lizbon

Lizbon; Portekiz’in erken Orta Çağ’dan beri başkenti, bir imparatorluk beşiği, dünya keşiflerinin başlangıç noktalarından biri, fadonun memleketi, Atlas Okyanusu’nun Akdeniz ruhlusu, İber’in yedi tepeli şehri…

Önce Video ile Gezmek İsterseniz.

O zaman, doğruca Portekiz’in başkenti Lizbon’a…

İstanbul’dan Lizbon’a Türk Havayolları uçuyor. Lizbon havaalanı şehre çok yakın. Lizbon’da taksi pahalı değil, havaalanından şehrin merkezine 15 Euro civarında tutuyor. Havaalanındaki danışma bürosundan ön ödemeli taksi bulabilirsiniz ama bu sizi taksi kuyruğundan kurtarmıyor tabii. Taksi dışında, havaalanından Praça dos Restauradores, Rossio, Praça do Comercio’ya giden Aerobus ile 3.55 Euroya şehre gidebilirsiniz, hem de bu biletle o gün içinde tüm otobüslerden yararlanabilirsiniz. Daha da ucuzu var, 44 numaralı şehir içi otobüsle 1,35 Euroya Praça dos Restauradores ve Cais do Sodre’ye gidebilirsiniz. Ama eşyanız fazla veya ağırsa durun bir düşünün derim. Buraya kalp krizi geçirmeye gelmediniz. Bence değmez, ben taksi ile otele geçtim. Otel, şehrin eğlence merkezi sayılan Chiado ile Bairro Alto arasında; harika bir seçim.

Bavulları bırakıp şehirle tanışmak için çıkıyorum. Lizbon, malum Portekiz’in başkenti ve en büyük şehri. Şehir, Atlas Okyanusu’nun kıyısında Tejo Nehri’nin oluşturduğu haliçte. Yani düşünürseniz, doğanın bahşedebileceği tüm güzelliklere sahip bir yer. Malum, Lizbon yedi tepeli bir şehir; o zaman başka bir yedi tepeli şehir için yazılan methiyeyi biraz dönüştürüp başlayalım gezimize. Gezeceğim ve sonunda sana bir tepeden bakacağım Aziz Lizbon, bakalım, gezmediğim, görmediğim, sevmediğim bir yerin olacak mı?

Gezmeye başlamadan önce şehirdeki ulaşım sisteminden de bahsedelim. Yürüyebilirsiniz tabii ama dedim ya, yedi tepeli şehir, yokuşları inmek  iyi de tırmanmalar zorlu olabilir. Metro, otobüs, tramvay, feribot ve asansörlerle şehir daha kolay ve kısa zamanda gezilebilir. Ulaşım için yirmi dört, kırk sekiz ve yetmiş iki  saatlik olarak üç çeşidi olan Lizbon kartı ile hem tüm taşımalardan ücretsiz yararlanabilir hem de bir çok müzeye indirimli fiyatlarla girebilirsiniz. Tabii tek seçenek bu değil. Metro ile belli başlı turistik yerlere gidebilirsiniz; dört metro hattı var, gayet kapsayıcı (Bedeli 1,25 Euro). Şehirdeki 4 asansör ve füniküler ile yüksek semtlere kolayca çıkabilirsiniz. Mesela Chiado yakınlarında olup Bairro Alto’ya çıkan dev asansör, hem yolu kolaylaştırmakta, hem de çok güzel manzaralar sunmakta. Otobüs ve tramvaylar da esas gezi noktalarına sizi götürecektir, özellikle 1,2, 28 ve 37 numaralı otobüsler, size şehrin neredeyse tamamını gezdirecek rotalara sahiptir. Ama ben şehir tur otobüslerini kullandım. Şehir gezi turlarının da çeşitli bileşimlileri vardı; ben dört hatlı olanı seçtim, 25 Euroydu. Şehri, tur otobüsüyle gezmek isterseniz bu seçeneği tavsiye ederim, tüm şehir görülebiliyor. (Belem-Tagus-Olipso turlarını kapsıyor, ancak kaleye de tramvayla çıkılıyor).

Şehri gezmeye, belki de Avrupa’nın en cazip meydanlarından Praça do Comercio’dan başlıyorum. Burası  her daim canlı, kalabalık, çevresi kafelerle, barlarla dolu bir alan. Çevresi sarı boyalı, revaklı binalarla çevrili, kocaman bir alan. 1755 depremi şehrin tarihçesinde çok etkili olmuş, bu depremde şehrin  kıyı kesimi büyük oranda hasar görmüş. Deprem ve yeniden inşa döneminde hükümdar olan Dom Jose’nin bronzdan atlı bir heykeli, meydanı süslemekte.  Deprem tek değil, bu meydanın tanık olduğu başka acı olaylarda var; Portekiz’in son hükümdarlarından ikisi burada öldürülmüş. Ama olan olmuş, dertlenmeye mi geldik buraya; yola devam…

Gezim sırasında yolum buraya sık sık düşecek çünkü burası şehrin gezi otobüslerinin başlangıç noktası, karşı kıyıya kalkan feribotların durağı, otobüs ve tramvayların başlangıç yeri ve de kafelerin, lokantaların merkezi. Lizbon’a gelen turistler için önemli; Lisbon Welcome Center merkezi de burada, turistik bilgi ve gezi biletleri buradan alınabilir.

Alanda en sevdiğim yerlerden biri ise, bira müzesi konseptindeki bardı. Hem günün yorgunluğunu atmak hem de geceye hazırlanmak için, etrafı seyrederek  Museu da Carveja’da bira keyfi yapmak, başlı başına özlenecek bir şey.

Meydan, Arco de Rua Agusta ile şehrin en işlek bölgesi olan  Baixa’ya açılıyor. Bu yapı, zafer takı gibi bir anıt geçiş kapısı. Tak üstünde aralarında Vasco da Gama’nın da bulunduğu tarihi kişilerin heykelleri bulunmaktadır. Buradan itibaren Lizbon’un yayalara açık ana caddesi Rua Agusta başlar.

 

Arco de Rua Agusta’dan geçtiniz; Şimdi sırtınızı Arco de Rua Agusta’ya  verin, önünüzde birbirine paralel dokuz cadde var, burası Baixa; şehrin kalbi, alışveriş, gezme, yeme, içme, eğlence, haylazlıklar, burada… Solunuzda Chiado ve  Bairro Alto; eğlence ve haylazlıklar konusunda  Baixa’ya rahmet okutur. Sağınızda ise, eski şehir Alfama ve Kale. Baixa’dan düz devam ederseniz, Rossio. Buna bir de Belem civarını eklerseniz, bütün gezimizin güzergahı ortaya çıkar. Tabii, daha çok yerleşim yerlerinin konumlandığı Nehrin karşı kıyısına hiç geçmedim, onu baştan söylemeliyim.

Yolunuz mutlaka Baixa’dan geçecektir. Yayalara açık Rua Agusta çevresinde yayılan Baixa, Ankara’nın Kızılayı, İstanbul’un Taksim’i gibi… Buradaki caddeler, daha çok buraya hakim olan sanat ve zanaat faaliyetleriyle anılıyor, ancak büyük ofisler de bu bölgeye girmek üzere; buranın otantik, esnaf ve sanatkarlarının hakim olduğu atmosfer yavaş yavaş değişiyor. Ben bazı akşam yemeklerini bu bölgede yedim. Bol bol balık lokantası var. Ancak eğer balık değil de deniz ürünü yemek istiyorsanız mutlaka vitrinde deniz ürünlerini sergileyen bir lokantayı tercih edin. Yoksa hayal kırıklığına uğrayabilir ve balıkla yetinebilirsiniz. Adego mo ve A Licorista, burada denediğin lokantalardı. Özellikle Adego mo önünde uzun kuyruklar oluşuyordu. Türlü çeşitli balıklar bulabiliyorsunuz; bize yakın bir pişirme yöntemleri var, öyle sosa bulayıp getirmiyorlar, kızartmaysa kızartma, tavaysa tava yapıp getiriyorlar balığı, yanında yeşilliği falan…

Baixa’nın en ilginç yanlarından biri de, sokaklarının hemen altında uzanan minik ama etkileyici müze (Nucleo Arqueologico). Bir inşaat sırasında ortaya çıkan ve korunan müze, antik Roma’dan erken Hristiyanlık dönemlerine kadar bir çok yapıta ev sahipliği yapıyor. Ücretsiz olarak gezilebilir, bir göz atın; ne cep ne de zaman masrafına yol açıyor, hiç ilginizi çekmese bile adamlar üç beş eski tabak çanak dememişler, korumuşlar, şehirlerine katmışlar, bunu görüyorsunuz.

Baixa’dan devam ederseniz, Lizbon’un ilk kuruluşundan beri ana meydanlarından olan Rossio’ya varıyorsunuz. Gösterişli havuzları, mozaik kaldırımları, artık dönüşüm geçiren meydanın hala kendi özgün havasını korumasını sağlıyor. Meydanda Kral IV.Pedro’nun bronz heykeli var. Meydanın çevresindeki, çoğu 18 yüzyıldan kalma binalara da dikkat…

Lisbon

İsterseniz Rossio’nun sağ tarafındaki Elevador  De Santa Justa ile şehri 32 metre yükseklikten seyredebileceğiniz bir terasa çıkabilirsiniz, üst çıkıştan Chiado’ya geçebilirsiniz. Ama ben biraz daha meydanda oyalanacağım. Çünkü meydandaki bir Katedrale göz atacağım: Igreja De Sao Domingos

Kilise ile ilgili bilgilere bakılırsa, kilise’den çok, yeri önemli galiba. 13 yüzyılda Engizisyon Mahkemesi’nin kararlarının okunduğu yerde kurulan Kilise, 1755 yılında yıkılmış, sonrasında ise saray düğün ve vaftizlerinin yapıldığı yer olmuş, 1950’lerdeki bir yangından sonra ise tamamen yok olmuş. Şu anki haliyle Kilise 1997’de yeniden kullanıma açılmış.

Praça Dos Restauradores, Şehrin bir başka önemli meydanı. Meydanın sonundaki  Elevador  da Gloria ile Bairro Alto’ya geçebilirsiniz. Elevador  do Lavra’da yine Baixa’nın lokanta cenneti sokaklarından Rua Das Portas de Santo Antao’da bulunur ve sizi şehrin manzarasını seyredebileceğiniz bir şirin bahçeye götürür. Ama zaten  Elevador de Santa Justa ile aynı manzarayı gördüğünüz için bence zaman kaybetmeyin çünkü manzara konusundaki en iddialı yer.

Şimdi Alfama’dan geçip Castelo de Sao Jorge(Kale)’de sıra. Baixa’nın sol tarafında ilerleyince birbirinden cazip lokantalar, hediyelik eşya satan mağazalar, envai çeşit porto satan şarap evleri arasından kıvrıla döne, Şehrin eski bölgesine Alfama’ya doğru ilerleniyor. Önce Lizbon’un en önemli katedrali Largo de Se’yi göreyim.

Kale görünümlü Romanesk bir yapı olan Kilise, Şehrin Mağriplilerden geri alınması şerefine oradaki bir caminin yerine 1150’de yapılmış. Kilise bünyesinde hala kazı çalışmaları sürmekte; bir Roma evi ve Mağriplilere ait yapılar çıkarılmış. Kilise etkileyici ama öyle aman aman bir yanı yok, hazinesi de Avrupa’da bir çok katedralin hazine dairesi yanında ‘eee, başka bir olayınız’ yok mu dedirtecek cinsten ama Katedralin olayı başka;

Hazinede 1173’te Lizbon’a getirilen Saint Vincent’e ait olduğu düşünülen kutsal emanetler var. Bu emanetler bir gemiyle getiriliyor ve gemiyi de kuzgunlar (evet, kuş olan kuzgunlar) idare ediyorlar. O nedenle kuzgunlara özel bir önem atfediliyor ve kuzgunlar uzun yıllar Katedral revaklarında mutlu mesut yaşıyorlar, taa ki 1978’de son kuzgun da ölünceye kadar. Bu bir efsane, inanırsınız ya da inanmazsınız ama efsaneler, insan düş gücünün sınırlarını genişleten anlatımlar bence, hatta sürrealizmin kökenleri bile denilebilir. Neyse kuzgunlar, hala Lizbon’da bir simge…

Hemen o civarda bir kilise daha var: Igreja de Santo Antonio… Şehrin en sevilen azizi için 18 yüzyılda yapılan kiliseden unutamadığım anı ise, ben girdiğimde ayin yapılıyor olmasıydı ve ayin Arapçaydı.  Ben bir açık kapı bırakayım; belki de ben bir hayal gördüm ama bilinçaltımda Arapçayla ilgili ne olabilir ki, bilemedim. Kilise yanında Saint Antonio’ya adanmış bir müzecik var, lütfen girmeyin. Daha yolumuz var ve bu nedir canım artık, her kırık tabak için müze mi kurulur…

Bölgedeki kiliseleri gezmeye devam edelim. Sırada Sao Vincente de Fora var. 16 yüzyılda İspanyol egemenliği sırasında yapılan Kilisenin yanındaki manastır da özel ilgiyi hak ediyor. Kilise de bir çok Portekiz kralının mezarı da bulunmakta. Bu ayrı bir cazibe katıyor mu, bilemem ama duvar seramikleri, tavan süslemeleri harika, hatta denizci milletiz deyip deniz altı panoraması bile yapmışlar. Bunlar yetmedi mi; kilisenin terasına çıkın ve harika Lizbon manzarasına bakın.

Ve Santa  Engracia Kilisesi. Bembeyaz görüntüsüyle büyüleyici, 1682’de yapımına başlanmış, 1966’da ancak bitirilmiş.

Bu durumda (süre ve ortaya çıkan sonuç hesap edilirse) Barselona’da Gaudi’nin başladığı Sacra de Familia’ya laf etmemek lazım. Bu kilisede daha yakın tarihte ölmüş kişilerin  mezarları bulunuyor, Fado kraliçesi Amalia Rodrigues gibi…

Lisbon

Nihayet Kale…Uzun dönemeçli yollardan çıkılıp bir kapı ile kaleye giriliyor.

Lisbon

Aynı yerdeki Mağrip kalesi 1174 yılında şehrin Portekizliler ve Haçlılar tarafından alınmasından sonra yapılan katkılarla biçimlenmiş. On kuleli, dikdörtgen yapıdaki Kale, 14 ve 16 yüzyılları arasında Portekiz krallarının ikametgahıymış ama bunu gösteren bir ihtişama rastlamadım. Buranın en muhteşem yanı, manzarası. Mirador denilen seyir terasında soluklanıp sorabilirim, sana bir tepeden baktım Aziz Lizbon, sevmediğim bir yerin var mı acaba diye ama karşımda Belem ve Jeronimos Manastırı dururken ve henüz oraları görmemişken, daha bu sorunun cevabını vermenin zamanı gelmedi diye düşünüyorum. Kale civarında bir sürü antika dükkanı var, ilgilenenler zaman ayırabilirler buraya.

İnerken yolda Portekiz’in farklı dönemlerine ait çinilerinin sergilendiği Museu Nacional do Azulejo var; çiniler her yerde, bence bakmanıza gerek yok. Ayrıca İngreja do Menino Kilisesi’nden geçeceksiniz, yine bakmanıza gerek yok.

İniş sırasında Alfama’da biraz dolaşın, ara sokaklarına dalın; burası eski şehir, tarihi 12 yüzyıla kadar gidiyor. En parlak dönemini Mağripliler zamanında yaşadıktan sonra  esnaflara terkedilen, şimdilerde fado lokantalarıyla ün yapan bölge. Buradaki binaların hiç biri, Hristiyanların Lizbon’u Mağriplilerden geri almasından sonraya ait değilmiş, o kadar eski… Akşamları burada fado gösterileri oluyor. Fado gösterilerinin de yapıldığı evlerin dışı genelde çinilerle kaplı. Fado, denizci kocalarını kaybeden kadınların yaktıkları ağıtlardan doğan ve tarihi 19. yüzyıla kadar giden bir halk müziği türü. Bizim ağıtlar, uzun havalar, arabesk karışımı bir tınısı var, dili bilmeseniz de yüreğinize işliyor, hüznü duyuyorsunuz. Ben gitmedim, o sıralarda günün yorgunluğunu Lizbon gecelerine akarak üzerimden atmaya çabalıyordum, hiç gama, kedere gelecek halim yoktu. Hem bizde bunun daha acılısı var; arabesk… Arabeski lümpen buluyorsanız, Sezen Aksu ‘Sen Ağlama’ diye bir başlasın, bakalım hangi fado şarkıcısı mendiline sarılmaz. Damarlarımızda acı, hüzün var; burada biraz Lizbon’un şen şatır akışına kapılalım…

Aslında itirafım var; evet, o saatlerde ben şehrin başka yerlerinde, Bairro Alto’da hayatın zevk ve renklerine dalmış oluyordum ama aslında Bairro Alto’da da fado barlar var, hatta yine Bairro Alto’da fado tiyatrosu var, akşam 7  ve 9 da iki  gösteri yapılıyor. Em azından fikir sahibi olmak için gidilebilirdi ama Bairro Alto’da çok baştan çıkarıcı canım, yolda 4-5 Euroya kocaman mojito kavanozlarına (resmen kavanoz) nasıl karşı koyayım ben…

Böylece Bairro Alto’ya gelmiş olduk. Hazır fadodan bahsederken belirteyim, buradaki Cafe Luso, ünlü fado sanatçısı Amalia Rodriguez’in seneler önce sahne aldığı yer. Ancak iyi yorumlar olduğu gibi, kötü yorumlar da var mekanla ilgili, takdir sizin. Bu bölgede bir çok fado klubü var, barlar, lokantalar, neler neler… Şehrin cehenneme en yakın bölgesi diyeyim, siz anlayın… Bölgenin içlerine girmekten çekinmeyin, gayet güvenli bir şehir.  Burası şehrin daha bohem bir bölgesi ama iş yerleri, alış veriş yerleri mevcut.

Bairro Alto’nun üstünde de bir kilise var; Basilica Estrela...

Lisbon

Mezarı da kilisede bulunan Kralie I Maria tarafından 1790‘da yaptırılan Kilise, neoklasik  tarzda ama rokoko, ne rokokosu, resmen rüküş, beyaz kubbeleri Lizbon’a damgasını vuruyor.

Bairro Alto ile Baixa arasında şehrin en şık bölgelerinden Chiado var; alışveriş yapmak, rahat-şık kafelerde oturmak, zarif lokantalarda yemek yemek isterseniz sokakları araştırın. Ayrıca apansız acaip indirim yapan dükkanlarda lalique, moser, herend kristalleri, porselenleri gayet ucuz karşınıza çıkabilir. Ben bir dondurma alarak, dondurmanın gül şekline hayran, baka yalaya, sokaklar arasından geçip Museu do Chiado’ya varıyorum.

19 yüzyıldan kalma bir bisküvi fabrikasına kurulan Museu do Chiado, daha çok Portekizli modern sanatçıların eserlerini barındırıyor.

Ben modern sanattan pek anlamam; baktım, baktım, bir de siz bakın…

Chiado’dan nehir kenarına inerken Cais do Sodre’ye varıyoruz. Burası daha köhne bir yer ancak yeni yeni (bizim Karaköy hesabı) şık kafeler, lokantalar görülmekte… Praça do Comercio’dan buraya yürürseniz önce  harika mozaik kaldırımlı ve yılankavi sütunuyla Plaça do Minicipio’ya varırsınız. Burada şehirdeki en güzel binalardan biri olan belediye binası da bulunmaktadır. Biraz ilerde, Cais do Sodre’den nehrin karşı kıyısına kalkan feribotların durağı bulunmakta.

Ama benim bu bölgedeki en favori mekanım Time Out…Av. de 24 Julho Bulvarı’nda Sais do Sodre metro durağının karşı çaprazındaki bu bina, her türlü yiyeceğin, içeceğin satıldığı, neşeli, renkli bir yer, kocaman bir yiyecek akvaryumu. Lizbon’da özlediğim mekanların başında gelir burası, orada da balık ve deniz ürünleri lokantası Azul. Hem çalışanlar çok sıcakkanlı, hem yiyecekler güzel, hem atmosfer harika; daha ne olsun, bir de üstüne bir deniz ürünü tabağı getirdiler ki sanki okyanusu koymuşlar içine…

İnsanın parmak aralarına karidesleri, ahtapotları, kalamarları takıp yiyesi geliyor (Bu da benim fantazilerimin dönüştüğü hal, parmak arasına karides, kalamar takmaca; nereden nereye…)

Ben karşıya geçmedim, dolayısıyla Cristo Rei görmedim, en azından yakından yoksa o muazzam heykeli görmemek mümkün değil. Cais do Sodre’de Elevador de Bica ile Bica’ya çıkabilirsiniz.

Ama ben Chiado’dan Bairro Alto’ya geçip bir buçuk kilise daha göreceğim.

Igreja de Sao Roque, 6 yüzyıldan kalma, dışı taş surat, gösterişsiz bir kilise ama içi oymalar, işlemeler, ayrıntılarla donatılmış bambaşka bir yer, bir de müzesi var, bence uğranılması gereken bir yer.

Buçuk kilise ise, bir manastır kalıntısı; Convento do Carmo. 15 yüzyılda yapılan kilise 1755 depreminde kısmen yıkılmış ama ortada kalan gotik kemerleri, gayet haşmetli.

Mekanda Portekiz tarihinden bazı kişilerin lahitleri var ama daha tuhafı, Kolomb öncesi dönemden iki mumya çömelmiş olarak cam bir sütunun içinden bize bakması. Ürpertici.

Daha sonra yolumuz 17 yüzyıldan kalma bir sarayda bulunan Museu Nacional de Arte Antiga yani Milli Müze’ye varıyor. Burada Portekiz ressamları yanında 14 yüzyıldan bugüne Avrupa sanatçılarının da eserleri sergilenmekte. Müze’de yok yok; Türk çinileri, gotik Hristiyan freskleri, Çin hanedanlarının porselenleri, Japon paravanları… Hayret, Mısır’dan mumya getirmemişler (O Convento do Carmo’ya kısmet olmuş, hem de mumyanın ayağı dışarıda kalarak). Ama Müzenin en güzel yerlerinden biri de nehre karşı manzarası.

Nehir boyunca yürürken Museu do Oriente’nin önünden geçiliyor ama ben girmedim, Portekiz’de de Çin porseleni görmeyeyim daha fazla artık. Yolda karşınıza çıkan uçak heykeli, 1922 yılında Lizbon-Rio de Janerio arasında ilk uçuşu gerçekleştiren iki Portekizli pilot anısına yapılmış; Portekizliler yola, köprüye değil heykellere para harcamışlar yani…Tersaneleri ve 1966 yılında açılan ve karşı kıyıya bağlanan Ponte 25 de Abril (25 Nisan Köprüsü)’in yanından geçip Belem’e doğru ilerliyorum. Belem’e gelmeden önce Padrao dos Descombrimentos (Keşifler Anıtı)’dan geçiyorum. 54 metrelik heykel Portekiz’in denizci ve kaşif kimliğine vurgu yapmakta ve bir dizi Portekiz denizci karakterini barındırmakta, en önde de Vasco da Gama olduğunu düşündüğüm bir kaşif elinde bir gemi ile nehre doğru bakmakta.

Torre Belem ise, 16 yüzyıl başında  Tejo Nehri’nin girişini korumak için yapılmış bir kale. Mağrip etkisini de taşıyan kuledeki haç motifi, Tapınak Şövalyelerinin simgesi olan haçmış, bilgilerinize.

Lisbon

Bence Kule’nin en güzel yanı bir dizi boş odadan ya da topların tüfeklerin sergilendiği alanlardan geçilip çıkılan terastaki manzara. Belem’in bir yanı denize bakıyor, bir yanı da çok hareketli, yemyeşil bir meydana.

Şimdi de belki de Lizbon’un en çarpıcı noktasında, Mosterio dos Jeronimos sırada…  1500’lerin başına tarihlenen Manastır ve Kilise, Vasco de Gama’nın Hindistan’a yolculuğuna karşı bir adak olarak inşa edilmiş…

Manueline tarzındaymış, anladığım kadarıyla manueline, Portekiz usulü gotik tarz diye özetlenebiliyor.

Tarzını bilemem ama açılmış bir ağzın üst çenesi gibi duran,  taş işçiliğinin hünerleriyle dolu giriş kapısı bizi, çiniler, işlenmiş taşlar, heykeller ve resimlerle süslü çok etkileyici bir mabede davet ediyor.

Manastırın içi bazen sakin bazen dalgalı bir deniz gibi; hayatın sakinliği de sertliği de, İsa’nın acıları da, inancın huzuru da hissediliyor. Ayrıca Kilisenin içinde kaşif Vasco de Gama ve şair  Luis de Camoes’nin mezarları var. Kilisenin avlusu geziliyor ama üst kat odalarına giriş yok.

Burada bir tatlı molası vermenin tam zamanı. Pastais de Belem’e girin ve pastane adı ile anılan ancak şehir genelinde pasteis nata olarak da bilinen, milföy hamuru ve kremadan oluşan pastadan tadın. Pastanenin kendisi bir görülmeye değer. Duvarları değişik seramiklerle kaplı, odaları  labirent gibi birbirine geçişli olan bir yer. Tatlı ise denemeye değer ama özleyeceğim bir şey değil.

Lizbon’da parklara geniş alanlar ayrılmış. Bairro Alto’daki Botanik Park muhteşem ama Şehrin en güzel parkı Parque Eduardo.

Lizbon’la İstanbul arasında benzerliklerle başladık yazımıza; yedi tepeli şehir, burada bırakılan gonca güller, şehri iki kıyıya ayıran boğaz/nehir (Tajo nehri bir boğaz kadar görkemli ancak düz, bizim Boğazın kıvrımları, sürprizleri yok), boğaz üstündeki asma köprüler, şehrin karmaşası, neşesi, kendi kültürünün oluşu, daha da önemlisi ikisinin de bir imparatorluk başkenti oluşu… Hepsi doğru, ama bir de müze var ki bu benzerliği bir yaşanmışlıkla taçlandırıyor:

Gülbekyan (Gulbenkian) Müzesi… Gülbekyan, İstanbul’da varlıklı bir Ermeni ailesinin evladı, 1869’da doğmuş, petrol ticareti ile servetine servet katmış ve bu serveti sanat eserlerine yatırmış. Yerleştiği İngiltere’den 2.Dünya Savaşı’nda Türk asıllı olması nedeniyle İngiltere tarafından sınır dışı edilen Gülbekyan’a, Portekiz sahip çıkmış, 1942 ile 1955 arasında dünyanın sayılı sanat kolleksiyonunu oluşturmuş ve söylenene göre, ölümünden sonra bu eserlerin Türkiye’de tek bir mekanda sergilenmesini istemiş, Petrol ticaretinden aldığı komisyondan dolayı adı ‘yüzde on’a çıkan Gülbekyan’ın bu teklifi Türkiye tarafından kabul edilmeyince eserler Portekiz’e kalmış.

Müzede, her dönemden az da olsa bir şeyler var; eski Mısır’dan antik Roma’ya, Çin porselenlerinden Türk çinilerine, 19. yüzyıl Avrupa resim akımlarından örneklerden Fransa saltanat dönemi mobilyalarına, dönem porselen eşyalardan art nouveau takılara kadar…

Lizbon’un en çok hoşuma giden özelliklerinden biri de kaldırımları; siyah-beyaz taşlarla döşenmiş kaldırımlar kendi başına bir sanat eseri adeta.

Alışveriş de önemli; Vasco De Gama alışveriş merkezi, devasa Centro Colombo tercih edilebilir ama dediğim gibi sokaklardaki dükkanlarda da baştan çıkarıcı indirimlere rastlayabilirsiniz.

Lizbon’da bir çok caddeden geçtim, parkta soluklandım, sokaklarında dolandım, kiliselerine girdim; burada yazdıklarım bunlardan geriye kalanlar… Bir imparatorluk şehri, en parlak dönemi 15-17 yüzyıllar arasında ama  imparatorluk döneminden kalanlardan çok şimdiyi yaşayan Lizbon ilginç geldi bana… İnsanın kendini evinde gibi hissettiği bir yer; mozaik gibi işlenmiş kaldırımları, art nouveau yapıları, çini kaplı binaları, tramvayları, tepeleri, coşkusu, eğlencesi ile tekrar gitmek isteyeceğim, özlediğim bir şehir oldu Lizbon. Gücüm ve vaktim olsa Kale’de Mirador’a gider ve sana bir tepeden baktım aziz Lizbon, hala görmediğim ve bilmediğim yerlerin olabilir ama ben seni çok sevdim, derdim.

Yorumunuzu Buraya Yazabilirsiniz

Yorumunuzu Giiniz
Please enter your name here