Başkent Amman’dan başlıyor gezimiz.
Amman
Amman sokaklarında gezerken, bir yandan modern yüksek binaları, diğer yandan tepelerde sarı renkli, düz damlı eski evleri görmek mümkün. Amman, önceleri yedi tepe üzerine kurulu bir şehir imiş. (bugün on yedi tepeye yayılmış). Bu tepelerden birinin üzerinde Roma döneminden kalma bir kale bulunuyor.
Kalenin içinde; su sarnıcı, Bizans Kilisesi, Emevi Döneminde yapılmış cami gibi yapıların kalıntıları da görülebiliyor.
Kalenin içinde bulunan arkeoloji müzesinde ise değişik dönemlere ait eserler sergilenmekte.
M.Ö. 63 –M.S. 324 Roma dönemine ait eserlerin ve ince cam ürünlerin sergilendiği bölüm. Ne kadar zarifler inanamazsınız.
Bir bölümde de eski tıbbi aletler sergileniyor. Bu kafatasının üzerinde üç tane delik bulunuyor. Bu akıl hastalıklarının ve beyin ödeminin tedavisinde kullanılan bir yöntemmiş. İnce metal çubuklar ile kafatasında açılan bu delikler ile beyinde belli bölgeleri işlevsiz hale getirerek ya da ödemin boşaltılması ile baskıyı azaltarak tedavi sağlıyormuş.
Çöl Kaleleri
Kuseyr Amra
Kasrın sadece kabul salonu ve hamam kısmı ayakta kalabilmiş. Hamam bölümünde ılıklık, sıcak banyo ve servis bölümü var.
Bir duvar resminin siyasi bir mesaj verdiği tahmin ediliyor. Bu resimde; altı tane kafir hükümdar, oturmuş durumdaki halifeye itaat ederken resmedilmiş. Hem Arap hem de Yunan alfabesi ile yazılmış hükümdar adlarının dördü okunabilmekte: Sezar (Bizans İmparatoru), Roderik (İspanya’nın son Vizigot Kralı), Krazüs (Pers İmparatoru) ve Etiyopya İmparatoru. Diğer iki resim bozulduğu için tanınamayacak durumda olduğundan hangi hükümdarlar olduğu bilinmiyor.
Jerash – Geresa
M.Ö. 100 yıllarında yapımına başlanan antik şehir, M.S. 200-300 yıllarında ekonomik ve sosyal olarak zirveye ulaşmış. Bu dönemlerde, ticaret kervanları buradan geçmeye başladığı için Petra’nın hakimiyetini silmiş.
Marianos Kilisesi M.S. 570-749 yıllarında aktif olarak kullanılıyormuş. Kilisenin tabelasında görülen yer mozaiklerinden bir kısmı bozulmadan kalmış ve üzerindeki yazılar da okunabiliyor.
Hipodrum M.S. 220-749 yılları arasında, halkın eğlence ve yarışma ihtiyacının giderilmesi amacıyla kullanılmış. Roma deyince akla hep kölelerden oluşan bir işgücü ve acımasız asiller geliyor ama halkın oyalanması da gerekiyormuş.
Spor etkinliklerinin yapıldığı 50×250 metre boyutlarındaki alanın etrafında, taş oyularak yapılmış ve halen bir kısmı sağlam olan oturma bölümü var. Günümüzde gladyatör gösterilerinin yapıldığı festivaller düzenleniyormuş bu alanda.
Güney kapısından güney yoluna giriliyor, yine taş bir yol (south street) M.S. 110- 300 yıllarında yapılmış. Bu yol bizi ihtişamlı sütunları olan oval plazaya götürüyor.
M.S. 100 yıllarında yapıldığı belirtilen bu alan, 160 tane sütun ile çevrili imiş. Şimdi 60 tanesi sağlam kalabilmiş.
Oval plazadan sonra başlayan Cardo Yolu, M.S. 120-170 yıllarında yapılmış ve Artemis Tapınağı’na giden bir yol. Yaklaşık 800 metre bozulmamış düzgün taşlar üzerinden yürüyorsunuz; binlerce yıl önce at arabalarının, kölelerin, kralların yürüdüğü yolda ve etrafta iki taraflı zarif sütunlar var yine.
Yol kenarında birleşim noktalarında taş oyularak oluşturulmuş kanalizasyon delikleri görünüyor. Yol iki tarafa hafif eğim verilerek yapılmış, yağmur sularının ortada birikmesini önlemek için.
Sadece kalıntılarının uzaktan görüldüğü Zeus Tapınağı’nın yanından geçip, amfi tiyatroya gidiliyor.
Yıkılan bölümlerine rağmen, sahnenin arkasında yer alan taş oyma duvarların estetiği ve mekanın akustiği dikkat çekici. Burada bir grup müzisyen yerel çalgılar ile Türk müziği parçalarını çaldı.
Güvenlik önlemleri nedeni ile müze hava kararmadan kapatılıyormuş. Aceleyle antik kentten çıkarken, rengarenk bir gün batımı vardı.
Salt şehri Osmanlı döneminde Şam Vilayetine bağlı bir idari birimmiş. Amman’ı Kudüs’e bağlayan eski ana yol üzerinde bulunuyor.
Şehrin ara sokakları birbiriyle alakasız her şeyin yan yana satıldığı dükkanlardan oluşuyor. Tepeye çıktığınızda, Osmanlı döneminde idari bina olarak kullanılan yapıların farklı mimarisi dikkat çekiyor.
I. Dünya Savaşı sırasında, 24-26 Mart 1918 tarihleri arasında Salt bölgesinde, İngilizlere karşı savaşırken şehit düşen; 4. Ordunun 48. Tümeni ile 143, 145 ve 191 inci Piyade Alaylarına mensup subay, astsubay, er ve erbaşlarından oluşan 300 Türk askerinin anısına yaptırılan şehitlik burası.
Toplu mezar bir mağarada, 1973’de bulunmuş. Anıtın ilk inşaatı 1989 da bitirilerek ziyarete açılmış. 2004’de ise Türkiye Cumhuriyeti’nin Askeri Ataşesi Kurmay Albay İbrahim Yılmaz tarafından anıtın yenileştirilmesi yaptırılmış.
Mağaranın içinde Türk Bayrağı ile örtülmüş sandukayı görmek ve fonda okunan Kuran sesini duymak tüylerinizi diken diken ediyor. Çok ama çok duygulandım burada, hepimizin dedeleri olan bu askerler için dua edip, genç yaşta vatan uğruna can veren kahramanlar için derin duygular içinde yukarı çıktığımda, anılarını yaşatmak için bu şehitliğin yapılmasına katkıda bulunanlara minnet duydum.
Şehit isimlerinin yazılı olduğu bölümde, gözlerim kendi memleketimden şehit var mı diye arandı. Sonra tüm dedelerimizin şimdi başka bir ülke olan bu topraklarda, kim bilir neleri geride bırakarak genç yaşta hayata veda etmelerinin acısıyla şehitlikten çıktım.
Dini ve uluslararası organizasyonlar tarafından kazı ve restorasyon çalışmaları süren Martrys Kilisesi kalıntısının yer mozaikleri de çok etkileyici. Restorasyon sürdüğü için, sadece kenarından ve demir köprülerin üzerinden resim çekilebiliyor.
Mount Nebo
Seyir terasından baktığınızda, karşıda İsrail topraklarını görüyorsunuz. Tüm kavgaların ve savaşların nedeni olan bu topraklara tepeden bakmak tanımlanması zor duygular hissettiriyor.
Terasta yer alan bu tabelada ise, vaad edildiği düşünülen toprakların uzaklıkları ve yönü gösterilmekte.
Nebi Dağı’nda 4. yy’da yapılan bir kilisenin yıkıntıları üzerine, yeniden kilise inşa edilmiş. İçeride, vitray camlar ile renklendirilmiş çok sayıda pencere var. Camların renkliliği, ortamda yumuşak bir aydınlanma sağlıyor.
Büyük bölümü toprak altında olan, ama kalıntılar arasında yürüyerek gezebileceğiz bir kent kalıntısı burası. UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan şehrin, İncil’de tanımlanan bir yerleşim olduğunu ifade ediyor kaynaklar.
Roma, Bizans dönemine ait kalıntıların bulunduğu bölgede, ilginç mozaik yer döşemelerini görmek mümkün.
Ürdün gezisinin en merak ettiğim kısmı burası idi. Gitmeden önce belgesellerini izlemiş, resimlerini görmüştüm. Ama bu giriş kapısından geçtikten sonra, kelimenin tam anlamı ile “zaman tüneline” girdim ve gün boyu saatlerce bu zaman tünelinde hayretler içinde dolaştım.
Giriş kapısından sonra derin vadiye girmeden önce, yaklaşık 800 metrelik bir açıklık bölgeden geçiliyor. Eğer yürüyerek vadiye inmeyecekseniz; burada at arabasına ya da ata binmeniz mümkün.
Dar yarıklar ve yüksek kayalıklar arasında ilerleyen bir yol olan The Siq, 1,2 kilometrelik bir geçit. Depremlerle ayrılmış kum taşı kayalıkların arasındaki genişlik, zaman zaman 5-6 metreye kadar düşüyor. Yüksekliği 150 metreyi aşabilen taş duvarlar var iki yanınızda. Bir zamanlar gezginler, tüccarlar, hacılar ve deve kervanları bu dar geçitten geçerek şehre giriyorlarmış.
Düz bir yol değil burası, hafif bir eğim ile aşağı doğru inerken, virajlar arasından kıvrılarak kanyon içerisinde ilerliyorsunuz. Yolun kaya duvarları, güneş ışığının açısına göre renk değiştirerek sizi şaşırtıyor. Kırmızı, pembe, sarı, lila renkler dans ediyor sanki taşların üzerinde. 8-10 yaşlarında Bedevi çocuklar etrafınızı sarıyor ve yol boyunca size bir şeyler satmak için yanınızdan ayrılmıyorlar. Olağanüstü siyah ve sürmeli gözleri ile çok şirinler ama bir süre sonra bunaltıyorlar.
“The Siq” adı verilen bu yol, taş kaplı bir hal almış. Ama Hazine (El Hazne)’ye yaklaştıkça yumuşak kuma dönüşüyor.
Bu geçidin sonunda, taş yarıklar arasından Petra’nın en muhteşem yapısı karşımıza çıkıyor. El Hazne ya da Hazine binası.
Yapı 39 metre yüksekliğinde ve 25 metre genişliğinde. Roma mimarisi etkisinde kalan Nebatienler, yıllarca kızıl kayaları oyarak bu zarif binayı ortaya çıkarmışlar. İnsanlar zarar verdiği için son yıllarda içeriye girilmesi yasaklanmış. Hollywood filmleri ile ölümsüzleştirilen Petra’nın en ünlü yapısı. Hazine binasının önü tam bir şenlik alanı. Resim çeken turistler, seyyar satıcılar, küçük kafeler, yerlerde oturan develer, Bedeviler ve tepenizde kızgın güneş ile çöl havası.
Petra’nın en çok bilinen etkileyici kalıntılarından Roma Amfi Tiyatro, Helenistik mimari tarzında 1.yy’da yapılmış ve 7.000 kişiyi ağırlayacak kapasitede imiş. Tamamen kayaların içerisine oyulmuş tiyatro, 363 yılında geçirilen depremden oldukça etkilenmiş. Tadilat gören tiyatro ziyaretçilere kapalı, sadece uzaktan görebiliyorsunuz .
Roma Tiyatrosu’nun karşısında büyük bir kayalıkta, 5 adet devasa mezar cephesi görünüyor. Royal Tombs olarak adlandırılan kraliyet mezarları, diğer anıt mezarlara oranla daha büyük ve görkemli.
Meraklısına; Mezarlardan ilki sonraları Bizans kilisesi olarak kullanılan Urn Tomb, ikincisi renkli kum taşı kayalarıyla dikkat çeken Silk Tomb, üçüncüsü Nero’nun Altın Saray’ından esinlenen ve yarım kalmış Corinthian Tomb, dördüncüsü Roma sarayı görünümünde inşa edilen Palace Tomb, beşincisi Roma valisi Sextus Florentinos için yapılan Sextus Florentinus Tomb.
Hazine binasından sonra yaklaşık 2 km. zaman zaman taş zeminde, zaman zaman çöl kumları üzerinde ve iki taraftaki kalıntıları izleyerek yapılan zorlu yürüyüş, yolun bitimindeki tesislerde sonlanıyor. Burada dinlenmek, yemek yemek ya da çay kahve içmek mümkün.
Geri dönüş yolunda; Hazineden sonra, yeniden siq kanyonu üzerinden rengarenk kaya duvarları izleyerek yukarı çıkılıyor. Ama gün boyu yürümenin (4km. gidiş, 4 km. dönüş toplam 8 km.), sıcağın ve çöl havasının etkisi ile oldukça yorulmuş olduğunuzdan bu çıkış epeyce zorluyor. Hatta yukarı çıkıp ilk geldiğinizdeki giriş kapısına yakın düzlüğe varınca biraz dinlenip mola vermeniz gerekiyor.
Bu heykel Nebatien tanrısı Dushara’ya ait ve M.Ö. 1. yy. civarında yapılmış. Nebatienler, “Dushrara” adlı tanrıya inanmışlar, bunun için kurbanlar kesilirmiş ve kelime olarak dağların efendisi, babası anlamına gelmekteymiş.
Müzede sergilenen bazı kazı buluntuları.
Vadi Rum
Dünyanın en güzel çöllerinden biri olduğu söyleniyor. Bir zamanlar Nebatienler, Romalılar, Bizanslıların yaşadığı, Haçlı ordularının, Osmanlının hüküm sürdüğü kızıl topraklar burası. Ay Vadisi olarak da adlandırılıyormuş. 720 km2 büyüklüğünde çok geniş bir alan. Çölün sessizliği ve kum tepelerinin güneş ışığının durumuna göre renk değiştiren kayaları, gizemli ve etkileyici. Gecesinin de çok güzel olduğu söyleniyor (sonsuz bir karanlık ve gökyüzünde yıldızları izlemek isterseniz). Ama çölde çadırlarda geceyi geçirmek epey cesaret ister…
Çölün ortasında bayrağımızı görmenin gururu, bu demiryolu için dedelerimizin bağışladığı paraları düşünmenin sızısı, İngilizlerin savaş sırasında bölgede Araplara özgürlük (!!!) verme vaadi ile nasıl da stratejik hamleler yaptığını gözlemlemenin tanımlanamaz hisleri içinde resim çekmek için rüzgarın esip bayrağı dalgalandırmasını bekledik…
Çölde Safari
Çöl acımasız bir doğal ortam. Ama jeep ile çölde safari inanılmaz keyifli bir deneyimdi. Rahat pantolon, ayakkabı ile başınızı rüzgar ve kumdan korumak için şapka ya da başörtüsü gerekli bu safaride.
Bir de çölün zorlu koşullarında yaşamaya alışkın çölün efendisi Bedeviler var. Çölün kayalarının arasında uzun siyah bir kıl çadırın içinde çay ikram ediyorlar ve yöresel bazı ürünleri satıyorlar.
Akabe’ye gelmişken, tarihimiz içinde önemli bir yer tutan Akabe Kalesini görmek istedik. Ancak içeri girmemiz mümkün olmadı, tadilat varmış. Kale kapısının üzerinde var olan Osmanlı kitabesi kaldırılmış, yerine Ürdün arması konulmuş.
Rengarenk bir gün batımında veda ettik Kızıldeniz’e. Gezinin son durağı olan Ölü Deniz’e yaklaştığımızda hava kararmıştı. Lut’un karısı olduğu düşünülen kayayı silüet olarak gördük.
Deniz seviyesinin 420 metre altıda bulunan Lut Gölü kıyısında; plaj şemsiyelerinin altında şezlonglara uzanıp, manzarayı seyrederken gölün karşı tarafı İsrail kıyıları.
Suya girilen kısmın kenarındaki taşlar çok kaygan (yağlı gibi) olduğundan, bir görevli suya girmek isteyenlere yardımcı oluyor. Suyun, gözünüz ile temas etmemesi konusunda uyarıda bulunuyorlar. Suyun içinde batmak mümkün değil, hareket etmek de çok zor. Ben kenarında durup, yüzüme çamur sürmekle yetindim. Burada Ölü Deniz minerallerinden yapılmış sabun ve kremler satılıyor. Gitmişken almadan dönmeyin. Dönerken; valizimde sabunların kokusu, zihnimde kadim toprakları görmenin keyfi vardı. Ortadoğu’yu bütün olarak tanımak ve anlamak için resmin bir parçası da Ürdün. Ürdün genç bir devlet, ama geçmişinde birçok medeniyet ve devletin bıraktığı izler var. Turistik bir gezi yaparken aslında zamanda bir yolculuk yapmak ve çölün sonsuzluğunu hissetmek isteyenler için ideal bir gezi rotası.
Ortadoğu coğrafyasıyla, kültürüyle bir derya. Bir de güzel anlatılınca okumak çok büyük bir keyif. Teşekkür ederiz edebi ve bilgi dolu anlatımınız için…
Hilal Tezcan
Ankara Üniversitesi Kültür Gezginleri'nin organize ettiği bu kültür operasyonu, ekibin tarihinde bu güne kadar o bölgeye yapılan gezilerin en güzeli idi. Yazı ve fotoğrafları ile geziyi ebedileştiren ve Türk gezginlerinin bilgisine sunan sn. Neriman Yaşar'ı tebrik ediyorum. Prof.Dr.Dr.Aykut Mısırlıgil
Bir başka sevdiğim gezgin Neriman..Keyifle okudum. Yıllar önce bir gezi durağı olarak bir gece 2 gün Amman da kalmıştım. Anılarımı canlandırdın. Bedevi çadırında müzik eşiğinde kuzu çevirme yemiş, Lut gölünde epey zaman geçirmiş, hatta gelirken yanımda gölün çamurundan getirmiştim. Sağolasın Nerimanım.
Kendimi anlattıklarının içinde kaybettim. Çok yalın ve etkileyici olmuş yazdıkların. Tebrikler. Serap yalçın
Çok ayrıntılı ve tanıtıcı olmuş.
Ellerinize sağlık.
Tarihle bugünü ne güzel harmanlayarak sunuyorsun Nerimancigim, ellerine sağlık. İçimdeki ses bu gezilerinin ve yazılarının devamının geleceğini söylüyor..
Meraklısına diyerek verdiğiniz bilgiler,özellikle Petra ve Lut Gölü (ki Ürdün deyince cok görmek istediğim yerlerdir), çöller, künefe ?, bir solukta okudum. Ellerinize sağlık Neriman Hanım.
Nerimancım bi da diğer gezi yazıların gibi çok aydınlatıcı olmuş. Ellerine emeğine sağlık. Umarım birgün kendi gözlerimle de görebilirim.