sanliurfa

Peygamberler Şehri Urfa… Niçin peygamberler şehri? Kaç Peygamber buralarda yaşamış? UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne rekor bir hızla alınan Göbekli Tepe nasıl bir yer? Dünya tarihinde en eski yerleşim yeri olarak gösterilen toprakları görmek, anlamak, özet olarak yazıya dökmek kolay değil. Geziye başlamadan sorularımız çok fazla.

Şanlıurfa iki milyonu aşan nüfusu ile Türkiye’nin dokuzuncu büyük şehri. Kent merkezinin nüfusu bir milyon dolayında. Nüfusun % 45’i köylerde yaşıyor.

Şanlıurfa’da kara iklimi hakim, yazlar sıcak, kışlar soğuk. Toprakların % 60‘ı ekili, % 38’i ise çayır ve mera. Orman yok denecek kadar az (% 1’den az). Konum olarak Güneydoğu Toroslar’ın orta kısmının güney eteklerinde yer alıyor. Kuzeydeki dağlar yüksek değil, şehir ovaya kurulu.

Fıstık, ekili alanların çoğunu kaplıyor.  Son yıllarda daha da artmış, Türkiye fıstık üretiminde dünyada İran ve A.B.D.’den sonra 3. sırada. Arkeolojik kazılarda M.Ö. 7000 yılına dek uzanan fıstık fosillerinin bulunması yörede fıstık üretiminin çok eskilere dayandığını gösteriyor. Mezopotamya’da  dokuz ili kapsayan GAP Projesi Şanlıurfa’yı da içine alıyor.  GAP de planlanan 22 barajın 15’i tamamlanmış.  Barajlar bölgenin hayatını değiştirirken, tarihi pek çok alan da sular altında kalmış.

Ekonomi  tarıma, turizme, hayvancılığa dayanıyor,  tarıma dayalı sanayi bulunuyor. Fırat Nehri’nde yaşayan (şimdi Atatürk Baraj Gölü’nde) Refetus kaplumbağaları,  boyu 1 metreye yaklaşan çöl varanı, çizgili sırtlan (nesli tükenmiş olabilir), kelaynak kuşları, ceylanlar, keklikler bölgede  doğal yaşamın temsilcileri.

Rivayete göre Enoch insanlara şehir kurmayı öğretir. Onun devrinde kurulan 180 şehrin en küçüğü Urhai (Orhay) dir. Enoch, Hermes, Uhnud ve İdris Peygamber’in aynı kişi olduğu düşünülüyor. Urfa Nuh tufanından önce kurulmuş. Tufanla birlikte tüm dünya gibi yok olmuş. Tufan sonrası Babil’de hüküm süren Nemrut’un kurduğu üç şehirden  biri Urfa’dır. Şehrin ilk sahipleri Arami-Süryaniler  şehre Urhai veya Orhay derken, daha sonra gelen Helenler Edessa (suyu bol anlamında) ve Kaliruha (suyu güzel çeşme)  olarak adlandırmışlar. Arapların  gelişi ile şehir Ruha adını almış, Osmanlı döneminde Urfa, 1984’de çıkarılan bir kanunla da Şanlıurfa olmuştur.

Hz. Adem’den son Peygamber Hz. Muhammed’e kadar dünyaya 124 bin, başka bir rivayete göre 224 bin peygamberin geldiği düşünülüyor.  Bunların sadece 25 tanesinin adı Kuran’da geçiyor. Bunlardan Hz. İbrahim, Hz. Eyyub, Hz.Elyasa, Hz.Şuayb, Hz. Nuh, Hz.Musa , Hz. Lut, Hz. Yakup olmak üzere sekiz peygamber bu topraklarda yaşamış.

Diyarbakır üzerinden karayolu ile geldiğimiz Şanlıurfa’da gezmeye başlıyoruz.

Arkeoloji Müzesi Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi Türkiye’nin kapladığı alan açısından en büyük,  barındırdığı eserler açısından beşinci büyük müzesi. Otuz bin metrekarelik binada 14 ana sergi salonu, 33  canlandırma alanı var. Müze yapılmadan önce hangi eserlerin sergileneceği belirlenip, bunlara uygun bir tasarım ile müze yapılmış. 1965 den beri hizmet veren müzenin yeni modern binaya geçiş yılı 2015 yılı.

Müzede eserler kronolojik bir sırayla sergileniyor. İlk Salon Paleolitik Dönem’e ait. Sonra Neolitik Dönem Salonları geliyor (M.Ö 10000-6500).  Kültürlerin ve yolların kavşak noktası Şanlıurfa‘da önce Atatürk, sonra Birecik Barajı yapımı nedeniyle  arkeolojik kurtarma kazılarına hız verilmiş. Nevali Çori, Göbekli Tepe, Gürcü Tepe, Akarçay Tepe’den Neolitik Dönem’e ait pek çok eser ve canlandırma müzede mevcut.

Çanak Çömleksiz Neolitik Dönem’e ait insanlık döneminin korunagelmiş en eski heykeli Balıklıgöl Heykeli de burada. Kireçtaşından yapılma 1.80 boyunda heykelin siyah obsidyen gözleri dikkat çekici.

Neolitik Dönem Salonu’nda  Göbekli Tepe’nin imitasyonu var.

M.Ö. 10000 yıllarına dayanan en az Göbekli Tepe kadar önemli Nevali Çori, Atatürk Barajı suları bu antik yeri yok etmeden önce ortaya çıkarılmış. O dönem insanlarının avcı toplayıcı topluluklar olduğunu gösteren başka bir yerleşim yeri. Burada bulunan tapınakta ki dikilitaşların  Göbekli Tepe deki gibi stilize insan heykelleri olduğu düşünülüyor.

Yine Akarçay Tepe’de yapılan kazılarda M.Ö. 8000 yılına ait konutlar bulunmuş. Müzede bunlar canlandırılmış.

Müzede Kalkolitik (M.Ö. 6000-3300) Dönem eserleri de var. Çebi Tarlası, Hacı Nebi Höyük, Kurban Höyük bu dönemin öne çıkan höyükleri.  Devrik ağızlı pişmiş toprak kapların bu dönemde asgari ücret ödemeleri için kullanıldığı düşünülüyor.

Tunç Dönemi (M.Ö. 3300-1110) höyükleri, Titriş, Lidar ve Kurban Höyük. En güzel pişmiş toprak kaplar bu dönemde.

Demir Çağı’na (M.Ö. 1100-330) ait Harran Höyüğü’nde çivi yazısı ile yazılmış Babil Nabunid Stelleri var.

Helenistik-Roma-Bizans Salonu’nda M.Ö 281 –M.S 244 döneminden heykeller, seramik kaplar, takılar, Roma Caddesi canlandırması bulunuyor.

Müze İslami Dönem Salonu ile bitiyor.  Hem mimari açıdan,  hem sergilenen eserler özellikle Neolitik Dönem eserleri açısından mutlak görülmesi gereken bir müze.

Halepli Bahçe Mozaik Müzesi Arkeoloji Müzesi’nden Halepli Bahçe Mozaik Müzesi’ne gidiyoruz. Urfa mozaikler şehri. Şimdiye dek 100’den fazla mozaik bulunmuş. Ancak çoğu kayıp veya özel koleksiyonda.  Bazı eserler de İstanbul Ayasofya Müzesinde.

Halepli Bahçe Mozaiklerinin en önemli özelliği, savaşçı Amazon Kraliçelerinin isimleriyle beraber mozaiğe resmedilmiş olmaları. Dünyada bunun başka bir örneği yok. Mozaik yapımında kullanılan Fırat Nehri taşlarının ebatları bazı mozaiklerde 4 milimetreye dek küçülüyor.

Amazon Mozaği’nde ana sahnede  dört Amazon kraliçesi, Penthesileia,  Antiope, Hippolyte,  Melanipe, savaşçı amazon kadın kıyafetleri ile tek göğüslü, yaya veya at üstünde resmedilmişler. Ares’in kızı kraliçe Penthesileia vahşi bir hayvana okunu fırlatmak üzere. Penthesileia, Aşil (Akhilleus) tarafından öldürülür. Aşil öldürdüğü kadına aşık olur. Antiope iki ağızlı balta ile av sahnesine katılır. Hipplute elindeki kılıcı bir panterin boynuna saplamakta, bu arada köpeklerinden biri pantere, diğeri devekuşuna saldırmaktadır. Bu av sahnesinde leopar ve aslanın korkusu, acı çekme hali, akan kanları ve gölgeleri çok başarılı resmedilmiş. Melanipe at sırtında elinde mızrağı aslana saplamaktadır.

Avlanan Amozonların her parçası günümüze sağlam kalmadığı için imitasyonla da canlandırılmışlar.

Pek çok mozaiğin bulunduğu müzede dikkat çeken eserlerden biri de M.S. 194 yılına ait. 1998’de Amerika Dallas Müzesi’ne götürülen, 2012 yılında ülkemize iade edilen Orpheus Mozaiği 2015 yılından beri burada sergileniyor. Antik Yunan Mitolojisinde müzik, şiir gibi kavramlarla özdeşleştirilen Orpheus’un vahşi hayvanları ehlileştirme sahnesi betimlenmiş.

Balıklı Göl, Mozaik Müzesi’nden çıkıyor, Balıklı Göl’e gidiyoruz. 150 metre uzunluğunda, 30 metre genişliğinde bir havuz. Derinlik 3-5 metre. Hali-ür Rahman gölü de deniyor. Hz. İbrahim’den, Halil-ür Rahman (Allah’ın sadık dostu) sıfatıyla da bahsediliyormuş. Göl hakkında, ayrıntılarında farklılıklar olan ancak ana teması aynı olan efsaneler var. Ana konu; Nemrut’un yaptırdığı putlara tapmayı red eden ve baş kaldıran İbrahim’in yakılış öyküsü.

Zalimliği gittikçe artan, çevresine korku ve dehşet saçan Nemrut’a falcılar, o yıl doğan bir erkek çocuğun kendini öldüreceğini söylerler. Bunun üzerine Nemrut askerlerini etrafa salarak o yıl doğan tüm çocukları öldürtür. Hz. İbrahim’i annesi saklar. Yıllar sonra büyüyen Hz.İbrahim, putlara tapmanın saçmalığına isyan ederek Nemrut’a karşı çıkar. Çocuğu olmayan Nemrut’un evlatlığı Zeliha ise Hz İbrahim’e aşıktır. Nemrut, Hz.İbrahim’i yaktırmak için gölün bulunduğu alana odunları yığdırır ve bir ateş yaktırır. Tepedeki kaleye iki büyük sütun yaptırır, arasına gerilen bir sistemle Hz.İbrahim’i ateşe atar.

Bu sütunların kutsal olduğuna inanılıyor. Eğer yıkılırsa evrenin alt üst olacağı gibi de bir inanç oluşmuş. Hz.İbrahim’in ateşe atıldığı yer göle, odunlar balıklara döner. Hemen yanı başında Zeliha’nın gözyaşlarından oluşan, bazı efsanelerde  Zeliha’nın da mancınıkla buraya atılması sonucu oluşan bir göl daha var, Aynzeliha Gölü.

Hz. İbrahim’in iki eşi vardır. Hacer ve Sare.  Hacer’den olan oğlu Hz.İsmail’in soyundan Peygamber Efendimiz, Sare’den olan oğlu olan Hz.İshak  soyundan Beni İsrail Peygamberleri gelmiştir.

Halil-ür Rahman Cami Balıklı  Göl (Halil-ür Rahman külliyesi) kompleksinde Halil-ür Rahman Camisi de yer alıyor. Halk arasında “Döşeme Cami” diye isimlendiriliyor. 504 yılında Hz.Meryem adına inşaa edilen kilise 800’lü yıllarda Abbasiler tarafından camiye dönüştürülmüş. Yıllar boyunca pek çok restorasyon görmüş.

Rızvaniye Camisi Külliyede bulunan diğer bir cami Rakka Valisi Rıdvan Ahmet tarafından yaptırılan Rızvaniye Camisi.

Fırfırlı Cami  aslında yapım tarihi bilinmeyen “On İki Havariler Kilisesi”. Bazılarına göre hristiyanlık açısından büyük önem taşıyan Van Bölgesindeki Varak Manastırı’nda bulunan “Varak Haçı”  1092 yılında buraya getirilmiş. 1956 yılında camiye çevrilen yapının çok güzel bir taş işçiliği var. Tepesine konan rüzgar gülünden dolayı “Fırfırlı Cami” deniyor.

Ulu Cami  1175 yılında eski bir kiliseden (Kızıl Kilise) camiye çevrilmiş. Sekizgen minare, kilisenin çan kulesinden bozma. Cumhuriyet döneminde minareye eklenen saat şehrin ilk ve tek saat kulesi. Caminin harim kısmında bir kuyu var. Bir inanışa göre  Hz. İsa’nın Kral Abgar’a (Sogmatar’da adı geçen, cüzzam nedeniyle İsa’dan yardım isteyen ve İsa’nın yüzünü sildiği ve siluetinin çıktığı mendili gönderdiği kral; Hristiyanlığı kabul ederek, Sin inancında olanlara darbe vurmuş), havarisi Thomas ile gönderdiği mendil bu kuyuya bırakılmış. Bu nedenle caminin içindeki kuyunun suyu şifalı kabul ediliyor. Caminin kuzey batı kısmı mezarlık. Halidi Tarikatından birileri   gömülü.

Reji Kilisesi Kilise 6. yüzyıla ait bir kilise kalıntısı üzerine 1861 de inşaa edilmiş. Hz. İsa’nın iki havarisinin ismini taşıyor. Aziz Petrus ve Aziz Paulus Kilisesi. 1924 yılına Urfalı süryanilerin Halep’e göçlerine kadar kullanılmış. 1924 yılından itibaren Tekel İdaresi burayı önce tütün fabrikası sonra üzüm deposu alarak kullanmış. Tekel kelimesinin Fransızca karşılığı Regie (Reji) olduğundan Reji Kilisesi deniyor. !998 de restore edilmiş. 2002 den beri kültür merkezi olarak kullanılıyor. Reji Kilisesi Elli Sekiz Meydanı’nda.

Elli Sekiz Meydanı adını burada bulunan bir hamamın yıkılması sonucu 58 kişinin hayatını kaybetmesinden alıyor. Bu Meydanda Reji Kilisesi dışında Şeyh Saffet Tekkesi, Şeyh Saffet Çeşmesi, Muhammed Muhiyiddin Türbesi ve Musevilere ait bir ibadethane var. Bu nedenle Şanlı Urfa’nın dinler  ve kültürler arası hoşgörü sembolü olduğunun bir örneği olarak bu meydan gösteriliyor. Elli Sekiz Meydanı’ndan yürüyerek 15 dakikada Haşimiye Meydanı’na, 20 dakikada Balıklı Göle ulaşılabiliyor.

Şanlıurfa sokaklarını fotoğraflayarak yürürken, 1919-1921 yılları arasında Ermeni Yetimhanesi olarak kullanılmış, 1960 yılında İmam Hatip okuluna çevrilmiş binanın önünden geçiyoruz.

Haşimiye Meydanı Şanlıurfa önemli kervan yolları üzerinde olduğu için özellikle Osmanlı döneminde 16-18. yy’da inşaa edilen pek çok han ve çarşıya sahip. Burası eskiden Anadolu’nun en önemli ticaret merkezlerinden biriymiş. Osmanlı İmparatorluğu zamanında Şanlıurfa’daki üstü kapalı çarşıların toplam alanı, Edirne’den sonra ikinci sırada imiş. Kazaz Pazarı (Bedesten), Sipahi Pazarı, Kınacı Pazarı, Kasap Pazarı, Keçeci Pazarı,Kovacı Pazarı, Çadırcı Pazarı,Çulcu Pazarı, Saraç Pazarı, Attar Pazarı  v.b. isimleri taşıyan bir sürü alışveriş yeri var.

Biz Haşimiye Meydanı’nda güney cephesi  Bedesten, batı cephesi Sipahi Pazarı ile bitişik Arasa Hamamı, doğusunda İsotçu Pazar Caddesi olan Gümrük Han’a kahve içmeye gidiyoruz. Şanlıurfa’nın en eski hanı ve en önemli kültürel miraslarından biri. Çevredeki dükkanlardan alışveriş yapıyoruz. Urfa’dan alınabilecekler  acı kırmızı toz biber, biber salçası, fıstık, çay (Sri Lanka’dan kendilerinin ithal ettiklerini söylüyorlar). Fiyatlar Ege Bölgesinden farklı değil. Hatta Urfa biber salçası İzmir’de marketlerde daha ucuz.

Sabah Göbekli Tepe yolundayız. Artık Şanlıurfa  çevresini gezeceğiz.

Göbekli Tepe, Neolitik Dönem kültürünün son yıllarda keşfedilen en önemli merkezi. Şanlıurfa  şehir merkezinden 13 km uzaklıkta. Sırları henüz çözülmemiş bir dağ kutsal alanı. Neolitik Dönem insanlarının görkemli mimariye, aynı zamanda büyük bir sembol hazinesi ve ayrıntılı bir işaret diline sahip olması arkeologları şaşırtmış. Henüz sırları tam çözülemeyen Göbekli Tepe’nin keşfi ile birlikte Neolitik Döneme ait bilinen tüm düşünceler değişmiş. Göbekli Tepe ayrı bir yazı konusu, 

Neolitik Döneme Ait Bir Kült Merkezi Göbeklitepe                       linkinden okuyabilirsiniz.

Harran, Şanlıurfa’ya 44 km uzaklıkta bir ilçe. Bizim buraya gelişimiz ilçe merkezi için değil. Suriye sınırına yakın olan bu kurak ova binlerce yıllık tarihiyle zengin ve köklü bir kültürün ev sahibi. Tevratta Haran olarak geçen yerin burası olduğu söyleniyor. Kentin kuruluşu Nuh Peygamber’in torunu Kaynana veya Hz. İbrahim’in kardeşi Aran’a (Haran) bağlanıyor. Adı Sümerce ve Akatça’da seyahat veya kervan anlamına gelen “haran-u” sözcüğünden geldiği belirtiliyor.  Bazı kaynaklar kesişen yollar anlamına geldiğini söylüyor. Harran medeniyetlerin doğduğu ve buluştuğu bir yer. M.Ö. 7000 den beri kesintisiz devam eden bir yaşam var burada. Halaf, Ubeyd, Uruk, Hitit,  Hurri,  Mittanni,  Assur, Babil, Helenistik, Roma, Bizans, Emeviler, Abbasiler, Fatimiler, Zengiler, Eyyubiler, Selçuklular  …Bunların hepsinden bir iz var. Hz. İbrahim’in Kenan iline buradan göçtüğü Tevrat ve Kuran’da belirtiliyor. Harran bu anlamda hem Yahudilerin hem Arapların anayurdu. Eskiden yemyeşil olan bölge, kuruyan Cüllab ve Deysan Irmakları sonrası yeşilden mahrum kalmış. Ancak GAP ile eski günlerine dönmeye hazır. Dünyanın ilk üniversitesinin kurulduğu, yine dünyanın en önemli üç felsefe ekolünden birinin doğduğu topraklardayız.

Harran Üniversitesinde, ünlü tıp ve matematik bilgini Sabit bin Kurra, dünya-ay arası uzaklığı ilk olarak doğru hesaplayan El-Battani, atom ve cebirin mucidi Cabir bin Hayyan  bu topraklarda bilime katkıda bulunmuşlar. Bu topraklar İslam Rönesansının bir parçası olmuş. Ovayı  dümdüz diye anlatmak yetersiz. Sadece höyüklerin dikkat çektiği bir sonsuzluktayız. Bugünkü Harran Üniversitesi bu höyüklerle pek ilgilenmiyor. Ama elbet bir gün bu toprakların altını merak edecek insanlar bu üniversitelere gelecek. Harran M.S 639 yılından beri Müslüman hakimiyetinde. 14 yüzyıldır kesintisiz bu vasfı sürdüren bir yer. Halkın çoğu etnik olarak Arap kökenli.

Harran Ulu Cami  Türkiye’de İslam mimarisi ile yapılmış en eski cami. M.S.  744-750 tarihleri arasında Emeviler devrinde Halife II. Mervan tarafından yaptırılmış. Son Emevi Halifesi II. Mervan başşehri Şam’dan Harrran’a taşımış. 104×107 metre ebadında, 12 bin kişinin ibadet yapacağı bir alanı kaplıyor. Doğu cephesi, şadırvanı, mihrabı ve minaresinin bir bölümü korunan cami restorasyonda. Minarenin 105 basamaklı ahşap merdiveni aslına uygun yeniden yapılmış. II. Mervan burada 10 milyon dirhem altın harcıyarak kendine bir saray da yaptırmış. Sarayın uzaktan gördüğümüz kale surlarının içinde olduğu tahmin ediliyor. Burada Roma dönemine tarihlenen bir kale varmış. Şimdi sadece küçük bir kısmı ayakta.

Harran  Kümbet Evleri  Puglia’ya Trulli Evlerini görmeye gitmeye gerek yok, Harran’ın Kümbet Evleri var. 150-200 yıl önce inşaa edilmiş. Bölge 1979’dan beri arkeolojik ve kentsel SİT alanı. Kasabada 100’den fazla, tüm bölgede 960 tane kümbet ev olduğu söyleniyor. Konik külahlar 30-40 kerpiç tuğla dizisi ile örülmüş. Evlerin yüksekliği içeriden en fazla 5 metre. Yüksek konik külahlar yazları sıcak havanın yükselmesi nedeniyle ortamı serin tutuyor. Bazı kubbe grupları içeriden kemerlerle birbirine bağlanarak geniş mekanlar elde edilmiş.Kubbelerin yan duvarlarında belli aralıklarla yerleştirilmiş tuğla çıkıntılar var. Bunlar kubbe tamiri gerektiğinde ya da soğuk havada ,yağmurda tepede bulunan deliği kapatmak gerektiğinde tırmanma amaçlı kullanılıyor. Bu kubbenin tepesindeki açıklık baca ve ışıklık fonksiyonu görüyor.

Evlerin içini yöresel kıyafetleri satmak, çay kahve ikram etmek gibi turistik alanlara çevirmişler. Yöre halkı bu evlerde tavukların daha çok yumurtladığına, atların daha uysal olduğuna inanıyor.

Günümüzdeki Harran köklü ve ihtişamlı tarihini yansıtmaktan çok uzak olsa da; Surların içindeki kerpiç evlerinde yaşayan, çoğu Arapça konuşan halkı, renkli kıyafetli kadınları, puşili erkekleri ile Türkiye’nin belki de en egzotik köşelerinden biri.

Tektek Dağları  Şimdi Milli Park olarak korunan  Tektek Dağları  çevresinde dolaşacağız. Harran’ın yakın çevresi, kuzeyi GAP nedeniyle sulanabilen verimli bir ova. Ancak yanlış tarım politikaları, kimyasal kullanımı  nedeniyle toprakta tuzlanma başlamış. Harran’ın doğusunda  ise değişik bir coğrafya var.  Ceylan, çizgili sırtlan, çöl varanı, Fırat kaplumbağası, sürmeli kız kuşu, çizgili ishak kuşu gibi sıra dışı bir faunası; Mezopotamya sümbülü, Karacadağ çiğdemi, geven, kırmızı kantaronu, beyaz ve sarı peygamber çiçeği gibi endemik bitkileri nedeniyle bu bölge Milli Park olarak koruma altında.  Aynı zamanda kültürel değerleri ile de dikkat çekici. Biz bunlardan bazılarını göreceğiz.

Bazda Mağaraları İlk durağımız Bazda Mağaraları. Harran-Han el-Barur yolunun 16.kilometresinden itibaren yolun her iki tarafında  pek çok tarihi taş ocağı var. Bazda Mağarası bu taş ocaklarının en görkemlisi. Geniş bir alana yayılan dağdan Harran Ulu Cami, Şuayp Şehri ve diğer yapılarda kullanılmak üzere 8. yüzyıldan itibaren taş çıkarılmış. Bunların sonucunda çok sayıda tünel ve galeri oluşmuş.

Şuayp Şehri Özkent Köyü’nde. Harran’a 38 kilometre. Şehir geç Roma dönemine tarihlenen (M.S 4.-5. Yüzyıl) bir yerleşim yeri. Epeyce geniş bir alana yayılmış, etrafı yer yer izleri görülen surlarla çevrili bir şehirmiş. Bu şehirdeki evler tipik Roma evleri tarzında yapılmış.  Üçgen alınlıklı, çatılı evlerin  etrafı duvarla çevrili bir avlusu var. Evin altında  ana kayaya oyulmuş bir kiler bulunuyor. Her evin avlusunda bir su kuyusu var. Evlere girişler avlu duvarlarında yer alan kapılardan. Bu kapılar ise ızgara planlı sokaklara açılmakta. Çok sayıda ki kaya mezarı üzerine kesme taşlardan yapılar yapıldığını görüyoruz, üzülüyoruz.

Hz. Şuayb Peygamber’in bir dönem burada yaşadığı rivayeti nedeniyle buraya Şuayb adı verilmiş.  Hz. Şuayb  Hz. İbrahim soyundandır.  Hicaz  ve Filistin arasındaki bölgede Medyen halkının peygamberidir.  Medyen halkı  Tevrat’ta Midianlılar diye anılan kavimdir. Yine Tevrat Midianlıların Hz. İbrahim soyundan olduğunu belirtir. Tevrat’a   göre Hz. Musa,  Mısır’dan kaçtıktan sonra Midianlılara sığınır ve 40 yıl onların arasında yaşar, başrahipleri Yetro’nun kızıyla evlenir. İki oğlu olur. Yetro yaşamı boyunca damadını destekler.  Zamanla Midianlılar Musa’ya düşman olur. Musa halkını serbest bırakması  için Firavuna gitmeden önce karısı ve iki oğlunu Yetro’ya bırakır. Bu öyküde Kuran da anılan Şuayb ile  Tevrat’ta  geçen Yetro aynı kişi  kabul ediliyor. Midianlılar ise Harran yöresindeki Mittaniler mi? bilinmiyor.  Ama olayların ortaya çıkışı yani Musa Peygamber’in öyküsü ile Mittani Krallığı kronolojik olarak uyumlu.

Yeraltı dehlizleri ile dolu bu etkileyici şehirde henüz hiçbir arkeolojik kazı yapılmamış. İsrail’in  bu işe talip olduğu, izinlerin  alındığı ama son anda politik oy kaygıları nedeniyle izinlerin iptal edildiği söyleniyor. Arapçada “Eski İnsan Şehri” anlamına gelen Şuayb, eskiden Harran Ovası’nda yaşayanların yazlıklarının olduğu bölgeymiş. Tektek Dağları’ndaki pek çok yerleşim yerinde Süryanice yazıtlar bulunmasına karşın Şuayb’ta Süryanice yazılı sadece bir mezar taşı bulunmuş. Kim bilir  arkeolojik kazılar başlayınca karşımıza ne gibi sürprizler çıkacak.

Soğmatar Şuayb Şehri’nden ayrılarak Tektek Milli Parkı’nda yer alan Soğmatar’a yönümüzü çeviriyoruz.  Şuayb  Soğmatar arası 15 kilometre, Harran Soğmatar arası ise 53 kilometre. Roma Dönemi’ne (M.S. 2.yy) tarihlenen bölge, Abgar Krallığı döneminde Harranlıların Tektek Dağları Bölgesinde Ay ve Gezegen Tanrıları için tapındıkları bir kült merkezmiş. Bu bilimsel olarak da kanıtlanmış. Tarihçi el-Biruni’ye göre Harran yakınlarında Süryanice Selemi Sin (Ay putu-muhtemelen Soğmatar) isimli bir köyde Harraniler yaşamaktaymış. Harraniler 7 gezegenin ruhlarına tapıyorlarmış (Ay, Güneş, Mars, Venüs, Jüpiter, Merkür, Saturn). A’yana, Avazi Baba, Solon, Şit, İdris Peygamberleri kabul ediyorlar. İki kutsal kitapları var. Günlük ve din dilleri Süryanice.

Tanrılar her şeye egemen, kusursuz, ezeli ve ebedi karakterlerdi. Yedi gök varlığı babalar, yerdeki elementler (ateş, hava ,su, toprak) analardı. Her ikisinin birleşmesi ile hayvanlar, bitkiler, diğer canlılar doğmuşlar. Ay ve güneş başta olmak üzere 7 gezegenin ruhu yeryüzündeki varlıklara aktarılırdı. Bu nedenle astroloji Harrani dininde önemli bir yer tutar. Harraniler bu dünyadan başka bir dünyanın varlığına inanmazlar. Kendilerini zamanın yok ettiğine inanırlar. Sevap ve ceza bu dünyadadır. Yapılan kötülüklerin karşılığı gam, keder, sıkıntı, eziyet şeklinde kişiye yansır. Dine giriş töreni tapınaklarda, rahipler tarafından erkek çocuklarına uygulanır. Yedi gün süren ayin sonunda kutsal bir şarap töreni yapılır. Günün üç vakti önemlidir.  Güneş doğarken, doruk noktasındayken, batarken. Yılda 30 gün oruç tutarlar. Gök cisimleri için kurban olarak koyun, sığır,keçi keserler ama etini yemezler. Kurban kesmek için gezegenlerin özel konumunu beklerler. Kurbanların iç organlarını inceleyerek gelecek için özel anlamlar çıkarırlar.

Şahitler huzurunda evlenirler, akraba evliliği ve çok eşlilik yasaktır. Boşanma hakim kararı ile mümkün olup, mirastan kadın ve erkek eşit pay alırlar. Törenler dışında içki içilmez. (Selahattin Eyyubi Güler’den alıntıdır)

V.Abgar ile birlikte yörede Hrististiyanlık kabul edilir. Cüzzam olan V.Abgar, Hz.İsa’dan yardım ister. İsa’da ona yüzünü sildiği, siluetinin çıktığı bir mendil gönderir. İsa’nın ölümünün hemen sonrası V. Abgar Hristiyan olur.

Soğmatar Arapça “Suk el Matar” (suk=sokak,çarşı matar=yağmur) kelimelerinden geliyor. Köyün günümüzdeki adı da Yağmurlu. Bir zamanlar 300 dolayında tatlı su kuyusu varken, bugün hemen hemen tamamı kurumuş. Köyde yapılan yüzeysel araştırmalar Kalkolitik  Dönem’e dek gidiyor (M.Ö  5 bin). Buralarda da henüz bir arkeolojik kazı yapılmamış.

Bulunan Aramice bir yazıt, Büyük İskender sonrası Hellenistik Dönemi işaret ederken, anıt mezarlar M.Ö. 4.-3. yüzyılları gösteriyor.

V. Abgar’ın Hristiyanlığı 177 yıllarında kabul etmesi Harran halkına darbe olmuş. Halkın bir kısmı ulaşımı zor bölgelere kaçmış. Ay Tanrısı Sin ve diğer gezegenlere olan inanç, Mezopotamya kültürünün temel inancıdır. Hititler, Mittaniler, Asurlular, Babiller dönemlerinde Sin Tapınakları vardır. Simgesi hilal, boğa ve üç ayaklı iskemle olan Sin inancının kutsal merkezlerinden biri Soğmatar’dır. Soğmatar geç dönemde ortaya çıkan bir Sin inanç merkezidir.

Şehrin girişinde yer alan höyük, Kalkolitik Dönem’den beri şehrin ana yerleşim yeri. 190’lü yılların başında, höyüğün üzerinde bir Orta Çağ kalesinin olduğu fotoğrafla belgelenmiş. Ancak buraya 20. yy yerleştirilen bir Arap aşireti kalenin taşlarını sökerek, satıp ya da kendileri için kullanıp kaleyi yok etmişler.

Önce Musa Kuyusu’nu görmeye gidiyoruz. Kuyu bir köylünün bahçesinde ve kapalı. Şuayb susuz bir kuyudan atlarını sulamaya çalışırken, Musa asası ile yere vurur ve kuyu su dolar. İşte o kuyu, bu kuyuymuş. Bugün pek  bir şeye benzemese de öykü bu.

Daha sonra bir Sin tapınağı olan Pognon Mağarası’na gidiyoruz. Henri Pognon 1900’lü yılların başında Bağdat Konsolosu olan, yöreyi iyi bilen ve araştıran birisi. Höyüğün üzerindeki kaleyi fotoğraflayan, mağarayı bilim dünyasına ilk tanıtan kişi olduğu için mağara onun adıyla anılıyor. Mağaranın duvarlarındaki nişlerde kişilere ait kabartmalar ve süryanice yazılar var.

Soğmatar küçük bir kutsal alan. Burada birçok kaya mezarı var. Kutsal tepeye bakan, çoğunluğu dairesel planlı 9 yapı kalıntısı muhtemelen gezegenleri temsil ediyorlar. 20. yüzyılın başında büyük ölçüde korunmuş olan bu mezarların günümüzde sadece ikisini görebiliyoruz.

Soğmatar’daki son ziyaret yerimiz Kutsal Tepe. Tepe’ye güneşin batışını izlemek için tırmanıyoruz. Tepede süryanice yazılmış 10 yazıt var. Başında güneş tasvirini çağrıştıran ışınlı haleli bir komutan kabartması ve Ay Tanrısı Sin’in büstü olan kabartmaları fotoğraflıyoruz.

Tepe’de Mezopotamya Ovası’nın muhteşemliğini, Tektek Dağları’nı seyrediyor, ülkemize, topraklarımıza bir kez daha hayran oluyorum.

Senemağar  Hava kararmaya başladı ama Senemağar’ı da görmek istiyoruz. Senem Mağarası olarak da anılan Senemağar 5-10 haneli küçük bir mezrada. Burada Geç Roma döneminden kalma yapılar (M.S. 5. yüzyıl) var. Eski bir pagan kültü üzerine kurulmuş bir Hristiyan manastırını düşündürüyor. Bu yapılar mezradaki konutlarla iç içe geçmiş. Tarihi eser, ev,mağara, ahır karışmış.

Yapıları arka kısmındaki kaya kütlesi içine biri kilise olan çok sayıda mekan oyulmuş. Burada insanlar hala tezek kullanıyorlar. Sanki bir film platosu.

Senemağar’da tepenin eteklerinde, düzlükte tarlalar arasında oyulmuş, dipsiz görünen, benim ürktüğüm bir güvercinlik var. Yörenin çocukları korkusuzca başındalar. Etrafında koruyucu bir bariyer yok.

Kararan hava ile birlikte Şanlıurfa’ya  dönüşümüz başlıyor. Hava soğudu, yağmur başladı. Biz Tektek Dağları milli parkında bir günde ancak bu kadar yer gezebildik. Bu milli parkta görülecek 20’den fazla yer var. Bunları bir daha ki gezimize saklıyoruz.

Konaklama 
Şanlıurfa’da konaklanabilinecek pek çok yer var. Biz “Elçi Konağı”ında kaldık. Elçi Konağı, sıcak samimi personeli dışında konfor sunmayan tarihi bir konak. Şanlıurfa’da alkol bulunduran nadir mekanlardan.

Yeme-İçme

Şanlıurfa mutfağı genelde yağın alışkın olduğumuzdan fazla kullanıldığı bir mutfak. Seyahatlerde barsak bozukluğu yaşayabilirsiniz. Bizim arkadaşlarımızdan bu şanssızlığı yaşayan oldu.

Biz bir öğlen yemeğini tarihi bir handan restore edilerek lokanta haline getirilen Cevahir Restoran’da yedik. Lebeni çorbası, Urfa kebap, Şıllık tatlısından oluşan yemek güzeldi. İkinci gün öğlen yemeğimizi Harran Kümbet Otel’de yedik. Yemeklerimiz patlıcan çeşitleri ağırlıklı idi. Diğer yemeklerimiz oteldeydi.

Antakya ve Gaziantep Mutfakları arasında ortak noktalar olsa da, benim tercihim Antakya ve Gaziantep Mutfakları.

Son günümüzde kahvaltı sonrası Balıklı Göl’e doğru yürüyoruz. Urfa’dan ayrılma vakti. Urfa’nın kalbinde, Urfa Kalesi eteklerinde bulunan Balıklı Göl’de bir gezinti yapıyor, Urfa’ya veda ediyoruz.

Dönüş yolunda toplumlarda dinin ne kadar önemli olduğunu konuşuyoruz. Örgütlenme çoğunlukla din çevresinde. Kiliseler, katedraller, tapınaklar, camiler…. Bilim ve din iki farklı boyut. Bilim anlamamızı, din anlamlandırmamızı sağlıyor. Bilim aydınlatıyor, din ısıtıyor. Bu topraklarda daha çok az arkeolojik kazı yapılmış. İlerleyen yıllarda Şanlıurfa’dan daha çok söz edilecek.

Yorumunuzu Buraya Yazabilirsiniz

Yorumunuzu Giiniz
Please enter your name here