Potsdam şehrinin tarihi 10. yüzyıla kadar gitmekte. Yüzyıllar boyunca ismi duyulmayan ve sakin bir yerleşim yeri olan Potsdam’ın adı Hohenzollern ailesi ile birlikte duyulmaya başlamış. Prusya İmparatorluğu’nun hanedanı olan Hohenzollern ailesi bu bölgeyi de yönetmekteymiş. 18. yüzyılın ortalarında Kral Frederick, Potsdam’da dinlenebileceği ve yönetim tasasından uzak kalacağı yazlık bir saray inşa ettirmeye karar vermiş. Bu nedenle sarayın da bulunduğu parka Fransızca “tasadan uzak, tasasız” anlamında “sans souci” denilmiş. Saray inşası 3 yılda tamamlanmış ve şehrin önemi bir anda artmış.
Potsdam’ın II. Dünya Savaşı sonunda, 1945 yılında üç büyük devletin, ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği’nin katıldığı konferansa ev sahipliği yapması da dünyada adının duyurulmasına neden olmuş.
Kapı Dutch Quarter adı verilen Hollandalılar Sokağı’na da çok yakın. Zamanında bu kapıyı askerler, tüccarlar, yöneticiler ve sanatçılar kullanmış. Günümüzde etrafındaki kafelerle, restoranlarla ve barlarla popüler bir buluşma noktası. Kapının masal diyarlarından fırlamış bir görüntüsü yok mu!
Bu evlerin hikayesi şöyle: Garnizon kasabasını genişletmek isteyen kral Frederick I acil olarak yetişmiş ustaları bulmak ister. Şansına bu ustaları komşu ülkeden bulur ve gelen ustalar da kendilerini evlerinde hissetmek için Hollanda mimarisine sahip evleri inşa ederler.
Biraz yürüyünce yolun sol tarafında Rathaus Potsdam‘ı (Belediye Binası) gördük. Tarihi binanın içerisine girmekten kendimizi alamadık.
Tabelaları takip ederek sakin, sessiz sokakta uzun süre yürüdük. Parkın içine girmeden önce Alexandrowka‘yı (the Russian Colony) gezmek istiyorduk. En nihayet bu güzel evleri gördük.
Buranın hikayesine gelirsek, Prusya Kralı Frederick III ile Rus Çarı Alexander yakın arkadaşlarmış. Bu arkadaşlığın nişanesi olarak Kral Frederick 1826-1827 yıllarında Rus kolonisi Alexandrowka’yı inşa ettirmiş. Burada Rus stilinde 13 adet ahşap ev yapılmış. Yeşil alanlar Peter Joseph Lenne tarafından dizayn edilerek Rus müzisyenler için özel bir atmosfer yaratılmış.
Yolumuzun üzerinde çiftlik tarzında yapılarla karşılaştık.
Parkın girişini bulmak için çok fazla yürüdük. Girdiğimiz noktadan doğruca Sanssouci Sarayı’nın arkasına çıkmışız. Önce nerede olduğumuzu anlayamadık. Tam karşımızda Kraliyet armalı bir yapı görünüyordu.
Ön tarafa doğru yönelince Sarayın muhteşem görüntüsüyle karşıladı bizi.
Prusya’nın 18. yüzyılda hızla gelişmesini sağlayan ve “Taç sadece yağmuru geçiren bir şapkadan ibarettir.” diyerek mütevazi ve sade bir insan olduğunu vurgulayan Büyük Frederick, Potsdam’ın sırtlarında erik, incir gibi meyveler yetiştirmek ve şarap üretmek istemiş. Bu nedenle 1744 yılında Sanssouci Park’da teraslanmış bir bahçe yaptırmış. Bir yıl sonra bahçenin muhteşem manzarasını görünce kralın aklına bu terasın tam üst kısmına büyük bir yazlık saray yaptırmak gelmiş. Bu saray kralın favori mekanı olmuş ve zaman zaman köpekleriyle yalnız kaldığı bile olmuş. Hatta sarayla kendini o kadar özdeştirmiş ki kendisi öldüğünde sarayın da öleceğini söylemiş.
Saray rokoko stilinde yapılmış ve 10 odadan oluşuyormuş. İç dizaynında Frederick’in etkisi o kadar çokmuş ki bu stile “Frederician Rococo” ismi verilmiş.
Uzunca bir süre Sarayı fotoğraflamaya çalıştık. Keşke hemen gidip biletimizi alsaymışız. Çünkü içeriye küçük gruplar halinde alıyorlarmış ve bilet aldığınız saatte orada olmanız gerekiyormuş. Bilet almak istediğimizde neredeyse 2 saat sonrasına bilet verebiliyorlardı. Biz de parkı gezerken dönemeyeceğimizi düşünerek içeri girmekten vazgeçtik.
Gezmeyi düşünenlere bizim gibi vakit kaybetmeden hemen biletlerini almalarını tavsiye ediyorum. Sarayın içi bir görevli nezaretinde gezdiriliyormuş ve her oda tek tek geziliyormuş.
İlk Değirmen Büyük Frederick zamanında 1738 yılında yaptırılmış. Bu değirmen rüzgarın yönüne göre dönebilen tamamen ahşap bir malzemeden yapılmış. Daha sonra bu değirmenin yerini alan değirmen ise II. Dünya Savaşı’nda tahrip olunca eski resimlerinden esinlenilerek tarihi değirmen tekrar inşa edilmiş.
Bu Değirmenle ilgili bir efsane varmış. Bu efsaneyi daha önce duymuştum ama bu gördüğümüz değirmenle ilgili olduğunu sonradan anladım. Efsane de şöyle: Frederick’in yazlık sarayı değirmene yakın olduğundan değirmen kanatlarının sesinden rahatsız olmuş ve değirmeni Johann William Grävenitz adındaki değirmenciden satın almak istemiş. Değirmenci bunu reddedince kral tehditkar bir ifadeyle “Sen benim kim olduğumu bilmiyor musun istersem kraliyet yetkilerimi kullanarak burayı bir kuruş dahi ödemeden senin elinden alırım” demiş. Bunun üzerine değirmenci adalet dünyasında çok bilinen ifadeyle “Majesteleri şüphesiz ki bunu yapabilirdiniz eğer Berlin’de hakimler olmasaydı” demiş..
Değirmeni biletle gezilebiliyor. Hemen altında da bir kafe bulunuyor. Biz vaktimiz kısıtlı olduğundan değirmeni gezemedik ve yolumuza devam ettik. Bahçede yürümek çok keyifliydi ve yol üzerinde Orangery’yi gördük. 1947’de Büyük Frederick, Sanssouci Sarayı’nın tamamlanmasının hemen ardından sarayın yakınlarında bir Orangery (Neue Kammern) inşa edilmesini istemiş. Burası değerli, tropik bitkilerin kış aylarında korunması amacıyla yapılmış. Ancak bir süre sonra Frederick burayı konukları misafir etmek amacıyla kullanmaya başlamış.
İçi rokoko tarzında yapılmış kocaman salonlardan oluşuyormuş. Dışarıdan birkaç fotoğraf çektikten sonra yolumuza devam ettik. Yürürken çektiğim fotoğraflardan sadece birkaçını buraya ekliyorum. Tablo gibi gözüken bu muhteşem manzaraya bakar mısınız!
Kısa bir yürüyüş sonrasında Orangery Sarayı’nın önündeydik. Sarayın dış tarafında restorasyon çalışmaları vardı. Rönesans tarzında yapılan binanın çok çarpıcı olduğu söyleniyor ancak biz çalışmalar yüzünden burayı göremedik.
Parkta yürümeye devam ettik ve kendimizi büyük bir sarayın önünde bulduk. Neues Palais (Yeni Saray), Parktaki diğer yapılara daha sonra eklendiği için verilen bir isimmiş. Büyük Frederick döneminde,Yedi Yıl Savaşlarının sonunda Prusya’nın gücünü ve zaferini göstermek amacıyla yapılmış. Barok tarzındaki bu Sarayın inşasından sonra Prusya’da artık barok tarzında bir yapı inşa edilmediğinden bir devrin kapanışını da simgeliyormuş.
Sarayın üstünde bir kubbe ve tepesinde bir taç bulunuyor. Sarayın iç dekorasyonunda şaşalı süslemeler, gösterişli ve abartılı tasarımlar bulunuyormuş. Sarayın içinde 200’ün üzerinde oda, toplantı odaları, balo salonları ve hatta bir tiyatro bile varmış. Frederick hastalık derecesinde Fransa özentisiymiş. O yüzden bu tiyatroda da Fransız ve İtalyan operaları seslendirilirmiş. Frederick bu Sarayda daha çok misafirlerini konuk etmiş. Bu Sarayın içi o kadar çok eşyayla doluymuş ki, II. Kaiser Wilhelm 1918’de buradan kaçarken 60 tren vagonu dolusu eşyayı Hollanda’ya götürmüş. II. Dünya Savaşındaki bombalardan kurtulan yapının halen 1918’deki görüntüsünü koruduğu belirtilmektedir.
Fazla oyalanmadan yolumuza devam ettik. Parkta görmemiz gereken daha çok eser vardı. Araya birkaç park manzarası da ekleyeyim.
Sırada başka bir saray, Charlottenhof Palace vardı. Parkın güneybatısında kalan ve üzerinde o tarihlerde bir çiftlik evi bulunan bu alan Frederick William III tarafından satın alınmış ve oğlu Frederick William ve eşi Elizabeth Ludovika’ya noel hediyesi olarak verilmiş. Burası yazlık konut olarak kullanılmış. Frederick William Roma tarzında bir saray yapılmasını istemiş ve hatta Charlottenhof Sarayı’nın dizaynını bizzat kendisi üstlenmiş. Sarayın ismi ise buranın sahiplerinden birisi olan Charlotte von Getzhow’dan geliyormuş.
1829 yılında yapımı tamamlanan sarayda 10 oda bulunuyormuş. Sarayın öne çıkan özelliği ise Sezar’ın çadırından esinlenerek dizayn edilen odaymış. Bu odada duvarlar ve tavan mavi ve beyaz çizgili duvar kağıdıyla kaplanmış, pencere pervazları, yatak başlıkları, yatak takımları ve mobilyalar hep aynı renkleri taşıyormuş. Mavi ve beyaz teması Sarayın bütün pencerelerinde görülüyormuş. İtalyan etkisiyle yapılan sade saray ve bahçesi gerçekten görülmeye değer bir yer.
Parkta yürüyüşümüz sırasında Roma Hamamlarıyla (Roman Baths) karşılaştık. Yapımından bizzat Frederick William IV’ün sorumlu olduğu Roma Hamamları 1829-1840 yıllarında tamamlanmış. Roma’daki orijinallerinden esinlenerek ve İtalyan olan her şeye duyulan sevgiyle Frederick kendi evi saydığı Sanssouci Parkta kendi Roma Hamamını da yaptırmak istemiş.
Çin Evi yonca şeklinde yapılmış ve yuvarlak orta merkezin boş alanlarına düzenli bir şekilde 3 oda serpiştirilmiş. Binanın dışında yemek yiyen, içen ve müzik yapan Çin figürleri kullanılmış.
Binanın içinde ise enstrüman çalan insan heykelleri, maymunlar, papağan ve oturan Budha heykelleri altın kaplama olarak süslemede kullanılmış. Çok şık bir avize ise binanın kubbesinden sallanıyormuş.
Sanssouci Park’daki bütün yapılar yapay bir gölün etrafına yerleştirilmiş.
Parkın diğer girişine Flora ve Pomona isimli tanrıça heykellerinin bulunduğu iki dikilitaş yerleştirilmiş..
Yine birkaç kişiye sorarak en nihayet aradığımız Barış Kilisesini (Church of Peace) bulduk. Burası Potsdam’ın ilk Protestan kilisesiymiş ve yapımını sanat ve kültür aşığı olan Prusya Kralı Frederick IV 1845 yılında istemiş.
Kilisenin dizaynı Roma’daki San Clemente Kilisesinde betimlenen bir Orta Çağ çalışmasına dayanmaktaymış. Kilise sütunlu bir bazilikaya ve 42 metre yüksekliğinde bir çan kulesine sahip. Kilisenin içinde bir sessizlik hakimdi. Oldukça sade bir görüntüsü vardı ve katolik kiliselerinde gördüğünüz şaşayı burada göremiyordunuz. Zaten Protestan kiliselerinde ikonalar kullanılmıyor. Kilisenin tavanı o kadar yüksekti ki başımızı kaldırırken boynumuz ağrıdı. Ses çıkartmamaya özen göstererek birkaç fotoğraf çektik.
Potsdam’da tarih boyunca aslında beş kapı bulunuyormuş ancak bunlardan sadece üçü bugünlere gelebilmiş. Bu kapıların en eskisi olan Avcı Kapısı (Hunters Gate) 1733 yılında yapılmış. Kapıların ikisini bu gezimizde gördük ancak maalesef üçüncü kapıyı göremedik.
Caddede çevremize bakarak yürümeye devam ettik. Keşke biraz vaktimiz olsaydı da şu güzelim kafelerden birinde kahve içseydik demekten kendimizi alamadık.
Son Söz
Potsdam’ı dertsiz, tasasız, huzurlu insanların yaşadığı bir şehir olarak hafızama yerleştirdim. Hani bazı şehirler insanı sarıp sarmalar ya burası tam da öyle bir yer. Gidin eminim ki siz de seveceksiniz.
Merhaba
Verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ederim. Biz de bir kam arkadaş Potsdam turu yapmak istiyoruz. Türkçe bilen rehber bulma şansımız olur mu acaba?
Teşekkürler değerlendirmeniz için. Postdam çok büyük bir şehir değil, maps me yükleyip, Postdam şehir haritasını önceden telefonunuza indirirseniz çevrimdışı kullanabileceğiniz bir haritanız olacaktır. Yazımızdaki görülecek yerleri işaretleyerek her yeri rehbersiz rahatlıkla gezebilirsiniz. Keyifli geziler dilerim.