ANA SAYFA Blog Sayfa 24

Leipzig Gezi Rehberi: Tarih, Sanat, Kültür ve Daha Fazlası

Almanya’nın en eski kentlerinden ve Saksonya’nın ikinci büyük kenti olan Leipzig’in kuruluşu Orta Çağ’a kadar dayanıyor. Konumu nedeniyle ticaret merkezi olmuş, birçok ticaret fuarına ev sahipliği yapıyor. 15 inci yüzyıldan itibaren kitap ve yayın dünyasının merkezi  olan kentte Frankfurt’dan sonra Almanya’nın ikinci büyük kitap fuarı düzenleniyor. Aynı zamanda bir üniversite kenti; öğrencileri arasında Goethe, Gottfried Leibniz, Angela Merkel, Friedrich Nietzsche gibi pek çok ünlünün bulunduğu Almanya’nın ikinci en eski üniversitesi bu kentte kurulmuş (1409).

Kentin meziyeti bunlarla sınırlı değil, klasik müzik festivalleri ve etkinlikleri ile de ön planda. Ünlü Alman besteci Johann Sebastian Bach ömrünün son 27 yılını burada geçirmiş. Kent müzisyenle o kadar bütünleşmiş ki “Bach’ın Kenti” diye de anılmakta. Robert Schumann’ın yaşadığı, Richard Wagner’in doğduğu ve müzik eğitimini  aldığı kent. Yine ünlü Alman besteci Mendelssohn, yaşadığı dönemde Leipzig’i Avrupa’nın önemli müzik merkezlerinden biri haline getirmiş.

Tarihi yönlendiren önemli olaylara sahne olmuş; Katolik kilisesine karşı reform hareketi, Martin Luther’in St. Thomas Kilisesi’nde verdiği vaazlarla başlamış. 1813 yılında Napolyon bu kentte bozguna uğratılmış. Berlin duvarının yıkılmasıyla sonuçlanan toplumsal hareket 1982 yılında ilk bu kentte başlamış.

Nazım Hikmet’in yolu da ömrünün son yıllarında bu kentle kesişmiş. Kendisine yaşlılığın dayanılmaz ağırlığını hatırlatan Leipzig’li kızlara yazdığı meşhur bir şiiri de var.  Gezimize bu şiirinden bir dörtlük ile başlayalım.
“Leipzigli kızların bacakları gayetle güzel,
etekleri de gayetle kısa,
ömrümün bu kadar gerilerde kaldığını görmezdim, 
Leipzigli kızların bacakları böyle uzak olmasa…”

Doğrusu Leipzig gezisi aklımızda yoktu. Dokuz  gün ayırdığımız Berlin gezimiz öncesinde Berlin’in çevresindeki yakın şehirleri araştırırken keşfettik ve programımıza aldık, iyi ki de almışız. Leipzig’e  ulaşımda  ekonomik olması nedeniyle otobüsü tercih ettik.  Berlin’den otobüsle ulaşım iki saat sürüyor ve gidiş– dönüş bilet ücreti yaklaşık  15 Euro. Hızlı tren ile daha kısa zamanda ulaşmak mümkün. Şehre İstanbul’dan THY’ nin düzenli uçuşları var.
 
Sabah 8.00 civarında otobüsten geniş bir cadde (Goethe Strasse) üzerinde indik ve kentin ünlü meydanı Augustusplatz’a çıktık. Meydan adını ilk Saksonya kralı Frederic Augustus’dan almış. Büyük cadde ve meydanlara Martin Luther, Richard Wagner, Goethe gibi  kentin önemli kişi ve sanatçılarının adları verilmiş.
 
Pazar sabahı geldiğimiz saatte henüz şehir uyanmamıştı, tabii biz de. Açık bir kafe ararken Augustusplatz’dan Grimmaischer sokağına girer girmez hemen sağda Lukas kafeyi gördük. Sessiz, sakin bir Pazar sabahı yeni bir şehirle tanışmanın heyecanı ve her şeyden azade huzuru içinde hayatımda yaptığım en güzel kahvaltılardan biri idi. Zaman zaman hayat çok zor geldiğinde, o sabahki ruh halime ışınlanmak istiyorum. 

Tüm Avrupa kentlerinde olduğu gibi Leipzig’de de görülmeye değer çok sayıda müze var. Biz bu ilk gelişimizde müze gezmekten ziyade eski kent merkezinde dolaşmayı tercih ettik. Eski kent içinde yürüyerek her yere ulaşmak mümkün.

Kent turumuza Augustusplatz‘dan başlıyoruz. Geçmişte Napolyon’un bozguna uğratıldığı meydan, günümüzde kentin müzik merkezine dönüşşDünyanın en eski (1781) senfoni orkestralarından Leipzig Gawendhaus Orkestrasına ev sahipliği yapan Gawendhaus binası bu meydanda bulunuyor. 1981 yılında yapılan orkestranın bu üçüncü binasının en önemli özelliği, akustiği ile (en büyüğü 9,5  mt., en küçüğü 8 cm. olan ve 6638 borudan oluşan) devasa orgu imiş. Felix Mendelssohn (1835-1847) ve Kurt Mansur (1970-1996) da orkestranın şefliğini yapmışlar. Ayrıca orkestranın şöyle bir mottosu varmış: “Gerçek Keyif Mühim Meseledir”. Demek oluyor ki bu orkestra dinlenecek!

Konser salonunun hemen önünde  Leipzig’in en büyük anıt çeşmesi olan Mende Çeşmesi (The Mende Fountain- 1883-1886) yer alıyor.

Gawendhaus’un tam karşısında ise Avrupa’nın en eski operalarından (1693) birine hizmet veren Leipzig Opera Binasını görüyoruz. Operanın bağımsız bir orkestrası olmadığından temsillerde Gawendhaus Orkestrası eşlik ediyormuş.

Miler Hermann Hanselmann tarafından açık bir kitap şeklinde tasarlanan ve 1968-1972 yıllarında yapılan City- Hochhaus binası da yine meydanın yakınında yer alıyor. Eskiden Leipzig Üniversitesi tarafından kullanılan binada bürolar, restoranlar ve bir gözlem platformu bulunuyormuş

Leipzig Üniversitesi’ne ait Paulinum binası, yerine inşa edildiği Aziz Paul Kilisesi’ne atfen kilise şeklinde tasarlanmış. City- Hochhaus ile birlikte hoş bir profil oluşturmuşlar.

Meydandan Grimmaischer sokağına girildiğinde heykeltraş Bernd Göbel’in eseri “Zamansız Çağdaşlar- 1886-89” heykelini görüyoruz. Anlamını çözmeye uğraşmayın güzel bir heykel deyip geçelim!

Leipzig’de her köşe başında karşınıza bir sokak müzisyeni çıkıyor. Sokaklar müzik çınlıyor. 

Yürümeye devam ediyoruz aslan heykellerinin olduğu tarihi bir çeşmenin arkasındaki meydanda, kentin ilk barok binalarından Borsa binası bulunuyor. Eskiden Leipzigli işadamları burada buluşurlarmış. Johann Georg Starcke tarafından tasarlanan bina 1678-87 yıllarında inşa edilmiş. Ancak, kentteki birçok yapı gibi İkinci Dünya Savaşı sonunda yeniden yapılmış. Binanın önünde Alman edebiyatçı  Goethe’nin (1749-1832)  heykeli yer alıyor.

Meydanın yanında eski kent merkezindeki en çekici bina olan Altes Rathaus (Eski Belediye Binası) uzanıyor. 1556-57 yılları arasında Rönesans tarzında inşa edilen bina 1909 yılına kadar belediye hizmet binası olarak kullanılmış. Şu anda Leipzig Kent Tarihi Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor. Müzenin bu konuda Avrupa’nın en zengin koleksiyonuna sahip olduğu ifade ediliyor.

Altes Rathaus’un diğer tarafında ise Pazar (Markt) Meydanı bulunuyor. Meydanda çeşitli eşyalar ve içeceklerin satıldığı tezgahlar kurulmuş. Gün içinde giderek canlanan Meydandan birkaç kez geçtik,  birinde bize nostalji yaşatan bir pop konserine denk geldik.

Borsa binasının tam karşı yönünde geçmişte ticaret ve sergi merkezi olarak kullanılan Madler-Passage yer alıyor. Kentin geçmişini yansıtan en önemli tarihi yapılardan biri olan pasaj oldukça etkileyici ve zarif görünüyor.
Grimmaischer sokağına bakan yönünden pasaja girdiğinizde sizi Goethe’nin Faust adlı eserinden sahneler gösteren iki heykel karşılıyor. Heykellerin yanındaki merdivenlerden indiğinizde Goethe’nin Faust’ unda bahsi geçen tarihi “Auerbachs Keller” restoranına ulaşıyorsunuz.
Restoran “Grosser Keller” ve  “Historische Weinstuben” adlı karşılıklı iki farklı mekandan oluşuyor. Pasaja akşam saatinde tekrar geldiğimizde Goethe’nin müdavimi olduğu  “Historische Weinstuben” kapalıydı. Merakımızdan  “Grosser Keller” a ise şöyle bir bakıp çıktık. Geniş zamanı ve parası olanlar için hoş bir  atmosferi olan restoranda Saksonya yemekleri tadılabilir.   
                                       
Zeitgeschictliches Forum Leipzig binasının önündeki  “Step of the Century”  heykeli. Heykel Wolfgang Matthever tarafından 1984 yılında yapılmış.

St. Thomas Kilisesi yolunda karşılaşğımız hoş mimarisi ile Commerzbank binasını farketmemek imkansız.
St. Thomas Kilisesi’ne geliyoruz.  Geç gotik dönemi kilisesi St. Thomas, Leipzig için büyük öneme sahip; Dünyanın en eski (1212) “Thomanerchor” erkekler korosu bu kilisede konser veriyor. Martin Luther reformu tanıtan vaazlarını bu kilisede vermiş.

Diğer kiliselerde rastlamadığımız “dua hacı” çok ilginç geliyor. 1989 yılındaki toplumsal olayların hemen öncesinde insanlar geleceğe yönelik düşünce, dilek ve umutlarını kilisedeki bir dua tahtasında dile getirmişler ve 2001 yılında dua tahtasının yerine bu dua hacı konulmuş.

Bach’ın  mezarı da  uzun yıllar koro şefliğini yaptığı bu Kilisede bulunuyor. Kilisenin dışındaki  Bach  heykeli ile sanatçının anısı yaşamaya devam ediyor.

St. Thomas Kilisesi’nin tam karşısındaki Bach’ın yaşadığı ev müzeye dönüştürülmüş. Müzede saat 15.00 de Bach konseri olduğunu öğrenince programımızı ayarlayıp bu güzel fırsatı değerlendiriyoruz. Bir bilet için 15 Euro ödediğimiz keyifli konser 1 saat sürüyor.
St. Thomas Kilisesi’nin hemen yakınında küçük bir parkta Mendelssohn’un Heykeli’ni görüyoruz. Bu sanatçının 2008 yılında yapılan ikinci heykeli imiş. 1892 yılında Gawendhaus binası yanındaki ilk heykeli Nazizmi savunan bir Leipzig Belediye Başkanının  döneminde yıkılmış.
Martin Luther ringi üzerinde karşımıza çıkan ve müze diye düşündüğümüz görkemli binanın Almanya’nın beş yüksek mahkemesinden biri olan Federal İdare Mahkemesi olduğunu öğreniyoruz.
Aynı yol üzerinde eski kentin güneybatı köşesinde 1905 yılında Alman geç Rönesans tarzında yapılan yeni Belediye (Neuses Rathaus)  binası bulunuyor. Bu gezimizde diğer Alman kentlerindeki belediye binalarının da benzer anıtsal yapılar şeklinde tasarlandığını gördük, sanırım içlerinde en heybetlisi bu binaydı.
Yeni Belediye binasının yanından üniversite yönünde yürürken minimalist tarzda son derece modern bir kiliseye (Propsteikirche St. Trınıtatıs) rastladık, ayin yeni bitmişti, yetişemedik. Bu sade ama etkileyici kilisenin mimari tasarımı yarışma sonucunda belirlenmiş.
 

Nihayet Goldschmid Caddesi’ndeki Mendelssohn Evi ve Müzesine ulaşıyoruz Sanatçının son iki yılını geçirdiği bu bina, Dünyada kalan tek Mendelssohn eviymiş. Sanatçı ünlü “Elijah” oratoryosunu bu evde bestelemiş. Teknik olarak nota vb. belgeleri anlamayacağımız düşüncesiyle müzeyi gezmedik.

Müzenin dışındaki küçük sergi salonunda, Parisli bir sanatçı tarafından Mendelssohn’un anısına düzenlenen resim sergisini gezdik. Müzede Pazar günleri saat 11.00 de konser veriliyor. Konseri kaçırıyoruz.

Leipzig’in Bach’ın kenti olduğundan bahsetmiştik. Ancak, Bach’ı yeniden yaratan müzisyenin  Mendelssohn olduğunun altını çizmek gerekiyor. Yaşadığı dönemde ünlenen Bach’ın ölümünden sonra eserleri demode bulunuyor ve zaman içinde unutuluyor. Mendelssohn  Bach’ın eserlerini tesadüfen keşfedip etkileniyor, sahip çıkarak 100 yıl sonra yeniden popülerleştiriyor. 

Leipzig’de 1843 yılında Almanya’nın ilk konservatuarını kuruyor. On dokuzuncu yüzyılda Leipzig’i Avrupa’nın müzik merkezi haline getiriyor. Kısacası kentin müzik tarihinde sanatçının yeri çok büyük.     

Mendelssohn evi ile eski kentin etrafındaki turumuzu tamamlıyoruz. Yeniden kent merkezine bu kez Nicholas Kilisesi’ne yöneliyoruz. Orta Çağ’dan (1165) kalma Nicholas Kilisesi’nin iç kısmı 1790 yılında neo klasik tarzda yenilenmiş. Dış görünümüne bakıp içini gezmedik ama siz bu hatayı yapmayın, iç mekanın güzelliğini kaçırmayın! Kilise 1982 yılından itibaren rejim karşıtlarınca pazartesi akşamları yapılan barış duaları ile biliniyor. 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması ile sonuçlanan toplumsal hareket  bu kilisede başlamış. Bach, “St. John Passion” adlı eserinin ilk prömiyerini ve bir çok eserini bu kilisede çalmış.
Kentin mimari dokusunu Art Nouveau ve Barok tarzda binalar oluşturuyor.
 

Eski kent sokaklarında dolaşarak Coffe Baum’a geliyoruz. Almanya’nın en eski (1711) kahve evlerinden Coffe Baum’un giriş katında kafe, 1 inci katında bir restoran bulunuyor. Diğer katlar kahve kültürüne ait objelerin sergilendiği kahve müzesi olarak düzenlenmiş. Bir zamanlar Bach, Goethe, Schumann, Lizst, Wagner hatta Napolyon kahve evinin müşterileri arasındaymış. Müzeyi gezdikten sonra biz de bu tarihi mekanda pasta ve kahve eşliğinde bir süre dinlendik. En az iki asır sonra bu kişilerle aynı mekanı paylaşmanın hissiyatı, kelimelerle anlatılır gibi değil.

Kentte çirkin bir şey göremiyorsunuz. Otopark olarak kullanılan boş alanın yanındaki binanın cephesi bile renklendirilmiş, insanın içi açılıyor.

Kent küçük ama Avrupa’nın en büyük tren garına (Hauptbahnhof) sahip. Ticaretin gelişmiş olması kenti demiryolu ağının merkezi konumuna getirmiş.Tren garında aynı zamanda yeme-içme mekanları ve alışveriş mağazalarının bulunduğu alışveriş merkezi bulunuyor. Tesadüfen öğlen yemeği saatine denk geldiğinden “North Shields” e uğradık. Otobüsümüzün kalkacağı caddeye yakın olduğundan akşam için buradaki Ludwig Kafe (kitaplı kafe)’yi gözümüze kestirdik.

Yabancıların çok rağbet etmediği Kentte bulunduğumuz süre içinde bir Türk’e rastlamasak da, Türkiye’ye gelmiş ve yeniden gelmeyi planlayan bir Alman’la tanıştık.
 
Daha fazla zamanımız olsaydı;
  • Napolyon’un yenilgisiyle sonuçlanan savaşın 100 üncü yıldönümünde yapılan “Ulusların Muhaberesi Anıtı”nı,
  • Avrupa’nın en büyük pamuk fabrikasının sanat atölyeleri ve sanat galerilerine   dönüştürüldüğü Spinnere’yi,
  • Doğu Almanya’nın gizli polis birimi Stasi’nin çalışma yöntemleri ve yapısını fotoğraf, koku deposu, mini kamera vb doküman ile anlatan “Stasi Müzesi Runda Ecke” ni görmek isterdim. 
Son Söz
Leipzig’i nasıl bilirsiniz derseniz, sokaklarında 7/24 müzik çınlayan bir kent derim. Almanya’nın yeni yeni keşfedilen, gezmesi kolay bu müzik ve sanat kentini Berlin veya Dresden ile programınıza almanızı şiddetle öneririm. Hele ıhlamur ağaçlarının açtığı zamana ve bir festivale denk gelirseniz değmeyin keyfinize. Söylemedi demeyin!

Potsdam Gezi Rehberi: Huzurun ve Doğallığın Adresi

Potsdam, Almanya Brandenburg Eyaletinin başkenti ve Unesco Dünya Kültür Mirasları Listesi’nde yer alan bir şehir. Berlin’in 30 km güneybatısında, huzur bulabileceğiniz, yemyeşil, olağanüstü sevimli, küçük bir şehir. 

Potsdam şehrinin tarihi 10. yüzyıla kadar gitmekte. Yüzyıllar boyunca ismi duyulmayan ve sakin bir yerleşim yeri olan Potsdam’ın adı Hohenzollern ailesi ile birlikte duyulmaya başlamış. Prusya İmparatorluğu’nun hanedanı olan Hohenzollern  ailesi bu bölgeyi de yönetmekteymiş. 18. yüzyılın ortalarında Kral Frederick, Potsdam’da dinlenebileceği ve yönetim tasasından uzak kalacağı yazlık bir saray inşa ettirmeye karar vermiş. Bu nedenle sarayın da bulunduğu parka Fransızca “tasadan uzak, tasasız” anlamında “sans souci” denilmiş. Saray inşası 3 yılda tamamlanmış ve şehrin önemi bir anda artmış.

Potsdam’ın II. Dünya Savaşı sonunda, 1945 yılında üç büyük devletin, ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği’nin katıldığı konferansa ev sahipliği yapması da dünyada adının duyurulmasına neden olmuş.

Şehirde 20 göl ve çok sayıda su kaynağı bulunuyor. Sulak topraklar ve iklimin etkisi ile şehrin çoğunluğu yeşil alanlardan oluşuyor. Zengin şehrin I. Dünya Savaşı sırasında da zarar görmemiş mimarisi görülmeye değer. Şehirde göçmen yerleşimi de yok.
Potsdam’a gitmek için farklı ulaşım alternatifleri bulunuyor. Potsdam merkezine gitmek için S7 veya bölgesel tren olan RE1 kullanılabilir. Schloss Sanssouci ve Park Sanssouci gitmek için RE1’i kullanılıp Potsdam merkez tren istasyonundan sonraki durakta inilerek yaklaşık 10 dakika yürünebilir. Potsdam’a gidip dönmek için daha kapsamlı olan ABC bileti alınması gerektiğini belirtmeliyim. Bizim Berlin’de aldığımz welcome kartımız ABC kapsamlı olduğundan ayrıca tren bilet almamıza da gerek olmadı.
Potsdam trenleri gün içerisinde çok sık. Bu küçük şehri Berlin’in uzak bir mahallesi gibi düşünebilirsiniz. İnsanlar Berlin’de çalışıp Potsdam’da oturabiliyorlar. Türkiye’de bu benzerlik benim bildiğim İstanbul-Kocaeli ve Ankara-Kırıkkale’de var. 
Berlin’de istasyona gittiğimizde gelen ilk trene bindik. Çok geçmeden Potsdam merkez istasyonuna ulaştık. İner inmez tarihi bölgeye gidebilmek için bir otobüse bindik.
   
İndiğimiz yerde bir çarşı ve büyük bir kilise vardı. Yol boyunca Sanssouci tabelalarını izleyerek yürüdük. Sokağın iki yönünde çok güzel evler ve bahçeler yer alıyordu.
Bu yol üzerinde  Potsdam Tarihi Müzesi, Film Müzesi ve Bilim Müzesi varmış. Vaktimiz bu müzeleri gezmek için yeterli olmadığından yürümeye devam ettik ve uzaktan Nauener Tor’u gördük. Bu kapı Potsdam’ın bugüne kadar korunmuş üç kapısından biri.
1755 yılında inşa edilen kapı Kıta Avrupası’nda İngiliz gotik mimarisinin ilk örneğini oluşturmaktaymış.

Kapı Dutch Quarter adı verilen Hollandalılar Sokağı’na da çok yakın. Zamanında bu kapıyı askerler, tüccarlar, yöneticiler ve sanatçılar kullanmış. Günümüzde etrafındaki kafelerle, restoranlarla ve barlarla popüler bir buluşma noktası. Kapının masal diyarlarından fırlamış bir görüntüsü yok mu!

Kapıya doğru yaklaşırken sağ tarafta Dutch Quarter‘ı (Hollandisches Viertel) gördük. Burası, yapımı 1740’ta tamamlanmış 69 adet kırmızı tuğlalı Hollanda evinden oluşan bir bölge. Yan yana bir düzen içinde dizilmiş olan bu evlerin arasında kendinizi Hollanda sokaklarındaymış gibi hissedebilirsiniz.  Hollanda tarzı evlerin bulunduğu Avrupa’daki en büyük koleksiyonmuş.

Bu evlerin hikayesi şöyle: Garnizon kasabasını genişletmek isteyen kral Frederick I acil olarak yetişmiş ustaları bulmak ister. Şansına bu ustaları komşu ülkeden bulur ve gelen ustalar da kendilerini evlerinde hissetmek için Hollanda mimarisine sahip  evleri inşa ederler. 

Biraz yürüyünce yolun sol tarafında Rathaus Potsdam‘ı (Belediye Binası) gördük. Tarihi binanın içerisine girmekten kendimizi alamadık.

Şehrin mimarisinin çok güzel olduğundan bahsetmiştim. Bu da yürürken gördüğümüz sıradan bir ev.

Tabelaları takip ederek sakin, sessiz sokakta uzun süre yürüdük. Parkın içine girmeden önce Alexandrowka‘yı (the Russian Colony) gezmek istiyorduk. En nihayet bu güzel evleri gördük.

Buranın hikayesine gelirsek, Prusya Kralı Frederick III ile Rus Çarı Alexander yakın arkadaşlarmış. Bu arkadaşlığın nişanesi olarak Kral Frederick 1826-1827 yıllarında Rus kolonisi Alexandrowka’yı inşa ettirmiş. Burada Rus stilinde 13 adet ahşap ev yapılmış. Yeşil alanlar Peter Joseph Lenne tarafından dizayn edilerek Rus müzisyenler için özel bir atmosfer yaratılmış.

Bu bölge de UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yerini almış. Daha birkaç nesil önceye kadar burada yaşayanlar varmış. Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinden önce buranın restorasyonu için çaba gösterilmiş ancak çok az para bulunabildiğinden gerçekleştirilememiş. Birleşme sonrasında evler aslına uygun bir şekilde restore edilebilmiş.

Yolumuzun üzerinde çiftlik tarzında yapılarla karşılaştık.

Parkın girişini bulmak için çok fazla yürüdük. Girdiğimiz noktadan doğruca Sanssouci Sarayı’nın arkasına çıkmışız. Önce nerede olduğumuzu anlayamadık.  Tam karşımızda Kraliyet armalı bir yapı görünüyordu.

Ön tarafa doğru yönelince Sarayın muhteşem görüntüsüyle karşıladı bizi.

Prusya’nın 18. yüzyılda hızla gelişmesini sağlayan ve “Taç sadece yağmuru geçiren bir şapkadan ibarettir.” diyerek mütevazi ve sade bir insan olduğunu vurgulayan Büyük Frederick, Potsdam’ın sırtlarında erik, incir gibi meyveler yetiştirmek ve şarap üretmek istemiş. Bu nedenle 1744 yılında Sanssouci Park’da teraslanmış bir bahçe yaptırmış. Bir yıl sonra bahçenin muhteşem manzarasını görünce kralın aklına bu terasın tam üst kısmına büyük bir yazlık saray yaptırmak gelmiş. Bu saray kralın favori mekanı olmuş ve zaman zaman köpekleriyle yalnız kaldığı bile olmuş. Hatta sarayla kendini o kadar özdeştirmiş ki kendisi öldüğünde sarayın da öleceğini söylemiş.

Saray rokoko stilinde yapılmış ve 10 odadan oluşuyormuş. İç dizaynında Frederick’in etkisi o kadar çokmuş ki bu stile “Frederician Rococo” ismi verilmiş. 

Uzunca bir süre Sarayı fotoğraflamaya çalıştık. Keşke hemen gidip biletimizi alsaymışız. Çünkü içeriye küçük gruplar halinde alıyorlarmış ve bilet aldığınız saatte orada olmanız gerekiyormuş. Bilet almak istediğimizde neredeyse 2 saat sonrasına bilet verebiliyorlardı. Biz de parkı gezerken dönemeyeceğimizi düşünerek içeri girmekten vazgeçtik.

Gezmeyi düşünenlere bizim gibi vakit kaybetmeden hemen biletlerini almalarını tavsiye ediyorum. Sarayın içi bir görevli nezaretinde gezdiriliyormuş ve her oda tek tek geziliyormuş. 

Şimdi gelelim bahçeye. Frederick zamanında barok tarzında yapılan bahçe daha sonraki hanedanlar döneminde değiştirilmiş ve İtalyan unsurlar bahçeye eklenmiş. Günümüzde ise bahçe peyzajı aslı korunarak çok düzgün yapılmış ve her yer pırıl pırıldı. Bahçeye Sarayın önünden kuş bakışı bakmak inanılmaz keyifliydi.
Frederick, Versay Sarayı’na özenerek Sarayının önüne bir de çeşme yapılmasını istemiş. Bu çeşmenin etrafındaki heykel ve figürlerde de Versay Sarayı’ndan esinlenilmiş. 
Sarayın sağ tarafında kalan Tarihi Değirmene (Historische Mühle) doğru yürüdük. Yolun kenarında  nostaljik kıyafetler içinde müzik çalıyordu.

İlk Değirmen Büyük Frederick zamanında 1738 yılında yaptırılmış. Bu değirmen rüzgarın yönüne göre dönebilen tamamen ahşap bir malzemeden yapılmış. Daha sonra bu değirmenin yerini alan değirmen ise II. Dünya Savaşı’nda tahrip olunca eski resimlerinden esinlenilerek tarihi değirmen tekrar inşa edilmiş.

Bu Değirmenle ilgili bir efsane varmış. Bu efsaneyi daha önce duymuştum ama bu gördüğümüz değirmenle ilgili olduğunu sonradan anladım. Efsane de şöyle: Frederick’in yazlık sarayı değirmene yakın olduğundan değirmen kanatlarının sesinden rahatsız olmuş ve değirmeni Johann William Grävenitz adındaki değirmenciden satın almak istemiş. Değirmenci bunu reddedince kral tehditkar bir ifadeyle “Sen benim kim olduğumu bilmiyor musun istersem kraliyet yetkilerimi kullanarak burayı bir kuruş dahi ödemeden senin elinden alırım” demiş. Bunun üzerine değirmenci adalet dünyasında çok bilinen ifadeyle “Majesteleri şüphesiz ki bunu yapabilirdiniz eğer Berlin’de hakimler olmasaydı” demiş..

Değirmeni biletle gezilebiliyor. Hemen altında da bir kafe bulunuyor. Biz vaktimiz kısıtlı olduğundan değirmeni gezemedik ve yolumuza devam ettik. Bahçede yürümek çok keyifliydi ve yol üzerinde Orangery’yi gördük. 1947’de Büyük Frederick, Sanssouci Sarayı’nın tamamlanmasının hemen ardından sarayın yakınlarında bir Orangery (Neue Kammern) inşa edilmesini istemiş. Burası değerli, tropik bitkilerin kış aylarında korunması amacıyla yapılmış. Ancak bir süre sonra Frederick burayı konukları misafir etmek amacıyla kullanmaya başlamış.

İçi rokoko tarzında yapılmış kocaman salonlardan oluşuyormuş. Dışarıdan birkaç fotoğraf çektikten sonra yolumuza devam ettik. Yürürken çektiğim fotoğraflardan sadece birkaçını buraya ekliyorum. Tablo gibi gözüken bu muhteşem manzaraya bakar mısınız!

Kısa bir yürüyüş sonrasında Orangery Sarayı’nın önündeydik. Sarayın dış tarafında restorasyon çalışmaları vardı. Rönesans tarzında yapılan binanın çok çarpıcı olduğu söyleniyor ancak biz çalışmalar yüzünden burayı göremedik.

Orangery, Kral IV. William’ın çizdiği taslağa uygun olarak 1851’den 1864’e kadar inşa edilmiş. Sarayın mimarları fikirlerini krala kabul ettirerek sarayı İtalyan Rönesansı tarzında yapmışlar. 300 metrenin üzerindeki genişliğiyle Parktaki en uzun bina olma özelliğini taşıyormuş.
Saray iki kanattan oluşuyormuş ve geçmişte Potsdam’ın pek çok kamu dairesine ev sahipliği yaptığı gibi hassas bitkilerin kış aylarında korunması için de kullanılmış. Sarayın ortasındaki ana binada yer alan Raffael Salonu çok etkileyici bir yer olarak kaynaklarda belirtiliyor. İki hikayeli Salon, Vatikan’daki “Sala Regia” ya benzetilmiş, kırmızı ipek kaplanmış duvarların üzerinde ise altın çerçeveli 50 meşhur Rönesans ressamının eseri sergilenmekteymiş. 

Parkta yürümeye devam ettik ve kendimizi büyük bir sarayın önünde bulduk. Neues Palais (Yeni Saray), Parktaki diğer yapılara daha sonra eklendiği için verilen bir isimmiş. Büyük Frederick döneminde,Yedi Yıl Savaşlarının sonunda Prusya’nın gücünü ve zaferini göstermek amacıyla yapılmış. Barok tarzındaki bu Sarayın inşasından sonra Prusya’da artık barok tarzında bir yapı inşa edilmediğinden bir devrin kapanışını da simgeliyormuş.

Sarayın üstünde bir kubbe ve tepesinde bir taç bulunuyor. Sarayın iç dekorasyonunda şaşalı süslemeler, gösterişli ve abartılı tasarımlar bulunuyormuş. Sarayın içinde 200’ün üzerinde oda, toplantı odaları, balo salonları ve hatta bir tiyatro bile varmış. Frederick hastalık derecesinde Fransa özentisiymiş. O yüzden bu tiyatroda da Fransız ve İtalyan operaları seslendirilirmiş. Frederick bu Sarayda daha çok misafirlerini konuk etmiş. Bu Sarayın içi o kadar çok eşyayla doluymuş ki, II. Kaiser Wilhelm 1918’de buradan kaçarken 60 tren vagonu dolusu eşyayı Hollanda’ya götürmüş. II. Dünya Savaşındaki bombalardan kurtulan yapının halen 1918’deki görüntüsünü koruduğu belirtilmektedir.

Yeni sarayın bir kısmı Potsdam Üniversitesi’nin Felsefe Bölümüne ev sahipliği yapmaktaymış ve isteyenler gezebiliyormuş. Sarayın önündeki çimlik alan ise gerçekten çok genişti. Sarayın ihtişamlı yapısını daha yakından görmek için epeyce yürümek zorunda kaldık. aşağıdaki fotoğrafta ne kadar ince işçilik var görebiliyor musunuz!

Fazla oyalanmadan yolumuza devam ettik. Parkta görmemiz gereken daha çok eser vardı. Araya birkaç park manzarası da ekleyeyim.

Sırada başka bir saray, Charlottenhof Palace vardı. Parkın güneybatısında kalan ve üzerinde o tarihlerde bir çiftlik evi bulunan bu alan Frederick William III tarafından satın alınmış ve oğlu Frederick William ve eşi Elizabeth Ludovika’ya noel hediyesi olarak verilmiş. Burası yazlık konut olarak kullanılmış. Frederick William Roma tarzında bir saray yapılmasını istemiş ve hatta Charlottenhof Sarayı’nın dizaynını bizzat kendisi üstlenmiş. Sarayın ismi ise buranın  sahiplerinden birisi olan Charlotte von Getzhow’dan geliyormuş.

1829 yılında yapımı tamamlanan sarayda 10 oda bulunuyormuş. Sarayın öne çıkan özelliği ise Sezar’ın çadırından esinlenerek dizayn edilen odaymış. Bu odada duvarlar ve tavan mavi ve beyaz çizgili duvar kağıdıyla kaplanmış, pencere pervazları, yatak başlıkları, yatak takımları ve mobilyalar hep aynı renkleri taşıyormuş. Mavi ve beyaz teması Sarayın bütün pencerelerinde görülüyormuş. İtalyan etkisiyle yapılan sade saray ve bahçesi gerçekten görülmeye değer bir yer. 

Parkta yürüyüşümüz sırasında Roma Hamamlarıyla (Roman Baths) karşılaştık. Yapımından bizzat Frederick William IV’ün sorumlu olduğu Roma Hamamları 1829-1840 yıllarında tamamlanmış. Roma’daki orijinallerinden esinlenerek ve İtalyan olan her şeye duyulan sevgiyle Frederick kendi evi saydığı Sanssouci Parkta kendi Roma Hamamını da yaptırmak istemiş.

Roma Hamamları çok farklı unsurlardan oluşuyormuş. Bir çay evi, bir çiçek evi ve pek çok ilave bina görülüyor.
Burada da fazla oyalanmadan yolumuza devam ettik. Hedefimiz “The Chinese House” yani Çin Evini bulmaktı. Birkaç kişiye yol tarifi sorarak en nihayet burayı bulduk. İlk izlenimimiz muhteşem ışıltılı bir yapı olduğuydu.
Büyük Frederick çiçek ve sebze bahçesine kendini adayabilmek için burada bir köşk yaptırılmasını istemiş. Bahçe mimarı, 1755-1764 yıllarında zamanın popüler dizaynı olan Çin mimarisi ile rokoko tarzını harmanlayarak bu köşkü inşa etmiş. Tamamlandıktan sonra sadece bahçe köşkü olarak değil çeşitli sosyal aktivitelerin de düzenlendiği bir yer olmuş.

Çin Evi yonca şeklinde yapılmış ve yuvarlak orta merkezin boş alanlarına düzenli bir şekilde 3 oda serpiştirilmiş. Binanın dışında yemek yiyen, içen ve müzik yapan Çin figürleri kullanılmış.

Binanın içinde ise enstrüman çalan insan heykelleri, maymunlar, papağan ve oturan Budha heykelleri altın kaplama olarak süslemede kullanılmış. Çok şık bir avize ise binanın kubbesinden sallanıyormuş. 

Sanssouci Park’daki bütün yapılar yapay bir gölün etrafına yerleştirilmiş.

Parkın diğer  girişine Flora ve Pomona isimli tanrıça heykellerinin bulunduğu iki dikilitaş yerleştirilmiş..

Yine birkaç kişiye sorarak en nihayet aradığımız Barış Kilisesini (Church of Peace) bulduk. Burası Potsdam’ın ilk Protestan kilisesiymiş ve yapımını sanat ve kültür aşığı olan Prusya Kralı Frederick IV 1845 yılında istemiş. 

Kilisenin dizaynı Roma’daki San Clemente Kilisesinde betimlenen bir Orta Çağ çalışmasına dayanmaktaymış. Kilise sütunlu bir bazilikaya ve 42 metre yüksekliğinde bir çan kulesine sahip.  Kilisenin içinde bir sessizlik hakimdi. Oldukça sade bir görüntüsü vardı ve katolik kiliselerinde gördüğünüz şaşayı burada göremiyordunuz. Zaten Protestan kiliselerinde ikonalar kullanılmıyor. Kilisenin tavanı o kadar yüksekti ki başımızı kaldırırken boynumuz ağrıdı. Ses çıkartmamaya özen göstererek birkaç fotoğraf çektik.

Kubbedeki mozaikler 13. yüzyıl Venedik mozaikleriymiş. İtalya Murano adasında  harap olmuş bir kiliseden Frederick William tarafından satın alınarak buraya getirilmiş. Bu kutsal sahnenin tam altında Frederick ve karısı Elizabeth Ludovika’nın mezarları bulunuyormuş.
Park gezimizi tamamlayıp Potsdam’ın en işlek ve popüler caddesi Brandenburg Caddesi’ne çıktık. Ortalık cıvıl cıvıl ve çok sevimli gözüküyordu. 
Doğal olarak yolumuzun üzerinde Küçük Brandenburg Kapısı’nı (Brandenburg Gate) gördük. Bu kapıyı yine pek çok yer gibi Büyük Frederick yaptırmış. Yedi Yıl Savaşları’nın akabinde zaferinin göstergesi olarak daha önce aynı yerde bulunan ve daha basit olan kapının yıkılarak görkemli bir kapı yapılmasını istemiş.
Bu nedenle Brandenburg Kapısı Roma’daki Konstantin Takı örnek alınarak bir Roma zafer takı gibi inşa edilmiş. Bu kapının bir diğer özelliği iki farklı mimar tarafından inşa edilen iki farklı tarafı olmasıymış. 

Potsdam’da tarih boyunca aslında beş kapı bulunuyormuş ancak bunlardan sadece üçü bugünlere gelebilmiş. Bu kapıların en eskisi olan Avcı Kapısı (Hunters Gate) 1733 yılında yapılmış. Kapıların ikisini bu gezimizde gördük ancak maalesef üçüncü kapıyı göremedik.  

Brandenburg Kapısı’ndan da geçtikten sonra Brandenburger Strabe’de yürümeye başladık. Caddenin sonunda St. Peter ve Paul Kilisesi göründü.

Caddede çevremize bakarak yürümeye devam ettik. Keşke biraz vaktimiz olsaydı da şu güzelim kafelerden birinde kahve içseydik demekten kendimizi alamadık.

En sonunda caddenin bir ucunda bulunan St. Peter ve Paul Kilisesi’ne ulaştık. Bu sarı tuğlalı Kilisenin en önemli özelliği 60 metre yüksekliğindeki İtalyan stili çan kulesiymiş. 1867-1870 yıllarında Bizans ve Roma stili kullanılarak inşa edilen Kilise Potsdam’ın ilk Katolik kilisesiymiş. Kilise’de Antoine Pesne tarafından yapılan üç resim sergileniyormuş. Pesne, barok ve rokoko tarzındaki çağının en büyük sanatçılarından birisi olarak gösteriliyormuş. Biz Kilisenin içine giremeden dışarıdan bakmakla yetindik.
Bizim gezebildiğimiz yerler bu kadar oldu. Bunun dışında Sanssouci Parkta kral mezarları, Dragon House, Picture Gallery, şehirde ünlü Potsdam Konferansı’nın yapıldığı Cecilienhof Palace, Lustgarden, müzeler ve diğerleri ile şehre yakın Klausberg’deki Belvedere, Marmorpalais, Ruinenberg gibi yerleri ise gezemedik. Vaktiniz olursa gezmenizi tavsiye ederim. 
Son Söz

Potsdam’ı dertsiz, tasasız, huzurlu insanların yaşadığı bir şehir olarak hafızama yerleştirdim. Hani bazı şehirler insanı sarıp sarmalar ya burası tam da öyle bir yer. Gidin eminim ki siz de seveceksiniz.

Madrid Gezi Rehberi: Meydanları ve Parklarıyla Yaşayan Şehir

Boğa güreşi, flamenko müziği-dansı, tapası-sangriası, sineması, futbol ve basketbol takımları, Gaudi, Cervantes, Picasso, Salvador Dali, Lorca ve listenin uzayıp gideceği dünyaca ünlü sanatçıları ile az buçuk aşina olduğumuz İspanya’yı yakından tanıyalım deyip bu kez rotamızı  Madrid ve Endülüs’e çevirdik. İtalya gibi Avrupa’nın bu Akdenizli ülkesinde de kendimizi rahat hissedeceğimizden emindik.

Avrupa’nın en kalabalık beşinci şehri olan Madrid’in şehir olarak kuruluşu ve başkent oluşu yakın dönemlere dayanıyor: İlk kez dokuzuncu yüzyılda Emevi Sultanı I. Emir Muhammed tarafından, bugün Palacio Real’in bulunduğu bölgede Toledo’yu Hristiyan saldırılarından korumak ve mola vermek amacıyla küçük çapta bir kale saray yapılıyor. Kaleye Arapça “su yolu” anlamında “Mayrit” adı veriliyor. Bu kale çevresinde gelişen yerleşim yeri 1085 yılına kadar Müslümanlarda kalıyor. Kastilya- Leon Kralı VI. Alfanso  tarafından 1085 yılında Toledo alınırken, Mayrit kalesi ve çevresindeki yerleşim yeri yakılıp yıkılıyor, ancak başkent olarak Toledo seçiliyor, Mayrit uzun süre göz önünde olmuyor.
 
Kral II. Felipe’nin 1561 yılında  Kraliyet Mahkemesini Madrid’e taşıması ve İspanya’nın merkezinde olması nedeniyle başkent ilan etmesi sonrasında Madrid’te önemli yapılar inşa ediliyor, nüfusu ve önemi artıyor. Orta Çağ’da Amerika’nın keşfi sonrasında gelen altın ve ganimetlerle daha da gelişip, zenginleşiyor.

Bugünkü Avrupai görünümünü kazanması ise onsekizinci yüzyılda Kral III. Carlos döneminde oluyor. Castellana Caddesi, Alcala Kapısı, Prado Sarayı, Kraliyet Sarayı (Palacio Real) bu dönemin eserleri. 1808-1813 yıllarında Napolyon Bonapart yönetimindeki Fransa tarafından işgal  ediliyor.

İspanya 1936 ve 1939 yılları arasında, dünyanın en büyük iç savaşlarından birini yaşıyor ve General Franco’nun 1975 yılında ölümüne kadar 36 yıl süren diktatörlük dönemi başlıyor. Bu dönemde tüm devlet kurumları Madrid’te toplanarak, diğer şehirlere göre Madrid ön plana çıkarılıyor.
Günümüzdeki Madrid  hüzünlü ve kanlı geçmişine inat, neşeli ve canlı  bir şehir.

İstanbul’dan Madrid-Barajas Havaalanı’na 3 saat 40 dakika süren bir yolculukla ulaşılıyor. Grup olduğumuzdan şehir merkezine ulaşımda metro ve aktarmalarla uğraşmayıp, taksiyi tercih ettik (süre 20 dak., fiyat fiks 30 Euro).  Otelimiz  Gran Via (caddesi)  ile  Gran Via metro durağının çok yakınında idi.  Otele  yerleştikten  sonra metro   durağının   bulunduğu   Montera Caddesi’nden aşağıya yürüyerek, şehrin tam merkezinde bulunan Puerta del Sol’a çıktık. Sadece yayalara açık olan Montera  üzerinde pek çok kafe, restoran yer alıyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde ise cadde başka bir çehreye bürünüyor.

 

Puerta del Sol (Güneşin Kapısı): Şehrin en ünlü meydanı.  Onbeşinci yüzyılda, şehrin etrafını saran duvarın giriş kapılarından biri burada imiş.  Adını ve yarım daire şeklini bu kapıdan almış. Belki de çevresindeki binaların onarımda olmasından, gördüklerim içinde hayal kırıklığına uğradığım ve en beğenmediğim meydan oldu. Şehrin sembolü olan Ayı ve Kocayemiş  Ağacı Heykeli ile III. Carlos’un heykeli bu meydanda. Meydanın bir ucunda bulunan şehrin sembolü heykeli görebilmek için biraz çaba harcamanız gerekiyor. Şehrin merkezinde olması nedeniyle halkın klasik buluşma ve toplanma yeri olan meydan gece gündüz her daim kalabalık.

1766-1768 yıllarında yapılan ve Franco döneminde İçişleri Bakanlığı olarak kullanılan bu meydandaki kırmızı tuğlalı “Postane Binası” aynı zamanda Franco muhaliflerine yapılan işkenceleri ile anılıyor.
1808 yılında Napolyon tarafından halk isyanının bastırılması, 1912 yılında Başbakan Jose Canalelaj’ın öldürülmesi, 1932 yılında 2. Cumhuriyetin ilan edilmesi gibi geçmişte  bir çok önemli tarihi olaya tanıklık eden Puerta del Sol, şu anda da Madrid’in gösteri merkezi konumunda.

Bir şehri keşfetmenin en iyi yolu yürümek, ancak, zaman kısıtlı olunca şehir turu almak zorunlu ve anlamlı olabiliyor.  Meydandaki büfeden  yaklaşık 2 saat süren şehir turu bileti (12 Euro) alıyoruz. Zamanı bol olanlar bir-iki günlük (21-25 Euro) Hop On-Hop Off bileti alarak şehri daha ayrıntılı keşfedebilirler.
Calle Mayor üzerinde bir süre yürüyerek Plaza de San Miguel’e ulaşıyoruz. Bu meydanın önündeki duraktan başlayan turumuz yine bu durakta sonlanıyor. Şehrin önemli bölgeleri ve genel krokisi kafamızda yerleşiyor. La Latina semti İstanbul’a benzerliği ile dikkatimizi çekiyor. Tur sonunda, edindiğimiz bilgiler ışığında Prado Müzesi’ne ulaşacağımız en kısa rotayı belirliyoruz. Çevre semtleri ve Real Madrid’in meşhur Bernabeu Stadyumunu dışından da olsa görme fırsatı buluyoruz.

Bir zamanlar Avrupa Şampiyonlar Liginde Türk takımlarına cehennem azabı yaşatan bu stadyumda, Barselona forması ile Real  Madrid  ve Barselona takımlarının karşılaşmasını izlemek ve İspanyolların futbol izleme kültürünü deneyimlemek harika olurdu diye düşünüyorum. Kimbilir belki bir gün…
Şehir orta ölçekte, ne küçük ne çok büyük,  düzenli, yeşil ve tarihi binaları ile geçmişine saygılı.  İlk anda geniş caddeleri, meydanları ve parkları ile gönlümüzü çeliyor. A o da bir şey mi Avrupa’nın tüm şehirleri bu özellikleri taşıyor dediğinizi duyar gibiyim. Madrid ve genelinde İspanya’daki meydanlar tarihle bugünü birleştiren, günümüzü de yaşatan meydanlar. Ayrıca kendi ülkemizde şehrin içinde böyle geniş meydanlar ve parklara hasret kalmamız, sokağa çıkmaktan korkar hale gelmemiz gibi nedenlerle içinde bulunduğum ruh halim meydan ve parkları benim için cazip kılmış olabilir. Tabii yaz döneminin ve uzun gecelerin etkisi de vardır, bilemiyorum.
Los Austrias semtinde Basilica de San Francisco el Grande

Mercado de San Miguel: Şehir turu  sonunda Mercado de San Miguel’e uğruyoruz. Burası ayak üstü çeşitli tapaslar, deniz ürünleri deneyebileceğiniz, çeşitli içecekler bulabileceğiniz şarküteri ürünleri vb.  yiyeceklerin de satıldığı, metal mimariye sahip kapalı bir pazar yeri. Yiyeceklerin kokusuna ve çekiciliğine dayanamayarak, denediğimiz tapasları oldukça lezzetli buluyoruz.
Cava Baja: Oturabileceğimiz bir mekan aradığımızdan yakınında bulunduğumuz Cava Baja sokağındaki tapasçılara bakıyoruz, yerel yemek saatine hayli vakit olduğundan yer bulmakta zorlanmıyoruz. Gözümüz dönmüş şekilde neredeyse menüdeki tüm tapas çeşitlerini söylediğimiz TragaTapas adlı mekanın özellikle soslu karides ve kalamarını beğeniyoruz. Kişi başı yemek maliyeti içecek (Sangria) dahil 12 Euro tutuyor.
Dönüşte, Plaza Mayor’dan geçerek yeniden Puerta del Sol’a geliyoruz. Artık güzergahı öğrendik,  Puerta del Sol’u bulunca sorun yok. Bu kez Montera’dan bir önceki caddeyi kullanıyoruz. Özellikle giyim mağazaları ve alışveriş mekanlarının yoğunlukta olduğu bu yol da bizi  meydandan doğrudan Gran Via’ya çıkarıyor.
 
Plaza Mayor (Büyük Meydan): Etrafı üç katlı ve çok balkonlu binalar ile çevrilmiş dikdörtgen meydanın ortasında Kral III. Felipe tarafından yaptırılan, anılan krala ait bir heykel bulunuyor. Bir zamanlar kraliyet törenleri, boğa güreşi, engizisyon yargılamaları ve idamları gibi amaçlar için kullanılan meydan günümüzde sokak gösteri sanatçıları, konserler ve yerel festivallere ev sahipliği yapan, hareketli, turistik bir mekana dönüşmüş.

Prado Müzesi’nin birinci katındaki galerilerden birinde meydanın, tarihdeki işlevini  anlamamızı sağlayan Francisco Rizi’ye ait ilginç bir resim bulunduğunu meraklısına fısıldayayım.
Bu şekilde binaların çevrelediği İspanya klasiği dörtgen (Herrerian tarzı) meydanlara  diğer şehirlerde de rastlamak mümkün. Barcelona’da “Placa Reial” ile Cordoba’da “Plaza de la Corradera” hemen aklıma gelenler.             
         Meydanda üzerinde renkli freskler bulunan bina, “Casa de la Panaderia- Fırıncının Evi” olarak anılıyor. Geçmişte kraliyet ofisleri olarak kullanılan bina, günümüzde Madrid Belediyesi Kültür İşleri Birimince kullanılmaktaymış.
Çevresi kafelerle dolu renkli ve cıvıl cıvıl meydanda kısa bir mola veriyoruz. Ancak, gece aynı hareketliliği bekleyip benim gibi hayal kırıklığına uğramayın.
Meydan, çevre meydan ve caddelere üstü kemerli geçitlerle açılıyor. Bunlardan biri de Plaza de San Miguel’e açılan kemerli geçit.
Gran Via: 1910 yılında 14 sokak ve bir semt yıkılarak inşa edilen Gran Via, ünlü markaların mağazalarının bulunduğu, kentin en işlek caddelerinden biri. Caddenin batı yönünde Plaza de Espana yer alıyor. Doğu ucu ise Calle de Alcala’ya kadar uzanıyor. Cadde üzerinde mimari tarzda pek çok bina bulunuyor. Tasarımını Amerikalı Weeks’in yaptığı  Madrid’in ilk gökdeleni Telefonica ile tasarımı Fransız mimar Jules ve Raymond Fevrier’e ait Metropolis binası bunlardan sadece ikisi. 
Gran Via üzerinde Callao metro durağının olduğu meydanda canlı konserler veriliyor. Meydan, akşam verilecek bir konsere hazırlanıyor.

Sanat sevenler için  “Müzeler Diyarı” olan Madrid’te ikinci gün programımızda, Prado ile Reina Sofia müzeleri var. Gran Via’da doğu yönünde düz ilerleyip, Cibeles Meydanı’na vardığımızda Paseo Del Prado’ya dönüyor ve bu yolu takip ederek kolayca Prado Müzesi’ni buluyoruz.

Prado Müzesi: Madrid’te görülmesi gereken müzelerin başında gelen ve dünyanın sayılı müzeleri arasında yer alan Prado Müzesi oldukça zengin bir koleksiyona sahip. Kuzey Rönesans sanatının önemli eserlerine ev sahipliği yapan müzede, Bosch, Rubens, Titian, Raphael, Murillo, Dürer, El Greco,  Caravaggio, Ribera, Rembrant, Bruegel ve pek çok değerli sanatçının eseri bulunuyor. Dünyanın en ilginç ressamlarından Hollandalı erken Rönesans dönemi ressamı Hieronymus Bosh’un en fazla eseri bu müzenin koleksiyonunda yer alıyor.

İspanyol ressamlar, “Gerçeğin Ressamı”  lakablı  Diego Valazquez  ile İspanyol modern dönem ressamlarının ilki kabul edilen Francisco Goya ve eserlerini  yakından tanıma fırsatı buluyoruz. 
Diego Valazquez’in “Las Meninas-Nedimeler 1656” adlı eseri Prado’daki en değerli eser kabul ediliyor. 

Francisco Goya’nın 62 yaşında iken Fransızlar tarafından sivillerin katledilişinden etkilenerek yaptığı “The Third of May, 1808- Mayıs’ın Üçü” Fransızların sivil İspanyolları katlettiği günü anlatıyor.
Reina Sofia Müzesi: Fotoğraf, resim, heykel, grafik vb. karma eserlerin bulunduğu çağdaş sanatlar müzesi. Müzenin 2 ve 4 üncü katlarında sürekli koleksiyonlar sergileniyor. Başta Salvador Dali, Miro ve Picasso olmak üzere İspanya’nın modern dönem sanatçılarının eserleri müze koleksiyonunda yer alıyor. 

Müzedeki en değerli eser  Picasso’nun “Guernica” sı. Nasıl savaşın acımazlığını betimleyen, savaş karşıtı en güzel edebi eser  “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” ise, bunun resim sanatındaki  karşılığı “Guernica”’da hayat buluyor. Müzede diğer eserlerin fotoğraflarını çekme izni varken, Guernica’nın sergilendiği salondaki eserleri çekmek yasaktı. Ancak bu önemli eseri internetten kopyalayarak ekliyorum.

Salvador Dali

   

                Solana                                                                                  Picasso       

       
 
















Her iki müzedeki en önemli eserleri daha fazla incelemek isterseniz. Madrid Müzeler Diyarı yazımız linkte.

Reina Sofia Müzesi’nden sonra Retiro Park’a gitmek için Caudio Moyano Caddesi’nden geçiyoruz. Cadde üzerinde ikinci el kitap tezgahları sıralanmış.

 

 

 

Retiro Park: Kraliyet ailesine ait ve 350 dönümlük alana sahip park, ondokuzuncu yüzyılın sonlarında Kral Alfonso XII döneminde halka açılmış. Şehrin içinde olup aynı zamanda kendinizi dışında hissedebileceğiniz muhteşem bir nefes alanı yaratılmış.  

Güney yönündeki Angel Caido Kapısı’ndan girip, kuzey yönündeki Independencia Kapısı’ndan çıktığımız parkın içinde yaklaşık 3 saat geçiriyoruz.

Kitap fuarı, konserler, sergiler gibi  etkinliklerin de gerçekleştiği parkta çimlerde yayılıp güneşlenen, kitap okuyan, bisiklet kullanan, paten kayan insanlara imrenerek bakıyoruz.                            

Parkta Alfonso XII Anıtının bulunduğu, kayıkla gezinti yapılabilen yapay bir gölet oluşturulmuş.
Adım başı bir heykele rastlıyorsunuz.
Parkın içinde iki sanat galerisi bulunuyor:

Palacio de Cristal: 1887 yılında inşa edilen ve geçmişte egzotik bitkiler için sera olarak kullanılan Palacio de Cristal (Kristal Saray) günümüzde çağdaş sanatçıların geçici sergilerine ev sahipliği yapıyor. Ziyaretimize denk gelen Damian Ortega’ya ait “The Rocket and the Abyss” sergisinden birkaç kare.  

 

Palacio de Velazquez: Mimar Ricardo Velazquez Bosco tarafından 1881-1883 yılları arasında ulusal bir sergi için inşa edilmiş. daha sonra da sürekli sergi amaçlı  olarak kullanılmıştır. Bina neoklasik tarzda, dışı kırmızı tuğla ve çini ile dekore edilmiştir. Günümüzde  Reina Sofia Müzesi’nin sergilerine ev sahipliği yapmaktadır.

Madrid’teki Atocha ve diğer tren istasyonlarında, 11 Mart 2004 tarihinde gerçekleştirilen saldırıda hayatını kaybeden her insan  için zeytin veya selvi ağacı dikilerek oluşturulmuş “Anıt Ormanı” da yine bu parkta  bulunuyor.

Parkın kuzey yönündeki Independencia kapısından, Plaza de la Independencia’ya çıkıyor ve bu meydandaki Puerta de Alcala (Alcala Kapısı)’nı görüyoruz. Metro kullanıldığında “Retiro” istasyonundan ulaşılabilir. 

Alcala Kapısı: III. Carlos döneminde, şehrin doğu yönündeki giriş kapısı olarak 1774-1778 yılları arasında yapılmış üç kemerli anıt. Roma mimarisindeki zafer taklarına benzeyen, neoklasik  mimariye sahip bir anıt.
Calle de Alcala üzerinden Cibele Meydanı’na giderken dans ve müzik gösterisi yapan Katalan  bir grupla karşılaşıyoruz.
Cibele Meydanı: Adını meydanın ortasındaki aslanların çektiği arabada bulunan bereket tanrısı Kibele heykelinden alıyor. Anadolu’da yerleşen Frigyalıların bereket tanrısının burada ne aradığı ise bir muamma. Meydan,  XIX. yüzyılda yapılan, Palacio de Cibeles, Banco de Espana, Palacio Buenavista ve Palacio de Linares gibi önemli mimari tarzda binalarla çevrelenmiş. Kadraja sığdıramadığımdan anlaşılamıyor, Palacio de Cibeles bu geniş meydandaki en görkemli bina olarak hemen dikkat çekiyor. Burası aynı zamanda Real Madrit’in galibiyet kutlamalarını yaptığı meydan olarak biliniyor.
Yazın havanın geç kararması sayesinde günü uzatıyoruz ve kendimizi La Latina semtinin sokaklarına atıyoruz.
La Latina: İnişli çıkışlı sokakları ve genel havasıyla İstanbul’a benzeyen, bar, kafe ve restorantların yoğunlukta olduğu bu semti çok sevdim.

Latina’da her an teyakkuz halindeki seyyar satıcılar ne kadar tanıdık değil mi?

Can’ım arkadaşım Şengül ile Latina semtinde, renk cümbüşü içindeki bu şekerleme dükkanına (La Cure Gourmande) bayılıyoruz.

El Rastro: Pazar günleri Calle de Toledo ve çevresindeki sokaklarda kurulan, bizdeki “Nişantaşı, sosyete pazarı” paralelinde, oldukça geniş bir alana yayılan, görülmemesinin bir eksiklik olmayacağı açık pazar. Ancak, antika ve alışverişi seven insanlar için çekici bir mekan olabilir. Yelpaze, kastanyet, magnet gibi şehre özgün hediyelik eşyaları uygun fiyata bulabilirsiniz. Pazarın farklı bölgelerinde farklı fiyatlarla karşılaşmanız mümkün. Rahat gezebilmek için olabildiğince erken gidilmeli, gün içinde acaip kalabalıklaşıyor. Biz taksi kullandık, metro ile “Latina” durağından ulaşılabilir.  

Endülüs dönüşü, Madrid’teki son günümüzü  Palacio Real’i görmek için ayırdık. Madrid gezimizi bu güzel sarayla taçlandırdık. Puerta del Sol’a gelip, batı yönünde Calle del Arenal’da yürüyerek Plaza de İsabel II ve Teatro Real’in yanından saraya ulaşmamız çok zor olmadı.

Palacio Real: 1937 yılına kadar İspanya Kralının  resmi konutu olan saray, sadece resmi törenlerde kullanılıyormuş. İspanya’nın yönetim şekli parlamenter monarşi. Sembolik yetkileri olan kral, şehir dışındaki Zarzuella Sarayı’nda ikamet ediyormuş.
Sarayın ilk yerinde Toledo Kralının dokuzuncu yüzyılda savunma amaçlı kurduğu bir kale varmış. Kral V. Felipe’nin 1734 yılında yanarak yok olan bu kalenin yerine daha dayanıklı bir saray yaptırmak istemesi üzerine yapımına başlanılan neoklasik tarzdaki saray 1755 yılında tamamlanmış. Kraliyet Sarayı Franco Dönemi ile Cumhuriyet dönemindeki yöneticilere de ev sahipliği yapmış.
Yaklaşık 3500 odası olan, içi dışından daha görkemli  Avrupa’nın bu en büyük kraliyet sarayını yeterli zamanımız olsaydı (ki taht odası, kraliyet şapeli, Carlos III ve Carlos IV odaları, yemek odası, porselen odası gibi sınırlı bölümleri görülebiliyor) mutlaka gezmek isterdim. Bunun için tabii ki geniş zaman ayırmak gerekiyor. 
Hazır Saray’ı ziyaret etmişken, buranın yakınında bulunan; Sabatini Bahçeleri, Campo del Moro Bahçeleri (Arap Bahçeleri), Orta Çağ’daki Müslümanlar döneminden kalan sur kalıntılarının bulunduğu Muralla Arabe, Basilica de San Francisco el Grande ile Plaza de Espana’nın de görülebileceğini ilgilisine hatırlatayım.
 
Sarayın önündeki Oriente Meydanı’nda  Felipe IV’ un at üzerinde heykeli
Saraya giden yoldaki heykeller   
                                                              

Sarayın karşısında opera ve tiyatro gösterilerinin yapıldığı Teatro Real Binası

Almudena Katedrali: 1883 yılında Kral Alfanso XII döneminde yapımına başlanan Katedralin yapım süreci ekonomik (bağış yapanların açıklanmayacak olması nedeniyle gösteriş düşkünü zengin İspanyolların ilgisini çekemiyor),  iç savaş  vb. nedenlerle 100 yılı aşıyor, 1993 yılında tamamlanabiliyor. Aslında yapımına karar verilmesi daha da eski yıllara dayanıyor. Katedralin bulunduğu yerde Madrid’in ilk camisi ve sonrasında Madrid’in azizlerinden Santa Maria de la Almudena’ya ait bir kilise varmış. Kral II. Felipe’nin Madrid’i  başkent yapması sonrasında yeni kilisenin yapımı için planlar yapılmış,  kilise yapımı için izin alınmış ve inşaata başlanılmış ancak  devamı gelmemiş.

Kral Alfanso XII kaybettiği ilk eşi Maria de Las Mercedes’in anısına ve mezar olsun diye Katedral inşaatını yeniden başlatmış. Uzun yapım sürecinde muhtelif mimarların görev aldığı Katedral eklektik bir mimariye sahip. Dış cephesi hemen karşısında yer alan  Saray ile uyum sağlasın diye neoklasik tarzda yapılmış, iç mimaride ise neogotik ve neoromanesk tarz kullanılmış. Tavan süslemeleri ve onaltıncı yüzyıldan kalma sunak taşı öne çıkıyor. Katedralin bir özelliği de 1993 yılında Papa 2. John  Paul tarafından kutsanmış tek İspanyol Katedrali olmasıymış. Katedral tamamlanınca da çilesi bitmemiş, resmi olarak halka açılışı 2004 yılında şu anki Kral Felipe ile  Letizia Ortiz ‘in evlilik töreniyle gerçekleşmiş. Çoğu katedralden farklı ve daha modern mimariye sahip bu katolik Roma Katedrali görülmeyi hakediyor.

Atocha Tren İstasyonu: Atocha, içinde bir “Botanik Bahçesi” de bulunan Madrid’in en büyük tren istasyonu. Dökme demir, tuğla ve cam malzemenin kullanıldığı ilginç bir mimarisi var. Toledo ve Cordoba’ya giderken ve Endülüs dönüşünde yolumuz sık sık bu güzel istasyonla kesişti

2004 yılındaki El Kaide saldırısında 191 kişi ölmüş. Bu nedenle İspanya’daki tren istasyonlarında sıkı güvenlik önlemleri uygulanıyor, eşyalar X-ray cihazından geçiriliyor. İstasyona son anda gelmeniz durumunda güvenlik kontrolü nedeniyle treninizi kaçırmanız mümkün.

Son Söz: Öznel düşüncem, kafamdaki kent olgusuyla örtüşen şehir Madrid’de hayat meydanlarda, parklarda, sokaklarda ve enerjisi size de yansıyor. Şehrin ve açık mekanların keyfini çıkarabilmek için kesinlikle kış döneminde tercih edilmemesini öneriyorum.

Plaza de Espana, Plaza del Dos Mayo,  Plaza de Santa Ana başta olmak üzere Madrid’de daha görülecek, keşfedilecek çok meydan, mekan ve lezzet var. Sizi ikna edebildim mi bilemiyorum, ama ben  başka bir destinasyonla birlikte bu kez özellikle Cervantes’in izini sürmek için Madrid’e yeniden gelmek isterim. Bunun için gerekli ritüelimi yaptım,  şehrin sembolü “Ayı” heykelinin önünde fotoğraf çektirdim, gelişimi garantiye aldım.

 

 

Japonya Nakayamadera Tapınağı: Sağlıklı Anneler ve Bebekler Dileğiyle

Japonya’da Nakayamadera Tapınağı, sağlıklı  bir hamilelik dönemi ve doğan bebeğin sağlıklı  büyümesi dileğiyle  ziyaret edilen  en önemli yerlerden biri.
Takarazuka sehrindeki Nakayamadera Tapınağı Prens Shotoku tarafından 6.yy da yaptırılmış tarihi bir tapınak. Çok anlamlı bir misyona sahip olan tapınak, bebeğin sağlıklı doğması ve büyümesi dilekleri ile her bölgeden ziyaretçileri çekmektedir. Hamile anne adayları tapınağı ziyaretlerinde, sağlıklı çocukları olması için dua ederler. Japonya’da anne adaylarının hamilelik dönemlerinde anne karnındaki çocuğu koruması için ‘haraobi’ denen özel korseler kullanma geleneği var. Anne adayları kuşak şeklindeki korseleri  tapınaktan alıp, kullanıp doğum sonrası geri getirebiliyorlar. Tapınak bebeğin korunmasına fiziksel olarak da yardımcı oluyor yani. Son yıllarda çok meşgul anne adayları korselerini tapınak yerine AVM’lerden alsalarda Tapınaktan alma şansları da olduğunu biliyorlar.
 
Japonya’da tapınaklar genellikle yüksek yerlerde, dağlarda tırmanması güç olan yerlerde yapılmış. Bu tapınakta gelenler anne adayları olduğuna göre, onların tapınağa kolaylıkla çıkması için yürüyen merdivenler ve asansörler de düşünülmüş.
Daha önceki yazımda Japonya’da çocukların üç ve beş yaşında, özel kimonolarını giyerek ilk ziyaretlerini yaptıklarını anlatmıştım.  İlk Tapınak Ziyareti 

Aslında bebeklerin kimonoları ile ilk tapınak ziyaretleri doğumdan sonra oluyor. Bebeğinin sağlıklı doğması için dua eden anne, bebeğin doğumundan sonra bebeği ile aslında ailece ve aile büyükleri ile tekrar şükranlarını sunmak üzere geliyor. Yeni doğmuş bebek özel kimonosu ile yapıyor ilk tapınak ziyaretini. Doğum sonrası tapınak ziyareti yakındaki başka tapınaklara da olabilse de en gözde tapınak Nakayamedara.
 
Gelelim kimono öyküsüne, bebek doğunca aile büyükleri çok yüksek fiyatlar ödeyerek, bebeğe kız veya erkek olmasına göre renkleri ve üzerindeki sembolleri farklı olan kimonolar alıyorlar. Japonya’da her ailenin kendine özel bir logosu vardır. Kimono üzerine bu logo da işleniyor. Tabi bebek doğar doğmaz kimonoyu giyemez. İlk tapınak töreninde bu kimono pelerin gibi, örtü gibi kullanılıyor. Sonra kimono saklanıyor ve çocukların kız ise üç ve erkek ise beş  yaşındaki ilk tapınak ziyaretinde bu kimono giydiriliyor. Çocuklarımın kimonalarının fotolarında görüldüğü gibi kız bebek kimonosunda kelebek ve çiçek motifleri yer alırken, erkek çocuk kimonosunda kuş figürü, kılıç gibi Samurai motiflerinin yer alıyor.
Peki tapınak ziyareti için özel bir gün var mı?  Japonya’da ‘daian’ denilen özel günler var. Her ay birkaç gün, takvimlerde işaretli bu günler sadece tapınak ziyaretleri  için değil, kutlamalar ve hayırlı işler için önemli günler. Aslında bu günlerin neye göre belirlendiği konusunda fikrim yok.Tabi günümüzün hareketli dünyasında artık bu günlere o kadar dikkat edilmese de, tapınaklar yine de bu günlerde daha kalabalık. Tapınağın girişinde dileklerde yazılmış ve asılmış.
Nakayamadera  Tapınağı’na  ulaşana kadar yol boyunca  irili ufaklı tapınaklar var. Tapınağın ayrı bir güzelliği büyük ve çok güzel düzenlenmiş bahçesi.
Tapınak içinde bebek için yapılacak tören alanına önceden haber vererek girilebiliyor. Tören sırasında resim çekilmesi de uygun bulunmuyor. O zaman bebek Satoki’nin  tören öncesi fotoğrafı ile veda edelim. 

 

 

Belgrad Gezi Rehberi: Tuna’nın Mahzun Çocuğu

Belgrad, Tuna Nehri denince hemen akla gelen şehirlerden değil, halbuki onlar kadar (Budapeşte, Viyana ) büyük, önemli ve görkemli. Onlar kadar güzel olup olmadığı görmek içinse, gitmek, kendi gözlerimizle görmek gerek.
Öte yandan Belgrad, özellikle Osmanlı tarihi açısından önemli bir yer. Belgrad’ın Osmanlı İmparatorluğu’na katıldığı dönem,  Osmanlının yıldızının gökyüzünde olanca haşmetiyle parladığı, İmparatorluğun gücünün zirveye ulaştığı bir dönem.  Belgrad’ın Osmanlı hakimiyetinden çıkışı ise, duraklama ve gerilemenin, Kanuni Esasi ile, Tanzimat Fermanı,  ilan edilen Meşrutiyetler ile geciktirilse de, kaçınılmaz çöküşe dönüştüğü bir dönem.
Belgrad’ı  öne çıkaran bir de, efsaneleşen eğlence hayatı var; Sava Nehrinin her iki kıyısında yer alan yüzen kafeler, barlar, lokantalarla, kafana denen meyhane-tavernalarla felekten bir tatil çalmanın peşinde olanlar için de gidilmesi gerek bir yer.

Ulaşım

Belgrad Sırbistan’ın başkenti; şimdilik vizesiz ve Türkiye’ye çok yakın, yaklaşık 1 saat 20 dakikada Belgrad’ın Nikola Tesla Havaalanı’na varılıyor.  Havaalanından toplu taşıma ile şehir merkezinde,  Savalama’daki ana tren istasyona ve (Sava Katedrali’ne yakın) Slavija Meydanı’na ulaşılabiliyor; A1 ve 72 numaralı otobüslerle. Havaalanı çıkışında taksiye binebilirsiniz ama  önce ‘gelen yolcu’ bölümdeki yerden ön ödemeli taksi isteyin, gideceğiniz yere göre bedel, peşin alınıyor ve efsaneleşen kazıkçı Belgrad’lı şoförlerle muhatap olmuyorsunuz; gerçi benim taksi şoförleriyle ilgili deneyimlerim hiç öyle değil.

Havaalanı şehre 15 kilometre uzaklıkta, banliyölerden, sanayi bölgelerinden geçip Yeni Şehir (Novi Beograd) üzerinden şehir merkezine varıyoruz.  İşte o an, bir görünüp bir kaybolan Tuna ve Sava nehirlerinin manzarası insanı çarpıyor. Evet  Belgrad  bir Tuna şehri, hem de diğer Tuna şehirlerinden farklı olarak iki nehrin, Tuna ve Sava’nın birbirine kavuştuğu noktada.  Bu manzara, şehre damgasını vuruyor.

Belgrad’ta şehir içi ulaşım otobüs ve tramvaylarla sağlanıyor. Şehirde, hele kışın, turistik gezi otobüsleri olmadığı için, şehir içi toplu taşımacılık daha çok önem kazanıyor. Gerçi çoğu yer yürüme mesafesinde ama toplu taşımaya da ihtiyaç duyuluyor. Araçlara tek biniş 150 dinar ama günlük biletler alınabiliyor. Bir günlük bilet 290 dinar, 3 günlük bilet 740 dinar, 5 günlük bilet 1040 dinar tutuyor. Ayrıca bizde de uygulanan tekrar doldurmalık kart da alınabilir, kartın ücreti 250 dinar, istediğiniz kadar doldurtabilirsiniz ama bu seçenek kısa süreli geziler  için gereksiz olabilir. Belgrad’ta Cumhuriyet Meydanı’ndan başlayan bedava yürüyüş turları var; hatta konulara göre ayrılmışlar (Şehir merkezi, Zemun, Yeni Belgrad gibi) Bir de ücretli  yürüyüş turları var (Komunist Belgrad, Belgrad’ın yeraltı sırları, pub turu gibi). Ayrıca yarım saatliği 50 Euro olan taksiler var; Şehirde yarım saatlik tur attırıyorlar, bu süre içinde istediğiniz yerde uzun süre kalabilirsiniz tabii. 

Konaklama 
Önce otel. Ben Villa Forever Oteli’nde kaldım. Daha çok hostel yapısında.  Gayet küçük, temiz ve şehir merkezine çok yakın, kahvaltı da yeterli. Ama Otelin güzel bir hizmeti vardı, havaalanından taksi ile alıyorlar, 17 Euro karşılığı… Zaten havaalanından merkeze yaklaşık 15 Euro tutuyor deniliyor. Aklınızda bulunsun.
Gezilecek Yerler
Otelden şehrin merkezine geçiyorum. Hava soğuk ama neyse ki yağış yok… Gezerken, şehrin ana merkezi Kalemegdan, sonra şehrin yürüyerek ulaşılan yerleri, en son da bir araç kullanılarak gezilecek yerleri göreceğiz. Ana bulvara çıkınca, hemen havaya giriyor insan. Osmanlının hüküm sürdüğü yerlere gidenlere denir ya, bizden geriye ne kalmış diye…
Geliyoruz Belgrad…Siz bana takılın, otobüs bileti fiyatına gezdireyim sizi.

Kalemegdan 


Gezimize Belgrad’ın olmazsa olmazı Kalemegdan’ı görerek başlayalım. Belgrad’ta tek bir yer görecekseniz bu Kalemegdan olmalı ve sonrasında Mihaliova Caddesi’nde yapacağınız bir yürüyüş. Bu yürüyüşü sonraya bırakıp Kalemegdan’a doğru yönelelim.
 Meraklısına
Kalemegdan yukarı kısım ve aşağı kısım olarak ikiye ayrılıyor. İlk yerleşim ise korunma ve savunma amaçlı olarak üst kısımda, tepede görülüyor. Kalemegdan’ın üst kısmı, aslında neolitik dönemden beri bir yerleşim alanı. Ama ilk izler Keltler’e ait; bölgeye gelen Traklara üstünlük kuran Keltler’in MÖ 2.  yüzyılda burada tarım yaptığına dair bulgular elde edilmiş. Roma İmparatorluğu’nun askeri üssü olarak da kullanılan alan daha sonra Bizans etkisine girmiş. 442 yılında Hun istilalarından nasibini alan, hatta Atilla’nın mezarının burada olduğu söylencesinin yayılmasına neden olan dönemden sonra 539 yılında tekrar Bizans hakimiyeti başlamış. 577 yılında Slavların, 582 yılında Avarların akınlarından sonra Bizanslar tekrar  Şehri ele geçirmiş. 8 ve 9. yüzyıllar arasında bir dönemden itibaren Şehrin ismi ‘Beyaz Şehir/Beolgrad’ olarak kullanılmaya başlamış. 878 yılında Papa John VIII’in Bulgar Prens Boris’e yazdığı bir mektupta ilk defa Beograd (Beyaz Şehir) ismi geçmiş. Bizans hakimiyetindeyken  bir çok kez Haçlılar ordusunun gazabına uğrayan şehir, bir dönem Slavların elinde kalsa da 15. yüzyıla kadar Macarlar hakimiyetinde kalmış. 1404 yılında Bizanslılar tarafından Belgrad Slavların başkenti olarak belirlenmiş.  Despot Stefan’ın ölümü olan 1427 tarihine kadar Belgrad, müreffeh bir dönem yaşamış, bu dönemde Belgrad (Kalemegdan) üst ve alt kısım olarak ayrılmış, kale duvarları ve köprüler onarılıp yenileri yapılmış. 1440 tarihinde ise ilk defa Osmanlı akıncıları ile tanışan Şehir, 1456 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından kuşatılmış ama alınamamış. Ancak 1521 yılında Kanuni Sultan Süleyman Şehri ele geçirmiş. 1688 yılından sonra Şehirde Avusturya etkisi artmış. 1867 yılına kadar Belgrad, Osmanlılar ile  Avusturyalılar arasında el değiştirmiş durmuş ancak 1867’de, Şehir Osmanlılar tarafından  Prens  Mihailo Obrenovic’e  teslim edilmiş. Sonra Belgrad’ta Avusturya hakimiyeti başlamış. Sonra isyanlar, suikastlar, savaşlar, ayrılmalar…II Dünya Savaşı sonrası 1945’te Mareşal Josip Broz Tito, Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşunu açıklamış, başkenti Belgrad olan ülkenin adı 1963 yılında Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti olarak değişmiş. 1992 yılında dağılan ülke topraklarında yoğun acılar yaşandığını hatırlıyoruz. 1999 yılında Kosova savaşını takiben NATO tarafından bombalanan Belgrad, acılarını hala hatırlıyor. Ülke 2006 yılından beri ise Sırbistan Cumhuriyeti olarak tanınıyor.
Bölgede 800’lü yıllardan beri bulunan Sırplar, 1217’de Krallık, 1346’da Krallık, 1459’da Despotluk olarak yönetildikten sonra Osmanlı hakimiyetinde yaşamışlar.1878 yılında bağımsız krallık, 2006 yılında ise cumhuriyetle yönetilen bir ülke kurmuşlar.
Kaleye girmeden Belgrad’ın belki de en büyük ve güzel parkı sizi karşılayacak. Burası önceden Kale’yi şehirden ayıran boş alan olarak düşünülmüş ama 19 yüzyıl ortalarında buranın askeri önemi kaybolunca Avrupadakileri örnek alarak bir park yapılması planlanmış. 1867 tasarımı yapılan Park, Sava Nehri’ne kadar uzanan  Büyük Kalemegdan ve Dorcol semtine kadar uzanan Küçük Kalemegdan olarak ikiye ayrılmış halde planlanmış. Bugün parkta spor alanları, çocuk parkı, havuzlar ve heykeller, konser alanı, müzeler, galeriler, hayvanat bahçesi gibi bölümler yer almakta.

Örneğin burada bir sanat galerisi (Pavilion Cvijeta Zuzoric) bulunmakta. 16 yüzyılda yaşayan Dubrovnikli kadın şair adına 1928 yılında açılan galeri, art deco tarzında yapılmış ve halen çeşitli koleksiyonlara ev sahipliği yapmakta.
Ben de girdim, gördüm ve çıktım-Anlamıyorum ben bu işlerden..
Parkta ayrıca balıkçı çeşmesi ve Fransa’ya Şükran heykeli de görülebilir. Fransa’ya Şükran Heykeli, Ivan Mestrovic tarafından yapılmış ve Fransa’nın I.Dünya savaşı sırasındaki yardımlarına duyulan şükran nedeniyle, 1930 yılında, I.Dünya savaşının bitiminin on ikinci yılında sergilenmeye başlamış. Heykelin üstünde yer alan bronz, eli kılıçlı kadın heykeli Fransa’yı temsil ediyormuş. Burada önceden  Balkan Savaşları kahramanı  Karadjordjevic’in heykeli varmış ancak o heykel 1915’te Avusturya bombaları sonucu yıkılmış.
Daha sonra Karadjorke (Kara George) Köprüsü’nden geçerek Kale’nin dış avlusuna giriliyor. Bu bölüme bir de tam karşı tarafta 1840-1860 yıllarına tarihlenen Dış İstanbul Kapısı’ndan giriş bulunmakta.

Meraklısına
Kara George, Osmanlılara karşı isyan hareketini başlatanlardan…1806 yılında Kalenin alınmasında etkili olan Kara George’a atfen bu Köprüye adı verilmiştir; daha sonra kapı kapatılmış ve fakat 2.Dünya Savaşı ertesinde yeniden açılmıştır.  Bu alanda,  Dış İstanbul Kapısı ile Kara George Kapısı arasında Tabya Karakolu binası bulunmakta, 2.Dünya Savaşında askeri üs olarak kullanılan binanın 18 yüzyılda vezir Mustafa Paşa’nın ikametgahı olduğu düşünülmekte.
Kara George Köprüsünün altındaki avluda ise,  tenis sahaları ve dinazor  heykellerinin görüldüğü Doğal Tarih Müzesi var.
Bu bölümde ilgi çekici bir yer de Askeri Müze. 1878 yılında Prens Milan Obrenovic tarafından kurulan Müzede, 30.000 adetten fazla parça sergilenmekte. Bunlar arasında arkeolojik buluntular, muhtelif dönemlere ait silahlar, askeri uniformalar, madalyalar var.  Müzenin dış alan sergisinde daha çok ağır silahlar bulunuyor, II.Dünya Savaşı dönemimdeki tanklar, toplar falan. Müze içinde de antik dönemden bugüne çeşitli silahlar, askeri giysiler, madalyalar görülebilir. Sırplar tarafından düşürülen  US F-117,  Müzenin önemli parçalarından. Kral  Aleksandar I Karadordevic’e yapılan saldırı sırasında giydiği elbiselerin sergilendiği bölüm Sırplar için önemli olsa gerek. Ama  bizler için en önemlisi, Osmanlı döneminden kalan silahlar ve askeri elbiseleri…
Daha sonra 1750’li yıllarda yapılmış İç İstanbul Kapısı ile Kalenin iç avlusuna giriliyor. Burası da bir köprü ile 17 yüzyıl yapımlı Saat Kule Köprüsü’ne bağlanıyor. Köprünün hemen yanında 17 yüzyılda Andrea Cornaro tarafından inşa edilmiş Saat Kulesi bulunmaktadır. Artık Kale’nin içindeyiz.

Meraklısına; Kale; MS 1 yüzyılın sonlarına doğru IV Lejyonun karargahı olarak Romalılar tarafından  yapılmış. Romalılardan geriye kalan nehir tarafındaki savunma duvarları, o da kaç kere yıkılıp onarılmış. Bir de tam da ne zaman yapıldığı bilinmeyen ama Romalılara atfedilen Roma Kuyusu. 60 metre derinliğinde, 3,40 metre eninde olan Kuyu, son şeklini 18 yüzyıl başında Avusturya hakimiyeti sırasında almış.  Çift spiral merdivenle  su seviyesine inilen Kuyu, pek de hayırla anılmıyor…

Kalenin dış ve iç bölümlerine giriş sağlayan  10 kapı var; bunlar yukarı Kale’de… Bir de Kalenin aşağısında yer alan  6 kapı bulunmakta. İç ve Dış İstanbul Kapıları, Kalenin en önemli giriş-çıkış noktaları ve Kale’deki Osmanlı izlerinden…  Bir ilgi çekici Kapı da, 17 yüzyılda yapılan Defterdar Kapısı; tabii, maliyeciler öyle her kapıdan geçmezler, bu da sadece dik bir merdivenle ulaşılabilen bir kapı… 

Galiba despotlar da her kapıdan geçmiyor; bir de Despot Kapısı var, 1404-1427 yıllarında yapılmış. Despot Stefan Kulesinin hemen yanında.  Eh despot olur da, zindanı olmaz mı; bir de Zindan Kapısı var. Despot Kapısından bir köprüyle geçilen Zindan Kapısı, iki yuvarlak kule arasında ve bu Kapıda bir köprüyle Leopol Kapısına bağlanmakta. 18 yüzyılda Osmanlılar tarafından zindan olarak kullanılan kulelerden dolayı buraya bu isim verilmiş.  

İsimler aynen böyle: Defterdar, Zindan, Despot… Bence en güzelleri İç İstanbul ve Despot Kapılarıydı… Despot Kapısının beyaz taşları, Şehre ismini de vermiş; beyaz şehir anlamına gelen Belgrad’ın beyazlığı bu taşların  renginden geliyormuş.

Kale içi, geniş, bol ağaçlıklı bir alan, artık gezi bölgesi gibi kullanılıyor. Kale’nin en çarpıcı yanı ise manzarası…  Sava ve Tuna’nın birbirine  karıştığı noktaya yukarıdan bakan Kale’nin manzarası büyüleyici; tam iki nehrin birbirine karıştığı yerde, üstünde pek bir yerleşim olmayan Veliko Ratno Ostro  (Büyük Savaş Adası) olması, manzarayı iyice etkileyici kılıyor. Artık ruh durumuna göre, Kale’de manzaraya karşı bir çilingir sofrası da kurulsa, sabaha kadar ‘mehtaplı gecelerde hep seni andım’ı söyle dur…
Ben gündüz vakti gittim ve hava dondurucu, mehtaplı geceyi görecek halim yok, onun için oradaki anıt ve yapıları görmeye yöneliyorum. 1740-1789 yılında yapılmış Saat Kulesi’ni görmemek mümkün değil;  Kapısı da hemen altında. (Yanında da Barok Kapı var ve sonra İç İstanbul Kapısı…) Kale içinde göze çarpan bir yapı da,  1716 yılında Petrovaradin Savaşında ölen Damat Ali Paşa’nın Türbesi… Bu Türbede ayrıca Tepedelenli Selim Paşa ve Çeşmeli Hasan Paşa’nın naaşları da varmış.
Kale içindeki bir Osmanlı yapıtı da, Sırp kökenli Sokullu Mehmet Paşa tarafından 1577 yılında yaptırılan ÇeşmeÇeşmenin hemen yanında da, 1456 yılında Osmanlıların Belgrad kuşatması sırasında kahramanlık gösterip kuşatmayı başarısız kılan Stefan  Lazarevic anısına yapılmış surun kalıntıları var. Ama Lazarevic erken sevinmiş;  100 yıl geçmeden Kanuni Süleyman gelip  alacak buraları nasılsa.

Hoş, 1867 yılında da Osmanlılar Belgrad’tan çekilecek. Sultan Abdülaziz’in fermanı İç İstanbul kapısı önünde okunarak,Şehrin anahtarı Prens Mihailo’ya teslim edilecek  ve Osmanlının Belgrad üzerindeki hakimiyeti bitmiş olacak. O günün anısına yapılan  Şehrin Anahtarının Teslimi Anıtı, Kale içinde görülebilir.

Kalenin belki de en dikkat çekici anıtı ise, 1. Dünya Savaşı sırasında Yunan cephesinde gösterilen başarıların anısına 1928 yılında Ivan Mestrovic tarafından yapılan   14 metre yüksekliğindeki Pobednik Anıtı (Zafer Anıtı).  Bir elinde kılıç bir elinde güvercin olan bu heykel, fazla çıplak bulunarak Şehir merkezinden buralara taşınmış ama bence iyi olmuş; bu nefis manzaranın keyfini en çok o çıkarıyor, bir yandan da Şehrin siluetine katkısı oluyor.
Sokullu Mehmet Paşa Çeşmesinin ilerisindeki Defterdar Kapısından, Kalemegdan’ın aşağı kısmına inilebilir. Aşağıya inen yolda iki kilise mevcut. Ruzika Kilisesi (Crkva Ruzika), Stefan Lazarevic zamanında aynı yerde bulunan Sırp Ortodoks kilisenin 1521 yılında Osmanlılar tarafından yıkılmasından sonra inşa edilen barut deposunun 1867 yılında tekrar kiliseye çevrilmesiyle ortaya çıkmış. Sırp askerleri için yapılmış. Kilise girişinde iki askerin heykeli bulunmakta; biri Sırp İmparator Stefan Dosan’ın dönemine tekabül eden 14 yüzyılın ilk yarısından bir asker, diğeri ise 1912-1913 Balkan savaşlarına katılan askerlerden… Ben gittiğimde Kilise içinde bir tören vardı. Özellikle Kilise önünden Sava-Tuna manzarası insanı hidayete erdirecek cinsten.
Kilisenin hemen yanında ise Crkva Svete Petke (Aziz Petka Şapeli) var. Mucizevi özelliklere sahip bir aziz olan Petra için yapılan minik bir Sırp Ortodoks Kilisesi,  Belgrad gezim boyunca tadilatta olmayan, içerisini tam olarak görebildiğim kiliselerden… Freskoları, duvar süslemeleri abartılı ve ilginç.  Aziz Petka’nın bulunduğu yerden çıkan suyun iyileştirici etkisi olduğu düşünülüyor, bu nedenle bir görevli biteviye şekilde bir  kazandan pet şişelere su dolduruyordu.  Bu Şapel/Kilise, eski yapının yerine 1937 yılında yeniden yapılmış olan bina.
Burada ayrıca 15 yüzyılın ikinci yarısında, Nebosja Kulesiyle aynı dönemde, taş ve tuğladan  yapılan, içinde 15 kadar top konulabilen Jaksic Kulesi görülebilir. Buranın önünde bir çelenk var. Burası da 1915’de ölen askerlerin kemiklerinin konduğu yermiş.
Artık buradan tamamen düzlüğe iniyoruz, aşağı şehirdeyiz. Burada bir Osmanlı Hamamı,  askeri mutfak, barut deposu var. Askeri mutfak Osmanlılarca 19 yüzyılın ilk yarısında askerlerin ihtiyacı için yapılmış. Barut deposu  1718 yılında Avusturyalılar tarafından yapılmış.
Hamam ise 19 yüzyılda Osmanlılar tarafından yapılmış ama daha çok Sırp askerleri tarafından kullanılmış, şimdi ise planetarium olarak kullanılıyor.
Düzlüğün sağında 1718 ve 1736 yılları arasında, bölgeye yeni bir hava vermek için barok tarzında yapılan Kanaja Kapna VI (VI.Carlo Kapısı) ile alandan dışarı çıkılıyor, buradan düz ilerleyince Vidin Kapısı’ndan aşağı şehirden çıkmış oluyorsunuz. Hemen yan tarafta hayvanat bahçesinin duvarı var.
Bu alanda dikkati çeken bir yapı da, Nehir’e yakın tarafta, hatta aradan geçen otobanın öbür tarafında kalan Nebojsa Kulesi. Şu an adeta  Belgrad tarihi veya savaş müzesi gibi kullanılan kule, 1460’lı yıllarda Türklere karşı mücadele için, ağır silah kulesi olarak yapılmış. Yapıldığı dönemin mimarisini gayet iyi yansıtan bir yapıymış. 1521 yılındaki Osmanlı kuşatması sırasında Kule tahrip olmuş,  daha sonra Kanuni Sultan Süleyman tarafından imar edilmiş, o dönemde Kulenin adı Beyaz Kule imiş. Savunma konusundaki önemini kaybedince zindan olarak kullanılmış. 18 yüzyıl sonunda ise Osmanlı zulmünün simgesi haline gelmiş.  Kuleye giriş 200 dinar ama bence dışarıdan görmek yeterli; içerdeki görseller internetten bile ulaşabileceğiniz şeyler, bilgiler de öyle, ayrıca Kulenin çıkışı yok; püfür püfür bir Sava havası alayım deseniz, mümkün değil…
Böylece Kalemegdan gezimiz bitiyor, gezdik, dolandık ve yorulduk. Ama bir yanımızda yükseklerdeki kale çıkışı, bir yanımız vızır vızır otoban. Şimdi ne olacak? Ya titreyen dizlerinizle o tepeyi geri çıkacaksınız ya da otobanda uzun bir yürüyüş veya otostop… Ama hayır, çaresiz değilsiniz,  kurtarıcınız burada; sırtınızı Kaleye verirseniz hemen VI Carlo Kapısı, sonra da Vidin kapısından çıkarsanız hayvanat bahçesi duvarına varırsınız, onun yanında da 5 numaralı tramvayın son durağı sizi beklemekte.  Ya da solunuzdaki  Sava Kapısı’na doğru yürürseniz, orada da 2 numaralı tramvayın son durağı bulunmakta. 
 
Şehir İçi Gezilecek Yerler
Kalemegdan ayrı tutulursa, Şehrin merkezinde yer alan ve yürüyerek görülebilecek yerleri bir araya topladım. Aslında burası Şehrin hem en eski hem de en canlı merkezi… Yürüyüş yapmak ve şehrin nabzını tutmak için en güzel yer. Kalemegdan ve Aziz Michael Kilisesinin bulunduğu bölge, Şehrin en eski bölgelerinden. Yine Şeyh Mustafa Türbesinin bulunduğu, Dositej Lisesi civarı da en eski şehir  yerleşim bölgelerinden biriymiş. Belgrad’ın Osmanlı hakimiyetine girdiği dönemde Şehir Tuna-Sava nehirleri ve şehrin kale duvarları arasında kalan bölge imiş, bu bölge de şehrin kıyıları oluyormuş.
Şimdi Kalemegdan Parkı’ndan başlayıp Knez Mihailova boyunca yürüyecek, oradan da Taş Meydan’a kadar ilerleyeceğiz. Bütün bu gezi (Kalemegdan ‘da dahil) bir gününüzü almaz; ancak aklınızda bulunsun, kışın bir çok yer kapalıydı, özellikle Eski Saray, Yeni Saray’ı görmek isterseniz tur saatlerini öğrenmeniz gerekir,  süre de buna göre sarkabilir. Öte yandan Kalemegdan tüm gününüzü bile alabilecek bir sayfiye alanı, sadece gezip görmek amacınız olduğu varsayımıyla bu süre verilmiştir, sonra benden hesap sorulmaya…
Knez Mihailova (Prens Mikail) Caddesi, bir turist için neredeyse bir ana üs konumunda, bu nedenle otel seçiminizi de bu caddeye göre yapmanızda fayda var. Kalemegdan Parkından başlayıp Terazije Caddesine kadar uzanan, trafiğe kapalı bu cadde, Sırp mimarisiyle harmanlanmış neo klasik, neo Bizans, art nouveau yapılara ev sahipliği yapmakta.  Belgrad toplu taşımacılığının ana noktalarından biri olan Republike Meydanının, Milli Müzenin, Etnografya Müzesinin, Milli Tiyatronun, Belgrad Katedralinin de hemen bu cadde etrafında olduğu düşünülürse, Knez Mihailova’nın bir turist için önemi daha açık ortaya çıkar. Cadde bir merkez olmanın dışında, kendi başına da bir yaşam alanı. Noel öncesi olduğundan renkli, minik hediyelik dükkanların yanında, şık kafeleri, barları, tavsiye edilebilecek nitelikte  lokantaları, dünyaca ünlü markaların (diğer şehirlere göre daha mütevazi) mağazaları, sokak sanatçıları, sahafları, antikacıları ile sizi oyalayacaktır.  Sanki Beyoğlu’dan şık, Nişantaşından sönük bir bulvar… Bulvara açılan yan sokaklar ise, yine ilginç yerlere götürecektir; örneğin Belgrad’ın en eski sokaklarından Kralija Petra Sokağı’na ya da (I.Kosova Savaşında Sultan Murat Hüdâvendigâr’ı öldürdüğü düşünülen Sırp asilzadesi) Milos Obilic Anıtına- görmek ister misin bilmem tabii… Burası sizin hem gezilerinizin kalkış noktası hem de eğlence ve alış veriş merkezlerinizden olacak.
 
Knez Mihailova’yı kesen Vuka Karaddizica Sokağından Studentski Trg’a çıkabilirsiniz. Burasının önemi nedir; sizi şehrin her tarafına taşıyacak bir sürü otobüs hattının başlangıç yeri burası. Ayrıca isminden de anlaşılacağı üzere, üniversite bölgesi. Burada Belgrad Sinematek’i, Belgrad Senfoni Orkestrası ve Etnoğrafya Müzesi yer alıyor. Müze, Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyet’ini oluşturan farklı bölgelere ait köy ve şehir hayatına yönelik eserleri içermekte; giyim, takı, ev eşyası koleksiyonları ve gündelik hayat canlandırmaları mevcut, giriş 150 dinar, kısıtlı zamanınız varsa atlanabilecek bir yer.

Knez Mihailova’dan düz devam ederseniz, Şehrin kalbi denebilecek Trg Republike’ya varacaksınız. Burası insanların doğal buluşma yeri (Taksim, Kızılay, Konak  gibi). Meydanda Prens Mihailo’nun  at üstünde bir heykeli bulunmakta.
Bu alan Belgrad’ın ünlü yürüyüş turlarının da başlangıç noktası; gönüllülerce gerçekleştirilen bu turlar kış döneminde Şehirdeki tek turistik turdu.  Meydanın ana noktasında bulunan art nouveau tarzındaki Milli Müze (Narodni Muzej)  Müzede 1190’lardan kalma Kiril el yazması Miroslav İncili,  Ayrıca 1844 yılında kurulmuş Müze’de Rubens, Van Gogh, Modrian, Picasso, Renoir, Monet gibi bir çok sanatçıya ait eser de mevcut. Müzenin hemen karşısında ise Milli Tiyatro binası yer almakta.

Bu arada Trg Republike’de, Knez Mikailova tarafında turizm danışma ofisi ve yanında Sırp El Sanatları sergi ve satışının yapıldığı yer var. El ürünü objelerden antika eşyalara kadar geniş bir yelpazesi var, mutlaka bakın derim.
 
Knez Mihaliova sonunda Terazije Caddesi başlayacak ve muhteşem Hotel Moskva binası dikkatinizi çekecektir. 
Terazije, eski şehrin merkezi olarak kabul edilmekte; ismini ise 200 yüzyıl öncesinden şehrin su ihtiyacını karşılayan su kulelerinden almaktaymış. Bugün bu kuleler yok ama bir tane çeşme var. Terzije’den devam ederseniz,   Şehir Meclisi (Skupstina Grada) ve Başkanlık Sarayı (Predsednistvo) binalarını göreceksiniz. Eski Saray olarak da bilinen Şehir  Meclisi, 1882-1884 yıllarında akademist tarzın bir örneği olarak   Obrenovic Hanedanının ikamet binası olarak yapılmış. Bu bina, bir kral ve kraliçenin katline tanık olmuş; sert yönetimi nedeniyle pek sevilmeyen Kral Aleksandar Obrenovic, eşiyle birlikte burada öldürülmüş.  1911-1912 yılları arasında yapıldığı için Yeni saray olarak da bilinen Başkanlık Sarayı ise, Kral Aleksandar Karacorcaviç’in ikametgahı olarak yapılmış. Söz konusu binalar, yaz döneminde belli gün ve saatlerde ziyarete açılıyormuş.
 
Esas önemli olan bu binaların yüzyüze baktığı, Kralja Aleksandra Bulvarı üzerindeki Narodna Skupstina’yı (Milli Meclis) göreceksiniz.  Neo Barok tarzında 1938 yılında yapılan bu binanın görkemi, diğer iki binayı gölgede bırakıyor. Bina, Yugoslavya Parlamentosu ve daha sonra Sırbistan ve Karadağ Ulusal Meclis Binası olarak kullanılmış. 1901 yılında mimar Ilkica tarafından tasarlanan Binanın inşaatına 1907 yılında başlanmış. Daha sonra Yugoslavya ve Sırbistan Karadağ tarafından kullanılan bina, 1990’ların sonu 2000’li yılların başında yaşananlar sonrasında, 2006 yılında,  beşinci bağımsız devlet olarak kurulan Sırbistan’ın  Meclis Binası olmuş. Binanın önünde bulunan ‘Kara Atların Oyunu’ isimli heykeller  ise Toma Rosandic tarafından 1937-1938 yıllarında yapılmış.
Meclis önünde  bir tahta paravan üstünde, 1999 yılındaki Nato baskınında yaşamını yitirenlerin resimleri bulunmakta, yani kendi kahramanlarının. Her ülke, tarihi kendi gözlüklerinden okuyor; onlar da o acımasız süreçte yapılanları kendi bağımsızlık savaşı olarak görüyor herhalde, ölenleri de şehit…
Şehrin sokaklarında dolanırken bağımsızlık mücadelesindeki kahramanlarına ait resimler graffiti olarak duvarlarda da görülebiliyor…
 
Bu binaların oluşturduğu Trg Nikole Pasica Meydanı, noel nedeniyle ışıltılı, renkliydi.  Bu noktada, Broadway tarzı oyunların sergilendiği Terezijama Pozoristena yer alması, bölgenin canlılığını da artırıyor olmalı. Burada Terazije üstünde yürürseniz, Kraljia Milana, Resavska ve Masarivko caddelerinin kesiştiği yerde şehrin bir diğer simgesi 101 metre yüksekliğindeki Beogradanka’ yı (Belgrad Sarayı) görürsünüz. Bakın yürüyüp geçin, yüksek bir bina işte…
Buradan yolumuza devam edersek, Tasmajdan (Taş Meydan) ve Crkva Svetog Marka (Aziz Mark Kilisesi)’ne varıyorsunuz. Aziz Mark Kilisesi,1932-1939 yıllarında Krstic Kardeşler tarafından Sırp-Ortodoks tarzında Aziz Mark anısına yapılmış, ilk ayin 1941 yılında düzenlenmiş. İkinci Dünya Savaşında hasar gören Kilise, 1948 yılında hizmete açılmış. 
62 metre uzunluğunda, 45 metre eninde, 60 metre yüksekliğinde olan Bina, tadilattaydı; zaten iç dekorasyonu esas alındığında hiç tamamlanmamış bir yer. Hazine dairesi önerilen yerlerden, ancak tadilat nedeniyle kapalıydı. Kilise altında, önemli kişilere ait mezarlar varmış ama tabii oraya da inmek mümkün değildi.  Burada ayrıca katledilen Aleksandar Obrenovice ve eşinin de mezarları bulunmaktaymış.
Merkezde, Knez Mihaliova civarında görülecek bir katedral daha var, bu da şehrin silüetine katkısı olan  Saborna Crkva (Aziz Mikail Kilisesi).  Kalemegdan civarındaki, Kutsal Baş melek Mikail ve Cebrail’e adanan geç barok ve klasisizm tarzındaki Katedral,  Milos Obrenovic’’in isteği üzerine Kwerfeld tarafından tasarlanıp inşası 1837-1845 yıllarında tamamlanmış. 
Katedral girişinde Sırp dilinin iki ustası, Vuk Stefanovic Karadzic ile Dositej Obradovic’in mezarları bulunmakta. Katedral içinde ise, Prens Milos Obrenovic ve iki oğlu, Prens Milan ve Prens Mihailo ile bazı dini büyüklerin mezarları bulunmakta. Ayrıca iki Orta Çağ kahramanı, 1389 yılındaki Kosova Savaşında Osmanlılarca öldürülen Prens Lazar ve Prens Stefan Stiljanovic’in türbeleri de burada.
Katedralin karşısında ise patrikhane ve yanında Konak Kneginje Ljubice (Prenses Ljubica’nın Konağı) bulunmakta. Şehrin eski merkezinde yer alan  Konak, 19 yüzyılın ilk yarısının mimari özelliklerini taşımakta  ve Prenses’in yaşam alanını esas alıp dönemin soylularının hayatından örnekler sunmakta ;  

Bölgede bir de Fresko Müzesi (Galerija Fresaka) var ki, ziyaretçilerin girmesine izin verilmez, diyerek tavrını açık olarak koymuş; iyi, eş dost akraba hısım kendiniz gezin müzenizde.
Merkezde ayrıca Eğitim Müzesi ile 19 yüzyıl Sırp edebiyat dili reformisti Vuc Stefanovic ile Sırbistan’ın ilk Eğitim Bakanı Dositej Obradovic’in anısına tasarlanmış  Vuk ve Dositej Müzesi var; onlara da ben gitmedim.
Merkezde özellikle bizlerin ilgisini çekecek iki yer daha var. Hemen Kalenegdan parkına yakın Bayraklı Camii (Bajraklı Dzamija) ve  Şeyh Mustafa Türbesi. 1575 yılı civarına  tarihlenen Bayraklı Camii’nin kimin tarafından yapıldığı bilinmiyor. Camii, Pasarofça Anlaşmasından sonra 22 yıl boyunca kilise olarak kullanılmış,  Belgrad Osmanlılar tarafından geri alınınca tekrar cami olarak ibadete açılmış.  Belgrad’ın Osmanlıların elinden çıkmasından sonra,  Sırp hükümeti tarafından müslüman cemaate tahsis edilen camii, zamanında 250 civarında caminin bulunduğu Belgrad’ta geriye kalan tek ibadete açık cami imiş. En son 2004 yılında Kosova olayları sırasında saldırı gören Cami, hala ayakta ve Belgrad’taki %3 civarındaki müslüman topluluğa hizmet vermekte imiş. Ben gittiğimde kapalıydı, içini göremedim. Şeyh Mustafa  Türbesi ise, 18 yüzyılda yaşayan Şeyh için yapılmış; Şeyh  geleceği görebilme ve şifa dağıtma yeteneklerine sahipmiş.
Buraya kadar gelmişken buradan Şehrin bohem bölgesi olarak tanınan Skadarlija’ya geçmeniz  çok kolay olur. Hem biraz dinlenirsiniz hem de keyfinize göre kahve, içki, yemek molası verirsiniz. Internette dolanan  Skadarlija ile Paris’in Montmartre’ı arasındaki benzetmeyi esas almayın, hayal kırıklığına uğrarsınız, burası daha çok Montmartre’ın prematür kardeşi gibi… Burası 19 yüzyılda bohem bir atmosfere sahipmiş, sanatçılar, ressamlar, yazarlar… Hatta burada Sırp şair Djura Jaksic’in evi de görülebilir, şimdi ise otel olarak kullanılıyor. 
Hoş, sanırım burada artık sanatçılardan çok aşçılar önemli çünkü şimdilerde daha çok Sırp mutfağının seçkin örneklerini sunan lokantalar, tavernalar, barlar, kafeler  hakim. Belgrad’ın en iyi lokantalarından biri sayılan Seşir Moj (Şapkam) burada, ayrıca Dva Jelena (İki Geyik) , Tri Seşira (Üç Şapka) kayda değer lokantaları…Belki de gece daha çok tadı çıkabilecek bir yer, onun için akşam gezmelerine saklayabilirsiniz. Yani bir bakıma, entel havalı lokanta bölgesi gibi bir yer olmuş, adeta bir Asmalımescit.. 

Burası 400 metre uzunluğunda arnavut kaldırımlı araç trafiğine kapalı bir yol, Cumhuriyet Meydanının (Trg Republike) hemen altında Skardaska Caddesinin etrafında Şehrin eski bir bölgesi… Genelde hep canlı Dusanova Caddesi (Cara Dusana) ile Despot Stefan Bulvarını (Bulevar Despota Stefana)  bağlayan bir  yol.  Bu yolun Dusanova Caddesindeki ucunda Beograd Sebil denilen çeşme bulunmakta, karşıda ise içinde yiyecek,  içecek, çiçek, giyecek dahil, her şeyin satıldığı açık halk pazarı Skadarlija Pijaca  var. Skadarlija’ya yürüyebilirsiniz ama  Dusan Caddesi bitiminde, pazarın önünden 2, 5,10  numaralı tramvaylar geçiyor; Despot Stefan Bulvarındaki ucuna ise,  16, 27 E,  35, 43 , 58, 95, 96 numaralı otobüsler geçiyor.

Şehir içinde uğrayacağımız bir bölge de Savamala… Burası 1830’lu yıllarda Prens Milos  Obrenovic’in Kale ve Osmanlı yerleşimi dışında bir yerleşim merkezi kurulması yönündeki emri nedeniyle yerleşime açılmış, 19 yüzyıldaki ihtişamlı günlerinin ardından mezbeleliğe dönmüş bir alan; yeni yeni restorasyon çalışmaları sürüyor. Bizim Karaköy gibi… Buranın adı Sava ve Türkçe Mahalle kelimelerinin kaynaşmasından geliyormuş… Ana caddesi Karadordeva Caddesi. Bölgedeki barok, art nouveau tarzdaki binalar buranın geçmiş hakkında ip uçları veriyor, şimdi ise ucuz lokantalara,  kafelere,  dükkanlara ev sahipliği yapıyor. Ayrıca burası rakım olarak  Sava Nehrinden aşağıda olduğu için sık sık sel baskınlarına maruz kalmış.  Şehrin merkezinden buraya gelirken, Knez Mihailova’dan aşağıya doğru indiğinizde Şehrin çehresi hemen değişecek, salaşlık, köhnelik gözünüze çarpacaktır, adeta bizim Tahtakale havasında işportacılar, seyyar satıcılar, döküntü dükkanlar arasından Sava nehrinin kenarındaki  Savamala’ya ineceksiniz. Yanınızdan bir sürü göçmen de koşturacaktır çünkü indiğinizde göreceğiniz park da göçmenlere bedava yiyecek ve içecek dağıtılmakta… İki köprü arasındaki (Brarkov Most ve Stari Savski Most) bu bölge bizim için önemli; şehirler arası otobüs ve tren terminalleri burada.  Havaalanından da buraya geliyorsunuz. 
Bölgede bir değişim göze çarpıyor; eski Belgrad Kooperatif binası, çağdaş Sırp mimarisi hakkında bir fikir verirken, klasizim etkisindeki Bristol Oteli, Balkan şehir mimari örneği Manak Evi burada dikkate değer yapılar. Yeni yeni sanat galerileri, lokanta, klüp, bar ve kafeler de buraya canlılık getirmekte. Bu bölgeden geçen otobüs çok, tramvaylar da öyle, bizim hayat kurtaran 2 numaralı tramvayımız da buradan geçiyor.
Ötelere Gidiyoruz
Bu bölümde, yürüyerek gitmekte zorlanabileceğiniz yerler var. Ama buraya kadar geldik, aramızda bir hukuk oluştu, tabii ki sizleri yormayacağım, bildiğim her şeyi anlatacağım, nasıl gidebileceğinizi tarif edeceğim.
Merkezin dışına düşen yerlerden ben Sava Kilisesi, Ada Ciganlija ve Zemun’a gittim. Sizler hızınızı alamazsanız gidebileceğiniz Yugoslav  Tarihi Müzesi (Muzej Istorje Jugoslavije), Çiçek Evi-Tito Anıtı,  Nikola Tesla Müzesi, Beyaz Saray (Beli Dvor), Prens Milos’un Konağı, Avala Kulesi ve ne manaysa Afrika Sanatı Müzesi var.
En yakınından başlayalım… Bir Sırp Ortodoks kilisesi olan ve 12 yüzyılda yaşayan Sırp Ortodoks kilisesinin kurucusu Aziz Sava’ya adanan  Sava Kilisesi.
Meraklısına
Sava nehrinden 64 metre, deniz seviyesinden 134,50 metre yüksekte, Vracar platosunda kurulduğu için nerdeyse şehrin her tarafından görülebilmekte. (Aziz Sava’nın  asıl adı Rastko imiş ve kendisi Nemanjic hanedanının kurucusu Sırp Prensi Nemanja’nın en küçük çocuğu imiş. Hatta 1990-1992 yıllarında Zahumlje’yi yönetmiş ama gençliğinden beri keşişmiş, Hilandar ve Zica manastırlarını kurmuş ve İstanbul Patriği tarafından tanınan ilk Sırp başpsikopu olmuş). Burası, 1595 yılında Osmanlı paşası Koca Sinan Paşa tarafından Aziz Sava’nın kalıntılarının yakıldığı yer olarak kabul ediliyor, o nedenle önemli. Sırp-Bizans  özelliklerini taşıyan kilise içindeki haç, 12 metre uzunluğunda ve Yunan tarzı imiş. İç alanı 3850 m2 olan Kilisenin, dünyanın, hadi o olmadı, Balkanların en büyük ortodoks kilisesi olduğuna dair bilgiler var. 44 metre yüksekliğinde 4 çan kulesine sahip.  Bence 6 yüzyılda yapılan Ayasofya Müzesi (İlk kuruluş olarak kilise), buradan çok daha büyük ve heybetli duruyor. Kilisenin yapım fikri 1878’de ortaya çıkmış ama yapımına ancak 1936 yılında başlanmış; ancak Dünya Savaşı, 1990 dönemi çatışmaları, Yugoslavya hükümet politikası nedeniyle sık sık inşaası kesintiye uğramış,  hala da yapımı sürüyor. Kilise aynı anda 10.000 kişiyi alabiliyormuş, 3 koro bölmesi varmış. Kilisenin altında ise, hazine ve patrik mezarları ve Aziz Prens Lazar Kilisesini  içeren bölümler var.
Sava Kilisesi’nin  bahçesinde, Osmanlılara karşı mücadele eden milli kahramanları Karacorcelakablı Corce Petroviç’in Heykeli var. Kilisenin hemen yanında da Milli Kütüphane Binası bulunmakta.
Sava Katedralinin yanında ise Sava Şapeli var. İlginç, küçük bir kilise.
Meraklısına; Dikkatimi çeken  bir husus da, Türk ziyaretçilerin bir kısmının Sava Kilisesi hakkında ‘Ne kadar da camilerimize benziyor’ yaklaşımı. Evet, camilere benziyor, daha çok da İstanbul’un  fethinden sonra Bizans kültürüyle karşılaşan Osmanlıların yaptığı camilere. Fetih öncesi camilere, Anadolu’nun çoğu yerinde rastlamışsınızdır, neredeyse çatılı, damlı binalardır (Fetih öncesi camilerin en güzel örneklerinden Bursa ve Divriği’deki Ulu Camilerdir bence), fetih sonrası camilerde böyle yuvarlak hatlar, kıvrımlar, kubbeler görülüyor ve cami mimarisi bu yönde evriliyor.
Sava Kilisesi’nde dikkatimi çeken bir şey de ibadet ritüelleriydi; Kilisenin kapısından giren eşikte baş selamı verdikten sonra haç çıkarıyor. Haç çıkarma işlemi baş, işaret ve orta parmakları birleştirip  bazen alna ve dudaklara götürülerek,  bazen de doğrudan alın,  omuzlar şeklinde gerçekleştiriliyor. Kilisenin içine girene kadar bu  merasim bir kaç kez tekrarlanıyor. Ama asıl önemlisi, ikonalar ve freskoların karşısına gelince yapılanlar; reverans yapar gibi hafifçe eğilip yerden bir şey yakalıyormuş gibi kol hafifçe sallanıyor, sonra haç çıkarma işlemi tekrar yapılıyor, sonra ikonalar iki yanağından öpülüyor. Aman o Hazreti İsa, Hazreti Meryem ikonalarını, freskolarını ne öptüler, ne sevip okşadılar, anlatamam; artık günahları neyse, ya da yukarıdan ne istiyorlarsa dönüp dönüp öpüyorlardı, sonra mum yakıyorlardı. Her dinin kendi ritüeli var, hepsinin amacı bir, onun için tuhaf diyemeyeceğim ama bana farklı geldi.
,
Sava Kilisesi’ne, Terazije’den dümdüz Trg Slavija’ya kadar yürüdükten sonra Kralja Milana’dan devam ederek ulaşabilirsiniz, uzun bir yürüyüş olur.  Otobüs ya da tramvayla gitmek isterseniz, 9,10, 14,30,31,33,39,42,47,48,59,78,E7,E9 numaralı otobüs veya tramvaylar sizi oraya götürecektir. 2 numaralı tramvay ise, Trg Slavija’dan geçmekte.
Bu bölgede,  Taş Meydan’a doğru giderseniz Krunska üzerinde Nikola Tesla Müzesi var. Nikola Tesla, Belgrad’ın gurur kaynağı, Havaalanına bile ismini vermişler. 1856 yılında Smilijan’da doğan  Tesla, 1943 yılında New York’ta ölmüş. Yani Belgrad’la pek alakası yok ama alternatif akım, yüksek frekans, uzaktan kumada, radyo dalgaları gibi bir çok konuda çalışması bulunan Tesla, Belgrad’ın fahri hemşerisi gibi… Müzede kendisine ait eşyalardan bilimsel çalışmalarına kadar geniş bir seçki sergileniyormuş. Ben Müzeye bilerek gitmedim; hem artık Belgrad’taki müzelerin açık olup olmadığını anlayamıyorum hem de bilimle aram hoş değil, ne anlarım o deneylerden, aletlerden…
Artık biraz doğayla bütünleşme, biraz nehir keyfi sürme zamanı. Aga Ciganlija’ya da gitmeden olmaz. 16 nehir adasından biri olan ve 7 kilometre uzunluğundaki Ada Ciganlija, yanındaki Ada  Medica ile birlikte 800 hektarlık bir alanı kapsıyormuş. Most Gazela Köprüsü’ne yakın olan Ada içinde 4-6 metre derinliğinde, 4,2 km uzunluğunda bir de göl var ve bir sürü plaj. Burası yazın hayat bulan bir yer; plajları, spor alanları, barları, lokantaları ile gayet canlı bir dinlenme alanı iken kışın sadece yürüyüş yapılan bir park. Ada, yapay bir uzantı ile karaya bağlanmış. Her mevsim güzel derler ya, öyle  bir yer, kışın da kendine özgü bir güzelliği var. Hemen şehrin yanı başında. Ama yürüme mesafesi değil. Radnicka üstündeki Ada bağlantısına,  23, 37,51,52,53,55,56,58,85,89,91,92,511,551 numaralı otobüslerle gelebilirsiniz. Kışın  hava iyiyse yürüyüş yapacak kadar zaman yeterli ama yazın tüm günü geçirebileceğiniz bir yer.

 

Şehrin ana kısmında gezdiğim yerler bunlar. Şehre 16 kilometre uzaktaki Avala Kulesi’ne gitmedim, 511 metre yüksekten şehri seyretme imkanı sunuyormuş ama kış havasında göz gözü göremezken bu sis pus içinde 16 km öteden göreceğim pek bir şey olmaz diye düşündüm. Kulenin yanında 1934-1938 yılları arasında inşa edilmiş Meçhul Asker Anıtı da bulunmaktaymış. Ayrıca  Dedinje bölgesindeki Yugoslavya Tarih Müzesi, Çiçekler Evi olarak da geçen Tito  Anıtı da gitmediğim yerler arasında. 1918-2006 yıllarında varlığını sürdüren  Yugoslavya’nın tarihi ilgi çekici olabilirdi.  Çiçeklerevi ise, 1975 yılında Tito’nın hizmeti için yapılan bir yer ancak Tito’nun mezarını da içermekte.  Dvorski Kompleksi ve Prens Milos’un Konağı da aynı bölgede Topciderski Parkı’nda yer almakta.
Şimdi Novi Beograd’a (Yeni Şehir)  geçelim ve  oradaki Zemun bölgesine.
Meraklısına; Burası Belgrad’ı oluşturan 17 belediyeden biri, önem kazanması 100 yıl önce Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun etkisiyle olmuş. Gerçi eski ve orta taş çağlarında avcı ve toplayıcı topluluklara ev sahipliği yaptığı yönünde bulgular var; tarımla uğraşan toplulukların ilk yerleşimi de MÖ 6200’e kadar gidiyormuş. Hatta Avrupa’da ilk işlenmiş bakır objesi olarak kabul edilen insanımsı bir figür olan Vinca Leydisi de Zemun’da bulunmuş. MS 1 yüzyılda Keltler’in bu bölgede Taurunum isimli bir kent kurduğu biliniyor. Daha sonra Roma, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluklarının idaresine giren bölge, 18 ve 19 yüzyılda önemli bir ticari merkez haline gelmiş. Bu arada 18 yüzyıl sonunda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Belgrad’ı Zemun’a bağlayınca Zemun birden başkent olarak bulmuş kendini. 1918 yılında Sırplar, Hırvatlar,Slovenlerin oluşturduğu yeni bir krallığa bağlanan kent, 1934 yılında  tekrar Belgrad’a bağlanmış. Bu nedenle Balkan havasından çok bir Orta Avrupa görünüme sahip bir bölge burası.  Bir ara mafyalarıyla ünlü olan bölge, şimdi şirin bir sahil kasabası, eğlencenin dibine vurulan bir merkez havasında. Burası yüzen barları, kafeleri, ünlü lokantalarıyla adından söz ettiriyor.
Bense Zemun’da  karşımda akan Tuna Nehri ve kıyılarını yaladığı Veliko Ratno Ostrvo Adası manzarası eşliğinde içtiğim Türk kahvesini hatırlayacağım. Bu arada Belgrad’ta bazıları özel Belgrad kahvesi diyor, bazıları Türk kahvesi diyor ama bizim kahvemizi büyük fincanlarda içiyorlar.  
Zemun’da Aziz Oca Nikolaja Kilisesi,  Blazene Device Marje Kilisesi, Bogorodicna Kilisesi var. Ayrıca yahudi cemaati azalınca önce kültür merkezi, sonra lokanta yapılan bir sinagog.  Öte yandan burada, Osmanlı hakimiyeti döneminden kalan tek yer, 17 yüzyıldan kalma Prens Savoylu Eugene’in kaldığı ev ilginç olabilir. 1762 yılında yapılan Kalamata ailesine ait ev de tarihi olaylara ev sahipliği yapmış bir yer. Ama buranın en önemli yeri, eski adı Janos Hunyadi Kulesi olan Milleniyum Kulesi … Gardos bölgesinde olan ve 1896 yılında önceden burada bulunan bir kale burcunun yerine yapılan Kule, Macar hakimiyetinin kutlamaları için düşünülmüş.  200 dinara girilen Kulenin tek numarası, döner merdivenlerle çıkılan terastan görülen manzara… Ama puslu havada ne gördün desen, son baharın sisli tonları derim, ilerde hayal meyal Belgrad’tan kilisenin kuleleri… Kalenin bir yanı gözünüze çarpsa da hakim olan resim sonbahardı, güzel miydi, evet güzeldi… Kulenin girişinde Cubrilo Sanat Gelerisi de bulunmakta, ilgilenirseniz.
Buraya  Brankov Most Köprüsü’nden geçip Nikole Tesla Bulvarı’ndan devam ederek gelebilirsiniz;   bu rotadan gelen 15,84, 704E, 707 numaralı otobüsler sizi Zemun’a getirecektir. Yeni Şehire bu rotada geldiğinizde, görülecek bir müze var:  Çağdaş Sanatlar Müzesi (Muzej Savremene  Umetnossi)… 
Buraya gelmişken Novi Beograd’a da bir göz atmakta fayda var. Burada göze çarpan birbirinin aynısı üç gri gökdelen… Bence görüntü kirliliği… Burası ağır sanayi bölgesine de bir geçiş.  Ancak burada ayrıca sanatçı grupları da yaşamakta. Çin Mahallesi ve ünlü bir bit pazarı var. Bu bölgenin belki de en ilginç yanı alışverişleriniz için düşüneceğiniz AVM’ler. Hemen Brankov Most Köprüsü’nün  yeni şehire girdiği yerde bulunan Usce AVM bunlardan biri; ben bir tek buna gittim.  78 numaralı otobüsle tam önünde inersiniz. Ama bölgede Mercator AVM ile Delte City AVM’de var.
Usce Parkı çok güzel bir alan, bol ağaçlı, yürüyüş ve bisikletle gezme yolları var, Çağdaş Sanatlar Müzesi’ne kadar uzanıyor. Bu alanda bir çok lokanta, cafe, bar var, neredeyse hepsi kapalı bu mevsimde. Bu tarafta ve karşı kıyıda yaza hazırlanan yüzen barları görebilirsiniz.
Şehri Gezerken
Sırplarla ilişkilerimizde önyargılar hakim. Nedenleri de vardır elbet. Örneğin, 1961 yılında Nobel ödülü alan Sırp kökenli Ivo Andric’in Drina Köprüsü, zalim Türk imajını pekiştiren bir roman. Eh, yüzyıllar süren Osmanlı hakimiyeti de güllük gülistanlık geçmemiştir elbette, geriye bazı ön yargılar kalmıştır. Sırplar hakkında ön yargılarda, yakın tarihteki acılı olaylarla beynimize kazınmış olmalı; soğuk, donuk, hatta acımasız.  Gezdim, dolaştım,  yedim, içtim ve gördüm ki,  birbirinden farklı ama bir o kadar da benzer insanlarız. Mesela bir sürü ortak kelimemiz var: Çok bariz olarak ‘haydi’ kelimesini kullanıyorlar, ayrıca konak, badem,  şal, torba (çanta anlamında) …  E, Avrupa’da alaturka tuvaleti başka nerede görebilirsiniz ki. Sonra sokak kedileri; belki bir Cihangir kadar abartılı değil ama şehrin parçası olacak kadar fazla diyelim. Ve beyaz peynir, kalıp kalıp, çeşit çeşit beyaz peynir.
Koca şehir, türlü türlü insan yaşıyor elbette.  Habis ruhlarla da karşılaştım (bir otoparktan geçerken bekçi bariyeri neredeyse üstüme indiriyordu, kahkahalar atarak), yardımsever  insanlarla da (geleneksel yolumu kaybetmelerimin birinde, navigasyondan otelimi bulup hiç üşenmeden beni otele götüren kişi mesela).  Sonra taksi şoförü; kafam zaten bir dünya, Euro ve dinarı karıştırınca, beni havaalanına götüren şoföre bahşiş olarak verdiğim 200 Euroyu bana, Ankara’ya ulaştıran şoför ve otel çalışanları için ne desem az.
Belgrad’ta bir çok Türk markası var ama Türkçe olarak  Kahramanmaraş dondurması yazısını görünce, Belgrad’ta yoğun bir Türk nüfusu olduğunu düşündüm. Bu arada AVM’lere gittiğiniz de (ya da Kneze Mihailova’da) LC Waikiki, Coton, Little Big, Tudors, hatta çakma koku dükkanı D&P ile karşılaşabilirsiniz.
Gezilerde heyecan arayanlara müjde; her yerde büyüklü küçüklü kumarhane var, hatta bir iki makinelik yerler bile var. Kapalı yerlerde sigara içilebiliyor, Türkiye’nin o günlerini unutmuşum,  şaşırdım. Kafana denen meyhane, tavernaları var, müzikler farklı olabilir ama eğlence aynı.

Yemekler ise, et ağırlıklı. Knez Mihailova üstündeki Kolarac’ta ‘ cevabcici su lukom’ dedikleri bizim İnegöl köfte benzeri bir köfte yedim;

Skardarlija’daki lokantaların çoğu tavsiye ediliyor, ben  Dva Jelena’ya gittim, içi peynir ve kremalı, dışı pastırma sarılı tavuk yedim, krema ve peynire rağmen bu da kuruydu. Belki  Belgrad’taki en güzel yemek, otelimle aynı sokakta, Marsala Birjuzava üstündeki otantik havalı Mikan’da yediğim etti. Burada at eti de servis ediliyor ama benim hiç işim olmaz atla, eşekle.

İçecek olarak tüm Balkanlarda rastlayacağınız, oraların aromalı rakısı diyebileceğim rakiyayi deneyebilirsiniz. Ben ballısını sevdim.

Alışveriş

Yeni şehirdeki alışveriş merkezlerini geçiyorum. Benim tek tavsiyem Kneze Nihaliova’daki Sırp El Sanatları satan toplu satış yerleri. Biri turizm danışma bürosunun hemen yanında. Burada türlü Sırp el işi eşyalar (seramik, cam, örgü işleri, rakiya, şarap) bulabileceğiniz gibi, silahtan porselene, çeşitli antika eşyalar da bulabilirsiniz.

Peki, Belgrad’a Yine Gelinir mi
İşte zor kısım. Belgrad kendi başına nefis bir şehir, doğayla bütünleşmiş havasına kayıtsız kalmak mümkün değil. Ama gezmesi zor bir şehir. Belki kış yanlış bir dönemdi.
Şimdi soruyu tekrar bir düşünelim. Belki şöyle cevaplayabiliriz;
Doğa harika ama Avrupa’nın yeni eğlence merkezi olarak reklamı yapılan bir yerin, kışın şalteri kapatması çok makul görülecek bir şey değil (Berlin, Amsterdam, Londra, Paris gibi diğer Avrupa eğlence merkezlerinin kış halini düşünün). O ünlü yüzen barların hepsi ıskartada, tadilat görüyor. Bazı müzeler ve kiliseler tadilatta. Nehirler şehri olan Belgrad’ta nehir turları (kışın) yapılmıyor. Turistlerin kurtarıcısı turistik otobüs turları yok. Şehir orman ve nehirle bütünleşmiş durumda ama toplu taşımacılık yetersiz olduğu için bu ağaçlık arazide bir yerden bir yere ulaşmak oldukça yorucu olabiliyor  Eğlenceymiş; az geldi İstanbul’un, Ankara’nın, İzmir’in eğlencesi de buralara taşınacağız. Ada Ciganlija’da yüzme keyfi ise başka konu; Akdeniz’in mavi, berrak sularını bırak gel buraya, Sava’nın bulanık sularında yüz, bravo, iyi plan. Kısacası, Belgrad mı? Sanmıyorum.
Ya da;
Belgrad, çok acılar çekmiş bir şehir, haklısını haksızını düşünmek anlamsız, acıdan payını almış, şimdi kendini yeniden kurmaya çalışan bir yer, hem de bunu eğlenerek, hayata keyifle bakarak yapıyor. Ortak ne kadar çok şeyimiz var, şaşarsınız, öyle tanıdık şeyler yaşayabilirsiniz ki, ben hep buradaydım diyebilirsiniz. Hem bildik, hem değişik lezzetler hoşunuza gidecek. Hem tanıdık, hem farklı ezgilerde efkarlanıp neşeleneceksiniz. Ayrıca yetmedi mi gördüğünüz müzeler, katedraller, kaleler; bu sefer de bunları görmeyiverin, Belgrad’ın verecek bunlardan fazla şeyi var.  Eminin gelecek yazdan aklınızda kalan  bilmem ne zamanından kalma bir kutsal kitap ya da bir kilise freskosu olmayacak. Ama belki de temmuz sıcağında içiniz ısınırken ayaklarınız Tuna’nın serin sularında, gözlerinizde huzurlu bir dalgınlık, içinizde bir Balkan havası ‘bugün güzel bir gündü’ deyişinizi hatırlayacaksınız gelecek yazdan.
Tercih sizin…

 

Taşkent Metro: Sanat Galerisinde Yolculuk

Taşkent metro istasyonları sanki birer sanat galerisi. Her bir istasyon Özbekistan’ın tarihi ve kültürel değerlerini yansıtan farklı  bir tema sunuyor.  
Moskova gezimde Moskova metro istasyonları için ayrı bir metro turu düzenlemiştik. Moskova’nın şehir gezi turları içinde bu tur bulunmaktadır. Metro İstasyonları ulaşım amacının çok ötesinde kültür, sanat, sergi durakları. Duvarları, avizeleri, resimleri hayran bıraktırıyor görenleri. Sanat ve kültürün yaşamın her alanında, her kesiminde paylaşılması böyle bir şey demek ki. 1991 yılına kadar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğinin federe devleti olan Özbekistan’da da aynı anlayış ile bu muhteşem istasyonlar yapılmış. 
İlk yapılan istasyon, günümüzdeki adı ile Bağımsızlık Meydanı’nda (Mustakillik Maydoni) kullanılan mermerler, ülkenin batısındaki Kızıl Kum çölünden getirilmiştir. İstasyonu çok sayıda avizeler aydınlatmaktadır. Mermer zemin üzerindeki yıldızlar Özbekistan tarihinde çok önemli yeri olan, Amir Timur’un torunu, lider, bilim adamı, astrolog  Ulug Bey’e atfedilmektedir.
İkinci olarak yapılan Pakhtakor İstasyonu, Özbekistan’ın en önemli ürünü olan pamuk motifli seramiklerle kaplanmış.
Alisher Navoi İstasyonu, adını Özbek edebiyatının babası ünlü şairden almaktadır. İstasyonun duvarları şairin ünlü şiirlerinden esinlenen sahnelerle süslenmiştir. Duvarlarda Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun karakterlerini görebilirsiniz.
Kosmonavtlar İstasyonu uzay yolculuğu ile ilgili. Duvarlarda uzaya ilk giden Rus astronot Yuri Gagarin, ilk kadın astronot Valentina Tereshkova görüntüleri yer almakta. İstasyonun koyu renk tavanı da özel bir loşluk sağlayarak gökyüzünde olma sağlıyor.
Bodomzor  İstasyonu seramiklerinde Özbek günlük yaşamında en önemli iki ürün ekmek ve baharat motifleri yer alıyor.
Görüldüğü gibi her istasyonun ayrı bir öyküsü var. Birkaç temaya değindik şimdi tüm istasyonları görüntülü izleyelim.
 
 
İstasyonlarda fotoğraf çekmek yasak, bu nedenle bir turist olarak fotoğraf çekip paylaşmak mümkün olamamaktadır. Yazımızdaki fotoğraflar özel bir proje için Özbek Fotoğrafçı Kamil Yenikeev tarafından çekilmiştir. Yazımda fotoğraflarını kullanma izni verdiği için kendisine çok teşekkür ediyorum. 
Taşkent Metrosu inşaatına 1968-1970 yılları arasında başlanmış. İlk hat Chilanzar 12 km uzunluğunda ve dokuz istasyon ile 1977 yılında hizmete açılmış. Taşkent’te  1966 yılında büyük bir deprem yaşandığı için, metro Richter ölçeğine göre 9 şiddetinde depreme dayanıklı olacak şekilde inşaa edilmiş.
Günümüzde üç hat faaliyet vermektedir.
Öyküsünü anlattığımız istasyonlar dışındaki istasyonları da fotoğraflarla gezelim. 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Japon Çocukların İlk Tapınak Ziyaretleri: Sağlıklı Yaşam Töreni

Dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun çocukların sağlıklı büyümeleri için değişik dini ve kültürel gelenekler bulunmaktadır.

Örneğin bizim ülkemiz Türkiye’de çocuk doğunca mevlüt okutulur, kırkı çıkınca konu komşuya gösterilirdi. Diş bulguru ve erkeklerin sünnet olması da geleneklerimiz arasında. Kardeşim doğduğunda, kırkı çıkınca, bir komşumuz kardeşimin yüzüne uzun yaşasın “Dede” olsun dileğiyle un sürmüştü.

Doğal olarak, bu ülkede gelenekler daha farklı. Geçmişte ve savaş sırasında yoksulluk nedeniyle henüz bir yaşına gelmeden çok sayıda çocuk ölümleri olmuş. Bu ve benzer nedenlerle çocukların sağlıklı büyümeleri için gelenekler oluşturulmuş. Çocuklar doğunca önce “Sinturizm” tapınağına götürülür. Kimono vb. hazırlıklar başlar, tabii ailelerin geleneklere ne kadar bağlı olduğuna ve ekonomik koşullarına göre değişiklikler görülebilir.

Aralık ayının 15’ i tören günü. Ancak kalabalığı önlemek için Aralık ayının başlamasıyla tapınağı ziyarete gidenleri görmek mümkün.

Shichi-go-san, ‘7-5-3’ tapınağa gitmeleri gereken yaş. Kız çocukları üç ve yedi yaşlarında, erkek çocuklar beş yaşında olmalı. Bu gelenek onlar için 20 yasına gelmeden önce yapılan en önemli tören. Kız çocukları kimono giyerler geleneklere göre. Erkeklere özgü kimono da var. Kimonoyu torunları için servet ödeyip alan büyükanneler olduğu gibi, kiralayanlar da var. Örneğin eşimin annesi kızım doğduğunda benim için servet olan bir rakam (3000 Dolar) ödeyip almıştı!

Ancak iyi korunursa kendi çocuklarına giydirebilir anneler o kimonoyu, benim kızımın yaptığı gibi. Tabii ki koruyup saklayan bendim.

Kimono tek başına değil … bele “obi” denilen kuşak takılır, “zori” denilen parmak arası özel terlik giyilir, saça özel tokalar takılır ve törene gitmeden önce saçlar kuaförde yapılır. Törene giderken çocukları gözlemlemek ilginç. Kimono kirlenmesin diye telaşlanan anneler, her gün spor ayakkabıya alışkın ayaklarıyla giydikleri terliklerle yürümeye çalışırken dengesini kaybedip düşen çocuklar ve kızan anneler … Hava durumu da önemli.

Tapınakta tören gruplar halinde yapılır. Sinturizm rahibi duasını yaparken çocukların çoğu esner, ağlayanlar da olur. Törenden sonra her çocuğa hediye ve “chisato” denilen şekerlemenin olduğu torba veriliyor. Çocukların yüzü gülmeye başlar işte o zaman. Daha sonra aile ile birlikte yemeğe gidilir. Kızım üç ve yedi yaşında, oğlum beş yaşında iken törene katıldılar.

Geçen yıl kızım kendi kimonosunu kızına giydirdi. Emiru süslenmeyi sevdiği halde yüzü bir türlü gülmedi. Çok zor o kimonoyu taşımak. İki kez giydim biliyorum ne kadar zor olduğunu.

O günü unutulmaz kılmak için aileler kendileri fotoğraf çekerler ama fotoğrafçıda çektirenler de var. Benim çevremde olmadı ama o gün salon kiralayıp parti yapanların olduğunu da duydum ve televizyonda gördüm. Kimonodan başka özel hazırlamış nişan kıyafeti gibi elbise giyen kızlar, damat gibi takım elbiseli erkek çocuklarını görmek mümkün o özel partilerde.

Yıllar önce kızımın fotoğrafının yer aldığı yazım çıkmıştı bir dergide. İngilizce bir metindi. En sonunda torunlarımın da bu günlerini görmek dileğiyle bitirmişim yazıyı.

Kızım ve oğlumun birlikte katıldığı törenden bir kare

Kızımın kızının özel gününü görmek kısmet oldu. Şimdiki arzum oğlumun çocuğunun da bu özel gününü görebilmek.

Aslında tüm dünya çocukları için dileğim, sağlıklı ortamda büyümeleri, barış içinde ve huzurlu günlerde yaşamaları.

 

 

 

 

 

 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 

 
 

Adana Sinema Müzesi: Türkiye’nin İlk Kent Sinema Müzesi

adana-cinema-museum

Adana’da bir sinema müzesi olduğunu biliyor musunuz? 

Bir sinemasever olarak böyle bir sinema müzesinin varlığı beni çok heyecanlandırdı ve bu güzel müzeyi size tanıtmak istedim.

Adana Büyükşehir Belediyesi’nce Tepebağ semtindeki eski Adana evlerinden biri restore edilerek sinema müzesine dönüştürülmüş ve 2011 yılında 18. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali  etkinlikleri kapsamında hizmete açılmış.

Niçin Adana derseniz… Bir zamanlar Adana, Yeşilçam’ın lokomotifi olmuş; sektör Adanalı sinema seyircisi ve işletmecileri tarafından yönlendirilmiş. 60’lı yılların sonu ile 70’li yılların ortasına kadar Adana’da 200 tane açık hava sineması varmış dersem, sanırım durum daha iyi anlaşılır.

Müze ziyaretinde, sektörde bulunan Adanalı sanatçı sayısının oldukça fazla olduğunu öğrenince çok şaşırıyorum. Sonra da neden şaşırdığıma şaşırıyorum. Bu sanatçılar arasında kimler yok ki!

Oyuncular: Yılmaz Güney, Ali Şen, Şener Şen, Aytaç Arman, Menderes Samancılar, Bilal İnci, Demir Karahan, Salih Güney, Yılmaz Köksal, Meral Zeren, Levent Özdilek…

Senaryo Yazarları: Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Muzaffer İzgü…

Yapımcı ve Yönetmenler: Abdurrahman Keskiner, Ali Özgentürk, İrfan Atasoy, Yılmaz Duru, Sami Güçlü, Şahin Kaygun…

Adanalı Sinemacılar Odası’nın bir duvarı Adanalı sinemacıların fotoğraflarına ayrılmış. Fotoğrafı bulunanlar, Adanalı sinemacıların sadece bir bölümünü oluşturuyor. Yer kalmadığından diğer sanatçıların isimleri listelenmiş. Tarama ve arşiv çalışmaları yoğun bir şekilde sürüyormuş.

Girişin ücretsiz olduğu müzede genç görevliler size  eşlik ediyor ve müze gezinizde rehberlik ediyorlar.

-Yılmaz Güney Odası
-Adanalı Sinemacılar Odası
-Altın Koza Odası
-Kütüphane ve Arşiv Odası

şeklinde bölümlere ayrılmış.

Yılmaz Güney Odası’nda, Yılmaz Güney’in ‘Umut” filminde canlandırdığı “Cabbar” adlı karakterin balmumu heykeli, filmlerine ait afişler, fotoğraflar, bazı filmlerinde kullandığı eşyalar (silah, fincan takımı, vb.) ile 1971 yılında Altın Koza Film Festivali’nde aldığı ödül sergileniyor.

Odanın girişindeki koridorda, Yılmaz Güney’in hapishaneden eşine yazdığı mektuplar ile “Umut” ve “Seyyithan” filmlerinin afişlerine yer verilmiş.

Adanalı Sinemacılar Odası’nın bir köşesinde Abidin Dino ve Orhan Kemal sanat üzerine koyu bir sohbete dalmışlar. Abidin Dino, abisi Arif Dino ile dedesi Abidin Paşa’nın valilik yaptığı kente yıllar sonra sürgüne gönderiliyor. Orhan Kemal ve Yaşar Kemal ile uzun süren dostlukları burada başlıyor. Tek geçim kaynağı kalemi olan Orhan Kemal, senaryo yazarlığı da yapmak zorunda kalmış. “Gurbet Kuşları”, “Murtaza” gibi bir çok filmin senaryo ve diyaloglarını yazmış.

Adanalı  sinemacıların içinde bulunduğu sinema afişleri yoğunlukta. Bunlardan biri de, Nazım Hikmet’in 1937 yılında rejisörlüğünü yaptığı, başrollerinde Arif Dino, Ferdi Tayfur ve Güzin Dino’nun oynadığı “Güneşe Doğru” filminin afişi. Nazım Hikmet arka planda birçok sinema filmine katkıda bulunmuş. Ancak, adının yazılı olduğu (yazılmasına izin verdiği) tek sinema afişi bu. Filmin dekorunda ise Abidin Dino’nun imzasını görüyoruz. Yine Abidin Dino’nun 1966 Yılı Dünya Kupası’nda çektiği ilk ve tek sinema filmi “Goal World Cup 1966” adlı belgeselin afişini de görebilmek mümkün.

Muzaffer İzgü’nün daktilo ve eşyaları da odanın başka bir köşesinde yerini almış.

Altın Koza Odası’nda festival ve film yarışmalarına ilişkin haberler, gazete küpürleri, fotoğraflar ve ödül olarak verilen heykel örnekleri yer alıyor.

Müzenin girişinde 1971 yılı Altın Koza Film Festivali’nde en iyi kadın ve en iyi erkek oyuncu ödüllerini alan Fatma Girik ve Yılmaz Güney’in birlikte fotoğrafı dikkat çekiyor.

Adanalı oyuncu, yapımcı, yönetmen, senarist ve dahi dansçı Yılmaz Duru’nun (1929-2010) kıyafeti, saati vb. özel eşyaları müzede sergilenen eşyalar arasında bulunuyor. 

Müzede sinema ile ilgilenenlerin faydalanabileceği özel bir kütüphane ve arşiv odası da ihmal edilmemiş.

Türk sinema tarihinde önemli bir yere sahip olan Adana’ya sinema müzesi çok yakışmış.  Şehir çok sayıda sinema sanatçısı yetiştirmiş ve bu sanatçılarının anısına çok güzel bir müze yapmış. Emeği geçenlere, özellikle  de Adana Büyükşehir Belediye’sine teşekkürler…

Adana Sinema Müzesi’ni hayranlıkla gezmeme rağmen bir öneride bulunmadan yazımı tamamlayamayacağım. Müzenin şu anki binası eski bir konak ve mevcut alan etkin bir şekilde kullanılmış. Binanın bitişiğindeki yapının da müzeye dahil edilme çalışmaları olduğunu duydum. 

Yeni bir bölüm yaratma imkanı olması nedeni ile İtalya Torino Müzesi’ne benzer bir şekilde herhangi bir salona sinema perdesi ve rahat koltuklar yerleştirilerek sürekli film gösterisi yapılmasının değerlendirilmesini diliyorum. Torino Müzesi’nden çektiğim bir resmi de ekliyorum.

Adana’ya yolunuz düşerse Türkiye’nin bu ilk kent sinema müzesinden ilginizi esirgemeyin. Sinema afişleri arasında nostaljik bir yolculuk yapıp, arşivden seçtiğiniz bir filmi izleyin. İyi gelecek…

Video ile müzeyi gezmek isterseniz…

Londra Gezi Rehberi: Aristokrat ve Demokrat

Londra dünyanın en çok turist çeken şehirlerinden biri. Tarihin, sanatın, estetiğin ve yeniliğin uyumu ile yemyeşil bir şehir. Sekiz milyon yaşayanı ile Avrupa’nın en kalabalık üçüncü şehri. Birinci sırada İstanbul, ikinci sırada Moskova’dan sonra geliyor. O kalabalığına rağmen İstanbul’un kargaşasından uzak, Moskova gibi düzenli ve planlı.

İngiltere vizesi alıp Londra’ya gitmeyi planlarken gitmişken bir iki şehir daha gezmeyi düşünmemeli.. Londra’da o kadar çok yer var ki, görülecek, gezilecek.. Bir şehir için ayırabileceğiniz en uzun süreyi ayırmanızı tavsiye ederim. Her zevke hitap eden, ulaşımı kolay, zengin, renkli bir şehir.  

Bir tek gezi yazısı ile detaylı ve her şeyi ile Londra’yı anlatabilmek oldukça güç. Bu nedenle bu yazıda öncelikle ulaşım  açısından kolaylık olsun diye Londra’yı bölgelere göre ayırıp, bizim deneyimlerimize göre mutlaka görülmesi gereken yerleri bir kaç cümle ve resimler ile özetlemeye çalışabileceğim.


Şehir içi ulaşımda kullanacağımız toplu ulaşım kartı edinmeden başlayalım. İki çeşit ucuza ulaşım var, birisi oyster card (kent kart gibi) para yükleyebileceğiniz  ve tek bilet kullanımına göre yüzde 30 indirim sağlayan bir kart. Diğeri travel card, bizim de tercih ettiğimiz bu kart ile otobüsü, treni ve metroyu  istediğiniz kadar kullanabiliyorsunuz. Eğer en az 5 gün Londra’da kalacaksanız mutlak travel kart alınmalı. Kart   tren istasyonlarından satılıyor, resminiz karta yapıştırılıyor, birinci ve ikinci  zonda geçerli. Turist olarak gezilecek tüm yerler de zaten bu iki zonda yer alıyor. Fiyatı 32 pound olan  kartın diğer bir avantajı  ücretli müzelere 2 kişi 1 biletle girebiliyorsunuz nehir turunda da aynı şekilde. Kısaca eğer iki kişi gezecekseniz çok avantajlı. 


Otobüslerde kartınızı şöföre gösterip geçiyor, metroda girerken çıkarken makineden geçiriyorsunuz.. Londra’nın 14 metro hattı ile dünyanın en çok metro hattına sahip şehirleri arasında. Tabi Londra’nın çok sevimli, kırmızı ve iki katlı otobüsleri de çok sık geçiyor, duraklarda güzergahları yazıyor, taksi ise pahalı bir ulaşım aracı.
Yolculuğumuza Heatrow Havaalanı’ndan başlarsak,  travel ve oyster kartla merkeze kadar metro ile ulaşabiliyorsunuz. Diğer hava alanları Gatwick ve Stansted Havaalanları’ndandan önce Victoria Tren İstasyonu’na ulaşıyoruz. Buradan metro ile her bölgeye ulaşım kolay. Bu havalimanlarından Victoria Tren İstasyonu’na otobüsle ulaşım 10-11 pound, tren ise 20-25 pound. Tabi ki otobüs ile şehre giriş yapmak keyifli olabilir ancak yolculuk  2 saat 15 dakika sürüyor. Bir an önce oteline ulaşmak isteyenler için uzun bir süre sayılabilir.Tren ile  Victoria Tren İstasyonu’na 45-50 dakikalık süren daha kısa bir yolculuk alternatifiniz var tercih sizin.
Havaalanından şehre ulaştığımıza göre, sıra şehri hangi planla gezmeli. Londra’da mutlaka görmek istediğimiz yerleri belirledik ve birbirlerine yakın yerleri bir arada gezerek ulaşımı kolaylaştırdık ve  zamanımızı iyi kullanmaya çalıştık. Bu yazıda da Londra’nın görülecek yerlerinin beş bölüm halinde topladım. Gezmeye başlayabiliriz.
Londra Gezilecek Yerler
Birinci bölümde gezdiğimiz yerler Monument of Fire of London, Tower of London, Tower Bridge, Borough Market ve St.Paul Katedral.
İlk bölgede gezimize metronun Monument durağında inip Monument of Fire of London ile başladık. Yapı 13.yüzyılda Londra yangınlardan çok çektiği için gözlem kulesi olarak yapılmış.
London
Gözlem kulesini dıştan görerek, Tower of London’a doğru yolun aşağısına doğru yürüdük,  tahmini 15 dakika sonra sol yanımızda Tower of London sağ yanımızda ise Thames Nehri akıyordu .Bu yapı geçmişte hapishane, gözlemevi, işkencehane, darphane olarak kullanılmış, bugün müze olarak kullanıma açılmış. Müze  girişi 25 pound resimli travel kartla iki  kişi için bir bilet.    

Hemen karşı kıyıdan yapıyı solumuza alarak ilerleyip Tower of Bridge’e ulaşıyoruz. Köprü 1800’li yıllarda yapımına başlanmış, açılabilen demir bir köprü.  Londra’nın simgelerinden biri, Thames Nehri üzerinde gösterişli duruyor.                                







Köprü ayağından yukarı çıkıp karşı kıyıya geçmeden Tower Bridge Exibition Center’a  geliyoruz. Mutlak gezilesi müze giriş ücreti  9 pound yine  travel card ile iki kişi bir bilet. Yukarı çıkıp 42 metre yükseklikten Thames Nehri ve  Londra’yı seyredebiliyoruz. O yükseklikte camdan zemin üzerinden aşağıyı seyretmek ilginç bir deneyim oluyor.

Köprüyü geçip sağa dönünce City Hall binası karşımızda.. Belediyeye ait bir ilginç mimarili yapı. Belediyenin önünde Thames kenarında oturup karşınızda Tower Brıdge ve Tower of London’ı seyyar kahveciden aldığınız kahvelerinizi yudumlayarak seyredebilirsiniz.

Bir kahve molasından sonra nehir üzerindeki diğer köprülere doğru yürüyoruz, Londra’da o kadar çok gezilecek yer olunca, bankta veya kafede ancak kısa kahve molaları verebildik, daha çok zamanımızı yürüyerek geçirdik.
Yürümeye devam sırada önce London Bridge, sonra Southwark Bridge var. Buradan sonra Shakespeare Globe Theatre ve Tate Modern’i gezebiliriz, ikisi de ücretsiz.

Shakespeare  Globe’a  Shakespeare hayranlarının uğramasını öneriyoruz. Tarihi ve üstü açık sahnede yaz döneminde tiyatro izleme şansınız da bulunmakta.

Tate Galeri Londra’da görülmesi gereken Modern Sanat Müzesi. Bu ünlü galeride neler görebileceğiniz konusunda fikir versin diye iki eser aşağıda resimlendi. Bir yandan ünlü modern ressamların resimleri, diğer yandan değişik tasarımlar. Daha neler neler… Üstelik geçici sergilerin de olduğu modern sanat müzesi nasıl anlatılır ki. Gitmeli, görmeli…

Tate Galeri’nin ilgi çekicisi eserlerini uzun uzun inceledikten sonra sıra manzaralı Galerinin kafesinde. Kafede kahvemizi içerken Thames Nehri’nin karşı kıyısında bir sonraki durağımız tüm haşmeti ile  St. Paul Katedrali süzülüyor, Nehrin üzerinden geçeceğimiz meşhur  Millenium Köprüsü’de karşımızda..
Tarihi Londra’nın genç köprüsü 2000 yılında Milenium anısına yapılan Millennium Bridge. Demirden yapılmış ve sadece yaya trafiğine açık köprüden Katedrale yürüyoruz. 
Köprünün altında Borough Market var, Perşembe günleri ikinci el eşyaları satılıyormuş. Her gün yiyecek standları açık ve dünyanın birçok  ülkesinden lezzetler  tadabilirsiniz. 

Köprüden karşıya yılda 2 milyon turistin ziyaret ettiği St.Paul Katedrali’ne ulaştık. Katedral girişi 18 pound, ayin varsa bedava. Katedral aslında aynı alana kurulan beşinci  dini bina. Daha öncekiler işgaller ve yangınlardan zarar görmüş, son hali 1708 yılında bitirilmiş. Prens Charles ve Diana’nın evlilik töreni de burada yapılmış. 

Katedralin içindeki aydınlık, ferah ve beyaz havadan etkilenip, freskler ve mozaiklerle yetinmeyip, merdivenlerden çıkmayı göze alırsanız önce fısıltı galerisine çıkabilirsiniz. Fısıltı ile bir şey söyleseniz bile galeride duyulduğunu göreceksiniz, 

Yılmayıp Stone Galeri’ye, hatta daha da devam edip Golden Galeriye çıkarsanız her yönden Londra’nın nefes kesen görüntüsü ile karşılaşırsınız. 

İkinci bölüm Buckingham Sarayı, Horse of Guard Parade, Down Street 10, Big Ben, Parlament of House, London Eye, St. Margaret Church, Westminister Abey. 

Erken kalkıp metronun Greenpark durağında iniyor, Green Parkı’n içinden geçerek saat 11.30’da Buckingham Sarayı’nda olup nöbet değişimini seyredeceğiz, yazın her gün, kışın 2 günde bir yapılan turistik bir seremoni kaçırılmamalı değil mi?

Tam karşısındaki St James Park’a doğru ilerleyip parkın içinden geçerek büyük bir meydana geliyoruz, Burada önünde çok büyük bir meydanla birkaç yapı var. Kraliçenin atlı koruyucularının olduğu Horse of Guard Parade. Yapının önünde atlı polislerle fotoğraf çektirebilirsiniz.  

Sağdan aşağı doğru yürüyünce Down Street’e’ ilerliyor ve İngiltere Başbakan’ının oturduğu Down Street 10 numarayı sokağın başından görüyoruz.

Biraz aşağı yürüyünce evet karşımızda Londra’nın simgesi Big Ben. Big Ben’in yüksekliği 96 metre  ve saat çalınca sesi 14 km’den duyuluyormuş. Hemen Big Ben’e bitişik bina Parlamento Binası. Parlamento ziyaret edilebilmekte. Demokrasinin beşiği İngiltere’de Meclis nasıl çalışıyor, yasalar nasıl görüşülüyor, meraklısına Parlamentoyu ziyaret önerilir.

Hemen arka siluette London Eye var, Londra’nın tam ortasında yer alan dönme dolap, Londra’nın modern yüzü. Londra’yı her yönden açık havalarda 40 km kadar bir uzaklığı görebileceğiniz 32 cam kapsülden oluşan bir dönme dolap. 

Yolculuk 30 dakika sürüyor ve fiyatı 22,50 pound. Süreye, fiyata ve uzun kuyruğa rağmen Londra’ya gelince yapılacak ilk on aktivite arasındadır, Güneş batarken binerseniz de harika bir Londra manzarası sizi bekliyor.

Meydanın hemen sol tarafında St.Margaret Church ve Wesminister Abey görünüyor. Church ücretsiz, Westminister Abbey Kraliyet ailesinin törenlerinin yapıldığı, İngiltere tarihinde önemli bir kilise.Darwin, Newton gibi birçok alanında ünlü kişilerin mezarı da burada yer alıyor. Westminster Abey ücretli.

3.bölümüz, Müzeler Günümüz: National Museum, Science Museum, Victoria Albert Museum, Kensington Garden, Kensington Sarayı, Royal Albert Hall, Royal Park.; Metrodan  South Kensıngton durağında inince her üç müzeye de ulaşılabiliyor. 

Müzelerin birbirlerine yakın,mesafeler 80-100 metre arasında. Science Museum’i tam olarak  anlayabilmek için iyi bir İngilizce gerekli.

National Museum’de görülecek çok şey var, dünyanın oluşumu, hayvanlar, insanlar, uzay.

Victoria Albert  bence en ilginci birçok heykel, takı, ev eşyası ile. Otantik kafesi de oturmak için güzel.                                                  

National Museum yakınlarında ünlü Imperial College birçok binasını görebilirsiniz. Yolun yukarısına doğru  tahmini 800 metre sonra Kensington Sarayı ve Kensington Bahçesi’ne ulaşabiliyoruz. ziyaret ücreti 15 pound.

Royal Albert Hall’e geliyoruz, Bu bina  İngiltere’nin önemli bir gösteri merkezi.

Yine yakınlarda Royal Park,güzel bir park özellikle Kraliçe Elızabeth bahçesi çok güzel. 

4.bölüm;Sıra Londra’nın kalbi, meşhur Hyde Park, biraz da alışveriş: Oxford, Bond Caddesi, Selfbridge, Harrods, Notting Hill; metrodan Hyde Park Corner durağında iniyor ve Wellington Arch’tan Hyde Park’a giriyoruz, 

Dünyaca ünlü Hyde Park kişilerin özgürce konuşma yapmaları ile tanınan parkta şehrin ortasında uzun yürüyüşler sonrası çimlerine uzanıp mola vermek çok keyifli. Sonrasında  yürüyerek güzel bir bahçeye girip Peter Pan Heykeli’ni de görebilirsiniz,

Parkın içinde göller, yürüyüş alanları, Prenses Diana Anma Noktası, Kensıngton Garden ve Sarayı mevcut. Tekrar Hyde Park Corner’e gelip aşağı doğru yürüyünce Oxford Caddesi ve Bond Caddesine geliyorsunuz. 

Oxford caddesinde çok sayıda ünlü markaların mağazaları yer alıyor. Bu cadde de binalar tarihi, hoş ve çok yüksek değil,  hafta sonları da çok kalabalık. 

En ünlü iki İngiliz mağazası Harrods ve Selfbridges. Harrods’ın çok gösterişli tarihi binası sizi içeriye girmeden etkiliyor. Mağazada fiyatlar yüksek ama içeriye girmek, gezmek güzel.

Tabi Harrods Mağazası söz konusu olunca, içeride yer alan Diana ve Sevgilisinin köşesini görmeden olmaz.

Buradan metroya binip Notting Hill durağında inerek, dar sokakları ve filmiyle tanınan semte gidiyoruz, bu bölgeye ziyaretinizi Cumartesi gününe  denk getirirseniz 13. yüzyıldan kalma meşhur Portebello Road Market’i gezebilirsiniz. Geniş bir alanda ikinci el eşyaların da satıldığı ünlü bir pazar, mutfak eşyaları ve birçok  hediyelik eşya bulunabilir tabi ünlü bir pazar  olduğundan ucuz objeler bulamayabilirsiniz.

Evet Londra’nın olmazsa olmazlar içinde son bölüme geldik. British Museum, Royal Court of Justice, Covent Garden, Leicester Square, National Galery, Trafalgar Square, Picadily Circus, Soho ve Çin Mahallesi. Metronun Hollborn veya Tottenham Road durağında inerek 200 metre sonra British Museum’a ulaşırsınız.

British Museum’da dünyanın her yerinden toplanmış en değerli eserlerini görebilirsiniz. Müzede seçim yaparak bazı salonları gezebilirsiniz. Türkiye’den götürülen çok eser var, 

Ancak dünyanın yedi harikasından birisi Bodrum Mousolos Anıt Mezarı’nın British Müzeum’da olduğunu, Bodrum’da ise sadece bir çukur ve üç beş taş olduğunu biliyor musunuz? Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaç British Museum Müdürü’ne mektup yazarak, bu eserlerin Bodrum’un mavi göğü altına daha çok yakışacağını belirterek geri istemiş, British Museum Müdürü’nün cevabı ise  ‘İsteğiniz üzerine salonun duvarlarını Eğe mavisine boyadık’ şeklinde olmuş. British Museum’un tek maviye boyalı salonunda bu dünya harikası Mozoleyi ziyaret etmeyi unutmayın. Yine Fethiye Ksantos’tan kaçırılan yine büyük bir anıt mezar da görülmeye değer. Tabi tercihinize göre  Mısır, Asur, Aztek, Çin, Yunan, Roma her türlü uygarlıklardan seçilmiş parçalar yer alıyor. 

Müzeden çıkıp tahmini 800 metre yürüme mesafesinde çok gösterişli bir bina Adalet Sarayı, Royal Court of Justice’e ulaşılıyor. Tabi ki binayı dışarıdan gördük.

Yine bu alanda Holborn da meşhur okul London School of Economics’in önünden yürüdük. .Bu noktadan metro veya otobüsle durağı aynı isimde olan Covent Garden’a  gidiyoruz. Londra’nın en güzel bölgelerinden birisi, sokak gösterileri ve Apple Market çarşısı çok güzel, birçok yiyecek alternatifi de mevcut.

Yine bu bölgede ücretli girilen London Transport Müzesi var. Biz müzeye girmedik. Yakında turistik bir meydan Leicester Square’den geçip, National Galeri  Müzesi’nin de yer aldığı ortada aslan ve havuzu olan Trafalgar Square’e ulaştık. Trafalgar Square’de gösteriler, yılbaşı partileri yapılıyor. Hareketli, ziyaretçisi çok önemli bir meydan.

Bir müddet daha yürüyünce, özellıkle geceleri New York, Times Square benzeyen ışıltılı bir yer. Piccadilly Circus’a ulaşıyorsunuz. Yukarı yürüyünce Soho  ve yine buraya çok yakın Çin mahallesi’ni görebilirsiniz.. Son olarak bahsettiğim üç bölgeyi özellikle gece ve hafta sonları gezmenizi tavsiye ediyorum.

6.bölüm: Camden Town, London Zoo ve Regent Park. Şehrin en ilginç yerlerinden olan Camden Town’a aynı isimli metro durağında inerek yürüyoruz.








Sağlı sollu birçok hediyelik eşya giyim kuşam satılan bu caddenin sonunda Camden Lock Market alanına geliyoruz. Girişinde at heykellerinin olduğu eski eşya pazarı ve birçok ulusun yemeklerini tadabileceğiniz bir alan. 

Alanın ilerisinde  Regent Canal’a ulaşılıyor. Bu kanalın ilerisinde London Zoo’nun da yer aldığı  Regent Park var.

Yeme İçme Gece Hayatı

Big Ben ve London Eye tarafı şehrin merkezi olmasına ve ışıklandırılmasına rağmen akşamları zaman geçirmek için çok hareketli değil. Buna karşın Çin Mahallesi, Soho, Piccadilly Circus ışıl ışıl, hareketli, canlı kalabalık. Çok sayıda restoran ve bar buralarda. Londra’da ortalama bir yermek 15-20 pound. Öğlen yemeği için marketlerden 5 poundluk sandviçler ile karnınızı doyurabilirsiniz. İngiliz mutfağı dünyada ünlü bir mutfak değil. Klasik olarak fish and chips deneyebilirsiniz. Tabi Londra’da değişik ülke mutfaklarını da tadabilirsiniz.

Son Söz

Londra’yı mutlaka görün geizn dememize gerek yok. Öncelikle gezilecek şehirler arasında olduğu açık. Bu yazımızda ilk kez Londra’ya gidecekler için mutlaka görülecek yerleri kısaca yazmaya çalıştık. Londra tekrar tekrar, kültür, sanat, tarih için gezilecek şehir.

Yazımızı bitirmeden Londra’nın üç simgesinin fotoğraflarını da ekleyelim. Big Ben, kırmızı otobüsleri ve kırmızı telefon kulübeleri. Dönerken alacağınız magnetler, anahtarlıklar, bardaklar hediyelik eşyalarla anılarınızda bu simgeler ve  Londra hep yaşayacak. 

 

İran Yezd Gezi Rehberi: Zerdüşlüğün Doğduğu Şehir

İran seyahatimizin yeni rotası “Çöl Melikesi” olarak adlandırılan Yezd şehri. Yezd tarihi çok eskilere dayanıyor, şehir tarihi İpek Yolu üzerinde olduğundan önemli bir ticaret merkezi olmuş. Bölgede yaşamın M.Ö. 700’lü yıllara uzandığı saptanmış. İsmiyle ilgili Yezd kelimesinin “Allah” anlamına gelen “Yezdan” kelimesinden türetildiği bir görüş, diğer bir görüş ise Sasani kralı Yezdgerd‘e ithafen “Yezdan Gerd” olduğu şeklinde. Yunanlı tarihçiler “Ayatis”, Müslümanlar ise “Dar’ül İbate” olarak şehri isimlendirmiş. Venedikli seyyah Marco Polo’da anılarında buradan bahsetmiş.

Yezd 4000 metrelik bir dağın eteklerinde, etrafı çöllerle çevrili, çöl iklimini yansıtan evleri, rüzgar kuleleri ve antik su kanalları ile sessizliğin sesi olan bir şehir adeta. Şehir Zerdüşt dininin en yoğun yaşandığı bir şehir olup Ateşgah’ıyla, sessizlik kuleleriyle insanı adeta büyülüyor. Çöl iklimi insanları çözüm arayışına itmiş ve böylece evleri serinletmek için Yezd’liler “Kanat” sistemini İran’da ilk olarak uygulayan kişiler olmuş. Bugün bile su sistemleri konusunda daha çok Yezd’liler istihdam edilmekteymiş.

Yezd, Sasaniler zamanında Zerdüştlerin yaşadığı bir kentmiş. Arap istilası sırasında da pek çok Zerdüşt Yezd’e gelmiş. Ancak İran devrimi sonrasında bu dine hoşgörüsüzlük yüzünden özellikle  Hindistan’a önemli ölçüde göç yaşanmış.

Birkaç sene önce Nazan Bekiroğlu’nun “Nar Ağacı” isimli, konusu Yezd de dahil olmak üzere pek çok şehirde geçen bir romanı okumuştum. Kitapta Zerdüştlerden ve geleneklerinden de bahsediliyordu. O zaman Zerdüştleri aslında hiç tanımadığımızı ve kolaycılığa kaçarak onları “ateşe tapanlar” olarak nitelendirdiğimizi anlamıştım. Bu yüzden de gerçek mekanında bu dini ve ritüellerini görmek bana heyecan veriyordu.

Zerdüştlük dünyanın en eski, tek tanrılı dinlerinden arasında. Bu din yaklaşık olarak 3.500 yıl önce Peygamberi Zerdüşt Espantaman tarafından İran’da başlatılmış. Rivayet odur ki Espantaman 30 yaşlarındayken Tanrı’nın meleği Vohu Mana ona ilk vahiyleri iletiyor. Bu vahiyler beş bölümden (Yesna, Visperad, Yaşt, Videvdat ve Hurda) oluşan kutsal kitapları Avesta’da toplanmış.

Zerdüştlük M.Ö. 600 ve M.S. 650 yılları arasında Pers İmparatorluğu’nun resmi dini olmuş. Bu dine inananlar beden öldükten sonra dirilip, tek tanrıları olan Ahura Mazda’nın huzuruna çıkacaklarına ve sorgulanacaklarına inanıyorlarmış. Zerdüştlerin sayısı giderek azalmakta, dünya çapında 190.000 kişi olduğu tahmin edilmekteymiş.

Zerdüştler doğal elementleri (su, toprak, hava, ateş) kutsal sayıyorlar ve bunların kirletilmemesi gerektiğine inanıyorlar. Ateş dolayısıyla ışık tanrısal saflığın, temizliğin ve iyiliğin bir sembolü olduğundan ateşe, aydınlığa veya Güneşe bakarak günde beş  kez ibadet ediyorlarmış. İran’da yaygın olduğu dönemde rahipler sınıfı, askerler, çiftçiler gibi her toplumsal tabakanın kendine has bir kutsal ateşi varmış.

Ateş tapınakları da üç farklı kategoride sınıflandırılıyormuş. Ateş Dadgah, Ateş Adaran (Ateşlerin Ateşi) ve Ateş Behram (Ateşin Zaferi) olarak yapılan bu sıralama, aynı zamanda kutsallık anlamında da en alt seviyeden en üst seviyeye doğru sıralamayı anlatıyormuş. Ateş Behramların ateşi 16 değişik ateşin bir araya getirilmesinden oluşuyormuş. Her bir ateş diğerlerine katılmadan önce arındırma işlemine tabi tutuluyormuş ve bu törenleri 32 rahip gerçekleştiriyormuş. Bu sürecin tamamlanması bir yıla kadar sürebiliyormuş.

Yezd‘de ziyaret ettiğimiz Ateşgah da Ateş Behram yani en kutsal olan ateş tapınaklarındanmış. Bu Ateşgah (Varahram Sunağı) da Zerdüşt dininin en önemli ateş tapınaklarından biriymiş. Binanın mimari yapısı da Hindistan’daki tapınaklara benziyormuş.

Binanın dış yüzünde Zerdüştlerin kuş-adam (Faravahar) sembolü bulunuyor. Bu sembol Zerdüştler için önem taşıyormuş. İranlıların milli şairlerinden  olan Firdevsi’nin mezarında da bu sembol bulunuyormuş. Fravaşi isimli koruyucu meleği temsil eden Faravahar sembolü Zerdüştlüğün ahlaki prensiplerini ifade ediyormuş. Bu sembolde adamın bir elinde sadakat anlamına gelen bir yüzük varmış ve diğer eli de saygıyı ifade ediyormuş. Yaşlı adamın sağ eli ileriyi, doğru yolu Ahura Mazda’nın yolunu gösteriyormuş. Üç katlı kanatları ise düşüncede, sözde ve davranışta (humusta, hukukta, huvarşta) saf olunması konusundaki Zerdüşt inancını gösteriyormuş.

Binanın içindeki kapalı alanda yanan kutsal ateş ise 470 yılından beri hiç sönmeden yakılmaktaymış. Bu yanan ateş Ardakan’daki orijinal yerinden 1940 yılında Yezd’e nakledilmiş. Zerdüşt inancına göre ateşin kirletilmemesi gerektiğinden yakmak için kullanılan yakıtlar da, yakan kişiler de temiz olmalıymış. Görevli rahipler badem veya kayısı odunlarını ateşe atmakta ve 24 saat süreyle hiç sönmeden yanmasını sağlamaktalarmış. İnsan elinin ve nefesinin kirli olduğuna inanıldığından rahipler ateşi canlandırmak için eldivenlerle ve ağızlarını da kapatarak girmek zorundalarmış.

Biz de bu ritüele bizzat şahit olduk. Beyaz bir önlük giymiş olan rahibi elinde beyaz eldivenleri, başında bonesi, ağzını ve burnunu kapatan beyaz maskesiyle büyük bir kadehin içindeki ateşe odun atarken görme imkanımız oldu. Camın arkasında olduğundan yansıma yapıyor ve maalesef fotoğraflarda çok net gözükmüyor.

Tapınaktaki tablolarda Zerdüşt’ün büyük boy temsili bir portresi bulunmaktadır. Duvarlarda Zerdüştlerin kutsal kitabı olan Avesta’dan bazı ayetler ve açıklamaları ile birlikte yer almaktadır.

 

Yezd’de ikinci durağımız   cami, medrese ve pazardan oluşan tarihi bir külliye bulunan Emir Çakmak Meydanı‘ydı. Yeni Cami (Emir Çakmak Mescidi) Safeviler döneminde Yezd Valisi Emir Celalettin Çakmak’ın adına eşi Seti (Bibi) Fatıma Hatun tarafından yaptırılmış ve 841 yılında tamamlanmış.

Bu yapı 4 eyvanlı kapısı ve ön tarafında bulunan pek çok küçük kubbe ve kemerleriyle Yezd şehrinin sembolü olmuş.

Caminin  giriş kapısı Çakmak Meydanı’na açılmaktadır. Bu Cami, giriş kapısının (ser-der) tavanında nesih stilinde yazılmış kaligrafileriyle ünlüymüş. Camideki taş işlemelerdeki Vakfname metni gümüş naskh hattı kullanılarak yapılmış. Mihrap bölümü mermerden yapılmış ve bu bölümün etrafına çinilerle Kuran-ı Kerim’den ayetler işlenmiş.

Meydanda yaklaşık 10 metre yüksekliğinde tahtadan yapılmış kocaman bir araç gördük. Rehberimiz bize bunun adının Farsçada “hurma ağacı” demek olan “Nakhl” olduğunu söyledi ve hikayesini anlattı. Şiilikte İmam, toplum, devlet ve Müslümanların lideriymiş. Hz. Ali’nin soyundan kendi de dahil olmak üzere on bir imam gelmiş ve bunlar sırasıyla Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Zeynel Abidin, Muhammed Bakır, Cafer Sadık, Musa Kazım, Ali Rıza, Muhammed et-Taki, Ali en-Naki, Hasan Askeri’ymiş. On ikinci imam ise henüz görünmeyen ve geldiğinde dünyaya adalet ve iyilik getirecek olan Muhammed el-Mehdi’ymiş. Şia inancının 3. imamı olan İmam Hüseyin Muharrem ayının 10. gününde şehit edildiğinden her yıl bu günde “Taziye” denilen yas törenleri yapılıyormuş. İşte bu Nakhl öldürülen İmam Hüseyin’in tabutunu sembolize ediyormuş.

Yas törenlerinde Nakhl’ın etrafına siyah örtüler kaplanıyor ve aracın üzeri de kılıçlar, hançerler, bıçaklar, kamalar, meyveler, renkli peçeteler, resimler, yazılar gibi envai çeşit eşya ile donatılıyormuş. İnsanlar bu aracı sokaklarda dolaştırırken ağıtlar yakılıyor ve herkes ağlıyormuş. Yıllar önce bu törenlerle ilgili gazetede bir yazı okuduğumu hatırlıyorum. İnsanlar bu acıyı paylaşmak için kendilerini yaralıyorlarmış ve kan revan içinde kalıyorlarmış. İşte bu şekilde Nakhl aracı üç tur attırıldıktan sonra bir sonraki sene kullanılmak üzere yine aynı yerine konulurmuş. Bizim Meydanda gördüğümüz Nakhl ise tarihi bir araç olup yaklaşık 400-450 yıllık olduğu tahmin edilmekteymiş.

Meydanda biraz gezdikten sonra Su Müzesi’ne gittik.

Su Müzesi‘nde şehrin merkezinden geçen bir Qanat (kanat) yapısının orijinal hali görülebiliyor. Bu Qanat’ın 50 metre kadar derinlikte bulunduğu söyleniyor.  Ayrıca Müzede kanat yapımında kullanılan aletler, kanat yollarını gösteren haritalar, eski aletler ve sergilenmektedir.  Müzeye girildiğinde yukarıdaki kuru havanın yerini rutubetli bir havaya bıraktığını ve ortamın serinlemeye başladığını hissediyorsunuz. İran’da toplam 50 bin kadar kanat bulunduğu tahmin ediliyormuş.

Müzeden sonra sıra Mescid-i Cuma’yı gezmeye gelmişti. Cami Mescidi olarak da bilinen bu cami İran’ın en değerli eserlerinden bir mimarlık harikası.

Cami 1365 yılında yaptırılmış ve İran’daki camiler arasında minarelerinin 48 metre yüksekliği ile birinci geliyormuş. 

Gökyüzüne doğru zarifçe uzanan minareler ve kapıdaki mavi çiniler olağanüstü güzel motiflerle bezenmişti. Binanın içinde geniş bir bahçeye açılan bir eyvan bulunuyormuş.

Cami yapılmadan önce burada bir Zerdüşt tapınağı olduğu yönünde rivayetler varmış. İç süslemelerde bir çok yere küfi yazıyla Allah, Muhammed ve Ali isimlerini yazarken, kubbe kenarındaki motiflere, 4 kozmik gücü simgeleyen dünyanın bilinen en eski sembollerinden olan Svastika’yı da zarif bir şekilde eklemişler. Antik dünyanın Svastikada simgeleşen 4 kozmik gücü, Zerdüştlerin 4 temel elementine tekabül etmekteymiş. 

Svastika sembolü, Hinduizm, Budizm ve Cainizm’e göre kutsalmış. Kökeni Mayalar, Navarrolar ve Sümerler gibi pek çok antik uygarlığa dayanıyormuş. Bilinen ilk kullanımı ise M.Ö. 12.000’li yıllara kadar gidiyormuş. Vişnu’nun 108 sembolünden birisi olup kolları saat yönünde dönük olan şekliyle, başarı ve uğurun yanı sıra hayatın kaynağı olan güneş ışığını simgeliyormuş. Kolları ters yöne dönük şekli ise geceyi ve uğursuzluğu ifade ediyormuş.Bir camide böyle bir sembolü görmek ilginç geliyor. 

Mozaik fayansla kaplı kubbesi türünün en güzel örneklerinden biriymiş. Caminin içi de dışı gibi çok güzeldi. Mihrap mozaik fayansla kaplıymış. Duvarlarda çok değerli çini işlemeleri vardı. Buradaki el yazmaları ise bir kütüphanede muhafaza ediliyormuş. 

Ayrıca camide Cuma günleri gerçekleştirilen bekar kadınlar çöpçatanlık uygulaması da varmış. Kadınlar bir asma kilitle  minareye çıkıp anahtarını bahçedeki erkeklere doğru fırlatırmış. Anahtarı alan erkek kadınla buluşur ve tatlı ısmarlarmış. Bu şekilde tanışan çiftler yaygın inanışa göre mutlu bir evlilik yaparlarmış. Bu hikayeleri dinleyerek ve caminin mistik havasını soluyarak yüksek tavanların ve mavi rengin verdiği içsel dinginliği yaşadık.

Yezd

Burayı da gezdikten sonra rehberlerimiz bizi biraz dinlenmemiz ve halılarını görmemiz için bir halıcıya götürdü. Halılardan önce binanın terasında n Yezd manzarasını seyrettik.

Daha sonra yine çay ikramı eşliğinde halıları gördük. Ancak grubumuzdakiler halı kotalarını İsfahan’da doldurdukları için halı alan olmadı. Fiyat ve çeşit olarak İsfahan’ın daha iyi olduğunu söyleyebilirim.

Artık akşam olmak üzereydi. Meydana geri döndük ve insanların güneşin etkisi azalınca meydanın ortasında piknik yaptıklarına şahit olduk. Yezd gördüğümüz diğer İran şehirlerine göre daha mutaassıp gözüküyordu. Kara çarşaflı kadınların çokluğu ve giyim kuşamın yoksulluğu çağrıştırdığı bir şehir.

Yezd’in  tatlıları ve pastaları çok meşhurmuş. Hajk Halife Ali Rahbar isimli dükkan gerçekten meşhur bir yer olmalı ki ana baba günüydü. Yediklerimiz çok da bize yabancı gelmeyen tatlardı. Bademli olanları özellikle çok beğendim.

Alışverişimizi de yaptıktan sonra rehberlerimiz bizi özel bir kulübe götürdü. “Club Zurkhaneh” bir çeşit spor olan bu etkinliğin yapıldığı yer. “Zurkhaneh” güç, kuvvet evi anlamına geliyormuş. Bina 1580 yıllarında inşa edilmiş ve orijinal hali aslında su deposuymuş. Önce uzun süre vücutlarını ısıtmak için jimnastik hareketleri yaptılar, lobut çevirdiler. Yüksekçe bir yerde birisi tef çalarak ritm tutuyor diğeri de dua gibi bir şeyler okuyordu. Tefin ritmi arttıkça sporcular da hızlanıyordu. Her yaştan sporcular işlemeli ve oldukça değişik uzun şortlar giymişlerdi. Yaklaşık yarım saat izledik ama bir süre sonra sıkıldık. Bu tür gösteriler çok uzun sürüyormuş. Bu gösterinin geleneksel mi yoksa İran devrimi sonrası bu tür eğlence anlayışları mı ortaya çıktığı konusunda tereddütte düştüm.

Yemeğimiz yediğimiz Mehr Traditional Restauran yemek salonunun ortasında havuz olan otantikti bir restorandı ve güzel de bir müzik gösterisi izledik. 

Ertesi günkü programda Zertüşlük inancında ölümle ilgili ritüelin yerine getirildiği Sessizlik Kuleleri (Dakhma) sıradaydı. Zerdüştler daha önce de bahsettiğim gibi toprağı kutsal addediyorlar ve toprağın kirlenmemesi için de ölülerini gömmüyorlar, havayı ve ateşi kirletmemesi için yakmıyorlar, suyu kirletmemesi için de suya atmıyorlar. Bu yüzden eskiden ölülerini sessizlik kuleleri denilen ve yüksek yerlerde bulunan üstü açık alanlara akbabaların parçalaması veya doğal bozulma için korumasız bir şekilde bırakıyorlarmış. Rahiplerle birlikte Zerdüştler o sıcakta kıvrıla kıvrıla giden patikadan ölülerini taşıyarak bu kulelere tırmanırlarmış. 

Ölülerin yakınları ayrılıp evlerinde beklerken Nasellar denilen din görevlileri bir delikten kuşların ölünün vücudunda nereyi  izlerlermiş. Önce ölenin sağ gözünü parçalarlarsa iyi bir yere yani cennete, sol gözünü parçalarlarsa kötü bir yere yani cehenneme gideceğine inanılırmış. Parçalanma ve bozulma tamamlanıncaya kadar yaklaşık bir yıl beklenip kalan kemikler toplanır ve su geçirmeyen lahitlere konulurmuş. Ancak bu uygulamalar Şah Rıza Pehlevi zamanında yasaklanmış. Behnam, Hindistan’da yaşayan Zerdüştlerden bazılarının bu geleneği halen yaşattıklarını söyledi. Günümüzde de bu gelenek yasak olduğundan Zerdüştler ölülerini yine toprakla ve suyla temas etmemesi için beton mezarlara gömüyorlarmış. 

Sessizlik Kuleleriyle birlikte Yezd seyahatimizin de sonuna gelmiş olduk. Zertüşlük dinini ve ritüellerini yakından tanımamızı sağlayan Yezd beniim için unutulmayacak yerler arasına girdi.

Gezgin Gülten İŞÇİMEN’in diğer gezi yazıları için  http://gezininadresi.blogspot.com.tr