklısına; Mezarlardan ilki sonraları Bizans kilisesi olarak kullanılan Urn Tomb, ikincisi renkli kum taşı kayalarıyla dikkat çeken Silk Tomb, üçüncüsü Nero’nun Altın Saray’ından esinlenen ve yarım kalmış Corinthian Tomb, dördüncüsü Roma sarayı görünümünde inşa edilen Palace Tomb, beşincisi Roma valisi Sextus Florentinos için yapılan Sextus Florentinus Tomb.

Yol üzerinde kalıntılar arasında, Nebatien askerlerini sembolize eden bir grup gösteri yapıyordu.

Hazine binasından sonra yaklaşık 2 km. zaman zaman taş zeminde, zaman zaman çöl kumları üzerinde ve iki taraftaki kalıntıları izleyerek yapılan zorlu yürüyüş, yolun bitimindeki tesislerde sonlanıyor. Burada dinlenmek, yemek yemek ya da çay kahve içmek mümkün.

Burada dinlendikten sonra, dönüş için tekrar aynı yolu izliyorsunuz. Hazine binasında yeniden dinlenip, burada Bedevi gençlerin develer atlar üzerinde yaptıkları hareketleri izlemeniz de mümkün. Küçük tezgahlarda tarihi kalıntı diye irili ufaklı şeyler de satılıyor. İlginizi çekerse bakın ama hem gerçek olmadığını düşündüğümden, hem de çok pahalı olduğundan bunlarla oyalanmayıp, insanları ve kaya kenti izlemeyi tercih ettim.

Geri dönüş yolunda; Hazineden sonra, yeniden siq kanyonu üzerinden rengarenk kaya duvarları izleyerek yukarı çıkılıyor. Ama gün boyu yürümenin (4km. gidiş, 4 km. dönüş toplam 8 km.), sıcağın ve çöl havasının etkisi ile oldukça yorulmuş olduğunuzdan bu çıkış epeyce zorluyor. Hatta yukarı çıkıp ilk geldiğinizdeki giriş kapısına yakın düzlüğe varınca biraz dinlenip mola vermeniz gerekiyor.

Bu yolun bitiminde bir müze var. Müzede, kazı sırasında çıkarılmış objeler sergileniyor. Hepsinin altında İngilizce açıklamalar da bulunuyor. Ayrıca ilginizi çeker ise Nebatienlerin tarihini, sosyal hayatını, hukuk sistemini anlatan büyük panolardaki yazı ve resimleri de incelemeniz mümkün.
Bu heykel Nebatien tanrısı Dushara’ya ait ve M.Ö. 1. yy. civarında yapılmış. Nebatienler, “Dushrara” adlı tanrıya inanmışlar, bunun için kurbanlar kesilirmiş ve kelime olarak dağların efendisi, babası anlamına gelmekteymiş.

Müzede sergilenen bazı kazı buluntuları.

Meraklısına: Nebatienler; köken olarak Kuzeybatı Arabistan’da yaşayan göçebe bir kavimmiş. M.Ö. 4.yy’da ilk defa tarih sahnesinde görünmüşler. Ürdün Çölü’nün kenarında yaşıyorlarmış. Saldırılardan uzak güvenli yer olan Wadi Musa’ya yerleşmişler. Burada deve, koyun, keçi ve at beslemiş, çölde teraslar kurup üzüm bağları ve zeytin yetiştirmişler. Ticaret yollarını kontrol etmeleriyle tanınıyorlarmış. Baharat, tütsü, yağ ve parfüm ticaretinde ustalaşmışlar. Romalılar ve Helenistik dönem Yunanlılarıyla; Perslerle ticaret yapıp, kervanları Arabistan’dan Akdeniz’e, Mısır ve Mezopotamya’ya sevk etmişler.

Ticaret sayesinde çok zengin ve nüfuzlu hale gelip, görkemli bir şehir olan Petra’yı kurmuşlar ve onu geniş̧ bir ticaret krallığının merkezi yapmışlar. Kullandıkları dil Arapçanın temellerini teşkil eden Arami dili imişNebatien Krallığı daha sonra, Romalıların istilasına uğramış ve MS. 106 yılında Roma topraklarına dahil edilmiş. Depremler, değen ticaret yolları ve Haçlı Seferleri’nin ardından şehir terkedilmiş ve tarihin derinliklerine gömülmüş. Nebatienler de tarih sahnesinden silinip gitmişler. Bedeviler Nebatienlerin torunları olduklarını söylüyorlarmış.

Petra’ya giriş ücreti günlük bilet olarak 50 dinar, ancak saat 16 da antik şehirden çıkmış olmanız gerekiyor. Akşam için 20 dinarlık bilet alarak, hava karardıktan sonra yapılan ışık ve ses gösterisini izlemeniz mümkün. Sonraki gün yolculuk bir başka çöle.
Vadi Rum
Dünyanın en güzel çöllerinden biri olduğu söyleniyor. Bir zamanlar Nebatienler, Romalılar, Bizanslıların yaşadığı, Haçlı ordularının, Osmanlının hüküm sürdüğü kızıl topraklar burası. Ay Vadisi olarak da adlandırılıyormuş. 720 km2 büyüklüğünde çok geniş bir alan. Çölün sessizliği ve kum tepelerinin güneş ışığının durumuna göre renk değiştiren kayaları, gizemli ve etkileyici.
Gecesi de çok güzel (sonsuz bir karanlık ve gökyüzünde yıldızları izlemek isterseniz). Çölde keçeden yapılma bedevi çadırlarında veya Bubble evlerde kalabilirsiniz. Kamp yerinizde gökyüzünü izlemenin yanı sıra çöl ortasına kurulmuş yıldızları izleme alanında teleskoplarla izleyebilirsiniz yıldızları. Özellikle Wadi Rum’da denenebilir çölde konaklama.

Hicaz Demiryolu
Çölde otobüs ile giderken bir tren istasyonunda durduk. Çöl kumunun içinde rayları kaybolmuş, sökülmüş, köprüleri I. Dünya Savaşı’nda Lawrence tarafından bombalanmış Hicaz Demiryolu’nun, Rum istasyonu burası. Bir kaç vagon ve lokomotif duruyor ve üzerinde Türk Bayrağı dalgalanıyor.

Çölün ortasında bayrağımızı görmenin gururu, bu demiryolu için dedelerimizin bağışladığı paraları düşünmenin sızısı, İngilizlerin savaş sırasında bölgede Araplara özgürlük (!!!) verme vaadi ile nasıl da stratejik hamleler yaptığını gözlemlemenin tanımlanamaz hisleri içinde resim çekmek için rüzgarın esip bayrağı dalgalandırmasını bekledik…

Meraklısına; Hicaz Demiryolu, İstanbul ile Medine’yi birbirine bağlamayı amaçlayan ve II. Abdülhamit tarafından, 1900-1908 yıllarında inşa ettirilen projenin,  Şam ile Medine arasındaki  bölümü. Teknik ve malzeme desteği Almanlar tarafından sağlanan demiryolu inşaatında, halkın da bağış yolu ile finansman desteği olmuş. Hicaz Demiryolu inşaatında, 2666 kagir köprü ve menfez, yedi demir köprü, dokuz tünel, 96 istasyon, yedi gölet, 37 su deposu, iki hastane ve üç atölye yapılmış.
Çölde Safari
Çöl acımasız bir doğal ortam. Ama jeep ile çölde safari inanılmaz keyifli bir deneyimdi. Rahat pantolon, ayakkabı ile başınızı rüzgar ve kumdan korumak için şapka ya da başörtüsü gerekli bu safaride.

Bir süre arabada gittikten sonra, bir kum tepesinin yanında durduk hem çölde yürümek, hem de yukarıdan fotoğraf çekmek için. Basit gibi görünen bu yürüyüşün pek de öyle olmadığını birkaç adım sonra anlıyorsunuz. Ayağınız kuma batıyor ve yeniden yürümek için epeyce zorlanıyorsunuz. Ama çöl sonsuzluk duygusu veriyor yürüdükçe, sonsuzlukta sarı kumların içinde kaybolmuş gibi.

Develerin bacakları ince, ayakları geniş olduğundan dalga geçercesine yanımızdan yürüyüp gidiyorlar.

Bir de çölün zorlu koşullarında yaşamaya alışkın çölün efendisi Bedeviler var. Çölün kayalarının arasında uzun siyah bir kıl çadırın içinde çay ikram ediyorlar ve yöresel bazı ürünleri satıyorlar.

Günlerdir çöllerde dolaştıktan sonra yolumuz Kızıldeniz kıyıları idi ve denizi maviyi görmek içimizi ferahlattı.

Kızıldeniz Kıyıları ve Akabe
Akabe, Ürdün’ün güneyinde Kızıldeniz kıyısında 70.000 nüfusa sahip bir liman şehri. Ürdün’ün denize açılan tek limanı. Akabe’nin hemen yanında, İsrail’in Elyat şehri yer alıyor. Sahil boyu; yürüyenler, kafelerde oturanlar ile cıvıl cıvıldı. Burada deniz kenarında keyif yapabileceğiniz gibi, zemininin orta kısmı cam olan tekneler ile denize açılıp denizaltı manzaralarını izlemeniz de mümkün.

Akabe’ye gelmişken, tarihimiz içinde önemli bir yer tutan Akabe Kalesini görmek istedik. Ancak içeri girmemiz mümkün olmadı, tadilat varmış. Kale kapısının üzerinde var olan Osmanlı kitabesi kaldırılmış, yerine Ürdün arması konulmuş.

Meraklısına; 7. yy’da Müslümanların idaresine geçen Akabe, 1115 yılında Haçlıların hakimiyetine girmiş. Selahaddin Eyyubi, Akabe’yi 1170 yılında Haçlılardan geri almış. Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında 1516 tarihinde Osmanlı topraklarına katılan bu şehirde, hac yollarının emniyeti için bir kale inşa edilmiş. Osmanlıların yaptırdığı bu kale, Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde de ayrıntılı bir şekilde anlatılmaktaymış.

I. Dünya Savaşından sonra Arabistanlı Lawrence’ın kışkırtmasıyla ayaklanan Arap göçebelerinin Türk kalesine saldırması ile Akabe, İngilizlerin eline geçmiş ve 1946 yılında Ürdün’ün bir şehri haline gelmiş. 1948’deki Arap-İsrail savaşından sonra gelen Filistinli mültecilerle şehrin nüfusu hızla artmış. Ürdün’ün önemli bir gelir kaynağı olan fosfat Akabe limanından ihraç edilmekteymiş.

 

Rengarenk bir gün batımında veda ettik Kızıldeniz’e. Gezinin son durağı olan Ölü Deniz’e yaklaştığımızda hava kararmıştı. Lut’un karısı olduğu düşünülen kayayı silüet olarak gördük.

Meraklısına; Lut Peygamberin, bugünkü İsrail ve Ürdün sınırı arasındaki bir bölgede yaşayan Lut Kavmine gönderildiğine inanılıyormuş. Lut Kavminin gazaba uğratılarak yok edildiğine inanılan bu bölgede, bir tepenin üstündeki ince uzun heykel gibi bir kayanın, taşa dönen Lut’un karısı olduğu rivayet olunuyormuş.

Ölü Deniz
Lut Gölü ya da Ölü Deniz, dünyanın deniz seviyesinden en alçak seviyede olan gölü. Mineral içeriği fazla ve çok tuzlu olduğundan içinde canlı yaşamıyor. Kenarındaki çamurun minerallerinin şifalı olduğu söylendiğinden, çamur banyosu da yapılıyor.


Deniz seviyesinin 420 metre altıda bulunan Lut Gölü kıyısında; plaj şemsiyelerinin altında şezlonglara uzanıp,  manzarayı seyrederken gölün karşı tarafı İsrail kıyıları. 

Suya girilen kısmın kenarındaki taşlar çok kaygan (yağlı gibi) olduğundan, bir görevli suya girmek isteyenlere yardımcı oluyor. Suyun, gözünüz ile temas etmemesi konusunda uyarıda bulunuyorlar. Suyun içinde batmak mümkün değil, hareket etmek de çok zor. Ben kenarında durup, yüzüme çamur sürmekle yetinirken gruptan bazıları gölde batmadan su üzerinde uzanmanın keyfini çıkartıyorlardı.

Burada Ölü Deniz minerallerinden yapılmış sabun ve kremler satılıyor. Gitmişken almadan dönmeyin. Dönerken; valizimde sabunların kokusu, zihnimde kadim toprakları görmenin keyfi vardı. Ortadoğu’yu bütün olarak tanımak ve anlamak için resmin bir parçası da Ürdün. Ürdün genç bir devlet, ama geçmişinde birçok medeniyet ve devletin bıraktığı izler var. Turistik bir gezi yaparken aslında zamanda bir yolculuk yapmak ve çölün sonsuzluğunu hissetmek isteyenler için ideal bir gezi rotası.

Gezi esnasında, yan yana ülkelerin benzerlik ve farklılıklarını gözlemlerken, sınırların tam olarak neyi yansıttığını ben çözemedim. Ürdün’lü şair Hisram Bustani’nin sözleri acaba bunu mu yansıtıyor?

Nehirle nehir kıyısı arasındaki sınırı kim çizdi?
Rüzgarla bulut arasındaki sınırı kim çizdi?

Kaynakça
Gezi rehberinin anlattıklarından tutulan notlar
T.C. Amman Büyükelçiliği web sayfası
Wikipedia
Bernars Lewis, Ortadoğu İki Bin Yıllık Ortadoğu Tarihi, Arkadaş Yayınları, 2014.
William L. Cleveland, Modern Ortadoğu Tarih, Agora Kitaplığı, 2008.

8 COMMENTS

  1. Ortadoğu coğrafyasıyla, kültürüyle bir derya. Bir de güzel anlatılınca okumak çok büyük bir keyif. Teşekkür ederiz edebi ve bilgi dolu anlatımınız için…

    Hilal Tezcan

  2. Ankara Üniversitesi Kültür Gezginleri'nin organize ettiği bu kültür operasyonu, ekibin tarihinde bu güne kadar o bölgeye yapılan gezilerin en güzeli idi. Yazı ve fotoğrafları ile geziyi ebedileştiren ve Türk gezginlerinin bilgisine sunan sn. Neriman Yaşar'ı tebrik ediyorum. Prof.Dr.Dr.Aykut Mısırlıgil

  3. Bir başka sevdiğim gezgin Neriman..Keyifle okudum. Yıllar önce bir gezi durağı olarak bir gece 2 gün Amman da kalmıştım. Anılarımı canlandırdın. Bedevi çadırında müzik eşiğinde kuzu çevirme yemiş, Lut gölünde epey zaman geçirmiş, hatta gelirken yanımda gölün çamurundan getirmiştim. Sağolasın Nerimanım.

  4. Kendimi anlattıklarının içinde kaybettim. Çok yalın ve etkileyici olmuş yazdıkların. Tebrikler. Serap yalçın

  5. Tarihle bugünü ne güzel harmanlayarak sunuyorsun Nerimancigim, ellerine sağlık. İçimdeki​ ses bu gezilerinin ve yazılarının devamının geleceğini söylüyor..

  6. Meraklısına diyerek verdiğiniz bilgiler,özellikle Petra ve Lut Gölü (ki Ürdün deyince cok görmek istediğim yerlerdir), çöller, künefe ?, bir solukta okudum. Ellerinize sağlık Neriman Hanım.

  7. Nerimancım bi da diğer gezi yazıların gibi çok aydınlatıcı olmuş. Ellerine emeğine sağlık. Umarım birgün kendi gözlerimle de görebilirim.

Yorumunuzu Buraya Yazabilirsiniz

Yorumunuzu Giiniz
Please enter your name here

Exit mobile version