Dinlerin, tarihin, kültürel efsanelerin ve mitolojilerin iç içe geçtiği, her köşesinde olağanüstü manzaralarının ya da hikayenin sizi beklediği bir ülke İsrail. İsrail’de gördüğünüz her taşın birden çok hikayesi var. Bu hikayeler bazen birbirini teyit ediyor, bazen çelişiyor, hangisine inanacağınız size kalmış, dedim ya hikaye. Bırakın, gezdiğiniz gördüğünüz tüm yerler sizi geçmişte bir masal yolculuğuna götürsün.

Kapalı bir grupla yaptığımız İsrail gezisinde İstanbul’da doğup büyümüş, halen İsrail’de yaşayan Yahudi rehberimiz, yol boyunca bize farklı dini kitaplardaki yaklaşımları anlattı. Gördüğümüz her yere ve tarihi olaya ilişkin farklı görüşler olduğu için, bu yazıda rehberin anlattıkları esas alınacak, bazı bilgiler meraklısına başlığı altında verilecektir. İlginizi çekmez ise bu bölümleri atlayarak okumanız önerilir.
 
          Meraklısına;  
İsrail, Orta Doğuda Asya ve Afrika kıtalarının kesiştiği yerde bulunan bir ülke. Batısında Akdeniz, kuzeyinde Lübnan ve Suriye, doğusunda Ürdün, güneyinde Mısır, Filistin ve Kızıldeniz ile çevrili.
Kudüs fiili başkent, ancak uluslararası kabul edilen başkent Tel-Aviv.
2014 yılı nüfus tahminine göre nüfus 8.238.000. Nüfusun etnik dağılımının ise; % 75,1 Yahudi, % 20,7 Arap ve % 4,2 diğer unsurlardan oluştuğu tahmin ediliyor.
İsrail ekonomisi; yüksek teknolojik araç gereç üretimi, tarım, sanayi, elmas işlemeciliği ve turizme dayalı. Kibbutzadı verilen komünal tarım çiftlikleri, gıda üretiminin tamamına yakınını gerçekleştirerek ülkenin gıdada kendi kendine yetmesini sağlıyor.
Kişi başına GSYİH 38.000 Dolar civarında
 
İsrail kültür gezimiz Kudüs ile başlıyor. Kudüs, gecesi ve gündüzü ile büyüleyici bir şehir. Gece yüksekten bakıldığında ışıklandırılmış bir masal ülkesi gibi. En görkemli görüntü altın kubbesi ile Kubbet-üs Sahra, Mescid-i Aksa, yanında ağlama duvarı, görkemli kiliseler ve yaşayan bir şehrin sokakları…
 
Kudüs, bugün UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesinde. Ermeni, Hristiyan, Yahudi ve Müslüman mahalleleri olmak üzere dört kısma ayrılmış. Surlar içinde kalan bölümü, “Eski şehir” olarak anılıyor.

Eski şehirde, kutsal mekanlar birbirlerinden net çizgilerle ayrılamıyor. Bir din için kutsal olan mekan, diğer dinler için de kutsal olabiliyor; Yahudilerin Hz. Süleyman Mabedi olduğuna inandığı tepe üzerine inşa edilmiş Mescid-i Aksa gibi, Hz. Muhammed’in Miraç gecesinde Burak denilen bineğini bıraktığı yerin hemen yanıbaşında “Ağlama Duvarı”nın olması gibi… Ya da Ağlama Duvarı önünde Yahudiler ritüellerini yaşarken, hemen üst tarafında bulunan El Aksa Camii’nde Müslümanların namaz kılışı gibi.. Mescid-i Aksa’ya namaza giden Müslümanların, çile yolundan çıkan ve Kıyamet Kilisesinde hacı olmaya giden Hıristiyanları görmesi gibi…

Kudüs gezisine otobüs ile çıktığımız Zeytin dağından başlıyoruz. Arkamızdaki eski bir binanın I. Dünya Savaşı’nda Filistin’deki IV. Ordunun Komutanı olan Cemal Paşa tarafından kullanılan karargah binası olduğunu öğreniyoruz. (Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı kitabında anlattığı olayların geçtiği mekan) Önümüzdeki terastan, panoramik Eski Kudüs manzarasını izlerken artık efsaneleri dinleme zamanı.

Meraklısına; Kubbet-üs-Sahra’nın bulunduğu Tapınak Tepesi’nin yüksekliği 740 m, Zeytin Dağı’nınki ise 809 m. İki dağ arasında ise  Kidron Vadisi uzanıyor.

Resimde uzaktan görülen surların içindeki taşlarla örülmüş (kim örmüş, neden örmüş rivayet muhtelif) kemerli kapı, Yahudi inancına göre Mesihin geleceği Altın Kapı

Kapının tam karşısında, vadinin diğer yanında Zeytin Dağı eteklerindeki dünyanın en eski Yahudi mezarlığının ise Mesih geldiğinde, ilk dirilecek olanların yattığı yer olduğuna inanılıyor. Mezarların her tarafı taş ile örülmüş, toprak görünmüyor. Yahudi inanışına göre Mesih geldiğinde; buradakileri diriltecek ve tapınağı yeniden ibadete açacak, vadinin üzerinde kurulacak köprü ile Tapınağa geçiş sağlanarak, dünyanın merkezi olacak bir yönetim kuracakmış. Mezarlık halen kullanılmakta ve günümüzde buradan yer satın almak isteyenlerin milyon dolar civarında bir servet ödemesi gerekiyormuş.

Aynı vadi Hristiyanlar için de kutsal. Zeytin dağından aşağıya yürüyerek inerken, irili ufaklı  kiliseler görüyorsunuz. Hristiyanlar’da sırat köprüsünün bu vadi üzerinde kurulacağına inanıyormuş (yani bu vadide bir şey olacak da bakalım ne zaman).
Bu kiliselerin en ünlüsü, asırlık zeytin ağaçlarının içinde yer alan Gethsemani Kilisesi.

Bu kilise, Hz. İsa’nın son yemeğini yedikten sonra geldiği ve bir taşın üzerinde uykuya daldığına inanılan taşın üzerine kurulmuş. Hz. İsa’nın Romalı askerler tarafından burada tutuklandığına inanılmakta.

Meraklısına: Hz.İsa otuz yaşlarına doğru Mesih olduğunu bildirir. Önce memleketi Celile’de sonra Kudüs’te vaaz vermeye başlar. Daha ziyade ezilmiş, fakir insanlara seslenir. Onların acılarını hafifletmeye, katı Yahudi kurallarını yumuşatmaya çalışır. Zamanla vaazlarına ilgi artar. Ancak kendisinin Mesih olduğuna inanmayan Yahudiler, İsa’yı Romalı Kudüs Valisi Pontius Platus’a şikayet ederler. Havarilerinden Yahuda da ona ihanet eder. Luka’ya göre “Şeytan Yahuda’nın kalbine girer.” O da gider, baş kahin ve tapınak koruyucularının komutanlarıyla İsa’yı nasıl ele verebileceğini görüşür. Onlar buna sevinirler ve Yahuda’ya 30 gümüş dinar verirler. O da bunu kabul eder ve İsa’yı ele vermek için tenha bir yer ve zaman kollar. Hamursuz Bayramı’nda bir evde akşam yemeği yedikten sonra (Son Akşam Yemeği) İsa bazı havarileriyle birlikte Getsemani’ye gider, dua eder, sonra da bir taşın üzerinde uyur. Havariler de uyurlar. Yahuda’nın askerlerle birlikte bahçeye girmesi üzerine uyanırlar. Yahuda İsa’ya doğru gider ve onu öper. Bu, bahçedekilerden hangisinin İsa olduğunu askerlere göstermek için önceden kararlaştırılmış bir hiledir. Bu sayede İsa’nın kim olduğunu öğrenen askerler onu tutuklayıp yargılamak üzere Antonio Kalesi’ne götürürler.(Öncesinde ve sonrasında neler olduğunu, aşağıda ilgili mekanları gezerken okuma fırsatınız olacak)
Zeytin Dağı’ndan asırlık zeytin ağaçlarının kokusunu içimize çekerek yürüyoruz, aşağı inerken her iki yanımızda kiliseler var. Bu kiliseler Hristiyanlığın farklı mezheplerine ait ve farklı ülkeler tarafından yaptırılmış. Yunan Ortodoks Bethphage Kilisesi, Zeytin Dağı’nın hemen yamacında yeşillikler içinde parlayan altın kaplama kubbeleri ile dikkat çeken Rus Ortodoks Maria Magdelana Kilisesi.

Sanki herkes bu kutsal kentte iz bırakmak istemiş. Ama gece gündüz, hangi cepheden bakarsanız bakın, en ihtişamlı yapı Mescid-i Aksa da yer alan altın kubbeli Kubbet-üs Sahra…Zeytin dağından inip, vadiyi geçiyoruz. Eski kenti çevreleyen şehir surlarının (Kanuni Sultan Süleyman tarafından onarılıp yenilendiği için Süleyman   Surları deniyor) sekiz tane kapısı var.
 
Meraklısına; Yafa Kapısı, Eski Kent’in ana girişi. 1538’de Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmış. Eski Yafa-Kudüs karayolunun bittiği yerde bulunan bu kapı Müslüman ve Ermeni mahallelerine açılıyor.
Herold Kapısı, kuzey duvarından Müslüman Mahallesi’ne açılıyor.
Şam Kapısı, kuzey duvarında bulunan ve Müslüman mahallesine açılan kapı, Arap pazarının başlangıcında olduğu için çok işlek. Kudüs kapılarının en görkemlisi.
Yeni Kapı, nispeten yakın zamanda (1889) yapıldığı için bu adı almış. Kent’in kuzeybatı köşesine yakın bir yerde ve Hıristiyan Mahallesi’ne açılıyor.
Siyon ya da Davut Kapısı, güneyde yer alıyor ve doğrudan Ermeni ve Yahudi mahallelerine açılıyor.
Çöp Kapısı, güney duvarında bulunan ve Ağlama Duvarı’na (Batı Duvarı) en yakın kapı. İkinci yüzyıldan itibaren çöpler kent dışına buradan çıkarıldığı için Çöp Kapısı adını almış.
Aslanlı Kapı, doğu duvarında ve Çile Yolu’na (Via Dolorosa) götürüyor.
Altın ya da Merhamet Kapısı, Eski Kent’in doğu yakasında ve Zeytin Dağı’na bakıyor. Yahudi inancına göre Mesihin Kudüs’e gireceği kapı.
Batı surlarındaki kapıya; Yahudiler Yafa şehrine giden yolun başında olduğu için Yafa Kapısı derken, Müslümanlar El-Halil Kapısı diyor. Osmanlı döneminde kapının kitabesine; La İlahe İllallah, Muhammedun Rasulullah yerine La İlahe İllallah, İbrahim Halilullah (Allah’tan başka ilah yoktur ve İbrahim Allah’ın dostudur) yazılmış. Bu yazı üç İbrahimi dinin de kutsal şehri olan Kudüs’te, Yahudi ve Hıristiyan tebaaya da jest olarak düşünülmüş.

Eski şehre çöp kapısından girecekken,  kulağımıza müzik sesleri geliyor.

Uzun saçlı iki genç dans ederek ilginç çalgılarını çalıyorlar. Bu çalgılardan biri, çok büyük antilop boynuzundan yapılmış, diğeri darbukaya benziyor. Biz, bir Bar Mitzva (Yahudilikte, erkek çocuklar için yetişkinliğe geçiş) törenine denk gelmişiz, çalgılar ondan çalınıyormuş. Eskiden, toplu ibadet için halkı tapınağa çağırmak amacıyla da kullanılırlarmış bu çalgılar. 

Biraz ileride, şık giyinmiş (bizim sünnet çocukları gibi) 12-13 yaşlarında bir erkek çocuğu alkışlar, şarkılar, müzik ve dans eşliğinde ağlama duvarına götürülüyor. Yanında din adamları da var. Burada Tevrat’tan rastgele açılmış bir bölüm okutturularak, eğer başarırsa artık yetişkin sayılacakmış. Yetişkinlik töreninden sonra, dini kurallara uymak zorunda ve yaptıklarından kendisi sorumlu olacakmış.
Meraklısına; Yahudi inanışına göre; İsrailoğulları Mısır’dan çıktıktan sonra yapıldığı varsayılan ve içinde Hz.Musa’dan kalan taş levhalarla Hz.Harun’un eşyalarının bulunduğu “Ahit Sandığı”nın ve yedi kollu şamdanın Hz. Süleyman Mabedinde olması gerekiyor. Bu sandığı bulacak kişinin mehdi/kurtarıcı olacağına inanılıyor. İsrail Devleti, 1968 yılından bu yana Mescid-i Aksa’nın çevresinde ve altında arkeolojik araştırmalar adına kazılar yapıyor.
Karşımızda ağlama duvarı, İsrailli askerlerin kontrolünden geçerek giriyoruz alana. Kadınlar (bir mabede girerken uyulması gereken giyim kurallarına uyarak)  sağ tarafta kendileri için paravan ile ayrılmış bölüme, erkekler sol taraftaki daha geniş bölgeye  gidiyor.

Duvarın çok yakınında dua eden Yahudi kadınlar hep siyah giyimli, başları siyah örtülü, ellerinde küçük kutsal kitapları var. Saygılı duruşları, hüzünlü mahzun yüz ifadeleri ile huşu içinde, hafif öne arkaya sallanarak dua ediyor kadınlar. Kadınları biraz izledikten sonra Yahudiler için ağlama duvarı, Müslümanlar için Burak Duvarının (duvarın üst kısmı Mescid-i Aksa) önünde kendi inancımıza göre dua ediyoruz. Duvarın yarıklarına ve taş aralarına küçük kağıtlara yazılmış dua- dilekler sıkıştırılmış. Bunları kim toplayıp okuyor, sonra ne oluyor gibi kafamdaki soruları def edip, mekanın ruhunu yakalamaya ve etrafımdaki Yahudi kadınların hislerini anlamaya çalışıyorum. Duvardan ayrılırken sırtlarını dönmeden geri geri gidiyorlar ve yüzlerinde benim görebildiğim “derin bir hüzün”.

Erkekler tarafı daha canlı ve  hareketli. Kadınların bu tarafa girmesi yasak ve bakması da çok hoş karşılanmıyor. Ama sesler ve görüntüler daha coşkulu erkekler tarafında; yüksek volumle okunan dua, ilahi  karışımı sesler geliyor. 

Erkeklerin favorilerini kesmeden uzatıp, lüle lüle kıvrılmış olarak şapkalarından sarkıtmış olduklarını resimde de göreceksiniz. Kıyamet günü melekler, bu lülelerden tutarak cennete götürecekmiş erkekleri. Meydanda erkeklerin kıyafetlerini incelerken çok farklılıklar olduğu dikkatimi çekiyor. Örneğin melon şapkaların boyu ve modeli farklı, giyilen uzun ceketlerin boyları, şekli, düğme sayıları farklı, bazılarının bellerine bağladıkları uzun iplerin düğüm sayıları farklı, bu iplerin ucundan sarkan değişik uzunluktaki iplerin renkleri ve düğümleri farklı. Rehberimiz, bu farklılıkların hepsinin ayrı bir anlamı olduğunu ve İsrail dışında yaşayan Yahudilerin, bulundukları ülkelerde birbirlerini tanımak için kıyafetlerinde böyle şifreler taşıdıklarını söylüyor.

Meraklısına; Yahudiler “Batı Duvarı”, Hristiyanlar “Ağlama Duvarı”, Müslümanlar ise Hz. Muhammed’in buradan miraca yükseldiğine inandıklarından (zaten duvarın üstü ve arka tarafı Mescid-i Aksa) “Burak Duvarı” olarak adlandırmakta.
Hz. Süleyman (MÖ. 970-931) Kudüs’te Moriah Dağı üzerinde bir tapınak  (I. Tapınak) yaptırıyor. Bu tapınak, MÖ. 587 senesinde Babil Kralı Nebukadnezar tarafından yıkılıyor ve Yahudiler Babil’e sürülüyorlar. Daha sonra Persler Babil’i alıyor ve Yahudilerin Kudüs’e dönmelerine izin veriyorlar. Dönen Yahudiler eski tapınağın yerine yeni bir tapınak yapıyorlar (II. Tapınak) (MÖ. 520-515). Bunu da MS. 70’de Romalılar yıkıyor ve Yahudileri onlar da sürüyorlar. İşte Ağlama Duvarı denen yer, bu II. Tapınak’ın yıkılmadan kalan batı duvarı. Yahudiler, kutsal saydıkları için, önünde durup dua ediyorlar.
Yaklaşık 485 m uzunluğunda olan ağlama duvarı, toprak seviyesinin üstünde 24  büyük taş sırası ve yer altında kalan 19 taş sırasından meydana geliyor.

Ağlama duvarını arkamızda bırakıp, görkemli bir kapıdan kapalı çarşı gibi bir alana giriyoruz. 

Yol üstünde Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptırdığı üstü oymalı çeşmede durup, üzerindeki kitabeden kendini II. Süleyman olarak tanımladığını öğreniyoruz.

Çarşıda, etnik gruplara ait küçük dükkanlarda yiyecek, tatlı, kıyafet, ev aksesuarı, hediyelik ne ararsanız var. Ara sokaklar bizi Mescid-i Aksa’ya götürüyor. Kapıda Müslüman askerler Müslüman olup olmadığımızı soruyor, tereddüt ettiklerini içeri almıyor. Kapıdan girmeden önce kadınların kıyafetinin uzun ve başının kapalı olması gerekiyor.
Mescid-i Aksa

Mescid-i Aksa’yı altın kubbeli cami sanıyordum, değilmiş. Geniş bir alan ve bir sürü yapı var burada. Mescid-i Aksa (uzak mescid) bunların bütününün oluşturduğu bir yerleşkenin adı.

Mescid- i Aksa, Müslümanlar için  önemli üç mescidden biri. Mescid-i Aksa, Mescid-i Nebevi (Medine) ve Kabe (Mekke) ile birlikte üç harem bölgesinden biri olarak kabul edildiği için “Harem-i Şerif” ya daBeyt’ül Mukaddes” olarak da adlandırılıyor. 

Hz. Muhammed’in Hicret’inden sonra, 17 ay süresince Müslümanların ilk kıblesi olan ilk kıble bölümü,  hemen onun yanında MS.636’da Hz. Ömer tarafından Kudüs’ün fethinden sonra yaptırdığı küçük mescidin yerine yapılmış El Aksa Camii,  caminin karşısında Emeviler tarafından muallak taşının üstüne yaptırılmış kubbesi 14 ayar altından Kubbet üs- Sahra, bahçede de muhtelif eserler var.

Hz. Muhammed’in miraç esnasında üstünde durduğuna inanılan taş olan “Muallak Taşı”,  Kubbet üs-Sahra’nın içinde. Kayanın altında, binanın içinden taş bir merdiven ile inilen küçük bir mağara var. Müslüman inancına göre, Hz. Muhammed bir gece Burak adlı atıyla Mekke’den Mescid-i Aksa’ya gelmiş, bu mağarada diğer peygamberlere namaz kıldırmış, daha sonra da bu taş üzerinden miraca çıkmıştır. İnanışa göre; miraç gecesi Hz. Muhammed göğe yükselirken, üzerinde durduğu kaya parçası da onunla yükselmeye başlamış. Taş, bir süre havada asılı kaldıktan sonra yere düşmüş, o yüzden adı “Muallak Taşı”. Bir başka yorum da aslında Kudüs’ün tümünün “Muallak Taşı” olduğu yönünde… Bu kaya parçasının aynı zamanda, Hz. İbrahim’in oğlunu Tanrıya kurban etmek istediği esnada, oğlunu yatırdığı taş olduğuna da inanılıyor.

Kubbet üs-Sahra’nın dış cephesi, turkuaz rengin hakim olduğu Osmanlı çinileri ile süslenmiş, iç kısımdaki ahşap süslemeleri ve rengarenk mozaikleri, halıları, renkli camları ile aydınlatmanın günün her saatindeki farklı dansı, ibadetinizi huşu içinde yapmanız için size muhteşem bir fon sağlıyor.

Meraklısına; Kubbet-üs-Sahra, Müslümanların Muallak Taşı, Yahudilerin ise “Başlangıç Taşı” dedikleri, İbrahimi dinlerce kutsal sayılan bir taş üstüne, Emevi halifesi Abdülmelik devrinde 687-691 yılları arasında inşa edilmiş, ortası kubbeli, sekizgen biçiminde bir bina. Binanın iç yüzeyi ve kubbesi Kur’an sureleri ve çeşitli motiflerle süslenmiş.
Tarih boyunca bölgeye hakim olan tüm Müslüman hükümdarlar, Kubbet-üs Sahra‘ya büyük saygı gösterip binanın bakımı ve onarımı ile yakından ilgilenmişler. Kubbet-üs Sahra, Eyyubi ve Memlük sultanları tarafından çeşitli tarihlerde onarılmış. Kanuni Sultan Süleyman zamanında, Kubbet-üs Sahra büyük bir onarımdan geçirilmiş ve dış cephesi çinilerle kaplanmış. Osmanlı padişahlarından III. Murat, I. Abdülhamid, II. Mahmud, Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz ve II. Abdülhamid devirlerinde de onarılmış. II. Abdülhamid, binanın zeminini İran halıları ile döşetip, binanın ortasına büyük bir avize astırmış ve eskiyen çinilerini yeniletmiş. 1927’de Filistin’de meydana gelen depremde önemli ölçüde hasar gören Kubbet-üs Sahra, Ürdün ve diğer Arap ülkeleri ile birlikte Türkiye’nin katkıları ile esaslı bir şekilde onarılmış.
Haçlıların 1099 tarihinde Kudüs’ü Müslümanlardan almalarından sonra, Kubbet-üs-Sahra kiliseye çevrilerek, binada çeşitli değişiklikler yapılmış. Binanın kuzeyine Hıristiyan din adamları için hücreler eklenmiş. Kubbesine haç yerleştirilmiş, kubbenin altındaki mağaraya da ikonalar konmuş. 1187’de Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü fethinden sonra Haçlılar Döneminde yapılan bu değişiklikler kaldırılmış.
 
Yerleşkenin diğer tarafındaki  “El Aksa Camii”  beş bin kişi alabiliyor. Cami içinde, namaz kılanlar, Kuran okuyanlar, dini sohbet dinleyenler var, ama içerisi bunların birbirini rahatsız etmeyeceği kadar büyük. 1951’de Ürdün Kralı Abdullah burada öldürülmüş, 1969’da da cami kundaklanmış.

Meraklısına; Mescid-i Aksa ya da El-Aksa Camisi, Mescid-i Aksa yerleşkesinde, başlangıçta Halife Hz. Ömer tarafından yaptırılmış küçük bir mescitmiş. Daha sonra bunun yerine, Emevi halifesi Abdülmelik tarafından daha geniş bir cami yapılmış. 746’daki bir depremden sonra bu cami tamamen yıkılmış ve yerine Abbasi halifesi Mensur tarafından 754’de yenisi yapılmış. Zaman içinde yapılan yenileme çalışmaları ile dönemin iktidarları camiye ve çevresine kubbe,  minber, minare, içyapı gibi yeni yapılar eklemişler. 1099’da Kudüs’ün Haçlılar tarafından ele geçirilmesinden sonra, bu cami de saray ve kilise olarak kullanılmış, fakat Selahaddin Eyyubi tarafından Kudüs geri alınınca tekrar eski haline getirilmiş.
Camide ibadetimizi yapıp, dualarımızı okuduktan sonra, içerdeki ve bahçedeki kadınların, “hüzünlü ve kaygılı” bakışları dikkatimizi çekiyor. Bu mekanlar yakın geçmişte ve günümüzde saygı sınırlarını aşan müdahalelere sahne oluyor çünkü…

Mescid-i Aksa yerleşkesinde; Kubbet-üs-Sahra ve El-Aksa Camisi dışında, havuz, açık hava minberleri ve sebiller gibi çoğu Memlükler ve Osmanlılardan kalma zarif bir çok yapı da bulunmakta.

Bugün Eski Kent İsrail’in denetimi altında, ancak Mescid-i Aksa külliyesinin olduğu kısmın giriş çıkışı ile bakım ve idaresi Filistin- Müslüman kontrolünde.

Çile Yolu

Mescid-i Aksa’dan çıktıktan sonra, Hz. İsa’nın sırtında haç ile yürüyerek çıktığına inanılan çile yolunda yokuşu tırmanmaya başlıyoruz.

Çile Yolu (Via Dolorosa) Müslüman Mahallesi’ndeki Aslanlı Kapı’nın yanından başlıyor, 500 metre ve 14 durak (Hz. İsa’nın durduğu yerler) gittikten sonra,  Hristiyan Mahallesi’ndeki Kıyamet Kilisesi’nde son buluyor. Hz. İsa’nın çarmıha gerilmek üzere ve sonradan üzerine çivileneceği çarmıhı sırtında taşıyarak yürüdüğü yol burası. Çile Yolu’ndaki 14 durağın her birinde duvarda bir levha asılı, bu yolda yürümek Hristiyanlar için çok özel bir anlam taşıyor. Günümüzde yolun iki tarafında  hediyelik eşya satan dükkanlar var ve yolun karmaşasından bu küçük levhaları biri size göstermez ise görmeniz zor.
 
Meraklısına; Hz. İsa (şimdi Gethsemani Kilisesi olan yerde) yakalanıp Antonio Kalesi’ne götürüldükten sonra, halkı ayaklanmaya kışkırtmaktan dolayı alelacele yargılanıp ölüme mahkum edilmiş. Onunla alay etmek maksadıyla başına dikenden bir taç takılmış, sırtına da gerileceği çarmıh yükletilerek, infazının yapılacağı kent dışındaki Golgotha Tepesi’ne doğru yokuş yukarı yola çıkartılmış. Yolda, yorulduğu, düştüğü için ya da başka nedenlerle 14 yerde durmak zorunda kalmış.
İsa’yı ölüme götüren 14 durakta olanlar:
1. durak: İsa’nın Pontius Pilatus tarafından mahkum edildiği yer.
2. durak: İsa’nın çarmıhı omuzuna aldığı yer.
3. durak: İsa’nın çarmıhın ağırlığı altında ilk kez düştüğü yer.
4. durak: Meryem’in oğlunu çarmıhıyla birlikte geçerken izlediği yer.
5. durak: Simon of Cyrene’nin Romalı askerler tarafından İsa’ya çarmıhı taşıması için yardım etmeye zorlandığı yer.
6. durak: Azize Veronica’nın mendiliyle İsa’nın yüzünü sildiği ve İsa’nın yüzünün bir suretinin mendile geçtiği yer.
7. durak: İsa’nın ikinci kez düştüğü yer.
8. durak: İsa’nın kendisi için ağlayan Kudüslü kadınları teselli ettiği ve onlara “Benim için ağlamayın, Kudüs için ağlayın!” dediği yer.
9. durak: İsa’nın üçüncü kez düştüğü yer.
10. durak: İsa’nın soyulduğu yer.
11. durak: İsa’nın çarmıha çivilendiği yer.
12. durak: İsa’nın çarmıhta öldüğü yer.
13. durak: İsa’nın çarmıhtan indirildiği yer.
14. durak: İsa’nın mezara konduğu yer.
 

Kutsal Kabir  Kilisesi

Kutsal Kabir (Kıyamet) Kilisesi’nin içi son derece görkemli ve hac mekanı olduğundan çok kalabalık. Hz. İsa’nın resimde gördüğünüz mermer taş üzerinde öldüğüne (ya da göğe yükseldiğine)  inanılıyor. Bu taş üzerinde öldükten sonra, arkalardaki mağaralara konulmuş cenaze. Ertesi gün annesi Hz. Meryem, oğlunun öldüğüne inanmadığını ve görmek istediğini söyleyince mağara açılmış ama boş olduğu görülmüş. Bu esnada, dünyanın birçok yerinde Hz. İsa’nın görüldüğüne inanılıyormuş. MS. 326 yılında, bu taşın olduğu yere yapılmış kilise.

Tüm Hristiyan mezhepler, bu kilisenin yönetiminin kendilerine olması gerektiğini düşündüğünden, her dönemde ciddi tartışmalar yaşanmış. Bu çatışmayı engellemek için Kilisenin ana giriş kapısının anahtarı, Hz. Ömer’in Kudüs’ü fethinden beri iki Müslüman ailede bulunuyor ve sabah akşam bu ailenin günümüzdeki çocukları kapıyı kilitliyor ve açıyor. (Doğu Kudüs’lü Filistinli Müslüman Joudeh ve Nuseybe ailesi)
 
Doğuş Kilisesi Bethlehem
 
Kudüs’ün yaklaşık 10 km dışında, Filistin yönetim bölgesinde yer alan Doğuş Kilisesine (Church of Nativity)  giderken, kontrol noktalarından geçiyoruz. Şehrin içinde örülmüş duvarları ve diğer tarafa geçmek için askeri kontrol noktalarını görünce ürperiyoruz. Rehberimiz şehri “terörden” korumak için bu yöntemin uygulandığını söylüyor.

Doğuş Kilisesi’nin altında 12 metre uzunluğunda, 3 metre eninde Doğuş Mağarası bulunuyor. Hz. Meryem’in doğum yaptığı yerde, 14 köşeli bir Beytlehem yıldızı var. Üzerinde de “Hic de Virgine Maria Jesus Christus natus est” (İsa Meryem’den burada doğdu) yazılı. Mağaranın bir yanında da, İsa’nın doğduktan sonra beşik niyetine konduğu yemlik buluyor.

Meraklısına; Bethlehem’in içinde ve çevresinde çoğunluğu Müslüman olan 70.000 civarında insan yaşıyor, ancak çoğu Ortodoks olan önemli miktarda Hıristiyan da varmış. Doğuş Kilisesi, Roma’nın ilk Hıristiyan İmparatoru I. Konstantin’in, annesi Helena tarafından, Hz.İsa’nın doğduğu yer olduğuna inanılan mağaranın üstüne kurulmuş. MS. 339’da tamamlanan kilise, MS. 529’daki Samiri İsyanları sırasında yakıldığından Bizans İmparatoru Jüstinyen tarafından 565’de aslına bağlı kalınarak yeniden yaptırılmış. Doğuş Kilisesi, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınan Filistin Yönetimi’ndeki ilk sit alanı.
Bethlehem’den dönerken tekrar kontrol noktalarından geçiyoruz. Duvarlar ve dikenli teller den geçip Kudüs’e giriyoruz. Akşam hava kararmış, Haas Gezinti Yeri ve Barış Parkı olarak adlandırılan tepe üzerindeki bir seyir terasından; hem Doğu Kudüs hem Batı Kudüs’ü izliyoruz.
1967’deki Altı Gün Savaşının, Ürdün askerlerinin İsrail askerlerine bu tepelerde ateş açması sonucu başladığını öğreniyoruz rehberimizden. 
 
Gezinti yerlerinden aşağıya doğru Barış Ormanı uzanıyor. Bu orman Altı Gün Savaşı’nın sonunda, Yahudi Ulusal Fonu tarafından kurulmuş. Kudüs’ün doğu ve batı kısımlarının 1967’de yeniden birleştirilmesini simgeliyormuş. Kudüs Belediyesi, bu ormanda kentte doğan her çocuk için bir fidan dikiyormuş. 

İsa’nın Son Akşam Yemeği’ni Yediği Yer  ve Kind David Mezarı
Siyon kapısından geçerek, İsa’nın Son Akşam Yemeği’ni yediği yere gidiliyor. Hz. İsa’nın havarileriyle birlikte Son Akşam Yemeği’ni yediğine inanılan yerde şimdi Haçlılar Döneminden kalma iki katlı bir bina var.
Üst kat (üst oda), Hz. İsa’nın Son Akşam Yemeği’ni yediği (bu yemekten sonra Getsemani bahçelerine gitmiş ve tutuklanmıştı), ölümünden sonra da havarilerinin zaman zaman bir araya geldikleri yer olarak kabul ediliyor.
 
Meraklısına; Son akşam yemeği veya son yemek adıyla bilinen, 15. yüzyılda Leonardo da Vinci tarafından, Duke Lodovico Sforza’nın isteği üzerine yapılmış fresk bu olayı anlatmaktadır. Fresk İtalya^nın Milano şehrinde Santa Maria delle Grazie Kilisesinin duvarında yer almakta

Binanın alt katında ise King David’in mezarı bulunuyor. (peygamber olarak değil kral olarak kabul ediyorlar, zaten Yahudiler Hz. Musa dışında peygamber kabul etmiyorlar. “Nuh diyor peygamber demiyor” lafı da buradan geliyormuş).

Kadınlar ve erkekler ayrı taraflardan giriyor ve kadınların başını örtmesi, erkeklerin ise kippa denilen küçük takkeleri takması gerekiyor. Kadınlar kısmı sakin, duamızı edip çıkıyoruz. Erkekler kısmından ise coşkulu dua, ilahi ve müzik sesleri geliyor, fotoğraf makinelerimizi gruptaki erkek arkadaşlara verip bizim için de görüntü almalarını rica ediyoruz.

Bina bir kilise iken Osmanlılar tarafından camiye çevrilmiş. Şimdi ise ne kilise ne de cami. Biz oradayken Yahudiler akşam duası yapıyorlardı.

Nazareth – Nasıra
 
İsrail’in kuzeyinde yer alan Hıristiyanlar için en önemli hac merkezlerinden biri Nasıra. Hz. İsa’nın doğum yeri Bethlehem olmakla birlikte çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği yer burası, bu nedenle “Nasıralı İsa” olarak anılıyor.
 
Meraklısına; Nazareth Hıristiyanlığın beşiği. İsa çocukluğunu ve gençliğini orada geçiriyor. Ancak vaazlarına başlayınca, “Çocukluğunu bildiğimiz kişi şimdi bize vaaz veriyor” diye küçümseniyor. O da Tiberias’a giderek vaazlarına orada devam ediyor ve kendisini orada kabul ettiriyor.
 

Nazareth (Annunciation) Müjde Kilisesi

Müjde Kilisesi, Hz. Meryem’in çocukluğunun geçtiği ve hamile olduğu müjdesinin verildiğine inanılan evin kalıntılarının üzerine, 1969 yılında yaptırılmış. Binanın alt katında Müjde Mağarası var.

İç ve dış mekanında beyaz rengin hakim olduğu kilisenin içinde, vitray camlar ile çok yumuşak bir aydınlatma yaratılmış. 

Kilisenin tavanı ters çevrilmiş nilüfer ya da zambak şeklinde tasarlanmış ve Hz. Meryem’in masumiyeti sembolize edilmiş.

Kilise yaptırılırken, tüm Hristiyan ülkelerden Hz. Meryem ve Hz. İsa’nın tablolarını yaparak göndermeleri istenmiş. Bazı tablolarda  Hz. Meryem ve Hz. İsa siyahi olarak resmedilmiş, üstteki resim ise Uzak Doğu’dan gelmiş ve Hz. Meryem ve Hz. İsa’yı çekik gözlü olarak tasvir ediyor.

Ürdün Nehri- Yardenit

Yardenit, kuzey İsrail’in Celile bölgesinde ve Ürdün Nehri kıyısında, Hristiyan hacıların geldiği bir vaftiz yeri.

Hristiyanlar, vaftiz ile günahlarından arındıklarına inanıyorlar. Doğum sonrası vaftizin bilinçli bir seçim olmadığını düşünen bazı Hıristiyanlar, yetişkin yaşlarında özgür tercihleri ile buraya gelip rahip denetiminde soğuk suya dalıp tüm günahlarından arındıklarına inanıyorlar. Tesadüf eseri bu törene tanıklık ediyoruz.

Meraklısına; Hıristiyan inancına göre, Hz. İsa aslında Ölü Deniz’in kuzeyinde ve Jericho’nun doğusunda bulunan Kasr el Yahud’da vaftiz edilmiş. Kasr el Yahud, yüzyıllar boyunca hacılar için en önemli vaftiz yeri olmuş ve yakınında birçok manastır ve konukevi yapılmış. Altı Gün Savaşı’ndan sonra tam İsrail-Ürdün sınırında kaldığı için İsrail Turizm Bakanlığı aynı işlevi görmek üzere 1981’de Yardenit’i kurmaya karar vermiş. Sonuçta, Yardenit, 2011’de Kasr el Yahud’un yeniden açılmasına kadar nehrin İsrail yakasındaki tek nizami vaftiz yeri olarak kalmış.

Ertesi gün, kaya çölü olarak tanımlanan göz alabildiğine çıplak taş kaya görüntüleri içinde uzun bir yolculuk başlıyor.

Dağ başında bir yerde otobüsümüz duruyor burası  “sea level” (deniz seviyesi) imiş.

Çöl kumlardan oluşur sanıyordum, ama kaya çölü de oluyormuş, hiç  bitki örtüsünün olmadığı kayalar bir süre sonra bunaltıcı olabiliyor. Ama neyse ki develer var.

Nebi Musa Makamı 

Musa peygamberin mezar yeri bilinmiyor. Tevrat’ta Musa’nın Ürdün Nehri’nin öteki yakasındaki Nibu Dağı’nda ölüp gömüldüğü söyleniyormuş. Müslümanlar, Selahaddin Eyyubi’nin rüyasında Musa’nın mezarını gördüğünü, bu nedenle Musa’nın onuruna boş bir mezarla, mezarın üstüne bir cami yaptırdığına inanıyorlar. Bu nedenle Nebi Musa Makamı, Selahaddin Eyyubi zamanından beri bir hac yeri. 

Şimdiki ana yapılar; cami, minare ve kimi odalar, 1269’da Memlük sultanı Baybars tarafından yaptırılmış. Bugün Nebi Musa Makamı’nın yönetiminden ve bakımından Filistinliler sorumlu.
 
Ölü Deniz Yazıtları

Nebi Musa Makamı’ndan Ölü Deniz’e doğru ilerlerken, yamaçlardaki bir mağaraya dikkatimizi çekti rehberimiz ve bunun Ölü Deniz Yazıtlarının bulunduğu mağaralardan biri olduğunu söyledi. İlk Ölü Deniz Yazıtları, 1947 yılında Ölü Deniz kenarında Bedevi bir çocuk çoban tarafından kaybolan hayvanlarını ararken girdiği bir mağarada bulunmuş. Bu yazıtların bilim çevrelerinin eline geçmesiyle başlatılan ve 10 yıl süren aramalar sonucunda, 11 mağarada 800 kadar yazıt daha ortaya çıkarılmış. Bunlar arasında parçalanmış ve okunamaz olanlar da varmış.

Yazıtların çoğu deri üzerine yazılmış olmakla birlikte papirüs ve bakır üzerine yazılmış olanları da varmış. Yazı dili başta İbranice olmak üzere Aramice ve Yunanca imiş. Ölü Deniz Yazıtları Kudüs’teki İsrail Müzesi’nde sergileniyor.

Masada
 

UNESCO Dünya Kültür Mirası Listes’de yer alan Masada ulusal bir park. Teleferikle kayalardan oluşmuş bir tepeden yukarı çıktığınızda, göz alabildiğine bir çöl manzarası ve çölün bittiği yerde  Ölü Deniz görülüyor. 

MÖ. 30 yılında Yahudi kralı Herod tarafından kışlık bir dinlenme yeri olarak yaptırılmış. Günümüzde, Herod’un üç katlı lüks sarayının sadece kalıntıları bulunmakta. Saray kalıntılarının içinde gezerken, çöl manzarasının da verdiği etkiyle “ölümden kaçmak için sığınılmış” yapay bir yerleşim yerinde, umutsuzluğun ve çaresizliğin kokusunu alıyorum. Şimdi buranın keyfini kuşlar sürüyor.

Meraklısına; Masada’yı ünlü yapan MS. 68’de başlayan Yahudilerin Romalılara karşı ayaklanmaları imiş. Romalılar MS. 70’te isyanı bastırarak II. Tapınak’ı yıkıp, Yahudileri Kudüs’ten sürmüşler. Ancak Eleazer Ben Yair komutasındaki bir grup Yahudi kaçarak Masada’ya gelip orayı ele geçirmiş. Daha sonra, onları oradan atmak için 8.000 kişilik bir Roma ordusu Masada’yı kuşatmış. O sırada kalede, erkek kadın ve çocuk toplam 960 kişi varmış. Bunlar, Romalılara karşı kahramanca karşı koymuş ve uzun bir süre direnmişler. Ancak sonunda, Romalılar tepeye 70 metre daha yakın olan batı tarafta  bir rampa yaparak dik kaleye ulaşmayı başarmışlar. Bunun üzerine Ben Yair halkını etrafına toplayarak “ölümü köleliğe yeğleme” zamanının geldiğini söylemiş. Kura ile 10 kişi seçilmiş. Bu on kişi önce diğerlerini, sonra da içlerinden biri geri kalan 9 kişiyi ve kendini öldürmüş. MS. 1. yüzyılda yaşamış Romalı Yahudi tarihçi Titus Flavius Josephus’ın anlattığına göre, Romalılar kaleyi ele geçirdiklerinde, canlı kalabilmiş sadece iki kadın ile üç çocuk bulmuşlar.
 
Ölü Deniz – Lut Gölü

Masada’dan tepeden indikten sonra Ölü Deniz’in suyundan elde edilmiş bir mineral karışımıyla güçlendirilmiş kozmetik ürünlerin satıldığı mağazada alış veriş yapılabiliyor.
Daha sonra da otobüsle Ölü Deniz kıyısında bir plajda mola veriyoruz. Deniz seviyesinin 427 metre altında dünyanın en çukur yeri burası. (yolda gelirken deniz seviyesinde sea level den geçmiştik, şimdi o seviyeden aşağıdayız) Ölüdeniz ya da Lut Gölü, mineralli ve şifalı suları nedeniyle turistik cazibe merkezi görünümünde.

Tevrat’ta (ve diğer Kutsal Kitaplarda), yeryüzünden silinişleri anlatılan Sodom ve Gomorra şehirlerinin, Siddim vadisi denilen ve Lut gölünün en alt ucunda bulunan çevrede olduğu iddia edilmekte. Yani geçmişte, Lut kavminin yok edildiği, kıyametlerin koptuğu, volkanik patlamaların yaşandığı yerlerde denizi seyretmek tuhaf bir korku duygusu hissettiriyor
  
Ein Gev Kibutzu

Kibutzlar, Sovyetlerdeki kolhoz (Rus yazar Mihail Şolohov’un romanlarında uzun uzun anlattığı kolhozlar) yapılanmasına benzer üretim çiftlikleri. İsrail kurulurken farklı ülkelerden gelen, farklı kültürel donanıma, bilgi birikimi ve mesleğe sahip  (örneğin köy kökenli olup sadece çiftçilikten anlayanlar, yüksek mühendislik bilgisine sahip olanlar, fizikçiler, doktorlar, piyano, keman çalanlar gibi).

Yahudilerin bir arada yaşayarak, hem kaynaşmaları hem de üretim güçlerini artırmaları için düşünülmüş. Her ailenin evi var, ama kişisel mülkiyet yok, yemekler kibutzun sosyal alanlarında yeniyor. Çocuklar kibutzun okulunda hem eğitim alıyor, hem de orada yatıyor. Sağlık ve her türlü ihtiyaç kibutzun kaynakları ile karşılanıyor. Her kibutzun ayrı birkaç üretim alanı var ve bunların getirisi ortak olarak kullanılıyor.

Zaman içinde bu yapı değişmiş, çocuklar aileleri ile kalmaya başlamış, okuyan gençler buraya dönmeyip büyükşehirlerde yaşamayı tercih etmiş, özelleştirmeler başlamış.
 
Ein Gev kibutzunun içinde ufak lokomotiflerden oluşan bir tren ile geziyoruz, yaklaşık 500 kişinin yaşadığı kibutzun ana gelir kaynağı tarım ve turizm. Muz ve süt sığırı yetiştiriciliği yapılmakta.

Tek katlı müstakil evler ve modern arabalar görünüyor sokaklarda.

Akka

Akka UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan bir sahil kenti. Akka Limanı, dünyanın en eski limanlarından biri. Haçlılar burayı Orta Çağ’ın en büyük limanı haline getirmişler. İpek yoluyla Asya’dan getirilen mallar bu limandan deniz yoluyla Avrupa’ya gönderilirmiş. Yani eski medeniyetlerinde derdi başı ticaret ve ticaretin güvenliği olmuş. Bu ticaretlerin sonunda Avrupa zengin olurken, ürün alınan Asya coğrafyası nedense bir türlü refah, huzur ve istikrara kavuşamamış.!
 
Tunus Sinagogu

Bütün İsrail gezisinde bir çok dini mekan gördük, ama sinagog olarak sadece Akka’da Tunus’luların yaptırmış olduğu sinagogu görme imkanımız oldu. 

Bu dört katlı binanın iç ve dış duvarları doğal taşlar kullanılarak yapılmış ve duvar mozaikleri  ile süslenmiş. 

Tevrat’ta anlatılan Yahudi halkının ve İsrail’in tarihi ile ilgili öyküler, sanki bir filmin perdeye yansıtılması gibi, bu mozaiklerle sinagogun duvarlarında ve taban zemininde gösterilmiş. Yahudilikte resim ve heykel yasak olduğu için, özellikle kutsal mekanlarda, daha çok soyut betimlemeler kullanılmaktaymış.

Cezzar Ahmet Paşa Camisi ve Türbe

Paşa Cami 1781’de Cezzar Ahmet Paşa tarafından yaptırılmış. Cezzar Ahmet Paşanın ve kendinden sonra gelen Süleyman Paşanın mezarları caminin bitişiğindeki türbede bulunuyor.

Caminin içi ve dışındaki yapılar ince bir zevkin ürünü. Bu camiden çıktıktan sonra,  Cezzar Ahmet Paşa ve Süleyman Paşanın türbelerinde bir Fatiha okuduk, 

Akka Kalesi
 

MS. 12. Yüzyılda Kudüs’e gelen Hıristiyan hacıları korumak ve hasta olanları tedavi etmek amacıyla kurulan ve sonradan Malta Şövalyeliği adı ile de bilinen geniş bir şövalye yapılanmasının yaptığı kale burası.

İçeride ışıklandırılmış dehlizler, merdivenlerle ulaşılan küçük odalar bulunuyor. Geçmişte bu mekanlarda neler yaşandığını dinlerken karanlık, karamsar bir ruh hali sarıyor içimi ve bunaldığımı hissediyorum.

Meraklısına; Bu kale, Haçlılar zamanında Hospitalier (St. Jean) Şövalyelerince yapılmış olan kalenin temeli üzerine, kuzey duvarını güçlendirmek ve karadan gelecek saldırılara karşı kenti daha iyi korumak amacıyla yapılmış bir Osmanlı kalesi. İngiliz Mandası sırasında hapishane ve idam yeri olarak kullanılmış.
Napolyon, Mısır’dan çıkarak El-Ariş, Gazze ve Yafa’yı aldıktan sonra Mart 1799’da Akka önüne gelmiş, iki ayı aşkın bir süre kenti kuşatmış, ancak Osmanlı Donanması ve Nizam-ı Cedid Ordusundan destek gören Cezzar Ahmet Paşanın güçlü savunması karşısında başarılı olamayarak, 21 Mayıs 1799’da Akka’dan çekilmek zorunda kalmış. Nopolyon’un başarısızlığında Cezzar Ahmet Paşanın kent surlarını daha önceden güçlendirmiş olmasının büyük etkisi olmuş .
 
Kale içini gezdikten sonra, yan tarafındaki bir Türk pazarından geçiyoruz. Sedirler, fesler, nargileler, cafeler falan derken;  kalenin bir yer altı tüneline ağlanan kapısından geçip tünele giriyoruz. Tünelin içerisi loş ve nemli, tahta yürüme yolundan ilerlerken uzakta çıkış kapısının görünmesi sevindirici geliyor.

 

Ama asıl sürpriz, tünelden çıkınca bizi bekleyen masmavi Akdeniz ve liman görüntüsü oluyor.
Limandan da görülebilen Saat kulesi,  II. Abdulhamid’in tahta çıkışının yirmi beşinci yıldönümü anısına yapılmış ve üstündeki Osmanlı arması çok ihtişamlı. Yine ve yeniden gururlanıyoruz bu zarif kule karşısında.

Akka, Bahailik açısından da önemli bir yer. Yahudilik, Hristiyanlık, Müslümanlık gez gez doymadınız mı, Bahailik de nereden çıktı demeyin, az sonra Hayfa’daki eşi benzeri olmayan dünyanın sekizinci harikası olarak tanımlanan, Bahai bahçelerine gideceğiz. Ama bu dinin en kutsal yerlerinden biri Akka.
 
Meraklısına; Akka ve civarında birçok Bahai kutsal yeri varmış. Bunlar Osmanlı Döneminde Bahai dininin kurucusu Bahaullah’ın Akka Kalesi’nde hapsedilmesinden sonra kutsallık kazanmış yerlermiş. Resmen hala Osmanlının bir mahkumu olsa da Bahaullah son yıllarını Akka dışındaki Behci Köşkü’nde geçirmiş. 29 Mayıs 1892’de Behci’de ölmüş. Köşkün bitişiğinde bulunan “Hz. Bahaullah’ın Makamı” olarak bilinen küçük binada gömülmüş. Bu Makam, Bahailer için dünya üzerindeki en kutsal yermiş ve her gün namaz kılarken yüzlerini o yöne dönüyorlarmış.
 
Hayfa

Akka’dan sonra Hayfa’ya geldik. Hayfa, İsrail’in Akdeniz kıyısındaki başka bir limanı ve aynı zamanda önemli eğitim, ticaret ve sanayi merkezlerinden birisi. UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne giren Bahai Dünya Merkezi de Hayfa’da.

Bahai Dünya Merkezi ve Bahçeleri

Bir tepe düşünün, tepenin tümü 19 terasa bölünmüş ve her teras birbirinden farklı ağaçlar ve çiçekler ile bahçeye dönüştürülmüş.

Bahçenin girişinde genç Bahailer sizi karşılıyor, broşür alabiliyorsunuz ama, içeri girerken elinizde yiyecek ve özellikle ağzınızda sakız olmaması gerektiği konusunda ikaz ediliyorsunuz. İçeri girdikten sonra bahçe düzenlemesinin, her baktığınız yerde ayrı bir tablo oluşturduğunu görüp şaşırıyorsunuz.

Bir yandan bahçeyi keşfetmeye çalışıyorum, bir yandan da ağaçların arkasından görkemli bir zarafetle duran Bab’ın makamına yaklaşıp Bahai komşularım adına dua ediyorum.

Bu bahçenin her katının ve bütününün fotoğraf ile yansıtılması zor. En üst terastan kuş bakışı olarak bahçeler, Hayfa şehri ve sonra deniz görünüyor.
 Meraklısına :Bahailik 19. yüzyılda doğan, dünya vatandaşlığı idealini savunan, bütün dünyada 7 milyonun üzerinde inananı bulunan bir din. Bahailikte iki önemli kişilik var: Hz. Bab ve Hz. Bahaullah.
Kutsal Kitapları: Temel yasaları ve din kurallarını içeren Kitab-ı Akdes, İkan Kitabı (Tevrat, İncil ve Kuran’daki bazı ayetlerin açıklamasını ve bazı ilahiyat konularını içeren bir kitap), Saklı Sözler, Kurdun Oğlu Risalesi gibi kitaplar. Bahailer, tüm dinlerin kutsal kitaplarının tek bir sistemin parçaları ve insanlığın ortak dinsel mirası olduklarına, kutsallıklarını yitirmediklerine inanıyorlar.
Bab’ın Makamı 1953’de yapılmış. Kubbesi 40 metre yüksekliğinde. 14.000 adet altın kaplamalı tuğla ile örtülmüş. Duvarları İtalyan mermerinden, sütunları granitten yapılmış. Makam’ın, dünyadaki en önemli dokuz dini temsil eden dokuz yan yüzü varmış. Yönetim ve arşiv binalarının da aralarında bulunduğu birçok bina tarafından çevrelenmiş.
Makam’ı kuşatan bahçeler, Bahai inancına göre tasarlanmış olup Kermil Dağı’nın yamaçlarıyla uyum içinde. Bahçeler, yamaçlar boyunca 19 teras halinde uzanıyor. En üstte sekiz uçlu yıldızın bulunduğu Pers Bahçeleri yer alıyor.
Bahçeler, merkezdeki Makam’dan dışarıya doğru yayılan dalgalar gibi, iç içe dokuz daire biçiminde tasarlanmış. Buralarda çeşmelerin, çalılıkların ve geniş çim alanlarının yanında madenden ya da taştan yapılmış eserler de bulunuyor. Bu bahçelere “Dünya’nın Sekizinci Harikası” da denmekteymiş.

Caesarea

Caesarea antik kenti, bölgeye Romalılar egemenken Kral Herod tarafından MÖ 37-4 yılları arasında kurulmuş. Roma imparatoru Augustus Caesar onuruna da Caesarea olarak adlandırılmış.

Caesarea’da Roma döneminden kalan antik kenti görmek ve güneşin batışını izlemek için geldiğimiz deniz kenarında bir sürpriz bekliyordu bizi.

Antik kentte yapılan bir Yahudi düğün törenine şahitlik ettik. Yahudi nikahında tören alanının üstünün kapalı olması gerekiyormuş. Çok şık giyimli erkek ve kadınlar vardı, ellerindeki küçük kutsal kitaplarından dua okuyorlardı. Kadınlar koyu renk tuvaletler giyinmişti, erkeklerin başında kippa vardı. Din görevlisi nikahı kıydıktan sonra, damat elindeki kadehten bir yudum şarap içti ve geline de bir yudum içirdikten sonra, bardağı yere atıp ayağı ile kırdı ve “ Ey Kudüs seni unutursam sağ elim kurusun” diye coşkuyla bağırdı.
 
Meraklısına; Bu ifadenin, Babil sürgünü sonrası Yahudilerin; Babil nehirleri kenarında oturarak  vatanlarını hatırlamak için ettikleri yeminin tekrarı olduğunu öğrendik: Ey Kudüs, seni unutursam, sağ elim işlemez olsun. Seni hatırlamazsam, seni en yüksek sevincimin üstünde tutmaz isem, dilim damağıma yapışsın (Mezmurlar 137:5-6).
 
Yafa

Sonraki gün gittiğimiz Yafa, ayrı bir şehir olmakla birlikte Tel Aviv’in hemen yanında adeta mahallesi gibi. Yafa, hac yolu üzerinde olduğu için, geçmişte hem Müslümanlık hem Hristiyanlık hem de Yahudilik için önemli bir kent olmuş.

Eski sokaklarda gezerken kendinizi bazen orta çağda, bazen modern bir Akdeniz limanında hissediyorsunuz. Daracık ara sokaklarda küçücük dükkanlar var. Bu dükkanların bazısı bit pazarı niteliğinde, bazısı ise çok çok pahalı modern tasarım ürünler ya da takılar satan butik dükkanlar.

Bir ara sokakta ise  yafa portakalı ağacı var. Bu da tasarım bir eser, ama portakal ağacı canlı. Yerden yüksekte, teller ile yukarıya tutturulmuş büyük bir saksının içinde, canlı portakal ağacı; Yahudilerin kendi topraklarında olmasalar bile yaşamlarını sürdürebildiklerini sembolize ediyormuş.

Bir tren istasyonu II. Abdülhamit zamanında yapılan Yafa-Kudüs demiryolu projesinin bir parçası. Son derece görkemli, ancak günümüzde tren istasyonu olarak kullanılmıyor.
İçindeki eski binalar, küçük dükkanlar ya da cafe olarak kullanılıyor. Tren raylarının geçtiği orta kısımda ise açık pazar alanı var.
 

Tel Aviv

Tel Aviv 1920 lerden sonra kurulmuş, yeni modern bir metropol. Günümüzde önemli bir iş ve ticaret merkezi . 

Kentin bir yanı deniz ve kumsal, ama yol bu kumsalın hemen dibinden geçmiyor, yani insanların yürüyebildiği, paten ya da bisiklete binebildiği bir bölüm var. Ama siz yolda arabanız ile giderken gene deniz manzarasını seyredebiliyorsunuz. 

Kentte; renkli ve canlı pazarlar, modern alışveriş merkezleri, ileri teknoloji şirketleri ve borsa bulunuyor. Gecesi de gündüzü de hareketli. Tel Aviv Kudüs’e göre çok daha seküler bir şehir, “günahkarların kenti” de deniliyormuş katı Yahudiler tarafından. 
Burası sokak aralarına kurulan Carmel pazarı. Son derece değişik sanat eserlerini sokaktan satın alabiliyorsunuz. Pahalı ama başka yerde pek bulamayacağınız el işi, seramik, vitray, cam, resim, heykel gibi ürünler var. Sanatçılar kendi eserlerini satıyorlar. Canlı müzik yapan sanatçıları da dinleyebiliyorsunuz pazarı gezerken.
Tel Aviv’de Cuma günü öğleden sonra geziyorduk, ama hava kararmadan otelimize dönmek zorundaydık. Çünkü şabat başlıyordu. Dükkanlar kapandı, sokaklarda şık ve temiz giyimli ellerinde çiçekler olan insanlar, akşam yenecek şabat aile yemeği için hızlı hızlı yürüyerek gidecekleri yere varmaya çalışıyorlardı. Zaten hava karardıktan sonra araba kullanmak da yasak, sadece araba değil teknolojik tüm aletler cumartesi akşamına kadar kullanılmıyor.
Otele vardığımızda bu uyarıyı gördük. Şabat süresince asansör düğmelerine de basılmadığı için, asansör her katta duruyor, kapısı açılıyor, inen binen olmazsa kapanıp diğer kata geçiyor. Restaurantda tüm yemekler elektrikli ısıtıcıların üstüne konmuştu, ocaklara da el sürülmediği için. Evlerde de cumartesi akşamına kadar tüm lambalar ve televizyon açık tutuluyormuş şabat süresince.
Meraklısına; Şabat, cuma günü güneş batınca başlar, cumartesi günü güneş batıncaya kadar devam eder. Cuma akşamları akraba ya da komşularla şabat yemeği yenir. İnsanlar “şabat şelom” (şabatınız kutlu olsun) diye birbirlerinin şabatını kutlarlar.
Yahudiler Tanrı’nın dünyayı 6 günde yarattığına, 7. gün ise dinlendiğine, şabatın kendilerine Tanrı’nın bir armağanı olduğuna inanırlar. Onlara göre şabat kutsal bir gündür ve o gün çalışmak kesinlikle yasaktır. Şabatta dinlenilir, Tevrat okunur ya da sinagoga gidilerek dua edilir. Ateş ve elektrik yakılmaz, bundan dolayı yenecek yemekler bir gün önceden hazırlanır. Hiçbir araç gerecin düğmesine bile basılmaz.
 
Şabat sabahında kalkıp hava alanına gittik ama, şabat nedeniyle çok yavaş işliyordu her şey. Sorun çıkmadan uçağımıza binip dönerken, düşünme zamanıydı artık.
Sadece yorgunluktan değil, ama kısa sürede yüksek doz maruz kaldığım yoğun dini ve tarihi bilgi ile kafamın bulanıklaştığını hissettim. Ama bu bir tek bana olmamış, Psikiyatrist Heinz Herman tarafından tanımlanmış bir hastalık varmış   “Kudüs sendromu”; Kudüs’ü tanımaya çalışırken insan bazen o dayanılmaz büyüye ve çekiciliğe öyle kendini kaptırıyormuş ki “Kudüs sendromu” denen bir problem çıkıyormuş ortaya: dini halüsinasyonlar, takıntılar da olabiliyormuş (şükür ben de olmadı) ama, şehirden ayrılınca her şey normale dönüyormuş.

Ben normale döndüm, ama bir yanım hep buruk kaldı, şimdi nerede Kudüs’ü hatırlatan bir şey görsem duysam; o coğrafyada yaşayan tüm acılı ve mağrur anneler ve kendim için “ayaklarıma Kudüs gücü” diliyorum…


Anneler ve Kudüsler şiiri- Nuri Pakdil 
 III 
Tûr Dağı’nı yaşa 
Ki bilesin nerde 
Kudüs Ben Kudüs’ü kol saati gibi taşıyorum 
Ayarlanmadan Kudüs’e 
Boşuna vakit geçirirsin 
Buz tutar 
Gözün görmez olur 
Gel Anne ol 
Çünkü anne 
Bir çocuktan bir Kudüs yapar 
Adam baba olunca İçinde bir Kudüs canlanır 
Yürü kardeşim 
Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin
 

Kaynakça
 
-İsrail Hakkında Gerçekler
İsrail Enformasyon Merkezi
Yayına hazırlayan: Ruth Ben-Haim (esas yayın 2003)
Kudus, İsrail, 2008
Bu kitapçığın nüshaları İsrail’in diplomatik misyonlarından temin edilebilir.
 
-Mehmet Demirtaş- İsrail Gezi Notlarım
-Wikipedia
-http://www.aljazeera.com.tr/blog/kudus-sendromu
-http://www.diplomat.com.tr/atlas/sayilar/sayi3/sayfalar.asp?link=s3-6.htm

 -http://www.turkyahudileri.com/content/view/262/223/lang,tr/

9 COMMENTS

  1. Çok etkileyici bir gözlem gücü ve bir o kadar da muhteşem anlatım. Bir gün sevgili eşim ile görebilmeyi diliyorum bu mekanları, aksi halde pişmanlıklar listesine yazmam gerekecek.. Eline sağlık. Mesut

  2. Bu yazıyı okuduktan sonra ilk fırsatta buraları görmek istiyorum yazınız için çok teşekkürler ince bir düşünce güzel anlatım tebrikler.

  3. Nerimancığım,
    yazın çok güzel ve doyurucu olmuş. Geç okudum ama sayende çok geçmeden,ilk fırsatta bu toprakları gezmek istiyorum. Yeni gezi notlarını bekliyoruz. Kalemine sağlık.

  4. Tebrikler Neriman hanım,
    Çok güzel bir gezi yazısı. Tarihi sahneler ve bunlara dair açıklayıcı kronolojik bilginin yanı sıra meraklısına yönelik "miş" li aktarımlar da çok yerinde ve güzel olmuş.

Yorumunuzu Buraya Yazabilirsiniz

Yorumunuzu Giiniz
Please enter your name here