roma-gezi-rehberi

Uygarlığın beşiği, tarihi dokusu en iyi korunmuş şehirlerden biri olan Roma’da dolaşmak açık hava müzesinde gezmek demek…

Can arkadaşım Ayşe ile bir yıl önce promosyon uçak biletlerimizi aldık ve gezimizi planlamaya başladık. Yurt dışı deneyimlerimize güvenerek “booking.com”dan Roma ve Floransa için otel rezervasyonlarımızı da yaptık. Roma‘da 6 gece için gecelik 3,5 Euro şehir vergisi dahil 129 Euro’ya ve Floransa’da bir gece için yine vergi dahil 33 Euro’ya iptal imkanı da olan otel rezervasyonu yaptık.

Yaptığımız plana göre tren biletleri satışa açılır açılmaz Roma-Pisa arası hızlı tren biletimizi çok uygun olan 9 Euro’ya aldık. Vatikan Müzesi, Uffizi ve Accademia Müzesinin bilet kuyruklarında beklememek için 4’er Euro rezervasyon ücreti ödeyip biletlerimizi online satın aldık. Uffizi için 12, Academia için 16,50 ve Vatikan Müzesi için 20 Euro ödedik.

Birçok turistik şehirde olduğu gibi Roma’da da 2 veya 3 günlük özel şehir kartları var. Biz iki ücretsiz müze giriş ve sınırsız şehir içi ulaşım hakkı olan 3 günlük “Roma Pass Card” aldık. Bloglarda Roma Pass’i turizm ofislerinden alabileceğimiz yazıldığından uzun süre böyle bir ofis aradık. Birkaç denemeden sonra büfelerde de Pass satıldığını öğrendik ve 3 günlük Pass Card icin 36 Euro ödedik.  Ücretsiz müze giriş hakkını Kolezyum ve Galleria Borghese’de kullanmak üzere belirledik. Ancak aklınızda bulunsun Galleria Borghese küçük bir müze olduğundan önceden telefonla rezervasyon yaptırmanız gerekiyor. İki saat içinde müzeyi gezip çıkmak zorundasınız. Havaalanından şehir merkezine gitmenin en ekonomik yolunun otobüs olduğunu okuduklarımdan öğrenmiştim. Havaalanı çıkışında otobüs duraklarını bulduk. Duraklarını diyorum; çünkü birden fazla otobüs firması var. Biz sadece gişesi açık olduğu için TAM firmasından gidiş-dönüş biletimizi 8 Euro ödeyerek aldık ve 40 dakika sonra Termini İstasyonu’na ulaştık. Burası Roma’nın en büyük merkezi tren istasyonu olup aynı zamanda kırmızı ve mavi hat olarak çalışan iki metro istasyonunun da kesiştiği bir noktadır. Bu yüzden istasyon ana baba günüydü. Biz de otelimize gitmek için mavi metro hattına yöneldik. 

Roma’da ayarladığımız otel Italyanların yaşadığı tarihi bir binanın bir katında yer alıyordu. Otelimizin yeri de metro durağına oldukça yakındı. Kahvaltı için günlük fiş verdiler ve arka sokakta yer alan bir cafe’yi tarif ettiler. Kahvaltıları tabi ki bizim kahvaltılar gibi değil; sadece krovasan ve kahveden ibaret kahvaltı da bize yetti.

Gezilecek Yerler

İlk gün programıza Kolezyum ile başladık. “Roma Pass Card” için ayrı bir girişten içeri girdik. 

Arena, alttaki aslanlar ve gladyatörlerin hazırlandığı bölmeler, yüksek tribün kısımları, 50 bin kişilik kapasitesi ile M.S. 80 yılında böyle bir yapının inşa edilmiş olması gerçekten olağanüstüydü.

Yaklaşık 2 saat içeride gezdikten sonra Kolezyum’un dışına çıktık. Dışarıdan görüntüsü de ayrı bir etkileyiciydi.

Kolezyum ile Palatino Tepesi arasında Konstantin Takı’nı (Arch of Constantine) yer alıyor. Konstantin Zafer Takı, ilk Hristiyan İmparator Constantine’in Milvian Köprüsü Savaşında İmparator Maxentius’a karşı kazandığı zafere adanarak M.S. 315 yılında yaptırılmış.

Roma’nın yedi tepesinden merkezde olanı ve Roma kentinin tarihî kalıntılar açısından en zengin bölgesi Roma Forumu’ndan yaklaşık 40 m yukarıdadır. Bir taraftan Kolezyum’a ve diğer tarafta ise Circus Maximus ile Roma Forumu’na tepeden bakar. İmparatorların evleri, saraylar, taklar, tapınaklar ve ılıcalar burada bulunmaktadır. Yapılan kazılar M.Ö. 1000 yıllarında bile burada yaşamın olduğunu göstermektedir. İsminin etimolojik kökü “palace” (saray) kelimesinden gelmekte.

Roma şehrinin kökleri burada atılmış. Efsaneye göre, Romulus ve Romus ikiz kardeşler, bir dişi kurt tarafından Palatino’daki bir mağarada büyütülmüş ve Romulus Roma’yı kurmaya karar vermiştir. Modern arkeoloji, bu bölgede Roma’nın kurulmasından önceki bir dönem olan bronz çağına ait yerleşim katmanı da bulmuştur.

Kentin ünlü yurttaşlarının büyük çoğunluğu Palatino’da oturmuş. Augustus, bu tepede doğmuş ve imparator olduğunda bile, her fırsatta doğduğu bu yere gelmeyi tercih etmiş. Augustus’un doğduğu Palatino Evi ve Augustus’un karısı Livia’nın Evi olarak bilinen iki bina, bölgedeki en iyi korunmuş evler arasında.

Kybele Tapınağı, Augustus, Tiberius ve Domitian Saray kalıntıları, Flavius Sarayı, Livia’nın Evi, Romulus Kulübeleri, Stadyum ve Farnese Bahçeleri Palatino Tepesi’nde yer alan önemli yapılardandır.

Bu arada yeri gelmişken söyleyeyim; bu kadar geniş alanda pek çok çeşmeye rast geldik. Su şişelerimizi doldurduk ve gönül rahatlığıyla içtik. Roma’da çeşmelerden su içilebilmesi büyük rahatlık…

Burada uzun süre gezdikten ve tepeden pek çok kare fotoğraf aldıktan sonra sıra Roma Forumu’nu gezmeye geldi.

Roma Forumu, eski Roma halkının yaşadığı bölge olup alışveriş, ibadet ve yaşam için gerekli yapıların kalıntılarını görmek mümkün; girişi ücretsiz.

Burada yer alan diğer tak, Septimius Severus Zafer Takı, Roma Forumu’nda yer alan en iyi korunmuş yapılardan biri. İmparator Severus’un Part zaferini ve yeni hanedanı kutlamak amacıyla M.S. 203 yılında yapılmış. İmparatorun Part zaferiyle ilgili öyküler rölyeflerle betimlenmiş.

Yorucu bir merdiven ile Forum’dan çıktık ve Palatino Tepesi’nden gördüğümüz Vittorio Emanuele II Abidesine doğru yürümeye başladık. Roma’nın ünlü anıtlarından olan Vittorio Emanuele II Abidesi, şehrin en hareketli meydanlarından biri olan Piazza Venezia’da yer alıyor. Altare della Patria (Ulusun Mihrabı) olarak da bilinen anıt, Giuseppe Sacconi tarafından Birleşmiş İtalya Krallığı’nın ilk kralı II. Vittorio Emanuele’yi onurlandırmak için 1885-1911 yılları arasında yapılmıştır. Venedik Meydanı ve Capitoline Tepesi arasında bulunuyor.

Burada aynı zamanda 1. Dünya Savaşı’nda ölen 11 meçhul askerin mezarı da olduğundan “Unknown Soldier / Meçhul Asker Anıtı” da denmekteymiş. Askerlerin sürekli nöbet tuttuğu bu anıtta hiç sönmeyen bir ateş yanıyor. İtalyanlar, inşasında mermer kullanıldığı için bu yapıyı pek sevmiyorlarmış ve bu yüzden ‘takma diş, düğün pastası, daktilo’ gibi isimlerle anıyorlarmış. Bu anıtın inşası için civardaki birçok yapı kaldırılmış.

Neoklasik mimari özelliklerinin görülebileceği bu anıt Botticino, Brescia’dan getirilen beyaz mermer ve Corinthian sütunlarından inşa edilmiş. 135 metre genişliğinde ve 70 metre yüksekliğindeki bu yapıda at üstündeki Vittorio Emanuele heykeli, sağ ve sol üst köşelerde yer alan tanrıça Victoria‘nın üstünde olduğu dört at heykeli yer almaktadır.

Vittorio Emanuele II Abidesi’nin alt kısmında İtalyan Birleşme Müzesi (Museum of Italian Unification) üst bölümünde ise bir seyir terası yer almaktadır. Bizim zamanımız kısıtlı olduğundan müzeyi gezemedik, ama Roma’nın güzel manzarasını seyredebilmek için bilet alarak bir kısmını asansörle ve bir kısmını yürüyerek anıtın en üstüne kadar çıktık.

Venedik Meydanı’ndan, Via del Corso boyunca yürüdüğünüzde ulaşacağınız meydan ise Roma’nın en ünlü toplanma meydanı olan Piazza Del Popolo’dur. Meydanın tam ortasındaki Mısır dikili taşında firavun Ramses II’ye övgüler bulunmaktaymış.

Meydanı süsleyen iki çeşme ise, Neptün Çeşmesi ve Obelisk Çeşmeleri. Trafiğe kapalı bir meydan olan Popola Meydanı’ndaki ikiz kiliseler birbirinin aynısı gibi görünse de küçük farklılıkları varmış.

Basilica San Giovanni in Laterano’yu gezdik. Ancak Michelangelo tarafından yapılan Musa heykeli ve II. Julius’un mezarının da bulunduğu San Pietro Vincoli Bazilikası’nı restorasyon nedeniyle gezemedik.

Biraz hislerimize güvenerek ve biraz da yürüyen turistleri takip ederek bir anda kendimizi Trevi Çeşmesi‘nde bulduk. Oldukça heybetli ve son restorasyondan dolayı parlamış gözüküyordu. Trevi Çeşmesi (Fontana di Trevi) ya da daha çok bilinen adıyla Aşk Çeşmesi Roma’nın en ünlü yapılarından biridir.

Trevi Çeşmesi’nın tarihi, İmparator Augustus döneminde başlar. Çeşmenin yapımı, su arayan askerlere su kaynağının yerini gösteren bir kızın efsanesine dayanmaktadır. İmparator Augustus‘un damadı Agrippa, akan suyu Vergine Su Kemeri ile Pantheon’a kadar ulaştırmış. Bu çeşme, 8. yüzyılda, 12. yüzyılda ve 15. yüzyılda restore edilmiştir. 1998‘de büyük bir düzenleme geçirmiş, temizlenmiş ve su sistemi de yenilenmiş. En son restorasyon ise 2015 yılının sonunda tamamlanmış.

Trevi Çeşmesi’nin üzerinde birçok heykel görüyoruz. Trevi Çeşmesi’nin genel ifadesini deniz vermektedir. Klasik ve Barok karışımı bu çeşmede deniz kabuğu şeklinde bir at arabası, arabayı çeken denizden çıkan kanatlı atlar ve arabada bulunan mitolojik deniz tanrısı, görünümün ana konusunu oluşturmaktadır. Çeşmenin orta kısmında 2 Triton’un çevrelediği bir Neptün figürü bulunuyor. Tritonlardan biri huysuz bir deniz atını dizginlemekte, diğeri ise daha sakin olan deniz atını sürmektedir. Yaşlı ve sakallı Triton (bunun Sokrates olduğuna inanılıyor) tarafından yönetilen sakin ve uysal at akılcı aşkı temsil etmekteymiş. Genç ve güzel Triton (Phaidros) tarafından yönetilen asi ve hırçın at ise bedensel ve vahşi aşkı temsil etmekteymiş. Bunlar denizin 2 zıt halini simgelemektedir. Neptün’ün iki yanında bulunan tanrıçalar ise bereket ve sağlık tanrıçalarıymış. Çeşmenin sağındaki rölyefte su kaynağını keşfeden bakire Acqua Vergine betimlenmiştir.

Trevi Çeşmesi’nin bu kadar ünlü olmasının bir nedeni de çeşmeye dilek dileyip bozuk para atılmasıdır. İnanışa göre kim dilek diler ve sağ eli ile sol omzunun üzerinden çeşmeye bozuk para atarsa o kişinin dileği gerçekleşir ve Roma’ya tekrar gelirmiş. Biz de ritüeli bozmadık ve paralarımızı atıp dileklerimizi diledik.

Trevi Çeşmesi’nin etrafı çok kalabalıktı. Çok fazla kalamadık ve yola koyulduk. Yine biraz kalabalığa takılarak bir meydana geldik. Burada da bir çeşme vardı. Zaten Roma adım başı karşınıza çıkan meydan ve çeşmelerle dolu bir şehir. Burada biraz dinlenirken karşımızda aradığımız Pantheon’un olduğunu anladık.

Panteon, Antik Roma döneminden kalan bir tapınak. Günümüzdeki Pantheon aynı yerde yapılmış olan üçüncü yapıdır. Önceki iki yapı yangınlarda tahrip olmuş ve üçüncüsü iyi bir şekilde korunarak günümüze ulaşmıştır.

“Tüm tanrıların tapınağı” anlamına gelen Panteon ilk olarak Antik Roma‘nın tüm tanrıları için M.S. 118 – 125 yılları arasında tapınak olarak inşa edilmiş bir yapıdır. Binanın tasarımı genellikle Trajan‘ın mimarı Şamlı Apollodorus‘a atfedilir ancak imparator Hadrianus veya onun mimarlarına ait olması muhtemeldir. İmparator Hadrian tarafından yaptırılma amacının Augustus’un arkadaşı ve komutanı Marcus Agrippa’nın M.S. 80 yılında yanan Pantheon’un yerine koymak olduğu söylenmektedir. Yapının giriş kısmında Latince yazılmış Marcus Agrippa’ya ithaf edilen bir yazı görülebilir. Yazıda “M. Agrippa, Lucius’un oğlu, üç kez konsül olan kişi yapmıştır” yazmaktadır.

7. yüzyıldan bu yana Hristiyan kilisesi olarak kullanılan Panteon Roma‘daki en eski beton kubbeli binadır. Tepesinde daire biçiminde boşluk vardır. İlk başta içerisinde pagan tanrı heykelleri varken, kilise tarafından bu heykeller yok edilmiş ve Panteon bir katolik kilisesi haline getirilmiş. Yapı 609 yılında Bakire Meryem Kilisesi olarak kutsanmış ve böylece günümüze kadar korunmuş.

Panteon’u böyle etkileyici kılan en önemli özellik hiç şüphesiz ki eşsiz mimarisidir. Arklar sekiz kısımda biter, kubbe ise farklı arklar tarafından desteklenmektedir. Binanın ağırlığını kaldırmak için bu arklardan faydalanılmış. Binanın girişinin iki kısmında Augustus ve Agrippa’nın heykelleri bulunmaktadır.

Çapı 43,3 m olan kubbenin yapımında Romalılara özgü bir beton kullanılmıştır. Kubbenin ortasında Latince’de ”göz” anlamına gelen Oculus adında bir delik bulunmaktadır. 8 metre genişliğindeki bu delik hem içeriyi aydınlatmak hem de tapınaktakilerin gökyüzünü izlemelerini sağlamak amacıyla yapılmış ve bir rivayete göre öyle bir tasarlanmış ki yağmur yağdığı zaman kubbenin ortası açık olmasına rağmen içeriye yağmur girmezmiş. Ancak bu rivayetin aslı bulunmuyor tabi ki… Bu kadar geniş çaplı bir kubbenin betondan yapılması da o günün teknolojisiyle hala bir soru işaretidir.

Panteon kavramı bugün içinde meşhur kimselerin gömülü olduğu anıtlar için kullanılmaktaymış. Geçmişte de Panteon aynı zamanda krallar,ressamlar ve mimarların mezarlarının bulunduğu bir yer olmuş. Mihrabın solundaki şapelde Rönesans sanatçısı Raffaello bir Roma lahdinde gömülüdür.

19. yüzyıl Kraliçesi Margherita eşi Kral I. Umberto ile başka bir şapelde yatmaktadır. Birleşik İtalya’nın ilk kralı olan II. Vittorio Emanuele’nin şapeli de bulunmaktadır.

Burayı da gezdikten sonra aynı yönde yürümeye devam ettik. En nihayet Bernini’nin heykelleri ile süslenmiş Roma’daki en etkileyici meydan Navona Meydanı’na ulaştık. Elips biçimindeki meydanın bulunduğu bu alanda daha önce İmparator Domitian tarafından M.S. 1. yüzyılda yaptırılan bir stadyum yer almaktaymış. 30.000 kişi kapasiteli olan bu stadyumun yıllar içinde yıkılması sonucunda Papa X. Innocent (1644-1655) bölgenin yeniden düzenlenmesini istemiş ve böylece Navona Meydanı hayat bulmuş. Meydanda yer alan üç çeşmenin en ünlüsü ise Dört Nehir Çeşmesi olup 1651 yılında Gian Lorenzo Bernini tarafından Papa Innocent X için yapılmıştır. Dört Irmak Fıskiyesi (Fontana dei Quattro Fiumi), bir başyapıt.

Çeşmenin tasarımı bir yarışma sonucunda belirlenmiş olup ismi dört kıtadaki dört nehrin dört tanrısından geliyor; Afrika’daki Nil, Asya’dakiGanj, Avrupa’daki Tuna ve Amerika’daki Plata’dır.

Çeşmenin ortasında yer alan dikilitaş Roma döneminden kalmadır. Üzerinde İmparator Vespasianus, Titus ve Domitian’ın adlarının hiyeroglifleri bulunur.

Domitian Stadyumu 2000 yıl önce yapılmış olsa bile stadyum şeklini meydanda halen görmek mümkün oluyor. Bugün meydanın yayalara ayrılmış olan kısmı stadyumun oyun alanını, etrafındaki binalar ise stadyumun tribünlerini oluşturuyormuş. Bunu meydandayken hayal edebiliyorsunuz.

Çeşmenin hemen arkasında Sant Agnese in Agone Kilisesi yer alıyor. Roma’nın en ünlü kiliselerinden olan San Luigi dei Francesi binaların arkasında yer alıyor. Navona Meydanı’nın etrafında yer alan binaların çoğu 16. ve 17. yüzyıllardan kalma olduklarından seyrine doyum olmuyor.

Roma’daki üçüncü günümüzde Galleria Borghese’i gezeceğiz. Villa Borghese Parkı’nda çok güzel bahçeler, çeşmeler, heykeller, korular ve yürüyüş yolları ile bir su saati yer almaktaymış.

Bu parkta Giardino del Lago (Gölün Bahçesi) ve Art Nouveau tarzındaki Fontana dei Fauni (yarı insan yarı keçi Orman Tanrısı) çeşmesi dikkat çekici noktalar arasında yer alıyormuş. Pincio Bahçeleri ise parkın özel alanlarından biri. Aynı zamanda burada National Geographic sponsorluğunda kurulmuş bir hayvanat bahçesi varmış. Villa Borghese’nin diğer kısmında ise Roma Modern Sanatlar Müzesi varmış. Biz vaktimiz sınırlı olduğundan sadece müzeye giderken ve dönerken parkın içini görebildik. Ama sakın bunu küçümsemeyin; neredeyse 5 km yol yürüdüğümüzü söyleyebilirim. Ancak çok güzel ve huzurlu bir yer olduğunu bu yürüyüşle anladık diyebilirim.

Müze iki bölüme ayrılmış; zemin katta heykel koleksiyonu (Museo Borghese) ile üst kattaki resim galerisi (Galleria Borghese).

Galleria Borghese’i dünyanın en küçük ve en güzel galerinden biri. Bernini’nin heykelleri ve Caravaggio’nun resimleri görmeye değer. Berninin Hades ve Persephone, Apollon ve Dahne, Davud ile Caravaggio’nun Yılanlı Madonna’sını görmeden ayrılmayın.

Villa Borghese, Papa V. Paul’un yeğeni olan Kardinal Scipione Borghese’ye (1577-1633) ait olan resimleri ve heykelleri sergilemek için yapılmış. Scipione genç Bernini’nin ilk işvereni olup heykellerine Müze’de yer vermiştir. Caravaggio’nun eserlerini ise tutkulu bir şekilde toplamıştır. Diğer eserler Titian, Raphael, Rubens ve Barocci gibi sanatçılara aittir. Müzenin içi hiç bir eser olmasa bile çok etkileyici ve öyle güzel tasarlanmış ki, sadece tavan ve duvar işlemeleri bile gezip görmeye değer. Dıştan görüntüsü de oldukça etkileyici.

Buradan ayrılarak İspanyol Merdivenleri‘ni görmeye gittik. Ancak bizi kötü bir sürpriz bekliyordu. Merdivenleri restorasyona almışlardı ve sadece yan tarafında küçük bir kısmı iniş ve çıkışlar için kullandırıyorlardı. Çok da büyük bir kayıp değildi aslında. Görenlerin önemli olmadığı konusunda hemfikir olduğu bir yer burası.

138 basamaktan oluşan bu merdivenler Avrupa’da yapılmış en uzun merdivenler imiş. 1723-1726 yılları arasında Kral XV. Louis için tasarlanan İspanyol Merdivenleri’nin yapım amacı üst bölümünde yer alan Trinita dei Monti Kilisesi’ne meydandan ulaşım sağlamakmış. Spagna Meydanı Rönesans döneminde yazarların, sanatçıların buluşma noktasıymış. Önce Monti Kilisesinin adı verilse de sonrasında İspanya elçiliği nedeniyle İspanya Meydanı (Piazza di Spagna) adını almış.

Merdivenleri tırmandık ve yukarıda gözüken Trinita dei Monti Kilisesi’ne ulaştık. Kilisenin içini gezdik.

Burası oldukça yüksek olduğundan Kilisenin önünden şehri seyretmek çok keyifliydi.

Sonra tekrar İspanyol Merdivenlerinin yan tarafından meydana indik ve merdivenlerin önündeki ‘ Fontana della Barcaccia ‘ adı verilen tekne şeklindeki çeşmeyi gördük. Çeşme 1627-1629 yıllarında Pietro Bernini tarafından yapılmış ve ‘Çirkin Gemi’ ismiyle de anılmakta imiş. Yapılış amacı, Tiber Nehrinde 1598’de meydana gelen sel felaketini bir botla temsilen göstermekmiş.

Vakit epey ilerledi ve programımızda biraz geciktik. Hızla bir sonraki gezi durağımız için yola koyulduk. Şimdiki hedefimiz Tivoli Bahçeleri.

Tivoli, Roma’ya yaklaşık 50 dakika uzaklıkta, görkemli çeşmeleriyle gezeceğimiz Villa D’este ve İmparator Hadrian’ın villasının bulunduğu küçük bir kasabadır. Ponte Mammolo metro istasyonundan aldığımız 5 Euro’luk otobüs gidiş-dönüş biletiyle kasabaya ulaştık. Otobüsler her 15 dakikada bir çalışıyor. Piazza Giuseppe Garibaldi yakınındaki durakta inerek, Villa’ya kolayca ulaştık Villa D’este’ye 8 € giriş biletinin yanında küçük bir harita da veriyorlar.

Burası 1500’lü yıllarda, Roma’da başarılı olamayan kardinal Ippolito II d’Este tarafından yaptırılmıştır. UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde bulunan villa, zengin freskler ve kabartmalarla süslüydü.

Ancak asıl ilgimizi çeken, çeşitli çeşmeler ve havuzlarla zenginleştirilmiş bahçesi oldu. Pirro Ligorio ve Bernini gibi sanatçılar tasarımlarını yapmışlar.

Tivoli altında 600 metre tünel inşa edilerek su temin edilmiş ve Peterhof ‘daki saray gibi hidroloji teknikleri kullanılmış olup Villanın en ilgi çeken yeri Fontana dell’Organa olmuş. 10.30 da kapakları açılan bu çeşmeden org dinletisi yapılmaktaymış. Her iki saatte bir tekrar ediliyormuş ama biz bu saati yakalayamadık. Fontana della Civetta’da ise saat 10.00’da başlayıp her iki saatte bir kuş sesleri dinletisi yapılmaktaymış.

Son derece huzurlu ve sakin bir yer. Tam gezmeyi bitirdik ki yağmur başladı. Burası oldukça yüksek bir konumda ve bu yüzden eminim yağmuru eksik olmuyordur. Yine de çok şanslıyız bütün bahçeyi gezebildik. Buradan ayrıldık ama yağmurdan dolayı yürümek ne mümkün. Hediyelik eşya satan bir dükkana girmiştik ve kadıncağız dışarıda sergilediği eşyaları içeri taşıma telaşındaydı. Bizim de elimize mi yapışacaktı üçümüz birlikte eşyaları içeri taşıdık. Kadıncağız yardımlaşmamızdan dolayı çok memnun oldu. İtalyanları bize çok benzettim. Özellikle taşraya gittikçe bu benzerlik daha çok ortaya çıkıyor. 

Yağmur biraz hızını azaltınca elimizdeki tek şemsiyenin altına sığınıp şehrin sokaklarını gezmeye çalıştık. Daracık sokakları, eski ama iyi korunmuş binalarıyla Tivoli bize çok sevimli ve sıcak gözüktü. Gezerken alışveriş yapma fırsatımız da oldu. Güzel şişe kapakları beğendik ve hem kendimize hem de arkadaşlarımıza pek çok şişe kapağı aldık. Dükkandaki kız o kadar kapağı hiç erinmedi ve hepsini tek tek paket yaptı. İşte yine güleryüzlü bir İtalyan!

Vatikan gezimizi ayrı bir yazı konusu ancak Vatikan gezimiz sonrasında oraya çok yakın konumda olan Castel Sant Angelo’yu görmek istedik. Mausoleum of Hadrian veya daha çok bilinen adıyla Castel Sant Angelo, Roma’nın en önemli tarihi yapılarından biriymiş. Silindirik ve görkemli bir yapı olan Kale, adını Papa Büyük Gregorius’un burada Melek Mikail’i gördüğü rivayetine dayanıyormuş. Yapı, M.S. 139 yılında önce Hadrianus ve ailesinin mozolesi olarak yapılmış, daha sonra İmparator Aurelianus’un yaptırdığı kent duvarlarına dahil edilmiş, Orta Çağ’da kaleye dönüştürülmüş, bir süre de hapishane olarak kullanılmış ve siyasi karmaşa dönemlerinde papaların ikametgâhı olmuş. Fatih Sultan Mehmet’in oğlu Cem Sultan da burada esir tutulanlar arasında yer almış.

Kale ile Vatikan arasında yer alan gizli geçiş ile papaların güvenliği sağlanmak istenmiş. Vatikan Koridoru adı verilen bu bölüm Vatikan Sarayı’ndan Castel Sant Angelo’ya dek uzanıyormuş. Bu koridor, 1227 yılında papanın tehlike anında kaçışı için özel olarak inşa edilmiş.

Castel Sant Angelo günümüzde Museo Nazionale di Castel Sant Angelo’ya (Sant Angelo Kalesi Ulusal Müzesi) ev sahipliği yapmakta. Müzenin içindeki Sala delle Urne bölümünde ölü küllerinin saklandığı kaplar görülebiliyormuş. İmparator Hadrian ve ailesinin külleri de bir zamanlar burada bulunsa da şu an nerede olduğu bilinmemekteymiş.

Kalede yer alan VI. Alexander Merdivenlerini, Perino del Vaga’yı ve Pellegrino Tibaldi’nin göz alıcı freskleriyle (1544-7) süslenmiş Sala Paolina’yı gezerek en son Terrazzo dell’Angelo’da (Melek Terası) büyük, bronz St. Michael heykelinin görüntüsü etkileyiciydi. Bu bölümde yer alan Bronz Melek Heykeli, 18. yüzyıl Flaman heykeltıraşı olan Pieter Verschaffelt’e aitmiş.

Kalenin önünde Roma’nın tek araç trafiğine kapalı köprüsü Ponte Sant Angelo (Hadrian Köprüsü) yer alıyor. Hadrian Köprüsü, Roma’da bulunan en güzel köprüler arasındaymış. Köprünün yan yüzeyleri traverten olup Ponte Sant’Angelo’daki heykeller öncesinde Raphaell tarafından yapılmış ve daha sonra heykeller Bernini’ye zamanın Papası tarafından yeniden yaptırılmış. Tiber Nehri’ni 3 kemer ile geçen köprü Castel Sant Angelo ile seyre değer bir manzara oluşturuyor.

Bu arada Vatikan ve Tiber Nehri’nin panoramik manzarasını seyrettik.

Burayı gezdikten sonra çok yorgun olduğumuzu hissettik. Roma’da henüz gezemediğimiz Trastevere bölgesini ararken güzel bir cafede oturup dinlenme fırsatı bulduk. Haritada çok yakınmış gibi gözüken bölgeye ulaşmak için neredeyse bir saate yakın yürümek zorunda kaldık.

Trastevere’nin Roma’nın elit tabakasının yaşadığı bölge olduğu söyleniyor. Ferzan Özpetek’in evinin bu bölgede olduğunu okumuştuk ve bu nedenle onu görebilme hayaliyle uzun süre sokaklarda dolaştık. Sonrasında bu bölgede bizim meyhanelere benzer küçük bir mekan bulup oturduk. Masa örtüleri çok sevimliydi ve duvarlarında fotoğraflar asılıydı. Burada da bira eşliğinde nefis bir pizza yedik. Bu yemek için yaklaşık 15 Euro ödedik.

Haritadan bulduğumuz en yakın metro durağına yürümeye başladık. Vakit ilerlediğinden ortalık biraz ıssızlaşmıştı. Ben de gördüğümüz bir otobüs durağından otobüse binmeyi teklif ettim. Bindiğimiz otobüs çok eski idi, hoplata zıplata bizi Termini’ye götürdü. Orada hemen metro istasyonuna koştuk çünkü metro seferleri sona ermek üzereydi. İstasyona geldiğimizde bariyerleri indirdiklerini gördük. Ancak arka tarafta insanlar bekliyordu. Bizi İtalyan zannederek birkaç adam bize işaret ederek açık kapıyı gösterdiler. Belki hayatımızın en hızlı koşusunu yaptık. Çünkü hemen sonra gelen tren günün son treniydi ve onu kaçırdığımız zaman yukarı çıkıp taksiyle otelimize gitmek zorundaydık. Bu da hem zaman hem de para kaybı anlamına geliyordu. Ertesi gün ise erkenden yollara düşüp Pisa’ya gidecektik. Neyse ki yine iyi niyetli insanlar sayesinde metroya binmiş ve bu macerayı da güzel bir anı olarak hafızamıza atmıştık.

Böylece Roma’yı son güne bıraktığımız Santa Maria Maggiore Kilisesi dışında istediğimiz gibi gezmiş olmanın huzur ve mutluluğuyla doluyduk. Ertesi gün artık yeni şehirlere doğru yolculuğumuz başlayacaktı.

Pisa, Lucca, Floransa ve Siena şehirlerindeki gezilerimiz de ayrı bir günlük olarak verilecektir. Biz ise gelelim Roma’daki ve İtalya’daki son günümüzde gezdiğimiz kiliseye. Santa Maria Maggiore Kilisesi Termini İstasyonu’na çok yakın bir konumda yer alıyor.

Santa Maria Maggiore’nin, farklı mimari tarzların bir arada kullanımı konusundaki en başarılı örneklerden biri olduğu söylenmektedir. Efsaneye göre bir gece Bakire Meryem papanın rüyasına girmiş ve ona yeni bir kilise inşa etmesini, yeni kilisenin inşa edileceği yeri ise karla işaretleyeceğini söylemiş. Gerçekten de yaz günü olmasına karşın Esquiline Tepesi’ne kar yağmış ve bunun üzerine papa da bu bölgeye M.S 356 yılında kiliseyi yaptırmış.

Kilisenin nef ve nef mozaikleri 5. yüzyıl tarihli orijinal mozaiklerdir. Cosmati işçiliği, apsis mozaikleri ve Romanesk çan kulesi Orta Çağ’dan kalmadır. Santa Maria Maggiore Kilisesi Orta Çağ boyunca çeşitli yenilemelerden geçirilmiştir. Kilisenin tavanı İspanya Kraliçesi Isabella’nın papaya hediye ettiği altın yaldız ile kaplanmıştır.

Kilisenin önünde yer alan Piazza dell’Esquilino Dikilitaşı ise hacılara yol göstermesi için Papa V. Sixtus tarafından dikilmiştir. Papa V. Paulus Borghese için yaptırılan (1611) şapel Cappella Paolina, Jacopo Torriti’nin apsisteki muhteşem mozaiklerinden olan Bakire’nin Taçlandırılması (1295), Cosmati mermer işçiliği ile yapılan Kardinal Rodriguez’in Mezarı (1299), Domenico Fontana’nın Papa V. Sixtus (1585-90) için yaptığı mezarın yer aldığı şapel, kilisedeki en önemli bölümlerdendir. Her yıl 5 Ağustos tarihinde insanlar kutlamalar için toplanıyor ve kilisenin kubbesini çevreleyen galeriden beyaz gül yaprakları atılarak kilisenin kuruluşu anılıyormuş.

Kilisenin tabanında mermer üzerine burçların resimleri çizilmiş ve ayrıca sanırım bir takvim oluşturmak için matematiksel çeşitli hesaplar yapılmış. Dini bir binanın içinde bunları görmek bana ilginç geldi.

Roma gezimizde İtalya’yı ikimiz de çok sevdik ve tekrar gelmek için de bütün ritüelleri gerçekleştirdik. Umarım en kısa sürede başka şehirlerini görmek için İtalya’ya gidebiliriz.

 

Yorumunuzu Buraya Yazabilirsiniz

Yorumunuzu Giiniz
Please enter your name here