Horasan erenlerinin, Attar’ın, Hacı Bektaşi Veli’nin, Mevlana’nın, Şemsi Tebrizi’nin, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun, Ömer Hayyam’ın, Nizam-ül Mülk’ün, Hasan Sabbah’ın, Alamut kalesinin, İmam Rıza’nın, Firdevsi’nin, Şehriyar’ın, 1001 gece masallarının diyarında, neredeyse masal tadında bir geziyi anlatacağım size. Düne, geçmişe bir yolculuk bu…
İran çok büyük bir ülke, yüz ölçümü Türkiye’nin iki katından fazla. Bu kadar büyük bir ülkeyi tek seferde gezmek hem uzun zaman alacağından, hem de çok yorucu olacağından, tur programları iki etaplı yapılıyor. Güney İran’a gidebileceğiniz gezi alternatifi bulmak nispeten kolay, ama kuzey İran için yok denecek kadar sınırlı. Biz grubumuzla gezerken, Hazar Denizi kıyılarındaki beş altı kişilik Alman kafile dışında hiç turist görmedik.
Yıllar önce güney İran’a yaptığım gezi sonrası estetik, zarafet, mimari, geçmişe saygı ve kadim bir kültürün her unsurunun korunmuş olması beni çok etkilemişti.
Şairleri ve zarif mimarisi ile aşkın ve şiirin kenti Şiraz, büyük meydanı ve görkemli köprüsü ile İsfahan, yasemin kokan sokakları ve sarı çöl mimarisi ile Yezd, Zerdüşt tapınakları ve ölülerin bırakıldığı sessizlik kuleleri, Persapolis beni başka bir dünyaya götürmüştü sanki.
Kuzey İran ise Türkçe konuşarak gezebileceğiniz, yolda insanların sizi çevirip hatırınızı soracakları, sarılacakları, hatta evlerine davet edecekleri çok bizden bir yer. Alışveriş merkezlerinin olmadığı ya da çok sınırlı olduğu, her ilde çarşı kavramının yaşadığı, yan yana küçük dükkanlardan ihtiyacınız olan her şeyi bulabileceğiniz, sokaklarda insanların ailecek dolaştığı, parklarda çoluk çocuk piknik yaptığı (mangal değil), hani neredeyse bizim 1970 lerdeki aile ve sosyal hayatımıza benzer yapının devam ettiği, suratı asık mutsuz depresif insanlar yerine, kendileriyle barışık dimdik yürüyen insanların yaşadığı bir coğrafya. Kadınların başı örtülü ama bu sadece başın üzerinde bir örtü, son derece öz güvenli, çok şık ve bakımlı kadınlar. Gözleri çok güzel ve muhteşem göz makyajı ile bunu daha da belirgin kılıyorlar.
Yazıda, gezdiğimiz mekanlara ve önemli kişilere ilişkin rehberimizin aktardığı (biraz da benim araştırdığım) bazı bilgiler ve efsanelere de yer verdim, ama bunlar meraklısınadır, ilginizi çekmez ise atlayarak okumanızı öneririm.
Tebriz
Gezimiz Tebriz’den başlıyor. Doğu Azerbaycan Eyaleti’nin (İran’da 31 eyalet var) başşehri. Nüfus olarak İran’ın dördüncü büyük şehri, sanayi bakımından ise İran’ın ikinci büyük şehri Tebriz. Nüfus çoğunluğunu Azerbeycan Türkleri oluşturuyor. Azerice konuşuluyor, sokaktaki herkes ile Türkçe iletişim kurabiliyorsunuz ve çok yardımsever davranıyorlar.
Meraklısına; Azerilerden sonra İran’da yaşayan en kalabalık ve göçebe olan Türk topluluğu Kaşkay Türkleri imiş. Kültürleri hiç bozulmamış, kıyafetleri otantik ve konuştukları dil Anadolu Türkçesine çok yakınmış. Nissan 2006 da çıkardığı modeline; Kaşkay Türklerine atfen, en bozulmamış ve güçlü marka imajı olarak Qashqai adını vermiş. Tasarımcılar, alıcıların da göçebe ruhlu olacağını vurgulamak istemiş.
Tebriz geçmişte bir sancak, veliahtlar şehri imiş. 1200’lü yıllarda İlhanlıların başkenti olmuş. Karakoyunlular, Akkoyunlular, Safeviler, Osmanlılar, Avşarlar, Ruslar, Pehleviler, Azeriler arasında el değiştirdikten sonra, İran İslam Cumhuriyeti’ne dahil olmuş. Bu köklü devletlerin tümü Tebriz’de çok büyük imar faaliyetlerinde bulunmuş, ancak deprem bölgesi olduğundan tarihi eserlerin çoğu yıkılmış, ayakta kalabilenler ise ciddi hasar görmüş.
İran’ın her yerinde şehitlerin resimleri ve şehitler için anıtlar görmek mümkün. Tebriz sokaklarında gezerken gördüğümüz bu duvar ilanının, bir cenaze duyurusu olduğunu öğrendik. Vefat eden bir kadın, ama duyuruda şehit oğlunun resmi var ve “şehit….. nın annesi ….. vefat etmiştir” şeklinde kamuoyuna duyurulmuş.
Şehir Müzesi
Bu müzenin giriş katında Tebriz’de geçmişte kullanılmış objeler sergileniyor. Aydınlatma, ayakkabı, sağlık, itfaiye, film ve baskı gibi alanlarda kullanılmış cihazların ilk hali sergilenmekte.
Üst katta ise dev büyüklükte İran halılarının olduğu bir salon var. Halıların renkleri ve desenleri tablo duygusu verecek kadar gerçekçi.
Azerbeycan Milli Müzesi
Çoğunlukla İran Azerbeycan’ındaki kazılardan çıkan eserlerin sergilendiği müze üç kattan oluşuyor. Müzenin giriş katında arkeolojik buluntular sergileniyor. İyi aydınlatılmış ve eserler modern müzecilik anlayışı ile sergilenmiş.
Giriş katın altındaki salonda insanlık tarihine ve bazı olaylara ilişkin dev heykeller ile canlandırma yapılmış. İlk önce ürkütücü geldi, ama sonra heykeller ile yapılmış kompozisyon gibi eserler çok etkiledi beni. Heykellerin yüzlerindeki ifade neredeyse biraz sonra canlanıp ses çıkaracaklarmışçasına gerçekçiydi.
Girişin üstündeki katta ise İslam sonrası eserler sergilenmekte.
Şair Şehriyar’ın Evi
Seyid Muhammed Hüseyin Behçet-Tebrizi (1906 Tebriz- 1988 Tahran) şiirlerinde Şehriyar mahlasını kullanan Azeri bir şair. Şiirlerinde kullandığı duru Türkçe ile tanınıyor. Haydar babaya hitaben yazdığı şiirler bir dağ ile dertleşme imiş. Müze olan evin içindeki eşyalardan mütevazı yaşamının izlerini görmek mümkün.
Aşağıda yer alan dörtlüğü hem yalın anlatımı ile hem de içerdiği derin anlam ile ilgi çekici.
Su gelir akar gider
Deryanı yıkar gider
Bu dünya bir penceredir
Her gelen bakar gider
Biz de Tebriz’de dünya penceresinden şöyle bir bakıp geçtik…
Gök Mescit
Karakoyunlu Cihan Şah tarafından 1465-66 yıllarında yaptırılmış. En büyük özelliği binanın içini ve dışını süsleyen mavi rengin yoğun kullanıldığı çiniler imiş. Depremler sonucu büyük ölçüde yıkılmış, yıkılmayan bölümlerde ise duvar çinilerinin bir kısmı düşmüş. Bu harabe hali ile bile çok görkemli ve etkileyici bir yapı.
Gece Tebriz, ışıl ışıl vitrinli dükkanları ve kalabalık sokakları ile çok hareketli idi.
Otantik bir restoranda; üzerinde küçük nar taneleri gibi (zeliş) tatlı ekşi tadı olan, daha önce hiç yemediğim bir meyvenin bolca kullanıldığı yaprak sarması ve şekli içli köfteye benzeyen ama tadı daha baharatlı ve içinde erik (köftenin ortasında) olan tebriz köfte yedik.
Kurban bayramı öncesi arefe gecesini Tebriz’de geçiriyorduk. Otobüs ile gece yaptığımız şehir turu sırasında bu büyük şehirde; yoğun trafik, rengarenk meydanlar, sokaklarda her yaştan yürüyen insanlar, görkemli konutlar, ağaçlandırılmış refüjlerden geçerek Elgölü (Şahgölü) denilen bir parka geldik. Kaçar Hanedanlığı zamanında yazlık saray olarak da kullanılmış konaktan ve konağın içinde bulunduğu gölden oluşan parkta, göl etrafında yürüyüş yapmak ve etraftaki irili ufaklı restoranlarda yemek yemek mümkün. Gölün üzerinde rengarenk ışıklandırılmış fıskiyeler gece karanlığında dans ediyordu. Etrafta ailecek dolaşan kalabalık bir insan seli içinde yürürken, 70’li yıllardaki Ankara gençlik parkını hatırlattığını düşündüm.
Erdebil
Tebriz’den yaklaşık 216 km mesafede. Modern görünümüne Ahmedi Nejat döneminde gelmiş. Aşure ve Şii ritüellerinin en yoğun yaşandığı şehirmiş.
Shaikh Safi al-din Ardabili türbesine, önünde güvenlik görevlilerinin olduğu görkemli kemerli bir kapıdan giriliyor.
Bakımlı, rengarenk güllerin olduğu bir bahçe karşılıyor bizi, buradan geçip yine görkemli ahşap kapıdan büyük bir avluya girdiğimizde “hadi canım” diye hayret nidaları duyuluyor herkesten.
Gökyüzü mavi ve dört bir yanımızın mavi yoğunluklu seramik duvarlardan oluştuğu bir avludayız. Biraz ilerde, mavi çiniler ile sarı taşın birlikte kullanıldığı kubbeli zarif bir yapı var. Fotoğraf karesine sığmayan, daha doğrusu bütününü fotoğraf ile yansıtamayacağınız (benim gibi acemi için) bir avlu burası. Avluya açılan çok sayıda odacık kapısı görünüyor. Bunlardan birisi çilehane olarak kullanılıyormuş. Kuzey İran’da en etkilendiğim mekanlardan biriydi burası. Daha avludayken bir sükunet ve huzur kapladı içimi.
Türbenin içine (ayakkabılarımızı çıkararak) girdiğimizde, avludaki mavi renkten sonra kahverengi ve sarının tonları ile altın pırıltısı gözlerimi kamaştırdı. Yapının kubbesi irili ufaklı altın yaldızlı bezemeler ile donatılmış, tam karşıda muhtemelen altın kafeslerden oluşmuş bir paravanın arkasında ahşap oymalı bir sanduka görünüyor. Bu Şeyhin sandukası. Kadın ve erkekler saygılı bir biçimde yaklaşıp kafeslere ellerini sürüp dua ediyor ve sırtlarını dönmeden uzaklaşıyorlardı.
Bu mekanın yan tarafında çok küçük bir bölümde ise Şah İsmail’in kabri bulunuyor.
Bu mekandan alçak bir kapı ile girilen yan tarafta başka bir sürpriz var. Büyük bir salon burası, duvarlar ve kubbeli tavan irili ufaklı nişlerden oluşuyor. Geçmişte Çin imparatorunun gönderdiği farklı büyüklükteki 1200 porselen obje bu nişlerde sergileniyor ve saklanıyormuş. Zaman içinde (depremlerin de etkisi ile) bu porselenler kırılmış, şimdi cam vitrinlerin içinde sergilenen porselen objeler o dönemden kalma değilmiş.
Bu bölümde bir cam vitrinin içinde 14. Yüzyıldan kalma Şeyh Safi al-din Ardabili’nin hırkası ve el yazması Kuran’lar da sergileniyor.
Çıkıştaki küçük dükkanlardan buraya özgü ve şifalı olduğuna inanılan kara helva yedik. Baharatlı bir tatlıydı bu (mesir macununda olduğu gibi).
Meraklısına; Zerdüşt, “Avesta” kitabını Savalan dağlarında yazmış ve dinini Erdebil’de tebliğ etmeye başlamış.
Meraklısına; Shaikh Safi al-din Ardabili (1252-1337) Safevi Hanedanına ismini veren ve Şah İsmail’in atası olan din alimi. 13.yüzyılın büyük bir sufisi olan Zahid Gilani’nin damadı ve halefi imiş. Fars, Kürt ve Türk olduğuna ilişkin rivayetler bulunmakta.
Sadece alt ve orta sınıfları değil Moğol hükümdarlarını da dini bilgisi ile etkilemiş ve onlardan hürmet görmüş. Hatta bu etkisi yüzünden, Şeyhin Moğol hükümdarının elinden bir çok insanı kurtardığı rivayet edilmekteymiş.
Bahçede avluları ayıran bu kapının iç kısmında devasa bir zincir asılı. Rehberimizden öğrendiğimize göre, İran’da Cuma namazı her camide kılınmıyormuş. Devlet adamları ile birlikte sosyalleşmeyi ve adaleti sağlamak için sadece büyük camilerde kılınıyormuş ve kapısına da bu zincir asılıyormuş geçmişten beri. Bu zincirler, devlet adamlarının (geçmişte atıyla bile gelse), eğilerek içeri girmesini sağlıyormuş.
Erdebil’i gezdikten sonra, yağmurlu bir havada dağ yollarından geçerek Anzali’ye giderken bayramın ilk günü idi (orada zaten bir gün bayram kutlanıyormuş ve bir gün tatilmiş). Dağlarda minik çadırlar kurmuş aileler piknik yapıyordu.
Dağın tepelerinde bir çay bahçesinde mola verdiğimizde, sisler arasından görünen manzara büyüleyici ve hava da insanın ruhunu arındıracak kadar temizdi.
Bu yolda Azerbaycan sınırına ve dikenli tellere paralel geçtik. Yol üzerinde gördüğümüz Astara şehrinde çok geniş yollar ve modern binalar vardı. Burası Azerbaycan ile serbest ticaret bölgesi olduğundan ticaretin çok gelişmiş olduğu bir eyalet merkezi imiş.
Anzali Hazar Kıyıları
Bahri Hazer şiiri- 1928
Ufuklardan ufuklara
Ordu ordu köpüklü mor dalgalar koşuyordu;
Hazer rüzgârların dilini konuşuyor balam,
Konuşup coşuyordu!
Kim demiş “çört vazmi!”
Hazer ölü bir göle benzer!
Uçsuz bucaksız başı boş tuzlu bir sudur Hazer!
Hazerde dost gezer, e…..y!..
Düşman gezer!
…………..
Nazım Hikmet
Gece Hazar’ın görüntüsü, aynen Nazım Hikmet’in yukarıda giriş bölümüne yer verilen şiirinde anlattığı gibi ürkütücü idi, dost mu düşman mı olduğunu kestiremediğiniz dev dalgalar köpürerek kıyıya vuruyor, Hazar, sonsuz bir karanlık gibi görünüyordu.
Sabah ise gri göl-deniz daha sakin dalgalar ile erimiş gümüş gibi görünüyordu. Hazar’a karşı çay keyfi yapıp vedalaştık.
Sonra Anzar sokaklarında Türkçe konuşan sıcacık insanların arasında dolaştık.
Şehrin ortasındaki şehitlikte, şehitlerinin isim ve fotoğrafları vardı. Gencecik ölmüş insanlar içimizi sızlattı, kendi ülkemizin şehitlerini de minnetle andık.
Balık pazarı; yeni tutulmuş balıkları, sarımsak turşuları, ceviz büyüklüğünde ama çok sulu limonları ve kesilmeyi bekleyen tavukları ile masallardan çıkmış gibiydi.
Masooleh
İran’ın pirinç merkezi (ince uzun basmati pirinci) Rasth’dan geçerek vardığımız, tarihi Masooleh dağ köyünün girişinde büyük bir araba park yerinde inip (otobüsler çıkmıyor yollar dar olduğu için) yürüyerek tırmanmaya başladık dik ve virajlı dağ yoluna.
Bir tarafımızda suları köpürerek akan bir nehir, karşımızda büyük bir köprü vardı. Köprünün arkasında, ağaçlar içinde uzaktan bakıldığında legodan yapılmış gibi üst üste görünen evlerden oluşan bir köy burası.
Köyün içinde ufak kafeler, restoranlar, minik el yapımı bez bebekler, hediyelik yerel ürünler satılan çok sayıda dükkanın arasından etrafı seyrederek vardığımız düzlükten görülen manzara yorucu yürüyüş yoluna değdi.
Bu köye özgü içi fıstık kaplı çöreklerden yiyip, demlenmiş çay içtik. (bütün gezide bu kadar çay keyfinden bahsettiğimden çay tiryakisi olduğum anlaşıldı galiba) Çörekleri o kadar çok beğenmiştik ki dönüşte birer tane daha alıp, elimizde yiyerek aşağı doğru indik.
Meraklısına; İran’da Meşhed dışında sadece burada ezan sesi duyduk. Ezan; Allahu Ekber, Muhammeden Resulullah dan sonra Aliyen Veliyullah diye devam ediyordu. Şiiler, ezanın Hz. Ömer döneminde değiştirildiğine inandıklarından, okunan ezanın da Hz. Muhammed dönemindeki gibi olduğuna inanıyorlarmış.
Dağdan indikten sonra yeniden düştük yollara. Yolda çay toplayan çiftçileri resimledikten sonra, Elbruz dağlarında ilginç bir yolculuk başladı. İran’lı yetkililer uzun araştırmalar sonucu, bu bölgenin zeytin yetiştirmek için uygun olduğuna karar verip, bölgeyi zeytin ağaçları ile ağaçlandırmış.
Dağ yolları, baraj gölü, zeytin ağaçları arasında doğayı hissederek saatlerce süren yolculuk, bir benzerini pek göremeyeceğimiz bir gün batımı ile sonlandı.
Yolculuğun sonunda Zencan’da, safranlı pilav ve çello kebaptan oluşan akşam yemeği ile damaklarımız şenlendi. Kaldığımız otelde bir düğün vardı.
Israrla düğüne gelmemiz için davet etti düğün sahipleri. Gelin ve tüm davetliler (kadınlar kısmını gördük) çok şık idi. Biz sabahtan beri o dağ senin, bu köy benim gezmişiz, üstümüzde yol kıyafetleri ile çok paçoz kalıp utandık İranlı kadınlardan. Mutluluk dileklerimizi iletip hızla odalarımıza gittik.
Sabah, Zencan’da Kaçar Devleti zamanında çamaşırhane (halkın çamaşır yıkadığı ya da yıkattırdığı) olarak kullanılan, şimdi ise müze olan yerin girişinde yerel ürünleri uygun fiyatla alabileceğimiz bir satış mağazası vardı.
Zencan; eskiden beri paslanmaz çelik bıçakları, el yapımı sandalet ve çarıkları, gümüş işlemeciliği ile tanınıyormuş. Bu mağazadan; kilim, seramik, bıçak, gümüş ve deri küçük çarıkları uygun fiyatlarla almak mümkün. Hakkını verdik haliyle…
Zencan sokaklarında son derece zarif binaların önünden geçip, otobüs ile Sultaniye’ye doğru yola çıktık.
Sultaniye
Zencan Eyaletine bağlı bir şehir burası. İlhanlı hükümdarı Olcaytu tarafından 13. Yüzyılda İlhanlı Devletinin başkenti yapılmış.
İlhanlı Hanı Olcaytu tarafından yaptırılan büyük turkuaz kubbeli Olcaytu Türbesi 2005 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne girmiş
Meraklısına; Türbede her şey sekizgen. Bina sekiz köşeli, sekiz minare ve sekiz eyvan varmış. İç mekanı 24,5 metre genişliğinde ve 51 metre yüksekliğinde bir kubbesi varmış. Türbe kubbe yüksekliği bakımından, Floransa Katedrali ve İstanbul Ayasofya’dan sonra dünyanın en yüksek kubbeli üçüncü yapısı imiş. Sekiz köşede minare biçimli sekiz kule ile kubbe ağırlığı dengelenmiş. Kalan izlerden kubbenin yapıldığında turkuaz renkli çiniler ile kaplı olduğu anlaşılmaktaymış.
Binanın sekizgen olması ağırlığı bölüyormuş. Bina üç katlı, ikinci kat içe doğru, üçüncü kat dışa doğru yapılarak ağırlık dengesi sağlanmış. Duvar kalınlığı 7 metre; ilk katta bu yedi metrelik duvarın içi dolu, sonraki iki katta ise duvarların içi boş bırakılmış. Toprak, yumurta beyazı, kireç, hayvan tüyü ve su ile hazırlanan su geçirmez bir harç kullanılmış. 1313-15 arasında yapılmış bina. Olcayto burayı yaparken amacı Hz. Ali’nin naşını getirerek ona türbe yapmakmış. Ama din alimlerince, İslamiyetde bu naklin caiz olmadığı belirtilince kendi türbesi olmuş. Başlangıçta Hz. Ali için yapıldığından Kerbela’dan toprak getirtilerek binanın harcında kullanılmış. Oymalı ahşap bölümler ise Hindistan’dan getirtilen ağaçlardan yapılmış.
İçe doğru olan ikinci kata, çok dar ve sarmal bir taş merdivenden çıkılıyor. İki elinizle duvarlara tutunarak çıkmanız gerekiyor. Bu katta, dar koridorlar ile eyvanlar birbirine bağlanıyor, bu eyvanlardan aşağı bakınca büyük kubbeli iç meydanı görüyorsunuz. Kenarlardaki kafesli pencerelerden gelen güneş ışığı çok mistik bir hava veriyor.
Üçüncü kata çıkmak için de yüksek basamaklı, dar bir taş merdiven kullanılıyor. dizlerinize, bacaklarınıza güvenmiyorsanız çıkmayı denemeyin. Ama çıktığınızda duvar ve tavanları nakış gibi işlenmiş taşlardan oluşan koridorlardan geçerek yüksekten müthiş bir manzarayı izlemek ödülünüz oluyor.
Çelebioğlu Medresesi
İlhanlı Hanı Olcaytu’yu, Şii’liğe çeviren kişi olduğu belirtilen Sultan Çelebioğlu, 1355 de ölmüş. 14. yüzyıldan kalma bu Medresenin kubbe yüksekliği 16 metre, çapı 6 metre ve sekiz köşeli bir bina.
Selçuklu Ulu Cami
Caminin dışında, avluya giriş kapısının önünde dev bir güneş saati vardı.
11.yüzyıl Selçuklu döneminde tuğladan yapılmış cami, seramik kısımlar ve ek binalar ile zaman içinde büyümüş. Büyük avluda dört büyük eyvan birbirine bakıyor (kıbleye bakan eyvan en görkemli olanı), bu Sasaniler’in kullandığı simetrik bir mimari tarzı imiş. Timur döneminde mimaride seramikler başlamış. Safavi döneminde, mavi- beyaz- kahverengi seramik kullanılmış. Kaçar döneminde, gül pembesi ve safran sarı seramik geliştirilmiş. Bu camide tüm bu aşamaları görmek mümkün.
Bu camiden sonra yeniden otobüs yolculuğu başlıyor, Tahran var sırada.
Tahran
Azadi Meydanı; Şah Rıza Pehlevi tarafından yaptırılan ve 1972 yılında açılan bu meydanın ortasında, İslam öncesi ve sonrası simgeleri içeren bir anıt bulunuyor. (Anıtın uzaktan genel görünümü Zerdüştlüğün sembolü olan ateşgedeyi andırıyor) İran devrimi sırasında bu meydan sembol haline gelmiş ve çok sayıda insan burada toplanarak günlerce eylem yapmış.
Burası Tahran’da bir caddenin iki yanında yer alan ve her biri sanat eseri gibi görünen kamu binaları. Binalarda Zerdüştlüğün sembolleri de var Persapolis’teki kabartmaların benzerleri de. İran geçmişine ilişkin tüm kültürel öğeleri koruyor ve bunları gururla savunuyor.
İçişleri Bakanlığı binasının kapısının üzerinde; devrimin sloganı olan “ne şarki (Rusya) ne garbi (ABD- İngiltere), Bağımsız İslam Cumhuriyeti” yazılmış.
Milli Arkeoloji Müzesi
İran Milli Arkeoloji Müzesinin binası ve dış kapısı şık bir giriş ile karşılıyor bizi.
İçerde bir duvarı kaplayan İran haritası üzerinden İran tarihi ile ilgili detayları öğrendikten sonra, camekanlarda sergilenen arkeolojik buluntuları görmeye başlıyoruz.
Persapolis’te bulunan eserlerin bazılarının orijinali, bazılarının kopyalarının olduğu bölüm.
Bu da Persapolis’den getirilmiş kil tablet. Büyük İskender İran’a geldiğinde çoğu şeyi yakıp yıkmış, ama yangın sonucu kil tabletler pişmiş duruma geldiğinden günümüze kadar bozulmadan ulaşabilmiş. (yani İskender bilmeden hayırlı bir iş yapmış insanlık tarihi açısından)
Duvarda insanın gelişimini anlatan bu eserin özellikle resmini çektim. Yorumsuz…
Gülistan Sarayı
Kaçar hanedanı dönemine ait olan sarayın yapımına, Türk Safevi hanedanından olan I. Tahmasp zamanında başlanmış ve Kaçar Hanedanı şahlarının ikametgahı olarak kullanılmış, Pehlevi Hanedanı döneminde resmi törenler ve yabancı heyetlerin ikametgahı için kullanılan bu saray şimdi müze olarak kullanılıyor.
Bahçede havuzlar, ağaçlar çiçekler dışında en ilginç olan, avlunun dört etrafında rengarenk seramiklerden yapılmış duvarlar adeta her kısım ayrı bir tablo gibi. 1010 gece masallarının kahramanları da poz verdi bize.
Tahran Kapalı Çarşı
Tahran Kapalı Çarşı’nın girişindeki meydanda yer alan Ulu Cami’nin, saat kulesi ve renkli seramik duvarları.
İran’ın diğer şehirlerinde de olduğu gibi kapalı çarşı canlı, cıvıl cıvıl. Hararetle pazarlık eden ve alışveriş yapan insanların sesi uğultu oluşturuyor içeride. Halıdan mücevhere aklınıza gelen her şey satılıyor burada. Ama bana çok cazip gelmedi, buraya kadar gelmişken İran’a özgü bir şey almak isteyenler için; çarşının dışında, ana cadde üzerinde daha düzgün dükkanlar mevcut. Daha pahalı ama daha şık dükkanlar bunlar.
Tahran’da otobüs ile şehir turunu bitirip, havaalanına gittik. Bir buçuk saat süren uçak yolculuğu ile (otobüs ile gidilmesini düşünemiyorum bile) Tahran’dan Meşhed’e geçtik. Yolculuğun son durağı Meşhed’di.
Ama civarda çok gezilecek yer vardı. Sonraki gün Nişabur’a gittik otobüs ile. Yolda, Hayyam’ın hayatını ve rubailerini dinleyerek etrafı izlerken otobüsümüz bozuldu. Küçük bir köyün girişinde yeni otobüsün gelmesini beklerken, köydeki aileler evlerine davet etti, dükkan sahipleri kasalar ile duran yeni toplanmış domateslerden istediğimiz kadar alabileceğimizi söyledi, bir başka dükkandan ise semaver ile demlenmiş çaydan içmemizi teklif ettiler. Para falan istemeden, sadece konukseverliklerini göstermek için yaptılar bunları. İnsanlığın hala paraya satılmamış olması duygulandırdı ve ümit verdi bize.
Nişabur
Ömer Hayyam Türbesi
Burası Ömer Hayyam’ın türbesi. Büyük bir bahçenin içinde ve çok çok şık, zarif, mavi- beyaz etkileyici bir anıt türbe burası. Yakışmış Hayyam’a.
Türbe sütunlarının arası açık olduğundan havadar. Bu sütunların işlemeli dış yüzeylerinde olduğu gibi, iç yüzeyi ve tavanı da dantel gibi işlenmiş taşlardan oluşuyor.
Mezarının başında, saygıyla andık Hayyam’ı ve rehberimiz bol bol rubai okudu. Rubaileri, hem Farsça hem Türkçe dinledik, hatta Fransızca bile okudu rehberimiz. Hayyam’ın rubaileri tüm dillerde çarpıcı ve gerçekten içeriği kadar melodisi de olan dörtlükler.
Beni özene bezene yaratan kim? Sen!
Ne yapacağımı da yazmışın önceden.
Demek günah işleten de sensin bana:
Öyleyse nedir o cennet cehennem?
İki batman şarap, bir buğday ekmeği;
Bir koyun budu, bir de ay yüzlü sevgili;
Daha ne istenir bilmem şu dünyada:
Padişah daha iyisini bulabilir mi?
Meraklısına; Gıyasddin Eb’ul Feth Ömer İbni İbrahim el-Hayyam veya Ömer Hayyam 1048 Nişabur doğumlu ve aynı yerde 1131 de vefat etmiş.
Yaşadığı dönemin ünlü veziri Nizamül-Mülk ve Hasan Sabbah ile aynı medresede eğitim görmüş olduğunu iddia eden kaynaklar olduğu gibi, doğum yeri farklılığı bulunduğu ve yaş farkları olduğundan, aynı medresede beraber eğitim almadıklarını iddia eden kaynaklar da varmış.
Çadırcı anlamına gelen hayyam takma adını, babasının çadırcı olmasından dolayı almış. Matematik ve astronomi ile ilgilenmiş. Rubailerinde dünya, var oluş, Allah, devlet ve insan toplumsal örgütlenme biçimleri gibi insana ilişkin konularda sınır tanımaz biçimde ve özgürce akıl yürütmüş ve korkusuzca bunları dile getirmiş. Döneminde ve sonraları bir çok kişi kendi rubailerini “ben demedim, Hayyam dedi” şeklinde ona atfederek sorumluluktan kaçınmaya çalışmış. Bilinen rubailerinin sayısı 158 olmasına rağmen kendisine mal edilen rubai sayısı bini geçmekteymiş.
Dünya bilimi içinde önemli bir yere sahip olan Ömer Hayyam, miladi ve hicri takvimlerden daha hassas olan “celali takvimi” ni hazırlamış. Pascal üçgeni olarak bilinen matematik kavramı da aslında Hayyam tarafından oluşturulmuş.
Meraklısına İran’da halen kullanılan takvim sistemi; İran’da, Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah döneminden 1079’dan itibaren, Celali takvimi ya da Hicri Şems Takvimi denen, güneş yılı esasına dayanan ve Ömer Hayyam tarafından geliştirilmiş bir takvim kullanılıyormuş. Yılbaşı 21 mart, sonraki aylar ise burçlardaki zaman dilimlerine tekabül ediyormuş. İlk altı ay 31 gün, sonraki beş ay 30 gün ve son ay ise artık durumuna göre 29 veya 30 günden oluşuyormuş.
Hayyam türbesinin dışındaki büyük yapı, onun adına kurulan bir astronomi ve rasathane merkezi. İçini görmedim ama dışarıdan göründüğü kadarıyla, Hayyam’ın bilime katkılarına vefayı güzel yansıtıyordu…
İmamzade Mahruk Türbesi
Ömer Hayyam Türbesi’nin bahçesinin hemen yanında ye ralan İmamzade Mahruk Türbesi, tüm dış cephesindeki ve giriş kapısındaki çini seramikler ile çok uzaktan bile görkemli görünüyor. Türbeye yaklaşırken ihtişam karşısında şöyle bir toparlanıyorsunuz farkında olmadan.
İçeriye girince yeşil camlar ve yeşil ışık içindeki sandukayı gördük, bu yeşil camlarda küçük delikler vardı ve gelenler içeriye para atıyorlardı. İran’da camiler ve türbeler sadece inananların katkısı ile finanse ediliyormuş.
Meraklısına; İmamzade Mahruk, yedinci imam olan Musa Kazım’ın torunu ve Nişabur’da şehit edilmiş. Türbenin mozaik çini kitabesi, oyma sandukası ve giriş kapısı Şah İsmail’in oğlu I. Tahmasb tarafından yaptırılmış. Türbenin içinde sekizinci imam olan İmam Rıza’nın üvey kardeşi İmamzade İbrahim’in de kabri bulunuyor.
Nişabur firuze taşının çıkarıldığı bir yer, bu taşların çok çeşidi olmasına rağmen en makbul olanı Nişabur firuzesi imiş. Yol boyunca yan yana tüm dükkanlarda firuze takılar ve her büyüklükte taş olarak firuzeler satılıyordu. Büyüklükleri, renkleri, taşlardaki damarlar epeyce farklıydı, fiyatları da beş dolardan yüz dolara değişiyordu. Bu kadar taşın içinde tam karar veremediğim için ben almadım.
Feridüddin Attar Türbesi
Zerafetten sarhoş eden bir türbe daha. Türbenin dışı çok ihtişamlı ama içi çok sade. Taş oyma ile yapılmış ince uzun bir mezar taşı buluyor kabrin başında. Selçuklu döneminin tipik mimari örneği imiş bu mezar taşı. Osmanlı arkeolog Osman Hamdi Bey’in mezar taşı da bunun küçültülmüş örneği imiş.
Meraklısına; Ferideddin Attar (Ferideddin Muhammed bin İbrahi-i Nişaburi) 1136- 1221 yıllarında yaşamış ve Mevlana Celaleddin-i Rumi, Şeyh Galip ve diğer mutasavvıflar tarafından yüceltilmiş bir din alimi. Hatta Mevlana’nın ilk üstadı olduğunu iddia ediyor kaynaklar.
Eserleri; Divan, Esrarname, Mantıku’t- Tayr, Musibetname, İlahiname, Şerhu’l Kalb.
Attar, aktar-eczacı- parfümcü anlamına geliyormuş, babası bu işi yaptığından öyle anılmış. Bir gün Attar Nişabur çarşısında çalışırken, bir derviş gelip yemek için yardım istemiş. Attar duymazdan gelmiş. Derviş “Allah rızası için” yeniden yardım istemiş, Attar yine ilgilenmeyince,
Derviş Attar’a, “nasıl öleceksin” diye sormuş.
Attar “herkesin öldüğü gibi öleceğim” diye cevaplamış.
Derviş “benim öldüğüm gibi ölebilecek misin” diye sormuş. Sonra da hırkasını çıkarıp yere koyup, besmele çekmiş ve başını taşa dayayıp ölmüş.
Bu olaydan çok etkilenen Attar, malını mülkünü dağıtmış, din, ilim ve ibadet ile uğraşıp kendini affettirmeye çalışmış.
1221 de Moğollar tarafından parça parça edilerek öldürüldüğü ve bu esnada her aldığı darbeye şükür edip af dilediği rivayet olunuyor.
Attar’ın, 4724 beyitten oluşan Mantıku’t Tayr adlı eseri, tasavvuf edebiyatının başlıca kaynağı sayılıyormuş. Kuşlar ile ilgili bir hikaye üzerinden, çeşitli semboller aracılığı ile tasavvufun temelleri, aşamaları anlatılıyormuş bu eserde. Kuşların, padişahı/tanrısı Simurg’u arama yolculuğunun sonunda, tüm yolları aşan ve hayatta kalan 30 kuşun, Simurg’un aslında “otuz kuş” anlamına geldiğini görmeleri anlatılıyormuş.
Saray ressamı Kemal’ul Mülk özellikle Gülistan Sarayında yaptığı yağlı boya resimleri ile ünlü imiş. Fransa’da eğitim görüp döndükten sonra Tahran’da sanat okulu kurmuş. 1940 da öldüğünde Attar’ın türbesinin yanında küçük ama şık bir türbe yapılmış onun için.
İran’da safran mücevher gibi, ışıltılı vitrini olan küçük dükkanlarda satılıyor. Resimde görünen çiçekleri. Bu çiçekler kurutulduğunda saç teli inceliğinde kırmızı oluyor. Gramla satılıyor. Bir gramı iki dolar civarında. Dövülüp sıcak suya atıldığında sarı rengini alıyormuş. Pilavda çok yoğun kullanıyorlar.
Meşhed
Razavi Horasan Eyaleti’nin başkenti olan Meşhed, İran’ın ikinci büyük şehri. Metrosu olan, 4,5 milyon nüfuslu modern bir şehir. Şii’ler için önemli bir ziyaret ve ibadet merkezi. Tarihi ipek yolu üzerinde yer alan bölge, sekizinci İmam Rıza’nın şehit edilmesine atfen “şehitler yeri” anlamında Meşhed adını almış.
Otelimizin yer aldığı Humeyni Caddesi’nin biraz ilerisinde İmam Rıza Türbesi rengarenk ışıklar içinde görünüyor. Gece gündüz altın kubbe parlıyor.
Sokaklar çok kalabalık ve insanlar akın akın türbeye doğru gidiyor. İran’da diğer şehirlerde gördüğümüzden daha tutucu bir atmosfer hissediliyor. Kadınlar çoğunlukla siyah çarşaflı.
İmam Rıza Türbesi
Gece türbeyi görelim diye yola çıktığımızda sokakta herkes o yöne yürümekteydi. Amacım türbeyi dolaşıp, resim çekip, dua edip çıkmaktı. Yani ben öyle sanıyordum. Kadınlar ve erkeklerin ayrı ayrı giriş yaptığı kapılardan birine yöneldik. Güvenlik görevlisi kadınlar içeri almadı. Sorun çarşafsız olmamızdı. Yan tarafta emaneten çarşaf verilen yerden çarşaf alıp giydik. Bu seferde üstümüzü ve çantamızı aradılar. Cep telefonuna izin veriyorlar ama kamera yasak.
İçeriye girdiğimde düşündüğümden çok büyük bir meydanda buldum kendimi. Meydanda; mermer yerlerde İran halıları serili, üstü açık, dört etrafı seramik kubbeli kapılardan oluşan duvarlar, rengarenk ışık ipleri yukarıdan sarkıyor ve inanılmaz bir kalabalık. Kadın, erkek, çoluk çocuk her yaştan insan var. Bir kısmı namaz kılıyor, bir grup yere oturmuş sohbet ediyor, bir köşede pankart açılmış bir miting var, bazı yerlerde kızlı erkekli gençler bir şeyler tartışıyor, bir sandalyede genç bir sarıklı molla oturmuş bir şeyler anlatıyor önünde yüzlerce insan dinliyor.
Duvarlardaki her kubbeli kapı bir koridora açılıyor oradan değişik odalara, salonlara giriliyor. Bir yandan çarşafımı kontrol etmeye çalışıyorum, bir yandan duvarlarda gördüğüm seramikler aynalar karşısında hayranım, bir yandan insanların neler yaptığını anlamaya çalışıyorum, bir yandan resim çekiyorum, bir yandan bilmeden bir hata yapıp insanları kızdırmaktan korkuyorum. Bu kadar çok şeyi aynı anda yaşayınca, yanımdaki arkadaşlarımdan ayrı kaldığımı anladım. Meydanın karşısında görünen büyük kemerli kapıya kadar gidip, meydanın diğer yanından dönerim diye planlıyordum, ama bu kapıya geldiğimde kapının yeni bir meydana açıldığını gördüm. Her yer birbirine benzer gibi görünüyordu ama değilmiş, yön ve mekan duygusu karıştı ve ben hala türbeyi görememiştim. Kadınların yoğun bir biçimde yürüdükleri tarafa yönelip, üstten kristal avizelerin sarktığı, aynakari işlemeler ile duvar ve tavanlarının bezeli olduğu koridorlardan geçip, uzaktan altın kafesler içindeki İmam Rıza’nın ziyaret odasını gördüm. Yaklaştıkça yüksek sesle ağlamalar, ağıtlar, feryadlar içinde kadınların kolları havada Şii ritüellerini gerçekleştirdiklerini gördüm. Buralarda cep telefonu ile resim çekmek yasaktı. Resim olmadığı için ayrıntıları kafamda tutmaya çalıştım ama muhtemelen çoğu şeyi atlamışımdır. Bu insan seli içinde daha fazla ilerlersem çıkamayabilirim diye düşünüp geri döndüm.
Yine bir meydandaydım, çıkış kapısına yönelirken gençlerden oluşan kalabalık bir grup sloganlar atarak içeri giriyordu. Farsça bağırdıkları için ne dediklerini, neyi protesto ettiklerini anlamadım. Dışarı caddeye çıktığımda, akın akın insanlar hala türbeye geliyordu.
Çok değişik bir deneyimdi içeride gördüklerim, hem binaların ihtişamı, hem de dini ritüeller şimdiye kadar gördüğüm tüm ibadethane tanımlarından farklıydı. Bu gezinin en sıra dışı mekanı idi, hem mimarisi, hem de atmosferi itibarı ile.
Meraklısına İmam Rıza; Medine’de 766 da dünyaya gelmiş. Tus’da 818 da ölmüş. Hz. Muhammed’in yedinci göbekten torunu. Şiilikte, Caferilikte ve Alevilikte, on iki imamın “sekizincisi” olarak kabul ediliyor. (Babası yedinci İmam Musa-el Kazım)
İmam Rıza’nın ölümüne/ şehadetine ilişkin farklı görüş ve yorumlara yer vermeksizin, rehberimizin anlattıklarını aktaracağım size; Hz. Ali ve oğulları öldürüldüğünden halifelik (siyasi liderlik) ile imamlığın (dini liderlik) zaman içinde ayrışmış. 8.yüzyılda Abbasi Halifesi Harun Reşit, siyasi başkent de Bağdat imiş. Harun Reşit’in İran’lı eşinden olan Me’mun babası ölünce halife olmuş, anne tarafından akrabaları olan İran’lılar ile anlaşmış ve başkenti Bağdat’tan Merv’e yani İran’a taşımış.
Halife Me’mun, Medine’de yaşayan İmam Rıza’ya mektup yazarak; halifeliği Peygamber soyundan gelen İmam Rıza’ya bırakmak istediğini, onu veliaht yapacağını ve ölümünden sonra kendisinin halife olmasını istediğini belirterek, İran’a davet etmiş. İmam Rıza bunun komplo olduğunu sezmiş, ancak etrafındaki halk bu daveti kabul etmesi için ısrar etmiş. İmam Rıza, Medine- Bağdat- Basra körfezi üzerinden Nişabur’a gelip Merv’e yerleşmiş. Medine’deki Şiiler ve Peygamber soyunan gelen diğer akrabaları da onu yalnız bırakmamak ve korumak için arkasından gelmeye başlamış. Ancak bu akrabalar daha Şiraz’a varmadan Me’mun, İmam Rıza’yı zehirleyerek öldürmüş ve İran’a gelen tüm Şiilerin de öldürülmesi talimatını vermiş. Şiiler geri dönmeyip halkın arasına karışarak, bu gerçekleri tüm halka anlatmaya başlamış. Evlenip köylere yerleşmişler ve İran’daki seyitler bunlarmış.
Me’mun, İmam Rıza’nın öldürülmediğini hastalıktan öldüğünü kanıtlamak için, İmam Rıza’yı babasının kabri yanına gömmüş ve burası türbe olmuş. Zaman içinde, her gelen kral ve vali bu türbeyi imar etmiş, büyütüp genişletmiş.
Bu günkü ihtişamlı yapısının ve dini turizmin merkezi olmasının yanı sıra, bu türbe bağışlar ve iktisadi faaliyetler (fabrikaları varmış) sonucu zenginleşmiş. Bu kaynaklar hem türbenin giderlerini karşılıyor, hem de 24 saat açık mutfak hizmeti ile tüm fakir fukaranın karnı doyuruluyormuş.
Vahabiler, İmam Rıza türbesinin böyle gelişmesinin Kabe’ye Hac ibadetine alternatif yaratma çabası olduğunu iddia ediyormuş, ama Şiiler bunun gerçeği yansıtmadığını ve Kabemiz Medine’de diyorlarmış. Son yıllarda İranlıların Hacca gitmemesini de, Suudi Arabistan’ın inşaat faaliyetleri ile hacıların can güvenliğini tehlikeye atmasından kaynaklandığını ifade ediyorlar.
Sonraki gün yolculuk otobüs ile Tus şehrine.
Fidevsi Türbesi
Firdevsi İran edebiyatının önde gelen şairlerinden biri. 940-1020 yılları arasında yaşamış ve Tus’da vefat etmiş. Anıtsal bir türbesi var büyük bir bahçenin hatta parkın içinde, önündeki uzun dikdörtgen havuza anıtın gölgesi düşüyor, anlatılmaz bir güzellik içinde huzur ve saygı ile dolaşıyorsunuz. Kenarda başka bir havuzun ortasında beyaz bir heykeli var, tüm zarafeti ile selamlıyor konuklarını ve bu küçük havuzda nilüferler yüzüyor, güneş ışığı havuzdan yansıyor.
Türbenin içinde geniş bir avlunun ortasında mermer sade bir kabir bulunuyor.
Türbenin alt katı ise sanat galerisi gibi. Loş bir ortam, duvarlarda Firdevsi’nin ünlü eseri Şahnamede yer alan bazı olayların mermerden yapılmış canlandırmaları var. Bu mermer eserler camekan arkasında olduğundan ışık yansıması nedeniyle net resim çekemedim. Bu eserler hem olayları, hem de tarihi şahsiyetleri ve doğa üstü güçleri olan yaratıkları tasvir ediyor. Hikayelerini dinlerken bunları izlemek ilginç ve birazda ürkütücü, sanki canavarlar çıkıp üstüme saldıracak gibi geldi, bu tabi ki heykeltıraşların sanatsal başarısı.
Meraklısına; Firdevsi, Samaniler ve Gazneliler döneminde yaşamış İran edebiyatının en önemli Fars şairlerinden biri. Başlıca yapıtı 60.000 beyitten oluşan Şahname’de ilk insandan III Yezdigird dönemine kadar olan İran tarihini anlatmış. Tek şair tarafından yazılmış en uzun epik şiirmiş. 1010 yılında bu eseri Gazne’li Mahmut’a sunmuş, kendisine bağlanan aylığı az bulup, Gazne’li Mahmut’u hicvedince, Gazne’den göçmek zorunda kalmış ve Tus’da ölmüş. Gazne’li Mahmut eserin önemini sonradan anlayıp, Firdevsi’ye hediyeler yollayıp gönlünü almak istemiş, ama hediyeleri götüren heyet yolda cenazesi ile karşılaşmış.
İran’ın milli destanı sayılan bu eserin özgün bir Farsça ile yazıldığı ve dilin korunmasında önemli işlevi olduğu belirtilmekte.
Türbenin alt katındaki kabartma heykellerden biri, Şahname’de anlatılan (hatta eserin en etkileyici bölümü olduğu söyleniyor) Rüstem’in oğlunun ölüm sahnesi. Kısaca bu hikayeyi anlatacağım, neden mi? Çünkü Rüstem doğunun yenilmez kahramanı ve babasının adı da Neriman (bu isim İran ve doğuda erkek ismi olarak kullanılıyor).
Rüstem ve Suhrab’ın hikayesi; Rüstem sadık atı Rakş ile ava çıkmış, farkına varmadan İran sınırını geçip Turan ülkesine girmiş. Atı çalınmış ve atını aramak için Şamangan şehrine gelen Rüstem, buralarda da ünlü olduğu için onuruna bir şölen verilmiş. Şölenden sonra Şamangan şahının kızı Tahmine ile birlikte olan Rüstem, ertesi gün atını bulmuş ve Tahmine’ye hatıra bir bilezik bırakarak oradan ayrılmış.
Dokuz ay sonra doğan oğluna Sührab adını koymuş Tahmine. Çok güçlü bir delikanlı olan Sührab babasının kim olduğunu annesine sorduğunda, Tahmine babasının Rüstem olduğunu söylemiş ve ona bıraktığı bileziği vermiş.
Sührab babasını bulmak ve güçlerini birleştirmek suretiyle; babasını İran Şahı, kendisini de Turan’ın Şahı yapmayı hedeflemiş. Böylece baba oğul cihanın hakimi olacaklarmış.
Turan’ın Şahı olan Afrasyab (Alp Er Tunga), Sührab’ın bir ordu ile İran’a gittiğini öğrenince, baba oğulun birbirini tanımasını engelleyerek, onları önceden ayarlanmış bir çarpışmada karşı karşıya getirmeyi ve ikisinden de kurtulmayı planlamış.
Savaş alanında kahramanlar karşılaşmış, zırhlara büründükleri için birbirlerinin yüzünü görmemişler. Şimdiye kadar hiç yenilmemiş olan Rüstem, genç savaşçının gücü karşısında şaşırmış. Akşama doğru omzundan aldığı gürz darbesi ile Rüstem yere düşmüş. Sührab hançerini çekip ölümcül darbeyi indirmek üzere iken, Rüstem: “gerçek kahraman rakibine bir şans daha verendir” demiş. Sührab rakibini bağışlamış.
Rüstem ertesi gün, insanüstü gücünü kuşanıp savaş alanına öyle çıkmış. İnsanüstü gücü sayesinde, hemen dövüşün başında Sührab’ı yere sermiş ve hançerini rakibinin göğsüne saplamış. Sührab ölürken “babam Rüstem mutlaka bunun intikamın alır” diyerek, bileziğini göstermiş.
Rüstem oğlunu öldürdüğünü anlayıp, bir aslan gibi kükreyerek ağlamış ve kendinden geçmiş. Canlanacağı ümidi ile oğlunun cesedi kucağında kırk gün çöllerde ağlayarak gezmiş.
Haruniye Medresesi
Tus kentinde Firdevsi’nin türbesinin yakınındaki Selçuklular döneminden kalma bu medrese, dönemin alimlerine ev sahipliği yapmış.
Nadir Şah Türbesi
İran’da gördüğüm en sade türbe burası. Türk çadırı şeklinde inşa edilmiş binanın içinde bulunan mezar, duvara yakın kenarda bulunuyor. Rehberimiz Nadir Şah’ın kimseye güvenmediğini ve hep sırtını sağlama almaya çalıştığını anlattı.
Bahçede bulunan devasa heykel onarımdaydı. İçerinde yapılmış mermer büst o kadar gerçekçiydi ki, bir kaşı havada delici bakışları ve yüz hatları yansıtılmıştı.
Meraklısına; 1688-1747 yıllarında yaşayan Nadir Şah; teşkilatçılığı, savaşçılığı ve korkusuzluğu ile tanınıyormuş. 1736- 1747 arasında İran Şahı olan Nadir Şah döneminde, Meşhed altın çağını yaşamış, şehri imparatorluğun merkezi yapmış.
Farsçayı çok iyi bilmesine rağmen Türkçeyi (Çağatayca) kullanmayı tercih etmiş.
Hindistan üzerine üç sefer düzenlemiş, her seferde çok değerli taşlar ülkeye getirilmiş.
Askeri başarılarından dolayı bazı tarihçiler İran’ın Napolyon’u ya da II. İskender olarak adlandırmışlar.
Sonrasında, Meşhed’in uluslararası havaalanında vedalaştık İran ile.
Bir haftada neredeyse Türkiye büyüklüğünde bir alanda yaptığımız gezinin yoruculuğu, sadece gezinin yapıldığı coğrafyanın büyüklüğü değildi. Şaşırtıcı bir geçmiş yolculuğu, değişik dini ritüeller, şairler, şahlar, inanılmaz mimari eserler, saraylar, türbeler ve bunların kafamda yarattığı yorgunluk daha yoğundu.
Hollywood filmleri ve rejim değişikliği sonrası İran’dan ayrılanların yazdıkları üzerinden kafalarımızda oluşmuş İran algısı ne kadar doğru (ya da gerçeği ne kadar yansıtıyor) diye merak ediyorsanız, gidip görmek gerek İran’ı. Hatta hemen gitmek lazım, küreselleşme ve modernite adı altında tüm dünyanın tek tipleştiği günümüzde, hala farklı kalabilmeyi başaran ve bunu gururla savunan bir medeniyetin onurlu duruşunu görmek için.
Diyorlar ki; doğunun onurudur İran… Muaviye karşısında Hz. Ali, Yezit karşısında Hz. Hasan ve Hüseyin, Abbasi halifesi Harun Reşid karşısında İmam Rıza, petrol tröstlerinin karşısında Musaddık, Şah’ın karşısında Behrengi, Molla’nın karşısında Şirin Ebadi, Amerika’nın karşısında ise 7000 yıllık bir kültürdür…
Bu gezide son söz, Ömer Hayyam’ın rubaisi olsun. E daha ne olsun!
Hep bir çember, dolanıp durduğumuz!
Ne önümüz belli, ne sonumuz.
Kim varsa bilen, çıksın söylesin:
Nerden geldik? Nereye gidiyoruz?
Fotoğraflar; Yücel Tanyeri