ANA SAYFA Blog Sayfa 26

Sicilya Gezi Rehberi I: Doğu Kıyısı

sicilya

Sicilya hakkında bilgim genelde coğrafya dersinden ve mafya filmlerinden kaynaklanıyor; Akdeniz’in en büyük adası, sıcak hava, sıcak renkler, pizzalar ve mafya…

Hep merak etmiştim. Ve gittim, gördüm, gezdim ve yazıyorum. Yine de sınırları belirlemek lazım; gördüğüm yerler Palermo, Katanya, Sirakusa, Noto, Taormina, Trapani, Marsala, Cefalu ve tam olmasa da Messina ve Agrigento. Aslında 8 günlük bir süre yetmedi, her şehirde eksik kalan bir şeyler oldu yine de bu güzel ada hakkında bir fikrim de oluştu tabii…

Akdeniz iklimi ama benim gezi süremde bana düşen yağmur, kıyamet oldu. Mavi gök, mavi deniz olduğu belli ama sanırım Nisan-Ekim arasında gidilirse bu maviliğe daha çok tanık olunabilir (Benim gezi tarihim Mart ortalarıydı). Bu arada Haziran-Ağustos arası da Akdeniz ikliminin yakıcı yüzü ile karşılaşabilirsiniz.

Sicilya hakkında özet olarak ne söyleyebilirim? Sıcak bir hava hakim; iklim olarak değil, insan ilişkilerinde. Bir an kaptırsanız vay bilader, muhabbetine girebilir insan. Sıcak, samimi, genelde İngilizce veya başka bir yabancı dil bilinmese de iletişim kurmaya hevesli, yardımsever insanlarla karşılaştım. İngilizce yol sorun, size İtalyanca olarak hararetli hararetli bir yol tarif edeceklerdir kesinlikle; ama o yol nereye gider, bilinmez. Mafya ile ilgili bir gözlemim olmadı ama ben kimim ki orada mafyayla saç baş olacağım. Bilmem, insanlar tedirgin görünmüyorlardı.

Sicilya çok ucuz olmasa da, makul bir yer denebilir. Yemek, içmek ucuz. Ama trafik cezaları yüksek. Araba kiralayanlar, sakın arabanızı gelişigüzel park etmeyin, pahalıya mal olur. Gece uygun park yeri olarak görünen bir yer (otopark alanı bile olabilir) ertesi gün hareketli bir sokak pazarına dönmüş olabilir ve arabanız da trafik polisinin park yerine çekilmiş…65 Euroya arabanızı geri alıyorsunuz (2016 yılı itibariyle). Ama arabayı bulmak için tüm polis ve esnaf seferber oldu; doğruya doğru.

Sicilya şehirlerinde binalar köhne. Sanki görkemli geçmişlerini bir kül tabakasıyla örtmeye çalışır gibiler, özellikle Palermo. Bizin Beyoğlu’ndaki binaların 80’lerdeki halini düşünün; aynı grilik, pislik, köhnelik. İnsanın damacanalarla sabunlu suyu üstlerine dökesi geliyor. Yapmışlardır belki ama şimdilik işe yaramamış.

Ve kaktüsler, sukulentler. Ben Ankara’da kaktüslerim bir dal versin diye didinip dururken orada sokaklarda ağaç kaktüsleri, balkonlarda sukulent sarmaşıkları görünce kendi beceriksizliğime mi yanayım, kaktüslerimin nankörlüğüne mi… Sorunu Ankara’nın kuru havasına bağladım ve bağrıma kaktüs basıp gezmeye başladım.

Önce Sicilya’nın doğu yakası var programda. Ama baştan söyleyeyim; Sicilya’da tek bir yere gidecekseniz o Palermo olmalı (Ben Katanya ile başladım).

Sicilya (Doğu Kıyısı)

Katanya

‘Denizine küskün şehir’; Ben bu sözü başka bir şehir (Kazablanka) için kullanmıştım ama Katanya’da da aynı hisse kapıldım. Akdeniz’le kucak kucağa olan bir şehir ama merkezdeyseniz denizi göremiyorsunuz, çünkü şehir merkezinde liman ve demiryolu var. Alışmışız; deniz kenarında oturup çay-kahve içmek, çekirdek çitlemek istiyor insan. Mümkün değil; demiryolu, epey bir süre şehirle deniz arasına giriyor ve bu durum Piazza Europa’ya kadar sürüyor. 
.
Katanya, 1693 depreminden sonra yeniden inşa edilmiş bir şehir. Bu nedenle barok mimari şehre damgasını vurmuş. Havaalanından şehre giderken insan hafiften nereye geldim ben diyor ama şehrin merkezi farklı; barok mimarinin kıvrımları, hareketliliği şehre hakim oluyor. Görülecek yerler birbirine yakın. Tabii tam ortada Catania Duomo’su var (Cattedrale di Sant Agata). Duomo, genelde her Avrupa şehrinde olduğu üzere bir meydana bakıyor. Meydanda Mısır Dikilitaşını taşıyan bir fil ve çevresinde havuzlar var.

Meydanın çevresi kafeler, pastaneler, dükkanlarla dolu. Gezi tarihim paskalya öncesine denk geldiği için kafelerin vitrinleri, sebze-meyve şeklinde marzipanlarla süslüydü. Ama kremalı babarumlar, cannoliler de var tabii…Rikotta peyniri ile yapılan connoliler, Sicilya gezisinin olmazsa olmazı. Babarum ise bizim Şambali tatlısıyla akraba ama rom katkılı; yeterince yenirse Sicilya’yı bambaşka gözlerle görebilirsiniz (Mesela korkunç bir yağmur, bir kaç babarum tatlısından sonra bana bahar çisentisi olarak geldi)

Taş/mermer işçiliği harika ama Sicilya’da bu o kadar sıradan bir hale dönüyor ki, sanırsın taşlar dantel ipliğidir, binalar da dantel örtüler. Sant Agata, Katanya için önemli bir figür. Bir Hristiyan azizesi; din için boğazından hançerlenerek öldürülüyor. Bu durum, travmatik bir hal almış gibi; her yerde, bayraklarda bile resmini görüyorsunuz.

Sant Agata sadece Duomu ile ilgili değil. Duomo’nun hemen yanında bir Sant’Agata Kilisesi daha var (Chiesa della Badia di Sant Agata). Ve şehrin en işlek caddesi Via Ethna’nın ortalarında bir tane daha (Sant Agata Alcelcere; burada Sant Agata hapsedilmiş).

Katanya’da barok tarzı bir sürü kilise ve saray var. Benim gördüğüm kiliseler (muhtelif Sant Agatalar dışında) San Benedetto, San Michelle Arcengelo, San Biagio, San Domenica…


Bunlar arasında San Benedetto’yu özellikle tavsiye ederim, kilise yanında müze de var ve gerçekten hayran kalınacak bir taş, mermer işçiliğine sahip.

San Michelle Arcengello’ya da bir göz atın derim; taş ve mermer işçiliğinin göz kamaştırıcı başka örneklerini göreceksiniz.

Vaktiniz varsa diğer kiliseler San Niccolo ve San Francesco Borgia da görmeniz tavsiye edilenler arasında ama ben görmedim.

Görülmeye değer bir yer de şehir kalesi Castello Ursino. Ben gittiğimde kalede Chagall sergisi vardı. İçinde küçük, iddiasız bir de müze var. Şehirde bir çok saray, malikane var. Çoğu belediye binası, otel, yerleşim yeri olarak kullanılıyor. Bunlar arasında Palazzo Valle ve Palazzo Biscari öne çıkıyor. Bunların bazıları ikametgah olarak kullanılıyormuş. Kapıdan avluya girince, avluyu çevreleyen katlar bulunuyor, katlardaki odalar ya da kat tümden kiralanıyormuş. Bazılarında tuvalet ve yıkanma bölümleri ortak oluyormuş. Sorulduğunda da sarayda oturuyorum diyorlardır. Ama yolunuz üstünde bakar olun, üstü kir pas kaplı olsa da muhteşem taş işçiliğine sahip bu saray/malikanelere rastlayacaksınız. Bir durup bakın.

Duomo Meydanı’nın bir yanında da balık pazarına giden yol ve onun hemen başında bir havuz/çeşme (Lamenano) var.

Balık pazarında kurulan çarşıda türlü peynir, balık, et ve deniz ürünü bulabilirsiniz. Bir şey almadan gezmesi bile güzel. Yolunuz buraya düşmüşken La Paglia’ya gidip taze balık/deniz ürünlerini tadın.

Bizim esnaf lokantası kıvamında, çok şirin, çalışanları cana yakın. Lokanta önünde konuşurken garson İstanbul diye sordu. Türkiye’ye gelmiş ve Türkçeyi tınısından tanımış. Lokantadaki yemeklerin tazeliği bir yana, bu fiyata Türkiye’de yenemez. Benden size bir deniz ürünleri salatası, afiyetler…

Katanya’da antik Yunan-Roma kalıntıları var; rastlarsanız bakın ama fazla vakit kaybetmeyin. Daha iyi örnekleri var. Bellini’nin parkı, evi ilginizi çekebilir. Benim çekerdi ama zaman…

Alışveriş için Etnea Caddesi’nde aradığınız her bir şeyi bulabilirsiniz. AVM olarak bir seçeneğe rastlamadım, daha çok dükkanlar var.

E tabii insan, bu Akdeniz şehrinde denizi görmek istiyor; bu hiç kolay değil. Önce liman, sonra demiryolu engel oluyor şehrin denizle bağlantısına. Ancak Piazza Europa’da yol deniz kenarına yaklaşıyor. Burada da bir kaç balık lokantası var. Ben Andrews Faro’yu tercih ettim; deniz ürünlü gnocchi ve kalamar dolması (rikotta peyniri iledoldurulmuş) yedim; çok memnun kaldım. Pizza isteyenlere Eat Pizzeria’yı öneririm.

Katanya, 1-2 günde gezilebilecek bir şehir. Hava ılıman, ulaşabilirseniz deniz güzel, şehrin geçmişini yansıtan ve ilgiliyseniz sizi hoşnut edecek tarihi mekanlar var, yemekler bizim damak tadımıza uygun ve lezzetli. Ama ikinci kez gelir miyim, bilemem. Bazı yerler insanı (beni) çeker. Katanya güzel, sıcak, sevimli ama bir kez daha görmek için heves uyandırmadı bende. Şehrin her yerini görmedim ama işin ilginci, pek merak da etmedim (inanın bu olağan dışı, gittiğim yerlerin ara sokakları bile çekicidir benim için). Ara sokak demişken, insan ara sokaklara girerken tedirgin oluyor. Şehir tüm Sicilya gibi köhnemiş bir yüze sahip, binalar eski ve kirli duruyor; bu durum da tekinsiz atmosferi destekliyor. Sicilya, kesinlikle restorasyona ihtiyaç duyuyor bence. Adanın en çok siyahi nüfusa sahip şehri sanırım burası. Çok hoş sokak pazarları var, hemen her gün hem de…(Via Santa Maria di Betlem’de hemen her gün pazar kuruluyor. Şehirde trafik biraz kaotik gerçi biz çok alışkınız buna, yalnız park yerlerine dikkat, Park yerinin uygunluğunu iyice öğrenin, varsa paralı otoparka koyun arabanızı. Mavi şeritli park yerleri, park edebileceğiniz yerleri gösterir.

Katanya, Akdeniz ortasında Akdeniz gibi yaşayan, yaşantısı, insanları açısından bizlerle benzerlik taşıyan, eğlenceli zaman geçirebileceğiniz, sizi kısa bir süre için oyalayacak bir şehir. Eğer Adanın doğu yakasında çevre yerleşim yerlerini gezmeyi planlıyorsanız Katanya iyi bir merkez. Hem ulaşım kolay, hem çevre de çok gidilecek yer var (Etna, Sirakusa, Taormina), hem de şehir olarak kaldığınız sürede bir çok ihtiyacı karşılayabileceğiniz bir yer.

Bu durumda Katanya’yı merkez alıp önce güneye inelim; Sirakusa ve Noto’yu gezelim.

Sirakusa

Sirakusa, Katanya’dan yaklaşık bir saat uzaklıkta, şirin bir şehir. Turistler için ilginç olan eski şehir, surlarla çevrili ve ana karaya köprüyle bağlı Ortygia Adası’nda. 1693 depremi Sirakusa’yı da etkilemiş; bu nedenle barok tarzı binalar buralarda da göze çarpıyor. Ama Adanın iç sokakları dar, taş döşemeli, dolambaçlı Orta Çağ şehirlerine özgü yollardan oluşuyor.

Adaya girerken önce Zeus Olimpia Tapınağı’nı görüyoruz. O sırada alanda bir protesto gösterisi vardı. İnsanlar sakin sakin ya dinliyor ya da yoluna devam ediyordu. Polisler de öyle. Ana yoldan devam edince Duomo’ya varıyoruz. Barok cepheli bina etkileyici. Katedral, Athena Tapınağı ile birleştirilmiş. Tapınağı görmeye gerek yok (Giriş 3 Euro).

Duomo Meydanı çevresinde birbirinden gösterişli binalar yer almakta. Burada ana yoldan ayrılıp şehrin içine, dar ve loş sokaklara dalabilirsiniz, sukulentler sarkan balkonlar arasında Orta Çağ havasını soluyarak dolaşabilirsiniz. Böyle bir gezinti sırasında ‘Retro’da oturup bir antipasta tabağıyla soluk aldım ben.Yola devam edince Maniace Kalesi’ne varıyorsunuz. Bu 13 .yüzyıl kalesi, en azından sunduğu deniz manzarası için gezilmeye değer.

Şehri gezerken Arethusa Çeşmesi‘ni göreceksiniz, çok güzel bir çeşme. Mitolojik öyküsü gayet bildik: çapkın tanrılardan birinin peri kızına duyduğu arzu ve şehvetin hikayesi. Kabak her zaman ki gibi arzunun nesnesinde patlıyor, peri kızı çeşme oluyor. Yunan mitolojisinde kadınlar kuğu oluyor, çeşme oluyor, defne ağacı oluyor. Biz de arzu nesnesi kadınlar bıçaklanıyor, öldürülüyor. Mitoloji gerçeğe estetiğini kaybederek dönüşüyor.

Duomo dışında, San Paola, Santa Lucia Kilisesi’ni ve Santa Maria della Concezione Kilisesi’ni gezdim. Zamanınız varsa Santa Lucia Kilisesini gezin.

Adanın etrafında Porta Marina’da yürüyüş yapıp manzaranın keyfini çıkarabilirsiniz. Şehrin dar, uzun yolları, sahile açılıyor, buradan yürüyüşünüze kıyı boyunca devam edebilirsiniz. Gezginler genelde Adaya odaklanıyor ama Şehir, ana karada da sürüyor; yeni yerleşim ana karada. Zamansızlıktan dolayı ben bu kısmı göremedim. Öte yandan Dionysios’un Kulağı denilen insan oyması mağarayı da içeren arkeoloji parkı ile yerel sanatla ilgili bir müzeyi barındıran Bellomo Sarayı’nı gezemedim. O gün içinde gidilecek Noto vardı.

Noto

Noto, Sirakusa’ya çok yakın, dağ yamacında kurulmuş, küçük ama çok yoğun bir kent. Hep bahsettiğimiz 1693 depremi burada da etkili olmuş. Yıkılan kent, tamamen barok tarzda yeniden inşa edilmiş. Şehrin eni dar ve birbirine paralel yollardan yamaç aşağı uzanıyor. Enine bakıldığında, Şehrin ana eksenindeki yollar yaklaşık Taksim’den Galatasaray Lisesi’ne kadar uzanan bir mesafe ancak binaların yüzü o kadar ince taş işçiliğine sahip ki, sanki bir barok mimari konulu açık hava müzesindesiniz. Yoğunluk açısından burası herhalde barok mimarinin şahikasıdır. Noto’nun ana caddesi olan Corso Vittorio Emanuele üzerinde bir yürüyüş size Şehir hakkında önemli bilgi verecektir.

Yol üzerinde katedraller, saraylar, tiyatrolar yan yana dizilmişken hangi birine bakacağınızı şaşırıyorsunuz. Ancak ara sokaklardaki daha küçük binalar da barok tarzdan nasibini almış. San Domenico Kilisesi, San Nicola de Mira Katedrali ve San Francesco d’Assisi Kilisesi özellikle ilgiyi hak ediyor.

Palazzo Alfano, balkon demirlerine kadar işlenmiş haliyle zaten görmemezlikten gelemeyeceğiniz bir diğer yapı. 

Caddenin diğer yanında Tiyatro binası ve Belediye Binası olarak kullanılan Palazzo Ducezio’da dikkate değer binalar.

Noto görülmeye değer bir yer. Evet, barok mimari biraz aşırı doz oluyor ve bir süre sonra bakıp geçiyorsunuz. Her biri bir şehri güzelleştirecek binalar yan yana sıralanınca insan kayıtsızlaşıyor. Düşünüyorum da, bir dağın yamacındaki bu minik şehir, neden bu kadar önemli. Etna ve Taormina var sırada.

Taormina

Etna’ya gideceğim gün, ortalık yine yağmur, fırtına, felaketti. Dağın eteklerindeki kasabalarda bir süre dolandıktan sonra Taormina’ya yöneldim. Ancak yolda bir kasaba kilisesinde gördüklerim paylaşmaya değerdi. Dağ yolundaki Saint Caterina d Alessandria Kilisesi içindeki tasvirler beni şaşırttı.

Çok kilise, katedral gördüm ve türlü dini tasvire rastladım ancakabu başka bir yorumdu. Gerçi sanırım resim öğrencilerinin dini idollerle ilgili eskiz denilecek çizimleriydi yine de ilginç geldi bana. İsa’nın insanlığın günahları için seçilmiş bir koyun, bir tür günah keçisi olduğunu biliyordum. Bir kasaba kilisesinde, kuzuyu sırtlanmış top model kılıklı birini dini tasvir olarak görünce şaşırdım. Bu bizim tanıdığımız çilekeş İsa ya da başka bir dini kişilik gibi durmuyor. Bana ilginç geldi.

Gelelim Taormina’ya. Şehrin otoparkına girdim. Taormina, bir yamaca kurulmuş bir yer ama sahili aşağıda. Bu nedenle önce nereye gideceğimi bilemedim. Ana yerleşim yerinin daha yukarıda olduğunu öğrenince 300-500 metrelik bir yürüyüşle kasabaya vardım. Taormina hemen insanı içine alıyor, büyülüyor. Buranın da bir efsanesi var; Yunanistan’daki zorba kraldan kaçan halk gelmiş, bu tepelik yere yerleşmiş falan filan… Çok iyi etmişler. Gelir gelmez de, denize nazır bir tiyatro yapmışlar. Tiyatronun; bir yanında Etna, bir yanında İyon Denizi, öyle bir manzarası var ki, insan o manzara karşısında olup da tragedya korosunun ‘Ah Agamemnon, Agamemnon’ diye bağırmasına ne kadar etkilenebilir, bilemiyorum. Manzara konusuna yine değineceğim çünkü Kasabanın manzara taraçaları var. Zaten kasaba taraçalarla denize kadar iniyor; taraçalarda villalar, lokantalar, dükkanlar…

Yunan ve Roma dönemlerinden kalan başka antik kalıntılar da var (müzik gösterileri için Odeon ve savaş oyunları için Naumacha) ama çok ilgilenmeden kasabanın yollarında ilerledim Kasabaya girdiğinizde sizi İside ve Serapide Kilisesi karşılıyor, sonra Kasabanın meydanına varıyorsunuz. Orada da Largo Sant Caterina Kilisesi var.


Ben Sicilya’dayken henüz canlı sezon başlamamıştı ama sıkı sıkı siestalarını uyguluyorlardı. Kasaba, hem yağmur, hem daha mevsiminin gelmemesi, hem de siesta nedeniye durgundu. Ama insan yaz dönemlerinde buranın nasıl olacağını tahmin edebiliyor.

Kıvrıla kıvrıla sahile kadar inilen yollardaki (teleferik de var) çiçek, kaktüs, sukulent dolu balkonlu evler, minik hediyelik dükkanlar (özellikle seramikçiler), lokantalar buranın canlı hayatının bir kanıtı.

Yolları takip ederseniz, manzara taraçaları ve parkına (Taormina Bahçeleri) varırsınız. Burada durup soluklanın; bahçe yeşilin her tonuyla dolu, ayrıca manzara nefes kesici. Sahile inemedim. Yağmur ve zaman darlığı buna engel oldu. Yazın tepeden sahile inmek için teleferik var.


Taormina’da Tauro Dağı’ndaki Orta Çağ kalesi ve içindeki Madonna della Rocca görülebilir ama bir hayli uzak görünüyordu, özel bir zaman ayırmak gerek. Palazzo Corjava’ya da gidemedim, halen müze olarak kullanılıyor. Gezdim, dolaştım, acıktım; tesadüfen seçtiğim Baccalane lokantasının hem içi hem yemekleri çok güzeldi. Minestrone ve kalamar dolma aldım. İtalya’da minestroneyi farklı yerlerde farklı biçilerde yapıyorlar. Bazı yerlerde sadece sebzelerden bazı yerlerde tahıllardan oluşuyor çorbanın içeriği. Burada karmaydı. Kalamar dolma ise çok lezzizdi (en az Katanya’da yediğim dolma kadar ama burada çok daha küçüktü).

Taormina, ünlülerin de tercih ettiği bir sayfiye yeri. D.H.Lawrence bir süre burada yaşamış. Evelyn Waugh, Goethe buranın ünlü konuklarından. Richard Burton-Elizabeth Taylor buradan geçmiş. Taormina gerçekten çok sevimli bir tatil kasabası.

Uzun bir zamanda gelip ana caddesi Corso Umberto’da dolaşmak, dükkanlara girip çıkmak, müzesini, kilisesini, antik alanları rahatça gezmek ve sonra denize girmek, akşam da Sicilya şarapları eşliğinde yemek yemek, burada oyalanmak isterdim. Ama arkana bakma yolcu; daha Palermo var. Öncesinde de Messina’dan geçilecek. Missina’yı gördüm diyemem ama yaklaştıkça karşıda İtalya ana karası (çizmenin ucu) ve Sicilya kıyıları çok güzel görüntüler oluşturuyordu. Messina’ya girdiğimde yine siesta arasıydı. Duomo’yu gördüm. Görkemli, çarpıcı ve güzeldi. Duomo meydanındaki Fontana d’orione Çeşmesi, Sicilya’nın en güzel çeşmeleri arasında sayılıyormuş.

Duomo’da Meryem ve kucağında bebek İsa’nın altın çerçeveli resminin aynısı Duomu Müzesi’nde, yüz resimleri boş, sadece altın çerçeve olarak vardı. 

Messina ile Doğu Sicilya’ya veda ettim. Acele etmeliyim. Akşama Palermo’da olacağım. Arada Cefalu var. Milazzo ve Tindari’yi mecburen atlayacağım.

 

Norveç Flam Treni: Fantastik Tren ile Eşsiz Doğada Yolculuk

Cennete mi geldik!

Dünyanın en özel tren rotalarından birisine   Flamsbana treni  ile doğanın ihtişamına bir yolculuk yapmak ister misiniz? Evet dediğinizi duyar gibiyim ve öyleyse haydi hep birlikte gezelim.


Norveç’in başkenti Oslo’dan öğlen treniyle Myrdal’a doğru yola çıktık Gündüz yolculuk yaptığımız için  Oslo’dan Myrdal’a kadar çok güzel manzaralar eşliğinde yolculuğumuz sürdü. 

Myrdal’a doğru yaklaşırken kayak merkezleri, karlı dağ ve tepeler görünüyordu.

Myrdal deniz seviyesinden 866 metre yüksekliğinde bir istasyon ve tren yolu dışında karayoluyla ulaşmak mümkün değil.  Turistik tren olan Flamsbana Tren hattı Myrdal Flam arasında. Flamsbana treni  ile Norveç’in en uzun ve derin fiyordu Sogne Fiyord’un bir kolu olan Aurlan Fiyord’un içlerine doğru uzanıp denizden yüksekliği 2 metre olan Flam Vadisi’ne ulaşılıyor.

Bu hat, Dünyanın en sarp ve dik demiryollarından biri. Myrdal’dan başlayıp deniz kıyısına kadar olan yolculuğun, %80’ lik kısmı % 5.5’lik bir eğime sahip. Lokomotifin ise üç ayrı fren sistemi varmış. Tren 20 kilometrelik Myrdal-Flam hattında, saatte ortalama 25 kilometre hızla, spiral şeklinde içe ve dışa kıvrılan oldukça keskin virajlı toplam 20 tane tünel, 1 köprü ve 1 su tünelinden geçiliyor. Yolculuk süresi 45-50 dakika civarı sürüyor.

Bu yolculuk, National Geographic Traveler Dergisi tarafından Avrupa’nın en güzel 10 tren yolculuğundan biri seçilmiş.  Lonely Planet tarafından da 2014 yılının Dünya’da en iyi tren yolculuğu seçilmiş.  
 
Biz biniş saatimiz belli olan tren biletlerimizi önceden almıştık. Ancak ne olur ne olmaz belki gecikebiliriz diye 1-1,5 saat sonraki trene karar kılmıştık. Karlı ve soğuk bir istasyonda o kadar süre ne yapacaktık. İstasyondaki görevliye o sırada  istasyona gelmiş olan Flamsbana Treni’ne binip binemeyeceğimizi sordum. Düşünceli davranıp bizi bir önceki trene aldılar. Zaten tren de büyük oranda boş sayılırdı. Trende bir kompartmana yerleştik. Dışarıyı görebilmek için hepimiz pencere kenarlarına oturduk. 
 
Seyahat esnasında sesli yayınla çevre anlatılıyordu. Anlatıma göre trenin bir sağına  bir soluna koşuyorduk. Trenin çok dolu olmaması sayesinde iki taraftaki görüntüleri yakalayabildik. Bu fantastik seyahat sırasında çok harika bir doğaya, tepeleri karlarla kaplı sarp dağlara, nefes kesen şelalelere, dağ çiftliklerine ve fiyord manzaralarına tanıklık ettik. Tren bir noktada durdu ve tüm yolcular aşağıya indik.

 Hep birlikte trenden inip şelale, müzik ve dans gösterisini izleyelim.

Kjosfossen Şelalesi iki dağın arasında tüm ihtişamıyla akıyordu. Fotoğraf çekmek ve daha yakından izlemek için bir teras yapılmış. Bol bol fotoğraf çekerek ve harika manzaranın keyfini yaşadık. Turistlerin  daha çok olduğu yaz dönemlerinde yöresel kıyafetli kızlar yerel müzik eşliğinde dans ediyorlar.

Aslında tren yolculuğu hakkında yazı ile çok şey anlatmak zor. Bu nedenle şelale durağımız sonrası yolculuğumuzun güzel manzaralarını kısa bir video ile izleyelim.
Flam’a ulaştığımızda vaktin nasıl geçtiğini anlayamamıştık. Flam Kasabası çok küçük ve huzurlu bir yer. Kasabada yaklaşık 400 kişi yaşıyormuş. Tren istasyonu  limanın yanında ayrıca  hediyelik eşya mağazaları da aynı bölgede yer almakta. Biraz çevrede dolaştıktan  sonra hostele doğru yola koyulduk. 
 
Hostelde görevli genç  kız sanırım kalabalık olmamız nedeniyle bizi arka tarafta olan bir orijinal Norveç evine yerleştireceğini söyledi.
Binada bizim dışımızda Arjantinli genç bir çift daha vardı.  Süheyla yabancı dil bilmemesine karşın onlarla yarı Türkçe yarı bildiği İngilizce kelimelerle, kaş göz ve vücut hareketleriyle konuştuğunu söyleyince epeyce güldük. Akşam yanımızdaki yiyeceklerle güzelce karnımızı duyurduk. 
 
Ertesi sabah erkenden kalkıp ve evin çevresinde dolaştık, kuş sesleri, koyun ağılındaki kuzular ve doğanın görüntüsü bizim için muhteşem bir ziyafetti.

Kaldığımız Norveç evi çok orijinal bir evdi. Eski eşyalar da özenle korunmuş ve mutfak ve banyolardaki eşya ve tesisatlar modernleştirilmişti. Norveç’e gelip de böyle bir Norveç evinde kalmak bizim şansımız olmuştu.

Kahvaltımızı sonrası  eşyalarımızı bir odaya toplayıp istasyona taksi aramak için çıktık. Bir gün önce eşyalar yüzünden güzelliğini çok fazla tadını çıkartamadığımız yoldan tekrar yürüyerek limana ulaştık.

Flam

Limanda bulunan mini turistik tren Flam Kasabasını gezdiriyordu. Bizim de vaktimiz olduğundan bu geziyi yapalım istedik. Tur yaklaşık 50 dakika sürüyordu. Mini tren önce bizim kaldığımız otel evin olduğu tarafa doğru gitti. Biraz ilerde Flam Kasabasının ilk yerleşim yerlerinde dolaştıktan sonra aynı yolu geri döndü. Zaten gördüğümüz yerlere gittiğimizden ve süre de daha çok geçmediğinden trenin bir numarası yokmuş diye tam konuşurken tren bu sefer deniz kıyısından diğer tarafa gitmez mi! İnanılmaz bir manzarayla birlikte bir sürede böyle devam ettik. Döndüğümüzde bu tren yolculuğundan hepimiz memnun kalmıştık.

Bergen’e doğru yol alacak Norles Feribotuna yerleştik. Feribotta kapalı olan iki kat bulunuyordu. Üst katta ayrıca seyirlik bir açık bölüm vardı. Yağmur yoktu ve hava açıktı. Tabi ki denizin ve bulunduğumuz coğrafyanın iklimi nedeniyle oldukça soğuktu. 

Sarınıp sarmalandım ve hemen hemen 5,5 saatlik seyahatin büyük kısmını bu açık bölümde fiyordları, dağları, şelaleri, evleri, denizi izleyerek ve fotoğraflayarak geçirdim.  İlk kez bu kadar uzun süren bir deniz yolculuğu yapıyordum. Çok mutlu ve kendimi çok özgür hissettiğimi anımsıyorum. İç Anadolu insanının denize olan bu tutkusunu yine İç Anadolu’da doğup büyümüş biri anlayabilir.

Gezgin Gülten İŞÇİMEN’in diğer gezi yazıları için http://gezininadresi.blogspot.com.tr  adresini ziyaret edebilirsiniz.
 

 

Doğu’dan Batı’ya Uygarlık Kapıları

Gezgin olarak, bir bilimsel toplantıda büyük bir tesadüf eseri karşıma çıkan ve bir solukta okuduğum kitabı tanıtmak istiyorum.

Hristiyanlık, İslamlık ve Avrupa (Endülüs, Sicilya, Haçlı Seferleri) isimli, Alp Hamuroğlu’nun kitabının konusu, uygarlık-din ilişkisi, uygarlıklar arası dinsel ve kültürel alışverişler ve dinlerin coğrafyalar arası farkları ile coğrafyaların karşılaştırmalı din-kültür tarihidir. Bilim ve Gelecek Kitaplığı yayınlarından 2016 yılı basımıdır.

Kitabın ismi içeriğinin çok kapsamlı olduğu duygusu uyandırıyor. Ayrıca öğrenim hayatımız boyunca aldığımız tarih derslerinin tekdüzeliği aklımıza gelip zorunlu tarih dersleri bitti bu konuları neden tekrar okumalıyım diye düşünebilirsiniz. Siz kitabı okumaya başlayın, bitirince niçin daha önce bu kitabı okumamışım diyeceksiniz.

Uygarlıklar, coğrafya, tarih ve dinler tarihi konusunda sadece gezilerde değil günlük yaşamda da kullanabilecek bilgiler çok sistematik bir şekilde anlatılıyor. Tarih coğrafya derslerinde karşımıza çıkan ve bir türlü bütün olarak göremediğimiz ve sınav bitince unuttuğumuz birçok konu bu kitapta. Kitabı bitirince birçok kavramın, olayın kronolojik sıra ile zihninize yerleştiğini anlıyorsunuz. Kitabın sadece gezginlere değil, her meslekten kişilere ve özellikle öğrencilere farklı bir vizyon sağlayacağına inanıyorum.

Kitabın yazarı Alp Hamuroğlu uzun yıllardır Almanya’da, bir Batı ülkesinde yaşamaktadır. Bir tarihçi olmamasına rağmen yıllardır bu alanda çalışmalar yayınlamıştır. Kitap dinlerin tarihi ile başlayıp 14.yy’a kadar gelen bir dönemi Doğu Batı Uygarlığı açısından akıcı, sade ve anlaşılır bir dille aktarmaktadır. İşin ilginç tarafı, Yazar 20 yıl önce Endülüs gezisi sırasında Doğu’nun İspanya’nın bu bölgesindeki etkisini görünce bu konuları yazmalı diyerek Batı uygarlığında Doğu’nun etkisini araştırmaya başlamış.

Kitapta, ‘Batı mucizesi’ diye adlandırılan modern Avrupa’nın ortaya çıkış sürecinde Doğu ve İslam etkisi vurgulanıyor. Hristiyanlı’ğın karanlık çağı, İslamiyet’in altın çağı Ortaçağ’da Avrupa’nın İslam uygarlığından çok şey aldığını ortaya koyuyor. Doğu’dan Batı’ya uygarlık aktarımında üç kapı öne çıkıyor. Birincisi ‘Avrupa’nın batısındaki Doğu’ Endülüs, ikincisi Sicilya’da oluşan ‘İtalyan İslam’ı ve üçüncü en büyük etkileşim ‘Haçlı Seferleri’.

Kitap, Avrupa ve Batı tarihinin nesnel olmayan bir şekilde ve Hristiyanlığa göre ve Hristiyanlık için yazılıp, gerekli durumlarda seçilmiş ve eksiltilmiş olduğunu ortaya koyuyor. İslam tarihi ile Hristiyanlık tarihi arasında ihtiyaca göre ve sonradan üretilme açısından farklılık bulunmaktadır. İslam tarihi Hristiyanlık tarihine göre daha doğru bir tarihtir.

Yazar kitabın ilk bölümünde Musevilik, Hristiyanlık ve İslamın doğuşunu anlatmaktadır. Daha sonra Doğu uygarlığının sanatın bilimin Batı’ya aktarımını sağlayan üç kapıyı detaylı anlatmıştır. Endülüs, Sicilya ve Haçlı Seferleri ayrı bölümlerde ele alınmıştır. Hristiyanlık tarihinde çok sayıda çok yönlü Haçlı Seferleri yer almaktadır; hristiyanlığı yaymak için, hakimiyet kurmak için, ekonomik nedenlerle olanlar gibi. Kitapta 11 -14. Yüzyıllar arasında İslam’a ve Türklere karşı yapılan ve tarihte esas Haçlı Seferleri olarak bilinen seferleri anlatılmaktadır. Avrupa tarihi açısından bir dönüm noktası olan son derece önemli bu seferler, Yazarın kitabında nedenleri ve sonuçları, dinler, coğrafyalar, toplumlar üzerindeki etkileri ile çok detaylı olarak tartışılmaktadır. Son bölümde ise peygamberler, dinler ve toplumlar yer almaktadır.

Çok gezen mi, çok okuyan mı sorusunu hep sorarız ya! Gezgin olmak aynı zamanda çok okuyan olmak demek. Farklı coğrafyalar, farklı kültürler, farklı tarihler yaşamış ülkelerde gezerken sadece gördüklerimiz yeter, okumaya gerek yok diyemiyoruz. Tanıştığımız her yeni kültürle daha çok okuma istediğimiz artıyor.

Bu kitabı yola çıkan, yola çıkamayan her yaştan, her meslekten, meraklı, okumayı seven herkese öneriyorum.

Floransa Gezi Rehberi: Sanatın İzinde Rönesans’a Yolculuk

Rönesansı yaratıp Avrupa Sanatını etkileyen Michelangelo, Leonardo da Vinci, Botticelli, Rafaello, Dante, Donatello ve nice sanatçının vatanı Floransa.

Dünyada, Rönesans eserlerinin sergilendiği en önemli müze Uffizi, Avrupa’da ilk Sanat Okulu Accademia ve Rönesans mimarisine esin kaynağı olan Duomo kubbesi ilk akla gelenler olmakla birlikte pek çok Rönesans dönemi sanat eserini bünyesinde barındıran sanat ve kültür şehri.

Bir İtalyan şehrini görelim, Orta Çağ sokaklarında dolaşalım, pizzamızı tadıp Floransa şarabını içelimden çok, Rönesansı anlamanın yolu Floransa’dan geçer diye yola çıktık.

Önce Video ile gezmek isterseniz

Floransa’ya gitmek için Lucca-Floransa trenine (7,5 Euro) 13.30 sularında bindik, saat 15.00 civarında Santa Maria Novella İstasyonunda indik. Otelimiz merkezi bir konumda ve istasyona yakındı, vakit kaybetmeden eşyalarımızı bırakıp, kendimizi Floransa sokaklarına attık. Burası, Roma ve gördüğümüz diğer şehirlere göre daha kalabalık ve hareketliydi.

Şehri keşfe katedral ile aynı adı taşıyan tren istasyonunun yakınındaki Santa Maria Novella (Yeni Meryem Ana) Katedrali ile başladık (5 Euro). Novella yeni anlamına geliyor. Katedral küçük bir mabet yerinin üzerine inşa edilmesi nedeniyle bu adı almış. Tarihsel açıdan Floransa’da yapılan ilk büyük kilise olma vasfını taşıyormuş. On üçüncü yüzyılda Dominiken Tarikatı tarafından Romanesk-Gotik tarzda (dışı romanesk, içi gotik ) yapılan katedral özellikle freskleriyle ünlü.

Masaccio’nun persfektif kullanımı ile öne çıkan “Üçleme”si, Uccello’nun “Yeşil Revak taki Nuh ve Tufan freskler”i (1966 yılındaki selde hasara uğramış),

Filippino Lippi’nin Strozzi Şapelindeki “Aziz Filippo ve Aziz Yahya freskler”i, Ghirlandaio’nun Tornabuoni Şapelindeki “Vaftizci Yahya’nın Yaşamı freski” ile İspanyol Şapelindeki freskler bunlardan en önemlileri.

Diğer önemli bir parça Giotto’nun Çarmıhı.

Yağlı boya tablolar ve vitray cam pencereleri de eklemek gerek. Dönemin Floransalı sanatçılarının çoğu dini temalı eserlerini izlerken sanat galerisinde geziyormuş hissine kapılıyorsunuz.

Santa Maria Novella’dan çıkıp şehrin içine yürürken Santa Maria del Fiore -Floransa Katedrali (Duomo) yu görüyoruz. Halen Floransa’nın en yüksek yapısı olma özelliğini koruyan katedrali görmemek ve farketmemek zaten mümkün değil. 1296 yılında 4. yüzyıldan kalan Santa Reparata Kilisesi yerine yapılan ve Duomo Meydanında bulunan katedralin hemen yanında 1334 yılında Giotto’nun tasarladığı bir çan kulesi ve karşısında vaftizhane bulunuyor.

Katedralin çan kulesi örnek alınarak sonradan beyaz, yeşil ve pembe renkte mermerler kullanılan dış cephesi neo-gotik tarzda yapılmış. Çan kulesine çıkıp hava kararmadan Floransa manzarası izlemek istiyoruz, bilet satan görevli kule için ayrı bilet satılmadığını kombine bilet alabileceğimizi ancak kalan sürenin yetmeyeceğini söyleyince maalesef bu isteğimizi gerçekleştiremiyoruz.

Floransa Katedrali öncelikle büyük görkemli kubbesi ile dikkat çekiyor. Rönesans mimarisinin öncülerinden olan Filippo Brunelleschi (1377-1446) özellikle klasik dönem Roma yapıları ve anıtları üzerinde çalışmalar yapmak amacıyla Roma’ya gidiyor ve dönüşünde Floransa’daki yapıtlarında bu Roma mimari stilini kullanıyor. Kaynaklarda Rönesans mimarisinin İtalya’daki başyapıtlarından biri sayılan katedralin kubbesinin Brunelleschi tarafından Pantheon’dan ilham alınarak yapıldığı (1420-1436), Michelangelo ve diğer sanatçıların çalışmalarında da Roma tarzıyla kendi özgün stillerini birleştirme konusunda esin kaynağı olduğu ifade ediliyor. Sonrasında; İtalyan asıllı mimar ve sanatçılar Rönesans stilinde pek çok yapı gerçekleştiriyorlar ve bu sanatçıların çalışmalarına talep artıyor, Michelangelo Papa tarafından San Pietro Katedrali’nin kubbesinin tasarımı için görevlendiriliyor. İtalya’da Rönesans mimarisini yaratıp çıkaran Brunelleschi ve kubbeye biz de şapka çıkarıyoruz.

Vaftizhane ise kapıları ile nam salmış. Kapıların şöyle bir hikayesi var; Floransa’nın 1401 yılında vebadan kurtulmasının anısına yaptırılıyor. Donatello, Ghiberti, Brunelleschi gibi dönemin ünlü sanatçılarının katıldığı yarışmayı Ghiberti kazanıyor. Ghiberti’nin yarışma için sunduğu gotik tarzdan farklılık gösteren eserinin özelliği, bir erken Rönesans eseri olarak kabul edilmesiymiş. Anlaşılan o ki kapılar sanatçının ömrünü yemiş; Ghiberti Kuzey Kapılarını 28, Doğu Kapılarını 21 yılda tamamlamış. Doğu Kapılarının güzelliğine hayran kalan Michelangelo “Cennetin Kapıları” adını vermiş. Bronz kapılardaki panolarda İncil’den sahneler yer alıyor. Kapılardaki orijinal panolar katedralin müzesinde sergilenmekte. Vaftizhanenin tavanındaki 13. yüzyıla ait mozaiklerin de ayrıca görülmeye değer olduğunu ekleyip kapıyı, pardon konuyu kapatalım.

Bu küçük minyatür şehrin içinde her yere yürüyerek ulaşabilmek mümkün. Şehrin merkezinde araç trafiğine izin verilmediği için başka şansımız da yok. Floransa’da tüm yönler Katedral-Duomo merkez alınarak tarif edildiğinden, biz de kayboldukça katedrale dönerek yolumuzu bulduk.

Duomo Meydanında, vaftizhanenin karşısına düşen rastgele yürüdüğümüz sokak bizi Floransa’nın en eski köprüsü olan Ponte Vecchio ‘ya çıkarıyor.

Köprü üzerinde eskiden kasap dükkanları, demir atölyeleri ve tabakhaneler varmış. Bu dükkanların yerini ünlü mücevher markalarının ürünlerinin satıldığı dükkanlar almış. Daha otantik ve özgün sanat ürünlerini yakıştırdığım köprünün mevcut halinden hoşlanmadım. Floransa’nın simgesi olan köprü uzaktan (özellikle Uffizi müzesinin köşesindeki manzarası) daha afilli görünüyor. Haksız mıyım?

Ponte Vecchio üzerinden karşıya geçip, düz yönde devam ettiğimizde sol tarafımızda vasat bir bina görünümü veren Pitti Sarayını görüyoruz. Floransalı banker Luca Pitti’ye ait saray 1549 yılında Medici ailesi tarafından satın alınarak genişletilmiş, en son Baboli Bahçeleri Meydanı ve Parkı eklenmiş. Önceleri resmi davetlerin yapıldığı ve misafirlerin konakladığı saray 1589 yılından itibaren ailenin resmi konutu olarak kullanılmış. Resim-heykel galerileri, porselen müzesi ile kostüm müzesi de bulunan ve 32.000 m2 lik alana yayılan sarayı ve Baboli Bahçelerini gezmek için geniş zaman ayırmak gerekiyor. Floransa’yı ilk ziyaretimizde önceliği Uffizi ve Accademia müzelerine verdiğimizden bu müzeyi pas geçtik.

Floransa ve Pitti Sarayı demişken Rönesans döneminin (tabii ki Floransa’nın) oluşmasında büyük katkısı olan Medici ailesinden bahsetmek gerekiyor. 1434-1743 yılları arasında Floransa’yı yöneten güçlü ve sanatsever ailenin izlerini şehrin her yerinde görmek mümkün. Sanatçıların kilisenin ve varlıklı ailelerin koruması altında olduğu bu dönemde ailenin himayesi altında çalışan sanatçılar arasında kimler yok ki; Botticelli, Leonardo da Vinci, Michelangelo, Raffaello en bilinenleri. Hatta sürgüne gönderilen Galileo’ya da aile sahip çıkıyor. Aynı zamanda şair ve müzisyen olan Lorenzo de Medici -namı diğer Muhteşem Lorenzo dönemi (1469-1492), Medicilerin en parlak ve sanata desteğinin en yoğun olduğu dönem olarak biliniyor. Mediciler sadece görsel sanatları değil, bilimi de desteklemişler. Floransa Üniversitesini Muhteşem Lorenzo kurmuş.

Mediciler, 1565 yılında ailenin mimarı Vasari’ye Pitti Sarayı, Vecchio Palazzo ile Uffizi’yi birbirine bağlayan ve Ponte Vecchio üzerinden geçen bir geçit yaptırarak, güvenli bir şekilde yönetim binası ve ikametgahları arasında gidip, gelmişler. Bu esnada sanatsal estetikten de yoksun kalmayarak koridoru sanat galerisine dönüştürmüşler. Yönetimin sanata olan bu yoğun ilgisini cidden hayranlık verici bulduğumu söylemeliyim. “Vasari Koridoru” adıyla anılan bu koridorda ünlü ressamların oto portre koleksiyonu ile 17. ve 18. yüzyıla ait tablolar sergileniyor. Randevu alarak, özel tur ile gezilebiliyor.

Pitti Sarayından sonra geri dönüp Ponte Vecchio’yu geçip, Ponte alle Grazie köprüsü yönünde devam ederken tesadüfen Uffizi müzesine ulaşıyoruz. Ertesi gün sabah programımızda olan müzenin yerini öğrenmekten çok mutlu oluyoruz. Uffizi’nin yanından meşhur Piazza del Signoria’ya çıkıyoruz. Açık hava müzesini andıran meydanda pek çok anıt ve heykel bulunuyor; Michelangelo’nun Davut heykeli ve hemen yanında Bandinelli tarafından yapılan Herkül heykelinin kopyaları var.

Yine Medici ailesinin törenleri izlemeleri için yapılan Loggia dei Lanzi adlı revakta da heykeller bulunmakta. Celllini’ye ait bronz Perseus heykeli ile Giambologna’ya ait “Sabine Kadınlarının Kaçırılması” heykelinin kopyası en önemlileri. Bartolomeo Ammannati tarafından yapılan “Neptün Çeşmesi” ile meydanın ortasında yer alan Giambologna’nın yaptığı “Cosimo Medici” heykeli meydandaki diğer eserler.

Meydanın yanında 14. yüzyıldan kalan ve Arnolfo di Cambio tarafından inşa edilmiş, kale görünümlü Medici ailesinin ilk resmi konutu Vecchio Palazzo (Eski Saray) yer alıyor. Halkı yangın, sel ve düşman saldırılarına karşı uyarmak ve toplantılara çağırmak amacıyla kullanılan 94 metre yüksekliğindeki kulesi ile göze çarpıyor. Günümüzde Floransa Belediye Sarayı olarak kullanılan sarayın müze bölümünde yer alan, duvar süslemelerini Vasari’nin yaptığı 500’ler Salonu, Dante’nin ölüm maskesi (Ünlü edebiyatçının öldüğünde çıkarılan orijinal yüz maskesi) ile Michelangelo’nun “Zafer Heykeli” ni bir daha ki gelişimizde mutlaka görmek üzere kaydediyoruz.

Oldukça acıktığımız ve yorgun düştüğümüz için fazla zaman kaybetmeden gözümüze ilk kestirdiğimiz bir cafe-restoranda yemek molası veriyoruz. Yemek sonrasında tekrar sokaklara dönüp bu kez Floransa’nın marketlerini (Pegna) inceleme alanımıza alıyoruz. İyi ki yemek sonrasına denk getirmişiz; makarna, peynir, mantar, zeytinyağı ve şarap reyonları arasında insan kendini kaybediyor.

Floransa’nın Roma’dan daha soğuk olduğunu biliyorduk, ama bu kadarını tahmin etmemiştik. Hava ciddi derecede soğuyunca otele dönüp dinlenmek en iyi seçenek geliyor.

Ertesi sabah güne güzel ve zengin bir kahvaltı ile başlıyoruz. Poşet de olsa çay içerek kahvaltı yapmayı özlemişiz. Böylece beğeni çıtamızı giderek yükselten küçük otel “Sempione” yi (1 gecelik ücreti vergiler dahil 33 Euro) rahatlıkla önerebilirim.

Accademia Müzesinin, Uffizi’nin yakınında olduğu konusunda o kadar emindik ki haritaya bakma ihtiyacı duymadık. Bu rahatlıkla kahvaltı muhabbetimizi uzattık. Tabii yanlış bilgiye sahipmişiz, Duomo’ya dönüp, Via Ricasoli sokağını aradık. 15, 20 dakika gecikme ile telaşlı bir koşturma sonrası müzeye vasıl olduk, olsun Davut için değerdi.

4′ er Euro rezevasyon ücreti ödeyip, biletlerimizi online aldık. Uffizi için 12, Accademia için 16,50 Euro ödedik.

Accademia Müzesi

1561 yılında Medicilerin isteği üzerine kurulan Accademia, Avrupa’daki çizim, resim ve heykel tekniklerinin öğretildiği ilk okul olarak biliniyor. Yine müzede sergilenen eserlerin de özellikle öğrencilere çalışma malzemesi sağlamak için toplandığı ifade ediliyor.

Floransa’ya gelmişken tüm zamanların en iyi heykeltıraşı olduğu söylenen Michelangelo’nun Rönesans döneminin heykelde başyapıtı kabul edilen bu eserini görmemek olmazdı.

Davut

Davut; Donatello, Bernini ve diğer İtalyan sanatçılar tarafından da kullanılan, konusu İncil’e dayanan, Hz. Davut’un dev Golyat’la mücadelesini anlatan meşhur bir figür.

Michelangelo’nun 26 yaşında iki yıl sürekli çalışarak oluşturduğu eserinde, diğer Davut heykellerinden farklı olarak Davut’u savaştan önce tasvir etmiş olması gösteriliyor, dinsel bir kahramanı devrimci bir kahramana dönüştürdüğü ifade ediliyor. Olağanüstü özgüvene ve düşmanına saldırmaya hazırlanan gergin bir insanın müthiş konsantrasyonuna sahip olmasını vurgulamak suretiyle Michelangelo’nun aslında Rönesans insanının “Düşünce Adamı”na atıf yaptığı da önemli yorumlar arasında.

Oldukça etkileyici bulduğumuz ve insan anatomisinin tüm özelliklerini taşıyan heykel hakkında konuşmaya ne sanat bilgim, ne de kelimelerim yeterli olmayacak, bu nedenle sözü Michelangelo ile aynı dönemde yaşayan öğrencisi ressam, mimar ve ilk sanat tarihi kitabının yazarı Giorgio Vasari ‘ye bırakıyorum. * “Bu yapıt, bütün çağdaş ve klasik heykellerin -ister Yunan, ister Latin olsun- ününü elinden aldı ve bu yapıtı gören kişi, bizim dönemimizde ya da başka dönemlerde herhangi bir sanatçı tarafından yapılmış başka bir heykeli görmese de olur

Yaptığı sanata aşık Michelangelo’nun yaşamı hakkındaki şu bilgileri öğrenince böyle bir mükemmelliğe nasıl ulaştığına şaşırmıyorsunuz. Michelangelo, yoksul hastalar için küçük bir düşkünler evinin de yer aldığı Santo Spirito (Kutsal Ruh) Manastırına giderek o dönemde yasak olduğu halde suç ortağı baş rahibin bilgisi ve desteği dahilinde gizli gizli kadavralar üzerinde çalışarak insan anatomisini inceliyor.

Esirler: Michelangelo’nun Papa II. Julius’un mezarı için yaptığı eserlerinin adı. Bu çalışmada sanatçının çevrelerindeki yontulmamış taş kütlelerinden kurtulmaya çalışan varlıkları anlatmaya çalıştığı ifade ediliyor.

Müzede geniş bir zamanı Davut ve Esirler’in sergilendiği “Esirler Salonu” nda geçirdik. Gençlerin aralarında eğlenerek Pisa Kulesini kaldırma çabalarının benzerini Davut’a uyguladıklarını ve boyları yetmediğinden epeyce zorlandıklarını izlemek de ayrıca hoştu.

Venüs ve Cupido: Jacopo Pontormo’nun Michelangelo’nun bir taslağına göre yaptığı ifade edilen eseri.

Yaşam Ağacı: Pacino di Bonagudia’nın bu eseri 13. ve 14. yüzyıl dinsel ve Bizans sanatını en iyi yansıtan eserler arasında sayılmakta.

Bu sayılan başlıca eserlerin yanında Filippino Lippi, Bartolomeo, Ghirlandio, Bronzino gibi Floransalı ressamlara ait eserler de yine bu müzede sergileniyor. Hemen hemen tüm ressamlar bir “Madonna” resmi yapmış. Bunların arasında Boticelli’ye atfedilen “Deniz Madonna” öne çıkıyor.

Müze için ayırdığımız iki saatlik süre yeterli geldi. Müzenin satış mağazasını da kısa bir zamanda gezerek Davut heykelini görebilmek için verdiğimiz çabayı hatırlayalım diye birer Davut magneti aldık.

Uffizi Müzesi

1560-1580 yılları arasında Vasari tarafından Dük I. Cosimo’nun çalışma ofisleri olarak yapılmış, zaten “Uffizi” de ofisler anlamına geliyor. İtalyan Rönesans dönemi eserlerinin sergilendiği müzenin binası da önemli bir Rönesans eseri sayılıyor.

Müzenin girişinden 2. kata çıkılıyor. U şeklindeki 2. katın koridorunda antik Roma döneminden heykeller, tavanında ise aralarında Osmanlı padişahlarına ait portrelerin de yer aldığı pek çok portre sergileniyor.

Bu katta koridora bakan 45 oda (galeri) var. Vaktiniz sınırlı ise Francesca’nın erken dönem Rönesans eseri sayılan “Urbino Dükü ve Düşesi” 1472-75.

Botticelli’nin “Venüs’ün Doğuşu”, “İlkbahar”, 1482

Hermaphrodite M.Ö 1.yy dan Roma Sanatı

Michelangelo’nun” Kutsal Aile”, 1506

Filippo Lippi’nin “Çocuklu Meryem ve İki Melek” 1460-65

Uccello’nun “San Romano Savaşı” 1436-40

bu katta sergilenen eserlerden özellikle görülmesi gerekenler. Birinci katın sonunda Loggia dei Lanzi revakının üstünde, müzenin, Piazza del Signoria’ya bakan bir kafeteryası var. Şöyle bir bakıp hemen çıktık ve alt kattaki galerileri tamamladıktan sonra rahat rahat oturalım diye düşündük. Ancak, geri dönüş olmadığından kafeteryada oturamadık. Alt kata geçmeden kafeteryada meydanın manzarasına bakarak şöyle bir soluklanıp, keyifle oturmakta ve zamanı buna göre ayarlamakta fayda var.

Alt katta daha yakın dönem eserler ile yabancı ressamların eserleri çoğunlukta.

Leonardo da Vinci’nin ilk dönem eserlerinden“Meryem’e Müjde” si, 1472-75

Parmigianina’nın Maniyerizm akımına örnek gösterilen “Uzun Boyunlu Meryem”i 1534

Tiziano’nun önemli bir yüksek Rönesans eseri sayılan “Urbino Venüs”ü, 1538

Raffaello’nun “10. Leo ile Kardinal Giulio de’Medici ve Rossi “adlı portresi, 1518  alt kattaki önemli eserler.

Caravaggio odasında “Medusa” ile “İshak’ın Kurban Edilişi” vardı. Sanatçının “Bacchus” eseri müzeyi gezdiğimiz tarihte yerinde yoktu. Medusa, son derece gerçekçi ve dehşet verici bakışlarla karşılaştığınız anda içinizi ürperten bir resim.

Caravaggio’un İsak’ın Kurban Edilişi, 1603

Gezdiğimiz tarihte bu kattaki galeriler 101 no’lu oda ile sonlanıyordu.

Gezi öncesinde Uffizi hakkında yaptığım araştırmada; Botticelli’nin “Venüs’ün Doğuşu” ve “İlkbahar” resimlerinin altı özellikle çiziliyordu, tam anlamı ile kavrayamamıştım.  Müzedeki tüm resimleri gördükten sonra evet sanatçının, bu resimlerinin rengi, ışığı, figürlerinin zarifliği, dini değil mitolojiyi referans alması, erotizmi kullanması açılarından neden farklı bir yerde durduğunu idrak ettim.

Kısaca “Kutsal Aile” resmine de bir parantez açmak istiyorum. Michelangelo sanata resimle başlamış, ancak kendisini heykeltıraş olarak tanımlamış, resme mesafeli durmuş. Bu resim sanatçının şövale üzerinde çalışıp günümüze ulaşan tek eseriymiş. Resimdeki figürlerin hareketli olması, canlı renkler kullanması ile takip eden dönemde Maniyerizm akımının öncüsü olmuş. Heykel dışında nadir yaptığı resim sanatında da farklılığını ve yaratıcılığını ortaya koymuş. Vatikan’da Sistine Şapel’indeki freskleri Papanın zorlaması ile yapmış. İyi ki Papa zorlamış yoksa insanlar bu muhteşem resimlerinden mahrum kalacakmış.

Uffiziyi o kadar keyifle gezdik ki 3 saatin nasıl geçtiğini anlayamadık, keşke tüm gün ayırabilseydik.

Müze gezisi sonrası deri ürünleri ve hediyelik eşyaların satıldığı “Yeni Pazar’ a uğradık, sadece baktık. Fiyatlar yüksek ve kesinlikle pazarlık yapmıyorlar. Pazar yerinin önündeki bronz domuz heykelinin burnunu okşayarak, yeniden Floransa’ya gelmeyi garantiledik.

Diğer İtalyan şehirleri gibi Floransa’da da çok güzel meydanlar bulunmakta. Kalan zamanımızı meydanlarda geçirdik. Piazza Della Repubblica’ya bakan kafelerden birinde dondurma yedik (Türkiye’de daha güzellerini yediğimiz için tavsiye edemiyeceğim!) Yine aynı meydanda el yapımı ve tasarım ürünlerin satıldığı standtlar kurulmuştu, onları gezip, alışveriş yaptık. Piazza Di San Giovanni’de profesyonel olduğunu düşündüğümüz bir sokak şarkıcısının konserine denk geldik. 1-2 arya daha derken zor ayrıldık.

Floransa’yı ilk ziyaretimizde Accademia ve Uffizi müzelerini gezmeyi ve şehrin genel havasını görmeyi, vakit bulursak Fiesole’ye gitmeyi planlamıştık. Kısa zamanda beklentilerimizin ötesinde her yönden çok doyurucu bir gezi oldu. Tekrar geldiğimizde yapılacaklar listemizi şimdiden oluşturduk.

Müzeler ve sanat şehri Floransa’da sanatla ilgilenmeyenler için de ünlü markaların ürünlerinin satıldığı şık mağazalar, ayakkabı müzesi “Ferragamo”, Toscana mutfağı, Fiesole gibi farklı alternatifler olduğunu belirtelim.

İlk fırsatta sanat yolculuğumuza kaldığımız yerden devam edeceğimizi düşünerek Rönesans’ın rüya şehrine şimdilik veda ettik…

Fotoğraflar: Gülten İŞÇİMEN

Kaynak: Bruno Nardini Michelangelo (Bir Dahinin Yaşamı), Can Yayınları, 2. Baskı, 2011.

                                                         

Pisa Gezi Rehberi

Pisa Kulesi herkesin iyi bildiği, resimlerini gördüğü bir kule. Pisa Kulesi Orta Çağ’da 1173 yılında yapımına başlanmış beyaz mermerden gösterişli katedralin çan kulesi. İlginç olan kimse bu kulenin ne zaman ne amaçla ve kimin tarafından yapılmış olduğunu merak etmiyor. Meydanda eğri kuleyi tutmaya çalışan çok sayıda turisti görüyorsunuz.

Sevgili arkadaşım Gülten ile Roma gezimizi planlarken bir şehir daha ekleyelim istedik, Napoli mi, Floransa mı derken tabii ki Rönesansın beşiği Floransa ağır bastı. Ayrıca Floransa gidiş güzergahımız üzerinde bulunan Pisa, Lucca ile Roma’ya dönüşte Siena’yı programımıza aldık.

Roma‘ya vardığımızda Cuma günü toplu taşım araçlarında bir günlük grev olacağını öğrendiğimizde, Floransa’ya gitmekle ne kadar isabetli bir karar verdiğimizi anladık.

Roma-Pisa hızlı tren bileti (9 Euro) ile Siena-Roma otobüs biletimizi (9,10 Euro) önceden online aldık. Diğer ulaşımlarımızda ise bölgesel treni kullandık. Metro açılış saatini (sabah 5.30) dikkate alarak, Termini İstasyonundan 6.15’de hareket edecek Pisa trenine bilet almıştık. Yolculuğumuz yaklaşık 2 saat sürdü. Tren istasyonundan yürüyerek Pisa Kulesini bulmamız zor olmadı. Kuleye gittiklerini tahmin ettiğimiz sırt çantalı turistlerin arkasına takıldık. İstasyonu arkamıza alarak sürekli düz istikamette Arno Nehrinin üzerindeki köprüyü de geçerek yaklaşık 20- 30 dakika yürüdükten sonra sol tarafta Pisa Kulesi görüş alanımıza girmişti.

Bizim neyimiz eksikti, hazır buralara kadar gelmişken bir omuz vermeden olmazdı. Kuleyi düzeltme teşebbüsünde bulunup, Pisa klasiği olan klişe pozda fotoğraflar çekerek Mucizeler Meydanına (Piazza del Miracolide veya bir diğer adı Piazza del Duomo) ulaştık. Nihayet İtalya ile özdeşleşmiş sembollerden biri olan Pisa Kulesi karşımızdaydı. Pisa kulesi, vaftizhane, katedral ve anıt mezar (Campo Santo) ile birlikte etrafı surlarla çevrili geniş bir alana yayılan çim meydanın ortasında yer alıyor.

Onbirinci ve ondördüncü yüzyıllar arasında Ceneviz, Venedik ve Amalfi ile birlikte İtalya yarımadasının en güçlü deniz cumhuriyetlerinden biri olan Pisa’nın, gücünün ve zenginliğinin sembolü olarak kilise tarafından Mirocoli (Mucizeler ) Meydanında katedral, vaftizhane ve katedralin çan kulesinin yapımına karar veriliyor. Bu üçlü yapı Romanesk sanat ve mimarinin İtalya’daki en önemli örneklerinden biri kabul ediliyor. Kronolojik olarak sırası ile katedral, vaftizhane, çan kulesi yapılmış.

Yapımına 1173 yılında başlanılan ve kaynaklarda Babil Kulesinden esinlenildiği ifade edilen kulenin üçüncü katına gelindiğinde güney yönüne eğilmesi nedeniyle inşaatına uzun zaman ara verilmiş, araya savaşların da girmesiyle kule ancak 1350 yılında tamamlanabilmiş. Uzun yapım sürecinde düzeltme amacıyla muhtelif teknikler denenmekle birlikte sorun devam etmiş. Eğimin temel nedeni iki nehrin kavuştuğu yerde bulunan Pisa şehrinin alüvyonlu gevşek toprak yapısı. Katedral, vaftizhane ve diğer yüksek yapılarda da içeri doğru çökme ve eğim var. Döneminde çan kulesinde yuvarlak simetrik tarzın ilk kez kullanıldığı 8 katlı kule üst üste bindirilmiş yuvarlak altı ana sütundan oluşuyor. Silindir biçimindeki daha küçük çaplı sekizinci katta her bir notayı temsilen yedi çan bulunuyor. Bu çanlardan en yenisi 652 kg, en eskisi 3600 kg. Mermerin de ağır bir yapı malzemesi olduğu dikkate alındığında bu ahval ve şartlar altında kule yıkılmayıp da ne yapsın diye düşünüyorsunuz.

Pisa kulesinin mimarının kim olduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte Bonanno Pisano, Giovanni di Simone ve Diotisalvi adları öne çıkıyor. Mucizeler Meydanı bölgesi 1987 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınmış. 1990 yılında 10 yıl sürecek onarıma giren kulenin asıl dikey akstan eğimi 5,4 metreden 3,99 metreye indirilerek ilk kez sabitlenmiş. Böylece bir 200 yıl daha değişmeyeceği tahmin ediliyormuş.

Yaklaşık 55 metre yüksekliğindeki kuleye 15 Euro karşılığında 294 merdiveni yürüyerek çıkmanız mümkün. Uzun bir yürüyüşten sonra bu kadar merdiven çıkmayı göze alamadık, çimlere yayılarak uzaktan seyretmeyi tercih ettik. Pisa’lı astronom, fizikçi, mühendis, filozof ve matematikçi Galileo Galilei’nin kuleden yerçekimi deneyi yaptığını hayal ettik. Fotoğraf çektirdiğimiz Japon turistler de ortalıkta görünmüyordu. Sessiz sakin bir ortamda sadece biz ve kule vardık ve bu anın tadını çıkarttık.

Üç yapının biletleri ayrı alınabiliyor. Gittiğimiz saatte katedral açık olmadığı için vaftizhaneyi (5 Euro) gezebildik. Elli beş metre yüksekliğinde ve otuz dört metre çapında simetrik dairesel formda yapılan vaftizhanenin (1152-1363) ilk mimarı Diotisalvi ölünce Nicola Pisano gotik tarzda tamamlıyor.

İçini gayet sade bulduğumuz vaftizhanedeki en önemli eser Nicola Pisano tarafından yapılan, üzerinde İsa’nın yaşamının betimlendiği işlemeler bulunan mermer vaftiz kürsüsü. İtalya’daki vaftizhaneler içinde en büyüğü olan Pisa Vaftizhanesi aynı zamanda akustiği ile ünlü. Görevlilerden birinin söylediği güzel aryalar ile akustiğini test etme fırsatı bulduğumuz için şanslıydık. Rivayete göre Galileo Galilei de (1564-1642) burada vaftiz edilmiş.

Yapım hatası büyük bir fırsata dönüştürülerek zaman içinde katedralin çan kulesi ünlenmiş, katedral ve vaftizhane kulenin şöhretinin gölgesinde kalmış. Ancak, gri beyaz yatık mermerler kullanılarak romanesk tarzda yapılan ve üzerinde Arap mimarisine ait süsler ve mozaikler bulunan katedralin dış cephesi oldukça görkemli. Müzesi ile birlikte içi de (Hz. İsa mozaiği, işlemeli vaiz kürsüsü vb.) dışı gibi etkileyici olan ve pek çok katedralin yapımında örnek alınan katedral (1063-1090) mimari ve sanatsal açıdan kuleden daha fazla ilgiyi hak ediyor.

Dönüş yolunda şehir hareketlenmeye başlamıştı. Pisa kasaba havasında ama kendi içinde bütünlüğü olan sevimli bir şehir izlenimi verdi Sadece kule ziyaretine geldiğimiz şehrin daracık sokaklarında aylak aylak dolaşmak ve meydana bakan bir kafesinde oturup çevreyi izlemekten de eminim çok keyif alırdım. Bunun için en az yarım gün ayrılmalı. Yol üzerindeki dükkanlarda baktığımız hediyelik eşya fiyatları oldukça yüksekti. Pisa hatırası magnet, vb. şeyleri Roma’da Termini bölgesinden daha ucuza alabilmek mümkün.

Modern bilimin doğmasına büyük katkı sağlamış, yaşamı eserlere konu olmuş, ünlü bilim adamı Galileo Galilei’nin şehrinde çok kısa da olsa bulunmak, aynı havayı solumak, ruhumuza iyi geldi.

Bu enerji ile istikamet Lucca…

Fotoğraflar Gülten İşçimen

 


 
 
 

 

 

 



 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Lucca Gezi Rehberi: Surlar İçinde Bir Orta Çağ Kasabası

Lucca, ünlü besteci Puccini’nin doğduğu, müzik festivalleri ile bilinen muhteşem bir İtalyan kasabası. Etrüks ve Romalılara kadar uzanan zengin tarihi ve bozulmamış dokusu ile geçmişi günümüze taşıyan, surlar içinde kurulu Lucca, İtalya’nın diğer şehirleri kadar ilgiyi fazlasıyla hak ediyor.

Pisa’dan Lucca’ya tren ile 15-20 dakika süren bir yolculukla ulaşılıyor, tren bileti 3,5 Euro. Özellikle bölgesel tren biletlerinde gün ve saat belirtilmediği için trene binmeden önce istasyondaki makinelerden aktif hale getirilmesi gerekiyor. Trene bindikten sonra bileti okuduğumuzda fark ettik, şanslıydık, herhangi bir kontrol olmadığı için sorun yaşamadık. Siz yine de işinizi şansa bırakmayın.

İstasyondan şehre yürürken trenden birlikte indiğimiz ve selamlaştığımız, kocaman kontrabaslarını taşıyan iki müzisyen gencin önümüzden geçerek surlara yöneldiğini gördük. Surların yürüdüğümüz istasyona bakan tarafında bir giriş kapısı göremediğimiz ve arkasında yaşam alanı olduğuna dair herhangi bir emare bulamadığımız için bir anlam veremedik. Keşke hislerimize uyup gençleri takip etseymişiz.

Elimizdeki notlara güvenip, ısrarla yol boyunca uzanan ağaçlıklı yolu takip ederek epeyce bir zaman sonra kendimizi yeni şehir merkezinde bulduk. Çoğu müzik stüdyosu olarak kullanılan çift katlı bahçeli evler ve sokaklar arasında bir süre yürüdük. Eski şehir merkezini sorduğumuz İngilizce bilmeyen (bu arada Lucca çok elit bir şehir ama İngilizce konuşabilen birine rastlamadık, yine de yardımcı oldular) bayanın el kol hareketleri ile yön göstererek ve vurgulu bir şekilde “payte payte” demesinden daha çok yürümemiz gerektiğini anlayarak, hemen sur tarafına yönelip ilk gördüğümüz kapısından içeri girdik. Sonrasında “payte payte” aramızda espri konusu oldu. Çok yürümemiz gerektiğinde bu sözcüğü sıkça kullandık.

1987 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne eklenen Lucca, tarihi surlar içinde kurulmuş bir Orta Çağ kasabası. Dört kilometre uzunluğundaki şehrin surları Alessandro Fernose tarafından şehri düşmanlardan korumak ve giriş çıkışları kontrol etmek için yapılmış (1504-1645) ve günümüze kadar sapasağlam kalmış. Bir estetize yapılar bütünü oluşturan bu surlar, savunmadan ziyade sanki güzel görünsünler diye yapılmış hissi veriyor. Üçü eski (San Pietro, Santa Maria, San Donato) üçü daha yakın dönemde açılan (Elisa, Sant’Anna, San Jacopo) altı sur kapısı bulunuyor. Sur çevresi boyunca kocaman sıralı ağaçlar ve yürüyüş yolu var.

Kaynaklarda; Roma İmparatorluğu döneminde site şehir planında inşa edilen Lucca’nın ortasında bir forum ve aynı zamanda amfi tiyatro bulunduğu ve merkezdeki bu amfi tiyatro planının sonradan yerleşim alanına dönüştüğü ifade ediliyor. Romalılar tarafından yapılan sokak planı az değişiklikle aynen korunmuş.

Surlara girdiğimiz anda kendimizi antik bir şehrin içinde bulduk. Cidden çok heyecan verici, birden başka bir dünyaya ışınlanmış hissediyorsunuz. Bu duygular içinde sokak ve binaların cazibesine kapılarak San Michele Meydanına geldik. Muhtemelen şehrin kurucularına (İngilizce hatta İtalyanca bir yazı ve açıklama yoktu) ait bir heykelin bulunduğu bu meydanda soluklandık.

Meydanın bulunduğu yerde Romalılar döneminde şehir forumu varmış. Antik şehir içinde araç trafiğine izin verilmediğinden Pisa’da olduğu gibi bisiklet kullanımı oldukça yaygın. Öyle ki İtalya’nın en çok bisiklet kullanılan beldesiymiş. Rastladığımız bisikletli kadın ve erkeklerin ve genelde Luccalıların oldukça şık olduklarını belirtmeliyim. Meydanın etrafında ise kafeler yer alıyor.

San Michele’in Foro Kilisesi de yine bu meydanda. Foro adını üzerinde bulunduğu Roma şehir forumuna atfen almış. 1071 yılında yapımına başlanılan kilisenin tamamlanması sürekli yapılan eklemelerle uzun yıllara yayılmış.

1476 yılında vebanın sona ermesini kutlamak için Matteo Civiteli’nin yaptığı Madonna Salutis Pontus heykeli de bu eklemelerden biriymiş ve 1480 yılında kilisenin sağ alt köşesine eklenmiş. Şu an yerinde bulunan orijinali değil, kopyası. Romanesk tarzdaki kilise özellikle Carrara mermeri kullanılan dış cephesi ile göze çarpıyor. Kilisenin tepesindeki iki metre yüksekliğindeki bronz anıt aziz San Michele’i tasvir ediyormuş. Puccini’nin ilk kez bu kilisede org çaldığı da belirtelim.

Diğer önemli kiliseler San Martino Katedrali, San Frediano Bazilikası ile birlikte küçük kasabada toplam kırk üç kilise bulunuyor.

Kiliseyi geçip biraz daha ilerleyince Cittadella Meydanında Puccini’nin müzeye dönüştürülen evi ve bronz heykeli ile karşılaşıyoruz.

Lucca müzisyenleri (özellikle Puccini) ve müzik festivalleri ile ünlü. Tosca, Madame Butterfly, La Boheme, Turandot operalarının bestecisi Puccini bu kasabada doğmuş. 19. yy sonu ve 20. yy başı döneminin en önemli bestecilerindendir, Puccini. Onun varlığı Lucca’ya ayrı bir hava ve canlılık katmış. Lucca’ya uğramamıza Puccini’nin burada yaşamış olmasının da etken olduğunu ifade etmeliyim. Luccalılar ünlü müzisyen ile ne kadar gurur duysalar haklılar. Ölmeden yapılacaklar listemize, yazın müzik festivali zamanında gelmeyi ekliyoruz

Lucca ve çevresinde varlıklı ailelerin bir statü sembolü olarak yapılan iki yüzden fazla kule varmış, büyük bir kısmı yıkılmış. İşte bu kulelerden biri de ondördüncü yüzyıldan günümüze ulaşan Guinigi Kulesi. Lucca’yı Floransa’ya karşı savunan Guinigi ailesine ait kule torunları tarafından hükümete bağışlanmış. Tepesindeki meşe ağaçlarıyla ünlü ve Lucca’nın simgesi haline gelmiş Guinigi Kulesine gitmek istiyoruz. Bulunduğumuz yerden uzakta olduğunu öğrenince ve yerini sorduğumuz çiçekçi kadın “payte payte” deyince Floransa’ya fazla geç kalmamak için vazgeçiyoruz, kuleden Lucca manzarası izlemeyi ve gerçekleştiremediğimiz pek çok şeyi bir daha ki gelişimize öteliyoruz.

Ön keşif mahiyetinde tadımlık bir gezi oldu. Tarih, sanat ve dahi doğanın iç içe geçtiği Lucca’ya bir kez daha gelip,  tam hakkını vermek gerektiğini düşünüyorum.

Türkiye’deki surlar içinde kurulu pek çok eski yerleşim yerini ve surlarını koruyamamanın hüznü ile bu güzel Orta Çağ kasabasından ayrılıyoruz. Dönüşte sıkıntı yaşamadan istasyona bakan yönde ve az da olsa surların çevresindeki ağaçlıklı yolda yürüyüp rahatlıkla çıkıyoruz.

Fotoğraflar: Gülten İŞÇİMEN

 






 
 
 

 



 

 

 

 

 



 
 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 




 

 

 
 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

Kula Jeoparkı: Yanık Ülke

Yanık Ülke Kula Jeoparkı’nda neler gördük. Unesco Dünya Mirasları Listesi’nde Türkiye’nin ilk ve tek jeoparkını, Türkiye’nin en genç volkan konilerini, peri bacalarını, mağaraları, volkanik kayaçları, lav akıntılarını gördük. Vadilerde, Gediz Nehri ve tarihi köprü üzerinden yürüdük. Topraktan fışkıran şifalı sularda yüzümüzü yıkadık. En önemlisi bir volkanın zirvesine tırmanıp, zirvedeki krateri görüp, kendimizi gökyüzüne yakın hissedip, zirveden aşağıdaki yeşil ovaları ve diğer volkan konilerini seyrettik. Yanık ülke bağlarında yetişen yanık ülke şaraplarını yudumlayarak güneşin batışını izledik. Gelelim resimlerle gezimize.

Yurt içi yazıları yazmaya karar verdiğim 2016 yılı başında, ilk Anadolu yazımın Kula Jeopark ve Kula evleri olacağı hiç aklıma gelmezdi. Çünkü Kula evlerinin özelliklerinden sadece iki ay önce haberdar olmuştum. Jeopark, Kula Peri Bacalarını ise hiç duymamıştım. Kula’yı sadece Manisa’nın bir ilçesi, turistik amaçtan çok özel bir iş için uğranılabilecek bir bölge diye düşünmüştüm. Bölgeyi gördükten sonra ki düşüncem ise, önümüzdeki günlerde Kula ismini  görülmesi gereken yerler arasında daha çok   duyacağımız şeklinde.

İzmir’de yaşamama ve sadece iki saatte ulaşabileceğim bir yakınlıkta olmasına rağmen, Kula benim görülecek yerler programımda yer almıyordu. Üniversiteden arkadaşımız Yunus, bir grup arkadaşını Salihli’de zeytinliğine zeytin ağacı dikmek üzere davet etti. Tabi biz yirmi kişi hayatımızda bir dikili ağacımız olsun diye Salihliye doğru yola çıktık. Yunus ve eşi bizim kalacak otelimizi ve üç günlük programımızı hazırlamıştı. Gezi programımızda ilk ve mutlaka görülmesi yerler arasında Jeopark geliyordu.

Kula jeoparkı 2013 Yılında Türkiye’nin tek ve ilk Avrupa ve Unesco Dünya Mirasları listesine alınmış Jeoparkıdır. Bölgede 1 milyon yıl önce volkanik patlamalar başlamış ve en son patlama 10.000 yıl önce olmuş. Bu doğa olayı ile bölgenin dokusu değişmiş tabi ki. Jeopark 300 kilometrekarelik bir alanı kapsamaktadır. Ülkemizin en genç volkanik bölgelerindendir. Jeoparkın büyük bir bölümü Kula sınırları içerisinde, bir bölümü de Salihli ilçesi sınırları içerisindedir.

Kula tarih boyunca birçok seyyah ve araştrımacının ilgisini çekmiş ,antik coğrafyacı Strobon bölgeyi incelemiş ve Coğrafya adlı eserinde bölgeyi ‘Katakekaumene’ Yanık Ülke olarak adlandırmıştır.

Rehber eşliğindeki proğramımızın ilk durağı, İzmir Ankara karayolu yakınında Yurtbaşı köyünde Kula Peri Bacaları oldu.. Kula Peri bacaları volkanik patlamaları daha sonraki yıllarda oluşmuş, peri bacaları Kapaodakya’ya göre daha küçük boyutlarda.

Yer altından yöre halkının deyimi ile acısu kaynıyor

Jeopark’ta Gediz Nehri üzerindeki tarihi köprü tarihi Kral yolu üzerinde yer alıyor. Hemen yanına Kula yolu üzerinde Hoca Seyfettin köprüsü yapılmış. İki köprü arasında ciddi bir estetik farkı var, günümüze yaklaşırken azalan estetik anlamında.

İki köprünün bir arada görüntüsü ve 21.yy’da kral yolu üzerindeki köprü levhasını bir arada görmek durumu ne kadar açık ortaya çıkartıyor.

Kula bölgesinde volkan konileri, kayaçlari, magaralar vadi içi yürüyüş yolları ayrı bir doğanın eli ile yaratılmış doku. Hayranlıkla çevremizi seyrederek uzun bir yürüyüş yaptık.

Salihli’ye yakın Sandal Divliti’ne ulaşıp ilk kez bir volkanik dağa tırmanıyoruz. 

Çok şanslıyız iki ay önce ahşap merdiven yapılmış.

15.000 yıl önce volkanik patlamalar olduğu için Türkiye’nn en genç volkan konisi, Ağrı dağı, Nemrut dağı gibi yüksek olmasa da bir volkan konisinin tüm özelliklerini gösteriyor. Tepede volkan krateri, magaralar yer almakta. Dağın 60 derecelik eğimi ve kaygan toprak zemini olması nedeni ile bu platform yapılmamış olsa idi zirveye çıkma şansımız olmayacaktı.

Zırvede krater çukuru,

Kraterde mağaralar oluşmuş, Zirve de yeşil.

Zirveden aşağıya verimli ovalar, diğer volkanik oluşumlar ve volkan konilerinin görünüşü uzanıyordu.

Zirvede kendimizi gökyüzüne ve güneşe yakın hissediyoruz.

Sandal Divriti’nden güneş batmasına yakın ayrıldık ve güneşi Yanık Ülke Oteli’nin bahçesinden batırdık.

Kula Jeoparki’na ilişkin daha detaylı bilgi aşağıda eklenen linklerden alınabilir.

kulasalihligeopark.com

 

 

 

 

Gölyazı (Apolyont): Ulubat Gölü’nde Bir Balıkçı Köyü

Doğal ve tarihi güzelliği ile Gölyazı-Apolyont, yaşayan Ulubat Gölü üzerinde bir adada yer alan küçük bir balıkçı köyü.

Bugün Bursa’nın Nilüfer ilçesine bağlı Gölyazı köyünün tarihi, M.Ö 5.yy’a dayanıyor. Tarihi adı ‘Apollonia’ yı mitolojide sanat, müzik, güneş, ateş tanrısı Apollonia’dan almış.

Ulubat Gölü üzerinde irili ufaklı çok sayıda ada bulunmaktadır. Gölyazı gölün doğu ucundaki bir ada üzerine yerleşmiş. Köyde 1923 yılına kadar Rumlar yaşamış, bu tarihteki mübadele ile Rumlar köyü terk etmiş yerlerine Türk nüfus yerleştirilmiştir.

İzmir IFOD fotoğrafçıları bu güzel köyde güneş doğuşunun fotoğrafını çekebilmek için gece saat 12.00 de İzmir’den otobüs ile hareket ettik. Tam istediğimiz saatte Gölyazı’ya ulaştık. Şehrin içerisine girmeden gün doğumu ve Gölyazı köyünü görebileceğimiz seyir tepesi ‘Zambak Tepe’ye çıktık.

Tepede batı yönünde köyün küçük ada üzerindeki görüntüsünün her saat güzel olacağı açık, ancak güneş doğuşundaki güzelliği yaşamak başka bir şey. Yüzümüzü doğuya çevirdiğimizde gün doğumu başlamıştı.


golyazi-apolyont
Fotoğraf makinelerimiz elimizde soluksuz bir şekilde güneşin doğuşunu izledik. Hava yavaş yavaş aydınlanırken, bu doyumsuz görsel şölene kuşlar ve kurbağalar da sabah şarkıları ile eşlik ediyorlardı. Bu deneyimi yaşamanızı öneririm.

Zambak Tepe’de antik  bir tiyatro varmış. Topraklarımızın tarihi sahipleri bu güzel alana sanat alanlarını da kurmuşlar. Ancak bize kadar ulaşamamış bu manzaralı tiyatro.  Şu anda alanda sadece bir levha bulunuyor. Tek bir taş bile bırakmamışız.
Gölyazı - Apolyont

Köyün üzerinde yer aldığı ada, ana karaya renkli kurdeleler ile süslenmiş uzun bir köprü ile bağlanmış.

Gölyazı - Apolyont

Seyir tepesinden inerek yavaş yavaş köye yürüdük. Bizi ilk karşılayan görüntüler  kıyıda  renkli sandallar ve gölde balıkçıların siluetleriydi. Sandallarda kadın balıkçılar da görünüyor.

Köprünün hemen yanında geniş bir alanda tarihi Çınar ağacı, Ağlayan Çınar. Çınarın güzelliği resimde görünüyor zaten.  Yanındaki levhası da asırlık çınarın duygularını anlatıyor onun ağzından.

Köprünün üzerinde her yönde farklı renkli görüntüler karşılıyor bizi. Kışın sular yükselmiş, ağaçların gövdeleri sular içerisinde kalmış, kıyıda hem ağaçların hem evlerin görüntüleri suya yansımış, hem gezinti amaçlı hem balık tutmak üzere gölün üzerinde süzülen renkli sandallar.
Gölyazı’da mutlaka yapılması gereken şeylerden biri sandal ile tüm adayı dolaşmak olmalı. Biz fotoğrafçılar olarak ayrıca nilüfer tarlasına gitmek istedik, sandal turumuza ekledik. Göl üzerinde bir bölgede nilüferler yoğun olarak buluyor. Mayıs ayında çiçekler  açıyormuş. Biz Nisan sonunda gittiğimizden baharı henüz karşılayan nilüfer çiçeklerinin fotoğrafları çekme şansını yakaladık. 
Baharda bizleri nilüferlerin yanı sıra leylekler karşıladı. Bu güzel balıkçı köyü göçmen kuşların da uğrak yeri. Ulubat Gölü’nün zengin balık çeşitlerini tanıyan leylekler buraya her sene geliyorlar. Gölyazı halkı ile birlikte bir dönem geçiriyorlar. Bir sokağa girdiğinizde iki üç elektrik direğinden birinde yaptıkları yuvalarında  köy halkı ile birlikte mutlu yaşayan leylekleri görebilirsiniz. Leyleklerin dışında  göl üzerinde değişik türlerden kuşlar da yaşamakta.

Tüm köyü yürüyerek dolaşmak mümkün. Suların yükseldiği dönemlerde kıyıdan yürünemiyor. Biz de köyün içerisinde yürümeye başladık. Köylü kadınlar kapı önlerinde oturmuşlar sohbet ediyorlar, yürürken laf atarsanız hemen sohbete başlıyorlar, güler yüzlü ve sıcakkanlılar. Köy halkı, bizim sohbet ettiğimiz sandalcılar, kafede çalışanlar genel olarak insanlar aydınlık, huzurlu ve mutlu görünüşlü. 

Gölyazı tarihi, doğası, gölü, iklimi ile çok özel bir bölgede kurulmuş. Ancak köyün içerisinde dolaşırken biraz hayal kırıklığı yaşadığımı yazmalıyım. Köy sit alanı yeni yapılaşma yok, bu durum köyün bakımsız olmasını gerektirmez herhalde. Evler çok bakımsız, ayrıca evlerin çevreleri de derli toplu değil. Tamirat yapılamayabilir fakat evlerin bahçelerine, sokaklara,  çöpler, gereksiz malzemeler  atılmış. 
Köyün meydanına yakın deniz kenarında gezinti sandalları gelin arabası gibi süslenmişler, bu sandallarla gezilmez mi hiç?

Balıkçı köyünün balıkları Ulubat Gölü’nde tutuluyor. Gölden çıkan yayın, sazan, turna denemek isteyenler için taze balıklar satılıyor. Ya da bir yere oturup bu balıkları hemen tadabilirsiniz.

Gölün güzelliği, sular içerisindeki ağaçların yanısıra köyde kocaman çınar ağaçları da gözünüzü okşuyor. Köprünün hemen bitiminde kocaman çınar ağaçlarının altında çay kahve, gözleme de sizleri bekliyor.

Adada tarihi Rum evlerinin yanı sıra görebildiğimiz diğer tarihi binalardan birisi Aziz Panteleimon Kilisesi. Kilise 19.yy da inşa edilmiş. Yunan klasik mimarisinin örneklerinden. Kilise yıllarca bakımsız kalmış, 2009 yılında Nilüfer Belediyesi restore etmiş ve Kültür Evi olarak hizmete açmış. Hafta sonu kilise Nilüfer Belediyesinden gelen bir eleman tarafından saat 11.30 açılıp 17.00’de kapatılıyormuş.  

Ayrıca kilisenin yanında tarihi bir ev 2014 yılında belediye tarafından restore edilmiş ve Göl Yazı Evi olarak yazar ve çevirmenler için hizmete açılmış.
Gölyazı’ya özgü güzel bir tarihi yel değirmeni. Osmanlı döneminde yığma taş ve kerpiç derj kullanılarak yapılmıştır. Çapı altı metre, yüksekliği beş metre. Yine tarihi eserlere verdiğimiz değer açısından ilginç olan fotoda da görüldüğü gibi değirmenin olduğu araziye bir okul kondurulmuş. Okulun basket potasını ve binası hemen değirmenin yanında. Köy arazisinde sadece tarihi değirmenin yanında bunabilmiş okul arazisi olsa gerek…

Son Söz

Anadolu’da yine doğanın cömert davrandığı bir hazine Gölyazı. Gölün ortasında yeşil ve mavinin kol kola girdiği cennet. Antik çağda keşfedilmiş, antik eserler yapılmış, sürekli yerleşim olmuş. Bugün de gidilip, görülecek, huzur bulunacak bir köşe. İster güneş batışı, ister güneş doğuşunu seyredin, gölde gezin, çınar ağaçlarının altında çayınızı, kahvenizi için, gölde tutulan balıkları restoranlarda tadın. Keşfedin bu güzelliği.

Gölyazı’da Güneş Doğuşu

Gölyazı Ulubat Gölü Gezisi

 
 

Kamboçya’da Çantamızı Nasıl Çaldırdık…

Kamboçya’nın başkenti  Phnom Penh’de yol arkadaşımın çantası çalındı. İkimiz de bugüne kadar çok ülke gezmiştik. İlk kez böyle bir durumla  karşılaştık ve hırsızlığa karşı daha ciddi önlemler almamız gerektiğini öğrendik.

Hırsızlık olayından bir gün sonra  Phnom Penh’de Ulusal Müze’yi gezerken Lonely Planet serisinde yayınlanan Kamboçya kitabını satın aldım. Kitapta turistlere uyarı anlamında anlatılan bir hırsızlık olayı bizim yaşadığımız olayla yer ve yöntem olarak bire bir aynı idi. İlginç diğer bir tesadüf de yer ve şehrin yanı sıra benim kitabı alıp o bölümü bir gün sonra okumam da… Kamboçya Uzakdoğu’da üçüncü durağımızdı. Tayland ve Myanmar gezimiz sırasında, her iki ülkede de halkın çoğunluğunun gelir düzeyi düşük olmasına rağmen hiç güvensizlik hissetmemiştik. Özellikle Myanmar’da  halkın fakirliğine rağmen çok güvenilir olduğu gasp olayı yaşanmadığını öğrenmiştik. Kamboçya’ya ilişkin ise daha ülkeye ulaşmadan daha önce orada bulunmuş arkadaşlarımızdan uyarı almıştık. 

Kamboçya’nın gezi rotamızda yer almasının asıl nedeni Siem Reap’taki Angkor Wat Tapınakları’nı görme merakımız idi. Başkent Phnom Penh ise Uzakdoğu’da görmek istediğimiz şehirler içerisinde son sıradaydı. Kamboçya’nın başkenti Phnom Penh’e turistleri çeken yerler ise Khmer gerillalarının hapishane olarak kullandığı ve şu anda  müze olarak düzenlenmiş yeri ve halkın katledildiği ölüm tarlaları idi. Biz gezimizi planlarken bu iki yeri de görmek istemediğimizi düşünerek şehri programımıza dahil etmemiştik. Ancak Vietnam’a karayolu ile geçmek istersek bu şehirden otobüse binmemiz gerekiyordu. Sınırı otobüsle geçmeyi düşündüğümüze göre ülke başkentine de uğrayabiliriz diye şehri son dakika rotamıza dahil ettik. Sadece iki gece Phnom Penh’de kalmaya karar verdik. 
 
Sabah Siem Reap’tan bindiğimiz otobüs ile Phnom Penh’e öğleden sonra ulaştık. Otelimizin kralın sarayının karşısında olduğunu görünce  çok neşelendik. Saray ve ulusal müze programını ertesi güne bırakarak nehir kıyısında yürüyüş yapıp, güzel bir yemek yemek istedik. Nehir kenarındaki hareketli, kalabalık ve gürültülü cadde çok sayıda restoranlar ve kafeler turistlerle doluydu. Trafiğin çok yoğun olduğu caddede özellikle tuktuklar ve motorsikletler hızlı gidiyorlardı. 

Caddede önce bir seyahat acentasından Vietnam otobüs biletimizi satın aldık. Daha sonra caddeyi boylu boyunca yürüdük. Sıra güzel bir yemek yemeğe gelmişti. Bir restoranın ikinci katında nehir manzaralı bir masa seçtik. Keyifli bir yemek sonrası  saat dokuzda restorandan kalktık ve otele doğru yürümeye başladık. Esin caddenin yola yakın tarafında yürüyordu, her zamanki gibi güvenli olduğunu düşünerek küçük çantasını çapraz asmıştı. Yanından geçen iki kişinin olduğu bir motorda arkada oturan çantanın sapından çekti, büyük ihtimal sapını kesti ve çanta ile birlikte hızla uzaklaştılar. Motorsikletin hemen arkasından hızla giden tuktuk ise motorsikleti görmemize engel oluyordu. Herhalde ekip olarak çalışıyorlardı.  Caddede çanta çanta diye bağırarak arkalarından bakakaldık.

Yol kenarında bekleyen bir tuk tuk şoförü yanımıza yanaştı ve hemen polis karakoluna gitmemiz gerektiğini söyledi. Onun tuk tuğu ile karakola gittik. Karakolda  polis İngilizce bilmiyordu. Yanımızdaki tuk tuk şoförüne kendi dilinde soruyor, şoför de bize sorup cevaplıyordu. Polis çok ilgili görünmeden, onlar için son derece olağan olayı sadece kayıt altına almış görünüyordu. Tutanak tutuldu, ertesi gün yazıyı alabileceğimizi söylediler. Üzgün ve yorgun bir şekilde otele döndük.

Ertesi sabah bir tut tuk şoförü ile önce karakola gittik ve yazımızı aldık. Şanslıydık, çünkü Phnom Penh’de Türk Elçiliği vardı. Elçilikteki Türk görevli hemen ilgilendi, nüfus cüzdanının hemen çıkartılabileceğini ancak yeşil pasaport çıkartılması için on gün beklememiz gerektiğini söyledi. Buna karşın pembe renkli geçici pasaportu aynı gün çıkartabiliyorlardı. Geçici pasaport ile başka bir ülkeye giriş yapamıyorsunuz, 12 gün içerisinde ülkeden ayrılıp sadece kendi ülkenize dönmeniz gerekiyor. Elçilikte nüfus cüzdanı için 23 dolar aldılar, pasaport için ayrı bir ücret istemediler. Bu arada Kamboçya yeşil pasaporta vizeyi kaldırmıştı. Bu nedenle girerken vize parası ödememiştik. Diğer pasaport kullananlar giriş ve çıkış parası ödüyorlar. Yeşil pasaport geçici pasaporta dönünce bu kez göç ofisine başvurup çıkış izni almak gerekiyordu.  Bunun içinde önce evraklarınızı veriyorsunuz ve üç gün sonra çıkış vizesini alabiliyorsunuz. Elçilik görevlisi telefon ile bu ofisi aradı özel rica etti ve iki gün içerisinde sonuçlandırdılar. Çıkış vizesi  için de 40 dolar ödenmesi gerekti.

Bir ay olarak planladığımız Uzak Doğu gezimizde 3 haftamız Myanmar, Tayland ve Kamboçya’da çok keyifli ve güvenli geçmişti, ta ki hırsızlık olayına kadar. Bir hafta ayırdığımız Vietnam programımız da çok detaylı hazırlanmıştı. Vietnam’ın güneyinden başlayıp kuzeyine kadar tüm önemli yerlerini görmeyi planlamıştık. Ayrıca ülke içinde uçak biletlerimizi de çok önceden  almıştık. Vietnam’dan sonra tekrar Tayland’a, bu kez kuzeydeki Chang Mai bölgesini de gezip sonra Bangkok’tan uçacaktık. Artık Vietnam’a Esin’in gitme şansı kalmamıştı. Bunların hepsi iptal edildi. Vietnam gezisi bir başka kışa kaldı.

Dönüş hazırlıklarına başladık. İstanbul’a dönüşümüz Bangkok’tan Iran Mahan Havayolları ile olacaktı. Bu nedenle önce Phnom Pehn’den Bangkok’a yeni bir uçak bileti aldık. Tabi ki yüksek bir ücret ödedik bu son dakika bileti için. Aslında en güzeli Mahan Havayolları’na mail ile polis tutanağını gönderdik ve erken dönmek istediğimizi söyledik ve ek bir ücret almadan istediğimiz güne uçuşumuzu değiştirdiler. Mahan Havayolları’nın bu yardımına karşılık İstanbul İzmir uçuşumuzu aldığımız havayolu şirketinin uçak biletine sigorta yaptırmış olmamıza ve  önceden durumumuzu anlatmamıza rağmen biletimizi değiştirmediler. Maalesef bu şirket bize 180 TL ye yeni bilet satmayı tercih etti. 

Kamboçya’da yaşadığımız hırsızlık olayı  canımızı yaktı. Esin’in pasaportu, nüfus cüzdanı, ehliyeti ve kredi kartlarının yanı sıra 1.500 doları çalındı. 

Aslında böyle hırsızlık olayları dünyanın bir çok şehrinde yaşanabilir. Bizler gezgin olarak özellikle dikkat etmeli, ona göre önlemler almalıyız. Hırsızlıktan çantanın çapraz asılmasının güvenli olmadığını öğrendik. Parayı vücuda yakın mümkünse boyuna asılıp kıyafetlerin içerisine yerleştirmeli, tek bir çantada taşımak yerine değişik parçalara ayırmalı, pasaport ve paramızın günlük harcamalar dışındaki bölümünü otelde kasada muhafaza etmeliyiz. Otellerdeki kasaları bugüne kadar pek kullanmamıştık. Hırsızlık olayının ertesi günü otel kasasını kullanmayı öğrendik.

Böyle bir olaya aldığımız dersin yanında olumlu bir yönden bakmak istersek; yine de şanslı olduğumuzu düşünebiliriz. Lonely Planet kitabında 2007 yılında Fransız kadının gasp sırasında yerde sürüklenerek öldüğü anlatılmış. Cadde çok kalabalık olduğundan çanta ile sürüklenirseniz yolda başka bir aracın çarpma ve fiziksel zarar görme ihtimali çok yüksek.