Yakın zamanların belki de en aykırı kralının masalsı dünyasına doğru bir gezi olacak bu… Burası, Münih’e veya Bavyera’nın herhangi bir yerine, hatta belki de Almanya’ya yapacağınız gezilerin olmazsa olmazı diyebileceğim kadar güzel, farklı, ilginç ve bir yandan da hüzünlü…

Sizi, Bavyera Krallığı içinde, biraz da Lady Diana gibi sansasyonel bir ikon olmuş,  Kral II Ludwig’in saraylarına götüreceğim bu yazıda. Hükümdarlığı siyasi açıdan çok başarılı kabul edilmese de, kişiliği, kendisi ile yükümlülükleri arasında kalmışlığı, masalsı dünyası ve yaptırdığı şatoları ile efsanesi diğer tüm Bavyera krallarından çok biliniyor. Tabii ayrıca sinema severler, Luchino Visconti’nin 1973 yılı yapımı 4 saatlik filmi ‘Ludwig’den de Kralın öyküsüne aşina olabilirler.

Ayrıca çocukluğumuzdan hayal meyal aklımızda kalan Walt Disney’in logosundan tanıdığımız o şato silüetini gerçek hayatta görmek bile başlı başına nostaljik bir keyif.

II Ludwig, 3 şato yaptırmış, bunlar Linderhof, Neuschwanstein ve Herrenchiemsee şatoları. Bunlardan sadece Linderhof, II Ludwig hayattayken tamamlanmış. Ancak bu üç şato da Münih’ten uzakta. Ben bu şatoların ikisini (Linderhof ve Neuschwanstein) gezebildim. Herrenchiemsee Şatosu ise, Chiemsee Gölü’ndeki bir ada üzerinde yapılmış; Versailles benzeri bir saray yaptırmak amacıyla başlanılmış, ancak kaynak yetersizliğinden sadece orta bölümü ve parkı tamamlanabilmiş. Ne yazık ki,  hem zamansızlıktan, hem mevsimden dolayı burayı gezemedim.

Ben bu iki şatoya, Münih gezim sırasında tur ile gittim. Greyhound Şirketi yılın her döneminde buraya tur düzenliyor; tur her sabah 08.30 da Hauptbahnhof’un karşısından başlıyor ve tüm günü alıyor. Biletler kişi başı 54 euro, ayrıca iki şato giriş bileti için 28 euro veriyorsunuz. Bu geziyi kendi başınıza daha ucuza da yapabilirsiniz. (Turda 28 euro olarak alınan iki sarayın giriş bileti aslında 18,50 euro tutuyor, oradan düşünün).

Yolda I (I Ludwig, Maximilian ve II.Ludwig)

Otobüsümüz Münih’in karmaşasını geride bırakıp Bavyera’nın kırsalına doğru yol alırken ben de size biraz II Ludwig ve Bavyerada hüküm süren Wittelsbach Hanedanlığı ile bilgiler aktarayım.

Kutsal Cermen Roma İmparatorluğu’nun önemli hanedanlarından Wittelsbach Hanedanlığı; 10. yüzyıldan 1918 yılına kadar Bavyera’da hüküm sürmüş.  Hanedanlık Kutsal Roma Cermen imparatorluğu’nun dağıldığı 1806 yılına kadar İmparatorluğun parçasıymış. 1255 yılında Hanedanlık ikiye ayrılmış, 1506 yılında ise tekrar birleşmiş. 1618-1648 yılları arasındaki Otuz Yıl Savaşları’nda Katoliklerin cephesinde yer almış. 1806-1918 arasında ise Bavyera Krallığı olarak hüküm sürmüş. Hanedanlıktan  Maximilian ilk Bavyera Kralı olmuş. Bavyera, 1871 yılında kurulan Almanya İmparatorluğu’nun ikinci büyük eyaleti imiş.

Münih’i gezerken üç hanedan üyesi kralın adı geçmişti; I  Ludwig, II Maximilain ve II Ludwig…

1825-1848 yılları arasında krallık yapan I Ludwig, antik Yunan dünyasına hayran olduğu için dünyanın en iddialı antik Yunan ve Roma heykelleri koleksiyonunu oluşturmuş; Propylaen Anıtı ile Glyptothek ve karşısındaki Antik Eserler Koleksiyonu bunları görebileceğiniz yerler, Münih yazımızda ayrıntılar var. Zaten kendisi Münih’i Isar kıyısındaki Atina olarak isimlendirmiş. I.Ludwig silah ve ordu için ayırması beklenen mali kaynakları  resim ve heykel için harcamayı tercih etmiş ve bu eserleri sergileyeceği görkemli yapılar inşa ettirmiş; yine Münih yazımızda okuyabileceğiniz gibi Alte Pinokothek ve içindeki resimler, kendisinden geriye kalanlar.  Münih’i Avrupa’nın sanat ve kültür merkezi yapmaya çalışmış ancak  sanatla ilgilenmek dışında da işler yapmış; Bavyera’nın sanayileşmesine hız verirken başkent Münih’in modern halinin ilk taşları onun zamanında atılmış. Kralın bu eski Yunan yaşamına düşkünlüğü, bir yandan da Osmanlılara karşı Yunanistan’ın bağımsızlığını desteklemesine neden olmuş, hatta oğlu Otto, Yunanistan’a kral olmuş. Kralın bir ilgi alanı da kadınlarmış, bu ilişkilerini de oldukça sansasyonel bir şekilde yaşamış.

Ardılı olan oğlu  II Maximilian 1848-1864 yıllarında krallık yapmış, aldığı yüksek eğitimin de etkisiyle, entelektüel hayata çok önem vermiş, çevresinde sanatçılar ve bilim adamlarını hiç eksik etmemiş ve onları desteklemiş. Bavyeranın liberalleşmesine çok özen göstermiş, basının bağımsızlığına önem vermiş, bilim, teknoloji ve tarih konularında uzmanlaşan bir akademi kurmuş, en önemlisi de dönemin ileri çıkan güçleri olan Prusya ve Avusturya’ya karşı daha küçük eyaletleri birleştirmek için çabalamış. Öncülüne göre daha sade hayat süren II Maximilian, Bavyeralılık kavramına önem vermiş, bu yaptırdığı eserlere de yansımış; bunun en önemli örneği de Füssen’de yaptırdığı ve Bavyera mimari tarzının en önemli eserlerinden Hohenschwangau Şatosu.

Dönem, Prusya’nın diğer Alman eyaletlerine hakim olmaya çalıştığı, Napolyon Savaşları’nın sürdüğü, Fransa ve Rusya ile sürekli anlaşmazlıkların yaşandığı bir dönem. İşte bu dönemde, bizim yazımızın kahramanı II Ludwig’in krallık serüveni başlamış.  Nymphenburg Sarayı’nda doğan  II Ludwig’in gençliği Hohenschwangau Sarayı’nda geçmiş. Burada babasının entelektüel çevresinde ve sanatla yoğrulan bir atmosferde II Ludwig, resimler ve heykellerden ibaret bir hayatın içine çekilmiş. 1861 yılında Wagner’in ‘Lohengrin’ operasının galasına katılmasıyla ömür boyu sürecek bir Richard Wagner hayranlığı başlamış. 1863 yılında Bismarck ile tanışmış; Bismarck kendisi hakkında hem bir Alman vatanperver hem de Bavyeralı olmayı önemseyen bir prens demiş… II Ludwig 1864 yılında 18 yaşındayken kral olmuş. Kendisini etkileyen monarşik değerlerin 19 yüzyılda işlevsiz kaldığını görmek onun ilk hayal kırıklığı olmuş. Parlamenter düzende yapmak istediği değişiklikler de parlamentonun yaşlı üyeleri tarafından engellenince devlet işlerinden uzaklaşmaya başlamış. Başkent Münih’ten uzaklaşıp Bavyera kırsalında yaşamaya başlamış, imzalaması gereken belgeleri imzalayıp kendi dünyasına dönüyormuş. Gittikçe toplumsal hayattan uzaklaşıp hayaller ve masallarla dolu kendi iç alemine kapanan II Ludwig, şatolar, kaleler yaptırma hevesine kapılmış. Geceler boyu dağlarda dolaşması, zorunlu toplantılara katılmaması, iyice yalnızlığını pekiştirmiş. Bu arada Prusya’nın tacizleri artmış. Savaştan hiç hoşlanmayan ve gidişatı engelleyemediğini fark eden Ludwig tahtan feragat etmeye karar vermiş. Hükümet üyeleri ise Wagner’i araya sokmuş. Kralın imkanlarını sonuna kadar kullanan Richard Wagner, Ludwig’i Münih’e dönmeye ikna etmiş. Böylece II Ludwig, Wagner’in etkisi ve parlamentonun  baskısıyla Prusya’ya karşı harekat iznini imzalamış. Sonuç Bavyera için hüsran olmuş. Tabii sorumlu olarak II Ludwig görülmüş. Prusya ile imzalanan antlaşma koşulları neticesinde 1870 yılında Prusya’nın Fransa ile savaşa girmesinden dolayı, Bavyera’da savaşa sürüklenmiş. Alman ordusunun başarılı olması, Prusya’nın gücünü artırmış. Sonuçta II Ludwig, Prusya kralının Almanya hükümdarı olduğunu kabul etmek zorunda kalmış. Ancak bu durum Bavyera’yı Almanya’ya satan kral olarak tanınmasına yol açmış. II Ludwig bu yıkımları yaşarken kuzeni Prenses Sophie Charlotte ile nişanlanmış ama Kralımız ne onunla ne de başka bir kadınla evlenmiş. Hayatında etkili olan kadın ise kuzeni Avusturya İmparatoriçesi Elisabeth (Sisi) olmuş; bu, platonik bir aşk ile dostluk arasında gidip gelen bir ilişkiymiş. Kadınlarla pek ilgilenmeyen, yalnız ve melankolik hali gittikçe artan II Ludwig, hükümranlık sorumluluklarını yerine getiremediği ve hazineyi yaptırdığı şato ve saraylarla tükettiği bahanesiyle tepkiler de alıyormuş. Neticede Dr. von Gudden’in başkanlığındaki bir komisyon tarafından hiçbir tetkik yapılmadan, Kralın ruhsal durumunun bulunduğu görevi ifa etmesini olanaksız kıldığına dair bir rapor düzenlenmiş ve kendisi tedavi görmek üzere Starnberg Gölü yakınında bir saraya götürülmüş. Ertesi gün ise yürüyüşe çıkan Dr von Gudden ve II Ludwig gölde ölü olarak bulunmuş.

Laf lafı açtı ve biz Linderhof Sarayı’na geldik. II Ludwig hakkında diğer bilgileri şatoları gezerken vereyim. Şimdi sırada Linderhof Sarayı var.

Ama önce belirtmeliyim; Linderhof ve Nueschwanstein’da resim çekmek yasaktı ancak neyse ki turda bir Japon grup vardı, bir Japon’a resim çekmek yasak demek al şu katana kılıcını harakiri yap demek gibi bir şey, harakiri yaparlar ama resim çekmekten vazgeçmezler… Bende onların arasına karışıp resim çekmeye çalıştım, Linderhof’ta başarılıydım ama Neuschwanstein’da maalesef tur rehberleri acımasızdı, bu nedenle özellikle Neuschwanstein’nın resimlerini internetten bulmaya çalıştım.

Linderhof Sarayı

Ben turla geldim ama illa toplu taşımacılık ile geleceğim diyorsanız, Münih’ten Oberammergau’ya tren veya otobüsle gelip oradan Ettal üzerinden 9622 numaralı otobüsü kullanabilirsiniz. Haberiniz olsun bu otobüs o kadar sık işleyen bir otobüs değilmiş. Linderhof, 30 dakikalık turlarla geziliyor, kendi başınıza saraya giremiyorsunuz; giriş kışın 6.50 euro, yazın çevredeki yapılar da dahil 8.50 euro, parklar ücretsiz. Linderhof, her gün açık; Martın ortasından Ekimin ortasına kadar 9-18, Ekimin ortasından Martın ortasına kadar 10-16 saatleri arasında ziyaret edilebilir. (6 ay geçerli Linderhof, Neuschwanstein ve Herrenchiemsee şatoların ziyaretine imkan veren kombine bilet ise 24 euro).

Linderhof, Graswang Vadisi’nde, Maximilian II’nin av köşkünün (Köningshauschen) bulunduğu bir yerde, II Ludwig’in çocukluğundan aşina olduğu bir bölgede. Fransa gezisinde Bourbon’ların şatafatından çok etkilenen II Ludwig, Versailles havasında bir yer tasarlamış. 1869 yılında yapımına başlanmış, bitmesi on yıl sürmüş. Gerçi burası boyut olarak Versailles yanında, bir kulübe gibi kalır ama şaşaası hiç de Versailles’ı aratmaz. Siyasetten bunalan II Ludwig’in gerçek dünyadan kaçacağı görkemli sığınağı 1878 yılında tamamlanır. Sarayın mimarı Georg Dollman. Ön yüzde, Franz Walker tarafından yapılan hanedanlık arması ile Atlas heykeli göze çarpmakta.

Linderhof’un daha girişinde II Ludwig’in Bourbonlara olan hayranlığı göze çarpar. Giriş bölümünün tavanında Fransa kralı XIV Louis’nin sembolü olan güneş armasını görebilirsiniz. Girişin ortasında da, XIV Louis’nin bronzdan heykeli gelenleri selamlamakta. Bu arada II Ludwig, Bourbonlarla şöyle bir bağ da kurmuş olabilir; vaftiz babası olan dedesi I. Ludwig’in vaftiz babası, XIV Louis’miş.

Bu girişten sonra mermer merdivenlerle yukarı kata çıkılıyor. İlk odamız Müzik Salonu… Bu salonda Heinrich von Pechmann’ın altın  çerçeveli rokoko pastoral tablolarına goblen işlemeler eşlik etmekte. Oda da piyano-org karışımı bir de müzik aleti var, ama II Ludwig’in müzik yeteneği berbatmış, ben rehberin yalancısıyım. Oda da bir de gerçek boyutta Sevres porseleni tavus kuşu var. Yazımız boyunca bol bol tavus kuşları, kuğular geçecek, alışın.

Müzik Salonu’ndan Sarı Oda ile Kabul Salonu’na geçiliyor. Linderhof Sarayı’nın duvar ve tavan süslemeleri hep altın renk, sadece Sarı Odada, süslemeler gümüş… Bu nedenle Sarayın en fakir odası deniliyor. Saray’da salonları birbirine bağlayan ara odacıklar var; döşemelerde hakim olan  sarı, eflatun, gül ve mavi renklerden dolayı bu isimlerle biliniyorlar.

Kabul Salonu, Christian Jank’ın Kral için özel tasarladığı farklı bir Bavyera rokoko tarzında döşenmiş, altın varaklar, yeşil kadifeler, oymalı, işli avize; ortada da Kralın kabul sırasında oturduğu koltuk ve mermer masa, yeşil kadife bir perdelikle çevrelenmiş.

Buradan Eflatun Odaya geçiliyor. Burada bizi  XV Louis’nin resmi karşılıyor. İki yanında da metresleri Düşeş Marie-Anne de Châteauroux ve (Münih’te Alte Pinakothek’te resmini gördüğümüz) Madam de Pompadour olarak bilinen meşhur  Jeanne Antoinette Poisson ’un resimleri. II Ludwig’in XV Louis’ye duyduğu hayranlık bu boyutta yani.

Şimdi ise Yatak Salonu’na geçiyoruz. 1884 yılında Kral, sarayın en büyük odasını yatak odası olarak genişletmeye karar vermiş. Duvarlardaki altın işlemeler ile  tavandaki Apollo’nun Arabası resmi dikkat çekici. Odaların pencereleri, Sarayın bahçesini görecek şekilde ayarlanmış, mesela Neptün Çeşmesi ve basamaklarla akan derecik buranın penceresinden görünen manzara.

Buradan da Gül Odaya geçiliyor. Burada XV Louis’nin bir başka metresi, Kontes Jeanne Marie Bubarry’nin resmi var; etrafında Şansölye Augustin de Maupeou ve Dük Cesar Gabriel de Choiseul bulunmakta.

Ve Yemek Salonu… Oval odanın ortasında asansörlü bir yemek masası var. Grimm masallarındaki sihirli masa gibi, aşağı yukarı inip çıkan bir masa; aşağıda mutfakta donatılan masa, asansörle yukarıya gönderiliyor, böylece II Ludwig muhteşem yalnızlığını hizmetçileri görmeden sürdürüyormuş. Masanın ortasında Meissen porseleni vazo içinde bir çiçek demeti bulunmakta.

Buradan da Mavi Odaya geçiliyor. Rokoko tarzı ahşap işçiliği, ipek dokumalar yanında Francois Boucher tarafından yapılan Leda ve Kuğu tablosu odacığın süsleri. Oradan Yaşam Salonu’na varıyoruz. Goblen işlemelerin göz doldurduğu salonda yine gerçek boyutlu porselen bir tavus kuşu bizi karşılıyor. Siyah mermer şöminenin üstünde beyaz mermerden Theobald Bechler yapımı Güzeller Heykeli yer alıyor. Tavanda Apollo ve Aurora resmi var. Duvarlarda da mitolojik öyküler görülebilir.

Buradan da belki de Saray’ın en görkemli salonuna geçiliyor: Aynalar Salonu… Salon altın çerçeveli bir sürü aynayla dolu ama en göz dolduran 16 kollu fil dişi avize. Aynalı salonlar 18 yüzyıl Alman saraylarının ana unsuru ama Linderhof S’arayındaki Aynalı Salonun görkemini artıran başka bir çok detay var; tavandaki Venüs’ün doğumu tablosu, duvarlardaki ahşap işçiliği, lacivert taşından yapılmış şömine, gül ağacı mobilyalar, porselen sehpalar ve ortadaki Bavyera Hanedanı’nın armasının işlenmiş olduğu masa… Masanın üstündeki XV. Louis’nin mermer heykelciği ise, aynalarda sonsuza kadar yansımakta.

Sarayın kendisi kadar çevresindeki parklar, anıtlar, yapılar da görülmeye değer. Ancak tur zamanı yetmediğinden ve mevsimden dolayı çoğu yer kapalı olduğundan çevreyi çok gezemedim. Sarayın doğu ve batı tarafı Fransız ve İtalyan rönesans tarzındaki bahçelerle çevrili; gittiğimde ağaç ve bitkiler koruma altına alınmıştı ama havuzlar ve şelalelerle süslü bahçenin güzelliği yine de izlenebiliyordu.

Bahçe içinde görülecek yerlerden biri Mağribi Köşkü… 1877 yılında  yapılan Köşkün ortasında beyaz mermerden çeşme ve 32 renkli lambadan oluşan bir avize bulunmaktaymış. Ve tabii, Köşkün süksesi açılmış kuyruğuyla bir tavus kuşu şeklindeki tahtıymış…

Venüs Mağarası da II Ludwig’in Wagner’in Tannhâuser operasına atfen yapılan sahte kayalıklardan, yağlı boya resimlerden oluşan bir yermiş. Operanın Münih’teki sahnelenmesinde kullanılan mağara dekorları esas alınmış. Burada ayrıca II Ludwig’in altın bir deniz kabuğu şeklinde bir kayıkla gezinti yaptığı, makinelerle dalgalar oluşturulan gölet varmış. Burası Capri Adası’ndaki mavi mağaradan esinlenmiş. Ayrıca 1878 yılında yapılan ve 1998 yılında Stockalp’ten buraya taşınan Fas Evi, pencerelerinde St Anne Kilisesi de görülebilir.

Linderhof Sarayı’ndan ayrılırken II Ludwig’in tuhaf dünyası, hem ilginç geliyor hem de hafiften sinir oluyor insan. Birine hayran olmak başka, o kişinin metreslerinin resimleriyle evini süslemek başka. Ya her tarafta karşımıza çıkan kocaman porselenden tavus kuşu heykelleri… Dedesi Antik Yunan heykellerine hayranmış, babası resimler, heykellere meraklı, hadi bunlar neyse ne ama porselenden tavus kuşu heykelleri yaptırmak eminim biraz düşündürmüştür aileyi. Kadınlara düşkün dede, Yunanistan için savaşan amca, eşiyle mutlu mesut yaşayan babanın II Ludwig’ten beklentisi, illa hayvan heykeli yaptıracaksa hiç olmazsa demirden, çelikten aslan, kurt gibi hayvanların heykelleri yaptırmasıydı herhalde…

Ama Kralımız  ‘Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey’ diye düşünmüş olmalı. Çünkü Fransa ile savaş varken, Prusya tehdidi ortalığı karıştırırken Kral sadece porselen tavus kuşu, kuğu heykeli peşinde, tüm bütçeyi masal şatolarına, saraylarına akıtmak aymazlığında; bu arada birilerini de sevmiş olmalı ama yanlış zamanda  yanlış kişiyi sevmiş anlaşılan. Eş cinsel olduğu söylenen, hatta Linderhof’taki aynalı salonda fırtınalı bir kavgadan sonra aynaları kıran esrarengiz bir misafirden bahsedilen  Kral hakkında söylentiler de alıp yürüyünce II Ludwig’in şirazesi hepten kaymış olmalı. Paranoya nöbetleri sıklaşmış. Doktor kendisini görmeden ‘durumu görevlerini yerine getirmeye uygun değil’ raporunu vermiş; masal dünyasına gömülü, halüsinasyonlarla yaşayan, gündelik sorunlardan ve yükümlülüklerinden kaçıp başına buyruk yaşantısıyla kendi dünyasına gömülen II Ludwig buna çok üzülmüş. İyi de, karşı taraftan bakınca, doktorlara hak vermemek mümkün değil, Kralımızın durumu da pek iç açıcı görünmüyor doğrusu.

Ama bir yandan da Kralımıza da hak veriyorum; doğası bu… Bu konuya sonradan yine döneceğim. (Bu arada II Ludwig’in ölüm nedeni hala açıklanabilmiş değil; doktoru öldürüp gölde intihar mı etti, gölde boğuldular mı, öldürüldüler mi, hala açıklanabilmiş değil).

Yolda II (Oberammergau ve Nihayet)

Tekrar Bavyera coğrafyasında yola çıkıyoruz. Yol boyunca birbirinden güzel manzaralar, görkemli yapılar görüyoruz. Hatta keşke araba kiralayıp buraları gezmeliymiş diye düşünüyorum. Yol boyunca gördüğüm ilginç yapılardan biri de  Ettal Benedikt Manastırı. Burası Garmisch civarında, Ettal’de 14 yüzyılda İmparator Bavyeralı Ludwig tarafından kurulan bir manastır; 1744 yılında bir yangında yıkılmış 1745 yılında yeniden inşa edilmiş. Bavyera’da sık sık görülen soğansı kubbeler özellikle dikkate değer. Kilisenin kubbesinde  Benedikt Düzeni ile tablosu varmış.

Pencereden akan Bavyera manzaraları ve küçük kasabalara dalıp gitmişken otobüsümüz mola veriyor ve çok ilginç bir kasabayı ziyaret  fırsatı buluyoruz : Oberammergau… Tarihi 9.yüzyıla inen Oberammergau, aslında ‘Tutku Oyunları’ ile ünlü.  Tutku Oyunları deyince 2006 yılında bu isimle vizyona giren Todd Field yönettiği Little Children filmi aklına geliyor insanın. Başka bir tutku, bu tutkunun odağı İsa, oyuncular ise tüm kasaba halkı. Otuz Yıl Savaşları, tüm Avrupa gibi burayı da etkilemiş, üstüne üstlük 1632 yılında veba burayı da yıkmış geçmiş. Bölge halkı da kendilerince korunmak için, bir nevi adak olarak 1633 yılında Tanrı’ya olan sevgi ve bağlarını  on yılda bir sergileyecekleri bir oyunla göstereceklerine söz vermişler. Deniliyor ki, ondan sonra da Kasaba’da vebadan ölen olmamış.

Bir yıl sonra da sözlerini tutup ilk Tutku Oyunu’nu sahneye koymuşlar. 350 yıldan beri, değişiklikler olsa da oyun devam etmiş. 1810 yılına kadar Tutku Oyunları, kasaba mezarlığında sahneleniyormuş ama şimdi  bir kısmı açık hava olan bir sahneleri var oyun için. Yazımızın kahramanı II Ludwig, 1871 de bu oyunlara katılmış, çok beğenmiş ve kasabaya mermer bir haç hediye etmiş. Yetmemiş, İmparator Bavyeralı Ludwig konulu müthiş bir vitray daha hediye etmiş. Kasaba halkı da, kendilerini hediyelere boğan krallarını unutmamışlar, Kral öldüğünde onun anısına Kofel Dağı’nda koca bir ateş yakmışlar, her yıl 24 Ağustosta bu ateş yakılmaya devam ediyormuş.

Kasabanın St Peter ve Paul Kilisesi de meşhur. 18 yüzyıla tarihlenen Kilise, Peter ve Paul’ün şehitliğini konu olan freskolarıyla ünlü. Kasaba ise, cam ve ahşap işçiliği ile duvar boyamalarıyla da göz kamaştırıcı. Kasaba evlerinin duvarları, sanki resim müzesi gibi; genelde dinsel tasvirlerle süslü ama Kırmızı Başlıklı Kız, Hansel ve Gretel gibi masallardan sahnelere de rastlanıyor.

Tekrar otobüse binip Bavyera dağlarına doğru yola çıkıyoruz, artık gezinin en önemli kısmına yaklaşıyoruz. Muhteşem Bavyera coğrafyası pencereden akıp giderken sanki çocukluğumuzun kahramanlarından Heidi ve Peter’in şarkıları dağlarda yankılanacak diyeceğim. Nihayet uzakta ne zamandır görmek için can attığım, masallardan fırlamışçasına duran Neuschwanstein Şatosu beliriyor. 

Neuschwanstein Şatosu

İşte karşımızda çocukluğumuzun masallarının prensesleri, prenslerinin yaşadığı şato; sanki bir pencereden Rapunzel saçlarını sarkıtacak, Kül Kedisi, merdivenlerden koşar adım uzaklaşacak… Hohenschwangau kasabasında otobüsten iniyoruz, giriş biletlerimiz dağıtılıyor, Şatoya gitmek için yola çıkacağız.

Şato’ya bilette yazılı saatte gireceğiz. O zamana kadar bazı bilgiler… Buraya Münih’ten toplu taşıma ile gelmek isterseniz Füssen’e trenle gelip oradan 73 veya 78 numaralı otobüsle ulaşabilirsiniz. Yok, benim gibi turla gelirseniz de, size bir tavsiye; eğer Neuschwanstein Şato’suna giriş saatine 2-3 saat varsa (bizim Şatoya giriş saatimiz, oraya varışımızdan 2,30 saat sonrasınaydı) II Maximilian tarafından yaptırılan ve II Ludwig’in gençliğinin geçtiği Hohenschwangau Sarayını da gezin. Hohenschwangau Sarayı, otobüs durağına Neuschwanstein Şatosu’ndan çok daha yakın, 500 metre ötede, arada da Bavyera Kralları ile ilgili bir müze var.

Kasabadan Neuschwanstein Şatosuna 20 dakikada bir kalkan otobüslerle 1 euroya çıkılabilir, yol da 10 dakika sürüyor, indiğiniz yerden Şatoya varmak için bir 15 dakika daha yürümeniz gerekecek.  Bu yola girmeden önce, Marien Köprüsü’ne de uğrayın; buradan Neuschwanstein Şatosu’nun en güzel resimlerini çekebilirsiniz. Hohenschwangau Sarayı’nı gezmek isterseniz, Şatoya çıkmak için gerekli asgari zamanı bu şekilde hesaplayabilirsiniz. (Ben zamandan emin olamadığım için gezmedim, pişmanım). Şatoya çıkmak için daha otantik bir yol isterseniz 6 euroya faytonla da çıkabilirsiniz; Şato kapısına kadar götürüyor. Ya da demir asa demir çarık, yürüyerek 40 dakikada çıkabilirsiniz.

Karşınızda 5935 m2’lik bir alana yayılmış olan, ana kulesi 79,16 metre yüksekliğinde, 130 metre uzunluğunda Şatomuz… 465 ton Salzburg mermerinin, 400000 tuğlanın, 2050 metre küp ahşap malzemenin kullanıldığı Şato, temel olarak Kralın kendi bütçesinden finanse edilmiş, yetmediğinde ise borç alınmış, toplam maliyet ise 6.180.047 markmış. Ne yazık ki Kralımız, bu Şatoda sadece 172 gün kalabilmiş ve Şato hiçbir zaman tamamlanamamış. II Ludwig öldüğünde, Şatonun yapımı olduğu gibi durdurulmuş ve müze  olarak halka açılmış, Kralın borçları da ailesi tarafından ödenmiş.

Biletinizde belirtilen saatte Şato kapısında olmalısınız, saati gelince bilette yazılı olan tur sayılarına göre gruplar halinde ziyaretçileri içeri alıyorlar ve tur yaklaşık 40 dakika sürüyor. Giriş 12 euro. Şato, 16 Ekimden Mart sonuna kadar 9-15,  Nisandan Ekim 15’ne kadar 8-17 saatleri arasında açık. İçeri giriyoruz  ve nerdivenlerden yukarı çıkıyoruz.

Şatonun ilk katı hizmetlilere ayrılmış, ikinci kat tamamlanmamış; biz Kralın özel odalarının yer aldığı üçüncü kat ve muhteşem Şarkıcılar Salonu’nun yer aldığı dördüncü katı gezebiliyoruz.

Kalenin ikinci katından Kral odalarına geçişi sağlayan bir giriş odası var; her şey orada başlıyor. Buraya Salzburg mermerinden merdivenlerle çıkılıyor. İlk göze çarpan bir köşesinde Schwangau’nun armasının olduğu çapraz destekli tavan süslemeleri. Duvarlarda ise av sahneleri yanında Nibelungen efsanesinin kahramanlarından Sigurd’un ejderha ile savaşı gibi sahneler de görülebilir. Duvar altları meşe döşemeler ile işlenmiş, kapı kenarları ise mermer çemberli. Şato, bir Orta Çağ yapısına benzetilmeye çalışıldığından ve o dönemde cam pencere olmadığından, pencereler de ona göre düzenlenmiş. Bu giriş kapısı, Şatoda karşılaşacağınız şatafatın ilk habercisi.

Ve işte görkem: Taht Salonu… Tamamlanmamış bir salon olmasına rağmen belki de Şato’nun en göz alıcı yeri.  Şatonun genelinde hakim olan Orta Çağ havası burada ki Bizans etkisiyle daha da belirginleşiyor. Özellikle Ayasofya’nın model alındığı belirtilmekte. Salonun tavanı yıldızlı bir gökyüzünü canlandırmakta, bununla tanrısal mertebeye gönderme yapılıyormuş. Tabanda ise dünyayı temsil eden türlü bitki ve hayvan resimleri var, orta da ise bir Bizans tacını hatırlatan muhteşem bir avize… Efendim, böylece Kralın, Tanrı ile dünya arasında bir mertebede bulunduğu, bir aracı olduğu ifade edilmekteymiş… İyi de öteki dünya ile aracılık işleri, daha Prusya ile baş edemeyen II Ludwig’e kaldıysa vay Bavyeralıların haline…

Salon 15 metre yükseklikte, 20 metre uzunluğunda; taban döşemesi Viyana mozaiğiyle döşenmiş, 96 mumlu 900 kg ağırlığında taç şeklindeki avize ise  altın kaplama. Salonda Carrara mermerinden basamaklarla ayrılmış taht bölümü de var ama ne yazık ki burada taht bulunmuyor, II Ludwig’in ölümünden sonra yapım işleri durduğundan yapılamamış. Tahtın üstünde dönemin takdis edilmiş 6 kralının resmi, sağında 12 havarinin resmi, tavanında ise İsa, Meryem ve Havari John resimleri bulunmakta. Ayrıca Hristiyanlık öncesi dönemin kanun yapıcılarını temsilen Hermes, Musa, Zerdüşt, Solon ve Augustus’un resimleri de görülebilir.  Taht bölümünün tam karşısında ise, iyiliği temsil eden Aziz George’un kötülüklerin anası ejderha ile savaşını anlatan bir resim var (Taht odasına giriş bölümünde ise, bunun pagan versiyonu olan Sigurd ile ejderhanın savaşının resmi vardı, hatırlatırım). Neyse, ilginç olan bu resmin arka fonunda Neuschwanstein Şatosu’na çok benzeyen bir şatonun resminin bulunması. Söylendiğine göre, bu da II Ludwig’in dördüncü şatosu olacakmış, Falkenstein Dağı’nın tepesinde yapımı düşünülen şatonun planları bile hazırmış… Pes yani…

Salondan çıkarken kapıların yanında salonun merkezi ısıtma sistemi için düşünülen kapakçıklar görülebilir. Buradan terasa geçiliyor, manzarada Schwansee ile Alpsee Gölleri ile uzakta Tyrolean Dağları ve Hohenschwangau Şatosu.

Geçiyoruz Yemek Odasına… Salonda Linderhof’taki gibi bir sihirli masa yok, çünkü mutfak 3 kat aşağıda, ama burada da elektrik sistemi var, böylece Kralımız isteklerini hizmetçilere iletebileceği bir sistem kurulabilmiş. Odada ki masa bronz üstüne altın kaplama olarak yapılıp Carrara mermeriyle tamamlanmış, üzerinde de Nibelungen Destanı kahramanı Siegfried’ın ejderha ile savaşını anlatan bir heykel bulunuyor. Yemek odası duvarlarında goblen etkisi yaratan keten üstüne yağlı boyayla yapılmış resimler var, bunlar arasında Kralın favori şairlerinin resimleri yanında Nibelungen efsanelerinden sahneler de görülebilir. Isıtma yine metal işçiliği ile gizlenmiş kapakçıklardan sağlanıyor. Manzara ise, 45 metrelik şelale ve Marien Köprüsü…

Gelelim Kralımızın yatak odasına… Meşe ağacından yapılmış ahşap işçiliğin şahikası eşyalarla donatılmış odada, özellikle yatağın geç gotik tarzındaki üst süslemeleri parmak ısırtan cinsten. Burası IX.Louis’ye adanmış bir odaymış. Yatak kenarlıklarında uyku ile ölüm arasındaki benzerliği yansıtan oymalar var. Ayrıca koltuk, sehpa gibi eşyalar da ahşap işçiliği ile süslü. Duvarlarda ise Richard Wagner tarafından ölümsüzleştirilen Tristan ve Isolde efsanesinden resimler bulunuyor. Örtü, perde ve döşemeler ipekten ve mavi… Perdelerde Bavyera arması, kuğu ve Wittelsbacher aslanı işlenmiş. Gümüş kaplama kuğu şeklindeki musluktan akan  su, çevredeki dağlardan sağlanıyormuş. Yatak oldukça geniş, çünkü II Ludwig 1.90 metre  boyuyla oldukça heybetli biriymiş ama son yıllarda ağzında hiç diş kalmadığından dolayı suratı olduğundan çok daha çökük duruyormuş. 12 Haziran 1886 günü II Ludwig’e hakkındaki deli raporu bu odada açıklanmış ve götürülmeden önce kahyasına ‘Tapınağım olan bu odayı sana emanet ediyorum, burayı varlıklarıyla kirletmesinler, hayatımın en acı anlarını burada yaşadım’ demiş.

Yatak odasının yanında bir de yine meşe işçiliğiyle süslenmiş şapel bulunmakta, duvarlardaki resimlerde ve camlardaki vitraylarda Fransa Kralı IX. Louis’nin yaşamıyla ilgili bölümler yer almakta.

Buradan da Giysi Salonuna geçiyoruz. Burası, Şatodaki tavanı ahşap işçiliğiyle süslenmemiş tek oda. Tavan ve duvarlarda 12 yüzyılda yaşamış halk şairi Walter von der Vogelweide’nin hayatı ve Wagner operalarından öyküler resmedilmiş. Kapı kilitlerindeki demir işçiliği dikkat çekici. Perdeler ve örtüler ise eflatun ipek kumaştan ve üstünde de tavus kuşları işli. Kralımız mücevherlerini burada saklıyormuş.

Sırada Oturma Salonu var. Burası geniş bir salondan ve ona bağlı kuğu köşesi denilen bir odacıktan oluşuyor. Salonun duvarları Richard Wagner’in operasına ilham veren Lohengrin efsanesinden sahnelerle süslü. Salondaki kitaplık kapaklarında ise ‘Tristan ve Isolde’, ‘Siegfried’ ve ‘Parsifal’ efsanelerinden bölümlerle süslü. Odanın en büyük süsü ise, Nymphenburg çinisinden kuğu şeklinde bir çiçeklik. Tavandaki altın kaplama 48 mumlu avize ise göz kamaştırıcı.

Kuğu köşesindeki halı ise, orijinal. Aslında bütün Şato buna benzer halılarla süslüymüş ama 2. Dünya Savaşı’nda muhafaza edilmek üzere taşınmışlar, bir daha da gören olmamış. Kuğu sadece zarefetinden değil, Orta Çağ’ın nam salmış Schwangau Şövalyelerinin armasında yer aldığından, daha da önemlisi Wagner’in ‘Lohengrin’ operasında önemli bir rolü olduğundan II Ludwig tarafından sık kullanılan bir figür olmuş.

Buradan Çalışma Salonu’na geçeceğiz ama arada Linderhof’taki gibi bir sahte mağara var. Yine Wagner’in Tannhause operasına atfen yapılmış bir yer. Yanında ise kayalığa gömülü camla kapatılmış kış bahçesi bulunmakta. Burada bir de çeşme var.

Çalışma odasında romanesk tarz hakim; burada da meşe işçiliği ile süslü tavan ve duvar altlıklarıyla kaplı. Duvarlarda ise yine Wagner’in Tannhauser operasından sahneler görülmekte. Perdeler ve döşemeler yeşil ipekten, üstünde de altın ve gümüş Bavyera arması işli. Buradan geçilen son derece sade döşenmiş oda ise Kralın son yardımcısı Kont Dürckheim’a aitmiş. (Kont, doktorların Kral hakkındaki sağlık raporuna her zaman karşı çıkmış biriymiş).

Muhteşem bir salonla başlayan Şato gezimiz muhteşem bir salonla bitiyor: Şarkıcılar Salonu. Gezimizin başındaki giriş salonunda gördüğümüz Sigurd efsanelerinin devamı olan resimler duvarları süslemekte.  Kralın odalarında duvar resimleri kumaşa boyanmışken burada doğrudan duvara boyanmış. Ayrıca duvarlarda Orta Çağ’ın önemli eserlerinden Parsifal’de geçen Gawan ve Gahmuret’in öykülerine ait resimler de var. Geçiş odasının iki yanında iki heybetli mermer kapı var. Buradan muhteşem Şarkıcılar Salonu’na geçiliyor. Bu salonun tarzı, Wartburg’teki şarkıcılar salonundan esinlenmiş. Burayı kullanmak Kral’a kısmet olmamış.

Buradaki ilk konser 1933 yılında Wagner’in ölümünün ellinci yılı anmaları için düzenlenmiş. Duvarlarda yine Parsifal’den sahneler var. Bu resimler Ferdinand Piloty ve August Spiess’in eserleri. Sahnenin iki kapısı var, üstlerinde de Bavyera armaları işli, bir armanın üstünde ise, Kral’ın adı ve unvanı yazılı; bu Şato’nun hamisinin tek bahsedildiği yer.

Şatonun çatı merdivenin başladığı yerdeki bölüm, sanki cennete uzanan bir palmiyenin etrafında yapılmış, yanında da orayı bekleyen bir ejderhanın heykeli var. Buradan en aşağı kata inerseniz mutfak bölümüne ulaşacaksınız. Dönemi için çok modern olan mutfakta eşyalar orijinal. Buradan da servis odasına geçiliyor. Böylece gezimiz burada bitmiş oluyor.

Şato’nun merdivenlerinden inerken kral da olsa hayata tutunamamış birinin yarattığı muhteşem  dünyadan sıyrılmakta zorlanıyorum. Yükümlülükleriyle inandığı masallar arasında kalan, düşleri hayatın sunduğundan çok daha renkli olan ve sonunda büyük hayal kırıklarıyla ölen birinin yaşamına dahil olmak insanı hüzünlendiriyor. Evet, Bavyeranın sorunlarıyla uğraşmak, Prusya ile baş etmeye çalışmak yerine şatolar, saraylar yaptırmak, porselenlerle, mermerlerle süslenmiş bir hayata gömülmek, belki bir krala yakışmıyor diye düşünülebilir. Ya da dedesinin yaptığı gibi parayı savaşacak silahlara harcamak yerine resimlere, tablolara yatırmanın akıllıca olmadığı ileri sürülebilir. Ama bir de şöyle düşünün;  bugün ne Prusya var ortada, ne de Bavyera Krallığı ama II Ludwig’in muhteşem şatoları, sarayları, o heykeller, resimler bu günümüzü güzelleştirmeye devam ediyor ve bir kralın görkemli ama hazin öyküsünü anlatmak için sizleri bekliyor.

Yorumunuzu Buraya Yazabilirsiniz

Yorumunuzu Giiniz
Please enter your name here