Stockholm’u bir cümleyle tarif etsem; neredeyse bozulmamış, doğa harikası olarak aklınıza gelebilecek hemen tüm güzellikler içinde, geçmişinden kalan izleri de keyifle taşıyan, hafif mesafeli ama çok cazibeli bir metropol, derim. Bu tanımda neler eksik kalır, anlattıkça görelim…

Aslında Stockholm, öyle aman aman gideyim, diye yanıp tutuştuğum bir yer değildi. Bunun bir nedeni her daim soğuk iklimi ve onun getirdiği kapalı, bulutlu, depresif olduğunu düşündüğüm havası ise bir nedeni de efsanevi pahalılığıydı sanırım. Ama öte yandan İskandinavya’nın en güzel şehirlerinden olması, kutuplara bu kadar yakın olup böyle doğal güzelliklere sahip olması aklımı kurcalıyordu. Ayrıca kim Viking efsanelerine kayıtsız kalabilir ki… Öte yandan (hangi yaş dilimindeyseniz onun çağrıştırdığı türden) özgürlükler ülkesi  olarak yayılan ünü, bol sarışınlık, beyaz geceli-kara gündüzlü bol  kutup muhabbeti,  eh ergenlikten kalma Abba ve Dancing Queen falan da düşünüldüğünde… Daha ne olsun, Stockholm öne çıktı ve yola koyuldum. Stockholm’e gittiğimde Mayıs ayının ilk yarısıydı.

Önceden Stockholm ile kitapları karıştırdım, internet bloglarına göz attım haritalardan çalıştım. Tek başına yolculuk yapıyorsam, tek kabusum:  ya oteli bulamazsam…. Uçak biletini aldıktan sonra, nasılsa odada oturmayacağım, yatmadan yatmaya kalacağım düşüncesiyle fiyatına da dikkat ederek internet üzerinden oteli ayırttım. Evet, göreceli olarak ucuzdu buna karşılık odamın penceresi yoktu, odalar Japon tarzında aydınlatılıyormuş; ne olduğunu bilmiyordum, acı tecrübelerle öğrendim.

Stockholm’ün adalardan oluştuğu ve ormanlarla dolu olduğu aklımda kalmış; Şehrin üçte biri orman, üçte biri suymuş. Uçak inişe geçtiğinde bunun ne kadar doğru olduğunu gördüm; aşağıda onlarca, yemyeşil ada görünüyordu.

Stockholm’un havaalanı Arlanda; Havaalanında ilk dikkati çeken şey, duvarlarda İsveç’in dünya çapında şöhret kazanmış politikacılarının, aktör ve aktristlerinin, yönetmenlerinin,  yazarlarının, sanatçılarının, sporcularının resimlerinin olmasıydı. Başta Kral Carl Gustav ve Kraliçe Silvia olmak üzere kraliyet ailesi üyeleri, belki onlardan daha çok tanınan Björn Borg, Roxette ve Abba üyeleri, Bergmanlar, Liv Ullman, Lena Olin, Lasse Hallström, Skarsgardlar benim tanıdıklarım.

Havaalanı Şehre yaklaşık yarım saat uzaklıkta. Oteli bulacağım ya, önceden çalışmıştım. Ön bilgilerim şöyle: Arlanda’dan şehir merkezine otobüs veya tren ile gidilebilir. Otobüsle yaklaşık 30 dakika süren yolculukla, hızlı tren ile 20 dakika civarında ancak çok daha pahalı. Havaalanı ile şehir merkezi arasında işleyen iki otobüs firması var; biletleri ise Havaalanından çıkmadan otomatik makinelerden alınabiliyor. Bilet ise 200 kron civarında.

Bunları biliyorum ancak ben bambaşka bir yol seçtim, daha doğrusu sürüklendim.  Uçaktan inip bavulları alınca hemen bir Stockholm Travelcard aldım. Bu kart ile hem şehir içindeki tüm yolculukları ücretsiz yapabiliyorsunuz, hem de çoğu müzelere ücretsiz veya indirimli  girebiliyorsunuz. Kartları, 48, 72 veya 120 saatlik alabiliyorsunuz. Ancak oldukça pahalı bir kart bu. Bu kart ile deniz, otobüs, metro, tramvay, ne varsa sınırsız kullanabiliyorsunuz ve çoğu müzeye bir giriş ücretsiz.  Neyse bu kartı alınca, havaalanından şehre ücretsiz gidebileceğimi düşündüm ve durakta beklemeye başladım (Durak, Havaalanı çıkışındaki ilk durak) Ancak otobüs gelince bu  kartla otobüse binemeyeceğimi söylediler. Havaalanından şehir merkezine olan taşıma özel bir hizmetmiş, kart ise (şehir belediyesi ile ilgili) toplu taşıma araçlarında geçerliymiş. Ama bu kart ile ücretsiz şehre gidebilmenin bir yolu varmış. Otobüsle Stockholm’ün banliyösüne gidip oradan trene binebilirmişim. Kartımın avantajlarından yararlanmak hırsı gözümü bürümüş olmalı; önce Stockholm’ün bir kasabasına gittim, oradan trenle Merkez İstasyonu’na vardım. Yarım saatlik yolu bir saatte aldım ama etrafı geze dolana Stockholme vardım. Ama beyhude gezmelerim daha bitmemiş. Sırada otelimi bulmak vardı.

Rezervasyon yaptırırken Otel, Merkez İstasyonu’nun hemen yanı olarak görünüyordu. Merkez İstasyonu, Şehrin (ana karadaki kısmının) neredeyse ortasında, ancak çok katmanlı, köprülerle merdivenlerle yolların altlı üstlü birbirinden ayrıldığı, kesiştiği, gayet karmaşık bir yerinde. İstasyonun hemen yanında olduğu söylenen oteli bulmak epey süremi aldı. Bavulu sürüye sürüye oteli ararken, ilk heyecanla avını arayan bir şahin gibi süzülürken vakit geçip yoruldukça kümesini bulmaya çalışan yorgun bir kaza döndüğümü hissettim. Ama buldum. Gerçekten Merkez İstasyonunun hemen yanındaymış.

Odayı bulmak ise ayrı bir sorun. Tam bir  seri üretim oteli. Resepsiyondaki işler bittikten sonra, o bavul bir de bitmeyen tükenmeyen, birbirine açılan koridorlardan da sürüldü.

Oda ise bambaşka bir hayal kırıklığı. Kapı resmen bir depoya açıldı; minicik bir alan. Ve Japon aydınlatması; bir stor ve arkasından yansıyan ışık oluyormuş, sürekli bir batan güneş havası..

Neyse işin güzel yanına bakmalı. İçerde Japon aydınlatması olsa da dışarda Stockholm güneşi beni bekliyor (gezi boyunca ki ender güneşli günlerden biriydi).  Yeni bir yerdeyim, gezilecek, keşfedilecek bir sürü yer var. Saat daha çok erken. Hayat dışarıda, boş ver odanın ufaklığını, dedim ve attım kendimi dışarı. Bu arada Merkez Tren İstasyonu’nun (ve Otelimin) hemen yanında çok gösterili bir kumarhane gördüm ama kumar hakkında çok bir bilgim olmadığından ayrıntı veremeyeceğim.

Önce Stockholm’e gelmeden şehir hakkında öğrendiklerimi gözden geçireyim. Stockholm, Malaren Gölü ile Baltık Denizi’nin birleştiği noktada, 57 köprü ile bağlanan 14 ada üzerinde kuruluymuş. Şehirde 38 park varmış (İnanırım). Şehrin üçte biri orman, üçte biri su. Çevrede yaklaşık 1000 tanesinde yaşamın sürdüğü 24 000 ada varmış. Ama  benim için önemli olan ada sayısı 2 veya 3. Benim otelim ve Merkez Tren İstasyonu ‘City’ denilen ana karada. Belediye binasının bulunduğu Kungsholmen’de ana kara parçasında, Merkez İstasyonun hemen solunda, Barnhusviken nehrinin öbür tarafında. Gezinin olmazsa olmazı olan eski şehir Gamla Stan, karaya köprülerle bağlanmış küçük bir ada. Gamla Stan’ın sağında, yine karanın bir parçası olan Blasieholmen bölgesi mevcut; burası da Merkez İstasyonun sağında kalıyor. Skeppsholmen ise, yine köprülerle Blasieholmen’e bağlı bir ada. Ona, yine bir köprüyle geçilen yavru adası Kastellholmen var. Buranın hemen sağında ise, Djurgarden (Hayvanatbahçesi) var; bir ada. Buralar gezimin esas noktaları olacak; bütün müzeler, önemli binalar, kiliseler burada. Eğer vaktim kalırsa Gamla Stan’dan köprüyle geçilen Södermam Adasına da giderim.

Bu arada önemli bir not. Mayıs ortasında gittiğim halde, Stockholm yaz havasına girmemişti; hem iklim olarak hem ruh olarak. Şehir de bir kaç ilgimi çeken yer, haziran ortasında açılacaktı, onları kaçırdım.  Ayrıca Milli Müze  tadilat gördüğü için 2017’ye kadar kapalıydı.

Önce Gamla Stan. Öğleden sonrayı orada geçireyim istedim. Gezim boyunca her gün neredeyse bir kez uğradım. Yazacaklarım, toplam gözlemlerimin özeti; En baştan söyleyeyim,  zamanınız yoksa, Stockholm’de  tek bir yere gidebilecekseniz, orası Gamla Stan olmalı.  Kısa bir köprüyle ana karaya bağlı olan Gamla Stan, Stockholm’ün  ilk yerleşim yeri. Hikayesi 1250’lere gidiyor; Baltık Denizi’nden Malaren Gölü’ne uzanan dar geçidi korumak için kurulan bir kalenin etrafındaki yerleşim alanından oluşan bir yer. Efsanesi de var; akıntıların yönünü ve gemilerin yanaşabileceği en uygun limanın yerini tespit etmek için denize bırakılan kütükler, hem şehrin yerini hem de adını belirlemiş (Stock, kütük; holm ise ada oluyor). Gamla Stan, Orta Çağ izlerini taşıyan bir yer, pek çok ev hala orijinal renklerinde, 17 yüzyıl evleri, kırmızı, 18 yüzyıl evleri sarı, daha yeni binalar ise gri renkliymiş. Gamla Stan’da en önemli binalar İsveç kral ile kraliçesinin ikametgah olarak kullandığı Kraliyet Sarayı, Parlamento binası, Nobel Müzesi  ve  Storkyrkan Kilisesi ve Tyska Kilisesi. Gamla Stan’ın hemen soluna, bir köprüyle kendisine bağlanmış daha küçük bir ada var: Riddarholmen… Orada da Nobility House ve Riddarholmen Kiliseleri var. Gamla Stan ile ana kara arasında da, yine köprüyle Gamla Stan’a bağlı bir küçük ada daha var. Ve tabii bu adaların kıyılarında, harika şehir manzaraları var.

Gamla Stan’a yürüyerek de, metroyla da gittim, ulaşımı çok kolay. Adanın çevresini gezmek de bir keyif.  Adaya girdiğinizde kıyıdan giderseniz önce Kungsholmen ve Belediye Binası (Rathaus) manzarasını göreceksiniz, yürüdükçe Langholmen ve Sodermalm adaları eşliğinde göl manzarası sizi karşılayacak.

Adanın ucundan sola kıvrıldığınız da ise, Skeppsholmen  ve diğer adaları göreceksiniz. Hemen koyun ucunda ise Grand Hotel ve Milli Müze‘nin muhteşem binaları. Adanın kıyısında ise uzun bir yürüyüş yolu.

Her hangi bir noktadan içeri saptığınızda ise, Gamla Stan’ın Orta Çağ havası hemen  çarpacak sizi. Rengarenk boyalı, birbirine yaslı evler, dar sokaklar… Ancak aklınıza Prag gelmesin, ya da bir önceki gezi yazımda anlattığım köhne ama görkemli Palermo binalarını düşünmeyin; sokak aralarındaki evlerin bir çarpıcılığı yok, sıradan geliyor insana ama taşıdıkları tarih göz alıcı elbette…

Bu dar sokakların hangisini takip ederseniz edin yolunuz Stortorget alanına çıkacaktır. Burası adanın merkezi. Alanda 1778 tarhli bir çeşme bulunmakta. Çeşmenin çevresi,  1520’lerde Danimarka kralının İsveç soylularına uyguladığı ‘İsveç  kan banyosu’ olarak da bilinen katliamla ilgili sahneler içeriyor.

Alanın hemen karşısında Nobel Müzesi bulunuyor (Nobelmuseet).  Yazmıştım, uçaktan iner inmez ilk işim bir Stockholm kart almak olmuştu, böylece Müzeye ücretsiz giriyorum. Müze, Nobel ödülü kazanan kişilerle ilgili bilgilerle dolu, resimlendirilmiş, üstü cilalanmış bir arşiv gibi. İlgiliyseniz uzun zaman geçirebilirsiniz. Ben  kısaca gezip çıktım. Müzenin binası daha ilginç. Çevresinde hala izleri görünen bir cezaevinin bulunduğu yerde, daha sonra borsa binası olarak işleyecek bu bina yapılmış; Borsa binası yapımına 1667’de karar verilmiş ama binanın bitmesi 1778 yılını bulmuş. 1990 yılına kadar da borsa binası olarak kullanılmış. 2001 yılında ise Nobel Müzesi’ne dönüştürülmüş.

Adada iki kilise var. Storkyrkan ve Tyska Kyrkan… Storkyrkan, Saraya (Royal Palace) gelmeden hemen önce. 1279 yapımı katedrali açık bulmak, açık bulunca da girebilmek bir şans.  09-16 saatleri arası açık yazsa da bir kaç kez kapısından döndüm, açık olduğunda da ya tören ya da prova vardı, içeri giremedim. Ama gezgin vazgeçer mi? Hayır. Burası Lutheran bir kilise ve dini törenlerin yapıldığı en önemli yer. Küçük bir şapel olarak yapılan yer 14 yüzyılda daha büyük bir kiliseye dönüştürülmüş. Kilisenin her ne kadar gotik bir tarzı varsa da sonradan yapılan restorasyonlarla geç barok etkiler öne çıkmış. Kilisede bir çok önemli yapıt olsa da en dikkati çekeni Aziz George’un Ejderhayla Savaşı isimli ahşap ve ren geyiği boynuzundan yapılmış heykel. Aynı heykelin büyüğü metal olarak meydanda da bulunuyor.

Daha aşağıda olan Tyska Kyrkan ise 16 yüzyılda yapılmış, Alman Rönesansı ve barok stilinin hakim olduğu bir kilise.

Gamla Stan’ın hemen yanındaki minik adada bulunan Riddarholmen ise ziyarete haziranda açılacakmış. Soyluların ölülerinin defnedildiği  yer olarak önemli bir yermiş ve  Stockholm’deki tek Orta Çağ manastırıymış.

Gamla Stan ile Riddarholmen Adası arasındaki yolda Soylular Evi (Riddarhuset) binası var. 17 yüzyıl yapımı olan binanın içi mimari açıdan ilgi çekiciymiş  ama içine giremedim ki. Yine kendine özgü çalışma saatlerinden dolayı. Bir şekilde ben oraya gittiğimde ziyaret saati geçmiş oluyor, ziyaret saati ise de bir nedenle ziyaretçi kabulüne ara verilmiş oluyordu.  Bana taktılar, diye bir parayona bile geliştirdim ama sonuçta olmadı; bilemem ben niye giremedim ve niye bu kadar girmek istedim bu binaya… Adada Wrangelska ve Stenbockska malikaneleri de var ama ziyarete açık değiller.

Gamla Stan’da Saraya girmeden adayı biraz daha dolaşıyorum. Adayı boylamasına kesen üç paralel cadde var, en canlısı Vasterlangatan; üstünde lokantalar, barlar, hediyelik eşya satan dükkanlar, dondurmacılar. Cam işçiliği önemli, bir sürü cam eşya satan dükkan var. Bu sokak üstünde 41 numarada da Cafe Kakbrinken var, dondurmalarını deneyin; Stockholm’ün soğuğu bana vız gelir diyorsanız… Adada ayrıca Para müzesine gittim (Kungliga Myntkabinettet, Royal Coin Cabinet), nasıl olsa kartım var, en az bir kez girebilirim; 10 yüzyıldan günümüze türlü çeşitli paralar. Ben, herhangi bir yeri biraz eşelesen türlü antik paraların fışkırdığı topraklardan geliyorum, ne kadar ilgimi çekebilirse o kadar çekti ilgimi.  Adada Postane Müzesi falan da var ama ücretsiz olsa bile ilgim dışındaydı. Parlemontoyu gezebilirdim ama bir sonraki tur saatini beklemek zorundaydım. Hem Saray vardı daha.

Neyse zaten Gamla Stan ve çevresinin en önemli yeri, Saray (Royal Palace). İşte orayı tadını çıkara çıkara gezdim. Saray (Kungliga Slottet/Royal Palace), bir çok binadan oluşan bir kompleks. Aslında Sarayın yerinde 13 yüzyılda savunma kaleleri varmış. Daha sonra burası kralların yaşam yeri olmuş ve bir rönesans sarayına dönüşmüş. Ancak 1697’deki yangından sonra aynı yerde İtalyan tarzının İsveç tarzıyla dengelendiği yeni bir saray yapılmış.

Yeni sarayda ilk Kral Adolf Fredrik 1754 yılında yaşamaya başlamış. Artık burası kraliyet ailesi için bir yaşam yeri değil, daha çok turistik bir merkez. Sarayın 608 odası var. Her odayı göremiyoruz elbette ama gördüklerimiz de bize yetiyor.  

Kraliyet ailesi tarafından kullanılmasa da resmi işler ve ziyaretler için kullanılan bölümler bulunuyor. Saray’da farklı işlevleri olan daireler var, devlet dairesi, misafirler dairesi, Bernadotte hanedanı adıyla anılan harika tavan resimleri olan daireler bunlardan bazıları ve ziyarete de açıklar. Saray salonlarının dekorasyonu ve duvar süslemeleri etkileyici. Hatta Sarayda verilen yemeklerin temsili masaları da görülebilir. Saray kapsamında, Saray kilisesini, 3.Gustav’ın antikalarını, hazine dairesini, Saray silahlarını, Sarayın yapıldığı dönemden önceki hali hakkında fikir alabileceğiniz Kronor Müzesini bulabilirsiniz. Resim çekmek yasaktı ama özellikle hazine dairesinde, krallığın sembolü olmuş bol mücevherli eşyalar görülmeye değerdi.  3.Gustav’in antikaları arasında da, kendisinin İtalya gezisinden getiridiği objeler dikkati çekiyor. Saray Kilisesinde ise, 17 yüzyıla ait bronz taç ile 2 adet kristal taç gözünüze takılacaktır. Saray silahlığında ise, silahlar, zırhlar, madalyalar, askeri elbiseler görülebilir.

Şimdi gerçek düşüş. Saraydan benim izbe, karanlık odama. Bu oda, insanı intihar ettirir; sonunda mutsuz bir ruh olarak dolaşacağım otel koridorlarında.

Dolaşmaktan söz ediyorsak şimdi sırada Djurgarden var. Oraya da epey bir zaman ayırmanız gerekecek. Djurgarden ulaşılmaz gibi görünüyor ama gidiş çok kolay. Uzun bir yürüyüşle de gidebilirsiniz ama 44,69 ve 76 numaralı otobüslerle, 7 numaralı tramvay buradaki önemli ziyaret yerlerine götürecektir sizi.  Ayrıca Djurgards (Djurgardsbron) Köprüsü ile karaya bağlanıyor.1897 tarihli köprü, metal dekoratif süsleriyle etkileyici.

Bu ada kendi başına gezmek için harika bir yer, birbirine bağlanan parklar, spor alanları, piknik yerleri. Ama önce Nordiska Müzesi. Bir Rönesans sarayı olan bina 1907’den beri müze. Müzenin girişinde obeliskler var.  Müze’de İsveç’in 1500’lerden bugüne günlük hayatından kesitler görebiliyorsunuz. Etnoğrafya müzesi anlayışının çok daha genişletilmiş hali.

Müzeye Kral Gustav Vasa’nı heykelinin ve resminin olduğu geniş bir salondan giriliyor. Müzede gündelik giyim kuşamdan pahalı mücevherlere, çocuk oyun odalarından ziyafet sofralarına kadar herşey var.  İsveç hayatıyla ilgili bir sürü şey görebilirsiniz, ilginize göre ayrıntılı bilgi alabilirsiniz. Bu muhteşem görsel şölen, Stockholm kartıyla ücretsiz.

Kartla ücret girilen bir başka yer ise Skansen. Dünyanın ilk açık hava müzesi. 1891 yılında açılan müze, hızla sanayileşen dünyaya bir zamanlar insanların nasıl yaşadığını göstermek amacıyla kurulmuş.  İsveç’in değişik yerlerinden getirilmiş 150 civarında tarihi bina var. Binalar dönemin köy yaşamını olduğu kadar dönemin şehir yaşantısını da gösteriyor. Tabii İsveç doğal yaşamına uygun olan bitkiler ve hayvanlar da bulunuyor Müzede. Dönemin kiliseleri, çiftlik evleri, depoları, imalatçıları, esnafı, dükkanları, olmayan yok… etrafta tavuklar, koyunlar dolanıyor. Tam bir pastoral güzellik. Her an bir yerden İsveçin Heidi ve Peter’i fırlayabilir. İçim bayıldı benim. Zaten Şehrin her tarafı ağaç,su, doğa. Bir de bunun içinde bir köy hayatı, bana fazla geldi. Bana şehir hayatı, betonlar, binalar verin. Hiç sevmem  küçük sahil kasabasına yerleşme muhabbetlerini. Ama çoluk çocuk geziyorsanız uygun bir yer. Hatta  alanda işleyen bir mini tren bile var, bindirin  herkesi içine. Siz de biraz kafanızı dinleyin.

Adada belki de Şehrin en ilginç müzesi Vasa Museet var; kartla ücretsiz. 1628 yılında donanmanın gururu olarak yapılan savaş gemisi Vasa,

Djurgarden’da denize indirildikten 100 metre sonra 30 adet mürettebatıyla birlikte batmış. Gemi 1960’larda ancak çıkarılmış. Müze de 1990 yılında açılmış. Gemi neredeyse olduğu gibi durduğu için gerçekten çok büyüleyici.  Gemi donanımı ve eşyaları aracılığıyla o günleri izleyebiliyorsunuz. Ayrıca geminin daha küçük bir maketi, video filmleri ile gemiyi bütünsel olarak da inceleyebiliyorsunuz. Yoksa devasa bir gemi. Gerçekten etkileyici.

Adada ayrıca ABBA müzesi de var ama Stockholm kart kapsamında değildi ve gerçekten pahalıydı, yakşalık 200 SEK, yani 70 TL civarında. Abba’nın kıyafetlerini görmek için verilir mi o para, zaten Abba ile büyümüş bir nesiliz, hem o allı pullu, pelerinli yırtmaçlı giysilerden daha cafcaflısını Zeki Müren giymişti zamanında, zaten biliyoruz. Ben o parayla ABBA’nın tüm albümlerini alırım dedim ve girmedim. Sonuçta money,money,money, always sunny  yani. Adada sanat kolleksiyonlarının toplandığı Waldemarsudde , Thielska Galleriert gibi  daha küçük müzeler var  ama akşam oldu, artık her yer kapanıyor, hem ne resim müzelerinden geçtim, İsveçli ressamlar da eksik kalsın, zaten yazmayınca veya resim çekmeyince aklımda kalmıyorlar, hem de, inanır mısnız, karanlık inimi, otel odamı özledim (yoruldum,odaya mecbur kaldım da diyebiliriz). Adadaki diğer ilgimi çekmeyen Bioloji Müzesi ve Vaxholm Fortress Müzesini de anarak otelime dönüyorum.

Ama sırada şehir ve uzantıları var; Blaise Holmen, Skepps Holmen ve Kungs Holmen… Blaise Holmen, Gamla Stan’ın sağındaki kara uzantısı, Skepps Holmen’da ona köprüyle bağlı adaydı. Bahsetmiştim, orada Milli Müze var ama kapalı; Rembrandt, Rubens, Goya, Remoir, Degas, Gaugin resimlerine ev sahipliği yapıyormuş. İyi güzel de böyle bir müze, neden Milli Müze oluyor, bilemedim. İsveç kronlarını bastırdık aldık, o nedenle milli diyorlar herhalde.

Skepps Holmen Adası, karaya üzeri taçlarla süslenmiş bir köprüyle bağlanıyor. Köprüden Gamla Stan’ın harika manzarasını seyredebilirsiniz.

Adada ise Uzak Doğu Müzesi ve Modern Sanatlar Müzesi  (Moderna Museet) var. Ben Modern Sanatlar Müzesi’ne gittim. Müzenin önünde Louise Bourgeois yapıtı Maman’nın benzeri  bir heykel vardı. Ben orijinalini (seri parçası)  Bilbao’da Guggenheim Müzesinde görmüştüm. Bu nedir, bilemedim.  Modern sanat  anlayabildiğim bir dal olmadığı için yorum yapamayacağım. Ama Müzedeki eserlerden bir iki resim koyayım, siz beğenirseniz Müze önceliğiniz olur.

Djurgarden’ın karşısına tekabül eden kara parçası Östermalm olarak adlandırılıyor. Parklar, geniş kırlık alanlarla dolu bir yer. TV kulesi de orada. 4,56,76 numaralı otobüsle Kuleye kadar gidebiliyorsunuz. Çıkabiliyorsunuz da. Harika bir manzara var. Kahve molası için harika bir seçim.

Östermalm’da  bir sürü müze var; Etnoğrafya Müzesi, Denizcilik Müzesi, Teknoloji Müzesi… Bunların hepsi neredeyse bir bölgede toplanmış müzeler. Ben bunlar yerine Tarih Müzesi‘ni (Historiska Museet) tercih ettim; bu Müze diğerlerinden çok daha şehir merkezine yakın.  1943 yılında açılan Müze, İsveç tarihine bir bakış sunuyor. İlk çağlardan başlayan, erken orta çağı da içeren, Vikinglerle ilgili bir çok eşya barındıran Müze’nin en parlak kısmı ‘Altın Oda’.  Burada sergilenen her şey altın.

Şehir merkezinde önemli  dört kilise var: Jacobs Kyrka, Klara kyrka, Adolf Fredriks Kyrka, Hedvig Elenora Kykra.  Jacobs Kyrka, yaya yolcuların korucusu olan Aziz Jacob’a adanmış bir kilise. Klara Kyrka ile birlikte 16 yüzyılda yapımına başlanmış. Klara Kykra ise Merkez Tren istasyonuna çok yakın, daha çok evsizlerin uğrak yeri olmuş bir kilise. Hedwig Elenora ise resmi olarak 1737 yılında, denizcilere hizmet veren bir kilise olarak açılmış. Öyle görmezsem eksik kalır denecek bir şey bulmadım bu kiliselerde, o nedenle resimsiz geçiyorum.

Merkezde gezdiğim bir müze de Hallwylska Museet. 1892 yılında Kontve Kontes von Hallwyl malikanesi olarak yapılan bina, ailenin ölümünden sonra 1930 yılında daha sonra ailenin paha biçilmez kolleksiyonlarını da içeren bir müzeye dönüştürüldü. Ana salondaki duvarlar goblen dokumalarla döşenmiş olup kenarları 24 karat altınla taçlandırılmış.

Burada tavsiye edeceğim bir diğer müze ise, Medelhavsmuseet (Akdeniz ve Orta Doğu Müzesi). Müzede sergilenen parçaların neredeyse bildik olacağını düşünür insan. Bir kısmı gerçekten öyle ama Kıbrıs’ta bulunan mantar gibi değişik malzemelerden yapılan insan figürleri şaşırttı beni.

Müzenin hemen yanında Şehrin tiyatrosu, Grand Hotel gibi muhteşem binalar yanyana dizilmişler. Burada soluklanabileceğiniz harika bir park var: Kungstradgarden… Burada konserler, gösteriler de düzenleniyor. Heykeller, havuzlar, kafeler, lokantalar, çiçek bahçeleri; tam bir şehir eğlence alanı oluşturuyor.

Dinlendikten sonra sırada, Armemuseum (Askeri Müze) var. Şöyle bir göz atıp çıkın çünkü  yanında Saluhall var. İşte burası da modern bir gastronomi müzesi. Neler yok ki, etler, şarküteriler, balıklar, deniz ürünleri, peynirler; burası Cennetin mutfak bölümü olmalı.

Şehirde dolaşırken yolunuz Kungsgatan’dan geçecektir. Şehrin en canlı caddesi, alış veriş, dolaşmak, oyalanmak için birebir. Cadde üstünde Konserthaus ve Kungstornen’e dikkat edin. Konser salonu, nordik tarzda bir Yunan mimari anlayışına sahip, önündeki heykel ise çok  güzel. Kungstornen (Kral kuleleri) caddenin iki yanında yükselen 16 katlı iki kule, Amerika tarzı cadde anlayışıyla yeniden düzenlenen cadde üzerinde inşa edilmiştir. Simetrik görünen ancak biri diğerinden çokaz daha geniş olan kulelerib biri dişi biri erkek olarak kabul edilmiş.

Stockhom, bir kültür şehri aynı zamanda.  Cam bir kare kulenin merkezde olduğu Kulturhuset, Şehrin kültür merkezi. Hemen yanındaki  devlet tiyatrosu binası, bir çok sanat gösterisine ev sahipliği yapmakta. Benim ziyaretim sırasında alanda inşaat devam etmekte olduğundan çevreyi gezerken zorlandım ama burası, şehrin kültür ve sanat olaylarının yer aldığı bir nokta.

Bahsedilmeden geçilmeyecek bir yer de, Stadshuset (Belediye Binası). 1923 yılında tamamlanan bina İskandinav Gotik ve İtalyan tarzının bileşimi olarak tarif ediliyor. Binada bir toplantı odası ve 250 çalışma odası yer almaktadır, ayrıca Mavi ve Altın odalar bulunmaktadır. Bina, Nobel yemeğinin verildiği yer olması itibariyle de önemli. Binanın göle bakan kısmında bir avlu ve göle açılan bir kapısı var. Kapıların iki ucunda bir erkek ve bir kadın figürleri bulunmakta, heykellerin adı da ‘Dans’. Kırmızı tuğla yapının içinde evlenme salonu, Nobel yemeği salonu bulunmakta.Bina rehberle gezdiriliyor. Altın salonda ise, duvarlarda altın yaldızlı panolar bulunmakta. En büyük panoda ise, nedense yoluk saçlı bir kadın, bir elinde krallık asası, bir elinde katedral, kucağında Belediye Binası olmak üzere bir tahtta oturmakta. Efendim kadının solunda ABD-New York’taki özgürlük anıtıyla temsil edilen batı dünyası, sağında ise İstanbul-Ayasofya ile temsil edilen doğu dünyası. Resim diyormuş ki, alın New York’u, koyu üstüne İstanbul’u, nafile; Stockholm dünyanın en güzel şehridir, hiç biri Stockholm ile yarışamaz. Haa, orada dur bi güzel kardeşim. New york’a bir şey diyemem, yankieler konuşsun ama iş İstanbul’a geldi mi, bir duracaksın. Bir kere Stockholm’ü temsil ediyor dediğiniz kadın bir acuze. İkincisi tamam Stockholm çok güzel bir şehir; parlattığınız gölle, adalarla, ormanlarla gerçekten doğa harikası bir yer ama İstanbul da yüzyıllardır yakıla yıkıla, devrile, yuvarlana asla çirkinleştirilememiş, binlerce yıllık tarihiyle tüm görkemiyle ayakta duran bir  bir şehir. Bir yanda aman üstüme bir şey  bulaşmasın der gibi mesafeli  bir tutum, bir yanda dibine kadar yaşanarak damıtılmış güngörmüş bir hava. Yani Stockholm bakımlı, alımlı, biraz makyaj güzeli,  güzel ama donuk bir kadınsa, İstanbul  da yorgun ve uykusuz geçirdiği bir gecenin ardından darmadağın ama hala harikulade bir halde yataktan kalkan bir kadın.  Neyi neyle karşılaştırıyorsun. Stockholm, kuzeyin sarışın soğuk mesafeli hanfendisiyse, İstanbul işveli, cilveli, hayatın tam ortasından bir kadın. Orası İngrid Bergmansa, burası Türkan Şoray… Hadi bakalım.

Neyse, sinirimi yatıştırmak için bir gemi turuna çıkıyorum. Riddar Holmen’i kıtaya bağlayan köprünün yanından da, Grand Hotel önünden de göl turları düzenleniyor. Mevsimden dolayı çok çeşitli turlar yoktu.  Benim aldığım tur, Djurgarden’in çevresini dolanan bir turdu ama güzeldi. Karadan gördüğün her yeri bir de feribotla gördüm.. Södermalm’a kıyıdan baktım.  Gamla Stan’a köprüyle bağlanan bu adaya sonra bir de karadan gittim, Gamla Stan’ı yukarıdan seyrettim, sokaklarını dolaştım. Daha bohem, gündelik yaşamın göz önünde olduğu sokaklar gördüm.  Sonra Globe diye, aslında dünya şeklinde bir asansörün olduğu kuleye gidip onunla gökyüzüne doğru çıktım. Şehri daha da yukarıdan döne çevrile, her açıdan gördüm. Globe’un olduğu yerde konser salonları da var, şimdi unuttum, benim de aşina olduğum birilerinin konseri varmış o gece, sabahın köründe kuyruğa girmiş ergenler.

Drottninggatan yayalara ayrılmış tarihi merkeze uzanan alışveriş caddesi, orada dolandım. Alışveriş için ayrıca Sibyllegatan, Sturegatan, Bibliotekgatan sokakları da dikkate değer. Stockholm’de bir de metro istasyonlarındaki düzenlemelere dikkat edin, neredeyse her biri bir  enstalasyon çalışması. Biraz da durağın konseptiyle ilgili çeşitli malzemeden çok güzel çalışmalar yerleştirmişler duraklara.

Bu arada, Stockholm’de yemekler de çok pahalı. En ucuz yemek, suşi. Ama hergün yenecek bir şey de değil. Benim aklımda kalan tek lokanta, Rydbergs oldu, biraz da hemen yanındaki küçük parktan dolayı.Geyik etinden yapılmış İsveç köftesi yedim. Ne bileyim, oraya kadar gitmişken denemekte fayda var ama özleyeceğim bir şey değil. (Ikea köftesini ile de karşılaştırılmamalı, o da haksızlık olur).

Haa isterseniz bir sürü Türk lokantası var, yabancılık çekmezsiniz.  Hatta Fenerbahçenin derneği bile vardı.

Stockholm’de hatırı sayılır bir Türk, Kürt, Süryani nüfus var. Gezmek isteyip de gezemediğim yerlerin başında, şehrin dışındaki Drottningholm Sarayı geliyor. 1622 yılında yapılan sarayda yer alan o dönemim ünlülerinin portreleri arasında Abdülmecid’in de resmi varmış, görmek isterdim. Ayrıca heykeltraş Carl Milles evi ve atölyesini görebilirdim, bahçesinde eski Yunan ve Roma heykelleri varmış. Ancak herşey birden olmuyor.

Stockholm’den ne alınır derseniz, cam ve ahşap tasarım eşyaları çok önemli. Bu tür objeler alınabilir, fiyatlara dikkat. Dalahorse denilen tahta at figürü çok popüler, şehrin meydanlarında bile var. Kosta Boda, Orrefors camda iddialı markalar ama pahalı da. Tasarım ürünleri çok güzel, özellikle mutfak eşyalarında. Deri ve örgü giysi ve eşyalar da önemli. Ben bir İskandinav kazağı aldım mesela ama ödediğim fiyattan dolayı bir sonraki gezimi iptal etmek zorunda kaldım. Cam tasarımlar çok güzel. Bir vitrinde bir avize gördüm, beyaz opak bir cam, kenarları damla şeklinde akikle çevrili, muhteşemdi ama herhalde ona kefen parası falan da yetmez. Siz en iyisi magnetlere odaklanın, pek güzeller.

Stockholm bir konfor şehri, hayat kendiliğinden akıyor, sürprizi, şaşırtmacası pek yok. Bizim gibi hayatın dehşetengiz hızlı ve şaşırtmacalı aktığı, gittikçe kuralsızlığın hakim olduğu  bir yerin yanında Stockholm, sakin, huzurlu, neredeyse beklenmedik hiçbir şeyin olmadığı bir yer. Bir gün metro istasyonunun giriş bariyerlerinden geçerken, göçmen olduğu belli, 2-3 delikanlı para ödemeden engellerin üstünden atlayarak geçti.  Tam o anda, bariyerden geçen İsveçli bir genç ise bu olay karşısında şaşırdı, sendeledi, bocaladı. Bir ihtimal hayatının en büyük macerasını yaşadı o an, ilerde torunların anlatacak bir hikayesi oldu. O kadar durgun ve sürprizsiz akan bir yaşam var ki oralarda, bu küçücük olay bile bir macera gibi kalıyor. Her şey planlı, beklenen şekilde gelişiyor. Şimdi aman ne sıkıcı falan demiyorsunuzdur, umarım. Refah devleti biraz da budur arkadaşlar.

Ancak kuralcılığı biraz abartılmış. Herhalde hayatlarındaki bu dengeyi sağlamak için en basit şeylerde bile kurallar var. Örnek mi; Kapalı bir bina içinden, kapı önünde duran havaalanına giden otobüslere bineceğim. Bu ne kadar zor olabilir ki? Hayır, biz içerdeyiz, otobüs 5 metre ötemizde, dışarıda ancak arada iki kapı var. Tek tek önce bir kapıyı açıyoruz, bavulla birlikte geçiyorken kapıyı kapatıyoruz ve ikinci kapının açılmasını bekliyoruz. Sonra ikinci kapı açılıyor ve biz otobüse gidebiliyoruz. Böylece 3-5 kişinin otobüse binmesi dakikaları buluyor. Şimdi ne sıkıcı diyebilirsiniz; gerçekten sıkıcı, anlamsız (Bence).

Stockholm, rahat, huzurlu ve güzel bir şehir ve  gerçekten buzlar kraliçesi… Hem kuzey kutbu çevresinin bir ihtimal en güzel şehri, hem  de gerçekten büyüleyici ama aynı zamanda ürpertici… Bir daha gider misin, derseniz; bilmem, pek sanmam.  Bence bir gezgin için Stockholm’ü  bir kez görmek  güzel ve gerekli ama aynı zamanda yeterli de.

Yorumunuzu Buraya Yazabilirsiniz

Yorumunuzu Giiniz
Please enter your name here