Lizbon

Edebiyat dünyasının en prestijli ödülü olan Nobel Ödülü‘nü almasıyla değil, kazandığı ödüle verdiği tepkiyle iz bırakan, hayranı olduğum ve kitaplarını okumaya doyamadığım Portekizli yazar Jose Saramago’nun memleketine gitmek çok heyecan vericiydi. 1998 yılında Nobel’i kazanan Jose Saramago ödülü aldığı ilan edildiği sırada Frankfurt Kitap Fuarı’ndan ayrılmış, havaalanına doğru giderken fuara tekrar davet edilmiş. Saramago, yetkililere “bırakın karıma gideyim” deyince tarihe “karısını Nobel’e tercih eden adam” olarak geçmiş.

Lizbon’a gitmeden önce okuduğum Pascal Mercier’in “Lizbon’a Gece Treni” adlı kitabı, bir lisede Antik diller öğretmeni olan Raimund Gregorius , bir gün duyduğu bir sözcüğün ve bir doktorun defterine yazdığı tümcenin büyüsüne kapılarak dersin ortasında, sınıfı terk eder ve Lizbon’a doğru, doktorun izini sürmek üzere yola çıkışını anlatır. Duyduğu sözcük Potuguês’tir, büyüsüne kapıldığı tümce ise “içimizdekilerin çok küçük bir kısmını yaşıyorsak gerisine ne oluyor?” dur. 57 yaşında yılların (henüz bir çok şey yapılmadan) ilerlemiş olduğunu fark eden Raimund Gregorius, hem Portekizce öğrenir, hem de Prado adlı bu doktorun yaşamında yer alan kişilerle görüşür ve onun bazı mektuplarını okuyarak özgürlük, aile, âşk, arkadaşlık üzerine bir hesaplaşma sürecine girer. Lizbon’un o kendine özgü güney ışığında kahramanın kendine yeni bir yaşamın kapılarını açtığını görüyor, hatta Gregorius’la beraber bu heyecan verici, yürek burkucu yolculuğa sizi de katıyor, Akdeniz insanın sıcaklığını hissediyorsunuz. Bu kitaptan aklımda kalanlar, Lizbon toplantısını inanılmaz heyecanlı kıldı. Aslında Lizbon’a gitmek için çok nedenim vardı, doktora yaptığım yıllardan tanıdığım, gurbette çok şey paylaştığım Joaquina ve Zita ile yıllar sonra yüz yüze gelmek de çok heyecan vericiydi.

Kaşifler diyarı ve Portekiz’in başkenti Lizbon, Tejo Nehri’nin Atlantik Okyanusu’na döküldüğü noktada, nehrin iki yakasını kaplayacak şekilde ve İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulmuş. Lizbon, kendine özgü karakteri ve atmosferi ile ilk bakışta çok etkiliyor. Bir Avrupa ülkesi ama mimari öğelerde çok fazla Arap etkisi görülüyor. Portekiz’deki binaların dışında ve iç süslemelerinde en güzel çinileri görebilirsiniz. Arnavut kaldırımlı yolları, karmaşık sokakları, çılgın yokuşları ve tramvayları ile çarpıyor insanı, öyle ki tekrar tekrar gitmek istiyorsunuz Lizbon’a. Şehri, yürüyerek çok rahat gezebiliyorsunuz. Lizbon sokakları bir kadın olarak rahatça gezebileceğiniz bir yer. Rahatsız edilmeden, geç saatlere kadar kafe ve restoranlarda oturabiliyor, metroda yolculuk yapabiliyorsunuz. Bir başka deyişle, kadın dostu bir şehir. Lizbon bir çok Avrupa başkentinin aksine alçakgönüllü bir duruş sergiliyor, elli üç mahalleden (freguesias) oluşuyor.

1 Kasım 1755 günü tarihteki en yıkıcı depremlerden birini yaşamış ve o zaman nüfusu yaklaşık 200 bin olan Lizbon, 60.000 ile 100.000 kişi arasında kayıp yaşamış. Ayrıca, depremin yol açtığı binâ yıkımlarının neden olduğu yangınlar ve tisunamiden dolayı Portekiz’de, İspanya’da ve Fas’ta da yaklaşık 50 bin kişinin öldüğü tahmin edilmektedir. O dönemde Avrupa’nın en büyük dördüncü şehri olan Lizbon‘un neredeyse tüm yerleşim alanları kullanılmaz hale gelmiş. Lizbon depreminin sonuçları Portekiz’i de olumsuz etkileyerek, Portekiz’de politik tansiyonun yükselip, ekonominin çökmesine yol açmış. Lizbon’daki binaların % 85’ini harap eden deprem köşkler, kütüphâneler ve birçok binanın yıkılmasına neden olmuş. Lizbon Katedrali, Sao Paulo, Santa Catarina ve Sao Vicente de Fora bazilikaları ve Misericórdia Kilisesi de zarar görmüş. Depremde harâbeye dönen bir başka yer olan Carmo Rahibe Manastırı’nın çatısı çökmüş kalıntısı, depremi hatırlatması için korunmuş durumdadır.

Lizbon evlerinin cepheleri, rutubetli soğuğu yüzünden “Azulejos” dedikleri fayans kaplanarak inşa edilmiş. Renk renk, çeşit çeşit desenler beni benden aldı. Sokak isimleri bile bu fayanslar üzerine yazılı. Kenar mahallerindeki pencerelerinde, balkonlarında çamaşırlar asılı evlerin bulunduğu ara sokaklarda gezmek, fotoğraflar çekmek müthiş keyifli.

Bu sokaklarda Fado ezgilerini de duyabilirsiniz. Fado, bir Portekiz halk şarkısı türü. Fado (Latincesi fatum, kader, alın yazısı), özellikle Lizbon ve Coimbra kentlerinde icra edilen bir müzik akımıdır. 1800’lü yıllarda balıkçı, kaşif, denizci olan sevgililerini, eşlerini denize uğurlayan ve onların geri dönmesini umutla bekleyen 19. yüzyıl Portekiz kadınlarının bekledikleri sevgililerinin, eşlerinin geri gelmemesi üzerine denize karşı yaktıkları ağıtlar. Özlem ağıtları da denebilir.

“Senin ülken okyanus oldu artık. Yalnızlığım beni hüzne bürüyor. Ruhum kelimelere dönüşüyor ve melodiler dudaklarımdan dökülüyor senin arkanda.”

Fado, karşılıksız aşk temasının yanında, sosyal sorunlar, yitirilen bir geçmişe duyulan özlem ya da daha iyi bir gelecek gibi konuları da işlemektedir. Portekizlilerin milli müziği haline gelen Fado, Kasım 2011’de UNESCO tarafından İnsanlığın Kültürel Mirası Listesi’ne alındıktan sonra cazibesi daha da artmış. Alfama semtinde 1998 yılında açılan Fado Müzesi’nde müzik aletleri, notalar, afişler, gazeteler, giysiler ve fado ile ilgili çeşitli malzemelerden oluşan yaklaşık 14 bin parçadan oluşan bir koleksiyon bulunuyor. Müzede her zaman bir sergi olduğu gibi, gitar kursları çeşit çeşit etkinlikleri ve fado gösterileri ile ziyaretçilerini bekliyor.

Portekiz tarihi incelendiğinde bir çok uygarlığın gelip geçtiğini görüyorsunuz. Milattan önce 1200’lerde Romalılar tarafından kurulmuş, Fenikeliler, Kartacalılar, Grekler, Romalılar, Vizigotlar ve Araplar (Emeviler) olmak üzere pek çok farklı milletin bir araya gelmesi ile tarihini oluşturmuş. Bu da Lizbon mimarisine ayrı bir kimlik ve renk katmış. 18. yüzyılda Araplar tarafından getirilen çinicilik, binaları kaplamış ve şehre kimliğini vurmuş. Kocaman meydanlarında, köşe başlarında ya da hiç beklemediğiniz anda karşınıza çıkan heykeller sakın şaşırtmasın sizi. Heykeller özgünlüğüyle şehrin ruhunu yansıtmış, Lizbon’a ayrı bir kimlik katmış.

Mozaik bir tabloyu andıran sokaklar, kaldırımlar ve meydanlar da ayrı bir güzellik katıyor şehre.

Portekiz’e Salazar yönetimi damgasını vurmuş. İşçi mücadeleleri, ayaklanmalar, isyanlar, siyasi cinayetler ve ekonomik kriz ile siyasi istikrarsızlık ve I. Dünya Savaşı’na katılım ile şiddetlenen sorunlar sonrası, 1926’da Portekiz’de Antonio de Oliveira Salazar önderliğindeki ordu darbe ile iktidarı ele geçirir. 1968 yılına kadar iktidarda kalan, belki de dünyanın en uzun soluklu diktatörü Salazar, muhafazakar ve milliyetçi akımları arkasına alarak, faşist ve gerici bir rejim inşa eder, 1933 yılında yeni anayasa ile Yeni Devleti (Estado Novo) kurar. Ülkenin dini değerlerini savunabilmek ve yaşatabilmek için modernleşmenin kesin çizgilerle kontrol altında tutulması gerektiğine inan Salazar, Yeni Devletin merkezine Hıristiyanlık karşıtı bir sistem olarak tanımladığı komünizmi ve özgürlükleri koyar.

Salazar ulusa seslenişinde “Rus devrimi medeniyet karşıtı, Hıristiyanlık karşıtı bir sistem. Günümüzün büyük sapkınlığı. Biz komünizme, sosyalizme ve özgürlükçü sendikacılığa, ailenin bölünmesine, çözülmesine neden olan her şeyin karşısındayız… Özgürlükten yana değiliz” diyerek, niyetini açıkça belli eder. Salazar’a ülkeyi 41 yıl tek başına nasıl yönettiğini sorduklarında, “Tres F ile ” yani “3 F ile” diye yanıt vermiş; Fado (müzik), Fatima (din) ve Football (futbol). Salazar yeni devletinin temelini, diktatörlüğünün (1926-1974) simgesi olmuş ve 3F olarak bilinen Futbol, Fado ve Fatima’ya emanet eder.

Salazar futboldan hoşlanmamasına, Fadoyu depresif ve gayri ahlaki bulmasına rağmen diktatörlüğünü pekiştirmek için elinden geleni yapar. Rejimini daha muhafazakar tabana oturtmak isteyen Salazar, dini değerleri temsil eden Fatima’yı komünizmin karşısına koyar (Meneses, 2009). Bir diktatörün ülkeyi yönettiği üç mekanizmadan biri olarak futbolu görmesi elbette ki tesadüf değil. Bunun tarihte çok örnekleri bulunuyor. Sanırım, futbol, dün ve bugün olduğu gibi kuvvetle muhtemel yarın da siyasetle iç içe olacak olgulardan biri.

Katoliklerin haç yeri olarak kabul edilen Fatima Portekiz’de bir kasaba, Lizbon’a 120 kilometre uzaklıkta. İsmini Arapçadan alıyor, Hz. Muhammed’in kızının ismi. Söylenceye göre, Endülüsler döneminde, İber Yarımadası’ndaki Hıristiyanlar, Müslümanların yarımadadaki varlıklarını yok etmek için Fatima isimli bir Arap prensesi kaçırırlar ve bir kontla evlendirirler. Hıristiyanlığı kabul eden prenses Fatima, Oriana adıyla vaftiz edilir; bölgeye de atalarının anısına Fatima adı verilir. Burada Meryem Ana’yı gördüğünü iddia eden üç çocuktan birine, Meryem Ana’nın üç sır verdiğine inanılıyor.

Portekiz’de 25 Nisan 1974 günü şiddet kullanılmadan gerçekleştirilen Karanfil Devrimi (Portekizce, Revolução dos Cravos), Portekiz’in otoriter bir diktatörlükten demokrasiye geçişini sağlayacak iki yıllık bir değişim döneminin başlangıcı olmuştur.

Karanfil Devrimi ile Portekiz’de diktatörlük ve sömürgelerindeki savaşlar bitmiş, Portekizliler bu özgürlüğün tadını çıkarıyor gibiler. Bu dönemle ilgili izlenebilecek çok keyifli filmle, İspanyol yönetmen Carlos Saura’nın, 2007 yapımlı Fadolar; Maria de Medeiros’un 1999 yapımı Nisan Devrimi bunlara örnek verilebilir.

Devrimin 24 Nisan 1974 tarihindeki Eurovision Şarkı Yarışmasında Portekiz’i temsil eden Paulo de Carvalho’nun ”E depoi do adeus” isimli parçasının çalınmasıyla başladığını, ertesi gün 25 Nisan 1974 saat 12:15’te Zeca Afonso’nun Ulusal Radyo kanalında seslendirdiği Grandola, Villa Morena adlı şarkısının çalınmasıyla verilen gizli sinyalle de Silahlı Güçler Hareketi‘nin darbeyi başlattığını biliyor muydunuz? Lizbon Çiçek Pazarı’nda bolca bulunan karanfillerin sokağa dökülen halk tarafından askerlerin silah ve tank namlularına sokulması, bu görüntülerin de tüm dünyaya duyurulması darbenin adının “Karanfil Devrimi” olmasına neden olmuş.

Horoz figürü her yerde karşınıza çıkıyor. Hediyelik eşya satan mağazaların hepsinde irili ufaklı ‘horoz’ şeklinde biblo, buzdolabı süsü, şarap açacağı, çanta, masa örtüleri gibi ürünler görüyorsunuz.

Horoz efsanesinin hikayesini öğrenmeden dönmek olmazdı. Efsaneye göre, 14. yüzyılda Lizbon’da yaşayan bir rahip, hac görevini yerine getirmek üzere uzun bir yolculuğa çıkar. Yolu üzerindeki Barcelos’ta bir hana uğrar, hanın sahibinin karısı, rahibe aşık olur. “Din adamıyım” diyerek kadını reddeder. Reddedilen hancının karısı, rahibe tuzak kurar. Kilisenin şamdanlarını çalar, rahibin yatağının altına koyar, sonra da rahibi hırsızlıkla suçlar. Zindana atılan rahip, her gün yalvarır, suçsuz olduğunu söyler ancak kimseyi inandıramaz. Yargıcın karşısına çıkarılır. O sırada yemeğini yiyen yargıç, rahiple alay ederek “eğer beni inandırmak istiyorsan bana bir mucize yarat” der. O anda yargıcın yediği tavuk horoz olup ötmeye başlar. Rahip de sonra aziz olur. Aynı zamanda, Hıristiyan inancına göre Hz. İsa gibi uyandırıcı bir görev yaptığı için de horoz çok seviliyor.

Lizbon’u temsil eden bir diğer şey de nostaljik tramvay. Lizbon’un neredeyse her yerini bu tramvaylarla gezmek mümkün. Daracık parke taşlı yollarda zar zor ilerleyen tramvay, eski binaların çevrelediği daracık sokakları, aralıkları keşfetme fırsatı sunuyor.

Kitapseverler için Lizbon’da görülebilecek ilginç yerlerden biri de Bertrand Kitapçısı. 1732 yılından beri hizmet veren kitapçı Guinness Rekorlar Kitabı’na “günümüzde hala açık olan dünyanın en eski kitapçısı” olarak girmiş. Bence, görülmeye ve zaman geçirmeye değer.

Jose Saramago’nun müzeye Nobelli Portekizli yazar Jose Saramago’nun müzeye dönüştürülmüş evi içinde kütüphanesi bulunuyor. Yazarla ilgili birçok bilgi edinebileceğiniz gibi, kitaplarına dair çeşitli taslaklar da görebilmeniz mümkün ve çeşitli etkinlikler düzenleniyor.

Portekiz’in 750 yıllık başkenti Lizbon yaklaşık 550.000 nüfusu, ortaçağ izleri taşıyan yapıları, köprüleriyle her ne kadar bir Akdeniz kenti olsa da, Akdeniz’den de bir o kadar uzak aslında, sanki Avrupa Kıtasının Güney Amerika’ya açılan kapısı gibi. Alfama, Baixa – Chiado, Barrio Alto, Belem ve Rossio Meydanı en bilinen yerleri Lizbon’un.

Alfama

Büyük depremde ayakta kalabilmiş Lizbon’un en eski mahallesi olan bölge adını Arapça Al-Hamma’dan alıyor. Yaşanmışlıkları barındıran eski sokakların, evlerin bulunduğu Alfama’da Endülüs etkisi açıkça hissediliyor, şehrin tarihi ve kültürel zenginliğini gözler önüne seriyor. Fadonun da doğduğu bölge. Böyle olunca da en güzel fado mekanları burada. Yokuşlu dar sokakları, restore edilmeden kullanılan rengarenk apartmanları, sokak aralarında asılı çamaşır ipleri ve çamaşırlarıyla, top oynayan çocukları ayrı bir güzellik katıyor bölgeye. Sao Jorge kalesi, Se Katedrali ve Santa Engracia Kilisesi de burada yer alıyor. Günümüzde, Avrupalı, Amerikalı entelektüellerin yaşamak için tercih ettikleri bir yer haline gelmiş. Onca çarpıklığın arasında sokaklar o kadar güzel görünüyor ki, fotoğraf çekmeyi sevenler müthiş kareler yakalayabilir bu bölgede. Özellikle de evlerin kapılarını.

İlk yerleşimin MÖ 2. yüzyılda yapıldığı tepede bulunan Sao Jorge Kalesi (şehrin kalesi) Lizbon’u tam tepeden izleyebileceğiniz noktalardan biri.

M.Ö. 48’den sonra etrafı surlarla çevrilen kale 10. Yüzyılda, Emeviler döneminde yeniden inşa edilmiş.

Kaleye çıkarken görebileceğiniz sağdaki katedral, Lizbon Katedrali’dir.

Lizbon’un ayakta kalan en eski yapısı olan katedral, büyük depremden yıkılmadan kurtulan nadir yapılardan bir. Şehir, 11. yüzyılda Hıristiyanların eline geçtikten sonra burada bulunan cami yıkılarak onun kalıntıları üzerine inşa edilmiş, sonraki yıllarda ise restore edilmiş, bu nedenle de dış cephesinde oldukça farklı mimariler barındırıyor.

Baixa-Chiado

Lizbon’un en hareketli yaşayan mahallesi. Depremden sonra bu bölge yeniden planlanmış ve tarihte bilinen ilk planlı kentleşme olarak biliniyor. Bir çok sokaktan ve yokuştan oluşuyor. Akşama doğru inanılmaz hareketleniyor. Mağazalar, kafeler, restoranlar burada yer alır. Lizbon’un en eski (1905) ve ünlü kafelerinden biri de Café A Brasileira. Café A Brasileira, Portekizli ünlü Şair Fernando Pessoa’nın edebiyatçı arkadaşlarıyla buluşmak ya da yazmak için uğradığı mekânlardan biriymiş. Kafenin sokağa bakan masalarında Fernando Pessoa’nın bronzdan oturur pozisyonda bir heykeli bulunuyor. “Huzursuzluğun Kitabı” romanında “Hayatla aramda ince bir cam var. Açıkça görmeme ve anlamama rağmen dokunamıyorum hayata” diyen, yalnızlığını her fırsatta vurgulayan Pessoa’nun heykeli, binlerce meraklı bakışlar altında duruyor meydanda, yaşarken hissettiği yalnızlığa inat.

Lizbon tepeli ve yokuşlu bir şehir olduğu için mahalleler birbirlerine asansörlerle bağlanmış durumda. Eyfel Kulesi’ni yapan Gustave Eiffel’in çırağı, Portekiz asıllı Fransız Mimar Raul Mesnier de Ponsard tarafından inşa edilen, meşhur asansör Elevador da Santa Justa da bu bölgede yer alıyor. Elevador de Santa Justa, 1900’lü yıllarda Baixa ve Bairro Alto’yu birbirine bağlamak için kurulan bir asansör. Aynı zamanda Carmo Lift olarak da biliniyor. Yapıldığı dönemde özellikle hayvanları tepenin üzerinde bulunan bu meydana çıkarmak için kullanılıyormuş. Lizbon’a tepeden bakmak isterseniz bu asansörle yukarı çıkabilirsiniz. Asansöre binilen alt kısım Baixa, yukarı çıkılan kısım ise Bairro Alto/Chiado Bölgesi.

Bu asansörden inip de karşı caddeye yürüdüğünüzde karşınıza Özgürlük Bulvarı (Avenina de Liberdade) çıkar. Caddenin bir ucu açık iken diğer ucu denize çıkıyor. Üzerinde de saat bulunan bir Zafer Takı var. Caddenin iki yanı mağazalar, kafeler, restoranlar, restore edilmiş binalarla dolu. Araç trafiğine kapalı olan caddede kahvenizi yudumlarken sokak müzisyenlerinin performanslarını dinleyebilirsiniz.

Barrio Alto

Rossio Tren Garı’nın arkasına düşen şehrin geleneksel restoranlarıyla, geleneksel alışveriş merkezleriyle dolu mahallesi. Bir anlamda, bohem şehir yaşantısına ev sahipliği yapıyor. Lizbon alt ve üst şehir olarak iki bölüm olarak ikiye bölünmüş. Barrio Alto, kentin daha pahalı üst kısmı. Semtin içinden geçen çok uzun ana caddenin, her iki yanında, içinde kafeler olan keyifli parklar, küçük butikler, fado kulüpleri ve Portekiz’in sömürgecilik döneminde tropikal bölgelerden getirilen çok farklı anıtsal seyirlik ağaçlar bulunuyor. Kaldırımları özellikle dikkat çekici. Ağaçların kökleri parke kaldırımlara hoş kavisler veriyor. Dar sokaklarda birçok bar var. Barlar genelde ufak, 4-5 masalık. Çünkü lokantalar çok küçük. İç kısımlarına sadece birkaç masa sığıyor. Gece 12’den sonra Erasmus Corner denen sokak köşesinde aşırı kalabalık Erasmus öğrencilerini sabaha kadar eğlenirken görebilirsiniz.

Portekiz tam bir deniz mahsülü cenneti ancak Saramago gibi ünlü yazarların romanlarına bile konu olmuş sardalyanın yeri ayrıdır. Çünkü tarih boyu denizcilikle uğraşan fakir Portekizli nüfus, denizden çıkan kaliteli balıkları satarken, kendi hep sardalyaya talim edermiş. Her yıl haziran ayında Lizbon’da sardalya festivali yapılmakta, tüm şehir bir ay boyunca hem eğlenmekte hem de bolca sardalya yemekte. Zaten şehirde dolaşırken bir çok yerde ve hatta hediyelik eşya dükkanlarında bile konserve halinde sardalyalar görebilirsiniz.

Belem

Cumhurbaşkanlığı resmî konutunun da yer aldığı Belem, Portekiz’in denizcilik tarihinde önemli bir yere sahip. Burada the Jerónimos Manastırı önemli yerlerden biri. Vasco da Gama’nın 1497’de Hindistan baharat yolunu açmasıyla, hazineyi muazzam bir zenginlikle doldurmuş.

Bu nedenle de, Jeronimos Manastırı bu baharat serveti sayesinde bol para ve harcamayla yapılmış. Manastırda pek çok Portekiz Kral ve Kraliçesinin mezarının yanı sıra, Portekiz milli kahramanı ve halk şairi Camoes ile ünlü kaşif Vasco da Gama’nın mezarları Manastırın girişinde karşılıklı olarak yer almaktadır.

Denizcilik Müzesi (Museu de Marinha ) ve Belem Kulesi (Torre Belem) denizcilik tarihine tanıklık etmek için görülebilecek yerlerden. Belem Kulesi, Lizbon şehrinin sembollerinden biri haline gelmiştir. Portekiz Kralı I. Manuel’in talimatıyla 1515-1521 yılları arasında Tejo nehrinin kıyısında bir kale olarak düşünülerek inşa edilmiştir. Daha sonra deniz feneri, hapishane, gümrük kontrol noktası olarak kullanılmıştır. Denizciler için yolculuklarının başlangıç noktası ve Portekiz’in Keşifler Çağı’nın sembolü olmuştur.

Dünyaca ünlü Belem turtasını da unutmamak gerekir. Dışı çıtır hamur, içi muhallebi, üstü bol tarçın ya da pudra şekeri dökülerek yenen sıcak bir lezzet. 1837 yılında kurulan Belem Pastanesi sadece turta satarak başlıyor hayata ve dünyaca ünleniyor.

Lizbon’da hemen hemen her köşe başında bu turta satılıyor ancak, söylenene göre Belem Pastanesi’nde hafta içi 20 bin, hafta sonu ise 40 bin adetten fazla satılıyor. Buradaki turtaların farklılığının 200 yıldan fazladır sır gibi saklanan tarifinden kaynaklandığı, dünyada bu özel tarifi bilen 6 kişinin olduğu, rivayetlere göre bu kişiler aynı anda uçağa binmezler, aynı arabayla yolculuk etmez hatta aynı anda aynı yemeği bile yemezlermiş. Pastanede turtalar gizli mutfaklarda sadece bu tarifi bilen şefler tarafından hazırlanır, bu alanlar da daima şefler tarafından özel anahtarla açılırmış.

Rossio Meydanı

Orta Çağ’dan bu yana bölgenin ana meydanlarından biri. Meydan, Lizbonlular tarafından Pedro IV Meydanı olarak adlandırılır. Portekiz Kralı IV. Pedro’nun bronz heykeli meydanın tam ortasında bulunmaktadır Geçmişte bu meydanda pek çok ayaklanma, kutlama, boğa güreşi ve katliam yapılmış. Günümüzde ise, mitinglerde ve kutlamalarda kullanılan Rossio Meydanı, hem turistlerin yoğun ilgi gösterdiği hem de yerli halkın buluşma noktalarından biri. Carmo Rahibe Manastırı ve Carmo Kilisesi de meydanın yakınlarında gezilebilecek yerlerden.

Son Söz

Sarı renk ve tonlarının hakim olduğu, sokaklarından Fado sesleri yükselen, sarı tramvayların şehri Lizbon. Sıcacık sarmalıyor sizi, oldukça basit, ama bir o kadar da zevkli bir şehir Lizbon. Sıcacık atmosferi, kendine özgü karakteri ve tarihine sahip çıkışı ile ziyaret etmek için yeterince neden veriyor insana.

Yürüyerek gezilecek bir şehir olan Lizbon’da her ne kadar yokuşları, merdivenleri inip çıksanız da bir türlü yorulmuyorsunuz. Çıktığınız merdiven ya da yokuşların sonunda karşılaştığınız manzara büyülüyor ve yorgunluğunu unutturuyor insana.

Lizbon, ses kirliliğinin olmadığı bir şehir. Ne trafikte korna sesi duyuyorsunuz ne de kafe ve mağazalardan bir müzik sesi. Bu nedenle, José Saramago’nun Lizbon için söylediği “mırıldanan büyük bir sessizlik sadece…” sözünü çok iyi anladım Lizbon sokaklarını gezerken.

Vasco da Gama ve Magellan ile tarihin seyrini değiştiren bu güzel ülkenin güzel şehri Lizbon maalesef bağımlılık yapan şehirlerden bir tanesi. Pascal Mercier ile başladığım yazımı onun tümceleriyle “bir yerden ayrıldığımızda orada bizden bir şeyler kalır. Dönmüş olsak da orada kalırız. Ve içimizde bazı şeyler vardır ki sadece oraya dönerek bulabiliriz.” Lizbon’da bıraktıklarımızla yeniden kavuşmak dileğiyle …

Lizbon turlarını Trip Advisor güvencesi ile aşağıdaki linkten alabilirsiniz.

Yararlanılan Kaynaklar

Christiani, K. (2015). Lonely Planet Pocket Lisbon (Travel Guide).Lonely Planet Pub.
Jack, M. (2007). Lisbon: City of the Sea. I.B.Tauris Pub.
Meneses, F. (2009). Salazar: A Political Biography. Enigma Books

2 COMMENTS

  1. Ben de yeni döndüm Lizbon’dan…Benim de tadı damağımda kaldı. Sadece üç gün kaldım.Gitmeden önce çok sayıda blog yazısı okudum. Hiç bu kadar doyurucu ve güzel anlatımlısına denk gelmedim. Maalesef sizinkini döndükten sonra okudum. Aklınıza, kaleminize sağlık. Hepyazın.Yolunuz açık olsun

Yorumunuzu Buraya Yazabilirsiniz

Yorumunuzu Giiniz
Please enter your name here