Dünyanın ‘Big Apple’ı; New York… Onun kalbi de Manhattan. Dünyada neredeyse kimsenin kayıtsız kalamayacağı, ismine en azından filmlerden aşina olduğumuz gökdelenler ormanı. Göğe uzanan devasa yapılarıyla, ne kadar önemsiz olduğumuzu yüzümüze vuran şehir; milyarlarcası geldi, bir o kadar da gelip geçecek dercesine umursamaz. Ama bir yandan da bu dünyadaki en önemli varlık sensin deyip sırtımızı sıvazlayan, makinenin bir dişlisi olduğumuzu unutturan yer.
Aslında yeni sayılacak bir şehir. Avrupalıların buraya ilk adım atmaları 1554 yılına tarihleniyor. O dönemde Fransız donanmasında bulunan İtalyan kaşif Giovanni Verrazzona buraya Fransa’da bir şehre atfen Nouvelle Angouleme adını vermiş. Ama çok geçmeden Hollandalıların hakim olduğu yere, Nieuw Amsterdam adını takmışlar. Sıra İngilizlere gelmiş; 1664 yılında burayı fetheden İngilizler şehre York ya da New York demeye başlamışlar. Böylece modern zamanların efsanesi olacak bir metropolün ilk yapı taşları atılmış olmuş. Bu arada New York’un en can alıcı yeri olan Manhattan, Peter Minuit tarafından 1626 yılında Lenape yerlilerinden bugünün parasıyla yaklaşık 1000 dolara tekabül eden Avrupa’dan getirdiği öte beri karşılığı satın alınmış. Bugün Manhattan’da nohut oda bakla sofa kıvamında daireler 2-3 milyon dolardan satılıyor. Nereden nereye…
Yazıya başlamadan Orta Çağ’ı belirlemekte fayda var. Genel olarak Orta Çağ MS 375 civarındaki kavimler göçü ile başlatılıyor, ya da MS 476 yılında Batı Roma’nın çöküşü ile… Orta Çağ’ın bitişi ise bizim için Fatih Sultan Mehmet’in 1453 yılında İstanbul’u almasıyla gerçekleşti. Bu tarihi Avrupa’nın deniz aşırı yerleri keşfetmelerine bağlayanlar da var, 1517 yılında Protestan Reformizminin başlamasına kadar uzatanlar da… Bu durumda yazımızda Orta Çağ olarak MS 5-15 yüzyıllarını esas almamız uygun olur sanırım.
Manhattan’da dolaşırken sizi Orta Çağ dünyasına götüreceğim bu yazıda. O dönemi oturan boğalar, yan duran çitalar kıvamında kızılderililerle geçiren Manhattan’ın Orta Çağ konusunda vereceği pek bir şey olamaz gibi geliyor insana. Ama var. Kendi kısa geçmişini başka milletlerin kültürünü, zenginliğini aktararak kapatmaya çalışan ABD, bu konuyu da çözmüş. Ha, şu an A.B.D bir kültür ihracatçısı, o başka ama geçmişi olmadığı için, başka kültürlerin geçmişte yaşadıklarını içselleştirmeyi başarmış.
Mesela New York’un en eski yapılarından biri olan Trinity Kilisesi, 1790 yılı yapımı… Dev, cam binalarla çevrili bu tarihi bina, tezatlıktan doğan bir güzellik yakalıyor; bu Manhattan’ın ruhu. Ama bunun ötesinde Manhattan’da Orta Çağ’a ait bir iz bulmak mümkün değil.
Onun için Manhattan’da Orta Çağ dünyasına gezimizi, buradaki üç müze üzerinden yapacağız. Bu gezi sonunda, bir parça Kuzey Amerika Kızılderililerine sardırmış durumdaydım. Ama ne yapayım, gördüklerim bunlardı, şimdi de siz okuyacaksınız. Ne diyeyim, ben müzelerin yalancısıyım.
Orta Çağ’a yolculuğumuzda bize yol gösterecek müzeler The Cloister, Metropolitan Museum ve National Museum of the American Indians. Bu gezi ile yukarıdan aşağıya Manhattan’ı kat edeceğiz… Önce Cloister.
The Cloister
Cloister, Manhattan’ın kuzeyinde Hudson Nehri, Bronx kıyıları ve New Jersey ormanları ile çerçevelenmiş harika bir manzara ortamında sizi Avrupa’nın Orta Çağ’ına götürüyor. Burası meşhur Metropolitan Müzesi’nin bir bölümü aslında. Cloister binası, görüntüsüyle bile bizi Orta Çağ’a davet eder gibi heybetli ama aslında binanın Orta Çağ’la falan ilgisi yok.
Aslında çoğunlukla George Grey Barnard’ın koleksiyonuna dayanan objeler ilk önce, 1914 yılında Fort Washington Bulvarı’nda bir binada sergilenmekteymiş. John D. Rockefeller Jr desteğiyle 1925 yılında bu sergi Müze tarafından alınmış. Daha sonra bu sergi için daha geniş bir alan ihtiyacı doğunca buranın biraz daha kuzeyindeki alan Rockefeller tarafından alınıp Müzeye bağışlanmış. Bu alanın bir kısmında, Cloister’a giriş niteliğinde harika bir park oluşturulmuş; Fort Tyron Park geniş yeşillikleriyle, türlü çeşitli çiçekleriyle, kocaman gölgeli ağaçlarıyla ve harika manzarasıyla, her ne kadar Central Park’ın gölgesinde kalsa da, New Yorklulara metropol içinde bir doğa ortamı sunuyor. Ama bu park yetmemiş, Cloister’ın tam karşısındaki New Jersey ormanlık alanını da Rockefeller satın alıp, Cloister’ın gördüğü manzara hiç bozulmasın diye Müzeye bağışlamış. Rockefeller, kendi koleksiyonundan, özellikle tek boynuzlu goblen işlemeleri de Müzeye bağışlamış.
Cloister 1938 yılında halka açılmış. Cloister’a hakim olan Orta Çağ havası Avrupa’daki bazı Orta Çağ romanesk ve gotik manastırlarından esinlenerek sağlanmış; kronolojik olarak özellikle 9. yüzyıla ait Saint Michel de Cuxa, 12. yüzyıla ait Saint Guilhem le Desert, Trie sur Baise, 13. yüzyıl sonuna ait Bonnefont en Comminges gibi Fransa’daki manastırları yapının esin kaynağı olmuşlar. Bir diğer dikkat çeken nokta da, Cloister bahçelerinin tamamen Orta Çağ’a ait bitkilerle ve o döneme ait bahçe nizamıyla düzenlenmiş olması. Orta Çağ manastır bahçeleri konusunda çok fazla bilgi bulunmasa da, bu konuda Saint Gall Manastırı önemli bir kaynak oluşturmuş.
Cloister’ın adresi; 99 Margaret Corbin Drive, Fort Tryon Park, New York, NY10040… Buraya otobüsle gelecekseniz Penn Station’dan kalkan M4 ile gelebilirsiniz, Cloister son durak. Metroyla gelecekseniz ‘Uptown’ yönünde A metrosuna bineceksiniz, 190.th Street durağında inip dışarı çıktığınızda Fort Washington Bulvarı takip ederek muhteşem Fort Tryon Park’tan geçip işaretleri takip ederek Müzeye varacaksınız.
Cloister’ın önerilen giriş ücreti 25 dolar ama ben o kadar değil de bu kadar vermek istiyorum, diyebiliyorsunuz. Ben giriş için 10 dolar ödedim. Aynı gün içinde yapabilirseniz Metropolitan Müzesini ve/veya yine Metropolitan Müzesi bünyesindeki çağdaş sanat koleksiyonlarının sergilendiği Beuer Müzesi’ni gezmek de bu ücrete dahil. Müze galerileri ve bahçeleri rehberli turlarla gezilebilmekte; Müze giriş ücreti bunu da kapsıyor.
Cloister haftanın 7 günü açık; Mart-Ekim aylarında 10.00-17.15, Kasım-Şubat aylarında 10.00-16.45 saatleri arasında ziyaret edebilirsiniz. Müzenin koleksiyonunda, genelde Batı Avrupa’daki Orta Çağ manastırlarından getirilmiş vitraydan, resimli el yazma kitaplara, heykellerden goblenlere, resimlerden metal objelere kadar bir çok eser bulunuyor. Bunlar arasında 15.yüzyıla ait resimli saatler kitabı The Belles Heures of Jean de Evreux , 12. yüzyıldan kalma Saint Edmunds Manastırı’ndan ince işçiliğe sahip fildişi haç, Ebreichsdorf Avusturya’dan kale şapeline ait vitray camlar, Strasburg Katedrali’nden 13. yüzyıla ait taş işçiliği dikkat çeken Meryem Heykeli, 15 yüzyıldan kalma Robert Campin’e ait Merode eserleri özellikle dikkate değer.
Müzede birbirine geçmeli 13 bölüm var. Romanesk Salonda, Fransa’daki 12-13 yüzyıldan kiliselere ait taş kapıları İspanyol freskoları ve Fransız heykellerinin oluştuğu bir salona açılıyor.
Fuentiduena Şapel’inde İspanya’daki 12. yüzyıldan San Martin at Fuentiduena Kilisesinin mihrap bölümü görülebilir.
Saint Guilhem Kilisesi ise, 12 yüzyıldan Fransa’daki Saint Guilhem le Desert kilisesinin ortaçağ yapısına Roma tarzının uydurulduğu heykel işçiliği yanında, İtalya, Fransa ve Endülüs İspanya’sından gelen heykelleri barındırmakta.
Langon Kilisesi bölümünde ise, Fransa’daki 12.yüzyıldan Notre Dame du Bourg at Langon Kilisesi’nin yapı parçalarından isli vitray camları, taş ve ahşap heykeller yer almakta.
Pontaut Chapter House, rahip ve rahibelerin günlük toplantılarını yaptıkları yeri temsilen romanesk tarzda bir bölüm; Pontaut Manastırı da 12 yüzyılda Fransa’da kurulan Benedikt bir manastır. 16 yüzyıldaki din savaşları sırasında hasar gören yapı, 1791 yılında Fransa’da yerli halka satılmış, 1932 yılında da New York’a getirilmiş.
Cuxa Cloister ise yine Fransa Pirenelerindeki 12 yüzyıldan Saint Michel de Cuxa Benedikt Manastırı’na ait pembe taştan yapılmış bölümler içermekte. Bu bölüm Judy Black Bahçesi’ne açılmakta; Orta Çağ manastır bahçelerinde yer alan gerek süs bitkileri gerek şifalı bitkilerden oluşturulan bahçede, nefis manzaraya karşı soluklanabilirsiniz.
Erken Gotik Salonuna geçtiğimizde ise, Hudson Nehri’ne bakan pencereleri süsleyen 13. yüzyıla ait Fransa, İngiltere ve Almanya’dan getirilen vitray camlar dikkatinizi çekecek. Ayrıca salondaki heykeller ve resimler, dönemin İspanya, Fransa ve İtalya’nın muhteşem katedrallerinin havasını yansıtmakta.
Dokuz Kahraman Goblen Salonunda, 1400’lerden kalan dokuz goblen tabloda Antik Dünya, Yahudi ve Hristiyan kahramanları resmedilmiş.
Gotik Şapel, 14 yüzyıl Avusturya vitray süslemeli kilise camlarının Fransa ve İspanya’dan getirilen soylu mezar taşlarına eşlik ettiği bir kısım.
Vitray Salonunda vitray camların aydınlattığı odada Orta Çağ’a ait günlük objeler bulunmakta.
Tek Boynuzlu At Goblenleri Salonunda, 1500 yıllarında Paris’te tasarlanıp Brüksel’de dokunan tek boynuzlu atın yakalanma, avlanma sahnelerini içeren goblen tablolar sergilenmekte. Tek boynuzlu at, İsa’yı temsil etmekteymiş.
Boppard Salonu ise 15. yüzyıldan Almanya’da Boppard am Rhein’daki Carmelite Manastırı’na ait vitraylar dikkat çekici. Ayrıca dini ve din dışı objeler de salonda görülebilir.
Merode Salonunun vurgusu ise erken Hollanda resminin önemli örneklerinden olan Merode Sunak Resmi. Robert Campin tarafından yapılan resim, Cebrail’in Meryem’e müjdeyi vermesini konu ediniyor ve üç parçalı bir yapıt. Salonda geç Orta Çağ dönemine ait diğer eşyalar da görülebilir.
Geç Gotik Salon ise Fransa’da 15. yüzyıla ait manastır pencerelerinin aydınlattığı odada Almanya, İspanya, İtalya kiliselerinden sunaklar, heykeller ve Burgos Katedrali’nden goblen tablo barındırmakta.
Bonnefort Cloister, Fransa’daki Bonnefort en Comminges Manastırı’na atfen olsa da, salondaki objeler genel olarak bölgedeki diğer manastırlardan derlenmiş. Bu bölümde Orta Çağ’da yetiştirilen 250 çeşit otun olduğu bir bahçeye açılmakta, manzara ise harika.
Trei Cloister, Trie Sur Baise bölgesinde bulunan Carmelite Manastırı için yapılan taş işçiliği dikkat çekici. Bu bölümden çıkılan bahçede ise Orta Çağ’da goblenlere işlenen çiçek türleri yetiştirilmekteymiş.
Ve Hazine, Orta Çağ kiliselerinin ve zamanın soylularının zenginliğini yansıtan altın, gümüş, fildişi, ipek işçiliği ile süslenmiş objeleri barındırmakta. 9. yüzyıldan 15 yüzyıla uzanan bir süreçteki Avrupa Orta Çağı’na ait resimli el yazması kitaplar, mücevherat, sofra örtüleri ve oyun kartları gibi hem dini hem gündelik eşyalar da görülebilir.
Burası kesinlikle yarım günlük bir geziyi hak eden bir yer. 9-15. yüzyıl arasındaki dönemde bir yolculuğa harika Hudson Nehri manzarası katarak, Fort Tyron Park’ında doğayla kaynaşarak, Müze kafetaryasında Orta Çağ havasında kahve keyfi yaparak bunu tam güne uzatmak da sizin elinizde…
Metropolitan Museum
Cloister’ın da bağlı olduğu Metropolitan Müzesi de, Central Park’ın 5. Avenue tarafında yer alıyor, adresi; ‘1000, 5th Avenue, New York’. Cloister’dan M4 otobüsü doğrudan getiriyor, 84 sokak’ta ineceksiniz, metro ise daha karışık, A hattını alıp sonra B veya C hatlarına geçmeniz gerekecek. Şehrin diğer noktalarından buraya gelmek için ise bulunduğunuz yere göre 4,5,6 numaralı metrolar ile, M1, M2, M3, M4 numaralı otobüsleri kullanabilirsiniz.
Metropolitan Müzesi’ne önerilen giriş fiyatı da 25 dolar, ancak siz istediğiniz kadar ücret ödeyebiliyorsunuz. Müze her gün açık, Pazar-Perşembe 10.00-17.30 saatleri, Cuma- Cumartesi 10.00-21.00 saatlerinde ziyaret edebilirsiniz.
Central Park’taki yerinde 1880 yılında hizmete açılan Müze, ‘Dünyanın her köşesinden 5000 yıllık sanat’ olarak kendini tanımlıyor. Gerçekten de öyle; British Museum, Louvre, Hermitage gibi belki onlardan hemen sonra sayılabilecek devasa bir müze. Burada Avrupa’dan Okyanusya ülkelerine, Afrika’dan Asya steplerine kadar türlü uygarlıkların izlerine rastlayabilirsiniz.
Bir binada tüm dünyaya ve tarihe uzanabiliyorsunuz. Ama bizim konumuz Orta Çağ… Ne güzel ki, Müze’ye girer girmez Orta Çağ bölümü karşımıza çıkıyor, tabii dönemin tüm haşmetiyle yaşandığı Avrupa’nın Orta Çağ bölümü. Ama biz her bölümde, Orta Çağ eserlerine göz atacağız.
Avrupa Orta Çağ’ı bölümünde Bizans eserleri, Antakya hazineleri, Orta Çağ sanatı, resimli el yazmaları, Geç Orta Çağ seküler sanat bölümleri dikkate değer. Özellikle Geç Orta Çağ seküler sanatı bölümünde metal tabak süslemesi olarak kocasını döven kadın motifi olayın ne kadar detaya indiğinin en güzel örneği.
Avrupa bölümünde, 550. yüzyıldan başlayarak muhtelif dönemlere ait Yunan Mozaikleri, Bizans takıları, dini merasim eşyaları, haçlar, gümüş kitap kapakları, kuzey İspanyadan merasim haçları, savaş gereçleri, Fransa’dan aziz heykelleri, Almanya’dan Meryem Ana heykelleri, Ermenistan’dan taş haçlar, Sicilya’dan değerli taş ve cam ürünleri, Hollanda’dan goblen işlemeler, Floransa’dan fildişi altar süslemeleri, muhtelif kilise vitrayları, Endülüs dünyasına ait kitaplar, seramikler sizi Avrupa’nın Orta Çağı’na götürecek.
Ön Asya ve Orta Doğu bölümünde, Orta Çağ’ın bu bölgede hem büyük karmaşa hem de ileri bir uygarlık içinde yaşandığının kanıtları sergilenmekte. Ardarda kurulan devletlere ait çeşitli örnekler arasında elbette öncelikle Selçuklu ve Osmanlı eserleri gözümüze çarpacak. İznik çinilerinin parladığı bir bölüm Koç Ailesinin desteğiyle kurulmuş. Çiniler yanında değerli halılar, Kur’an el yazmaları, Kanuni dönemine ait seramikler, Mevlevi merasim eşyaları, taş ve ahşap işçiliğinin hakim olduğu objeler bize Anadolu’nun Orta Çağı’nı gösterecek.
Ayrıca İran’ın cam seramik kapları, ahşap işlemeli kapılar, taş oymacılığının hakim olduğu eserler, çini mihraplar, deri üstüne resimler; 12 yüzyıl Suriye’sinden kil eşyalar, cam işleri, mezar taşları, Rakka’nın ünlü turkuaz siyah çinileri; Irak’tan Abbasi döneminden tabaklar, taş oymalar; Yemen’den 13. yüzyıl metal eşyaları; Mısır’dan Memluklardan cam işçiliği insanı hayrete düşürecek. Kaçırılmaması gereken bir eser de, Mısır’dan Abbasi döneminden 8. yüzyıla ait enfes kemik ve dört çeşit ahşap karışımı mozaik bir tablo.
Uzak Doğu’ya uzanırsak Çin, Japon, Güneydoğu Asya ülkelerinden türlü buda heykelleri bu bölümün en önemli eserleri. Çin’den Yuan Hanedanlığı’na ait 13.yüzyıl seramik vazoları, porselen tabakları, kırmızı lake panolar, duvar tabloları yanında daha eski dönemlerden kalma heykeller, mutfak eşyaları göreceksiniz.
Yine Hindistan’ın muhtelif bölgelerinden taş işlemeciliği, fildişi eşyalar, metal işler, buda heykelleri sizi 7. yüzyıla kadar götürecek. Buna Sri Lanka,Vietnam, Tayland, Java, Nepal, Tibet, Pakistan, Kore, Japonya’dan gelen objeler de eklenince Orta Çağ’ın aslında ne kadar renkli yaşandığını göreceksiniz. Taş, ahşap, fil dişi, bambu, kağıt gibi türlü malzemelerin ince ince işlendiği eserler, heykeller, masklar, gündelik eşyalar size Orta Çağ’ın sadece Avrupa’da yaşanmadığını gösterecek.
Metropolitan Müzesi çok zengin bir müze; antik dönemlerden, yeni çağdan, modern dünyadan bir çok esere ev sahipliği yapıyor. Mısır tapınağından Okyanusya totemlerine, Madagaskar maskelerinden 19-20 yüzyıl Avrupa resimlerine kadar ne ararsanız var.
Bir tam günü hak ediyor müze, hatta cuma ve cumartesi günleri, türlü fiyat seçeneklerine uygun kafeleri ve lokantalarından da yararlanarak akşam 21’e kadar rahat rahat gezebilirsiniz.
National Museum of the American Indian
Şimdi Manhattan’ın güney ucuna yöneliyoruz ve Kızılderili Müzesi diyebileceğimiz müzeye gidiyoruz. Manhattan’ın en aşağısında; ‘1 Bowling Green, New York, NY 10004’ adresindeki Müzeye 2 ve 3 numaralı metrolarla Wall Street durağından, 4 ve 5 metrolarla Bowling Green durağından, 1 numaralı metroyla South Ferry durağından ulaşılabiliyor. Müze her gün 10-17 saatlerinde açık ve giriş ücretsiz.
Özellikle binaya dikkat edin, belki de bu Müzeden aklınızda en çok bina kalacak. Beaux Art akımın en güzel örneklerinden olan bina, 1907 yılında gümrük binası olarak yapılmış. Dış cephede Roma ticaret tanrısı Merkür’ün heykelleriyle süslü binanın girişinde Asya, Avrupa, Afrika ve Amerika’yı temsilen dört kadın heykeli mevcut. Bina içerisinde de deniz ile ilgili bir çok süsleme dikkat çekici. Kızılderili Müzesi bu binanın bir katını oluşturmakta.
Müzede arkeolojik ve etnografik eserlerin çoğu Kuzey Amerika’dan, bunun yanında Meksika ve Orta Amerika, Güney Amerika ve Karayiplerden de eserler mevcut. Orta ve Güney Amerika’ya ait arkeolojik eserlerin bir kısmı Orta Çağ’dan. Kuzey Amerika eserleri genellikle etnografik; güderi giyim eşyaları, deri çadırlar, oklar, yaylar, av tuzakları var. Orta ve Güney Amerika’ya ait eserler arasında, gündelik kullanım eşyaları yanında taş işçiliğinin hakim olduğu objeler, masklar, heykeller, kaplar bulunmakta. Bunun yanında fotoğraf arşivi, basın arşivi ve baskı arşivi ile Müze zenginleştirilmiş. Burası özellikle tavsiye edeceğim bir müze değil ama yolunuz düşerse bir göz atın derim.
Üç müze sonrasında Orta Çağ’ı Avrupa’nın ve Orta Doğu’nun yoğun yaşadığını ve ne çok eser kaldığını düşünüyorum, bu zamana ulaşamayanlar da bundan fazladır belki de… Antik dünyadan kalan yedi harikadan günümüze sadece Giza Piramidi’nin ulaşabildiğini, Rodos Heykeli, Babilin Asma Bahçeleri, Artemis Tapınağı, Zeus Heykeli, İskenderiye Feneri ve Bodrum Mausoleim’um kaybolup gittiğini düşünürsek, kayıplarımız kalanlardan daha çok gibi. Orta Çağ denince, Türkiye’de en başta dönemin şahikası Ayasofya geliyor aklıma, sonra kaybolup giden onca Bizans Sarayı, sonra Topkapı Sarayı, Selçuklu yadigarı Divriği Ulu Cami, Bursa Ulu Cami, kervansaraylar, medreseler, külliyeler… Keza Orta Doğuda da, Orta Çağ ile birlikte hakim olan İslam’ın sanata, mimariye yansıyan yanları… Avrupa’da ünlü Notre Dame Kilisesi (Fransa), Canterbury Katedrali (İngiltere), Burgos Katedrali (İspanya), Elisabeth Katedrali (Almanya), San Francesca Basilikası (İtalya) Orta Çağ’dan kalanlara en iyi örneklerden. Uzak Doğu’da yeni dünya harikaları listesine doğrudan giren muhteşem Wat Angkor’un başı çektiği türlü tapınaklar, 1420 yılında açılan Çin’deki Yasak Şehir, dönemler ötesi Çin Seddi, devasa Buda heykelleri, Tibet tapınakları… Orta Asya’da Özbekistan sınırlarında kalan Semerkant, Buhara gibi şehirlerdeki medreseler, özellikle Semerkant’taki 1417 yılına tarihlenen Uluğ Bey Medresesi…
Orta Çağ’da dünyaya damgasını vuran bölgeler, yazımıza konu müzelere de damgasını vuruyor. Avrupa, Ön Asya, Orta Doğu, Uzak Doğu neredeyse en önemli bölümleri oluşturmakta. Buna Orta Çağ’ı kısmen yakalayan Güney Amerika’nın İnka, Orta Amerika’nın Aztekleri de eklemek gerek; bu uygarlıklardan geriye kalan piramitler, tapınaklar bu gün de bizleri büyülüyor.
Peki geri kalan yerler, özellikle yazımız açısından önemli olan Kuzey Amerika’dan geriye ne kalmış dersek, deri giyim eşyaları, çadırlar, av eşyaları var sadece… Gerisi yok. Ama dedim ya, ben müzelerin yalancısıyım, oralarda ne gördüysem onu anlattım.
Manhattan’daki müze gezilerimin bende bıraktığı izler bunlar. Vaktiniz varsa, yolunuz düşerse, tavsiye ederim, siz de ziyaret edin bu müzeleri. Bakalım, sizde ne gibi izler bırakacak?