ANA SAYFA Blog Sayfa 3

Amasya Gezi Rehberi: Selfi Çeken Şehzadeler Diyarı

Amasya; Kral mezarlarının, elmanın, Ferhat ile Şirin’in, Osmanlı şehzadelerinin eserlerinin, zamana karşı ayakta kalan taş işçiliğinin güzel örnekleri camilerin, hamamların, medreselerin, külliyelerin, çeşmelerin, taş köprülerin şifa hanenin, bimarhanenin, gece Yeşilırmak Nehri kenarındaki rengarenk ışıklandırılmış eski konakların, nehrin iki yakasındaki ara sokaklardaki kafelerin, su değirmenlerinin, güzel yemeklerin şehri. Cumhuriyetimizin temellerinden olan Amasya Tamiminin yayımlandığı, zengin mutfağı ile damağınızı şenlendirecek bir şehir. Geçmiş ile günümüz arasında size masal yolculuğu yaşatacak bir şehir Amasya.

İki dağ arasına ve Yeşilırmak’ın iki yakasına kurulmuş Amasya. Şehrin iki yakasını bağlayan Roma, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinden kalma köprüler günümüzde sapasağlam ve halen kullanılıyor.

Şehre gece vardığımızda; manzara, ırmak kenarında ve ara sokaklardaki ışıklandırma, caddelerdeki kafeler, müzik sesleri gelen konaklar bir Akdeniz ülkesinde imişim duygusu yaşattı.

Konakladığımız Emin Efendi Konakları bir aile büyüğünüzün evinde misafir olduğunuz duygusunu yaşatacak kadar güzel ve samimi idi. Restorasyonlar doğal dokuyu bozmadan, odalarda size her türlü konforu sunacak biçimde yapılmış. Asansör yok doğal olarak, dar ve hafif gıcırdayan merdivenlerden çıkıyorsunuz. Ama odalar temiz, sıcak ve tüm standart otel unsurlarını içeriyor.

Canlı müzik eşliğinde yenen yemekten sonra gece ara sokaklarda kaybolarak gezmeniz, bir kafede tarçınlı salep içerek ırmağın kokusu ile yukarılardan gelen dağ kokusunu içinize çekmeniz mümkün.

Sabah günün aydınlığında, gecenin renkleri kaybolmuştu. Ancak şehir başka bir muhteşem manzara ile günaydın diyordu.

Amasya’da yollarda yoğun bir trafik yok, ama ciddi bir medeniyet göstergesi olarak, yola adımınızı attığınız anda trafik duruyor ve size yol veriyorlar. Küçük bir şehir olduğu için araba park yeri için ayrılan bölgeler sınırlı. Bu nedenle şehri zaman zaman köprüleri kullanarak yürüyerek gezmenizi öneririm. Zaten Yeşilırmak üzerindeki bir köprüden geçerken sağınızda solunuzda yer alan restore edilmiş konaklara hayran kalıyorsunuz, bir başınızı kaldırınca dağlardaki kral mezarları sizi şaşırtıyor, her köşe başında ecdat yadigarı camiler, hamamlar ve tüm eserler sizi gururlandırıyor.

Şimdi alın çayınızı, kahvenizi elinize birlikte gezelim Amasya’yı.

Kral Kaya Mezarları

Antik Çağ’ın önemli uygarlıklarından olan Pontus Krallığı Pers Satraplarından I. Mithridates Ktistes tarafından Amasya kurulmuş (MÖ.301-47) ve Pontus Krallığı’nın başkenti olmuş.  Harşena Dağı’nın güney yamacına anıtsal kaya mezarları inşa edilmiş.

Öldükten sonra dirileceklerine inanan Pont Kralları, bedenlerinin sağlam kalması için kayalara yaptıkları anıt mezarları, ana kayadan “U” şeklinde ayrılıyormuş, böylece kayalardan gelen suyun cesedi çürütmesini engellemek amaçlanıyor  imiş.

Zengin ölü hediyeleri ile gömüldüklerine inanılan Pont Krallarının mezarları, Romalılar tarafından yağmalanmış ve sonra mezar özelliklerini yitirmişler.

2015 yılında UNESCO tarafından hazırlanan Dünya Geçici Miras Listesine girmiş bu Kaya Mezarları.

Şehzadeler Müzesi

Yalıboyu’nun en eski köprülerinden Alçak Köprü’nün ayağında, Kral Kaya Mezarları’nın eteklerinde, Yeşilırmak’ın kıyısındaki eski sur duvarları üzerinde kurulu iki katlı ahşap bina, Şehzadeler Müzesi olarak tasarlanmış. Müzede, Şehzadelikleri Amasya’da geçmiş olan Osmanlı Sultanlarının heykelleri ve o dönemi yansıtan kıyafetleri bulunuyor.

Müzenin üst katında bulunan yedi heykel, şehzadelik dönemlerini Amasya’da geçirdikten sonra Sultan sıfatıyla Osmanlı tahtına oturmuş şehzade ve sultanlara ait. Bunlar: Yıldırım Bayezid Han, Çelebi Mehmet Han, II. Murat Han, Fatih Sultan Mehmet Han, II. Bayezid Han, Yavuz Sultan Selim Han ve III. Murat Han.

Alt katta bulunan beş heykel ise yine şehzadelik dönemlerini Amasya’da geçirmiş, ancak Osmanlı tahtına oturamamış şehzadelere ait. Bunlar: Kanuni’nin oğulları Şehzade Mustafa ve Şehzade Bayezid, II. Murat Han’ın oğulları Şehzade Ahmet ve Şehzade Alaeddin ve II. Bayezid Han’ın oğlu Şehzade Ahmet.

Büyükağa Medresesi

Kapı Ağası Medresesi ya da diğer adıyla Büyük Ağa Medresesi Sultan II. Bayezid’in Kapı Ağası Hüseyin Ağa tarafından 1488 yılında yaptırılmış. Planı klasik Osmanlı medrese formundan farklılık gösteriyor, özellikle Selçuklu mezar anıtlarında görülen sekizgen plan şeması ilk kez bu medresede uygulanmış

Büyük kemerli bir kapıdan giriliyor içeriye. Sekizgen meydanın ortasında bir havuz, etrafında son derece zarif kemerli sütunlar ve revaklar bulunuyor. Bu sütunların arkasında ise mescit ders mekanları ve öğrenci odaları bulunuyor.

Saraydüzü Kışla Binası- Milli Mücadele Müzesi

Mustafa Kemal’in 1919 yılı Haziran ayında Amasya’ya geldiğinde konakladığı ve Amasya Tamimi’nin kaleme alındığı yer olan Saraydüzü Kışla Binası bu tarihi önemi gözeterek aslına uygun bir şekilde Yeşilırmak kıyısında yeniden inşa edilmiş.

Günümüzde Amasya İl Halk Kütüphanesi olarak kullanılan binanın, son katında Milli Mücadele Salonu bulunuyor. Bilgisayarlarını ve kitaplarını açmış ders çalışan öğrencilerin arasından geçerek üst kata çıkıyorsunuz.

Burada, Mustafa Kemal’in Amasya’ya gelişi, Culistepe Mevkii’nde yerel heyetin karşılama anı 12 balmumu heykel ile canlandırılmış.

Müzeden çıkınca sağ tarafınızda yine zarif bir köprü var karşıya geçmek için. Kunç Köprü adındaki bu köprü, Selçuklu Sultanı II. Mesut’un annesi Hondi Hatun tarafından 13. yüzyılda yaptırılmış. Kısmen kesme taş, kısmen tuğla kullanılarak yapılmış köprüde; kuvvetli su akıntılarından korunmayı sağlamak için sel yaranlar yapılmış. O dönemin mimarlık ve mühendislik uygulamaları; doğanın kuralları ile kavga etmek yerine onlara saygıyla yaklaşmayı tercih ediyorlarmış galiba. 

Müzenin önünde ise su akış hızı ile hala dönen bir su değirmeni var. Bu şehir masal alemi gibi, başınızı ne yana çevirseniz sizi şaşırtan bir eser ile karşılaşıyorsunuz.

Köprüden karşıya geçince, günümüzde de kullanılan ve taş kubbelerinden beyaz dumanlar yükselen Kumacık Hamamı görünüyor.

Kapıağası Ayasağa tarafından 1495 yılında yaptırılmış bu hamamda, kare planlı soyunmalığın üzeri Türk üçgenleri ile geçilen büyük bir kubbe ile kapatılmış. Sıcaklık kısmı, bir ana kubbe, dört eyvan ve iki halvet hücrelerinden oluşuyormuş. Kubbeler ise dıştan alaturka kiremitle örtülü.

Amasya’da aynı yol üzerinde yürürken, Yörgüç Paşa’nın oğlu Mustafa Bey tarafından 1436 yılında yaptırılan ve günümüzde de kullanılan Mustafa Bey Hamamı’nı da görmek mümkün. Hamamın biraz ilerisinde gökyüzüne uzanan ağaçların gölgesinde Mehmet Paşa Cami zarafeti ile sizi selamlıyor.

Bu cami, Sultan II. Beyazıt’ın oğlu Şehzade Ahmet’in lalası Mehmet Paşa tarafından 1486 da yaptırılmış. Külliye: cami, türbe, imarethane, tabhane, Türk hamamı ve handan oluşmakta.

Halen yürüyerek geziyoruz, başınızı çevirdiğiniz her yer sizi şaşırtmaya devam ediyor ama en ilginç mekanlardan biri olan Bimarhane, sadece Amasya’nın değil belki de Ülkemizin en özel mekanlarından biri.

Sabuncuoğlu Şerefettin Tıp ve Cerrahi Müzesi

Bu dantel gibi taş işçiliği olan kapıdan; 700 yıllık mimarisi ile Avrupa ve Anadolu’nun ilk akıl hastanesi olan eski adıyla BİMARHANE, yeni adıyla Osmanlı döneminde yaşamış olan Sabuncuoğlu Şerefettin ile birlikte cerrahi nitelik kazanmış olan Şerefettin Tıp ve Cerrahi Müzesi’ne giriyorsunuz.

Bahçede şifalı aromatik bitkilerin yetiştirildiği bir bölüm de var.

Amasya’da, İlhanlılar Döneminden günümüze kalan tek esermiş. İlhanlı Sultanı Mehmet Olcaytuğ Han bu yapıyı 1308-1309 yılları arasında eşi Ilduz Hatun adına yaptırmış. Zihinsel rahatsızlığı olan hastalar burada ilk kez su sesi ve müzik ile tedavi edilmişler.

Sabuncuoğlu Şerefettin (1385-1470) Fatih Sultan Mehmed döneminde, burada ondört yıl başhekimlik yapmış. Bir çok hastalığa şifa bulmuş ve yazdığı kitaplar, tedavide kullandığı araçlar ve yöntemler günümüz tedavi yöntemlerine ışık tutmuş. Okurken bu ifadelerin abartılı olduğunu düşünebilirsiniz. Ama ben, sergilenen tıbbi cihazlar, heykeller ile canlandırılan muayene ve teşhis yöntemleri ve kullanılan müzik aletlerini görünce hayranlık ve şaşkınlık arasında kaldım.

Sabuncuoğlu Şerefeddin’in kendi yazmış olduğu ve ilk Türkçe cerrahi eser olan Cerrahiyyetü-l Haniye kitabındaki çizimlerden yola çıkarak yaptırılan 10 ayrı branştaki tıp ve cerrahi aletlerinin sergilendiği ve tedavi yöntemlerinin gösterildiği Sabuncuoğlu Salonu, cerrahi operasyon ve tedavilerin yapıldığı Sabuncuoğlu Kliniği ve o dönemki hastalara uygulanan müzikoterapide kullanılan musikinin temel aletlerini görebileceğiniz ve tedavide uygulanan Türk Musikisi makamları hakkında detaylı bilgi edinebileceğiniz Müzik Tedavi Salonu bulunmakta.

Bu salonlarda, sizi o dönemin ruhuna götürecek kadar iyi düzenlenmiş ve bir müzeyi değil de bir tedavi merkezini geziyormuşsunuz gibi hissettiriyor.

Bu müzeden çıktığınızda Yeşilırmak sağınızda etrafa hayran hayran bakarken, II. Bayezit Külliyesi, tüm görkemiyle karşınıza çıkıyor. Amasya tüm farklılıkları aynı mekana sığdırmış, başınızı diğer tarafa çevirdiğinizde dağlardaki kral mezarları görünüyor.

Bayezit Külliyesİ

Kilitli taşlar ile yapılmış kapıdan büyük bir avluya giriliyor. II. Bayezid Külliyesi 1485-1486 yılları arasında Osmanlı Sultanı II. Bâyezid’in talimatıyla Amasya Sancak Beyi Şehzade Ahmed tarafından yaptırılmış. Eldeki mevcut 1496 tarihli vakfiyede belirtildiği üzere külliye birimleri; cami, medrese, imaret, mektep ve köprüden ibaretmiş.

Avluda asırlık bir çınar var ve bu çınar yukarıdan aşağıya dilim dilim bölünmüş gibi duruyor. Yıllarca paratoner görevi görüp yıldırımları üzerine çekmiş ve etraftaki binaları korumuş.

Avluda yeşil çimler ve asırlık ağaçların ortasında ince sütunları olan zarif bir şadırvan bulunuyor. Avlu ortasında yer alan 12 kenarlı şadırvan, 12 sütunun taşıdığı, 12 yüzlü sivri piramit bir çatıyla örtülü.

Tam karşınızda ise; tek katlı, kare planlı, küçük bir bina var. Burası namaz vakitlerinin belirlendiği muvakkithane, iç mekan duvarları ve tavanı kalem işi bezemeler ile süslü bina 1842 yılında yapılmış.

Yan mekânlı ya da zaviyeli cami mimarisinin seçkin örneklerinden biri imiş bu cami.  Kubbe içi ve pencere kemerlerinin üzeri zengin kalem işleri ile süslenmiş. Ahşap pencere kanatları 15’inci yüzyıl ahşap kündekârî tekniğinin güzel örneklerindenmiş. Caminin mukarnas süslemeli, ihtişamlı taç kapısı üzerindeki üç satırlık mermer kitabe Hattat Ali bin Mezid’in eseri imiş.

İçinde gezerken ve yolda dışından yanından geçerken; saygıyla ve rahmetle anıyorum emeği geçenleri ve yıllara direnen bu eserlerin mimarlarını.

Amasya Müzesi

Müze binasının  yanında bulunan müze bahçesi içerisinde açık teşhirde; Hitit, Helenistik, Roma, Doğu Roma, İlhanlı, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait taş eserler sergilenmekte.

Müzenin birinci katında Mumyalar Salonu’nda 14. Yüzyıl İlhanlı Dönemi’ne ait mumyalar, cam tabutlar içinde sergileniyor.

Renkleri ve formları çok iyi durumda değil. Bunun sebebi yıllar önce bir sel felaketi sırasında müzedeki tüm eserler suya kapılıp gitmiş, sonradan toplanıp bir araya getirilenler sergileniyormuş.

 

Müzenin birinci katında etrafı özel koruma ile sergilenmekte olan Roma Dönemi villasına ait “Elmalı Taban Mozaiği” ilginç, ağacın üzerinde kırmızı elma figürleri var.

Amasya’nın geçmişte de elma yetiştiriciliğinde önemli bir merkez olduğu anlaşılıyor.

Amasya elması küçük, kırmızı beyaz formu ve tadı ile özgün bir elma çeşidi. Ancak bu gezide bir şey daha öğrendim. Sadece Amasya elması yatay olarak ortadan kesildiğinde içinden yıldız şekli çıkıyormuş.

Amasya, özgün ve lezzetli yemekleri ile de tanınıyor. Ben bu gezide ilk kez denediğim ve tadına hayran kaldığım kuru bakla ile hazırlanan bakla dolmasının resmini paylaşayım, çünkü tadını nasıl anlatacağımı bilemedim, sadece enfes diyeyim.

Amasya mutfağı denince çöreği anmadan geçmek olmaz. Sade, haşhaşlı ve cevizli olarak yapılan bu çörek bir çok yerde satılıyor.

Ancak hamurunun sırrını vermeyen, ara sokakta küçük bir dükkan var. Galip Ustanın dükkanının içi dolu, önü kuyruk. Önceden toplu sipariş verdiğimiz halde uzun süre bekledik almak için. Beklemeye değdi, damak çatlatan çörekleri denemeden dönmeyin Amasya’dan.

Bir hafta sonunu sakin, tarihi dokusu korunmuş, ancak insanları son derece medeni bir şehirde geçirmek, güzel yemekler yemek isterseniz, ya da yol üstü geçerken yarım gününüzü ayırırsanız inanın pişman olmazsınız. Amasya sizi dostça ağırlayacaktır.

Visits: 0

Dubrovnik Gezi Rehberi: Adriyatik’in İncisi

Dubrovnik, Güneydoğu Avrupa’da konumlanmış Balkan ülkesi Hırvatistan’ın güneyinde Adriyatik kıyısında bir şehri. Dubrovnik Hırvatistan-Crotia’nın en gözde tarihi ve turistik şehri.   

Dubrovnik halkı tarih boyunca  bağımsızlığını korumak amacı ile hem denizden hem karadan yüksek surlarla çevirmiş şehri. Beyaz surlarla çevrili şehir Ortaçağ’dan günümüze en iyi korunmuş tarihi şehirler arasında yerini almış. Tarihi şehir ziyaretçilerini zaman tünelinde Ortaçağ’da yolculuğa çıkartıyor. Ya da tam bir film stüdyosunda dolaşıyor ziyaretçileri. Film endüstrisi de bu özelliği ile Dubrovnik’i son yılların en gözde dizilerinden Games of Thrones’un film stüdyosu olarak değerlendirmiş. Hatta şehirde adım adım Games of Thrones çekimlerinin yapıldığı yerler için özel turlar düzenlenir olmuş.

Dubrovnik’te yapılacaklar sadece tarihi Old Town surları, sokakları, binaları ile sınırlı değil. Surların gerisinde lacivert, pırıl pırıl Adriyatik Denizi kıyısında çok sayıda plajları, adaları ile harika bir deniz tatili de sunuyor.

Niçin Dubrovnik

  • Balkanlar gezisinin olmazsa olmaz şehri, mutlaka görülmeli.
  • Adriyatik kıyıları farklı bir coğrafya, farklı bir kültür.
  • Dubrovnik Old Town dünyada en iyi korunmuş Ortaçağ şehirleri arasında sayılıyor, görmeye değer.
  • Dubrovnik gezisi ile sadece bu şehir değil Karadağ’ın iki güzel şehri Budva ve Kotor’da gezilebilir, Kotor sadece yarım saat, Budva iki saat uzaklıkta. Karadağ karayolu veya deniz yolu ile kolaylıkla ulaşılabilen ikinci ülke olacak Hırvatistan’ın yanında. Ayrıca Dubrovnik’ten kuzeye Bosna Hersek’e de geçebilirsiniz.
  • Dubrovnik bir dönem Türklerin çok ilgi gösterdiği turistik tatil şehri idi, ancak Hırvatistan’ın Avrupa Birliği’ne girmesi ile vize zorunluluğu bu talebi azalttı. Yine de halkı Türklere alışkın, Türkçe bilen esnafa rastlayabilirsiniz.
  • Dubrovnik’e İstanbul’dan direk uçuş ile 2,5-3 saatte gidilmekte.
  • Tarihi ve doğası ile özel bu şehrin mutfağı da zengin ve damak tadımıza uygun. Özellikle deniz ürünleri, zeytinyağlıları ve et çeşitleri lezzetli.
  • Ilıman Akdeniz iklimi ile yılın birçok ayında gezilebilir.
  • Dubrovnik Balkanların diğer şehirlerine göre en fazla turist çeken şehirler arasında, dolayısı ile diğerlerine göre daha pahalı bir şehir. Konaklama, yeme içme de diğer Balkan ülkelerine göre daha yüksek. Bu noktayı belirtmeden de geçmeyelim.

Ulaşım

Dubrovnik, Yugoslavya Federe Cumhuriyeti’ne bağlı olduğu dönemde turizmde ön plana çıkınca şehre havaalanı yapılmış. Türk Havayolları ve Croatia Havayolları’nın İstanbul’dan direk uçuşları bulunmaktadır. Ülkenin başkenti Zagrep üzerinden veya çevre ülkelerden de aktarmalı olarak ulaşılabilir. Şehre sadece 20 km uzaklıktaki havaalanından eski şehre sık otobüs seferleri bulunmaktadır. 

Dubrovnik gezinizde çevre ülkeler Karadağ veya Bosna Hersek’i rotanıza ekleyebilirsiniz. Biz Dubrovnik’e Kotor’dan kendi arabamız ile ulaştık. Kotor çıkışında yanlışlıkla dağ yollarına sapsak da sonunda doğru, keyifli ve daha kısa yolun deniz kenarından gittiğini anladık. Aslında Kotor Dubrovnik arası sadece 91 km ancak yol iki saate yakın sürüyor. Yolun keyfi manzarasından geliyor önce Kotor Körfezi kıyısından dolaşarak Adriyatik Denizi’ne ulaştık. Yol manzarası harika ancak biraz dar ve tırmanmalı olduğu için dikkatli araba kullanmak gerekiyor.

Ulaşım alternatifi olarak çevredeki turistik şehirler Kotor, Budva, Mostar, Saray Bosna’dan düzenli otobüs seferleri bulunmakta Dubrovnik’e.

Şehirde zamanımızın çoğu eski şehir civarında geçiyor, tüm şehri yürüyerek dolaşabiliyoruz. Eski şehre araç girişi yasak, Konaklama eski şehir içinde veya yakın çevrede olursa ulaşım sorunu bulunmuyor. Ancak biz arabamız olmasına güvenip, ekonomik olması nedeni ile merkeze daha uzak bir yerde konakladık. İlk gün eski şehir civarında bir otoparka arabamızı bıraktık, saatine 7 Euro gibi çok yüksek bir rakam ödeyince Dubrovnik’te otoparka araba bırakılmayacağını öğrenmiş olduk. Bu ders sonrası ertesi gün kaldığımız bölgeden belediye otobüsü ile ulaştık şehir merkezine. Belediye otobüsleri sık, eski şehir Pile Kapısı’na kadar getiriyor, bileti otobüs duraklarının yanındaki büfelerden alırsanız otobüsteki fiyatına göre daha düşük ücretli.

Konaklama

Dubrovik’te tarihi şehir içinde veya surlar dışında çevredeki yerleşim alanlarında  otellerde, hostellerde kalınabilir. 

Biz 15 günlük Balkanlar turumuzda iki gece ayırdık Dubrovnik’e. Eski şehir yakınında kalmamamıza rağmen en yüksek konaklama ücretini burada verdiğimizi belirtmeliyim. Çok fazla turist çeken şehir yaz döneminde doğal olarak daha yüksek konaklama ücreti de yüklüyor ziyaretçilerine. 

Dubrovnik Kısa Tarihi

Dubrovnik’i 7. yy’da Mora Yarımadası Epidaurum’da yaşayan ancak Avarların saldırılarından kaçanlar kurmuşlar. Bölge önce Bizans İmparatorluğu, sonra Venediklilerin yönetiminde kalmış. 14. ve 19. yy arasında bağımsız Ragusa Cumhuriyeti kurulmuş bölgede. Dubrovnik, Ragusa Cumhuriyeti’nin başkenti olmuş (1358-1808). Bağımsızlığına çok önem veren bu devlet başarılı diplomatik ilişkiler kurmuş büyük devletlerle. Bu yıllarda Osmanlı İmparatorluğu Balkan topraklarında hüküm sürerken, Ragusa Cumhuriyeti’nin bağımsızlığına dokunmamış ancak vergiye bağlamış. 15 ve 16. yy’da deniz ticaretinde başarıları ile Venediklilerin rakibi olmuşlar. Osmanlı ile iyi ilişkiler ile de sadece Adriyatik kıyılarının ötesinde Asya, Avrupa, Karadeniz, Akdeniz’de ticarette hakim olmuşlar.

Bağımsız, zengin, aristokrat ve diplomatik cumhuriyet döneminde, şehir Rönesans sanatı ve mimarisi eserleri ile donatılır. Ancak 1667 yılındaki büyük deprem ile şehir yerle bir olurken sadece Rektör Sarayı ve Sponza Sarayı ayakta kalır. Deprem sonrası şehir bugünkü halini oluşturan barok stili yapılar ile yeniden inşa edilir. Şehrin mimari eserleri yeniden yapılsa da Ragusa Cumhuriyeti bu dönemde deniz ticaretinde gücünü ve zenginliğini yitirmeye başlar.

Dalmaçya kıyılarında hakimiyetlerini arttıran Fransızlar 1806 yılında bu her anlamda zengin cumhuriyeti yıkarlar. 1815 yılında da şehir Avusturya Habsburg Hanedanlığı topraklarına katılır. Avusturya hakimiyetinde olduğu dönem Dubrovnik’in turizmde öneminin arttığı yıllar olur. Ünlü İngiliz şair Lord Byron Avrupa ve Yakın Doğu gezileri sırasında gezdiği Dubrovnik’i ‘the Pearl of Adriatic’ olarak adlandırır. Bugün de kullanılan Adriyatik’in incisi unvanı Dubrovnik’e çok yakışmış.

I.Dünya Savaşı sonrası 1918 yılında Yugoslavya’ya bırakılır Dubrovnik. 1945 yılında Yugoslavya Federe Cumhuriyetleri’nden Hırvatistan topraklarındaki şehir, tarihi dokusu ve doğası, plajları ile tüm dünyanın ilgisini çeken bir turizm merkezi olur. 1979 yılında da tarihi şehir UNESCO Dünya Mirasları Listesi’ne girerek koruma altına alınır. Bu arada turizmin geliştirilmesi amacı ile şehre havaalanı yaptırılır ve askeri birliklerden arındırılır.

Dubrovnik, 1990’larda Yugoslavya’nın dağılmasından en çok zarar gören şehirlerden biri olur. Sırpların aylar süren saldırısı ile şehir binaları çok zarar görür. Ancak ülkenin bağımsızlığını kazanması sonrası UNESCO desteği ile şehir yeniden düzenlenir.

Gezelim Görelim

Old Town 21 km karelik bir alan kaplamakta, iki kilometre boyunca surlar şehri çepeçevre sarmış. 

Şehre ziyaretçilerin girişi iki ana kapıdan; Pile Kapısı ve Ploce Kapısı. Her iki kapıdan da girişte, sizi şehri tam ortadan ikiye bölen 300 metre uzunluğundaki ünlü  Stradun Caddesi karşılıyor. Diğer sokaklar bu caddeye paralel veya dik kesiyorlar. Stradun Caddesi üzerindeki kiliseler, saraylar, galeriler, kafeleri restoranları göz alıyor. Acaba hangi tarafa yönelmeli diye kararsızlık geçiriyoruz. Biz ilk günümüzde caddeyi boylu boyunca dolaşıp, ara sokaklarını da arşınladıktan sonra akşam yemeğimizi en hareketli, canlı bölgede yedik. İkinci gün ise sabah erkenden şehir surlarında dolaşarak başladık gezimize. Öğleden sonra da Adriyatik kıyısında tekne gezisi ve plaj keyfi yaptık. Özet olarak Dubrovnik tarih kültür gezisi yanında yarım gün deniz keyfi yapmak isteyenler için 2 gün, Adriyatik kıyısında deniz tatili de yapmak isteyenler için 3-4 günde gezilecek bir şehir.  

İkinci gün gezimize surlar üzerinde başladık. Daha önce gezdiğimiz Karadağ’ın iki Ortaçağ Şehri Budva ve Kotor’da da surlar vardı ancak şehirler daha küçük ve surların üstünde kesintisiz bu kadar uzun yürüme seçeneği yoktu.

Pile kapısından girince hemen solda surlara çıkan merdivenler ve bilet satış gişesi bulunuyor. Surların üzerine çıkmayı planlamamıza rağmen ücreti hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. Bilet ofisine ücreti sorunca aldığımız 35 Euro rakamının şaşkınlık yarattığını belirtmeliyim. Sadece surlar veya Dubrovnik Kart fiyatı da aynı rakam. Bu durumda surların yanında müzeleri de, toplu ulaşımı da kapsayan Dubrovnik kart almak daha avantajlı .

13.yy’da zengin şehri hem denizden hem karadan gelen saldırılara karşı korunmak amaçlı yapılan surlar, deniz tarafında daha ince kara tarafında 4-6 metre kalınlıkta ve yüksekliği bazı yerlerde 25 metreye kadar çıkıyor. 

Surların kuzeyine Minceta Kulesi, doğusuna Revelin Kalesi inşa edilmiş. Yine güvenlik amaçlı güneydoğuya St John Kalesi, batısına da Bokar ve Lovrijenac kaleleri yaptırılmış. Games of Thrones çekimleri de Lovrijenac Kalesi’nde çekilmiş. Bu kale 11.yy’da kocaman bir kayanın üzerine kurulmuş ve Pile Körfezi’ne giriş çıkışları gözetlemeyi sağlıyormuş.

Surlar üzerinden yürümek ayrı bir keyif. Tüm Eski Şehrin  turuncu renkli çatılarının sokaklarının tepeden görünüşü yanında lacivert Adriyatik Denizi, adaları, plajları ile tarih ve doğa görsel bir şölen sunuyor. Surlar saat 8.30-19.30 arası açık, tüm bir tur 1,5-2 saat sürüyor, yaz mevsiminde öğle sıcağına kalmadan erken saatte veya akşam üzeri çıkmanın önemini hatırlatmalıyım.

Surların üzerinde tüm turumuzu attıktan sonra şehrin sokaklarında dolaşmaya başlayabiliriz.

İki kapı arasında boydan boya uzanan 300 metrelik  Stradun    Caddesi Old Town’ın en hareketli bölgesi.

Pile Kapısı’nın girişinde   Büyük Onofrio  Çeşmesi yer alıyor. Büyüklüğünün yanı sıra, on altı musluklu ve musluklarının üzerindeki maskeler ile mimari olarak dikkati çeken çeşme mimarının adı ile anılmakta.

Ploce Kapı’sının hemen başında Çan Kulesi, Orlando Sütunu, Sponza Sarayı ve Dominikan Manastırı yer alıyor.

15. yy’da kalma 31 metre yüksekliğindeki  Çan Kulesi Stradun Caddesi’ne girer girmez dikkatinizi çekecektir. Çan kulesi Luza Meydanı’nda Sponza Sarayı’na bitişik. Çan Kulesi 1444 yılında yapılmış ancak 1667 yılındaki depremde hasar görmüş ve 1929 yılında tamamen yıkılıp yeniden yapılmış.

Sponza Sarayı, Gotik ve Rönesans stili ile dikkati çeken saray 1500’li yılların başında yapılmış. Bugün saray Dubrovnik Savunma Müzesi ve Devlet Arşivi olarak hizmet vermektedir.

Yine Luza Meydanı’nda St. Blaise Kilisesi bulunmakta. Kilise 14.yy’da yapılan ancak 1667 yılında depremde yıkılan kilisenin yerine 1706-1714 yılları arasında yapılmıştır.

St. Blaise Kilisesi’nin önünde Orta Çağ’da şehrin koruyucusu olarak tanınan şövalye Orlando için yapılan Orlando anıtı bulunuyor. Koruyucu Orlando heykeli şehrin özgürlüğünün simgesi olarak değerlendirilmiş.

Çan Kulesinin solunda Rektör Sarayı yer alıyor. Ragusa Cumhuriyeti döneminde 13.yy’da  şehrin yöneticileri için yaptırılan saray sonrasında değişik amaçlarla kullanılmış. Sarayda silahlık, cephane ve hapishane de bulunuyormuş. Bugün Saray Kültürel Tarih Müzesi olarak hizmet veriyor. Saray saat 9.00-18.00 arasında açık. Biz müzeyi gezmeyi  çok istemememize rağmen zaman ayıramadık.

Dubrovnik surlarının hemen dışında Pile Kapısı’na yakın girişte Fransisken Manastırı bulunuyor. 13. yy’da yapımına başlanan bu dini kompleksin önemli bir özelliği de Avrupa’nın ilk eczanesinin burada kurulması. Manastırın içinde ayrıca bir kütüphane bulunuyor.

Dubrovnik Old Town elinizde bir harita olmadan da rahat rahat dolaşacağınız bir şehir. Stradun Caddesi’ne paralel ve dik kesen sokaklarda zaten göz alıcı binalar dikkatinizi çekecektir. Bu ara sokaklarda çok sayıda restoran ve kafelerin yanı sıra, hediyelik eşya dükkanları da davetkar görünüyor.

Stradun Caddesi’nde çok sayıda kafe ve restoran olmasına rağmen caddenin paralelinde tesadüfen çıktığımız meydanın akşam üzeri çok daha canlı olduğunu gördük. Meydan’ın çevresinde yer alan oturulacak yerler gün batmadan dolmuş gibiydi. Kahve, bira, şarap, pizza, deniz ürünleri, kebap gibi çok çeşitli seçeneklerin olduğu görünüyordu. Meydanın bir köşesinde merdivenler ile yine küçük bir alana çıkılıyor burada iki kilise bulunuyor. Jesuit Merdivenleri ve Jesuit Kilisesi 1667-1725 yılları arasında yapılmış, Roma’daki İspanyol merdivenlerine benzetilmeye çalışılmış. Biz bu meydanı çok sevdiğimiz için iki akşamımızı da burada geçirdik. Kısaca Ortaçağ şehrinin her köşesi, her saat hareketli. Gündüz görülen turist kalabalığı azalsa da bu kez tarihi binalarda sunulan yiyecekler, içeceklerle şehrin gecesini de  yaşamak isteyenlere hizmet devam ediyor.

Dubrovnik Plajları

Dubrovnik’te tarih ve kültür gezisi yapmak isteyen gezginler Ortaçağ şehir içindeki görsel şölenden çok etkilenecekler. Ancak tarihi şehirde dolaşırken size eşlik eden lacivert Adriyatik Denizi görüntüsü, adaları, plajları da deniz keyfi yapmadan dönemeyeceğinizi anlatacak. Bu nedenle Dubrovnik adaları ve plajlarından söz etmeden olmaz. Daha surlar üzerinde iken surların dibinde kayalıklar üzerindeki plajları göreceksiniz. Kısaca hemen şehir gezisi sonunda Adriyatik sularına atlayabilirsiniz.

Adriyatik kıyısında en geniş ve popüler plaj Banja Plajı. Onu da surların üzerinde sol yönünüzde görebilirsiniz. Plaj yürüyerek Ploce Kapısı’na 100 metre uzaklıkta. Plajın paralı ve parasız bölümleri bulunmakta. Tercih sizin. Ayrıca Banja plajı yönünde Lapad Yarımadası üzerinde çok sayıda otel ve plajlar yer almakta.

Ayrıca hem deniz keyfi hem de tekne gezintisi isterseniz surların karşısındaki Lokrum Adası ilk tercihiniz olabilir. Ploce Kapısı  yönünde hemen limana çıkabilirsiniz. Limandan kalkan tekneler ile Lokrum Adası, Elafiti Adaları ve Lapad Yarımadası’nın plajları seçenekleriniz arasında.

Lokrum Adası en çok ilgi gören ada. Koruma altındaki ve üzerinde yerleşim olmayan ada, tekne ile limana 10 dakika uzaklıkta. Adadaki tarihi Benediktin Manastır’ı bugün restoran olarak hizmet vermekte. Manastır bahçesinde botanik bahçesini gezip, adayı da dolaşabilirsiniz. Adada birçok yerde yüzebilirsiniz, ayrıca çıplaklar plajı da bulunmakta. Lokrum Adası’na  giriş ücretli, tekne ile birlikte 35 Euro ödeniyor. 

Biz tekne ile Lokrum Adası’nın yakınından geçip, biraz daha uzun bir tekne turu yaparak Lapad Yarımadası’nda başka bir plaja gittik. Plajda bir kafe bar da bulunmaktaydı. Hem denize girdik, akşam üzeri de güneşi tarihi Dubrovnik şehri silueti ile batırdık. Tekne sizi gün içinde belirli bir saatte bırakıyor, daha sonra saat başında gelen teknelerden istediğinize biniyorsunuz. Kısaca kalış süresini siz belirliyorsunuz. Biz plajı çok beğendik. Bu gezi için de, Lokrum Adası’na göre daha düşük bir fiyat, kişi başı 15 Euro ödedik. 

Dubrovnik Teleferiği

Dubrovnik’te Old Town’dan kalkan teleferik ile şehri tepeden görmek isteyebilirsiniz. Ancak zaten surların üzerinde yürüyüp, hem şehre, hem plajlara, adalara yüksekten bakmış idik. Meraklısı değerlendirebilir.

Yeme-İçme

Dubrovnik mutfağı da klasik Balkan Mutfağı gibi bizim damak zevkimize uygun. Şehirde İtalyan mutfağı lezzetlerini tatmak da mümkün. Bu arada Adriyatik kıyısında deniz ürünleri de iyi bir seçenek. Yine de Dubrovnik’in diğer Balkan şehirlerine göre daha gözde ve pahalı olduğunu, deniz ürünleri fiyatlarını sipariş vermeden önce iyi kontrol etmek gerektiğini hatırlatalım. Bizim Kotor’da eski şehirde deniz ürünleri deneyimizi bu arada yazmalıyım. Kotor’da yerel bir çeşit balığın 100 gramının fiyatını menüye yazılmış. Biz de parantez içinde küçük yazı ile yazılan 100 gr ifadesine dikkat etmeden, bir porsiyon balık için 13 Euronun makul fiyat olduğunu düşünerek sipariş verdik. Ancak yerel balıkları bizim çupraların boyutlarında imiş. Açıkça belli ki o balık 400-500 gram yani menüdeki fiyatının 4-5 katı ödenecektir.  Biz de beş porsiyon olarak balık siparişini verdik. Ancak bu balıklar neye benziyor diye ocağa atılmadan görmek istedik. Ancak o zaman balıkların boyutunu görünce herkese bir porsiyon yerine ortaya söylemeye karar verdik.  

Dubrovnik’te Old Town dışında daha uygun fiyatlı restoranlar bulunabilir. Biz iki akşam da Old Town’da atıştırmayı tercih ettik. Yerel şarapları ve yerel biraları tatmanızı da önerelim.

Son Söz

Dubrovnik, tarih, kültür, deniz ve gece hayatı eğlencesi arayanların beklentilerini fazlası ile karşılayacak bir destinasyon. Bu özellikleri ile ülkenin en çok turist çeken şehri ve Adriyatik’in en gözde yeri. Balkanlar rotasında, Adriyatik kıyısında Dubrovnik hem iyi korunmuş ve zengin UNESCO Dünya Mirasları Listesi’ndeki Old Town, doğası, plajları ile görülmesi gereken şehir.

Bu arada yine de konaklama ve yeme içme fiyatlarının diğer Balkan ülkeleri ile karşılaştırıldığında yüksek olduğunu tekrar hatırlatayım. 

Visits: 8

Gordion (Yassıhöyük) Gezi Rehberi: Efsanesi Bol Bir Antik Başkent

Başkentimizin hemen yanı başında efsaneleri kendinden ünlü bir antik başkent bulunmakta: Gordion… Yolculuklarım sırasında zaman zaman uğradığım bu antik kenti, bu kez de kelimelerle gezmek istedim. Belki de buraya en yakışanı bu; gerçekten de Gordion ve Frigler, haklarında bilinenlerden çok efsaneleriyle bize ulaşan bir yer.

Örneğin Friglerin nereden geldikleri bile tam bilinmemekte… Hititlerin yıkılmasına da neden olan ve tarihçilerin Deniz Kavimleri Göçü olarak adlandırdıkları ama ne menem bir şey olduğu konusunda tam bir fikir birliği olmayan Trakya üzerinden gelen kavimlerin Friglerin atası olduğu düşünülmekte… Herodotos ve Strabon’a göre, Makedonların komşuları olan ve Brygler olarak bilinen Trak boyu, Boğazlar yoluyla Anadolu’ya geçmişlerdir ve Friglerin atalarını oluşturmuşlar.

Gordion

Yapılan araştırmalar Friglerin tek bir kökenden değil de uzun bir zaman diliminde Trakya ve Makedonya’dan göçlerle gelenlerin  toplanmaları sonucu oluşan bir halk olduğu yönünde… MÖ 1200’lerde başlayıp 400 yıl süren bu göçlerin ilk dönemleri hakkında pek bir şey bilinmemekteymiş. Önceleri Troia’da toplanıp İznik ve Sakarya üzerinden Polatlı’ya geldikleri düşünülmekteymiş.

Gordion’da bu dönemde insanların yoğun olarak toplandığı bir merkez olmuş. Önceleri bir beylik merkeziyken MÖ 9 yüzyılda krallığa dönüşen Friglerin ilk kralı Gordias’mış, MÖ 742/738’de ölümüyle yerine oğlu Midas’ın geçmiş.

Gordion

Ama işin açığı Gordion’un başkent olduğuna dair bir kayıta da ulaşılamamış henüz. Sadece buluntuların yoğunluğu, megaron tipi usta işi yapılar, görkemli tümülüsler buranın başkent olduğu sonucuna ulaştırmış. Yunan ve Frig dilindeki benzerliklere rağmen Frig kültürünün Anadolu’da şekillendiği düşünülmekteymiş.

Biz, Friglerden çok iki efsanevi kralına daha aşinayız: Gordios ve Midas… Efsanelerle sarmalanmış bu iki kral, Friglerin en parlak olduğu dönemlerde yaşamış. Asur yazıtlarında Mita olarak geçen Midas, yine efsanevi Asur kralı II.Sargon’un çağdaşıymış, hatta MÖ 716’da II.Sargon’un Tabal seferinde Midas’ın (Muşkili Mita olarak)  karşı cephelerde yer aldığı rivayet edilmekte. Midas, Asurlara karşı Suriye-Hitit idarecilerine destek vermiş. Midas adına Yunan kaynaklarında da rastlanmakta; mesela Midas’ın Yunanistan’daki Apollo Kutsal Bilicilik Merkezi’ne yolladığı taht, Herodot’u bile büyülemiş.

Gordion’un parladığı MÖ 8. yüzyıl sonlarında başlayan Kimmer akınları, şehrin kaderini değiştirmiş. MÖ 7. yüzyıl başlarında yapımı sürmekte olan Gordion sitadeli Kimmer akınları sonucu yıkılmış. En son MÖ 695 civarında Kimmerlerin şehri yağmalaması sonucu Kral Midas kederinden öküz kanı içerek intihar etmiş. Görünüşe göre bu da bir efsane; son araştırmalar Midas’ın başına aldığı bir darbe sonucu öldüğünü göstermekteymiş.

Ancak Kimmerler, bu topraklara yerleşmemişler; Gordion kendi hayatını sürdürmüş. Ancak MÖ 6.yüzyıl başlarında Lidyalı Alyattes ve  Kroisos’un hakimiyetinde bulunan Frigler, Perslerin MÖ 540’ta Lidya’yı ele geçirmesiyle tarih sahnesinden çekilmişler. Yazılı kaynakları pek olmayan Friglerden geriye efsaneler, çoğu Anadolu Medeniyetler Müzesi ve bir kısmı Gordion Müzesi’nde sergilenen buluntular ve geçmiş tanrıçaları geleceğe bağlayan Kibele kültü kalmış.

Demiştik; Gordion olaylardan çok efsaneleriyle tanınıyor. Gordion’u tanımak biraz da bu efsanelerden geçiyor. Gordios, Frigleri Frig yapan kurucu isim. Midas ise Friglerin altın çağını yaşatan kişi. Midas’ın en bilinen öyküsü ‘Midas’ın kulakları eşek kulakları’ masalı…

Gordion

Buna göre, Yunan mitolojisinin mağrur tanrısı Apollo, güzel sanatların hamisi olarak müzikte de en iyi benim dermiş. Ancak Frig Marsias bir kamışa yedi delik açarak flütü icat etmiş ve dağlarda çalmaya söylemeye başlamış. Marsias, başarısının sarhoşu olarak bir gün dağlarda rastladığı  alıngan Apollo’ya meydan okumuş. Apollo çok bozulmuş ve bir müzik yarışması düzenlemiş. Bugünün sanat eleştirmenleri sayılabilecek dokuz sanat perisi jüri olarak seçilmiş, hakem de Frig Kralı Midas olmuş. Almış eline üç telli lirini, çalmış da çalmış Apollo ama Midas Marsias’ı beğenmiş. Sen misin Apollo’yu beğenmeyen; o hassas Apollo, birden şirretleşip sen sağırsın galiba deyip Midas’ın kulaklarını eşek kulağına dönüştürmüş. Midas, karizmayı çizdirmemek için saçlarını uzatmış, oradan alıp saçlarını öbür tarafa yatırmış falan filan ama olacak gibi değil, saçlar bele kadar uzamış. Eh o zamanlar upuzun saçları başa topuz yapma modası da yok; öyle yapacağına eşek kulaklarıyla dolaşsın daha iyi. Sonunda Midas berberini çağırtmış, bin bir yemin, bir o kadar söz, saçlarını kestirmiş. Berber görmüş kulakları, söz de vermiş ama nereye kadar?  Böyle sansasyonel haber saklanabilir mi? Berber de gitmiş kuyulara bağırmış, Midas’ın kulakları eşek kulakları diye… Kuyuda yememiş içmemiş, yankılanmış durmuş. Gordion dediğin başkent ama yani, bir Paris, Londra’da değil… Akşama kadar herkesin haberi olmuş Midas’ın kulaklarından. Sonunda Midas, halkı toplayıp bir kulak demosu yapmış, millet de kıkırdamalar, fıkırdamalar… Sonunda iş yine berbere düşmüş ve gelip Midas’ın ne kadar adil ve iyi bir kral olduğunu hatırlatmış.  Böylece Midas ve halkı mutlu, mesut yaşamlarına devam etmişler; taa ki Kimmerler gelip ortalığı yakıp yıkana kadar… Daha dramatik kişilikler ise efsanenin sonunu farklı bağlamışlar; buna göre koca kral halkın dalga geçmesine dayanamamış ve kulaklarını kesmiş ama kesilen yerden sarmaşıklar otlar uzamış falan… Bazı araştırmalar Midas’ın kulaklarında yapısal bir deformasyon olduğunu göstermekteymiş, ben Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde kafatasını gördüm, bir şey fark etmedim.

Gordion

Midas’ın başına gelenler bununla sınırlı değil… Yunan mitolojisinin en berduş tanrısı Diyonisos, kankası Satirleri bahçesinde ağırlayan Midas’a dile benden ne dilersen, demiş. Kralımız, malı mülkü az gelmiş olmalı ki  neye dokunursam altına dönüşsün diye dilekte bulunmuş. Sen benim lirimi, ezgilerimi beğenmedin diye adama etmediğini bırakmayan tanrılar bu sefer, Midas’ın  dileğini kabul etmişler; gerçi  Apollo hassas ve alıngan, Diyonisos kafa dengi, kabul eder  tabii. Neyse, dileği kabul edilen  Midas ona dokunur, altın… buna dokunur, altın… iyi hoş da karnı acıkınca, sevdiceğini kucaklamak isteyince… haliyle durum değişmiş.  Midas yana yakıla yine Diyonisos’a gidip tekrar bir dilekte bulunmuş ve  eski, fakir ama mutlu günlere dönmek istemiş. Tanrılar da ‘Git, Paktalos’ta yıkan’ demiş. Midas suya girer girmez nehrin kumları altına dönüşmüş. Ama bu durum eninde sonunda Lidyalılara yaramış. Başkent Sardes bu altınlarla ihya olmuş. Başka bir efsanevi lider olan Lidya Kralı Kraisos   bu yolla Karun kadar zengin olmak deyiminin kahramanı olmuş.

Bir de Gordion Kördüğümü var ki, artık efsanelerden bana da fenalık geldi. Efendim, Frigler kendilerine lider arıyorlarmış ve şehre öküz arabasıyla gelen ilk adamı kral yapmaya karar vermişler. Belli ki dört tekerlekli öküz arabası o günlerin Ferrarisi, Maseratisi… Neyse o sırada Midas’ın atası Gordios dört tekerlekli öküz arabasını çeke çeke gelmiş ve kral olmuş, öküz arabasını da öyle bir bağlamış ki, kimse çözememiş. Hatta bu düğümü çözenin Asya’nın hakimi olacağı kehaneti bile söz konusuymuş. Gel zaman git zaman, Frigler tarihe karışmış ama düğüm olduğu gibi kalmış. Taa ki, Büyük İskender gelip de düğümü çözemeyene kadar. Ama Büyük İskender bu; düğümdü, fiyongtu,  anlamam, benim acelem var, deyip kılıcıyla kesivermiş düğümü. Ve bir anlamda Asya’nın da fatihi olmuş ama pek bir faydasını görememiş, genç yaşında ölmüş gitmiş gurbet ellerde.

Gordion, bütün bu efsanelerin düğüm noktası. Gordion, Polatlı İlçesine bağlı Yassıhöyük beldesinde yer almakta; Ankara’ya 93 km uzaklıkta. Gordion, Polatlı’ya da 18 km mesafede. Polatlı-Sivrihisar yol ayrımından ise 12 km’lik bir yol var.

Gordion  üç ana bölümde gezilebilir; Gordion Müzesi, Midas Tümülüsü ve Gordion Antik Kenti…  Ama Gordion’u daha iyi tanımak için,  bu listeye bir de Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ni eklemek gerek çünkü Gordion’dan çıkarılan bulguların çoğu orada.

Gordion Müzesi

Midas Tümülüs’ün karşısında bulunan Müze, Gordion’un tarihini anlatan bulgulara ev sahipliği yapıyor. 1963 yılında açılan Müze, Gordion’dan gelip geçen uygarlıklardan geriye kalanlar sergilenmekte.

Müze’deki en eski bulgular MÖ 3000’lere Erken Tunç Çağı’na kadar uzanıyor; gaga ağızlı seramikler bu dönemin belirleyici özelliğiymiş. MÖ 2000’lerin ilk yarısına tarihlenen Orta Tunç Çağı’yla ilgili bulgular ise gömülerden elde edilen objelermiş. Özellikle kil bir mühür Hitit bağlantısını göstermekteymiş. MÖ 1500’lere tekabül eden Geç Tunç Çağı’na ait eserler ise tamamen Hitit hakimiyetini göstermekteymiş. MÖ 1000’lerde başlayan Frig dönemine ait erken dönem Frig çömlekleri, Güney Avrupa tarzıyla benzerlikler göstermekteymiş, bu da Friglerin geldiği topraklar hakkında bir fikir veriyor olmalı… Bu dönem Frig Krallığının da başlangıcı olarak kabul edilmekte. Bu dönemde Frig kalesinin ilk izlerine de rastlanmaktaymış. 

Gordion

Friglerin çeşitli dönemlerdeki gündelik hayatına ışık tutan objeler yanında Frig sanatı ile ilgili nadide örnekler görülebilir. Frig el sanatının temel özelliği deve tüyü renginin kullanılması ve geometrik desenlermiş; MÖ 9. yüzyıldan yıkılışa kadar gerek seramik, gerek ahşap gerekse metal işçiliğinde bol bol geometrik desenler kullanılmış. Bir başka önemli husus ise mozaik taş döşemeciliği. Hepsi müzede görülebilir. Frig sanatı önceleri Hitit etkisindeyken sonra Yunan etkisine girmiş. Bu etkileşime rağmen kendi karakteristiğini taşıyan Frig sanatı, Mö 5. yüzyıldan itibaren tamamen Helenistik özellikler kazanıp özgünlüğünü kaybetmiş. Yunan etkisiyle çömleklerde deve tüyü rengi yerini zamanla siyaha bırakmış.

Müze’de çömlekçilik temelinde Gordion’daki evreler dikkati çekmekte; Erken dönem Frig çömlekçiliği ile başlayıp Orta ve Geç Tunç Çağı’na ait eserler, Erken Demir Çağı Çömlek parçaları, Orta Geç Frig çömlekleri, özellikle İmparator Augustus dönemine denk gelen Roma dönemi çömlekleri, Yunanistan’dan ithal edilen çömlekler ile devam etmekte. Müzede ayrıca Midas Tümülüsü’nden çıkan bronz eserler, Orta Tunç Çağı’na ait gömüler, Geç Tunç Çağı’na ait bulgular, Frig dokuma malzemeleri, demir işçiliği örnekleri, cam objeler,  mühürler, mimari parçaları, Helenistik döneme ait heykeller, çömlekler, Lidya dönemine ait eşyalar, sikkeler, gömü canlandırması yer almakta. Müzenin bahçesinde ise MÖ 9. yüzyıldan kalma, Gordion Antik Kenti’nden getirilen dünyanın en eski çakıl mozaik döşemesi görülebilir. Müzenin hemen yanındaki parkta ise Galat Mezarı ve mimari kalıntılar yer almakta.

Müze,  yaz döneminde  (15 Nisan-31 Ekim) 10.00-19.00 , kış döneminde (31 Ekim-15 Nisan) 8.30-17.00 saatleri arasında ziyaret edilebilmekte.Müzeye giriş 10,-TL, müze kartına ücretsiz. Bu bilet ile Midas Tümülüsü de gezilebiliyor.

Midas Tümülüsü

Gordion deyince akla Tümülüs geliyor. Bölgede 80 civarındaki tümülüsün en büyüğü olduğu için en ünlü Frig Kralı Midas ile ilişkilendirilmiş ama tarihsel veriler ışığında Midas’tan daha önceki bir kral için yapılmış olduğu, hatta Midas’ın babası Gordios için yaptırdığı rivayet edilmekte. 300 metre çapı ve 53 metre yüksekliğiyle heybetli bir görüntüsü olan tümülüsün içinde 100 metrelik bir koridorla mezar odasına varılıyor. Çam ve ardıç ağaçlarından yapılma büyük bir sandukayı andıran mezar odası, bir zamanlar ölüye adanan hediyelerle doluymuş; şimdi bunların çoğu Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenmekte.

Gordion

Tümülüs geleneği Friglerle Anadolu’ya gelmiş. Kral ve soylular için öldüklerinde dikdörtgen bir çukurdaki ahşap mezar odasına yerleştirilip üstleri yığma toprak ve taşla örtülmesinden oluşan tümülüsler birer anıt mezar niteliğinde. Midas Tümülüsü’nde ahşap mezar odası 80 cm kalınlığında taş bir duvarla çevrili.

Mezar odasındaki bir kerevette 60 yaşlarında 159 cm boyunda bir adamın cesedi bulunmuş… Şimdi o vücuttan sadece kafatası kalmış, o da Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenmekte. Ayrıca kakma ve oyma tekniğiyle yapılmış ahşap masa ve panolar, 3 büyük kazan, 160 bronz kap, 154 fibulada buradan çıkan ölü hediyelerinden. Altınlara çok düşkün olan Midas’in Tümülüsünden altın ve değerli maden objelerin çıkmaması, özellikle Kimmerlerin yağmalamasına dayandırılıyor; benim aklıma pek yatmadı, hiç mi kalmaz geriye altın, gümüş bir şeyler…

Gordion

1901’de Koerte kardeşler tarafndan keşfedilen tümülüste mezar odasının içine girilmiyor ama ahşap yapının penceresinden bir kısmı görülebiliyor. Mezar odası 5.15×6.20 metre boyutundaymış, tavan yüksekliğiyse 3.25 metreymiş. Bunun üzerine de 4 metre boyunca taşlar yığılmış, kil tabakası ile kaplanıp tümülüs oluşturulmuş.

Gordion 2014 tarihli gazetelerde  Midas’ın  Son Akşam Yemeğinde yenilenlerden yola çıkılarak bir ziyafet düzenlediği haberi yer almaktaydı. Buna göre Midas’ın cenaze merasiminde kullanılan kaplardaki kalıntılardan  tespit edilen yemekler (kaz etli börek, bal ve üzüm suyuyla marine edilmiş kuzu sırtı, yumak tatlısı) çeşitli ülkelerden gelen 3000 konuğa servis edilmiş ve gece sonunda pastadan Kral Midas fırlayıvermiş. Bu durum tüm Gordion efsanelerini geride bırakan, bugünümüze de ayna tutan efsane bir olay olmuş işin açığı…

Gordion

Gordion Antik Kenti

Midas Tümülüsü’ne gelmeden 2 km önce ‘Gorion Antik Kenti’ tabelasını göreceksiniz. Baktığınızda bir şeye benzemediği için geçip gideceğiniz bir yer. Ama Gordion Antik Kent tabelasına gelmeden önce (Benzinlik karşısındaki) tepe, Gordion’u genel olarak yukarıdan görebileceğiniz bir nokta.  Taşlık bir patikada 20 metre ilerledikten sonra tırmandığınızda sur ve saray yapılarından kalanları görebileceksiniz.

Gordion

Gordion’un ilk yerleşimlerinin izleri en alt (7B) katmanda görülmüş; Tek katlı, dikdörtgen planlı, bitişik haldeki ilkel mimarinin görüldüğü bu katmanda bulunan koyu çömlekler Troia’daki kazılarda aynı katmanda bulunanlarla benzeşmekteymiş. Bir üst  katmanda ise (7A), Balkanlarda uygulanan ahşap destekli yapının dallar ile kaplanıp çamurla sıvanmasından oluşan yapılaşma örnekleri tespit edilmiş. Bu dönemde Frig sanatının temelini oluşturan deve tüyü renkte çanaklara denk gelinmiş.

Frig krallığının izleri ise 6B katında gözlemlenmiş. Erken Frig  olarak kabul edilen, MÖ 10 ve 9 yüzyıla tarihlenen ve ilk kurucu kralların göründüğü bu dönemde şehir surlarla çevrelenmiş, yönetici sınıfa ait serendamlı evler bulunmuştur. Ama Friglerin asıl parladığı dönem 6A katına tekabül etmekteymiş. Gordios ile başlayıp Midas ile devam eden yapılaşma bu döneme ait. Kale, sur, saraylar ile Gordion en şaşaalı dönemine ulaşmış.

Bugün kafamızda birleştirmemiz çok güç olan kalıntılar, ovadan yaklaşık 10 metre yükseklikte 500×350 metre ölçülerinde bir sitadel ile Midas’ın sarayı ve tapınaklara ait olduğu düşünülmekte. Gerçekte 15 metre civarında olduğu sanılan kulelerle girilen Eski Gordion Kalesi içinde duvarlarla ayrılmış iki avlu etrafında çevrelenmiş yapılar mevcut. Saray bölgesi olarak nitelendirilen avlular, megaron tipinde geniş bir koridor ya da taraça ile çevrelenmiş. İlk megaron kerpiç ve ahşap ile yapılmış. İkinci megaron ise ahşap iskeletli  taş bir yapı. Binanın taban döşemesi geometrik desenli mozaikle kaplanmış; Müze bahçesinde gördüğümüz mozaik parçaları bunun örneği. İç avludaki yapılar muhtemelen Kral Midas’a aitmiş. 400 m2’lik alana yayılan bir megaronun ise Midas’ın sarayı olduğu kabul edilmekteymiş. Burada fildişi süslemeli ahşap mobilyalar bulunmuş, dönemi için oldukça gösterişli olan bu mobilyalar bugün Anadolu Medeniyetleri Müzesinde sergilenmekte. Çevresindeki yapılar ise idari binalar ve yönetici konutları, saray gereksinimleri için üretim atölyeleri olarak belirlenmiş. Bu eski kale, Kimmer saldırıları sonucu tahrip olmuş.

Gordion

Eski kalenin yıkılmasından sonra en geç MÖ 6. yüzyıl başlarında oldukça yüksek yeni bir kalenin inşaatına başlanmış. Eski kalenin planına uygun olarak megaron tarzındaki binalarla geliştirilen yeni kale Geç Frig dönemi olan MÖ 4 yüzyıla kadar varlığını sürdürmüş.

Burası aynı zamanda Friglerin hakim olduğu Eskişehir-Afyon-Kütahya arasındaki bölgeye uzanan 550 km civarındaki Frigya Yolu’nun da başlangıcı. Yolun bir ucu Afyon’daki Kırkinlere kadar uzanmakta.

Gordion

Anadolu Medeniyetleri Müzesi Frigya Bölümü

Gordion, Friglerin ruhunu hissetmemiz için gezilecek bir yer ama zenginliği ancak Anadolu Medeniyetleri Müzesi gezilerek anlaşılabilir. Gerek Midas Tümülüs, gerekse Antik Kent kazılarında çıkarılan eserler burada sergilenmekte. Friglerin ahşap işçiliğindeki ustalıklarının işareti masa ve paravanlar, göbekli cam taslar, gaga ağızlı seramik çanaklar, çocuk oyuncakları, situlalar (törensel kutsama kapları), terra cota vazolar, metal işçiliğinin mükemmelliğini gösteren tunç kazanlar, iğneler, bıçaklar, fibulalar, kulak karıştırıcıları, takılar belli başlı eserler. Tunç kazanları süsleyen hayvan ve insan protomları, kaz biçimli kaplar Frig sanatının boyutlarını göstermekte. Müzede sergilenen Midas’ın kafatası da, özellikle Midas ile ilgili rivayetlere ışık tutuyor.

Müze’nin Frig bölümünün belki de en nadide eseri Boğazköy’de bulunan Kibele heykeli. İnsan biçimli tasvir edilen  tanrı, Frigçe anne anlamına gelen ‘matar’ ve dağ anlamına gelen ‘Kybele’ imiş. Kybele genelde birkaç kattan oluşan başlıkla ve ayaklarına kadar inen bir elbise ile tasvir edilmiş. Elindeki nar, kase, kuş tanrısallığının işaretiymiş. Müzedeki Kybele’nin iki yanında flüt ve lir çalan iki erkek çocuğu bulunmakta. Kybele’nin baş tanrı olduğu Frigler, belki erkek egemen bir tarih yazmışlar ama  tanrılar katında kadının erkekler karşısında kaybettiği yeri geri vermişler gibi görünüyor.

Gordion

Gordion benim için çok büyülü bir alan, bu biraz da ne beklediğiniz ile ilgili. Gordion Müzesi, Anadolu Medeniyetlerinden kalanların sergilendiği mütevazı bir yer; Tümülüs ise içinde sanduka bulunan bir tepe olarak görülebilir. Antik kent ise zaten gezmeye, dolaşmaya çok uygun değil. E, o zaman neden Antalya’ya, İzmir’e bir an evvel gitmek varken sapalım bu yola diyebilirsiniz.

Ama Gordion’da soluklandığınız bu yer belki de Büyük İskender’in kör düğümü kesmek üzere kılıcını savurduğu yerdi ya da o ağaç, belki de Midas’ın dokunuşuyla bir zamanlar altına dönüşmüştü, hatta biraz dinleseniz rüzgar hala Midas’ın kulakları eşek kulakları diye fısıldıyordur belki de… Burada yüzyılların efsaneleri, sizin  tatil noktanıza  bir an önce ulaşma telaşınıza çarpar ve yine olduğu yerde kalır, yeni gelenlere o günleri anlatmak üzere; siz geçer gidersiniz…

  • Yazı da temel olarak İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü ‘Anadolu Demir Çağı Devletleri’ ders kitabından ve ilgili Müzelerin bilgilendirme notlarından da faydalanılmıştır.

Visits: 10

Bafa Gölü: Herakleia Antik Kenti: Kapıkırı Köyü Gezi Rehberi

Bafa Golu

Bu yazıda aynı topraklarda üç ayrı yer ve yaşamdan söz edeceğiz. Bir yanda Beşparmak Dağları’na sırtını dayamış Bafa Gölü’nün olağanüstü doğası, öyküsü, üzerinde yaşayan canlılar hayvan ve bitkiler, diğer yanda 2500 yıllık tarihi antik kent ve son olarak bu coğrafyanın üzerinde bugünkü yerleşim yeri.

Önce ilginç doğum öyküsü ile başlayalım Bafa Gölü’nü tanımaya. Bafa Gölü Muğla ve Aydın ili sınırlarında Ege Bölgesi’nin en büyük gölü. Aydın Bodrum yolunda yanından geçtiğimiz sakin, durgun göl, öyle bildiğimiz göllerden değilmiş meğer. Geç Antik Dönem’de koskocaman Ege Denizi’nde bir körfez, Latmos Körfezi imiş. Latmos Dağları’nın eteğinde, deniz ticareti ile zenginleşen şehir devletlerinin kıyısında imiş.  Ege Denizi’ndeki Latmos Körfezi Büyük Menderes Nehri’nin getirdiği alüvyonlarla dolmuş ve deniz ile bağlantısı kesilip, kocaman tuzlu bir göle dönüşmüş. Bir zamanlar Ege Denizi olan Söke Ovası da bu alüvyonların yarattığı verimli topraklardan oluşmuş. Bugün Bafa Gölü’nün Ege Denizi’nden uzaklığı 17 km kadar geniş bir alanı kaplamaktadır.

1994 yılında Milli Park kapsamına alınan Bafa Gölü jeolojik oluşumunun dışında, çevresi ile birlikte zengin çeşitli fauna ve floraya sahip. Bugün tatlı olan suyunda kefal, levrek, yılan balığı ağırlıklı çok çeşitli su canlılarına ev sahipliği yapıyor. Bafa Gölü üzerinde bazı kaynaklara göre 220’den fazla kuş çeşidi barınmakta. Göçmen kuşları da mevsimlik misafirleri oluyor gölün. Gölün kıyıları yemyeşil yıllanmış zeytin ağaçları ve çam ağaçları ile bezenmiş. Göl bir yanını antik çağdaki adı ile Latmos Dağı, günümüzdeki adı ile Beşparmak Dağları’na dayamış. Bu dağların şekli de düz klasik bir görüntüde değil, farklı formasyonları çarpıcı bir görüntü oluşturuyor. Ayrıca Beşparmak Dağları’nda bir yandan orkide üretilirken, diğer yanda kekik gibi dağlarda yetişen bitkiler de buraların zenginliği. Dağlar Orta Çağ’da keşişlerin yurtları olmuş, keşişler dağları mesken edinmiş, manastırlarını da yapmışlar. Daha eski tarihlerden kayalarda mağara resimleri de Beşparmak Dağları’nın hazineleri arasında.

Bafa Gölü kıyıları Ege Denizi kıyıları gibi girintili çıkıntılı doğal olarak denizden koptuğu için. Gölün üstünde de adalar üzerinde tarihi kalıntılar ile başka göllerden farklı bir görüntü sunuyor. Bafa Gölü tüm bu özellikleri ile bize neler sunuyor derseniz o kadar çok alan sayabiliriz ki.

Öncelikle sadece günübirlik ziyaretçi iseniz hemen göl kenarındaki antik Heraklia Kenti’nin kalıntılarının üzerinden Bafa Gölü manzarası hayranlık uyandıracak. Kıyıdaki balıkçı kayıklarının, göldeki adaların üzerindeki kalıntıları ile birlikte doyulmaz görüntüleri öncelikle gözlerinize hitap edecektir. Bu manzaralar amatör fotoğrafçıların ötesinde fotoğraf tutkunlarını bölgeye çekiyor. Hele bir de güneş batarken veya ay ışıkları Bafa Gölü’ne vurmuşken inanılmaz foto çekimleri oluyormuş.

Kuş gözlemcileri için kuş çeşitlerinin çokluğu gölün diğer bir cazibesi. Kuş gözlemcisi olmak şart değil,  sadece keyif için göl üzerinde sandal turu yapıp göl üzerindeki adalarda tarihi kalıntıların arasında dolaşmanın yanında,  kuşlarla da zaman geçirebilirsiniz.

Yürüyüş turu yapmak isteyenler için hem göl kıyısında hem de Beşparmak Dağları’nda birden çok yürüyüş rotaları bulunmakta, bazı rotalarda tarihi manastırlar ve kaya resimlerini görebilirsiniz.

Bafa Gölü kıyısında çadır kampı yapıp gölün sakinliğini, huzurunu, manzarasını doya doya yaşayabilirsiniz.

Tarih meraklıları için Heraklia kentinin kalıntıları da, öyküsü de ilginizi çekecektir.

Göl civarındaki aktiviteleriniz sonrası göl manzaralı bir yerde kahvenizi, içkinizi veya gölden tutulan kefal, levrek ve yılan balığı tatmak da ayrı bir keyif olacaktır. 

Bafa Gölü’nün güzelliği, zenginliği konusunda benim gibi yıllarca bilgi sahibi olmamış olabilirsiniz. Muğla ilinin her köşesi ayrı bir zenginlik, her bir ilçesinde tarih, doğa, deniz keyfi yaparken Milas ilçesi sanki biraz gölgede kalmış. Benim gibi en fazla İzmir Bodrum yolunda göl kıyısından geçmiş olabilirsiniz.

Bafa Gölü’nün oluşumu öyküsünün orijinalliği dışında mülkiyet yapısı da ilginç. Yıllarca özel mülk olarak bir kişinin mülkiyetinde kalmış. Göl çevresindeki toprakların sahibi İsmail Rüştü Aksal gölün de kendi mülkiyetinde olduğunu savunmaktaymış. Köylülerin gölde balık avlayarak gelir elde etmelerine engel olmaktaymış. 1967 yılında Deniz Gezmiş ve arkadaşları köylüleri örgütlemiş ve bu toprak ağasına karşı mücadele başlamış. Toprak ağası gölün başına silahlı adamlar dikmiş ve çatışmalar çıkmış. Anayasa ile düzenlenen ülkenin tüm nehir, göllerinin kamu malı olduğu hükmünün uygulanması böyle mücadele ile kazanılmış. 1978 yılında Başbakan Ecevit’in kamulaştırması ile böylesine özel bir göl halkın malı haline gelmiş. Bugün gölde balık avlayabilirsiniz. Ancak günümüzde devletin korumasındaki bu özel gölün temizliğinin, bitki ve hayvan canlılığının korunması konusunda doğru politikalarının uygulanması gerektiğini belirtmeden de geçmeyelim.

Herakleia Antik Kenti

Herakleia Antik Kenti’nin kalıntıları bugün Bafa Gölü kıyısında, Milas’a 39 km uzaklıkta ve Kapıkırı Köyü içerisinde yer almaktadır. 

Herakleia’da yerleşime ilişkin bilgiler M.Ö.8.yy’a  uzanmakta. O tarihteki adı ile Latmos şehri sırtını Latmos Dağları’na (Beşparmak Dağları) yüzünü Ege Denizi’nde Latmos Körfezi’ne çevirmiş.

Bir Karya kenti olan Herakleia’yı M.Ö.400’lerde, Perslerin işgali ile Halikarnassos Valisi Mausolos almış. Sonrasında İskender dönemi ve Seleukoslar’ın egemenliğine girmiş bu kent. M.Ö.300’lü yıllarda Helenistik dönemde şehre Yunan mitoloji kahramanı Herakles’in adı verilmiş. Daha sonraki yıllarda Herakliea, Bergama Krallığı, Roma Krallığı, Bizans, Menteşe Beyliği ve Osmanlı hükümranlığına girmiş. 

Şehir M.Ö.1.yy’a kadar bir liman şehri olarak zengin ve deniz ticaretinde önemli bir şehir iken Büyük Menderes Nehri’nin taşıdığı alüvyonlar ile denizden kopan şehir artık önemini kaybediyor.

Dışarıya kapanan bu şehir M.S. 7.yy’da, Arap istilasından kaçan keşişlerin gizlendiği topraklar olmuş. Keşişler dağların eteklerinde, kayaların içlerinde 13 manastır yapmışlar. Bu manastırların içerisinde en ünlü olanı Yediler Manastırı’na Kapıkırı’na ulaşmadan önünden geçeceğiniz Gölyaka Köyü’nden 1,5 saatlik bir yürüyüş ile ulaşabilirsiniz.

Herakleia kenti M.Ö 5.yy’da antik Yunanda yaşayan şehir plancısı Miletli Hippodamos’un dikdörtgen planlı sokak düzenini uygulamışlar yani kentlerini sokaklarını binaları o tarihlerde planlamışlar, uygulamışlar. Planlı şehirde M.Ö. 3.yy’da Athena’ya adanan tapınak dağa doğru Bafa Gölü’ne hakim bir noktaya kurulmuş. Hellenistik dönemde dor nizamında iki sütunlu bir tapınak yapılmış. Tüm şehri gören tapınak şu anda da iyi konumda bazı duvarları ayakta en azından.

Tapınağın alt tarafında şehrin iki katlı agorası yer alıyor ancak tam ortaya Kapıkırı ilkokulu binası yapılmış, şu anda kullanılmasa da binası durmaktadır. Yine bölgede buleuterion (meclis binası) da bulunmakta. Köyün kuzeydoğusunda tiyatro bulunuyor sahnenin taşları görünürken oturma sıraları henüz ortaya çıkmamış

Şehir M.Ö 287 yılında 65 kule ile 6,5 kilometre surlarla çevrelenmiş. Engebeli dağlık arazide gölün 500 metre yüksekliğine kadar çıkan surlar düzgün kesme taşlardan yapılmış ve hala görülebiliyor.

Hemen göl kenarındaki Bizans Kalesi de etkileyici bir manzara sunuyor.

Ayrıca Bafa Gölü’nün üzerindeki adacıklarda da kentin kalıntıları ve kiliseler bulunuyor. Gölde sandal gezilerinde bu kalıntılar yakından görülebilir.

Şehrin nekropol alanları da çok ilginç. Göl kenarında merdivenlerden inerek birçok mezarı yakından görmek mümkün. Bazıları da gölün içinde adacık seklinde görünüyor, üstlerinde yüzlerce büyüklü küçüklü mezarlar ile. Bölgede 2500 civarında kaya mezarı olduğu söylenmekte.

Bu arada yeri gelmişken Herakleia Kenti’nin mitolojik öyküsünü de anlatalım. Bazı kaynaklarda farklı anlatımlar olsa da birini paylaşalım. Latmos Dağları’nda Endymion adında çok yakışıklı bir çoban yaşarmış. Çobanı gören Ay Tanrıçası Selene aşık olmuş bu çobana ve aralarında  bir aşk başlamış. Tanrıça ile çobanın aşkını gören Zeus çobana yardım etmek istemiş. Zeus Endymion’a dile benden ne dilersen demiş. Tanrıça ile aşk yaşayan ölümlü çobandan aşkının ölümsüzlüğü için sonsuza kadar genç ve güzel kalmayı istemiş. Zeus çobanın dileğini yerine getirmek için sonsuza kadar uykuya yatırmış Endymion’u. Ay Tanrıçası Selena’da her akşam sevdiğini görmeye gelmeye devam etmiş. Bugün geceleri göldeki ay pırıltıları da bu aşkın sürdüğünü göstermekteymiş.

Bölgedeki tarihi hazineler sadece Latmos ve Heraklia’dan kalanlarla sınırlı değil. Tarih öncesi dönemlerden kalma mağara resimleri ayrıca Hititlerden kalma kalıntılar da bulunmuş. Mağara resimlerine yürüyüş rotalarına katılarak Beşparmak Dağları’nda ulaşabilirsiniz. Ne kadar heyecan verici değil mi, kaç bin yıllık tarihten izlere ulaşabilmek dokunabilmek bu topraklarda. Anadolu topraklarımızın zenginliği her bir adımda karşımız çıkıyor.

Heraklia kenti yıllar önce önemini kaybedip, içine kapanmış ve sonraki hükümranlıklarda da o zengin dönemine ulaşamamış. Türkiye’de bu toprakların araştırılmasına 1970’li yıllarda Alman ekip tarafından başlanmış ve halen kazılar devam etmektedir. İlk kaya resimleri de 1994 yılında bulunmuş, 170 civarında kaya resmi olduğu bilinmekte.

Kapıkırı Köyü

Gelelim Kapıkırı Köyüne, bazı bloglarda Türkiye’nin en güzel köyleri arasında sayılan köy gerçekten tarihi Herakleia kentinin tam anlamı ile üzerine kurulmuş ve Bafa Gölü’nün eşsiz manzarasına hakim. Küçük bir köy, nüfusu 300 civarında. Köy içinde konaklamak için pansiyonlar ve lokanta ve çay kahve içecek yerler de bulunmakta.

Yukarıda yazdıklarımı okuduktan sonra daha ne olsun hem Bafa Gölü’nün, hem tarihi kentin sunduklarını doya doya yaşayıp, hem de doğal bir köyde konaklamak çok cazip görünebilir. İnanın ben de doğanın ve tarihin bu bölgeye bahşettiklerini görünce aynı duygulara kapıldım. Sadece günübirlik uğradığım bölgeye tekrar gitmek isterim. Ancak köyde konaklamak konusunda çok rahat yorum yapamayacağım. Ben düşüncelerimi yazayım karar sizin..

Köyün en büyük sorunu köye adım atar atmaz  ellerinde tepsilerle çevrenizi saran köyün kadınları. Aralarında baston ile yürüyenler bile var. Genellikle küçük yerlerde yerel halka destek ve anı olsun diye bir şeyler almayı tercih eden birisi olarak ben bile dayanamadım. Sizi gezdireyim diye çevrenizi üç beş kişi sarıyor, sırtlarına sardıkları tepsiler ile sizinle yürüyüp bir yerde tepsilerini açıp zorla satış yapmaya çalışıyorlar. O kadar çok ülke dolaştım, Uzak Doğu’nun en fakir ülkelerinde bile böylesine bir taarruz ile karşılaşmadığımı söyleyebilirim. Aslında yerel yönetimin bu konu üzerine gidip kadınların sadece tezgahlarda satış yapmalarını sağlayacak bir düzenleme yapmalarının uygun olacağını düşünüyorum. Turizme açılan birçok köyde bu şekilde tezgahlar hazırlanmış, köylü kadınlara da gelir yaratmak amacıyla.

Köy M.Ö 5. yy’da yaşayan şehir plancısının ilkelerine göre planlı yapılmış ancak bugün maalesef en plansız köy diyebiliriz. Bölge birinci derece sit alanı olduğundan zaten köy halkının mülkiyet sorunları var. Ayrıca evlerin yapılarında duvarlarında tarihi şehrin taşları kullanılmış. Köy sokakları bakımsız, köyün içinde inek pisliği, aman üzerine basmayın. Yani en güzel coğrafyaya ve manzaraya sahip, tarihi bir alana evlerini kondurup çevreye bu kadar saygısız davranılır mı diye sormaktan kendimi alamıyorum.

Bu kıyıda yapılacak o kadar çok şey var ki, en az bir gece kalmak istiyor insan. Köyde belli sayıda pansiyonlar var, iki pansiyondan fiyat aldım, oda fiyatları 350-650 TL arasında değişiyor. Yani pansiyon için oldukça yüksek fiyatlar. Göl kıyısında çadır kurulabiliyor ancak burada da her hangi bir tesis bulunmamakta. Diğer seçenek burası Didim’e 48 km uzaklıkta orada konaklamak da seçeneklerinizin arasında olabilir. Yine de bir gece için köy pansiyonları denenebilir. 

Satıcılardan kendinizi kurtarıp deniz manzaralı restoran kafelerden birinde oturabilirsiniz. Köyün girişinde göle karşı manzaralı iki yerden birini seçip oturduk. Harika manzaralı kafede bir şeyler atıştırdık. Aslında daha uzun zaman geçirmek daha çok yürümek istediğimiz köyde bazı yerleri dolaşamadan ayrıldık.

Bafa Gölü – Herakleia Antik Kenti – Kapıkırı Köyü Nerede?

Yazımızda geçen Bafa Gölü şüphesiz geniş bir alanı kaplamakta hatta Muğla ve Aydın’ın iki ilin sınırları içerisinde yer almakta. Biz yazımızda özellikle Herakleia ve Kapıkırı Köyü’nün konumuna ve ulaşımına bakalım.

Kapıkırı Muğla’nın Milas İlçesi’ne bağlı Bafa Gölü kıyısında bir köy. Kapıkırı ve Herakleia Antik Kenti için İzmir Aydın otobanından Söke ayrımından çıktıktan sonra, Söke Bodrum arasında Pınarcık beldesi yakınında solda yer alan  tabeladan sapılabilir. Söke ve Milas garajlarından Kapıkırı Köyü’ne dolmuş ile ulaşım mümkün. Kapıkırı Milas’a 39 km Didim’e 48 km, Kuşadası’na 88, Bodrum’a 85 km uzaklıkta. Bu bölgedeki tatilleriniz sırasında az bilinen, yeterince duyurulmamış bu güzellikleri keşfetmek, gezginler için ayrı bir keyif olacaktır.

Son Söz

Bu az bilinen bölgenin doğallığı, tarihi kalıntıları ve güzelliğinde aklım kaldı. Güneş batışını, ay ışıltılarının gölde süzülüşünü izlemek, gölde tekne turu ile kuşlarla yakından tanışmak, adalardaki antik kalıntılara dokunmak, rehberli yürüyüş turuna katılarak  8000 yıl öncesinin kaya mezarlarını, Orta Çağ’dan kalma manastırları görmek, göl kıyısında nefeslenmek, unutulmaz fotolar çekmek, göl balıkları tatmak, hayal değil hepsi, hepsi bu topraklarda mümkün…

Visits: 8

Ürdün Gezi Rehberi: Çöl Sıcağından Kızıldeniz Esintilerine

Ürdün, çöl sıcağından, Kızıldeniz esintilerine… Nebatilerin, Romalıların, Musevilerin, Emevilerin, Osmanlının, İngilizlerin izlerini taşıyan coğrafya.

Ürdün Haşimi Krallığı, 18 Ortadoğu ülkesinden biri. 1921 de Transjordan adı ile İngiliz mandası olarak kurulan ülke, 1946 yılından beri bağımsız krallık. Başkenti Amman, nüfusu 10 milyon civarında. Bu nüfusun yarısına yakını başkentte yaşıyor. Resmi dil Arapça, resmi din İslam. Ülkenin % 90’dan fazlası Müslüman. Okuryazar oranı % 90 üstünde, 10 yıllık ilköğrenim zorunlu.

Doğal kaynaklar bakımından en fakir Arap ülkesi, ancak parası Amerikan dolarından daha değerli. İşsizlik oranı % 15, kişi başı milli gelir 5000-5500 dolar civarında. Başlıca gelir kaynakları turizm, bir miktar madencilik (fosfat ve potas).

Seksen dokuz bin kilometrekarelik toprakları yarı kurak, ancak % 5’i ekilebiliyor. Ülke alçak Rift Vadisi, yüksek dağlık bölge ve çöl platosundan oluşuyor. İklim Akdeniz ve çöl iklimi karışımı. Irak, İsrail, Suriye, Suudi Arabistan komşuları. Ülke adını içinden geçen Jordan Nehri’nden alıyor.

Ürdün’e ilgim Levant ve Bereketli Hilal merakımdan geliyor. Levant bölgesinde (Hatay, Suriye, Lübnan, Filistin, Irak, İsrail, Ürdün) Irak ve Suriye’yi görmedim. Şimdilik de görmek zor. Bereketli Hilal yine bu bölgelerin bir kısmını kapsıyor.

Ürdün’ün başkenti Amman’a Ankara’dan direk uçuşumuz 3 saat sürdü. Amman Havaalanı’ndan Amman’a uğramadan 50km uzaklıktaki Ceraş’a gidiyoruz.

Ceraş (Jeras) Ortadoğu’nun en önemli üç antik kentinden biri (diğerleri Palmira ve Baalbek). Ceraş’a yerleşim Neolitik (M.Ö 7500-5500) döneme dek uzanıyor. Çevreye göre toprağın daha verimli olması ve su kaynaklarının bulunması tarih boyunca buraya yerleşimi etkilemiş. Bu kadar ünlü olmasının nedeni, günümüze kalan en güzel, büyük ve iyi korunmuş birkaç Roma ve Bizans mimarisi örneklerinin bulunması. Helenler burayı M.Ö 2.yy da yaratmaya başlamışlar. Şehrin kuruluşu muhtemelen M.Ö 174-165 yıllarında Seleukoslar zamanında. Altın çağını Roma ve Bizans döneminde yaşayan şehrin, Sasaniler, Emeviler, Abbasiler döneminde önemi azalmış. 749 yılında depremde yıkılan şehrin tekrar keşfedilmesi 1806 yılında bir Alman tarafından olmuş. Ceraş’a kuzey kapısından (ana giriş) giriyoruz.

Roma İmparatoru Hadrian’ın şehre yaptığı ziyaret için yapılan (Hadrian Kemeri de deniyor) üç kemerli bir geçit, Muhtemelen Nebati mimarisi özelliklerine sahip. Kapıdan girince hemen solda hipodrom. Günümüzde burada festivaller düzenleniyormuş.Oval plazadayız, bu iyonik sütunlu meydan Cardo Maximus (ana sütunlu cadde) ile Zeus Tapınağı bağlantısı için M.S 2 yy. başlarında inşa edilmiş.

Zeus Tapınağı olmayan bir Roma şehri var mı acaba?. Ceraş Zeus Tapınağı, M.S 162 yılında daha eski döneme ait bir Roma Tapınağı üzerine şehrin yüksek bir tepesine inşa edilmiş.

M.S 165 dolayında inşa edilen, M.S 235 de büyütülen tiyatro önceleri belediye toplantıları için kullanılmaktaymış. Antik şehrin bir başka görkemli yapısı Artemis Tapınağı. Ceraş’ın koruyucu Tanrıçası Artemis için M.S 2. yy da yapımına başlanmış, tapınak 32 sütunlu olarak düşünülmüş ancak tamamlanamamış,12 sütun dikilebilmiş.

Son olarak Aziz Cosmas ve Damianus Kilisesi’ne gidiyoruz. Kilise adını fakirlere ücretsiz sağlık hizmeti veren ikiz Hristiyan kardeşlerden almış. Ortak bir atriumu paylaşan üç kiliseden biri. Kilisenin özelliği hayvan ve insan görüntülerini betimleyen mozaik bir zemini olması.

Henüz Nisan sonu olmasına rağmen hava çok sıcak. Ceraş gerçekten etkileyici bir antik kent, detaylı gezmek en az yarım gün alır. Biz de adım adım gezdik. Antik dönemde ana cadde olduğu, her iki yanında dükkanların bulunduğu düşünülen sütunlu cadde (Cardo Maximus) diğer yapılar gibi insanı şaşırtıyor. 

Ceraş’dan Amman’a dönüyoruz, Mövenpick Otel’e yerleşiyoruz. Bundan sonra her yerde karşımıza çıkacağı gibi otelde de kralın, babasının, veliahdın fotoğrafları asılı.

Ertesi gün Nebo Dağı’na gitmek üzere yola çıkıyoruz. Denizden 710 metre yüksekliğindeki dağ, Ürdün’ün en kutsal noktalarından biri. Tevrat’ta, İsrailoğulları’na vaad edilen toprakların Fırat Nehri’nden, Nil Nehri’ne dek uzandığından bahsediliyor. Bugün buralarda bulunan ülkeler (Lübnan, Ürdün, Suriye, İsrail, Mısır) yani vaat edilen topraklar Tevrat’ta Kenan Ülkesi diye biliniyor. İsrailoğulları’nın M.Ö 1500 yıllarında buraya yerleştiklerini iddia ediyor. İşte Hz. Musa yaşamının bir kısmını buralarda geçirmiş ve mezarının Nebo Dağı’nda olduğuna inanılıyor.

Sisli olmayan, açık havalarda, dağın tepesinden Ürdün Nehri ve Vadisi, Kudüs, Ölüdeniz, Eriha’nın bulunduğu geniş bir kutsal toprak görünümü var. Eriha’nın Göbekli Tepe bulunmadan önce en eski tarihlenmenin yapılabildiği yaşam alanı olduğunu belirtelim.

Hz. Musa’nın ölüm yerini göstermek için 4.yy sonunda buraya bir kilise inşa edilmiş. Kilisenin tabanı mozaikler ile kaplı. Kilisenin altında değişik zamanda yapılan kazılarda 6 mezar bulunmuş.

Tepede Hz. Musa’nın çağırdığı yılan ve Hz.İsa’nın çarmıha gerilişinin temsil edildiği bir heykel, bir küçük müze de bulunuyor. Papa II. John Paul burayı Hristiyanlar için hac yeri olarak ilan etmiş, kilisenin sadeliğinin sembolü olarak da bir zeytin ağacı dikmiş.

Sonraki durağımız, kutsal toprakların en eski mozaik haritası olan Madaba. Mozaikleri ile ünlü bu Hristiyan şehrinde önce Arkeolojik Parkı geziyoruz. Burada bir Sanat ve Restorasyon Enstitüsü var.

Madaba’da diğer görülmesi gereken yer Yunan Ortodoks Kilisesi St. George.

Bir sonraki durağımız, Ürdün Nehri kıyısında bir arkeolojik alan Bethany (Beytanya).

Ürdün Nehri’nin karşı tarafı İsrail, nehir aynı isimli kasabayı ikiye ayırmış. UNESCO Dünya Kültür Mirası olan antik yer bir vaftiz alanı. M.Ö 1. yy’da Hz. İsa ve Vaftizci Yahya’nın burada yaşadığı düşünülüyor. Vaftizci Yahya’nın İsa ile ilk karşılaştığı ve İsa’yı vaftiz ettiği iki yerden biri olarak İncil’de geçiyor.

Oldukça geniş bir arkeolojik alan. İçinde Anglican kilisesi, Katolik kilisesi, Ermeni kilisesi, Kıpti Kilisesi ve Rus hacıların konutu bulunuyor.

Bethany’den ayrılarak Lut Gölü’ne (Ölü Deniz) doğru yola çıkıyoruz. Lut Gölü, Ürdün ile İsrail arasında, Ürdün Rift Vadisi’nde. Yeryüzünün denizden en düşük seviyedeki gölü (denizden 430,5 metre aşağıda). Aynı zamanda en derin (304 metre) tuz gölü. Tuzluluk açısından dünyada üçüncü en yüksek tuz oranına sahip göl, okyanustan 9,6 kat daha tuzlu. Sudaki yüksek tuz oranı nedeniyle gölde hayvan ve bitki yaşayamadığından Ölü Deniz olarak da adlandırılmakta. Lut Gölü 600 kilometrekare büyüklüğünde. Göle dökülen tek nehir Ürdün Nehri. Gölde yüzülememekte, ancak göl aynı zamanda doğal bir SPA. Deniz çamurundaki minerallerin cilde ve çeşitli hastalıklara iyi geldiği, cildi gençleştirdiği iddia ediliyor.

Biz de Lut Gölü çevresindeki tesislerden birinde öğle yemeğimizi yedik. Ürdün yemekleri bizim damak zevkimize uygun. İsteyenler yüzülmese de göle giriyor, isteyen göl manzarasına karşı birasını yudumluyor. Ürdün de dini bayramlarda turistik beş yıldızlı oteller dışında içki satışının yasak olduğunu da hatırlatalım.

Akşam Amman’a dönüyoruz. Gündüz ki sıcaklığa karşın akşam hava üşütecek kadar soğuyor, doğal olarak çöl iklimi. Amman, Ürdün’ün her tarafına gitmek için iyi bir başlangıç noktası. Buradan en uzak nokta 4 saat.

Bu büyük ve kozmopolit şehirde yerel bir lokantada yemek deneyimi yaşıyoruz. Kadınların çoğunun başı kapalı ama çoğu nargile içiyor.

Sabah Çöl Kaleleri için yola çıkıyoruz. Çöl Kaleleri, Kuzey Doğu Ürdün’ün yarı kurak bölgelerinde, Suriye, İsrail, Filistin’de genellikle mevsimlik su yollarının üzerinde Emeviler tarafından inşa edilmiş. Çöl Kaleleri konut, hamam, depolama alanları, muhtemelen cami gibi yapıları içinde bulunduran bir kompleks. Çöl kalelerinin hepsini gezmeye zamanımızın yetmesi mümkün değil. Biz UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde olan iki çöl kalesini ziyaret edeceğiz.

İlk durağımız Kuseyr Amra (Qasr Amra), 8.yy’da yaptırılan iyi korunmuş bir çöl kalesi. Taş duvar izlerinden buranın 62 dönümlük bir kompleks olduğu anlaşılmış. Emevi halifelerinin ikametgâhı olan bu yer, kuyuya, hayvanlı su çekme mekanizmasına, aynı zamanda bir garnizon barındırabilecek büyüklükte olduğu anlaşılan kale kalıntılarına da sahip.

Buranın en önemli özelliği laik sanatı yansıtan figüratif duvar resimlerine sahip olması. Bu figüratif resimler kabul salonunda ve hamamda. Kale mevsimlik bir suyolu olan Wadi Butum yanında. Emevi prenslerinin konakladıkları, avlandıkları bir yer olabileceği düşünülüyor. Emevi döneminin eşsiz bir sanatsal başarısı olarak kabul ediliyor. Burada prens için stresten uzak bir ortam yaratılmış. Fresk resimler, insan ve hayvan, kuş tasvirleri, av tasvirleri, zodyak kubbesi ile İslamı kabul etmeden önce laik bir kültüre sahip olan, İslam sonrası katı dini kuralları uygulayan Emeviler hakkında fikir veren istisna bir yapı.

İlk Çöl kalesi sonrası yine UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde olan başka bir Çöl kalesine Umm Ar Rasas’a gidiyoruz. Burası önceleri Roma askeri garnizonu olarak kullanılırken 5.yy’dan itibaren yerleşim yeri olmuş. Roma, Bizans ve erken Müslümanlık dönemine (M.S.3-9 yy) ait kalıntılar var. Henüz bunların çok azı ortaya çıkartılmış. Burada bazıları iyi korunmuş mozaik zeminlere sahip 16 kilise bulunuyor.

Aziz Stephen Kilisesi’nin mozaik zemini, otoriteler tarafından sanatsal ve teknik olarak eşsiz bulunuyor. Arkeolojik yazıtlar 7.-8.yy’da islamiyetin bu bölgede manastır Hristiyanlığına hoşgörü ile baktığını tek tanrılı inançların yaygınlaştığına dikkat çekiyor.

Sonraki durağımız Shobak Kalesi. 1115 yılında Kudüs kralı tarafından konik bir tepe üzerine inşa edilmiş, bölgedeki ilk Haçlı kalesi.

Kale önce Eyyübiler, sonra Memlükler tarafından büyütülüp, genişletilmiş. Uzmanlar kalenin panoramik manzarasını ve atmosferini “Ürdün’ün en bozulmamış manzaralarından biri” olarak tanımlıyor.

Kale Mısır-Suriye anayolunda olması nedeniyle stratejik bir öneme sahip. Aynı zamanda Mekke Medine Hac yolu üzerinde. Şimdiye dek gezdiğimiz tüm arkeolojik alanlar gibi henüz kazı çalışmaları sonuçlanmamış.

Yolda rastladığımız kutsal su kaynaklarından biri olan Ayn Musa’yı fotoğraflıyoruz.

Wadi Musa’ya geliyor, Petra’nın ana kapısı karşısında ki Mövenpick Otel’e yerleşiyoruz.


Petra, Ürdün’ün güneybatısında, Wadi Musa tarafından doğu-batı yönünde delinmiş bir teras üzerinde inşa edilmiş. Wadi Musa, Hz. Musa’nın kayaya asasını vurduğunda su fışkıran yerlerden biri. Petra Yunanca kaya demek. Burada Paleolitik ve Neolitik dönemden kalma kalıntılar keşfedilmiş. M.Ö 1200 civarında Edomitler (Sami dili konuşan yerli bir halk) burayı işgal etmiş. M.Ö 200 yılında göçebe Nebatilerin buraya yerleştiğini, M.Ö 100 de burada ticari kontrolü ele geçirdiklerini, M.S 50 yılında da Petra’nın Nebatilerin başkenti olarak en parlak günlerini yaşadığını, şehrin nüfusunun 20-30 bin olduğunu biliyoruz. 106 yılında Roma İmparatorluğu Petra’yı alır. 350 yıllarında Petra’da Hristiyanlık yayılır, büyük kiliseler yapılır. 363 yılında deprem ile pek çok yapı hasar görürken, Roma hakimiyeti de bölgede azalmaya başlar. 600’lü yıllara gelindiğinde Müslüman Araplar toprakları işgal eder ve İslami yönetim başlar. 2.yy sonrası Petra unutulur, 14 yy’a dek tamamen bir kayıp şehirdir. Bedeviler bu korunaklı bölgeye kimseyi sokmazlar. Ta ki 1812 de İsviçreli bir gezgin, Hindistan’dan gelen bir Arap olduğunu ve Harun’un mezarına giderek kurban kesmek istediğini söyleyerek, bedevileri kandırıncaya dek.

Nebatilerin göçebelikten vazgeçerek burada yerleşik bir hayata niçin geçtikleri bilinmiyor. Sert ve çorak bir çölün ortasında verimli ve yeşil bir kent yaratmayı nasıl başardılar? Çölde hayatta kalma konusunda uzman olan Nebatiler kayaya oyulmuş kanallar, yeraltı su boruları sistemi ile suyu kalıcı kaynaklardan toplayıp, su geçirmez yer altı sarnıçlarında depolamayı biliyorlardı. Asya, Arabistan ve Afrika’da yetiştirilen tütsü, baharat, dokuma, fildişi v.b malları taşıyor, ticaretini yapıyorlardı. Ticaret yolları üzerindeki yerleşimlere bedel karşılığı barınak ve su sağlıyorlardı. Ticaret Petra’ya zenginlik dışında Çin, Mısır, Yunanistan gibi ticaret yapılan ülkelerden yeni fikirler ve zenginlik getirdi.

Bazı İslam araştırmacıları Hz. Muhammed’in, Mekke’de değil, Petra’da yaşadığını, buradan Medine’ye göç ettiğini ileri sürüyor. (En eski cami kıblelerinin Petra’yı göstermesi, çeşitli hadisler ve tarihi olaylar v.b)

Petra’da onlarca film ve dizi çekilmiş (Indiana Jones, Çöl Kraliçesi, Transformers, Mumya Geri Dönüyor, Will Rock bazıları) Petra, dünyanın yedi harikasından biri. UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde, Peru’daki Machu Picchu ile kardeş şehir.

Yaklaşık 100 kilometre karelik bir alana yayılan, sarı, pembe, kırmızı renkli kumtaşı kaya bloklarına oyulmuş tapınak, ev, mezar, tiyatro, kilise, rölyeflerden oluşan bu “Gül Renkli Şehir”i görmek için sabırsızlanıyorum. Petra en sakin gününde 1000 kişiyi ağırlıyor, hafta sonları 3000 kişiye ulaşan ziyaretçisi var. Petra’yı ayrıntılı gezmek iki gün alabilir. Buraya en az sabahtan akşamüstüne kadar zaman ayırmanız önerilir.

Petra şehrine giden antik ana yol yaklaşık 1200 metre. Bu yola Siq yolu deniyor ve Siq kapısı ile şehre giriliyor. Yol zaman zaman genişleyip daralıyor. Ana kısmı doğal kayalardan oluşsa da, Nebatiler tarafından oyulmuş kaya parçaları da var.

Her iki tarafta Wadi Musa dan su getirmek için kullanılan su kanallarını görünüyor. Su taşkınlarını önlemek, suyu toplamak için barajlar yapılmış, tarihi barajlar 1964 yılında aslına uygun olarak yenilenmiş. Çevresi tanrıları temsil eden Nebati heykelleri ile kaplı. Suyun kutsal olduğuna inandıkları için Sabinos adı verilen heykelleri su kanallarına yakın yerleştirmişler.

Kalabalıkta kaya mezarları arasında zaman zaman darlaşan, zaman zaman genişleyen yolda yürüyoruz. Nihayet Siq Kapısı görülüyor. Bu dar geçitten geçtiğimiz zaman karşımıza Petra’nın en görkemli yapısı çıkıyor.

Hazine (El Khazna) yaklaşık 25 metre genişlik, 40 metre yükseklikte iki katlı bir yapı. Korint sütun başlıkları, frizler, figürler… Hazinenin orijinal işlevi hala bilinmiyor. Belki bir anıt, belki bir tapınak, belki bazı belgelerin saklandığı bir yer. Muhtemelen M.Ö 1. yy da inşaa edilmiş, 3 odalı bir yapı. Son yıllarda yapılan kazılarda yapının altında mezarlar bulunmuş.

Hazinenin bitişiğinde, güney uçurum yüzeyine oyulmuş Nebati mezarları var, Street of Facades. Bazı yerlerde 15 metre yüksekliğini aşan kayalardaki bu mezarların üzerinde bulunan işaretler, sosyal statüye göre farklılık gösterebiliyor.

1.yy’dan kalma Nebaten Tiyatrosu’nun önemli bir kısmı kayadan oyulmuş. Geçitlerle üç yatay koltuk bölümüne ayrılmış tiyatro 4000 kişilik.

Tiyatronun karşısında, kum taşı yamaca oyulmuş sıra sütunlu bir terasın bulunduğu antik mezara, Urn Tomb-The Court tırmanıyoruz. Muhtemelen M.S 70 yıllarında inşaa edilmiş. Daha sonra M.S 446 da Bizans kilisesi olarak kullanılmak üzere 3 nişli hale getirilmiş. Urn Tomb’un hemen yanında 10.8 metre genişliğinde, 19 metre uzunluğunda bir kapı ve dört sütundan oluşan belki de Petra’nın en görkemli rengine sahip olan, bu yüzden adı İpek Mezar ( Silk Tomb) olan yapı var.

İpek Mezarın hemen yanı Corint Mezarı. Üst kısmı hazineye benziyor. Uzaktan saraya benzediği için Saray Mezarlığı diye adlandırılan 49 metre genişliğinde 46 metre yüksekliğindeki yapı da dikkat çekiyor.

Sütunlu Cadde Antik Petra’nın başlıca alışveriş merkezlerinden biri olmalı diye düşünülüyor. Nebatilerden kalan altı metre genişliğindeki cadde Roma döneminde yenilenmiş. M.Ö 3 yy’da şehrin kalbi ve ticaret merkezi olduğuna inanılan cadde M.S 6.yy’a dek kullanılmaya devam etmiş.

Sütunlu caddenin başında 450 yıllık bir ardıç ağacı altında yarı dairesel bir çeşme var.

Büyük Tapınak muhtemelen Petra’nın en önemli yapıtlarından biri. Tahmini 7000 metrekarelik bir alana yayılıyor. Dikdörtgen bir kompleks. Sütunlu caddeden yaklaşık 17 metrelik merdivenler ile yaklaşık 8 metre çıkılarak ulaşılıyor. Kazıları devam eden bu yapının adının Büyük Tapınak olduğuna bakmayın. Henüz tapınak, tiyatro, idari bir merkez veya başka hangi amaçla kullanıldığı belli değil.

Her köşesinin ayrı bir büyüleyiciliği olan bu 100 kilometrekareye yayılan şehrin ancak % 15’i kazılabilmiş. Kısıtlı bir zaman diliminde şehri baştan sona ana yolda dolaşabilmek mümkün olsa da, her kayaya tırmanıp, her noktanın öyküsünü anlamaya çalışmak günler alır. Dünyanın yedi harikasından biri olan UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde ki “Gül Rengi Şehir” den ayrılma vakti geldi.

Ürdün’ün güneyine doğru yolumuza devam ediyoruz. II. Abdülhamid 1900 yılında Şam ve Medine arasında 1322 km’lik bir demiryolu hattı inşa ettirir. 1908 yılı sonrası eklemelerle bu hat 1900 km. olur. Amaç İstanbul ve kutsal topraklar arasındaki bağı güçlendirmek, asker sevkiyatını kolaylaştırmak, ekonomiyi canlandırmak imiş. Almanların inşa işini üstlendiği tren yoluna İngilizler şiddetle karşı çıkar. Bu yolun bir kısmı Ürdün’den geçmektedir. Bedevi saldırılarına karşı tren yolu boyunca sık karakollar, istasyonlar kurulur. Bugün bu Hicaz Demiryolunun Ürdün’deki bir bölümü turistik gezilerde kullanılıyor.

Güneye inerken biz de Wadi Rum’da Türk Bayrağı dalgalanan, kullanılmayan bir istasyon ile karşılaştık.

Wadi Rum (Ay Vadisi) kum taşı ve granit kayaların bulunduğu, Ürdün’ün en büyük vadisi. Ürdün’ün en yüksek zirvelerinin olduğu vadi, kanyonlar, petrogliflerin bulunduğu mağaralar ile dikkat çekiyor.

Nebatiler dahil olmak üzere pek çok kültürün yaşadığı bölge hem doğal, hem kültürel özellikleri ile UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde ve son yıllarda çok turist çeken bir bölge. I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı’ya karşı Arap ayaklanmasında Lawrence ve Faysal Bin Hüseyin karargahlarını buraya kurmuşlar. 1962 yapımı Arabistanlı Lawrence filminin pek çok sahnesi burada çekilmiş. Wadi Rum da bu filmden çok daha çok dikkat çekmiş. Daha sonra pek çok filmde de (Kızıl Gezegen, Mars Görevi, Prometheus v.b) film stüdyosu olmuş.

Wadi Rum’da kaya tırmanışı yapabilir, balon ile dağların üzerinde dolaşabilir ya da bizim gibi 4×4 araçlarla çevreyi dolaşabilirsiniz. Buraya günübirlik gelebilir, kendi olanaklarınızla kamp yapabilir, ya da bizim tercih ettiğimiz gibi keçeden yapılmış çadır otellerde konaklayabilirsiniz. Keçe çadırların içinde duş, W.C, klima bulunuyor. Wadi Rum da bir gecelik deneyim önerilir.

Akşam tandırda pişen açık büfe yemeğimizi yiyor, biraz yıldızları seyrediyor ve çadırlara dağılıyoruz. Her ne kadar çadırlar konforlu diyorsam da, gündüz başka bir çadırda gördüğüm akrep yüzünden tedirgin oldum sonuçta çölde konaklıyoruz. Sabah kahvaltı sonrası Wadi Rum’da safari başlıyor.

Öğle yemeğimiz sonrası Kızıl Çöl’den ayrılarak, Akabe’ye gidiyoruz. Akabe ile Wadi Rum arası 70 km, yol bir saat sürüyor. Bayram nedeniyle kaliteli oteller dolu olduğu için Akabe’de konaklama şansımız olamadı.

Akabe 70 bin nüfuslu, Ürdün’ün denize açılan tek liman şehri. Denizden İsrail, Mısır, Suudi Arabistan ile komşu. Kısa süre Haçlılarda kalsa da çoğunlukla Müslümanların elinde olmuş bir şehir. Osmanlı’nın elinden, Lawrence yardımı ile dramatik bir şekilde alınmış. Sahil yolu sonunda bir kalesi var. Şehri dolaşıyor, deniz kenarında oturuyoruz.

Daha sonra bizi limanda bekleyen teknemize biniyor, denize açılıyoruz. İsteyen Kızıldeniz’de yüzüyor, isteyen bir şeyler içiyor. Akşam yemeğini teknede alıyor, güneşi burada batırıyoruz.

Gece Amman’a dönüyoruz. Başkent Amman Lübnan iç savaşından sonra Amman finans merkezi olma yolunda. Biz daha çok Amman’ın tarihi bölümü ile ilgileniyoruz.

Sabah Amman Kalesi için yoldayız. Amman adını (İncil ve eski dönemlerdeki adı ile Rabbath Ammon), bir Sami halkı olan Ammonlulardan alıyor. (Rabbath başkent anlamında) M.Ö 13.-6. yy arası Ammonluların başkenti. Burası Ortadoğu’da bilinen en eski Neolitik yerleşim yerlerinden biri.

Bugünkü şeklini 1900’li yılların başında Osmanlının, Ruslar tarafından topraklarından edilen Çerkezleri, buraya yerleştirmesi ile alıyor. Başlangıçta yedi tepe üzerine kurulmuş dağlık bir şehir. Bugün Amman da çok az Ammonit kalıntısı bulunmakta. Daha çok Helenistik Döneme ait kalıntılar var. Amman Kalesi’nde de ayakta kalan yapıların çoğu Roma, Bizans ve Emevilere ait. Denizden 850 metre yükseklikte olan bu yapılar, Ceraş kadar iyi korunabilmiş değil.

M.S 138-161 yıllarında inşa edilen, karşıdan gördüğümüz, 6000 kişilik Roma Tiyatrosu en etkileyici kalıntılardan. Roma Tiyatrosu ile aynı zamanlarda yaptırıldığı düşünülen Herkül Tapınağı’nda, 12 metreden daha büyük olduğu düşünülen, Herkül olduğu düşünülen heykelden üç parmak ve dirsekten oluşan parçaları kalmış.

Kalede bulunan Arkeoloji Müzesi’ni de geziyoruz. Yine kalede 6.yy’dan kalan bir kilise var. Korint sütun başlıkları olan kiliseye daha sonraları Emeviler tarafından eklemeler yapılmış olabilir.

Ayrıca 8.yy’ın ilk yarısında inşa edilmiş, büyük ölçüde harap olmuş, bir Emevi Saray Kompleksi var. Kubbesi restore edilmiş.Yenilenmiş Ammon Kapısı diğer dikkatimi çeken bir köşe. Henüz kazı çalışmaları bitmemiş alanda; Su sarnıcı, mezarlar, kemerler, merdivenler arasında dolaşıyor, tepelerdeki Amman’ı fotoğraflayarak Ürdün gezimizi bitiriyor, havaalanına doğru yola çıkıyoruz.

Kayalara Oyulmuş Gül Renkli Petra, Muhteşem Wadi Rum, büyülendiğim Shobak ve Çöl Kaleleri, Ceraş, Madaba, değişik bir Beytanya, Ölü Deniz, Akabe anılarımıza yerleşirken, zaman zaman fakülte sınıf arkadaşlarımızla gençlik günlerimize döndüğümüz bir geziyi bitiriyoruz.

** En güzel fotolarımız gezi arkadaşımız Ferit Büyükaşık‘ın çekimleridir.

Visits: 5

Amasya Gezi Rehberi: Şehzadeler Şehrinde Tarihe Yolculuk

Amasya, tarihi adı ile Amaseia toprakları, 7500 yıldır birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış, Anadolu’nun en eski yerleşim alanları arasında sayılmaktadır. Bu özel coğrafyada binlerce yıldır yaşayan uygarlıklar, kalıcı eserler, izler bırakmışlar. Amasya da bu tarihi değerlerini, kültürünü günümüze taşıyabilmiş. Şehir antik İris bugünkü adı ile Yeşilırmak Nehri kıyısında dağların arasında vadiye konumlanmış, sırtını Harşena Dağı’na dayamış. Amasya, tarihi zenginliğinin yanı sıra coğrafi konumu ve Yeşilırmak kıyısına inci gibi dizilmiş yalı boyu evleri ile bir ressamın elinden çıkmış yağlıboya tablo gibi görüntü sunuyor.

Ülkemizin ikinci uzun nehri olan Yeşilırmak, Amasya’ya bereket, sakinlik ve renk vermiş. Yeşilırmak’ın kenarındaki verimli toprakları ile öncelikli geçim kaynağı tarım ürünleri olan Amasya, sahip olduğu değerler ile Orta Anadolu şehirleri arasında ayrıcalıklı bir yere sahip olmuş.  

Amasya özellikle son yıllarda turizm sektörüne yapılan yatırımlar ve tanıtım ile turistlerin ilgisini çeken bir şehir kimliğini kazanmış. 

Niçin Amasya
    • Amasya tarihi M.Ö. 5500 yıllarına dayanıyor. Geç Neolitik Çağ’dan beri bölgeyi topraklarına katmak istemiş güçlü devletler. Hititler, Frigler, Kimmerler, İskitler, Medler, Persler, Roma İmparatorluğu, Bizans, Anadolu Selçukluları, İlhanlılar, Eretna Beyliği ve Osmanlılar hüküm sürmüşler. Bu kadar çok medeniyetin yaşadığı topraklardan günümüze kalanlar bize tarihe yolculuk fırsatı sağlıyor.
    • Osmanlı şehzadeleri bu şehirde yetişmişler. Osmanlı tahtına oturan yedi ünlü sultan ve şehzadeler burada öğrenmiş devlet yönetimin inceliklerini. 
    • Türkiye Cumhuriyeti’nin doğum belgesi olan Amasya Genelgesi bu şehirde imzalanmış. Atatürk Amasya’da bağımsızlık meşalesini yakmış.
    • Amasya’nın görkemli, şehre hakim kalesi, antik kral mezarları, köprüleri, camileri, külliyeleri, hamamları, müzeleri, yalı boyu evleri ile her anınızı dolu dolu geçireceğiniz bir şehir.
    • Bu topraklarda ünlü bilim adamları, sanatçılar yetişmiş. Dünyanın ilk coğrafyacısı Strabon MÖ 64 yılında burada doğmuş. Dünyayı dolaşmış, tarih ve coğrafya kitapları yazmış. Sonrasında tekrar memleketine dönmüş ve burada ölmüş. Osmanlının ilk cerrahı Şerefeddin burada tedavi etmiş hastalarını. Hat sanatının ustalarından Şeyh Hamdullah burada eserlerine can vermiş. Divanı olan ilk kadın şair Mihri Hatun bu şehirden ilham almış. 
    • Amasya mutfağı hem Karadeniz hem Orta Anadolu mutfağının zenginliklerini bir arada sofralara getiriyor. Daha önce adını duymadığınız çorbalar, yemekler ve hamur işleri tadabilirsiniz.
    • Amasya gezisi sırasında Hititlerin başkenti Hattuşaş ve çevredeki antik kentler, Çorum ve Tokat gezileri de yapabilirsiniz. Ancak başka bir bölgeye giderken Amasya’yı duraklama noktası yapıp, ruhunu hissetmeden ayrılmayın bu şehirden.
Ulaşım

Amasya Orta Karadeniz’de, Çorum, Samsun ve Tokat ile çevrelenmiş, denize kıyısı olmayan bir şehrimiz.

Amasya Merzifon Havalimanı’na THY İstanbul Havalimanı’ndan ve Pegasus Hava Yolları’nın Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan direk uçuşları bulunmaktadır. Karayolu ile Amasya Ankara arası 320 km, 4 saatlik bir yolculuk ile ulaşılabiliyor. Biz Ankara’dan karayolu ile ulaşmayı tercih ettik, rahat bir yolculuğun yanı sıra Hattuşaş’ı gezme şansımız oldu. UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer alan, Hitit Uygarlığının başkenti  Hattuşaş, Çorum’un Boğazkale ilçesinde. Orta Karadeniz Bölgesi gezileri sırasında mutlaka görülmesi gereken bir antik kent. Ayrıca zaman yaratabilirseniz yine Çorum şehir merkezindeki Çorum Arkeoloji Müzesi’nde Hitit dönemi eserlerini görebilirsiniz.

Konaklama

Konaklama tercihiniz Amasya’ya özgü bir otel olabilir. Biz özellikle yalı boyu evlerinden birinde konaklamak istedik. Yeşilırmak kıyısında yan yana sıralanmış eski Türk evleri restore edilmiş ve butik otel olarak hizmet vermekte. Çoğunlukla aile işletmeleri, üç dört odalı konaklar bu şehre yakışıyor, bize de farklı bir nostalji yaşattı. Bu konaklar içinde en büyüklerinden biri Saat Kulesi’nin yanındaki Öğretmen Evi. Yerinin merkeziliği ve büyüklüğü ile düşünülebilir.

Biz küçük bir konak olan Gönül Sefası Oteli’nde kaldık. Aile işletmesi olan dört odalı otelde iki kişilik odalarda oda kahvaltı 350 TL ödedik. Küçük bir avlusu olan otelin odaların temizliği, kahvaltısının zenginliği ve hizmeti beklentimizi karşıladı. Asıl güzelliği odaların balkonunun Yeşilırmak Nehri’ne bakması idi. Sabahları nehir üzerinde güneşin pırıltısını, akşamları da şehrin ışıltıları ile yaşayan şehri görebiliyorduk. Yalı boyunda daha büyük konaklar ve oteller bulabileceğiniz gibi dağa yaslanmış daha yeni termal otellerde de kalabilirsiniz.

Gezelim Görelim

Her anlamdaki zenginliği ve bu zenginliğinin farkına varılıp yatırım yapılarak korunmuş şehrimizi biz de adım adım dolaşmak üzere programımızı yaptık.

Biz bu güzel kentte dört gece konakladık, ilk gün Ankara-Amasya yolunda Hattuşaş’ı detaylı gezdik, ikinci ve üçüncü gün adım adım Amasya turu yaptık. Son günümüzü özellikle UNESCO Dünya Mirasları Geçici Listesi’nde yer alan  Ballıca Mağarası ve Tokat’ın tarihi yerlerine ayırmak istedik. O kadar yol geldikten sonra en çok görmek istediğimiz Ballıca Mağarası’nın işletmesini alan müteahhit tarafından düzenleme yapılacağı gerekçesiyle kapatıldığını öğrendik. Eylül ayında turizm sezonunda yapılan kapatma bizim için gerçekten hayal kırıklığı oldu. Yine de Tokat gezimize devam ettik, tarihi Tokat yerlerini gezip ve ünlü restoranı Pirhan’da Tokat Kebabı tadımı ile son günümüzü geçirip, Amasya’ya geri döndük. 

Bu kadar genel bilgiden sonra, adım adım dolaşmaya başlayabiliriz, kadim şehir Amasya’yı. 

Yalı Boyu Evleri

Şehre girer girmez Yeşilırmak Nehri kıyısına dizilmiş evler mimarisi ile dikkat çekiyor.  M.Ö 5 binli yıllarda yerleşim görülen Amasya’da birçok uygarlıklar yaşamış, Türklerin Anadolu’ya girmesinden sonra 1075 yılından itibaren Türklerin memleketi olmuş. Evler de doğal olarak klasik Türk Osmanlı mimarisinin izlerini taşıyor. Ahşap ve hımış tekniği ile yapılan evlerin Selçuklu ve erken Osmanlı döneminden olanları günümüze ulaşamamış ancak geç Osmanlı döneminden kalanları restore edilerek kullanıma açılmış.

Deprem bölgesi olan Amasya’da 1915 yılında ve 1939’da yaşanan depremler ve sel felaketleri zaten çok dayanıklı olmayan evlere hasar vermiş. Bu evler arasında en az etkilenen Hatuniye bölgesi evleri restorasyonlarla şehri süslemeye devam ediyor. En sevindirici yönü bölgenin 1.derece sit alanı ilan edilerek tarihi dokunun korunmaya alınması  olmuş.

Evler nehir kıyısında Roma döneminden kalma surların üzerine yerleştirilmiş. İki katlı evler Yeşilırmak yönüne doğru cumbalı ve bitişik nizamlı yapılmış. Evlerin çoğunun avlusunda kuyu ve ocak bulunmakta. Şehrin bu özgün mimari dokusunun korunmuş olması, şehrin turistik  cazibesini daha da artırmış.

Kral Mezarları

Amasya Yeşilırmak Nehri’nin ortasından geçen vadi içinde kurulmuş sırtını da haşmetli Harşena Dağı’na dayamış. Bu dağın güney eteklerini, Romalılar şehri istila edene kadar hüküm süren Pontus Krallığı kral mezarları ile süslemiş. Bu anıtsal kral mezarları 2015 yılından bu yana UNESCO Dünya Mirasları Geçici Listesi’nde yer almaktadır.

Antik çağın önemli krallıklarından Pontus Krallığı’nın (MÖ 301-47) başkenti Amasya olmuş. Kurucu kral I.Mithridates Ktistes ile birlikte beş kralın anıt kaya mezarları, Harşena Dağı’nın dik yamaçlarına oyulmuş. Öldükten sonra dirileceklerine inanan kralların anıt mezarlarının arkaları U şeklinde oyulmuş. Bunun nedeni kralların hem vücutlarının sudan etkilenmemesi hem de halkın  Tanrı kralların etrafında dolaşarak  tavaf etmesini sağlamak olduğu düşünülmektedir.

Amasya kral mezarları Anadolu’daki en büyük kaya mezarları olduğu gibi dünyada da önemli kaya mezarları arasında sayılmaktadır.

Kral mezarlarına Hatuniye Mahallesi’nde Yeşilırmak Nehri’ne paralel yalı boyu evlerinin ön tarafından yürüyerek kolaylıkla ulaşabilirsiniz.  Harşena Dağı’nın eteğinde giriş kapısından sonra merdivenlerden tırmanma başlıyor. Merdivenlerin ortasında günümüzde tamamen yok olmuş kızlar sarayının üzerinde bir kafe yer alıyor. Bu kafede soluklanıp Amasya’nın doyulmaz manzarasını seyredebilirsiniz. Kızlar Sarayı’nın sol tarafında üç kral mezarı ve Osmanlı hamamı yer alıyor. Mezarların arkasına da dolaşabiliyorsunuz. Kafenin sağ tarafından biraz daha tırmanmaya devam ederseniz iki kral mezarı daha sizi bekliyor. Hem kral mezarları hem de Amasya manzarası tırmanmanın tüm yorgunluğunu alıyor.

Harşena Kalesi

Kral mezarlarına tırmanarak Harşena Dağı’nın bir bölümüne ulaşmıştık, ancak şehrin her noktasından da görünen en tepedeki Yukarı Kale’ye çıkmadan olmaz tabii. Kalenin yüksekliği gözünüzü korkutmasın, kalenin giriş kapısına kadar araba ile çıkılabiliyor. 

Bazı kaynaklara göre Pontus Kralı Mithridates’in yaptırdığı belirtilen kale, Pers, Roma, Pontus ve Bizans dönemlerinde  sürekli saldırılara uğrayıp el değiştirmiş ve onarım görmüş. Selçuklu Devleti tarafından 1075 yılında Amasya’nın fethi sonrasında da önemli bir onarım görmüş ve 18. yy’a kadar askeri önemini korumuş. Aslında kalenin sınırları Hatuniye Mahallesi’nde sur duvarları ile başlıyor, kaya mezarları ile devam ediyor en yüksek bölümü de Yukarı Kale.  Yukarı Kale’de hedef zirveye ulaşmak idi.  Merdivenlerden tırmanmayı göze aldık tabii ki. Amasya’nın her noktasından görünen, denizden 700 metre yükseklikteki bayrak direğine ulaşıp, bu kez en tepeden doyumsuz şehir manzarasını izledik. Kesinlikle değer bu görüntüler biraz tırmanmaya. 

Kalenin tepesinde de kesme taşlardan yapılmış sur duvarları bulunuyor. Kalenin ortasında Cilanbolu adı verilen, 150 basamak ile inilen 8 metre çapında bir dehliz bulunmakta.  Cilanbolu Tüneli 2300 yıl önce, saldırılar sırasında halkın kaleye sığınmasını veya kralın ve ailesinin kalede sıkışması durumunda dışarıya çıkartılmasını sağlamak amacı ile yapılmış. Daha sonraki yıllarda su kanalı olarak kullanılmış bu dehliz. Yukarı kalede ayrıca zindan, su sarnıcı, top kulesi, gözetleme kuleleri, Osmanlı hamamı bulunmakta. Kazı çalışmaları bir yandan da devam ediyor.

Ankara Savaşı’nda Timur’un zaferi sonrası kaçan Osmanlı Şehzadesi I.Mehmet Çelebi de bu kaleye sığınmış.

Amasya Kalesi Kültür Bakanlığı tarafından da Türkiye’nin en görkemli kaleleri arasında sayılmaktadır. Kısaca zaten zirveye ulaşıp, manzaranın ve kalanların görüntüsü ile siz de o görkemi iliklerinizde hissedeceksiniz.

II. Beyazid Külliyesi

Osmanlı sultanı II.Beyazid tahta geçtikten sonra uzun yıllar şehzadelik yaptığı Amasya’ya kendi adı ile külliye yapılmasını emretmiş. Oğlu Şehzade Ahmed 1485-1486 yıllarında cami, medrese, imaret, mektep ve köprüden oluşan külliyeyi yaptırmış. Bugün cami, medrese ve imaret bulunmakta külliyede. Mektep yıkılmış hiç bir iz kalmamış, köprü ise Çorum Osmancık İlçesi’nde yaptırılmış. Daha sonra külliyeye Şehzade Ahmet’in oğlu Şehzade Osman Çelebi Türbesi eklenmiş, ancak içinde sanduka bulunmamakta.

Sultan II.Beyazid Cami’ye ihtişamlı taç kapısından girilmekte. Cami yan mekanlı cami mimarisinin seçkin örnekleri arasında. Ortada iki kare mekanın doğu ve batı yönlerinde üçer kubbeli yan mekanlar bulunmakta.

Kubbe içinde ve pencere kenarlarında zengin kalem işlemeleri bulunmakta. Pencere kanatları dönemin ahşap kündekari tekniğinin özel örnekleri arasında sayılmaktadır.  Cami depremlerden etkilenmiş ve tamirat geçirmiş olsa bile orijinal yapısı korunmaya çalışılmış.  Caminin iki yanında tek şerefeli, gövdeleri farklı dokuda iki minare görünmekte.

Caminin kapısının karşısında iki yanında çınar ağaçları olan  şadırvan külliyeye ayrı bir güzellik katıyor. 12 sütun üzerine oturan şadırvanın klasik ve barok motiflerinden oluşan göbek desenleri, 6 kollu yıldız motifi ve duvar resimleri ilgi çekici. Çınar ağaçlarının yaşlarının cami ile aynı olduğu söylenmekte.

Minyatür Müzesi

Külliyede imarethanenin bir bölümü Minyatür Müzesi olarak düzenlenmiş. Burada Türkiye’nin en büyük kent maketlerinden biri yer almakta. 1914 yılında çekilen bir fotoğraf esas alınarak,  80 metrekarelik bir alanda,  1860 mimari yapısı ile Amasya şehrinin gündüzü ve gecesini bir simülasyonla izleyebilirsiniz. Sadece 10 dakika, oturarak izleyebileceğiniz ilginç bir müze deneyimi.

İmarethanenin diğer bir bölümünde canlandırmalar bulunmakta. Yerel el işleri de bu bölümde satılmakta.

İmarethanenin yan tarafında düzgün kesme taşlarla yapılmış tek kubbeli bir türbe bulunmaktadır. Türbe 1513 yılında Şehzade Ahmet’in oğlu Şehzade Osman Çelebi için yapılmış.

Amasya Arkeoloji Müzesi

Amasya’da ilk yerleşim Geç Neolitik Çağ’a kadar uzanmakta, sonrasında da Hitit, Frig, Pers, Pontus, Roma, Bizans ve Türklerin egemenliğinde eserler yaratılmış bu topraklarda. Türklerin 1075 yılında ayak basması sonrası Danişmentoğulları, Selçuklular, İlhanlılar ve 1393 yılından itibaren Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde önemli imar çalışmaları yapılmış. Camiler, köprüler, konaklar, kale, kaya mezarları yerinde görülebilse de, bu uygarlıkların kıymetli eserlerini görmek için Amasya Arkeoloji Müzesi mutlaka ziyaret edilmesi gereken yerler arasına alınmalıdır.

Biz de öncelikle Arkeoloji Müzesi’ni ziyaret ettik. 1928 yılında kurulan daha önce başka binalarda sergilenen eserler yeni modern binasında 1980 yılında yerini almış.

Müzede iki katlı ve bahçede de taş eserler sergileniyor. Müzenin birinci katı arkeolojik eserler salonu. Bu salonun dünya çapında en önemli eseri Hititlerin baş tanrısı Teşup heykeli. Bu salonda ayrıca fosiller, Geç Neolitik, Tunç, Demir Çağları, Hellenistik, Roma dönemi, günlük yaşam ve ritüellerde kullanılan eşyalar ve mezarlar sergilenmekte. Ayrıca her dönemden sikkeler de eserler arasında.

Müzenin ikinci katında daha çok etnografik eserler yer almakta. Kayı boyu damgası taşıyan ahşap pencere kanatları orijinal eserler arasında. Ayrıca Roma döneminden kalma yer mozaiklerinde Amasya’nın misket elmasının motifi de Amasya elmasının 1700 yıl önce de meşhur olduğunu göstermektedir.

İkinci katta en ilginç bölüm Mumyalar Salonu. Bu salonda İlhanlılar döneminde yöneticiler ve ailelerinden 8 adet mumya sergilenmekte. Türkiye’nin en geniş mumya ailesi olduğu belirtilmekte. 

Müzenin bahçesinde de her dönemden taş eserler, lahitler yanında Selçuklu Sultanı I.Mesud’un Türbesi bulunmakta.

Sabuncuoğlu Tıp ve Cerrahi Tarihi Müzesi-Bimarhane

Darüşşifa (Bimarhane)  İlhanlı Hükümdarı Sultan Mehmet Olcaytu ve eşi İlduz Hatun adına 1308-1309 yılları arasında yapılan bir tıp okuludur.  İlhanlı döneminden günümüze kalmış tek eser. Dikdörtgen planlı, açık avlulu  tipik bir Selçuklu medresesi olan binanın taç kapısının taş işlemeciliği göz alıcı. Ayrıca kapı kilit taşında diz çökmüş insan kabartması işlenmiş.

Binada tıp eğitiminin yanı sıra hasta tedavisi de yapılmış. Sonraki yıllarda ise daha çok akıl hastalıklarında müzik ile tedavi edildiği bir merkeze dönüşmüş. Anadolu’da müzikle tedavi yapılan ilk hastanedir. Osmanlı döneminin ilk cerrahı Şerefeddin Sabuncuoğlu 15.yy’da burada eğitim almış ve burayı bimarhaneye dönüştürmüş.

Tedavi de kullanılan araçların, müzik aletlerin sergilendiği Bimarhane özgünlüğü nedeni ile görülmeye değer. Bu tür tıp merkezini Edirne’de görmüştük, çok yerde karşılaşabileceğimiz bir müze değil. Bu Selçuklu binası bir dönem konservatuar olarak kullanılmış, 2011 yılında müzeye dönüştürülmüş.

Saraydüzü Kışla Binası

Amasya beni birçok yönüyle kendine hayran bıraktı. Ancak bu şehirde beni en çok üzen Cumhuriyetimizin temelleri atılan binaya reva görülen durum oldu.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak üzere Samsun’a çıkışının ardından silah arkadaşları ile 12 Haziran 1919 yılında geldiği ilk şehir, Amasya. Atatürk 22  Haziran 1919 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atıldığı ilk kuruluş belgesi olan Amasya Tamimi’ni imzaladığı bina Saraydüzü Kışlası. Yani bağımsızlık meşalesi burada ateşleniyor. Saraydüzü Kışla binası sel ve heyelan ile yıkılmış sonraki yıllarda. 1997 yılında binanın tarihi önemi düşünülerek heyelan bölgesi olan yerin yakınına aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş. Kültür Turizm Bakanlığı’na bağlı Milli Mücadele Müzesi oluşturulmuş. Binada Atatürk’ün Amasya’ya gelişinde karşılanışı balmumu heykellerle canlandırılmış, Amasya Genelgesi’nin nüshaları, önemli evraklar, silahlar sergileniyor, salonlarında kongreler düzenlenip, Cumhuriyet Baloları yapılıyormuş. Muşlu yazıyorum, çünkü biz gezimiz sırasında heyecan ile Cumhuriyet tarihimiz ve bağımsızlık mücadelemiz için anlamlı binaya koştuk. Ancak, büyük bir hayal kırıklığı yaşadık; Binanın kapısına İl Halk Kütüphanesi tabelası asılmış, görkemli binanın ilk katında kocaman salonlar okuma salonuna dönüştürülmüş, bir salona çocuk kütüphanesi adı verilmiş, pandemi dönemi bomboş bir salon, önemli kişilerin adının bulunduğu salonlar memur ofisleri olarak düzenlenmiş. Biz nereye bakacağımız bilemeyip Amasya Tamimi, müze,  Atatürk… gibi sözler fısıldayınca danışmadaki görevli en üst katı işaret etti. Merdivenle üç kat çıkarak  çatı katı odasına ulaştık. Dar bir alana sıkıştırılmış kalan 12 mumya ve üç beş afiş hepsi bu.

Gerekçe ise, II. Beyazid Külliyesi’nde kocaman tarihi Medrese binasında Atatürk’ün isteği ile kurulan İl Halk Kütüphanesi binası yeterli gelmemiş ve bu binaya taşınmış bir ay önce, hem de pandemi döneminde. Cumhuriyetimiz ve bağımsızlık mücadelemiz için önemli olan tarihi bina anlamından uzaklaştırılmış. Bu arada Kuzey Makedonya’nın başkenti Üsküp’te gezdiğim Bağımsızlık Mücadelesi Müzesi canlandı gözümde. Sadece ülkenin bağımsızlık mücadelesini (ağırlıklı olarak Osmanlıdan bağımsızlık)  anlatmak için kurdukları müze, rehber eşliğinde gezilebiliyor. Müze düzenlenmesi, harika canlandırmalar, belgeler, vb. anlatımlar ile size  bağımsızlık mücadelesi ve heyecanını yaşatıyor. Bu müzede bile Atatürk’ün mumyası yer alırken, Amasya şehrimizde binanın kimliğinin ortadan kalkması, mumyaların çatı katına sıkıştırılmış olması bizi hüzünlendirdi. 

Ferhat ile Şirin Müzesi

Amasya gerek coğrafyası gerek tarihi ile o kadar zengin bir şehir. Son yıllarda şehir tarihi yerlerin restorasyonları, konaklama yerlerinin arttırılması ve  daha iyi bir tanıtım ile turizmde de atak yapmış görünüyor. Bu arada var olan eserlerinin yanında çeşitli kurumlar eli ile şehre başka imajlar daha verilmek istenmiş sanki. Aşıklar şehri Amasya, Müzeler Şehri Amasya gibi… 

Amasya’da kiminle karşılaşsak Ferhat ile Şirin Müzemizi görün dediler. Üstelik Türkiye’nin ilk ve tek Aşıklar Müzesi’ni gidelim görelim bakalım diye çıktık yola. Şehrin Roma döneminden kalan tarihi su kanallarının geçtiği alan güzel yeşillendirilmiş, Ferhat’ın Şirin ile dağları delen öyküsü ile birleştirilmiş bir de müze kondurulmuş.

Eeee yeni müzecilik anlayışı ile çok bilinen aşıkların mumyalarını sıralayalım; Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun eee bir de Romeo ve Jüliet olsun. Yetmedi bu efsaneler, hem Osmanlı hem gerçek kişiler Mimar Sinan Mihrimah Sultan aşkı olsun, bir odaya da Anadolu aşıkları diyelim Mevlana, Hacı Bektaş Veli, Aşık Veysel gibi gerçek karakterleri de giydirip süsleyip yerleştirelim mi?  Bahçeye temsili Ferhat ile Şirin mezarı, yandaki tepeciğe de Ferhat ile Şirin heykelleri koyalım, oldu bitti bir müze. Bir Ferhat ile Şirin  Parkı düzenlenip, aşıkların mumyaları da bir galeride sergilenebilirdi. Bu müze Belediye tarafından işletiliyor diye girişte 5 TL ödedik.

Amasya’nın zengin tarihi yerlerini gezip, ayrıca Saraydüzü Kışlası’nın da ruhunun silindiğini görünce bu müze de ne ki diye dolaştım.

Hazeranlar Konağı

Osmanlı sivil mimarisinin klasik örneklerinden olan Hazeranlar Konağı, Yeşilırmak kıyısında Roma dönemi surlarının üzerine yerleştirilmiş. Taş temelli bodrum katı üzerine iki katlı, ahşap çatkı arası kerpiç dolgulu bahçeli bir konak haremlik, selamlık şeklinde planlanmış.

Konak 1865 yılında dönemin defterdarı Hasan Talat Efendi tarafından yaptırılmış. Sahipleri İstanbul’a taşınınca konak terkedilmiş, ancak 1976 yılında Kültür Bakanlığı tarafından satın alınmış ve restore edilmiş ve 1984 yılında Müze Ev olarak düzenlenmiş. Etnografik eserlerin sergilendiği Osmanlı konağını, bu dönemin yaşam alanları, kullanılan eşyalar, kıyafetler, örtülerle,  şehrin ruhunu hissetmek için görülmesi gereken yerler arasında sayabiliriz.

Şehzadeler Konağı

Amasya asırlarca Osmanlı Devleti padişahlarının yetiştiği bir şehir olmuş. Sancak beyi olarak Amasya’ya gönderilen şehzadeler bu şehirde yönetim tecrübesi kazanırken, kendilerini de tahta en yakın aday olarak görmekte imişler. 16. yy’a kadar Amasya bu konuda önemli bir şehir olmuş. Ancak Kanuni’nin oğlu Şehzade Mustafa bu şehirde katledildikten sonra İstanbul’a daha yakın ve kontrolü daha kolay olacağı düşünülerek Manisa şehzadeler için önemli bir sancak haline gelmiş. Amasya da merkezden atanan sancak beyleri tarafından yönetilir olmuş.

Şehzadeler Konağı, Hatuniye Mahallesi’nde Yeşilırmak kıyısında iki katlı klasik bir Osmanlı Konağı.  Konağın içinde dokumalar, hat ve tezhip örnekleri, halılar ve aksesuar bulunmakta. Konağın ikinci katında Amasya’da şehzadelikleri geçmiş ve sonrasında tahta oturmuş sultanların balmumu heykelleri sergilenmekte. Bu padişahlar; Yıldırım Beyazıt, Çelebi Mehmet, II.Murat, Fatih Sultan Mehmet, II.Beyazid, Yavuz Sultan Selim ve III.Murat’tır. Alt katta ise Amasya’da şehzadeliklerini Amasya’da geçirmiş, ancak tahta oturamayan beş şehzadenin canlandırmaları bulunmaktadır. Bu şehzadeler; Kanuni’nin oğulları Şehzade Mustafa, Şehzade Beyazid, II.Murat’ın oğulları Şehzade Ahmet ve Şehzade Alaeddin ve II.Beyazid’in oğlu Şehzade Ahmet’tir.

Bu müze konak da belediye tarafından yönetilmekte giriş ücreti olarak 5 TL alınmaktadır. Amasya’da epeyce kafamız karıştı birçok müze var, bir kısmına müze kart ile girerken, belediyenin işlettiklerinde müze kart geçmemekte. Acaba belediyeler, tam anlamı ile müzecilik anlayışını yansıtmayan düzenlemelerin adını müze koymak yerine, kültür evi, galerisi gibi mi adlandırsalar, isterlerse yine ücret almaya çalışsalar da bizim de kafamız karışmasa.

Şeyh Hamdullah Yazı Tarihi ve Hüsn’i Hat Müzesi

Amasyalı hat ustası Şeyh Hamdullah’ın adının verildiği üç katlı müzede Sümerlilerden başlayarak yazının gelişimi anlatılmakta, ayrıca ebru, tezhip ve hat sanatının örnekleri sunulan bir müze. Yine ücretli, müze kart geçmiyor, meraklısına önerilir.

Saat Kulesi

Hatuniye Mahallesi’nde Helkis (Hükümet) Köprüsü’nün batısında yer alan Amasya Saat Kulesi dikkat çekmektedir. Orijinal saat kulesi 1865 yılında Amasya Mutasarrıfı Şair Ziya Paşa tarafından yaptırılmış. Ancak yapımından kısa süre sonra çıkan yangında zarar görmüş ve yenilenmiş. Daha kötüsü ise 1940 yılında dönemin valisi Talat Öncel tarihi ahşap Helkis Köprüsü’nün yıkılarak betonarme bir köprü yapılmasına karar verir. Bu arada da köprü inşaatını engelleyeceği gerekçesi  ve yerine daha modern bir saat kulesi yapılması vaadi ile yıktırır saat kulesini. Tabi bu söz tutulmamış, 2002 yılında yeniden yapılmış. Saat Kulesi kesme taş, tuğla ve ahşaptan yapılmış. Minare görünüşlü gövdenin üst kısmı da şerefe şeklinde düzenlenmiş.
Amasya Heykelleri

Amasya heykelleri de ayrı bir yer ayırmayı hak ediyor. Yavuz Sultan Selim Meydanı’nda ‘Amasya Tamimi Anıtı’ ile başlayalım. Saat Kulesi’nin karşısında geniş meydanda yer alan heykelde Atatürk Amasya Tamim’i sırasında yardımcı olan yerel halkla birlikte görülüyor.  Heykel 1981 yılında ünlü heykeltraş Prof.Dr.Tankut Öktem tarafından yapılmış.

Amasya’da turizm atağı ile birlikte şehre değişik heykeller de yerleştirmişler. Tarihi kişilerin heykellerinin yanı sıra  esprili heykeller de karşınıza çıkabilir. Yeşilırmak Nehri’nin güney yönünde bir alan Şehzadeler Yolu olarak düzenlenmiş. Bu bölümde ve yine Yeşilırmak kıyısında yürüyüş yollarında ve köprüler üzerinde ilginç heykeller görebilirsiniz. Şehzadeler yolunda dünyanın ilk coğrafyacısı Strabon’un Heykeli, bazı şehzadelerin heykellerinin yanı sıra köprü üzerinde olta ile balık tutan bir heykel yanında, selfi çeken bir şehzade de görebilirsiniz. Son yıllardaki birçok şehrin simgesini gösteren heykeller furyası 2015 yılında Amasya’ya bir elinde kılıcı ile selfi çeken şehzadenin yanı sıra elma heykeli de hediye etmiş.

Amasya Köprüleri
Amasya Yeşilırmak kıyısına kurulduğundan iki yaka birbirine köprüler ile başlanmış. Her bir köprünün yapılış tarihi, mimarisi, öyküsü farklı. 
Alçak Köprü Romalılardan kalma tek taş köprü. Nehir 1865 yılına kadar bu hali ile kullanılmış, Zamanla nehir yükselince üzerine bir ahşap köprü yapılmış o da sular altında kalınca yine taşlarla yükseltilmiş köprü. Sonrasında beton ve demir ile güçlendirilmiş.

İstasyon Köprüsü ilk olarak 1145 yılında Selçuklu Sultanı I.Mesud tarafından yaptırılmış. Taşkınlarla yıkılmış,  aynı yere aynı şekilde  1370 yılında yapılmış. Üç geniş ayak üzerine kesme taşlı köprü çok onarım görmüş en son hali üzerine beton dökülmüş kenarlarına metal korkuluklar eklenmiş. Kunç Köprü üç büyük ayaklı kemerli köprü de Selçukluların son dönem eserlerinden. Roma döneminde yapılan Helkıs ve Madenüs Köprülerinden ise günümüze bir şey kalmamış yerine yeni köprüler yapılmış. Gezerken herhalde Roma dönemindeki mimariler, daha güzeldi diye düşünmekten kendimi alamadım.

Camiler

Amasya’da Selçuklu döneminden itibaren çok sayıda tarihi cami karşınıza çıkıyor. Ayrı bir camiler turu yapılabilir. Biz asıl olarak II.Beyazid Cami, Hatuniye Camisi’ni gezdik, bir kısmını dışarıdan gördük.

Hatuniye Cami

Sultan II.Beyazid’in hanımı Bülbül Hatun cami, hamam ve sübyan mektebinden oluşan bir külliye yaptırmış. 1510 yılında yapılan Hatuniye Cami bu külliyenin bir parçasıdır.  Beş kubbeli, altı sütunlu, dikdörtgen cami ve zengin tuğla işlemeciliği ile dikkati çekmektedir.

Şehirde çok sayıda cami var.  Karşımıza çıkan diğer birkaç caminin fotosunu ekledim.
Medreseler

Camilerin yanı sıra önemli medreseler de ziyareti hak ediyor. Bu medreselerden Gök Medrese’yi özellikle görmek istedik.

Gök Medrese

Hem medrese hem cami olarak kullanılan kesme taşlı yapısı ve önünde yer alan mavi sırlı, sekizgen türbesi ile bu yapı Selçuklu sanatının değerli örnekleri arasındadır. Cami Amasya Valisi Torumtay tarafından 1267 yılında yapılmış. Amasya Müzesi’ne yakın olan Gök Medreseye gittiğimiz zaman kapalı olduğundan içini görme şansını bulamadık.

Büyük Ağa Medresesi

Sultan II.Beyazid’in kapı ağası Hüseyin Ağa tarafından 1488 yılında yaptırılan özgün bir medrese. Klasik Osmanlı medrese mimarisi yerine Selçuklu mezar anıtlarında görülen sekizgen plan ile yapılmış. Medrese Amasya’da yüksek eğitimin yapıldığı, değerli ilim adamlarının yetiştirildiği bir yer olmuş. 19.yy’da önemini yitirmiş, terk edilmiş, 1978 yılında restore edilmiş.

Saraydüzü Kışla Binası’na yakın  özel olarak görmeye gittiğim medrese binasını gezemedim. Kapıda hafız kursu yazan binanın kapısından girince içeride çok sayıda erkek çocukların koşturduğunu gördüm, kapıda duran bir çocuk içeriye giremeyeceğimi söyledi, bir şekilde barikat yapılmış idi, sadece avlunun kapının yanından fotosunu çekebildim. Yukarıdaki binanın tüm fotosu Ferhat ile Şirin Müzesi’nin bahçesindeki maketinden çekildi.

Hamamlar

Amasya’da Selçuklu ve Osmanlı dönemi hamamlar da oldukça iyi konumda ve halen hizmet vermekteler. Hamamları dışarıdan birkaç fotosunu paylaşabiliriz. Bu hamamların önemlilerini şöyle sayabiliriz; Yıldız Hamamı, Altuntaş Hamamı, Paşa Hamamı, Mustafa Bey Hamamı, Kumacık Hamamı.

Aynalı Mağara

Aynalı Mağara en iyi işlenmiş, taş işçiliğinin en iyi olduğu kaya mezarları arasında sayılıyor. Şehir merkezinden 3 km uzakta, yine de bu özel olarak mezarı görmek için gittik.  Güneş vurduğunda yüzeyinin parlaması nedeniyle Aynalı Mağara adı verilmiş. İçerisinde Bizans döneminde yapılmış havarilerinin resimleri varmış. Hz. İsa’nın havarilerinden birinin Hristiyanlığı buradan yaydığı söyleniyormuş. 

Biz mağaraya gittiğimizde mağara kapısına kilit vurulmuştu. Şehir dışında olmasına rağmen yol üzerinde ulaşılması kolay ancak burası kilitlenerek korunmaya çalışılmış. Ben yazayım da göremedik diye üzülmesin zaman bulup oraya ulaşamayanlar.

Borabay Gölü

Amasya gezisinde görülmesi gereken başka bir doğa harikası Borabay gölü. Göl Amasya merkeze 63 km mesafede, Amasya’nın Taşova ilçe sınırlarında. Araba ile ulaşım sağlanabilir, Amasya’dan Taşova’ya giden minibüsler ile de ulaşılabilmektedir.

Borabay Gölü denizden 1050 metre yükseklikte, küçük bir akarsuyun kenarlarının tıkanması ile oluşmuş. Gölün etrafı, kayın, sedir, kestane ağaçları ile çevrilmiş.  Göl çok büyük değil, uzunluğu 900 metre, genişliği 300 metre derinliği de 25 metre.

Biz Borabay Gölü’ne yarım gün ayırdık, göl kenarına kadar araba ile ulaşılabiliyor. Göl kenarında biraz yürüyüş yapıp, yine göl kenarında harika manzaralı restoranda hafif bir şeyler atıştırdık. Borabay gölünde yapılacaklar bunlarla sınırlı değil. Göl çevresi piknik alanı olarak düzenlenmiş, hatta göl kenarında kamp yapılabilir veya bungalov kiralayarak gece kalınabilir. Alabalık, sazan, yayın gibi göl balıkları da tutabilir veya göl üzerinde kanolar, bisikletler ile gezebilirsiniz. Kısaca Amasya gezisinde Borabay gezisi programa alındıktan sonra geceleme kararı ve aktiviteler size kalmış.

Yeme İçme

Amasya mutfağı da zengin ve özgün çeşitler sunuyor. Bu mutfağın çeşitlerinin en güzel sunulduğu yerleri araştırdık. Karşımıza ilk olarak Ali Kaya Restoran çıktı. Denedik ve biz de öneriyoruz. Öncelikle manzara müthiş. Karşıda Harşena Dağı, Yeşilırmak Nehri ve akşam ışıl ışıl Amasya manzarasına karşı yemeğimizi yedik. Lezzetli ve çeşitli mezelerinin yanında et yemeği olarak onların önerisini aldık. Tokat kebabını Tokat’ta tatmayı düşünmemize rağmen Tokat kebabını önerdiler. Biz de memnun kaldık. Fiyatları da bu manzaraya karşı fahiş gelmedi bize. Başka şehirlerde de mezeli, içkili ve et yemekli restoranlarda daha yüksek fiyatlar ile karşılaşabilirsiniz. Bir gece Amasya’da, bu manzaraya karşı yemek yenmeli. Yine manzaralı olan bu restoranın karşısındaki Yamaç Restoranı tavsiye edenler de bulunmakta.

Amasya mutfağı coğrafi konumu nedeniyle hem Karadeniz hem İç Anadolu’nun çeşitlerini sunmaktadır. Hamur işlerinden, değişik çorba çeşitlerinden, sebze yemeklerine daha önce tatmadığınız lezzetler sofranızda yer alacak. Geleneksel Amasya yemekleri tatmak için önerilen yer Ameseia Mutfağı. Yeşilırmak kenarında yalı boyundaki restoranda yerel çorbalar, bakla dolması, keşkek tatmayı unutmayın. Amasya mutfağında mantı da ön sıralarda. Bu lezzeti tatmanız için Anadolu Mantı Evi ilk sırada. Tek tür mantı yerine kocaman bir menü ile o kadar çok mantı çeşidi sunuluyor ki, hepsini merak ediyor insan. Biz dört kişi hepimiz ayrı çeşit sipariş vererek en azından dört çeşidi tattık. Ayrıca yine Keyf restoran da denediğimiz hızlı servis ile çorba ve kebap çeşitleri ile memnun kaldığımız bir yer oldu.

Bu arada akşam yemekleri için müzikli, içkili restoranlar ve barlar da değişik alternatifler bulunmakta. Yalı boyunda Emin Efendi Konakları gerek yemekleri, servisi ve ortamı ile öneriliyor. Hafta sonları da müzik var. Ayrıca yine konaklarda restoranlar, barlar Amasya gecelerinizi renklendirecektir.

Bu arada Amasya çöreğinden söz etmeden olmaz. Ceviz ve haşhaş karışımı çörek. Bu çöreğin piri Çörekçi Galip Usta, dükkanı arayıp bulmanız lazım, üç kuşaktır bu çöreği üreten  Galip Usta’nın çörekleri hızlı tükeniyor. Burada tadamazsanız Hatuniye Mahallesi’nde Amasya Çörekçisi’nde bulabilirsiniz.

Alışveriş

Amasya’dan dönerken yanımıza neler alalım derseniz. Amasya deyince aklımıza ilk gelen ünlü Amasya misket elması ürünleri bizi bekliyor. Elma çayı, sabunu, kurutulmuş çeşitleri hazırlanmış. Ayrıca çeşitli dokuma ürünler, şallar yemeniler olabilir. Yine tahta işi hediyelik eşyalar da bulabilirsiniz. Alışveriş için tabi ki dünya markalarının çeşitlerini satan AVM’ye adım atmıyoruz.

Hatuniye Mahallesinde yol boyunca veya tarihi pasajlarda çok sayıda hediyelik eşya dükkanları göreceksiniz. 

Son Söz

Amasya coğrafi konumu ve tarihi ile Anadolu’nun kadim şehri. Yeşilırmak kıyısında bereketli topraklarda, yeşil bir şehir.

Tarihi eserlerin korunması, sergilenmesi, farklı coğrafi yapısı ve özel dokusu ile gezenlerin zihinlerinde kalıcı görüntüler bırakıyor. Bazı şehirler vardır ya, şehrin genel fotoğrafı aklınızın bir köşesinde kalır. Benim için Amasya da bir yanda doğası, diğer yanda tarihi izleri ile unutulmaz şehirlerim arasında yerini aldı. Amasya gezginlerin adım adım gezip, görecekleri şehirler arasında ön sıralarda yer almalı. 

Visits: 6

Termessos Antik Kenti: Büyük İskender’in Durduğu Yer

Termessos

Termessos denince akla, Makedonya’dan başlayıp kısacık hayatına Hindistan’a kadar uzanan fetihler, zaferler sığdıran, tarihin en önemli komutanlarından Büyük İskender’in alamadığı kent geliyor. Ama bugün için sadece çok iyi korunmuş bir antik kent olması değil, yalçın dağlarıyla, yemyeşil ormanlarıyla,  müthiş güzel doğası da Termessos’u bir cazibe merkezi haline getiriyor.

En sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim; burası gerçekten vahşi doğa… Gezi rotasının sürekli izlendiği belirtiliyor ama öyle yerlerden geçiyorsunuz ki, orada tek başınasınız… Eğer yaşınız ileriyse ya da sağlık sorunlarınız varsa yalnız gitmeyin derim. Ayrıca çoğu yerde telefon da çekmiyor. Öte yandan; Antik kentin en kalabalık yeri olan otoparkın hemen arkasındaki Kuzey nekropolünde yalnız gezerken bir yaban domuzu ailesiyle burun buruna geldim; neyse ki iki taraf da birbirinden korkup ters yönlere kaçtık. Bunlar sizi yanıltmasın; Termessos Antalya geziniz yeterince uzunsa, gitmekten, görmekten büyük keyif alacağınız bir yer.

Termessos Güllük Dağı’nda yaklaşık 1150 metre yükseklikte bir alanda kurulu… Termessos’a Antalya-Korkuteli yolu üzerinden gidiliyor. Antalya’ya yaklaşık 30 km mesafede… Antalya-Burdur yolundan Korkuteli’ne dönüldükten sonra yol üzerinde sağda Selçuklulardan kalma Evdirhan ve solda Güver Uçurumu bölgenin tarihi ve doğal zenginlikleri açısından ilk işaretleri veriyor. Korkuteli yolu üzerinde yaklaşık 15 km sonra bir dört yol ayrımına ulaşacaksınız. Buradan sola dönerseniz Termessos’a ulaşırsınız. Ama  ben bu işin en başından başlayayım derseniz sağda Karain’e doğru dönebilirsiniz; Anadolu’daki ilk yerleşimlerden olan Karain Mağarası, sizi Paleolitike kadar götürecektir.

Biz Termessos’a devam edelim. Sola döndükten 500 m sonra Termessos Milli Parkı’na ulaşacaksınız. Giriş ücretli (2021’de 12,50 TL), müze kartlarına ücretsiz. Termessos Milli Parkı haftanın her günü açık, yaz döneminde (nisan-eylül) 10.00-19.00, kış dönemi (ekim-mart) 08.00-17.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir; pandemi döneminde saat ayarlamaları olabiliyor, kontrol etmekte fayda var.

Girişte piknik alanı, danışma binası ve interaktif doğa müzesi var, burada soluklanmak isterseniz hem tanıtıcı broşür alabilirsiniz hem de bölgenin flora ve faunası hakkındaki sergiyi görebilirsiniz.

Vitrinden bakan boz ayı gözünüzü korkutmasın, gezginler daha çok sincaplarla karşılaşacaklar. Bölgede yaygın kedigillerden kara kulağı görebilirsiniz. Ayrıca duvarlardaki kozalaklardan yapılmış mozaikler de görmeye değer.

Termessos Milli Parkı, Güllük Dağı’nda 6702 hektarlık bir alan… Akdeniz havasını hissedeceğiniz Park’ta bölgeye has menengiç, zakkum, çan çiçeği, adaçayı, tavşan kirazı, akça kesme, sandal ağacı, sakız ağacı, teşbih ağacı, yabani zeytin, yabani mersin, defne, keçiboynuzu, kermes meşesi, alçak kesimlerde ise kızılçam ve maki yaygın. Ama Termessos’un prensesi, Termessos çiğdemi; geziniz boyunca yolunuzu renklendirecektir… Faunasında ise alageyik, yaban keçisi, şah kartal, vaşak, karaca, ayı, yaban domuzuna rastlanmakta…

Piknik alanından yola devam edersek yeşillikler içinden, yalçın dağlar arasından döne kıvrıla giden tek şeritli bir yolla Termessos Antik Kentine varacaksınız. Bu arada Termessos’a toplu taşıma araçlarıyla gelmek zor iş; ancak Antalya-Korkuteli otobüslerine binip yol ayrımında ineceksiniz, sonrası size kalmış…

Biz antik kente girmeden önce hem dinlenelim hem de biraz geçmişine bakalım…

Geçmiş Zaman Olur ki.. Meraklısına

Termessos, antik dönemde Pisidia denen bölgenin güney batısına denk gelen Milyas kısmında bugün Güllük olarak bilinen Solymos Dağı’nın yalçın kayalıkları arasındaki korunaklı ve gizli yerinden dolayı uzun süre gözlerden uzak yaşamış…  Bazı tarihçiler şehrin kuruluşunu Hitit dönemi ile eşleştirmekteymiş, hatta Hititlerin Attarimma dedikleri yerin Termessos olduğunu savunmaktalarmış. Bir yaklaşıma göre, şehrin ismindeki çift s harfi, Termessosluların  Anadolu halklarından olduğunun bir işareti olarak kabul edilmekteymiş. Coğrafyacı Strabon’ın savaşçı bir kavim olarak nitelendirdiği Termessoslular kendilerini Solymi olarak tanımlarmış. Solymiler Anadolu’nun kadim halkı Luvilerin soyundan gelmekteymiş. Termessoslulara da ismini veren Solymos, daha sonra Zeus Solymus kültünün oluşmasına yol açmış. Homeros, Solymi halkını Likyalılardan farklı olarak nitelemiş.

Lidyalı Kroissos döneminde bağımsız olan Termessos, Harpasos tarafından Pers hakimiyetine alınmış ve Darius döneminde Birinci Satraplığa katılmış, MÖ 460’da Evrinedon Savaşı ile bölge bağımsızlığını kazanmış.

Kent hakkındaki esas bilgiler Büyük İskender ile başlamakta… Makedonya’dan yola çıkan Büyük İskender Hindistan’a kadar süren kısa ama yoğun macerası sırasında MÖ 333’de Termessos’a da gelmiş ve şehri kuşatmış. Termessos, tabii, gayet hoş, latif bir yer ama Hindistan’a kadar gitmeyi düşünen bir komutan için dağın tepesindeki göreceli küçük bir şehrin önemi ne olabilir ki, İskender gelip buraları kuşatmış, bilinmez… Bazıları İskender’in hırsına bağlar, bazıları Pergeli hasımlarının Büyük İskender’i yanıltıp buraya yönlendirdiğini söyler… Büyük İskender döneminde yaşamasa da kendisinin büyük bir hayranı olan  ve hakkında Aleksandrou Anabasis eserini yazan Xenophon ise buranın Frigya’ya geçmek için bir geçit olduğunun düşünüldüğünü belirtir. Gerek Termessosluların direnci gerekse doğanın geçit vermezliği Büyük İskender’i canından bezdirmiş. Tabii bakmış olacak gibi değil, Büyük İskender kuşatmayı kaldırmış ve hıncını başka bir dağ kenti olan Sagalassos’tan çıkarmış.

Neyse, Büyük İskender esmiş kavurmuş, erken bir yaşta da ölmüş. Sonrasında fethedilen bölgeler İskender’in komutanları arasında paylaşılmış. Anadolu için Seleukoslar ve Ptolemoslar önemli… Büyük İskender’e geçit vermeyen Termessos ise Ptolemosların hakimiyetine girmiş.

Bundan sonrasına ait bazı bilgileri ise  Likya’nın Araxa kentindeki bir yazıttan öğreniyoruz. Örneğin MÖ 200’lerde bir şekilde Likya kentleriyle savaşmış, MÖ 199’da yine Pisidia’dan İsinde kenti ile mücadele etmiş. MÖ 2. yüzyılda ise kentin yakınında Küçük Termessos kolonisi kurulmuş. Daha sonra Selge’ye karşı Pergamon Kralı II.Attalos ile güç birliği yapılmış; II Attalos bunun anısına Termessos’ta bir stoa yaptırmış.

Pergamon’un Roma hayranlığından mıdır, bilinmez ama Termessos, Roma’nın müttefiki olmuş ve MÖ 71’de Roma Senatosu tarafından bağımsızlığı tanınmış. Büyük İskender sonrası Helenleşen  Termessos, MS 2. ve 3. yüzyıllarda Roma İmparatorluğu’nun da desteği ile en parlak dönemini yaşamış; bugün gördüğümüz çoğu yapı da o döneme aitmiş. Daha sonraki dönemlerde ise şehir terkedilmiş ve derin bir sessizliğe gömülmüş…

Tırmanalım, Gezelim …

Milli parktan antik kente giden yol boyunca kentten geriye kalan izler size eşlik edecek… Kral yolu, kale ve tahkimat duvarları eşliğinde yaklaşık 9 km’lik bir yoldan sonra şehir kapısına ulaşacaksınız. Buradan yaklaşık 1 km‘lik bir tırmanışla kentin en üst noktasına, tiyatroya varacaksınız.

Otoparkın hemen yanında şehrin kuzeydoğu nekropolü var; yaban domuzu ailesini gördüğüm yer… Çoğu kırılmış dökülmüş lahitlerle dolu alanda asker mezarları ve  aslanlı anıt mezar dikkati çekiyor. Yüzünüzü dağa çevirdiğinizde sağınızda  Roma İmparatoru Hadrian adına yaptırılmış Artemis Tapınağı/Hadrian Propylon’u yer almakta… Tapınağın yanında şehrin ikinci tiyatrosunun  izleri bulunmakta…Ön tarafta ise su tankı ve yıkıntı halde bazı yapılar göze çarpmakta.

Sol taraftan başlayacağınız tırmanışta, önünüze çıkan yan yollar Kral Yolu olarak adlandırılmakta. Daha sonra sarnıç, su kemerleri, şehir surları boyunca geçip şehrin kapısı ve gözetleme kulesine ulaşacaksınız. Termessos şehirciliğinde egemen olan Roma tarzı yanında Helenistik ve Pergamon tarzı da görülmekte. 

İlerledikçe solunuzda hamam/gymnasium, sağınızda ise yukarı şehir duvarları görülecek.  Soldaki patikayı izleyince hamamın muhteşem kemerleri ve yan duvarlarını göreceksiniz. Dağın başında  bu ölçülerde bir yapı ve su tesisatı, Termessos uygarlığı hakkında ipuçları vermekte. Taş oymacılığındaki ustalık ise sağda solda karşınıza çıkacak taş parçalar da gözlenebilir.

İleride Hellenistik esintili yukarı tahkimat duvarlarına ulaşacaksınız. Şehrin drenaj sisteminin yanında düzlükte sütunlu cadde ve dükkan kalıntıları mevcut… Bu düzlükte ilerlerseniz, sağ taraftan otoparka inen  patikaya ulaşırsınız; aşağıya inerken kaya mezarları, lahitler ve taş ocağını görebilirsiniz.  Bu yolun dayandığı yamacın kayalıklarında da bazı mezarlar ve gözleme kuleleri yer almakta.

Ama biz hamamdan ileriye, yukarı doğru yürüyeceğiz. Önümüze Korint Tapınağı ve Pergamon Kralı II Attalos adını taşıyan Attalos Stoası çıkacak. İlerlersek beş bölmeli sarnıca ulaşacaksınız; o dönemlerin su ihtiyacının nasıl karşılandığını hayretler içinde göreceksiniz. Sarnıçların arkasında ise adı bilinmeyen bir kahraman için yapılmış anıt olan Heroon’u göreceksiniz. Daha ilerde ise bir zamanların ihtişamını kemerli geçidiyle bugüne taşıyan Kurucunun Villası bulunmakta.

Düz gitmeyip sağa dönerseniz karşınıza çıkan patikadan uzun bir yürüyüşle güneybatı nekropolüne ulaşacaksınız. Tahrip edilmiş, parçalanmış lahitlerle dolu bölgenin biraz ilerisinde manzaranın keyfini çıkarabileceğiniz bir seyir terası var.

Güneybatı nekropolüne sapmayıp düz ilerlerseniz ve ağaçlar, çalılıklar arasından sabırla ve cesaretle yürürseniz, önce bir mağara şeklinde bir su sarnıcı göreceksiniz, sonra da  bence Termessos’un (tiyatrodan sonra) en çarpıcı yerine geleceksiniz; Alcetas’ın Anıt Mezarı… Dağ yamacındaki kayalıklara at üzerinde tasvir edilmiş bu rölyef, Büyük İskender’in komutanlarından Alcetas’a adanmış…

Hikayesi ise gayet hazin… Diodorus’un aktardıklarına göre, Büyük İskender’in ölümünden sonra komutanlarından Antigonos Monophtalmos kendisini Küçük Asya’nın hakimi ilan etmiş ve Antigon Hanedanlığı’nı kurmuş. Bu arada İskender’in başka bir komutanı Alcetas, türlü ittifaklar içindeymiş ama kendisi de hakimiyet peşindeymiş. Görünen o ki, bu dönemde Büyük İskender’in muhtelif komutanları, türlü çeşitli iktidar mücadelelerine girmişler. Ama Alcetas’ın kaderi baştan kötü yazılmış olmalı; önce destekçisi ve abisi Perdiccas Mısır’da kendi askerleri tarafından öldürülmüş. Bu arada Eumenes ile birlikte hareket eden Alcetas, başka bir komutan Craterus ile mücadeleye girmiş. Ama sanırım işler planladığı gibi gitmemiş, Craterus ve Mısır hakimleri Ptolemler tarafından öldürülmek istendiklerinde Alcetas, Eumenes ile yolunu ayırıp Attalos ile birleşip Antigonos’a karşı harekete geçmiş. Ancak Antigonos’un muazzam ordusu karşısında bakmış ki pabuç pahalı, Alcetas, bir zamanlar kuşatıp alamadıkları kahramanlıklarıyla akıllara kazanan Termessoslulara sığınmış. Termessos da kapılarını kendisine sonuna kadar açmış. Ama Antigonos bir defa kızmış; gelmiş Termessos’un kapısına dayanmış. Bunun üzerine bir zamanlar yiğitlikleriyle destan yazan Termessos’un yaşlıları, amaaan hayatımızın baharında bir Makedon için kendimizi tehlikeye atmaya gerek var mı, diye sorup cevabını da hemen vermişler ve Alcetas’ı teslim etmeye karar vermişler. Ama şehrin gençleri buna karşı çıkıp Alcetas’ı teslim etmek istememişler. Ne yazık ki, şehrin gençleri Antigonos ile savaşmak için kenti terk edince yaşlılar Alcetas’ı teslim etme fikrini ilgilisine ulaştırmışlar. Bunu öğrenen Alcetas ise ölümüm Antigonos elinden olacağına kendi elimden olsun deyip intihar etmiş. Ama şehrin hayata sıkı sıkı bağlı yaşlıları duramamışlar, Alcetas’ın cesedini Antigonos’a yollamışlar. Antigonos, bütün hıncını Alcetas’ın cesedinden çıkarmış. Daha sonra bu duruma çok bozulup yaşlıları epey hırpalayan Termessoslu gençler Alcetas’ın cesedini alıp anısını kayalara işlemişler.

Bu hazin öykü ve muhteşem rölyefin etkisiyle o uzun yolu çalılar dikenler arasında geri döndükten sonra bu sefer hamamın ilerisinden sola döneceğiz. Bu çevrede önce Osbaras Stoası var. Kendisinin Termessos’un önemli bir kişisi olduğu ve Attalos’un Stoasını müthiş kıskanıp kendisine de bir tane diktirdiği düşünülmekte (son kısmı ben uydurdum…). Daha sonra kamu binası olduğu düşünülen tamamlanmamış bir yapı önünden seçilip bir düzlüğe varılıyor. Bu geçidin sağında  şehrin Agorası, şehrin meclisi Bouleuterion, Zeus Solymeus Tapınağı ve Artemis Tapınağı, artık geriye ne kaldıysa görülebilir.(Bouleuterion’un duvarından, hacmi hakkında bir fikir edinebilirsiniz).

Yolun sonu ise gezimizin sonuna ve en vurucu yerine geliyor, dayanıyor; Tiyatro’ya… Bu, antik tiyatrolar arasında en muhteşemi değil belki ama konum olarak en etkileyicisi, çünkü sahne duvarının arkası neredeyse uçurum… Dağın en tepe noktasında, sahne duvarı, eğimli bir şekilde olsa da boşluğa doğru yükselen bir yapı… Karşınızda başka bir dağ tepesi…Helenistik özellikler taşıyan tiyatro, MS 2’nci yüzyıla tarihlenmekteymiş.

Termessos’un her anlamda doruk noktası Tiyatro… Çoğu ziyaretçinin de odaklandığı yer burası. Termessos’tan bugüne kalanlar daha çok MS 1-2 yüzyıla tarihlenmekte. Burada bir kazı çalışması yapılmıyor ama konumundan dolayı gayet iyi korunmuş bir durumda. Tabii, yağmalanan, kırılıp parçalanan lahit mezarları saymazsak…

Genelde Antalya Müzesi çevredeki antik uygarlıklardan eserler barındırıyor ama Termessos’tan pek bir şey yok, bir şey hariç; belki Müze’nin en göz alıcı eseri değil ama en içe dokunan parçası…MS 3. yüzyılda yaşayan Rhodope isimli yalnız bir kadının sevgili köpeği Stephanos için yaptırdığı  sade lahit…

Termessos, antik kentler açısından çok zengin bir yer olan Antalya’da gerek öyküsü gerek konumu itibariyle özel bir yere sahip. Tarih, doğa, spor, piknik; bir tatil gününü geçirmek için türlü tercihlere cevap verebilecek bir yer… Alcetas’ın umutsuzluğu da burada yaşandı, Büyük İskender’e karşı kazanılan zaferin coşkusu da… Termessos’ta gezerken belki Alcetas’ın endişelerine denk geleceksiniz, belki İskender’in heyecanına ve geziniz boyunca  geçmişin öykülerini dinlerken bir yandan da sağda sola yolunuzu şenlendiren çiğdemlere kulak verin; bu devranda bir an olmanın mutluluğunu duyacaksınız…

***Yazıda Dr. Mehmet Kürkçü’nün ‘ Yeni Bulgular Işığında Termessos Şehirciliğine İlişkin Değerlendirmeler’ 

Prof.Dr Elmas Erdoğan ve Arkeolog Nergiz Belen ‘Termessos Arkeolojik Sit Alanının Ekomüze Kapsamında Değerlendirilmesi’ makalesinden yararlanılmıştır.

 

Visits: 2

Selime Manastırı: Kapadokya’nın En Büyük Manastırı

Oldukça geniş bir alanı kaplayan Kapadokya bölgesini iyi bir planlama ile gezmek gerekiyor. Üç ana bölgeye ayırabileceğimiz Kapadokya’nın batısı, Hristiyanlık inancının ilk yaygınlaşmaya başladığı topraklar. Biz de gezimize Aksaray’ın batısındaki Selime Manastırı ile başladık. Aynı gün rotamız Ihlara Vadisi, Belisırma Köyü ve Güzelyurt ile devam etti. Kapadokya gezimizin ilk durağı Selime Manastırı’nı birlikte gezebiliriz.

Selime Katedrali ve Manastırının bulunduğu Selime beldesi, Aksaray’ın Güzelyurt ilçesine bağlıdır. Ihlara Vadisi’nin ve Kapadokya’nın girişi olarak bilinmektedir.

Aksaray merkezden Güzelyurt’a doğru giderken, 25.km’deki yol ayrımından sola dönerek Selime levhasını takip ederseniz 3 km sonra kendi adını taşıyan beldedeki Selime Manastırı’na ulaşabilirsiniz. Manastıra kendi aracınızla ulaşabileceğiniz gibi Aksaray şehir merkezinden gün içerisinde her saat toplu taşıma araçları ile ulaşmak da mümkündür.

Selime, 1162 metre yükseklikte dik bir yamaç üzerinde kurulu, peri bacalarıyla süslü. Selime beldesinin Ihlara Vadisi’nin başlangıç noktası olması, yanı başından akan Melendiz Çayı ve onun getirdiği doğal güzellikler ile bölgenin en büyük turizm merkezleri arasında yer almasını sağlamıştır. Vadilere ve termal kaplıcalar yakın olması ise bölgeye artı özellikler kazandırmaktadır.

Selime, Hitit, Asur, Pers, Roma, Bizans, Danişment, Selçuklu, Karaman ve Osmanlı Devletini’nin hakimiyetinde kalmış. Bu uygarlıkların her birinden izler taşımaktadır. Özellikle Moğolların Anadolu’daki baskılarını arttırdıkları dönemde Selçuklu Türkleri bu bölgeyi kale olarak kullanmışlardır. Moğollara karşı yapılan en uzun direniş Selime Katedrali’nde gerçekleştirilmiştir. Bölgede yaşayan Ortodokslar, Selime Katedrali’nde alınan kararlara itirazsız uymuşlar. Katedralde günümüze kadar gelen kale sur ve mevzileri dikkat çekmektedir.

Selime Katedral ve Manastırı’na çıkarken, önce yüksek bir koridor ile karşılaşıyoruz. Bu koridor, Selime’de kurulan pazara gelen kervanların güvenliklerinin sağlanması için katedralin orta yerine çıkarılması amacını taşımaktadır. 

Bu yolun üstüne dinlenmek ve ibadet etmek isteyenler için katedral ve manastır inşa edilmiştir. Kayaların oyulması ve çoğu kilise olarak inşa edilmiş yapılar Bizans sanatının izlerin taşımaktadır. Manastırın, 8. ve 9. yüzyıllar arasında yapıldığı bilinmektedir. Kilisedeki freskler ise 10. yüzyıl sonu ile 11. yüzyıl başlarına aittir.   Bu freskler içinde İsa’nın göğe çıkışı, Müjde, Doğum, Üç Müneccimin Tapınması, Çocukların Öldürülmesi, Mısır’a Kaçış, Elizabeth’in Takip Edilmesi, Vaftiz, Meryem’in İlk Yedi Adımı, Meryem’in Mabede Takdimi, Kolmesis  gibi tasvirler yer almaktadır. Katedralin 100 metre doğusunda yer alan Meryem Ana Kilisesi ise bu bölgede görebileceğiniz en güzel kaya oyma kilisesidir. Kilisenin karşısında ise  peribacaları bulunmaktadır.

Selime Manastırı, ilk yüksek sesli ayinin yapıldığı, Kapadokya’nın en büyük manastırıdır. Manastır bölgedeki din adamlarının yetiştirilmesinde önemli rol oynamış, bölgeyle toplantıları burada yapılmaktaydı. Ayrıca burası askeri üs olmuş. Çoğunlukla manastır bir kale gibi kullanılmış ve çeşitli noktalara mevzi ve sur yaparak halk kendilerini savunmuşlar.

Selime Katedrali birbirine dehliz ve tünellerle bağlı odalardan oluşmaktadır. Ziyaretçilerin tünellerde kaybolma ihtimali nedeniyle girişleri kapatılmış. Buralarda birçok kilise, tapınak, mabet, inziva odaları, kaçış yolları, su soyları, şaraphaneler, tahıl ve yiyecek depolama odaları ve seyir yerleri bulunmaktadır.  Katedralin içerisinde ise iki sıra halinde sütunlar bulunmaktadır. Bu sütunlar katedrali üç bölüme ayırmıştır. Katedralde yer alan 3 nefli bazilika planlı kilise bu bölgede bu planda yapılmış tek örnektir. Katedral içerisinde yer alan mutfak dikkat çekmektedir. Piramit şeklinde yapılan mutfakta, etrafı aydınlatmak için kandil yerleri yapılmış, diğer odalarla bağlantı noktaları oluşturulmuştur. 

Selime Katedrali Selçuklular zamanında da askeri bir üs olarak kullanılmıştır. Katedralin batısında yer alan Selime Sultan Türbesi ya da Ali Paşa Türbesi olarak bilinen türbe ve mezar yeri Selçuklu komutanlarından Ali Paşa’ya aittir. Ali Paşa burada Moğollara karşı uzun süren başarılı bir savunma yapmış ancak adamları ile birlikte  şehit olmuş. İçine girilmeden etrafında dolaşarak, taş ve tuğla kullanılarak yapılmış bu türbeyi ziyaret edebilirsiniz.

Selime Katedrali ve Manastırına giriş ücreti 55 TL. dir. Bu bilet ile aynı zamanda Ihlara Vadisi’ni de ziyaret edebilirsiniz. Müze kartın da geçerli olduğu katedral ve manastır, haftanın yedi günü 8.00-17.00 saatleri arasında ziyarete açıktır.

Kaynaklar:  Onbin Yıllık Kültür ve Tarih Şehri Aksaray, Kültür ve Turizm Rehberi, Aksaray  Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayını, 2012.

Hakan Öztürk, Keşfet Yakın Dünya Aksaray, Aksaray Belediyesi, 2018.

Visits: 1

Kapadokya Güzelyurt Gezi Rehberi: Kapadokya’nın İlk Yerleşim Alanı

Kapadokya

Güzelyurt, Kapadokya’da Hasan Dağı eteklerinde, Aksaray’a bağlı küçük, güzel bir ilçe. Binlerce yıllık geçmişindeki adı ile Karballa, Rumcada güzel su anlamındaki adı Gelveri. Güzelyurt Aksaray’a 49 km, Ihlara Vadisi’ne 15 km uzaklıkta.

Güzelyurt, milyonlarca yıl önce yanardağ patlaması ile oluşan volkanik coğrafi yapısının yanı sıra, bu topraklarda yaşayan uygarlıkların zenginliklerinden, eserlerinden kalanlar ile çok şeyler sunuyor. Milattan önceki dönemde yaşayanlardan izler, ilk Ortodoks mezhebinin kurucularının yaşadığı, gizlendiği yeraltı şehirleri, ilk  kiliseleri yanında Osmanlı döneminde  yapılan gösterişli konakları ile çok renkli bir yer. 1900’lü yıllarda Aksaray’dan daha fazla nüfusa sahip ve önemli bir ticaret ve sanayi merkezi olan Güzelyurt’ta nüfusun % 80’i Rumlardan oluşmakta imiş.

Güzelyurt tarihi binlerce yıla uzanmakta, bu topraklarda farklı hükümranlıklar kurulmuş. Kapadokya tarihinde ilk köy yerleşiminin de 7.500 yıl önce bu topraklarda  başladığı belirtiliyor. Bu topraklarda Anadolu’ya ulaşan tüm uygarlıklar izlerini bırakmışlar. Hitit, Pers, Kapadokya Krallığı, Roma, Bizans, Selçuklu ve nihayetinde Osmanlı. Hititlerin çok tanrılı dinlerini yaşayan halk, Perslerin hakimiyeti döneminde ateşe tapmayı benimseyen İpsistaryo dinini kabul etmişler. MÖ 17 yy’da Roma topraklarına katılan bölgede, Romalılar döneminde St. Paul’un getirdiği Hristiyanlık inancı yaygınlaşırken Roma’nın baskısı ile saklanmak zorunda kalanlar Güzelyurt, Ihlara Vadisi civarında saklanmışlardır. İlk manastır yaşamı da Güzelyurt’da başlamış.  Güzelyurtlu Gregorius Teologos ve Kayserili Basilus bölgede Ortodoksluğun kurucuları olarak yer almışlar.

Bölgede Bizans ve Osmanlı döneminde üç yeraltı şehri, kayalara oyulmuş 50 kilise yapılmış. XII yy’da bölge Selçukluların eline geçmiş, ancak Selçuklular Hristiyan nüfusa imtiyazlar tanımışlar. 1470 yılında Osmanlı hakimiyetine giren Güzelyurt’ta halkın çoğunluğu Hristiyanlardan oluşmaktaymış. 1923 yılında imzalanan Lozan Anlaşması sonrası, mübadele nedeni ile  burada yaşayan Rumlar ayrılmak zorunda kalmışlar. Bu toprakların anısına Yunanistan’da Nea Kalvari ismiyle yeni bir köy kurmuşlar.

Kapadokya bölgesi için sınırlı süre ayrılıp, ağırlık Ürgüp, Göreme ve Avanos bölgesine kaydırılır ise bu bölge programa alınmayabiliyor. Ancak bu bölge olmadan yapılan Kapadokya gezisi eksik kalacaktır. Jeolojik olarak aynı volkanik yapıdaki bölge Kapadokya bölgesinin ilk yerleşim yeri ve Hristiyanlık önderlerinin de yaşadıkları yerler.

Biz Kapadokya gezimizde Güzelyurt civarını gezmek için tüm gün ayırdık. Güzelyurt’a bağlı Selime Manastırı, Ihlara Vadisi ve Belisırma köyünde hem yürüyüş hem de tarihi kalıntıları gezdikten sonra ilçe merkezine geldik. Bu yazıda Güzelyurt İlçe merkezi civarını anlatıyorum. Ihlara Vadisi ve Selime Manastırı ayrı yazı konuları. 

Gezelim Görelim

Belisırma’dan araba ile merkeze gelirken önce Yüksek Kilise’ye uğradık.

Yüksek kilise ilçe merkezine 3 km uzaklıkta, Hasan Dağı, Ihlara Vadisi ve Manastır Vadisi üçgeninde yüksek bir tepeye kurulmuş. Aynı zamanda bir seyir tepesi. Bir manastır ve kilise bulunan bu tepe Analipsis Tepesi olarak adlandırılmakta. Tepede Tunç Çağı’ndan başlayıp, Hitit, Roma ve sonraki dönem uygarlıklarına ait kalıntılar bulunan kalıntılar tarih boyunca yerleşim alanı olduğunu ortaya koyuyor.

Kilise ve manastır bir kayanın üzerine oturtulmuş. Manastır iki bölümden oluşan dikdörtgen yapı. Kilise tek nefli ve dikdörtgen planlı. Kilisede kaya oyma ve taş duvar yapısı birlikte kullanılmış. Kilisenin kapısında 1894 tarihi yazılı olsa da eski bir kilisenin üzerine kurulduğu belirtilmektedir. Birçok uygarlığın yaşadığı bu hakim tepede yüzyıllarca yıl dini merkezler kurulmuş olsa gerek.

Bizim gezdiğimiz Haziran/2021 pandemi dönemi nedeniyle olsa gerek kilisenin ve manastırın kapıları koca kilitler ile kapanmıştı.

Kilise’nin olduğu tepeden Güzelyurt merkez ve Manastır Vadisi’nin görüntüsü tam seyirlik idi.

Güzelyurt yeni mahalle, yüksek mahalle ve aşağı mahalle olarak ayrılmış, yüksek mahalleden giriş yapıyoruz. Burada bir ana cadde kenarına sıralanmış dükkanlar, küçük bir park ve kahve klasik günümüz ilçe görüntüsü. Biz bu caddenin üst bölümünde tarihi Kızlar Manastırı’nı görmek istedik.

Kızlar Manastırı

1856 yılında Kızlar Manastırı olarak yapılan gösterişli taş bina 1924 mübadele sonrası doğal olarak bu işlevini kaybetmiş. Sonraki yıllarda ilkokul ve Jandarma olarak kullanılan bina Yıldız Üniversitesi tarafından restore edilmiş ve otel olarak hizmete açılmış. Yakın dönem de ise Aksaray Üniversitesi’ne devredilmiş. Biz heyecanla otel olarak kullanılan bu binayı gezebileceğimizi düşünmüştük. Ancak yine kapısına kilit vurulmuştu. Umarız kısa dönemde bu tarihi manastır  hizmete açılır.

Yüksek mahallede  19. ve 20.yy’nın başlarında yapılan Gelveri evleri bölgenin yapısına göre önce kayalara oyulmuş, üzerine taş, süslü ve üç çatılı konakları yapılmış. Bu güzel konakların ayrıca gezilmesi gerek.

Ancak Manastır Vadisi’nde yer alan aşağı mahalle tarihi çok daha eskilere dayanmakta.

Manastır Vadisi

Yukarı mahalleden araba ile dar bir sokaktan Manastır Vadisi’ne indik. Manastır Vadisi açık hava müzesi şeklinde düzenlenmiş, müze kart ile giriş yapılabiliyor. Müze girişinde arabadan inip vadinin en önemli tarihi yapısına giriyoruz.

Kilise Cami – Aziz Gregorius Kilisesi

Manastır Vadisi’nin en erken Hristiyanlık eseri, Küçük Ayasofya olarak da adlandırılan Aziz Gregorius Kilisesidir.  Hristiyanlığın erken dönemlerinde Güzelyurt’ta doğan Gregorius Teologos Ortodoks  mezhebinin kurucusu olmuş. Bizans İmparatorluğu Hristiyanlığı kabul etmeden önceki dönemde bu dini benimseyen halka baskı yapmış.   Bölgede İsa’nın havarisi St Paul’un yolunda Hristiyanlığı kabul eden halk Manastır Vadisi, Ihlara Vadisi’nde saklanıp, İkonaklast akımı ile dinlerini yaymaya çalışmışlar. Bizans’ın Hristiyanlığı resmi din olarak benimsemesi sonrası ise, MS 385 yılında İmparator Teodoslus, Ortodoks öncüsü Aziz Gregorius adına bu kiliseyi yaptırmış. Kilise Osmanlı döneminde 1835 yılında önemli değişiklik geçirmiş. Üç nefli, kubbeli bazilika tipine geçmiş. Kilisenin kuzeyinde misafirhane, doğusunda papazların evi yer alıyor. Kilisenin yanında 35 basamak ile inilen bir ayazma bulunuyor.

Kilise, 1924 yılında  camiye çevrilmiş, 15 metre yüksekliğindeki çan kulesi de minareye dönüştürülmüş, içerideki freskolar ve bezemeler kapatılmış. Kilisenin içindeki malzemelerin çoğunluğunu da Rumlar giderken yanlarında götürmüşler.

Manastır Vadisi 5 km’lik uzunluğu ile Ihlara Vadisi kadar uzun olmasa da içinde kaya evler, kaya kiliseler ve yeraltı şehri ile oldukça zengin. Vadinin girişinde hemen Aziz Gregorius Kilisesi’nin yanında Gaziemir Yeraltı Şehri ve Kervansarayı bulunuyor. Bizans dönemi ve Selçuklu döneminde de kullanılmış bu kervansaray. Yeraltı şehrinde iki kilise ve şarap yapım yeri de bulunmaktadır.

Vadinin içinde araba ile 1 km kadar gidilebilmekte, sonrasında yürümek gerekiyor. Biz araba ile gidebildiğimiz kadar gittik yolda kayaların içinde birkaç kilise gezebildik. 

Güzelyurt Manastır Vadisi yürüyüşümüz sonrası yukarı mahalleye tekrar çıkıp, kayalara oyulmuş ve yöre taşları ile tamamlanmış  evlerin arasında, dar sokaklarında dolaştık. 

Tarihi eserlerinin yanı sıra coğrafi yapısı ile de bizi etkileyen Manastır Vadisi’nden ayrılmak istemedik. Manzaraya karşı güneşi batırmak istedik ve vadiye karşı konumlanmış ilk  otele girdik. Vadi manzaralı bir masada bir şeyler içmek istedik. Taş ve kayaya oyulmuş otelin yapısı tam anlamı ile doğa ile uyumlu idi.

Güzelyurt’ta Manastır Vadisi’ne hakim konakların bazıları otel yapılmış. Bu tarihi konaklarda, bu manzara ile konaklamak çok keyifli olurdu. Biz bu bölgede konaklamak için Aksaray’ı seçmiş idik. Ancak Kapadokya’da bu bölge gezisi için özellikle Güzelyurt’ta bir veya iki gece konaklamayı önerebilirim. Gezinin daha doğudaki bölümü Ürgüp, Göreme, Avanos tarafı için orada başka bir otele geçilebilir ancak bu bölge hem gezmek hem konaklamak için değerlendirilmelidir.

Son Söz

Güzelyurt Kapadokya programı yapacak gezginlerin öncelikle ziyaret edecekleri bir bölge. Anadolu’da ilk Hristiyanların yerleşip, gizlice ibadetlerini yapmak için kurdukları kiliseler, manastırlar, yeraltı şehirlerinin yanı sıra, 19. ve 20.yy başlarında yapılan Rum konakları ve volkanik yapısı, doğası, yeşili ve olağanüstü manzarası ile cazip yer Güzelyurt. Ihlara Vadisi’nde uzun yürüyüş yapmadan, vadi içindeki kiliseleri, yakın çevredeki Selimiye Manastırı ve Güzelyurt içinde konakları görmeden eksik kalır Kapadokya gezisi. 

Visits: 4

Ertuğrul Fırkateyni’nin Batışı-1890: Japon-Türk Dostluk Öyküsü

‘I am from Turkey’ dediğimde, birçok ülkede rastladığımız ön yargının aksine, beni eleştirmeyen, dışlamayan tam tersine kucaklayan bir ülke oldu Japonya. Aksine “Aaa… Bizim Türkiye ile yüzyıldan fazladır dostluk ilişkimiz var. Kushimoto’yu biliyor musun? Orada bir Türk gemisi batmıştı, onun anısına bir müze bile var” diye sohbeti koyulaştıranlar da oluyor. İki tarihi olayın Japon Türk dostluğunun temellerini oluşturduğunu öğrendim Japon dostlardan… 

Ertuğrul Fırkateyni’nin batışından bir asır sonra ise Irak İran savaşı sırasında, Tahran’da mahsur kalan Japonları, zamanın Başbakanı Turgut Özal’ın THY uçağı ile tahliyesini sağlaması da iki ülke arasındaki dostluk ilişkisini iyiden iyiye sağlamlaştırmış gibi.

1890’da Ertuğrul gemisinin batışı ve onunla ilgili yaşananlar ve yakın tarihte 1985 yılında Iran’da mahsur kalanların kurtarılış hikayesi birleştirilip biraz hüzünlü, biraz da romantik bir filme dönüştürülmüş. Japon ve Türk işbirliği ile çekilen Türk oyuncularının da rol aldığı filmi Japon Mitsutoshi Tanaka yönetmiş, senaryoyu da Eriko Komatsu yazmış. Ben Japonya’da bu filmi izleme şansına sahip oldum. 2015 yılında çekilen filmin Türkiye’de yeterince tanıtılmadığını düşünüyorum. Filmin fragmanını paylaşayım, yazıyı okuyunca filmin ilginizi çekeceğini sanırım.

Ertuğrul gemisinden kurtarılan bir denizcinin erkek torunu ve Iran’da kurtarılan genç bir Japon kızı havaalanında karşılaşması ile kurgulanan hikaye bu dostluk öyküsünü anlatır.

Japon Türk dostluk temellerinin atılışını sağlayan Ertuğrul Fırkateyni’nin öyküsüne  tarihsel akışı için kısa bir hatırlatma yapalım. 1887 yılında tahta çıkan Japon İmparatoru Meiji dostluk göstergesi olarak Sultan II.Abdülhamid’e hediyeler gönderir. İlk kez Osmanlı topraklarına Japon heyet adım atar. Osmanlı Sultanı da 1890 yılında karşılık olarak  Uzakdoğu’ya iyi niyet ziyaretlerinde bulunmak üzere bir gemi hazırlatır. Deniz kuvvetlerinin bir gemisi ‘Ertuğrul Fırkateyn’ bu uzun yolculuğa hazırlanır. Japon İmparatoru Meiji’ye iyi niyet mektubu ve hediyeler sunulur ve karşılığında mektup ve hediyeler alınır.

Tayfun bu ülkenin kaderi geçmişte de günümüzde de yaşamımızı etkiliyor. Geminin dönüşü tayfun zamanına gelir, Japonların uyarılarına rağmen çıkar yola Ertuğrul gemimiz ve tayfunun yolundan kaçamaz. Wakayama şehrinin Pasifik Okyanusu’na açılan Kuşhimoto şehrinin karşısındaki Oshima Adası açıklarında batar. 609 kişilik mürettebattan 533’ü sularda kaybolur. Adanın halkı kendi canları pahasına mürettebatın bir kısmını kurtarırlar, tedavi ederler. Tayfun sonrası karaya vuran enkazdan kurtarabildiklerini toplarlar ve orada yıllar sonra da olsa müze inşa ettirip muhafaza ederler. Aradan 100 yılı aşkın bir zaman geçmiş olmasına karşın o değerler korunuyor ve hatta denizaltı araştırması hala sürüyor.

Müze binasının olduğu yerin hemen yakınında kayıpların anısına bir anıt yapılır ve kayıp denizcilerin isimleri de yazılır büyük plaketlere.

Tabi Atamızın heykeli ve ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ sözü Türkçe olarak yerini alır bu topraklarda.

Müzenin olduğu sokağa da Ertuğrul Sokağı adı verilir. Uzaktan bakınca çadıra benzeyen bir yapıda da Türkiye’yi tanıtan resimler, yazılar sergileniyor, Türkiye’ye özgü ürünler satılıyor. Ayrıca bu konuda büyük çaba harcayan bir dernek ve çalışanları özellikle tatil günlerinde gelen ziyaretçiler için Türk çayı hazırlıyorlar. Hatta açma ve simit yapıp çok makul bir fiyatla satıyorlar. Ancak pandemi nedeniyle faaliyetleri durduruldu iki yıldır. Bu konuda çaba gösteren dernek çalışanları gönüllülerden oluşan folklor grubu kurduklarını da duydum.

Kushimoto Belediyesi ile Mersin Belediyesi kardeş şehir olmuşlar. İki Belediye arasında personel ve öğrenci değişimi yapılıyor.

Yolumuz Japonya’ya düşer de bu arada Ertuğrul Fırkateyn’in battığı adaya ve müzeye nasıl ulaşırız dersek; Kuşhimoto’ya  ulaşım için en yakın havaalanı Osaka KİX. Osaka şehir merkezinden Wakayama’ya express trenler var. Wakayama’dan Kushimoto’ya yine lokal trenlerle ulaşabiliyor. Kushimoto Wakayama’ya bağlı bir ilçe, Ertuğrul Fırkateyni’nin battığı yer ve müzenin olduğu yer ise Oshima Adası, adaya Kushimoto’dan motorla veya köprü ile ulaşım kolay. Adanın yerini de müzede yer alan haritadan görebiliriz.

Bu arada Wakayama’dan söz etmeden geçmeyelim. Wakayama Japonya’nin kırsalını da görmek isteyenler için ideal bir yer.  Temiz denizi ve uzun sahilinde deniz keyfi yapabilir,  her mevsimde değişik meyvelerini, Wakayama’ya özgü soya sosu ve likörünü tadabilirsiniz. Doğaseverleri ormanlarla kaplı dağları etkileyecektir. Bu arada Unesco DÜnya Mirasları Listesi’nde yer alanhaç yeri Shingon Budizmin merkezi Koyasan (Koya Dağı) tapınağı da Wakayama’da bulunmaktadır. Ayrıca özel olarak  Kimiidera Tapınağı’nı da ziyaret edebilirsiniz. Wakayama ve Kimiidera Tapınağı hakkında daha detaylı bilgiyi Kimiidera Tapınağı yazımda okuyabilirsiniz. Özet olarak Japonya gezinize Osaka’nın yanı sıra Wakayama ve Ertuğrul Fırkateyni ziyareti ekleyebilirsiniz.

Japonya’da yıllardır yaşayan bir Türk olarak Wakayama ile birleştirerek zaman zaman Osima Adası’nı Ertuğrul Fırkateyni için ziyaret ettim. Atalarımızın kayıpları ve Japon halkının mürettebatı kurtarma çabaları duygulandırıyor beni. Asıl bu anıyı ve dostluğu yaşatmak için müze ve anıtlar yapmaları, özenle korumaları ve verdikleri önem yakından tanıdığım Japon halkına tekrar tekrar hayran bırakıyor beni.

Bu yazımda kısaca anlatmaya çalıştım, Ertuğrul Frıkateyni’nin batışı ve  anısına yapılan kompleksi. Ancak Ertuğrul Fırkateyni’nin öyküsünü Sunay Akın o kadar açık ve sürükleyici anlatıyor ki, onun ağzından dinlemek isterseniz aşağıda yer alıyor videosu.

Visits: 2