Aspendos, tiyatrosunu bir yana koyarsanız, Anadolu’daki yüzlerce antik kentten biri ama işte o tiyatrosu, Aspendos’u bugün hala canlı, yaşanan bir yer yapıyor, dünü bugüne taşıyor. O zaman gidelim, görelim…

Antalya’nın Serik İlçesi Belkis beldesinde bulunan Aspendos’a ulaşmak için Antalya-Mersin Karayolunu takip edeceksiniz;  Manavgat yönünde otoyol üzerinde 48 nci kilometrede,  Serik’ten hemen çıktıktan sonra,  sola kuzeye dönüp Aspendos Caddesi’nde 4-5 km gittikten sonra Aspendos’a ulaşıyorsunuz. Toplu taşımayı tercih edecekseniz, Antalya Otogar’dan Serik’e gelip oradan Belkis’a giden bir araç bulabilirsiniz. Aspendos’a giriş 60 TL, müze karta ücretsiz. Kış sezonunda (Ekim başı-Mart sonu) 08.30-17.30, yaz sezonu (Nisan başı-Eylül sonu) 09.00-19.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir. Her gün açık.

Buraların tarihi çok eskilere kadar gidiyor; Aspendos sikkelerinde şehrin ilk ismi olarak kabul edilen Estwediiys ibaresi, Geç Hitit dönemine ait Azatiwataya’nın kralı Azatiwata’ya dayandırılmaktaymış. Kabul edilen görüşe göre, Aspendos, Truvalıların can düşmanı Akhalılar tarafından kurulmuş ve tarihi MÖ 1200’lere kadar gitmekteymiş. Aspendos, Pamfilya’da Perge ile Side’nin gölgesinde kalsa da görkemli  bir kent. Yunan tarihçi Thukidides’e göre Aspendos, Eurymedon/Köprüçay üzerinde gemi taşımacılığının yapılabildiği son noktaymış…

Genel olarak Pamfilya tarihine Perge yazımızda yer verdiğimiz için burada tekrar yazmayacağım. Merak edenler için linki ekliyorum. Perge Gezi Rehberi: Helenistik Dünyanın İncisi

Aspendos, siyasi hayatın parlayan yıldızı olmamış. En önemli olaylardan biri, Atina ve müttefiklerinin Persleri yendiği Eurymedon Savaşı… Bu savaş sonrası Aspendos, Attika-Delos Birliğine alınmış. Onun dışında Pamfilya’da ne olmuşsa, Aspendos da onu yaşamış; Truva Savaşı sonrası bölgeye gelen kahramanlar, Dor göçleri, Likyalıların kendilerini ve parayı buraya da tanıtmaları, Persler tarafından bir üs olarak kullanılması, Büyük İskender’in esip kavurmasından sonra bir süre Antigonos  ve Ptolemaios çekişmesi, bu arada Pergamon Krallığının hakimiyeti ve ne zaman okusam her defasında hayrete düştüğüm, Pergamonların Kralı III Attalos tarafından topraklarının Roma İmparatorluğu’na miras bırakılması ve Roma hakimiyeti… Ama iyi ki de bırakmış; bölgedeki çoğu antik kentte olduğu gibi Aspendos’ta da gördüğümüz çoğu abide Roma İmparatorluğu dönemine ait. Ve tabii, mutlaka Hadrianus buralara da gelmiştir. Hikaye sonra daha bildik oluyor; Bizans-Selçuk-Osmanlı…

Aspendos genelde kavgayı gürültüyü pek sevmeyen bir yermiş. Mesela Atinalı komutan Thrasybulus, Peloponez Savaşlarında çizdirdiği karizmasını toparlamak için donanmasını Aspendos kıyılarına çekince, Aspendoslular aman düzenimiz bozulmasın diye aralarında para toplayıp komutana vermişler. Ama sakin atın tekmesi sert olurmuş; Komutan parayı cebine indirip sonra Aspendos’u yağmalayınca bu da kendisinin son macerası olmuş; ölüm Aspendosluların elinden gelmiş.

Gerçi aynı düzenbazlığı Aspendoslular da Büyük İskender’e yapmışlar, karşısındaki kahramanı hafife alarak… Önce aramızda bir şeyler toplayalım sen bize dokunma falan demişler, Büyük İskender’in  zaten daha gidecek çok yolu var, O da kabul etmiş. Ama sonra Aspendoslular, ya biz niye para veriyoruz ki, pek de bir şeye benzemiyor zaten, biz bunu paralarız falan demiş olmalılar ki, parayı vermedikleri gibi, savaş düzeneği falan olayına girince… Sen misin üç kağıda yatan; İskender’in dönüşü muhteşem olmuş, o para misliyle Büyük İskender’e verilmiş…

Aspendos, Side ile birlikte Pamfilya’da ilk sikkelerin basıldığı yer. Göreceli olarak döneminin daha küçük kentlerinden biri olan Aspendos’un  kendi adına gümüş sikkeler bastırması, zenginliğinin bir göstergesi. MÖ 5 yy’ın ilk çeyreğinde basılan ilk sikkelerde bir elinde kılıç/mızrak bir elinde kalkan tutan çıplak bir savaşçı/hoplit, arka yüzde bacak şeklinde triskeles yer alırken, MÖ 5 yy sonlarında şehrin efsanevi kurucusu Mopsos ve yaban domuzu tasviri bulunmaktaymış. MÖ 3-2 yy’da sikkeler çıplak güreşçilerle süslenir olmuş. Bu arada Aspendos güzel atları olduğu kadar güreşçileriyle de meşhurmuş. Bizans döneminde Primopolis diye isimlendirilmiş, daha çok dini ayinlerin düzenlendiği bir yere dönüşmüş.  Selçuklular döneminde tiyatronun kullanıldığına dair izler hala duvarların üzerinde görülebilir. Osmanlı döneminde uykuya dalan bölge, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında müthiş bir kahramanı ağırlamış; Mustafa Kemal Atatürk, Aspendos’un acilen restore edilmesini istemiş. 1980’li yıllarda Antalya’nın turizm odaklı geliştirilmesinden sonra iyice parlayan Tiyatro, özellikle 1994’te düzenlenmeye başlanan Aspendos Bale ve Opera Festivali ile  Türkiye’nin belli başlı  turizm, kültür ve sanat merkezlerinden biri olmuş. Her antik kente nasip olmayan bir mutlu son; şimdilik…

Şimdi, biri büyük biri küçük olmak üzere iki tepe üzerinde kurulu Aspendos’u gezmeye başlayalım. Şehrin en gözde noktası elbette tiyatrosu…

Tiyatro: Antik dünyadan kalan en iyi korunmuş tiyatro olma özelliği taşıyan yapı, MS II. yüzyılda   Roma İmparatoru Marcus Aurelius döneminde, Aspendoslu mimar Zenon tarafından yapılmış. Roma tiyatroları tarzında yarım daire olarak planlanan yapının ön cephesi 22 metre yükseklikte, 100 metre genişlikteymiş. Tiyatro 41 oturma sırasına sahip olup yaklaşık 10000 kişiyi alabiliyormuş. Tiyatro, Selçuklular döneminde elden geçirilmiş ve kullanılmış; Alaaddin Keykubat kısa sürede olsa sahne kısmının bazı bölümlerini saray olarak kullanmış, bazı pencereleri kapıya dönüştürmüş, dış cepheye bir selamlık eklemiş. Yapı duvarlarında görülen zikzak figürler Selçuklulardan kalmaymış.

Oturma bölümü arkasındaki tepenin yamacına yaslı olarak inşa edilen Tiyatro’nun galeri ve sahne kısmı ise, yüksek kemerle desteklenmiş. Özellikle sahne duvarı ile alınlık ve  nişlerdeki bezemeler dönemin ince taş işçiliğinin  ihtişamını gözler önüne sermekte. İki kattan oluşan sahnenin alt kat sütunları Iyon tarzındayken üst kat sütunları Korint tarzındaymış. Bir zamanlar sahne duvarındaki gömme pencerelerde heykellerle süslüymüş.

Sahne gerçekten Tiyatro’nun en göz alıcı yeri. Bugüne kalan parçalar bile sahnenin  zarafeti ve inceliği hakkında yeteri bilgiyi vermekte. Sahne aşağısında oyuncuların sahne girişlerini yaptığı beş kapı, üstte ise sütunlarla ayrılan gömme pencereler ve  antik dünyada her eğlencenin altından çıkan Dionysos bezemelerinin olduğu üçgen alınlık mutlaka görülmesi gereken yerler.

Aspendos tiyatrosunun bir özelliği binlerce yıla meydan okuyup yağmura, sele, depreme, fırtınaya rağmen bugüne  bu kadar sağlam gelebilmesiyse bir özelliği de müthiş akustiği… Otuma sıralarının dik bir eğimle yapılması ve derinliğinin de katkısıyla, her fısıltı bir çığlığa dönebilir; birlikte gittiğiniz arkadaşlarınız hakkında gıybet için hiç iyi bir yer değil, ona göre…

Ve tabii böyle görkemli bir yapıyı sıradan bir inşaat gibi geçiştiremeyiz, mutlaka bir efsanesi olmalı. Gerçi efsaneyi dinledikçe bu hikayeyi bir yerden tanıyorum diyeceksiniz ama tiyatrosuydu, stadyumuydu, kalesiydi, bacasıydı; binlerce yapının her birine özgün efsane nasıl bulunsun… Efsanemizde yine bir hükümdar, hükümdarın dünya güzeli kızı var ve bu kız evlenecek… Elbette bu kıza talip olan muhtelif adaylar var. Aspendos’ta da hükümdar, kızını kime vereceğini bilemez, en sonunda nasıl bir memleket sevgisiyse, Aspendos’a en faydalı işi yapana kızı vereceğim, der. Aspendos’un o günkü ihtiyaçlarını tam bilemiyorum ama sonuçta mendilden tavşan yapana kız verilecek değil tabii, kalıcı, heybetli ve yararlı bir şeyler olsun ki kız boşa gitmesin. Nihayet iki eser evliliğe giden yolda kapıyı aralar. Olayın ağır draması da burada; bu iki eseri yapanlar aslında kardeşmiş… Neyse eserlerden biri yazımızın kahramanı, akustiği ile ünlü tiyatro, diğeri ise dağlardan bayırlardan uzanıp şehre su getiren devasa su kemerleri… Bir yanda hayatın kaynağı su, öbür yanda herkesin lafını bire bin katıp bağıran dedikoducu bir tiyatro. Ben olsam su kemerlerini seçerdim elbette. Oyuncular da ovada, yaylada oynasınlar bir çadır kumpanyası olarak.  Aslında galiba hükümdar da önce öyle düşünmüş  ama sonra tiyatronun en tepesinde dolanırken ‘o kız beni görmeli, bana kazak örmeli’ gibisinden bir ses duymuş ama bakmış ki ortalıkta kimse yok. Tam korku içinde,   o dönemde cevşene tekabül eden bir dua falan okuyacakken bir de bakmış ki Zenon uzakta kendi kendine  fısıldayıp duruyor. Bu akustik dehasından etkilenen hükümdar, kimi seçeceğini bilemez ve kızını ikiye bölüp adaylara dağıtmaya karar verir.

Bir versiyona göre efsane burada bitiyor yani kızını iki mimar arasında paylaştırıp sonra işinin başına dönüp şehri idare etmeye devam ediyor. Bu noktada insan düşünmeden edemiyor; böyle hükümdarlarla Aspendos nasıl varlığını uzun yıllar koruyabildi acaba, diye… Böyle düşünen başkaları da olsa gerek ki efsaneye bazı eklemelerle, olayı bir ölçüde tatlıya bağlamaya çalışmış. Buna göre su kemerlerini yapan mimar, artık kıza olan sevgisinden mi ya da bir kızın yarısıyla nasıl bir hayat kurabileceğini bir türlü bilememesinden mi, bilinmez aradan çekilmiş ve Zenon kızla evlenmiş. Adı sanı bilinmeyen, su kemerlerini yapan, fırsatçı Zenon’un kardeşi olan mimar ise, tam bilgi olmasa da, hayatın dalgaları arasında o su kemerinden bu su kemerine sürüklenmiş gitmiş.

Su kemerleri: Bence en az Tiyatro kadar önemli diğer bir yapı da su kemerleri. Kemerlerin 950 metrelik kısmı olan iki sifonu ayakta kalmış; biri daha uzak ama diğeri şehrin kurulu olduğu tepenin hemen aşağısında yer alıyor.

25 km uzaktan getirilen suyun kente girişinden önce yavaşlatan sifonlar, irili ufaklı kemerlerden oluşuyor ve adeta dalgalı bir denizi andırıyor. MS 2 yüzyılda kısmen tuğladan yapılan 15metre yükseklikteki su kemerleri,  en üstte oyulmuş taş bloklardan oluşan kanalla suyu şehre getirilmekteymiş. Su, kemer bitimlerindeki 30 metre yüksekliğindeki kulelerde biriktirilip şehre dağıtılırmış. Tiyatro efsanesinin karakter oyuncusu konumundaki su kemerleri, aslında bir mimarlık şaheseri olarak kabul edilmekte.

Aspendos antik kenti, Tiyatronun arkasındaki iki tepe üzerinde yayılmış. Çoğu Roma İmparatorluğu dönemine tarihlenen abidevi yapılar şehrin görülecek diğer yerleri. Buraları gezerken biraz da hayal gücünüzü çalıştırmanız gerekecek çünkü çoğu yapı henüz elden geçirilmemiş.

Şehri kuşatan  surlar Helenistik dönemde yapılmış ama sonradan gelen uygarlıklar kendilerine göre tamir etmişler. Tiyatronun karşı tarafında stadyum var, geriye çok şey kalmasa da…  Tiyatronun arkasında başlayan patikadan Akropol’e ulaşılıyor. Burada göze çarpan ilk bina 27X105 metre ölçülerindeki Roma bazilikası…

Güneyinde ise şehrin günlük, siyasi, ticari hayatının geçtiği üç tarafı evlerle çevrili Agora görülebilir. Batıda ise Stoa’nın arkasında eşit büyüklükte 12 dükkanın kalıntıları mevcut.

Akropol’ün kuzey doğusundaki küçük Dor düzenekli tapınak, Tiyatro’dan 400 sene önce yapılmış ve bugüne sadece temelleri ulaşabilmiş.

Agora’nın kuzeyinde ise günümüze sadece bir ön duvarı kalmış, 15 metre yükseklikte, 32,5 metre genişlikte iki katlı nymphaeum (anıtsal çeşme) hala görkemli… Burada ayrıca bouleterion (meclis binası)  olarak kullanılan bir yapı da görülebilir.

Çevrede şehrin mezarlığı nekropol, stadyum ile zafer takı- kemerli  giriş kapısı şehrin diğer gezilecek yerlerinden. Şehir ana caddesinin öbür tarafındaki Tapınak Tepesi ile Gymnasium da dönmeden uğramanız gereken noktalar. Agoranın doğusundaki üç katlı alış veriş binası ise şehrin en erken döneme ait yapılarındanmış; alışveriş her zaman önemliymiş demek ki…

Aspendos, kadim bir kent, geçmişi çok eskilere gidiyor ama özellikle Tiyatrosu bugün bile kullanılıyor.  Aspendos tiyatrosu ve su kemerleri UNESCO’nun Geçici Kültür Mirası Listesine alınmış. Aslında Aspendos deyince akla gelen yapılar da bunlar ama Aspendos’un görkemi, yavaş yavaş gün ışığına kavuşan şehrin tüm yapılarına yansımış. Antalya’nın en önemli simgelerinden biridir Aspendos; gidip görmek gerek.

 

Yorumunuzu Buraya Yazabilirsiniz

Yorumunuzu Giiniz
Please enter your name here