ANA SAYFA Blog

Münih Gezi Rehberi: Tarih, Sanat, Kültür, Teknoloji ve Bira Cenneti

Münih Gezi Rehberi

Münih’i görmeden önce şehir hakkındaki önyargım, teknolojiye boğulmuş, mekanik, sanayinin çarklarının insanları öğüttüğü bir yer olduğu yönündeydi. Meğer Münih, şehirleşmenin insanı betonlaşmaya mahkum etmek demek olmadığını, sanatla yoğrulmuş bir tarihi de içine alan, yeşillikler içinde bir metropol olabileceğini gösteren örnek yerlerden biriymiş.

Almanya’nın üçüncü büyük şehri Münih, 1,5 milyon nüfuslu koca bir metropol, Bavyera’nın da başkenti. Münih, Benedikt keşişleri tarafından kurulan bir yerleşim, ismi de oradan geliyormuş. Şehrin adının geçtiği en eski tarihli belge 1158 tarihli. 1178 yılında ise resmi olarak şehir haline gelmiş. 1255 yılından itibaren Bavyera hanedanlığının idari merkezi olan şehir 1506 yılında da başkent olmuş. Münih’teki Bavyera Hanedanlığı I.Dünya Savaşı sonuna kadar sürmüş. Daha sonra komünist ayaklanmaları, Nazi hakimiyeti derken Münih 2.Dünya Savaşı’nda yerle yeksan olmuş. Savaş sonrası şehir, eskiyi de koruyan şık bir şehre dönüşmüş. Şehrin merkezi, eski ve yeni belediye binalarına ev sahipliği yapan Marienplatz, hemen etrafında romanesk Peterkirche ve Münih’teki en görkemli kilise Frauenkirche ile meydanın kapısı Karlstor’dan oluşmakta. Merkezden dört büyük 19. yüzyıl caddesi geçmekte: Sanat ve müze bölgesi Köningsplatz’a uzanan neo klasik Brienne Strasse, İtalyan tarzı yol üzerindeki üniversite ve kamu binalarına da yansımış olan Ludwig Strasse, lüks ve şatafat tutkunları için pahalı dükkanların sıralandığı neo gotik Maximilianstrasse ve müzeleriyle ilgi merkezi olan Prinzregentenstasse…

Münih, keşişler tarafından kurulduğundan mıdır, nedir, Almanya’nın tutucu bir bölgesi olarak kabul ediliyor, hatta 1618-1648 yılları arasında katolikler ve protestanlar atasındaki otuz yıl savaşlarında katoliklerin kalelerinden biriymiş. Gerçi Max I. Joseph gibi Bavyera kralları, özgürlükçü tutumlarıyla şehrin çehresini değiştirmiş. Aslında burada Münih’e damgasını vuran Bavyera Hanedanlığından biraz bahsetmek gerekirdi ancak o kısmı, Bavyera Hanedanlığının en sansasyonel krallarından Ludwig II’nin saraylarını anlattığım yazıya sakladım. Kral Ludwig II’nin İzinde Bavyera Sarayları

Münih bir çok sanatçı için de çekim merkezi olmuş; Gustav Mahler, Richard Strauss, Thomas Mann, Rainer Maria Rilke, Bertolt Brecht, Lion Feuchtwanger gibi sanatçılar Münih’in cazibesine kayıtsız kalmamıştır. Bir şekilde Münih’in cazibesine kayıtsız kalamayan bir kesim de genelde göçmenler, özelde Türkler; Münih, Türklerin en yoğun yaşadığı yerlerden.

Bu yazıda gezilecek yerleri sınıflandırıp ayrı bölümler olarak ele aldım. Müzelerle ilgilenenler, sadece o kısmı okuyarak yazının geri kalanına teğet geçebilir, kiliseler, anıtlar vb. de öyle… Bu yazı temel olarak görülecek yerlere odaklandı, yani orada kaldım, burada alışveriş yaptım kısmına kısaca değinilmiş durumda. 

Ulaşım

Ben Lufthansa’nın Ankara’dan doğrudan uçuşuyla Münih’e gittim; Münih Havaalanı (Münich Flughafen) T1 ve T2 bölümlerinden oluşuyor, T2 bölümü daha yeni ve modern kısmı ve Lufthansa ile diğer Star Allience üyesi havayolu şirketlerine hizmet veriyor. Ama nedense THY’ne T1 bölümünü kullandırıyorlar. Diğer özel Türk havayolları da T1’de bulunuyor haliyle.

Münih Havaalanı şehrin 33 kilometre kuzeybatısında, taksi tercih edebilirsiniz ama toplu taşıma ile Münih merkezine gelmek çok kolay. Havaalanı binasının çıkışının tam karşısında banliyö trenleri S-Bahn istasyonunu göreceksiniz. Oradan S1 veya S8 hattı ile Münih’in ana tren istasyonu Hauptbahnhof’a gelebilirsiniz; zaten burası bizim gezilerimizin de başlangıç noktası…

Her iki hat da aşağı yukarı aynı zamanda Hauptbahnhof’a varıyor, 40 dakika kadar sürüyor yol; S8, Şehrin batısından önce Doğu İstasyonu’na (Ostbahnhof) uğrayarak merkeze geliyor, S1 ise şehrin kuzeyinden dolaşarak doğrudan Merkez İstasyona geliyor… Kalacağınız yere göre hatları tercih edebilirsiniz. 

Ayrıca Havalanından Merkez Tren İstasyonu’na çalışan otobüsler de yarım saatte bir Hauptbahnhof’a ulaşılıyor.

Gelelim Münih’te şehir içi ulaşıma. Şehir içi toplu taşımacılık açısından, metro hattı (U Bahn), banliyö hattı (S Bahn), tramvay ve otobüs kullanılabilir. Şehirde 8 tane metro hattı, 8 tane banliyö tren hattı, 13 tane de tramvay hattı var. U ve S hatlarının çoğunun kesiştiği ana durak, Hauptbahnhof Durağı; sadece U4 ve U5 Karlsplatz’dan, U3 ve U6 Marienplatz’dan geçiyor. Hauptbahnhof, Karlsplatz ve Marienplatz birbirine çok yakın mesafeler ve Münih’in kalbini oluşturuyor, dolayısıyla buralar sizin sık sık geçeceğiniz yerler.

Toplu taşım biletleri, istasyonlardaki makinelerden, bilet ofislerinden sağlanabiliyor. Tek kullanımlık ya da çoklu biletler mevcut ve fiyatları bölgelere göre değişiyor.

Bitmedi… Ve şehir kartı Münih Pass… Kendinizi oradan oraya atmak için en ideali, ayrıca yetmişe yakın müze, kafe, lokanta, gösteriye indirimli ya da bedava giriş hakkı veriyor. Gerçi iç bölge için geçerli ama yine de uygun, kartın grup için olanı da var;  Münih Card da kalacağınız gün sayısına göre tüm toplu ulaşımda kullanabileceğiniz bir kart. Havaalanı’ndan alırsanız iki bölgeyi de kapsıyor.

Eh bir de, gezginlerin zaman zaman kurtarıcısı olan şehir gezi otobüsleri var. Münih gezi otobüsleri, şehrin ana noktalarını gösteriyor.  Hauptbahnhof’tan yarım saatte bir kalkan turlar sabah 10’da başlıyor, son tur da saat 16’da…

Karışık gibi duruyor ama gezmeye başlayınca her şey yerini bulacak. Münih’te toplu taşımacılık sisteminde güvene dayalı bir sistem olduğu için bilet kontrolleri pek yapılmıyor. Ama bir günde 3 defa bilet kontrolü yapıldığını da gördüm, ona göre…Tekrarlayayım; Münih’in esas görülecek yerleri Hauptbahnhof- Marienplatz, hadi bilemedin Odeonplatz arasında ve buralar yürüme mesafesi, yani 1-2 günlük kısa bir süreniz varsa zaten toplu taşımaya bile gerek duymayabilirsiniz. Ben anlatayım, tercih sizin…

Gezelim Görelim

Bizim başlangıç noktamız Hauptbahnhof. (Bu arada Hauptbahnhof civarı, tek erkek gezginler için –gezmek, görmek dışında- başka eğlenceler de sunmakta, özellikle Bayer Strasse ve ona açılan yan sokaklarda… Yine Bayer Strasse’de Avrupa’nın en büyüğü olduğunu iddia eden bir kumarhane var, irili ufaklı bir çok kumar oynanacak yer bu civarda… Nereden mi biliyorum; otelim oralardaydı. Neyse, bu yazının günaha davet kısmı bu kadardı; şimdi gezimize dönelim.

Münih yazım bir gezi yazısından çok bir rehber… ‘gittim şuraları gördüklerimden daha çok nasıl gideceğinizi ve neler göreceğinizi anlatan bir derleme; Münih gezinizde size arkadaşlık edecek bu yazım biraz uzun olabilir. 

Önce gezinizde kolaylık sağlaması için önemli mekanlardan başlayalım, sonra müzelere, saraylara ayrıntıyla bakalım.

Mekanlar, Anıtlar, Heykeller

 

Münih’te çeşitli dönemlere ait muhteşem yapılar, heykeller, anıtlar bulunmakta. Şehirde dolaşırken mutlaka karşınıza çıkacaklardır, bazıları Münih’in simgesi olmuş yerlerden, onlara kesinlikle zaman ayırın.

Bunların başında Marienplatz’daki Altes Rathaus ve Neues Rathaus gelmekte. Marienplatz’a girerken 1328 yılında Augustinus keşişleri tarafından kurulan Münih’teki en eski bira imalathanesi Augustinerbrau; hemen Neues Rathaus önünde de Meryem Ana Sütunu bulunuyor.

Munih
Altes Rathaus, şehrin eski belediye sarayı olup 1475 yılında Frauenkirche’nin mimarı da olan Jörg von Halspach tarafından tasarlanmış, daha sonra 1877-1934 yılları arasındaki yapımlar sırasında bugünkü neogotik havasına bürünmüş. Marienplatz’ın sonunda yer alan binaya bitişik olarak eski kent kapısı Talbrucktor yer almakta. Kapının kulesinde bugün bir oyuncak müzesi var.

Neues Rathaus ise yeni belediye sarayı olup 1867-1909 yılları arasında yapılmış. Binanın cephesi ince ince işlenmiş; Bavyera krallarının, elektörlernin, azizlerinin, kahramanların yüzlerce heykeli binayı süslemekte.

Munih Göreceli olarak yeni bir yapı olmasına rağmen gotik havası bir Orta Çağ sarayı havasını vermiş, binada şehir yönetimine ait idari binalar var, kavisli koridorlarının camları Münih tarihinden olayları konu alan vitraylarla süslü. Binanın ön yüzünün ortasındaki 80 metre yüksekliğindeki bölüm Glockenspiele olarak isimlendiriyor.

Munih Buranın özelliği ise her gün saat 11,12 ve 17’de dans eden kuklalarının olması (gösteri saatlerinde tam karşısındaki Peterskirche’nin kulesinde yerinizi alırsanız gösteriyi daha net seyredebilirsiniz). Birkaç dakikalık müzik girişinden sonra önce şövalyeler bir gösteri yapıyor, daha sonra alttaki beyzadeler geliyor, onlardan da bir dans bir eğlence, kendi etrafında dönmeler, reveranslar… Gösteri 10 dakikaya yakın sürüyor. Meğer bu 1517 yılındaki veba salgını sırasında halka moral vermek için düzenlenen fıçıcılar dansını anlatıyormuş.

Munih

Münih şehir kapıları görülmeye değer yerler. Altes Rathaus’un yanındaki eski kent girişi Talbrucktor’dan bahsettik, şimdinin oyuncak müzesi. Sık sık göreceğiniz kapı ise Karlsplatz ile Neuhauser Strasse arasındaki Karlstor; 14. yüzyılda şehri çevreleyen surların bir parçası olarak yapılmış. Önceden adı Neuhauser Tor iken, 1791 yılında Prens Karl Theodore onuruna Karlstor adını almış. İç ve dış kale olarak düzenlenen duvarların zaman içinde yıkılması ardından geriye neogotik tarzdaki bu kapı kalmış.

Şehrin bir diğer kapısı ise Isartor… Isartorplatz’da bulunan bu kapı, 1337 yılında şehrin savunması için yapılan kalenin bir parçası. Önce bir kule olarak düşünülen kapının yanlarına iki kule daha eklenmiş. Isartor bugün hala kulesini ilk haliyle koruyan Münih’teki tek kapı, sadece 1835 yılında bir restorasyon geçirmiş. Bugün burada, komedyen Karl Valentin adına bir müze ve bir kafe bulunmakta. Isartor, şehrin doğusunda Isar Nehri’ne yakın bir yerde bulunuyor ve şehir merkezine de çok yakın. Genelde metro ile buradan geçip gidildiği için görülmeyebilir ama bir fırsat bulup çevreye bakmanızda fayda var.

Munih Son kapımız ise Sendlinger Tor. Şehrin güneyinde yine savunma kalesinin bir parçası olarak yapılan kapı, Sendlingertor metro durağının hemen yanında, şehir merkezine yürüme mesafesinde… Neues Rathaus’un karşısındaki Rosen st.’den devam ederseniz Sendlinger Strasse’ye ulaşacaksınız, bu sokak sizi Sendlinger Tor’a götürecek. 1318 yılında yapılan kapı, yine şehri kuşatan iç ve dış surların kesiştiği noktaların biri olarak düşünülmüş ve İtalya’ya giden yolun başlangıcı olarak düşünülmüş. Bugün ise alışverişe giden yolun başlangıcı olarak görülebilir, çünkü Sendlinger Stasse ve devamı alışverişleriz planlarınız için çok uygun bir yer, mutlaka yolunuz düşer. Ayrıca burada çeşitli tiyatrolar, sinemalar, dünya mutfağından türlü seçenekler sunan lokantalar var.

Munih Orta Çağ kapılarından başka, Münih’in bir de kapı gibi duran zafer anıtı var: Siegestor… Burası, Ludwig Strasse ile Leopold Strasse’nin kesiştiği noktada. Universitat durağından ulaşabileceğiniz, öğrenci bölgesi, sinemalar, lokantalar, kafeler, dükkanlar burayı renklendiriyor. 1852 yılında Bavyera Ordusu için yapılan, 21 metre yüksekliği, 24 metre eni olan bu anıtın tepesi mermer aslanlarla süslü. Bu çevre Münih’in bir başka kültür, sanat ve eğlence merkezi.

Munih Şehrin eski merkezinde dolaşırken mutlaka Alter Hof’a da uğrayın. Altes Rathaus’un yanındaki Talbrucktor’dan geçip sola doğru yürürseniz karşınıza çıkacak yapılar, 12. yüzyılda kale olarak inşa edilmiş.

Munih

Bürgenstock, Zwingerstock, Lorenzistock, Pfisterstock ve çeşmeden oluşan bina yapıları, Bavyera hanedanının ilk yerleşim bölgesiymiş. 1300 tarihli gotik tonozlarla desteklenen binanın bazı bölümleri son dönemlerde yıkılmış. Şu anda sivil toplum örgütlenmeleri ve sanatsal faaliyetlerin sürdürüldüğü birimler mevcutmuş. Şehrin en eski halinden manzaralar görmek açısından ilginç…

Münih’te görmeden gelmemeniz gereken bir yapı da Propylaen… Glyptothek ile karşısındaki Staatliche Antikensammlungen (Antik Eserler Müzesi) arasında kalan ve Luisen Stasse’ye bakan bina, adını Atina’daki Akropolis’in Propylae’sından almış. Neo klasik tarzda yapılan ve cepheye hakim olan Dor sütunlarıyla dikkati çeken bina I.Ludwig’in antik Yunan dünyasına olan hayranlığının sonucu olarak kendisinin vakfı tarafından finanse edilmiş, ancak oğlu I. Otto zamanında tamamlanmış. Binanın süslemelerinde, I. Otto önderliğinde Yunanlıların Osmanlılara karşı verdiği bağımsızlık savaşından sahneler yer almakta. Burası şehrin yeni bölümünün başlangıcı olarak kabul edilmekte.

Munih

Bir başka muhteşem yapı da Odeonplatz’daki Feldherrnhalle… Theatinerkirche ile Rezidenz arasında kalan bu yapı, Ludwigstrasse’nin yapımı sırasında yıkılan gotik kent kapısı Schwabinger Tor yerine 1841-1844 yılları arasında inşa edilmiş. Bavyeralı kahramanların anısına yapılan anıtın ortasındaki 1882 yılına tarihlenen heykel 1871 yılındaki Fransa-Prusya Savaşı kahramanlarına adanmış. Burası aynı zamanda, Hitler’e yapılan başarısız ‘Birahane Darbesi’nin de gerçekleştiği yermiş.

Munih

Löwenturm ise, Rindermarkt civarında Pieterkirche’nin biraz ilerisinde yer alan 16. yüzyıldan kalma bir kule. Burası bir parkın su kulesi olarak yapılmış, şimdi ise şehrin turistik merkezi ile iş merkezi arasında kalmış, modern binalarla çevrelenmiş bir yapı. Zaten sadece bakmalık…

Munih

Bir ilginç anıt da, Breinner Strasse üzerindeki Obelisk; Glyptothek ile Staatliche Antikensammlungn arasından bakıldığında gözünüze çarpacak 29 metre uzunluğundaki dikilitaş, Fransa’nın işgali sırasında ölen 30.000 Bavyeralı askerin anısına 1833 yılında yapılmış. Tuğla üstüne bronz kaplama olan sütunun metal kısmı ise, Navarin Savaşı’nda batırılan Osmanlı gemilerinden sağlanmış.

Eğer Ekimde Münih’teyseniz meşhur Oktoberfest’e katılırsınız bir ihtimal… Bira mayalanması ile başlayıp bira fıçısına musluk takılmasıyla coşan festivalde biralar su gibi akarmış. Ama eğer başka dönemlerde giderseniz, yine de Oktoberfest’in ana meydanına uğrayın. Theresienwiese metro durağından çıktığınızda alanı göreceksiniz. Göreceğiniz bir başka şey de alanın öbür ucundaki Bavyera Heykeli… Bu Heykel, 18 metre yüksekliğinde olup 1844-1850 yılları arasında yapılmış. Arkasında da ünlü Bavyeralıların büstünün olduğu neoklasik Ruhmeshalle bulunmakta.

Münih’in en şık bulvarlarından Maximilianstrasse üstünde yürürken Kral Maximilian Heykelini de görebilirsiniz.

Yolun devamında ise, Isar Nehrinin öteki kıyısında Maximilianeum var. Burası 1949 yılından beri Eyalet Parlamentosu olarak kullanılmakta. Kral Maximilian II tarafından 1857 yılında projelendirilmiş. Neoklasik tarzda başlayıp Rönesans etkileriyle 1874 yılında tamamlanan Saray’ın cephe süslemeleri görülmeye değer.

Munih

Isar’ın karşı kıyısında göreceğiniz diğer bir anıt da, Prinzregentenstrasse’nin devamında göreceğiniz Friedensengel

Munih

Barış Meleği olarak, 1871 Fransız-Alman Savaşı sonrası kurulan barış için 1896-1899 yılları arasında yapılan Heykel, Maximilian Parkı’nın Isar’a bakan tarafında. Heykel çevresinde çeşitli Alman krallarının heykelleri bulunmakta.

Munih

İlginizi çekecek bir başka heykel de, Yürüyen Adam… Bu Heykel, 1995 yılında, 17 metre ve 16 ton olarak yapılmış Leopoldstrasse’de Munich Re İş Merkezinin yanında görülebilir.

Bu arada Karlsplatz’daki Adalet Sarayı’na da göz atmanızda fayda var. Zaten şehrin merkezine giderken gözünüze çarpacak olan bina 1891-1898 yılları arasında neobarok tarzda yapılmış. Yanında da içinde nefis bir kafe ve görkemli bir havuzu olan Botanischegarten bulunmakta.

Munih

Frauenkirche’nin arkasında, Kreuzviertel’deki Holnstein Konağı olarak adlandırılan barok tarzındaki malikane 1821 yılından itibaren Münih ve Freising Başpiskoposun ikametgahı olarak kullanılmaktaymış (Erzbischoefliches Palais). Elektor Karl Albrecht tarafından 1733-1737 yıllarında oğlu Cuvillies Franz Ludwig için yaptırılmıştır. Yolunuz düşerse göz atın. Eğer zamanınız ve paranız varsa, Bayerische Staatsoper’da bir gösteri izleyin; ben oradan oraya koşuşturmaktan izleyemedim. Resizdenz ile yan yana olan bina 1818 yılında açılmış. Binayı gezmek için 10 Euro giriş ile her gün saat 14’de rehberli tur mevcut.

Munih

Dünya futbolunun efsane takımı FC Bayern München’in stadyumu olan Allienz Arena ilginizi çekiyorsa U6 hattı üstündeki Fröttmaning durağından ulaşabilirsiniz.

Munih

UEFA’nın beş yıldızlı futbol sahaları içinde gördüğü yer, 2005 yılında yapılmış. Stadyuma maç izlemeye gidebileceğiniz gibi gezmek için de gidebilirsiniz. İşin açığı ben gitmedim. Bana göre altı üstü bir stadyum. Hem zaten stadyumun maketi Stadtmuseum’da var, bilginize…

Münih’te eğlenceye doymak, gecelere akmak için Gartnerplatz ile Glockenbachviertel’e uğrayabilirsiniz. Şık lokantalar, keyifli kafeler, tasarım dükkanları, barlar burada yoğun. Isar Nehri’nin karşı kıyısı ise, daha çok yerleşim bölgesi olarak çok ilginç değil, zamanınız varsa, sokaklarına dalınabilir. Eğlencelere doyamadım diyorsanız Kultfabrik öneriliyor.

Saraylar, Şatolar

Bavyera, saraylar ve şatolar açısından çok zengin bir bölge… Ben beş saray/şatoya gittim, bazıları şehir dışında olsa da gerçekten görmeye değer yerler. Burada şehir çevresinde olan üç sarayı anlattım. Belki de esas kaçırılmaması gerekenler, Münih’in dışında; Kral Ludwig II’nin iç dünyasını yansıtan Linderhof ve Neuschwanstein sarayları zaman ayrılıp görülmesi gereken yerler, ayrıca Kral’ın hazin öyküsü de bu saray/şatoları daha ilginç hale getiriyor. Ama bunlar başka bir yazının konusu. Kral Ludwig II’nin İzinde Bavyera Sarayları

Biz şimdi Münih’e geri dönüp merkezdeki saraylara göz atalım.

Rezidenz

Munih

Bavyera krallarının meskeniyken 1920 yılından itibaren müze olarak kullanılan, şehrin tam merkezinde Odeonplatz’da Hofgarten’ın hemen yanında bulunan bir saray; Odeonplatz’da (U3,4,5,6 hatları geçiyor) metro durağından çıkınca, ana girişi Hofgarten’ın çıkışında, Rönesans tarzı iki muhteşem kapılı ön cephede bulunuyor, önünde Meryem Ana heykeli var. Müze girişimiz doğu tarafta; metro çıkışında karşınıza çıkacak anıt bina Feldherrnhalle’ye yüzünüzü döndüğünüze soldaki yoldan 50 metre giderseniz Saray/Müze girişine ulaşacaksınız.

Müze üç bölümden oluşuyor; Königsbau, Eski Rezidenz ve Festsaalbau… Festsaalbau’nun içinde ise Cuvillies Tiyatrosu var. Burada ayrıca Bavyera Senfoni Orkestrasının önceki salonu Herkulesaal bulunmakta. Rezidanzın kraliyet salonları, hazine dairesi ve Cuvillies Tiyatrosu için komine bilet alabilirsiniz. Müze ve Hazine daireleri Nisan-16 Ekim arasında 9-18 arası, diğer zamanlar 10-17 arası açık; Tiyatro ise değişken çalışma saatlerine tabii, ancak özetle bahar- yaz döneminde 9-18, diğer dönemlerde 14-18 arası açık denebilir. Müze pazartesileri de açık. Saray 2.Dünya Savaşı’nda hasar görmüş ama restore edilmiş.

Saray 1385 yılında Wittelsbach Şatosu olarak yapılmaya başlanmış ve günümüzde Almanya’daki şehir içinde bulunan en büyük saraymış. 130 oda ve 10 avlusu olan bina, Bavyera Hanedanının şaşaasına ayna tutmakta.

Saray odaları ve sanat kolleksiyonları zaman içinde genişleyerek Wittelsbach hanedanının zevkine göre rönesans, barok, rokoko, neoklasik tarzlarından esinlenen bölümlerle genişlemiş.

Saray müzeye girişiniz doğu tarafındaki Grottenhof’tan oluyor; burası tüfle kaplı midyelerle, camlarla yapılmış bir bölüm… Tabii beklediğim bu değildi, koca Bavyera Krallığı midyelerden, kabuklardan saray yapmış kendine diye bir hayıflandım. Ama oradan geçilen Antiquarium insana haddini bildiriyor.

Burası Sarayın en eski odası, 66 metre uzunluğunda, Rönesansın havasını taşıyan bu oda Albrecht V tarafından antika koleksiyonunu sergilemek üzere 1568 yılında yaptırılmış, sonraları toplantı, merasim odasına dönüşmüş. Porselen Odası da ayrıca görülmeye değer.

Munih

Sonra yaşam odalarına geçiliyor. Saraydaki birbirine geçmeli odaları dönemin soylu hayatını ortaya koyuyor, bol şaşaa, zenginlik, görkem ve etrafınızı sarmalayan resim ve heykeller, Alte Pinakothek’te gördüğümüz ‘Üzüm Yiyen Dilenciler’ tablosu burada da var.

Sarayda Bütün Azizler Kilisesi görülmesi gereken bir diğer yer; I. Ludwig tarafından 1826-1837 yıllarında İtalya’daki Palermo’daki Norman-Bizans kiliseden esinlenerek yaptırılmış bir yapı. Ayrıca ana girişteki Michaelskirche’den esinlenerek yaptırılan Hofkapelle’de görülebilir.

Tabii Hazine bölümü, Hanedanlığın şaşaasını gösteren biçimde zengin ve ışıltılı. Türlü kıymetli taşlarla süslü taçlar, nişanlar, tahtlar, asalar, mücevherler yanında kralların vücutlarından kalanlar, kraliçelerin haçları sergilenmekte. Mücevherlerle süslü atlı Aziz George heykelciği ile Bavyera kraliyet tacı ve kılıcı ise mutlaka görülmesi gerekenlerden.

1751-1753 yıllarında yapılan Cuvillies Tiyatrosu ise Mozart’ın Idomeneo’sunun ilk defa sergilendiği rokoko tarzdaki gösterişli bir salon; Sarayın batı tarafında yer almakta.

Rezidenz, Münih’te mutlaka görülmesi gereken yerler arasında; Münih kraliyetinin zenginliğine tanıklık eden en parlak örnekler burada. Müzeyi gezmek yarım gününüzü alır, aklınızda bulunsun.

Munih

Rezidenz’in çevresinde de görülecek çok yer var. Tam karşısındaki Palais Preysing bunlardan biri. Geç barok tarzındaki bina, Rezidenz’in karşısında olmak isteyen Pretsing Hohennaschau tarafından 18. yüzyılda yaptırılmış, daha sonra bir bankaya devredilmiş.

Nymphenburg Sarayı

Munih

Nymphenburg Sarayı, şehir merkezine biraz uzak, yürüyerek ulaşmak yorucu olabilir, U1 ve U7 metro hatları üzerindeki Rotkreuzplatz durağı kullanılarak ulaşılabilir, ya da 17 numaralı otobüsle. Sarayın dış bahçesine giden yol başında Türk Konsolosluğunu da görebilirsiniz. Saray Nisan-15 Ekim arasında 9-18, diğer zamanlar 10-16 saatleri arasında ziyaret edilebiliyor. 

Munih

Kraliyetin yazlık mekanı olarak kullanılan Nymphenburg Sarayı, 1664 yılında taht varisi olarak doğan Elektör Ferdinand Maria ile eşi Henriette Adelaide çiftinin çocuğu Max Emanuel adına yaptırılmış. (Max Emanuel, Osmanlılara karşı Viyana’nın savunmasında önemli rol üstlenmiş biri). Saray mimari açıdan olduğu kadar bahçe tasarımı açısından da Avrupa’nın en güzel saraylarından biri olarak kabul ediliyor. 1701 yılında Max Emanuel, ek binalar da yaptırmış. 1715 yılında kemerli geçitlerle birbirine bağlanan dört köşk daha yapılmış. Ana binanın girişi, barok ve rokoko tarzdan neoklasik tarza uzanan bir çeşitlilik göstermekte. Saraya girer girmez Tanrıça Flora’ya adanan Festsaal insanı büyülüyor; rokoko tarzındaki bu balo ve toplantı salonu, kapılarından duvarlarına kadar doğayı betimleyen freskolar, heykellerle dolu… Sarayda muhtelif yaşam odaları bulunmakta; Ludwig II’nin doğduğu oda da bunların arasında. Ayrıca Ludwig I’in çapkınlıklarına konu olan hanımların portrelerinin de sergilendiği Güzeller Galerisi’de özellikle erkek ziyaretçileri kıskançlığa boğacak gibi…

Sarayın girişindeki havuzlu bahçe, arkasındaki park alanı mutlaka görülmeye değer. Bir başka görülesi yer de Saray eşrafının at arabaları ve kızaklarının sergilendiği Marstallmuseum… Fayton der geçilir; halbuki Sarayın ışıltısı buraya da yansımış. Özellikle taç giyme törenlerinde kullanılan arabalarla kışın kullanılan kızaklar uzun uzun seyredilmeyi hak ediyor. Özellikle Kral Karl VII’nin taç giyme törenindeki araba, o günleri yaşatacak kadar canlı sergilenmekte.

Bu gidişimde sadece Sarayın ana yaşam odaları ve Saray arabalarının sergilendiği Marstallmuseum açıktı ama şu an kapalı olan, Max Emanuel’in çılgın eğlencelerle geçen hayatının sonunda kendisini ibadete verdiği Magdalenenklause, Saray çevresindeki muhtelif köşklerden Amalienburg, Badenburg, Pagodenburg’a da mutlaka uğrayın. 18-20. yüzyıllar arasında yapılan Nymphenburg porselenlerin sergilendiği porselen salonu da ilginizi çekecektir.

Nympenburg Sarayı, Münih gezisinde kayıtsız kalınacak bir yer değil ancak gerek ulaşımın biraz zaman alması, gerekse gezilecek yerlerin çok olması ve geniş bir alana yayılmış olması, buraya ciddi bir zaman ayırmanızı gerektirebilir. Buna karşılık burada hem tarih, hem sanat, hem doğa açısından çok doyurucu zaman geçireceğiniz de bir gerçek.

Schleissheim Sarayları

Munih

Schleissheim Sarayları üç ayrı saraydan oluşuyor. Burası şehir merkezinin dışında, gidecekseniz biletinizi her tarafa geçerli tarifeden almanızda fayda var. Buraya S1 banliyö hattı ile gidebilirsiniz, Oberschleissheim durağında ineceksiniz. Saray oradan 15 dakika yürüme mesafesinde. Yürümek istemezseniz, hemen istasyon önündeki duraktan 292 numaralı otobüse biniyorsunuz ve Schleissheim Schloss ya da bir sonraki Lustheim durağında iniyorsunuz. Veya U2 metro hattıyla Am Hart’a kadar gelip, oradan 295 numaralı otobüse biniyorsunuz, ineceğiniz duraklar aynı. 

Munih
Saraylar Nisan-Eylül arasında 9-18 saatlerinde, Ekim-Mart arasında 10-16 arasında açık. Burası Eski Saray, Yeni Saray ve Lustheim Sarayı’ndan oluşuyor; 

Eski ve Yeni Saray, birbirine yakın ve Schleissheim Schloss durağının hemen orada; Lustheim ise bu saraylara 1 kilometre mesafede, isterseniz 292 veya 295 ile Lustheim durağına kadar otobüsle gidebilirsiniz.

Schleissheim Sarayları, Wittelsbach Hanedanlığının en geniş ve en etkileyici saraylarından. Eski Saray, 1595 yılından itibaren hanedanlığın kır evi olarak kullanılan bir yerin üstüne yapılan Rönesans etkileri taşıyan bir saray, 2.Dünya Savaşı’nda çok hasar görmüş, restore edilmiş. Barok tarzındaki Yeni Saray ise 1701 yılında Max Emanuel tarafından yaptırılan, kanallarla birbirine bağlanan bahçeleriyle bir bütün oluşturan dört kanatlı bir saray. Gerçi Max Emanuel burada hiç yaşamamış. Sarayın iç dekorasyonu, döşemeleri, duvar resimleri bir bütün olarak Bavyera baroğunun en üst örneklerinden. Özellikle Büyük Salon, Viktoryen Salon ve Büyük Galeri’ye dikkat. Lustheim Sarayı ise aslında bir av köşkü. Bahçede ise devasa bir bira bahçesi varmış ama mevsim dolayısıyla bir faydasını görmedim o bahçenin.

Yeni Saray, bugün bir yaşam alanı olarak sergilenmekte… Eski Saray, bugün Bayerisches National Museum’un iki bölümüne ev sahipliği yapıyor; Prusya’nın etnografik malzemeleri ile daha çok dini objeleri içeren folklorik koleksiyon. Bavyera Milli Müzesi’nde çok üstün örneklerini gördüğümüz dinsel konulu ‘Native scene’lerin (bana göre daha uyduruk) muhtelif versiyonları var; bunların arasında bir de Mevlevi derviş görmek hoş bir sürpriz olsa da kendiniz görün, sanki mahalle pazarından alınmış gibi.

Lustheim Sarayı ise yine Bayerisches National Museum’un bir bölümü olarak Meissen porselenlerine ev sahipliği yapıyor. Ama bu porselenlerin en iyi örneklerini hem Bavyera Milli Müzesi’nde hem de II.Ludwig’in saraylarında görebilirsiniz.

Zamanınız kısıtlıysa burayı atlayın derim; yolu uzun, gezmesi zaman alıcı, içeriği ise diğer saraylarla karşılaştırılınca en azından bildik… 

Not:
Münih’in hemen dışında Dachau’da (Toplama kampının olduğu yer) bir saray daha var ama ben gitmedim. Burası kale olarak 1100 yılında Wittelsbach’lar tarafından yaptırılmış ama 1398-1403 yıllarında yıkılmış. 1546 yılında William IV tarafından bir rezidans olarak yeniden yaptırılmış. Gerisini gidenler tamamlasın…

Dachau Nazi Toplama Kampı

Münih banliyösü olan Dachau’da Nazilerin ilk toplama kamplarından biri var. Yüreğinizin burkulacağı, insanlığınızdan utanacağınız bir yer; şen şatır bir tatil gezisi için gidin diyemem ama gitmeyin demeye de dilim varmaz, çünkü gayet ibretlik bir yer. Dachau, S2 hattı üzerinde (Altomünster ve Petershausen tarafı) bir yer; Dachau’da inince istasyon önündeki duraktan 726 numaralı otobüse biniliyor ve KZ Gredenkstatted durağında iniliyor. Burası da Münih’in banliyö hatlarından, biletinize dikkat. Dachau Toplama Kampı 9-17 saatleri arasında ücretsiz olarak ziyaret edilebiliyor.

Kamp girişindeki demir kapıda ‘Çalışmak özgürleştirir-Arbeit macht frei’ yazıyor; güler misiniz, ağlar mısınız, yoksa bu ne yaman çelişki anne, diyerek kendimize mi yanarız, bilmem artık… Burası, Hitler’in 1933 yılında şansölye seçilmesinden hemen sonra siyasi suçlular için kurulmuş 4000 m2 lik bir kamp, diğer toplama kampları için prototip bir yer olmuş; SS’ler için de bir vahşet okulu… Amerikan askerlerinin 1945 yılında girmesiyle kamptaki vahşet durmuş. 1945-1948 yıllarında ise Amerikalılar Nazileri burada hapsetmiş. 1963 yılına kadar da mülteciler buraya yerleştirilmiş.

Dachau’da Nazi vahşeti altındaki 12 yılda 200.000 kişi hapsedilmiş. Kampa girince sağda mahkumların çalışma yeriyle başlıyorsunuz gezmeye, sonra yatma, yemek, banyo, tuvalet yerleri, ibadet alanları var. Odalarda Nazilerin uyguladığı işkenceler şematik olarak anlatılmış. Mahkumların ve özel tutukluların yaşamları anlatılmış. Aynı zamanda kampın yöneticisi Nazi subayları hakkında da bilgiler veriliyor. Bazı bölümler müze olarak düzenlenmiş, mahkumların, yöneticilerin eşyaları, mektupları sergilenmekte. Aynı zamanda mahkumların resimleri var, bazıları gülen gözlerle bakmışlar fotoğraf makinelerine, sanki canım ne kadar kötü olabilir ki dercesine kaygısızca, hatta belki her şey iyi olacak diye bir umutla…

Kamp mahkumlarının sınıfları; tabii ki başta Yahudiler, yahova şahitleri, eşcinseller, politik muhalifler, göçmenler ve asosyaller (eyvah, eyvah…). Kampı gezdikçe üstünüze basan kasvet artacak ama bekleyin, sırada gaz odaları ve fırın var. Mahkumlara banyo yapmaya götürüldükleri söyleniyormuş; mahkumların gaz verildiği andaki acıları, şaşkınlıkları, çaresizlikleri, hayal kırıklıkları sanki duvarlara sinmiş, dayanabilirseniz dayanın…

Sersemlemiş olarak çıkacaksınız. Kampın bulunduğu coğrafya nasıl güzel; mart soğuğunda bile etraf yemyeşil, baharın ilk çiçekleri açmış, mırıl mırıl akan bir çay… İnsan bu güzelliğin içinde nasıl bu kadar acımasız olabiliyor, inanması zor. Kampı rehberli turla da gezebilirsiniz, yaklaşık 3 saat sürüyormuş. Siz kendiniz gezerseniz, en azından 2 saat ayırın. (Size bir öneri; Kamptan çıktıktan sonra, biletinizin bölgesi de uygun, atlayın Starnberger Gölü’ne gidin, ruhunuzu dinlendirin. Yazının ilgili bölümünden bakılabilir)

Kiliseler Katedraller

Münih, Bavyera’nın başkenti olagelmiş bir şehir, bu nedenle kilise açısından zengin. Bunların bir kısmı 2.Dünya Savaşında ciddi hasar görmüş, sonra restorasyona tabi tutulmuş. Münih’teki kiliseler, 10-18 saatleri arasında açık ama siz gitmek istediğiniz kilisenin web sayfasından yine de bir göz atın. Ben gezdiklerimi anlatayım, sonrası size kalmış.

Frauenkirche

Marienplatz’da Neues Rathaus’un arkasına düşen bu Katedral, Münih’in olmazsa olmazı, kent siluetine renk katan ana kilise. Dışı içinden daha görkemli. Burada 13. yüzyılda Meryem Ana Şapeli varken, Prens Sigismund tarafından bu Şapel büyük bir katedrale dönüştürülmüş ve bina 1488 yılında tamamlanmış. Burası Münih ve Freising başpiskoposluğunun merkezi. Bavyera’da bir çok kilisede göreceğiniz soğan biçimli kubbelerin en güzel örneklerinden biri Frauenkirche’de, bu bakır kubbeler 1525 yılında eklenmiş. İki kule yaklaşık aynı uzunlukta, 99 metre; Şehir merkezinde bu kulelerden yüksek bina yapılmasına izin verilmiyor. Kırmızı tuğladan gotik tarzdaki Katedral, 20.000 kişilik kapasiteye sahipmiş; uzunluğu 100 metre, genişliği 40 metre. Katedral içindeki 1500’lerden kalma Meryem Ana tasviri ile Aziz Andreas altarına dikkat. Katedralin kuleleri, birkaç yıl önce gidişimde de tadilattaydı, bu yıl gittiğimde de; onun için tepesine çıkılamıyor. Katedral, 2.Dünya Savaşında hasar görmüş ama Şeytan’ın ayak izi olarak bilinen girişteki kara leke duruyor. Efsaneye göre, Katedral yapıldığında Şeytan burada durmuş ve minik pencereli bu koca binaya gülmüş de gülmüş.

Peterskirche

Marienplatz’da Rindermarkt tarafında yer alan Peterskirche, Neues Rathaus’un karşısında, biraz aşağısında kalıyor. Merkezdeki en eski kiliselerden, 11.yüzyılda yapılan ilk kilise zaman içinde değiştirilip genişletilmiş. Münih’teki ilk manastır yerleşkesi olarak da biliniyor. 18 yüzyıldan kalma altarı ve tavandaki freskolar göz alıcı. Kilisenin ‘Alter Peter’diye bilinen kulesinin sadece 2 tarafında saat var, bu kuleye 299 basamakla çıkılabiliyor. Çıkabilirseniz Münih’in kalbi olan bölgenin en güzel manzarasını görebilirsiniz. Yalnız kulenin tepesine çıkmak için 299 basamak yanında 3 Euro da ödemek gerekiyor. Kule, sabah haftaiçi 9, haftasonu 10’da açılıyor, akşam ise kışın 17.30, yazın 18.30 da kapanıyor.

Michaeliskirche

Michaeliskirche, Karlsplatz ile Marienplatz arasındaki yolda yer alan kilise Kuzey Alplerin en büyük Rönesans kilisesi olarak kabul ediliyor. Güney Almanya erken barok döneminin etkilerini taşıyan, ön cephesinde de maniyerist etkiler görülen kilise, bölgenin ilk Cizvit kilisesi olarak kabul edilmekte olup, William V tarafından 1583-1597 yılları arasında yaptırılmış. Wittelsbach Hanedanının bir çok üyesinin naaşı burada bulunuyor; Saraylarla ilgili diğer yazımızda adını sık sık duyacağınız masalsı kral II Ludwig’in mezarı da burada…

Sık sık önünden geçeceğiniz bu Kiliseye bir göz atın, barok süslemeleri göz alıcı, kapısındaki Başmelek Mikail’in canavar şeklindeki şeytanla savaşını tasvir eden heykel dikkat çekici. Binanın yapımı sırasında kulesi çökmüş, yani Başmelek Mikail şeytanla mücadelesine ara verip biraz kilisenin yapıma destek vereymiş, iyiymiş… Kilisenin iç dekorasyonunda, Katolikliğin gerçek iman yolu olduğunu gösteren tasvirler varmış.

Theatinerkirche (Sankt Kajetan)

Bu kilise, Odeonplatz’da yer alıyor, metro durağından çıkar çıkmaz göreceksiniz; İtalyan barok tarzının haşmeti dikkatinizi çekecektir.

1663-1690 yılları arasında Elektör Ferdinand ve eşi Henriette Adelaide tarafından Max Emanuel’in doğumu nedeniyle yaptırılmış. Katolik kilisesinin ön cephesi rokoko süslemeleriyle dolu. Kilise’nin kuleleri zamanın mimari anlayışı için oldukça sıra dışıymış ve yapımı çok tartışma yaratmış. Kilise’de Bavyera hanedanının bir çok üyesinin naaşı bulunuyor, Kral Maximilian II, bunların başında geliyor.

Assamkirche (St Johann Nepomuk)

Burası, diğerlerine göre daha küçük hacimli bir kilise, ama içi ne şatafatlı, ne şaşaalı, oymalar, resimler, freskolar, heykeller, insanı şaşkına çeviriyor.

1733-1746 yıllarında Asam kardeşlerin kendi özel kiliseleri olarak yaptırılmış, ancak baskıyla sonradan halka açılmış. Aslında Asam kardeşlerin kendilerine ev yapmak için satın aldıkları 2 bina ve çevresindeki arsaların birleştirilmesinden oluşan, her santimi ince işçilikle bezeli, gözünüzü alamayacağınız bir yer. Kilise, Güney Almanya’daki geç Barok tarzın en önemli temsilcisi kabul ediliyor. Kilise, Tuna’da boğulan Bohemyalı keşiş Nepomuk’a adanmış; tavanda da, Aziz Nepomuk’un hayatını anlatılıyor, kemik parçası da kilisede saklanıyor. 2.Dünya Savaşı sırasında ciddi hasar görmüş bir yer. Burası Sendlinger metro durağına yakın, Marienplatz ile Sendlinger Kapısı arasındaki yolun üstünde.

Heiliggeistkirche

Münih

14. yüzyılda gotik tarzda yapılan kilise, 1724-1730 yılları arasında yeniden tasarlanmış, içerisi Asam kardeşler tarafından yaptırılan rokoko freskolarla süslüyken dış cephe 1885 yılında yeni barok tarzında yapılmış.

2. Dünya Savaşı sırasında hasar gören Kilise, Marienplatz’da Viktualienmarkt’ın hemen yanında… Kilisenin içi görülmeye değer.

Bürgersaal Kirche

Karlsplatz’da bulunan kilise, 1710 yılında yapılmış olup Cizvit bağlantılı Meryem Ana cemaatine aittir.

Ignaz Günther’in rokoko heykeli Koruyucu Melek ve 2. Dünya Savaşı sırasını sağlam atlatan freskolar görülemeye değer. Kilise, 2. Dünya Savaşı sırasında kentin önde gelen Nazi karşıtlarının ve semt rahibinin naaşlarına ev sahipliği yapmakta.

Ludwig Kirche

Odeonsplatz ile Universitat durakları arasında ana caddede olan ikiz kuleli bu Kilise, romanesk kiliselerden etkilenilerek 1829-1844 yılları arasında yapılmış.

Koro bölgesindeki Peter von Cornelius tarafından yapılan mahşer freskosu görülmeye değer. Bu, 19 metreye 11.50 metre boyuyla dünyanın en büyük freskolarından biri olarak kabul edilmekteymiş. İsa’nın Doğuşu ve Çarmıha Gerilişi de Kilise’deki büyük ölçekli freskolardan… Ayrıca dört müjdeci ve İsa heykeli de dikkate değer eserlerden

Sankt Lukas Kirche

St.Lukas Kilisesi, Münih’teki en büyük Protestan kilisesi, 1893-1896 yılları arasında tamamlanmış. Isar’ın kıyısında, Marienplatz ile Steinsdorfstrasse arasında bulunan Kilise’nin dış cephesi romanesk formdayken iç yapısı erken Ren-Gotik tarzında. Kilisenin pencere vitrayları, zamanın en önemli ustası Charles Dixon tarafından yapılmış ancak ne yazık ki, 2.Dünya Savaşı sırasında hasar görmüş, 1946 yılında aynı görkemi yakalayarak yenilenmiş.

Sankt Anna Klosterkirche

Lehel’deki (U4 ile gidilebilir) St Anna Kilisesi 1887-1892 yıllarında rokoko tarzında yapılmış.

Sankt Benno Katholische Kirche

Nispeten yeni bir kilise; Şehrin büyümesi sonucu, 1908 yılında neoromanesk tarzda yapılmış. Theresienstrasse metro durağına civarındaki kilise, önünde Aziz Benno’nun heykeli, altarı ve vitrayları ile dikkat çekici. Ama biraz uzak; bu kadar kilise yetmedi bana diyorsanız, Maxvorstadt meydanına kadar gideceksiniz mecburen.

Dreifaltigkeitskirche

Frauenkirche’nin arkasına düşen Kutsal Teslis Kilisesi, İspanya ile girilen savaşta adak olarak 1711-1718 yıllarında yapılmış; Bavyera tipi barok tarzdaki Kilisenin kubbesindeki Cosmas Damian Asam’ın Kutsal Teslis Freskosu özellikle dikkate değer. Burası 2.Dünya Savaşında hasar görmeyen ender yapılardan biriymiş.

Paul Kircke

Theresienwiese durağından ulaşabileceğiniz bu görkemli Roman Katolik kilise, 1892-1906 yıllarında gotik tarzda yapılmış, halen tadilatta olduğu için dış görüntüsü hakkında pek bir şey diyemeyeceğim.

St Boniface Manastırı
SAMSUNG CAMERA PICTURES

Maxvorstadt civarında olan bu Kilise, I.Ludwig tarafından 1835 yılında kurulmuş bir Benedikt manastırı. Bizans tarzında yapılmış yer, 2.Dünya Savaşı sırasında çok hasar görmüş, restore edilmiş… İdari hizmetleri de kapsayan yapının içi tamamen modern bir havada.

Sinagog

Marienplatz ve Sendlinger durakları arasında  St Jakobs Meydanı’nda bir sinagog ve Yahudi Müzesi var. Gittiğimde kapalıydı; salı-pazartesi 10-18 saatleri arası açıkmış. Dachau Toplama Kampı bir yanıyla Yahudi Müzesi de olduğu için tekrar gitmeye çabalamadım. İlgileniyorsanız….

Müzeler

Münih bir müzeler şehri… Bir geziyi sadece müzelere ayırsanız yeridir, özellikle resim sanatı size hitap ediyorsa, burası sizin cennetiniz. Ben Münih denince akla gelen belli başlı müzeleri gördüm ama liste bunlarla sınırlı değil. Benim gittiğim müzelere gidecekseniz, en azından iki gününüzü ayırmanız gerekecek, o da ‘acaba sanatçı burada ne demek istemiş’ rahvanlığıyla değil, ona göre…

Glyptothek ve Ulusal Antik Eserler Koleksiyonu (Staatliche Antikensammlungen)

Münih
Burası Münih’in müze bölgesinin başlangıcı; Köningsplatz durağında indiğinizde karşınıza çıkacak. Ancak Hauptbahnhof’tan burası çok yakın, Luisenstrasse boyunca 10 dakikalık bir yürüyüşle ulaşabilirsiniz.

Köningsplatz’da görmemezlik edemeyeceğiniz bu iki devasa müze, sizi antik Yunan-Roma-Etrüks dünyasına götürecek. Birbirinin tamamlayıcısı olarak görülen ve karşı karşıya bakan bu iki bina, sütunlu girişleriyle zaten antik Yunan havasını ilk görüşte yansıtmakta.

Münih Aslında iki bina arasında yer alan Propylaen, dor tarzıyla bu havayı pekiştirmektedir. Ancak Propylaen, bir müze değil, şehrin yeni bölümüne ait bir giriş kapısı olarak görülebilir, o nedenle burası yazımızın diğer bölümlerinde anlatılacaktır.

I. Ludwig’in antik dünyaya ilgisinin somut örneği bu müzeler. Özellikle Glytothek, I Ludwig’in antik Yunan ve Roma heykel koleksiyonu için1816-1830 yılları arasında yapılmış. Buraya Isar kıyısındaki Atina denmesi de bu nedenle… Binanın dış cephesi Yunan tapınaklarını andırıyor, içerisi ise antik Roma tarzında yapılmış. Binanın içi renkli mermerlerle döşenmiş. Burası antik dönem heykellerine ayrılmış ilk müzeymiş. Sergide, arkaik dönemden, Yunan klasik döneme, Helenistik dönemden Roma dönemine kadar bir çok antik eser yer almakta. Heykeller açısından bu dönemlerin arasındaki fark ise insan vücudunun biçimlendirilmesinde görülüyormuş. Müzede antik dönemin tapınak ya da önemli binalarından alınan eserler yanında, dönemin şairlerinin, politikacılarının, filozoflarının büstleri de bulunmakta. Mnesareta lahit steli, Aphia Tağınağından alınan heykeller, yorgun atlet heykeli, müzenin öne çıkan eserleri.

Münih

Glyptothkek’in tam karşısında ise neoklasik tarzda yapılan korint esintili sütunlarıyla antik Yunan havası estiren Ulusal Antika Eserler Koleksiyonu Binası yer almakta. Burada Yunan-Roma-Etrüks eserleri bulunmakta, özellikle vazo koleksiyonu çarpıcı. Bina I Ludwig tarafından 1848 yılında yaptırılmış. Wittelsbach Hanedanı’nın antika eserlerini ev sahipliği yapan müzede en çok Ludwig I’e ait koleksiyonlar yer almakta.

Her iki müze genel olarak 10-17 saatleri arasında açık ancak Antik Eserler Koleksiyonu çarşambaları, Glyptothek perşembeleri saat 20’ye kadar açık.

Buradaki örnekler belki türünün en iyi örnekleri ancak zamanınız kısıtlıysa iki müzeyi 1 saatte gezebilirsiniz, ne de olsa ‘bunlardan bizde çok var.’

Alte Pinakothek – Neue Pinakothek – Pinakothek der Moderne

Burası da birbirini tamamlayan bir müze grubu. Özellikle resim sanatı ile ilgili olanlar için rahatlıkla bir günü geçirebileceğiniz, resimlerden, tablolardan oluşan yalıtılmış bir dünya sunacak bir yer. Tabii, o tablolar zaman zaman hayatın acılığını gözünüzün içine sokacak, o ayrı…

Burası Luisen Strasse üstünde, on dakika yürümeyle ulaşabileceğiniz bir yer. Alte ve Neue Pinakothek’ler birbirine bakıyor. Alte – Neue – Moderne pinakothek binaları da kendi aralarında bir üçgen oluşturuyor. 

Bu üç müze genelde 10-18 saatleri arasında ziyarete açık. 

Bu üç müzeyi bir gün içinde olmak kaydıyla kombine bilet ile gezebilirsiniz. Yok bana üç müze yetmez, en az beş olsun derseniz; bu üç müzeye ilaveten Schack ve Brandhorst müzelerini de kombine bilete ekleyebilirsiniz. 

Alte Pinakothek, 1826-1936 yılları arasında neoklasik tarzda inşa edilmiş, dünyanın en önemli resim koleksiyonlarından biri olarak görülüyor. 16. yüzyılda IV.Wilhelm’in Sarayı tarihi resimlerle donatma fikri koleksiyonun çıkış noktası olmuş; ardılları olan krallar da sanat düşkünü olunca ortaya 14-18 yüzyılları kapsayan müthiş bir koleksiyon çıkmış. Bina Bavyera hanedanlığının resim kolleksiyonunu muhafaza etmek için I.Ludwig tarafından planlanmış. Müzede 14-17 yüzyıllarının Alman ressamları (Albrecht Dürer, Stefan Lochner, Matthias Grünewald, Johann Liss gibi), 15-18 yüzyıllarının Hollanda ve Felemenk ressamları (Rogier van der Weyden, Dieric Bouts, Hans Memling, Hieronymus Bosch, Rembrandt van Rijn, Pieter Lastman, Gerard Terborch, Pieter Brueghel, Peter Paul Rubens, van Dyck gibi), 13-18 yüzyıllarının İtalyan ressamlar (Leonardo da Vinci, Raphael, Sandro Botticelli, Titian, Tiepolo gibi), 16-18 yüzyılları arasının Fransız ressamları (Nicolas Poussin, François Boucher gibi), 16-18 yüzyılları arasının İspanyol ressamları (El Greco, Velazquez, Murillo gibi) size görsel bir ziyafet çekecek. Müzenin Rubens koleksiyonu dünyaca meşhur. Resim sanatının şahikalarının ardarda sıralanması, konuyla hiç ilgisi olmayan bir insanı bile büyülüyor. Ama siz Boucher’in Madame de Pompadour ve Murillo’nun Üzüm Yiyen Dilenci Çocukları’na dikkatli bakın, gezimiz boyunca ya tablo olarak, ya tablonun kahramanı olarak bize başka yerlerde eşlik edecek.

Neue Pİnakothek’in ilk kurucusu I.Ludwig; ancak bina 2.Dünya Savaşı’nda yıkılınca yerine yapılan 1981 tarihinde yeniden açılmış. Müzede Alman ressamları yanında Fransız realistler, empresyonistler, post empresyonistler, sembolistler, noktacılık, sezession gibi akımlardan örnek tablolar yer almakta. 18-19 yüzyıl ressamlarının ağırlık kazandığı müzede, Manet, Monet, Cezanne, Renoir, Gauguin, Degas, Pissara gibi empresyonismin ağır toplarının resimleri özellikle ilgi çekici, tabii Van Gogh’un Ayçiçekleri hemen dikkatinizi çekecek. Bunun yanında Toulouse Lautrec, Gustav Klimt, Edvard Munch, Paul Signac gibi sembolizm ve art nouveau akımın öncüleri, Picasso, Rodin gibi bir çok sanatçının heykelleri, Goya gibi ustaların resimlerini görebilirsiniz. Resim sanatıyla ilgiliyseniz ve hazır Almanya’dayken, çeşitli sanat akımlarının takipçisi olmuş Alman ressamlarının eserlerini, özellikle Biedermeier Akımı, Roma’daki Almanlar, Wilhelm Liebl ekolü gibi özellik taşıyan bölümleri görebilirsiniz.

Moderne Pinakothek ise Alte ve Neue Pinakothek’i tamamlamak ve sanat tarihi sürecini günümüze getirmek için kurulmuş, içinde dört ayrı müzeyi barındırmakta; Yeni Müze, Tasarım Müzesi, Mimarlık Müzesi ve Grafik Müzesi… Müzede Picasso, Braque, Matisse, Beckman resimleri yanında tasarım, grafik, takı, mimarlık alanlarında da eserler bulunmakta. Pop art, minimalizm gibi akımların da yer bulduğu, muhtelif sanat projelerinin, resimlerin, videoların olduğu Müze’de, Andy Warhol, Henry Moore, Franz Kline gibi sanatçıların eserlerini görebilirsiniz. Müze bir bütün olarak beni zorlayan cinsten. Çağdaş sanata pek vakıf olamadığımı burada bir kez daha anladım; Müzeyi gezerken birden tiz bir düdük sesi duyunca bunun bir enstalasyondan gelen ses olduğunu düşünüp pek aldırmadım, meğer yangın alarmıymış, neyse ki yanlışlıkla çalmış, yoksa cehaletimin bedelini cayır cayır yanarak ödeyecektim.

Bayerisches National Museum

Münih

1885 yılında Kral Maximilian II tarafından kurulan müze, antik dönemlerden 20.yüzyıla uzanan bir süreçte Avrupa sanatının muhtelif dönemlerinden eserler barındırmakta. 1894-1900 yılları arasında Prinzregentenstrasse üstünde yapılan yeni binaya taşınan Müzeye, 17, 18 hatlarıyla ulaşabilirsiniz. Müze pazartesileri kapalı, diğer günler saat 10’da açılıyor ve 17’de kapanıyor, Perşembe günü kapanış saati 20. Giriş ise 7 Euro. Müzede antik eserlerden, Orta Çağ’ın dinsel tasvirlerine, Rönesanstan, baroğa, porselen, fil dişi, cam, altın ve gümüş, metal, ahşap gibi çeşitli malzemelerden yapılan giysiden, savaş eşyalarına, biblolardan müzik aletlerine, mobilyadan mücevherata, saatlerden teknik aletlere kadar çeşitli objeler yer almakta. İsmi Bavyera olsa da, sınırı tüm Avrupa’ya uzanan bir kapsamda…

Müzenin ana binası 3 katlı; yanlarındaki ek binalarla oldukça haşmetli bir yapı. Orta Çağ bölümünde Güney Almanya’nın çeşitli kilise ve manastırlarından toplanan dönemi temsil eden heykel, ahşap oyma, resim gibi eserler görülebilir; bunlar fil dişi, ahşap, mermer işçiliğinin göz doldurduğu eserler. Gotik bölümde Augsburg Dokumacılar Loncasını konu edinen resim ile ahşap işçiliğin öne çıktığı dolaplar dikkate değer. Rönesans bölümünde goblenler, heykeller, mücevherler yanında ressam, matematikçi, matbaacı Albrecht Dürer’e ayrılan kısmı kaçırmayın. Barok ve rokoko bölümlerinde de, bu akımın Almanya’daki etkisini izleyebileceğiniz türlü objeler var, boyalar, camlar, porselenler, altınlar, ve gümüşler, hepsi ilginizi çekmek için yarışacaklar.

Bu arada, Alman rokoko akımından Ignaz Gürnther ve Johann Baptist Straub’un heykellerine zaman ayırın. 19 yüzyıl bölümünde, Wittelsbach Hanedanının Fransa ile yakınlaşmasının etkilerini taşıyan Fransız tarzı neo klasik eserler yer almakta. Ve art nouveau döneminin ışıltılı, ince işlemeli, bol doğa esintili porselen, değerli taş, cam eserler, özellikle Tiffany parçalar hem tanıdık gelecek hem büyüleyici…

Etnografik ve folklorik objelerin de bulunduğu müzenin belki de en ayrıcalıklı bölümü doğuş sahnesi diye çevrilebilecek ‘nativity scenes’ düzenlemelerinin olduğu yer.
Genellikle noel dönemlerinde, çeşitli malzemeler kullanılarak İsa’nın doğumunun –veya diğer dinsel konuların- minik objelerle sergilenmesi olarak açıklanabilecek ‘nativity scenes’ Müzede ‘Krippen’ (Beşik) olarak adlandırılan kısımda. Zamanla din dışı konuları da ele alan bu sanatın en özgün örnekleri görülebilir.

Münih

Bavyera ve İtalyan sanatçılar tarafından 1700-1900 dönemlerinde yapılan eserleri barındıran bu bölüm, eminim sizde hayranlık uyandıracak; ince ince işlenmiş onlarca biblo (İsa, Meryem, havarilerden tutun tezgahtaki sebzelere, göklerdeki melekten duvardaki eleğe kadar) çok küçük bir alanda bizlere boyutlarından fersah fersah fazla bir güzellik sunmakta.

Bu bölümün bir de sürprizi var; minik objelerle üç boyutlu olarak düzenlenen bir Pieter Brueghel tablosu…

Belki Münih’te adı en çok duyulan müze burası değil ama bence mutlaka görülmesi gereken bir yer; Münih’in ünlü üçlü müzelerinden (alte-neue-moderne) hiç de geri kalmayan bir yer. Burada geçireceğiniz süreyi en az 2 saat olarak düşünün, gezi sonrası müze bahçesindeki kahve molası buna dahil değil.

Schack Galerie

Adolf Friedrich von Schank’ın koleksiyonuna ev sahipliği yapan Prinzregentenstrasse’deki bu Müze’ye 17,18 hatlı tamvaylarla gidebilirsiniz. Giriş 4 Euro. Böcklin, Lenbach, Feuerbach gibi daha çok 19 yüzyıl Alman ressamların resimleri bulunmakta. Carl Spitzweg’in 1855 yılına ait ‘Kahvehanedeki Türkler’ tablosu ilginizi çekebilir.

Alman ressamlara ait İtalya manzaraları özellikle dikkat çekici. Sadece ilgilisine öneririm, diğer müzeler arasında insanın aklında çok kalmayan bir yer.

Stadtmuseum

Münih

Müze Viktualienmarkt’ın hemen yanında, Sankt Jakobs Meydanı’nda beyaz gotik binada bulunuyor. Müzeye giriş 4 Euro; pazartesi hariç 10-18 saatleri arasında ziyarete açık. 1880 yılında kurulan ve o dönem daha çok arşiv niteliği olan Şehir Müzesindeki en önemli eserlerden biri Erasmus Grasser’in 1480 yılında yaptığı Mağribi Dansçılar heykeli. Ayrıca silah koleksiyonu, dünyanın sayılılarından olan oyuncak bebek koleksiyonu, çeşitli sanat akımlarının izlerini taşıyan mobilyalar, bira yapımı malzemeleri, müzik aletleri Müze’de görebileceğiniz eserlerden. Ayrıca baskı, film, fotoğraf koleksiyonları da mevcut. Orta Çağ’dan günümüze Münihlilerin günlük yaşantısına yönelik objelerin sergilendiği Müze’de Typisch München sergisi dikkate değer. Bence Müzenin en dikkat çekici yanı binanın kendisi. Cephanelik olarak 1491 -1493 yıllarında yapılan binaya yıllar içinde eklemeler yapılmış ama gotik havası hep aynı kalmış. Burası Sinagog ve Yahudi Müzesi’nin de tam karşısı. Münih’te o kadar çok ve harika müze var ki, ne desem bilmem, benim gibi takıntılı biri değilseniz burayı atlayın gitsin…

Branhorst Museum

Münih

Udo ve Anette Brandhost’un koleksiyonuna ev sahipliği yapan ve 2009 yılında açılan Müze, Pinakothek der Moderne’nin karşısında, rengarenk dış cephesiyle dikkatinizi çekecektir.

Müze, Salı-Pazar 10-18 arası açık, ancak perşembeleri kapanışı saat 20’de. Çağdaş sanata ayrılan Müze, Andy Warhol, Jean Michel Basquiat, Joseph Beuys, Cy Twombly gibi sanatçıların eserlerinine ev sahipliği yapmakta. Benim en çok dikkatimi çeken eser, Jeff Wall’ın 1946 yılındaki ‘Arıcaköyü’nden bir köylünün Mahmutbey-İstanbul’a varışı’ isimli fotoğrafı…

Münih

Zamanınıza göre gidip gitmemeye karar verin.

Lenbachhaus

Münih
Burası Hauptbahnhof’tan müze bölgesine gelmek üzere yürüdüğümüz Luisen Stasse üstünde, Propylaen’nin tam karşısında bir müze…

Metro kullanacaksanız Königplatz’da ineceksiniz. Türlü renkli camlardan oluşup tavandan aşağıya sarkan bir anaforu andıran giriş çok etkileyici. Ressam Franz von Lenbach için 1887-1891 yılları arasında yapılan İtalyan tarzı bu villada, 1929 yılından beri Kent Sanat Galerisi bulunmakta. Müzenin önemi ise, ‘Der Blaue Reiter-Mavi Süvari’ grubuna ait en büyük koleksiyona sahip olması. Bu akımın en önemli temsilcisi olan Vassily Kandisky’nin resimlerinin yer aldığı Müze’de Jan Polak’ın Bir Adamın Portresi’de görülebilir. Metro istasyonunun altındaki ek binada da, Müze kapsamında geçici sergiler bulunmakta.

Mavi Süvari ise, Franz Marc ve Vassily Kandisky tarafından 1911 yılında oluşturulan ve isim olarak Kandisky’nin 1903 yılında yaptığı resmin ismini (Der Blaue Reiter) alan bir akımmış ve temel olarak Alman dışavurumculuğunun bir kolu olarak görülüyormuş. Müzeyi gezme süresi, tamamen konuya olan ilginize bağlı. Şu kadarını not olarak düşeyim; Müzenin en büyük süksesi olan Kandisky’nin başka resimleri diğer müzelerde görülebilir.

Bunlar tamam; peki Müze içinde sergilenen o soba ile kullanılmış süpürgelerin anlamı neydi, bilemedim. Beni onların önüne koyun, sanatçı bu çalışmasıyla bize ne anlatmak istemiş diye de sorun ve ertesi gün gelin; ben hala o sobanın önünde bicevap oturur olurum. Daha gezilecek çok yer, kafa yoracak çok çağdaş sanat eseri var; fazla oyalanmayın derim…

Deutsches Museum

Isar Nehri’ndeki bir adacığa kurulu olan bu bilim ve teknoloji müzesini kaçırmayın. Burası dünyanın en büyük bilim ve teknoloji müzesi, Münih’teki en büyük müze. Alman Mühendisler Odası tarafından 1903 yılında kurulan müze, insanı bilim ve teknoloji tarihinde bir geziye çıkardığı gibi, gündelik hayatımızdaki bir sürü elektronik aletin sırlarına vakıf olmamızı da sağlıyor.

Müze Galileo’nun bilim çalışmalarını sürdürdüğü atölyeden uzayın derinliklerine kadar geniş bir yelpazede, 50 farklı bilim ve teknoloji dalında 28.000 farklı obje barındırıyor. Müzenin biri Münih’in 18 km dışında biri Bonn’da olmak üzere iki şubesi var. Müzeye giriş 11 euro ve Cuma hariç 9-17 saatleri arasında ziyarete açık. Müze’ye U1, U2,U7 hatlarının geçtiği Fraunhofetstss Durağından ulaşabilirsiniz. Deneysel sergilemelerin de olduğu müzede, cam yapımından, elektrik deneylerine kadar bir çok uygulamalı bölüm görebilirsiniz. Dünyanın oluşumunu gözümüzün içine soka soka anlatan bölüm tavsiye edilir; görmek isteyen gözlere… Burası zaman isteyen bir Müze, çoluk çocuk seyahat ediyorsanız mutlaka buraya ayıracağını zamanı artırın. Şehir merkezinde, Viktualienmarkt civarında, Peter Kirche’nin tam karşısında Deutsches Museum’un hediyelik eşya satan bir şubesi daha var.

BMW World

Pazartesi-cumartesi 7.30 ‘da, pazarları 9’da açılan yer, gece yarısına kadar ziyaretçi kabul ediyor. BMW’lerin çekiciliğine karşı koyamayanların kayıtsız kalamayacağı bir yer; dönemler itibariyle BMW’ler karşınızda… Görsel çekicilik çok güzel, bir kez gitmeye değer. Münih’te başka sanayi markalarının da yerleri var (Siemens gibi) ama bana BMW yetti, diğerlerine gitmedim.

Gidebilirdim ama gitmedim

Burada iki müzeden bahsedeceğim, ben gitmedim ama modern resme doyamadım diyenler için Haus der Kunst, bir başka çağdaş sanat durağı olabilir. Yine 17,18 hatlı tramvaylarla gidilebilir, bu da Prinzregentenstss’de. Modern sanat sergilerine ev sahipliği yapan neo klasik tarzdaki bina 1933-1937 yıllarında yapılmış.

Münih
Bir de Völkerkunde Museum (Etnografya Müzesi) var. Maximilianstrasse’de 1858-1865 yılları arasında yapılmış muhteşem binanın ön cephesi, Bavyeralıların güzel özelliklerini simgeleyen (vatansever, çalışkan, yüce gönüllü, sadık, adil, cesur, bile ve dindar- biz ‘Türk öğün güven çalış’ deyince olay olur ama…) 8 adet heykelle süslü. 1925’ten beri etnoğrafya müzesi, halen dünyanın beş kıtasından örnekleri ağırlayan bir müze. Zaten ismi de artık ‘Fünf Kontinente Museum’; tüm dünya kültürlerinin izlerini görebileceğiniz bir yer.

Ama benim gezim o kadar globalleşmeye uygun değil, onun için girişte buda heykelini görünce girmekten vazgeçtim; Münih’e gelip Uzak Doğu’nun mistisizmini, Afrika’nın kabile maskelerini görmek aklıma yatmadı. Hazır oraya gitmişken, tam karşısındaki görkemli binaya da dikkat…

Münih

Bu arada aynı nedenle Münih’teki Mısır Müzesi’ne de gitmedim. Ayrıca değerli taş, fotoğrafçılık gibi müzeler de var ama onlar üstünde durmadım bile.


Ayrıca Marienplatz’da Michaelskirche’nin hemen yanındaki gösterişli rokoko binada Avcılık Müzesi yer almakta; burası eskiden Augustinusçu bir tarikata ait kiliseymiş. Asıl bina 1300’lü yıllardan kalsa da 15 yüzyılda tekrar yapılmış, 1620’de rokoko tarzında yenilenmiş. Dışardan binasını görmek yeterli oldu bana ama avcılıkla ilgilenenler düşünebilir.

Parklar, Bahçeler, Öteler

Münih’te ne kadar müze, kilise, heykel, anıt varsa gezdik dolaştık; şimdi parklara açılma, doğayla bütünleşme zamanı. Münih bu açıdan da çok zengin. Şehir dışına çıkmanıza gerek yok, şehir içinde bir sürü park, bahçe var. Ben gezilerim sırasında hayvanat bahçesi, deniz dünyası gibi yerleri es geçerim. Bu sefer de öyle oldu. Ama isterseniz var.

Bu sefer gittiğim ama gezmediğim bir yer de Olimpiapark. 1972 yılındaki Münih Olimpiyat Oyunları için hazırlanan bu spor kompleksinin en göz alıcı yeri 290 metre yüksekliğindeki televizyon kulesi Olympiatrum. Ama gittiğim gün hava yağışlı ve puslu olduğu için kuleye çıkmadım. Parkı ise daha önce görmüştüm, yağmur çamurda tekrar dolaşmadım. Olypiazentrum durağından ulaşabilirsiniz; yeşillikler içine serpiştirilmiş muhtelif spor alanlarını gezebilirsiniz. Ama Münih’in çok daha cazip parkları var.

Bunların başında da Englischer Garten geliyor. 5 km2’lik bir alana yayılan ve 1789 yılında Karl Theodor tarafından tasarlanan Park, bugün İngiliz Bahçesi olarak ün salmış. Park içindeki 1837 yılı yapımı neo klasik tapınak Menopteros ile 1790 yılında pagoda tarzında yapılan 5 katlı 25 metre yüksekliğindeki Çin Kulesi, Parkın göz alıcı yapılarından. Ama spor yapmak, dinlenmek, şehrin içinde olup şehrin kargaşasından uzaklaşmak istiyorsanız burası her mevsimde ayrı tatlar verecek bir yer. Münih’teki zamanınız nedir, bilemem ama aklınızda bir parkta zaman geçirmek varsa o, Englischer Garten olmalı. Hatta bizim büyük şehir belediye başkanlarını zorla getirmek lazım, şehrin en rant yapacak yerinin nasıl da şehir halkına ayrılabileceğinin ispatı olarak.

Münih

Şehir içinde Residenz ile Englischer Garten arasındaki Hofgarten ise daha şehir merkezine yakın, Odeonsplatz’da… 1613-1617 yılları arasında Maximilian I tarafından Rönesans stilinde yaptırılmış. Parkın batıdaki girişinden kuzeye uzanan duvarlarda Bavyera tarihini anlatan resimlerle süslü.

Münih
Parkın ortasında bir çeşme ve Diana Tapınağı bulunmakta. Parkın doğusunda ise önceden askeri müze olarak kullanılan bina görülebilir, burası şimdi ise Eyalet Başkanlığı binası.

Buranın hemen yanında I.Dünya Savaşı’nda ölenler için yapılan bir anıt var. Hofgarten’ın hemen yanında ise, Bavyeralı şairlere adanmış Dichtergarten (Şairler Parkı) bulunmakta.

münih- gezi -rehberi

Bir başka park ise Botanischer Garten. Adalet sarayının hemen yanında olan bu güzel park, nefis bir havuzla süslenmiş. Ayrıca bir Botanischer Garten’da Nymphenburg Sarayında var. Zaten Nymphenburg Sarayının parkı, göletleri, ağaçları, çiçekleri, aralardaki heykelleri ile zaten başlı başına görsel bir şölen.

Aslında parktan ziyade yürüyüş yolu olarak düzenlenmiş Isar Nehri kıyısı da dinlenmek için ideal bir yer. Friedenengel Heykeli ya da Maximilianeum’un görüntüleri eşliğinde Nehir kıyısında yapacağınız bir yürüyüş keyfinizi artıracaktır.

Volksbad… Tamamen şans eseri rastladığım bu havuz, 1991 yılında açılmış ve art nouveau tarzıyla Avrupa’nın en güzel havuzlarından sayılıyor. Siz en iyisi bavula bir de mayo koyun…

Ama şehirden biraz uzaklaşayım, doğaya döneyim derseniz, masmavi sularıyla Starnberger See ya da Ammer See sizi bekliyor. Ammer See, S8 hattının sonunda. Starnberger See ise S6 hattında, son dört durak (Starnberg, Possenhofen, Feldafing ve Tutzing) ile ulaşabilirsiniz. Ben Starnberger durağında indim, zaten durak hemen gölün yanında. Belli ki yazın burası tam havasını buluyor, beachler, tekneler yazı beklemekte… Ama Mart ayında da Göl harikaydı. Karşıda Alplerin silüeti, kıyıda birkaç yerleşim yeri, etrafta bir iki kafe… Kur masayı suyun içine, döşe çilingir sofrayı; buranın tadı böyle daha çok çıkar. Ama ben göle karşı bira ile yetindim.

Bira demişken Münih’te Marienplatz’a yakın bir bira evi var ki mutlaka görmelisiniz. Hofbrauhaus, 1589 yılında V.Wilhelm tarafından Alter Hof içinde kurulmuş, 1654 yılında Platzl’a taşınmış. Buranın halka bira satabilmesi ise ancak 1830 yılında gerçekleşmiş.

Bina bugünkü neorönesans tarzına 1896 yılında kavuşmuş. Yazın avlusunda keyifle biranızı yudumlayabilirsiniz ama iç kısımda gayet eğlenceli. Bavyera geleneksel giysileriyle garsonlar biranızı getirirken bir yandan da canlı Bavyera havalarıyla coşabilirsiniz.

Viktualienmarkt’da aynı şekilde bira içip yemek yiyebileceğiniz bir yer. Ama burası aslen 200 yıldır Şehrin ana pazar meydanı. Sebze meyveden peynire, çiçekten et mamullerine birçok ürünü taze olarak bulabilirsiniz. Meydanda minik çeşmelerin yanında komedyen Karl Valentin’in de heykeli bulunmakta. Buranın hemen yanında ise hal binasından dönüştürülmüş türlü mutfakların sergilendiği Schrannenhalle var.

Yeme İçme

Evet, bitti; Benim Münih’te gezdiğim gördüğüm yerler bunlar… Yazının sınırları uzadıkça uzadığı için Münih’in yeme-içme, eğlence hayatına neredeyse hiç girmedim. Zaten Almanya mutfağı döne döne arayıp özleyeceğim bir mutfak değil. Ha, nerede yedin derseniz, Hofbrauhaus, karşısında yer alan Aylinger Wirsthaus ile yine o civardaki Augustiner am Platzt aklımda kalan yerler.

Geleneksel Bavyera mutfağından turp çorbası, Bavyera sosisi ve Bavyera stili ördek kızartmasını denedim. Yemeği geleneksel kıyafetli garsonlar sunuyordu; iyi de, gerçek geleneksel kıyafetler bu kadar derin göğüs dekolteli midir, bilemedim, insan ne yediğini anlamıyor.

Alışveriş

Alışverişte de benim ilgimi çeken Viktualienmarkt’dan alabileceğiniz et ve şarküteri ürünleri ile Peterkirche’nin karşısındaki dükkanlarda bulabileceğiniz metal el işçi eşyalar ve Marienplatz’daki dükkanlarda rastlayabileceğiniz bira kupaları… Ama dediğim gibi, gezimin ve yazımın amacı, Münih’i keşfetmekti. Umarım size iyi bir yol arkadaşı olur.

 

Khiva (Hiva) Gezi Rehberi: Orta Asya’da Zamanın Durduğu Şehir

Khiva sokaklarında zihnimde acaba hangi yüzyıldayız sorusu ile dolaştım. Her yer toprak rengi, yüksek surlar, turkuaz renkli çiniler, seramikler, minareler, medreseler, ahşap işlemeli kapılar, sokakta değişik kalpaklı kişiler, neredeydim?
Dünyanın en eski kültür merkezlerinden biri, Harezm (Hive) Hanlığının başkenti, Unesco Dünya Mirasları Listesi’nde bir açık hava müzesinde dolaşıyorum.

Khiva 2500 yıllık bir yerleşim yeri. İpek Yolu üzerinde kervanların durakladığı önemli bir kavşak. İki çöl arasında bir vaha olan Khiva, İskender, Amir Timur ve Cengiz Han’ın da işgallerine uğramış. On altıncı yüzyılda, Orta Asya’da İslami merkez olmak üzere Buhara ile rekabete girişilir. Bu amaçla büyük bir proje başlar, mimarlar, ustalar şehre getirilip günümüze kadar kalan eserler yaptırılır. Şehrin yapılarında görülen estetik seramik ve ahşap işlemeciliği şehre mimari açıdan da ayrıcalık sağlıyor. Khiva’da yer alan eserler de Orta Asya’da en iyi korunmuş İslam eserleri arasında sayılmaktadır.

Zerdüşlüğün kurucusu, Zerdüşt’ün de burada doğduğu ve yüzyıllarca bu dinin şehirde hakim olduğu belirtiliyor. Ancak şehir 19. yüzyılda köle ticaretinin yapıldığı, hırsızlık ve dolandırıcılığın yaygın olduğu namı kötü bir şehre dönüşmüş. Köle ticaretine 1917 Ekim Devrimi ile Sovyetler Birliği döneminde  yasaklanarak son verilmiş. 1970′ lerde de şehirde restorasyon çalışmaları başlanmış.

Khiva ‘İtchan-kala‘ yani iç kaleye girince açık hava müze geziniz başlıyor. 26 hektarlık bir ‘Devlet Arkeoloji ve Tarih Müzesi’  ve müzede 50’den  fazla tarihi yapı var.

Khiva’yı önce video ile gezmek isterseniz.

Eski şehrin dört yönde de kapısı var, ancak turist girişleri batı kapısından. Tabi bir müzeye girdiğiniz için ücret ödemeniz gerekiyor.
 

Diğer  Orta Asya şehirlerinde olduğu gibi burada da  güneşte kurutulmuş tuğladan yapılmış ve 6-8 metre yükseklikte şehir surları. Surların büyük bir kısmı yıkılmışsa da 2,2 km’lik bir bölümü restore edilmiştir. Tarih boyunda bu surlar saldırılarda yıkılmış tekrar  tekrar yapılmış. 

İlk durağımız Yazlık Saray’ın üzerinden çektiğim şehir manzarası ne kadar etkileyici bir şehirde dolaşacağımızı gösteriyor.

Şehir surlarının önünde bizi bir heykel karşılıyor. Matematikçi El Harizmi Heykeli. El Harizmi 780 yılında bu şehirde doğmuş, cebir biliminin kurucusu ve sıfır rakamını bulan kişi. El Harizmi’nin yazdığı cebir kitabı doğu ve batının ilk cebir kitabı olup, birinci ve ikinci dereceden denklemlerin sistematik çözümlerinin yapıldığı ilk eserdir.

Heykelin hemen arkasında görünen medrese şehrin önemli medreselerinden Mohammed Amin Khan Medresesi, 1855 yılında yapılmış. Khiva’da en büyük ve iki katlı Medrese otele dönüştürülmüş. Otel İç kalede yer alan ilk otel. Kaleye batı kapısından girer girmez hemen sağda. Bizim için çok büyük sürpriz oldu, bu muazzam eser bizim iki gece kalacağımız otel. Daha kapıdan girer girmez etkileyen şehrin, böylesine güzel bir otelinin hücresinde uyumak çok ilginç bir deneyim oldu. 
Medresenin avlusu

Bu tarihi şehirde, medrese hücresinde uyuduk, medrese sınıfında kahvaltımızı yaptık. 

Khiva’nın sembolü Kalta Minor. Hemen otelimizin önünde. Bu minare 19.yy. da yapılmaya başlanmış. Orta Asya’nın en yüksek minaresini yapmak amaçlanmış. Yapılmasını  isteyen Amir Khan 1855 yılında ölünce yarım kalmış. Bu hali ile üzerindeki mavi, yeşil, sarı çinileri ile göz alıcı.

İslam Khoja Minaresi, 1908 yılında yapılan 45 metre yüksekliğinde ve Khiva’nın her noktasından görülen minare.

Cuma Cami, orijinal ahşap işlemeli kapısı, içerisi kare şeklinde, çatıyı destekleyen 215 ahşap sütundan başka süsleme bulunmamaktadır. Cami 10. yy da yapımına başlamış. 18.yy’a  kadar da yeniden yapılma devam etmiş.

Cami içindeki sütunlarda tam bir ahşap işlemeciliği sanatı yansıtılmış. Üzerlerinde çiçek, yaprak desenleri ince ince işlenmiş. Değişik dönemlerde yapılmış sütunlar farklı dokularda yer alıyor.

Açık hava müzesi şehirde bazı binalar müzelere çevrilmiş. Müzik aletleri müzesi bile var.

 Yazlık Saray

Dış duvarlarda ve kapı girişlerinde harika çini işlemeciliği, Hanın tahtı

Doğu kültüründe han olur da haremi olmaz mı? Sarayın önemli bir bölümü hareme ayrılmış.

Haremin sol tarafında hanın odaları, sağ tarafta ise kadınların yaşam alanı yerleştirilmiş. Bugün harem giriş kapısının tam karşısına haremde kullanılan malzemelerin sergilendiği bir bölüm.

O tarihlerde Khiva’da günlük yaşamı yansıtan resim şehrin canlılığı hakkında çok şey anlatıyor.

Günümüzün Khiva’sında görülecek yerleri tek tek yazmak gerekmiyor. Toprak ve parke taşlı sokaklarda yürüyüp çevrenizde gördüğünüz her binanın içine girmekten kendinizi alamayacaksınız zaten.

Khiva sokaklarında dolaşalım
Özbekistan’da satıcılar her yerde, sokakta, camide, medresede, müzede, sanki tarihi dokudan en çok uzaklaştıran görüntü bu satıcılar oluyor. Birden kendinize gelip turist olduğunuzu hatırlıyorsunuz.
Bu arada tabi tezgahlara bakmadan geçemiyoruz. Ben ne mi aldım Khiva’dan. Özbekistan’ın yerel deseni olan bir fular. Ödediğim parada bir avuç dolusu, tabi Özbekistan Somu ile. Fotoğrafta görünen banknotlar, altındaki fuları almak için ödediğim miktar yani bir tomar para bir fular için. Nasıl olsa çanta tomar tomar para dolu. 
Khiva’da ahşap oymacılığı halen devam ediyor. Bir ahşap atölyesi çalışanları ve eserleri,
Khiva’nın eski şehrin dışındaki yerleşim yerleri de tamamen topraktan yapılmış. Şehrin her yerinde toprak rengi hakim.
Khiva’nın her yeri tarih, Medrese hücresinde uyuyup, 500-600 yıl öncesi sokaklarda dolaşıp, yine o tarihlerden kalma binalarda yemeklerinizi yiyebilirsiniz. Aşağıdaki fotolar öğlen ve akşam yemeklerimizi yediğimiz tarihi restoranlardan.

Khiva’da ikinci günümüzde  özerk Karakalpakistan Cumhuriyeti bölgesi’ne gittik. Khiva’dan 200 km uzaklıkta, Kızılkum Çölü’nde uzun bir otobüs yolculuğu ile elli kaleler denen, tarihi olarak kilden yapılmış çok sayıda kaleleri gezdik. Tabi biz Türkiye’de çok sayıda ve daha etkileyici kaleler gördüğümüzden, şu anda içinde yaşam olmayan kaleler çok ilgimizi çekmedi. 

Bizim için asıl ilginç deneyim, yörük çadırlarını görmek, gerçek bir kıl çadırda yerel yemeklerden yemek idi. Aslında bu ortam turistik amaçla düzenlenmiş olsa da bizim için değişik oldu. Çadır içerisinde yer sofrasında yerel yemekler ve tabi Özbek pilavı yedik.

İki günlük Khiva gezisi sonrası Buhara’ya Kızıl Kum çölünde 450 km’lik bir otobüs yolcuğu ile ulaştık. Kızıl Kum bizim kafamızda canlandırdığımız gibi sarı ve kum şeklinde topraktan oluşan bir çöl değil. Adından da anlaşılacağı gibi, kızıl ve az bitki örtüsüne sahip. 

Asıl çölde gittiğimiz duygusu kilometrelerce yolda lokanta, tesis ve tuvalet göremeyince hissediliyor. Biz azıklarımız yanımızda ve tuvaletti bir otobüs ile seyahat ederek önlemimizi almıştık. Bazı bloglarda tuvalet ihtiyaçlarını doğada giderdiklerini yazmışlar.
Son Söz

Khiva Özbekistan’a gidince mutlaka görülmesi gereken bir şehir, hatta öncelikle  Khiva’yı görmek için bile Orta Asya’ya gidilebilir. 

Taşkent Gezi Rehberi: Orta Asya’nın Modern Şehri

Amir Temur Square

Özbekistan Orta Asya’da tarihi İpek Yolu üzerinde, dört bin yıldır çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmış, bugün de tarihi dokusunu mirasını koruyan, bölgenin en önemli ülkeleri arasındadır.

Taşkent Orta Asya’nın en büyük şehridir. 1991 yılında bağımsızlığını kazanan Özbekistan Cumhuriyeti’nin de başkentidir. 
 
Taşkent’e Türkiye’den havayolu ile ulaşım kolay. THY ve Uzbekistan Havayollarını direkt uçuşu bulunuyor. Yolculuk 4,5 saat sürüyor.
 
Taşkent Havaalanı’nda Özbekistan’a hoş geldiniz yazısı ile karşılanıyoruz. 

Taşkent Havaalanı şehir merkezine sadece 8 km. uzaklıkta. Merkeze taksi ile kısa sürede ulaşabiliyor. 

Gezide ilk hedef Amir Timur Meydanı ve Müzesi. Amir Timur Özbekistan’ın en önemli lideri. Bundan sonraki gezilerimizde özellikle Semerkant’ta çok söz edeceğim. Amir Timur kimdir diye merak edersiniz, tüm Türklerin tarih kitaplarından tanıdığı Aksak Timur. Tarih derslerinden hatırladığım tek cümle, 1402 yılında Ankara Ovası’nda Yıldırım Beyazıt’ı yenen ünlü komutan olduğu.  
Amir Timur’un adını verdiği meydanda heybetli bir heykeli yer alıyor. Taşkent’in ünlü tarihi oteli Özbekistan oteli ve son yıllarda yapılmış bir konser salonu ve iki saat kulesi de meydana güzellik katıyor. 

Amir Timur Müzesi ülkenin bağımsızlığını kazanmasından sonra, Başkan İslam Kerimov tarafından ülkenin tarihi ve kültüründe önemli yere sahip olan Amir Timur için 1996 yılında açılmıştır. Müze yuvarlak ve mavi kubbesi ile Timur’un mezarının bulunduğu Semerkant’taki Gur Emir’e benzetilmek istenmiştir.
Amir Timur Müzesi iki katlı, iç dekorasyonu bir müzenin ötesinde, saray gibi  çok gösterişli yapılmış. Bu kadar gösterişli olmasındaki amacın Amir Timur’un büyüklüğünü yansıtmak olduğu söyleniyor. Duvarda üç bölüm halinde freskolar yer alıyor. Birincisi Amir Timur’un doğumunu, ikincisi yaşantısını, üçüncüsü ise gururu temsil ediyor. Ortadaki freskonun üzerinde güneş ve ay sembolleri yer alıyor. Güneş devletin gücünü, ay ise bereketi sembolize ediyor. Yine ortada Amir Timur tahtta oturuyor.

Üst katta yabancı sanatçılar tarafından yapılan Timur’un portrelerinin kopyaları, minyatürler, silahlar, döneminde kullanılan madeni paralar, diplomatik mektupları yer alıyor. Hatta Fransa Kralı VI. Charles’ın Türk Sultanı Yıldırım Beyazıt’ı savaşta yenmesini kutlayan mektubuna cevap verdiği mektup yer alıyor. Amir Timur Türklere karşı kazandığı zafer sonrası Avrupa ülkeleri arasında popüler olmuştur.
Taşkent Orta Asya’nın sanatta, mimaride, eğitimde önemli bir başkenti. Üniversite sayısı da çok. Amir Timur Meydanı civarında tarihi ve estetik üniversite binaları bulunuyor.
Okulların çevresindeki yemyeşil bir parkın içerisinde öğrenciler keyifle dolaşıyorlar. Parkın güzelliğini görünce hemen içeriye girdim. Sonbaharın canlı renkleri ile süslenmiş Kashgar Parkı’nın içerisinde  geleneksel yemek yapan bir restoran buldum ve ilk geleneksel çorbalarını içtim. 
Ayrıca bu bölgede iki taraflı yeme içme büfeleri, çok sayıda pinpon masası olan çok renkli bir sokak bulunuyor. Geceleri rengarenk ışıklarla süslenen ve öğrencilerle dolup taşan bu bölgeye Taşkent’in Broadway’ı adını kazandıran Sailgokh Sokağı bulunuyor.  Bizim için diğer bir sürpriz ise bu sokağı kesen Mustafa Kemal Atatürk Sokağı’nın bizi Türk bayrağı karşılaması oldu.

Hast İmam Taşkent’te görülmesi gereken bir dini merkez. Taşkent’in ilk İmamı Hazreti İmam’ın (Abu-Bakr Muhammad Kaffal Shassi) türbesinin etrafına inşa edilmiştir. Hazreti İmam aynı zamanda bilim adamı, sanatçı, şair kimliklerine de sahipmiş. 

Burada aynı anda Barak Khan Medresesi, Tilla Sheikh Cami, Imam al-Bukhari İslam Enstitüsü ve çok zengin el yazmalarına sahip olan bir kütüphane yer alıyor. Bu kütüphanede dünyanın en ünlü el yazması kuranlarından Halife Osman’a atfedilen  Kuran yer alıyor. Kuran Semerkant Kuranı olarak biliniyor, Halife Osman’ın bu kuranı okurken suikasta uğradığı ve kanının kurana sıçradığı söylenmektedir. Özbekler tarafından dünyada el yazması en eski kuran olduğu kabul edilmektedir. Kuran sekizinci  yüzyılda   yazılmış. Osman’ın öldürülmesinden sonra Halife Ali tarafından  Kufe’ye getirildiği, daha sonra  bu bölgeleri hakimiyetine alması ile Amir Timur’un eline geçtiği ve Ak Medrese’de muhafaza edildiği yazılmaktadır.  Ancak kütüphane kapalı olduğu için bu kuranı göremedik.
Hz İmam Türbesi‘nin girişi ve içerisi,
Caminin içi dışarıdan tahmin edilenin aksine beyaz ve çok sade,
Şehirde yeni yapılmış, 2013 yılında açılmış yeni bir Cuma Camisi. Şehrin en yeni ve en büyük camisi.
Başka ilginç bir yer ise Stalin döneminin baskısı ile öldürülen kişiler anısına yapılmış bir park. Yeşil bir park, yanından nehir akıyor, içinde bir cami yer alıyor. 
Khoja Akhrar Vali Cuma Cami, cami 819 yılında yapılmış ve tarihi Taşkent’in en yüksek noktasına inşa edilmiş. Bu cami Taşkent’te yer alan 157 cami içerinde en eskisidir. Özbekistan’ın da en büyük üçüncü camisidir. 
Bağımsızlık Meydanı şehrin merkezinde yer alıyor. Meydana Sovyet döneminde Lenin heykeli konmuş ve adı Lenin Meydanı olmuş. 1991 yılında bağımsızlık ilanından sonra Meydanın adı ‘Mustakillik Maydoni’ olarak değiştirilmiş, Lenin heykeli kaldırılmış. 
Meydana kucağında çocuğunu tutan bir anne heykeli konmuş. Bu heykel ana vatanı ifade etmekteymiş. Meydanda festivaller, törenler düzenleniyor. Meydanın çevresinde modern kamu binaları yer almakta.
Taşkent’te ikinci müzemiz El Sanatları Müzesi. Müze 1927 yılında Özbek sanatçılarının eserlerini sergilemek amacı ile açılmış. Seramik çalışmaları, halılar, mücevher, ahşap çalışmaları, minyatür eserler yer alan  özgün bir müze.
Taşkent tarihi pazarının ilginç mimarisi ve atmosferi var. Tarihi pazarın 100 yıldan fazla geçmişi var. Eski Taşkent şehrinin merkezinde ticaret yollarının üzerinde kurulmuştur. Orijinal binası eskiyince yenilenmiş ancak yuvarlak şekli ve çok yüksek mavi tavanı korunmuş. Böylesine sıcak ve kuru Asya ikliminde sıcaktan ve nemden korunmak için böyle bir mimari tercih edilmiş.

Kerimov ülkenin bağımsızlığından sonra sokaklarda, turistik binalarda çok yerde kendi resmini ön plana çıkartmadan halka bağımsızlığın önemini ifade eden yazılar astırmış. Pazarın girişinde dahi bu yazı görünüyor.

Pazarın içinde, taze meyveler, çok çeşitli kurutulmuş meyveler, kuruyemişler, bin bir çeşit ve renkte baharatlar. Daha güzel olan gerçekten Taşkent halkı ile omuz omuza alışveriş yapıyoruz, turist gibi değiliz. Pazarın dışında yollarda canlı kuşlar, tavuklar da satılıyor.
Taşkent çok düzenli planlı ve özellikle çok temiz bir şehir. Öncelikle çok yeşil. Şehrin çok büyük bir bölümünü görme şansım oldu.
Öncelikle bu kadar yeşil bir büyük şehir beklemiyordum. Rus mimarisi etkisi ile şehir çok iyi planlanmış, çok geniş caddeler, tarihi dokusu iyi korunmuş binalar.
Taşkent 1966 yılında büyük bir deprem geçirmiş ve bazı bölgeler yeniden inşa edilmiş.
Meydanlarda değişik heykeller şehre  güzellik katıyor.
Taşkent Metrosu dünyanın en özel istasyonlarına sahip metrolardan biri. Her istasyonda Özbekistan tarihinde ve kültüründe önemli bir konsepti işleyen hepsi birbirinden farklı dekorasyon var. Bir istasyonda Özbekistan’ın önemli ürünü, pamuk motifi işlenirken başka bir istasyonda ünlü Şair Alisher Navoi’nin şiirindeki Leyla ile Mecnun veya Ferhat ile Şirin’i görebilirsiniz. 
Yeme İçme
Gelelim Özbek mutfağına, neler yedik. Özbek mutfağı çok zengin, Orta Asya’daki yörük komşularının aksine Özbek ulusu yerleşik bir yaşam sürmüşlerdir. Sebze meyve yetiştirmişler ve besicilik yapmışlardır. 
Bu nedenle yemeklerinde hem bol et hem bol sebze kullanıyorlar. Ayrıca hepimizin bildiği Plov (pilav) bol etli ve sebze ve baharatla ile çeşitlenmiş bir şekilde ana yemek. Önce sofraya küçük tabaklarda bizim mezeler gibi salata, turşu çeşitleri geliyor. Nerede ise tüm salatalarda kişniş kullanıyorlar bizde ki maydanoz şeklinde ama tadı çok daha keskin. Bazı çorbalarda içerisinde patates, havuç, fasulye gibi sebzelerin yanı sıra içerisine et koyuyorlar. 
Yemekte mutlaka sofrada kök çay diye adlandırdıkları yeşil çay bulunuyor.  Yemekler oldukça yağlı sanırım yeşil çay yemek sonrası vücudu rahatlatıcı etkiye sahip. 
Sofrada küçük shot bardakları ile votka içiyorlar. Yerel şarapları da hoş bir tada sahip. İçki ve sigara ucuz. Bazı yemek adlarını sıralarsak. plov, et, lepeshka (ekmek), shurpa (çorba), mantı, lagman, shashlik, samsa (börek).
Taşkent’te bir akşam yemeğimiz canlı müzikli bir restoranda idi. Restoran fotomuz ile veda edelim Taşkent’e.

 

Özbekistan Gezi Notları: Kısa Kısa – Görülecek En Önemli Yerler

Özbekistan, Orta Asya’nın kalbinde, tarihi İpek Yolu kavşağında zengin tarihi eserlerinin yanında modern bir ülke. Mavi çinilerle süslü devasa medreseler, kervansaraylar, camiler, türbeler ile efsaneler fısıldayan bir ülke. Gezginlere anlatacak çok öyküsü bulunuyor bu toprakların.

Bu yazımızda Niçin Özbekistan’ı rotamıza almalıyız ve nereleri gezmeliyiz sorularımızı kısaca cevaplayıp, şehirlerin detaylı gezi rehberi yazılarını linklerden okuyabiliriz.

Niçin Özbekistan’ı Gezmeliyiz

Orta Asya’da gezmek için bir ülke seçilecekse bana göre o ülke Özbekistan,

  • Zengin tarih, kültür ile modernlik  harmoni içinde. Halkı turistlere karşı çok sıcakkanlı, Türküm diye kendinizi tanıttığınızda çevrenizi saran ve Türkçe konuşanlar görebilirsiniz.  
  • Doğası ve tarihi dokusu korunmuş şehirlerde yüzyıllar öncesine gidebilirsiniz.
  • Konaklama, ulaşım, yeme içme fiyatları bütçe dostu.
  • Özbek mutfağı zengin çeşitleri ile tam damağımıza uygun lezzetler sunuyor.
  • Üç beş yıl önce Türk vatandaşları için vize sıkıntısı varken, şu anda Türk vatandaşları 30 gün vizeden muaf. 
  • Ülke son derece güvenli, her saat sokaklarda rahat dolaşılabiliyor.

Özbekistan Orta Asya’da Kazakistan, Tacikistan, Türkmenistan, Kırgızistan gibi Türki Cumhuriyetler ülkeleri ve Afganistan ile komşudur. Denize kıyısı olmayan bu ülke bölgenin de en geniş topraklara sahip ikinci ülkesidir.

Ulaşım

Ülkeye THY, Uzbekistan Havayolları yine bir Özbekistan Havayolu Qanot Sharq Havayollarının başkent Taşkent’e, Ankara’dan Taşkent’e, İzmir’den ve İstanbul’dan da Semerkant’a  direk uçuş bulunmakta.

Ülke içinde şehirler arası ulaşımda hızlı veya normal trenin yanı sıra, şehirlerarası otobüslerle seyahat edebilirsiniz. 

Şehir içi ulaşımda Taşkent’te metro ile diğer şehirlerde şehir içi otobüslerle dolaşabilirsiniz. Ayrıca taksi yaygın kullanılıyor. Taksiler için Yandex Go ve Bold uygulamaları kullanması durumunda diğer taksilere göre uygun fiyatlı olacaktır.

Vize

Türk vatandaşlarından  30 güne kadar Özbekistan vize istemiyor. Daha uzun süreli veya çift veya çoklu giriş için vize almak için bir ödeme karşılığı E-vize  ile veya elçiliğe başvurularak alınabilir.

Para Birimi

Som (Sum okunuyor) ve ülke içinde sadece Som kullanılıyor. Döviz büroları ve ATM’ler her yerde bulunuyor.

Ne Zaman Gidilir

Özbekistan’da yazın haziran ve temmuz en sıcak, ocak ve şubat ayları da en soğuk aylar. Gezi programı açısından en uygun zamanın ilkbahar ve sonbahar olacağını söyleyebiliriz.

Konaklama
Ülkenin genel olarak ucuz olması nedeni ile bütçenize uygun fiyattan ‘booking.com’dan otel bulmak kolay. Başka ülkelerden farklı olarak Khiva ve Buhara’da özellikle tarihi 300-400 yıllık medreseler veya tarihi binalarda kalabilirsiniz. Biz Khiva’da böyle bir otelde kalmaktan çok keyif aldık. 
Gezilecek Şehirler

Özbekistan’da mutlaka görülmesi gereken her biri diğerinden özel olarak dört şehir sayabilirim. Önemli şehirleri görmek için yaptığımız programda bu şehirleri detaylı gezebildik. Bu yazıda kısaca şehirler ve gezilecek yerlerden söz ediyorum. Tüm şehirler için verilen linklerde yer alan gezi rehberi yazılarımı okumanız önerilir.

Taşkent 

Taşkent Özbekistan’ın başkenti, planlı yapılaşmış, modern, yeşil şehri. Bir yanda Sovyet dönemi binaları, yanı sıra camileri, medreseleri ile tarihi eserleri korunuyor. Avrupa şehri havasındaki modern yüzünde geniş caddeleri, meydanları, parkları yanında sanat galeri, kafeleri, restoranları ile çok geniş bir kesime hitap edebiliyor. 

  • Amir Timur Meydanı’ndan kalkan  Hop on Hop otobüsleriyle  şehri gezebilirsiniz. Taşkent’te bir tam gününüzü şehirde geçirip ikinci gün başka şehre geçebilirsiniz. Zamanınız varsa iki gece kalmanızı öneririm.
  • Şehir içi ulaşım: Öncelikle metro, Orta Asya’nın ilk metrosu  ulaşım amacının dışında mutlaka görülmesi gerekir, sanat galerisi gibi olan istasyonları tek tek gezmek için özel zaman ayırmanız önerilir. Öncelikle yazıdaki metro videosunu izlemenizi öneririm. Videoyu izleyince mutlaka metro istasyonları turu yapacağınızı düşünüyorum.
Taşkent Metrosunu  video ile gezmek isterseniz

Taşkent’te Mutlaka Görülmesi Gereken Yerler

1- Barak Khan Madrassah

2- Amir Timur Meydanı ve Heykeli

3- Amir Timur Müzesi

4- Mustaqillik Maydoni (Bağımsızlık Meydanı)

5- Eski Pazar

Taşkent’in sadece görülecek yerlerin isimleri size yetmiyorsa ve şehri daha detaylı gezmek isterseniz: Taşkent Gezi Rehberi ne tıklayınız

Khiva

Taşkent’ten Özbek Havayolları ile Urgenç şehrine uçarak, Urgenç’e 30 km uzaklıktaki tarihi şehir Khiva’ya ulaşılabiliyor. Khiva Özbekistan’da mutlaka görülmesi gereken bir şehir. Eski şehir surlarla kaplı, surların içerisinde medreseler, saraylar, camiler, türbeler var. Şehir iyi korunmuş, UNESCO Dünya Mirasları Listesinde.  

  • Biz eski şehirde bir medresede kaldık. Medrese odasında uyuyup, dersliklerinde kahvaltımızı yaptık. Öğlen ve akşam yemeklerimizi de yine tarihi binalarda yedik. İki gün boyunda, zaman makinesi binmiş ve  17.yy’a gelmiş   gibi hissettik. 
  • Khiva tarihi merkezi Itchan Kale (İç kale), 10 metre yükseklikte surlarla çevrili şehir açık hava müzesi ve ‘Devlet Arkeoloji Müzesi’ne dönüştürülmüş adım adım gezmenizi öneriyorum.
Khiva’yı video ile gezmek isterseniz

Khiva’yı detaylı okumak isterseniz. Khiva Gezi Rehberi-Orta Asya’da Zamanın Durduğu Şehir tıklayınız

Buhara

Buhara’ya Khiva’dan otobüs ile geçtik. Kızıl Kum Çölü’nde 450 km ve 6,5 saatlik yorucu bir yolculuk, ancak Buhara’ya ulaşınca tüm yorgunluk unutuluyor. 

Buhara dünya üzerinde  en eski yerleşim yerlerinden,  yine iyi korunmuş, buram buram tarih, ipek yolu üzerinde ticaret, eğitim, dini kültür her şey var. Akşam üzeri ulaşınca önce ışıklar içindeki gezdik, ertesi gün 16-17 yy. sokaklarında, çarşılarında dolaştık.

 Görülecek Yerler

1- Ark Kalesi

2- Devlet Mimarlık Sanat Müzesi (Ark Kalesinin İçinde)

3- Bolo Hauz Cami

4- Miri Arab Medresesi,

5- Abd Al Aziz Khan Medresesi

6- Kalyan Cami

7- Kalyan Minaresi

8- Ulug Bey Medresesi

9- Chor Minör Medresesi (Dört Minare Medresesi)

10-Leb-i Havuz Meydanı

11-Samanid Türbesi

12-Chashma -Ayup (Eyüp Çeşmesi)

Buhara’yı video ile gezmek isterseniz

 

Adım adım Buhara’yı gezmek için; Buhara Gezi Rehberine tıklayınız

Semerkant

Semerkant da dünyanın en eski medeniyet merkezlerinden biri, Buhara’ya göre daha büyük şehir havasında, yine tarihi yerleri iyi korunmuş ve Dünya Mirasları Listesi’nde ve Orta Asya’nın görülesi şehirlerinden.

Öncelikle Registan Meydanı şehrin en çarpıcı yeri. Yine şehre akşam meydanın etkileyici, ışıklı halini görüp ertesi gün tekrar meydandaki medreseleri gezmeye geldik. 

Amir Timur’un doğum yeri ve mezarının bulunduğu yer. Amir Timur çok sevdiği bu şehre önemli bir kimlik kazandırmış. Hem Timur’un hem torunu ve bilim adamı Uluğ Bey’in izlerini takip ediyoruz şehirde.

Görülecek Yerler

1- Registan Meydanı’nda: Ulugbey Medresesi, Sher-Dor Medresesi ve Tillya-Karı Medresesi

2- Gur-Emir Medresesi ve Türbesi

3- Bibi Hanım Medresesi,Türbesi ve Camisi

4- Shahi-Zinda Türbe ve Mezarlık

5- Ulugbey Gözlem Evi

6- Semerkant  Afrasiyop Müzesi

 Semerkant’ı video ile gezmek isterseniz.

Semerkant’ı daha detaylı gezmek isterseniz. 
Semerkant Gezi Rehberi – Orta Asya’nın Bilim Merkezi‘ne tıklayınız.

Özbekistan’da Ne Yenir, Ne İçilir
  • Özbek mutfağı çok zengin. Ülkede hem tarım ürünleri, hem hayvancılık olduğu için sofralarda çok çeşit görebiliyorsunuz. Sofrada kök çay dedikleri yeşil çay bulunuyor. Küçük tabaklarda çeşitli salatalar ve tadımlık meze tarzı yiyecekler geliyor. Çorbada sebzelerin yanı sıra çoğunlukla da bir parça et bulunuyor. Ana yemek olarak hepimizin duyduğu Özbek Pilav yiyebilirsiniz. Ancak Buhara, Semerkant, Taşkent’te farklı pilavlar tadabilirsiniz bölgelere göre değişiklik gösteriyor. Özbek mantısı, böreği de tanıdık gelebilir. Sofrada bol taze ve kuru meyveler bulunuyor. 
  • İçki ucuz, votka ve yerel şarapları çok ucuza içebilirsiniz.
  • Önemli bir uyarı, yemekler bize göre fazla yağlı ve ağır gelebilir. Siz yine de yerken ölçüyü kaçırmamanız ve mide koruyucu ilaçlarınızı yanınızda taşımanız iyi olabilir.
Gece Hayatı
  • Taşkent’te gece hayatının canlı olduğu söyleniyor. Biz grup olarak gece klüblerine gitmedik ancak iki gece müzikli yerlerde yemeklere gittik. Lokantalar kalabalık ve canlıydı, bir restoran daha otantik döşenmiş ve geleneksel müzik aletleri ile yerel müzikler çalan bir orkestrası vardı. Diğerinde ise orkestra batı müziği çalıyordu. 
  • Khiva ve Buhara daha tarihi ziyaretlere uygun şehirler, gece hayatlarının canlı olmadığı söylendi. 
Alışveriş

Hazır giyim genellikle Türkiye’den ithal ediliyor. Pamuk üretiminde dünya çapında önemli bir yere sahip olmalarına rağmen tekstil gelişmemiş. İpek üretimi geliştiği için yöreye özgü motifli ipek şallar alabilirsiniz. 

  • Suzani, bölgeye özgü, geleneksel, ipek veya pamuklu kumaş, el işi  örtüler
  • Seramik ve özellikle çinileri çok güzel. 
  • Buhara halıları, geleneksel olarak ahşap işlemeciliğinde başarılılar. Değişik hediyelik eşyalar alınabilir. 
  • Ayrıca bizim Nasrettin Hocanın Özbek versiyonunun bibloları ve magnetleri de değişik gelebilir.
Son Söz

Özbekistan eşsiz şehirleri ile binlerce yıllık miras barındırıyor. Muhteşem mimarisi, renkli çarşıları, mozaiklerle kaplı devasa medreseleri, türbeleri, camileri ve misafirperver halkı ile geçmişle bugünü birleştiren bir deneyim yaşatıyor gezginlere. Türkler için de özel olarak güçlü tarihi bağlar, ortak kültür, ortak dil unsurları için özel bir destinasyon.

Buhara Gezi Rehberi: Orta Asya’nın Bereketli Toprakları

Buhara dünya üzerinde yer alan en eski şehirlerden. Buhara’ya ulaştığımızda İpek Yolu’nun altın çağına ışınlanmış duygusuna kapıldık. 2500 yıl önce kurulan kadim şehir, iki çölün ortasında can bulmuş bir vaha gibi. Orta Asya’nın siyasi, bilim, kültür, din ve ticaret merkezi olarak kabul edilmiş. Şehirde 100’den fazla eser Unesco Dünya Mirasları Listesi’nde yer alıyor. Zerdüşlük, Budistlik, Hristiyanlık gibi değişik dinlere merkezlik yapmış. İbn-i Sina, İmam el-Buhari gibi bilim ve din adamları bu topraklarda yetişmiş. Şehirde Büyük İskender’in, Cengiz Han’ın, Amir Timur’un ayak izleri bulunuyor.. Bir rivayete göre Cengiz Han 1220 yılında şehri istila ettiğinde ‘Bu kadar güzel şehri yıkmak günah’ demiş. Yine de şehir yıkılmış.


Buhara’yı önce Özbek müziği dinleyerek video ile gezmek isterseniz…

Ulaşım
Buhara’ya Khiva’dan Kızıl Kum  Çölü’nde 450 km ve 6,5 saat süren bir yolculukla  ulaştık. Yolculuk uzun gelse de sonunda gerçekten bir vahaya ulaştığımızı hissettim. Taşkent’ten uçakla veya otobüs ile Buhara’ya ulaşmak da mümkün. 
Gezilecek  Yerler
İsmail Samoni Türbesi, eski şehirde ziyaretimizde ilk  eser, Orta Asya’da yapılan en eski Müslüman türbesidir. Samani hanı İsmail Samani tarafından aslında babası için yaptırılmış, sonra kendisi de oraya gömülmüş. MS. 905 yılında tamamlanan türbe, erken dönem İslam mimarisinin en önemli eserleri arasında sayılıyor. 
Tamamen tuğladan örülü kare şeklinde duvarları üzerinde, kubbesi de tuğla ile kaplanmış. Tuğlalar dekoratif kullanılmış, işçilik, planlama ve süsleme açısından çok güzel bir türbe. Türbe Mogol saldırıları sırasında kumlar altında kaldığı için talan edilmemiş ve iyi konumda günümüze kadar gelmiş. Dışı gibi içi de çok dekoratif. Kubbenin ortasında yer alan açıklık ve üç tarafında pencere görevi gören kapılar ile çok aydınlık bir türbe yapılmış.

Çevre düzenlemesi de çok güzeldi, yeşillikler arasında yürüyerek yine estetik ve efsanevi başka bir binaya ulaştık.

Chasma Ayup, bizim dilimizde Hz. Eyüp Çeşmesi. 12.yüzyılda ilk bölümü yapılan binanın hikayesine göre, Eyüp Peygamber buradan geçerken, halkın susuzluktan mağdur olduğunu görünce, asasını toprağa vurmuş ve su çıkmış. Bu şekilde su ile ilgili benzer öyküler Suriye, Filistin, Mısır ve Kazakistan’da da söylenmektedir. Türbenin üç bölümü üç ayrı yüzyılda yapılmış. İlk bölümü 12.yy’da Arslan Kan tarafından, ikinci bölümü 1380 yılında  Amir Timur tarafından, üçüncü bölümü 16.yy’da Sheibanids döneminde yapılmış.

Türbenin içinde pınardan çıkan su için çok estetik olmayan bir çeşme yapılmış, şifalı olduğu söylenen suyu içilebiliyor.

Sergi alanı olarak kullanılan diğer bölümde ise  suyla ilgili çarpıcı bilgi sağlayan resimler eklenmiş. Denize kıyısı olmayan Özbekistan’ın Aral Gölü, içinde gemiler dolaşan, çevresinde yazlık evlerin olduğu bir gölmüş. Uygulanan yanlış sulama politikaları nedeni ile bu göl kurutulmuş. İlk resimde 1960 yılında Aral gölünün büyüklüğünün, 2008 yılında ne hale geldiğini çok çarpıcı bir şekilde gösteriyor. Sağ tarafta ise bugün terk edilmiş, iç burkucu, ıssız haldeki gölün görüntüsü  var.

Bu komplekste diğer kalıntı ise bir hamam. 20. yüzyılın başlarında Buhara’da hamamlar çok önem verilen yerlermiş. Bu tarihlerde şehirde 20 adet benzer mimarili hamam varmış. Çoğu 16-17. yüzyıllarda inşa edilmiş. Hem yerel halk hem de yabancı tüccarlar hamamları çok kullanırlarmış.
Bolo Havuz Cami, ‘Boloi Havz Jome’ 1713 yılında yapılmış, 20 tane çok yüksek, ahşap kalem işlemeli sütunları ile görür görmez etkiliyor.

Böyle bir camiyi görünce dayanamayıp hemen içeriye girdik. İçeride mavi çinilerle süslü beyaz ağırlıklı zemin ve güzel avizesi ile çok aydınlık, ferah bir görüntü vardı. Özbekistan’da camiye girerken sadece ayakkabıların çıkartılması gerekiyor. Baş örtüsü gerekmiyor tabi ibadete açık olmadığı için.

Buhara eski şehir gezimizde tarihi, kültürel ve arkeolojik olarak çok önemli olan Ark  Kalesi (Ark Citedal) ne ulaştık. Kale  Buhara Hanlarının yaşadığı yer. Aslında tüm yönetim birimleri, polis merkezi, cami, harem, zindan  bu kalede yer almaktaymış. Kalenin asıl tarihi milattan önce dördüncü yüzyıla kadar gitmekte. Ancak sürekli yıkılıp üzerine yeni kaleler yapıldığı için kalenin olduğu yerde suni olarak 20 metre yükseklik oluşmuş. Bugünkü görünüşü, son dönem hanların yaptırdığı kale. Kalenin 1893 tarihinde yapılmış giriş kapısından gezimiz başlıyor.
Kalenin içinde  ilk olarak Cuma Cami bizi karşılıyor. 18. yy’da yaptırılan caminin üç tarafı çok  özel işlenmiş ahşap sütunlar ile çevrilmiş. Caminin sekiz giriş kapısı ve dört mihrabı var. Caminin tavanında da geometrik desenli ahşap işçiliği göz alıcı.

Taht Salonu 18. yy’da yapılmış, giriş kapısının  tam karşısında mermer bir taht var. Önemli törenler için ayrılmış salon. Salonun sağ tarafında bir kapı bodruma açılıyor. Bu bölümde  altın, gümüş, değerler madenler  saklanıyormuş. Yani kalenin hazinesi de  bu bölümde saklanıyormuş.

Kalede önemli bir bölüm müze olarak ayrılmış. Buhara bölgesinin İlk Çağ ve Orta Çağ eserleri sergilenmekte. Bu müzeyi gezerken tarih kitaplarımızda, Yıldırım Beyazıt 1402 yılında Ankara Ovası’nda Aksak Timur’a yenildi diye geçiştirilen savaşın, yenen ülke açısından önemini anlatan  resim karşıma çıktı.

Türk Sultanı Yıldırım Beyazıt’ın esir alınma sahnesini gösteren minyatürün fotoğrafını hemen çektim, paylaşabilmek için.


Yine tarih kitaplarımızdan  Arapların Orta Asya’ya girmesi ve İslamın yayılması öykülerini hatırlatan minyatürü de aşağıda paylaşmak istedim.

Kalenin içinde yer alan müzede ayrı odalarda çok sayıda Buhara tarihine ilişkin eserler sergileniyor. Görmeye değer.

Miri-Arab Medresesi,  Kalyan Minare, Kalyan Cami.  Kale’den sonra sıra Buhara’nın en etkileyici dini merkezine geldi.  Kalyan minaresi uzun yıllar Orta Asya’nın en yüksek minaresi olarak kalmış,. 105 metre yüksekliğinde ve üzerinde 13 ayrı şekilde işlenmiş kuşak var.

Mir-i Arap Medresesi iki mavi kubbesi ve harika mimarisi ile dikkat çekiyor. Medrese 1530-1536 yılları arasında yaptırılmış. Nakşibendi tarikatına bağlı Şeybanilerin Şeyhi Abdulloh al Yamaniy için yapılmış. Sovyetler döneminde Orta Asya’da kapatılmayan tek medrese. Hala dini eğitim sürdürülen, Rusya İran, Orta Asya’dan öğrencilerin devam ettiği medrese İslami eğitim açısından önemli bir yere sahip. Medrese dört kat ve 114 odadan oluşuyor. İçinde bir cami, Mir Arap olarak anılan şeyhlerinin mezarının yanı sıra dönemin Hanının mezarı da yer almakta.

Medresede eğitim sürerken içeriye girmek yasak olmasına rağmen hızlı bir kaçamak yaparak avlunun fotoğrafını çekme şansım oldu.
Kalyan Cami Karahanlı Aslan Han tarafından 1121 tarihinde yaptırılmış. Camide 208 kolon ve 288 kubbe var. Camide aynı anda 12.000 kişi namaz kılabiliyormuş ancak günümüzde ibadet amaçlı kullanılmıyor.

Aziz Khan Medresesi,  yine taç kapısı gösterişli değişik bir medrese. 17.yy’da yapılmış, İran, Çin ve Hindistan mimari özelliklerini barındırıyor.

Leb-i Havuz Meydanı

Meydanda 1620 yılında yapılmış bir havuz, etrafı dekoratif develerle süslenmiş. Havuz kenarında lokantalar yer alıyor, biz bir akşam yemeğimizi bu meydanda yedik. Medrese ve eşeğe ters binmeyen Nasrettin Hoca Heykeli meydana renk katıyor.

Nadir Divan Bey Medresesi,  Leb-i Havuz Meydanı’nda yer alan medrese  aslında kervansaray olarak yapılmış, sonradan medreseye dönüştürülmüş.  Asıl ilgi çeken taç kapısı üstündeki çiniler, kuş ve güneş figürü. Aslında resim kullanılmayan  İslami yapılarda bu figürler ilgi çekici.
Bu kadar gösterişli ve büyük medreseyi görünce hemen içeriye daldım. Ancak yine klasik görüntü tüm avlu ve odalar satıcılar ile dolu idi.

Görünce bizi hem çok şaşırtan, hem de çok tanıdık  gelen heykel neydi biliyor musunuz? Medresenin önünde eşeğin üzerinde hoş bir adam, çevresinde de resim çektirmek için bekleyen çok kişi görünce bizim nüktedan Nasrettin Hocanın aynı isim ve aynı özellikleri ile Özbek kültüründe yaşadığını öğrendik. Hoca Nasrettin adı aynı, oda sakallı, nüktedan, komik öyküleri var  ancak heykeli çekik gözlü ve göbeksiz ve fit Nasrettin Hoca.

Chor Minör, aslında arkasında yer alan medresenin giriş kapısıymış. Anıtın mimarisi klasik Buhara mimarisinden farklı. Mimaride Hint etkisi olduğu söylenmekte. Binanın üzerinde dört ayrı minare, hepsi mavi kaplı ama hepsinin figürleri farklı. Dört ayrı dini sembolize ettiği düşünülmekte. Eski şehirden farklı bir bölgede, görmeye değer.Orta Asya’nın din merkezi rolü nedeni ile Buhara’da o kadar çok Medrese ve türbe yapılmış ki, bunların hepsini gezebilmek mümkün olamıyor. Medreseler dini eğitimin yanında pozitif bilimlerde de eğitim vermiş. Ünlü hekim İbn-i Sina’nın (980-1037) Buharalı olduğunu hatırlatalım. 

Tarihi İpek yolundaki Buhara, 2500 yıllık şehir merkezi olarak Orta Asya’da ticaretin merkezi idi. Şehir yapılanmasında çok sayıda kervansaray bulunmasının yanı sıra, tarihi ve halen kullanılan yüksek ve çok sayıda kubbeli çarşılar karşınıza çıkıyor. Bu çarşıları dolaşalım.Çarşı içinde sadece müzik aletleri satan bir satıcı, tezgaha yaklaşınca geleneksel müzik aletleri ile bize  güzel bir konser verdi.

 Çarşının çıkışında geleneksel ürünler, özellikle bıçak satan, yerel giysili satıcı.

Buhara Halıları dünya çapında ünlü, halılar için ayrı bir bölüm ayrılmış. El yapımı ve özel motifli halıları incelemek güzel, Tabi satın alabilse idik daha da güzel olacaktı. Grubumuzda bir İtalyan arkadaşımız çok güzel küçük bir ipek halı aldı. Belli ki Buhara da Buhara halısı alınır diye hazırlıklı gelmiş. 

Özbekistan’da birçok yerde vatanın güzelliği, bagımsızlığına ilişkin sloganlar görünüyor. Çarşıda, pazarda, medresede, türbede. Ülke 1991 yılında bağımsızlığa kavuştuktan sonra bu durumu vurgulamak, paylaşmak istemiş yönetim.Özbekistan’da özellikle Buhara, Khiva ve Semerkant’ta birkaç yüzyıl öncesinde yolculuk yaptığınızı hissediyorsunuz. Ancak sizi bu duygudan uzaklaştıran görüntü  her yerde satıcılar olması. Tüm tarihi binaların, medreselerin, türbelerin içleri hediyelik eşya satan dükkanlar ve yollar satıcılar ile dolu.

Biraz da sokaklarda dolaşalım.


Konaklama

Buhara’da iki gece kaldığımız Asia Buhara otel, dört yıldızlı güzel temiz bir otel. Eski şehrin başlangıç noktasında olduğu için tüm gezilerimizi yürüyerek yaptık. 

Ne Yenir, Ne İçilir, Gece Hayatı

İlk akşam yemeğimiz için, dünyaca ünlü bir minyatür ustasının evinde özel bir yemek hazırlanmış. Yemek saatinden yarım saat önce eve ulaştık, bir salonda uzun bir masa sadece bizim grup için hazırlanmıştı. Yemek salonuna girmeden önce başka bir salona alındık. Burada iki saz sanatçısı, bir şarkıcı ve yerel kıyafetleri ile çok güzel dans eden bir genç kızdan oluşan bir grup hem kulağımızı hem gözümüzü doyurdu. Güzel bir gösteri izledik. Sonrası yerel güzel Buhara yemeklerine geçtik.

İkinci akşam ise genellikler restoranların olduğu Leb-i Havuz meydanında güzel bir restoranda Özbek kebabı tattık.

Ayrıca  çay, kahve  molası vermek isterseniz yine tarihi dokulu güzel bir kafe bulmanız kolay.

Buhara’da zengin bir gece hayatı olmadığını duyduk. Gece klubü aramadan özgün yemek yemek en iyisi galiba.

Buhara’dan Semerkant’a otobüs yolculuğu yaptık. Khiva Buhara arası çöl ortasında uzun bir yolculuktu, Buhara Semerkant arası  ise daha kısa ve daha çok köylerin tarlaların yanında geçen bir yolculuktu.

Yol üzerinde geleneksel yöntemlerle üretim yapan güzel bir seramik atölyesinde kısa bir mola verdik. Çini üretimi izlemek, satış atölyesinde alışveriş yapmak güzeldi, ama en güzeli gözümüzün önünde Özbek ekmeğinin hazırlanması, değişik fırında pişirilmesi ve çayla beraber sıcak sıcak ikram edilmesiydi.

 

Son Söz

Buhara Özbekistan’ın mutlaka görülmesi gereken şehri. Tarihi dokusu, kültürü, sanatı, Buhara halıları, adım adım gezilen Orta Çağ sokakları ile başka bir dünya gezisi olarak anılarda yer edecektir.

 

 

 

Cape Town Gezi Rehberi: Güney Afrika’nın İncisi

Cape Town, Güney Afrika’nın Western Cape eyaletinin başkenti ve en büyük şehridir. The New York Times ve The Daily Telegraph tarafından 2014, 2016 ve 2023 yıllarında dünyada ziyaret edilebilecek en iyi yer olarak seçilmiş. Cape Town, doğal güzellikleri, tarihi dokusu ve zengin kültürel çeşitliliğiyle unutulmaz bir deneyim sunuyor.

Şehir, Avrupalıların Afrika’daki ilk yerleşim yeri olduğu için “Mother City” (Ana Şehir) olarak anılmaktadır. Aynı zamanda Afrika’nın iç kesimlerine açılan bir kapı niteliğindedir.

Güney Afrika’nın kültür merkezi olan Cape Town, Atlas Okyanusu ile Hint Okyanusu’nu arasında yer aldığından her iki okyanustaki plajları, coğrafi konumu, üzüm bağları ve doğal ortamlarında yaşayan foklar, penguenler, balinalar ve çok çeşitli hayvanları ile ilgi çekiyor. Şehrin mimarisine, mutfağına ülkenin Afrika, Avrupa ve Asya halkalarının kültürleri de renk katıyor.

Güney Afrika golf tutkunları için de dünya sıralamasında yer alan bir ülke. Ülkeye özel golf turları düzenleniyor.

Nüfusu 4 milyona yaklaşan Cape Town aynı zamanda ciddi sosyal ve güvenlik sorunlarıyla da karşı karşıyadır. Şehre havaalanından giriş yaptığınızda, dağların eteklerinde sıralanmış gecekondular ve üst üste yığılmış kibrit kutularını andıran sosyal konutlar ilk dikkatinizi çeken unsurlar olacaktır.

Cape Town’u daha iyi anlamak için öncelikle Güney Afrika tarihine kısaca değinmemiz gerekiyor.

Kısa Tarihi

Cape Town Güney Afrika’nın en eski tarihi olan şehirlerinden biridir. Cape Town bölgesi binlerce yıl bölgenin yerli halkı Khoisanların yerleşim yeri olmuştur. Bu yerli topluluklar avcılık ve hayvancılıkla yaşamlarını sürdürmüşler. 1488’de Portekizli kaşif Bartolomeu Dias, Ümit Burnu’nu geçerek bölgeye adım atması ile Avrupalılar yerli halkın yaşadığı topraklara adım atmışlar.

1652’de Hollanda Doğu Hindistan Şirketi’nin Cape Town’da bir ikmal istasyonu kurması şehrin resmi olarak kuruluşu kabul ediliyor. Hollandalılar Asya’ya giden gemilere erzak sağlamak için burada bir koloni oluştururlar. Bu dönemlerde yerli halk ile Avrupalılar arasında çatışmalar yaşanır.

Hollanda Kolonisi Dönemi 1652-1795 yılları arasında sürer. Hollandalı yerleşimciler (Boerler) tarım yapmak için bölgeye yerleşir ve köle emeği kullanmaya başlarlar. Köleler Güneydoğu Asya, Madagaskar ve Afrika’nın diğer bölgelerinden getirilir. Yerli Khoisan halkları  da topraklarından sürülür veya Hollandalıların hizmetine girer.

İngilizler 1795 yılında, Hollanda’nın Fransa tarafından işgal edildiği dönemde Cape Town’ı ele geçirirler. 1806 da  bölge tamamen İngiliz kontrolüne geçer. Cape Town İngiliz İmparatorluğu’nun önemli bir limanı haline gelir. 1948 yılında Apartheid (ırk ayrımcılığı) politikaları uygulanmaya başlar.
Cape Town’da siyahi ve renkli nüfus, bazı bölgelerden zorla çıkarılır ve bazı bölgelere girişleri yasaklanır.

Ancak 1960’lardan itibaren Güney Afrika’da apartheid karşıtı direnişler artar. Direnişlerin lideri Nelson Mandela Cape Town açıklarında Robben Adası’nda 27 yıl hapis yatar. Direnişler sonunda Apartheid’ın sonu gelir ve ülkede  demokratik dönem başlar. 1994 yılında ilk demokratik seçimler yapılır ve Nelson Mandela Güney Afrika’nın ilk siyahi devlet başkanı olur. Cape Town Güney Afrika’nın yasama başkenti olarak kalır ve önemli bir turizm merkezi haline gelir.

Günümüzde Cape Town doğal güzellikleri ve kültürel çeşitliliğiyle Afrika’nın en çok turist çeken yeridir ancak hala ekonomik eşitsizlik ve su krizi, güvenlik gibi sorunlarla mücadele etmektedir.

Cape Town, hem sömürge tarihinin izlerini taşıyan hem de modern bir Afrika metropolü olan renkli bir şehirdir.

Ulaşım

İstanbul’dan Cape Town’a THY’nın direk uçuşu bulunmaktadır. Yolculuk 11 saat sürmekte. Biz THY ile direk uçuş yaptık. Ancak Cape Town Uluslararası Havaalanı’na birçok ülkeden uçuş olduğundan daha uygun fiyatlı aktarmalı uçuşlar mümkün.

Cape Town şehir içi ulaşımında MyCiTi otobüsleri ile dolaşabilirsiniz. Şehir merkezinin yanı sıra şehir içinde popüler yerlere gidebilirsiniz. Ayrıca Tren (MetroRail) ile bazı sahil kasabalarına ulaşım sağlanabiliyor. Ancak özellikle trenlerde akşam saatlerinde güvenlik sorunu yaşanabilir. Hop-On-Hop-Off otobüsler ile yine şehir turistik yerler görülebilir. Ancak Cape Town’uü yeterince tanımak için şehir dışında bazı bölgelere gitmek gerekiyor. Hem şehir içinde hem de çevreye ulaşmak için UBER ve BOLT uygulamaları ile taksi kullanmak aynı zamanda güvenli bir seçenek olacaktır. Tabi ki yine çevre gezileri için daha özgürce gezmek için araba kiralanabilir ancak İngiliz sistemi ile sol şeritten araba kullanıldığını belirtelim.

Gezelim Görelim

Cape Town’da ilk günümüzü  şehir merkezine ayırdık. Bazı bölgeleri yürüyerek dolaşabilirken bazı bölgelerde rehberimiz arabadan indirmekte isteksiz davrandı. Yazımızda da öncelikle merkezde önemli yerlerle başlayıp sonrasında çevre gezilerimizyer alıyor. 

Netcare Christiaan Barnard Memorial Hospital

Dünyanın ilk kalp nakli ameliyatını gerçekleştiren Dr. Christiaan Barnard, Güney Afrika’nın en büyük gurur kaynaklarından biri. Onun anısını yaşatmak için inşa edilen Netcare Christiaan Barnard Memorial Hospital şehir turlarında dışarıdan gösterilmekte. 

Eski Belediye Binası

Cape Town’un ruhunu yansıtan en önemli binalardan biri  Eski Belediye Binası. Edwardian mimari tarzında inşa edilmiş olan bina 1905 yılında açılmış, binanın bir saat kulesi bulunuyor.

Tarihi belediye binası günümüzde sergiler, konserler ve kültürel etkinlikler için kullanılmakta. Nelson Mandela 1990 yılında hapisten çıktıktan birkaç saat sonra bu binanın balkonundan halka ilk konuşmasını yapmış. Bu konuşmanın anısına 2018 yılında Mandela’nın heykeli binanın önüne yerleştirilmiştir.

Tarihi Banka ve Sigorta Binası

1940 yılında bir sigorta ve banka şirketi olarak inşa edilen bu art deco tarzındaki bina, yapıldığı dönemde Afrika’nın en yüksek binası imiş. Binanın dış cephesinde, taştan oyulmuş ve ülkenin tarihini farklı açılardan yansıtan kabartmalar  bulunmakta.

Ümit Burnu Kalesi 

Hollanda Doğu Hindistan Şirketi tarafından 1666-1679 yılları arasında inşa edilen  beşgen planlı taş kale,  iyi korunmuş ve en eski yapısı olarak kabul edilmektedir. Kale şirket gemileri için bir tedarik merkezi ve askeri, siyasi ve sivil yaşamın bir parçası olmuş. Hindistan, Mozambik, Madagaskar gibi doğu ülkelerinden getirilen 60.000 köle, bu kaleyi inşa etmek için çalıştırılmış.

1936 yılında tarihi anıt ilan edilen kale, 1980’de kapsamlı bir restorasyon geçirmiş ve günümüzde müze olarak ziyarete açıktır.

Cape Town Gezi Rehberi

Bazı seyahat siteleri Ümit Burnu Kalesi’ni dünyanın en korkunç beş yerinden biri olarak göstermektedir. Rivayete göre kalede işkence gören mahkumların çığlıkları hâlâ yankılanmaktadır.

İziko Slave Lodge (Köle Locası)

Cape kolonisinin ayakta kalan en eski ikinci yapısı olan Köle Locası 1679 yılında inşa edilmiş. Bina İngilizler tarafından 1811 yılına kadar  kölelerin barındığı bir yer olarak kullanılmıştır. Hollanda Doğu Hindistan Şirketi’nde çalışan köleler de burada kalmışlardır.

1966’da bina bir kültür/tarih müzesine çevrilmiş ve o dönem yalnızca İngiliz ve Hollandalıların maddi varlıkları sergilenmiştir. 1990’lı yıllara gelindiğinde, Cape Town’daki kölelerin tarih içindeki rolü kabul edilmeye başlanmış, 1998’de bina “Köle Locası” olarak tekrar adlandırılmıştır.

Parlamento Binası

Cape Town, Güney Afrika’nın yasama başkenti olarak kabul edilmektedir. 1884 yılında inşa edilen Parlamento Binası, Neoklasik ve Cape Dutch mimarisini harmanlayan bir yapıdır.

Kraliçe Victoria tarafından 1853 yılında  Cape Town’da bir parlamento kurulmasına izin verilmiş. Günümüzde Güney Afrika’nın yasama organlarına ev sahipliği yapmaktadır.

Cape Town Gezi Rehberi

Şirket Bahçesi 

Şehir merkezinde yer alan 8 hektarlık park Cape Town’un en eski yeşil alanıdır. 1650 yılında Hollanda Doğu Hindistan Şirketi tarafından gemilere taze erzak sağlamak için kurulmuş. Avrupa ve Hindistan’da yetişen bitkiler bu bahçede de yetiştirilmiş.  Yürüyüş yolları, çimler, botanik ve tarihi açıdan değerli ağaçları, sincap, kaz, güvercin gibi hayvanları ve heykelleri ile bugün bir cazibe merkezi.

Parkta önce 1818 yılında Cape Town valisinin vergilerle oluşturduğu ulusal kütüphaneyi binasını görüyoruz. Binanın önünde kişisel kütüphanesini buraya bağışlayan  sömürge valisi Sir George  Grey’in heykeli var.

Parkta heykeli yer alan Güney Afrika tarihinde, sömürge düzeninde çok önemli rolü olan Cecil John Rhodes’tan söz etmeliyiz. Bir papazın oğlu olan Rhodes, hastalığına sıcak iklim iyi gelir diye 17 yaşında  İngiltere’den Güney Afrika’ya gönderilir. Rhodes 18 yaşında Rothschid & Co. dan sağladığı fonla elmas madenlerine sahip olur, 1888 de kurduğu De  Beers ile elmas fiyatlarını kontrole alır, bir tekel oluşturur. Firma bugün hala dünya elmas ticaretinde gücünü korumaktadır. Rhodes 40 yaşına gelmeden Güney Afrika’nın başbakanı olur. Siyah Afrikalıların topraklarını kamulaştırır, seçimlere katılmasına engel olur. En güçlü yerli şeflerle anlaşarak, kuzeye doğru sahip olduğu toprakları genişletir. İngiliz İmparatorluğu’nun bu topraklarda genişlemesini  sağlarken Portekizlerin, Almanların, Boerlerin Afrikanın içlerine hareket etmesini engelleyerek kendi şirket çıkarları ve İngiltere’nin çıkarlarını örtüştürür. Bugünkü Zimbabwe ve Zambiya toprakları onun adıyla Rodezya olarak anılmaya başlanır. Bütün dünyanın Britanya’ya ait olmasının hayalini kuran Rhodes 19.yy’ın Hitleri midir? 

Parkın ortasında Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında, Birleşik Krallığın yanında yer alarak savaşa katılan hayatını kaybeden Güney Afrikalıların anısına dikilen Delville Wood Anıtı yer alıyor.

Parkın bir köşesinde yer alan Iziko Güney Afrika Müzesi 1825’te kurulmuş, zooloji, paleontoloji ve arkeoloji konularında uzmanlaşmış bir müze

Bo-Kaap Bölgesi

Cape Town’daki gezimize Bo-Kaap Bölgesi ile devam ediyoruz. Renkli evleriyle ünlü bu bölge, 17. yüzyılda Hollandalı sömürgecilerin Afrika’nın farklı bölgelerinden ve Güneydoğu Asya’dan (özellikle Malezya ve Endonezya) getirdiği köleleri yerleştirdiği bir mahalle. Bo-Kaap bugün hala kültürel çeşitliliğini koruyor ve halkının yaklaşık %60’ı Müslüman.

www.tripadvisor.com.tr

Burada dikkat çeken yapılar arasında Nurol Camii bulunuyor. Caminin inşası mahalledeki Müslümanların Osmanlı’dan talebi üzerine Osmanlı Devleti tarafından gönderilen Ebubekir Efendi tarafından başlatılmış ve II. Abdülhamid’in yardımlarıyla tamamlanmış. 

Caminin hemen yanından geçen Long Street Cape Town’ın en hareketli bölgelerinden biri. Renkli gece hayatı ile bilinen bu cadde, kulüpleri, restoranları ve tarihi binalarıyla ünlü.

Victoria  Alfred Waterfront Bölgesi

Victoria  Alfred Waterfront Cape Town’un yerleşim merkezi olarak geliştiği ilk bölge.

1651 yılında, Hollandalı doktor ve tüccar Jan Van Riebeeck, Hollanda Doğu Hindistan Şirketi adına buraya ayak basmış ve 1654 yılında gelen gemilere tatlı su ve sebze sağlamak için küçük bir iskele inşa ettirmiş. Zamanla bu iskele genişleyerek Cape Town’un en önemli limanı haline gelmiş. 1858’deki şiddetli fırtınalar sonucu birçok gemi batınca, Kraliçe Victoria’nın oğlu Prens Albert 1860 yılında burayı güvenli bir limana dönüştürmek için dalgakıran inşaatına başlamış.

Bugün Victoria  Alfred Waterfront, alışveriş merkezleri, restoranlar, el sanatları pazarları, oteller, denizcilik müzesi ve akvaryum gibi birçok turistik noktayı barındırıyor. Akşam yemeğimizi burada Grill Steak House’ta yiyoruz. 2024 sonbaharında kalite-performans açısından Cape Town’daki en iyi 10 restorandan biri seçilmiş. İlk gecemiz gibi Son gecemizi de V&A Waterfront’ta geçiriyoruz. Sokak sanatçıları ve canlı atmosfer eşliğinde  bu kez Belthazar Restoran’da yemeğimizi yiyoruz.

Konakladığımız Commodore Hotel de Cape Town’un en popüler ve güvenli bölgelerinden biri olan Victoria & Alfred Waterfront’ta yer alıyor.

Masa Dağı 

Cape Town’da ikinci günümüzde programımıza Cape Town’un simgesi olan Masa Dağı ile başlıyoruz. Tafelberg olarak da bilinen bu dağ, Cape Yarımadası’nın omurgasını oluşturan kumtaşı dağlarının kuzey ucunda yer alıyor. Deniz seviyesinden 1.085 metre yüksekliğinde ve zirvesi dik uçurumlarla çevrili düz bir plato şeklinde.

Masa Dağı, dünyanın yeni doğal harikası arasında sayılıyor. Her yıl milyonlarca turist çeken dağ şehrin en güzel panoramik manzarasını göreceğiniz yer. 2000’den fazla bitki türüne ev sahipliği yapıyor ve bunların 1.500’ü bu bölgede bulunuyor. Dağ Khoe halkı tarafından 2.000 yıl önce keşfedilmiş.

Cape Town, dünyanın en rüzgârlı şehirlerinden biri. Güneydoğudan esen rüzgârlar, dağın yamacına çarptığında yükselerek soğuk havayı yukarı iter ve dağın zirvesi sık sık bulutlarla kaplanıyor. Sis ve yağmur nedeniyle her zaman zirveye çıkmak mümkün olmayabiliyor.

Dağa çıkış için yürüyüş ve tırmanış rotaları bulunuyor ancak en popüler yol teleferik ile çıkmak. Almanlar tarafından 1929 yılında inşa edilen teleferiğin 360 derece dönebilen kabinleri ile Aslan Başı Tepesi, Signal Tepesi, Robben Adası ve Masa Körfezi manzaraları eşliğinde zirveye yükseliyoruz. Zirveye ulaştığımızda da ne kadar şanslı olduğumuzu düşündük, yoğun sis olmadığı için şehrin muazzam manzarasını fotoğraflayabiliyoruz. 

Stellenbosch: Güney Afrika’nın Şarap Başkent

Stellenbosch, Cape Town’un 50 km doğusunda, Eerste Nehri kıyısında yer alan şirin bir kasaba. 1679 yılında kurulan bu kasaba, Güney Afrika’nın en eski ikinci yerleşim yeri. Kasaba, Huguenotların 1690 yılında bölgeye yerleşmesiyle gelişmiş.

Stellenbosch, Güney Afrika’nın en prestijli üniversitelerinden biri olan Stellenbosch Üniversitesi’ne ev sahipliği yapıyor. Ayrıca, ülkenin en büyük bankası ve en büyük süt ürünleri grubu gibi birçok büyük şirketin merkezi burada bulunuyor.

Cape Dutch mimarisiyle bezenmiş bu kasabanın sanat galerileri, şık butikleri ve kaliteli restoranları dikkat çekiyor. Buraya geliş amacımız ise şarap tadımı yapmak.

Simonsig Şarapları’nda tadım yapıyoruz. Burası, Güney Afrika’da geleneksel yöntemle yapılan ilk köpüklü şarabı üreten aile işletmesi. Güney Afrika, dünyanın en büyük 8. şarap üreticisi ve 6. en büyük ihracatçısı konumunda. Stellenbosch bölgesi ise özellikle Pinotage üzümüyle ünlü. Öğle yemeğimizi Wine Glass adlı restoranda yedikten sonra Franschhoek kasabasına geçiyoruz.

Franschhoek: Fransız Köşesi

“Fransız Köşesi” anlamına gelen bu kasaba, 1688 yılında 300 kadar Huguenot’un bölgeye yerleşmesiyle kurulmuş.

Franschhoek, 2022’de Time dergisi tarafından “Dünyada Ziyaret Edilmesi Gereken 50 Yer” arasında gösterilmiş. Şarapçılık ve gastronomi alanında ünlenmiş bu kasaba, Güney Afrika’nın şarap ve yemek başkenti olarak kabul ediliyor.

Burada, Huguenot Anıtı ve Müzesi’ni ziyaret ediyoruz. 1948’de inşa edilen bu anıt, Fransız Huguenotların dinsel baskılardan kaçıp burada özgürlüklerine kavuşmasını simgeliyor.

Huguenotlar burada 1948 yılında açılan bir anıt yapmışlar. Baba, oğul, kutsal ruhu sembolize eden üç yüksek kemer, kemerlerin tepesinde doğruluk güneşi ve haç. Sütun dizisini yansıtan su havuzu ise Fransa’da yaşadıkları dinsel zulmün ardından,burada kavuştukları ruhsal dinginliği ve dinsel özgürlüğü  simgeliyor. Huguenot Anıtı’nın  yanında da müzesi var. Kasabanın tek anayolunda yürürken Belediye Binası dikkatimi çekti. Belediye Binası tarihi bir bina olarak koruma  altında imiş. 

Ümit Burnu (Cape Point ve Cape of Good Hope) Rotası

Cape Town gezimizin son gününde hedef Ümit Burnu’na ulaşmak idi. Ancak yol boyunca birbirinden etkileyici doğa manzaraları ve Afrika’ya özgü hayvanlarla buluşmak da rotamıza renk kattı.

Camps Bay

Cape Town şehir merkezinden kıtanın güney ucuna ilerlerken önce Cape Town’ın en lüks sahil beldesi Camps Bay’de mola verdik. Bembeyaz kumlu sahili, lüks villaları, renkli kafeleri restoranları ile bir cazibe merkezi. Muhteşem bir Atlas Okyanusu manzarası sunuyor yaşayanlara, ziyaretçilere. Gece hayatı da hareketli olan bu bölge Cape Town’da  hareketli, güvenli ve deniz güneş tatili yapmak isteyenler için tercih edilecek bir bölge.

Chapman’s Peak Drive 

Bugünkü rotamızda Atlas Okyanusu kıyısında ilerlerken bizi dünyanın en güzel sahil manzaralı yolu karşıladı. Hout Bay ile Noordhoek arasındaki 9 km lik yol dünyanın başka bir yerinde göremeyeceğiniz heyecan ve manzara sunuyor.  Virajlı yol bir tarafında dağ, bir tarafında uçurum manzarası. Arabanızın üzerinize düşecekmiş gibi duran kayalıklarında altında ilerlerken, okyanus dalgalarının köpüklerinin kayalıklara çarpışını izlemek de bambaşka bir duygu uyandırıyor.

Cape Point

Ümit Burnu yolunda önce Cape Point’e uğruyoruz. Cape Point Avrupa’nın en güney batı ucunda bir burun. Kayalıklar üzerinden müthiş okyanus manzarası, doğal güzelliği ve tarihi deniz fenerini görmek için Ümit Burnu’na gidenlerin mutlaka uğradığı bir nokta. Kayalıkların üzerinde en tepede yer alan fener 1859 yılında yapılmış. Cape Point noktasına dik bir yoldan tırmanarak çıkılabiliyor ancak bir füniküler ile çıkmak doğal olarak en kolay yol.

Fenerin bulunduğu noktadan Atlas Okyanusu’nun uçsuz bucaksız manzarasını fotoğraflıyoruz ve bu özel anı şampanya ile kutluyoruz.

Ümit Burnu

Ümit Burnu coğrafi ve ticari açıdan dünya tarihinde önemli bir yer almaktadır. Afrika’nın güney batısında en güney noktası olmasa da coğrafi olarak önemli bir noktadır. Atlas Okyanusu ile Hint Okyanusu’nun buluştuğu yer diye biliniyor (asıl nokta Cape Agulhas’tır).

Ümit Burnu tarih boyunca denizciler için büyük önem taşımıştır. Portekizli denizci Bartolomeu Dias 15.yy’da buraya ayak basması ile Avrupalıların deniz yolu ile Hindistan’a ulaşılabileceği keşfedildi. Ümit Burnu’nun keşfi ile dünya ticaretinde deniz yolunun önemi arttı.

Hout Körfezi ve Cape Kürklü Fokları

Ümit Burnu rotamız üzerinde Hout Körfezi’ne uğruyor. Hout Körfezi güzel bir koy. Bölgede yaşayan 3000-5000 adet Cape Fokları da bu körfeze yakın Duiker Adası’nda koloni halinde yaşıyorlar. Hout Körfezi’nden kalkan tekneler ile yarım saatlik bir deniz yolculuğu ile fokların adasına yaklaşıp, tekneden gözlüyoruz fokları. Fokların bir kısmı küçük adada güneşleniyor bir kısmı da suda balık avlıyordu. Bu ilginç hayvanları bu kadar yakından izlemek ve fotoğraflarını çekmek keyifli idi.

Boulders Beach ve Afrika Penguenleri

Boulders Beach Simon’s Kasabasında bulunan granit kayalıklardan oluşan korunaklı bir koy. Sadece Güney Afrika kıyıları ve Namibya’da bulunan Afrika penguenleri bu koyda koloni halinde yaşıyorlar. Maalesef 2,5-3.5 kg ağırlığında 60-70 cm boyundaki  Afrika penguenlerinin sayısı gittikçe azalıyor. Humboldt, Macellan ve Galapagos penguenleri ile akraba olduğu düşünülüyor. 

Yeme İçme

Cape Town lezzet düşkünleri için de bir cennet. Afrika’dasınız ancak mutfak lezzetleri size Afrika, Avrupa ve Asya karışımını sunuyor. Deniz ürünleri, etler ve Güney Afrika lezzetleri donatacak sofranızı.

Deniz ürünlerini mutlaka Cape Town da denemelisiniz, Johannesburg ile gezinize devam edecekseniz Cape Town kadar zengin çeşitlerle karşılaşamayacaksınız. Deniz ürünleri içinde istakoz, istiridye, kalamar ve karides çeşitlerini bol ve uygun fiyatlı tadabilirsiniz. İngiliz hükümranlığında uzun süre kalan ülke olarak fish and chips de en çok karşılaşacağınız balık menüsü olacak. Fotoğrafta görüldüğü gibi biz ilk akşam Water Front’ta yediğimiz yemekte birkaç çeşidi birleştirdik.

Cape Town et çeşitlerini de bol bulacağınız bir yer. Braai Güney Afrika barbeküsü ile et ve sosis lezzetlerini tadabilirsiniz. Ayrıca kurutulmuş et çeşitlerini hem restoranlarda hem de marketlerden paketli satın alabilirsiniz. Boo Kap’ın köri baharatlı tavukları da değişik tavuk lezzeti arayanlar için. Tabi köri tadına alışkınsanız. 

İçeçekler bölümüne gelince yazımızın önemli bir bölümü şarap bağlarına ayrıldığına göre öncelikle Stellenbosch ve Franschhoek bağlarının şarap çeşitleri denenecek. Pinotage, Chenin Blanc ve Sauvignon Blanch önerilen çeşitler arasında. Bu arada Afrika’nın ünlü likörü Amurala da burada üretildiğinden kahvenin dondurmanın yanında tadılabilir. Bu arada Amuralayı marketlerden free shoplardaki fiyatlardan daha uygun fiyata alabilirsiniz, Yerel biralar Devil’s Peak ve Jack Black de denenebilir.

Nerelerde yenebilir sorusuna cevabımız ise biz üç akşam yemegini de Water Front’ta belirli restoranlarda yedik. Water Front bölümünde yazıyor restoran isimleri. Şaraplar bölgesinde ve Cape Point’te de öğlen yemeğimizi yedik. Sokaklarda yemekten kaçınıp belirli yerlerde yemek uygun olacaktır. Water Front, Hout Bay ve Camp Bay restoranları kaliteli ve lezzetli yemekler için önerilen yerler.

Son Söz

Cape Town, doğal güzellikleri, tarihi dokusu ve kültürel çeşitliliğiyle gezginlere unutulmaz bir deneyim sunuyor  Bo-Kaap’ın renkli sokaklarından Masa Dağı’nın etkileyici manzaralarına, Stellenbosch ve Franschhoek’in şarap bağlarından, Ümit Burnu’nun vahşi doğasına kadar her detay bu şehri tekrar ziyaret etmek için bir neden. Cape Town, hem doğaseverler hem de kültür meraklıları için eşsiz bir destinasyon. 

Cape Town büyüleyici bir şehir olmasının yanı sıra yüksek suç oranları ve sosyal sorunlarla da mücadele eden bir destinasyon. Planlı ve güvenli bir şekilde seyahat edildiğinde, dünyanın en etkileyici şehirlerinden biri olarak anılarınızda yerini alacaktır.

Semerkant Gezi Rehberi: Orta Asya’nın Bilim Merkezi

Semerkant, Özbekistan’ın bilim kenti ve dünyanın en eski şehirlerinden birisi olup büyüleyici mimarisi ve mistik havası ile kadim bir şehir. Tarihi M.Ö. 8. yüzyıla uzanıyor. Tarihi İpek Yolu üzerinde önemli bir kavşak. M.Ö. 329’da Büyük İskender, 712 yılında Müslüman Araplar tarafından fethedilmiş, 13. yüzyılda ise Cengiz Han şehri teslim almış ve yerle bir etmiş. Amir Timur ise şehri fethettikten sonra başkent ilan etmiş ve hakimiyetindeki bölgelerden bilim adamları ve sanatçıları başkente getirtmiştir. Böylece Semerkant bilim kültür merkezi olmuştur. Günümüzde bir sanayi şehri olmasına rağmen, şehir UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer alan bir açık hava müzesi. Korunmuş ve ihtişamlı anıtlar, müzeler, camiler, medreseleri ile görülmesi gereken bir Orta Asya şehri.

Semerkant’ı videolarla gezmek isterseniz:

Ulaşım 

Son yıllarda Türk vatandaşlarına uygulanan vizenin kaldırması ile Özbekistan’ın popüler ülkeler arasına girmiş olduğu Semerkant’a düzenlenen direk uçuş sayısından açıkça görülmektedir. Önceki yıllarda sadece İstanbul’dan THY ile başkent Taşkent’e uçulabilirken bugün THY’nin yanı sıra Uzbekistan Airlines da Özbekistan’a direkt uçan havayolları arasına girmiştir. İzmir’den de Sun Express ile Semerkant’a direk uçuş düzenlenmekte. Taşkent, Bakü, Dubai, Moskova aktarmalı uçuşlar da bulunmakta. Özbekistan’ın ülkeye turist çekme çabaları ve 2018 yılına kadar uygulanan vizenin yanı sıra bir sürü formalite kaldırılınca çok ziyaret edilen yerler haline geldi Özbekistan şehirleri… 

Bu arada gezginlerin programlarını yaparken sadece Semerkant ile sınırlı kalmayacakları açıktır. Başkent Taşkent ve Semerkant arasında uçak seferlerinin yanı sıra hızlı tren ve otobüs seferleri de bulunmaktadır. İki şehir arasında otobüs ile 4 saat, hızlı tren ile 2,5 saat süren yolculuk yapılmaktadır. Buhara’dan Semerkant’a yine tren, otobüs veya taksi ile ulaşılabilir. Üstelik Türkiye ile karşılaştırdığında şehirler arası ulaşım maliyeti de yüksek değil.

Şehir içi otobüsleri ile şehri dolaşabilirsiniz. Daha hızlı ulaşım için taksi kullanabilirsiniz; ancak yoldan taksi çağırmak yerine UBER alt yapısı kullanan YandexGo uygulamasını kullanmanız daha düşük maliyetli olacaktır. 

Gezelim Görelim
Şehrin merkezinde öncelikle şehrin ihtişamını yansıtan Amir Timur Heykeli’ni görüyoruz.
Amir Timur Semerkant’ın güneyinde Şehr’i Sebz yakınında Keş köyünde doğmuş, 1336-1405 yılları arasında Hindistan’dan Akdeniz’e uzanan bir bölgede büyük bir imparatorluk kurmuş, 1402 yılında Ankara Savaşı’nda Osmanlı İmparatoru Yıldırım Beyazıt’ı yenince tüm Asya ve Avrupa’da ünü artmıştır. Orta Asya’nın bu büyük kahramanını gezdiğimiz tüm Özbek şehirlerinde heykelleri, kahramanlık öyküleri ile daha yakından tanıma fırsatımız oldu. Bu kahraman bizim tarih kitaplarında Timurlenk (Aksak Timur) diye geçiyor. Özbekistan’ı ziyaret ederseniz sakın Timurlenk ifadesini kullanmayın; bu ifade büyük kahramanlarına hakaret anlamına geliyor.
Semerkant’a Buhara’dan uzun bir otobüs yolculuğu sonrası ulaştık. Son üç gündür gezdiğimiz Khiva ve Buhara gibi tarihi şehirler sonrası Semerkant’a girince hemen büyük bir şehre geldiğimizi anladık. Yemyeşil, geniş caddeler, bakımlı binalarla karşılaştık. Bu arada Özbekistan’ın üçüncü büyük şehri olmasına rağmen yüksek katlı binalar ve AVM’ler hiç gözümüze çarpmadı.
Kentin kalbi, merkezi ve simgesi olan Registan Meydanı “kumlu yer” anlamına gelmektedir. Meydanın güzelliği nedeni ile Semerkant’taki ilk gecemizde önce ışıklar içindeki muhteşem görüntüsünü görmeye gittik. İkinci gün meydandaki medreseleri uzun uzun gezdik. Meydanı hem gece hem de gündüz görmek gerekiyor.
Registan Meydanı, Semerkant için her dönem halkın toplandığı, ticaretin yapıldığı en önemli meydan olmakla beraber Semerkant’ın tarihi içinde değişik dönemler yaşamıştır. 17. yüzyılda Semerkant ekonomik kriz yaşamış ve başkent olma unvanını da Buhara’ya kaptırmış. İpek Yolu üzerinde olmasına rağmen artık kervanlar bu şehre uğramaz olmuşlar. Şehirden dışarıya çok büyük göç yaşanmış; şehirde sadece 1000 aile kalmış. Medreseler de terk edilmiş ve meydanlar yabani hayvanların dolaştığı yerler haline gelmiş. Ancak 1875 yılında Semerkant ekonomisinin gelişmesi ile şehir ve meydan yeniden canlanmış. 1918 yılına geldiğinde ise Sovyetler Birliği medreselerde dini eğitimi yasaklamış; hava koşulları, deprem gibi doğal etkilerle de terkedilen medreseler tahrip olmuş. Daha sonraki yıllarda Sovyet hükümeti tüm bu binaların restorasyonu kararını almış. Uzun yıllar restorasyon devam etmiş. Sovyetler Birliği dağılmadan bu restorasyon bitmiş. Registan Meydanı bugün Semerkant’ın en önemli meydanı olup günümüzde tüm kutlamalar, konserler ve etkinlikler bu ihtişamlı meydanda yapılmaktadır.

Meydanda üç muhteşem medrese yer alıyor. Ortadaki medrese Tilla Kori “altın kaplama” anlamına geliyor. Meydana 1417 yılında yapılan Ulug Bey Medresesi ilk medrese ünvanını taşıyor. Ulug Bey Medresesi’nin karşısında ise kapısındaki kaplan figürleri ile ünlü  Sher-Dor Medresesi yer alıyor. 

Ulug Bey Medresesi Semerkant’ta en büyük bilim ve eğitim merkezi rolünü üstlenmiştir. Öğrencilere felsefe, astronomi, matematik ve din eğitimi verilmiş. Ana kapıdaki 10 yıldız motifi gökyüzü ve astronomiyi sembolize ediyor. Meydanın batısında, dikdörtgen şeklindeki medresenin iki minaresi ve arkadaki avluya açılan sınıfları bulunuyor.

Meydana en son yapılan Tilla Kori Medresesi,  zengin ve ışıltılı işlemeleri ve mavi kubbeli ve altın işlemeli camisi ile göz alıyor.

Ulug Bey Medresesi’nin yapımından 200 yıl sonra bu medresenin tam karşısına, meydanın doğu tarafına, dönemin Emiri Bahadur tarafından Sher-Dor Medresesi yaptırılmıştır. Medresenin kapısındaki iki altın kaplan sırtlarında güneşi taşıyorlar. Medresenin adı da  bu kaplanlardan geliyor. ‘Sher’ kaplan anlamına geldiğinden Kaplanlarla Süslü Medrese olarak da anılıyor.

Gur Emir Medresesi ve Anıt Mezarı,  Semerkant’ın görülecek en önemli eserlerinden biri. Amir Timur’un mezarı orada. Aslında bu medreseyi Timur torunu Muhammed Sultan için yaptırmış. Timur’un kendinden sonra imparatorluğunu yöneteceğini düşündüğü torunu erken ölünce onu Semerkant’ın merkezine defnetmek için bu medreseyi inşa ettirmiş. Kısa bir süre sonra Timur ölünce o da oraya gömülmüş. Ayrıca diğer torun Mirzo Ulugbek ve Timur’un hocası ve iki oğlu da aynı yerde yatmaktadır. Medresenin muazzam mozaikleri ve kubbesi bulunuyor. 

Mezarların bulunduğu salonda önce Timur’un resmi ve fethettiği toprakların haritasını görüyoruz. Amir Timur’un hakimiyetindeki toprakların ne kadar geniş bir alanı kapsadığı açıkça görülüyor.

Göz kamaştırıcı altın işlemeli salonda, ortadaki en parlak ve koyu renkli olan Timur’un tabutu, en öndeki sanduka ise Timur’un hocasının. Ne kadar anlamlı; Timur hocasının ayakları yönünde gömülmüş. Bilime, bilgiye bu kadar değer veren bir lider yönetmiş bu toprakları. İki oğlu ve iki torununun mezarları da aynı salonda.

Mirza Ulug Bey, Timur’un torunu, Timur İmparatorluğu’nun 4. sultanı.

Mirza Ulug Bey de sadece bir sultanın ötesinde; döneminin büyük astronomu, bilim adamı, mimarı ve siyaset adamı. 1420 yılında döneminin en büyük rasathanelerinden birini yaptırmış. Bu gözlem evi sonraki yıllarda tahrip edilmiş olmakla birlikte 20. yüzyılın başında Sovyet arkeologlar tarafından yeniden ortaya çıkartılmıştır.

Ulug Bey Rasathanesi‘nde döneminin ünlü astronomlarından birisi olan Ali Kuşçu, Bursalı Kadızade Rumi ile birlikte çalışarak çok önemli bir eser olan “Ziyci Sultanı” isimli kitabı hazırlamışlar. Bu kitap sonraki yüzyıllarda
astroloji ile uğraşan doğulu ve batılı bilim adamlarına yol gösterici olmuş.

Rasathanede Ulug Bey’in yıldızların hareketini izlemek için kurduğu sistem yer altına kazılmış.

Ulug Bey Rasathanesi için özel olarak düzenlenmiş müze ise rasathanenin hemen karşısında yer almakta.
Ulug Bek Observatory
Ulug Bey’in astronomi çalışmalarında kullandığı araçlar çok güzel sergilenmiş.

O dönemi yansıtan bir minyatür de müzede yer almakta.

 

Şehrin ilk yerleşim yeri Afrosiyob tepesidir. Tarihi M.Ö. 8. yüzyıla kadar uzanan bu antik bölgede Afrosiyob Müzesi kurulmuş. 

Bu müzede kentin o dönemine kadar tarihlenen objeler sergileniyor. Müzenin bir bölümünde ölülerin kemiklerinin saklandığı toprak kaplar da görülmektedir.

Shakhi Zinda, Afrosiyop bölgesinin yakınında bir mezarlıklar kompleksi. İslam dünyasının en kutsal yerlerinden biri. Bir Orta Çağ sokağının etrafında onbir mezar sıralanmış. Her biri kare şeklinde, türbelerin üstleri mavi yuvarlak kubbeler ile kaplanmış. 
Türbeler 14. ve 15. yüzyıllarda yapılmış. Shakhi Zinda “yaşayan kral” anlamına geliyor. Buradaki en önemli mezar Hz. Muhammed’in kuzeni Kusama Ibn Abbas’ın. Bu mezar İslam aleminden çok sayıda ziyaretçi çekmektedir.  

Kompleksin sonunda, merdivenlerin bitimindeki açık alanda mezarlar görülüyor. Bu mezarlar Semerkant’ın önemli kişilerine ait. İslam ülkelerinde genellikle mezarlara fotoğraf konmamasına rağmen Rusya’nın diğer bölgelerinde görüldüğü gibi bu mezarlarda yatan kişilerin fotoğrafları görülmektedir.

Shakhi Zinda kompleksinin hemen güneyinde, merdivenlerle çıkılan yüksekçe bir tepede Hz. Hızır Cami görünüyor. 
Hazrat Khizr Mosque
Özbekistan’ın 1991 yılında bağımsızlığını kazanmasından sonraki Devlet Başkanı Islam Karimov’un anıt mezarı da bu caminin orta avlusunda yer alıyor.
Hz. Daniel Türbesi

Afrosiyop bölgesinde, görülmesi gereken ve ilginizi çekecek bir yer de, üç dinde de kutsal kabul edilen Daniel Peygamber’in türbesi…

Siyob Nehri kıyısındaki gizemli, sessiz, sade ama bir o kadar da etkileyici Daniel Peygamber’in türbesi. Mezarı görür görmez şaşırıyorsunuz; neredeyse 18 metre uzunluğunda! Tabutun büyüklüğü hakkında efsane çok; ruhani büyüklüğünü simgeliyor diyen var; hangi tarafında yattığı bilinmesin diye bu kadar uzun yapıldığını ve hatta her yıl kemiklerinin büyüdüğünü söyleyen de.

Türbenin Emir Timur döneminde yaptırıldığı biliniyor. En bilinen efsaneye göre, Timur savaşlarından birinde İran’ın Şuşter şehrinde Daniel Peygamber’in mezarını ziyaret eder ve mezarı ülkesine taşımak ister. Ancak yöre halkı mezarın başka bir yere taşınmasına izin vermez. Timur gece rüyasında yaşlı, nur yüzlü bir adam görür. Bu adam ona şöyle der: “Eğer kemiklerim Semerkant’a taşınırsa, oraya bolluk ve bereket gelir.”

Timur bunu bir işaret sayar; halk mezarın taşınmasına razı olmadığından Timur’un bazı kaynaklara göre sadece bir parmak kemiğini alarak Semerkant’a getirttiği ve bugünkü türbenin olduğu yere defnettirdiği söyleniyor.

Daniel’in mezarının başka ülkelerde de bulunduğuna dair inanışlar olsa da  Semerkant’taki türbe, Timur’un rüyalarla şekillenen hikâyesi ve bu coğrafyaya kattığı mistik hava sayesinde çok özel hissettiriyor.

Türbenin hemen yanında küçük bir kaynak suyu var. Ziyaretçiler şifalı olduğuna inanılan suyu içiyor, ellerini yüzlerini yıkayıp dua ediyorlar.

Bibi Hanım Cami Semerkant’ın en gösterişli, Orta Asya’nın ise en büyük camilerinden birisi. Yapımında fillerin kullanıldığı söyleniyor. Timur’un Hint seferinden döndükten sonra yaptırmasının etkisi olsa gerek. Caminin öyküsü de ilginç. Timur en sevdiği karısı Bibi Hanım için dünyanın en güzel camisini yaptırmak ister. Hint seferinden ganimet ile dönen Timur yüzlerce mimar, sanatçı ve ustayı Semerkant’a getirtir. Caminin yapımı beş yıl sürer. Işıl ışıl duvarları, galerileri, yüksek minareleri, mermer işlemeleri ile muazzam bir yapı ortaya çıkar. Cami ibadete açılır, ama yapımından bir yıl sonra binanın bazı bölümleri çökmeye başlar.

Bibi-Khanym Mosque

Bibi Hanım Cami’nin hemen yanında Semerkant’ın ünlü Siyob Pazarı bulunuyor. Özellikle yöresel taze sebze meyve, kuru meyve, bakliyat ve çok çeşitli ürünlerin satıldığı güzel, planlı bir pazar. Semerkant’ın renkli lezzetlerini görebilirsiniz. Tabii biz de pazarı güzelce gezdik ve alışveriş yaptık.
Yemek yediğimiz restoranlar da güzeldi.

Yemeklerimizden görüntüler; yine güzel Özbek yemekleri…

 Son Söz

Semerkant, Orta Asya’nın kalbinde, tarihi İpek Yolu kavşağında mücevher gibi parlayan büyüleyici bir şehir. Timur imparatorluğu’nun başkenti kadim kent bir açık hava müzesi gibi. Turkuaz kubbeleriyle gökyüzüne uzanan devasa medreseleri zamanın bilim yuvası olmuş. Muhteşem Registan Meydanı, mistik Şah-ı Zinde atmosferi, Uluğ Bey’in gökyüzünün alfabesini çözebilmek için yarattığı rasathanesi. çinilerle ve mozaiklerle bezeli camileri ve türbeleriyle doğunun masalsı kenti Semerkant… Zamanın durduğu bu kentte görkemli bir medeniyetin efsaneleri ve zengin kültürünü her duyunuz ile hissedeceksiniz. 

Kruger Park: Güney Afrika’nın Vahşi Cennetine Yolculuk

Güney Afrika, doğal güzellikleri ve vahşi yaşamıyla dünyanın en etkileyici destinasyonlarından biridir. Ülkede 4 milyon hektardan fazla alanı kaplayan 19 milli park bulunuyor. Bizim rotamız ise bu parkların en ünlüsü olan Kruger Milli Parkı.

Kruger Milli Parkı Hakkında Genel Bilgiler

Kruger Park, Güney Afrika’nın iki eyaleti olan Limpopo ve Mpalanga’ya yayılmış devasa bir alanı kaplar. Mozambik’teki Limpopo Milli Parkı ve Zimbabve’deki Gonarezhou Milli Parkı ile sınırda birleşerek, Büyük Limpopo Transfrontier Parkı adı altında entegre bir şekilde yönetiliyor. Bu entegrasyon, vahşi yaşamın korunması ve sınır ötesi ekosistemin sürdürülebilirliği açısından büyük önem taşıyor.

Kruger, Güney Afrika’nın en eski ve flora-fauna açısından en zengin milli parkıdır. 1898 yılında Sabie Nehri Av Rezervi olarak kurulmuş, 1926’da ise milli park statüsüne kavuşmuştur. Park, güneyden kuzeye 350 km, doğudan batıya ise 65 km uzanan devasa bir alana yayılıyor. Toplamda 20 bin kilometrekarelik bir alanı kaplayan park, Mozambik ve Zimbabve sınırında yer alıyor. Yılda 1 milyondan fazla ziyaretçi ağırlayan Kruger, vahşi yaşam tutkunları için bir cennettir.

Kruger Park’ta Ziyaret İçin En İyi Zaman

Parkta yaban hayatını gözlemlemek için en uygun zaman bölgenin kış mevsimidir (haziran-ağustos). Bu dönemde yağışlar azalır, çalılar kurur ve yapraklar seyrekleşir. Bu da hayvanların görünürlüğünü artırır. Ayrıca hayvanlar, su ihtiyaçlarını karşılamak için nehir kenarlarına toplanır. Kışın sıcaklıklar gece 8-12°C, gündüz ise 26-28°C arasında değişir. Biz ise ilkbahar sonu-yaz başlangıcında (eylül-kasım) parkı ziyaret ettik. Bu yağışlı mevsimde etraf yemyeşildi. Aynı zamanda hayvanların doğum mevsimi olduğu için yavruları gözlemlemek mümkün olabiliyor. Sıcaklıklar 16-34°C arasında değişiyor.

Konaklama Seçenekleri

Kruger Park’ta her bütçeye ve zevke uygun konaklama seçenekleri bulunuyor. Safari çadırları, kamp alanları, bungalovlar, kulübeler, villalar ve lüks konaklama tesisleri gibi çok sayıda seçenek mevcut. Parkın 9 giriş kapısı var ve her ziyaretçi girişte bir koruma ücreti ödemek zorunda.

Biz, Skukuza Kamp Alanında Kruger Gate Lounge’da konakladık. Skukuza, Kruger Park’ın güneyinde yer alan en eski, en büyük ve en popüler kamp alanıdır. Kruger’in başkenti olarak nitelendirilen Skukuza’da 3 müze, bir kütüphane, mağazalar, restoranlar, yüzme havuzları, golf sahası, banka, postane ve karakol gibi olanaklar bulunuyor. Ayrıca 10’dan fazla safari rotasıyla ziyaretçilere unutulmaz bir deneyim sunuyor.

Ulaşım

Kruger Park Johennesburg’a 400 km uzaklıktadır, özel araç ile yolculuk 4,5-5 saat sürüyor. Uçakla Johennesburg Skukuza Havalimanından Kruger Mpumalanga Havalimanına uçulabilir.

Kruger Park’ta Safari Deneyimi

Kruger Park’ta safari yapmak, vahşi yaşamı yakından gözlemlemek için eşsiz bir fırsattır. Parkta ‘Büyük Beşli’ olarak adlandırılan aslan, fil, gergedan, leopar ve buffalo görmek safari deneyiminin en heyecanlı anları.

Filler parkta en sık karşılaşılan hayvanlardan biri. Devasa boyutları ve ikonik hortumlarıyla dikkat çekiyor. Türleri tehdit altında olan leoparlar, parkta nadir görülen hayvanlardan. Şanslıysanız onları görebilirsiniz. Ormanların kralı olarak bilinen aslanlar, parkta yaklaşık 2000 bireylik bir popülasyona sahip. Ancak avlanma alışkanlıkları nedeniyle gözlemlenmeleri zor. Kaçak avlanma nedeniyle popülasyonları azalan gergedanlar, özellikle geleneksel tıpta kullanılmak üzere avlanıyor. Parkta siyah gergedan sayısı 200, beyaz gergedan sayısı ise 2500 civarında. Afrika mandası olarak da bilinen buffalolar parkın en büyük ve en vahşi hayvanlarından biri. Gruplar halinde yaşıyorlar ve aslanlar bile onlara saldırmaktan çekiniyormuş.

Parkın Doğal Zenginliği

Kruger Park, sadece hayvanlar açısından değil, bitki örtüsü ve arkeolojik zenginlikleriyle de dikkat çeker. Parkta 150’den fazla memeli, 500’den fazla kuş türü, 100’den fazla sürüngen, 100’e yakın amfibi ve balık türü, 200’den fazla kelebek türü ve 350’den fazla örümcek türü bulunuyor.

Ayrıca parkta 100-300 bin yıl öncesine ait 300’den fazla arkeolojik alan insanlık tarihine ışık tutmaktadır. Bu alanlar, insanlığın en eski atalarının Homo Erectustan Homo Sapiense kadar insan türünün yaşamına dair kanıtlar sunuyor. Ayrıca parkta Erken ve Orta Çağ döneminden kaya sanatı örnekleri bulunuyor.

Avrupalıların Kruger Parkı’na gelişi 1838 yılına kadar uzanıyor. Bu alanın milli park olarak düzenlenmesi 1926 yılında Paul Kruger’in çabaları ile olmuş.

Parkın bitki örtüsü çalılar, dikenli söğüt benzeri ağaçlar ve mopane ağaçlarından oluşuryor. Ayrıca meyvesinden yapılan içkisi popüler olan marula ağacı da bu parkta yetişiyor.

Ayrıca termit (beyaz karınca) höyükleri de dikkat çekici. Boyu 7 metreye kadar uzanabilen höyükler eko sistem için yarar sağlıyormuş.

Son Söz

Kruger Milli Parkı, doğa tutkunları, vahşi yaşam meraklıları ve macera severler için unutulmaz bir deneyim sunuyor. Büyüleyici manzaraları, zengin flora ve faunası, tarih öncesi kalıntıları ve konforlu konaklama seçenekleriyle Kruger, Afrika’nın en önemli destinasyonlarından biridir. Eğer bir daha safari deneyimi yaşama şansınız olmayabilir düşüncesiyle hareket ediyorsanız, Kruger Park kesinlikle listenizin başında olmalı!

Busan Gezi Rehberi: Güney Kore’nin Renkli Sahil Kenti

Busan, Güney Kore’nin başkenti Seul’den sonra ikinci büyük şehri, ülkenin ve Asya kıtasının önemli liman şehri. Güney Kore’yi tanımak isteyen gezginler öncelikle yönünü başkent Seul’a çevirirken, Busan daha az tanınır gibi görünmekle birlikte aslında çok turist çeken bir şehir.

Busan ülkenin güneydoğusunda, Japon Denizi kıyısında Japonya Adası’nın kuzeybatısında yer almaktadır. Busan muhteşem plajları, deniz sporları yapma imkanları, deniz ürünleri ile ilgi çekmesinin yanı sıra dini, kültürel varlıkları ile ziyaretçilerine farklı renkler sunmakta. Biz sakura mevsiminde Japonya’yı bir baştan bir başa dolaşmak için plan yapmaya başlamıştık.  Uzakdoğu’nun en doğusuna ulaşırken Japonya’ya yakın ülke Güney Kore’yi görmeden olmaz diye düşündük.

Güney Kore’de başkent Seul’un yanı sıra ülkeyi daha yakından tanıyabilmek için metropol dışında ülkenin farklı coğrafyalarını da görmek istedik. Busan’ın  Japonya Adası’nın karşısında olduğunu görünce hem Busan’ı gezmek hem de Japonya’ya Japon Denizi’nden gemi ile geçerek değişik bir deneyim yaşamak istedik. Bu mevsimde deniz tatili söz konusu olmadığından, şehrin tarihi ve turistik yerleri için Busan’da 2 günün yeterli olacağını düşündük. Ancak Japonya’ya geçeceğimiz gemiye planladığımız tarihten üç gün sonra binmek zorunda kalınca Busan’da iki gün yerine beş gün geçirdik. Bu süre bize çok iyi geldi ve Busan’ı tam anlamı ile doya doya gezdik.

Ulaşım

Busan’a Türkiye’den direkt uçuş bulunmamaktadır. Seul’den Busan Gimhae Havaalanı’na uçulabilir. Havaalanı şehir merkezine 27 km uzaklıkta. Busan Güney Kore halkı için de tatil şehri olduğu için sık tren ve otobüs seferleri bulunmakta. Eğer hızlı tren ile yolculuk  yaparsanız 2,5 saat ve Busan Tren İstasyonu şehir merkezinde. Biz cuma günü son dakika bilet aradığımız için tren ile gitme şansını kaçırdık. Bu nedenle tek seçeneğimiz olan otobüs ile ulaştık Seul’den Busan’a. Otobüs fiyatları trene göre daha düşük ancak yolculuk 6 saat sürüyor ve dezavantajı otobüs terminali şehir merkezinden uzakta. Bu nedenle şehir merkezine ulaşmak için yüksek bir taksi ücreti ödedik.

Busan şehir merkezinde gelişmiş bir metro sistemi var. Ayrıca birçok yere otobüsler ile de ulaşılabiliyor. Biz daha az metro daha çok otobüs kullandık bazı yakın mesafelerde de taksi ile ulaştık. Üç kişi olunca taksi fiyatları da yüksek gelmedi.

Gezelim Görelim

Busan orta büyüklükte bir şehir beş gün içinde görülmesi gereken bir çok yeri rahat rahat dolaşabildik. Birlikte gezmeye başlayabiliriz.

Kore Şehitliği

Busan’da  ilk ziyaret ettiğimiz yer bizim için özel anlamı olan Kore Şehitliği oldu. Birçok kişi gibi biz de Busan’a ulaşana kadar Kore Savaşı şehitliğinin bu şehirde olduğunu bilmiyorduk.

Kore Savaşı, 1950 yılında başlayan Kuzey Kore ile Güney Kore arasındaki savaş. Bu savaşta Güney Kore’nin yanında yer alan Birleşmiş Milletler Savaş Gücü arasında yer alan Türkiye bu kadar uzak ülkeye askerlerimizi gönderdi. Askerlerimiz Güney Kore toprakları için üç yıl savaştı. Bu arada bizim askerlerimiz bu kıtada neyin savaşını verdi diye düşünmekten de kendimizi alamıyoruz. Ancak bu savaş sonrası Türkiye Nato üyesi ülkeler arasına alındı. Birleşmiş Milletler bu savaşta hayatını kaybeden askerler için Kore Anıtsal Mezarlığı yaptırmış. Bu kutsal alan 11 ülkeden 2319 şehidin ebedi istirahat yeri. Savaşta İngiltere’den sonra en büyük kayıp Türk askerlerinden olmuş, 721 can kaybetmişiz bu topraklarda, şehitlerimizin 462’si burada yatıyor. Bu özel şehitliğe bölgeye giden şehir içi otobüs ile ulaştık. Geniş bir alanda düzenlenmiş, bakımlı mezarlığın giriş kapısının hemen sağındaki anma salonunda video ve filmlerle savaş anlatılıyor. Kapıdaki görevli hangi ülkeden geldiğimizi sordu ve bize 10 dakikalık bir Türkçe film gösterisini hazırladı. Etkileyici, hüzünlü bir anlatım dinledik. Mezarlıkta sembolik alan, mezarlık alanı ve yeşil alanlar düzenlenmiş. Türk askerlerinin kabirleri başında atalarımızı rahmet ile andık. Mezarlıkta anma duvarında savaşta hayatını kaybeden 40.896 askerin adı yazılı ve anma duvarının yanında sürekli yanan ateş şehitlerin anısını yaşatıyor.

Busan Müzesi

Kore Anıt Mezarı ziyaretini planlarken şehitliğin çevresindeki görülecek yerlerin arasında Busan Müze’sinin şehitliğin yanında olduğunu gördük.  Her şehir gezisi bizim için aynı zamanda tarih ve kültür gezisidir. Busan’ın önemli müzesinin şehitliğin yanında olması bizim için kaçırılmaz bir fırsat idi. Şehitlik ziyaretimiz sonrası hemen müzeye daldık diyebilirim.

Busan Müzesi Busan kültürü ve tarihini temsil eden değerli eserlerin sergilendiği şehrin en önemli müzesi. 1995 yılında açılan müzede tarih öncesi dönemden modern zamana kadar çok özel parçalar sergilenmekte. Ülkenin Krallıklar dönemi, Japonların şehirdeki hükümranlığı dönemleri hakkında müzede fikir sahibi olduk. Busan’ı ziyaret edenlere Kore tarihini, kültürünü daha iyi anlayabilmeleri için bu müzeyi ziyaretlerini öneririm.

Müzenin çıkış kapısında karşımıza çıkan park çok güzel düzenlenmişti. Hele sakura zamanı pembeler, morlar kaplı ağaçlar arasında nefeslendik, ayrılmak istemedik o ortamdan. Müzeye metro ile ulaşmak için Daeyeon İstasyonu’nda inmeniz gerekiyor. Otobüs ile ulaşılmak istenirse UN Rotary durağında iniliyor. Zaten Türk gezginler için adres kolay önce Kore Şehitliği’ni gezip hemen çıkışında bu güzel müzeye zaman ayırabilirler.

Jagalchi Balık Pazarı

Busan’ın en özel yerlerinden biri Jagalchi Balık Pazarı. Bu pazar Kore’nin en büyük balık pazarı. Adını bile duymadığımız deniz ürünlerinin satıldığı balık pazarı gerçekten çok ilginç. Pazarın birinci katında tüm deniz ürünleri tezgahlarda veya büyük cam akvaryumlarda canlı canlı sergileniyor. Birinci katta basit masalar ve sandalyeler yer alıyor. Canlı deniz ürünlerinden seçip masanıza servis yapılmasını isteyebilirsiniz. Çok katlı binanın üst katlarında da restoranlar bulunuyor ürünlerinizi burada seçip oralarda da yemeği tercih edebilirsiniz. Biz bu kadar çok çeşitten, camların arkasında suyun içinde hareket eden kocaman istakozlar, yengeçler, ahtopatlar ve henüz tanışmadığımız canlılara büyülenmiş gibi bakakaldık. Tabii sonra özellikle sipariş verdiğimiz farklı lezzetleri tattık. Bu pazarın özelliği akşam 7 de kapanması. Biz ilk gün programımıza almıştık balık pazarını ancak oraya saat yediye doğru ulaşınca  içeriye giremedik. Tabii bu ürünleri tatmadan olmaz diyerek ikinci gün erken saatlerde masamıza yerleştik.

Gamcheon Kültür KöyüGamcheon Kültür Köyü, Busan’ın en ilginç ve en çok turist çeken yerlerinden biri. Kuruluş amacı çok farklı olmasına rağmen bugün farklı bir anlam kazanmış. Kore Savaşı sırasında Taegeukdo  dininden dört bin mülteci bölgeye gelmiş ve kendilerine ev yapmışlar. Aslında yerleşenler fakir mülteciler ve evler de bir iki katlı basit yapılar. Evler bir yamaca kurulmuş, lego evleri gibi üst üste daracık sokaklara sıralanmış.

Üniversite öğrencilerinin öncülüğünde Kültür Bakanlığı’nın desteği ile 2009 yılında bölge restore edilmeye başlanmış.  Evler yeniden tasarlanmış, rengarenk boyanmış, duvar resimleri heykellerle süslenmiş. Sanat atölyeleri, kafeler, otantik hediyelik eşya dükkanları açılmış. Hatta köye küçücük bir müze bile yapılmış. Ücretsiz gezilebiliyor.

Biz köyü sokak sokak dolaştıktan sonra en yüksek alana sıralanmış kafelerden birinde köy manzarasına karşı kahvelerimizi yudumladık. Köye ulaşmak tabii biraz telaşlı oluyor. Toseong Metro İstasyonu civarında köye giden otobüslere binebilirsiniz.

Haedong Yonggungsa TapınağıBusan’da çok sayıda Budist tapınak bulunmakta. Biz bunlar arasında en önemli olan iki tapınağı özellikle ziyaret etmek istedik. Birinci sırada Haedong Yonggungsa’ı sayabiliriz. Genellikle tapınaklar yüksek yerlere yapılırken bu tapınak deniz kenarında kayalıkların üzerine konumlanmış. Tapınak Busan’da Buda’ya adanmış üç kutsal tapınaktan biri. Tapınak ilk kez 1376 yılında önemli bir Budist öğreticisi Naong tarafından yaptırılmış. Tapınak Japonların Busan’ı istilası sırasında çıkan yangında zarar görmüş.  1930’lu yıllarda yeniden yapılmış, en son 1970 yılında büyük bir renovasyon geçirmiş. Bugün yerli yabancı çok fazla ziyaretçi çeken tapınak sürekli kalabalık. Dualar edenler, renkli, süslü kağıtlar yazılan dilekleri asanlar, heykeller arasında huşu içinde dolaşan yerel halk veya bizim gibi merakla çevreyi inceleyen turistler arasında dolaşıyoruz.

Tapınağa Osiria İstasyonu veya Haeundae İstasyonu’nda inip istasyon çıkışında 1001 nolu otobüs ile ulaşılıyor. Otobüsler sık olmakla birlikte biz metro çıkışında taksiye binmeyi tercih ettik. 

Beomeosa Tapınağı

Busan’ın en önemli ve en büyük tapınağı Beomeosa Tapınağı. 678 yılında inşa edilen tapınak, Geumjeong Dağı’nın yamacına kurulmuş, yeşillikler içinde sakin, huzurlu bir ortam sunuyor ziyaretçilerine. Beomeosa Tapınağı ziyaretçilerin konaklayarak daha uzun zaman geçirebildikleri bir tapınak. Biz bir akşam üzerinde bu tapınağı ağır ağır dolaştık.

Busan Tower

Busan parkları ile de renkli bir şehir. Şehir merkezinde Yongdusan Parkı içinde Busan Kulesi yer almakta. 1973 yılında yapılan 120 metre yükseklikteki kulenin en üstüne asansör ile çıkılabiliyor. En yüksek noktada bir kafe de bulunmakta. Zemin katında da kafe ve hediyelik eşya dükkanları yer almakta. Kule, Seul kulesi kadar şehre hakim olmasa da kulenin en üstüne çıkmadan da şehrin manzarasının görüldüğü bir bölge. Busan da zamanı olanlar uğrayabilir.

Nampodong Bölgesi

Busan Tower sonrası yürüyerek Nampodong bölgesinde şehrin ruhunu yakından yaşayabilirsiniz. Şehrin renkli hareketli bölgesi, BIFF yürüyüş bölgesi, çok sayıda dükkanların, restoranların kafelerin olduğu bölgede dolaşılabilir.

Uluslarası Film Festivalinin yapıldığı bölge de Busan’ın ilgi gören bir alanı. Gündüz hareketli olan bölgede akşamları da sokaklarda kurulan tezgahlarda sokak lezzetlerini tadabilirsiniz. Biz bir akşam bu sokaklarda dolaşarak, tezgahlarda yerel ürünleri tattık.

Çin Mahallesi

Busan’da son gece kaldığımız otel civarında olduğu için bir akşam Çin Mahallesini gezebildik. Çin Mahallesi Busan Tren İstasyonu’na yakın. Bu mahalle 1884 yılında bölgeye yerleşen Çinli tüccarlar tarafından yerleşim yeri olarak oluşturulmuş. Mahalleye girerken geleneksel Çin figürlerini taşıyan bir kapı karşılıyor ziyaretcileri. Mahallede birkaç Çin Tapınağı, Çin Restoranları ve dükkanlar yer alıyor. Birçok ülkede Çin mahallesi gezdim Busan’daki çok geniş bir alana yayılmış değil yine de farklı bir kültür olarak gezmek isteyebilirsiniz. Biz bu mahallede dolaşınca akşam yemegimizde de buradaki Çin lokantalarından birinde yemeyi tercih ettik.

Busan Plajları

Busan Güney Kore’nin liman şehri, diğer yandan plajları ile ünlü bir şehri. Biz şehri beş günde rahat rahat gezdik ancak özellikle mevsim nedeni ile deniz, güneş tatili yapamadık. Şehirde birden çok plaj bulnmakta. Haeundae Plajı  kumlu sahili, sığ denizi ile şehrin popüler, hareketli plajı. Gwangalli Plajı, Songjeong Plajı, Dadaepo Plajı, Songdo Plajlarında deniz keyfi yanında, sörf de yapılabliyor. Hatta bazılarında teleferiğe binmek gibi değişik aktiviteler de yapılabiliyor. 

Busan Port

Bizim Busan gezimiz Busan Port’da tamamlandı. Busan Port modern, büyük hareketli bir yer. Burada şehrin deniz ticareti tarihini anlatan bir müze de bulunmakta. Limanın kıyısında yürüyerek hareketli deniz trafiği izlenebilir, kıyıdaki restoranlarında deniz ürünleri tadılabilir. Bizim için liman Japonya’ya geçecek gemimiz Queens Beetle’a binmek için geldimiz bir nokta idi. Rahat bir gemi ile konforlu bir yolculuk yaptık Japon Denizi’nde.

Son Söz

Güney Kore gezimizde önceliğimiz başkent Seul olsa da, seçtiğimiz ikinci şehir Busan bizim için Japonya’ya geçmek için bir durak, deniz tatili de yapmayacağımız için çok şey beklemediğimiz bir şehir idi. İki gün kalmak üzere geldiğimiz şehirde beş gün geçirdik ancak şehir bize beklentimizin üzerinde deneyimler sundu. Sevimli şehirde keyifli zaman geçirdik, çok lezzetli deniz ürünleri tattık. 

Almanya Romantik Yol Gezi Rehberi

Almanya Romantik Yol rotasında Alp Dağları eteklerinde, Orta Çağ dokusu korunmuş şehirler, kasabalar ve köylerde bazıları UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer alan şatolar, saraylar, kaleler, kiliseler, katedraller karşılıyor gezginleri. Orta Çağ’ın parke taşlı sokaklarında sevimli, renkli evleri, uçsuz bucaksız  şarap bağları, rengarenk çiçeklerle dolu doğası ve tarihi dokusu arasında dolaşırken, modern dünyadan uzak, bir anlamda çocukluğumuzun masal dünyasında dolaştırıyor Romantik Yol.

II. Dünya Savaşı’nda Hitler Almanya’sının ağır yenilgisi sonrası Almanya turistler için ilgi çeken bir ülke olmaktan iyice uzaklaşmış idi. Savaş yaralarını saran ve ekonomisini düzeltmek isteyen Almanya, 1950’li yıllarda ülkeye turist çekme çabaları içerisinde Romantik Yolu tanıtacak politikalar uygulamaya başladı.

Bu politikalar sonucunda, Almanya Bavyera bölgesinde yer alan Orta Çağ kasabalarını tarihi dokusunu koruyarak, doğası ile ön plana çıkartmayı ve turizm için çekici bir bölge haline getirmeyi başardı. 18.yy’da yaygın olan romantizm akımı sanatçılarının bu bölgedeki köylerde yaşayıp, eserlerini üretmelerinden esinlenerek güzergaha Romantik Yol ismi verilmesi de bu başarıda önemli bir rol oynamıştır.

Bu şehir ve kasabaların bazıları II. Dünya Savaşı’ndan fazla zarar görmeden çıkarken, bazıları  bombalamalar ile ağır hasar görmüştür. Hasar gören yerler de başarılı restorasyonlar ile Orta Çağ dokusuna kavuşturularak savaşın izleri silinmiş.

Würzburg-Füssen arasındaki yaklaşık 400 km’lik Romantik Yol rotasında Orta Çağ’dan bu yana yerleşim olan 28 köy, kasaba ve şehrin hepsi birbirinden özel.

Yılda 3 milyon ziyaretçi çeken Romantik Yol, bizim için de iyi ki gittik gördük dediğimiz ve paylaşmaya değer bulduğumuz  bir rota oldu.

Gelelim bizim Romantik Yol planlamamıza. En iyi planlamayı yapabilmek için zihnimizde bir çok soru ile çalışmalara  başladık. İlk sorumuz gezi nereden başlayıp nerede sonlanmalı idi. Bloglarda yaptığımız okumalar ile bu sorunun cevabını kolaylıkla bulduk. Kuzeydeki Würzburg’dan başlayıp güneydeki Füssen’e kadar yol alınabileceği gibi tam tersine güneyden kuzeye Füssen’den başlanıp Würzburg’da da son bulabilirdi. Bir yazıda okuduğumuz, gezi kuzeyden başlayıp, Füssen’de bölgenin görkemli şatoları ile bitirilirse lezzetli yemeğin harika bir tatlı ile sonlanması gibi bir duygu uyandığı benzetmesi ilgimizi çekti ve rotanın kuzeyden başlaması kararını aldık. Bu durumda Würzburg’a en yakın havaalanı Frankfurt’a uçulacak ve dönüş  Münih’ten olacaktı. 

Gelelim diğer açıklığa kavuşacak sorulara; hangi mevsim ve ne kadar süre ile yapılmalı idi bu rota. Son yıllarda özellikle Christmas zamanı bölgeye düzenlenen turların sayısında artışlar görülmeye başlandı. Noel zamanı sokaklar, evler rengarenk süslenmiş, ışıl ışıl aydınlatılmış, yiyecek, içecek, hediyelik eşyalar stantları ile donatılmış meydanlarda zaman geçirmek çok eğlenceli olabilir. Ancak bizim gibi soğuk havalarda gezmekten kaçınanlar için havaların ılık, günlerin uzun olduğu  ilkbahar sonu, yaz veya sonbahar başı olabilir. Biz temmuz ayında planladık gezimizi. Noel zamanı olmasa da çok renkli, biblo gibi tarihi evlerin yanı sıra evler ve meydanlar da rengarenk çiçekler ile bezenmiş idi.

Önemli bir konu da 400 km yol, 28 yerleşim yerine ne kadar süre ayırmalı idik. Yerleşim yerlerinin büyük bir kısmı küçük şehirlerden oluşsa ve birbirine yakın yerler olsa da hepsine uğramamız ve her birinde konaklamamız mümkün olamazdı.

Bu rotaya ayrılacak zaman kişiye, zamana ve ayrılacak bütçeye göre değişmektedir şüphesiz. Romantik Yol’un keyfine varabilmek, nefeslenmek, şehrin meydanında oturup havasını koklamak isterseniz en az 4-5 gün gerekmekte. Biz Romantik yol rotasında yer almayan ancak o bölgede görülmesi gerektiğini düşündüğümüz, üç yer daha ekleyerek bölgeye yedi gece ayırdık. Bu sürenin ancak yettiğini söyleyebilirim.

Son kararımız ulaşım aracı seçimi üzerineydi. En konforlu ve zaman kaybetmeden dolaşabilmek için araba kiralamak tercihimiz oldu. Birbirine yakın yerler arasında daha çok yere uğrayıp, tarihi yerlerini gezip bol bol fotoğraf çekmek araba ile daha rahat olacaktır. Diğer yandan Almanya’da demiryolu ulaşımı yaygın ve gelişmiş olduğu için iyi planlayarak tren ile dolaşılabilir. Otobüs ile büyük yerleşim arasında dolaşmak kolay olabilir ancak çok küçük yerler için iyi araştırmak gerekiyor. Ayrıca sadece romantik yol yerleşim yerlerine uğrayan ve bir gün içinde hepsini dolaşan otobüsler de seçenekler arasında. Aslında en keyifle gezilecek ulaşım aracının bisiklet olduğunu belirtmeliyim. Tüm yol boyunca düzenlenmiş bisiklet yollarında bisikletçilerin pedal çevirdiklerini gözledik.

Rotamıza Heidelberg, Nuremberg ve Bamberg şehirlerini de dahil ettik. Tüm rotada mutlaka uğranması gereken yerleri belirledikten sonra üzerine bu üç yeri eklememizin elbette nedenleri vardı. Yazımızda bu şehirlerin özelliklerinden bahsedeceğiz.

Rotamıza kuzeyden başlama kararı ile Frankfurt’a uçtuk. Frankfurt’tan direk Würzburg’a geçebilirdik. Ancak biz gezimize Frankfurt’un güneyinde 90 km uzaklıkta Heidelberg’den başlamayı tercih ettik. Frankfurt havaalanından kiraladığımız araba ile Heidelberg’e ulaştık ve iki gece orada konakladık. Heidelberg’den haritalara göre Romantik Yol’un başlangıç şehri Würzburg’a doğru yola çıktık. 

Önce rotamızı ekleyelim sonrası yola çıkabiliriz.

Konaklanan yerler koyu renkli, uğranılan yerler * yıldızlı gösterilmiştir.

Heidelberg

Heidelberg Romantik Yol rotasında yer almasa da Almanya’nın en romantik şehirleri arasında sayılan bir şehir. Nechar Nehri kıyısına kurulmuş, Orta Çağ dokusunu koruyan, Almanya’nın en eski üniversitesine ev sahipliği yapan çok güzel bir şehir. Alstsat (Eski Şehir) UNESCO Dünya Mirasları Listesi’ne alınmış. Amerikan askerlerinin şehre yerleşmesi planlandığından Heidelberg II.Dünya Savaşı’nda da bombalanmamış. Biz şehri iki günde adım adım dolaştık, Heidelberg’de yapmadan dönme diyebileceğim şeyleri sıralayayım. 

Karl Theodors Köprüsü’nde yürüyelim: Nechar Nehri üzerindeki gösterişli tarihi, trafiğe kapalı köprü şehrin sembolik yapısı.

Heidelberg Kalesi‘ni gezelim. Bir tepeye kurulmuş Orta Çağ kalesindeki teraslardan şehrin doyumsuz manzarasını izleyip, tarihi binaların arasında dolaşıp, Alman Eczacılık Müzesi’ni gezip, dünyanın en büyük şarap fıçısını görebilirsiniz.

Hauptstrasse Caddesi, Avrupa’nın en uzun trafiğe kapalı caddesi şehrin en renkli caddesi. Kafeler, restoranlar, hediyelik eşya dükkanları ile cıvıl cıvıl bir cadde.

Studentenkarzer’i ziyaret edelim. Üniversite öğrencilerinin 18-19.yy’da cezalandırılmaları halinde kaldıkları, öğrencilerin yaratıcı figürleri ile renkli hapishane bugün müze olmuş.

Heidelberg’i detaylı gezmek isterseniz linke tıklayın. Heidelberg Gezi Rehberi: Romantik Orta Çağ Şehri

Würzburg

Romantik yolda ikinci durağımız Bavyera Eyaleti’nde Romantik yolun kuzeyde başlangıç noktası olan Würzburg. Frankfurt’tan  120 km uzaklıkta. Würzburg tarihi ve kültürel olarak da önemli bir şehir. Yerleşimin 6.yy’a kadar uzandığı şehir 15.yy’da açılan Würzburg Üniversitesi ile bilim alanında da öne çıkmış. Würzburg II.Dünya Savaşı’nda yoğun bombalamalar ile ağır hasar görmüş ancak sonrasında şehir onarılmış bugünkü Orta Çağ havasını kazanmış. Würzburg bağları ve şarap üretimi ile öne çıkan bir Alman şehri.

Würzburg’a biz bir gece kaldık, aşağıda şehirde mutlaka yapılacakları sıralayayım.

Wüzburg Residans’tı gezelim: Wüzburg Residans UNESCO Dünya Mirasları yer arasında alan, Alman Gotik ve Fransız şato mimarisini birleştiren gösterişli bir saray. 1719-1780 yılları arasında yapılan saray Güney Almanya’nın en önemli Barok eseridir. Giriş merdivenlerinin tavanına yapılan, gezegenler ve kıtaları temsil eden, 677 m2 lik fresk dünyanın en büyük tavan freskidir. Kraliyet salonunu ve beyaz salon da heykeller, freskolarla süslenmiş. Sarayın bahçesi de çok güzel. Giriş biletleri kapıdan alınabiliyor bilet 9 Euro.

Old Bridge: Yapılışı 15.yüzyıla kadar uzanan köprünün üzeri 12 aziz heykeli ile süslenmiş. Trafiğe kapalı köprü halkın toplandığı, şarap eşliğinde sosyalleştiği bir alan haline gelmiş. Marienberg Kalesi’ne ve üzüm bağlarına karşı Main Nehri üzerinde Wüzburg şaraplarını tadabilirsiniz güneş batarken.

Marienberg Kalesi; Main Nehri’nin sol tarafında bir yamaca doğru yerleşmiş kalenin ilk yapımı 8.yy’a kadar gitmektedir. Şehrin en güzel manzaralı kalesi zaman ayırabilenler için görmeye değer.

Tarihi Şehir ve Market Meydanı; Tarihi şehrin meydanında tarihi Orta Çağ binalarına karşı bir kafede oturabilirsiniz. Würzburg Katedrali, Maria Şapeli, Rathaus (Belediye Binası) Market Meydanında yer alan Rönesans, Gotik, Barok tüm stilleri yansıtan binalar bu meydanda.

  • Zamanı olanlar nehirde tekne turu da alabilirler.
Bamberg

Bamberg gezi rehberi

Bamberg Bavyera’nın en sevimli şehirleri arasında sayılıyor. II.Dünya Savaşı sonrası Amerikan askerleri yerleşeceği için savaş sırasında bombalanmayan küçük şehir orijinal Orta Çağ yapısını korumuş. 

Bamberg yedi tepe üzerine kurulmuş, Main ve Regnitz nehirleri  ile kanallar ve köprülerle bölünmüş şehir. Eski şehir ve Katedral UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer alıyor.

Bamberg Katedrali: 13. yy’da yapılmış, dört heybetli kulesi olan Gotik ve Romaneks mimarili gösterişli binanın içi de çok zengin. 

Alstadt/Eski Şehir: tarihi dokusu tamamen korunmuş eski şehirde Orta Çağ binaları arasında keyifle dolaşıyoruz, bir haritaya ihtiyacımız yok.

Altes Rathaus (Tarihi Belediye Binası): şehrin sembolü ikonik yapı. Bina köprünün üzerinde ve aynı zamanda şehrin giriş kapısı. Köprünün üzerinde nehre doğru taşan binanın üzeri fresklerle süslü. Bu değişik binanın efsanesi ise şöyle. Belediye binası yapılmasını isteyen halka Piskopos arazi sağlamayınca halk da köprü üzerine yapmış bu binayı. 

Dumanlı Bira: Bamberg eski şehrinde kanallar, köprüler, parke taşlı sokaklar arasında dolaştıktan sonra şehre özgü dumanlı birasını tatmadan olmaz. Almanya’nın en çok bira içilen şehirlerinden sayılan Bamberg’in kendine özgü dumanlı  birası ‘Rauchbier’. Dumanlı biranın öyküsü de şöyle; bira üretimi sırasında kullanılan maltların deposunda yangın çıkıyor ve is kokusu siniyor maltlara. Bu maltlardan üretilen biralar beğenilince üreticiler de isli bira imal etmeye başlıyorlar. Bugün şehirde 10 dan fazla bira üreticisi bulunuyor. Değişik üreticilerin biralarını barlarda deneyebilirsiniz.

Bamberg bizim yarım gün geçirdiğimiz bir şehir oldu. Old Town’ı hayranlıkla dolaştıktan sonra en hareketli yeri belediye binasına karşı köprü girişinde öğlen yemeğimizi yörenin dumanlı birası eşliğinde yedik. Yarım gün Bamberg için yeterli.

Nürnberg

Nürnberg gezi rehberi

Nürnberg de romantik yol üzerinde olmayan bir şehir. Almanya’nın büyük şehirleri arasında. Bizim küçük Orta Çağ kasaba ve şehirlerini gezdiğimiz rotaya nasıl dahil oldu diye merak edebilirsiniz. Şehir Orta Çağ surları ile kaplı ve surların içindeki Nürnberg Kalesi de tarihi ve mimari önemi ile görmeye değer. II. Dünya Savaşı’nda ağır hasar görse de bu önemli şehrin Orta Çağ yapılarının bir kısmı restore edilir. Şehir Hitler’in en sevdiği şehir olmasına rağmen tarihin cilvesi, savaş sonunda suçluların yargılandığı mahkeme de bu şehirde kurulmuş. Bavyera bölgesinin ikinci büyük şehri ve sanayi şehri Nurnberg’de ilgi alanımız tarihi bölge olduğu için Kale ve Eski Şehri dolaştık.

Kaiserburg Kalesi, Tarihi 11.yy’a German Roma İmparatorluğu’na uzanan kale, şehrin hakim tepesine kurulmuş. Orta Çağ’ın Romaneks ve Gotik stilini yansıtıyor. Almanya’nın en önemli kaleleri arasında yer alıyor. 1050-1571 yılları arasında Roma İmparatorları da burada konaklamışlar. Şehrin manzarası da kaleden güzel. Şehir gezisine buradan başlayıp aşağıya doğru yürüyerek inebilirsiniz. 

Albert Durer Evi: Ünlü Alman ressam Alber Durer’in yaşadığı ve eserlerini yaptığı ev 16. yy’ın en zengin evleri arasında sayılmaktadır. Bugün de ressamın adına müze olarak hizmet vermekte.

Hauptmark: Şehrin ana meydanı, 14.yy’da yapılan Gotik Kilise Frauenkirche’de bu meydanda dikkat çekiyor. 

Beautiful Fountain: Hauptmark’taki,  Kutsal Roma German İmparatorluğu döneminin gotik çeşme üzerinde değişik figürler, kahramanlar, papazlar, peygamberler, toplar yer almakta. Çeşmedeki heykellerin anlamı bulunmakta. 

St.Lawrence Church; Nürnberg’in en büyük, gösterişli gotik kilisesi 13.yy’da Kutsal Roma German İmparatorluğu döneminde yapılmış. Kilisenin içi de ziyaret etmeye değer.

Bratwurst ; Nürnberg sosisi; Nürnber sosisleri ile ünlü. Bu sosisleri denemenizi öneriyoruz.

Rothenburg ob Der Taube

Rotenburg gezi rehberi

Romantik Yolun en romantik, renkli, canlı ve gözde  şehri Rotenburg. 42 kule ve 6 kapısı olan surlarla çevrelenmiş tam bir masal kasabası. Renkli binaları, meydanları, hediyelik eşya ve kurabiye dükkanları ile sokaklarında serbestçe dolaşacağınız, meydanlarında nefesleneceğiniz şehir. Tarihi surların üzerinde de yürüyebilirsiniz. Küçük bir şehir olduğundan iki üç saatte rahatlıkla dolaşılabiliyor. Biz bu şirin şehirde bir gece konaklamayı tercih ettik.

Market Meydanı: Kasabanın tam merkezinde yer alan meydanı’nın çevresi tarihi ve çok güzel binalarla çevrili. Meydanda yapımı 16.yy’a uzanan Rönesans  döneminden Belediye Binası, St.James Kilisesi ve St:George heykelli  bir çeşmesi. Bu meydanda kafelerde yer almakta.

Plönlein Meydanı: Kasabanın en çok fotoğraflanan küçük meydanında iki sokağın kesiştiği yerde 15.yy’dan kalma yarı ahşap bir ev önünde bir çeşme ve sokağın girişinde de tarihi kule yer almakta. Bu köşede fotoğraf çektirmek için sıra bekleme ihtimaliniz çok yüksek. Şehri gezen her turistin burada çekilmiş bir fotosu olabilir.

Bu küçük kasabada Christmas Müzesi, Oyuncak Müzesi, Orta Çağ İşkence Müzelerini ziyaret edebilirsiniz.

Schneeballen-kartopu tatlısı: Şehre özgü  tüm kurabiye satan dükkanlarda boy boy ve çeşit çeşit bulunuyor. 

Dinkelsbuhl

Bu küçük kasaba da iyi korunmuş bir Orta Çağ kasabası. Ayrıca komşu kasabalar Rothenburg ve Nördlingen gibi tamamen surlar ile çevrilmiş ve kapılardan şehre girilen özgün bir kasaba. Eski şehir bölgesinde

Altrathausplatz Meydanı’nda şehrin tarihi binaları arasında dolaşırken karşınıza Aziz George Kilisesi çıkacak. Bu gotik kilise de bölgenin en güzel kiliseleri arasında. Kulesine de tırmanılabilmekte. Biz meydanda dolaştık, kiliseyi gezdik ve tam meydanda bir kahve içerek bu şehre 2-3 saat ayırmış olduk.

Nördlingen

Nördlingen üstteki iki kasaba gibi Orta Çağ’ın en iyi korunmuş kasabaları arasında yer almakta, şehir tamamen surlar içinde korunmakta. Ancak diğer kasabalar içinde en küçük ve en sakin olanı. Biz hızla dolaşıp ayrıldık.

Ausgsburg

Augsburg gezi rehberi

Bavyera bölgesinin üçüncü büyük şehri. Diğer Romantik Yol şehir ve kasabalarına göre daha gelişmiş bir şehir. Almanya’nın en eski yerleşim yerleri arasındaki Ausburg M.Ö 15 yılında Romalılar tarafından kurulmuş. Almanya’nın ünlü şairi Bertolt Bretcht, Protestonlığın öncüsü Martin Luther King, Mozart’ın babası  burada yaşamış.

Anna Kilisesi‘nde Martin Luther’in yaşamını yakından izleyip, Bretcht’in de evini gezebilirsiniz.

Fuggerei Evleri, 140 daire dünyanın ilk sosyal konutları. 1521 yılında yapılmış halen ihtiyaç sahipleri tarafından kullanılıyor. Bazı evler müze gibi korunmuş ziyarete açık.

Landsberg am Lech

Landsberg am Lech Gezi Rehberi

Geçmişte tuz madenleri ile ünlü şehir İtalya Augsburg arasında Roma Yolu’nda yer alan zengin bir şehir olmuş. Hitler iktidarı ele geçirme çabaları içinde iken 1923 yılında hapis yattığı şehir. Hitler iktidara gelmeden önce 260 gün Landsber Hapishanesi’nde kalmış, ünlü Kavgam kitabını da bu hapishanede yazmış.  Hitler iktidara geldikten sonra da Hitler neonazilerinin faaliyetlerinin yoğun olduğu bir yer. Günümüzde ise tarihi şehir, renkli binaları, yeşilliği, Alp manzarası ile turistik bir şehir. Şehrin ortasından geçen Lech Nehri üzerinde yapay şelale yapılmış. Biz şehrin sokaklarında dolaştık, üç tarihi caddenin birleştiği ana meydanda güzel bir akşam yemeği yedik, yapay şelale kıyısında kahvemizi içtik. 

Füssen

Kral II.Ludwig'in Şatoları

Romantik yolda son durağımız Füssen’e heyecanla ulaştık.  Füssen sakin küçük bir şehir, asıl hedef Bavyera’nın en ünlü şatolarını görmek olduğundan iki günde de şehir içine zaman ayıramadık. Otelimize yerleşip Swangau’ya hareket ettik. İlk gün hedefimiz çılgın Bavyera kralı II.Ludwig’in Neuschwanstein Şatosu ve babası II.Maximillian’ın Hohenscwangau Şatolarını görmek idi.

Bavyera Kralı II.Ludwig’in masal şatoları Walt Disney filmlerine de esin kaynağı olmuş. II.Ludwig, 1864 yılında 18 yaşında tahta çıkmış ve 22 yıl tahtta kalmış. Tahta olduğu dönemde ülke topraklarını yönetmekten çok zamanını sanat, edebiyat ve mimari için ayırmış. Ülke kaynaklarını hayallerindeki şatolara ayırmış. Zaman içinde toplumdan ve gerçekten hayattan kopmuş, masalsı, hayali projelere dalmış. II:Ludwig’in içinde bulunduğu durum halk ve yöneticiler açısından tepki çekmiş. Kral ülkeyi borçlandırarak, ülke kaynaklarını israf ettiği gerekçesi ile tahtan uzaklaştırmaya çalışılmış. Ktal Ludwig 40 yaşında halen açıklanamayan bir nedenle saray yakınındaki gölde doktoru ile boğulmuş olarak bulunmuş.

Neuschwanstein Şatosu: Kral Ludwig’in yaptırdığı sarayın bazı bölümleri ziyaretçilere açık. Kralın kullandığı bazı odalar gezilebiliyor. Kral Ludwig hayallerinin sarayında sadece 3 hafta yaşayabilmiş. Bu masal şatosunu gezemeyenler için şatosunun büyüleyici manzarasını bütün olarak görebilmek için sarayın arkasındaki köprüye yürümek gerekiyor. Zaten o bölgeye yürüyen kalabalığı görünce bu kalabalığa arasına katılacaksınız. Şatonun arkasındaki asma köprü Marienbrücke’den şatonun büyüleyici manzarasını görebilirsiniz.  

Hohenschwangau Şatosu: Bu bölgede Kral Ludwig’in babasının yaptırdığı diğer saray da ziyarete açık.

Bu saraylar Almanya’nı en çok turist çeken şatoları arasında. Biletleri de önceden internetten almak gerekiyor ve saatinde gezmeniz gerekiyor. Biz saatini kesinleştiremediğimiz için önceden bilet alamadık ve bu iki sarayın içlerini gezemedik.

Ancak merak etmeyin bu iki sarayın içini çok detaylı olarak  linkteki yazıda okuyabilirsiniz.

Kral Ludwig II’nin İzinde Bavyera Sarayları

Linderhof Palace biletini bulabildik internette. Linderhof Sarayı, Neuschwanstein Satoşu kadar haşmetli bir saray olmasa da II. Ludwig’in tamamlayabildiği ve en çok yaşadığı saray. Saray II. Ludwig’in Fransız kralı XIV.Louis’e hayranlığı nedeni ile Fransız kralın yaptırdığı Versay Sarayı’na benzetmeye çalıştığı bir saray. Sarayın iç mekanı ve bahçesini gezerek hem Kral II.Ludwig’in gündelik yaşamı ve Fransız hayranlığını görebilirsiniz. Rehber eşliğinde sadece 30 dakika gezilebilen sarayda fotoğraf çekimi de yasak. Bizim Romantik Yolda en son gezdiğimiz bu saray gerçekten en etkilendiğimiz yerler arasında yerini aldı.

Bizim Almanya Romantik yol gezimiz Füssen’de masal şatoları ile tamamlandı. Geziyi Münih’te sonlandırmayı planlayarak çıkmıştık yola. Ancak bu coğrafyada Fransa sınırına bu kadar yaklaşmış iken ünlü Fransız şarap rotasına da zaman ayırmak istedik. Füssen’den tren ile Strazburg’a geçip üç gece bu şehirde kaldık. Bir gün de Colmar’a ayırdık. Fransız şarap rotasının en renkli ve en önemli iki şehrini de ekledik Romantik Yol gezimize. Almanya Romantik Yol gezisi planlaması yapanlara Fransız Şarap Rotasını da gezinin sonuna eklemelerini önerebiliriz. 

Bu arada Fransız Şarap Rotasının en güzel şehri Colmar yazımı da linke bırakıyorum. 

Colmar Gezi Rehberi : Fransa’da Bir Masal Şehri

Son Söz

Benim için Almanya, Avrupa’nın görülecek öncelikli ülkeleri arasında yer almayan, sanayileşmiş bir ülke idi. Ta ki Romantik Yol rotasıyla tanışana kadar. Bu tanışmayla zihnimdeki Almanya algısı tamamen değişti diyebilirim. 

Romantik yol tarihi, doğası, kültürü, düzeni, bakımlılığı ile gezginlerin rotalarında yer alması gereken bir mücevher. Her mevsim, her türlü ulaşım aracı ile dolaşılabilecek bir rota. Asıl önemlisi iyi bir planlama ile yeterli zamanda gezebilmek. Bu gezide Avrupa’nın en gelişmiş, sanayileşmiş ülkesinde, yemyeşil doğada, Alp dağlarının eteklerinde, küçük sevimli köylerin arasında keyifli bir yolculuk ile birden bire kendinizi Orta Çağ surları ile kaplanmış bir şehirde buluyorsunuz. Günümüzde süslenmiş, korunmuş, doğal rengarenk evler,  ve kanallar, köprüler, saraylar, katedrallerle canlı, hareketli, yaşayan parke sokaklar arasında dolaşıyorsunuz. Tertemiz şık sevimli kafeler, restoranlarda yerel ve kaliteli biralar ve şaraplar eşliğinde  yerel lezzetleri tadıyorsunuz. Ülkemize uzak olmayan bu coğrafyada zengin deneyimler yaşamak mümkün.