Dünyada bazı şehirlerin ışıltıları beyaz perdeye de yansımıştır, sinema o şehirlerin büyüsüne kayıtsız kalamamış ve bu şehirler yedinci sanat için bitmez tükenmez bir malzeme olmuştur; New York, Paris, Londra buna en iyi örnekler. Türkiye’de de İstanbul.  Bir de bunun tersi var; sinemanın sihirli elinin bir şehri parlattığı durum… Kimsenin üstünde durmadığı bir şehrin, sinemanın büyüsüyle ışıldaması, cazibe merkezi haline gelmesi gibi. Buna da en iyi örnek Kazablanka.  Aslında Kazablanka filmi, şehrin dokusunu pek yansıtmadığı halde, 2.Dünya Savaşı’nın ilk dönemlerinin arka fonunda yarım kalmış bir aşk hikayesini, hem sinematografi hem oyunculuk olarak çok başarılı bir şekilde anlattığı için Kazablanka adeta bir aşk ve romantizm şehri olarak kafalarda yer etti. Yani bu filmden sonra, aşığa Kazablanka sorulmaz dense yeridir; Kazablanka’da bundan nasibini aldı. Fas’tı, Afrika’ydı bihaber olanlarda bile bir Kazablanka fikri oluşmuştur sanırım.  Şehrin ismi de iç gıcıklayıcı, tınılı bir isim. İnsan ister istemez, bu egzotik isimli ve bol romantizm çağrışımlı şehri merak ediyor.

Öte yandan Osmanlı Avrupa’da Viyana kapılarına dayanmıştı ama Afrika’da da gelip dayandığı yer Fas kapıları oldu. Bu da ayrıca insan da merak uyandıran bir konu. En önemlisi de, Türk Hava Yolları’nın Fas’ta doğrudan uçtuğu tek yer Kazablanka.

O zaman siz Kazablanka filminin kült sahnesine (bu konuya geri döneceğiz) konu olan şarkı ‘As Time Goes By’ı dinlerken ben önce film hakkında bir kaç bilgi vereyim ve sonra Kazablanka’ya doğru yol alayım.

 

Michael Curtiz’in yönettiği Casablanca, 1942 yılı yapımı bir film ve 2.Dünya Savaşı’nın ilk dönemlerinde geçiyor; Fas’ın Kazablanka şehri, Hitler zulmünden kaçan insanlarla doludur ve Macar direniş lideri Victor Lazslo (Paul Henreid) ve eşi Ilsa Lund’un (Ingrid Bergman) yolu da buraya düşmüştür. Bu çift Kazablanka üzerinden güvenli bir bölgeye kaçmaya çalışmaktadır ve bunun için gereksindikleri pasaport da Kazablanka’daki en ünlü bar olan Ricks’i işleten Rick Blaine (Humphrey Bogart)’dedir. Ancak aynı zamanda Ilsa, Rick’in unutamadığı aşkıdır ve bir şekilde Ilsa’nın kendisini terk ettiğini düşünmektedir. Savaşın yarattığı yıkım, unutulamamış  bir aşkın hüznüne dolanır, bizi de içine çeker.  Filmin en vurucu sahnesi de, Ilsa’nın Rick’s Barında gördüğü piyanist Sam’den eski aşkı Rick ile sevdikleri şarkı olan ‘As Time Goes By’ı tekrar çalmasını istediği, hatta yalvardığı, bir yandan da Rick hakkında çaktırmadan bilgi almaya çalıştığı sahnedir. İşte orada buğulu gözlerle Sam’den ister ‘Play it once  Sam’ diye ve tabii o an bizim gözler bulutlanır. (Bu sahne bizim yeşilçam tarafından devşirilmeye doyulmamıştır; kemancı mı olur, piyanist mi,  güzel ve aslında masum kızın isteğini kıramaz ve onların (muhtemelen patronu olan jönle kadının) eski aşk şarkılarını çalar, tam o anda kalbi kırık jön içeri girer ve ben sana bu şarkıyı bir daha çalmayacaksın demedim mi, diye çemkirirken kadınla erkeğin gözleri buluşur ve hikaye başka bir yöne seyreder ve seyirci ister aslı, ister taklidi olsun hepsinde göz yaşlarını koyverir). Uzun lafın kısası, bütün bu olan bitenler, bir yandan da Kazablanka şehrine yarar, onu popülerleştirir. Şimdi artık şu ünlü Kazablanka’ya gitme zamanı.

Kazablanka’ya İstanbul’dan 4 saatlik bir uçuşla varılıyor. THY V.Muhammed Havalimanına iniyor. Havalanında  3 terminal var. Şehre gitmek için treni kullanmak istiyorsanız Terminal 1’e gitmeniz gerekiyor. Trenler saat başı kalkıyor ve yaklaşık yarım saatte şehre ulaşıyorsunuz.  Havalanından şehre ulaşmak için otobüsü tercih ederseniz o zaman 1 saatlik bir yolculuğu göze alacaksınız. Biz 3-4 kişi olduğumuz için taksiyi tercih ettik. Her terminalin çıkışında taksi durağı var. Durakta fiyat tarifesi de bulunuyor. Ancak bir neden bulunuyor ve sizden tarifede yazılı olandan daha fazla para talep ediyorlar. Gezerken biraz da kazıklanma göze alınmalı, bunun için çok gerilmeye gerek yok, gezinin bir parçası olarak kabul edip yolun tadını çıkarmalı. Zaten aradaki fark da çok bir şey değil. Yaklaşık yarım saatlik yolculukla şehre vardık. Ancak yol boyunca  ilk intiba çok parlak değildi. Bizdeki gecekondu mantığıyla alelacele yapılmış biçimsiz evlerle dolu mahallelerden geçerken buradan fazla bir şey beklememem gerektiğini düşündüm. Şehir merkezinde ise bariz bir Fransız etkisi hemen hissediliyordu. Art nouveau tarzı bakımsız binalar, şehrin Fransız havasının altını çiziyor. O güzelim binalar köhnelik ve ilgisizlikten varlığını kaybetmiş soylular gibi çaresiz duruyorlar. Daha sonra Nice, Bordeaux gibi Fransa şehirlerin, burada sokaklara isim olarak verildiğini görünce Fransız etkisi iyice ortaya çıktı.

Otel ise tam 1001 Gece Masalları havasında, her an bir yerden Şehrazat çıkabilir. Onun yerine fesli, çarıklı adamlar gelip bavullarımızı alıyorlar.  Otelin ismi Moroccan House gayet güzel, sevimli bir yer, ayrıca Fas’ta bir zincir otel olarak işletiliyor. Kazablanka’dan başka bir şehre gitmeye kalkarsanız konaklama ve çevre gezileri konusunda kolaylık sağlayabiliyorlar.

Kazablanka, ismiyle müsemma bir yer; Beyaz ev (Casa Branca) anlamına gelen Kazablanka’nın  tarihi merkezinde evler beyaz boyalı. Burada eskiden beri bir yerleşim varmış ama temel olarak, 1515 yılında Portekizliler tarafından küçük bir liman şehri olarak kurulmuş. İsim de onlardan yadigar.  İspanyollar 18 yüzyılda buraya yerleşince ismi Casablanca olarak kullanmışlar. (Arapçada da şehrin adı beyaz ev anlamına gelen Darü’l-Beyza imiş). Kazablanka bu dönemlerde kendi haline bir liman şehriyken, 1907 yılında Fransa’nın işgalinden sonra Fas’ın en hareketli şehirlerinden biri olmuş.

Bugün ise, Kazablanka, Fas’ın endüstri ve ticaret başkenti sayılıyor. Bir hayli de kalabalık bir şehir; Kahire’den sonra Afrika’nın en kalabalık şehriymiş. Ama gözünüz korkmasın. Bir turist için önemli  sayılacak yerler  sınırlı ve bunlarda belli yerlerde toplanmış (ancak bu belli yerler arasında bazen araca ihtiyacımız olabilir). Fas’ın başkenti Rabat Kazablanka’dan trenle 1,5 saat uzaklıkta. Ülke de Arapça konuşuluyor ama Fransızca da gayet yaygın.  Fas’ın para birimi ise Fas dirhemi. 1 dirhem ise 0,30 TL civarında.

Kazablanka, bir okyanus şehri ama baştan söyleyeyim bunu hissetmeniz o kadar kolay değil, hele ki şehrin merkezindeyseniz. Şehrin merkezi kıyıda Kazablanka Limanı boylu boyunca uzandığı için şehrin denizle bağlantısı kesilmiş oluyor. Denize ulaşmak için Eski şehri (Old Medina) den geçip neredeyse Hassan II Camisi’ne kadar gitmeniz gerekiyor; bu da epey bir şehir dışı oluyor. Kısacası Kazablanka kendi denizine küskün bir şehir.

Gezmeye başlamak için en iyi yer, şehrin kalbi de sayılabilecek Birleşmiş Milletler Meydanı (Places des Nations Unies). Burası, neredeyse şehrin bütün önemli cadde ve bulvarlarının birleştiği nokta oluyor, ayrıca bizim görmek isteyeceğimiz yerlerin toplu taşım durakları da burada. Hyatt Regency Hotel’i bu meydanın en can alıcı noktasında, adeta bir simgesi gibi. Burası şehrin ulaşımın kilit noktası olduğu gibi, ticaretinin de önemli bir merkezi; ayrıca kafeleri, lokantaları, hediyelik eşya satan mağazalarıyla bir turistin Kazablanka’da en sık uğrayacağı yer burası. Gezimizin olmazsa olmazı, eski şehrin (old medina) giriş kapısı da hemen burada; eski şehir  giriş kapısının hemen önünde de akıllara ziyan bir heykel bulunmakta. Eskiyle yeninin sentezine bir örnek diyelim… Bu Meydana yolumuz sık sık düşecek; akşamları nane çayı içmek için kafelere, yemek için lokantalarına, yürüyüş için sokaklarına, soluklanmak için parklarına, hediyeler eşya almak için dükkanlarına uğrayacağım.

Eski şehir, bir kısmı yerleşim bölgesi, bir kısmı ise çarşı-pazar. Bir yanıyla şehir merkezine yaslanan  Eski şehir,  kesintili de olsa surlarla çevrili.  Şehir merkezindeki girişinde bir de saat kulesi bulunmakta, sonra kemerli arabesk bir girişten sonra eski şehrin dükkanlarıyla karşılaşıyorsunuz.  Eski şehrin aşağı kısmı ise denize iniyor. 1755 yılındaki depremle hasar gören bölgede şehrin  en eski anıtları yer almakta. Bölgede yer alan Konsoloslar Bölgesi bir zamanlar ülkelerin elçiliklerine ev sahipliği yapan, bazı uluslararası antlaşmaların imzalandığı bir yermiş. Eski şehirde dikkati çeken bir yer de, 1900 yılında yapılan Jemma Chleuh (Berberi Camiisi). Burada evliya olarak görülen Sidi Allel el-Kairouan ve kızının türbeleri de bulunmakta. Daha aşağıda ise bir kısmı yıkılmış eski Yahudi mahallesi yer alıyor.

Denize doğru ise Sidi Ben Abdallah’ın krallığının işareti olarak, 1769 yılında savunmayı güçlendirmek için onarılmış kaledeki topları görebilirsiniz. Surların denize inen kısmında, surların çevrelediği kapı ise, çok güzel bir kafeye açılmakta: Sqala (Cafe Maure).  İçinde havuzlu yol olan kafede oturup bir şeyler içebilir ya da otantik atıştırmalıklarla açlığınızı yatıştırabilirsiniz. Burası akşam yemekleri için de çok şık bir  seçenek.

Eski şehir, Kazablanka’daki en önemli  turistik yerlerden biri ama başka Arap kentlerinin eski şehirleriyle karşılaştırıldığında sönük kalan, ben bunun daha iyisini görmüştüm, diyeceğiniz bir yer. İçinde  sebze,meyve,  giyim, ucuz mutfak eşyalarından ince bakır işçiliği, dokuma, seramik eşyalara kadar bir sürü şey bulabilirsiniz. Sonra beyaz boyalı  evler, çay evleri, kafeler, esnaf lokantaları var. Burada dolaşmak Kazablanka’nın günlük yaşantısı hakkında bilgi de veriyor. Sokaklar dar, pis, iç karartıcı; bariz bir yoksulluğu gözümüze sokuyor. Ara sokaklara girdikçe sefalet artıyor. Zaten ana yollarda dolaşın diye uyarı da var. Gerçi ben hem gece hem gündüz ara sokaklarına girdim, kayboldum, yolumu buldum, hafiften tırssam da kötü bir şeye tanık olmadım. Burada bir kaç yerel hamam da var, ben denemedim ama deneyenlerden öğrendim, giderken yedek iç çamaşırı götürün, çünkü don paça yıkanıyorsunuz, havlu verilmiyor, eşyalarınızda açık çekmecelerde tutuluyormuş. Ya da otantiklikten fedakarlık edip daha şık ve pahalı bir hamam bulun. Veya ne gerek canım hamama, kaplıcaya, Türkiye’de bunların alası var.

Birleşmiş Milletler Meydanı’ndan, Eski  şehire girmeden ama Eski şehrin sur duvarları yanından Hassan II Bulvarı boyunca yürürseniz, yine bir çok hediyelik eşya satan dükkana rastlayacaksınız.  Magnetlerden kitaplara bir sürü şey bulunabilir. Bu yol üzerinde Şehrin en lüks otelleri, kafeleri, dükkanları, lokantaları da yer almakta.

Bu caddeyi bir kesit kabul edersek sağ tarafında,  şehirler arası otobüs terminali (Route Quiad Ziane) ve tren garının (Hmadi Bulvarı) yer aldığı yerleşim alanları mevcut. Buradaki en dikkat çekici yer, Mohamed V Bulvarındaki Marche Centrale; burası bizim hal gibi bir yer. 1917 yılında yapılan  Mağribi tarzı bir kapıdan girilen alanda, türlü sebze, meyve, deniz ürünleri satılıyor, ayrıca ucuz esnaf lokantaları da var. Bu lokantaları denedim, benim için sonuç hüsrandı.  Gezmek için ilginç bir yer; gelen geçen ayak üstü iki istiridye yiyip öyle devam ediyorlardı yola, bizdeki midye dolma hesabı. Tezgahlarda çeşit çeşit deniz ürünlerinin yanında, meyveler, sebzeler, türlü hurma çeşitleri ve argan yağı bazlı ürünler de  burada bulunabilir.   O resimde gördüğünüz de, evet kaplumbağa ve evde beslemek için aldıklarını hiç sanmıyorum.

Birleşmiş Milletler Bulvarı’ndan denizin tam aksi istikametinde, şehrin içine doğru yürürseniz V.Muhammed Meydanı‘na varacaksınız. Burası yine Mağribi tarzın hakim olduğu 1936 yılı yapımı Belediye Binasına ev sahipliği yapmakta.  Şehrin idari merkezi gibi. Ayrıca postane, adliye gibi başka yönetim binaları da mevcut. Burada ayrıca  Parc de la Ligue Arabe  (Arap Ligi Parkı) var, geniş, yemyeşil bir park. Aradan geçen bir yol ile La Casablancaise Parkı’nında ayrılıyor. Arada da bir çok çay bahçesi var. Keyifli bir alan. Serinlemek, soluklanmak için doğru bir seçim.

Arap Ligi Parkının yanında Eglise Sacre Coeur (Kilise) var; 1930 yılı yapımı olan Kilise gotik ve art deco tarzlarının bir bileşimi. Parkın öbür tarafında ise 1956 yılı yapımı  Eglise Notre Dame de Lourdes (Kilise) bulunmakta; isminden de anlaşılacağı üzere Fransa’nın burada büyük bir etkisi var. Ama  şaşırtıcı olarak başka bir etki de Türkiye’den. Ortadoğu ve kuzey Afrika’da gezdiğim eski Osmanlı coğrafyasına dahil yerlerde de rastlamıştım. Bence Türkiye’nin bu bölgede güçlü bir kültürel etki alanı var ama tabii bu Araplara benzemeye çalışan Türkiye’nin kültürü değil. Tam aksine müslüman olduğu halde seküler hayat tarzını benimsemiş Türkiye’nin kültürü onları etkiliyor. Bilmem hala Türkiye’nin böyle bir etkisi var mıdır? Neyse, hediyelik eşya dükkanlarının birinde dolaşırken satıcı çocuk Türk olduğumu anlayınca yanıma geldi, Türk olup olmadığımı sordu, evet deyince de elindeki kitabı gösterdi; pratik yoldan Türkçe öğretmeye yönelik bir kitaptı. Kazablanka’da bir dükkanda kendi kendine Türkçe öğrenmeye çalışan bir genç şaşırtıcı geldi tabii. Niye Türkçe öğrenmek istiyorsun diye sorduğumda, Türk televizyon dizilerini Türkçe izleyebilmek için, dedi. Buna benzer örnekler başka yerlerde de karşıma çıktı. Bilmem gittikçe Araplaşan, kendilerinin kötü bir kopyası olmaya çabalayan bir kültürden hala etkilenirler mi?

Lafı uzatmayayım, bu bölge ayrıca şehrin ticaret merkezine açılıyor ve ikiz kuleler, ticari hayatın merkezi konumunda ama bu kuleler, bizim çok katlı rezidansların yanına bile yaklaşamayan boyutlarda. Hemen yakında ise (İbrahim Rudahi Bulvarı) art deco tarzındaki Villa des Arts ise çağdaş Fas sanatına ayrılmış bir müze. Önünden geçip gittim.

Aynı bölgede yer alan Le Habous ise muhtelif mağazaların toplandığı bir alan. Hediyelik eşya seçimi için çok iyi bir seçim olabilir. Burada 1920’lerde Pertuzio kardeşler tarafından yapılan Saray da yer almakta. Şehrin daha da içeri kısmı, oto sanayi bölgesi havasında; karışık, kirli, kaba… Özensiz bir yapılaşma ile yerleşim bölgelerine geçiliyor.

Artık Okyanusa ulaşma zamanı geldi ama önce bir yemek molası. Marche Central vardı ya, onun arkasında L’Etoile Lokantası’na gidiyoruz. Lokantanın içi, otelim gibi, gayet otantik, tam bir mağribi havasında. Yemekler lezzetli, fiyatlar makul; tam bir  turistin mutlu rüyası. Ben önce hariri çorbasını denedim; kuzu etli, bir sürü baharat ve sebze eklenerek yapılan bir çorba.  Sonra da tajin. Bizim güvece benzeyen ve adını içinde servis edilen huni şeklinde kapağı olan toprak kaptan alan tajin, sığır eti, kuzu eti, tavuk eti ya da balıkla (orijinalinde kömür ateşinde) hazırlanabiliyor. Yemeğe etin türüne göre badem, kuru erik veya üzüm, zeytin, limon konulabiliyor. Ben erik, kaysı, bademli dana etli tajin tercih ettim.  Denemekte fayda var. 

Evet, yemekten sonra,önce II.Hasan Cami’si ve sonra nihayet deniz kenarı, yani Corniche, Anfa ve Ain Dyab Plajı var sırada.  Şimdiye kadar şehri yürüyerek gezdik ama  artık bir araca binmek zamanı geldi. Elbette yürüyebilirsiniz, Corniche ve Anfa’ya ben yürüdüm mesela ama yorucu olabilir. Şehirde taxi petite denilen minik araçlar var, onlarla rahatça gidebilirsiniz. Ayrıca Birleşmiş Milletler Meydanından Ain Dyab Plajına giden tramvaylar da mevcut, biletler duraktan alınabiliyor.

Limandan ya da Eski şehirden batıya doğru, Muhammed  Bin Abdullah Bulvarı boyunca yürürseniz görkemli II Hasan Camiine varırsınız. Burası neredeyse şehrin denizle buluştuğu ilk nokta. Mekke ve Medine’dekiler dışında dünyanın en büyük camisi olarak kabul edilen II Hasan Camii, 1994 yılında tamamlanmış; iç mekanı 25000, dış mekanı 80000 kişi kapasiteliymiş. Minareler 210 metre yükseklikte olup tepesindeki lazer yeşil ışık kıbleyi gösteriyormuş. Caminin iki kapısı var, denize bakan kapı saray maiyetine aitmiş. Cami, bizdekiler gibi yuvarlak, kıvrımlı hatlara sahip değil, sert, dik, kare şekiller hakim. Neredeyse Mağribi gotik diyeceğimiz bir tarzı var (O neyse, artık) ama Cami bütününde, Arap tarzı kendini hemen hissettiriyor. Cami kulesi görkemli, tepesindeki üç topun altın olduğuna dair rivayetler var. Caminin içi de dışı da çok etkileyici, Mağribi mimarisi ve el işçiliğinin en usta örneklerini burada görebilirsiniz.  Turkuaz çinilerle bezenmiş dış cephe, Caminin görkemine ayrı bir estetik de katıyor;

Caminin içi de ince ince işlenmiş taş oymacılığıyla insanı büyülüyor. İçerideki muhtelif mukarnas bezemeleri uzun uzun seyredilecek güzellikte. Ve en önemlisi Caminin tepesi de kısmen açılabilir olduğundan havalandırması gayet iyi; Buranın Fas’ta gayri müslümlerin girebildiği tek cami olduğu yazılı ama ben gittiğimde cübbeli, sarıklı, ak sakallı bir adam asasını yere vura vura Müslüman mısın?, diye sorguya çekti beni. Sorgu sual kısmından sonra içeri alındım. Belli ki  rehberli turlar dışında içeri Müslüman olmayanları almıyorlar ya da o an bana ‘göründüler’ ama ben içeri girme telaşında, anlayamadım olayı.

Yoldan devam ederseniz bir deniz fenerine varacaksınız. Bu yol da hem sefalet hem şaşaa var.  Bir yandan gecekondular, çöp toplayan göçerler var, bir yandan da kapıları sımsıkı kapalı lüks lokantalar.

Ama  burası Kazablanka’nın belki de en hareketli bölgesinin başlangıcı; bizim Kordon boyuna tekabül eden La Corniche…Pek gösterişli olmayan alış veriş merkezleri yanında şık lokantalar, kafeler, denize girmek için beachler, klüpler yol boyu size eşlik edecek. Yol sizi Alfa’ya getirecek; arka bölgesinde hipodrum, futbol sahası olan bu semt lüks villalara, şık kafelere, lokantalara ve gece klüplerine ev sahipliği yapıyor; gecelere akmak isteyenler buraya gelecek.

Ve nihayet Ain Dyab… Kazablanka’nın gerçekten okyanusa kavuştuğu yer; uçsuz bucaksız  bir sahil. Geniş bir deniz çizgisi olan plajda, biraz da mevsimden olsa gerek, güneşlenenden çok futbol oynayan gençler vardı. Adeta bir futbol antreman bölgesi gibiydi. Artık başımıza gözümüze top gelir korkusunu bir yana bırakıp biz de sahilin keyfini çıkardık. İstenirse kıyıdaki kafelerde oturup daha güvenli bir şekilde manzaranın keyfi de çıkarılabilir tabii. Denize giren neredeyse hiç yoktu, sanırım çok tekin bir yer değil burası, ne de olsa okyanus ve akıntı kıyı da bile çok kuvvetli olsa gerek. Zaten sahil çizgisi o kadar geniş ki, denize girebilmek için yürürken insan yorgun düşer. Ain Dyab’ta şık malikaneler bulunuyor, burası şehrin sayfiyesi gibi bir yer.

Akşam oldu, artık kafamdaki yere gitme zamanı. Elbette burası, Kazablanka’yı bu kadar popüler hale getiren filmin can alıcı noktası (Ilsa, mahsun gözlerle yalvarırcasına Sam’e ‘Play it once Sam’dediği yer): Rick’s Cafe. Rick’s Cafe eskiden Birleşmiş Milletler Bulvarındaymış, sonra Eski Şehrin denizle buluştuğu  yere taşınmış, 2004’ten beri burada, Sour Jdid Bulvarı üstünde.  Tabii burası orijinal Rick’s Cafe değil, 1942’de Hollywood’ta filmler stüdyoda çekildiği için bu da Kazablanka’daki taklit Rick’s Cafe ama her şey düşünülmüş.

Sam’in piyanosu bile. Atmosfer o kadar sahici ki, insan kendine bir çeki düzen veriyor; orada hepimiz Humphrey Bogart oluyoruz, hepimiz Ingrid Bergman. Yok, aslında Ingrid Bergman rolü kapılmış durumda, üzgünüm hanımlar ama Kafe’de her gece belli bir saatte o döneme ait olduğunu düşündüğüm elbiseleriyle Kafenin işletmecisi ya da sahibesi bir hanım masalar arasında süzülürcesine dolaşarak hal hatır soruyor; Ingrid Bergman rolünü kimseye kaptıracak gibi değil. Kafe içinde sürekli Kazablanka filminin oynadığı bir bölüm de var. Yemekler ise gayet güzel, fesli garsonlar büyük bir özenle sunuyor yemekleri. Ben Kafenin kendi kokteyli ile başlayıp lavanta-bal-badem soslu keçi peynirli kroket aldım, sonra kuzu pirzola ve nane çayıyla yemeği bitirdim. Gayet memnun kaldım.

Nane çayı, Fas’ta özel bir öneme sahip. Gümüş, kurşun, emaye çaydanlıklarda demlenerek servis ediliyor ve çayın havalanması için bardağa yukarıdan boşaltılıyor. Nane filizlerine portakal çiçeği ya da çam fıstığı eklenerek de hazırlanabiliyor. Genelde renkli küçük (silindirik) cam bardaklarda sunuluyor.

Akşamları Corniche’in çılgın eğlence hayatı bizim yaşımızı zorladığı için genelde Birleşmiş Milletler Meydanı’ndaki kafelerde oturuyoruz. Gençler giyinip kuşanıp gecelere hazırlanmışlar, dolaşıyorlar. Sokaklarda dolaşan insanların bazılarının elinde bir tas, içinde de salyangozlar görüyorum. Burada akşamları, seyyar satıcılar tezgahları üstünde bir tüp, tüpün üstünde içi salyangoz dolu bir kazanla dolanıyor. İnsanlar küllahlara doldurdukları haşlanmış salyangozları yiyerek dolaşıyorlar. Müslüman mahallesinde salyangoz satmak, deyimi tam burası için geçerli galiba. Sanırım bir Fransız mutfağı tadının Fas tarzına uyarlanması bu.

Elbette sadece Corniche veya Ain Dyab’ta değil, şehrin merkezinde de eğlenecek, bir iki içki içilecek yerler var. Ama merkezdeki barların sadece kapısı açık, diğer her tarafı kepenklerle kaplı. İlginçtir, bir akşam bu barlardan birinde, bira şişesi koleksiyonu yapan bir arkadaşım için içtiğim biranın şişesini alıp alamayacağımı sordum, ortalık birden karıştı. Arapça o bir şey dedi, bu bir şey dedi. Neyse, yabancı olduğumuz belli, Türk olduğumuzu da anladıklarında ortam samimileşti, meğer boş bira şişelerin bar dışına çıkarılması gayri resmi bir kural olarak yasakmış, çünkü millet kavgada birbirinin kafasında kırıyormuş. Burada Türk olduğunuzu öğrendiklerinde, genelde olumlu bir hava oluşuyor, onlar da  Türkiye ile ilgili ne biliyorlarsa döktürüyorlar; futbol takımları, politikacılar, şarkıcılar ama istisnasız kimle konuştuysam hepsinin ortak söylediği bir isim Atatürk’tü. Kazablanka’da Türkler ve tabii ki dönerciler de mevcut ama Fas yemekleri zaten bizim yemeklerden çok farklı değil, biraz daha meyve katkılı sadece.

Gelelim şehrin sırlarına… Bu barda geçen gece kaynaştığımız şehrin yerlilerinden öğrendiğime göre, yalnız bir kadın turistin taciz edilme olasılığı çok yüksekmiş, bu daha çok şans deneme, asılma şeklinde oluyormuş. Yalnız erkek turistler için ise bazı barlar varmış. Bizim Ankara-Ulus türkü barları kıvamında lokanta-bar-kafe karışımı yerlermiş ve içeride amerikan barda yalnız oturan kadınlar da varsa eh o zaman beyefendiler buyursunlar gelsinlermiş… Ne olur ne olmaz, giriş kolay da çıkış zordur böyle yerlerde, ben size bar ismi vermeyeyim, siz isterseniz kendiniz bulun ama hani yemek yediğim L’Etoile vardı ya, oralara biraz daha dikkatli bakın.

Gezdik, dolaştık, yedik, içtik, peki Kazablanka’dan ne alacağız? Hediyelik eşyalar için de en iyi yer Birleşmiş Milletler Meydanı. Oradaki dükkanları zaten siz göreceksiniz; hepsi de kendilerinin Turizm Bakanlığından özel sertifikaları olduğunu söyleyecektir. Doğrudur belki de ama eşyalar genelde hep aynı. Seramik tabak çanaklar, metal objeler, berberi kilimleri, otantik desenli magnetler, anahtarlıklar, yarı değerli taşlardan mücevherat… Aynı bölgede bu eşyaları daha özgün halde üreten dükkanlar da var. Artık hangisi hoşunuza giderse. Ve tabii hurma ile argan yağı ve yağ mamulü sabunlar, kremler, kozmetik ürünleri de mevcut.

Ben Kazablanka’ya beş günlük bir süre için gittim (bir günü Rabat’ta geçti), fazla geldi. Kazablanka bence Fas’ta başka şehirleri gezmek için gelindiğinde varış-kalkış noktası olarak kullanılacak ve 1,5-2 günde gezilecek bir şehir. Bazı tanıtım yazılarında Fas için, Endülüs’ün kaynağı falan diyorlar; yalan… O, Arap kültürü ile İberik tarzın harmanlandığı farklı bir şey. Yani Kazablanka özelinde, Fas genelinde, ‘zil, şal ve gül’ estetiğini bulmanız zor, burada bulacağınız başka şeyler var, aynı değil ama bunlar da güzel.

Kısacası, Kazablanka tek başına tatil destinasyonu olarak seçilecek bir yer değil. Hele ikinci kez gelinecek bir yer hiç değil. Bu nedenle, şehir ile özdeşlemiş filmin iç burkan sahnesini biraz değiştirerek söylüyorum: ‘Bir daha çalma Sam’.

Yorumunuzu Buraya Yazabilirsiniz

Yorumunuzu Giiniz
Please enter your name here