Azerbaycan’ın kuzeyinde dağlara yaslanmış, Kafkasya’nın doğusunda yemyeşil dağların eteklerinde kurulmuş, 1800 yıllık tarihi olan güzel bir şehir yeşil ve sakin Şeki… Kiş Çayı’nın kıyısındaki eski şehri 1772’de sel suları yıktıktan sonra halk şimdiki alana yerleşmiş. Şeki başkent Bakü’den yaklaşık 370 km uzaklıktadır.
Tarih boyunca şehirde Araplardan, Şirvanşahlar’a, İldenizler’den Gürcü Krallığı’na, Safeviler’den Osmanlı’ya kadar birçok farklı devlet hüküm sürmüş. 1578 yılında Lala Mustafa Paşa tarafından Osmanlı İmparatorluğu sınırlarına dahil edilmiş. İran egemenliğine girdikten sonra 1745’te Nadir Şah öldürülünce Hacı Çelebi tarafından Şeki Hanlığı kurulmuş ancak bu hanlığın da ömrü çok uzun olmamış. 1805’te Rusların eline geçen hanlık 1819 yılında ortadan kalkmış. 1930 yılında kurulan şehir 1968 yılına kadar Nuxa olarak adlandırılmış.
Şehirde ticaret, kültür ve sanat yaşamı zengin. Deri, ağaç, kil, mineral, bitkisel boyalar ve ipek el sanatlarında kullanılmakta. Bakırcılık, kalaycılık, halıcılık, ipekçilik, gümüş işleme en önemli alanlar. Şeki şehri ve çevresinin toprağı da çok bereketli olduğundan tarım ve hayvancılık oldukça gelişmiş. Şehir, kendine özgü evleri, sokakları ve doğası ile Azerbaycan’ın en eski ve turistik bölgesi olarak biliniyor. Bu kısa tanıtımdan sonra haydi hep beraber Şeki’ye gidelim.
Şeki’ye Azerbaycan’da ilk ziyaret ettiğim şehir Gence’den gittim. Gence otogarında Şeki’ye giden minibüsü buldum. Yolculuğumuz yaklaşık 2 saat sürdü. Şeki’ye ulaştığımda şoföre 4 Manat ödedim. Taksi ile ortasında bir avlu bulunan eski bir Şeki evine ulaştık. Özgün bir ortamda konaklayacağımı görmek bana keyif verdi. Girişteki alt odayı bana verdiler. Buraya 2 gece için 30 Manat ödedim.
Odaya yerleştim ve ev sahibinin davetine uyarak çay içmeye gittim. Aslında bu pansiyon kız kardeşinin eşine aitmiş ancak onlar Bakü’ye gitmek zorunda kaldıklarından buranın idaresini ablasına ve anne ile babasına bırakmış. Babaları ile de tanıştım, alzheimer hastasıymış. Konu hastalıktan açılınca sosyal güvenlik konularından sohbet etmeye başladık. Böylece Azerbaycan’ın yaşam koşullarıyla ilgili ilk ağızdan gerçekleri öğrenmiş oldum. Burada bazı özel meslekler dışında çalışanların sağlık sigortası yokmuş. Tedavi giderlerini kendileri karşılamak zorundalarmış. Bazı tedavisi özel hastalıklarda Şeki’de doktor bulunamadığını ve Bakü’ye gitmek gerektiğini söylediler. Maddi durumu iyi olmayanlar için güç olacağı açık. Bu amca da 250 Manat yaklaşık 550 Liramıza tekabül edecek bir emekli aylığı almaktaymış. Kızı da üç çocuğu olduğunu, kocasının emlakçıda çalıştığını, kazançlarının düzenli olmadığını, kıt kanaat geçindiklerini anlattı. Bütün bunları dinleyip üstüne Bakü’deki o şaşalı hayatı görünce doğrusu çok üzüldüm.
Sohbet sonrası izin isteyerek ayrıldım ve taksiyle gelirken gördüğüm Kervansaray’ı buldum. Kervansaray’ın önündeki yoldan yokuş yukarı çıkarak Şeki Han Sarayı’nın bulunduğu kaleye doğru yürüdüm. Çıkarken yolun her iki tarafında bulunan Şeki’nin güzel evlerini fotoğraflamaktan kendimi alamadım. Burası şehrin eski ve tarihi bölgesi olduğundan bu evlerin restore edilmiş olduğunu sanıyorum.
Kafkas Dağları’nın eteğinde bulunan Şeki Kalesi, Şeki Hanlığı’nın kurucusu Hacı Çelebi Hanın emriyle inşa edilmiş. Kalenin duvarları 1200 metre civarında olup duvar kalınlığı 2 metreye yakınmış. Şehrin mahkemesi, devlet ve ticaret idaresi kale içerisinde olduğundan halk da Kale yakınlarına yerleşmiş. Kale 1958 ve 1963 yıllarında restore edilmiş. Kale tarihte önemli olaylara sahne olduğundan bir çok tarih kitabında yer alıyormuş. Hatta Lev Tolstoy’un ünlü “Hacı Murat” romanındaki olayların Şeki Kalesi’nde geçtiği rivayet ediliyor.
Tepeye ulaştığımda saat epeyce ilerlemişti. Eski bir kilise binasında bulunan Halk ve Uygulamalı Sanatlar Müzesi’ne 2 Manat giriş ücretini ödeyerek rehberlik yapan bir kadınla beraber müzeyi gezdim.
Müzenin içinde Şeki’de kullanılmış olan eşyalardan, kıyafetlerden örnekler bulunuyordu. Zaten çok büyük bir müze değildi ve hemen gezip bitirdik. Müzenin içerisindeki eserlerden daha çok tarihi binası etkileyiciydi.
Buradan sonra kalenin girişinde solda bulunan müzeye doğru yürüdüm. Bu bina mimari olarak diğerinden de güzeldi. Burası Şeki Tarih Müzesiydi.
Şeki Tarih Müzesi ülkenin en zengin tarih müzelerinden biri. Hanlık devrine ait eşyalar ve tarihi eserler burada sergileniyor. Kapanma saati yaklaştığından hızlı gezebildim. İçeride kermeste satılan eşyalara ve özellikle ipekten dokunmuş fularlara baktım. Şeki’de ipekçilik oldukça gelişmiş ve bu yüzden çok çeşitli desen ve renkte ürün bulabiliyorsunuz.
Geldiğim yoldan yokuş aşağı yürümeye başladım. İnerken de güzel Şeki evlerini güneş batımında izlemek ayrı bir keyifti.
İkinci gün Kervansaray’ın yolunu tuttum. 18.yüzyılın sonlarında Şeki’de beş kervansaray bulunmakla birlikte bunlardan yalnızca aşağı ve yukarı kervansaraylar bugünlere gelebilmiş. Her ikisi de Şeki hanları tarafından 18. yüzyılda inşa edilmiş.
Kervansaraylar İpek Yolu üzerinde yol alan kervanlar için yaptırılmış. Birinci katta ticaret yapılıyormuş ve ikinci katta ise burada kalan tacirler mallarını muhafaza ediyorlarmış. Her iki kervansarayda da tacirlerin rahatlığı ve mallarının güven içinde muhafazası için her türlü tedbir alınmış. Kafkasya bölgesinin en büyük kervansarayı olan yukarı Kervansaray bugün otel ve lokanta olarak kullanılıyor. Cadde üzerindeki cephesinde ise küçük hediye eşya dükkanları turistlere hizmet veriyor.
Kervansaray sabah saatlerinde oldukça dingin ve huzurlu gözüküyordu. Üst kata da çıkıp yukarıdan birkaç fotoğrafını çektim. Turiste alışkın olduklarından hiç kimse ses çıkarmadı.
Kervansaray’da birkaç tur attıktan sonra kaleye doğru yürümeye başladım. Kale içindeki müzeleri gezdiğimden surların içerisinde bulunan saraya doğru yöneldim. Yol üzerinde yaşlıca bir kadın dağlardan topladığı üzerlik tohumlarını ipe dizmiş satıyordu. Manat sorunu yaşamamak için mecburen biraz pazarlık yaptım ve 1,5 Manat ödeyerek 2 sıra üzerlik aldım. Bunun hem çayı yapılıyor, hem de nazar için tütsüde kullanılabiliyormuş.
Biraz ileride Saray göründü. Görkemli ve şahane bir yapı gezilmek üzere beni bekliyordu.
Biraz soluklanmak ve fotoğraf çekmek için yol kenarına yöneldim. Orada oturan kişiler Türk olduğumu anlayınca sohbet etmeye başladık. Adının Osman olduğunu öğrendiğim rehber bana hem Azerbaycan hem de Şeki’yle ilgili ilginç ve önemli bilgiler aktardı. Dille ilgili komik durumları anlattı. Gerçekten çok komik öyküler ve yeni öğrendiğim kelimeleri de ekleyerek sizlere aktarmak istiyorum.
“Azmak” kelimesi Azerbaycan’da kaybolmak anlamında kullanılıyormuş. İstanbul’a gelen Azeri bir kız gideceği yeri bulamayınca adres sormak için yoldaki insanlara azmış olduğunu söylemiş. Tabi herkes ters ters bakmış ve sonra durum anlaşılmış.
“Pezevenk” kelimesi Azerbaycan’da şişman, saygın ve itibar gören kişi anlamında kullanılıyormuş. Yıllar önce Süleyman Demirel Azerbaycan’ı ziyaret ettiğinde Haydar Aliyev gazeteci ve televizyoncuların önünde ona pezevenk bir insan olduğunu söylemiş. Hızlı cevaplarıyla bilinen Demirel altta kalır mı “Siz benden daha pezevenksiniz” diye yanıtlamış.
“Düşmek” kelimesi inmek, “subay” kelimesi bekar, “okşamak” kelimesi benzemek, “sümük” kelimesi kemik, “kerhane” kelimesi fabrika ve işyeri, “işveren” ve “bardak” kelimeleri hayat kadını anlamında kullanılıyormuş. Azerbaycan’da bulunduğum sürede ne kadar pot kırdım artık Allah bilir!
Şeki Han Sarayı Azerbaycan’ın en önemli kültür varlıklarından biriymiş ve 2001 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası geçici listesinde yerini almış.
Saray, Şeki Hanlığı’nın kurucusu olan Hacı Çelebi Han’ın torunu Hüseyin Han (Müştağ) tarafından 1762 yılında yaptırılmış. Bu nedenle de halk arasında “Müştağ Sarayı” olarak da biliniyormuş. Burası Şeki Hanlarının yazlık sarayı olarak kullanılmış. Ön cephenin iki yanında 1530 yılında dikilmiş birisi 34 diğeri 42 metre uzunluğunda iki koca çınar olan Sarayın iki girişi bulunuyor ve görsel olarak İran’daki sarayları andırıyor.
Han Sarayı’nın sade bir mimarisi olmakla birlikte, dış ve iç yüzeylerinin bezemesi ile son derece ihtişamlı bir görünüme bürünmüş. Sarayın mimari olarak en önemli özelliklerinden biri ise inşasında çivi ve metal birleştirici malzeme kullanılmamış olması. Pişmiş tuğla ve bordür taşlarından yapılan sarayın doğu ve batı yüzeyi ahşapmış. Cephe pencerelerinin tamamı Azerbaycanlıların şebeke diye adlandırdıkları vitray camlar olup Sarayın dış cephe duvarları çiçek resimleri ve geometrik desenlerle süslenmiş. Sarayın oturtma çatısı ve ahşap saçak altları bile desenlerle bezenmiş. Hayran hayran seyredip fotoğraflarını çektim.
Sohbet ettiğim rehber gelip ingilizce rehberli bir grubun içeriyi gezmeye başlayacağını ve acele etmemi söyledi. Hemen girişe yöneldim ve bilet almak istedim. Giriş ücretinin Osman bey tarafından ödendiğini ve girebileceğimi söylediler. Israrla bu ücreti vermek istesem de Osman nazik bir şekilde almayacağını söyledi.
Kadın bir rehber eşliğinde içeri girdik ama ne giriş. İçeri adım atar atmaz duvarlardaki muhteşem işlemeler ve pencerelerdeki vitraylarla adeta büyülendik. Saray iki katlı olup her iki katta bulunan merkez odalar, duvardan çıkma merdivenlerle birbirine bağlanıyor. Birbirine geçişli yan odalarla her katta üç oda var. Bizim evlerdeki salon misali merkez odalarda iç dekor odalara göre çok zengin. Sarayda, zamanın halk mimarisi ve dekoratif uygulamalı sanatına uygun bir biçimde, altın kaplama, yaldızlama, aynalama, vitray ve bezeme işlerine geniş bir yer ayrılmış. Bu arada Sarayın içinde fotoğraf çekmenin yasak olduğunu belirteyim. “forumgercek.com” sitesinden bulduğum az sayıda fotoğrafla size fikir vermeye çalışacağım.
İlk katın merkez salonunda nişler içindeki bezemelerle, nişlerin arasında duvarları kaplayan görkemli buketler, buketleri taşıyan çeşitli vazolar resimlenmiş. Bunlar bir kökten iki tarafa yükselen simetrik dallara serpiştirilmiş çiçeklerden oluşan kompozisyonlarla bir kısmı da serbest dağıtılarak tasvir edilmiş. At, geyik, kumarın çeşitlerini çiçeklerle ve dallarla birlikte tasvir eden resimlere bolca rastlanıyormuş. Kalem işlerindeki motifler arasında selvi ağacı motifine sıkça rastlanıyormuş. Bunun yanında nar ağacı ve nar motifine de sıkça yer verilmiş. Süslemelerin ağaç ve çiçeklerle yapılması Azerbaycan’ın tarihinden geliyormuş ve bu bezeme kompozisyonu çini, oyma ve bakır işlemelerinde de görülebiliyormuş. Bu motiflerin her birinin manası var ve gezerken rehberimiz bunları anlatmaya başladı.
Alt kattaki odaları da gezdikten sonra ahşap bir merdivenle üst kata çıktık. Burası birinci kat salonundan da şahane bir güzellikteydi. Frizdeki resimler av ve savaş sahneleri ile betimlenmiş. Av sahnesi 6 metre, savaş sahnelerinin uzunluğu ise 15 metreymiş. Mehter grubu, borazanlı süvariler kösleri (davulları) çalan davulcuların resimleri bulunuyormuş.
Saray sonrası, Kiş Albany Kilisesine gitmek için yola koyuldum. Yokuş aşağı şehir merkezine doğru yürümeye başladım. Yol üzerinde gördüğüm tarihi bir cami.
Merkezde Yenilik Ticaret Merkezinin ilerisindeki duraktan 15 nolu otobüse binerek Kiş Albany Kilisesi’ne gidebileceğim söylendiğinden bu durağı bulmam gerekiyordu. Otobüs durağındaki orta yaşlı bir adama sordum ancak bilmiyordu otobüs şoförlerine sorarsam en iyi onların tarif edeceğini söyledi. Gelen ilk otobüsün kapısından başımı uzatarak şoföre sordum ama sormaz olaydım. Adam ters ters bilmediğini söyledi ve oturan yolcular bana yardımcı olmaya çalışınca da kızarak onu boş yere oyaladığımı söyledi. İlk kez Azerbaycan‘da böyle ters birisiyle karşılaşmıştım. Kös kös ileri doğru yürüyüp oradakilere sormak istedim. Bu arada adamın birisi bana doğru hızlı adımlarla yaklaştı. Bu adam niye yanıma geliyor ki demeye kalmadı. Meğer adam az önceki olumsuz hadiseyi yaşadığım otobüsteymiş ve benden şoför adına özür dilemeye gelmiş. Böyle bir şey yaşadığım için özür üstüne özür diledi ve Şeki’de böyle bir durumun kabul görmeyeceğini söyledi. Gerçekten şaşkına döndüm ve ne diyeceğimi şaşırdım. Adam bana gideceğim durağı gösterdi ve uzaklaştı. Ne iyi ve ne güzel insanlar var.
Sonunda 15 nolu otobüsten kilisenin durağında indim. Burada bir yol tepeye doğru kıvrılarak gidiyordu. Yolun başında taksiler bekliyordu taksiyle kiliseye kadar çıkılabiliyormuş. Köyü ve manzarayı görebilmek için yürüyerek çıkmayı tercih ettim. Manzara muhteşemdi ve yemyeşil dağları ve ovaları doğal bir sessizlikte izlemenin keyfine doyum yoktu.
Köyde çok güzel evler bir avlunun içine yapılmış ve etrafı tertemizdi. Daha sonra bununla ilgili yaptığımız sohbette Şeki köylerinin çok zengin olduğu, toprakların verimli olması nedeniyle ve hayvancılık da geliştiğinden kazançlarının iyi olduğunu öğrendim. Bizim Anadolu köyleri aklıma gelince ne yalan söyleyeyim içim sızladı.
Yol üzerine tabelalar konulmuştu ve onları takip ederek en sonunda Kiş Alban Kilisesi’ne ulaştım.
Müze haline çevrilen kiliseyi gezmek için 2 Manat ödeyerek kilisenin bahçesine girdim. Kilise Kafkasların en eski kilisesi olup 1. yüzyılda Havari Eliseus tarafından eski bir pagan tapınağının üzerine kurulmuş. Burada yapılan kazılar ve araştırmalar sonucunda bu kilisenin çeşitli nedenlerle yıkılarak yeniden yapıldığı, 7-8. yüzyıllarda yeniden inşa edilen kiliseye bir kubbe eklendiği, 12-13. yüzyıllarda bu kubbenin yükseltilerek kilisenin yeniden şekillendiği tespit edilmiş. Kilisenin orijinal halini bozmadan burası restore edilerek ziyarete açılmış.
Yapılan kazılarda seramik, bronz ve altın süslemeler bulunduğu gibi çok sayıda mezara da rastlanmış. Böylece uzmanlar buranın yüzlerce yıl dini bir merkez olduğunda hemfikir olmuşlar.
7. yüzyılın sonlarından itibaren bölgede İslamiyetin yayılmaya başlamasına rağmen bu kilise gibi belli başlı bölgelerin Hristiyan kimliğini 1836 yılına kadar sürdürdüğü tespit edilmiş. Kiş Kilisesi, uzmanlar tarafından Hristiyanlığın başladığı noktalardan birisi olarak kabul edilmekte olup ülkenin antik tarihi ve yüzlerce yıllık zengin kültürel mirasının somut bir örneği olduğu belirtilmektedir.
Burayı gezmek çok zaman almıyor. Kilise çok büyük olmadığından şöyle bir bakıp dışarıdaki mezarlara baktım. Çıkarken satış kısmında sergilenen halılara bakmaktan kendimi alamadım.
Sonra tekrar Kervansaray tarafına doğru yürümeye başladım. Yolun solunda kalan Cuma Camisini görmek istedim. Ancak içeride cami cemaati kalabalık olunca girmekten vazgeçip dışından bakmakla yetindim.
1745-1750 yıllarında inşa edilen Cuma Mescidinin 40 metre yüksekliğinde bir minaresi ve bunun üzerinde güzel geometrik süslemeler bulunuyor.
Yürüdüğüm yol boyunca bizim pastaneye denk düşen “şirinniyat” isimli tatlıcılar bulunuyordu. Şeki baklavalarının bir çeşidi olan ve Şeki helvası olarak adlandırılan bir tatlı türü buranın meşhur yiyecekleri arasındaymış. Ben de merak ettiğimden bir tatlıcıya daldım ve bu tatlıyı denemek istediğimi söyledim. Küçük bir parça verdiler ancak çok sevdiğimi söyleyemem. Fındıkla yapılmış kurabiyeyi andıran başka bir tatlı denedim ve bunu başarılı buldum. Uzun süre dayanacağını söylediklerinden 2 kutu aldım.
Şeki’de Ne Yedim Ne İçtim
Azerbeycan’da genel olarak ne yenir, içilir yerine iki gece kaldığım Şeki’de iki güzel restoranda yediğim yemekleri ve güzel bir hikayeyi paylaşmak istiyorum.
Azerbaycan’da çayın yanına şeker yerine küçük bir tabakta reçel getiriliyor. Burada da ev sahibesi ev yapımı reçeli çayla getirdi. Çayımı şekersiz içerim ama reçelin tadına bakmaktan da geri kalmadım. Çok tatlı değil biraz mayhoş tadı olan bir reçeldi. Bu bir Azerbaycan geleneğiymiş. Çayın yanında bizim kullandığımız küp şekerler yerine böğürtlen, patlıcan, domates, karpuz, ceviz gibi ürünlerden hazırladıkları reçelleri getiriyorlar.
İlk akşam tercihim pitileriyle meşhur olan Kervansaray Restoran oldu.
Bir masaya oturarak hemen Şeki Pitisi ve yanına da ayran siparişi verdim. Burada yerli ahalinin yanı sıra çok sayıda turist de bulunuyordu. Ön tarafta bir turist çift kuzu pirzola istemişlerdi ve öyle iştahla yediler ki ertesi gün ben de pirzola yemeğe karar verdim.
Bir süre sonra benim siparişim de geldi. Garson benim bilmediğimi anladığından servisini kendisinin yapabileceğini söyledi. Küçük bir testi şeklindeki pişirme kabını eğerek çukur bir tabağa suyunu boşalttı. Sonra içinde kalan et ve diğer malzemeleri bir kaşıkla karıştırarak o şekilde önüme bıraktı. Önce etin suyuna ekmek doğrayıp onu bitirmemi ve sonra da bu et karışımına devam etmemi söyledi.
Sebze ve nohutla toprak güveçlerde pişirilen bir et yemeği olan Piti’nin pişirilme süreci en az 7-8 saat sürüyormuş. Artık etin kendi lezzeti midir yoksa etin nohut ve sebzelerle olan müthiş beraberliğinden kaynaklanan bir lezzet midir bilmiyorum. Nasıl bir lezzet anlatamam mutlaka gidip denemelisiniz.
İkinci akşam yemeğimi pansiyon sahibesinin önerdiği çok yakında bulunan Qaqarin Restoranda yedim.
Garsona tike kebap siparişi verdim. Adının Ulvi olduğunu öğrendiğim garson yıllarca Türkiye’de çalıştığını ve annesinin vefatı nedeniyle Azerbaycan’a kısa bir süre önce döndüğünü anlattı. Ülkemizi çok sevdiği her halinden belliydi. Hemen masayı donattı ve istediğim kebabı da gecikmeden getirdi.
Azerbaycan’da tüm yediğim etler gibi bu yemek de muhteşem diyebileceğim bir lezzetteydi. Restoranın yeri de şehre tepeden bakan bir konumda.
Manzarayı seyrederek aheste aheste kebabımı ve yanındaki söğüş salata ile değişik tadı olan içeceğimi bitirdim. Yemek bitince bir de karpuz getirdi Ulvi. Daha ne olsun değil mi! Ulvi’den hesabı istedim. Yemin billah etti kesinlikle almam benim ikramım olsun dedi. O kadar ısrarlarıma rağmen kabul ettiremedim. Bu devirde hala böyle misafirperver ve temiz insanların kalması çok güzel ve umut veriyor.
Son günümde Kervansaray’ın önünden geçen 11 nolu otobüse binerek avtobusağzında yani otobüs terminaline ulaştım ve Bakü’ye giden minibüse (Marshrutka) bindim. Bu seyahatte 7 Manat ödedim. Yer kalmadığından en arka sırada bir Azeri hanım ve beyin yanında oturdum.
Yaklaşık 5 saat süren yolculuğumuz sırasında geçtiğimiz yerleri ve ülkeyle ilgili bazı gerçekleri anlatan Farman, bana güzel bir rehberlik yaptı diyebilirim.
Son Söz
Şeki, cennet gibi doğasıyla, tarihi eserleriyle, dostane insanlarıyla ve çok lezzetli yemekleriyle gidilesi, görülesi ve sevilesi bir şehir. Azerbeycan gezilerinde Baku ilk sırada gezilen şehir oluyor, Şeki Bakü’ye beş saat uzaklıkta, rotanıza eklemenizi öneririm.