ANA SAYFA Blog

Özbekistan Gezi Notları: Kısa Kısa – Görülecek En Önemli Yerler

Özbekistan, Orta Asya’nın kalbinde, tarihi İpek Yolu kavşağında zengin tarihi eserlerinin yanında modern bir ülke. Mavi çinilerle süslü devasa medreseler, kervansaraylar, camiler, türbeler ile efsaneler fısıldayan bir ülke. Gezginlere anlatacak çok öyküsü bulunuyor bu toprakların.

Bu yazımızda Niçin Özbekistan’ı rotamıza almalıyız ve nereleri gezmeliyiz sorularımızı kısaca cevaplayıp, şehirlerin detaylı gezi rehberi yazılarını linklerden okuyabiliriz.

Niçin Özbekistan’ı Gezmeliyiz

Orta Asya’da gezmek için bir ülke seçilecekse bana göre o ülke Özbekistan,

  • Zengin tarih, kültür ile modernlik  harmoni içinde. Halkı turistlere karşı çok sıcakkanlı, Türküm diye kendinizi tanıttığınızda çevrenizi saran ve Türkçe konuşanlar görebilirsiniz.  
  • Doğası ve tarihi dokusu korunmuş şehirlerde yüzyıllar öncesine gidebilirsiniz.
  • Konaklama, ulaşım, yeme içme fiyatları bütçe dostu.
  • Özbek mutfağı zengin çeşitleri ile tam damağımıza uygun lezzetler sunuyor.
  • Üç beş yıl önce Türk vatandaşları için vize sıkıntısı varken, şu anda Türk vatandaşları 30 gün vizeden muaf. 
  • Ülke son derece güvenli, her saat sokaklarda rahat dolaşılabiliyor.

Özbekistan Orta Asya’da Kazakistan, Tacikistan, Türkmenistan, Kırgızistan gibi Türki Cumhuriyetler ülkeleri ve Afganistan ile komşudur. Denize kıyısı olmayan bu ülke bölgenin de en geniş topraklara sahip ikinci ülkesidir.

Ulaşım

Ülkeye THY, Uzbekistan Havayolları yine bir Özbekistan Havayolu Qanot Sharq Havayollarının başkent Taşkent’e, Ankara’dan Taşkent’e, İzmir’den ve İstanbul’dan da Semerkant’a  direk uçuş bulunmakta.

Ülke içinde şehirler arası ulaşımda hızlı veya normal trenin yanı sıra, şehirlerarası otobüslerle seyahat edebilirsiniz. 

Şehir içi ulaşımda Taşkent’te metro ile diğer şehirlerde şehir içi otobüslerle dolaşabilirsiniz. Ayrıca taksi yaygın kullanılıyor. Taksiler için Yandex Go ve Bold uygulamaları kullanması durumunda diğer taksilere göre uygun fiyatlı olacaktır.

Vize

Türk vatandaşlarından  30 güne kadar Özbekistan vize istemiyor. Daha uzun süreli veya çift veya çoklu giriş için vize almak için bir ödeme karşılığı E-vize  ile veya elçiliğe başvurularak alınabilir.

Para Birimi

Som (Sum okunuyor) ve ülke içinde sadece Som kullanılıyor. Döviz büroları ve ATM’ler her yerde bulunuyor.

Ne Zaman Gidilir

Özbekistan’da yazın haziran ve temmuz en sıcak, ocak ve şubat ayları da en soğuk aylar. Gezi programı açısından en uygun zamanın ilkbahar ve sonbahar olacağını söyleyebiliriz.

Konaklama
Ülkenin genel olarak ucuz olması nedeni ile bütçenize uygun fiyattan ‘booking.com’dan otel bulmak kolay. Başka ülkelerden farklı olarak Khiva ve Buhara’da özellikle tarihi 300-400 yıllık medreseler veya tarihi binalarda kalabilirsiniz. Biz Khiva’da böyle bir otelde kalmaktan çok keyif aldık. 
Gezilecek Şehirler

Özbekistan’da mutlaka görülmesi gereken her biri diğerinden özel olarak dört şehir sayabilirim. Önemli şehirleri görmek için yaptığımız programda bu şehirleri detaylı gezebildik. Bu yazıda kısaca şehirler ve gezilecek yerlerden söz ediyorum. Tüm şehirler için verilen linklerde yer alan gezi rehberi yazılarımı okumanız önerilir.

Taşkent 

Taşkent Özbekistan’ın başkenti, planlı yapılaşmış, modern, yeşil şehri. Bir yanda Sovyet dönemi binaları, yanı sıra camileri, medreseleri ile tarihi eserleri korunuyor. Avrupa şehri havasındaki modern yüzünde geniş caddeleri, meydanları, parkları yanında sanat galeri, kafeleri, restoranları ile çok geniş bir kesime hitap edebiliyor. 

  • Amir Timur Meydanı’ndan kalkan  Hop on Hop otobüsleriyle  şehri gezebilirsiniz. Taşkent’te bir tam gününüzü şehirde geçirip ikinci gün başka şehre geçebilirsiniz. Zamanınız varsa iki gece kalmanızı öneririm.
  • Şehir içi ulaşım: Öncelikle metro, Orta Asya’nın ilk metrosu  ulaşım amacının dışında mutlaka görülmesi gerekir, sanat galerisi gibi olan istasyonları tek tek gezmek için özel zaman ayırmanız önerilir. Öncelikle yazıdaki metro videosunu izlemenizi öneririm. Videoyu izleyince mutlaka metro istasyonları turu yapacağınızı düşünüyorum.
Taşkent Metrosunu  video ile gezmek isterseniz

Taşkent’te Mutlaka Görülmesi Gereken Yerler

1- Barak Khan Madrassah

2- Amir Timur Meydanı ve Heykeli

3- Amir Timur Müzesi

4- Mustaqillik Maydoni (Bağımsızlık Meydanı)

5- Eski Pazar

Taşkent’in sadece görülecek yerlerin isimleri size yetmiyorsa ve şehri daha detaylı gezmek isterseniz: Taşkent Gezi Rehberi ne tıklayınız

Khiva

Taşkent’ten Özbek Havayolları ile Urgenç şehrine uçarak, Urgenç’e 30 km uzaklıktaki tarihi şehir Khiva’ya ulaşılabiliyor. Khiva Özbekistan’da mutlaka görülmesi gereken bir şehir. Eski şehir surlarla kaplı, surların içerisinde medreseler, saraylar, camiler, türbeler var. Şehir iyi korunmuş, UNESCO Dünya Mirasları Listesinde.  

  • Biz eski şehirde bir medresede kaldık. Medrese odasında uyuyup, dersliklerinde kahvaltımızı yaptık. Öğlen ve akşam yemeklerimizi de yine tarihi binalarda yedik. İki gün boyunda, zaman makinesi binmiş ve  17.yy’a gelmiş   gibi hissettik. 
  • Khiva tarihi merkezi Itchan Kale (İç kale), 10 metre yükseklikte surlarla çevrili şehir açık hava müzesi ve ‘Devlet Arkeoloji Müzesi’ne dönüştürülmüş adım adım gezmenizi öneriyorum.
Khiva’yı video ile gezmek isterseniz

Khiva’yı detaylı okumak isterseniz. Khiva Gezi Rehberi-Orta Asya’da Zamanın Durduğu Şehir tıklayınız

Buhara

Buhara’ya Khiva’dan otobüs ile geçtik. Kızıl Kum Çölü’nde 450 km ve 6,5 saatlik yorucu bir yolculuk, ancak Buhara’ya ulaşınca tüm yorgunluk unutuluyor. 

Buhara dünya üzerinde  en eski yerleşim yerlerinden,  yine iyi korunmuş, buram buram tarih, ipek yolu üzerinde ticaret, eğitim, dini kültür her şey var. Akşam üzeri ulaşınca önce ışıklar içindeki gezdik, ertesi gün 16-17 yy. sokaklarında, çarşılarında dolaştık.

 Görülecek Yerler

1- Ark Kalesi

2- Devlet Mimarlık Sanat Müzesi (Ark Kalesinin İçinde)

3- Bolo Hauz Cami

4- Miri Arab Medresesi,

5- Abd Al Aziz Khan Medresesi

6- Kalyan Cami

7- Kalyan Minaresi

8- Ulug Bey Medresesi

9- Chor Minör Medresesi (Dört Minare Medresesi)

10-Leb-i Havuz Meydanı

11-Samanid Türbesi

12-Chashma -Ayup (Eyüp Çeşmesi)

Buhara’yı video ile gezmek isterseniz

 

Adım adım Buhara’yı gezmek için; Buhara Gezi Rehberine tıklayınız

Semerkant

Semerkant da dünyanın en eski medeniyet merkezlerinden biri, Buhara’ya göre daha büyük şehir havasında, yine tarihi yerleri iyi korunmuş ve Dünya Mirasları Listesi’nde ve Orta Asya’nın görülesi şehirlerinden.

Öncelikle Registan Meydanı şehrin en çarpıcı yeri. Yine şehre akşam meydanın etkileyici, ışıklı halini görüp ertesi gün tekrar meydandaki medreseleri gezmeye geldik. 

Amir Timur’un doğum yeri ve mezarının bulunduğu yer. Amir Timur çok sevdiği bu şehre önemli bir kimlik kazandırmış. Hem Timur’un hem torunu ve bilim adamı Uluğ Bey’in izlerini takip ediyoruz şehirde.

Görülecek Yerler

1- Registan Meydanı’nda: Ulugbey Medresesi, Sher-Dor Medresesi ve Tillya-Karı Medresesi

2- Gur-Emir Medresesi ve Türbesi

3- Bibi Hanım Medresesi,Türbesi ve Camisi

4- Shahi-Zinda Türbe ve Mezarlık

5- Ulugbey Gözlem Evi

6- Semerkant  Afrasiyop Müzesi

 Semerkant’ı video ile gezmek isterseniz.

Semerkant’ı daha detaylı gezmek isterseniz. 
Semerkant Gezi Rehberi – Orta Asya’nın Bilim Merkezi‘ne tıklayınız.

Özbekistan’da Ne Yenir, Ne İçilir
  • Özbek mutfağı çok zengin. Ülkede hem tarım ürünleri, hem hayvancılık olduğu için sofralarda çok çeşit görebiliyorsunuz. Sofrada kök çay dedikleri yeşil çay bulunuyor. Küçük tabaklarda çeşitli salatalar ve tadımlık meze tarzı yiyecekler geliyor. Çorbada sebzelerin yanı sıra çoğunlukla da bir parça et bulunuyor. Ana yemek olarak hepimizin duyduğu Özbek Pilav yiyebilirsiniz. Ancak Buhara, Semerkant, Taşkent’te farklı pilavlar tadabilirsiniz bölgelere göre değişiklik gösteriyor. Özbek mantısı, böreği de tanıdık gelebilir. Sofrada bol taze ve kuru meyveler bulunuyor. 
  • İçki ucuz, votka ve yerel şarapları çok ucuza içebilirsiniz.
  • Önemli bir uyarı, yemekler bize göre fazla yağlı ve ağır gelebilir. Siz yine de yerken ölçüyü kaçırmamanız ve mide koruyucu ilaçlarınızı yanınızda taşımanız iyi olabilir.
Gece Hayatı
  • Taşkent’te gece hayatının canlı olduğu söyleniyor. Biz grup olarak gece klüblerine gitmedik ancak iki gece müzikli yerlerde yemeklere gittik. Lokantalar kalabalık ve canlıydı, bir restoran daha otantik döşenmiş ve geleneksel müzik aletleri ile yerel müzikler çalan bir orkestrası vardı. Diğerinde ise orkestra batı müziği çalıyordu. 
  • Khiva ve Buhara daha tarihi ziyaretlere uygun şehirler, gece hayatlarının canlı olmadığı söylendi. 
Alışveriş

Hazır giyim genellikle Türkiye’den ithal ediliyor. Pamuk üretiminde dünya çapında önemli bir yere sahip olmalarına rağmen tekstil gelişmemiş. İpek üretimi geliştiği için yöreye özgü motifli ipek şallar alabilirsiniz. 

  • Suzani, bölgeye özgü, geleneksel, ipek veya pamuklu kumaş, el işi  örtüler
  • Seramik ve özellikle çinileri çok güzel. 
  • Buhara halıları, geleneksel olarak ahşap işlemeciliğinde başarılılar. Değişik hediyelik eşyalar alınabilir. 
  • Ayrıca bizim Nasrettin Hocanın Özbek versiyonunun bibloları ve magnetleri de değişik gelebilir.
Son Söz

Özbekistan eşsiz şehirleri ile binlerce yıllık miras barındırıyor. Muhteşem mimarisi, renkli çarşıları, mozaiklerle kaplı devasa medreseleri, türbeleri, camileri ve misafirperver halkı ile geçmişle bugünü birleştiren bir deneyim yaşatıyor gezginlere. Türkler için de özel olarak güçlü tarihi bağlar, ortak kültür, ortak dil unsurları için özel bir destinasyon.

Cape Town Gezi Rehberi: Güney Afrika’nın İncisi

Cape Town, Güney Afrika’nın Western Cape eyaletinin başkenti ve en büyük şehridir. The New York Times ve The Daily Telegraph tarafından 2014, 2016 ve 2023 yıllarında dünyada ziyaret edilebilecek en iyi yer olarak seçilmiş. Cape Town, doğal güzellikleri, tarihi dokusu ve zengin kültürel çeşitliliğiyle unutulmaz bir deneyim sunuyor.

Şehir, Avrupalıların Afrika’daki ilk yerleşim yeri olduğu için “Mother City” (Ana Şehir) olarak anılmaktadır. Aynı zamanda Afrika’nın iç kesimlerine açılan bir kapı niteliğindedir.

Güney Afrika’nın kültür merkezi olan Cape Town, Atlas Okyanusu ile Hint Okyanusu’nu arasında yer aldığından her iki okyanustaki plajları, coğrafi konumu, üzüm bağları ve doğal ortamlarında yaşayan foklar, penguenler, balinalar ve çok çeşitli hayvanları ile ilgi çekiyor. Şehrin mimarisine, mutfağına ülkenin Afrika, Avrupa ve Asya halkalarının kültürleri de renk katıyor.

Güney Afrika golf tutkunları için de dünya sıralamasında yer alan bir ülke. Ülkeye özel golf turları düzenleniyor.

Nüfusu 4 milyona yaklaşan Cape Town aynı zamanda ciddi sosyal ve güvenlik sorunlarıyla da karşı karşıyadır. Şehre havaalanından giriş yaptığınızda, dağların eteklerinde sıralanmış gecekondular ve üst üste yığılmış kibrit kutularını andıran sosyal konutlar ilk dikkatinizi çeken unsurlar olacaktır.

Cape Town’u daha iyi anlamak için öncelikle Güney Afrika tarihine kısaca değinmemiz gerekiyor.

Kısa Tarihi

Cape Town Güney Afrika’nın en eski tarihi olan şehirlerinden biridir. Cape Town bölgesi binlerce yıl bölgenin yerli halkı Khoisanların yerleşim yeri olmuştur. Bu yerli topluluklar avcılık ve hayvancılıkla yaşamlarını sürdürmüşler. 1488’de Portekizli kaşif Bartolomeu Dias, Ümit Burnu’nu geçerek bölgeye adım atması ile Avrupalılar yerli halkın yaşadığı topraklara adım atmışlar.

1652’de Hollanda Doğu Hindistan Şirketi’nin Cape Town’da bir ikmal istasyonu kurması şehrin resmi olarak kuruluşu kabul ediliyor. Hollandalılar Asya’ya giden gemilere erzak sağlamak için burada bir koloni oluştururlar. Bu dönemlerde yerli halk ile Avrupalılar arasında çatışmalar yaşanır.

Hollanda Kolonisi Dönemi 1652-1795 yılları arasında sürer. Hollandalı yerleşimciler (Boerler) tarım yapmak için bölgeye yerleşir ve köle emeği kullanmaya başlarlar. Köleler Güneydoğu Asya, Madagaskar ve Afrika’nın diğer bölgelerinden getirilir. Yerli Khoisan halkları  da topraklarından sürülür veya Hollandalıların hizmetine girer.

İngilizler 1795 yılında, Hollanda’nın Fransa tarafından işgal edildiği dönemde Cape Town’ı ele geçirirler. 1806 da  bölge tamamen İngiliz kontrolüne geçer. Cape Town İngiliz İmparatorluğu’nun önemli bir limanı haline gelir. 1948 yılında Apartheid (ırk ayrımcılığı) politikaları uygulanmaya başlar.
Cape Town’da siyahi ve renkli nüfus, bazı bölgelerden zorla çıkarılır ve bazı bölgelere girişleri yasaklanır.

Ancak 1960’lardan itibaren Güney Afrika’da apartheid karşıtı direnişler artar. Direnişlerin lideri Nelson Mandela Cape Town açıklarında Robben Adası’nda 27 yıl hapis yatar. Direnişler sonunda Apartheid’ın sonu gelir ve ülkede  demokratik dönem başlar. 1994 yılında ilk demokratik seçimler yapılır ve Nelson Mandela Güney Afrika’nın ilk siyahi devlet başkanı olur. Cape Town Güney Afrika’nın yasama başkenti olarak kalır ve önemli bir turizm merkezi haline gelir.

Günümüzde Cape Town doğal güzellikleri ve kültürel çeşitliliğiyle Afrika’nın en çok turist çeken yeridir ancak hala ekonomik eşitsizlik ve su krizi, güvenlik gibi sorunlarla mücadele etmektedir.

Cape Town, hem sömürge tarihinin izlerini taşıyan hem de modern bir Afrika metropolü olan renkli bir şehirdir.

Ulaşım

İstanbul’dan Cape Town’a THY’nın direk uçuşu bulunmaktadır. Yolculuk 11 saat sürmekte. Biz THY ile direk uçuş yaptık. Ancak Cape Town Uluslararası Havaalanı’na birçok ülkeden uçuş olduğundan daha uygun fiyatlı aktarmalı uçuşlar mümkün.

Cape Town şehir içi ulaşımında MyCiTi otobüsleri ile dolaşabilirsiniz. Şehir merkezinin yanı sıra şehir içinde popüler yerlere gidebilirsiniz. Ayrıca Tren (MetroRail) ile bazı sahil kasabalarına ulaşım sağlanabiliyor. Ancak özellikle trenlerde akşam saatlerinde güvenlik sorunu yaşanabilir. Hop-On-Hop-Off otobüsler ile yine şehir turistik yerler görülebilir. Ancak Cape Town’uü yeterince tanımak için şehir dışında bazı bölgelere gitmek gerekiyor. Hem şehir içinde hem de çevreye ulaşmak için UBER ve BOLT uygulamaları ile taksi kullanmak aynı zamanda güvenli bir seçenek olacaktır. Tabi ki yine çevre gezileri için daha özgürce gezmek için araba kiralanabilir ancak İngiliz sistemi ile sol şeritten araba kullanıldığını belirtelim.

Gezelim Görelim

Cape Town’da ilk günümüzü  şehir merkezine ayırdık. Bazı bölgeleri yürüyerek dolaşabilirken bazı bölgelerde rehberimiz arabadan indirmekte isteksiz davrandı. Yazımızda da öncelikle merkezde önemli yerlerle başlayıp sonrasında çevre gezilerimizyer alıyor. 

Netcare Christiaan Barnard Memorial Hospital

Dünyanın ilk kalp nakli ameliyatını gerçekleştiren Dr. Christiaan Barnard, Güney Afrika’nın en büyük gurur kaynaklarından biri. Onun anısını yaşatmak için inşa edilen Netcare Christiaan Barnard Memorial Hospital şehir turlarında dışarıdan gösterilmekte. 

Eski Belediye Binası

Cape Town’un ruhunu yansıtan en önemli binalardan biri  Eski Belediye Binası. Edwardian mimari tarzında inşa edilmiş olan bina 1905 yılında açılmış, binanın bir saat kulesi bulunuyor.

Tarihi belediye binası günümüzde sergiler, konserler ve kültürel etkinlikler için kullanılmakta. Nelson Mandela 1990 yılında hapisten çıktıktan birkaç saat sonra bu binanın balkonundan halka ilk konuşmasını yapmış. Bu konuşmanın anısına 2018 yılında Mandela’nın heykeli binanın önüne yerleştirilmiştir.

Tarihi Banka ve Sigorta Binası

1940 yılında bir sigorta ve banka şirketi olarak inşa edilen bu art deco tarzındaki bina, yapıldığı dönemde Afrika’nın en yüksek binası imiş. Binanın dış cephesinde, taştan oyulmuş ve ülkenin tarihini farklı açılardan yansıtan kabartmalar  bulunmakta.

Ümit Burnu Kalesi 

Hollanda Doğu Hindistan Şirketi tarafından 1666-1679 yılları arasında inşa edilen  beşgen planlı taş kale,  iyi korunmuş ve en eski yapısı olarak kabul edilmektedir. Kale şirket gemileri için bir tedarik merkezi ve askeri, siyasi ve sivil yaşamın bir parçası olmuş. Hindistan, Mozambik, Madagaskar gibi doğu ülkelerinden getirilen 60.000 köle, bu kaleyi inşa etmek için çalıştırılmış.

1936 yılında tarihi anıt ilan edilen kale, 1980’de kapsamlı bir restorasyon geçirmiş ve günümüzde müze olarak ziyarete açıktır.

Cape Town Gezi Rehberi

Bazı seyahat siteleri Ümit Burnu Kalesi’ni dünyanın en korkunç beş yerinden biri olarak göstermektedir. Rivayete göre kalede işkence gören mahkumların çığlıkları hâlâ yankılanmaktadır.

İziko Slave Lodge (Köle Locası)

Cape kolonisinin ayakta kalan en eski ikinci yapısı olan Köle Locası 1679 yılında inşa edilmiş. Bina İngilizler tarafından 1811 yılına kadar  kölelerin barındığı bir yer olarak kullanılmıştır. Hollanda Doğu Hindistan Şirketi’nde çalışan köleler de burada kalmışlardır.

1966’da bina bir kültür/tarih müzesine çevrilmiş ve o dönem yalnızca İngiliz ve Hollandalıların maddi varlıkları sergilenmiştir. 1990’lı yıllara gelindiğinde, Cape Town’daki kölelerin tarih içindeki rolü kabul edilmeye başlanmış, 1998’de bina “Köle Locası” olarak tekrar adlandırılmıştır.

Parlamento Binası

Cape Town, Güney Afrika’nın yasama başkenti olarak kabul edilmektedir. 1884 yılında inşa edilen Parlamento Binası, Neoklasik ve Cape Dutch mimarisini harmanlayan bir yapıdır.

Kraliçe Victoria tarafından 1853 yılında  Cape Town’da bir parlamento kurulmasına izin verilmiş. Günümüzde Güney Afrika’nın yasama organlarına ev sahipliği yapmaktadır.

Cape Town Gezi Rehberi

Şirket Bahçesi 

Şehir merkezinde yer alan 8 hektarlık park Cape Town’un en eski yeşil alanıdır. 1650 yılında Hollanda Doğu Hindistan Şirketi tarafından gemilere taze erzak sağlamak için kurulmuş. Avrupa ve Hindistan’da yetişen bitkiler bu bahçede de yetiştirilmiş.  Yürüyüş yolları, çimler, botanik ve tarihi açıdan değerli ağaçları, sincap, kaz, güvercin gibi hayvanları ve heykelleri ile bugün bir cazibe merkezi.

Parkta önce 1818 yılında Cape Town valisinin vergilerle oluşturduğu ulusal kütüphaneyi binasını görüyoruz. Binanın önünde kişisel kütüphanesini buraya bağışlayan  sömürge valisi Sir George  Grey’in heykeli var.

Parkta heykeli yer alan Güney Afrika tarihinde, sömürge düzeninde çok önemli rolü olan Cecil John Rhodes’tan söz etmeliyiz. Bir papazın oğlu olan Rhodes, hastalığına sıcak iklim iyi gelir diye 17 yaşında  İngiltere’den Güney Afrika’ya gönderilir. Rhodes 18 yaşında Rothschid & Co. dan sağladığı fonla elmas madenlerine sahip olur, 1888 de kurduğu De  Beers ile elmas fiyatlarını kontrole alır, bir tekel oluşturur. Firma bugün hala dünya elmas ticaretinde gücünü korumaktadır. Rhodes 40 yaşına gelmeden Güney Afrika’nın başbakanı olur. Siyah Afrikalıların topraklarını kamulaştırır, seçimlere katılmasına engel olur. En güçlü yerli şeflerle anlaşarak, kuzeye doğru sahip olduğu toprakları genişletir. İngiliz İmparatorluğu’nun bu topraklarda genişlemesini  sağlarken Portekizlerin, Almanların, Boerlerin Afrikanın içlerine hareket etmesini engelleyerek kendi şirket çıkarları ve İngiltere’nin çıkarlarını örtüştürür. Bugünkü Zimbabwe ve Zambiya toprakları onun adıyla Rodezya olarak anılmaya başlanır. Bütün dünyanın Britanya’ya ait olmasının hayalini kuran Rhodes 19.yy’ın Hitleri midir? 

Parkın ortasında Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında, Birleşik Krallığın yanında yer alarak savaşa katılan hayatını kaybeden Güney Afrikalıların anısına dikilen Delville Wood Anıtı yer alıyor.

Parkın bir köşesinde yer alan Iziko Güney Afrika Müzesi 1825’te kurulmuş, zooloji, paleontoloji ve arkeoloji konularında uzmanlaşmış bir müze

Bo-Kaap Bölgesi

Cape Town’daki gezimize Bo-Kaap Bölgesi ile devam ediyoruz. Renkli evleriyle ünlü bu bölge, 17. yüzyılda Hollandalı sömürgecilerin Afrika’nın farklı bölgelerinden ve Güneydoğu Asya’dan (özellikle Malezya ve Endonezya) getirdiği köleleri yerleştirdiği bir mahalle. Bo-Kaap bugün hala kültürel çeşitliliğini koruyor ve halkının yaklaşık %60’ı Müslüman.

www.tripadvisor.com.tr

Burada dikkat çeken yapılar arasında Nurol Camii bulunuyor. Caminin inşası mahalledeki Müslümanların Osmanlı’dan talebi üzerine Osmanlı Devleti tarafından gönderilen Ebubekir Efendi tarafından başlatılmış ve II. Abdülhamid’in yardımlarıyla tamamlanmış. 

Caminin hemen yanından geçen Long Street Cape Town’ın en hareketli bölgelerinden biri. Renkli gece hayatı ile bilinen bu cadde, kulüpleri, restoranları ve tarihi binalarıyla ünlü.

Victoria  Alfred Waterfront Bölgesi

Victoria  Alfred Waterfront Cape Town’un yerleşim merkezi olarak geliştiği ilk bölge.

1651 yılında, Hollandalı doktor ve tüccar Jan Van Riebeeck, Hollanda Doğu Hindistan Şirketi adına buraya ayak basmış ve 1654 yılında gelen gemilere tatlı su ve sebze sağlamak için küçük bir iskele inşa ettirmiş. Zamanla bu iskele genişleyerek Cape Town’un en önemli limanı haline gelmiş. 1858’deki şiddetli fırtınalar sonucu birçok gemi batınca, Kraliçe Victoria’nın oğlu Prens Albert 1860 yılında burayı güvenli bir limana dönüştürmek için dalgakıran inşaatına başlamış.

Bugün Victoria  Alfred Waterfront, alışveriş merkezleri, restoranlar, el sanatları pazarları, oteller, denizcilik müzesi ve akvaryum gibi birçok turistik noktayı barındırıyor. Akşam yemeğimizi burada Grill Steak House’ta yiyoruz. 2024 sonbaharında kalite-performans açısından Cape Town’daki en iyi 10 restorandan biri seçilmiş. İlk gecemiz gibi Son gecemizi de V&A Waterfront’ta geçiriyoruz. Sokak sanatçıları ve canlı atmosfer eşliğinde  bu kez Belthazar Restoran’da yemeğimizi yiyoruz.

Konakladığımız Commodore Hotel de Cape Town’un en popüler ve güvenli bölgelerinden biri olan Victoria & Alfred Waterfront’ta yer alıyor.

Masa Dağı 

Cape Town’da ikinci günümüzde programımıza Cape Town’un simgesi olan Masa Dağı ile başlıyoruz. Tafelberg olarak da bilinen bu dağ, Cape Yarımadası’nın omurgasını oluşturan kumtaşı dağlarının kuzey ucunda yer alıyor. Deniz seviyesinden 1.085 metre yüksekliğinde ve zirvesi dik uçurumlarla çevrili düz bir plato şeklinde.

Masa Dağı, dünyanın yeni doğal harikası arasında sayılıyor. Her yıl milyonlarca turist çeken dağ şehrin en güzel panoramik manzarasını göreceğiniz yer. 2000’den fazla bitki türüne ev sahipliği yapıyor ve bunların 1.500’ü bu bölgede bulunuyor. Dağ Khoe halkı tarafından 2.000 yıl önce keşfedilmiş.

Cape Town, dünyanın en rüzgârlı şehirlerinden biri. Güneydoğudan esen rüzgârlar, dağın yamacına çarptığında yükselerek soğuk havayı yukarı iter ve dağın zirvesi sık sık bulutlarla kaplanıyor. Sis ve yağmur nedeniyle her zaman zirveye çıkmak mümkün olmayabiliyor.

Dağa çıkış için yürüyüş ve tırmanış rotaları bulunuyor ancak en popüler yol teleferik ile çıkmak. Almanlar tarafından 1929 yılında inşa edilen teleferiğin 360 derece dönebilen kabinleri ile Aslan Başı Tepesi, Signal Tepesi, Robben Adası ve Masa Körfezi manzaraları eşliğinde zirveye yükseliyoruz. Zirveye ulaştığımızda da ne kadar şanslı olduğumuzu düşündük, yoğun sis olmadığı için şehrin muazzam manzarasını fotoğraflayabiliyoruz. 

Stellenbosch: Güney Afrika’nın Şarap Başkent

Stellenbosch, Cape Town’un 50 km doğusunda, Eerste Nehri kıyısında yer alan şirin bir kasaba. 1679 yılında kurulan bu kasaba, Güney Afrika’nın en eski ikinci yerleşim yeri. Kasaba, Huguenotların 1690 yılında bölgeye yerleşmesiyle gelişmiş.

Stellenbosch, Güney Afrika’nın en prestijli üniversitelerinden biri olan Stellenbosch Üniversitesi’ne ev sahipliği yapıyor. Ayrıca, ülkenin en büyük bankası ve en büyük süt ürünleri grubu gibi birçok büyük şirketin merkezi burada bulunuyor.

Cape Dutch mimarisiyle bezenmiş bu kasabanın sanat galerileri, şık butikleri ve kaliteli restoranları dikkat çekiyor. Buraya geliş amacımız ise şarap tadımı yapmak.

Simonsig Şarapları’nda tadım yapıyoruz. Burası, Güney Afrika’da geleneksel yöntemle yapılan ilk köpüklü şarabı üreten aile işletmesi. Güney Afrika, dünyanın en büyük 8. şarap üreticisi ve 6. en büyük ihracatçısı konumunda. Stellenbosch bölgesi ise özellikle Pinotage üzümüyle ünlü. Öğle yemeğimizi Wine Glass adlı restoranda yedikten sonra Franschhoek kasabasına geçiyoruz.

Franschhoek: Fransız Köşesi

“Fransız Köşesi” anlamına gelen bu kasaba, 1688 yılında 300 kadar Huguenot’un bölgeye yerleşmesiyle kurulmuş.

Franschhoek, 2022’de Time dergisi tarafından “Dünyada Ziyaret Edilmesi Gereken 50 Yer” arasında gösterilmiş. Şarapçılık ve gastronomi alanında ünlenmiş bu kasaba, Güney Afrika’nın şarap ve yemek başkenti olarak kabul ediliyor.

Burada, Huguenot Anıtı ve Müzesi’ni ziyaret ediyoruz. 1948’de inşa edilen bu anıt, Fransız Huguenotların dinsel baskılardan kaçıp burada özgürlüklerine kavuşmasını simgeliyor.

Huguenotlar burada 1948 yılında açılan bir anıt yapmışlar. Baba, oğul, kutsal ruhu sembolize eden üç yüksek kemer, kemerlerin tepesinde doğruluk güneşi ve haç. Sütun dizisini yansıtan su havuzu ise Fransa’da yaşadıkları dinsel zulmün ardından,burada kavuştukları ruhsal dinginliği ve dinsel özgürlüğü  simgeliyor. Huguenot Anıtı’nın  yanında da müzesi var. Kasabanın tek anayolunda yürürken Belediye Binası dikkatimi çekti. Belediye Binası tarihi bir bina olarak koruma  altında imiş. 

Ümit Burnu (Cape Point ve Cape of Good Hope) Rotası

Cape Town gezimizin son gününde hedef Ümit Burnu’na ulaşmak idi. Ancak yol boyunca birbirinden etkileyici doğa manzaraları ve Afrika’ya özgü hayvanlarla buluşmak da rotamıza renk kattı.

Camps Bay

Cape Town şehir merkezinden kıtanın güney ucuna ilerlerken önce Cape Town’ın en lüks sahil beldesi Camps Bay’de mola verdik. Bembeyaz kumlu sahili, lüks villaları, renkli kafeleri restoranları ile bir cazibe merkezi. Muhteşem bir Atlas Okyanusu manzarası sunuyor yaşayanlara, ziyaretçilere. Gece hayatı da hareketli olan bu bölge Cape Town’da  hareketli, güvenli ve deniz güneş tatili yapmak isteyenler için tercih edilecek bir bölge.

Chapman’s Peak Drive 

Bugünkü rotamızda Atlas Okyanusu kıyısında ilerlerken bizi dünyanın en güzel sahil manzaralı yolu karşıladı. Hout Bay ile Noordhoek arasındaki 9 km lik yol dünyanın başka bir yerinde göremeyeceğiniz heyecan ve manzara sunuyor.  Virajlı yol bir tarafında dağ, bir tarafında uçurum manzarası. Arabanızın üzerinize düşecekmiş gibi duran kayalıklarında altında ilerlerken, okyanus dalgalarının köpüklerinin kayalıklara çarpışını izlemek de bambaşka bir duygu uyandırıyor.

Cape Point

Ümit Burnu yolunda önce Cape Point’e uğruyoruz. Cape Point Avrupa’nın en güney batı ucunda bir burun. Kayalıklar üzerinden müthiş okyanus manzarası, doğal güzelliği ve tarihi deniz fenerini görmek için Ümit Burnu’na gidenlerin mutlaka uğradığı bir nokta. Kayalıkların üzerinde en tepede yer alan fener 1859 yılında yapılmış. Cape Point noktasına dik bir yoldan tırmanarak çıkılabiliyor ancak bir füniküler ile çıkmak doğal olarak en kolay yol.

Fenerin bulunduğu noktadan Atlas Okyanusu’nun uçsuz bucaksız manzarasını fotoğraflıyoruz ve bu özel anı şampanya ile kutluyoruz.

Ümit Burnu

Ümit Burnu coğrafi ve ticari açıdan dünya tarihinde önemli bir yer almaktadır. Afrika’nın güney batısında en güney noktası olmasa da coğrafi olarak önemli bir noktadır. Atlas Okyanusu ile Hint Okyanusu’nun buluştuğu yer diye biliniyor (asıl nokta Cape Agulhas’tır).

Ümit Burnu tarih boyunca denizciler için büyük önem taşımıştır. Portekizli denizci Bartolomeu Dias 15.yy’da buraya ayak basması ile Avrupalıların deniz yolu ile Hindistan’a ulaşılabileceği keşfedildi. Ümit Burnu’nun keşfi ile dünya ticaretinde deniz yolunun önemi arttı.

Hout Körfezi ve Cape Kürklü Fokları

Ümit Burnu rotamız üzerinde Hout Körfezi’ne uğruyor. Hout Körfezi güzel bir koy. Bölgede yaşayan 3000-5000 adet Cape Fokları da bu körfeze yakın Duiker Adası’nda koloni halinde yaşıyorlar. Hout Körfezi’nden kalkan tekneler ile yarım saatlik bir deniz yolculuğu ile fokların adasına yaklaşıp, tekneden gözlüyoruz fokları. Fokların bir kısmı küçük adada güneşleniyor bir kısmı da suda balık avlıyordu. Bu ilginç hayvanları bu kadar yakından izlemek ve fotoğraflarını çekmek keyifli idi.

Boulders Beach ve Afrika Penguenleri

Boulders Beach Simon’s Kasabasında bulunan granit kayalıklardan oluşan korunaklı bir koy. Sadece Güney Afrika kıyıları ve Namibya’da bulunan Afrika penguenleri bu koyda koloni halinde yaşıyorlar. Maalesef 2,5-3.5 kg ağırlığında 60-70 cm boyundaki  Afrika penguenlerinin sayısı gittikçe azalıyor. Humboldt, Macellan ve Galapagos penguenleri ile akraba olduğu düşünülüyor. 

Yeme İçme

Cape Town lezzet düşkünleri için de bir cennet. Afrika’dasınız ancak mutfak lezzetleri size Afrika, Avrupa ve Asya karışımını sunuyor. Deniz ürünleri, etler ve Güney Afrika lezzetleri donatacak sofranızı.

Deniz ürünlerini mutlaka Cape Town da denemelisiniz, Johannesburg ile gezinize devam edecekseniz Cape Town kadar zengin çeşitlerle karşılaşamayacaksınız. Deniz ürünleri içinde istakoz, istiridye, kalamar ve karides çeşitlerini bol ve uygun fiyatlı tadabilirsiniz. İngiliz hükümranlığında uzun süre kalan ülke olarak fish and chips de en çok karşılaşacağınız balık menüsü olacak. Fotoğrafta görüldüğü gibi biz ilk akşam Water Front’ta yediğimiz yemekte birkaç çeşidi birleştirdik.

Cape Town et çeşitlerini de bol bulacağınız bir yer. Braai Güney Afrika barbeküsü ile et ve sosis lezzetlerini tadabilirsiniz. Ayrıca kurutulmuş et çeşitlerini hem restoranlarda hem de marketlerden paketli satın alabilirsiniz. Boo Kap’ın köri baharatlı tavukları da değişik tavuk lezzeti arayanlar için. Tabi köri tadına alışkınsanız. 

İçeçekler bölümüne gelince yazımızın önemli bir bölümü şarap bağlarına ayrıldığına göre öncelikle Stellenbosch ve Franschhoek bağlarının şarap çeşitleri denenecek. Pinotage, Chenin Blanc ve Sauvignon Blanch önerilen çeşitler arasında. Bu arada Afrika’nın ünlü likörü Amurala da burada üretildiğinden kahvenin dondurmanın yanında tadılabilir. Bu arada Amuralayı marketlerden free shoplardaki fiyatlardan daha uygun fiyata alabilirsiniz, Yerel biralar Devil’s Peak ve Jack Black de denenebilir.

Nerelerde yenebilir sorusuna cevabımız ise biz üç akşam yemegini de Water Front’ta belirli restoranlarda yedik. Water Front bölümünde yazıyor restoran isimleri. Şaraplar bölgesinde ve Cape Point’te de öğlen yemeğimizi yedik. Sokaklarda yemekten kaçınıp belirli yerlerde yemek uygun olacaktır. Water Front, Hout Bay ve Camp Bay restoranları kaliteli ve lezzetli yemekler için önerilen yerler.

Son Söz

Cape Town, doğal güzellikleri, tarihi dokusu ve kültürel çeşitliliğiyle gezginlere unutulmaz bir deneyim sunuyor  Bo-Kaap’ın renkli sokaklarından Masa Dağı’nın etkileyici manzaralarına, Stellenbosch ve Franschhoek’in şarap bağlarından, Ümit Burnu’nun vahşi doğasına kadar her detay bu şehri tekrar ziyaret etmek için bir neden. Cape Town, hem doğaseverler hem de kültür meraklıları için eşsiz bir destinasyon. 

Cape Town büyüleyici bir şehir olmasının yanı sıra yüksek suç oranları ve sosyal sorunlarla da mücadele eden bir destinasyon. Planlı ve güvenli bir şekilde seyahat edildiğinde, dünyanın en etkileyici şehirlerinden biri olarak anılarınızda yerini alacaktır.

Semerkant Gezi Rehberi: Orta Asya’nın Bilim Merkezi

Semerkant, Özbekistan’ın bilim kenti ve dünyanın en eski şehirlerinden birisi olup büyüleyici mimarisi ve mistik havası ile kadim bir şehir. Tarihi M.Ö. 8. yüzyıla uzanıyor. Tarihi İpek Yolu üzerinde önemli bir kavşak. M.Ö. 329’da Büyük İskender, 712 yılında Müslüman Araplar tarafından fethedilmiş, 13. yüzyılda ise Cengiz Han şehri teslim almış ve yerle bir etmiş. Amir Timur ise şehri fethettikten sonra başkent ilan etmiş ve hakimiyetindeki bölgelerden bilim adamları ve sanatçıları başkente getirtmiştir. Böylece Semerkant bilim kültür merkezi olmuştur. Günümüzde bir sanayi şehri olmasına rağmen, şehir UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer alan bir açık hava müzesi. Korunmuş ve ihtişamlı anıtlar, müzeler, camiler, medreseleri ile görülmesi gereken bir Orta Asya şehri.

Semerkant’ı videolarla gezmek isterseniz:

Ulaşım 

Son yıllarda Türk vatandaşlarına uygulanan vizenin kaldırması ile Özbekistan’ın popüler ülkeler arasına girmiş olduğu Semerkant’a düzenlenen direk uçuş sayısından açıkça görülmektedir. Önceki yıllarda sadece İstanbul’dan THY ile başkent Taşkent’e uçulabilirken bugün THY’nin yanı sıra Uzbekistan Airlines da Özbekistan’a direkt uçan havayolları arasına girmiştir. İzmir’den de Sun Express ile Semerkant’a direk uçuş düzenlenmekte. Taşkent, Bakü, Dubai, Moskova aktarmalı uçuşlar da bulunmakta. Özbekistan’ın ülkeye turist çekme çabaları ve 2018 yılına kadar uygulanan vizenin yanı sıra bir sürü formalite kaldırılınca çok ziyaret edilen yerler haline geldi Özbekistan şehirleri… 

Bu arada gezginlerin programlarını yaparken sadece Semerkant ile sınırlı kalmayacakları açıktır. Başkent Taşkent ve Semerkant arasında uçak seferlerinin yanı sıra hızlı tren ve otobüs seferleri de bulunmaktadır. İki şehir arasında otobüs ile 4 saat, hızlı tren ile 2,5 saat süren yolculuk yapılmaktadır. Buhara’dan Semerkant’a yine tren, otobüs veya taksi ile ulaşılabilir. Üstelik Türkiye ile karşılaştırdığında şehirler arası ulaşım maliyeti de yüksek değil.

Şehir içi otobüsleri ile şehri dolaşabilirsiniz. Daha hızlı ulaşım için taksi kullanabilirsiniz; ancak yoldan taksi çağırmak yerine UBER alt yapısı kullanan YandexGo uygulamasını kullanmanız daha düşük maliyetli olacaktır. 

Gezelim Görelim
Şehrin merkezinde öncelikle şehrin ihtişamını yansıtan Amir Timur Heykeli’ni görüyoruz.
Amir Timur Semerkant’ın güneyinde Şehr’i Sebz yakınında Keş köyünde doğmuş, 1336-1405 yılları arasında Hindistan’dan Akdeniz’e uzanan bir bölgede büyük bir imparatorluk kurmuş, 1402 yılında Ankara Savaşı’nda Osmanlı İmparatoru Yıldırım Beyazıt’ı yenince tüm Asya ve Avrupa’da ünü artmıştır. Orta Asya’nın bu büyük kahramanını gezdiğimiz tüm Özbek şehirlerinde heykelleri, kahramanlık öyküleri ile daha yakından tanıma fırsatımız oldu. Bu kahraman bizim tarih kitaplarında Timurlenk (Aksak Timur) diye geçiyor. Özbekistan’ı ziyaret ederseniz sakın Timurlenk ifadesini kullanmayın; bu ifade büyük kahramanlarına hakaret anlamına geliyor.
Semerkant’a Buhara’dan uzun bir otobüs yolculuğu sonrası ulaştık. Son üç gündür gezdiğimiz Khiva ve Buhara gibi tarihi şehirler sonrası Semerkant’a girince hemen büyük bir şehre geldiğimizi anladık. Yemyeşil, geniş caddeler, bakımlı binalarla karşılaştık. Bu arada Özbekistan’ın üçüncü büyük şehri olmasına rağmen yüksek katlı binalar ve AVM’ler hiç gözümüze çarpmadı.
Kentin kalbi, merkezi ve simgesi olan Registan Meydanı “kumlu yer” anlamına gelmektedir. Meydanın güzelliği nedeni ile Semerkant’taki ilk gecemizde önce ışıklar içindeki muhteşem görüntüsünü görmeye gittik. İkinci gün meydandaki medreseleri uzun uzun gezdik. Meydanı hem gece hem de gündüz görmek gerekiyor.
Registan Meydanı, Semerkant için her dönem halkın toplandığı, ticaretin yapıldığı en önemli meydan olmakla beraber Semerkant’ın tarihi içinde değişik dönemler yaşamıştır. 17. yüzyılda Semerkant ekonomik kriz yaşamış ve başkent olma unvanını da Buhara’ya kaptırmış. İpek Yolu üzerinde olmasına rağmen artık kervanlar bu şehre uğramaz olmuşlar. Şehirden dışarıya çok büyük göç yaşanmış; şehirde sadece 1000 aile kalmış. Medreseler de terk edilmiş ve meydanlar yabani hayvanların dolaştığı yerler haline gelmiş. Ancak 1875 yılında Semerkant ekonomisinin gelişmesi ile şehir ve meydan yeniden canlanmış. 1918 yılına geldiğinde ise Sovyetler Birliği medreselerde dini eğitimi yasaklamış; hava koşulları, deprem gibi doğal etkilerle de terkedilen medreseler tahrip olmuş. Daha sonraki yıllarda Sovyet hükümeti tüm bu binaların restorasyonu kararını almış. Uzun yıllar restorasyon devam etmiş. Sovyetler Birliği dağılmadan bu restorasyon bitmiş. Registan Meydanı bugün Semerkant’ın en önemli meydanı olup günümüzde tüm kutlamalar, konserler ve etkinlikler bu ihtişamlı meydanda yapılmaktadır.

Meydanda üç muhteşem medrese yer alıyor. Ortadaki medrese Tilla Kori “altın kaplama” anlamına geliyor. Meydana 1417 yılında yapılan Ulug Bey Medresesi ilk medrese ünvanını taşıyor. Ulug Bey Medresesi’nin karşısında ise kapısındaki kaplan figürleri ile ünlü  Sher-Dor Medresesi yer alıyor. 

Ulug Bey Medresesi Semerkant’ta en büyük bilim ve eğitim merkezi rolünü üstlenmiştir. Öğrencilere felsefe, astronomi, matematik ve din eğitimi verilmiş. Ana kapıdaki 10 yıldız motifi gökyüzü ve astronomiyi sembolize ediyor. Meydanın batısında, dikdörtgen şeklindeki medresenin iki minaresi ve arkadaki avluya açılan sınıfları bulunuyor.

Meydana en son yapılan Tilla Kori Medresesi,  zengin ve ışıltılı işlemeleri ve mavi kubbeli ve altın işlemeli camisi ile göz alıyor.

Ulug Bey Medresesi’nin yapımından 200 yıl sonra bu medresenin tam karşısına, meydanın doğu tarafına, dönemin Emiri Bahadur tarafından Sher-Dor Medresesi yaptırılmıştır. Medresenin kapısındaki iki altın kaplan sırtlarında güneşi taşıyorlar. Medresenin adı da  bu kaplanlardan geliyor. ‘Sher’ kaplan anlamına geldiğinden Kaplanlarla Süslü Medrese olarak da anılıyor.

Gur Emir Medresesi ve Anıt Mezarı,  Semerkant’ın görülecek en önemli eserlerinden biri. Amir Timur’un mezarı orada. Aslında bu medreseyi Timur torunu Muhammed Sultan için yaptırmış. Timur’un kendinden sonra imparatorluğunu yöneteceğini düşündüğü torunu erken ölünce onu Semerkant’ın merkezine defnetmek için bu medreseyi inşa ettirmiş. Kısa bir süre sonra Timur ölünce o da oraya gömülmüş. Ayrıca diğer torun Mirzo Ulugbek ve Timur’un hocası ve iki oğlu da aynı yerde yatmaktadır. Medresenin muazzam mozaikleri ve kubbesi bulunuyor. 

Mezarların bulunduğu salonda önce Timur’un resmi ve fethettiği toprakların haritasını görüyoruz. Amir Timur’un hakimiyetindeki toprakların ne kadar geniş bir alanı kapsadığı açıkça görülüyor.

Göz kamaştırıcı altın işlemeli salonda, ortadaki en parlak ve koyu renkli olan Timur’un tabutu, en öndeki sanduka ise Timur’un hocasının. Ne kadar anlamlı; Timur hocasının ayakları yönünde gömülmüş. Bilime, bilgiye bu kadar değer veren bir lider yönetmiş bu toprakları. İki oğlu ve iki torununun mezarları da aynı salonda.

Mirza Ulug Bey, Timur’un torunu, Timur İmparatorluğu’nun 4. sultanı.

Mirza Ulug Bey de sadece bir sultanın ötesinde; döneminin büyük astronomu, bilim adamı, mimarı ve siyaset adamı. 1420 yılında döneminin en büyük rasathanelerinden birini yaptırmış. Bu gözlem evi sonraki yıllarda tahrip edilmiş olmakla birlikte 20. yüzyılın başında Sovyet arkeologlar tarafından yeniden ortaya çıkartılmıştır.

Ulug Bey Rasathanesi‘nde döneminin ünlü astronomlarından birisi olan Ali Kuşçu, Bursalı Kadızade Rumi ile birlikte çalışarak çok önemli bir eser olan “Ziyci Sultanı” isimli kitabı hazırlamışlar. Bu kitap sonraki yüzyıllarda
astroloji ile uğraşan doğulu ve batılı bilim adamlarına yol gösterici olmuş.

Rasathanede Ulug Bey’in yıldızların hareketini izlemek için kurduğu sistem yer altına kazılmış.

Ulug Bey Rasathanesi için özel olarak düzenlenmiş müze ise rasathanenin hemen karşısında yer almakta.
Ulug Bek Observatory
Ulug Bey’in astronomi çalışmalarında kullandığı araçlar çok güzel sergilenmiş.

O dönemi yansıtan bir minyatür de müzede yer almakta.

 

Şehrin ilk yerleşim yeri Afrosiyob tepesidir. Tarihi M.Ö. 8. yüzyıla kadar uzanan bu antik bölgede Afrosiyob Müzesi kurulmuş. 

Bu müzede kentin o dönemine kadar tarihlenen objeler sergileniyor. Müzenin bir bölümünde ölülerin kemiklerinin saklandığı toprak kaplar da görülmektedir.

Shakhi Zinda, Afrosiyop bölgesinin yakınında bir mezarlıklar kompleksi. İslam dünyasının en kutsal yerlerinden biri. Bir Orta Çağ sokağının etrafında onbir mezar sıralanmış. Her biri kare şeklinde, türbelerin üstleri mavi yuvarlak kubbeler ile kaplanmış. 
Türbeler 14. ve 15. yüzyıllarda yapılmış. Shakhi Zinda “yaşayan kral” anlamına geliyor. Buradaki en önemli mezar Hz. Muhammed’in kuzeni Kusama Ibn Abbas’ın. Bu mezar İslam aleminden çok sayıda ziyaretçi çekmektedir.  

Kompleksin sonunda, merdivenlerin bitimindeki açık alanda mezarlar görülüyor. Bu mezarlar Semerkant’ın önemli kişilerine ait. İslam ülkelerinde genellikle mezarlara fotoğraf konmamasına rağmen Rusya’nın diğer bölgelerinde görüldüğü gibi bu mezarlarda yatan kişilerin fotoğrafları görülmektedir.

Shakhi Zinda kompleksinin hemen güneyinde, merdivenlerle çıkılan yüksekçe bir tepede Hz. Hızır Cami görünüyor. 
Hazrat Khizr Mosque
Özbekistan’ın 1991 yılında bağımsızlığını kazanmasından sonraki Devlet Başkanı Islam Karimov’un anıt mezarı da bu caminin orta avlusunda yer alıyor.
Hz. Daniel Türbesi

Afrosiyop bölgesinde, görülmesi gereken ve ilginizi çekecek bir yer de, üç dinde de kutsal kabul edilen Daniel Peygamber’in türbesi…

Siyob Nehri kıyısındaki gizemli, sessiz, sade ama bir o kadar da etkileyici Daniel Peygamber’in türbesi. Mezarı görür görmez şaşırıyorsunuz; neredeyse 18 metre uzunluğunda! Tabutun büyüklüğü hakkında efsane çok; ruhani büyüklüğünü simgeliyor diyen var; hangi tarafında yattığı bilinmesin diye bu kadar uzun yapıldığını ve hatta her yıl kemiklerinin büyüdüğünü söyleyen de.

Türbenin Emir Timur döneminde yaptırıldığı biliniyor. En bilinen efsaneye göre, Timur savaşlarından birinde İran’ın Şuşter şehrinde Daniel Peygamber’in mezarını ziyaret eder ve mezarı ülkesine taşımak ister. Ancak yöre halkı mezarın başka bir yere taşınmasına izin vermez. Timur gece rüyasında yaşlı, nur yüzlü bir adam görür. Bu adam ona şöyle der: “Eğer kemiklerim Semerkant’a taşınırsa, oraya bolluk ve bereket gelir.”

Timur bunu bir işaret sayar; halk mezarın taşınmasına razı olmadığından Timur’un bazı kaynaklara göre sadece bir parmak kemiğini alarak Semerkant’a getirttiği ve bugünkü türbenin olduğu yere defnettirdiği söyleniyor.

Daniel’in mezarının başka ülkelerde de bulunduğuna dair inanışlar olsa da  Semerkant’taki türbe, Timur’un rüyalarla şekillenen hikâyesi ve bu coğrafyaya kattığı mistik hava sayesinde çok özel hissettiriyor.

Türbenin hemen yanında küçük bir kaynak suyu var. Ziyaretçiler şifalı olduğuna inanılan suyu içiyor, ellerini yüzlerini yıkayıp dua ediyorlar.

Bibi Hanım Cami Semerkant’ın en gösterişli, Orta Asya’nın ise en büyük camilerinden birisi. Yapımında fillerin kullanıldığı söyleniyor. Timur’un Hint seferinden döndükten sonra yaptırmasının etkisi olsa gerek. Caminin öyküsü de ilginç. Timur en sevdiği karısı Bibi Hanım için dünyanın en güzel camisini yaptırmak ister. Hint seferinden ganimet ile dönen Timur yüzlerce mimar, sanatçı ve ustayı Semerkant’a getirtir. Caminin yapımı beş yıl sürer. Işıl ışıl duvarları, galerileri, yüksek minareleri, mermer işlemeleri ile muazzam bir yapı ortaya çıkar. Cami ibadete açılır, ama yapımından bir yıl sonra binanın bazı bölümleri çökmeye başlar.

Bibi-Khanym Mosque

Bibi Hanım Cami’nin hemen yanında Semerkant’ın ünlü Siyob Pazarı bulunuyor. Özellikle yöresel taze sebze meyve, kuru meyve, bakliyat ve çok çeşitli ürünlerin satıldığı güzel, planlı bir pazar. Semerkant’ın renkli lezzetlerini görebilirsiniz. Tabii biz de pazarı güzelce gezdik ve alışveriş yaptık.
Yemek yediğimiz restoranlar da güzeldi.

Yemeklerimizden görüntüler; yine güzel Özbek yemekleri…

 Son Söz

Semerkant, Orta Asya’nın kalbinde, tarihi İpek Yolu kavşağında mücevher gibi parlayan büyüleyici bir şehir. Timur imparatorluğu’nun başkenti kadim kent bir açık hava müzesi gibi. Turkuaz kubbeleriyle gökyüzüne uzanan devasa medreseleri zamanın bilim yuvası olmuş. Muhteşem Registan Meydanı, mistik Şah-ı Zinde atmosferi, Uluğ Bey’in gökyüzünün alfabesini çözebilmek için yarattığı rasathanesi. çinilerle ve mozaiklerle bezeli camileri ve türbeleriyle doğunun masalsı kenti Semerkant… Zamanın durduğu bu kentte görkemli bir medeniyetin efsaneleri ve zengin kültürünü her duyunuz ile hissedeceksiniz. 

Kruger Park: Güney Afrika’nın Vahşi Cennetine Yolculuk

Güney Afrika, doğal güzellikleri ve vahşi yaşamıyla dünyanın en etkileyici destinasyonlarından biridir. Ülkede 4 milyon hektardan fazla alanı kaplayan 19 milli park bulunuyor. Bizim rotamız ise bu parkların en ünlüsü olan Kruger Milli Parkı.

Kruger Milli Parkı Hakkında Genel Bilgiler

Kruger Park, Güney Afrika’nın iki eyaleti olan Limpopo ve Mpalanga’ya yayılmış devasa bir alanı kaplar. Mozambik’teki Limpopo Milli Parkı ve Zimbabve’deki Gonarezhou Milli Parkı ile sınırda birleşerek, Büyük Limpopo Transfrontier Parkı adı altında entegre bir şekilde yönetiliyor. Bu entegrasyon, vahşi yaşamın korunması ve sınır ötesi ekosistemin sürdürülebilirliği açısından büyük önem taşıyor.

Kruger, Güney Afrika’nın en eski ve flora-fauna açısından en zengin milli parkıdır. 1898 yılında Sabie Nehri Av Rezervi olarak kurulmuş, 1926’da ise milli park statüsüne kavuşmuştur. Park, güneyden kuzeye 350 km, doğudan batıya ise 65 km uzanan devasa bir alana yayılıyor. Toplamda 20 bin kilometrekarelik bir alanı kaplayan park, Mozambik ve Zimbabve sınırında yer alıyor. Yılda 1 milyondan fazla ziyaretçi ağırlayan Kruger, vahşi yaşam tutkunları için bir cennettir.

Kruger Park’ta Ziyaret İçin En İyi Zaman

Parkta yaban hayatını gözlemlemek için en uygun zaman bölgenin kış mevsimidir (haziran-ağustos). Bu dönemde yağışlar azalır, çalılar kurur ve yapraklar seyrekleşir. Bu da hayvanların görünürlüğünü artırır. Ayrıca hayvanlar, su ihtiyaçlarını karşılamak için nehir kenarlarına toplanır. Kışın sıcaklıklar gece 8-12°C, gündüz ise 26-28°C arasında değişir. Biz ise ilkbahar sonu-yaz başlangıcında (eylül-kasım) parkı ziyaret ettik. Bu yağışlı mevsimde etraf yemyeşildi. Aynı zamanda hayvanların doğum mevsimi olduğu için yavruları gözlemlemek mümkün olabiliyor. Sıcaklıklar 16-34°C arasında değişiyor.

Konaklama Seçenekleri

Kruger Park’ta her bütçeye ve zevke uygun konaklama seçenekleri bulunuyor. Safari çadırları, kamp alanları, bungalovlar, kulübeler, villalar ve lüks konaklama tesisleri gibi çok sayıda seçenek mevcut. Parkın 9 giriş kapısı var ve her ziyaretçi girişte bir koruma ücreti ödemek zorunda.

Biz, Skukuza Kamp Alanında Kruger Gate Lounge’da konakladık. Skukuza, Kruger Park’ın güneyinde yer alan en eski, en büyük ve en popüler kamp alanıdır. Kruger’in başkenti olarak nitelendirilen Skukuza’da 3 müze, bir kütüphane, mağazalar, restoranlar, yüzme havuzları, golf sahası, banka, postane ve karakol gibi olanaklar bulunuyor. Ayrıca 10’dan fazla safari rotasıyla ziyaretçilere unutulmaz bir deneyim sunuyor.

Ulaşım

Kruger Park Johennesburg’a 400 km uzaklıktadır, özel araç ile yolculuk 4,5-5 saat sürüyor. Uçakla Johennesburg Skukuza Havalimanından Kruger Mpumalanga Havalimanına uçulabilir.

Kruger Park’ta Safari Deneyimi

Kruger Park’ta safari yapmak, vahşi yaşamı yakından gözlemlemek için eşsiz bir fırsattır. Parkta ‘Büyük Beşli’ olarak adlandırılan aslan, fil, gergedan, leopar ve buffalo görmek safari deneyiminin en heyecanlı anları.

Filler parkta en sık karşılaşılan hayvanlardan biri. Devasa boyutları ve ikonik hortumlarıyla dikkat çekiyor. Türleri tehdit altında olan leoparlar, parkta nadir görülen hayvanlardan. Şanslıysanız onları görebilirsiniz. Ormanların kralı olarak bilinen aslanlar, parkta yaklaşık 2000 bireylik bir popülasyona sahip. Ancak avlanma alışkanlıkları nedeniyle gözlemlenmeleri zor. Kaçak avlanma nedeniyle popülasyonları azalan gergedanlar, özellikle geleneksel tıpta kullanılmak üzere avlanıyor. Parkta siyah gergedan sayısı 200, beyaz gergedan sayısı ise 2500 civarında. Afrika mandası olarak da bilinen buffalolar parkın en büyük ve en vahşi hayvanlarından biri. Gruplar halinde yaşıyorlar ve aslanlar bile onlara saldırmaktan çekiniyormuş.

Parkın Doğal Zenginliği

Kruger Park, sadece hayvanlar açısından değil, bitki örtüsü ve arkeolojik zenginlikleriyle de dikkat çeker. Parkta 150’den fazla memeli, 500’den fazla kuş türü, 100’den fazla sürüngen, 100’e yakın amfibi ve balık türü, 200’den fazla kelebek türü ve 350’den fazla örümcek türü bulunuyor.

Ayrıca parkta 100-300 bin yıl öncesine ait 300’den fazla arkeolojik alan insanlık tarihine ışık tutmaktadır. Bu alanlar, insanlığın en eski atalarının Homo Erectustan Homo Sapiense kadar insan türünün yaşamına dair kanıtlar sunuyor. Ayrıca parkta Erken ve Orta Çağ döneminden kaya sanatı örnekleri bulunuyor.

Avrupalıların Kruger Parkı’na gelişi 1838 yılına kadar uzanıyor. Bu alanın milli park olarak düzenlenmesi 1926 yılında Paul Kruger’in çabaları ile olmuş.

Parkın bitki örtüsü çalılar, dikenli söğüt benzeri ağaçlar ve mopane ağaçlarından oluşuryor. Ayrıca meyvesinden yapılan içkisi popüler olan marula ağacı da bu parkta yetişiyor.

Ayrıca termit (beyaz karınca) höyükleri de dikkat çekici. Boyu 7 metreye kadar uzanabilen höyükler eko sistem için yarar sağlıyormuş.

Son Söz

Kruger Milli Parkı, doğa tutkunları, vahşi yaşam meraklıları ve macera severler için unutulmaz bir deneyim sunuyor. Büyüleyici manzaraları, zengin flora ve faunası, tarih öncesi kalıntıları ve konforlu konaklama seçenekleriyle Kruger, Afrika’nın en önemli destinasyonlarından biridir. Eğer bir daha safari deneyimi yaşama şansınız olmayabilir düşüncesiyle hareket ediyorsanız, Kruger Park kesinlikle listenizin başında olmalı!

Busan Gezi Rehberi: Güney Kore’nin Renkli Sahil Kenti

Busan, Güney Kore’nin başkenti Seul’den sonra ikinci büyük şehri, ülkenin ve Asya kıtasının önemli liman şehri. Güney Kore’yi tanımak isteyen gezginler öncelikle yönünü başkent Seul’a çevirirken, Busan daha az tanınır gibi görünmekle birlikte aslında çok turist çeken bir şehir.

Busan ülkenin güneydoğusunda, Japon Denizi kıyısında Japonya Adası’nın kuzeybatısında yer almaktadır. Busan muhteşem plajları, deniz sporları yapma imkanları, deniz ürünleri ile ilgi çekmesinin yanı sıra dini, kültürel varlıkları ile ziyaretçilerine farklı renkler sunmakta. Biz sakura mevsiminde Japonya’yı bir baştan bir başa dolaşmak için plan yapmaya başlamıştık.  Uzakdoğu’nun en doğusuna ulaşırken Japonya’ya yakın ülke Güney Kore’yi görmeden olmaz diye düşündük.

Güney Kore’de başkent Seul’un yanı sıra ülkeyi daha yakından tanıyabilmek için metropol dışında ülkenin farklı coğrafyalarını da görmek istedik. Busan’ın  Japonya Adası’nın karşısında olduğunu görünce hem Busan’ı gezmek hem de Japonya’ya Japon Denizi’nden gemi ile geçerek değişik bir deneyim yaşamak istedik. Bu mevsimde deniz tatili söz konusu olmadığından, şehrin tarihi ve turistik yerleri için Busan’da 2 günün yeterli olacağını düşündük. Ancak Japonya’ya geçeceğimiz gemiye planladığımız tarihten üç gün sonra binmek zorunda kalınca Busan’da iki gün yerine beş gün geçirdik. Bu süre bize çok iyi geldi ve Busan’ı tam anlamı ile doya doya gezdik.

Ulaşım

Busan’a Türkiye’den direkt uçuş bulunmamaktadır. Seul’den Busan Gimhae Havaalanı’na uçulabilir. Havaalanı şehir merkezine 27 km uzaklıkta. Busan Güney Kore halkı için de tatil şehri olduğu için sık tren ve otobüs seferleri bulunmakta. Eğer hızlı tren ile yolculuk  yaparsanız 2,5 saat ve Busan Tren İstasyonu şehir merkezinde. Biz cuma günü son dakika bilet aradığımız için tren ile gitme şansını kaçırdık. Bu nedenle tek seçeneğimiz olan otobüs ile ulaştık Seul’den Busan’a. Otobüs fiyatları trene göre daha düşük ancak yolculuk 6 saat sürüyor ve dezavantajı otobüs terminali şehir merkezinden uzakta. Bu nedenle şehir merkezine ulaşmak için yüksek bir taksi ücreti ödedik.

Busan şehir merkezinde gelişmiş bir metro sistemi var. Ayrıca birçok yere otobüsler ile de ulaşılabiliyor. Biz daha az metro daha çok otobüs kullandık bazı yakın mesafelerde de taksi ile ulaştık. Üç kişi olunca taksi fiyatları da yüksek gelmedi.

Gezelim Görelim

Busan orta büyüklükte bir şehir beş gün içinde görülmesi gereken bir çok yeri rahat rahat dolaşabildik. Birlikte gezmeye başlayabiliriz.

Kore Şehitliği

Busan’da  ilk ziyaret ettiğimiz yer bizim için özel anlamı olan Kore Şehitliği oldu. Birçok kişi gibi biz de Busan’a ulaşana kadar Kore Savaşı şehitliğinin bu şehirde olduğunu bilmiyorduk.

Kore Savaşı, 1950 yılında başlayan Kuzey Kore ile Güney Kore arasındaki savaş. Bu savaşta Güney Kore’nin yanında yer alan Birleşmiş Milletler Savaş Gücü arasında yer alan Türkiye bu kadar uzak ülkeye askerlerimizi gönderdi. Askerlerimiz Güney Kore toprakları için üç yıl savaştı. Bu arada bizim askerlerimiz bu kıtada neyin savaşını verdi diye düşünmekten de kendimizi alamıyoruz. Ancak bu savaş sonrası Türkiye Nato üyesi ülkeler arasına alındı. Birleşmiş Milletler bu savaşta hayatını kaybeden askerler için Kore Anıtsal Mezarlığı yaptırmış. Bu kutsal alan 11 ülkeden 2319 şehidin ebedi istirahat yeri. Savaşta İngiltere’den sonra en büyük kayıp Türk askerlerinden olmuş, 721 can kaybetmişiz bu topraklarda, şehitlerimizin 462’si burada yatıyor. Bu özel şehitliğe bölgeye giden şehir içi otobüs ile ulaştık. Geniş bir alanda düzenlenmiş, bakımlı mezarlığın giriş kapısının hemen sağındaki anma salonunda video ve filmlerle savaş anlatılıyor. Kapıdaki görevli hangi ülkeden geldiğimizi sordu ve bize 10 dakikalık bir Türkçe film gösterisini hazırladı. Etkileyici, hüzünlü bir anlatım dinledik. Mezarlıkta sembolik alan, mezarlık alanı ve yeşil alanlar düzenlenmiş. Türk askerlerinin kabirleri başında atalarımızı rahmet ile andık. Mezarlıkta anma duvarında savaşta hayatını kaybeden 40.896 askerin adı yazılı ve anma duvarının yanında sürekli yanan ateş şehitlerin anısını yaşatıyor.

Busan Müzesi

Kore Anıt Mezarı ziyaretini planlarken şehitliğin çevresindeki görülecek yerlerin arasında Busan Müze’sinin şehitliğin yanında olduğunu gördük.  Her şehir gezisi bizim için aynı zamanda tarih ve kültür gezisidir. Busan’ın önemli müzesinin şehitliğin yanında olması bizim için kaçırılmaz bir fırsat idi. Şehitlik ziyaretimiz sonrası hemen müzeye daldık diyebilirim.

Busan Müzesi Busan kültürü ve tarihini temsil eden değerli eserlerin sergilendiği şehrin en önemli müzesi. 1995 yılında açılan müzede tarih öncesi dönemden modern zamana kadar çok özel parçalar sergilenmekte. Ülkenin Krallıklar dönemi, Japonların şehirdeki hükümranlığı dönemleri hakkında müzede fikir sahibi olduk. Busan’ı ziyaret edenlere Kore tarihini, kültürünü daha iyi anlayabilmeleri için bu müzeyi ziyaretlerini öneririm.

Müzenin çıkış kapısında karşımıza çıkan park çok güzel düzenlenmişti. Hele sakura zamanı pembeler, morlar kaplı ağaçlar arasında nefeslendik, ayrılmak istemedik o ortamdan. Müzeye metro ile ulaşmak için Daeyeon İstasyonu’nda inmeniz gerekiyor. Otobüs ile ulaşılmak istenirse UN Rotary durağında iniliyor. Zaten Türk gezginler için adres kolay önce Kore Şehitliği’ni gezip hemen çıkışında bu güzel müzeye zaman ayırabilirler.

Jagalchi Balık Pazarı

Busan’ın en özel yerlerinden biri Jagalchi Balık Pazarı. Bu pazar Kore’nin en büyük balık pazarı. Adını bile duymadığımız deniz ürünlerinin satıldığı balık pazarı gerçekten çok ilginç. Pazarın birinci katında tüm deniz ürünleri tezgahlarda veya büyük cam akvaryumlarda canlı canlı sergileniyor. Birinci katta basit masalar ve sandalyeler yer alıyor. Canlı deniz ürünlerinden seçip masanıza servis yapılmasını isteyebilirsiniz. Çok katlı binanın üst katlarında da restoranlar bulunuyor ürünlerinizi burada seçip oralarda da yemeği tercih edebilirsiniz. Biz bu kadar çok çeşitten, camların arkasında suyun içinde hareket eden kocaman istakozlar, yengeçler, ahtopatlar ve henüz tanışmadığımız canlılara büyülenmiş gibi bakakaldık. Tabii sonra özellikle sipariş verdiğimiz farklı lezzetleri tattık. Bu pazarın özelliği akşam 7 de kapanması. Biz ilk gün programımıza almıştık balık pazarını ancak oraya saat yediye doğru ulaşınca  içeriye giremedik. Tabii bu ürünleri tatmadan olmaz diyerek ikinci gün erken saatlerde masamıza yerleştik.

Gamcheon Kültür KöyüGamcheon Kültür Köyü, Busan’ın en ilginç ve en çok turist çeken yerlerinden biri. Kuruluş amacı çok farklı olmasına rağmen bugün farklı bir anlam kazanmış. Kore Savaşı sırasında Taegeukdo  dininden dört bin mülteci bölgeye gelmiş ve kendilerine ev yapmışlar. Aslında yerleşenler fakir mülteciler ve evler de bir iki katlı basit yapılar. Evler bir yamaca kurulmuş, lego evleri gibi üst üste daracık sokaklara sıralanmış.

Üniversite öğrencilerinin öncülüğünde Kültür Bakanlığı’nın desteği ile 2009 yılında bölge restore edilmeye başlanmış.  Evler yeniden tasarlanmış, rengarenk boyanmış, duvar resimleri heykellerle süslenmiş. Sanat atölyeleri, kafeler, otantik hediyelik eşya dükkanları açılmış. Hatta köye küçücük bir müze bile yapılmış. Ücretsiz gezilebiliyor.

Biz köyü sokak sokak dolaştıktan sonra en yüksek alana sıralanmış kafelerden birinde köy manzarasına karşı kahvelerimizi yudumladık. Köye ulaşmak tabii biraz telaşlı oluyor. Toseong Metro İstasyonu civarında köye giden otobüslere binebilirsiniz.

Haedong Yonggungsa TapınağıBusan’da çok sayıda Budist tapınak bulunmakta. Biz bunlar arasında en önemli olan iki tapınağı özellikle ziyaret etmek istedik. Birinci sırada Haedong Yonggungsa’ı sayabiliriz. Genellikle tapınaklar yüksek yerlere yapılırken bu tapınak deniz kenarında kayalıkların üzerine konumlanmış. Tapınak Busan’da Buda’ya adanmış üç kutsal tapınaktan biri. Tapınak ilk kez 1376 yılında önemli bir Budist öğreticisi Naong tarafından yaptırılmış. Tapınak Japonların Busan’ı istilası sırasında çıkan yangında zarar görmüş.  1930’lu yıllarda yeniden yapılmış, en son 1970 yılında büyük bir renovasyon geçirmiş. Bugün yerli yabancı çok fazla ziyaretçi çeken tapınak sürekli kalabalık. Dualar edenler, renkli, süslü kağıtlar yazılan dilekleri asanlar, heykeller arasında huşu içinde dolaşan yerel halk veya bizim gibi merakla çevreyi inceleyen turistler arasında dolaşıyoruz.

Tapınağa Osiria İstasyonu veya Haeundae İstasyonu’nda inip istasyon çıkışında 1001 nolu otobüs ile ulaşılıyor. Otobüsler sık olmakla birlikte biz metro çıkışında taksiye binmeyi tercih ettik. 

Beomeosa Tapınağı

Busan’ın en önemli ve en büyük tapınağı Beomeosa Tapınağı. 678 yılında inşa edilen tapınak, Geumjeong Dağı’nın yamacına kurulmuş, yeşillikler içinde sakin, huzurlu bir ortam sunuyor ziyaretçilerine. Beomeosa Tapınağı ziyaretçilerin konaklayarak daha uzun zaman geçirebildikleri bir tapınak. Biz bir akşam üzerinde bu tapınağı ağır ağır dolaştık.

Busan Tower

Busan parkları ile de renkli bir şehir. Şehir merkezinde Yongdusan Parkı içinde Busan Kulesi yer almakta. 1973 yılında yapılan 120 metre yükseklikteki kulenin en üstüne asansör ile çıkılabiliyor. En yüksek noktada bir kafe de bulunmakta. Zemin katında da kafe ve hediyelik eşya dükkanları yer almakta. Kule, Seul kulesi kadar şehre hakim olmasa da kulenin en üstüne çıkmadan da şehrin manzarasının görüldüğü bir bölge. Busan da zamanı olanlar uğrayabilir.

Nampodong Bölgesi

Busan Tower sonrası yürüyerek Nampodong bölgesinde şehrin ruhunu yakından yaşayabilirsiniz. Şehrin renkli hareketli bölgesi, BIFF yürüyüş bölgesi, çok sayıda dükkanların, restoranların kafelerin olduğu bölgede dolaşılabilir.

Uluslarası Film Festivalinin yapıldığı bölge de Busan’ın ilgi gören bir alanı. Gündüz hareketli olan bölgede akşamları da sokaklarda kurulan tezgahlarda sokak lezzetlerini tadabilirsiniz. Biz bir akşam bu sokaklarda dolaşarak, tezgahlarda yerel ürünleri tattık.

Çin Mahallesi

Busan’da son gece kaldığımız otel civarında olduğu için bir akşam Çin Mahallesini gezebildik. Çin Mahallesi Busan Tren İstasyonu’na yakın. Bu mahalle 1884 yılında bölgeye yerleşen Çinli tüccarlar tarafından yerleşim yeri olarak oluşturulmuş. Mahalleye girerken geleneksel Çin figürlerini taşıyan bir kapı karşılıyor ziyaretcileri. Mahallede birkaç Çin Tapınağı, Çin Restoranları ve dükkanlar yer alıyor. Birçok ülkede Çin mahallesi gezdim Busan’daki çok geniş bir alana yayılmış değil yine de farklı bir kültür olarak gezmek isteyebilirsiniz. Biz bu mahallede dolaşınca akşam yemegimizde de buradaki Çin lokantalarından birinde yemeyi tercih ettik.

Busan Plajları

Busan Güney Kore’nin liman şehri, diğer yandan plajları ile ünlü bir şehri. Biz şehri beş günde rahat rahat gezdik ancak özellikle mevsim nedeni ile deniz, güneş tatili yapamadık. Şehirde birden çok plaj bulnmakta. Haeundae Plajı  kumlu sahili, sığ denizi ile şehrin popüler, hareketli plajı. Gwangalli Plajı, Songjeong Plajı, Dadaepo Plajı, Songdo Plajlarında deniz keyfi yanında, sörf de yapılabliyor. Hatta bazılarında teleferiğe binmek gibi değişik aktiviteler de yapılabiliyor. 

Busan Port

Bizim Busan gezimiz Busan Port’da tamamlandı. Busan Port modern, büyük hareketli bir yer. Burada şehrin deniz ticareti tarihini anlatan bir müze de bulunmakta. Limanın kıyısında yürüyerek hareketli deniz trafiği izlenebilir, kıyıdaki restoranlarında deniz ürünleri tadılabilir. Bizim için liman Japonya’ya geçecek gemimiz Queens Beetle’a binmek için geldimiz bir nokta idi. Rahat bir gemi ile konforlu bir yolculuk yaptık Japon Denizi’nde.

Son Söz

Güney Kore gezimizde önceliğimiz başkent Seul olsa da, seçtiğimiz ikinci şehir Busan bizim için Japonya’ya geçmek için bir durak, deniz tatili de yapmayacağımız için çok şey beklemediğimiz bir şehir idi. İki gün kalmak üzere geldiğimiz şehirde beş gün geçirdik ancak şehir bize beklentimizin üzerinde deneyimler sundu. Sevimli şehirde keyifli zaman geçirdik, çok lezzetli deniz ürünleri tattık. 

Almanya Romantik Yol Gezi Rehberi

Almanya Romantik Yol rotasında Alp Dağları eteklerinde, Orta Çağ dokusu korunmuş şehirler, kasabalar ve köylerde bazıları UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer alan şatolar, saraylar, kaleler, kiliseler, katedraller karşılıyor gezginleri. Orta Çağ’ın parke taşlı sokaklarında sevimli, renkli evleri, uçsuz bucaksız  şarap bağları, rengarenk çiçeklerle dolu doğası ve tarihi dokusu arasında dolaşırken, modern dünyadan uzak, bir anlamda çocukluğumuzun masal dünyasında dolaştırıyor Romantik Yol.

II. Dünya Savaşı’nda Hitler Almanya’sının ağır yenilgisi sonrası Almanya turistler için ilgi çeken bir ülke olmaktan iyice uzaklaşmış idi. Savaş yaralarını saran ve ekonomisini düzeltmek isteyen Almanya, 1950’li yıllarda ülkeye turist çekme çabaları içerisinde Romantik Yolu tanıtacak politikalar uygulamaya başladı.

Bu politikalar sonucunda, Almanya Bavyera bölgesinde yer alan Orta Çağ kasabalarını tarihi dokusunu koruyarak, doğası ile ön plana çıkartmayı ve turizm için çekici bir bölge haline getirmeyi başardı. 18.yy’da yaygın olan romantizm akımı sanatçılarının bu bölgedeki köylerde yaşayıp, eserlerini üretmelerinden esinlenerek güzergaha Romantik Yol ismi verilmesi de bu başarıda önemli bir rol oynamıştır.

Bu şehir ve kasabaların bazıları II. Dünya Savaşı’ndan fazla zarar görmeden çıkarken, bazıları  bombalamalar ile ağır hasar görmüştür. Hasar gören yerler de başarılı restorasyonlar ile Orta Çağ dokusuna kavuşturularak savaşın izleri silinmiş.

Würzburg-Füssen arasındaki yaklaşık 400 km’lik Romantik Yol rotasında Orta Çağ’dan bu yana yerleşim olan 28 köy, kasaba ve şehrin hepsi birbirinden özel.

Yılda 3 milyon ziyaretçi çeken Romantik Yol, bizim için de iyi ki gittik gördük dediğimiz ve paylaşmaya değer bulduğumuz  bir rota oldu.

Gelelim bizim Romantik Yol planlamamıza. En iyi planlamayı yapabilmek için zihnimizde bir çok soru ile çalışmalara  başladık. İlk sorumuz gezi nereden başlayıp nerede sonlanmalı idi. Bloglarda yaptığımız okumalar ile bu sorunun cevabını kolaylıkla bulduk. Kuzeydeki Würzburg’dan başlayıp güneydeki Füssen’e kadar yol alınabileceği gibi tam tersine güneyden kuzeye Füssen’den başlanıp Würzburg’da da son bulabilirdi. Bir yazıda okuduğumuz, gezi kuzeyden başlayıp, Füssen’de bölgenin görkemli şatoları ile bitirilirse lezzetli yemeğin harika bir tatlı ile sonlanması gibi bir duygu uyandığı benzetmesi ilgimizi çekti ve rotanın kuzeyden başlaması kararını aldık. Bu durumda Würzburg’a en yakın havaalanı Frankfurt’a uçulacak ve dönüş  Münih’ten olacaktı. 

Gelelim diğer açıklığa kavuşacak sorulara; hangi mevsim ve ne kadar süre ile yapılmalı idi bu rota. Son yıllarda özellikle Christmas zamanı bölgeye düzenlenen turların sayısında artışlar görülmeye başlandı. Noel zamanı sokaklar, evler rengarenk süslenmiş, ışıl ışıl aydınlatılmış, yiyecek, içecek, hediyelik eşyalar stantları ile donatılmış meydanlarda zaman geçirmek çok eğlenceli olabilir. Ancak bizim gibi soğuk havalarda gezmekten kaçınanlar için havaların ılık, günlerin uzun olduğu  ilkbahar sonu, yaz veya sonbahar başı olabilir. Biz temmuz ayında planladık gezimizi. Noel zamanı olmasa da çok renkli, biblo gibi tarihi evlerin yanı sıra evler ve meydanlar da rengarenk çiçekler ile bezenmiş idi.

Önemli bir konu da 400 km yol, 28 yerleşim yerine ne kadar süre ayırmalı idik. Yerleşim yerlerinin büyük bir kısmı küçük şehirlerden oluşsa ve birbirine yakın yerler olsa da hepsine uğramamız ve her birinde konaklamamız mümkün olamazdı.

Bu rotaya ayrılacak zaman kişiye, zamana ve ayrılacak bütçeye göre değişmektedir şüphesiz. Romantik Yol’un keyfine varabilmek, nefeslenmek, şehrin meydanında oturup havasını koklamak isterseniz en az 4-5 gün gerekmekte. Biz Romantik yol rotasında yer almayan ancak o bölgede görülmesi gerektiğini düşündüğümüz, üç yer daha ekleyerek bölgeye yedi gece ayırdık. Bu sürenin ancak yettiğini söyleyebilirim.

Son kararımız ulaşım aracı seçimi üzerineydi. En konforlu ve zaman kaybetmeden dolaşabilmek için araba kiralamak tercihimiz oldu. Birbirine yakın yerler arasında daha çok yere uğrayıp, tarihi yerlerini gezip bol bol fotoğraf çekmek araba ile daha rahat olacaktır. Diğer yandan Almanya’da demiryolu ulaşımı yaygın ve gelişmiş olduğu için iyi planlayarak tren ile dolaşılabilir. Otobüs ile büyük yerleşim arasında dolaşmak kolay olabilir ancak çok küçük yerler için iyi araştırmak gerekiyor. Ayrıca sadece romantik yol yerleşim yerlerine uğrayan ve bir gün içinde hepsini dolaşan otobüsler de seçenekler arasında. Aslında en keyifle gezilecek ulaşım aracının bisiklet olduğunu belirtmeliyim. Tüm yol boyunca düzenlenmiş bisiklet yollarında bisikletçilerin pedal çevirdiklerini gözledik.

Rotamıza Heidelberg, Nuremberg ve Bamberg şehirlerini de dahil ettik. Tüm rotada mutlaka uğranması gereken yerleri belirledikten sonra üzerine bu üç yeri eklememizin elbette nedenleri vardı. Yazımızda bu şehirlerin özelliklerinden bahsedeceğiz.

Rotamıza kuzeyden başlama kararı ile Frankfurt’a uçtuk. Frankfurt’tan direk Würzburg’a geçebilirdik. Ancak biz gezimize Frankfurt’un güneyinde 90 km uzaklıkta Heidelberg’den başlamayı tercih ettik. Frankfurt havaalanından kiraladığımız araba ile Heidelberg’e ulaştık ve iki gece orada konakladık. Heidelberg’den haritalara göre Romantik Yol’un başlangıç şehri Würzburg’a doğru yola çıktık. 

Önce rotamızı ekleyelim sonrası yola çıkabiliriz.

Konaklanan yerler koyu renkli, uğranılan yerler * yıldızlı gösterilmiştir.

Heidelberg

Heidelberg Romantik Yol rotasında yer almasa da Almanya’nın en romantik şehirleri arasında sayılan bir şehir. Nechar Nehri kıyısına kurulmuş, Orta Çağ dokusunu koruyan, Almanya’nın en eski üniversitesine ev sahipliği yapan çok güzel bir şehir. Alstsat (Eski Şehir) UNESCO Dünya Mirasları Listesi’ne alınmış. Amerikan askerlerinin şehre yerleşmesi planlandığından Heidelberg II.Dünya Savaşı’nda da bombalanmamış. Biz şehri iki günde adım adım dolaştık, Heidelberg’de yapmadan dönme diyebileceğim şeyleri sıralayayım. 

Karl Theodors Köprüsü’nde yürüyelim: Nechar Nehri üzerindeki gösterişli tarihi, trafiğe kapalı köprü şehrin sembolik yapısı.

Heidelberg Kalesi‘ni gezelim. Bir tepeye kurulmuş Orta Çağ kalesindeki teraslardan şehrin doyumsuz manzarasını izleyip, tarihi binaların arasında dolaşıp, Alman Eczacılık Müzesi’ni gezip, dünyanın en büyük şarap fıçısını görebilirsiniz.

Hauptstrasse Caddesi, Avrupa’nın en uzun trafiğe kapalı caddesi şehrin en renkli caddesi. Kafeler, restoranlar, hediyelik eşya dükkanları ile cıvıl cıvıl bir cadde.

Studentenkarzer’i ziyaret edelim. Üniversite öğrencilerinin 18-19.yy’da cezalandırılmaları halinde kaldıkları, öğrencilerin yaratıcı figürleri ile renkli hapishane bugün müze olmuş.

Heidelberg’i detaylı gezmek isterseniz linke tıklayın. Heidelberg Gezi Rehberi: Romantik Orta Çağ Şehri

Würzburg

Romantik yolda ikinci durağımız Bavyera Eyaleti’nde Romantik yolun kuzeyde başlangıç noktası olan Würzburg. Frankfurt’tan  120 km uzaklıkta. Würzburg tarihi ve kültürel olarak da önemli bir şehir. Yerleşimin 6.yy’a kadar uzandığı şehir 15.yy’da açılan Würzburg Üniversitesi ile bilim alanında da öne çıkmış. Würzburg II.Dünya Savaşı’nda yoğun bombalamalar ile ağır hasar görmüş ancak sonrasında şehir onarılmış bugünkü Orta Çağ havasını kazanmış. Würzburg bağları ve şarap üretimi ile öne çıkan bir Alman şehri.

Würzburg’a biz bir gece kaldık, aşağıda şehirde mutlaka yapılacakları sıralayayım.

Wüzburg Residans’tı gezelim: Wüzburg Residans UNESCO Dünya Mirasları yer arasında alan, Alman Gotik ve Fransız şato mimarisini birleştiren gösterişli bir saray. 1719-1780 yılları arasında yapılan saray Güney Almanya’nın en önemli Barok eseridir. Giriş merdivenlerinin tavanına yapılan, gezegenler ve kıtaları temsil eden, 677 m2 lik fresk dünyanın en büyük tavan freskidir. Kraliyet salonunu ve beyaz salon da heykeller, freskolarla süslenmiş. Sarayın bahçesi de çok güzel. Giriş biletleri kapıdan alınabiliyor bilet 9 Euro.

Old Bridge: Yapılışı 15.yüzyıla kadar uzanan köprünün üzeri 12 aziz heykeli ile süslenmiş. Trafiğe kapalı köprü halkın toplandığı, şarap eşliğinde sosyalleştiği bir alan haline gelmiş. Marienberg Kalesi’ne ve üzüm bağlarına karşı Main Nehri üzerinde Wüzburg şaraplarını tadabilirsiniz güneş batarken.

Marienberg Kalesi; Main Nehri’nin sol tarafında bir yamaca doğru yerleşmiş kalenin ilk yapımı 8.yy’a kadar gitmektedir. Şehrin en güzel manzaralı kalesi zaman ayırabilenler için görmeye değer.

Tarihi Şehir ve Market Meydanı; Tarihi şehrin meydanında tarihi Orta Çağ binalarına karşı bir kafede oturabilirsiniz. Würzburg Katedrali, Maria Şapeli, Rathaus (Belediye Binası) Market Meydanında yer alan Rönesans, Gotik, Barok tüm stilleri yansıtan binalar bu meydanda.

  • Zamanı olanlar nehirde tekne turu da alabilirler.
Bamberg

Bamberg gezi rehberi

Bamberg Bavyera’nın en sevimli şehirleri arasında sayılıyor. II.Dünya Savaşı sonrası Amerikan askerleri yerleşeceği için savaş sırasında bombalanmayan küçük şehir orijinal Orta Çağ yapısını korumuş. 

Bamberg yedi tepe üzerine kurulmuş, Main ve Regnitz nehirleri  ile kanallar ve köprülerle bölünmüş şehir. Eski şehir ve Katedral UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer alıyor.

Bamberg Katedrali: 13. yy’da yapılmış, dört heybetli kulesi olan Gotik ve Romaneks mimarili gösterişli binanın içi de çok zengin. 

Alstadt/Eski Şehir: tarihi dokusu tamamen korunmuş eski şehirde Orta Çağ binaları arasında keyifle dolaşıyoruz, bir haritaya ihtiyacımız yok.

Altes Rathaus (Tarihi Belediye Binası): şehrin sembolü ikonik yapı. Bina köprünün üzerinde ve aynı zamanda şehrin giriş kapısı. Köprünün üzerinde nehre doğru taşan binanın üzeri fresklerle süslü. Bu değişik binanın efsanesi ise şöyle. Belediye binası yapılmasını isteyen halka Piskopos arazi sağlamayınca halk da köprü üzerine yapmış bu binayı. 

Dumanlı Bira: Bamberg eski şehrinde kanallar, köprüler, parke taşlı sokaklar arasında dolaştıktan sonra şehre özgü dumanlı birasını tatmadan olmaz. Almanya’nın en çok bira içilen şehirlerinden sayılan Bamberg’in kendine özgü dumanlı  birası ‘Rauchbier’. Dumanlı biranın öyküsü de şöyle; bira üretimi sırasında kullanılan maltların deposunda yangın çıkıyor ve is kokusu siniyor maltlara. Bu maltlardan üretilen biralar beğenilince üreticiler de isli bira imal etmeye başlıyorlar. Bugün şehirde 10 dan fazla bira üreticisi bulunuyor. Değişik üreticilerin biralarını barlarda deneyebilirsiniz.

Bamberg bizim yarım gün geçirdiğimiz bir şehir oldu. Old Town’ı hayranlıkla dolaştıktan sonra en hareketli yeri belediye binasına karşı köprü girişinde öğlen yemeğimizi yörenin dumanlı birası eşliğinde yedik. Yarım gün Bamberg için yeterli.

Nürnberg

Nürnberg gezi rehberi

Nürnberg de romantik yol üzerinde olmayan bir şehir. Almanya’nın büyük şehirleri arasında. Bizim küçük Orta Çağ kasaba ve şehirlerini gezdiğimiz rotaya nasıl dahil oldu diye merak edebilirsiniz. Şehir Orta Çağ surları ile kaplı ve surların içindeki Nürnberg Kalesi de tarihi ve mimari önemi ile görmeye değer. II. Dünya Savaşı’nda ağır hasar görse de bu önemli şehrin Orta Çağ yapılarının bir kısmı restore edilir. Şehir Hitler’in en sevdiği şehir olmasına rağmen tarihin cilvesi, savaş sonunda suçluların yargılandığı mahkeme de bu şehirde kurulmuş. Bavyera bölgesinin ikinci büyük şehri ve sanayi şehri Nurnberg’de ilgi alanımız tarihi bölge olduğu için Kale ve Eski Şehri dolaştık.

Kaiserburg Kalesi, Tarihi 11.yy’a German Roma İmparatorluğu’na uzanan kale, şehrin hakim tepesine kurulmuş. Orta Çağ’ın Romaneks ve Gotik stilini yansıtıyor. Almanya’nın en önemli kaleleri arasında yer alıyor. 1050-1571 yılları arasında Roma İmparatorları da burada konaklamışlar. Şehrin manzarası da kaleden güzel. Şehir gezisine buradan başlayıp aşağıya doğru yürüyerek inebilirsiniz. 

Albert Durer Evi: Ünlü Alman ressam Alber Durer’in yaşadığı ve eserlerini yaptığı ev 16. yy’ın en zengin evleri arasında sayılmaktadır. Bugün de ressamın adına müze olarak hizmet vermekte.

Hauptmark: Şehrin ana meydanı, 14.yy’da yapılan Gotik Kilise Frauenkirche’de bu meydanda dikkat çekiyor. 

Beautiful Fountain: Hauptmark’taki,  Kutsal Roma German İmparatorluğu döneminin gotik çeşme üzerinde değişik figürler, kahramanlar, papazlar, peygamberler, toplar yer almakta. Çeşmedeki heykellerin anlamı bulunmakta. 

St.Lawrence Church; Nürnberg’in en büyük, gösterişli gotik kilisesi 13.yy’da Kutsal Roma German İmparatorluğu döneminde yapılmış. Kilisenin içi de ziyaret etmeye değer.

Bratwurst ; Nürnberg sosisi; Nürnber sosisleri ile ünlü. Bu sosisleri denemenizi öneriyoruz.

Rothenburg ob Der Taube

Rotenburg gezi rehberi

Romantik Yolun en romantik, renkli, canlı ve gözde  şehri Rotenburg. 42 kule ve 6 kapısı olan surlarla çevrelenmiş tam bir masal kasabası. Renkli binaları, meydanları, hediyelik eşya ve kurabiye dükkanları ile sokaklarında serbestçe dolaşacağınız, meydanlarında nefesleneceğiniz şehir. Tarihi surların üzerinde de yürüyebilirsiniz. Küçük bir şehir olduğundan iki üç saatte rahatlıkla dolaşılabiliyor. Biz bu şirin şehirde bir gece konaklamayı tercih ettik.

Market Meydanı: Kasabanın tam merkezinde yer alan meydanı’nın çevresi tarihi ve çok güzel binalarla çevrili. Meydanda yapımı 16.yy’a uzanan Rönesans  döneminden Belediye Binası, St.James Kilisesi ve St:George heykelli  bir çeşmesi. Bu meydanda kafelerde yer almakta.

Plönlein Meydanı: Kasabanın en çok fotoğraflanan küçük meydanında iki sokağın kesiştiği yerde 15.yy’dan kalma yarı ahşap bir ev önünde bir çeşme ve sokağın girişinde de tarihi kule yer almakta. Bu köşede fotoğraf çektirmek için sıra bekleme ihtimaliniz çok yüksek. Şehri gezen her turistin burada çekilmiş bir fotosu olabilir.

Bu küçük kasabada Christmas Müzesi, Oyuncak Müzesi, Orta Çağ İşkence Müzelerini ziyaret edebilirsiniz.

Schneeballen-kartopu tatlısı: Şehre özgü  tüm kurabiye satan dükkanlarda boy boy ve çeşit çeşit bulunuyor. 

Dinkelsbuhl

Bu küçük kasaba da iyi korunmuş bir Orta Çağ kasabası. Ayrıca komşu kasabalar Rothenburg ve Nördlingen gibi tamamen surlar ile çevrilmiş ve kapılardan şehre girilen özgün bir kasaba. Eski şehir bölgesinde

Altrathausplatz Meydanı’nda şehrin tarihi binaları arasında dolaşırken karşınıza Aziz George Kilisesi çıkacak. Bu gotik kilise de bölgenin en güzel kiliseleri arasında. Kulesine de tırmanılabilmekte. Biz meydanda dolaştık, kiliseyi gezdik ve tam meydanda bir kahve içerek bu şehre 2-3 saat ayırmış olduk.

Nördlingen

Nördlingen üstteki iki kasaba gibi Orta Çağ’ın en iyi korunmuş kasabaları arasında yer almakta, şehir tamamen surlar içinde korunmakta. Ancak diğer kasabalar içinde en küçük ve en sakin olanı. Biz hızla dolaşıp ayrıldık.

Ausgsburg

Augsburg gezi rehberi

Bavyera bölgesinin üçüncü büyük şehri. Diğer Romantik Yol şehir ve kasabalarına göre daha gelişmiş bir şehir. Almanya’nın en eski yerleşim yerleri arasındaki Ausburg M.Ö 15 yılında Romalılar tarafından kurulmuş. Almanya’nın ünlü şairi Bertolt Bretcht, Protestonlığın öncüsü Martin Luther King, Mozart’ın babası  burada yaşamış.

Anna Kilisesi‘nde Martin Luther’in yaşamını yakından izleyip, Bretcht’in de evini gezebilirsiniz.

Fuggerei Evleri, 140 daire dünyanın ilk sosyal konutları. 1521 yılında yapılmış halen ihtiyaç sahipleri tarafından kullanılıyor. Bazı evler müze gibi korunmuş ziyarete açık.

Landsberg am Lech

Landsberg am Lech Gezi Rehberi

Geçmişte tuz madenleri ile ünlü şehir İtalya Augsburg arasında Roma Yolu’nda yer alan zengin bir şehir olmuş. Hitler iktidarı ele geçirme çabaları içinde iken 1923 yılında hapis yattığı şehir. Hitler iktidara gelmeden önce 260 gün Landsber Hapishanesi’nde kalmış, ünlü Kavgam kitabını da bu hapishanede yazmış.  Hitler iktidara geldikten sonra da Hitler neonazilerinin faaliyetlerinin yoğun olduğu bir yer. Günümüzde ise tarihi şehir, renkli binaları, yeşilliği, Alp manzarası ile turistik bir şehir. Şehrin ortasından geçen Lech Nehri üzerinde yapay şelale yapılmış. Biz şehrin sokaklarında dolaştık, üç tarihi caddenin birleştiği ana meydanda güzel bir akşam yemeği yedik, yapay şelale kıyısında kahvemizi içtik. 

Füssen

Kral II.Ludwig'in Şatoları

Romantik yolda son durağımız Füssen’e heyecanla ulaştık.  Füssen sakin küçük bir şehir, asıl hedef Bavyera’nın en ünlü şatolarını görmek olduğundan iki günde de şehir içine zaman ayıramadık. Otelimize yerleşip Swangau’ya hareket ettik. İlk gün hedefimiz çılgın Bavyera kralı II.Ludwig’in Neuschwanstein Şatosu ve babası II.Maximillian’ın Hohenscwangau Şatolarını görmek idi.

Bavyera Kralı II.Ludwig’in masal şatoları Walt Disney filmlerine de esin kaynağı olmuş. II.Ludwig, 1864 yılında 18 yaşında tahta çıkmış ve 22 yıl tahtta kalmış. Tahta olduğu dönemde ülke topraklarını yönetmekten çok zamanını sanat, edebiyat ve mimari için ayırmış. Ülke kaynaklarını hayallerindeki şatolara ayırmış. Zaman içinde toplumdan ve gerçekten hayattan kopmuş, masalsı, hayali projelere dalmış. II:Ludwig’in içinde bulunduğu durum halk ve yöneticiler açısından tepki çekmiş. Kral ülkeyi borçlandırarak, ülke kaynaklarını israf ettiği gerekçesi ile tahtan uzaklaştırmaya çalışılmış. Ktal Ludwig 40 yaşında halen açıklanamayan bir nedenle saray yakınındaki gölde doktoru ile boğulmuş olarak bulunmuş.

Neuschwanstein Şatosu: Kral Ludwig’in yaptırdığı sarayın bazı bölümleri ziyaretçilere açık. Kralın kullandığı bazı odalar gezilebiliyor. Kral Ludwig hayallerinin sarayında sadece 3 hafta yaşayabilmiş. Bu masal şatosunu gezemeyenler için şatosunun büyüleyici manzarasını bütün olarak görebilmek için sarayın arkasındaki köprüye yürümek gerekiyor. Zaten o bölgeye yürüyen kalabalığı görünce bu kalabalığa arasına katılacaksınız. Şatonun arkasındaki asma köprü Marienbrücke’den şatonun büyüleyici manzarasını görebilirsiniz.  

Hohenschwangau Şatosu: Bu bölgede Kral Ludwig’in babasının yaptırdığı diğer saray da ziyarete açık.

Bu saraylar Almanya’nı en çok turist çeken şatoları arasında. Biletleri de önceden internetten almak gerekiyor ve saatinde gezmeniz gerekiyor. Biz saatini kesinleştiremediğimiz için önceden bilet alamadık ve bu iki sarayın içlerini gezemedik.

Ancak merak etmeyin bu iki sarayın içini çok detaylı olarak  linkteki yazıda okuyabilirsiniz.

Kral Ludwig II’nin İzinde Bavyera Sarayları

Linderhof Palace biletini bulabildik internette. Linderhof Sarayı, Neuschwanstein Satoşu kadar haşmetli bir saray olmasa da II. Ludwig’in tamamlayabildiği ve en çok yaşadığı saray. Saray II. Ludwig’in Fransız kralı XIV.Louis’e hayranlığı nedeni ile Fransız kralın yaptırdığı Versay Sarayı’na benzetmeye çalıştığı bir saray. Sarayın iç mekanı ve bahçesini gezerek hem Kral II.Ludwig’in gündelik yaşamı ve Fransız hayranlığını görebilirsiniz. Rehber eşliğinde sadece 30 dakika gezilebilen sarayda fotoğraf çekimi de yasak. Bizim Romantik Yolda en son gezdiğimiz bu saray gerçekten en etkilendiğimiz yerler arasında yerini aldı.

Bizim Almanya Romantik yol gezimiz Füssen’de masal şatoları ile tamamlandı. Geziyi Münih’te sonlandırmayı planlayarak çıkmıştık yola. Ancak bu coğrafyada Fransa sınırına bu kadar yaklaşmış iken ünlü Fransız şarap rotasına da zaman ayırmak istedik. Füssen’den tren ile Strazburg’a geçip üç gece bu şehirde kaldık. Bir gün de Colmar’a ayırdık. Fransız şarap rotasının en renkli ve en önemli iki şehrini de ekledik Romantik Yol gezimize. Almanya Romantik Yol gezisi planlaması yapanlara Fransız Şarap Rotasını da gezinin sonuna eklemelerini önerebiliriz. 

Bu arada Fransız Şarap Rotasının en güzel şehri Colmar yazımı da linke bırakıyorum. 

Colmar Gezi Rehberi : Fransa’da Bir Masal Şehri

Son Söz

Benim için Almanya, Avrupa’nın görülecek öncelikli ülkeleri arasında yer almayan, sanayileşmiş bir ülke idi. Ta ki Romantik Yol rotasıyla tanışana kadar. Bu tanışmayla zihnimdeki Almanya algısı tamamen değişti diyebilirim. 

Romantik yol tarihi, doğası, kültürü, düzeni, bakımlılığı ile gezginlerin rotalarında yer alması gereken bir mücevher. Her mevsim, her türlü ulaşım aracı ile dolaşılabilecek bir rota. Asıl önemlisi iyi bir planlama ile yeterli zamanda gezebilmek. Bu gezide Avrupa’nın en gelişmiş, sanayileşmiş ülkesinde, yemyeşil doğada, Alp dağlarının eteklerinde, küçük sevimli köylerin arasında keyifli bir yolculuk ile birden bire kendinizi Orta Çağ surları ile kaplanmış bir şehirde buluyorsunuz. Günümüzde süslenmiş, korunmuş, doğal rengarenk evler,  ve kanallar, köprüler, saraylar, katedrallerle canlı, hareketli, yaşayan parke sokaklar arasında dolaşıyorsunuz. Tertemiz şık sevimli kafeler, restoranlarda yerel ve kaliteli biralar ve şaraplar eşliğinde  yerel lezzetleri tadıyorsunuz. Ülkemize uzak olmayan bu coğrafyada zengin deneyimler yaşamak mümkün.

Nahçıvan Gezi Rehberi: Size Selam Getirmişem…

Dost ziyareti olmasa belki Nahçıvan’a gitmek aklıma bile gelmezdi. Bakü’nün ışıltısının gölgelediği Nahçıvan hakkında, biraz da Yozgat, Gümüşhane civarı kıvamında Türkiye’nin taşrası önyargısı vardı; e durup dururken neden Yozgat’a gideyim, değil mi? Ama iyi ki gitmişim.

Azerbaycan’ın özerk bölgesi olan ve Türkiye ile Azerbaycan’ın tek sınır noktasında bulunan Nahçıvan, kuzeyi ve doğusu Ermenistan, güneyi ve batısı da İran ile çevrili. Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘Türk Kapısı’, Kazım Karabekir Paşa’nın ise ‘Şark Kapısı’ olarak nitelendirdiği Nahçıvan ile Türkiye’nin bağlantısı, Türkiye’nin kuzeybatısındaki Dilucu olarak bilinen bölgede 17 km’lik bir sınır ile sağlanıyor; geçiş ise Aras Nehri üzerindeki Umut Köprüsü’nden yapılmakta.

Azerbaycan’ın yaklaşık %6,3’ünü kapsayan ama Azerbaycan ile fiziki bağlantısı olmayan Nahçıvan, kuzeyinde Zengezur dağları, güneyinde Aras nehri arasında 5.502 km2 büyüklüğünde ve genelde dağlık bir coğrafyaya sahip. Bölgenin beşte birini kapsayan ovaları ise tarıma ve hayvancılığa elverişli; ayrıca zengin maden suyu, soda ve tuz kaynakları da mevcut.

Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti; başkent Nahçıvan ve Şerur, Şahbuz, Culfa, Babek, Kengerli, Sederek ve Ordubad rayonlarından oluşmakta…

Ulaşım

Nahçıvan’a İstanbul’dan uçakla doğrudan gidilebilir Bu durumda başkent Nahçıvan’a gidip merkeze çok yakın olan havaalanından taksiyle şehre ulaşabilirsiniz.

Bir diğer seçenek ise Iğdır’a gidip oradan taksiyle Nahçıvan’ geçmek. Iğdır’da gerek şehir merkezinde gerekse havaalanında Nahçıvan’a giden taksi ve otobüsler bulunmakta. Taksiler 5 kişilik ve taksi başına 120 manat. Eğer tek kişiyseniz kişi başı 25 manat ödemeniz gerekecek, tabii taksinin dolması şartıyla.

Iğdır ile Nahçıvan şehir merkezi arası yaklaşık 160 km. Türkiye tarafından Dilucu gümrük kapısından çıkıp Nahçıvan tarafında Sederek gümrük kapısına geçiş yapmanız gerekecek. Belki daha ucuz ancak meşakkatli bir tercih olabilir ama bir tarafta Ermenistan, bir tarafta İran’ın uzandığı yol boyunca müthiş doğu coğrafyasını ve Ağrı dağının türlü türlü hallerini  seyretmek de işin artısı.

Bu yolu seçerseniz aklınızda bulunsun; her iki kapıda da gümrükten siz ve araç ayrı ayrı geçiyor. Kişilerin ve araçların gümrük geçiş kuyrukları için zaman gerekebilir; planınızı ona göre yapın.

Nahçıvan’dan İran’a geçmek için ise, Culfa sınır kapısını kullanmanız gerekir. Ermenistan’a veya Ermenistan üzerinden Azerbaycan’a gitmek ise mümkün değil, 1990’ların başından beri kapılar kapalı.

Nahçıvan’ın Kısa Tarihi

Meraklısına; Bu bölüm Nahçıvan tarihini merak edenler içindir. İsteyenler bir sonraki bölüme geçebilirler. Asya ile Avrupa’nın geçiş yolu üzerinde bulunan Nahçıvan, tarihin her aşamasında önemli rol oynamış bir bölge… Tarih öncesi dönemlerde bile insan yaşamının bulunduğu coğrafya, çeşitli uygarlıkların çatışma alanı olmuş. MÖ 8-7 yy’da Minna ve Medlerin hakimiyetinde olan bölge, Büyük İskender sonrası Seleukosların idaresine girmiş. Bölgede 3 yy sonrası Sasani yönetimi görülmüş. Roma, İran ve Bizans çatışmalarına sahne olan bölge, 654’te Arap emiri Mesleme tarafından alınmış; Araplara karşı başlatılan Hürremiler mücadelesinin öne çıkan ismi ise Babek imiş. 9.yy’da kurulan Nahçıvan Şahlığını takiben 11. yy’da Selçuklular bölgeye girmiş ve burası Alpaslan’ın ikametgahına ayrılmış. 12 yy başında başka bir Türk hanedanı olan Eldegizlerin başkenti olan Nahçıvan yüzyıl sonlarına doğru Moğol istilasına maruz kalmış. Atabey Şemsedin’in ikametgahı olan Nahçıvan, İlhanlılar döneminde tümen olarak idare edilmiş. 14 yy’da Çobaniler, Celayililer, Muzafferiler, Karakoyunlular, Akkoyunlular arasında el değiştiren Nahçıvan 1387’de Emir Timur’un istilasına uğramış. 16 yy’da Safavi devletinin vilayetlerinden olan bölgeye 1554’te Kanuni Sultan Süleyman Nahçıvan Seferi’ni başlatmış, 1590 yılında imzalanan barış antlaşması ile Osmanlıların eline geçmiş. 1603’de Şah Abbas tarafından geri alınan bölge, 1724’te imzalanan İstanbul Antlaşması ile tekrar Osmanlılara geçmiş. Ancak bölgenin 1735’te tekrar İran’ın eline geçmesi üzerine Osmanlılar doğudan çekilmeye başlamış.

Osmanlı-Safevi mücadelesi boyunca sürekli el değiştiren bölgede, 1747’de Afşar İmparatorluğu’nun kurucusu Nadir Şah’ın ölümünden sonra Haydar Kuli Han tarafından Nahçıvan Hanlığı kurulmuş. 1747-1828 tarihleri arasında varlığını sürdüren Hanlık,  Nahçıvan bölgesi ile Ermenistan’ın Vayots Dzor ilnin bulunduğu topraklarda hüküm sürmüş ve Azerbaycanlı Kangarlı Hanedanı tarafından yönetilmiş. Karabağ Hanı Penah Han döneminde Karabağ hanlığına bağlanan Nahçıvan, 1808 yılında, süregelen İran-Rus Savaşı sırasında Rusya İmparatorluğu tarafından işgal edilmiş ancak Gülistan Antlaşması ile İran’a geçmiş. 1826-1828 tarihleri arasındaki İran-Rusya arasındaki savaş neticesinde imzalanan Türkmençay Antlaşması ile Nahçıvan Hanlığı Rusya’ya verilmiştir. Ruslar, Nahçıvan’ı Erivan Hanlığı ile birleştirip Erivan merkezli Ermeni Oblastı’nı kurmuş.

Ermenilerin bölgede Türk nüfus üzerine baskı ve şiddet uygulamalarını artırması neticesinde 15 Mayıs 1918’de Osmanlı 3.Ordusu bölgeye geçmiş, Ermenilerin Nahçıvan’ı işgal etmesinden sonra 20 Temmuz 1918’de Türk kuvvetleri müdahale etmiş. Brest-Litovsk Antlaşmasına göre 14 Temmuz 1918’de yapılan halk oylaması ile Kars, Ardahan, Batum ile birlikte Nahçıvan’da Osmanlı Devletine katılmış ancak 1.Dünya Savaşının kaybedilmesi üzerine Osmanlı askerlerinin bölgeden tahliyesine başlanmış. Bu esnada bölgedeki Türk ve müslüman nüfusun mevcudiyetini korumak için sırasıyla Aras Türk Hükümeti, Milli Şura Hükümeti ve Cenub-ı Garbi Kafkas Hükümeti kurulmuş ve son kurulan hükümet İngilizler tarafından kabul edilmiş. Ancak yine İngilizler tarafından bu hükümet lağvedilip üyeleri sürülmüş, topraklar ise Ermenistan’a verilmiş. 24 Mayıs 1919’da Ermeniler bölgeyi işgal etmiş. Daha sonra İngilizler bölgedeki İngiliz Valiliğini sonlandırıp bölgeden ayrılmış.

Bu düzenlemeden sonra Nahçıvan 15.Kolordu sorumluluğuna girmiş, Kazım Karabekir tarafından bölge savunması için görevlendirmeler yapılmış. Bolşevik devriminden sonra kurulan yeni yönetimin Ermenileri bölgeye hakim kılma çabalarına karşı, gösterilen yoğun mücadelelerin sonucu 6 Mart 1921 tarihli Moskova Antlaşması ile Nahçıvan, özerk bir yapıda kalmak ve başka ülkelere devredilmemek şartıyla Azerbaycan’a bırakılmış. Bu durum 13 Ekim 1921’de Türkiye, Sovyetler Birliği, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan arasında imzalanan Kars Antlaşması ile teyit edilmiştir. Azerbaycan ile Nahçıvan arasındaki Zengezur bölgesi ise Ermenistan’a verilmiştir. Moskova Antlaşması sırasında Mustafa Kemal Atatürk, bölgeyi Türk Kapısı olarak niteleyip Türklerin elinde kalması için yoğun çaba sarf etmiş. 1924’te Nahçıvan Muhtar bölgesi, Nahçıvan Özerk Bölgesi’ne dönüşmüş. 1948’de Ebrenus ilçesi Culfa ile birleştirilmiş ve Nahçıvan beş idari bölgeye sahip olmuş.

Sovyetler Birliği’ne bağlı Azerbaycan, 1991 yılında bağımsızlığını ilan etmiş, Nahçıvan’da Azerbaycan’ın bir parçası olarak özerk cumhuriyet statüsünü devam ettirmiştir. Aynı yıl Ermenistan’ın Karabağ bölgesine saldırmasının ardından idari ve siyasi yapı değişikliğine gidilmiş, 1994’te Türkiye ile Dilucu’nda sınır bölgesinde Sederek ilçesi, 2004’te ise Kengerli ilçesi oluşturulmuş. 1918-1920 yılları arasındaki Azerbaycan Cumhuriyeti’nin üç renkli bayrağı, bayrak olarak kabul edilmiş.

Bugün Nahçıvan, 1995’te kabul edilen Azerbaycan Anayasasına göre, içişlerinde özerk, savunma ve dışişlerinde Azerbaycan’a bağlı bir statüdedir. Yasama organı beş yıllığına seçilen 45 üyeli Ali Meclis, yürütme organı ise Nazirler Kabineti (Bakanlar Kurulu) tarafından yürütülmektedir. Şehir ve ilçeler ise İcra Hakimiyetlerinin Başçıları (valiler) tarafından idare edilmektedir.

Nahçıvan’ı Tanıyalım

Nahçıvan, küçük bir yer; nüfusu 2022 sonu itibarıyla 465.194 kişi… Bir yerlerden tanıdığımız, kendine has  bir havası var; Bir yanıyla 1970’ler Türkiye’si diyorsunuz, bir yanıyla buralarda 2024 sonunda bile göremediğimiz bir standartı yakalıyorsunuz. Yozgat falan dedim ama (kimse alınmasın) alakası yok. Öncelikle belirteyim ki, benim ki daha çok dost ziyaretiydi, kendi başınıza giderseniz Nahçıvan’ın bu sıcak, sarmalayıcı havasını hissetmeniz belki biraz zaman alır ama mutlaka hissedersiniz.

Gezimin ekseni Nahçıvan’ın başkenti ve en büyük ili Nahçıvan şehriydi. Eğer amacınız şehrin belli başlı yerlerini gezip ayrılmaksa 1-2 gün yeter ama ben ayrılırken keşke bir süre burada yaşasaymışım, dedim.

Nahçıvan karasal iklime sahip bir yer; yazlar çok sıcak, kışlar çok soğuk. Gezi için en uygun zamanlar baharlar, ilkbaharın sonu, sonbaharın başı gibi…

Nahçıvan’da beni çok etkileyen konu düzenli yapılaşması. Şehrin ana hattı olan Aliyev Caddesi sizi şehrin merkezine ve görülecek yerlerine götürecek. Yollar geniş, temiz ve düzgün; çöp birikintileri, yerinden fırlamış taşlar yok. Merkezdeki yapıların neredeyse hepsi, heykeller ve süslemelerle bezeli. Keza meydanlarda heykellerle donatılmış. Çevrede ise Sovyet dönemine ait toplu konutlar ve bahçeli tek katlı evler görülmekte. Koskoca caddelerde, trafik ışığı az sayıda ama trafik aksamıyor, şerit takip edilerek kendiliğinden akıyor trafik. Kurallara uyuluyor. Ve bir yaya cenneti; bir yaya caddeye adım attığında araçlar durmakla yükümlü. En önemlisi suç oranı çok düşük, kendinizi tamamen güvende hissedebileceğiniz bir yer. Dendiğine göre, başkentte bir kadın gecenin kaçı olursa olsun tek başına istediği yere gayet güven içinde gidebilirmiş. Son zamanlardaki göçlerle bu durum biraz sarsılsa da konuyla ilgili çözümler getiriliyormuş. İşte bu hususlar beni, burayı Türkiye taşrası ile (hatta metropolleri ile) kıyaslarken düşündürdü.

Öte yandan insan ilişkilerinin sıcaklığı, samimiliği, yaşamın akışı, kurulan pazarlar, yapılan çay muhabbetleri, yemeler, içmeler, o kadar tanıdık ki… Elbette konuşulan dilin kardeşliği de bunu pekiştiriyor; hemen alışıyor insan, anlıyorsunuz birbirinizi.

Ne de olsa kardeş ülke; ortak dil, ortak efsanaler, ortak tarih… Nahçıvan’da, özellikle Dilucu’nda Türkiye ile dirsek teması kurulması için gösterdiği çaba için Mustafa Kemal Atatürk bir kahraman olarak görülüyor.  Hatta önemli bir caddeye Atatürk’ün ismi verilmiş ve bir heykeli ise cadde süslenmiş.Dillerden düşmeyen bir diğer memleketlimiz ise Recep Tayyip Erdoğan…

Nahçıvan’da doğan tanınmış kişiler arasında Haydar  Aliyev, Ebulfez Elçibey, ressam İbrahim Safi, ressam Behruz Kengerli, yazar Celil Memmedguluzade ve Memmed Sadi Ordubadi, şair Mehmet Araz ve Hüseyin Cavid sayılabilir.

Nahçıvan’da Türkiye Başkonsolosluğu bulunmakta. Mevcut bir diğer konsolosluk ise İran’a ait.

Gezelim Görelim

Başkent Nahçıvan’da görülecek yerler şehrin ana damarı Aliyev Caddesi çevresinde o nedenle gezmesi kolay. Diğer bölgelerdeki yerleri ziyaret etmek isterseniz en makul yol araç kiralamak. Gezmeye başkentten başlayalım.

Başkent içi: Aliyev Caddesi, gezinizde çok uğrayacağınız bir yer. Görülecek yerler, lokantalar, kafeler hep bu eksende. Cadde, sizi ayrıca Nahçıvan’ın Ali Meclis, Nazırlar Kabineti gibi  idari yapılarına, tiyatro, kütüphane ve müzelerine götürecektir. Bu yapıların önünde Nahçıvan’ın önemli kişilerin heykelleri yer almakta.

Nahçıvan Kalesi:

Yapımı 632-653 arasına tarihlenen Kale, Nahçıvan Ali Meclisi’nin 05.06.2013 tarihli kararıyla müze alanı olarak kabul edilmiştir. Burada Aras Nehrinin en güzel hallerini seyrederken bir yandan da kaleyi, Nuh Peygamber türbesini ziyaret edebilirsiniz. Hemen yakında ise eklektik yapısıyla ve çinileriyle göz alıcı ve devasa camiyi görebilirsiniz.

Nuh Peygamber Türbesi: Nahçıvan’ın belki de ilk önce ziyaret edilmesi gereken yerlerinden biri, Nuh Peygamberin türbesi. Türbenin 632-652 tarihleri arasında yapılmış. 2016’da ise türbe elden geçirilmiş. Biz, Nuh’un gemisi Ağrı dağında karaya oturduğunu iddia ediyoruz ama Nahçıvan bu konuda çok daha iddialı sanki.  Söylenene göre, Nuh’un gemisi Ilandag, Elengez ve Kemki dağlarına çarpıp Gemigaya’da karaya oturmuş. Nuh Peygamber’de çarptığı her tepeye isimler vermiş. Daha da ötesi, bugün hala geminin kalıntıları ‘Ayı Çukuru’nda görülebilirmiş. Nuhdaban ve Nehrem köylerinde de kalıntılara rastlanıyormuş. Bildiğim kadarıyla Nuh Peygamber’in Şırnak’ta da bir türbesi var ama  Nahçıvan bu konuda çıtayı daha da yükseltmiş; iddialara göre, Nuh Peygamber’in türbesi yanında esas mezarı Nahçıvan’ın güneyinde, kız kardeşininki ise kuzeybatısında bulunuyormuş. Bu durumda Nuh’un oğlu ve Türklerin neslinin dayandığı Yasef’in mezarını bulmamız şart oldu.

Mömine Hatun Türbesi: Nahçıvan’da görmeniz gereken bir diğer yer de Mömine Xatın (Hatun)  Türbesi. Sekizgen olarak yapılan çinilerle bezeli Türbe, Atabeyler döneminin kurucularından Şemseddin İldeniz tarafından  karısı Mümine Hatun için 1186’da yaptırılmaya başlanmış, oğlu Muhammed Cihan Pehlivan tarafından tamamlanmış.

Yapının mimari ise Acemi ibn Ebubekir Nahçivani imiş.  Türbenin ana kemerinde ise ‘Biz gideriz rüzgar kalır, biz geçeriz, sadece yapılan işler kalır’ yazıyormuş.

Türbe içinde ise Atabeylerle ilgili secereler, türbenin  ve mimarının yağlıboya resimleri  bulunmakta. Türbenin karşısında ise genelde mezar alınlığı olarak kullanılmış koyun, koç heykeller oluşan bir alan  da görülebilir. Söz konusu heykel örnekleri şehrin çeşitli bölgelerinde de karşınıza çıkacak.

Nahçıvan Han Sarayı: 18 yy’dan kalma saray, 20 yy başlarına kadar hanların ikametgahı olarak kullanılmış. Nahçıvan hanı İhsan Han’ın babası Kelbani Han tarafından yaptırılan ve içi aynalarla bezeli saray,  günümüzde müze olarak kullanılmakta.

Burada Nahçıvan hanlarının seceresi, halılar, bayraklar, silahlar, mobilyalar görülebilir. Hatıra objeleri almak için ise Müze dükkanı çok iyi bir seçenek.

Cami Mescidi: 18 yy’a ait bu caminin kapısındaki yazıya göre Cami, 1894’te restore edilmiş. Sovyetler döneminde şehirdeki tek cami olan tek minareli bu cami, 2007’de tamamıyla elden geçirilmiş.

Yusif Küseyroğlu Türbesi: Türbe, Nahçıvanlı din ve devlet adamı Yusif Küseyroğlu için 1162’de ünlü mimar Acemi ibn Ebubekir Nahçivani tarafından yapılmış. Yeraltındaki kafes üzerine yükselen ve çinilerle bezeli altıgen yapı üzerindeki piramitsel çatı, 800 yıldır orijinal haliyle durmaktaymış.

Zaviye Medrese Binası: Şu an Nahçıvan Turizm Merkezi olarak hizmet veren Arap mimari özellikler taşıyan yapı, 17-18 yy’lara tarihlenmiş ve zamanında derviş dergahı olarak kullanılmış.

İmamzade Türbesi: Şiilerin 8 nci imamının gömülü olduğuna inanılan bina, bir dönem dervişlerin yaşam, ibadet ve zikr yeriymiş. Türbe kısmı 18 yy’da yapılan binaya bağlı daha geniş arka bölümde hanların mezarları bulunmakta. Yapı 2017’de restore edilmiş.

Nahçıvan Devlet Tarih Müzesi:

Tarih öncesi dönemlerden başlayarak yakın geçmişe kadar Nahçıvan’ın tarihinin özetlendiği küçük ama çok yoğun bir müze. Tarih öncesi döneme ait buluntular ve Nahçıvan tarihine ait objeler yanında Nahçıvan’daki ressamlar, yazarlar, etnografik canlandırmalarla mutlaka görülecek yerler arasında.

Şamil Qazıyev’in gündelik hayata dair resimleri, geleneksel takılar ve işlemeler yanında Nasreddin Hoca üzerine kitaplar, Kazım Karabekir ve Atatürk ile ilgili resimler, gazete haberleri de görülebilir.

Aliyev Müzesi: Aliyev Caddesinin idari yapılarla çevrili merkez noktasında bulunan müze, Aliyev ile ilgili tanıtım ve objelerin yer aldığı bir müze; ilgilisine… Ayrıca başkentte sanat olaylarının gerçekleştiği Haydar Aliyev Sarayı ve yanında şehirler için bir anma alanı da bulunmakta.

Tren İstasyonu: Sovyet mimarisinin  şehirdeki en güzel örneklerinden biri tren istasyonu.  Şehrin  aşağı kısmında yer alan istasyon alanında milli kahraman Babek’in heykeli ve zarif bir su kulesi bulunmakta.  Ama alanın esas ilgi noktası ise Kızılay Lokantası…

Mezarlıklar, Parklar, Heykeller: Paris’e gittiğinizde Pere Lachaise Mezarlığına gidilir de Nahçıvan’da gidilmez mi… Mezar ziyaretimizin nedeni ise, Aras’ın muhteşem manzarasının en iyi izlenebileceği yer olması… Bir de siyah mermerlere işlenen muhteşem resimler… Şehir park ve yeşilliklerle dolu ama en büyük park, Eğlence Merkezi içinde; burada luna park, muhtelif çay bahçeleri, kafeler, heykeller ve Cahan AVM bulunmakta.

Heykeller ise şehrin önemi süslerinden. Cadde köşelerinde, parklarda Nahçıvan’ın önemli isimlerinin heykelleri yanında Babek, Dede Korkut ve Köroğlu’nun heykelleri de görülebilir.

Nahçıvan Dışı:

Nahçıvan’da başkent dışında sadece Ashab-ı Kehf’i gördüm. Ama Nahçıvan doğal ve tarihi zenginlikler açısından başka önemli yerlere de sahip. Ulaşımın özel araçlarla sağlanabildiği bu yerleri  de özetledim.

Ashab-ı Kehf Ziyareti: Başkente 12 km uzaklıkta, Hacıdağ ile Nehecir dağı arasında bulunan bu kutsal alan, Kur’an-ı Kerim’in Kehf suresinde geçen mağara olduğu düşünülmekte.

Mağara arkadaşları anlamına gelen sözcük, Allah tarafından bir mağarada uyutulan kişiler için kullanılmış ve bu kişiler Nahçıvan’da bulunan  bu küçük yarı açık mağarada uyutulmuş olduğuna inanılmakta.  Oldukça fazla basamaklarla çıkılan kutsal alanda mescid  mevcut. Gücünüz varsa, bir çıktığınız kadar daha çıkıp dilek mağarasına ulaşırsanız, burada bir dileğinizin gerçekleşme ihtimali var; oturup kayalardan başınıza bir damla suyun düşmesini bekleyeceksiniz. Neyse ki, yetkililer dileklerinizin gerçekleşmesi için ellerinden geleni yapıyorlar; zaman zaman birilerinin yukarıdan kayalara su döktüğü rivayet edilmekte… Ancak söz konusu uyuyanların neden yukarıdaki geniş, rahat mağarada değil de bu her tarafı açık, minik kovukta uyutulduklarını anlamadım. Neyse geliş yolunda, ziyaret yerine gelmeden sağda doğal madensuyu kaynağı da bulunmakta.

Gamikaya Dağı: Bölgedeki ilk insan meskenlerinden birine ev sahipliği yapan 3725 metre yüksekliğindeki dağ, Nuh tufanı ile de bağlantılı olduğu düşünülmekte. Ayrıca MÖ 3 ve 1 yy’dan kalma kaya resimleri ve yazılar da görülebilir. Ordubad’ta yer alan bölgeye ulaşmak için özel araç kullanmak en akıllıcası.  Ayrıca Culfa rayonundan geçerken  12 yy’dan kalma Gülistan Türbesi’ne de uğrayabilirsiniz. Ordubad’ın merkezinde ise şehir camisi görmeye değer.

Şahbuz: Zangazur ve Daralayaz dağları arasında bulunan Şahbuz ise doğal güzellikleri, gölü, renkli fauna ve florasıyla öne çıkıyor. 2003’de milli park ilan edilen bölgede bronz ve demir çağlarından kalma mezarlar yanında Batabat’da yüzen adayı görebilirsiniz.

Ayrıca Kargarlı’nın Karabağlar köyündeki Abaka Han’ın karısı olduğu düşünülen Kutlu Hatun için 12 yy’da yapılmış türbe; Nehram’daki İmam Museyi-Kazım’ın oğlu Seyid Agil’in bulunduğu Nehram İmamzade Türbesi; Şarur civarındaki Parçı İmamzade Türbesi de ziyaret edilebilir. 

Konaklama

Nahçıvan’da  otel seçenekleri gayet tatmin edici. Saat Meydahı Oteli, Tebriz Otel, Düzdağ Otel, Grand Nakhchivan Oteli seçenekler arasında; kahvaltı dahil fiyatlar 70-120 Manat civarında. Bu arada 1Manat, 20 TL’na eşit.

Yeme İçme

Nahçıvan doğal ürün tutkunları için bir lezzet durağı; ne yerseniz tadını sonuna kadar alıyorsunuz. Bahçeden topladığımız eriklerin tadını hala unutamam. Et ürünleri de gayet lezziz. Genelde yemekler et üzerine. Tren İstasyonu civarındaki Kızılay’da Lüle Kebabı yedim, tavsiye ederim. Ama muhtelif tatlı su balıkları, karides, kalamar gibi deniz ürünleri, ördek, tavuk gibi kümes hayvanları ve kırmızı et çeşitlerinden yemekler de bulunmakta.

Nahçıvan lezzetleri için ayrıca Milli Yemekler Lokantası ile gemi biçimindeki Nuhun Gemisi Lokantası tavsiye edilebilir. Ayrıca Dayırmanet, Local, İbesta öne çıkan restoranlardan.

Nahçıvan’ın sokak lezzetleri arasında börek olarak niteleyebileceğimiz qutab ve peraşki denenebilir. Qutablar yeşillik, et, bal kabak, kestane dolgulu olabiliyor.

Şehirde bir çok çayhane var ama aklımda kalan ve farklı olan Vanilland Cafe idi; özellikle sneakers pastasını deneyin. Park Cafe ise, Cami Mecidi karşısında, bir gölet kenarında bulunan keyifli bir mekan. Nahçıvan’da çay ayrı bir merasim ile geliyor. Bildiğimiz siyah çay yanında güllü, kekikli, naneli çaylar da gayet lezzetli. Yanında limon ve ceviz reçeliyle geliyor. Soğuk içecekler için Mia’nın  armutlu ve tarhunlu içeceklerini tavsiye ederim. Dondurmada ise, Sovyetler döneminden kalan Plombir’i deneyin, tam dondurma. Ayrıca Piran da bu konuda tercih edilebilir.

Nahçıvan’ın bira markası ise Prestij. Biranın da ayrı bir merasimi var. Yanında haşlanmış nohut, ayçekirdeği, çeçil peyniri türünde bir peynir, çubuk patates ve peynir kızartması geliyor ama sipariş vermeniz gerek tabii.  Bölge şarap üzümleri açısından da zengin; ben Rtvelisi şarabını denedim, mutlaka başka çeşitleri vardır, benim seçtiğim yoğun, biraz da şekerliydi. Ağır içkiler açısından Azerbaycan, Old Baku, Kız Kalası markaları var, fiyat 11-75 manat arasında değişiyor.

Alışveriş

Nahçıvan’dan alabileceğiniz ürünler arasında doğal gıdalar en başta gelecek. Bunun için de en ideal yer, Cami Mescidi karşısında Park Cafe yanında kurulan açık pazar; hem gezmesi güzel, hem doğal ürünlere doğrudan ulaşabilirsiniz. Ayrıca 11. mahallede Cahan AVM çevresindeki pazar da aradığınızı bulabileceğiniz bir yer.

Şehir içinde; Park AVM, biri Eğlence Merkezi, diğeri 11 mahallede olmak üzere iki tane Cahan AVM ve şehrin eteklerinde yer alan Mega Store alışveriş yapabileceğiniz yerler. Nahçıvan’dan tekstil ürünü almak çok akıllıca değil; çoğu Türkiye’den geliyor, İran ve Çin malları da mevcut ama pahalı. Bence tercih edilecek ürünler yiyecek, içecekler.  Tercih sizin.

Son Söz

Nahçıvan, kimsenin seyahat listesinde başlarda yer alan bir yer değildir, eminim; hatta Azerbaycanlılar için bile… Ama ben gittiğime çok memnunum; sadece tarihi ve doğal güzelliklerinden değil, yaşadıklarım ve geziden geriye kalanlar için de, özellikle gelenekselliğini kaybetmeden güvenli, huzurlu  medeni bir hayatın olabileceğini gördüğüm için. Ayrıca size sunduklarıyla şaşıracağınız, memnun kalacağınız bir gezi olacaktır. Ama bir tavsiye, Nahçıvanlı bir dostunuz olsun, mümkünse onunla gidin; sizi saran sımsacak sevgi ve ilgileriyle çoktan unuttuğumuz eskilerin rivayetlerindeki insan ilişkilerini yeniden yaşayacaksınız, bu da gezinizi unutulmaz kılacaktır, dönüşte kuruyan yerlerimizden yeşillenen duygularla…

Domatia (Doğanbey) Köyü Gezi Rehberi: Tarihi Ege Köyü

Tarihin ve doğanın kucaklaştığı bir coğrafyada özel bir köy Domatia (Doğanbey Köyü). Mitolojik adı ile Meandros- Büyük Menderes Nehri’nin Ege Denizi’ne kavuştuğu deltaya yüzünü dönmüş, sırtını Dilek Yarımadası’nda antik adı ile  Mykale Dağları’na sırtını dayamış Domatia köyü.

Domatia köyü Aydın ili Söke ilçesine bağlı bir Rum köyü. Söke’ye 30 km, Aydın’a 75 km uzaklıkta, Dilek Yarımadası’nın güney kıyısındadır. Yerleşiminin M.Ö 7. yy’a kadar uzanan Antik İyon şehir devletleri Miletos ve Priene şehirlerine de yakın konumda.  

Domatia’nın kelime anlamı küçük odalar veya küçük odalı evler anlamına geliyor. Osmanlı döneminde Padişah fermanı Samos, Sakız Adası ve Kıbrıs gibi yakın adalardan göçen Rumlar 400 yıl yaşamışlar bu köyde. Rumlar  bölgeye ilk geldiklerinde Menderes deltasına yakın kıyıya yerleşmişler. Ancak bu bataklık bölgede yaşanan hastalıklar nedeni ile kıyıdan uzaklaşıp daha havadar bir yere yerleşmeyi seçmişler. Aslında bölgede İyonlar döneminden beri yaşam olduğu düşünülüyor.

Rumlar vadinin iki yakasında üzüm bağları dikmişler ve şarap üretmişler, zeytin ağaçları dikerek zeytincilik yapmışlar, Ege Denizi kıyısında balıkçılık yapmışlar. Köye 8 km uzaklıktaki Karina Limanı’ndan kalkan gemilerle ürünlerini diğer adalara, uzak diyarlara göndermişler, bu ticaretten geçimlerini sağlamışlar.

1923 yılında Türk Yunan Mübadele Sözleşmesi sonucu Rumlar köylerini terk etmek zorunda kalmışlar. Mübadele öncesi 450 hanede 1200 civarında Rum yaşamış bu köyde. 1924 yılında köye Selanik’ten gelen Türk göçmenler yerleştirilmiş, Selanik’teki arazileri karşı ev ve arazi verilmiş. Ancak yerleşenler yamaçtaki köyün kendi alıştıkları tarım anlayışına uygun olmadığını yıllar içinde anlamışlar. Üzüm ve zeytin dışındaki tarım ürünleri üretmek ve hayvancılık yapmak isteyen köyün yeni sakinleri ovada üretim yapmak istemişler. Ayrıca kalabalık aileler ve hayvanları için taş evlerin yeterince büyük olmadığını düşünen köy halkı, yerleşim yerlerini değiştirip, ovaya doğru inmeye başlamışlar. Ovada yeni Doğanbey köyü kurulmuş. 1980’li yıllarda köy terk edilmiş.  Artık burası Eski Doğanbey olmuş.

1980’ler sonunda İstanbul’dan akademisyen bir grup, terk edilmiş köyü keşfederler. İlk aşamada Üniversite hocaları terk edilmiş, yaşanmayan 15 evi satın alırlar. I. Derece sit alanı olan bölgede tarihi dokuyu koruyarak ilk evleri restore ederler. 1987 yılında Yeni Asır gazetesinde İstanbullu zenginlerin, sanatçıların, akademisyenlerin Domatia köyünden ev alıp yerleştikleri haberi çıkıyor. Bu haber sonrası köyün adı daha çok duyulmaya başlıyor. 2001 yılına kadar restorasyonlar yapılmaya devam ediliyor. 2001-2016 yılları arasında restorasyonlar durduruluyor. 2016 yılında köy için ciddi bir koruma planı yapılıyor. Bu planlama sayesinde evler gerekirse tamamen yıkılıp ancak aslına birebir uyan rekonstrüksiyonun yapılmasına izin veriliyor. Tüm köyün yenilenmesi sonrasında köyde 370 kadar ev olacağı düşünülüyor.

Rum mimarisini koruyan köyde evler yöre taşlarından yapılmış. Mykale Dağı’ndan elde edilen kayrak taşı ve mermerler kullanılmış, toprak harç ile örülmüş. Evlerin kapıları ve pencereleri ahşap ve iki kanatlı olarak yapılmış. Pencere kanatları motiflerle süslenmiş.

Arnavut kaldırımlı sokaklar da taştan yapılmış. Köyün girişinde otoparkta araçlar bırakılıp köy içinde araç trafiği olmadığından sokaktaki taşların da korunması sağlanmış oluyor.

Köyde kilisenin olduğu din amaçlı toplanma yeri ve sosyal amaçlı toplanma yeri olarak iki meydan bulunuyor. Her iki meydanda da yıllanmış çınar ağaçları ve çeşme bulunmakta.

Köydeki cami Selanik’ten gelenler tarafından inşa edilmiş, köyün eski kilisesinden geriye bir şey kalmamış.

Köyün girişinde eskiden hastane, karakol, okul olarak kullanılan tarihi bir bina ‘Dilek Yarımadası Büyük Menderes Deltası Milli Parkı Ziyaretçi ve Tanıtım Merkezi’ olarak düzenlenmiş. Eski Doğanbey Köyü ve Dilek Yarımadası’nda yaşayan hayvan ve bitki örtüsü hakkında bilgi veren objeler sergilenmekte. 

Taş evler arasında, dar taş sokaklarda nar, zeytin, incir, çınar ağaçları ve renkli çiçeklerle süslü bakımlı evler arasında dolaşıyoruz. Meydanlarda çok sayıda bakımlı ev görüyoruz. Restore edilmiş 70-80 civarında ev varmış. Evlerin bir kısmı butik otel, pansiyon ve kafe olarak hizmet veriyor. Daha çok sakin bir ortam arayanlar, okuyup, yazmak ve çevredeki tarihi şehirleri dolaşmak isteyen yerli ve yabancı ziyaretçiler konaklıyor. Çoğunlukla İstanbul’dan sanatçı ve akademisyenler köye  yerleşmeyi tercih ediyorlar. Köyde bir de Domatia Atölyesi açılmış. Yine İstanbul’dan göçen Serpil hanım altı yıl önce açmış bu atölyeyi. Özel tasarım objeler üretiliyor atölyede.

Tarihi dokusunu koruyan Doğanbey köyü birçok filmde de stüdyo olarak kullanılmış. Yönetmen Yüksel Aksoy’un Entel Köy Efe Köye Karşı filminin entel köyü bu köy. 2013 yılında çekilen Alman filmi Pinokyo için 1920’lerin İtalyan köyü görünüşlü yer arayan filmciler Doğanbey köyünde bulmuşlar aradıkları dokuyu.

Köyün içinde dolaşıp, köyün tarihi öyküsünü dinleyip, sevimli, vadi manzaralı kafelerinde oturduktan sonra akşamüzeri gün batımını izlemek üzere köyün tarihi limanı Karina’ya doğru yola çıkıyoruz. Karina Büyük Menderes Nehri’nin Ege Denizi ile buluştuğu deltanın kıyısında. Küçük bir liman. Rumların ürünlerini zeytin ve şaraplarını gemilere yüklediği liman. Tarihi taş gümrük binası bugün restoran olarak hizmet veriyor. Dilek Yarımadası’nın güneyinde Samos Adası’na o kadar yaklaşıyoruz ki, Karina sahilin bir ucuna Jandarma binası yapılmış. Yürüyerek veya araç ile Jandarma binasının ilerisine geçilemiyor. Karina kıyısından bugün yük gemileri ile ticaret yapamıyoruz. Üretim ve satış kalmamış. Ancak deniz kıyısında birkaç balık restoran gelen misafirleri ağırlıyor. Üç yüz dört yüz yıl önce yöre halkı üzüm ve zeytin üretimlerini ve kurutulmuş balıklarını gemilere yükleyip ticaret yapacak kadar ekonomik gelişmişliğe sahip Doğanbey Köyü ve Karina Limanı bugün nostaljik bir yolculuk yaptırıyor ziyaretçilerine.

Ne yaman bir çelişki gibi görünüyor, bugün eski Doğanbey köyünde, ‘kentli Yenidoğanbeyliler’ yaşıyor. Yeni Doğanbeyliler, eski Doğanbeyi yeniden yaşatmaya çalışıyorlar. Ancak sakin, huzurlu ve teknolojiden uzak bir köy arayışı ile köye yerleşen yeni sakinler, köyün daha çok duyulup, tur programlarında yer almaya başlamasıyla ne kadar mutlu olacakları sorusunu sormaktan da kendimi alamıyorum..

Colmar Gezi Rehberi: Fransa’da Bir Masal Şehri

Colmar Fransa’nın kuzey doğusundaki Alsace bölgesinde, Almanya ve İsviçre sınırına yakın bir şehir. Alsace üzüm bağları, şarapları ile ünlü ve çok sayıda turist çeken bir bölge. Bölgenin en renkli şehri ise tahmin edeceğiniz üzere Colmar ve Colmar şarap rotasının  da başkenti sayılıyor.

Parke taşlı, trafiğe kapalı sokaklarındaki  rengarenk ve yarı ahşap şirin evlerinin yanından geçerken, meydanlarında  dolaşırken  ve kanalları arasında teknelerle süzülürken masal diyarında mıyım ya da bir film stüdyosunda mıyım acaba dedirtiyor Colmar. Yere sıkı sıkı basıp kendimize bir çimdik atınca, film stüdyosunda ya da masal diyarında değil, Orta Çağ’ın Rönesans döneminden kalma bir şehrin tarihi sokaklarında gezdiğimizi anlıyoruz.

Tarihi dokusu mükemmel derecede korunmuş ve sokakları, evleri rengarenk çiçeklerle bezeli olan Colmar; ziyaretçilerini Orta Çağ sokaklarındaki Fransız ve Alman lezzetlerini sunan restoranlarında, kafelerinde, Alsace şarapları eşliğinde ağırlayan bir şehir.

Colmar’ın Noel zamanı evleri ve meydanları ile çok daha renkli görünen bir şehir olduğu ve şaraplarının yanı sıra renk cümbüşü Christmas süsleri ile bu dönem ayrı bir ilgi gördüğü söyleniyor. Ancak üzüm hasat mevsimi olan sonbaharda, ılık bir havada Colmar ve tüm Alsace bölgesinde dolaşmanın keyfi de bir başka diye düşünüyorum. Yani neredeyse dört mevsim tadı bir başka diyebileceğimiz Colmar’a biz ise Temmuz ayında gittik ve sokaklarda ağır ağır dolaşıp meydanlarında oturup şarap eşliğinde yemeklerimizi keyifle yiyebildik. Sokaklarda Noel süsleri olmasa da evler, dükkanlar, kafeler her yer Noel süslerini aratmayacak güzellikte çiçeklerle bezenmiş ve rengarenkti. Bu yüzden ben Colmar’ı üşüme derdi olmayan ve günlerin uzun olduğu herhangi bir mevsimde gezmenizi öneririm.

Ulaşım

Colmar’a Türkiye’den direk uçuş ile Euro Airport Basel-Mulhouse-Freiburg veya Strazburg Havalalanı’ndan ulaşılabilir. Biz Strazburg’a uçtuk ve oradan Flixbus  otobüs ile bir saatte Colmar’a ulaştık. Ayrıca Strazburg Merkez Tren Garı’ndan da çok sık tren seferleri bulunmakta. Tüm Fransız şarap rotasını gezmek isteyenler için şüphesiz en rahat ulaşım araba kiralamak olabilir. Şarap rotası içinde Strazburg ve Colmar’ın yanı sıra Colmar’a yakın köyler de araba ile rahatça dolaşılabilir. Colmar Tren İstasyonu’nun yakınında köylere kalkan otobüsler de bulunmakla beraber tüm köyleri görmek bu otobüs saatlerine bağlı kalınca zor görünüyor.

Colmar içinde ise yürüyerek ya da turistik küçük tren ile şehrin tüm sokaklarını rahatlıkla dolaşabilirsiniz. Biz bol zamanımız olduğu için yürüyerek dolaşmayı tercih ettik. Ayrıca tekne ile kanal turu da yapabilirsiniz.

Kısa Tarihi

Colmar, 1226 yılında kutsal Roma İmparatoru Frederick II tarafından bağımsız imparatorluk şehri statüsü verilmesinden sonra tarih sahnesinde adı geçen bir şehir olmuş. Sonrasında şehir çok kez işgale uğramış ve el değiştirmiş. Ünlü 30 Yıl Savaşlarında 1632 yılında İsviçre topraklarına katılmış. Fransa ilk kez 1673 yılında Kral XIV. Louis döneminde ele geçirmiş bu toprakları. 1854 yılında koleradan halkın çoğunluğu hayatını kaybetmiş. 1871 yılında Fransa Prusya Savaşı sonunda diğer Alsace bölgesi ile birlikte Almanya’ya geçen şehir; I. Dünya Savaşı sonunda Versay Anlaşması ile tekrar Fransa’ya dahil olmuş. Ancak 1940 yılında Nazi Almanyası tarafından geri alınan Colmar son olarak 1945 yılındaki Colmar Savaşı sonunda Fransa sınırlarına yeniden katılır. Tarihi boyunca birçok kez sınır değişikliğine uğrasa da I. ve II. Dünya Savaşları sırasında hiç bombalanmayan ve  hasar görmeyen Colmar bu sayede tarihi dokusunu koruyabilmiş. Daha çok Almanya ile Fransa arasında gidip gelen şehirde mimari, sanat, kültür açısından Alman etkileri dikkat çekmektedir.

Gezelim Görelim

Colmar yüzünüzde meditasyon yapmış gibi sakin bir gülümsemeyle, hayran hayran dolaşacağınız küçük bir şehir. Ancak otel fiyatları Strazburg’a kıyasla daha yüksek olduğundan  biz konaklamayı Colmar yerine Strazburg’da yaptık. Üç gece kaldığımız Strazburg’dan sabah erken saatte otobüse bindik ve akşam saat 20.00’ye kadar Colmar sokaklarını adımladık. Bu arada bir veya iki köye gitmeyi deneyebilirdik ancak tüm günümüzü Colmar’da geçirmeyi tercih ettik. Colmar’a iki gün zaman ayıranlar günübirlik turlarla Alsace bölgesinin güzel şarap köylerini gezebilirler.

Colmar son yıllarda özellikle Noel pazarı turları ile adını ve güzelliğini duyduğumuz şehirler arasındaydı. Bu yaz Almanya Romantik Yolları rotamızda Orta Çağ kasabalarını gezmeyi planladık. Colmar ve Strazburg’un Almanya sınırına yakınlığı ve Fransız şarap rotasının da en önemli iki şehri olması nedeni ile gezimizin sonuna Strazburg ve Colmar’ı ekledik. Böylece 10-11 gün içinde iki ülke iki rota yapmış olduk.

Colmar, küçük bir şehir olması ve bahsettiğimiz konaklama maliyetlerinin yüksekliği nedeni ile Fransa, Almanya ve İsviçre gezinizde bir gün veya çevre köylerini de gezmek isterseniz iki gün ayrılabilecek bir yer.

Şimdi uzun bir Colmar gününde görebildiğimiz yerlerde dolaşmaya başlayabiliriz.

Colmar Tren Garı

Strazburg’dan bindiğimiz otobüs bizi Colmar Tren Garı’nın önünde bırakınca otobüsten iner inmez garın tarihi, renkli binası dikkatimizi çekti. Yapım tarihlerinde Alman İmparatorluğu toprakları arasında olan Colmar ve Polonya Tren Garları aynı mimari özelliklere sahip.

Gardan yavaş yavaş eski şehir yönüne doğru yürümeye başladık. Haritasız, sokaklarında, meydanlarında sakin sakin dolaşılacak bir şehir olsa da biz gezgin olarak dersimizi iyi çalışmıştık. Bu yüzden önce Colmar’ın en renkli bölgesi Küçük Venedik’e ulaşıp sonrasında sokaklarında kaybolduk.

Küçük Venedik

Küçük Venedik Colmar’ın en sembolik bölümü. Tarihi şehrin en güzel renkli evlerinin kenarına sıralandığı kanallar ve üstündeki köprüler, tekneler, sevimli kafeler sizin kadrajınızda yerini almayı bekliyor. Colmar’ın en güzel fotolarını bu bölgede çekebilirsiniz. Bir zamanlar balıkçılarla sebze meyve üreticilerinin yerleştiği, kanaldan ürünlerini taşıdıkları bölge bugün turistlerin en çok ilgi odağı durumunda. Köprüler üzerinde bol bol foto çekenler, kanaldaki teknelerde gezinti yapanlar, kafelerde bir şeyler yiyip içerek manzaranın keyfini çıkartan çok sayıda turistle gözünüzün değdiği her yer cıvıl cıvıl bu bölgede. Tarih ve doğanın ziyaretçilerine  güzel bir sunum yaptığı bölgedeki kapalı pazar da gezmeye değer. Şehrin ortasından geçen Lauch Nehri’nin kıyısında, 19.yy’da yapılan bu tarihi bina mutlaka dikkatiniz çekecektir.

Biz kanal gezisi yapmadık ancak kanal kenarında sevimli bir kafede aperol yanında yerel atıştırmalıklar ile bölgenin canlılığını keyifle izledik.

Şehir gezisi için seçtiğimiz başlangıç noktası sonrasında; sokaklarda kaybolup ortaya çıktığımız meydan kafelerinde oturmak, ardı ardına girip çıktığımız hediyelik eşya dükkanlarının renkliliği ve  bol bol fotoğraf çekmek günümüzü keyifle doldurdu. 

St. Martin Kilisesi

Küçük Venedik dönüşünde önce Katedral Meydanı’na ulaştık. Meydanda gösterişli  tarihi kilise karşıladı bizi. St. Martin Kilisesi Alsace bölgesinin gotik mimari açısından en önemli ve tarihi kiliseleri başında yer alıyor. 1235’de başlayıp yapımı 130 yıl gibi uzun bir zaman sürerek 1365 yılında tamamlanan bu kilise görülmeye değerdi.

Colmar Evleri ve Sokakları

Colmar’da gerçekten elinizde harita ile belli bir hedefe doğru yönelmek yerine sokaklarda ağır ağır yürümek istiyorsunuz. Biz de parke taşlı bu sokaklara  daldık ve karşılaştığımız her ev birbirinden renkli olsa da bazı evlerin tarihi özelliklerini de belirtmek istiyoruz. 

Maison Pfister

Sokaklarda dolaşırken mutlaka dikkatinizi çekecek bu konak Colmar’ın sembolik yapılarından biri. Rönesans mimarisinin ilk örneği olan bina 1537 yılında Colmar’da bir tüccar için yapılmış. Bina ismini 19.yy’da burada oturan Pfister ailesinden almış. Ahşap ve mozaik dokusu ile dikkat çeken evin dışında inanç ve adalet ile ilgili figürler bulunmakta.

House of Heads

On yedinci yüzyılda yapılan bu ilginç ev Alman Rönesans tarzını yansıtmakta. Binanın ortasında yer alan iki kattaki cumbada ve pencere dikmelerinde 106 kafa figürü yer aldığından Kafalar Evi olarak bilinmekte. Özel mülk olarak yapılan bina günümüzde otel ve restoran olarak kullanılıyor.

Koıfhus

Eski şehrin merkezinde yer alan, 15.yy’da yapılan gotik mimarili bina tarihi eser olarak kabul edilmekte. Eskiden gümrük binasıyken bugünse restoran ve sergi salonları ile ziyaretçilere hizmet veriyor.

Özgürlük Heykeli

ABD’deki Özgürlük Heykelinin replikası Colmar’da. Ne ilişkisi var derseniz Özgürlük Heykelini yapan sanatçı Bartholdi Colmarlıymış. Heykel eski şehir bölgesinde yer almıyor, Strazburg yolu üzerinde bir kavşakta yer aldığından ancak araba ile dolaşanlar görmeye gidebilir. Ayrıca sokaklarda bol bol özgürlük heykelini hatırlatan objeler bulunuyor.

Colmar Müzeleri

Colmar’da bir günden daha uzun kalanlar ve müze ziyaretlerini sevenler için değişik müzeler de var. Birçok şehirde ya şehrin tarihi eserlerinin sergilendiği ya da şehre özgü müzeleri gezmeyi severim. Ancak Colmar’da  zamanımız olmasına rağmen, şehrin çok renkli ve havanın çok güzel olması nedeni ile kapalı bir alana girmek yerine açık hava müzesi tadındaki Orta Çağ sokaklarında  dolaşmayı tercih ettiğimizden müzeleri ziyaret etmedik. Yine de bu müzelere kısaca değinelim.

Unterlinden Müzesi

Müze eski şehrin merkezinde ilk karşımıza çıkan dini yapılardan biriydi ve kilise olduğunu düşünerek içeriye girmek istedik. Ancak kapıda ücretli girişi olan bir müze olduğunu görünce sonra dönmek üzere ayrılsak da tekrar dönmeye zamanımız kalmadı.

Şehrin bu en önemli tarihi müzesi aslında 13.yy’da yapılan bir Dominik Manastırı. Müzede Orta Çağ’dan 20.yy’a kadar bir dönemin önemli sanat eserleri sergileniyor. Alsace bölgesinde en çok ziyaret edilen müzede ulusal ve uluslararası sanatçıların eserleri yer alıyor. Müzedeki en önemli eser Alman Rönesans döneminin ünlü ressamı Matthias Grünewald’ın Isenheim Altarı. Müzede Orta Çağ’dan kalan objeler yanında 20.yy sanatçılarından Picasso, Renoir gibi ünlü ressamların da eserleri sergilenmektedir.

Bartholdi Müzesi

Yukarıda bahsettiğimiz üzere, Bartholdi New York’taki Özgürlük Heykelini yapan sanatçı. Colmar doğumlu olan Bartholdi’nin doğduğu ev müzeye dönüştürülerek sanatçının çalışmaları bu evde sergilenmekte.

Colmar’da ayrıca tarih müzesi, oyuncak müzesi, çikolata müzesi ve şarap müzesi de bulunmaktadır.

Eski şehir ile Colmar Garı arasında güzel bir park yer alıyor. Biz dönüşte uğradık bu parka. Bir pazar günü Colmar sokakları, kafeler, restoranlar turistlerle dolu iken park yerel halkın hafta sonu piknik yaptığı, dinlendiği bir alan idi.

Yeme İçme

Fransa’nın şarap üretimi ile ünlü Alsace bölgesinin merkezi ve başkenti Colmar’da ilk akla gelen elbette yerel şarapları ve Colmar özellikle beyaz şarapları ile ünlü. Doğal olarak önce Colmar şarapları tadılmak istense de şehrin kurabiyeleri, çikolataları, tatlıları da özgün.

Colmar Fransız mutfağı ağırlıklı ve yeme içme açısından oldukça zengin bir mutfağa sahip olsa da uzun süre Almanya sınırları arasında kaldığından mutfak lezzetlerini Alman kültürü de etkilemiş görünüyor.

Alışveriş

Colmar’ın sokakları ve evleri gibi dükkanları da çok zengin ve renkli. Çok sayıdaki şarap ve şarap malzemeleri satan dükkanların yanı sıra tatlı ve kurabiye satılan yerler de çok davetkar görünüyor. Hediyelik eşya dükkanlarında yerel, özgün, renkli hediyelik eşyalar bulunuyor. Colmar’ın simgesi leylek olduğu için dükkanlarda leylek motifli çok şey bulabilirsiniz. Leyleklerin göç yolu üzerinde olan Alsace bölgesinde leyleklerin talih ve doğurganlık getirdiğine inanılıyor.  Biz de bu renkli hediyelik eşyalar dükkanlarından kendimizi uzak tutamadık ve uzun zaman geçirdiğimiz bu dükkanlardan ellerimiz kollarımız dolu çıktık.  Noel zamanı bu dükkanların çok daha çekici göründüğüne eminim. 

Son Söz

Fransa’nın Alcase bölgesi şarap başkenti, renkli, tarihi, ışıltılı, sevimli şehri olan Colmar daha kapsamlı ve konseptli bir gezi içerisinde rotaya alınarak keyifli zaman geçirilecek bir şehir. Sokaklarında dolaşıp yerel şarap ve lezzetlerini tatmaktan zevk alacağınız bir şehir. Colmar gezisi gezginlerin zihinlerinde uzun süre tatlı bir yer edinecektir.

Phaselis Antik Kenti: Bir Kuru Balığa Satılan Cennet

Şu sıralar Antalya’da avuç içi kadar bir yer almak için servetler ödendiğine bakmayın, bir zamanlar emekli olsam da ömrümü orada geçirsem diye hayalini kurduğunuz yerlerin bedeli birkaç kuru balıkmış. En azından Heropythos öyle söylüyor; Ona göre koloni kurmak için bölgeye gelen Laikos, Kylabros isimli çobana bütün bölge karşılığı tuzlu kuru balık veya mısır mı arpa mı artık neyse ne, birini seçmesini teklif etmiş. Şu anda bile orada denize girdiğinizde balıkların hücumuna uğramanıza rağmen çobanımız, herhalde  şimdi kim uğraşacak balık tut, kurut, tuzla falan demiş ve bölgeyi birkaç tuzlu balık karşılığında Laikos’a vermiş. Bari arpa, buğday seç, di mi; yersin, eker çoğaltırsın, balığın yanında garni yaparsın… Ama efsane böyle. Phaselis’in gerçek öyküsüne döneriz ama önce bir Phaselis’e gidelim.

Ulaşım

Phaselis, Kemer ilçesinin Çamyuva beldesinde yer almakta ve Antalya’ya 57 km, Kemer’e ise 12 km mesafede. Antalya otogardan kalkan ve kıyı yoluyla batıya (Kumluca, Finike, Demre, Kaş, Fethiye) giden tüm araçlarla ulaşabilirsiniz. Phaselis yol ayrımında inip bir km civarındaki yolunu geçeceksiniz, ağaçlıklı, çiçekli bir yol. Burası müze konumunda; ziyaret saatleri yazın 08.00-19.00 saatleri arası, kışın ise  kapanış 17.30.  Giriş bedeli ise 2024 yılında 60 TL, müze kartı ile ücretsiz.

Konum olarak Phaselis, antik dönemde Likya ve Pamfilya  bölgelerinin kesişme noktasında bulunduğu için stratejik  öneme sahipmiş. Beydağları sınırında olup Beydağları, Akdağ ve Tahtalı Dağı (Olympos) arasında, üç körfezi cepheleyen düzlükte kurulmuş.

Phaselis Tarihi

Phaselis’in kuruluşu MÖ 690 civarında Rodos kenti Lindoslular tarafından gerçekleşmiş sonra Pers hakimiyetine girmiş. Dilinin Yunanca veya Sami kökenli olduğu düşünülmekteymiş. Kayra satrabı Maisolos, komşu kent Lmyra kralı Perikles hakimiyetlerini atlatan şehir MÖ 469’da Attika-Delos birliğine girmiş ve Atina’ya bağlanmış. MÖ 411’de tekrar Pers egemenliğini yaşayan kent, MÖ 333’de Büyük İskender tarafından alınmış.  Hatta Termessos yamaçlarında aradığı başarıyı bulamayan İskender’in burada bir ay tatil yaptığı söylenmekte; rehabiliteye girmiş olabilir. Ama Phaselis halkı kendisini altın bir taç ile karşılayıp şehri teslim edince Termessos’un sarp yollarını unutmuştur muhtemelen. Büyük İskender sonrası komutanlarının hakimiyetinde sürekli el değiştiren bölge otonom yapısını hiç kaybetmemiş;

Ptolemaios’tan sonra Seleukos tarafından alınan şehir müreffeh bir döneme girmiş, sikkeler basılmış, hatta sikke bastırmaya gücü yetmeyen daha gariban durumdaki Side ve Aspendos’ta bile kullanılmış bu sikkeler. MÖ 188’de Seleukoslar ve Roma arasındaki Apameia Antlaşmasıyla özgürleşen kent MÖ 167’de Likya Birliği’ne girmiş. Ancak kentin başı bu sefer de korsan ve haydutlarla derde girmiş, bir ara Zeniketes isimli korsan bölgeyi yönetmiş. Korsan saldırıları artınca Roma, olaya müdahale etmeye karar vermiş ama bu esnada bölgenin tapınakları Roma tarafından yağmalanınca, Phaselisliler de korsanların yanında yer almış. Ama Phaselis yanlış ata oynamış; Romalı komutan Servilius Varta MÖ 79’da korsanları yenince onlara yardım eden Phaselis’i de cezalandırıp savaş ganimeti olarak Asia Eyaletine bağlamış. Ama ceza dönemi hayırlara vesile olmuş; MÖ 48’de Ceasar Phaselis’e özerklik tanımış, MÖ 42’de ise Marcus Antonius Phaselis’in de dahil olduğu Likya Birliği borçlarını silmiş ve bölge parıltılı bir döneme girmiş.  Böyle güzel bir yeri Hadrianus’un kaçırması beklenemezdi; MS 129’da İmparator şehri ziyaret etmiş. Ancak şehrin parıltısı, korsanların  gözlerini kamaştırınca MS 6 yy’a kadar sürecek bir kaos dönemine girilmiş. MS 5 ve 6 yy’da Bizans hakimiyetiyle tanışan kent, 451’de Kadıköy Konsülüne katılmış. 7 yy’da Arap istilalarına maruz kalan kent, 1158’de Selçuklu hakimiyetine girmiş. Ama işlevselliğini yitiren limanlar, azalan nüfus, karışıklıklar derken şehir unutulmuş.

Antik dönemde bölge liman ve ticaret yanında bağcılık ve zeytinyağı üretimiyle de ünlüymüş. Ama Romalı Plinius, artık gerçek mi, kıskançlık mı, bilinmez Phaselis üzümlerinden yapılan şarabın kabızlık yaptığını iddia etmiş. Aslında Phaselis’in esas şöhreti, tüm Akdeniz’in gözdesi sayılan gül suyuymuş. Ahşap işçiliği ve reçine de buraların özel ürünlerindenmiş.

Phaselis’in Phaselis olduğunu ise, 1812’de İngiliz Kraliyet Donanma Kaptanı Francis Beaufort bölgeyi ziyareti sırasında buradaki kitabeleri araştırırken keşfetmiş.

Görülecek Yerler

Phaselis, Beydağları’na uzanan konumuna rağmen bugün kıyıda üç koya yayılan alanıyla gezilebiliyor. İşin açığı günümüzde Phaselis, gezginlerin gelip denize girdiği, piknik yaptığı bir yer. Ama antik kent içinden denize girmek ayrı bir keyif.  Fakat Phaselis uzun süreceğe benzer bir restorasyon geçirmekte. Bu nedenle, benim esas sevdiğim merkez liman koyu piknik için çok uygun değil. Ama genelde  ziyaretçiler tarafından Güney Liman’ın olduğu koy tercih ediliyor; hem daha geniş, hem de Tahtalı Dağı’na bakan müthiş bir manzarası var.

O halde gezimize Güney Liman’dan başlayalım. Güney Liman şehrin ticari gücüne paralel olarak hem deniz hem kara yollarının kavşak noktası konumundaymış. Phaselis’e arabayla gelirseniz, bu koya su kemerlerinin yanındaki park yerinden geldiğiniz yönün aksi istikametinde yürüyerek ulaşabilirsiniz. Burada bizi İmparator Hadrianus’un şehri ziyaretine atfen yapılan tek kemerli Hadrianus Anıtsal Tak karşılayacak.

Gezeceğimiz yerler Güney Limanı’nı Merkezi/Askeri Liman’a bağlayan 225 metrelik yolun üzerinde. Ana caddenin genişliği 12 metre olup üç basamakla kaldırıma geçilmekte. Caddenin altından kanalizasyon ve drenaj sistemi uzanmakta.  Caddenin iki yanında kamu binaları, dükkanlar, küçük hamam, latrina (Kamu tuvaleti denebilir) ve agora var. Caddenin sonunda ise zamanla dükkan olarak da kullanılmış büyük hamam ve su kemerleri bulunmakta. Ana cadde üzerindeki en eski yapı ise, ithaf yazısından Domitianus adına yapıldığı anlaşılan Domitianus Agorası’ymış. Merkez limanının karşısında ise daha çok küçük teknelerin kullandığı Kuzey Liman bulunmakta.

Cadde üzerindeki agoranın güneydoğusunda basamaklarla akropolis ve tiyatroya ulaşılmakta. Helenistik döneme ait küçük ölçekli tiyatroya Roma döneminde sahne eklenmiş. Tiyatronun karşısındaki agorada ise küçük bir Bizans bazilikası mevcut.

Şehirde önceleri su ihtiyacı kuyu ve sarnıçlarla karşılanırken Roma döneminden itibaren kemerler ve künklerle dağlardan su getirilmiş.  Üç liman ve üç agorası olan kente arabayla gelirken solda göreceğiniz bir tapınak ya da anıtsal mezara ait olduğu düşünülen kalıntılarda restorasyon kapsamında. Şehrin Kuzey Limanının arkası ise şehrin nekropolüymüş. Ayrıca şehirde iki tane daha nekropol bulunmakta.

Phaselis bugün antik kent özelliğinden çok üç koyuyla daha çok deniz sefası için tercih edilmekte. Ancak  gelirken hazırlıklı olun; Müze kafesinden başka yiyecek içecek satılan bir yer yok henüz.

Son Söz

Phaselis hem tarih hem doğa sevenlere eşsiz hazlar sunan bir yer. Phaselis’i özel kılan da bence bu özelliği; geçen zamana meydan okuyan, bin bir masalı anlatan kalıntılar arasından Akdeniz’in eşsiz koylarından birinde denize girmek. Düşünsenize belki de Hadrianus’un geçtiği yerlerden geçeceksiniz, belki de karşılaşırsınız Hadrianus ile ellerinizde Phaselis burçağı demeti ile, belki Büyük İskender ile kulaçlarınız çarpışacak yüzyıllar ötesinden. Hatta gelirken yanınızda birkaç kuru balık getirin, belki Kylabros’a rastlarsınız.

Kaynaklar:

-Phaselis, Dünden Bugüne Antalya, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü (2012)

-Aktüel Tarih Dergisi, 10.sayı (2024)