amsterdam

Amsterdam, belki avuç içi kadar yere koca bir dünyayı sığdırdığı için kayıtsız kalınamayacak bir cazibe merkezi. Avrupa’nın köylüsü denilen bir milletin imrendirici bir refah toplumu kurup dünyanın belki de başka yerinde rastlanmayan dini, siyasi, sosyal hoşgörü geleneğini bu kadar içine sindirerek yaşaması başlı başına bir merak konusu.

Çocukken yel değirmenleri, laleler, tahta ayakkabılarla yer etmişti kafamda Hollanda ve Amsterdam. Sonra kırmızı fener sokağıyla, coffe shop’larla simgeleşen ‘ne biçim özgürler’ ortamı ilginç geldi. Eh, yaş kemale erdi, hafif sarsılsa da hala demokrasinin, bireysel özgürlüklerin bayrağını bu kadar dik dalgalandıran bir toplum dikkati çekiyor haliyle. Demokrasinin orasını burasını bozarak dediğim dedikçi bir sisteme evrilen bizler için bu daha da önemli çünkü böyle bir özgürlük, kuralsızlığı, başı boşluğu, boş vermişliği getirmiyor; Bir arkadaşın söylemiyle, ‘biraz fazla tuvalet kağıdı alsan devlet kapında biter, kara para mı aklıyorsun sen diye…’ dedirten bir disiplinle sağlanıyor bu geniş özgürlükler.

Kısacası Amsterdam benim için sadece bir gezi rotası değil, bireysel özgürlüklerin olabildiğince geniş yaşandığı bir yer. Defalarca gittiğim bu şehri, bu sefer kış masalı sahnesinde gezdim, belki de Amsterdam’a en çok yakışan da bu. Anlatacaklarım biraz da tüm gezilerimin bir özeti.

Meraklısına; Amsterdam’ın Kısa Tarihi

Avrupa’nın köylüsü falan dedik ya, gerçekten Amsterdam 12. yüzyılda Amstel Nehri’nin ağzındaki yerleşime pek de uygun olmayan yerde bir balıkçı köyü olarak tarih sahnesine çıkmış. Suları kontrol etmek için kurulan baraj olan Amstelledamme, ismini bu şehre de vermiş. Sanki başka yer yokmuş gibi, bu sulak, bataklık arazide kanallarla, setlerle, duvarlarla, tepeciklerle oluşturulan alanda yayılan şehir 16.yüzyılda dünyada sözü geçen devasa bir imparatorluğa dönüşmüş. Bu yükselişte ticaretin rolü yadsınamaz. Daha öncesinde Germen kavimlerine karşı duran derebeylerin hakimiyetinde feodal sistem ortaya çıkmış. Bu dönemde Hollanda Kontu V. Floris 1275’te Amsterdamlılara serbest geçiş izni vermiş ama rakibi IV Gijsbrecht van Amstel tarafından öldürülmüş, bunun üzerine Hollanda Kontunun kardeşi Hainautlu Guy de kendisini hapse atıp şehrin hakimiyetini ele geçirmiş, üstüne Utrecht Piskoposu olup Amsterdam’a özel ticari izinler vermiş.

Holland

Aynı dönemde ringa balığı ticareti ve bira ticaret limanı izinlerinden sonra Amsterdam almış yürümüş. Göz alıcı bir liman şehri haline gelen Amsterdam, Alçak Ülkeleri birleştirmeye çalışan Burgonya Düklerinden Habsburgların eline geçmiş. Burgonya Dükü II Philippe’in Belçika, Lüksemburg, Hollanda’yı birleştirme çabaları Cesur Charles’a yenilmesiyle son bulmuş. Charles’ın kızı Marie, Avusturyalı Maximilian Habsburg ile evlendikten sonra ölünce Amsterdam’ın sahibi de Habsburglar olmuş. Aslında Avrupa tarihi de bu dönemde yeniden şekillenmekteydi; Maximilian’ın oğlu Felipe, İspanya’nın eli maşalı kraliçesi Isabel’in kızıyla evlenince iktidarın da sahibi oldu. Bu çiftin oğlu ise meşhur V.Carlos olacaktı. Carlos, Kutsal Roma İmparatoru, İspanya Kralı ünvanlarının yanında Hollanda’nın 17 eyaletine hakim olup Alçak Ülkeleri birleştiren Hollanda hükümdarı da olmuş. Bu dönemde Hollanda Katolikti. 1550’de Protestanlık sapkınlık olarak görülüp ölümle cezalandırılıyordu. 1568’de Oranje Prensi Protestan Willem önderliğinde isyanlar başlamış. 1578 yılında isyanı Protestanlar kazanmasıyla Alterasyon Dönemine girilmiş ve Amsterdam Protestanların başkenti olmuş. 1580’li yıllarda Hollanda doğuya giden yolları keşfetmiş, 1596’da Kaşif Willem Barentsz Kuzey Buz Denizi’ni keşfetmiş. Keşifler, uzun ticaret yolları Hollanda’nın servetine servet katmış ve 17. yüzyıl Amsterdam’ın altın çağı olmuş. Oranje Hanedanı’ndan Frederick Henrick genel vali olduktan sonra yerine geçen III Willem İngiliz tahtının varisi Mary Stuart ile evlenmiş. Bu dönemde Amsterdam’da yeni kanallar açılıyor, muhteşem konaklar yapılıyor, zenginlik ve şatafat şehri sarmalıyormuş. Aynı günlerde Osmanlı topraklarından getirilen lale, bir çılgınlık haline gelmiş, bir soğanına koca malikaneler el değiştirmiş. Altın çağ sürerken İspanya ile olan çekişme de sona ermiş ve Hollanda İspanya tarafından tanınmış. Hollanda dar topraklarına sığmayıp deniz aşırı yayılmaya başlamış, Endonezya’da kolonileşme sürecinde Amsterdam zenginliğine zenginlik katmış. Doğu Hindistan Kumpanyası ile baharat yolunu da ele geçiren Hollanda, Amerika’da Manhattan’ı satın alıp New Amsterdam’ı kurmuş. Ama 1664’te İngilizler New Amsterdam’ı ele geçirince İngiltere ile karışık bir ilişki süreci yaşanmış.

1688’de III. Wilhem İngiltere tacını giymek üzere İngiltere’ye davet edilmiş. III. Wilhem’in ölümüyle valisiz kalan Hollanda’da çıkan karmaşa içinde, IV. Wilhem, babadan oğula geçen valilik sistemi kurmuş. Bu dönemde Amsterdam finans dünyasının merkezi olmuş ve Hollanda tüm dünyadan göç eden insanların aktığı bir yer haline gelmiş. Oranje Hanedanı’na duyulan hoşnutsuzluk sonucu çıkan isyanlar 1787’de Prusya Ordusu tarafından bastırılsa da bu dönemde kısa bir cumhuriyet dönemi yaşanmış. Hollandalı isyancılar, Fransızların yardımıyla bu cumhuriyeti yaşarken 1806’da Napoleon Bonapart cumhuriyet idaresini eline geçirmiş, sonra da Louis Napoleon Hollanda tacını giymiş. Bu dönem 1815’e kadar sürmüş, Waterloo’nun ardından Oranje Hanedanı yine yönetimi eline almış ve Willem kral olmuş. 1831’de Alçak Ülkelerin güney kısmı birlikten ayrılmış ve Belçika’nın temelleri atılmış. 1845’te halk sosyal reform talepleriyle ayaklanmışlar. Böylece sosyal demokratlar, komunistler, işçi partileri 1900’lere yaklaşırken Hollanda’nın siyasi hayatına girmişler. Yeni anayasa düzenlemeleri, I Willem’in yerine geçen II Willem, Kraliçe Wilhelmina, tarafsız kalarak atlatılan I Dünya Savaşı ve ülkeyi yakıp geçen II Dünya Savaşı, 1949’da Endonezya’nın bağımsızlığını kazanması derken Hollanda bugünlere ulaşmış.

1989’da merkez sağın iktidara geçmesiyle özgürlüklerin sınırı yeniden tartışılmaya başlasa da Kraliçe Juliana’nın yerine geçen Kraliçe Beatrix’in tahtta olduğu Hollanda bugün dünyanın hala hem en müreffeh hem de özgürlük sınırlarının en geniş olduğu ülkelerden biri.

Holland

Ulaşım

Amsterdam’a Türkiye’den uçakla gidildiğinde Schiphol Havaalanı’na iniliyor. Havaalanından Amsterdam’a ulaşmanın en kolay yolu NS tarafından işletilen tren. Her gün 06.00 ile 01.00 arasında her 10-15 dakikada, 01.00 ile 06.00 arasında ise her saat başı kalkan trenlerle Amsterdam Tren İstasyonu’na ulaşabilirsiniz. Biletleri gişelerden ya da makinelerden alabilirsiniz. NS tren ücretleri 4.50 euro ve 1 euro da servis ücreti gibi bir para alınıyor. Havaalanından Amsterdam’a gitmenin bir yolu da otobüs. 397 numaralı Connexxion/ R-Net otobüsleri Schiphol’den Leidseplein’a 6.50 euroya götürmekte.

Amsterdam’ın keyfi yürüyerek çıkar, şehir de buna çok uygun. ‘Aman dönüşü de paralel sokaktan yapayım, farklı yerler görürüm…’ falan demeyin, o paralel sokak sizi şehrin bambaşka bir yerine götürebilir; kanallar, köprüler, sokaklar birbirini kesip başka yönlere dönebiliyorlar.

Yürümek istemiyorsanız Amsterdam’ı metro, tramvay, otobüs ve tekne ile gezebilirsiniz. Toplu taşıma GVB şirketi tarafından yürütülmekte. Tekne, Amstel Nehri üzerinde ulaşımı sağlıyor, ayrıca Eye Instıtute’a ve Look Out kulesine gitmek için kullanacak bir araç. Otobüsler daha çok banliyöler için geçerli, geceleri tramvay hizmeti bittiğinde, 00.30-07.00 saatleri arasında otobüsler devreye girmekte. Metro dört hatta çalışmakta, genelde banliyölere kadar uzanmakta, üç hattın kalkış noktası ise Merkez Tren İstasyonu. Amsterdam’da gezilecek yerlerin çoğu merkez çevresinde olduğu için belki de bir gezgin için en iyisi tramvayı seçmek; şehrin merkezinde tramvayların ulaşım noktaları çok fazla.

Toplu taşım biletleri makinelerden ya da araç içinden alınabilir. Tramvay, otobüs ve metroda geçerli bir saatlik bilet 3.20 euro, bu bilet trenlerde geçerli değil; Havaalanı hattında çalışan otobüslerin dahil olduğu tramvay, otobüs metro bileti ise 6.50 euro ve 90 dakika geçerli. Biletler araç içindeki bir makineyle binişte ve inişte onaylatılıyor.

Tramvay, otobüs, metro için geçerli GVB günlük biletleri de gezginler için bir seçenek. 24 saatlik 8.00 euro, 48 saatlik 13.50 euro, 72 saatlik 19.00 euro, 96 saatlik 24.50 euro, 120 saatlik 29.50 euro, 144 saatlik 33.50 euro, 168 saatlik 36.50 euro; bu biletler havaalanı ulaşımı için kullanılamıyor.

GVB toplu taşımalarına ek olarak havaalanı tren ve otobüs ulaşımının da dahil olduğu kartlar, 1 günlük 17.00 euro, 2 günlük 22.50 euro, 3 günlük 28.00 euro… Amsterdam ve Bölgesel Kartlar yine 1,2,3 günlük olarak 19.50, 28.00, 36.50 eurodan. Daha uzun seyahatler için Hollanda için geçerli başka seçenekler de mevcut. Ayrıca OV çipli kart da uzun süreli kalacaklar ve çok seyahat edecekler için düşünülebilecek bir seçenek; kart bedeli 7.50 euro ve geri ödemesi yok. Bittikçe kartı doldurabiliyorsunuz ve trenlerde de kullanılabiliyor.

Tembel gezginin kurtarıcısı gezi otobüsü Amsterdam’da gezi tekneleriyle de hizmetinizde. 1 günlük hop on hop off otobüs gezisi 21.00 euro, 1 günlük tekne gezisi 24,00 euro; eğer otobüs ve tekneyi birlikte kullanacaksanız 1 günlük ücret 29,00 euro. Buna bir de Heineken Experience bira keyfi katarsanız ücret 46,00 euroya çıkıyor. Stromma tekne turları düzenleyen firmalardan biri ve akşam yemeği, kokteyl gibi özel turlarla da kanal gezisi yapıyor.

Öte yandan Amsterdam, bir bisiklet kenti; günlük 12 euroya bisiklet kiralayıp dilediğinizce gezebilirsiniz. Araba kullanmak ise, şehir merkezinde bir sinir törpüsü, unutun gitsin; yollar dar, genelde bir tamirat veya yük boşaltan kamyonlardan tıkalı, park yerleri pahalı ve zor bulunuyor.

Amsterdam’ı yürüyerek gezecekler için bir uyarı; bisikletlileri ciddiye alın, şakaları yok, üstünüze üstünüze sürüyorlar. Yaya yolu ile bisiklet yolu ayrımına dikkat edin ve bisiklet yoluna geçmeyin, hiç tavizleri yok. Araba kullanıcıları ise zaten neredeyse 0 km ile gidebildiklerinden bir sorun yaratmıyorlar, ayrıca yayalara karşı gayet anlayışlılar.

Artık gezmeye başlayalım mı?

Gezelim Görelim

Öncelikle sizi Merkez Tren İstasyonu’ndan başlayarak gezeceğiniz yerleri kuş uçuşu dolaştırayım. Tren İstasyonu’ndan çıktınız, sırtınızı Tren İstasyonu’na verdiniz. Dümdüz ilerleyeceğiniz yol Amsterdam’ın can damarı Damrak. Sağ tarafınız Haarlem’e gidiyor, şehrin insanı hafiften irkilten tarafıyken yavaş yavaş toparlanan bir bölge, hafif bohem ama düşük bütçeden, fiyatlar daha makul olan bir yer; sol taraf ise Schreierstoren gibi Orta Çağ’dan kalan yapılardan geçip Ijburg gibi şehrin yeni yerleşim yerlerine doğru uzanıyor. Biz Damrak üzerinden devam edelim.

Hemen solunuzda St Nicolaaskerk dikkatinizi çekecek. Yol üzerinde seks müzesi, işkence müzesi, vücut kaslarının çalışmasını gösteren Body World gibi atraksiyonu bol müzeler sizi kandırmasın (Beni kandırdı), bu şehrin gerçekten önemli müzeleri var. Ayrıca Beurs van Berlage de bu yol üzerinde. Dam Meydanı önemli bir nokta; Koninklijk Paleis, Nieuwe Kerk, Nationaal Monument ve meydanı çevreleyen şık alışveriş yerleri sizi defalarca buraya getirtecek. Biraz daha içeriye doğru ilerlerseniz mutlaka görmeniz gereken Jordaan’a varacaksınız; Anna Frank’ın Evi sizi hüzünlendirecek ama bölge Amsterdam’ın en canlı, en eğlenceli yerlerinden.

Damrak’a geri dönersek Rokin’e geliyoruz; tüttürmek gibi bir anlamı olan Rokin, şehirle ilgili ipuçları da veriyor. Sol tarafınızdaki şık mağazaların hemen arkası Red Light; Waag, Museum Ons’ Lieve Heep op Solder da burada. Yol üzerinde ise Allard Pierson Museum var, kaçırmayın. Rokin’den devam ederken yolumuz ikiye ayrılıyor. Sağ taraf her zaman hareketli ve zarif Spui ve sonra Koningsplein, sol taraf Muntplein; Koningsplein ile Muntplein arasında ise Çiçek Pazarı uzanmakta. Koninsplein’den devam edersek Leidesplein’e uzanan yol Beyoğlu Caddesi gibi her daim hareketli. Leidesplein ise Vondelpark’tan geçip Museumplein’e varmakta; en baba müzeler yanında Amsterdam’ın klasik müzik merkezlerinden Concertgebouw ve ışıltılı elmas merkezleri de burada. Muntplein’den sola dönerseniz eğlencenin dibine vuracağınız Rembrantplein ve sonra bit pazarlarının efendisi Waterlooplein’a varacaksınız, daha sonra Yahudi müzelerini geçip hayvanat bahçesinin de bulunduğu Plantage/Artis ve Troppenmuseum’un bulunduğu Alexanderplein’a ulaşacaksınız. Muntplein’dan düz devam ederseniz Heineken’a ve bir başka alış veriş merkezi olan Albert Cuypstraat’a varacaksınız.

Yolunuz sık sık kanallarla kesilecek; temel olarak kanallarımız, iç içe geçmiş yarım ay şeklinde (içerden dışarıya) Herengracht, Keizersgracht ve Prinsengracht, en içte ise Spui civarında biten Singel… Bir de şehrin içine giren ve Waterlooplein’ı çevreleyen Amstel Nehri var ki şehrin en can alıcı manzaralarını çekmek için oraya gitmeniz şart. Dendiğine göre sonradan açılan bu üç kanal içinde Herengracht zamanının en sükseli olanıymış, en zengin tüccarlar burada yaşıyormuş, haliyle malikaneler de biraz daha görkemli. Şimdi ise sadece belediye başkanı buradaymış, diğer evler şirketler, mağazalar, şık lokantalar tarafından kullanılmaktaymış. Buna göre en garibanı da Prinsengracht, evler de ona göre; bir zamanlar göçmenler, işçiler burada yaşıyormuş ama şimdilerde şehrin cazibe merkezi, örneğin Jordaan burada. Artık bu kanalların, sokakların aralarına girmek zamanı; Amsterdam’da gezdiğim gördüğüm, sevdiğim bakıp geçtiğim yerlere götüreceğim sizi. Biraz uzun olacak ama Amsterdam’dasınız, her sokağında bir dünya dönüyor.

Holland

Önce Amsterdam’ın en özgün ve populer bölgesinden başlayalım. 

Red Light Zone 

İşte Amsterdam’ın dillere destan bölgesi… Cinselliğin sokaklara döküldüğü bölge. Tabii dünyada bu şekilde ünlenen yerlerin artmasıyla buranın pabuçu biraz dama atılmış olsa da efsane hala ayakta… Aslında herşey Dam tramvay durağının karşısından girebileceğiniz Warmoesstraat ile başlıyor. Sokağa girince zaten artık ne içiliyorsa, dumandan başınız dönecek. Coffe shoplar, barlar, sokaklara taşan müzik sesleri, fetiş klüpleri, seks dükkanları; hepsi ‘her günahın tadına, dünyanın batağına’ batacağınız bir serüvenin girizgahı. En gösterişli mağazası, türlü renkte, boyutta condomların satıldığı, condomdan objelerin yapıldığı Condomerie; oradan anlayın işte… Türlü çeşitli yatak odası oyunlarına yönelik malzemenin satıldığı seks dükkanları ise sektörün yaratıcılığını gözler önüne sermekte. Burada her şey büyük, her şey abartılı. Warmoesstraat’dan ilerleyince ortasında tüm heybetiyle Oude Kerk’in yükseldiği Red Light bölgesine giriyorsunuz.

Biraz ilerde Waag, yanda Museum Ons’ Lieve Heep op Solder duruyor ama kimin umurunda, penceresinden kırmızı ışığın süzüldüğü odalar esas ilgi merkezi. Kırmızı ışık yanıyorsa ve pencerenin perdesi açıksa odada faaliyet olabilir demektir; zaten odaların penceresinden de neredeyse tamamen çıplak kızlar, çapkın çapkın dışarıda bekleşen adamlara bakıyor. Haliyle gerisini bilemem ama buradaki kızlar, hani derler ya, bizde olsa manken olur, diye… o derece güzeller. Bu durum sanırım fiyatlara yansıyor. Ama gezgininizin size bir önerisi var. Bir kırmızı fener mahallesi de (Damrak bulvarının öbür tarafında) Spui’nin Tren İstasyonu’na yakın kısmında var. Daha küçük ve biraz daha, nasıl denir, olgun hanımlar vitrinde boy göstermekte; bu fiyatlara da yansımış olabilir. İlgilenenler için… Yalnız bazı pencerelerde kırmızı yerine mavi ya da kırmızı-mavi neon ışıkları yanmakta; manası ise yarı çıplak gördüğünüz hanımın kapalı kısımlarının umduğunuz gibi çıkmamasına işaretmiş, yani büyük olasılıkla transseksüellermiş. Dikkat edin yoksa bir kaçamağınız asrın hatasına neden olabilir. Buralarda resim çekmek yasak ve ciddi sorun çıkabiliyor. Benim yaptığım gibi pencereden içeri ağzı açık alık alık bakmak ta pek hoş karşılanmıyor; bir kadın, elinde bir dildo, bana bas bas bağırdı. Kaçtım hemen tabii. Ama eğer ben icraatçı değilim, sadece izleyiciyim diyorsanız, canlı seks gösterilerin düzenlediği yerler var, en dikkati çeken ise Casa Rosso, kadın erkek herkese açık bu gösterilerin afişlerinde bol bol Tarzan ve Jane’ler falan vardı, içeride neler oluyor bilmiyorum ama giriş ücreti 50 euro civarında.

Bu arada Red Light Bölgesi’nde ‘Red Light Radio’ ismiyle yayın yapan radyo istasyonu bulunuyor; kırmızı ışıklı pencereli radyo istasyonundan çalınan müzik dışarı taşıyordu, bizde olsa acıların kadını nameleri yükselirdi herhalde. Hemen yanında da ‘prostituon information center’ vardı, bu meslek erbablarının dayanışma yeri gibi bir yerdi galiba.

Coffee shop’lar da Amsterdam’ın bir başka sansasyonel olayı. Şehrin her bölgesinde bulunan coffee shop, smart mushroom dükkanları Amsterdam’da yasal sınırla belirlenen hafif uyuşturucuların, halüsinasyon gördürdüğü ileri sürülen mantarların satıldığı ve kullanıldığı yerler. Sadece bitki olarak değil, pastası, keki, şekeri de var. Bunlar içinde de en önemli olanı Bulldog… Bulldog sadece Red Light’da 2-3 dükkanı olan, artık coffee shop olmaktan çıkıp neredeyse sektöre dönüşmüş bir yer; coffee shop yanında giyim mağazaları, oteli ve muhtelif semtlerde şubeleri olan bir mağaza. Ben sigara bile içmiyorum ve bir şey tüttürmek tamamen ilgim dışında. Bu arada coffe shoplarda satılanları sokakta tüttürmek yasak.

Müzeler

Müze düşkünü olduğum için bu kısmı uzun uzun anlatacağım. Amsterdam’da müzeler pahalı, bunun için size IAmsterdam kartını önereceğim, şehrin en önemli müzelerine ücretsiz giriş sağlıyor. Gittiğim müzeleri ayrıntılı anlatacağım, gitmediğim müzelere de değineceğim.

Rijksmuseum

Amsterdam’ın en görkemli müzesi Rijksmuseum, Hollanda’nın sanat tarihinin bir özetini sunmakta. 1798’de The Hague’de açılan Müze, 1808’de Amsterdam’a taşınmış ve önce Kraliyet Sarayı ve Trippenhuis’de kendine yer bulmuş. Bugünkü binasına 1885’de taşınmış, 2013’de ise on yıllık bir restorasyon döneminden sonra Kraliçe Beatrix tarafından yeniden açılmış. İlk koleksiyonlar Nationale Kunstgallerij olarak sergilenmiş, 1808’de Hollanda Kralı (Napoleon’un kardeşi) Louis Bonaparte tarafından Royal Museum olarak açılmış ve bugünkü ismini 1815’te Kral I. Willem zamanında almış.

1885 yılında açılan bu muhteşem Neo Gotik unsurlarla bezenmiş Hollanda Neo Rönesansı tarzındaki yapı, ilk Felemenk ressamlardan başlayıp özellikle 19. yüzyıl sanatçılarına kadar getiriyor. Orta Çağ kiliselerinin altarlarını süsleyen panolar, Orta Çağ heykelleri, Hollanda İmparatorluğu dönemine ait kent manzaraları, ilk Hollanda resimleri, 17. yüzyılda alterasyon dönemi sonucunda resim sanatının evrimi, muhteşem natürmontlar, empresyonistler, 17. yüzyıla ait mobilyalar, Delft seramiklerinin en nadide örnekleri, baskılar ve Hollanda’nın İmparatorluk döneminde Asya’daki hakimiyeti sırasında getirilmiş Uzak Doğu ve Hint heykel ve objeleri sizi bekliyor. Uzun uzun gezmeye zamanınız yoksa Müze’nin 17. yüzyıl resimlerine ayrılan bölümüne öncelik tanıyın; Frans Hal’ın Düğün Portresi, Neşeli Sarhoş Ruisdael’in Yel değirmeni, Vermeer’in Mutfak Hizmetçisi ile Mektup Okuyan Kadın mutlaka görülmesi gereken eserler ama Müzenin ağır topu Rembrant’ın Gece Devriyesi tablosu. 1642’de tamamlanan resim, Rembrant’ın en büyük tablosu. Bu eser, hareket halinde bir grup insanın portrelendirildiği ve bir öykü anlatan ilk resimmiş.

O kadar muhteşem eser arasında benim aklımda kalan resim Cornelis Cornelisz’in Masumların Katli tablosu oldu; Yehuda Kralı Herod’un müstakbel kral çıkması endişesiyle şehirdeki iki yaş altındaki erkek çocukların öldürülmesi emriyle ilgili olan tablo gayet trajik bir konuyu ele almış ama tablonun tam ortasına kondurulan minik bebeleri boğazlayan iki adamın koca totosu insanda konsantrasyon bırakmıyor.

Ben gittiğimde Müze’de Rembrant-Velazquez sergisi vardı; bu bölümde Rembrant ile Velazquez ve bu sanatçılardan etkilenen ressamların seçme eserleri yer almakta.

Müze her gün 9.00-17.00 saatleri arasında açık, giriş 20 euro. Müzeye gelmek için Tren istasyonu’ndan 2 ve 5 numaralı tramvayları, diğer yerlerden 6, 7 ve 10 numaralı tramvayları ya da 145, 170, 172 numaralı otobüsleri kullanabilirsiniz.

Ola ki bu muhteşem Müze’ye gelmeye zamanınız olmadı; Schiphol Havaalanında 07.00-20.00 saatleri arasında genelde Müze eserleri arasından seçmece 10 tane resim sergilenmekte, ücretsiz, şehirden ayrılmadan önceki son fırsat…

Van Gogh Museum

Amsterdam’da sadece bir müzeye gidecekseniz belki de bu Van Gogh Müzesi olmalı.

Museumplein’de yer alan ve 1973’te açılan Müzede, resim sanatı için bir mihenk taşı olan Vincent van Gogh’un sanat yaşamının basamaklarını izleyebilirsiniz. Vincent van Gogh’un satılmayan resimleri, öncesi kardeşi Theo, sonra onun eşi Johanna’ya miras kalmış, sonunda oğlu Vincent Willem van Gogh tarafından Stedelijk Müzesi’nde bırakılmış; resimlerin son yeri ise bu Müze olmuş.

Genelde Van Gogh’un birkaç resmini mutlaka biliyoruzdur ama burada sizi şaşırtacak resimlerini görebilirsiniz; ben Pieta temalı resmi olduğunu bilmiyordum, gördüm. Ayrıca Van Gogh yanında çağdaşı olan ressamların eserlerinden de örnekler bulunmakta. Müze’nin Kurokawa kısmında geçici sergiler düzenlenmekte; ben gittiğimde Millet sergisi vardı. Millet’nin çiftçi hayat üzerine nefis resimleri yanında bu bölümde en ilgimi çeken, Millet’nin ‘Het Angelus’ resminden esinlenerek Salvador Dali tarafından yapılmış versiyonu. Bu bölümde nedense resim çekmek yasaktı ve niyetimi anlayan güvenlik görevlisi gözlerini ayırmadığından maalesef resim yok.

Müze’nin ziyaret saatleri cuma-cumartesi 09.00-21.00, diğer günler 09.00-17.00 saatleri arasında, giriş ücreti ise 19 euro, IAmsterdam kartı ile ücretsiz. Müze, museumplein’de yer almakta (Rijksmuseum’a gider gibi geliyorsunuz; Merkez Tren İstasyonu’ndan 2, 5, 12 hatlı tramvaylarla Baerestraat durağında, 3, 12 hatlı tramvaylarda Museumplein durağında inerek, 347 ve 357 numaralı otobüslerle ulaşabilirsiniz). Bilet sadece Müzenin websitesinden alınıyor; ‘www.vangoghmuseum.nl’, IAmsterdam kartınız olsa bile…

Anna Frank Huis

Çocukluğumda okuduğum Anna Frank’ın Günlükleri, o günlerin kafasıyla genelde savaşın, özelde II Dünya Savaşı’nın yıkıp geçtiği hayatların simgesi olmuştu benim için.

Bu müzeyi Amsterdam’ın vazgeçilmezleri arasında, hatta ilk sırada sayıyorum. Evet II. Dünya Savaşı insanlığın verdiği çok kötü bir sınavdı ve bu sınavda milyonlarca insan hiç suçu olmadan savruldu gitti, Anna Frank bu savaşta yitip giden çocukların hepsinin bir özeti gibi. Prinsengracht 263 numaradaki bu ev, Anna Frank ve ailesinin II. Dünya Savaşı sırasında iki yıldan fazla gizlendiği bir yer; Van Pels ailesi Frank ailesini burada sakladılar. Sonuçta 4 Ağustos 1944’te Anna Frank ve ailesi bu evde yakalanır ve toplama kamplarına gönderilir, bu süreci sadece baba Otto Frank sağ atlatır. Anna Frank’ın evi temel olarak boş ama o günlerin ağırlığı evin her yanına sinmiş, o günlerin acısı kendini her adımda hissettiriyor., belgeler, resimler, o günlerden kalmış objeler de bu hissi besliyor.

Önceki gezilerimde bir kez ziyaret etmiştim ama sonra gitmedim. Ne yaparsınız, insanız işte, ölenle ölünmüyor, sonuçta buralara biraz dağıtmaya geldik; öte yandan insanlığın geçmişinden ders aldığı da yok, tepişip duruyorlar hala, bari ben keyfime bakayım dedim. Ama siz daha duyarlı davranmak isterseniz, 01 Nisan- 01 Kasım arası 09.00-22.00, 01 Kasım-01 Nisan arası 09.00- 19.00 (cumartesi 21.00) saatleri arasında 10.50 euro ödeyerek ziyaret edebilirsiniz. IAmsterdam kartı burada geçerli değil. Buraya 13,17 tramvay hattıyla ve 170, 172, 174 numaralı otobüslerle gelebilirsiniz. Ayrıca biletleri internetten, annafrank.org adresinden almanız gerekiyor.

Museum Ons’ Lieve Heep op Solder

Amsterdam’ın en özgün ziyaret noktalarından olan bu müze, Red Light’ta 1630’da yapılmış bir kanal evi ile onun arkasındaki iki küçük evden oluşmakta. 1663’de yapılan Çatı Katındaki Efendimiz Kilisesi’ne ev sahipliği yapan bu kilise, Amsterdam’ın bir döneminden geriye kalan tek yapı. 1578’de Hollanda’nın Katoliklikten Protestanlığa geçtiği Alterasyon sürecinde, kamuya açık Katolik uygulamaları yasaklanmış ama gizli gizli ibadet edilmesine izin verilmiş.

Bu süreçte evlerin tavan aralarında Katolik kiliseleri kurulmuş. İşte bu müze, o günlerden geriye kalan gizli bir Katolik kilisesine ev sahipliği yapmakta. Bina 1888’de müzeye dönüştürülmüş ve kiliseye ait gümüş eşyalar ve ibadet giysileri burada sergilenmeye başlanmış. 1661 yılında tüccar Jan Hartman tarafından satın alınan ev, o dönemin modasına uygun olarak Hollanda Klasizmi etkisine göre döşenmiş. Bu stilde, en önemli husus simetrinin sağlanmasıymış, sırf simetriyi sağlamak için bir yere açılmayan gereksiz kapılar bile konmuş.

Dönemin dekorasyon zevkini görmek yanında, o günlere ait bir gizli ibadethaneye de şahitlik etmek de bu müzenin özelliği. Rahibin kutu gibi yatak odası, giysileri, Jacob de Wit tarafından 1716’de yapılan İsa’nın Vaftizi eseri ve biblolarla oluşturulan dini tablolar/nativityler burada dikkatinizi çekecek şeyler. Pazartesi-cumartesi 10.00-18.00, pazar 13.00-18.00 saatlerinde ziyaret edebilirsiniz. Giriş 12.50 euro, IAmsterdam kart ile ücretsiz…

Museum Het Rembranthuis

Rembrant’ın 1639-1656 yılları arasında yaşadığı Jodenbreestaat’daki ev, ressamın hayatından ve resimlerinden kesitler görmek isteyenleri için mutlaka uğranılması gereken bir yer. Rembrant’ın hem yaşam alanı hem çalışma atölyesi olarak kullandığı ev, Amsterdam’ın en özel müzelerinden. Waterlooplein’ın arkasına düşen bu Müze’de, Rembrant’ın resimleri, gravürleri yanında kendi çağdaşlarının ve öğrencilerinin eserleri de yer almakta. Burası her gün 10.00-18.00 saatleri arasında gezilebilir, giriş 14 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz. 14 numaralı tramvay ya da 51, 53, 54 numaralı metro hattıyla gelinebilir.

Amsterdam Museum

Amsterdam tarihine göz atmak için Kalverstraat ile Nieuwezids Voorburgwal arasındaki Amsterdam Müzesi’ne uğrayabilirsiniz. 1581 yılına kadar St Lucien Manastırı olarak hizmet veren bina bu tarihten itibaren yetimhane olarak kullanılmış, 1634’te Jacob van Campen eliyle genişletilerek bugünkü klasik tarzını almış, 1975’te kentin tarihine ışık tutan bir müze haline getirilmiş. Müzenin giriş duvarında yer alan levha ve süslerde Amsterdam’ın Orta Çağ’da surlarla çevrili halini de görebilirsiniz. Giriş kapısı üzerinde ise, yetimlere yardım edilmesinin faziletlerini anlatan 1581 tarihli Joost Bilhamer’in eserinin kopya kabartması yer almakta. Ayrıca yetimhane günlerinin anısı olarak Naiplik Odası ve Yetimler Dolabı korunmuş. Müze içinde Amsterdam’ı Orta Çağ’dan bugüne kadar izleyebileceğiniz objeler sergilenmekte. Resimler, heykeller, resimler, grafikler, arkeolojik bulgular yanında 1811’de şehre giren Napoleon’a sunulan şehrin gümüş anahtarları, Goliath heykeli ve bir zamanların fahişelerin, pazarlayıcılarının, müşterilerinin ve lezbiyenlerin Red Light’taki buluşma noktası ünlü Cafe’t Mandje’nin bir örneği Müze’nin zenginliklerinden.

Müze pazartesi-cuma 10.00-17.00, cumartesi ve pazar 11.00-17.00 saatlerinde açık. Giriş 15 euro. IAmsterdam card ile ücretsiz. Ulaşım Rokin durağından sağlanmakta.

Allard Pierson Museum

Amsterdam Üniversitesi bünyesindeki bu Müze, Dam ile Rokin arasında Oude Turfmarkt’da bulunuyor ve Mısır’dan Yunan’a Kıbrıs’tan Etrüsk’e, Roma’dan Amsterdam’a uzanan arkeolojik eserlere ev sahipliği yapıyor. Üniversite’nin ilk arkeoloji profesörü olan Allerd Pierson’un adını ve koleksiyonunu alan Müze’de, özellikle kırmızı ve siyah desenli Yunan çömlekleri ile Roma döneminden kalma lahit dikkat çekici. Bu görkemli binanın yerinde 1400’lerde, Amstel kıyıları yükseltilip bir manastır inşa edilmiş. Daha sonra 1578’de manastır Sint Pietersgasthaus Hastanesi’ne devredilmiş. Bina 19. yüzyılda Hollanda Merkez Bankası binası olarak görev yapmış. 1968’de Amsterdam Üniversitesi’ne geçen bina 1976’da kapılarını bir müze olarak halka açmış. Müze’de Amsterdam’ın tarihine ait bir kısım da mevcut. Anadolu Artemisi’ni andıran heykel benim özellikle dikkatimi çekti.

Müze salı-cuma 10.00-17.00, cumartesi-pazar 13.00-17.00 saatleri arasında, giriş 10 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz. Rokin durağının karşısında (4, 14, 24 numaralı tramvay hatları ile gelinebilir).

Begijnhof

Tam olarak ne zaman kurulduğu bilinmese de, belgelere göre 1346’dan beri manastır yemini etmeden rahibe olan kadınların yaşadığı bir ibadethane kompleksi. Rahibeler yaşadıkları oda karşılığında yoksullara eğitim, hastalara bakım hizmeti veriyormuş. Yeşillik bir alana bakan yan yana sıralanmış evler, şehir merkezinde bir sükûnet alanı oluşturuyor. Burada 15. yüzyıla ait Engelse Kerk, önceleri Katolik bir kiliseyken 1607’de Presbiteryen olmuş ve Amerika’ya giden ilk göçmenlerin burada ibadet ettikleri düşünülmekteymiş. Evlerin duvarlarındaki plakalarda İncil’den hikayeler yer almakta. Buradaki evlerin çoğu 16. yüzyıl sonrasına ait iken 34 numaralı ev 1420’li yıllara aitmiş ve Amsterdam’ın halen ayakta olan en eski iki evinden biriymiş. Begijnhof her gün 09.00-17.00 arasında kapılarını açıyor ve ziyaret ücretsiz.

Stedelijk Museum

Museumplein’de yer alan Stedelijk Museum, çağdaş sanatın ‘ben bunu biliyorum’dan ‘bu kadar da olur mu’ya uzanan her alanından örnekleriyle, 2012’den beri kapılarını açmakta. Müzeye ev sahipliği yapan muhteşem bina 1895’te yapılmış. Neo Rönesans tarzdaki cephe heykellerle süslenmiş ama ana giriş, binaya eklenen cam yapıdan yapılıyor.

Müzeyle ilişkimiz Matisse, Cezanne, Kandinsky,Picasso, Degas, Chagall, Warhol eserlerini içeren kısmıyla gayet iyi başladı, hatta Heemskerck’in mozaik çalışması pek hoşuma gitti. Ama Müzenin diğer bölümündeki pembeli mavili neon ışıklı kalp için de ‘You forgot to kiss my soul’ yazısını görünce, tamam, başlıyoruz, dedim. Ve başladık; domuzcuklar, yazılar, masa üzerine kapaklananlar…

Hepsi birşeyler anlatıyordu mutlaka ama ben anlamadım. Neyse ki anlamayan bir ben değildim; sanki bilinmez bir dilde yazılmış dev bir yazıcı çıktısıymışçasına yerlere sarkan bir eserin önünde düşünen birini görünce, yalnız olmadığımı anladım.

İsterseniz 10.00-18.00, (cumaları 10.00-22.00) saatlerinde gidebilirsiniz, giriş 18 euro, biletinizi atmayın, eğer bu eserleri görmeye doyamazsanız bir biletle gün içinde defalarca girebilirsiniz, IAmsterdam kartıyla giriş ücretsiz.

Bu Müzeye 2, 3, 5, 12, 16 ile 24 numaralı tramvaylarla ve 145, 170, 172 numaralı otobüslerle ulaşabilirsiniz.

Museum Willet Holthuysen

1685’de Vali Hop için Herengracht üzerinde yapılan bina, 1855’de kömür tüccarı Pieter Holthuysen tarafından alınmış. Ev, resim, cam, gümüş ve seramik eşya koleksiyoncusu kızı Louisa Willet’ye kalmış. Kendisi varis bırakmadan ölünce de bu müzenin temeli atılmış olmuş. Jacob de Wit eserlerinin ve Amsterdamlı ressamların çiçek resimlerinin yer aldığı Müze, 18-19. yüzyıl zengin tüccarların parıltılı yaşamlarına bir pencere açıp o dönemin mobilyalarını, eşyalarını, yaşam alanlarını görmemizi sağlıyor.

Müze 10.00-17.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir, giriş 12.50 euro, IAmsterdam kartına ücretsiz.

Museum van Loon

1672’de Keizergracht üzerinde yapılan bu malikane, zengin bir tüccar için iki simetrik evden biriymiş. Malikanede bir süre ressam Ferdinand Bol yaşamış. Amsterdam’ın en saygın ailelerinden biri olan van Loon’un 1884’te yerleştiği bu evin dış cephesinde dört heykel göze çarpmakta.

İç dekorasyon ise 16 yüzyıla kadar uzanan mobilyalarla zenginleştirilmiş, ayrıca aile portreleri ve muhtelif tablolar da mevcut. Alt katta müze, bir bahçeye açılmakta. Bahçenin uzandığı diğer bir yapıda ise Malezya sergisi bulunmakta.

Girişi 10 euro olan Müze, 10.00-17.00 saatleri arasında açık, IAmsterdam kartına giriş ücretsiz.

Hermitage Museum

Dünyanın en önemli müzelerinden olan St.Petersburg’taki Hermitage Müzesi’nin Amsterdam’daki bölümü, sizleri Hollanda’da Rusya’nın zenginliklerine götürecek. Hermitage Müzesi’nin Amsterdam dışında Londra ve Las Vegas’ta da bölümleri varmış. Ama Amsterdam biraz farklı; I.Petro, St. Petersburg’u kurarken Hollanda’dan takviye almış ve Batı Avrupa seyahatinde Amsterdam’ı ziyaret etmiş. Müze, 2009’dan beri 1683’te yaşlılar evi olarak kurulan muhteşem Amstelhof binasında yer almakta. Müze sergileri, Rusya’dan getirilmekte. Ben gittiğimde Jewels bölümünde Rus aristokrasisinin kıyafetleri sergileniyordu; özellikle yelpaze, ayakkabı, mücevher üçlemesi gözleri doldurmakta.

Hatta yelpazelerin dili ile ilgili bir de görsel var; işte yelpazeyi şöyle tutarsan senden hoşlanıyorum, böyle tutarsan ya bi git… falan gibi… Elbiseler, mücevherler, kılıç kabzaları bu bölümün diğer süsleri. Diğer bir bölümde portreler galerisi olarak isimlendirilmiş; 17 ve 18 yüzyılda dünyada önemli bir merkez olan Hollanda diğer ülkelerle ilişkilerini artırmış, bu bölümde genelde tarih içinde şehre gelen önemli şahsiyetler üzerinden öyküler anlatılmakta. Bu öykülerden biri bizimle ilgili; 1612’de Osmanlı İmparatorluğu ile diplomatik ilişkiler kurulunca Osmanlılardan gelen elçi Ömer Ağa, manken Alkan Çöklü canlandırmasıyla sergide yerini almış.

Ayrıca bu bölümde şehrin ileri gelenleriyle ilgili de portreler mevcut. Bu bölümde en dikkat çekici tablo, bence Rembrant’ın Anatomi Dersi eseriydi.

Müzede Outsider Art Museum bölümü çağdaş sanata ayrılmış. Müze 10.00-17.00 saatleri arasında açık, tüm sergileri görmek isterseniz 25 euro giriş ücreti, IAmsterdam kartıyla ücretsiz. Ayrı ayrı gezilecekse; Jewels 18.00 euro, portreler galerisi 18.00 euro, Outsider 14.50 euro… Buraya 4 ile 14 numaralı tramvayla ve 51, 53, 54 numaralı metrolarla gelinebilir.

Bijbels Museum-Cromhouthuizen

Rahip Leendert Schouten’in özel İncil koleksiyonu 1860’da halka açılmış, 1975’te ise müze haline getirilip Herengracht üzerindeki bugünkü yerine taşınmış. 1662’de tüccar Jacob Cromhout için tasarlanan iki malikane içinde sergilenen müze, İncil üzerine odaklanmış. Özellikle 1477 tarihli Delft İncil’i görülmeli. Ancak İncil yanında Mısır ve Orta Doğu’dan gelen eserler de yer almakta. Kudüs maketi yanında Cromthout evi mobilyaları, porselenleri, tavan freskleri, tabloları, mücevherleri ile bir 17 yüzyıl malikanesine de göz atma fırsatı vermekte. Müze 11-17 saatleri arasında gezilebilir, iki müzenin girişi 12.50 euro. IAmsterdam kartıyla ücretsiz.

Eye Film Institute

Hollanda’da vizyona giren Hollanda ve yabancı filmlere yönelik Film Enstitüsü, merkezin karşı kıyısındaki Overhoeks’de yer almakta. 37.000 film, 60.000 poster, 700.000 resim ve 20.000 kitap arşiviyle, film gösterimleriyle, çeşitli filmlerin alt alta gösterildiği sergisiyle meraklısına kapılarını açık tutan Enstitü, 10.00-19.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir. Giriş 11 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz. Bar ve lokanta kısmı gece geç saatlerde kapanıyor. Tren İstasyonu arkasındaki iskeleden ücretsiz feribotlarla karşıya ulaşabilirsiniz.

Foam

Fotografie museum olarak adlandırılan Keizersgracht’taki Müze, fotoğraf sanatının özgün örneklerini sunmakta. Müzede her yıl dört sergi düzenlenmekteymiş. Ben gittiğimde Solene Gün-Turuç sergisi vardı; Paris ve Berlin’de yaşayan Türk kökenli gençlerin hayatına bir bakış sergisiymiş. Müzedeki diğer sergilerde de cinsiyet ve cinsel kimlik ağırlıklıydı. Müze her gün 10.00-18.00 (perşembe-cuma 10.00-21.00) saatleri arasında ziyaret edilebilir, giriş 12,50 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz.

Het Grachtenhuis

Amsterdam bir kanallar şehri; kanalları daha iyi anlamak için görsellerle zenginleştirilmiş bu müzeyi görmeniz önerilir. 1665’te Herengracht üzerinde iş adamı Karel Gerards için yapılan bir kanal evinde interaktif ve multimedya sergilerle kanalların yapımı, işleyişi anlatılmakta. Amsterdam maketi ilgi çekici. Müze 10.00-17.00 arasında açık, giriş 15 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz.

Huis Marseille


Bir başka fotoğraf müzesi olan Huis Marseille, 1665’te Fransız tüccar Isaac Focquier için yapılan bir malikanede yer almakta. Ben gittiğimde geçen yüzyıl başlarına ait kadın modası ile ilgili bir sergi vardı. Müze salı-pazar 11.00-18.00 saatlerinde ziyarete açık, giriş 9 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz.

Moco

Eğer çağdaş sanat açısından Stedelijk Müzesi sizi kesmezse, Museumplein’de Modern Contemporary Museum Amsterdam denen Moco, Koons, Keith Haring, Andy Warhol,Basquiat, Damien Hirst, Murakami gibi çağdaş sanatın mihenk taşlarının eserlerine ev sahipliği yapmakta, en yoğun yer Banksy eserlerine ayrılmış. Müze pazar-perşembe 09.00-19.00 saatlerinde, cuma-cumartesi 09.00-20.00 saatlerinde ziyaret edilebilir, giriş 18 euro, IAmsterdam kartına %25 iskonto yapılıyor.

Tropen Museum

Dünya kültürlerini içeren bir etnografya müzesi niteliğindeki bu yer 1864’te açılmış. Müze öncelikle Hollanda’nın kolonilerini tanıtmak amacıyla kurulmuş. 1945’te Endenozya’nın bağımsızlığına kavuşmasından sonra kapsam, dünyanın özellikle az gelişmiş bölgelerinin kültürlerine yönelmiş. Müzenin bulunduğu bina ise 1926’da yapılmış. Bugün Müze, 175.000 obje, 155.000 resim, 10.000 çizim, resim ve belgeyle Güneydoğu Asya, Güney Asya, Batı Asya ve Kuzey Afrika, Sahra Afrikası, Latin Amerika ve Karayipler kültürlerini bize tanıtmakta.

Müzik aletleri, kuklalar, maskeler, tekstil malzemeleri serginin parçaları. Müzede Mekke sergisi dikkat çekiciydi. Sergilerden bazıları bu bölgelerdeki cinsel kimliklerle ilgiliydi. Bazı bölümdeki eserler aşırı derecede fallik fallik bakıyordu bize.

Merak ettiyseniz, salı-pazar 10.00-17.00 saatleri arasında ziyaret edebilirsiniz, giriş 16.00 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz. Buraya 14 ve 19 numaralı hatlarla Eerste van Swindenstraat durağında, 3 numaralı tramvayla Linnaeusstraat durağında, 7 numaralı tramvayla Alexanderplein durağında inerek ulaşabilirsiniz.

Madame Tussauds

Balmumu müzelerini hiç sevmem ama bu işin şahikası Madame Tussauds’ya gitmişliğim var. Benim için müzeden daha çok binası ilginç… 1917’de açılan Müzede Hollanda tarihinden kahramanlardan günümüz ikonik isimlerine, hatta çizgi roman kahramanlarına bir çok ünlünün balmumu heykeli görülebilir. Dam Meydanı’nda tüm görkemiyle duran Müze, 10.00-20.00 saatleri arasında gezilebilir, giriş 24.50 euro.

Houseboat Museum

Jordaan’da Prinsengracht kanalına bağlı bulunan 1914 yapımı tekne, 1960’lara kadar kömür, taş taşımacılığında kullanılmış, sonra tekne eve dönüştürülüp müze olarak kullanılmaya başlanmış. Yer sıkıntısı çeken Amsterdam’da yaşam alanı oluşturmak için kullanılan tekne evleri görmeniz için bir fırsat. Bilet parası içinde kahve ikramı da var. Salı-pazar (Kasım-Şubat aylarında cuma-pazar arası) arası 11.00-17.00 saatlerinde gezebileceğiniz müzeye giriş 3,5 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz.

Esnoga

Portekiz Sinagogu, Hollanda’nın Yahudilerle ilgili geçmişinin en önemli simge yeri. İspanya ve Portekiz’deki Yahudi kıyımlarından kaçan Yahudiler 16. yüzyıldan itibaren Amsterdam’a yerleşmişler. 1675’te tamamlanmış Sinagog, o günden beri pek değişmemiş. İber tarzındaki Sinagog, ahşap iç döşemesi ve kalın taş duvar ve sütunlarıyla yalın ama etkileyici bir yapı. Kadınlar bölümü yukarıda ve 12 Yahudi kavmini temsil eden 12 taş sütunla desteklenmekte. Burada haham giysileri, cübbeler, gümüş yemek takımları, şamdanlar ve taçlar da görülebilir. Sinagog girişinin yanında ise, 24 Şubat 1941’de Nazilere karşı işçilerin başlattığı protestoları anmak için yapılan heykel durmakta. Nazilerin Yahudilere karşı uyguladıkları politikalara karşı liman işçilerinin başlattığı protestolar kanlı bir biçimde bastırılmış, bu hareket Nazilere karşı çıkışın bir simgesi olarak kalmış ve De Dokwerker isimli heykelle de ölümsüzleşmiş.

Sinagog pazar-perşembe günlerinde Şubat-Kasım döneminde 10.00-17.00 saatlerinde, Aralık-Ocak döneminde 10.00-16.00 saatlerinde; cuma günlerinde Mart-Ekim döneminde 10.00-16.00 saatlerinde, Kasım-Şubat döneminde 10.00-14.00 saatlerinde ziyaret edilebilir, giriş 17 euro, IAmsterdam kartıyla giriş ücretsiz. Buraya 9 ve 14 numaralı tramvay hattıyla Waterlooplein durağında inilerek ulaşılabilir. Ayrıca 51, 53 ve 54 numaralı metro durağı da kullanılabilir.

Joods Historish Museum

Yahudi tarihi, dini ve kültürüne yönelik Hollanda’daki tek Müze olan Joods Historish Museum, Sinagog’un karşısında yer almakta. Eskiden Yahudi mahallesi olarak bilinen bölgedeki Müzede dini merasimlerde kullanılan eşyalar, gümüş çanak ve taçlar, haham kıyafetleri sergilenmekte. Hem Hollanda’daki Yahudilerin geçmişi hem Yahudilerin geleneklerine bakmak için gidebilirsiniz. Sinagog için alınan biletle ve aynı saatlerde burayı da gezebilirsiniz.

Hollandsche Schouwburg

Hollandsche Schouwburg, 1892-1941 arasında Plantage bölgesinde meşhur bir tiyatro salonuymuş, II. Dünya Savaşı sırasında Naziler tarafından kullanılan bina, bugün bir müze olarak ziyarete açık. II Dünya Savaşı sırasında burası, Hollanda’daki Yahudilerin toplama kamplarına gönderilmeden önce kaldıkları yermiş; yok oluştan önceki son durak yani… O nedenle acısı büyük, yarası taze. Karşısındaki bina ise bir dini okulmuş. Savaş sırasında çocuklar da orada tutulmuş ve din adamları o dönemde bazı çocukları kamplara gönderilmeden buradan kaçırmayı başarabilmişler. Soykırım Müzesi olarak kullanılan binada, bir Yahudi ailesinin mektuplarından oluşturulan sergi ve ölen Yahudiler için bir anıt bulunmakta.

Müze, 2022 yılında yeni yerine taşınacakmış. Burası her gün 11.00-17.00 saatleri arasında gezilebilir, giriş 17 euro, Iamsterdam kartına ücretsiz. Buraya 9 ile 14 numaralı tramvayları ile gelebilirsiniz.

Tulip Museum

1550’lerde Osmanlı İmparatorluğu’ndan gelen lale soğanlarıyla tanışıp 1637’de piyasa çökene kadar tam bir çılgınlığa dönen, bir soğan için malikanelerin el değiştirildiği bir lüks simgesi olan lalenin Amsterdam’daki öyküsünü anlatan bu müze, Princengracht’ta bulunuyor ve girişte lale soğanından lale desenli envai çeşit objenin satıldığı bir mağaza ile hem gezme hem alışveriş imkanı sunuyor. Lale olunca bol Osmanlı göndermesi de var, türbanla lale bağlantısına ve Lale Devrine kadar gidiyor iş. Gitmek isterseniz 10.00-17.00 saatleri arasında 5 euro karşılığı gezebilirsiniz, IAmsterdam kartınız varsa giriş ücretsiz.

Diamant Museum

Rijksmuseum ve Van Gogh Müzesi arasında, Coster Diamonds bünyesindeki bu elmas müzesi, sizi mücevherlerin parıldayan dünyasına götürmekte. Coster Diamonds 1840’dan beri elmas işleme ve ticaretiyle uğraşıyor. Bu müzede, hem sergileme, hem mücevher işleme hem de satış yapılmakta. Daha önceki gezimde gittiğim müzede, bazı şahsiyetler efsaneye dönüşmüş durumda, tabii yaptığı alışverişlerden dolayı. Bizden de Divamız, Bülent Ersoy elmas efsaneleri arasında sayılmıştı. Görmek isterseniz her gün 09.00-17.00 saatlerinde 10 euro giriş ücretiyle ziyaret edebilirsiniz, IAmsterdam kartıyla giriş ücretsiz.

Tassenmuseum

Evet, duramadım bavul, çanta, el çantası müzesine de gittim. Hendrikje Ivo’nun 1960’larda koleksiyonu için ilk çantayı almasıyla başlamış bu serüven, ilk çanta 1820’lere ait kaplumbağa kabuğundan yapılmış içi sedef kakmalı bir çantaymış. Böyle bir başlangıçtan sonra gerisi gelmiş tabii… Önceleri Ivo’nun evinde sergilenen çantalar bugün 5000 obje ile 1600’lerden beri süregelen çanta serüvenine bir ışık tutmakta. Müze, Herengracht üzerindeki 1664’te yapılan bir malikanede yer almakta. Malikane duvarları dönemin havasını yansıtırken sergilenen çantalar ise bazılarımızın pek de tanımadığı bir dünyanın kapılarını açmakta.

Müze 10.00-17.00 saatleri arasında açık ve giriş 13 euro. IAmsterdam kartıyla giriş ücretsiz.

Klederdracht Museum

Hollanda denince akla gelen bir şey de folklorik giysiler oluyor; uçları kıvrık başlıklar, tahta ayakkabılar, renkli elbiseler… Herengracht üzerindeki bu küçük müzede, Hollanda halk giysilerini tanıtılıyor. Sergi resimlerle, videolarla zenginleştirilmiş. Gittiğimde Surinam geleneksel giysileri olan koto ile ilgili bir sergi bulunmaktaydı. 17. yüzyıla ait bir kanal evini gezmenin yanında gerçek halk kıyafetlerini de görmek istiyorsanız her gün 10.00-18.00 saatleri arasında ziyarete edebilirsiniz, giriş 10 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz. Çiçek pazarına 10 dakikalık yürüyüş mesafesinde.

Sex Museum

Amsterdam’a ilk gittiğimde gördüğüm bir müze. Görmemek de imkansız; sanki gelenleri karşılar gibi, Tren İstasyonu’ndan Dam Meydanı’na giderken hemen sağda şehrin simgesiymişçesine yıllardır durmakta. Erotik sanattan hard core pornoya kadar ne ararsan var. Resimler, kartlar, filmler, objeler, fetiş aletleri; fazlaca yalıtılmış bir dünyada yaşıyorsanız pek tavsiye etmem, düşer bayılırsınız… Neredeyse gece gündüz açık, giriş 5 euro… Bıu müzenin bir benzeri de, beklendiği üzere, Red Light bölgesinde Erotic Museum olarak bulunmakta; isim değişik ama olay aynı ve fakat giriş 7 euro.

Hash, Marihuana, Hemp Museum

Malum, Amsterdam’da hafif uyuşturuculara bir müsamaha bulunmakta… Bunun yanında müzesi de mevcut. Afyon ve marihuana hakkında görsel ve yazılı bilgi ve belgelerle süslenmiş müze, Red Light Mahallesi’nde 10.00-22.00 saatlerinde açık, giriş 9 euro. Hemen yanında tohum satış merkezi bulunmakta. Bu müzenin bir benzeri de Dam Meydanı’nda var ama orası daha çok bir satış mağazası gibi.

Torture Museum

Amsterdam’ı ilk gezimde gördüğüm ve bir daha ayak basmadığım bir diğer müze de, işkence müzesi. Singelgracht üzerinde Çiçek Pazarı’nın karşısındaki bu müze, 10.00-23.00 saatlerinde açık ve giriş 7.50 euro. Avrupa’nın en hoşgörülü yerlerinden biri olan Amsterdam’da pek de inandırıcı durmuyor bu müze; zaten içerisi de üçüncü sınıf bir korku filmi setinden geriye kalanlardan oluşturulmuş gibi…

Görmediklerim

Amsterdam müze zengini bir şehir; o küçücük şehrin yarısı müze sanki. Haliyle hepsini gezemedim.

Görmediğim müzeler arasında Maritime Museum aklımda kaldı. İmparatorluğunu ticarete ve deniz gücüne dayandıran bir ülkede donanma müzesi, biraz da tarih müzesi gibidir mutlaka. Merkeze uzak gibi duran bu Müzeye, St Nicolaas Kilisesi’nden kalkan 22 ve 48 sayılı otobüslerle kolayca gidilebiliyor. Kadijksplein’de inip 16 Euro da verince müzedesiniz. IAmsterdam kartıyla ücretsiz tabii. Müze 09.00-17.00 saatleri arasında açık.

Benim ilgimi çekmeyen ama, özellikle çocuklar için ilgi çekici bir yer NEMO; bilim müzesi olarak bilinen yer çocuklara ve çocuk heyecanını yitirmeyenlere öneriliyor ama benim için fen bilimleri zorlu bir alan… Eskiden donanmaya ait, devasa bir gemi gibi duran Müze, her gün 10.00-17.30 saatleri arasında ziyaretinize açık, giriş 17.50 euro. Müze, şehrin eski limanında bulunuyor.

Multatuli Huis Joordan’da 17 yüzyıldan kalma bir kanal evinde Multatuli olarak bilinen yazar Eduard Douwes Dekker’e adanan bir müze. Burası doğduğu evmiş, eşyaları ve hayatına dair ipuçları görülebilir.

Het Schip Michel de Klerk tarafından Brick Ekspresyonizm tarzına uygun yapılan toplu konutlardan oluşmakta; 1919’da açılan ve işçiler için 102 daire barındıran yer 2001’de Amsterdam Okulu Müzesi olmuş.

Amsterdam Heineken Experience

Amsterdam’ın bir başka medarı iftiharı olan Heineken ile bütünleşme yeri; bira nasıl yapılırdan bira nasıl içilire uzanan bir macera için pazartesi-perşembe 10.30-19.30, cuma-pazar 10.30-21.00 saatlerinde ziyaret edebilirsiniz. Giriş 17 euro. Tren İstasyonu’ndan 16, 24, 25 numaralı tramvaylarla gelebilirsiniz ama dönüş nasıl olur, bilemem. Verzetsmuseum ise Plantage bölgesinde bir direniş müzesi; II Dünya Savaşı sırasında yapılan direnişlere bir şapka çıkarma yeri. Artis Hayvanat bahçesinin karşısında. Ayrıca Joordan’daki Geelvinck Pianola Museum, piyanolanın ahenkli öyküsünü anlatmakta ama benim hiç ilgimi çekmedi, zaten sadece cuma-cumartesileri 13.00-17.00 saatleri arasında açık, giriş 9 euro, IAmsterdam kartına ücretsiz. Bir başka ilgimi çekmeyen müze de Pijpenmuseum, yani pipo müzesi; gitmek isterseniz pazartesi-cumartesi 12.00-18.00 saatlerinde gezilebilir, giriş 10 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz. Cobra Modern Art Museum ise Vrij Beelden, Cobra ve Creatie akımlarını izleyen sanatçılarının eserlerinin görülebileceği bir çağdaş sanat müzesi; salı-pazar 11.00-17.00 saatleri arasında gezilebilir, giriş 15 euro. Ancak ulaşmak için Conexxion otobüsleri ile Amstelveen’e gitmeniz gerekiyor.

Leidesplein’de Gazino Holland’ın arkasındaki Max Euweplein’deki Chess Museum, Nazi döneminde işkence yeri ve hapishane olarak kullanılan bir binada kurulmuş ve hem satranç tarihine hem de Hollandalı satranç şampiyonu Max Euwe’nin hayatına değinmekte; salı-cuma 12.00-16.00 saatlerinde gezilebilir, giriş ücretsiz. Amsterdam deyince akla gelen bir şey de peynir; her şeyin müzesi olur da Amsterdam’da peynir müzesi olmaz mı; var tabii.

Anna Frank’ın evinin hemen yakınındaki Amsterdam Cheese Museum, Gouda, Edam, Leyden, Leerman, Maasdam, Maaslander gibi çeşitleri olan Hollanda peynirlerini yakından tanımamıza olanak sağlıyor. 09.00-21.00 saatlerinde açık olan müzeye giriş ücretsiz. Stadsarchief ise, şehire ait belgelerin arşivlendiği bir yer. Çiçek pazarının arkasında, meşhur De Bazel binasında bulunan şehir arşivleri arasında Darwin ve Mahatma Gandhi’nin mektuplarından 18. yüzyılda yeni kurulan Amerika Birleşik Devletleri ile yapılan ticari anlaşmaya kadar bir çok ilginç belge bulunmaktaymış. Arşiv, salı-cuma 10.00-17.00, cumartesi-pazar 12.00-17.00 arası ziyarete açık, giriş 7.50 euro, IAmsterdam kartına ücretsiz. Bir diğer ilginç müze ise Embassy of Free Mind; 1622’de Hendrick de Keyser tarafından Keizersgracht üzerinde yapılan ve şehrin zengin tüccarlarından de Geer aileinin yaşadığı bu malikanede, Amsterdam evlerinin en iyi örneklerinden…

Burası 2017’de Dan Brown tarafından açılmış; kütüphane ve özgür tartışma ortamı sağlanan bir yermiş. Çarşamba-cumartesi 10.00-17.00 saatleri arasında gezilebilir. Bodyworlds ise Damrak üzerinde, kasların nasıl çalıştığını insan maketleri üzerinde gösteren bir gösteri merkezi; Pazar-cuma 09.00-20.00, cumartesi 09.00-22.00 saatleri arasında gezilebilir, giriş 20.50 euro, başka turistik atraksiyonlarla kombine bilet satışları mevcut. Bu arada her Kasım ilk cumartesi, müze gecesi düzenleniyor ve müzeler bir eğlence merkezine dönüşüyormuş; bir konserle başlayan gece, katılan müzelerin sunduğu programlarla devam ediyormuş. Müzik, dans, konser, yemek, içmek, türlü eğlencelerle devam eden programlar 19.00’dan ertesi gün 14.00’ye kadar sürüyormuş. Hem müze gezip hem eğlenmek için önceden yer ayırtmanız gerekiyormuş.

Kiliseler
Müzeler yanında bir şehrin hikayesini anlamak için dini ve anıtsal yapılara bakmak gerektiğini düşünüyorum. Amsterdam bu konuda zengin…

Oude Kerk

Red Light Mahallesi’ndeki Eski Kilise, Amsterdam’ın en eski binası; 1213’te ahşap olarak yapılmış, 1306’da taştan yapılıp Piskopas Aziz Nicolas tarafından kutsanmış. Kilise, Amsterdam’ın tarihi arşivi gibi; bir çok bilim adamı, şair, ressam, politikacının mezarını barındırmakta. Aslında Amsterdam Mucizesi de bir zamanlar burada saklanmaktaymış; 1345’lerde ölmekte olan bir adam kendisine verilen kutsal ekmeği yutamamış ve ekmek ateşe atıldığı halde yanmamış. Mucize bu. Ekmek de saklanmış, taa ki Kilise 1578’deki Alerasyon döneminde Katolik kilisesi olmaktan çıkıp Kalvinist olduğu döneme kadar, o arada kaybolmuş. Rembrant, bu kiliseyi sık sık ziyaret edermiş ve çocuklarını da burada vaftiz ettirmiş. Kilise, eskiden mahallenin toplanıp sosyalleştiği, el ürünlerini sattığı, evsizlerin barındığı bir yermiş. Bir çok yangın ve tahribat yaşayan kilise 1566’da yağmalanmış, bir tek tavan süslemeleri bu yağmadan kurtulmuş. Avrupa’daki en geniş ahşap tonozlu kilise olma özelliğini taşıyan kilisede artık ahşap tonozu, süslemeleri, gotik taş işçiliğini pek göremiyorsunuz. Neyse ki daha önceki gezilerimde içini görmüştüm ama Red Light Mahallesi’nin nadide süsü olan bu Kilise, artık sanat eserlerine, enstalasyonlara ev sahipliği yapmakta.

Bu sefer gittiğimde bir enstalasyon vardı; yapının içi zifiri karanlıktı, sadece tavandan sarkan ve mum ışığıyla aydınlatılan avizeler ile çevreye döşenmiş kum torbalar görünüyordu. Artık sanatçı bu eseriyle ne demek istedi bilemedim ama bence, Kilisenin zaman içinde zenginleşen taş oymaları, iç dekorasyonu enstalasyona kurban edilmiş, bir şey seçilmiyordu. Kilisenin hemen önünde, kaldırıma monte edilmiş metal levha ise kiliseden çok bölgenin ruhuna uygundu.

Kilise pazartesi-cumartesi 10.00-18.00, pazar 13.00-17.30 saatlerinde ziyarete açık, giriş 15 euro, sergi varsa 3 euro fazla alınıyor, IAmsterdam kartıyla giriş ücreti alınmıyor ama o muhteşem karanlığı görmek için 3 euro ödedim.

Nieuwe Kerk

1380’lerde Oude Kerk’in yetersiz kalması üzerine yapılan kilise, bugünkü haline 1650’lerde ulaşmış. 1814’ten beri Hollanda kraliyetinin taç giydiği yer olan kilise, şimdilerde sergilere ev sahipliği yapmakta.

Şu anda Surinam hakkında bir serginin yer aldığı kilisenin, sergi izin verdiği ölçüde vitray pencerelerine, 15 yüzyılda yapılan gösterişli vaiz kürsüsüne göz atın. Kilisede ayrıca Messina’da Fransızlarla savaşırken ölen Amiral Michelde Ruyer’in mezar süslemeleri de dikkate değer. Giriş 10 euro ama IAmsterdam kartına ücretsiz.

Basiliek van de Heilige Nicolaas

Amsterdam’da tren istasyonundan çıktığınızda belki de ilk göreceğiniz yapı bu muhteşem Katolik kilisesi olacaktır. İstasyonun hemen solunda bulunan bu devasa kilise, 19 yüzyıl ortalarında Neo Barok ve Neo Rönesans tarzları harmanlanarak yapılmış. Ön cephedeki iki kulesi, vitraylı yuvarlak penceresi, barok kubbesi, Aziz Nicolas’ın Bart van Hove yorumuyla heykeli kiliseye etkileyici bir görünüm kazandırmakta. Kilise, pazartesi ile cumartesi 13.00-15.00, salı- cuma günleri 13.00-16.00 saatlerinde ziyarete açık, giriş ücretsiz.

Zuiderkerk

1603’te yapılan Rönesans tarzdaki Protestan kilisesi, soğan kubbesi, saatleri, kulesiyle dikkatinizi çekecektir. Şehir siluetinin önemli bir parçası olan ve 1929’a kadar hizmet veren Nieuwmarkt bölgesindeki kilise içinde, Hendrick de Keyser’in, Rembrant’ın iki çocuğunun ve Rembrant’ın en ünlü öğrencilerinden Ferdinand Bol’ün mezarı bulunmakta. Kilisenin yansıdığı Groenburgwal Kanalı, Amsterdam’da çekeceğiniz resimleriniz için en şahane fon oluşturan bir nokta; Monet’de öyle düşünmüş olmalı ki, buranın resmini yapmış, 12 defa… Bugün ise Kilise, toplum için faydalı işler yapan Hollandalı ünlü şahsiyetler için bir anı duvarına ve muhtelif sergilere ev sahipliği yapmakta.

De Krijtberg

Singel Kanalı’na bakan bu Neo Gotik Kilise, 1883’de bir Cizvit şapelinin üzerine yapılmıştır. Katolik Kilise, üzerinde kurulu evlerden birinin sahibinin tebeşir tüccarı olması nedeniyle tebeşir tepesi olarak da bilinmekte. Sivri kuleleri, vitray pencereleri ile dikkat çekici bir dış görünüşe sahip olan kilisenin içi parlak renkli duvarları, heykeller ile göz alıcı.

De Papegaai Kerk

Aziz Peter ve Paul’e adanan bu kiliseye papağan kilisesinin denme nedeni, Aletrasyon döneminde Katoliklerin açıkça ibadet edemedikleri günlerde, bu kilisesin bir kuş eğitmeninin bahçesinde gizlice açılmasıymış. Kalverstraat’ın karmaşası içinde Neo Gotik cephesiyle dikkatinizi çekecektir.

Wester Kerk

1631’de tamamlanan Hollanda Rönesansı tarzındaki bu kilise Anna Frank’ın evinin yakınında. Protestan kilisesi olarak yapılan ilk kiliselerden olan bir yapı. 86 metrelik kulesiyle her yerden görebileceğiniz, 51 çanını her taraftan duyabileceğiniz kilisenin dış cephesi ne kadar çekiciyse içi o kadar sade ama hemen yanındaki Anna Frank heykelini görmek için bile buraya gitmeye değer (Gerçi aynı heykel Amsterdam Müzesinde de bulunmakta).

Sant Egidio Kerk

Musa ve Harun Kilisesi olarak da bilinen Waterlooplein Meydanı’nın köşesindeki bu bembeyaz neoklasik tarzdaki kiliseyi hiç açık göremediğim için içini gezemedim. Alterasyon döneminde burada Musa isimli bir gizli kilise varmış, daha sonra buraya Harun diye adlandırılan bir bölme eklenmiş. Nihayetinde 1841’de bugünkü kilise açılmış ve 1970’da Kültürel Miras Anıtı olarak kabul edilmiş.

Posthornkerk

Haarlem bölgesindeki Neo Gotik havalı bu kilise, 1860’da yapılmış. Dar bir alanda dik bir şekilde yükselen bina gayet etkileyici ama içini göremedim. Bugün kilise farklı etkinlikler için kiralanmaktaymış.

Sint Olofs Kapel

1440’larda yapılan Norveç Kralı Olof’a adanan bu şapel, yüzyıllar içinde yanmış, yıkılmış, tadilatta geçmiş ama ne yapılsa olmamış ki kapıları hep kapalı. St Nicolaas Kilisesi’nin arkasında pek de dikkati çekmeyen bu şapelin önünden geçerken ön cephe taş süslemelerine göz atabilirsiniz.

Muiderkerk

Tropenmuseum ve Oosterpark’ın karşısında yer alan 1892 yapımı Protestan kilisesi, bugün hem kilise hem Kraliyet Tropik Enstitüsü’nün bir bölümü olarak kullanılmaktaymış.

Dominicuskerk

Spuistraat üzerindeki bu devasa kilise, 1882’de eski bir Dominikyen kilisenin üzerine yapılmış. Pierre Cuypers tarafından yapılan kilise, bugün kilise olma yanında dini ve dünya müziği konserlerine de ev sahipliği yapmaktaymış.

Koepelkerk

1671’de yapılan ve Rönesans tarzıyla ve muhteşem kubbesiyle dikkat çeken bu kilise, bugün düğünlere, özel davetlere, konferanslara ev sahipliği yapmaktaymış.

Norderkerk

Joordan’ın kuzeyinde yer alan bu kilise 1623’te tamamlanmış. Kilisenin yapısı haç şeklinde olup Rönenans ve Protestanlığı birleştiren bir tarza sahipmiş. Hiç açık göremediğimden içini göremedim.

Simge Yapılar, Anıtlar, Parklar 

Koninklijk Paleis

Dam Meydanı’nda bulunan ve Hollanda kraliyet ailesi tarafından resmi törenlerde kullanılan yapı, aslında belediye meclisi olarak 1648’de inşa edilmiş. Napoleon 1806’da Hollanda krallığı kurup başına da kardeşi Louis Bonaparte’ı geçirince burası saray olarak kullanılmaya başlanmış. Daha sonra Fransız hakimiyetiyle Fransız vali Charles François Lebrun’yu konuk eden saray, Kral I William ile tekrar asıl sahiplerine dönmüş. Eh, bir kere saray olmuş, tekrar meclis günlerine dönülmemiş ve sürekli kraliyet ailesinin sarayı olarak kullanılmış. 13 bin’den fazla kazıkla desteklenen ve klasik tarzda tasarlanan muhteşem binanın dış cephesindeki heykeller ve arka çatısındaki 6 metrelik devasa atlas heykeli dikkatinizi çekecektir.

İçeride özellikle Burgelzaal denen yurttaşlar salonunda büyüleneceksiniz. İki dünya haritasının süslediği mermer yer döşemesi ve dünyayı yüklenen atlas heykeli özellikle dikkat çekici. Salondaki Rembrant’ın öğrencileri Govert Flinck ve Ferdinand Bol’un eserleri de sarayın nadide süslerinden. Ayrıca Pieter de Hooch eserleri de Amsterdam’dan sahneler sunmakta. Ana salonu çevreleyen yan odalarda Napoleon zamanından kalma mobilyalarla döşenmiş bölmeler ziyarete açık. Saray her gün 10.00-17.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir, giriş 10 euro, IAmsterdam kartı burada geçerli değil.

Waag

Amsterdam’ın en eski binalarından biri olan ve şehri çevreleyen kalenin sınır kulelerinden biri olarak 1488 yılında yapılan şato benzeri yapı, bugün bir lokantaya ev sahipliği yapmakta. Nieuwmarkt Meydanı’ndaki yapı, o dönemde idamların da gerçekleştirildiği bir yermiş. 1617’de tartı evine dönüşen binada 1619’da cerrahlar loncası anatomi salonu elde etmişler. Hatta Rembrant’a Dr.Deijman’ın Anatomi Dersi tablosunu bu lonca ısmarlamış. 19 yüzyılda itfaiye olarak kullanılan bina, bugün Amsterdam’ın eğlence mekanlarının ortasında hoş bir görüntü sunmakta.

Schreierstoren

1487’de kent duvarının bir bölümü olarak yapılan kule,17. yüzyılda şehrin genişlemesi sırasında yıkılmayan birkaç kuleden biri. Bugün denizcilik eşyaları satan bir yere ev sahipliği yapmakta olan kule, ağıtçılar ismini, denize açılan kocalarını uğurlamaya gelen kadınların ağıtlarından almaktaymış. Henry Hudson, 1609’da Doğu Antiller’e giden yolu bulmak için buradan denize açılmış, ancak bulduğu Kuzey Amerika’da hala onun adını taşıyan Hudson Nehri olmuş.

Montelbaanstoren

Oudeschans kıyısında 1516’da surların bir parçası olarak yapılan 48 metrelik kule, eskiden denizcilerin denize açılmadan önce toplandıkları yermiş. Bugün su idaresinin binası olarak işletilmekteymiş.

Munttoren

Orta Çağ’dan kalma sur kapılarından Regulierspoort’un bir bölümünü oluşturan yerde, 1620’de Rönesans tarzında yapılan kule, adını 1673’teki Fransız işgali sırasında darphanenin buraya taşınmasından almış olup çan kulesi ve saatler 1619’da eklenmiş. Amstel nehri ile Singel Kanalı’nın kesiştiği yerde bulunan kulenin altında Delft seramikleriyle göz dolduran bir hediyelik dükkan bulunmakta. Çiçek pazarının bir ucu buraya dayanmakta.

Lookout

Eğer aziz Amsterdam’a bir tepeden olmasa da yüksek bir noktadan bakmak isterseniz, Ij nehrinin karşı kıyısında Tren İstasyonu’nun karşısındaki gökdelen mükemmel bir fırsat. İstasyonun arkasındaki iskeleden ücretsiz feribotlarla karşı kıyıya geçerseniz, bu gökdelenin tepesine çıkabilir, içkinizi yudumlar, yemeğinizi yerken müthiş bir Amsterdam manzarasını seyredebilirsiniz. Hatta çatıdaAmsterdam manzaralı salıncak keyfi yaşayabilirsiniz; biraz cesaret istese de, şimdiye kadar kötü bir deneyim yaşanmamış. Giriş 14.50 euro, online biletler 13 euro, IAmsterdam kartıyla ücretsiz. Eğer atıştırmalık veya içecek bir şeyler isterseniz fiyatlar ona göre artıyor ama yukarıda parasıyla da istediğinizi alabilirsiniz.

Kanal turu, Heineken Experience gibi diğer şehir atraksiyonlarıyla birlikte kombine biletleri de bulunmakta. Salıncak ise 5 euro. Hergün 10.00-22.00 saatleri arasında açık. Zamanınız varsa, mutlaka…

Artis/Micropia-Zoo

27 tarihi binadan oluşan Artis, çeşitli müzeleri, kütüphaneleri, hayvanat bahçesini kapsamakta. Micropia, mikroplar dünyasına bir bakış sunuyor. Ortamları sağlanarak üretilmiş mikroplar, mikroskoplar altında inceleniyor. Ayrıca bir tarama cihazından üzerinizdeki mikrop dağılımı gösteren bir bölüm de var. Meğer tam bir mikrop yuvasıymışım; üzerimde 171 milyar mikrop bulunmaktaymış… Aynı bölümde hayvanat bahçesi de bulunmakta; yerde gökte ne ararsanız orada da var işte. Artis-Microbia 09.00-17.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir, ikisi birlikte 30.50 euro, microbia 16.00 euro, artis 24.00 euro. IAmsterdam kartıyla giriş ücretsiz. Buraya 9 ile 14 numaralı tramvayları kullanıp Plantage Kerklaan durağında inerek ulaşabilirsiniz.

Hortus Botanicus

Plantage bölgesinde dünyanın en eski botanik bahçelerinden biri olan Hortus Botanicus, 17 yüzyıla dayanan bir geçmişe sahip. Ekvatordan çöllere, türlü ortamlara ait bitki çeşidi sizi şehrin ortasında bir cennete götürecek. Seralar ve dış ortamlarda türlü türlü bitki ortamında kahvenizi yudumlamak isterseniz çok güzel de bir kafesi mevcut. Burası her gün 10.00-17.00 saatleri arasında ziyarete açık, giriş 9.75 euro. IAmsterdam kartıyla giriş ücretsiz. 14 numaralı tramvayla gelip Visserplein durağında inerek ulaşabilirsiniz. Ayrıca 51, 53, 54 numaralı metro hatları, 287 numaralı otobüs ile de buraya ulaşabilirsiniz.

Fo Guang Shan

St Nicolaas Kilisesi’nin arka tarafına düşen Çin Mahallesinde bulunan bu Budist Tapınağı, o karmaşanın içinde huzur arayan ruhlara pazartesi hariç her gün 17.00’ye kadar kapılarını açık tutuyor.

Magna Plaza

1895-1899 yılları arasında Noe Gotik ve Neo Rönesans tarzda yapılan bu muhteşem bina önceleri postane olarak kullanılmışsa da bugün hareketli bir alışveriş merkezi. Bu demektir ki şehrin merkezindeki bu yere mutlaka yolunuz düşecektir.

Nationaal Monument

Amsterdam sokakları heykellerle, anıtlarla süslü bir kent ama bunların içinde en önemlisi Dam Meydanı’na bakan anıt. II Dünya Savaşında kaybedilenlere atfedilen ulusal anıt, 1956’da açılmış. Şehrin ana buluşma noktası, Amsterdam’ın kalbi. Koninklijk Paleis, Nieuwe Kerk, Madame Tussauds Müzesine bakan Anıt’ın arkasında ise lüks oteller ve alışveriş merkezleri var.

Homomonument

Keizergracht kıyısındaki bu pembe mermerden üçgenden oluşan anıt, cinsel kimliklerinden dolayı hayatını kaybeden, eziyet çeken gey ve lezbiyenler için 1987’de açılmış, Westerkerk’in hemen önünde.

Station Amsterdam Centraal

Yol tariflerinde ana kalkış noktası aldığımız ve her gezginin Amsterdam’a geldiğinde ilk tanıştığı Merkezi Tren İstasyonu 1889’da açılmış. Binanın ön cephesinde şehrin tarihçesine göndermeler yapan altın yaldız süslemeler ister istemez dikkatleri çekiyor. Neo Klasik tarzdaki bu muhteşem bina, her ne kadar insanı büyülese de, yankesicilerin en yoğun olduğu bir bölge olduğu için bu büyüden bir kabusla uyanmamak için buralarda fazla oyalanmamanızı öneririm.

Arsenaal

Yahudi Müzesi’nin karşısında yer alan Arsenaal 1613’te depo olarak yapılmış binalar topluluğu olup bugün Mimarlık Akademisi’ne aitmiş. Burası 1808’e kadar yağ ve tahıl deposu olarak, bu tarihten sonra da silah deposu olarak kullanılmış.

Beurs van Berlage

1903’te borsa binası olarak yapılan bina, sert ve keskin hatlarıyla ve devasa boyutuyla Damrak üzerinde gözünüze çarpacaktır; bugün konserler, sanat etkinlikleri için kullanılmakta. Ayrıca Hollanda Filarmoni Orkestrası’nın da yeri. İçeri girerseniz insanoğlunun Adem’den borsacıya evrilmesinin freskolarla anlatılışını görebilirsiniz.

Köprüler-Magereburg

Amsterdam deyince kanallar ve kanallarla birlikte köprüler baş rolü kapmakta. Şehirdeki yaklaşık 1280 köprünün arasında ise Magereburg en ilginçlerinden. Amstel üzerindeki bu küçük köprünün ilk hali 1670’lere gitmekte. 1871’de genişletilen köprü 20 dakikada bir teknelerin geçmesi için açılmaktaymış. Köprü bir de rivayete sahip; köprünün altından geçerken kimi öpersen hayatının aşkı oluyormuş, hadi bakalım buseleri hazırlayın. Ayrıca Reguliersgracht üzerindeki 7 köprü de turistik heyecanlardan biri; efendim arka arkaya sıralanan 7 köprü öyle bir noktadan bakılınca arka arkaya görülüyor ve biz bunu yakalayınca turistik bir heyecan duyuyoruz. Kanal gezisi yaparsanız gözünüze gözünüze sokacaklar.

American Hotel-Europe Hotel

Amsterdam’ın en sükseli otellerinden olan Leidesplein’daki American Hotel ile Amstel kıyısındaki Europe Hotel dikkatinizi çekecek yapılardan. 1900 yapımı Art Deco tarzı American Hotel Milli Miras Listesine alınmış. Europe Hotel’de gerek manzarası gerekse binasıyla şehrin süslerinden.

Stadsschouwburg- Koninklijk Concertgebouw

Leidesplein’deki tiyatro salonu ile Museumplein’deki konser salonu binaları da ilginizi hak ediyor. Leidesplein’daki 1894 yapımı Neo Rönesans tarzdaki Stadsschouwburg, Amsterdam’da16 yüzyıldan beri süregelen tiyatro serüveninin bugünkü adresi, tabii şehir tiyatrosu olarak, yoksa şehirde onlarca özel tiyatro bulunmakta.

Concertgebouw 1888’de açılan ve bugün Boston ve Viyana ile birlikte en iyi konser salonu olarak kabul gören bir yer. Büyük ve küçük salon olmak üzere ayrılan bölümlerde, klasik müzik yanında The Who, Led Zeppelin, Pink Floyd gibi gruplar da sahne almış. Dünya müziğinin de yer bulduğu konser salonunda 1999’da Sezen Aksu’da bir konser vermişti. Ben Concertgebouw’da yılbaşı konseri izleme fırsatı buldum. Geziniz sırasında denk gelirseniz, internetten veya 13.00 sonrası gişeden bilet alabiliyorsunuz. Çarşambaları 12.30’da ücretsiz konser verilmekte.

Parklar

Amsterdam yemyeşil bir şehir, parklarla bahçelerle dolu. En ünlü parkı ise Leidesplein ile Museumplein arasındaki Vondelpark. İsmini yazar Joost van den Vondel’den alan ve 1865’te açılan park, şehrin en önemli dinlenme yeri. İçinde gül bahçeleri, mavi çay evi, müzik evi, açık hava tiyatrosu bulunan park, gezileriniz arasında durup dinlenmek için ideal bir yer. Vondelpark, şehrin en merkezi parklarından ama bunun yanında Beatrixpark, Krankendael, Sarphatipark, Amstelpark ve Ossterpark da diğer park seçenekleri arasında.

Park kadar şenlikli Bloemenmarkt’a da değinmekte fayda var. Singel üzerinde, Muntplein ile Koningsplein arasındaki bu yer, artık yüzmese de su üstünde olup bir zamanlar insanların kayıkla gelip öteberilerini sattıkları bir alanmış. Bugün envai çeşit çiçeklerin, çiçek tohumu ve soğanlarının, hediyelik eşyaların satıldığı bir yer. Etrafı da renkli dükkanlar ve kafelere ev sahipliği yapmakta.

Bölgeler

Amsterdam küçük bir şehir ama yine de şehri tanımamız için bölgelerine göz atmamızda fayda var. Merkez Tren İstasyonu’nun bulunduğu bölge Nieuwe Zijde; tüm Damrak’ı içine almakta. Gidiş yönümüze göre hemen solu ise Oude Zijde, şehrin en eski kısmı, Red Light falan burada. Sola doğru ise Plantage yer almakta… Gidiş yönüne göre sağımızda ise Batı Kanal-Orta Kanal ve Doğu Kanal bölgeleri bulunmakta. Yarım daire şeklinde gelişen şehir de Doğu Kanal Bölgesi Plantage ile komşu oluyor. Bizi ilgilendiren bir bölge de Orta Kanal ve Doğu Kanal bölgesine sırtını dayamış Museumplein bölgesi. Şimdi bu bölgelerde dolaşıp önemli noktalara değinelim.

Damrak-Dam Meydanı

Tren istasyonundan başlayıp Dam Meydanı’na kadar ulaşan bölge, Amsterdam’ın kısa bir özeti sanki. Şehrin alışveriş merkezi, dünya mutfağından türlü seçkilerin kendine yer bulduğu, her türlü eğlencenin görüldüğü, kafeleri, barları, otelleri, kahve dükkanları, Seks Müzesi’nden Kraliyet Sarayı’na kadar her türlü ziyaret noktasıyla herkesin defalarca yolunun geçeceği bir yer. Şehrin en lüks alışveriş merkezlerinden turistik eşya satan yerlere kadar ne ararsanız var. Damrak boyunca, şehrin tarihine tanık olan Hollanda tarzı evlerin de en iyi örneklerini görebileceksiniz; bu malikaneler gerek dönemin en pahalı randevu evlerini gerekse kralları, valileri konuk etmişler. Ayrıca dönemin izlerini de taşımakta… Özellikle yapı biçimleri dönemin modasını yansıtıyormuş. Mesela huni çatı alınlıkları en eski yapılarmış, sonra merdiven ve çan şeklinde çatı alınlıkları görülmüş.

Ayrıca çatılardaki levhalar ve resimler, ev sahibinin mesleğini göstermekteymiş. Bu arada merkezde yer darlığı nedeniyle ev cepheleri 6 metreyi geçemezmiş ama içeri doğru derinlikte bir sınırlama yokmuş; bu nedenle zenginler yan yana iki tane ev yaptırıp arka tarafta evler birleştiriyormuş, yan yana ikiz evlerin sırrı da buymuş. 17 yüzyılda malikanelerin içi ise dönemin modasına uygun olarak 16. Louis dönemine ait mobilyalar, Türk halıları, İran ipeklileri ile döşenirmiş. Hollanda tarihinin aktığı Dam Meydanı bugün insanların buluşma, şikayeti olanların protestolarını yaptığı yer. Son gittiğimde her Allahın gecesi, sarı-kırmızı-yeşil renkli bayraklar taşıyan gruplarca Türkiye protesto ediliyordu.

Başta Koninklijk Paleis, Nieuwe Kerk, Madame Tussauds Sarayı olmak üzere yapılarıyla, anıtlarıyla lüks otel ve alışveriş merkezleriyle ve hiç eksilmeyen esrar kokusuyla mutlaka yolunuzun geçeceği bir yer.

Waterlooplein

Damrak Bulvarı bitiminde Rokin’den sonra muhteşem Europe Hotel ile başlayıp Amstel’in karşı yakasında yoğunlaşan bölgenin en ünlü yanı, Hollanda’nın en büyük bit pazarı. Ne ararsanız var, vintage parçalardan iç çamaşırına kadar… Kırmızı Belediye Binası, Stopera binası, Sant Egidio Kerk meydanın diğer öne çıkan yerleri. Stopera’da her salı 12.30-13.00 arası ücretsiz konserler verilmekte. Meydanın hemen arkasında Rembrant Huis, yan tarafında Hermitage Museum ve Sant Egidio Kilisesi’nin karşısına gelen meydanda Sinagog bulunmakta. Megareburg Köprüsü de burada.

Burası, Amstel’e bakan tarafı Amsterdam’da en güzel resimleri çekebileceğiniz bir nokta. Meydanın Amstel’e bakan kıyısındaki Yahudi direnişi için yapılan heykel ise, bu güzelliklerin arkasında yatan acıların sessiz bir simgesi gibi.

Jordaan

17. yüzyılda yoksul ve göçmenlerin yerleştiği bölge 19. yüzyılda işçilerin yaşadığı bir alan olmuş. Üç kanalın birleştiği bölge olan Jordaan şimdilerde Amsterdam’ın en bohem yerlerinden biri.Turistler için de ilgi çekici. Burası Amsterdam geleneksel müziğinin de doğduğu yermiş, zaten bu müziği yapan Johnny Jordan ve diğerlerinin heykelleri karşılayacak sizi.

Anna Frank’ın Evi olmak üzere bir çok ziyaret edilecek yer var. Şık kafeleri, sanat galerileri, butik dükkanları, dünya mutfağından türlü lokantaları, daracık sokakları, renkli havasıyla mutlaka uğrayacağınız yerlerden. Ayrıca hatırı sayılır büyüklükte bir antika pazarı da burada yer almakta.

Rembrantplein

Lokantaları, pubları, kafeleri ile özellikle geceleri dağıtmak için uğrayacağınız bir yer Rembrantplein. Merkezdeki küçük parkta, Rembrant’ın ‘Gece Devriyesi’ resmi heykellerle canlandırılmış; sırf bunun için bile gitmeye değer. Meydanda bir kafede oturun, bırakın bütün Amsterdam önünüzden geçsin, tam seyirlik bir mekan. Mücevheratçılar, sinemalar, şık lokantalar, eğlence mekanları ve hediyelik eşya satan dükkanlarla süslü bölge geleneksel Hollanda havalarından en tekno tınılara kadar her türlü sesin, soluğun duyulabileceği bir yer. Amsterdam’ın gece hayatının en önemli duraklarından birisi de burası. Buraya 4, 14 tramvay hatlarıyla, 285-287-289-291-293 otobüs hatlarıyla ulaşabilirsiniz.

Leidseplein

Amsterdam’ın bir başka önemli noktası da Leidesplein. Çiçek pazarının bir ucu olan Koningsplein’dan başlayan Leidestaat boyunca hem alışveriş yapıp hem türlü lezzetlerden tadarak ilerlerseniz American Hotel ve Stadsschouwburg’un taçlandırdığı meydana varacaksınız. Sokak kafelerinden lüks lokantalara, tiyatrolardan gece klüplerine günün her saati için muhtelif eğlenceler sunan bir yer. Leidesplein yanındaki Max Euweplein ise şık ve ışıltılı kumarhanesi Casino Holland yanında lokantası ve satranç müzesi ile öne çıkıyor. Volenpark’ta hemen yakında. Ayrıca Amsterdam’ın gece hayatına damgasını vuran Paradiso ve Melkweg’de burada. Her ne kadar yürüme mesafesi olsa da buraya 2,11,12 tramvay hatlarıyla, 282-283-284-288-N47-N57-N97 otobüs hatlarıyla ulaşabilirsiniz.

Museumplein

Leidesplein’den devam ederseniz Amsterdam’ın müze bölgesine varacaksınız. Amsterdam’ın en önemli müzelerinden Rijksmuseum, Van Gogh Museum ve Stedelijk Museum burada. Elmas müzesi Diamant Museum ile modern sanat müzesi Moco Museum’da aynı meydanda. Alanın diğer ucunda ise Concert Gebouw yer alıyor. Entel gezginler buraya… Müzelerin ortasında geniş bir park, paten sahası ve geniş bir kafeterya yer almakta. 12 numaralı tramvay hattı ile 288-N47-N57-N97 numaralı otobüs hatları buraya gelmekte.

Yeme İçme
Amsterdam dünya lezzetlerinin her türünün kendine yer bulduğu bir yer. Hollanda mutfağı olarak patates, bezelye, et falan dışında pek bir şey olmadığından ister istemez başka mutfaklar bu boşluğu doldurmuş.

Amsterdam’da kahvaltıda, pancake çok önemli, Hollanda tarzı falan deniyor ama ben farkı bilemedim. Bu durum da Hollanda mutfağı hakkında fikir verebilir; en büyük olayı pancake… Eğer sizde pancake yiyecekseniz hemen her yer yapıyor ama Pancakes Amsterdam isimli bir zincir dükkan neredeyse neli isterseniz yapıyor, domuz pastırmalısından orman meyvelisine… Amsterdam’da 4 yerleri var, ben Prins Hendrickkade 48 adresindeki yerlerini denedim. Kahvaltı için tercih edeceğiniz yiyecek omlet ise bunun içinde Omeleggs var, yine çok çeşitli hazırlanıyor. St Nicolaas Kilisesi’nin arkasındaki sokaktaki yerlerinde denedim. Pancake ya da omlet yerine peynirdi şarküteriydi, daha Fransız bir şeyler isterseniz Martelaarsgracht civarındaki Niemeijer uygun. Daha şatafatlı bir kahvaltı içinse aynı yerdeki Wyers önerilebilir.

Amsterdam’da ünlü olan ringa balığı; atıştırmalık olarak da lokantalarda da yiyebilirsiniz, salamura şeklinde yiyebileceğiniz herring büfeleri sokak başlarında mevcut… Ve tabii patates kızartması. Ayak üstü atıştırmalıklar arasında sayılan patatesi en iyi yaptığını iddia eden yer ise Damrak üzerindeki Mannekenpis… Bizim kumpir tarzında patates ise Jackets baked potato’da… Spui’deki Van stapele ise nefis kurabiyeleriyle önerebileceğim bir yer; siyah çikolata ile yapılmış kurabiyeler, türünün en mükemmel örneklerinden.

Hollanda mutfağının pek göz doldurucu olmadığından bahsettik ama illa Hollanda mutfağı diyorsanız bu konuda ilk akla gelen yer, beş sinek anlamına gelen D’Vijff Vieghen… Spui’deki bu lokanta ünlü ve pahalı. Hollanda mutfağı konusunda Kalverstraat’daki De Rosenboom’da daha makul bir seçenek olarak düşünülebilir. Yine Spui’deki Restaurant Haesje Claes de Hollanda mutfağına ağırlık veren bir lokanta.

Başka ülkelerin mutfağı deyince de Endonezya mutfağı Amsterdam’da oldukça yaygın. Bu konuda ben Wau’yu denedim. Suşi tercih ederseniz Sumo, zincir lokantalardan ve menüleriyle tıka basa doyuyorsunuz. Özellikle Çin Mahallesinde Çin lokantaları yaygın. Bunlar arasında Kam Yin, hem makul fiyatlarıyla hem çeşitli menülerle tercih edilebilecek yer. Ayrıca Çin mutfağı için Damstraat’daki Golden Chopstick üç katta verdiği hizmetle öne çıkan bir yer.

Deniz ürünleri tercih ediyorsanız size gönül rahatlığıyla önerebileceğim yer Mr Crab… Spui civarındaki bu lokanta, hem çeşit hem lezzet olarak gayet tatmin edici, fiyat da fena değil.

İlla Türk yemekleri diyorsanız, Simit Dünyası neredeyse her yerde. Ama Joordan’daki Divan Türk mutfağının en seçkin örnekleriyle sizi daha çok tatmin edebilir. Söylemeye gerek yok; neredeyse her mahallede adında ‘İstanbul’ geçen dönerciler mevcut.

Tren İstasyonu çevresindeki Cafe de Ster ve Cafe Karpershoek, geleneksel Amsterdam kafelerinin iyi örneklerinden. Bu açıdan Rembrant Meydanı’ndaki kafelerin de haklı bir ünü var. Tren İstasyonunun arkasında dillere destan manzaralı kütüphanenin hemen önünde, nehrin üzerindeki Çin tapınağı kılıklı binada ise dünya mutfağının her türlü örneğini deneyebilirsiniz.

Waterlooplein civarındaki Neuwe Doolen Straat’taki Cafe de Jaren, mutlaka uğramanız gereken bir yer. Öğrencilerden turistlere herkesin beğeneceği bir şeyler bulabileceği kafe, hem çeşitleri hem manzarası, hem havasıyla güzel bir yer. Hem manzara hem şıklık açısından Dam kenarındaki Grasshopper’da listeye eklenebilir. Merkeze biraz uzak olsa da 12 numaralı tramvayla ulaşabileceğiniz Loetje ise, kafe olarak göz doldurucuydu.

Amsterdam lokanta açısından çok zengin bir yer. Rembrantplein, Joordan, Leidesplein hem mutfak çeşitliliği hem fiyat uygunluğu açısından her tercihe göre bir seçenek sunuyor. Tren İstasyonunun iki tarafındaki alan ve Spui Meydanı ve Caddesi de bu açıdan çok zengin. Mutlaka damak zevkinize uygun bir yer bulacaksınız.

Alışveriş

Amsterdam alışveriş için bir çok seçenek sunuyor, biraz alışveriş keyfi olan biriyseniz başınızı bu yerlerden alıp müzeydi, kiliseydi gezmeniz bile mümkün olmayabilir. Amsterdam’da mağazalar genelde 09.00-18.00 saatleri arasında açık. Ama pazartesileri açılış saati 10.00 oluyor, kapanma saatleri ise perşembe 21.00, cumartesi 17.00. Pazar genelde dükkanlar kapalı ama Kalverstraat, Damrak ve Leidseplein bu konuda daha esnek.

Nieuwedijk ve Kalverstraat, şehrin alışveriş ana damarı. Trafiğe kapalı olan bu sokaklar, ne ararsanız bulabileceğiniz bir bölge. Nieuwedijk, Tren İstasyonu ile Dam Meydanı arasında uzanmakta. Dam Meydanı’nda yer alan bir diğer yaya yolu Kalverstraat, her markanın yer aldığı bir yer; sokak üzerinde Kalvertoren alışveriş merkezi de bu zenginliğe katkıda bulunuyor. Buralarda zaten alışverişin faziletlerini anlatan sokak aydınlatmaları var ‘Shop.Never Stop’ diyen…

Koningsplein’i Leidesplein’e bağlayan Leidsest’da alışveriş için ideal bir yer; Beauty X’de ucuz parfümeri ve kozmetik için bakabileceğiniz bir mağaza… Ayrıca hediyelik eşya ve giyim mağazaları da bol.

Trafiğe kapalı bir sokakta Albert Cuypstraat peynirden çiçeğe, iç çamaşırdan terliğe her şeyi makul fiyata bulabileceğiniz bir yer. 3, 4, 12, 16, 24 numaralı tramvay, 52 numaralı metro (De Pijp durağı) ve 356 numaralı otobüsle (Van Woustraat durağı) ulaşabilirsiniz.

Amsterdam’ın alışveriş cenneti olarak niteleyebileceğimiz bir yer de, De 9 Straatjes olarak bilinen (Reestraat, Hartenstraat, Gasthuismolensteeg, Berenstaat, Wolvenstraat, Oude Spielstraat, Rijnstraat, Huidenstraat, Wij de Heisteeg sokakları) 9 küçük sokak, eski şehirde Herengracht, Keizergracht ve Prinsengracht’ı kesen bir bölge, ne ararsanız var.

Alışveriş merkezi olarak bakıldığında binasıyla da öne çıkan NieuwezijdsVoorburgwal’deki Magna Plaza bir seçenek sunuyor. Dam Meydan’ındaki De Bijenkorf öne çıkan markaları bulabileceğiniz büyük bir alışveriş merkezi. Hemen yanındaki Hudson’s Bay özellikle giysi konusunda uğrayabileceğiniz bir yer.

Spui Meydanı alışveriş seçeneklerinin olduğu bir yer; buradaki Artsplein ise gravürden resime sanatçılarının el ürünlerini sattığı bir alan. Muntplein civarındaki çiçek pazarı ise, Hollanda’nın simgesi lale yanında türlü çiçekleri, soğanlarını ya da hediyelik eşyaları bulabileceğiniz bir yer.

Lüks arıyorsanız Rijksmuseum çevresindeki P.C.Hooftstraat’da Cartier, Gucci, Tommy Hillfinger gibi markaları bulabilirsiniz. Lüks deyince Amsterdam’a gelip de bir pırlanta almadan dönmek olmaz diyorsanız Nieuwe Uilenburgerstraat’taki Gassan bu işin piri; sorun parayı denkleştirmek. Rijksmuseum çevresinde Nieuwe Spiegelstraat, antika arayanlar için uğranılacak bir yer. Antika için Joordan’daki Amsterdam Antiques Market’de antika satan bir çok dükkanı barındırmakta. Eğer ilgiliyseniz özellikle Hollanda’ya özgü Delft mavisi ile işlenmiş porselen ve seramikler bulabileceğiniz bir yer. Amsterdam’da bana ilginç gelen bir şey de, gastronomie nostalgie adıyla eski yemek takımlarının satıldığı dükkanlar, Spui’de büyük bir örneği bulunmakta.

Eğer antika meraklısı değilseniz Delft mavisi ile işlenmiş yeni porselen ve seramik objeler için en uygun yer, Çiçek Pazarı bitişiğindeki Munttoren altındaki mağaza; kalite ve çeşit açısından en uygun yerlerden… Amsterdam’dan alabileceğiniz en güzel hatıra bence Delft seramikleri; bu konuda 17 yüzyıldan beri üretim yapan De Porceleyne Fles en kaliteli üretime sahip olan isim.

Kitap arıyorsanız Leliegract’a uğrayın. Amsterdam’daki en büyük kitapçı ise Koningsplein’deki Scheltema… Plak arıyorsanız Utrecht Straat’taki Concerto Mağazasında bulabilirsiniz, varsa orada vardır.

Amsterdam alacağınız belki de en önemli şey peynir; bu açıdan şehrin çeşitli yerlerinde bulunan Old Amsterdam ve Henri Willig otlusundan soslusuna muhtelif çeşitleriyle size seçenekler sunmakta. H.Willig online siparişte alıyormuş; cheeseshop.henriwillig.com…Ayrıca peynir tadım saatleri de var, tabii ücreti karşılığında.

Buradan alabileceğiniz bir şey de, Hollanda cini olarak tanımlayabileceğimiz Bols. Delft seramik desenli şişelerde olanlar biraz daha pahalı ama hatıra olarak saklanabilir.

Waterlooplein Hollanda’nın en büyük bit ikinci el ürünler için mutlaka uğranılmalı, plaktan seramiğe çok çeşitli şeyler bulunabilir. Episode ise Waterlooplein ve Joordan’daki mağazalarında retro giysiler için göz atılabilecek bir yer.

Günlük alış verişler için Etos, Kruidvart, Spar, Albert Heijn, Zeeman muhtelif yerlerde karşısınıza çıkacaktır. Yiyecek içecek açısından Albert Heijn işinizi kolaylaştıracaktır. Kruidvart ise mumdan çanak çömleğe türlü ev eşyasını sunmakta.

Konaklama

Amsterdam pahalı bir yer, otel fiyatları da gayet pahalı. Damrak boyunca görece ucuz yerler bulunabilir ama rahatınızdan fedakarlık etmek kaydıyla. Vondelpark’ın çevresinde de bütçenizi zorlamayacak yerler var. Dam Meydanı’na bakan Hotel Krasnapolsky, Amstel Hotel, Hilton ve Okura gibi lüks otellerin yanına yaklaşılmaz. Aynı şekilde American Hotel, Hotel Europe, görkemli binası, manzarası ve yüksek ücretleri ile farklı bir kategori. Prins Hendrickkade kıyısındaki Hotel Amrath ve Magna Plaza’nın yanındaki Hotel Die Port van Cleve’de beş yıldızlı yerlere iyi bir örnek.

Bütçeyi düşünerek hareket ettiğimden ben Damrak yolu üzerindeki Hotel van Gelder’de kaldım; minimum koşullar vardı, temizdi, yeri muhteşemdi ama çok konfor beklemeyin. Warmoesstraat’taki Hotel CC’de denenmiş ve memnun kalınmış, fiyatı çok uçuk olmayan 3 yıldızlı bir otel. Makul dediğimiz oda fiyatları bile, Türkiye’de enikonu iyi otellerin bir gecelik ücretinden fazla olabiliyor, bütçeyi ona göre yapmakta fayda var.

IAmsterdam Card

Yazı boyunca gönderme yaptığım IAmsterdam kartı, benim bu seyahatte sağ kolum oldu. 24, 48, 72, 96 ve 120 saatlik olarak alınabilen kartların fiyatı sırayla, 65-80-105-120-130 euro. Fiyatı yüksek gibi görünebilir ama müze fiyatlarını da okudunuz. Amsterdam’a geldiğinizde görmek isteyeceğiniz Rijksmuseum, Van Gogh Museum, Huis Rembrant, Stedelijk Museum gibi müzelerin girişi bile bir günlük kart fiyatından fazla. Gün sayısı artıkça kartın marjinal faydası artmakta. Ayrıca ücretsiz kanal turu, Amsterdam’ın gururu Pancake Amsterdam gibi bazı kafe ve lokantalarda indirim ve ücretsiz ulaşımı da düşünürsek benim için bu kartı kullanmak çok avantajlı oldu. Gezinizin ne kadarını müzelere ayıracağınızı planlayın, çünkü bu kart temel olarak müzelere gidildiğinde uygun oluyor. Ben kartı Merkez Tren İstasyonu’nun dışındaki turizm bürosundan aldım. Diğer bir seçenek ise, Müze kart almak ama onun avantajları müzelerle sınırlı.

Son Söz

Bazı yerler vardır, gidersiniz, o kadar seversiniz ki, sanki önceden de hep orada yaşadığınızı sanırsınız. Ayrılırken bir yanınızın orada kaldığını düşünürsünüz belki de… Sizden geriye kalan bir anı, bir esinti, bir gölge sokaklarda dolanır durur, siz orada olmasanız da… Amsterdam öyle bir yer benim için… Hoşgörünün sokak taşlarına kadar sindiği bir yerde olmak (bir sürü karşı örnek sunulabilir, ne de olsa beşer şaşar…), kanalları boyunca yürümek, insanların birbirine yargılamadan baktığı bir şehirde dolaşmak, bunun yaşanabilir-yapılabilir olduğunu görmek iyi geliyor bana…

Ben orada olmasam da geride kalan gölgem dolanır durur sokaklarında, bir gün gelebilirsem tekrar kavuşmak, bütünleşmek hayaliyle… Ayrılırken; ayakta kalırsam yolum düşer bir gün nasılsa diye geçirdim aklımdan ve bekle, dedim gölgeme…

1 COMMENT

Yorumunuzu Buraya Yazabilirsiniz

Yorumunuzu Giiniz
Please enter your name here