İran seyahatimizin yeni rotası “Çöl Melikesi” olarak adlandırılan Yezd şehri. Yezd tarihi çok eskilere dayanıyor, şehir tarihi İpek Yolu üzerinde olduğundan önemli bir ticaret merkezi olmuş. Bölgede yaşamın M.Ö. 700’lü yıllara uzandığı saptanmış. İsmiyle ilgili Yezd kelimesinin “Allah” anlamına gelen “Yezdan” kelimesinden türetildiği bir görüş, diğer bir görüş ise Sasani kralı Yezdgerd‘e ithafen “Yezdan Gerd” olduğu şeklinde. Yunanlı tarihçiler “Ayatis”, Müslümanlar ise “Dar’ül İbate” olarak şehri isimlendirmiş. Venedikli seyyah Marco Polo’da anılarında buradan bahsetmiş.

Yezd 4000 metrelik bir dağın eteklerinde, etrafı çöllerle çevrili, çöl iklimini yansıtan evleri, rüzgar kuleleri ve antik su kanalları ile sessizliğin sesi olan bir şehir adeta. Şehir Zerdüşt dininin en yoğun yaşandığı bir şehir olup Ateşgah’ıyla, sessizlik kuleleriyle insanı adeta büyülüyor. Çöl iklimi insanları çözüm arayışına itmiş ve böylece evleri serinletmek için Yezd’liler “Kanat” sistemini İran’da ilk olarak uygulayan kişiler olmuş. Bugün bile su sistemleri konusunda daha çok Yezd’liler istihdam edilmekteymiş.

Yezd, Sasaniler zamanında Zerdüştlerin yaşadığı bir kentmiş. Arap istilası sırasında da pek çok Zerdüşt Yezd’e gelmiş. Ancak İran devrimi sonrasında bu dine hoşgörüsüzlük yüzünden özellikle  Hindistan’a önemli ölçüde göç yaşanmış.

Birkaç sene önce Nazan Bekiroğlu’nun “Nar Ağacı” isimli, konusu Yezd de dahil olmak üzere pek çok şehirde geçen bir romanı okumuştum. Kitapta Zerdüştlerden ve geleneklerinden de bahsediliyordu. O zaman Zerdüştleri aslında hiç tanımadığımızı ve kolaycılığa kaçarak onları “ateşe tapanlar” olarak nitelendirdiğimizi anlamıştım. Bu yüzden de gerçek mekanında bu dini ve ritüellerini görmek bana heyecan veriyordu.

Zerdüştlük dünyanın en eski, tek tanrılı dinlerinden arasında. Bu din yaklaşık olarak 3.500 yıl önce Peygamberi Zerdüşt Espantaman tarafından İran’da başlatılmış. Rivayet odur ki Espantaman 30 yaşlarındayken Tanrı’nın meleği Vohu Mana ona ilk vahiyleri iletiyor. Bu vahiyler beş bölümden (Yesna, Visperad, Yaşt, Videvdat ve Hurda) oluşan kutsal kitapları Avesta’da toplanmış.

Zerdüştlük M.Ö. 600 ve M.S. 650 yılları arasında Pers İmparatorluğu’nun resmi dini olmuş. Bu dine inananlar beden öldükten sonra dirilip, tek tanrıları olan Ahura Mazda’nın huzuruna çıkacaklarına ve sorgulanacaklarına inanıyorlarmış. Zerdüştlerin sayısı giderek azalmakta, dünya çapında 190.000 kişi olduğu tahmin edilmekteymiş.

Zerdüştler doğal elementleri (su, toprak, hava, ateş) kutsal sayıyorlar ve bunların kirletilmemesi gerektiğine inanıyorlar. Ateş dolayısıyla ışık tanrısal saflığın, temizliğin ve iyiliğin bir sembolü olduğundan ateşe, aydınlığa veya Güneşe bakarak günde beş  kez ibadet ediyorlarmış. İran’da yaygın olduğu dönemde rahipler sınıfı, askerler, çiftçiler gibi her toplumsal tabakanın kendine has bir kutsal ateşi varmış.

Ateş tapınakları da üç farklı kategoride sınıflandırılıyormuş. Ateş Dadgah, Ateş Adaran (Ateşlerin Ateşi) ve Ateş Behram (Ateşin Zaferi) olarak yapılan bu sıralama, aynı zamanda kutsallık anlamında da en alt seviyeden en üst seviyeye doğru sıralamayı anlatıyormuş. Ateş Behramların ateşi 16 değişik ateşin bir araya getirilmesinden oluşuyormuş. Her bir ateş diğerlerine katılmadan önce arındırma işlemine tabi tutuluyormuş ve bu törenleri 32 rahip gerçekleştiriyormuş. Bu sürecin tamamlanması bir yıla kadar sürebiliyormuş.

Yezd‘de ziyaret ettiğimiz Ateşgah da Ateş Behram yani en kutsal olan ateş tapınaklarındanmış. Bu Ateşgah (Varahram Sunağı) da Zerdüşt dininin en önemli ateş tapınaklarından biriymiş. Binanın mimari yapısı da Hindistan’daki tapınaklara benziyormuş.

Binanın dış yüzünde Zerdüştlerin kuş-adam (Faravahar) sembolü bulunuyor. Bu sembol Zerdüştler için önem taşıyormuş. İranlıların milli şairlerinden  olan Firdevsi’nin mezarında da bu sembol bulunuyormuş. Fravaşi isimli koruyucu meleği temsil eden Faravahar sembolü Zerdüştlüğün ahlaki prensiplerini ifade ediyormuş. Bu sembolde adamın bir elinde sadakat anlamına gelen bir yüzük varmış ve diğer eli de saygıyı ifade ediyormuş. Yaşlı adamın sağ eli ileriyi, doğru yolu Ahura Mazda’nın yolunu gösteriyormuş. Üç katlı kanatları ise düşüncede, sözde ve davranışta (humusta, hukukta, huvarşta) saf olunması konusundaki Zerdüşt inancını gösteriyormuş.

Binanın içindeki kapalı alanda yanan kutsal ateş ise 470 yılından beri hiç sönmeden yakılmaktaymış. Bu yanan ateş Ardakan’daki orijinal yerinden 1940 yılında Yezd’e nakledilmiş. Zerdüşt inancına göre ateşin kirletilmemesi gerektiğinden yakmak için kullanılan yakıtlar da, yakan kişiler de temiz olmalıymış. Görevli rahipler badem veya kayısı odunlarını ateşe atmakta ve 24 saat süreyle hiç sönmeden yanmasını sağlamaktalarmış. İnsan elinin ve nefesinin kirli olduğuna inanıldığından rahipler ateşi canlandırmak için eldivenlerle ve ağızlarını da kapatarak girmek zorundalarmış.

Biz de bu ritüele bizzat şahit olduk. Beyaz bir önlük giymiş olan rahibi elinde beyaz eldivenleri, başında bonesi, ağzını ve burnunu kapatan beyaz maskesiyle büyük bir kadehin içindeki ateşe odun atarken görme imkanımız oldu. Camın arkasında olduğundan yansıma yapıyor ve maalesef fotoğraflarda çok net gözükmüyor.

Tapınaktaki tablolarda Zerdüşt’ün büyük boy temsili bir portresi bulunmaktadır. Duvarlarda Zerdüştlerin kutsal kitabı olan Avesta’dan bazı ayetler ve açıklamaları ile birlikte yer almaktadır.

 

Yezd’de ikinci durağımız   cami, medrese ve pazardan oluşan tarihi bir külliye bulunan Emir Çakmak Meydanı‘ydı. Yeni Cami (Emir Çakmak Mescidi) Safeviler döneminde Yezd Valisi Emir Celalettin Çakmak’ın adına eşi Seti (Bibi) Fatıma Hatun tarafından yaptırılmış ve 841 yılında tamamlanmış.

Bu yapı 4 eyvanlı kapısı ve ön tarafında bulunan pek çok küçük kubbe ve kemerleriyle Yezd şehrinin sembolü olmuş.

Caminin  giriş kapısı Çakmak Meydanı’na açılmaktadır. Bu Cami, giriş kapısının (ser-der) tavanında nesih stilinde yazılmış kaligrafileriyle ünlüymüş. Camideki taş işlemelerdeki Vakfname metni gümüş naskh hattı kullanılarak yapılmış. Mihrap bölümü mermerden yapılmış ve bu bölümün etrafına çinilerle Kuran-ı Kerim’den ayetler işlenmiş.

Meydanda yaklaşık 10 metre yüksekliğinde tahtadan yapılmış kocaman bir araç gördük. Rehberimiz bize bunun adının Farsçada “hurma ağacı” demek olan “Nakhl” olduğunu söyledi ve hikayesini anlattı. Şiilikte İmam, toplum, devlet ve Müslümanların lideriymiş. Hz. Ali’nin soyundan kendi de dahil olmak üzere on bir imam gelmiş ve bunlar sırasıyla Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Zeynel Abidin, Muhammed Bakır, Cafer Sadık, Musa Kazım, Ali Rıza, Muhammed et-Taki, Ali en-Naki, Hasan Askeri’ymiş. On ikinci imam ise henüz görünmeyen ve geldiğinde dünyaya adalet ve iyilik getirecek olan Muhammed el-Mehdi’ymiş. Şia inancının 3. imamı olan İmam Hüseyin Muharrem ayının 10. gününde şehit edildiğinden her yıl bu günde “Taziye” denilen yas törenleri yapılıyormuş. İşte bu Nakhl öldürülen İmam Hüseyin’in tabutunu sembolize ediyormuş.

Yas törenlerinde Nakhl’ın etrafına siyah örtüler kaplanıyor ve aracın üzeri de kılıçlar, hançerler, bıçaklar, kamalar, meyveler, renkli peçeteler, resimler, yazılar gibi envai çeşit eşya ile donatılıyormuş. İnsanlar bu aracı sokaklarda dolaştırırken ağıtlar yakılıyor ve herkes ağlıyormuş. Yıllar önce bu törenlerle ilgili gazetede bir yazı okuduğumu hatırlıyorum. İnsanlar bu acıyı paylaşmak için kendilerini yaralıyorlarmış ve kan revan içinde kalıyorlarmış. İşte bu şekilde Nakhl aracı üç tur attırıldıktan sonra bir sonraki sene kullanılmak üzere yine aynı yerine konulurmuş. Bizim Meydanda gördüğümüz Nakhl ise tarihi bir araç olup yaklaşık 400-450 yıllık olduğu tahmin edilmekteymiş.

Meydanda biraz gezdikten sonra Su Müzesi’ne gittik.

Su Müzesi‘nde şehrin merkezinden geçen bir Qanat (kanat) yapısının orijinal hali görülebiliyor. Bu Qanat’ın 50 metre kadar derinlikte bulunduğu söyleniyor.  Ayrıca Müzede kanat yapımında kullanılan aletler, kanat yollarını gösteren haritalar, eski aletler ve sergilenmektedir.  Müzeye girildiğinde yukarıdaki kuru havanın yerini rutubetli bir havaya bıraktığını ve ortamın serinlemeye başladığını hissediyorsunuz. İran’da toplam 50 bin kadar kanat bulunduğu tahmin ediliyormuş.

Müzeden sonra sıra Mescid-i Cuma’yı gezmeye gelmişti. Cami Mescidi olarak da bilinen bu cami İran’ın en değerli eserlerinden bir mimarlık harikası.

Cami 1365 yılında yaptırılmış ve İran’daki camiler arasında minarelerinin 48 metre yüksekliği ile birinci geliyormuş. 

Gökyüzüne doğru zarifçe uzanan minareler ve kapıdaki mavi çiniler olağanüstü güzel motiflerle bezenmişti. Binanın içinde geniş bir bahçeye açılan bir eyvan bulunuyormuş.

Cami yapılmadan önce burada bir Zerdüşt tapınağı olduğu yönünde rivayetler varmış. İç süslemelerde bir çok yere küfi yazıyla Allah, Muhammed ve Ali isimlerini yazarken, kubbe kenarındaki motiflere, 4 kozmik gücü simgeleyen dünyanın bilinen en eski sembollerinden olan Svastika’yı da zarif bir şekilde eklemişler. Antik dünyanın Svastikada simgeleşen 4 kozmik gücü, Zerdüştlerin 4 temel elementine tekabül etmekteymiş. 

Svastika sembolü, Hinduizm, Budizm ve Cainizm’e göre kutsalmış. Kökeni Mayalar, Navarrolar ve Sümerler gibi pek çok antik uygarlığa dayanıyormuş. Bilinen ilk kullanımı ise M.Ö. 12.000’li yıllara kadar gidiyormuş. Vişnu’nun 108 sembolünden birisi olup kolları saat yönünde dönük olan şekliyle, başarı ve uğurun yanı sıra hayatın kaynağı olan güneş ışığını simgeliyormuş. Kolları ters yöne dönük şekli ise geceyi ve uğursuzluğu ifade ediyormuş.Bir camide böyle bir sembolü görmek ilginç geliyor. 

Mozaik fayansla kaplı kubbesi türünün en güzel örneklerinden biriymiş. Caminin içi de dışı gibi çok güzeldi. Mihrap mozaik fayansla kaplıymış. Duvarlarda çok değerli çini işlemeleri vardı. Buradaki el yazmaları ise bir kütüphanede muhafaza ediliyormuş. 

Ayrıca camide Cuma günleri gerçekleştirilen bekar kadınlar çöpçatanlık uygulaması da varmış. Kadınlar bir asma kilitle  minareye çıkıp anahtarını bahçedeki erkeklere doğru fırlatırmış. Anahtarı alan erkek kadınla buluşur ve tatlı ısmarlarmış. Bu şekilde tanışan çiftler yaygın inanışa göre mutlu bir evlilik yaparlarmış. Bu hikayeleri dinleyerek ve caminin mistik havasını soluyarak yüksek tavanların ve mavi rengin verdiği içsel dinginliği yaşadık.

Yezd

Burayı da gezdikten sonra rehberlerimiz bizi biraz dinlenmemiz ve halılarını görmemiz için bir halıcıya götürdü. Halılardan önce binanın terasında n Yezd manzarasını seyrettik.

Daha sonra yine çay ikramı eşliğinde halıları gördük. Ancak grubumuzdakiler halı kotalarını İsfahan’da doldurdukları için halı alan olmadı. Fiyat ve çeşit olarak İsfahan’ın daha iyi olduğunu söyleyebilirim.

Artık akşam olmak üzereydi. Meydana geri döndük ve insanların güneşin etkisi azalınca meydanın ortasında piknik yaptıklarına şahit olduk. Yezd gördüğümüz diğer İran şehirlerine göre daha mutaassıp gözüküyordu. Kara çarşaflı kadınların çokluğu ve giyim kuşamın yoksulluğu çağrıştırdığı bir şehir.

Yezd’in  tatlıları ve pastaları çok meşhurmuş. Hajk Halife Ali Rahbar isimli dükkan gerçekten meşhur bir yer olmalı ki ana baba günüydü. Yediklerimiz çok da bize yabancı gelmeyen tatlardı. Bademli olanları özellikle çok beğendim.

Alışverişimizi de yaptıktan sonra rehberlerimiz bizi özel bir kulübe götürdü. “Club Zurkhaneh” bir çeşit spor olan bu etkinliğin yapıldığı yer. “Zurkhaneh” güç, kuvvet evi anlamına geliyormuş. Bina 1580 yıllarında inşa edilmiş ve orijinal hali aslında su deposuymuş. Önce uzun süre vücutlarını ısıtmak için jimnastik hareketleri yaptılar, lobut çevirdiler. Yüksekçe bir yerde birisi tef çalarak ritm tutuyor diğeri de dua gibi bir şeyler okuyordu. Tefin ritmi arttıkça sporcular da hızlanıyordu. Her yaştan sporcular işlemeli ve oldukça değişik uzun şortlar giymişlerdi. Yaklaşık yarım saat izledik ama bir süre sonra sıkıldık. Bu tür gösteriler çok uzun sürüyormuş. Bu gösterinin geleneksel mi yoksa İran devrimi sonrası bu tür eğlence anlayışları mı ortaya çıktığı konusunda tereddütte düştüm.

Yemeğimiz yediğimiz Mehr Traditional Restauran yemek salonunun ortasında havuz olan otantikti bir restorandı ve güzel de bir müzik gösterisi izledik. 

Ertesi günkü programda Zertüşlük inancında ölümle ilgili ritüelin yerine getirildiği Sessizlik Kuleleri (Dakhma) sıradaydı. Zerdüştler daha önce de bahsettiğim gibi toprağı kutsal addediyorlar ve toprağın kirlenmemesi için de ölülerini gömmüyorlar, havayı ve ateşi kirletmemesi için yakmıyorlar, suyu kirletmemesi için de suya atmıyorlar. Bu yüzden eskiden ölülerini sessizlik kuleleri denilen ve yüksek yerlerde bulunan üstü açık alanlara akbabaların parçalaması veya doğal bozulma için korumasız bir şekilde bırakıyorlarmış. Rahiplerle birlikte Zerdüştler o sıcakta kıvrıla kıvrıla giden patikadan ölülerini taşıyarak bu kulelere tırmanırlarmış. 

Ölülerin yakınları ayrılıp evlerinde beklerken Nasellar denilen din görevlileri bir delikten kuşların ölünün vücudunda nereyi  izlerlermiş. Önce ölenin sağ gözünü parçalarlarsa iyi bir yere yani cennete, sol gözünü parçalarlarsa kötü bir yere yani cehenneme gideceğine inanılırmış. Parçalanma ve bozulma tamamlanıncaya kadar yaklaşık bir yıl beklenip kalan kemikler toplanır ve su geçirmeyen lahitlere konulurmuş. Ancak bu uygulamalar Şah Rıza Pehlevi zamanında yasaklanmış. Behnam, Hindistan’da yaşayan Zerdüştlerden bazılarının bu geleneği halen yaşattıklarını söyledi. Günümüzde de bu gelenek yasak olduğundan Zerdüştler ölülerini yine toprakla ve suyla temas etmemesi için beton mezarlara gömüyorlarmış. 

Sessizlik Kuleleriyle birlikte Yezd seyahatimizin de sonuna gelmiş olduk. Zertüşlük dinini ve ritüellerini yakından tanımamızı sağlayan Yezd beniim için unutulmayacak yerler arasına girdi.

Gezgin Gülten İŞÇİMEN’in diğer gezi yazıları için  http://gezininadresi.blogspot.com.tr

Yorumunuzu Buraya Yazabilirsiniz

Yorumunuzu Giiniz
Please enter your name here