Boğa güreşi, flamenko müziği-dansı, tapası-sangriası, sineması, futbol ve basketbol takımları, Gaudi, Cervantes, Picasso, Salvador Dali, Lorca ve listenin uzayıp gideceği dünyaca ünlü sanatçıları ile az buçuk aşina olduğumuz İspanya’yı yakından tanıyalım deyip bu kez rotamızı  Madrid ve Endülüs’e çevirdik. İtalya gibi Avrupa’nın bu Akdenizli ülkesinde de kendimizi rahat hissedeceğimizden emindik.

Avrupa’nın en kalabalık beşinci şehri olan Madrid’in şehir olarak kuruluşu ve başkent oluşu yakın dönemlere dayanıyor: İlk kez dokuzuncu yüzyılda Emevi Sultanı I. Emir Muhammed tarafından, bugün Palacio Real’in bulunduğu bölgede Toledo’yu Hristiyan saldırılarından korumak ve mola vermek amacıyla küçük çapta bir kale saray yapılıyor. Kaleye Arapça “su yolu” anlamında “Mayrit” adı veriliyor. Bu kale çevresinde gelişen yerleşim yeri 1085 yılına kadar Müslümanlarda kalıyor. Kastilya- Leon Kralı VI. Alfanso  tarafından 1085 yılında Toledo alınırken, Mayrit kalesi ve çevresindeki yerleşim yeri yakılıp yıkılıyor, ancak başkent olarak Toledo seçiliyor, Mayrit uzun süre göz önünde olmuyor.
 
Kral II. Felipe’nin 1561 yılında  Kraliyet Mahkemesini Madrid’e taşıması ve İspanya’nın merkezinde olması nedeniyle başkent ilan etmesi sonrasında Madrid’te önemli yapılar inşa ediliyor, nüfusu ve önemi artıyor. Orta Çağ’da Amerika’nın keşfi sonrasında gelen altın ve ganimetlerle daha da gelişip, zenginleşiyor.

Bugünkü Avrupai görünümünü kazanması ise onsekizinci yüzyılda Kral III. Carlos döneminde oluyor. Castellana Caddesi, Alcala Kapısı, Prado Sarayı, Kraliyet Sarayı (Palacio Real) bu dönemin eserleri. 1808-1813 yıllarında Napolyon Bonapart yönetimindeki Fransa tarafından işgal  ediliyor.

İspanya 1936 ve 1939 yılları arasında, dünyanın en büyük iç savaşlarından birini yaşıyor ve General Franco’nun 1975 yılında ölümüne kadar 36 yıl süren diktatörlük dönemi başlıyor. Bu dönemde tüm devlet kurumları Madrid’te toplanarak, diğer şehirlere göre Madrid ön plana çıkarılıyor.
Günümüzdeki Madrid  hüzünlü ve kanlı geçmişine inat, neşeli ve canlı  bir şehir.

İstanbul’dan Madrid-Barajas Havaalanı’na 3 saat 40 dakika süren bir yolculukla ulaşılıyor. Grup olduğumuzdan şehir merkezine ulaşımda metro ve aktarmalarla uğraşmayıp, taksiyi tercih ettik (süre 20 dak., fiyat fiks 30 Euro).  Otelimiz  Gran Via (caddesi)  ile  Gran Via metro durağının çok yakınında idi.  Otele  yerleştikten  sonra metro   durağının   bulunduğu   Montera Caddesi’nden aşağıya yürüyerek, şehrin tam merkezinde bulunan Puerta del Sol’a çıktık. Sadece yayalara açık olan Montera  üzerinde pek çok kafe, restoran yer alıyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde ise cadde başka bir çehreye bürünüyor.

 

Puerta del Sol (Güneşin Kapısı): Şehrin en ünlü meydanı.  Onbeşinci yüzyılda, şehrin etrafını saran duvarın giriş kapılarından biri burada imiş.  Adını ve yarım daire şeklini bu kapıdan almış. Belki de çevresindeki binaların onarımda olmasından, gördüklerim içinde hayal kırıklığına uğradığım ve en beğenmediğim meydan oldu. Şehrin sembolü olan Ayı ve Kocayemiş  Ağacı Heykeli ile III. Carlos’un heykeli bu meydanda. Meydanın bir ucunda bulunan şehrin sembolü heykeli görebilmek için biraz çaba harcamanız gerekiyor. Şehrin merkezinde olması nedeniyle halkın klasik buluşma ve toplanma yeri olan meydan gece gündüz her daim kalabalık.

1766-1768 yıllarında yapılan ve Franco döneminde İçişleri Bakanlığı olarak kullanılan bu meydandaki kırmızı tuğlalı “Postane Binası” aynı zamanda Franco muhaliflerine yapılan işkenceleri ile anılıyor.
1808 yılında Napolyon tarafından halk isyanının bastırılması, 1912 yılında Başbakan Jose Canalelaj’ın öldürülmesi, 1932 yılında 2. Cumhuriyetin ilan edilmesi gibi geçmişte  bir çok önemli tarihi olaya tanıklık eden Puerta del Sol, şu anda da Madrid’in gösteri merkezi konumunda.

Bir şehri keşfetmenin en iyi yolu yürümek, ancak, zaman kısıtlı olunca şehir turu almak zorunlu ve anlamlı olabiliyor.  Meydandaki büfeden  yaklaşık 2 saat süren şehir turu bileti (12 Euro) alıyoruz. Zamanı bol olanlar bir-iki günlük (21-25 Euro) Hop On-Hop Off bileti alarak şehri daha ayrıntılı keşfedebilirler.
Calle Mayor üzerinde bir süre yürüyerek Plaza de San Miguel’e ulaşıyoruz. Bu meydanın önündeki duraktan başlayan turumuz yine bu durakta sonlanıyor. Şehrin önemli bölgeleri ve genel krokisi kafamızda yerleşiyor. La Latina semti İstanbul’a benzerliği ile dikkatimizi çekiyor. Tur sonunda, edindiğimiz bilgiler ışığında Prado Müzesi’ne ulaşacağımız en kısa rotayı belirliyoruz. Çevre semtleri ve Real Madrid’in meşhur Bernabeu Stadyumunu dışından da olsa görme fırsatı buluyoruz.

Bir zamanlar Avrupa Şampiyonlar Liginde Türk takımlarına cehennem azabı yaşatan bu stadyumda, Barselona forması ile Real  Madrid  ve Barselona takımlarının karşılaşmasını izlemek ve İspanyolların futbol izleme kültürünü deneyimlemek harika olurdu diye düşünüyorum. Kimbilir belki bir gün…
Şehir orta ölçekte, ne küçük ne çok büyük,  düzenli, yeşil ve tarihi binaları ile geçmişine saygılı.  İlk anda geniş caddeleri, meydanları ve parkları ile gönlümüzü çeliyor. A o da bir şey mi Avrupa’nın tüm şehirleri bu özellikleri taşıyor dediğinizi duyar gibiyim. Madrid ve genelinde İspanya’daki meydanlar tarihle bugünü birleştiren, günümüzü de yaşatan meydanlar. Ayrıca kendi ülkemizde şehrin içinde böyle geniş meydanlar ve parklara hasret kalmamız, sokağa çıkmaktan korkar hale gelmemiz gibi nedenlerle içinde bulunduğum ruh halim meydan ve parkları benim için cazip kılmış olabilir. Tabii yaz döneminin ve uzun gecelerin etkisi de vardır, bilemiyorum.
Los Austrias semtinde Basilica de San Francisco el Grande

Mercado de San Miguel: Şehir turu  sonunda Mercado de San Miguel’e uğruyoruz. Burası ayak üstü çeşitli tapaslar, deniz ürünleri deneyebileceğiniz, çeşitli içecekler bulabileceğiniz şarküteri ürünleri vb.  yiyeceklerin de satıldığı, metal mimariye sahip kapalı bir pazar yeri. Yiyeceklerin kokusuna ve çekiciliğine dayanamayarak, denediğimiz tapasları oldukça lezzetli buluyoruz.
Cava Baja: Oturabileceğimiz bir mekan aradığımızdan yakınında bulunduğumuz Cava Baja sokağındaki tapasçılara bakıyoruz, yerel yemek saatine hayli vakit olduğundan yer bulmakta zorlanmıyoruz. Gözümüz dönmüş şekilde neredeyse menüdeki tüm tapas çeşitlerini söylediğimiz TragaTapas adlı mekanın özellikle soslu karides ve kalamarını beğeniyoruz. Kişi başı yemek maliyeti içecek (Sangria) dahil 12 Euro tutuyor.
Dönüşte, Plaza Mayor’dan geçerek yeniden Puerta del Sol’a geliyoruz. Artık güzergahı öğrendik,  Puerta del Sol’u bulunca sorun yok. Bu kez Montera’dan bir önceki caddeyi kullanıyoruz. Özellikle giyim mağazaları ve alışveriş mekanlarının yoğunlukta olduğu bu yol da bizi  meydandan doğrudan Gran Via’ya çıkarıyor.
 
Plaza Mayor (Büyük Meydan): Etrafı üç katlı ve çok balkonlu binalar ile çevrilmiş dikdörtgen meydanın ortasında Kral III. Felipe tarafından yaptırılan, anılan krala ait bir heykel bulunuyor. Bir zamanlar kraliyet törenleri, boğa güreşi, engizisyon yargılamaları ve idamları gibi amaçlar için kullanılan meydan günümüzde sokak gösteri sanatçıları, konserler ve yerel festivallere ev sahipliği yapan, hareketli, turistik bir mekana dönüşmüş.

Prado Müzesi’nin birinci katındaki galerilerden birinde meydanın, tarihdeki işlevini  anlamamızı sağlayan Francisco Rizi’ye ait ilginç bir resim bulunduğunu meraklısına fısıldayayım.
Bu şekilde binaların çevrelediği İspanya klasiği dörtgen (Herrerian tarzı) meydanlara  diğer şehirlerde de rastlamak mümkün. Barcelona’da “Placa Reial” ile Cordoba’da “Plaza de la Corradera” hemen aklıma gelenler.             
         Meydanda üzerinde renkli freskler bulunan bina, “Casa de la Panaderia- Fırıncının Evi” olarak anılıyor. Geçmişte kraliyet ofisleri olarak kullanılan bina, günümüzde Madrid Belediyesi Kültür İşleri Birimince kullanılmaktaymış.
Çevresi kafelerle dolu renkli ve cıvıl cıvıl meydanda kısa bir mola veriyoruz. Ancak, gece aynı hareketliliği bekleyip benim gibi hayal kırıklığına uğramayın.
Meydan, çevre meydan ve caddelere üstü kemerli geçitlerle açılıyor. Bunlardan biri de Plaza de San Miguel’e açılan kemerli geçit.
Gran Via: 1910 yılında 14 sokak ve bir semt yıkılarak inşa edilen Gran Via, ünlü markaların mağazalarının bulunduğu, kentin en işlek caddelerinden biri. Caddenin batı yönünde Plaza de Espana yer alıyor. Doğu ucu ise Calle de Alcala’ya kadar uzanıyor. Cadde üzerinde mimari tarzda pek çok bina bulunuyor. Tasarımını Amerikalı Weeks’in yaptığı  Madrid’in ilk gökdeleni Telefonica ile tasarımı Fransız mimar Jules ve Raymond Fevrier’e ait Metropolis binası bunlardan sadece ikisi. 
Gran Via üzerinde Callao metro durağının olduğu meydanda canlı konserler veriliyor. Meydan, akşam verilecek bir konsere hazırlanıyor.

Sanat sevenler için  “Müzeler Diyarı” olan Madrid’te ikinci gün programımızda, Prado ile Reina Sofia müzeleri var. Gran Via’da doğu yönünde düz ilerleyip, Cibeles Meydanı’na vardığımızda Paseo Del Prado’ya dönüyor ve bu yolu takip ederek kolayca Prado Müzesi’ni buluyoruz.

Prado Müzesi: Madrid’te görülmesi gereken müzelerin başında gelen ve dünyanın sayılı müzeleri arasında yer alan Prado Müzesi oldukça zengin bir koleksiyona sahip. Kuzey Rönesans sanatının önemli eserlerine ev sahipliği yapan müzede, Bosch, Rubens, Titian, Raphael, Murillo, Dürer, El Greco,  Caravaggio, Ribera, Rembrant, Bruegel ve pek çok değerli sanatçının eseri bulunuyor. Dünyanın en ilginç ressamlarından Hollandalı erken Rönesans dönemi ressamı Hieronymus Bosh’un en fazla eseri bu müzenin koleksiyonunda yer alıyor.

İspanyol ressamlar, “Gerçeğin Ressamı”  lakablı  Diego Valazquez  ile İspanyol modern dönem ressamlarının ilki kabul edilen Francisco Goya ve eserlerini  yakından tanıma fırsatı buluyoruz. 
Diego Valazquez’in “Las Meninas-Nedimeler 1656” adlı eseri Prado’daki en değerli eser kabul ediliyor. 

Francisco Goya’nın 62 yaşında iken Fransızlar tarafından sivillerin katledilişinden etkilenerek yaptığı “The Third of May, 1808- Mayıs’ın Üçü” Fransızların sivil İspanyolları katlettiği günü anlatıyor.
Reina Sofia Müzesi: Fotoğraf, resim, heykel, grafik vb. karma eserlerin bulunduğu çağdaş sanatlar müzesi. Müzenin 2 ve 4 üncü katlarında sürekli koleksiyonlar sergileniyor. Başta Salvador Dali, Miro ve Picasso olmak üzere İspanya’nın modern dönem sanatçılarının eserleri müze koleksiyonunda yer alıyor. 

Müzedeki en değerli eser  Picasso’nun “Guernica” sı. Nasıl savaşın acımazlığını betimleyen, savaş karşıtı en güzel edebi eser  “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” ise, bunun resim sanatındaki  karşılığı “Guernica”’da hayat buluyor. Müzede diğer eserlerin fotoğraflarını çekme izni varken, Guernica’nın sergilendiği salondaki eserleri çekmek yasaktı. Ancak bu önemli eseri internetten kopyalayarak ekliyorum.

Salvador Dali

   

                Solana                                                                                  Picasso       

       
 
















Her iki müzedeki en önemli eserleri daha fazla incelemek isterseniz. Madrid Müzeler Diyarı yazımız linkte.

Reina Sofia Müzesi’nden sonra Retiro Park’a gitmek için Caudio Moyano Caddesi’nden geçiyoruz. Cadde üzerinde ikinci el kitap tezgahları sıralanmış.

 

 

 

Retiro Park: Kraliyet ailesine ait ve 350 dönümlük alana sahip park, ondokuzuncu yüzyılın sonlarında Kral Alfonso XII döneminde halka açılmış. Şehrin içinde olup aynı zamanda kendinizi dışında hissedebileceğiniz muhteşem bir nefes alanı yaratılmış.  

Güney yönündeki Angel Caido Kapısı’ndan girip, kuzey yönündeki Independencia Kapısı’ndan çıktığımız parkın içinde yaklaşık 3 saat geçiriyoruz.

Kitap fuarı, konserler, sergiler gibi  etkinliklerin de gerçekleştiği parkta çimlerde yayılıp güneşlenen, kitap okuyan, bisiklet kullanan, paten kayan insanlara imrenerek bakıyoruz.                            

Parkta Alfonso XII Anıtının bulunduğu, kayıkla gezinti yapılabilen yapay bir gölet oluşturulmuş.
Adım başı bir heykele rastlıyorsunuz.
Parkın içinde iki sanat galerisi bulunuyor:

Palacio de Cristal: 1887 yılında inşa edilen ve geçmişte egzotik bitkiler için sera olarak kullanılan Palacio de Cristal (Kristal Saray) günümüzde çağdaş sanatçıların geçici sergilerine ev sahipliği yapıyor. Ziyaretimize denk gelen Damian Ortega’ya ait “The Rocket and the Abyss” sergisinden birkaç kare.  

 

Palacio de Velazquez: Mimar Ricardo Velazquez Bosco tarafından 1881-1883 yılları arasında ulusal bir sergi için inşa edilmiş. daha sonra da sürekli sergi amaçlı  olarak kullanılmıştır. Bina neoklasik tarzda, dışı kırmızı tuğla ve çini ile dekore edilmiştir. Günümüzde  Reina Sofia Müzesi’nin sergilerine ev sahipliği yapmaktadır.

Madrid’teki Atocha ve diğer tren istasyonlarında, 11 Mart 2004 tarihinde gerçekleştirilen saldırıda hayatını kaybeden her insan  için zeytin veya selvi ağacı dikilerek oluşturulmuş “Anıt Ormanı” da yine bu parkta  bulunuyor.

Parkın kuzey yönündeki Independencia kapısından, Plaza de la Independencia’ya çıkıyor ve bu meydandaki Puerta de Alcala (Alcala Kapısı)’nı görüyoruz. Metro kullanıldığında “Retiro” istasyonundan ulaşılabilir. 

Alcala Kapısı: III. Carlos döneminde, şehrin doğu yönündeki giriş kapısı olarak 1774-1778 yılları arasında yapılmış üç kemerli anıt. Roma mimarisindeki zafer taklarına benzeyen, neoklasik  mimariye sahip bir anıt.
Calle de Alcala üzerinden Cibele Meydanı’na giderken dans ve müzik gösterisi yapan Katalan  bir grupla karşılaşıyoruz.
Cibele Meydanı: Adını meydanın ortasındaki aslanların çektiği arabada bulunan bereket tanrısı Kibele heykelinden alıyor. Anadolu’da yerleşen Frigyalıların bereket tanrısının burada ne aradığı ise bir muamma. Meydan,  XIX. yüzyılda yapılan, Palacio de Cibeles, Banco de Espana, Palacio Buenavista ve Palacio de Linares gibi önemli mimari tarzda binalarla çevrelenmiş. Kadraja sığdıramadığımdan anlaşılamıyor, Palacio de Cibeles bu geniş meydandaki en görkemli bina olarak hemen dikkat çekiyor. Burası aynı zamanda Real Madrit’in galibiyet kutlamalarını yaptığı meydan olarak biliniyor.
Yazın havanın geç kararması sayesinde günü uzatıyoruz ve kendimizi La Latina semtinin sokaklarına atıyoruz.
La Latina: İnişli çıkışlı sokakları ve genel havasıyla İstanbul’a benzeyen, bar, kafe ve restorantların yoğunlukta olduğu bu semti çok sevdim.

Latina’da her an teyakkuz halindeki seyyar satıcılar ne kadar tanıdık değil mi?

Can’ım arkadaşım Şengül ile Latina semtinde, renk cümbüşü içindeki bu şekerleme dükkanına (La Cure Gourmande) bayılıyoruz.

El Rastro: Pazar günleri Calle de Toledo ve çevresindeki sokaklarda kurulan, bizdeki “Nişantaşı, sosyete pazarı” paralelinde, oldukça geniş bir alana yayılan, görülmemesinin bir eksiklik olmayacağı açık pazar. Ancak, antika ve alışverişi seven insanlar için çekici bir mekan olabilir. Yelpaze, kastanyet, magnet gibi şehre özgün hediyelik eşyaları uygun fiyata bulabilirsiniz. Pazarın farklı bölgelerinde farklı fiyatlarla karşılaşmanız mümkün. Rahat gezebilmek için olabildiğince erken gidilmeli, gün içinde acaip kalabalıklaşıyor. Biz taksi kullandık, metro ile “Latina” durağından ulaşılabilir.  

Endülüs dönüşü, Madrid’teki son günümüzü  Palacio Real’i görmek için ayırdık. Madrid gezimizi bu güzel sarayla taçlandırdık. Puerta del Sol’a gelip, batı yönünde Calle del Arenal’da yürüyerek Plaza de İsabel II ve Teatro Real’in yanından saraya ulaşmamız çok zor olmadı.

Palacio Real: 1937 yılına kadar İspanya Kralının  resmi konutu olan saray, sadece resmi törenlerde kullanılıyormuş. İspanya’nın yönetim şekli parlamenter monarşi. Sembolik yetkileri olan kral, şehir dışındaki Zarzuella Sarayı’nda ikamet ediyormuş.
Sarayın ilk yerinde Toledo Kralının dokuzuncu yüzyılda savunma amaçlı kurduğu bir kale varmış. Kral V. Felipe’nin 1734 yılında yanarak yok olan bu kalenin yerine daha dayanıklı bir saray yaptırmak istemesi üzerine yapımına başlanılan neoklasik tarzdaki saray 1755 yılında tamamlanmış. Kraliyet Sarayı Franco Dönemi ile Cumhuriyet dönemindeki yöneticilere de ev sahipliği yapmış.
Yaklaşık 3500 odası olan, içi dışından daha görkemli  Avrupa’nın bu en büyük kraliyet sarayını yeterli zamanımız olsaydı (ki taht odası, kraliyet şapeli, Carlos III ve Carlos IV odaları, yemek odası, porselen odası gibi sınırlı bölümleri görülebiliyor) mutlaka gezmek isterdim. Bunun için tabii ki geniş zaman ayırmak gerekiyor. 
Hazır Saray’ı ziyaret etmişken, buranın yakınında bulunan; Sabatini Bahçeleri, Campo del Moro Bahçeleri (Arap Bahçeleri), Orta Çağ’daki Müslümanlar döneminden kalan sur kalıntılarının bulunduğu Muralla Arabe, Basilica de San Francisco el Grande ile Plaza de Espana’nın de görülebileceğini ilgilisine hatırlatayım.
 
Sarayın önündeki Oriente Meydanı’nda  Felipe IV’ un at üzerinde heykeli
Saraya giden yoldaki heykeller   
                                                              

Sarayın karşısında opera ve tiyatro gösterilerinin yapıldığı Teatro Real Binası

Almudena Katedrali: 1883 yılında Kral Alfanso XII döneminde yapımına başlanan Katedralin yapım süreci ekonomik (bağış yapanların açıklanmayacak olması nedeniyle gösteriş düşkünü zengin İspanyolların ilgisini çekemiyor),  iç savaş  vb. nedenlerle 100 yılı aşıyor, 1993 yılında tamamlanabiliyor. Aslında yapımına karar verilmesi daha da eski yıllara dayanıyor. Katedralin bulunduğu yerde Madrid’in ilk camisi ve sonrasında Madrid’in azizlerinden Santa Maria de la Almudena’ya ait bir kilise varmış. Kral II. Felipe’nin Madrid’i  başkent yapması sonrasında yeni kilisenin yapımı için planlar yapılmış,  kilise yapımı için izin alınmış ve inşaata başlanılmış ancak  devamı gelmemiş.

Kral Alfanso XII kaybettiği ilk eşi Maria de Las Mercedes’in anısına ve mezar olsun diye Katedral inşaatını yeniden başlatmış. Uzun yapım sürecinde muhtelif mimarların görev aldığı Katedral eklektik bir mimariye sahip. Dış cephesi hemen karşısında yer alan  Saray ile uyum sağlasın diye neoklasik tarzda yapılmış, iç mimaride ise neogotik ve neoromanesk tarz kullanılmış. Tavan süslemeleri ve onaltıncı yüzyıldan kalma sunak taşı öne çıkıyor. Katedralin bir özelliği de 1993 yılında Papa 2. John  Paul tarafından kutsanmış tek İspanyol Katedrali olmasıymış. Katedral tamamlanınca da çilesi bitmemiş, resmi olarak halka açılışı 2004 yılında şu anki Kral Felipe ile  Letizia Ortiz ‘in evlilik töreniyle gerçekleşmiş. Çoğu katedralden farklı ve daha modern mimariye sahip bu katolik Roma Katedrali görülmeyi hakediyor.

Atocha Tren İstasyonu: Atocha, içinde bir “Botanik Bahçesi” de bulunan Madrid’in en büyük tren istasyonu. Dökme demir, tuğla ve cam malzemenin kullanıldığı ilginç bir mimarisi var. Toledo ve Cordoba’ya giderken ve Endülüs dönüşünde yolumuz sık sık bu güzel istasyonla kesişti

2004 yılındaki El Kaide saldırısında 191 kişi ölmüş. Bu nedenle İspanya’daki tren istasyonlarında sıkı güvenlik önlemleri uygulanıyor, eşyalar X-ray cihazından geçiriliyor. İstasyona son anda gelmeniz durumunda güvenlik kontrolü nedeniyle treninizi kaçırmanız mümkün.

Son Söz: Öznel düşüncem, kafamdaki kent olgusuyla örtüşen şehir Madrid’de hayat meydanlarda, parklarda, sokaklarda ve enerjisi size de yansıyor. Şehrin ve açık mekanların keyfini çıkarabilmek için kesinlikle kış döneminde tercih edilmemesini öneriyorum.

Plaza de Espana, Plaza del Dos Mayo,  Plaza de Santa Ana başta olmak üzere Madrid’de daha görülecek, keşfedilecek çok meydan, mekan ve lezzet var. Sizi ikna edebildim mi bilemiyorum, ama ben  başka bir destinasyonla birlikte bu kez özellikle Cervantes’in izini sürmek için Madrid’e yeniden gelmek isterim. Bunun için gerekli ritüelimi yaptım,  şehrin sembolü “Ayı” heykelinin önünde fotoğraf çektirdim, gelişimi garantiye aldım.

 

 

6 COMMENTS

  1. Sevgili Ayse, büyük keyif aldım yazdıklarından. Okuyucuya birşeyler getireyim sorumluluguyla gezdigini düşündüm. Fotoğraflarla bir zengin yazıydı. Ellerine sağlık, yenilerini bekliyoruz.Salim Koç

  2. Gezmenin keyfi Size okuduklarımızın keyfi de bize olsun. Eline sağlık Ayşe okuyucuya bu kadar deger verir bir gezgin-yazar. Görsel zenginlik icin ayrıca sağol, belleğimde daha iyi yer etti yazdıkların. Eline gözlerine sağlık, Yeni gezilere…

  3. Ayşecim, sayende okurken bir kez daha Madrid ı gezdim. Üstelik gezerken bilmediğim o kadar çok şey öğrendim ki…Teşekkürler Ayşem.

Yorumunuzu Buraya Yazabilirsiniz

Yorumunuzu Giiniz
Please enter your name here