ANA SAYFA Blog Sayfa 23

Madrid Gezi Rehberi: Meydanları ve Parklarıyla Yaşayan Şehir

Boğa güreşi, flamenko müziği-dansı, tapası-sangriası, sineması, futbol ve basketbol takımları, Gaudi, Cervantes, Picasso, Salvador Dali, Lorca ve listenin uzayıp gideceği dünyaca ünlü sanatçıları ile az buçuk aşina olduğumuz İspanya’yı yakından tanıyalım deyip bu kez rotamızı  Madrid ve Endülüs’e çevirdik. İtalya gibi Avrupa’nın bu Akdenizli ülkesinde de kendimizi rahat hissedeceğimizden emindik.

Avrupa’nın en kalabalık beşinci şehri olan Madrid’in şehir olarak kuruluşu ve başkent oluşu yakın dönemlere dayanıyor: İlk kez dokuzuncu yüzyılda Emevi Sultanı I. Emir Muhammed tarafından, bugün Palacio Real’in bulunduğu bölgede Toledo’yu Hristiyan saldırılarından korumak ve mola vermek amacıyla küçük çapta bir kale saray yapılıyor. Kaleye Arapça “su yolu” anlamında “Mayrit” adı veriliyor. Bu kale çevresinde gelişen yerleşim yeri 1085 yılına kadar Müslümanlarda kalıyor. Kastilya- Leon Kralı VI. Alfanso  tarafından 1085 yılında Toledo alınırken, Mayrit kalesi ve çevresindeki yerleşim yeri yakılıp yıkılıyor, ancak başkent olarak Toledo seçiliyor, Mayrit uzun süre göz önünde olmuyor.
 
Kral II. Felipe’nin 1561 yılında  Kraliyet Mahkemesini Madrid’e taşıması ve İspanya’nın merkezinde olması nedeniyle başkent ilan etmesi sonrasında Madrid’te önemli yapılar inşa ediliyor, nüfusu ve önemi artıyor. Orta Çağ’da Amerika’nın keşfi sonrasında gelen altın ve ganimetlerle daha da gelişip, zenginleşiyor.

Bugünkü Avrupai görünümünü kazanması ise onsekizinci yüzyılda Kral III. Carlos döneminde oluyor. Castellana Caddesi, Alcala Kapısı, Prado Sarayı, Kraliyet Sarayı (Palacio Real) bu dönemin eserleri. 1808-1813 yıllarında Napolyon Bonapart yönetimindeki Fransa tarafından işgal  ediliyor.

İspanya 1936 ve 1939 yılları arasında, dünyanın en büyük iç savaşlarından birini yaşıyor ve General Franco’nun 1975 yılında ölümüne kadar 36 yıl süren diktatörlük dönemi başlıyor. Bu dönemde tüm devlet kurumları Madrid’te toplanarak, diğer şehirlere göre Madrid ön plana çıkarılıyor.
Günümüzdeki Madrid  hüzünlü ve kanlı geçmişine inat, neşeli ve canlı  bir şehir.

İstanbul’dan Madrid-Barajas Havaalanı’na 3 saat 40 dakika süren bir yolculukla ulaşılıyor. Grup olduğumuzdan şehir merkezine ulaşımda metro ve aktarmalarla uğraşmayıp, taksiyi tercih ettik (süre 20 dak., fiyat fiks 30 Euro).  Otelimiz  Gran Via (caddesi)  ile  Gran Via metro durağının çok yakınında idi.  Otele  yerleştikten  sonra metro   durağının   bulunduğu   Montera Caddesi’nden aşağıya yürüyerek, şehrin tam merkezinde bulunan Puerta del Sol’a çıktık. Sadece yayalara açık olan Montera  üzerinde pek çok kafe, restoran yer alıyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde ise cadde başka bir çehreye bürünüyor.

 

Puerta del Sol (Güneşin Kapısı): Şehrin en ünlü meydanı.  Onbeşinci yüzyılda, şehrin etrafını saran duvarın giriş kapılarından biri burada imiş.  Adını ve yarım daire şeklini bu kapıdan almış. Belki de çevresindeki binaların onarımda olmasından, gördüklerim içinde hayal kırıklığına uğradığım ve en beğenmediğim meydan oldu. Şehrin sembolü olan Ayı ve Kocayemiş  Ağacı Heykeli ile III. Carlos’un heykeli bu meydanda. Meydanın bir ucunda bulunan şehrin sembolü heykeli görebilmek için biraz çaba harcamanız gerekiyor. Şehrin merkezinde olması nedeniyle halkın klasik buluşma ve toplanma yeri olan meydan gece gündüz her daim kalabalık.

1766-1768 yıllarında yapılan ve Franco döneminde İçişleri Bakanlığı olarak kullanılan bu meydandaki kırmızı tuğlalı “Postane Binası” aynı zamanda Franco muhaliflerine yapılan işkenceleri ile anılıyor.
1808 yılında Napolyon tarafından halk isyanının bastırılması, 1912 yılında Başbakan Jose Canalelaj’ın öldürülmesi, 1932 yılında 2. Cumhuriyetin ilan edilmesi gibi geçmişte  bir çok önemli tarihi olaya tanıklık eden Puerta del Sol, şu anda da Madrid’in gösteri merkezi konumunda.

Bir şehri keşfetmenin en iyi yolu yürümek, ancak, zaman kısıtlı olunca şehir turu almak zorunlu ve anlamlı olabiliyor.  Meydandaki büfeden  yaklaşık 2 saat süren şehir turu bileti (12 Euro) alıyoruz. Zamanı bol olanlar bir-iki günlük (21-25 Euro) Hop On-Hop Off bileti alarak şehri daha ayrıntılı keşfedebilirler.
Calle Mayor üzerinde bir süre yürüyerek Plaza de San Miguel’e ulaşıyoruz. Bu meydanın önündeki duraktan başlayan turumuz yine bu durakta sonlanıyor. Şehrin önemli bölgeleri ve genel krokisi kafamızda yerleşiyor. La Latina semti İstanbul’a benzerliği ile dikkatimizi çekiyor. Tur sonunda, edindiğimiz bilgiler ışığında Prado Müzesi’ne ulaşacağımız en kısa rotayı belirliyoruz. Çevre semtleri ve Real Madrid’in meşhur Bernabeu Stadyumunu dışından da olsa görme fırsatı buluyoruz.

Bir zamanlar Avrupa Şampiyonlar Liginde Türk takımlarına cehennem azabı yaşatan bu stadyumda, Barselona forması ile Real  Madrid  ve Barselona takımlarının karşılaşmasını izlemek ve İspanyolların futbol izleme kültürünü deneyimlemek harika olurdu diye düşünüyorum. Kimbilir belki bir gün…
Şehir orta ölçekte, ne küçük ne çok büyük,  düzenli, yeşil ve tarihi binaları ile geçmişine saygılı.  İlk anda geniş caddeleri, meydanları ve parkları ile gönlümüzü çeliyor. A o da bir şey mi Avrupa’nın tüm şehirleri bu özellikleri taşıyor dediğinizi duyar gibiyim. Madrid ve genelinde İspanya’daki meydanlar tarihle bugünü birleştiren, günümüzü de yaşatan meydanlar. Ayrıca kendi ülkemizde şehrin içinde böyle geniş meydanlar ve parklara hasret kalmamız, sokağa çıkmaktan korkar hale gelmemiz gibi nedenlerle içinde bulunduğum ruh halim meydan ve parkları benim için cazip kılmış olabilir. Tabii yaz döneminin ve uzun gecelerin etkisi de vardır, bilemiyorum.
Los Austrias semtinde Basilica de San Francisco el Grande

Mercado de San Miguel: Şehir turu  sonunda Mercado de San Miguel’e uğruyoruz. Burası ayak üstü çeşitli tapaslar, deniz ürünleri deneyebileceğiniz, çeşitli içecekler bulabileceğiniz şarküteri ürünleri vb.  yiyeceklerin de satıldığı, metal mimariye sahip kapalı bir pazar yeri. Yiyeceklerin kokusuna ve çekiciliğine dayanamayarak, denediğimiz tapasları oldukça lezzetli buluyoruz.
Cava Baja: Oturabileceğimiz bir mekan aradığımızdan yakınında bulunduğumuz Cava Baja sokağındaki tapasçılara bakıyoruz, yerel yemek saatine hayli vakit olduğundan yer bulmakta zorlanmıyoruz. Gözümüz dönmüş şekilde neredeyse menüdeki tüm tapas çeşitlerini söylediğimiz TragaTapas adlı mekanın özellikle soslu karides ve kalamarını beğeniyoruz. Kişi başı yemek maliyeti içecek (Sangria) dahil 12 Euro tutuyor.
Dönüşte, Plaza Mayor’dan geçerek yeniden Puerta del Sol’a geliyoruz. Artık güzergahı öğrendik,  Puerta del Sol’u bulunca sorun yok. Bu kez Montera’dan bir önceki caddeyi kullanıyoruz. Özellikle giyim mağazaları ve alışveriş mekanlarının yoğunlukta olduğu bu yol da bizi  meydandan doğrudan Gran Via’ya çıkarıyor.
 
Plaza Mayor (Büyük Meydan): Etrafı üç katlı ve çok balkonlu binalar ile çevrilmiş dikdörtgen meydanın ortasında Kral III. Felipe tarafından yaptırılan, anılan krala ait bir heykel bulunuyor. Bir zamanlar kraliyet törenleri, boğa güreşi, engizisyon yargılamaları ve idamları gibi amaçlar için kullanılan meydan günümüzde sokak gösteri sanatçıları, konserler ve yerel festivallere ev sahipliği yapan, hareketli, turistik bir mekana dönüşmüş.

Prado Müzesi’nin birinci katındaki galerilerden birinde meydanın, tarihdeki işlevini  anlamamızı sağlayan Francisco Rizi’ye ait ilginç bir resim bulunduğunu meraklısına fısıldayayım.
Bu şekilde binaların çevrelediği İspanya klasiği dörtgen (Herrerian tarzı) meydanlara  diğer şehirlerde de rastlamak mümkün. Barcelona’da “Placa Reial” ile Cordoba’da “Plaza de la Corradera” hemen aklıma gelenler.             
         Meydanda üzerinde renkli freskler bulunan bina, “Casa de la Panaderia- Fırıncının Evi” olarak anılıyor. Geçmişte kraliyet ofisleri olarak kullanılan bina, günümüzde Madrid Belediyesi Kültür İşleri Birimince kullanılmaktaymış.
Çevresi kafelerle dolu renkli ve cıvıl cıvıl meydanda kısa bir mola veriyoruz. Ancak, gece aynı hareketliliği bekleyip benim gibi hayal kırıklığına uğramayın.
Meydan, çevre meydan ve caddelere üstü kemerli geçitlerle açılıyor. Bunlardan biri de Plaza de San Miguel’e açılan kemerli geçit.
Gran Via: 1910 yılında 14 sokak ve bir semt yıkılarak inşa edilen Gran Via, ünlü markaların mağazalarının bulunduğu, kentin en işlek caddelerinden biri. Caddenin batı yönünde Plaza de Espana yer alıyor. Doğu ucu ise Calle de Alcala’ya kadar uzanıyor. Cadde üzerinde mimari tarzda pek çok bina bulunuyor. Tasarımını Amerikalı Weeks’in yaptığı  Madrid’in ilk gökdeleni Telefonica ile tasarımı Fransız mimar Jules ve Raymond Fevrier’e ait Metropolis binası bunlardan sadece ikisi. 
Gran Via üzerinde Callao metro durağının olduğu meydanda canlı konserler veriliyor. Meydan, akşam verilecek bir konsere hazırlanıyor.

Sanat sevenler için  “Müzeler Diyarı” olan Madrid’te ikinci gün programımızda, Prado ile Reina Sofia müzeleri var. Gran Via’da doğu yönünde düz ilerleyip, Cibeles Meydanı’na vardığımızda Paseo Del Prado’ya dönüyor ve bu yolu takip ederek kolayca Prado Müzesi’ni buluyoruz.

Prado Müzesi: Madrid’te görülmesi gereken müzelerin başında gelen ve dünyanın sayılı müzeleri arasında yer alan Prado Müzesi oldukça zengin bir koleksiyona sahip. Kuzey Rönesans sanatının önemli eserlerine ev sahipliği yapan müzede, Bosch, Rubens, Titian, Raphael, Murillo, Dürer, El Greco,  Caravaggio, Ribera, Rembrant, Bruegel ve pek çok değerli sanatçının eseri bulunuyor. Dünyanın en ilginç ressamlarından Hollandalı erken Rönesans dönemi ressamı Hieronymus Bosh’un en fazla eseri bu müzenin koleksiyonunda yer alıyor.

İspanyol ressamlar, “Gerçeğin Ressamı”  lakablı  Diego Valazquez  ile İspanyol modern dönem ressamlarının ilki kabul edilen Francisco Goya ve eserlerini  yakından tanıma fırsatı buluyoruz. 
Diego Valazquez’in “Las Meninas-Nedimeler 1656” adlı eseri Prado’daki en değerli eser kabul ediliyor. 

Francisco Goya’nın 62 yaşında iken Fransızlar tarafından sivillerin katledilişinden etkilenerek yaptığı “The Third of May, 1808- Mayıs’ın Üçü” Fransızların sivil İspanyolları katlettiği günü anlatıyor.
Reina Sofia Müzesi: Fotoğraf, resim, heykel, grafik vb. karma eserlerin bulunduğu çağdaş sanatlar müzesi. Müzenin 2 ve 4 üncü katlarında sürekli koleksiyonlar sergileniyor. Başta Salvador Dali, Miro ve Picasso olmak üzere İspanya’nın modern dönem sanatçılarının eserleri müze koleksiyonunda yer alıyor. 

Müzedeki en değerli eser  Picasso’nun “Guernica” sı. Nasıl savaşın acımazlığını betimleyen, savaş karşıtı en güzel edebi eser  “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” ise, bunun resim sanatındaki  karşılığı “Guernica”’da hayat buluyor. Müzede diğer eserlerin fotoğraflarını çekme izni varken, Guernica’nın sergilendiği salondaki eserleri çekmek yasaktı. Ancak bu önemli eseri internetten kopyalayarak ekliyorum.

Salvador Dali

   

                Solana                                                                                  Picasso       

       
 
















Her iki müzedeki en önemli eserleri daha fazla incelemek isterseniz. Madrid Müzeler Diyarı yazımız linkte.

Reina Sofia Müzesi’nden sonra Retiro Park’a gitmek için Caudio Moyano Caddesi’nden geçiyoruz. Cadde üzerinde ikinci el kitap tezgahları sıralanmış.

 

 

 

Retiro Park: Kraliyet ailesine ait ve 350 dönümlük alana sahip park, ondokuzuncu yüzyılın sonlarında Kral Alfonso XII döneminde halka açılmış. Şehrin içinde olup aynı zamanda kendinizi dışında hissedebileceğiniz muhteşem bir nefes alanı yaratılmış.  

Güney yönündeki Angel Caido Kapısı’ndan girip, kuzey yönündeki Independencia Kapısı’ndan çıktığımız parkın içinde yaklaşık 3 saat geçiriyoruz.

Kitap fuarı, konserler, sergiler gibi  etkinliklerin de gerçekleştiği parkta çimlerde yayılıp güneşlenen, kitap okuyan, bisiklet kullanan, paten kayan insanlara imrenerek bakıyoruz.                            

Parkta Alfonso XII Anıtının bulunduğu, kayıkla gezinti yapılabilen yapay bir gölet oluşturulmuş.
Adım başı bir heykele rastlıyorsunuz.
Parkın içinde iki sanat galerisi bulunuyor:

Palacio de Cristal: 1887 yılında inşa edilen ve geçmişte egzotik bitkiler için sera olarak kullanılan Palacio de Cristal (Kristal Saray) günümüzde çağdaş sanatçıların geçici sergilerine ev sahipliği yapıyor. Ziyaretimize denk gelen Damian Ortega’ya ait “The Rocket and the Abyss” sergisinden birkaç kare.  

 

Palacio de Velazquez: Mimar Ricardo Velazquez Bosco tarafından 1881-1883 yılları arasında ulusal bir sergi için inşa edilmiş. daha sonra da sürekli sergi amaçlı  olarak kullanılmıştır. Bina neoklasik tarzda, dışı kırmızı tuğla ve çini ile dekore edilmiştir. Günümüzde  Reina Sofia Müzesi’nin sergilerine ev sahipliği yapmaktadır.

Madrid’teki Atocha ve diğer tren istasyonlarında, 11 Mart 2004 tarihinde gerçekleştirilen saldırıda hayatını kaybeden her insan  için zeytin veya selvi ağacı dikilerek oluşturulmuş “Anıt Ormanı” da yine bu parkta  bulunuyor.

Parkın kuzey yönündeki Independencia kapısından, Plaza de la Independencia’ya çıkıyor ve bu meydandaki Puerta de Alcala (Alcala Kapısı)’nı görüyoruz. Metro kullanıldığında “Retiro” istasyonundan ulaşılabilir. 

Alcala Kapısı: III. Carlos döneminde, şehrin doğu yönündeki giriş kapısı olarak 1774-1778 yılları arasında yapılmış üç kemerli anıt. Roma mimarisindeki zafer taklarına benzeyen, neoklasik  mimariye sahip bir anıt.
Calle de Alcala üzerinden Cibele Meydanı’na giderken dans ve müzik gösterisi yapan Katalan  bir grupla karşılaşıyoruz.
Cibele Meydanı: Adını meydanın ortasındaki aslanların çektiği arabada bulunan bereket tanrısı Kibele heykelinden alıyor. Anadolu’da yerleşen Frigyalıların bereket tanrısının burada ne aradığı ise bir muamma. Meydan,  XIX. yüzyılda yapılan, Palacio de Cibeles, Banco de Espana, Palacio Buenavista ve Palacio de Linares gibi önemli mimari tarzda binalarla çevrelenmiş. Kadraja sığdıramadığımdan anlaşılamıyor, Palacio de Cibeles bu geniş meydandaki en görkemli bina olarak hemen dikkat çekiyor. Burası aynı zamanda Real Madrit’in galibiyet kutlamalarını yaptığı meydan olarak biliniyor.
Yazın havanın geç kararması sayesinde günü uzatıyoruz ve kendimizi La Latina semtinin sokaklarına atıyoruz.
La Latina: İnişli çıkışlı sokakları ve genel havasıyla İstanbul’a benzeyen, bar, kafe ve restorantların yoğunlukta olduğu bu semti çok sevdim.

Latina’da her an teyakkuz halindeki seyyar satıcılar ne kadar tanıdık değil mi?

Can’ım arkadaşım Şengül ile Latina semtinde, renk cümbüşü içindeki bu şekerleme dükkanına (La Cure Gourmande) bayılıyoruz.

El Rastro: Pazar günleri Calle de Toledo ve çevresindeki sokaklarda kurulan, bizdeki “Nişantaşı, sosyete pazarı” paralelinde, oldukça geniş bir alana yayılan, görülmemesinin bir eksiklik olmayacağı açık pazar. Ancak, antika ve alışverişi seven insanlar için çekici bir mekan olabilir. Yelpaze, kastanyet, magnet gibi şehre özgün hediyelik eşyaları uygun fiyata bulabilirsiniz. Pazarın farklı bölgelerinde farklı fiyatlarla karşılaşmanız mümkün. Rahat gezebilmek için olabildiğince erken gidilmeli, gün içinde acaip kalabalıklaşıyor. Biz taksi kullandık, metro ile “Latina” durağından ulaşılabilir.  

Endülüs dönüşü, Madrid’teki son günümüzü  Palacio Real’i görmek için ayırdık. Madrid gezimizi bu güzel sarayla taçlandırdık. Puerta del Sol’a gelip, batı yönünde Calle del Arenal’da yürüyerek Plaza de İsabel II ve Teatro Real’in yanından saraya ulaşmamız çok zor olmadı.

Palacio Real: 1937 yılına kadar İspanya Kralının  resmi konutu olan saray, sadece resmi törenlerde kullanılıyormuş. İspanya’nın yönetim şekli parlamenter monarşi. Sembolik yetkileri olan kral, şehir dışındaki Zarzuella Sarayı’nda ikamet ediyormuş.
Sarayın ilk yerinde Toledo Kralının dokuzuncu yüzyılda savunma amaçlı kurduğu bir kale varmış. Kral V. Felipe’nin 1734 yılında yanarak yok olan bu kalenin yerine daha dayanıklı bir saray yaptırmak istemesi üzerine yapımına başlanılan neoklasik tarzdaki saray 1755 yılında tamamlanmış. Kraliyet Sarayı Franco Dönemi ile Cumhuriyet dönemindeki yöneticilere de ev sahipliği yapmış.
Yaklaşık 3500 odası olan, içi dışından daha görkemli  Avrupa’nın bu en büyük kraliyet sarayını yeterli zamanımız olsaydı (ki taht odası, kraliyet şapeli, Carlos III ve Carlos IV odaları, yemek odası, porselen odası gibi sınırlı bölümleri görülebiliyor) mutlaka gezmek isterdim. Bunun için tabii ki geniş zaman ayırmak gerekiyor. 
Hazır Saray’ı ziyaret etmişken, buranın yakınında bulunan; Sabatini Bahçeleri, Campo del Moro Bahçeleri (Arap Bahçeleri), Orta Çağ’daki Müslümanlar döneminden kalan sur kalıntılarının bulunduğu Muralla Arabe, Basilica de San Francisco el Grande ile Plaza de Espana’nın de görülebileceğini ilgilisine hatırlatayım.
 
Sarayın önündeki Oriente Meydanı’nda  Felipe IV’ un at üzerinde heykeli
Saraya giden yoldaki heykeller   
                                                              

Sarayın karşısında opera ve tiyatro gösterilerinin yapıldığı Teatro Real Binası

Almudena Katedrali: 1883 yılında Kral Alfanso XII döneminde yapımına başlanan Katedralin yapım süreci ekonomik (bağış yapanların açıklanmayacak olması nedeniyle gösteriş düşkünü zengin İspanyolların ilgisini çekemiyor),  iç savaş  vb. nedenlerle 100 yılı aşıyor, 1993 yılında tamamlanabiliyor. Aslında yapımına karar verilmesi daha da eski yıllara dayanıyor. Katedralin bulunduğu yerde Madrid’in ilk camisi ve sonrasında Madrid’in azizlerinden Santa Maria de la Almudena’ya ait bir kilise varmış. Kral II. Felipe’nin Madrid’i  başkent yapması sonrasında yeni kilisenin yapımı için planlar yapılmış,  kilise yapımı için izin alınmış ve inşaata başlanılmış ancak  devamı gelmemiş.

Kral Alfanso XII kaybettiği ilk eşi Maria de Las Mercedes’in anısına ve mezar olsun diye Katedral inşaatını yeniden başlatmış. Uzun yapım sürecinde muhtelif mimarların görev aldığı Katedral eklektik bir mimariye sahip. Dış cephesi hemen karşısında yer alan  Saray ile uyum sağlasın diye neoklasik tarzda yapılmış, iç mimaride ise neogotik ve neoromanesk tarz kullanılmış. Tavan süslemeleri ve onaltıncı yüzyıldan kalma sunak taşı öne çıkıyor. Katedralin bir özelliği de 1993 yılında Papa 2. John  Paul tarafından kutsanmış tek İspanyol Katedrali olmasıymış. Katedral tamamlanınca da çilesi bitmemiş, resmi olarak halka açılışı 2004 yılında şu anki Kral Felipe ile  Letizia Ortiz ‘in evlilik töreniyle gerçekleşmiş. Çoğu katedralden farklı ve daha modern mimariye sahip bu katolik Roma Katedrali görülmeyi hakediyor.

Atocha Tren İstasyonu: Atocha, içinde bir “Botanik Bahçesi” de bulunan Madrid’in en büyük tren istasyonu. Dökme demir, tuğla ve cam malzemenin kullanıldığı ilginç bir mimarisi var. Toledo ve Cordoba’ya giderken ve Endülüs dönüşünde yolumuz sık sık bu güzel istasyonla kesişti

2004 yılındaki El Kaide saldırısında 191 kişi ölmüş. Bu nedenle İspanya’daki tren istasyonlarında sıkı güvenlik önlemleri uygulanıyor, eşyalar X-ray cihazından geçiriliyor. İstasyona son anda gelmeniz durumunda güvenlik kontrolü nedeniyle treninizi kaçırmanız mümkün.

Son Söz: Öznel düşüncem, kafamdaki kent olgusuyla örtüşen şehir Madrid’de hayat meydanlarda, parklarda, sokaklarda ve enerjisi size de yansıyor. Şehrin ve açık mekanların keyfini çıkarabilmek için kesinlikle kış döneminde tercih edilmemesini öneriyorum.

Plaza de Espana, Plaza del Dos Mayo,  Plaza de Santa Ana başta olmak üzere Madrid’de daha görülecek, keşfedilecek çok meydan, mekan ve lezzet var. Sizi ikna edebildim mi bilemiyorum, ama ben  başka bir destinasyonla birlikte bu kez özellikle Cervantes’in izini sürmek için Madrid’e yeniden gelmek isterim. Bunun için gerekli ritüelimi yaptım,  şehrin sembolü “Ayı” heykelinin önünde fotoğraf çektirdim, gelişimi garantiye aldım.

 

 

Khiva (Hiva) Gezi Rehberi: Orta Asya’da Zamanın Durduğu Şehir

Khiva sokaklarında, zihnimde acaba hangi yüzyıldayız sorusu ile dolaştım. Her yer toprak rengi, yüksek surlar, turkuaz renkli çiniler, seramikler, minareler, medreseler, ahşap işlemeli kapılar, sokakta değişik kalpaklı kişiler, neredeydim?
Dünyanın en eski kültür merkezlerinden biri, Harezm (Hive) Hanlığının başkenti, Unesco Dünya Mirasları Listesi’nde bir açık hava müzesinde dolaşıyorum.

Khiva 2500 yıllık bir yerleşim yeri. İpek Yolu üzerinde kervanların durakladığı önemli bir kavşak. İki çöl arasında bir vaha olan Khiva, İskender, Amir Timur ve Cengiz Han’ın da işgallerine uğramış. On altıncı yüzyılda, Orta Asya’da İslami merkez olmak üzere Buhara ile rekabete girişilir. Bu amaçla büyük bir proje başlar, mimarlar, ustalar şehre getirilip günümüze kalan eserler yaptırılır. Şehrin yapılarında görülen estetik seramik ve ahşap işlemeciliği şehre mimari açıdan da ayrıcalık sağlıyor. Khiva’da yer alan eserler de Orta Asya’da en iyi korunmuş islam eserleri arasında sayılmaktadır.

Ayrıca Zerdüşlüğün kurucusu, Zerdüşt’ün de burada doğduğu ve yüzyıllarca dinin şehirde hakim olduğu belirtiliyor. Ancak şehir 19. yüzyılda köle ticaretinin yapıldığı, hırsızlık ve dolandırıcılığın yaygın olduğu namı kötü bir şehre dönüşmüş. Köle ticaretine 1917 Ekim Devrimi ile Sovyetler Birliği döneminde  yasaklanarak son verilmiş. 1970′ lerde de şehirde restorasyon çalışmaları başlanmış.

Khiva ‘İtchan-kala‘ yani iç kaleye girince açık hava müze geziniz başlıyor. 26 hektarlık bir ‘Devlet Arkeoloji ve Tarih Müzesi’  ve müzede 50’den  fazla tarihi yapı var.

Khiva’yı önce video ile gezmek isterseniz.

Eski şehrin dört yönde de kapısı var, ancak turist girişleri batı kapısından. Tabi bir müzeye girdiğiniz için ücret ödemeniz gerekiyor.
 

Diğer  Orta Asya şehirlerinde olduğu gibi burada da  güneşte kurutulmuş tuğladan yapılmış ve 6-8 metre yükseklikte şehir surları. Surların büyük bir kısmı yıkılmışsa da 2,2 km’lik bir bölümü restore edilmiştir. Tarih boyunda bu surlar saldırılarda yıkılmış tekrar  tekrar yapılmış. 

İlk durağımız Yazlık Saray’ın üzerinden çektiğim şehir manzarası ne kadar etkileyici bir şehirde dolaşacağımızı gösteriyor.

Şehir surlarının önünde bizi bir heykel karşılıyor. Matematikçi El Harizmi Heykeli. El Harizmi 780 yılında bu şehirde doğmuş, cebir biliminin kurucusu ve sıfır rakamını bulan kişi. El Harizmi’nin yazdığı cebir kitabı doğu ve batının ilk cebir kitabı olup, birinci ve ikinci dereceden denklemlerin sistematik çözümlerinin yapıldığı ilk eserdir.

Heykelin hemen arkasında görünen medrese şehrin önemli medreselerinden Mohammed Amin Khan Medresesi, 1855 yılında yapılmış. Khiva’da en büyük ve iki katlı Medrese otele dönüştürülmüş. Otel İç kalede yer alan ilk otel. Kaleye batı kapısından girer girmez hemen sağda. Bizim için çok büyük sürpriz oldu, bu muazzam eser bizim iki gece kalacağımız otel. Daha kapıdan girer girmez etkileyen şehrin, böylesine güzel bir otelinin hücresinde uyumak çok ilginç bir deneyim oldu. 
Medresenin avlusu

Bu tarihi şehirde, medrese hücresinde uyuduk, medrese sınıfında kahvaltımızı yaptık. 

Khiva’nın sembolü Kalta Minor. Hemen otelimizin önünde. Bu minare 19.yy. da yapılmaya başlanmış. Orta Asya’nın en yüksek minaresini yapmak amaçlanmış. Yapılmasını  isteyen Amir Khan 1855 yılında ölünce yarım kalmış. Bu hali ile üzerindeki mavi, yeşil, sarı çinileri ile göz alıcı.

İslam Khoja Minaresi, 1908 yılında yapılan 45 metre yüksekliğinde ve Khiva’nın her noktasından görülen minare.

Cuma Cami, orijinal ahşap işlemeli kapısı, içerisi kare şeklinde, çatıyı destekleyen 215 ahşap sütundan başka süsleme bulunmamaktadır. Cami 10. yy da yapımına başlamış. 18.yy’a  kadar da yeniden yapılma devam etmiş.

Cami içindeki sütunlarda tam bir ahşap işlemeciliği sanatı yansıtılmış. Üzerlerinde çiçek, yaprak desenleri ince ince işlenmiş. Değişik dönemlerde yapılmış sütunlar farklı dokularda yer alıyor.

Açık hava müzesi şehirde bazı binalar müzelere çevrilmiş. Müzik aletleri müzesi bile var.

 Yazlık Saray

Dış duvarlarda ve kapı girişlerinde harika çini işlemeciliği, Hanın tahtı

Doğu kültüründe han olur da haremi olmaz mı? Sarayın önemli bir bölümü hareme ayrılmış.

Haremin sol tarafında hanın odaları, sağ tarafta ise kadınların yaşam alanı yerleştirilmiş. Bugün harem giriş kapısının tam karşısına haremde kullanılan malzemelerin sergilendiği bir bölüm.

O tarihlerde Khiva’da günlük yaşamı yansıtan resim şehrin canlılığı hakkında çok şey anlatıyor.

Günümüzün Khiva’sında görülecek yerleri tek tek yazmak gerekmiyor. Toprak ve parke taşlı sokaklarda yürüyüp çevrenizde gördüğünüz her binanın içine girmekten kendinizi alamayacaksınız zaten.

Khiva sokaklarında dolaşalım
Özbekistan’da satıcılar her yerde, sokakta, camide, medresede, müzede, sanki tarihi dokudan en çok uzaklaştıran görüntü bu satıcılar oluyor. Birden kendinize gelip turist olduğunuzu hatırlıyorsunuz.
Bu arada tabi tezgahlara bakmadan geçemiyoruz. Ben ne mi aldım Khiva’dan. Özbekistan’ın yerel deseni olan bir fular. Ödediğim parada bir avuç dolusu, tabi Özbekistan Somu ile. Fotoğrafta görünen banknotlar, altındaki fuları almak için ödediğim miktar yani bir tomar para bir fular için. Nasıl olsa çanta tomar tomar para dolu. 
Khiva’da ahşap oymacılığı halen devam ediyor. Bir ahşap atölyesi çalışanları ve eserleri,
Khiva’nın eski şehrin dışındaki yerleşim yerleri de tamamen topraktan yapılmış. Şehrin her yerinde toprak rengi hakim.
Khiva’nın her yeri tarih, Medrese hücresinde uyuyup, 500-600 yıl öncesi sokaklarda dolaşıp, yine o tarihlerden kalma binalarda yemeklerinizi yiyebilirsiniz. Aşağıdaki fotolar öğlen ve akşam yemeklerimizi yediğimiz tarihi restoranlardan.

Khiva’da ikinci günümüzde  özerk Karakalpakistan Cumhuriyeti bölgesi’ne gittik. Khiva’dan 200 km uzaklıkta, Kızılkum Çölü’nde uzun bir otobüs yolculuğu ile elli kaleler denen, tarihi olarak kilden yapılmış çok sayıda kaleleri gezdik. Tabi biz Türkiye’de çok sayıda ve daha etkileyici kaleler gördüğümüzden, şu anda içinde yaşam olmayan kaleler çok ilgimizi çekmedi. 

Bizim için asıl ilginç deneyim, yörük çadırlarını görmek, gerçek bir kıl çadırda yerel yemeklerden yemek idi. Aslında bu ortam turistik amaçla düzenlenmiş olsa da bizim için değişik oldu. Çadır içerisinde yer sofrasında yerel yemekler ve tabi Özbek pilavı yedik.

İki günlük Khiva gezisi sonrası Buhara’ya Kızıl Kum çölünde 450 km’lik bir otobüs yolcuğu ile ulaştık. Kızıl Kum bizim kafamızda canlandırdığımız gibi sarı ve kum şeklinde topraktan oluşan bir çöl değil. Adından da anlaşılacağı gibi, kızıl ve az bitki örtüsüne sahip. 

Asıl çölde gittiğimiz duygusu kilometrelerce yolda lokanta, tesis ve tuvalet göremeyince hissediliyor. Biz azıklarımız yanımızda ve tuvaletti bir otobüs ile seyahat ederek önlemimizi almıştık. Bazı bloglarda tuvalet ihtiyaçlarını doğada giderdiklerini yazmışlar.
Son Söz

Khiva Özbekistan’a gidince mutlaka görülmesi gereken bir şehir, hatta öncelikle  Khiva’yı görmek için bile Orta Asya’ya gidilebilir. 

Japonya Nakayamadera Tapınağı: Sağlıklı Anneler ve Bebekler Dileğiyle

Japonya’da Nakayamadera Tapınağı, sağlıklı  bir hamilelik dönemi ve doğan bebeğin sağlıklı  büyümesi dileğiyle  ziyaret edilen  en önemli yerlerden biri.
Takarazuka sehrindeki Nakayamadera Tapınağı Prens Shotoku tarafından 6.yy da yaptırılmış tarihi bir tapınak. Çok anlamlı bir misyona sahip olan tapınak, bebeğin sağlıklı doğması ve büyümesi dilekleri ile her bölgeden ziyaretçileri çekmektedir. Hamile anne adayları tapınağı ziyaretlerinde, sağlıklı çocukları olması için dua ederler. Japonya’da anne adaylarının hamilelik dönemlerinde anne karnındaki çocuğu koruması için ‘haraobi’ denen özel korseler kullanma geleneği var. Anne adayları kuşak şeklindeki korseleri  tapınaktan alıp, kullanıp doğum sonrası geri getirebiliyorlar. Tapınak bebeğin korunmasına fiziksel olarak da yardımcı oluyor yani. Son yıllarda çok meşgul anne adayları korselerini tapınak yerine AVM’lerden alsalarda Tapınaktan alma şansları da olduğunu biliyorlar.
 
Japonya’da tapınaklar genellikle yüksek yerlerde, dağlarda tırmanması güç olan yerlerde yapılmış. Bu tapınakta gelenler anne adayları olduğuna göre, onların tapınağa kolaylıkla çıkması için yürüyen merdivenler ve asansörler de düşünülmüş.
Daha önceki yazımda Japonya’da çocukların üç ve beş yaşında, özel kimonolarını giyerek ilk ziyaretlerini yaptıklarını anlatmıştım.  İlk Tapınak Ziyareti 

Aslında bebeklerin kimonoları ile ilk tapınak ziyaretleri doğumdan sonra oluyor. Bebeğinin sağlıklı doğması için dua eden anne, bebeğin doğumundan sonra bebeği ile aslında ailece ve aile büyükleri ile tekrar şükranlarını sunmak üzere geliyor. Yeni doğmuş bebek özel kimonosu ile yapıyor ilk tapınak ziyaretini. Doğum sonrası tapınak ziyareti yakındaki başka tapınaklara da olabilse de en gözde tapınak Nakayamedara.
 
Gelelim kimono öyküsüne, bebek doğunca aile büyükleri çok yüksek fiyatlar ödeyerek, bebeğe kız veya erkek olmasına göre renkleri ve üzerindeki sembolleri farklı olan kimonolar alıyorlar. Japonya’da her ailenin kendine özel bir logosu vardır. Kimono üzerine bu logo da işleniyor. Tabi bebek doğar doğmaz kimonoyu giyemez. İlk tapınak töreninde bu kimono pelerin gibi, örtü gibi kullanılıyor. Sonra kimono saklanıyor ve çocukların kız ise üç ve erkek ise beş  yaşındaki ilk tapınak ziyaretinde bu kimono giydiriliyor. Çocuklarımın kimonalarının fotolarında görüldüğü gibi kız bebek kimonosunda kelebek ve çiçek motifleri yer alırken, erkek çocuk kimonosunda kuş figürü, kılıç gibi Samurai motiflerinin yer alıyor.
Peki tapınak ziyareti için özel bir gün var mı?  Japonya’da ‘daian’ denilen özel günler var. Her ay birkaç gün, takvimlerde işaretli bu günler sadece tapınak ziyaretleri  için değil, kutlamalar ve hayırlı işler için önemli günler. Aslında bu günlerin neye göre belirlendiği konusunda fikrim yok.Tabi günümüzün hareketli dünyasında artık bu günlere o kadar dikkat edilmese de, tapınaklar yine de bu günlerde daha kalabalık. Tapınağın girişinde dileklerde yazılmış ve asılmış.
Nakayamadera  Tapınağı’na  ulaşana kadar yol boyunca  irili ufaklı tapınaklar var. Tapınağın ayrı bir güzelliği büyük ve çok güzel düzenlenmiş bahçesi.
Tapınak içinde bebek için yapılacak tören alanına önceden haber vererek girilebiliyor. Tören sırasında resim çekilmesi de uygun bulunmuyor. O zaman bebek Satoki’nin  tören öncesi fotoğrafı ile veda edelim. 

 

 

Belgrad Gezi Rehberi: Tuna’nın Mahzun Çocuğu

Belgrad, Tuna Nehri denince hemen akla gelen şehirlerden değil, halbuki onlar kadar (Budapeşte, Viyana ) büyük, önemli ve görkemli. Onlar kadar güzel olup olmadığı görmek içinse, gitmek, kendi gözlerimizle görmek gerek.
Öte yandan Belgrad, özellikle Osmanlı tarihi açısından önemli bir yer. Belgrad’ın Osmanlı İmparatorluğu’na katıldığı dönem,  Osmanlının yıldızının gökyüzünde olanca haşmetiyle parladığı, İmparatorluğun gücünün zirveye ulaştığı bir dönem.  Belgrad’ın Osmanlı hakimiyetinden çıkışı ise, duraklama ve gerilemenin, Kanuni Esasi ile, Tanzimat Fermanı,  ilan edilen Meşrutiyetler ile geciktirilse de, kaçınılmaz çöküşe dönüştüğü bir dönem.
Belgrad’ı  öne çıkaran bir de, efsaneleşen eğlence hayatı var; Sava Nehrinin her iki kıyısında yer alan yüzen kafeler, barlar, lokantalarla, kafana denen meyhane-tavernalarla felekten bir tatil çalmanın peşinde olanlar için de gidilmesi gerek bir yer.

Ulaşım

Belgrad Sırbistan’ın başkenti; şimdilik vizesiz ve Türkiye’ye çok yakın, yaklaşık 1 saat 20 dakikada Belgrad’ın Nikola Tesla Havaalanı’na varılıyor.  Havaalanından toplu taşıma ile şehir merkezinde,  Savalama’daki ana tren istasyona ve (Sava Katedrali’ne yakın) Slavija Meydanı’na ulaşılabiliyor; A1 ve 72 numaralı otobüslerle. Havaalanı çıkışında taksiye binebilirsiniz ama  önce ‘gelen yolcu’ bölümdeki yerden ön ödemeli taksi isteyin, gideceğiniz yere göre bedel, peşin alınıyor ve efsaneleşen kazıkçı Belgrad’lı şoförlerle muhatap olmuyorsunuz; gerçi benim taksi şoförleriyle ilgili deneyimlerim hiç öyle değil.

Havaalanı şehre 15 kilometre uzaklıkta, banliyölerden, sanayi bölgelerinden geçip Yeni Şehir (Novi Beograd) üzerinden şehir merkezine varıyoruz.  İşte o an, bir görünüp bir kaybolan Tuna ve Sava nehirlerinin manzarası insanı çarpıyor. Evet  Belgrad  bir Tuna şehri, hem de diğer Tuna şehirlerinden farklı olarak iki nehrin, Tuna ve Sava’nın birbirine kavuştuğu noktada.  Bu manzara, şehre damgasını vuruyor.

Belgrad’ta şehir içi ulaşım otobüs ve tramvaylarla sağlanıyor. Şehirde, hele kışın, turistik gezi otobüsleri olmadığı için, şehir içi toplu taşımacılık daha çok önem kazanıyor. Gerçi çoğu yer yürüme mesafesinde ama toplu taşımaya da ihtiyaç duyuluyor. Araçlara tek biniş 150 dinar ama günlük biletler alınabiliyor. Bir günlük bilet 290 dinar, 3 günlük bilet 740 dinar, 5 günlük bilet 1040 dinar tutuyor. Ayrıca bizde de uygulanan tekrar doldurmalık kart da alınabilir, kartın ücreti 250 dinar, istediğiniz kadar doldurtabilirsiniz ama bu seçenek kısa süreli geziler  için gereksiz olabilir. Belgrad’ta Cumhuriyet Meydanı’ndan başlayan bedava yürüyüş turları var; hatta konulara göre ayrılmışlar (Şehir merkezi, Zemun, Yeni Belgrad gibi) Bir de ücretli  yürüyüş turları var (Komunist Belgrad, Belgrad’ın yeraltı sırları, pub turu gibi). Ayrıca yarım saatliği 50 Euro olan taksiler var; Şehirde yarım saatlik tur attırıyorlar, bu süre içinde istediğiniz yerde uzun süre kalabilirsiniz tabii. 

Konaklama 
Önce otel. Ben Villa Forever Oteli’nde kaldım. Daha çok hostel yapısında.  Gayet küçük, temiz ve şehir merkezine çok yakın, kahvaltı da yeterli. Ama Otelin güzel bir hizmeti vardı, havaalanından taksi ile alıyorlar, 17 Euro karşılığı… Zaten havaalanından merkeze yaklaşık 15 Euro tutuyor deniliyor. Aklınızda bulunsun.
Gezilecek Yerler
Otelden şehrin merkezine geçiyorum. Hava soğuk ama neyse ki yağış yok… Gezerken, şehrin ana merkezi Kalemegdan, sonra şehrin yürüyerek ulaşılan yerleri, en son da bir araç kullanılarak gezilecek yerleri göreceğiz. Ana bulvara çıkınca, hemen havaya giriyor insan. Osmanlının hüküm sürdüğü yerlere gidenlere denir ya, bizden geriye ne kalmış diye…
Geliyoruz Belgrad…Siz bana takılın, otobüs bileti fiyatına gezdireyim sizi.

Kalemegdan 


Gezimize Belgrad’ın olmazsa olmazı Kalemegdan’ı görerek başlayalım. Belgrad’ta tek bir yer görecekseniz bu Kalemegdan olmalı ve sonrasında Mihaliova Caddesi’nde yapacağınız bir yürüyüş. Bu yürüyüşü sonraya bırakıp Kalemegdan’a doğru yönelelim.
 Meraklısına
Kalemegdan yukarı kısım ve aşağı kısım olarak ikiye ayrılıyor. İlk yerleşim ise korunma ve savunma amaçlı olarak üst kısımda, tepede görülüyor. Kalemegdan’ın üst kısmı, aslında neolitik dönemden beri bir yerleşim alanı. Ama ilk izler Keltler’e ait; bölgeye gelen Traklara üstünlük kuran Keltler’in MÖ 2.  yüzyılda burada tarım yaptığına dair bulgular elde edilmiş. Roma İmparatorluğu’nun askeri üssü olarak da kullanılan alan daha sonra Bizans etkisine girmiş. 442 yılında Hun istilalarından nasibini alan, hatta Atilla’nın mezarının burada olduğu söylencesinin yayılmasına neden olan dönemden sonra 539 yılında tekrar Bizans hakimiyeti başlamış. 577 yılında Slavların, 582 yılında Avarların akınlarından sonra Bizanslar tekrar  Şehri ele geçirmiş. 8 ve 9. yüzyıllar arasında bir dönemden itibaren Şehrin ismi ‘Beyaz Şehir/Beolgrad’ olarak kullanılmaya başlamış. 878 yılında Papa John VIII’in Bulgar Prens Boris’e yazdığı bir mektupta ilk defa Beograd (Beyaz Şehir) ismi geçmiş. Bizans hakimiyetindeyken  bir çok kez Haçlılar ordusunun gazabına uğrayan şehir, bir dönem Slavların elinde kalsa da 15. yüzyıla kadar Macarlar hakimiyetinde kalmış. 1404 yılında Bizanslılar tarafından Belgrad Slavların başkenti olarak belirlenmiş.  Despot Stefan’ın ölümü olan 1427 tarihine kadar Belgrad, müreffeh bir dönem yaşamış, bu dönemde Belgrad (Kalemegdan) üst ve alt kısım olarak ayrılmış, kale duvarları ve köprüler onarılıp yenileri yapılmış. 1440 tarihinde ise ilk defa Osmanlı akıncıları ile tanışan Şehir, 1456 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından kuşatılmış ama alınamamış. Ancak 1521 yılında Kanuni Sultan Süleyman Şehri ele geçirmiş. 1688 yılından sonra Şehirde Avusturya etkisi artmış. 1867 yılına kadar Belgrad, Osmanlılar ile  Avusturyalılar arasında el değiştirmiş durmuş ancak 1867’de, Şehir Osmanlılar tarafından  Prens  Mihailo Obrenovic’e  teslim edilmiş. Sonra Belgrad’ta Avusturya hakimiyeti başlamış. Sonra isyanlar, suikastlar, savaşlar, ayrılmalar…II Dünya Savaşı sonrası 1945’te Mareşal Josip Broz Tito, Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşunu açıklamış, başkenti Belgrad olan ülkenin adı 1963 yılında Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti olarak değişmiş. 1992 yılında dağılan ülke topraklarında yoğun acılar yaşandığını hatırlıyoruz. 1999 yılında Kosova savaşını takiben NATO tarafından bombalanan Belgrad, acılarını hala hatırlıyor. Ülke 2006 yılından beri ise Sırbistan Cumhuriyeti olarak tanınıyor.
Bölgede 800’lü yıllardan beri bulunan Sırplar, 1217’de Krallık, 1346’da Krallık, 1459’da Despotluk olarak yönetildikten sonra Osmanlı hakimiyetinde yaşamışlar.1878 yılında bağımsız krallık, 2006 yılında ise cumhuriyetle yönetilen bir ülke kurmuşlar.
Kaleye girmeden Belgrad’ın belki de en büyük ve güzel parkı sizi karşılayacak. Burası önceden Kale’yi şehirden ayıran boş alan olarak düşünülmüş ama 19 yüzyıl ortalarında buranın askeri önemi kaybolunca Avrupadakileri örnek alarak bir park yapılması planlanmış. 1867 tasarımı yapılan Park, Sava Nehri’ne kadar uzanan  Büyük Kalemegdan ve Dorcol semtine kadar uzanan Küçük Kalemegdan olarak ikiye ayrılmış halde planlanmış. Bugün parkta spor alanları, çocuk parkı, havuzlar ve heykeller, konser alanı, müzeler, galeriler, hayvanat bahçesi gibi bölümler yer almakta.

Örneğin burada bir sanat galerisi (Pavilion Cvijeta Zuzoric) bulunmakta. 16 yüzyılda yaşayan Dubrovnikli kadın şair adına 1928 yılında açılan galeri, art deco tarzında yapılmış ve halen çeşitli koleksiyonlara ev sahipliği yapmakta.
Ben de girdim, gördüm ve çıktım-Anlamıyorum ben bu işlerden..
Parkta ayrıca balıkçı çeşmesi ve Fransa’ya Şükran heykeli de görülebilir. Fransa’ya Şükran Heykeli, Ivan Mestrovic tarafından yapılmış ve Fransa’nın I.Dünya savaşı sırasındaki yardımlarına duyulan şükran nedeniyle, 1930 yılında, I.Dünya savaşının bitiminin on ikinci yılında sergilenmeye başlamış. Heykelin üstünde yer alan bronz, eli kılıçlı kadın heykeli Fransa’yı temsil ediyormuş. Burada önceden  Balkan Savaşları kahramanı  Karadjordjevic’in heykeli varmış ancak o heykel 1915’te Avusturya bombaları sonucu yıkılmış.
Daha sonra Karadjorke (Kara George) Köprüsü’nden geçerek Kale’nin dış avlusuna giriliyor. Bu bölüme bir de tam karşı tarafta 1840-1860 yıllarına tarihlenen Dış İstanbul Kapısı’ndan giriş bulunmakta.

Meraklısına
Kara George, Osmanlılara karşı isyan hareketini başlatanlardan…1806 yılında Kalenin alınmasında etkili olan Kara George’a atfen bu Köprüye adı verilmiştir; daha sonra kapı kapatılmış ve fakat 2.Dünya Savaşı ertesinde yeniden açılmıştır.  Bu alanda,  Dış İstanbul Kapısı ile Kara George Kapısı arasında Tabya Karakolu binası bulunmakta, 2.Dünya Savaşında askeri üs olarak kullanılan binanın 18 yüzyılda vezir Mustafa Paşa’nın ikametgahı olduğu düşünülmekte.
Kara George Köprüsünün altındaki avluda ise,  tenis sahaları ve dinazor  heykellerinin görüldüğü Doğal Tarih Müzesi var.
Bu bölümde ilgi çekici bir yer de Askeri Müze. 1878 yılında Prens Milan Obrenovic tarafından kurulan Müzede, 30.000 adetten fazla parça sergilenmekte. Bunlar arasında arkeolojik buluntular, muhtelif dönemlere ait silahlar, askeri uniformalar, madalyalar var.  Müzenin dış alan sergisinde daha çok ağır silahlar bulunuyor, II.Dünya Savaşı dönemimdeki tanklar, toplar falan. Müze içinde de antik dönemden bugüne çeşitli silahlar, askeri giysiler, madalyalar görülebilir. Sırplar tarafından düşürülen  US F-117,  Müzenin önemli parçalarından. Kral  Aleksandar I Karadordevic’e yapılan saldırı sırasında giydiği elbiselerin sergilendiği bölüm Sırplar için önemli olsa gerek. Ama  bizler için en önemlisi, Osmanlı döneminden kalan silahlar ve askeri elbiseleri…
Daha sonra 1750’li yıllarda yapılmış İç İstanbul Kapısı ile Kalenin iç avlusuna giriliyor. Burası da bir köprü ile 17 yüzyıl yapımlı Saat Kule Köprüsü’ne bağlanıyor. Köprünün hemen yanında 17 yüzyılda Andrea Cornaro tarafından inşa edilmiş Saat Kulesi bulunmaktadır. Artık Kale’nin içindeyiz.

Meraklısına; Kale; MS 1 yüzyılın sonlarına doğru IV Lejyonun karargahı olarak Romalılar tarafından  yapılmış. Romalılardan geriye kalan nehir tarafındaki savunma duvarları, o da kaç kere yıkılıp onarılmış. Bir de tam da ne zaman yapıldığı bilinmeyen ama Romalılara atfedilen Roma Kuyusu. 60 metre derinliğinde, 3,40 metre eninde olan Kuyu, son şeklini 18 yüzyıl başında Avusturya hakimiyeti sırasında almış.  Çift spiral merdivenle  su seviyesine inilen Kuyu, pek de hayırla anılmıyor…

Kalenin dış ve iç bölümlerine giriş sağlayan  10 kapı var; bunlar yukarı Kale’de… Bir de Kalenin aşağısında yer alan  6 kapı bulunmakta. İç ve Dış İstanbul Kapıları, Kalenin en önemli giriş-çıkış noktaları ve Kale’deki Osmanlı izlerinden…  Bir ilgi çekici Kapı da, 17 yüzyılda yapılan Defterdar Kapısı; tabii, maliyeciler öyle her kapıdan geçmezler, bu da sadece dik bir merdivenle ulaşılabilen bir kapı… 

Galiba despotlar da her kapıdan geçmiyor; bir de Despot Kapısı var, 1404-1427 yıllarında yapılmış. Despot Stefan Kulesinin hemen yanında.  Eh despot olur da, zindanı olmaz mı; bir de Zindan Kapısı var. Despot Kapısından bir köprüyle geçilen Zindan Kapısı, iki yuvarlak kule arasında ve bu Kapıda bir köprüyle Leopol Kapısına bağlanmakta. 18 yüzyılda Osmanlılar tarafından zindan olarak kullanılan kulelerden dolayı buraya bu isim verilmiş.  

İsimler aynen böyle: Defterdar, Zindan, Despot… Bence en güzelleri İç İstanbul ve Despot Kapılarıydı… Despot Kapısının beyaz taşları, Şehre ismini de vermiş; beyaz şehir anlamına gelen Belgrad’ın beyazlığı bu taşların  renginden geliyormuş.

Kale içi, geniş, bol ağaçlıklı bir alan, artık gezi bölgesi gibi kullanılıyor. Kale’nin en çarpıcı yanı ise manzarası…  Sava ve Tuna’nın birbirine  karıştığı noktaya yukarıdan bakan Kale’nin manzarası büyüleyici; tam iki nehrin birbirine karıştığı yerde, üstünde pek bir yerleşim olmayan Veliko Ratno Ostro  (Büyük Savaş Adası) olması, manzarayı iyice etkileyici kılıyor. Artık ruh durumuna göre, Kale’de manzaraya karşı bir çilingir sofrası da kurulsa, sabaha kadar ‘mehtaplı gecelerde hep seni andım’ı söyle dur…
Ben gündüz vakti gittim ve hava dondurucu, mehtaplı geceyi görecek halim yok, onun için oradaki anıt ve yapıları görmeye yöneliyorum. 1740-1789 yılında yapılmış Saat Kulesi’ni görmemek mümkün değil;  Kapısı da hemen altında. (Yanında da Barok Kapı var ve sonra İç İstanbul Kapısı…) Kale içinde göze çarpan bir yapı da,  1716 yılında Petrovaradin Savaşında ölen Damat Ali Paşa’nın Türbesi… Bu Türbede ayrıca Tepedelenli Selim Paşa ve Çeşmeli Hasan Paşa’nın naaşları da varmış.
Kale içindeki bir Osmanlı yapıtı da, Sırp kökenli Sokullu Mehmet Paşa tarafından 1577 yılında yaptırılan ÇeşmeÇeşmenin hemen yanında da, 1456 yılında Osmanlıların Belgrad kuşatması sırasında kahramanlık gösterip kuşatmayı başarısız kılan Stefan  Lazarevic anısına yapılmış surun kalıntıları var. Ama Lazarevic erken sevinmiş;  100 yıl geçmeden Kanuni Süleyman gelip  alacak buraları nasılsa.

Hoş, 1867 yılında da Osmanlılar Belgrad’tan çekilecek. Sultan Abdülaziz’in fermanı İç İstanbul kapısı önünde okunarak,Şehrin anahtarı Prens Mihailo’ya teslim edilecek  ve Osmanlının Belgrad üzerindeki hakimiyeti bitmiş olacak. O günün anısına yapılan  Şehrin Anahtarının Teslimi Anıtı, Kale içinde görülebilir.

Kalenin belki de en dikkat çekici anıtı ise, 1. Dünya Savaşı sırasında Yunan cephesinde gösterilen başarıların anısına 1928 yılında Ivan Mestrovic tarafından yapılan   14 metre yüksekliğindeki Pobednik Anıtı (Zafer Anıtı).  Bir elinde kılıç bir elinde güvercin olan bu heykel, fazla çıplak bulunarak Şehir merkezinden buralara taşınmış ama bence iyi olmuş; bu nefis manzaranın keyfini en çok o çıkarıyor, bir yandan da Şehrin siluetine katkısı oluyor.
Sokullu Mehmet Paşa Çeşmesinin ilerisindeki Defterdar Kapısından, Kalemegdan’ın aşağı kısmına inilebilir. Aşağıya inen yolda iki kilise mevcut. Ruzika Kilisesi (Crkva Ruzika), Stefan Lazarevic zamanında aynı yerde bulunan Sırp Ortodoks kilisenin 1521 yılında Osmanlılar tarafından yıkılmasından sonra inşa edilen barut deposunun 1867 yılında tekrar kiliseye çevrilmesiyle ortaya çıkmış. Sırp askerleri için yapılmış. Kilise girişinde iki askerin heykeli bulunmakta; biri Sırp İmparator Stefan Dosan’ın dönemine tekabül eden 14 yüzyılın ilk yarısından bir asker, diğeri ise 1912-1913 Balkan savaşlarına katılan askerlerden… Ben gittiğimde Kilise içinde bir tören vardı. Özellikle Kilise önünden Sava-Tuna manzarası insanı hidayete erdirecek cinsten.
Kilisenin hemen yanında ise Crkva Svete Petke (Aziz Petka Şapeli) var. Mucizevi özelliklere sahip bir aziz olan Petra için yapılan minik bir Sırp Ortodoks Kilisesi,  Belgrad gezim boyunca tadilatta olmayan, içerisini tam olarak görebildiğim kiliselerden… Freskoları, duvar süslemeleri abartılı ve ilginç.  Aziz Petka’nın bulunduğu yerden çıkan suyun iyileştirici etkisi olduğu düşünülüyor, bu nedenle bir görevli biteviye şekilde bir  kazandan pet şişelere su dolduruyordu.  Bu Şapel/Kilise, eski yapının yerine 1937 yılında yeniden yapılmış olan bina.
Burada ayrıca 15 yüzyılın ikinci yarısında, Nebosja Kulesiyle aynı dönemde, taş ve tuğladan  yapılan, içinde 15 kadar top konulabilen Jaksic Kulesi görülebilir. Buranın önünde bir çelenk var. Burası da 1915’de ölen askerlerin kemiklerinin konduğu yermiş.
Artık buradan tamamen düzlüğe iniyoruz, aşağı şehirdeyiz. Burada bir Osmanlı Hamamı,  askeri mutfak, barut deposu var. Askeri mutfak Osmanlılarca 19 yüzyılın ilk yarısında askerlerin ihtiyacı için yapılmış. Barut deposu  1718 yılında Avusturyalılar tarafından yapılmış.
Hamam ise 19 yüzyılda Osmanlılar tarafından yapılmış ama daha çok Sırp askerleri tarafından kullanılmış, şimdi ise planetarium olarak kullanılıyor.
Düzlüğün sağında 1718 ve 1736 yılları arasında, bölgeye yeni bir hava vermek için barok tarzında yapılan Kanaja Kapna VI (VI.Carlo Kapısı) ile alandan dışarı çıkılıyor, buradan düz ilerleyince Vidin Kapısı’ndan aşağı şehirden çıkmış oluyorsunuz. Hemen yan tarafta hayvanat bahçesinin duvarı var.
Bu alanda dikkati çeken bir yapı da, Nehir’e yakın tarafta, hatta aradan geçen otobanın öbür tarafında kalan Nebojsa Kulesi. Şu an adeta  Belgrad tarihi veya savaş müzesi gibi kullanılan kule, 1460’lı yıllarda Türklere karşı mücadele için, ağır silah kulesi olarak yapılmış. Yapıldığı dönemin mimarisini gayet iyi yansıtan bir yapıymış. 1521 yılındaki Osmanlı kuşatması sırasında Kule tahrip olmuş,  daha sonra Kanuni Sultan Süleyman tarafından imar edilmiş, o dönemde Kulenin adı Beyaz Kule imiş. Savunma konusundaki önemini kaybedince zindan olarak kullanılmış. 18 yüzyıl sonunda ise Osmanlı zulmünün simgesi haline gelmiş.  Kuleye giriş 200 dinar ama bence dışarıdan görmek yeterli; içerdeki görseller internetten bile ulaşabileceğiniz şeyler, bilgiler de öyle, ayrıca Kulenin çıkışı yok; püfür püfür bir Sava havası alayım deseniz, mümkün değil…
Böylece Kalemegdan gezimiz bitiyor, gezdik, dolandık ve yorulduk. Ama bir yanımızda yükseklerdeki kale çıkışı, bir yanımız vızır vızır otoban. Şimdi ne olacak? Ya titreyen dizlerinizle o tepeyi geri çıkacaksınız ya da otobanda uzun bir yürüyüş veya otostop… Ama hayır, çaresiz değilsiniz,  kurtarıcınız burada; sırtınızı Kaleye verirseniz hemen VI Carlo Kapısı, sonra da Vidin kapısından çıkarsanız hayvanat bahçesi duvarına varırsınız, onun yanında da 5 numaralı tramvayın son durağı sizi beklemekte.  Ya da solunuzdaki  Sava Kapısı’na doğru yürürseniz, orada da 2 numaralı tramvayın son durağı bulunmakta. 
 
Şehir İçi Gezilecek Yerler
Kalemegdan ayrı tutulursa, Şehrin merkezinde yer alan ve yürüyerek görülebilecek yerleri bir araya topladım. Aslında burası Şehrin hem en eski hem de en canlı merkezi… Yürüyüş yapmak ve şehrin nabzını tutmak için en güzel yer. Kalemegdan ve Aziz Michael Kilisesinin bulunduğu bölge, Şehrin en eski bölgelerinden. Yine Şeyh Mustafa Türbesinin bulunduğu, Dositej Lisesi civarı da en eski şehir  yerleşim bölgelerinden biriymiş. Belgrad’ın Osmanlı hakimiyetine girdiği dönemde Şehir Tuna-Sava nehirleri ve şehrin kale duvarları arasında kalan bölge imiş, bu bölge de şehrin kıyıları oluyormuş.
Şimdi Kalemegdan Parkı’ndan başlayıp Knez Mihailova boyunca yürüyecek, oradan da Taş Meydan’a kadar ilerleyeceğiz. Bütün bu gezi (Kalemegdan ‘da dahil) bir gününüzü almaz; ancak aklınızda bulunsun, kışın bir çok yer kapalıydı, özellikle Eski Saray, Yeni Saray’ı görmek isterseniz tur saatlerini öğrenmeniz gerekir,  süre de buna göre sarkabilir. Öte yandan Kalemegdan tüm gününüzü bile alabilecek bir sayfiye alanı, sadece gezip görmek amacınız olduğu varsayımıyla bu süre verilmiştir, sonra benden hesap sorulmaya…
Knez Mihailova (Prens Mikail) Caddesi, bir turist için neredeyse bir ana üs konumunda, bu nedenle otel seçiminizi de bu caddeye göre yapmanızda fayda var. Kalemegdan Parkından başlayıp Terazije Caddesine kadar uzanan, trafiğe kapalı bu cadde, Sırp mimarisiyle harmanlanmış neo klasik, neo Bizans, art nouveau yapılara ev sahipliği yapmakta.  Belgrad toplu taşımacılığının ana noktalarından biri olan Republike Meydanının, Milli Müzenin, Etnografya Müzesinin, Milli Tiyatronun, Belgrad Katedralinin de hemen bu cadde etrafında olduğu düşünülürse, Knez Mihailova’nın bir turist için önemi daha açık ortaya çıkar. Cadde bir merkez olmanın dışında, kendi başına da bir yaşam alanı. Noel öncesi olduğundan renkli, minik hediyelik dükkanların yanında, şık kafeleri, barları, tavsiye edilebilecek nitelikte  lokantaları, dünyaca ünlü markaların (diğer şehirlere göre daha mütevazi) mağazaları, sokak sanatçıları, sahafları, antikacıları ile sizi oyalayacaktır.  Sanki Beyoğlu’dan şık, Nişantaşından sönük bir bulvar… Bulvara açılan yan sokaklar ise, yine ilginç yerlere götürecektir; örneğin Belgrad’ın en eski sokaklarından Kralija Petra Sokağı’na ya da (I.Kosova Savaşında Sultan Murat Hüdâvendigâr’ı öldürdüğü düşünülen Sırp asilzadesi) Milos Obilic Anıtına- görmek ister misin bilmem tabii… Burası sizin hem gezilerinizin kalkış noktası hem de eğlence ve alış veriş merkezlerinizden olacak.
 
Knez Mihailova’yı kesen Vuka Karaddizica Sokağından Studentski Trg’a çıkabilirsiniz. Burasının önemi nedir; sizi şehrin her tarafına taşıyacak bir sürü otobüs hattının başlangıç yeri burası. Ayrıca isminden de anlaşılacağı üzere, üniversite bölgesi. Burada Belgrad Sinematek’i, Belgrad Senfoni Orkestrası ve Etnoğrafya Müzesi yer alıyor. Müze, Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyet’ini oluşturan farklı bölgelere ait köy ve şehir hayatına yönelik eserleri içermekte; giyim, takı, ev eşyası koleksiyonları ve gündelik hayat canlandırmaları mevcut, giriş 150 dinar, kısıtlı zamanınız varsa atlanabilecek bir yer.

Knez Mihailova’dan düz devam ederseniz, Şehrin kalbi denebilecek Trg Republike’ya varacaksınız. Burası insanların doğal buluşma yeri (Taksim, Kızılay, Konak  gibi). Meydanda Prens Mihailo’nun  at üstünde bir heykeli bulunmakta.
Bu alan Belgrad’ın ünlü yürüyüş turlarının da başlangıç noktası; gönüllülerce gerçekleştirilen bu turlar kış döneminde Şehirdeki tek turistik turdu.  Meydanın ana noktasında bulunan art nouveau tarzındaki Milli Müze (Narodni Muzej)  Müzede 1190’lardan kalma Kiril el yazması Miroslav İncili,  Ayrıca 1844 yılında kurulmuş Müze’de Rubens, Van Gogh, Modrian, Picasso, Renoir, Monet gibi bir çok sanatçıya ait eser de mevcut. Müzenin hemen karşısında ise Milli Tiyatro binası yer almakta.

Bu arada Trg Republike’de, Knez Mikailova tarafında turizm danışma ofisi ve yanında Sırp El Sanatları sergi ve satışının yapıldığı yer var. El ürünü objelerden antika eşyalara kadar geniş bir yelpazesi var, mutlaka bakın derim.
 
Knez Mihaliova sonunda Terazije Caddesi başlayacak ve muhteşem Hotel Moskva binası dikkatinizi çekecektir. 
Terazije, eski şehrin merkezi olarak kabul edilmekte; ismini ise 200 yüzyıl öncesinden şehrin su ihtiyacını karşılayan su kulelerinden almaktaymış. Bugün bu kuleler yok ama bir tane çeşme var. Terzije’den devam ederseniz,   Şehir Meclisi (Skupstina Grada) ve Başkanlık Sarayı (Predsednistvo) binalarını göreceksiniz. Eski Saray olarak da bilinen Şehir  Meclisi, 1882-1884 yıllarında akademist tarzın bir örneği olarak   Obrenovic Hanedanının ikamet binası olarak yapılmış. Bu bina, bir kral ve kraliçenin katline tanık olmuş; sert yönetimi nedeniyle pek sevilmeyen Kral Aleksandar Obrenovic, eşiyle birlikte burada öldürülmüş.  1911-1912 yılları arasında yapıldığı için Yeni saray olarak da bilinen Başkanlık Sarayı ise, Kral Aleksandar Karacorcaviç’in ikametgahı olarak yapılmış. Söz konusu binalar, yaz döneminde belli gün ve saatlerde ziyarete açılıyormuş.
 
Esas önemli olan bu binaların yüzyüze baktığı, Kralja Aleksandra Bulvarı üzerindeki Narodna Skupstina’yı (Milli Meclis) göreceksiniz.  Neo Barok tarzında 1938 yılında yapılan bu binanın görkemi, diğer iki binayı gölgede bırakıyor. Bina, Yugoslavya Parlamentosu ve daha sonra Sırbistan ve Karadağ Ulusal Meclis Binası olarak kullanılmış. 1901 yılında mimar Ilkica tarafından tasarlanan Binanın inşaatına 1907 yılında başlanmış. Daha sonra Yugoslavya ve Sırbistan Karadağ tarafından kullanılan bina, 1990’ların sonu 2000’li yılların başında yaşananlar sonrasında, 2006 yılında,  beşinci bağımsız devlet olarak kurulan Sırbistan’ın  Meclis Binası olmuş. Binanın önünde bulunan ‘Kara Atların Oyunu’ isimli heykeller  ise Toma Rosandic tarafından 1937-1938 yıllarında yapılmış.
Meclis önünde  bir tahta paravan üstünde, 1999 yılındaki Nato baskınında yaşamını yitirenlerin resimleri bulunmakta, yani kendi kahramanlarının. Her ülke, tarihi kendi gözlüklerinden okuyor; onlar da o acımasız süreçte yapılanları kendi bağımsızlık savaşı olarak görüyor herhalde, ölenleri de şehit…
Şehrin sokaklarında dolanırken bağımsızlık mücadelesindeki kahramanlarına ait resimler graffiti olarak duvarlarda da görülebiliyor…
 
Bu binaların oluşturduğu Trg Nikole Pasica Meydanı, noel nedeniyle ışıltılı, renkliydi.  Bu noktada, Broadway tarzı oyunların sergilendiği Terezijama Pozoristena yer alması, bölgenin canlılığını da artırıyor olmalı. Burada Terazije üstünde yürürseniz, Kraljia Milana, Resavska ve Masarivko caddelerinin kesiştiği yerde şehrin bir diğer simgesi 101 metre yüksekliğindeki Beogradanka’ yı (Belgrad Sarayı) görürsünüz. Bakın yürüyüp geçin, yüksek bir bina işte…
Buradan yolumuza devam edersek, Tasmajdan (Taş Meydan) ve Crkva Svetog Marka (Aziz Mark Kilisesi)’ne varıyorsunuz. Aziz Mark Kilisesi,1932-1939 yıllarında Krstic Kardeşler tarafından Sırp-Ortodoks tarzında Aziz Mark anısına yapılmış, ilk ayin 1941 yılında düzenlenmiş. İkinci Dünya Savaşında hasar gören Kilise, 1948 yılında hizmete açılmış. 
62 metre uzunluğunda, 45 metre eninde, 60 metre yüksekliğinde olan Bina, tadilattaydı; zaten iç dekorasyonu esas alındığında hiç tamamlanmamış bir yer. Hazine dairesi önerilen yerlerden, ancak tadilat nedeniyle kapalıydı. Kilise altında, önemli kişilere ait mezarlar varmış ama tabii oraya da inmek mümkün değildi.  Burada ayrıca katledilen Aleksandar Obrenovice ve eşinin de mezarları bulunmaktaymış.
Merkezde, Knez Mihaliova civarında görülecek bir katedral daha var, bu da şehrin silüetine katkısı olan  Saborna Crkva (Aziz Mikail Kilisesi).  Kalemegdan civarındaki, Kutsal Baş melek Mikail ve Cebrail’e adanan geç barok ve klasisizm tarzındaki Katedral,  Milos Obrenovic’’in isteği üzerine Kwerfeld tarafından tasarlanıp inşası 1837-1845 yıllarında tamamlanmış. 
Katedral girişinde Sırp dilinin iki ustası, Vuk Stefanovic Karadzic ile Dositej Obradovic’in mezarları bulunmakta. Katedral içinde ise, Prens Milos Obrenovic ve iki oğlu, Prens Milan ve Prens Mihailo ile bazı dini büyüklerin mezarları bulunmakta. Ayrıca iki Orta Çağ kahramanı, 1389 yılındaki Kosova Savaşında Osmanlılarca öldürülen Prens Lazar ve Prens Stefan Stiljanovic’in türbeleri de burada.
Katedralin karşısında ise patrikhane ve yanında Konak Kneginje Ljubice (Prenses Ljubica’nın Konağı) bulunmakta. Şehrin eski merkezinde yer alan  Konak, 19 yüzyılın ilk yarısının mimari özelliklerini taşımakta  ve Prenses’in yaşam alanını esas alıp dönemin soylularının hayatından örnekler sunmakta ;  

Bölgede bir de Fresko Müzesi (Galerija Fresaka) var ki, ziyaretçilerin girmesine izin verilmez, diyerek tavrını açık olarak koymuş; iyi, eş dost akraba hısım kendiniz gezin müzenizde.
Merkezde ayrıca Eğitim Müzesi ile 19 yüzyıl Sırp edebiyat dili reformisti Vuc Stefanovic ile Sırbistan’ın ilk Eğitim Bakanı Dositej Obradovic’in anısına tasarlanmış  Vuk ve Dositej Müzesi var; onlara da ben gitmedim.
Merkezde özellikle bizlerin ilgisini çekecek iki yer daha var. Hemen Kalenegdan parkına yakın Bayraklı Camii (Bajraklı Dzamija) ve  Şeyh Mustafa Türbesi. 1575 yılı civarına  tarihlenen Bayraklı Camii’nin kimin tarafından yapıldığı bilinmiyor. Camii, Pasarofça Anlaşmasından sonra 22 yıl boyunca kilise olarak kullanılmış,  Belgrad Osmanlılar tarafından geri alınınca tekrar cami olarak ibadete açılmış.  Belgrad’ın Osmanlıların elinden çıkmasından sonra,  Sırp hükümeti tarafından müslüman cemaate tahsis edilen camii, zamanında 250 civarında caminin bulunduğu Belgrad’ta geriye kalan tek ibadete açık cami imiş. En son 2004 yılında Kosova olayları sırasında saldırı gören Cami, hala ayakta ve Belgrad’taki %3 civarındaki müslüman topluluğa hizmet vermekte imiş. Ben gittiğimde kapalıydı, içini göremedim. Şeyh Mustafa  Türbesi ise, 18 yüzyılda yaşayan Şeyh için yapılmış; Şeyh  geleceği görebilme ve şifa dağıtma yeteneklerine sahipmiş.
Buraya kadar gelmişken buradan Şehrin bohem bölgesi olarak tanınan Skadarlija’ya geçmeniz  çok kolay olur. Hem biraz dinlenirsiniz hem de keyfinize göre kahve, içki, yemek molası verirsiniz. Internette dolanan  Skadarlija ile Paris’in Montmartre’ı arasındaki benzetmeyi esas almayın, hayal kırıklığına uğrarsınız, burası daha çok Montmartre’ın prematür kardeşi gibi… Burası 19 yüzyılda bohem bir atmosfere sahipmiş, sanatçılar, ressamlar, yazarlar… Hatta burada Sırp şair Djura Jaksic’in evi de görülebilir, şimdi ise otel olarak kullanılıyor. 
Hoş, sanırım burada artık sanatçılardan çok aşçılar önemli çünkü şimdilerde daha çok Sırp mutfağının seçkin örneklerini sunan lokantalar, tavernalar, barlar, kafeler  hakim. Belgrad’ın en iyi lokantalarından biri sayılan Seşir Moj (Şapkam) burada, ayrıca Dva Jelena (İki Geyik) , Tri Seşira (Üç Şapka) kayda değer lokantaları…Belki de gece daha çok tadı çıkabilecek bir yer, onun için akşam gezmelerine saklayabilirsiniz. Yani bir bakıma, entel havalı lokanta bölgesi gibi bir yer olmuş, adeta bir Asmalımescit.. 

Burası 400 metre uzunluğunda arnavut kaldırımlı araç trafiğine kapalı bir yol, Cumhuriyet Meydanının (Trg Republike) hemen altında Skardaska Caddesinin etrafında Şehrin eski bir bölgesi… Genelde hep canlı Dusanova Caddesi (Cara Dusana) ile Despot Stefan Bulvarını (Bulevar Despota Stefana)  bağlayan bir  yol.  Bu yolun Dusanova Caddesindeki ucunda Beograd Sebil denilen çeşme bulunmakta, karşıda ise içinde yiyecek,  içecek, çiçek, giyecek dahil, her şeyin satıldığı açık halk pazarı Skadarlija Pijaca  var. Skadarlija’ya yürüyebilirsiniz ama  Dusan Caddesi bitiminde, pazarın önünden 2, 5,10  numaralı tramvaylar geçiyor; Despot Stefan Bulvarındaki ucuna ise,  16, 27 E,  35, 43 , 58, 95, 96 numaralı otobüsler geçiyor.

Şehir içinde uğrayacağımız bir bölge de Savamala… Burası 1830’lu yıllarda Prens Milos  Obrenovic’in Kale ve Osmanlı yerleşimi dışında bir yerleşim merkezi kurulması yönündeki emri nedeniyle yerleşime açılmış, 19 yüzyıldaki ihtişamlı günlerinin ardından mezbeleliğe dönmüş bir alan; yeni yeni restorasyon çalışmaları sürüyor. Bizim Karaköy gibi… Buranın adı Sava ve Türkçe Mahalle kelimelerinin kaynaşmasından geliyormuş… Ana caddesi Karadordeva Caddesi. Bölgedeki barok, art nouveau tarzdaki binalar buranın geçmiş hakkında ip uçları veriyor, şimdi ise ucuz lokantalara,  kafelere,  dükkanlara ev sahipliği yapıyor. Ayrıca burası rakım olarak  Sava Nehrinden aşağıda olduğu için sık sık sel baskınlarına maruz kalmış.  Şehrin merkezinden buraya gelirken, Knez Mihailova’dan aşağıya doğru indiğinizde Şehrin çehresi hemen değişecek, salaşlık, köhnelik gözünüze çarpacaktır, adeta bizim Tahtakale havasında işportacılar, seyyar satıcılar, döküntü dükkanlar arasından Sava nehrinin kenarındaki  Savamala’ya ineceksiniz. Yanınızdan bir sürü göçmen de koşturacaktır çünkü indiğinizde göreceğiniz park da göçmenlere bedava yiyecek ve içecek dağıtılmakta… İki köprü arasındaki (Brarkov Most ve Stari Savski Most) bu bölge bizim için önemli; şehirler arası otobüs ve tren terminalleri burada.  Havaalanından da buraya geliyorsunuz. 
Bölgede bir değişim göze çarpıyor; eski Belgrad Kooperatif binası, çağdaş Sırp mimarisi hakkında bir fikir verirken, klasizim etkisindeki Bristol Oteli, Balkan şehir mimari örneği Manak Evi burada dikkate değer yapılar. Yeni yeni sanat galerileri, lokanta, klüp, bar ve kafeler de buraya canlılık getirmekte. Bu bölgeden geçen otobüs çok, tramvaylar da öyle, bizim hayat kurtaran 2 numaralı tramvayımız da buradan geçiyor.
Ötelere Gidiyoruz
Bu bölümde, yürüyerek gitmekte zorlanabileceğiniz yerler var. Ama buraya kadar geldik, aramızda bir hukuk oluştu, tabii ki sizleri yormayacağım, bildiğim her şeyi anlatacağım, nasıl gidebileceğinizi tarif edeceğim.
Merkezin dışına düşen yerlerden ben Sava Kilisesi, Ada Ciganlija ve Zemun’a gittim. Sizler hızınızı alamazsanız gidebileceğiniz Yugoslav  Tarihi Müzesi (Muzej Istorje Jugoslavije), Çiçek Evi-Tito Anıtı,  Nikola Tesla Müzesi, Beyaz Saray (Beli Dvor), Prens Milos’un Konağı, Avala Kulesi ve ne manaysa Afrika Sanatı Müzesi var.
En yakınından başlayalım… Bir Sırp Ortodoks kilisesi olan ve 12 yüzyılda yaşayan Sırp Ortodoks kilisesinin kurucusu Aziz Sava’ya adanan  Sava Kilisesi.
Meraklısına
Sava nehrinden 64 metre, deniz seviyesinden 134,50 metre yüksekte, Vracar platosunda kurulduğu için nerdeyse şehrin her tarafından görülebilmekte. (Aziz Sava’nın  asıl adı Rastko imiş ve kendisi Nemanjic hanedanının kurucusu Sırp Prensi Nemanja’nın en küçük çocuğu imiş. Hatta 1990-1992 yıllarında Zahumlje’yi yönetmiş ama gençliğinden beri keşişmiş, Hilandar ve Zica manastırlarını kurmuş ve İstanbul Patriği tarafından tanınan ilk Sırp başpsikopu olmuş). Burası, 1595 yılında Osmanlı paşası Koca Sinan Paşa tarafından Aziz Sava’nın kalıntılarının yakıldığı yer olarak kabul ediliyor, o nedenle önemli. Sırp-Bizans  özelliklerini taşıyan kilise içindeki haç, 12 metre uzunluğunda ve Yunan tarzı imiş. İç alanı 3850 m2 olan Kilisenin, dünyanın, hadi o olmadı, Balkanların en büyük ortodoks kilisesi olduğuna dair bilgiler var. 44 metre yüksekliğinde 4 çan kulesine sahip.  Bence 6 yüzyılda yapılan Ayasofya Müzesi (İlk kuruluş olarak kilise), buradan çok daha büyük ve heybetli duruyor. Kilisenin yapım fikri 1878’de ortaya çıkmış ama yapımına ancak 1936 yılında başlanmış; ancak Dünya Savaşı, 1990 dönemi çatışmaları, Yugoslavya hükümet politikası nedeniyle sık sık inşaası kesintiye uğramış,  hala da yapımı sürüyor. Kilise aynı anda 10.000 kişiyi alabiliyormuş, 3 koro bölmesi varmış. Kilisenin altında ise, hazine ve patrik mezarları ve Aziz Prens Lazar Kilisesini  içeren bölümler var.
Sava Kilisesi’nin  bahçesinde, Osmanlılara karşı mücadele eden milli kahramanları Karacorcelakablı Corce Petroviç’in Heykeli var. Kilisenin hemen yanında da Milli Kütüphane Binası bulunmakta.
Sava Katedralinin yanında ise Sava Şapeli var. İlginç, küçük bir kilise.
Meraklısına; Dikkatimi çeken  bir husus da, Türk ziyaretçilerin bir kısmının Sava Kilisesi hakkında ‘Ne kadar da camilerimize benziyor’ yaklaşımı. Evet, camilere benziyor, daha çok da İstanbul’un  fethinden sonra Bizans kültürüyle karşılaşan Osmanlıların yaptığı camilere. Fetih öncesi camilere, Anadolu’nun çoğu yerinde rastlamışsınızdır, neredeyse çatılı, damlı binalardır (Fetih öncesi camilerin en güzel örneklerinden Bursa ve Divriği’deki Ulu Camilerdir bence), fetih sonrası camilerde böyle yuvarlak hatlar, kıvrımlar, kubbeler görülüyor ve cami mimarisi bu yönde evriliyor.
Sava Kilisesi’nde dikkatimi çeken bir şey de ibadet ritüelleriydi; Kilisenin kapısından giren eşikte baş selamı verdikten sonra haç çıkarıyor. Haç çıkarma işlemi baş, işaret ve orta parmakları birleştirip  bazen alna ve dudaklara götürülerek,  bazen de doğrudan alın,  omuzlar şeklinde gerçekleştiriliyor. Kilisenin içine girene kadar bu  merasim bir kaç kez tekrarlanıyor. Ama asıl önemlisi, ikonalar ve freskoların karşısına gelince yapılanlar; reverans yapar gibi hafifçe eğilip yerden bir şey yakalıyormuş gibi kol hafifçe sallanıyor, sonra haç çıkarma işlemi tekrar yapılıyor, sonra ikonalar iki yanağından öpülüyor. Aman o Hazreti İsa, Hazreti Meryem ikonalarını, freskolarını ne öptüler, ne sevip okşadılar, anlatamam; artık günahları neyse, ya da yukarıdan ne istiyorlarsa dönüp dönüp öpüyorlardı, sonra mum yakıyorlardı. Her dinin kendi ritüeli var, hepsinin amacı bir, onun için tuhaf diyemeyeceğim ama bana farklı geldi.
,
Sava Kilisesi’ne, Terazije’den dümdüz Trg Slavija’ya kadar yürüdükten sonra Kralja Milana’dan devam ederek ulaşabilirsiniz, uzun bir yürüyüş olur.  Otobüs ya da tramvayla gitmek isterseniz, 9,10, 14,30,31,33,39,42,47,48,59,78,E7,E9 numaralı otobüs veya tramvaylar sizi oraya götürecektir. 2 numaralı tramvay ise, Trg Slavija’dan geçmekte.
Bu bölgede,  Taş Meydan’a doğru giderseniz Krunska üzerinde Nikola Tesla Müzesi var. Nikola Tesla, Belgrad’ın gurur kaynağı, Havaalanına bile ismini vermişler. 1856 yılında Smilijan’da doğan  Tesla, 1943 yılında New York’ta ölmüş. Yani Belgrad’la pek alakası yok ama alternatif akım, yüksek frekans, uzaktan kumada, radyo dalgaları gibi bir çok konuda çalışması bulunan Tesla, Belgrad’ın fahri hemşerisi gibi… Müzede kendisine ait eşyalardan bilimsel çalışmalarına kadar geniş bir seçki sergileniyormuş. Ben Müzeye bilerek gitmedim; hem artık Belgrad’taki müzelerin açık olup olmadığını anlayamıyorum hem de bilimle aram hoş değil, ne anlarım o deneylerden, aletlerden…
Artık biraz doğayla bütünleşme, biraz nehir keyfi sürme zamanı. Aga Ciganlija’ya da gitmeden olmaz. 16 nehir adasından biri olan ve 7 kilometre uzunluğundaki Ada Ciganlija, yanındaki Ada  Medica ile birlikte 800 hektarlık bir alanı kapsıyormuş. Most Gazela Köprüsü’ne yakın olan Ada içinde 4-6 metre derinliğinde, 4,2 km uzunluğunda bir de göl var ve bir sürü plaj. Burası yazın hayat bulan bir yer; plajları, spor alanları, barları, lokantaları ile gayet canlı bir dinlenme alanı iken kışın sadece yürüyüş yapılan bir park. Ada, yapay bir uzantı ile karaya bağlanmış. Her mevsim güzel derler ya, öyle  bir yer, kışın da kendine özgü bir güzelliği var. Hemen şehrin yanı başında. Ama yürüme mesafesi değil. Radnicka üstündeki Ada bağlantısına,  23, 37,51,52,53,55,56,58,85,89,91,92,511,551 numaralı otobüslerle gelebilirsiniz. Kışın  hava iyiyse yürüyüş yapacak kadar zaman yeterli ama yazın tüm günü geçirebileceğiniz bir yer.

 

Şehrin ana kısmında gezdiğim yerler bunlar. Şehre 16 kilometre uzaktaki Avala Kulesi’ne gitmedim, 511 metre yüksekten şehri seyretme imkanı sunuyormuş ama kış havasında göz gözü göremezken bu sis pus içinde 16 km öteden göreceğim pek bir şey olmaz diye düşündüm. Kulenin yanında 1934-1938 yılları arasında inşa edilmiş Meçhul Asker Anıtı da bulunmaktaymış. Ayrıca  Dedinje bölgesindeki Yugoslavya Tarih Müzesi, Çiçekler Evi olarak da geçen Tito  Anıtı da gitmediğim yerler arasında. 1918-2006 yıllarında varlığını sürdüren  Yugoslavya’nın tarihi ilgi çekici olabilirdi.  Çiçeklerevi ise, 1975 yılında Tito’nın hizmeti için yapılan bir yer ancak Tito’nun mezarını da içermekte.  Dvorski Kompleksi ve Prens Milos’un Konağı da aynı bölgede Topciderski Parkı’nda yer almakta.
Şimdi Novi Beograd’a (Yeni Şehir)  geçelim ve  oradaki Zemun bölgesine.
Meraklısına; Burası Belgrad’ı oluşturan 17 belediyeden biri, önem kazanması 100 yıl önce Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun etkisiyle olmuş. Gerçi eski ve orta taş çağlarında avcı ve toplayıcı topluluklara ev sahipliği yaptığı yönünde bulgular var; tarımla uğraşan toplulukların ilk yerleşimi de MÖ 6200’e kadar gidiyormuş. Hatta Avrupa’da ilk işlenmiş bakır objesi olarak kabul edilen insanımsı bir figür olan Vinca Leydisi de Zemun’da bulunmuş. MS 1 yüzyılda Keltler’in bu bölgede Taurunum isimli bir kent kurduğu biliniyor. Daha sonra Roma, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluklarının idaresine giren bölge, 18 ve 19 yüzyılda önemli bir ticari merkez haline gelmiş. Bu arada 18 yüzyıl sonunda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Belgrad’ı Zemun’a bağlayınca Zemun birden başkent olarak bulmuş kendini. 1918 yılında Sırplar, Hırvatlar,Slovenlerin oluşturduğu yeni bir krallığa bağlanan kent, 1934 yılında  tekrar Belgrad’a bağlanmış. Bu nedenle Balkan havasından çok bir Orta Avrupa görünüme sahip bir bölge burası.  Bir ara mafyalarıyla ünlü olan bölge, şimdi şirin bir sahil kasabası, eğlencenin dibine vurulan bir merkez havasında. Burası yüzen barları, kafeleri, ünlü lokantalarıyla adından söz ettiriyor.
Bense Zemun’da  karşımda akan Tuna Nehri ve kıyılarını yaladığı Veliko Ratno Ostrvo Adası manzarası eşliğinde içtiğim Türk kahvesini hatırlayacağım. Bu arada Belgrad’ta bazıları özel Belgrad kahvesi diyor, bazıları Türk kahvesi diyor ama bizim kahvemizi büyük fincanlarda içiyorlar.  
Zemun’da Aziz Oca Nikolaja Kilisesi,  Blazene Device Marje Kilisesi, Bogorodicna Kilisesi var. Ayrıca yahudi cemaati azalınca önce kültür merkezi, sonra lokanta yapılan bir sinagog.  Öte yandan burada, Osmanlı hakimiyeti döneminden kalan tek yer, 17 yüzyıldan kalma Prens Savoylu Eugene’in kaldığı ev ilginç olabilir. 1762 yılında yapılan Kalamata ailesine ait ev de tarihi olaylara ev sahipliği yapmış bir yer. Ama buranın en önemli yeri, eski adı Janos Hunyadi Kulesi olan Milleniyum Kulesi … Gardos bölgesinde olan ve 1896 yılında önceden burada bulunan bir kale burcunun yerine yapılan Kule, Macar hakimiyetinin kutlamaları için düşünülmüş.  200 dinara girilen Kulenin tek numarası, döner merdivenlerle çıkılan terastan görülen manzara… Ama puslu havada ne gördün desen, son baharın sisli tonları derim, ilerde hayal meyal Belgrad’tan kilisenin kuleleri… Kalenin bir yanı gözünüze çarpsa da hakim olan resim sonbahardı, güzel miydi, evet güzeldi… Kulenin girişinde Cubrilo Sanat Gelerisi de bulunmakta, ilgilenirseniz.
Buraya  Brankov Most Köprüsü’nden geçip Nikole Tesla Bulvarı’ndan devam ederek gelebilirsiniz;   bu rotadan gelen 15,84, 704E, 707 numaralı otobüsler sizi Zemun’a getirecektir. Yeni Şehire bu rotada geldiğinizde, görülecek bir müze var:  Çağdaş Sanatlar Müzesi (Muzej Savremene  Umetnossi)… 
Buraya gelmişken Novi Beograd’a da bir göz atmakta fayda var. Burada göze çarpan birbirinin aynısı üç gri gökdelen… Bence görüntü kirliliği… Burası ağır sanayi bölgesine de bir geçiş.  Ancak burada ayrıca sanatçı grupları da yaşamakta. Çin Mahallesi ve ünlü bir bit pazarı var. Bu bölgenin belki de en ilginç yanı alışverişleriniz için düşüneceğiniz AVM’ler. Hemen Brankov Most Köprüsü’nün  yeni şehire girdiği yerde bulunan Usce AVM bunlardan biri; ben bir tek buna gittim.  78 numaralı otobüsle tam önünde inersiniz. Ama bölgede Mercator AVM ile Delte City AVM’de var.
Usce Parkı çok güzel bir alan, bol ağaçlı, yürüyüş ve bisikletle gezme yolları var, Çağdaş Sanatlar Müzesi’ne kadar uzanıyor. Bu alanda bir çok lokanta, cafe, bar var, neredeyse hepsi kapalı bu mevsimde. Bu tarafta ve karşı kıyıda yaza hazırlanan yüzen barları görebilirsiniz.
Şehri Gezerken
Sırplarla ilişkilerimizde önyargılar hakim. Nedenleri de vardır elbet. Örneğin, 1961 yılında Nobel ödülü alan Sırp kökenli Ivo Andric’in Drina Köprüsü, zalim Türk imajını pekiştiren bir roman. Eh, yüzyıllar süren Osmanlı hakimiyeti de güllük gülistanlık geçmemiştir elbette, geriye bazı ön yargılar kalmıştır. Sırplar hakkında ön yargılarda, yakın tarihteki acılı olaylarla beynimize kazınmış olmalı; soğuk, donuk, hatta acımasız.  Gezdim, dolaştım,  yedim, içtim ve gördüm ki,  birbirinden farklı ama bir o kadar da benzer insanlarız. Mesela bir sürü ortak kelimemiz var: Çok bariz olarak ‘haydi’ kelimesini kullanıyorlar, ayrıca konak, badem,  şal, torba (çanta anlamında) …  E, Avrupa’da alaturka tuvaleti başka nerede görebilirsiniz ki. Sonra sokak kedileri; belki bir Cihangir kadar abartılı değil ama şehrin parçası olacak kadar fazla diyelim. Ve beyaz peynir, kalıp kalıp, çeşit çeşit beyaz peynir.
Koca şehir, türlü türlü insan yaşıyor elbette.  Habis ruhlarla da karşılaştım (bir otoparktan geçerken bekçi bariyeri neredeyse üstüme indiriyordu, kahkahalar atarak), yardımsever  insanlarla da (geleneksel yolumu kaybetmelerimin birinde, navigasyondan otelimi bulup hiç üşenmeden beni otele götüren kişi mesela).  Sonra taksi şoförü; kafam zaten bir dünya, Euro ve dinarı karıştırınca, beni havaalanına götüren şoföre bahşiş olarak verdiğim 200 Euroyu bana, Ankara’ya ulaştıran şoför ve otel çalışanları için ne desem az.
Belgrad’ta bir çok Türk markası var ama Türkçe olarak  Kahramanmaraş dondurması yazısını görünce, Belgrad’ta yoğun bir Türk nüfusu olduğunu düşündüm. Bu arada AVM’lere gittiğiniz de (ya da Kneze Mihailova’da) LC Waikiki, Coton, Little Big, Tudors, hatta çakma koku dükkanı D&P ile karşılaşabilirsiniz.
Gezilerde heyecan arayanlara müjde; her yerde büyüklü küçüklü kumarhane var, hatta bir iki makinelik yerler bile var. Kapalı yerlerde sigara içilebiliyor, Türkiye’nin o günlerini unutmuşum,  şaşırdım. Kafana denen meyhane, tavernaları var, müzikler farklı olabilir ama eğlence aynı.

Yemekler ise, et ağırlıklı. Knez Mihailova üstündeki Kolarac’ta ‘ cevabcici su lukom’ dedikleri bizim İnegöl köfte benzeri bir köfte yedim;

Skardarlija’daki lokantaların çoğu tavsiye ediliyor, ben  Dva Jelena’ya gittim, içi peynir ve kremalı, dışı pastırma sarılı tavuk yedim, krema ve peynire rağmen bu da kuruydu. Belki  Belgrad’taki en güzel yemek, otelimle aynı sokakta, Marsala Birjuzava üstündeki otantik havalı Mikan’da yediğim etti. Burada at eti de servis ediliyor ama benim hiç işim olmaz atla, eşekle.

İçecek olarak tüm Balkanlarda rastlayacağınız, oraların aromalı rakısı diyebileceğim rakiyayi deneyebilirsiniz. Ben ballısını sevdim.

Alışveriş

Yeni şehirdeki alışveriş merkezlerini geçiyorum. Benim tek tavsiyem Kneze Nihaliova’daki Sırp El Sanatları satan toplu satış yerleri. Biri turizm danışma bürosunun hemen yanında. Burada türlü Sırp el işi eşyalar (seramik, cam, örgü işleri, rakiya, şarap) bulabileceğiniz gibi, silahtan porselene, çeşitli antika eşyalar da bulabilirsiniz.

Peki, Belgrad’a Yine Gelinir mi
İşte zor kısım. Belgrad kendi başına nefis bir şehir, doğayla bütünleşmiş havasına kayıtsız kalmak mümkün değil. Ama gezmesi zor bir şehir. Belki kış yanlış bir dönemdi.
Şimdi soruyu tekrar bir düşünelim. Belki şöyle cevaplayabiliriz;
Doğa harika ama Avrupa’nın yeni eğlence merkezi olarak reklamı yapılan bir yerin, kışın şalteri kapatması çok makul görülecek bir şey değil (Berlin, Amsterdam, Londra, Paris gibi diğer Avrupa eğlence merkezlerinin kış halini düşünün). O ünlü yüzen barların hepsi ıskartada, tadilat görüyor. Bazı müzeler ve kiliseler tadilatta. Nehirler şehri olan Belgrad’ta nehir turları (kışın) yapılmıyor. Turistlerin kurtarıcısı turistik otobüs turları yok. Şehir orman ve nehirle bütünleşmiş durumda ama toplu taşımacılık yetersiz olduğu için bu ağaçlık arazide bir yerden bir yere ulaşmak oldukça yorucu olabiliyor  Eğlenceymiş; az geldi İstanbul’un, Ankara’nın, İzmir’in eğlencesi de buralara taşınacağız. Ada Ciganlija’da yüzme keyfi ise başka konu; Akdeniz’in mavi, berrak sularını bırak gel buraya, Sava’nın bulanık sularında yüz, bravo, iyi plan. Kısacası, Belgrad mı? Sanmıyorum.
Ya da;
Belgrad, çok acılar çekmiş bir şehir, haklısını haksızını düşünmek anlamsız, acıdan payını almış, şimdi kendini yeniden kurmaya çalışan bir yer, hem de bunu eğlenerek, hayata keyifle bakarak yapıyor. Ortak ne kadar çok şeyimiz var, şaşarsınız, öyle tanıdık şeyler yaşayabilirsiniz ki, ben hep buradaydım diyebilirsiniz. Hem bildik, hem değişik lezzetler hoşunuza gidecek. Hem tanıdık, hem farklı ezgilerde efkarlanıp neşeleneceksiniz. Ayrıca yetmedi mi gördüğünüz müzeler, katedraller, kaleler; bu sefer de bunları görmeyiverin, Belgrad’ın verecek bunlardan fazla şeyi var.  Eminin gelecek yazdan aklınızda kalan  bilmem ne zamanından kalma bir kutsal kitap ya da bir kilise freskosu olmayacak. Ama belki de temmuz sıcağında içiniz ısınırken ayaklarınız Tuna’nın serin sularında, gözlerinizde huzurlu bir dalgınlık, içinizde bir Balkan havası ‘bugün güzel bir gündü’ deyişinizi hatırlayacaksınız gelecek yazdan.
Tercih sizin…

 

Buhara Gezi Rehberi: Orta Asya’nın Bereketli Toprakları

Buhara, dünya üzerinde yer alan en eski şehirlerden, ipek yolu üzerinde. Orta Asya’nın siyasi, bilim, kültür, din ve ticaret merkezi olarak kabul edilmiş.  Unesco Dünya Mirasları Listesi’nde yer almakta. Şehir olarak 2500 yıl önce kurulmuş, aslında çevresinde daha eski dönemlerde de yerleşim bulgularına rastlanmıştır. Buhara iki çölün ortasında bir vaha. Zerdüşlük, Budistlik, Hristiyanlık gibi değişik dinlere merkezlik yapmış. Günümüze müslümanlık eserleri, medreseler, camiler, türbeler ulaşmış. Siyasi olarak şehirde Büyük İskender’in, Cengiz Han’ın, Amir Timur’un ayak izleri var. 


Buhara’yı önce Özbek müziği dinleyerek video ile gezmek isterseniz…

Ulaşım
Buhara’ya Khiva’dan Kızıl Kum  Çölü’nde 450 km ve 6,5 saat süren bir yolculukla  ulaştık. Yolculuk uzun, yolda mola verebilecek benzin istasyonu, tuvalet, bir şeyler yenip içilebilecek tesis bulunmamakta. Ancak yolculuk sonunda gerçekten bir vahaya ulaşılıyor. Taşkent’ten uçakla veya otobüs ile Buhara’ya ulaşmak ta mümkün. 
Gezilecek  Yerler
İsmail Samoni Türbesi, eski şehirde ziyaretimizde ilk  eser, Orta Asya’da yapılan en eski Müslüman türbesidir. Samani hanı İsmail Samani tarafından aslında babası için yaptırılmış, sonra kendisi de oraya gömülmüş. MS. 905 yılında tamamlanan türbe, erken dönem İslam mimarisinin en önemli eserleri arasında sayılıyor. 
Tamamen tuğladan örülü kare şeklinde duvarları üzerinde, kubbesi de tuğla ile kaplanmış. Tuğlalar dekoratif kullanılmış, işçilik, planlama ve süsleme açısından çok güzel bir türbe. Türbe Mogol saldırıları sırasında kumlar altında kaldığı için talan edilmemiş ve iyi konumda günümüze kadar gelmiş. Dışı gibi içi de çok dekoratif. Kubbenin ortasında yer alan açıklık ve üç tarafında pencere görevi gören kapılar ile çok aydınlık bir türbe yapılmış.

Çevre düzenlemesi de çok güzeldi, yeşillikler arasında yürüyerek yine estetik ve efsanevi başka bir binaya ulaştık.

Chasma Ayup, bizim dilimizde Hz. Eyüp Çeşmesi. 12.yüzyılda ilk bölümü yapılan binanın hikayesine göre, Eyüp Peygamber buradan geçerken, halkın susuzluktan mağdur olduğunu görünce, asasını toprağa vurmuş ve su çıkmış. Bu şekilde su ile ilgili benzer öyküler Suriye, Filistin, Mısır ve Kazakistan’da da söylenmektedir. Türbenin üç bölümü üç ayrı yüzyılda yapılmış. İlk bölümü 12.yy’da Arslan Kan tarafından, ikinci bölümü 1380 yılında  Amir Timur tarafından, üçüncü bölümü 16.yy’da Sheibanids döneminde yapılmış.

Türbenin içinde pınardan çıkan su için çok estetik olmayan bir çeşme yapılmış, şifalı olduğu söylenen suyu içilebiliyor.

Sergi alanı olarak kullanılan diğer bölümde ise  suyla ilgili çarpıcı bilgi sağlayan resimler eklenmiş. Denize kıyısı olmayan Özbekistan’ın Aral Gölü, içinde gemiler dolaşan, çevresinde yazlık evlerin olduğu bir gölmüş. Uygulanan yanlış sulama politikaları nedeni ile bu göl kurutulmuş. İlk resimde 1960 yılında Aral gölünün büyüklüğünün, 2008 yılında ne hale geldiğini çok çarpıcı bir şekilde gösteriyor. Sağ tarafta ise bugün terk edilmiş, iç burkucu, ıssız haldeki gölün görüntüsü  var.

Bu komplekste diğer kalıntı ise bir hamam. 20. yüzyılın başlarında Buhara’da hamamlar çok önem verilen yerlermiş. Bu tarihlerde şehirde 20 adet benzer mimarili hamam varmış. Çoğu 16-17. yüzyıllarda inşa edilmiş. Hem yerel halk hem de yabancı tüccarlar hamamları çok kullanırlarmış.
Bolo Havuz Cami, ‘Boloi Havz Jome’ 1713 yılında yapılmış, 20 tane çok yüksek, ahşap kalem işlemeli sütunları ile görür görmez etkiliyor.

Böyle bir camiyi görünce dayanamayıp hemen içeriye girdik. İçeride mavi çinilerle süslü beyaz ağırlıklı zemin ve güzel avizesi ile çok aydınlık, ferah bir görüntü vardı. Özbekistan’da camiye girerken sadece ayakkabıların çıkartılması gerekiyor. Baş örtüsü gerekmiyor tabi ibadete açık olmadığı için.

Buhara eski şehir gezimizde tarihi, kültürel ve arkeolojik olarak çok önemli olan Ark  Kalesi (Ark Citedal) ne ulaştık. Kale  Buhara Hanlarının yaşadığı yer. Aslında tüm yönetim birimleri, polis merkezi, cami, harem, zindan  bu kalede yer almaktaymış. Kalenin asıl tarihi milattan önce dördüncü yüzyıla kadar gitmekte. Ancak sürekli yıkılıp üzerine yeni kaleler yapıldığı için kalenin olduğu yerde suni olarak 20 metre yükseklik oluşmuş. Bugünkü görünüşü, son dönem hanların yaptırdığı kale. Kalenin 1893 tarihinde yapılmış giriş kapısından gezimiz başlıyor.
Kalenin içinde  ilk olarak Cuma Cami bizi karşılıyor. 18. yy’da yaptırılan caminin üç tarafı çok  özel işlenmiş ahşap sütunlar ile çevrilmiş. Caminin sekiz giriş kapısı ve dört mihrabı var. Caminin tavanında da geometrik desenli ahşap işçiliği göz alıcı.

Taht Salonu 18. yy’da yapılmış, giriş kapısının  tam karşısında mermer bir taht var. Önemli törenler için ayrılmış salon. Salonun sağ tarafında bir kapı bodruma açılıyor. Bu bölümde  altın, gümüş, değerler madenler  saklanıyormuş. Yani kalenin hazinesi de  bu bölümde saklanıyormuş.

Kalede önemli bir bölüm müze olarak ayrılmış. Buhara bölgesinin İlk Çağ ve Orta Çağ eserleri sergilenmekte. Bu müzeyi gezerken tarih kitaplarımızda, Yıldırım Beyazıt 1402 yılında Ankara Ovası’nda Aksak Timur’a yenildi diye geçiştirilen savaşın, yenen ülke açısından önemini anlatan  resim karşıma çıktı.

Türk Sultanı Yıldırım Beyazıt’ın esir alınma sahnesini gösteren minyatürün fotoğrafını hemen çektim, paylaşabilmek için.


Yine tarih kitaplarımızdan  Arapların Orta Asya’ya girmesi ve İslamın yayılması öykülerini hatırlatan minyatürü de aşağıda paylaşmak istedim.

Kalenin içinde yer alan müzede ayrı odalarda çok sayıda Buhara tarihine ilişkin eserler sergileniyor. Görmeye değer.

Miri-Arab Medresesi,  Kalyan Minare, Kalyan Cami.  Kale’den sonra sıra Buhara’nın en etkileyici dini merkezine geldi.  Kalyan minaresi uzun yıllar Orta Asya’nın en yüksek minaresi olarak kalmış,. 105 metre yüksekliğinde ve üzerinde 13 ayrı şekilde işlenmiş kuşak var.

Mir-i Arap Medresesi iki mavi kubbesi ve harika mimarisi ile dikkat çekiyor. Medrese 1530-1536 yılları arasında yaptırılmış. Nakşibendi tarikatına bağlı Şeybanilerin Şeyhi Abdulloh al Yamaniy için yapılmış. Sovyetler döneminde Orta Asya’da kapatılmayan tek medrese. Hala dini eğitim sürdürülen, Rusya İran, Orta Asya’dan öğrencilerin devam ettiği medrese İslami eğitim açısından önemli bir yere sahip. Medrese dört kat ve 114 odadan oluşuyor. İçinde bir cami, Mir Arap olarak anılan şeyhlerinin mezarının yanı sıra dönemin Hanının mezarı da yer almakta.

Medresede eğitim sürerken içeriye girmek yasak olmasına rağmen hızlı bir kaçamak yaparak avlunun fotoğrafını çekme şansım oldu.
Kalyan Cami Karahanlı Aslan Han tarafından 1121 tarihinde yaptırılmış. Camide 208 kolon ve 288 kubbe var. Camide aynı anda 12.000 kişi namaz kılabiliyormuş ancak günümüzde ibadet amaçlı kullanılmıyor.

Aziz Khan Medresesi,  yine taç kapısı gösterişli değişik bir medrese. 17.yy’da yapılmış, İran, Çin ve Hindistan mimari özelliklerini barındırıyor.

Leb-i Havuz Meydanı

Meydanda 1620 yılında yapılmış bir havuz, etrafı dekoratif develerle süslenmiş. Havuz kenarında lokantalar yer alıyor, biz bir akşam yemeğimizi bu meydanda yedik. Medrese ve eşeğe ters binmeyen Nasrettin Hoca Heykeli meydana renk katıyor.

Nadir Divan Bey Medresesi,  Leb-i Havuz Meydanı’nda yer alan medrese  aslında kervansaray olarak yapılmış, sonradan medreseye dönüştürülmüş.  Asıl ilgi çeken taç kapısı üstündeki çiniler, kuş ve güneş figürü. Aslında resim kullanılmayan  İslami yapılarda bu figürler ilgi çekici.
Bu kadar gösterişli ve büyük medreseyi görünce hemen içeriye daldım. Ancak yine klasik görüntü tüm avlu ve odalar satıcılar ile dolu idi.

Görünce bizi hem çok şaşırtan, hem de çok tanıdık  gelen heykel neydi biliyor musunuz? Medresenin önünde eşeğin üzerinde hoş bir adam, çevresinde de resim çektirmek için bekleyen çok kişi görünce bizim nüktedan Nasrettin Hocanın aynı isim ve aynı özellikleri ile Özbek kültüründe yaşadığını öğrendik. Hoca Nasrettin adı aynı, oda sakallı, nüktedan, komik öyküleri var  ancak heykeli çekik gözlü ve göbeksiz ve fit Nasrettin Hoca.

Chor Minör, aslında arkasında yer alan medresenin giriş kapısıymış. Anıtın mimarisi klasik Buhara mimarisinden farklı. Mimaride Hint etkisi olduğu söylenmekte. Binanın üzerinde dört ayrı minare, hepsi mavi kaplı ama hepsinin figürleri farklı. Dört ayrı dini sembolize ettiği düşünülmekte. Eski şehirden farklı bir bölgede, görmeye değer.Orta Asya’nın din merkezi rolü nedeni ile Buhara’da o kadar çok Medrese ve türbe yapılmış ki, bunların hepsini gezebilmek mümkün olamıyor. Medreseler dini eğitimin yanında pozitif bilimlerde de eğitim vermiş. Ünlü hekim İbn-i Sina’nın (980-1037) Buharalı olduğunu hatırlatalım. 

Tarihi İpek yolundaki Buhara, 2500 yıllık şehir merkezi olarak Orta Asya’da ticaretin merkezi idi. Şehir yapılanmasında çok sayıda kervansaray bulunmasının yanı sıra, tarihi ve halen kullanılan yüksek ve çok sayıda kubbeli çarşılar karşınıza çıkıyor. Bu çarşıları dolaşalım.Çarşı içinde sadece müzik aletleri satan bir satıcı, tezgaha yaklaşınca geleneksel müzik aletleri ile bize  güzel bir konser verdi.

 Çarşının çıkışında geleneksel ürünler, özellikle bıçak satan, yerel giysili satıcı.

Buhara Halıları dünya çapında ünlü, halılar için ayrı bir bölüm ayrılmış. El yapımı ve özel motifli halıları incelemek güzel, Tabi satın alabilse idik daha da güzel olacaktı. Grubumuzda bir İtalyan arkadaşımız çok güzel küçük bir ipek halı aldı. Belli ki Buhara da Buhara halısı alınır diye hazırlıklı gelmiş. 

Özbekistan’da birçok yerde vatanın güzelliği, bagımsızlığına ilişkin sloganlar görünüyor. Çarşıda, pazarda, medresede, türbede. Ülke 1991 yılında bağımsızlığa kavuştuktan sonra bu durumu vurgulamak, paylaşmak istemiş yönetim.Özbekistan’da özellikle Buhara, Khiva ve Semerkant’ta birkaç yüzyıl öncesinde yolculuk yaptığınızı hissediyorsunuz. Ancak sizi bu duygudan uzaklaştıran görüntü  her yerde satıcılar olması. Tüm tarihi binaların, medreselerin, türbelerin içleri hediyelik eşya satan dükkanlar ve yollar satıcılar ile dolu.

Biraz da sokaklarda dolaşalım.


Konaklama

Buhara’da iki gece kaldığımız Asia Buhara otel, dört yıldızlı güzel temiz bir otel. Eski şehrin başlangıç noktasında olduğu için tüm gezilerimizi yürüyerek yaptık. 

Ne Yenir, Ne İçilir, Gece Hayatı

İlk akşam yemeğimiz için, dünyaca ünlü bir minyatür ustasının evinde özel bir yemek hazırlanmış. Yemek saatinden yarım saat önce eve ulaştık, bir salonda uzun bir masa sadece bizim grup için hazırlanmıştı. Yemek salonuna girmeden önce başka bir salona alındık. Burada iki saz sanatçısı, bir şarkıcı ve yerel kıyafetleri ile çok güzel dans eden bir genç kızdan oluşan bir grup hem kulağımızı hem gözümüzü doyurdu. Güzel bir gösteri izledik. Sonrası yerel güzel Buhara yemeklerine geçtik.

İkinci akşam ise genellikler restoranların olduğu Leb-i Havuz meydanında güzel bir restoranda Özbek kebabı tattık.

Ayrıca  çay, kahve  molası vermek isterseniz yine tarihi dokulu güzel bir kafe bulmanız kolay.

Buhara’da zengin bir gece hayatı olmadığını duyduk. Gece klubü aramadan özgün yemek yemek en iyisi galiba.

Buhara’dan Semerkant’a otobüs yolculuğu yaptık. Khiva Buhara arası çöl ortasında uzun bir yolculuktu, Buhara Semerkant arası  ise daha kısa ve daha çok köylerin tarlaların yanında geçen bir yolculuktu.

Yol üzerinde geleneksel yöntemlerle üretim yapan güzel bir seramik atölyesinde kısa bir mola verdik. Çini üretimi izlemek, satış atölyesinde alışveriş yapmak güzeldi, ama en güzeli gözümüzün önünde Özbek ekmeğinin hazırlanması, değişik fırında pişirilmesi ve çayla beraber sıcak sıcak ikram edilmesiydi.

 

Son Söz

Buhara Özbekistan’ın mutlaka görülmesi gereken şehri. Tarihi dokusu, kültürü, sanatı, Buhara halıları, adım adım gezilen Orta Çağ sokakları ile başka bir dünya gezisi olarak anılarda yer edecektir.

 

 

 

Taşkent Metro: Sanat Galerisinde Yolculuk

Taşkent metro istasyonları sanki birer sanat galerisi. Her bir istasyon Özbekistan’ın tarihi ve kültürel değerlerini yansıtan farklı  bir tema sunuyor.  
Moskova gezimde Moskova metro istasyonları için ayrı bir metro turu düzenlemiştik. Moskova’nın şehir gezi turları içinde bu tur bulunmaktadır. Metro İstasyonları ulaşım amacının çok ötesinde kültür, sanat, sergi durakları. Duvarları, avizeleri, resimleri hayran bıraktırıyor görenleri. Sanat ve kültürün yaşamın her alanında, her kesiminde paylaşılması böyle bir şey demek ki. 1991 yılına kadar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğinin federe devleti olan Özbekistan’da da aynı anlayış ile bu muhteşem istasyonlar yapılmış. 
İlk yapılan istasyon, günümüzdeki adı ile Bağımsızlık Meydanı’nda (Mustakillik Maydoni) kullanılan mermerler, ülkenin batısındaki Kızıl Kum çölünden getirilmiştir. İstasyonu çok sayıda avizeler aydınlatmaktadır. Mermer zemin üzerindeki yıldızlar Özbekistan tarihinde çok önemli yeri olan, Amir Timur’un torunu, lider, bilim adamı, astrolog  Ulug Bey’e atfedilmektedir.
İkinci olarak yapılan Pakhtakor İstasyonu, Özbekistan’ın en önemli ürünü olan pamuk motifli seramiklerle kaplanmış.
Alisher Navoi İstasyonu, adını Özbek edebiyatının babası ünlü şairden almaktadır. İstasyonun duvarları şairin ünlü şiirlerinden esinlenen sahnelerle süslenmiştir. Duvarlarda Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun karakterlerini görebilirsiniz.
Kosmonavtlar İstasyonu uzay yolculuğu ile ilgili. Duvarlarda uzaya ilk giden Rus astronot Yuri Gagarin, ilk kadın astronot Valentina Tereshkova görüntüleri yer almakta. İstasyonun koyu renk tavanı da özel bir loşluk sağlayarak gökyüzünde olma sağlıyor.
Bodomzor  İstasyonu seramiklerinde Özbek günlük yaşamında en önemli iki ürün ekmek ve baharat motifleri yer alıyor.
Görüldüğü gibi her istasyonun ayrı bir öyküsü var. Birkaç temaya değindik şimdi tüm istasyonları görüntülü izleyelim.
 
 
İstasyonlarda fotoğraf çekmek yasak, bu nedenle bir turist olarak fotoğraf çekip paylaşmak mümkün olamamaktadır. Yazımızdaki fotoğraflar özel bir proje için Özbek Fotoğrafçı Kamil Yenikeev tarafından çekilmiştir. Yazımda fotoğraflarını kullanma izni verdiği için kendisine çok teşekkür ediyorum. 
Taşkent Metrosu inşaatına 1968-1970 yılları arasında başlanmış. İlk hat Chilanzar 12 km uzunluğunda ve dokuz istasyon ile 1977 yılında hizmete açılmış. Taşkent’te  1966 yılında büyük bir deprem yaşandığı için, metro Richter ölçeğine göre 9 şiddetinde depreme dayanıklı olacak şekilde inşaa edilmiş.
Günümüzde üç hat faaliyet vermektedir.
Öyküsünü anlattığımız istasyonlar dışındaki istasyonları da fotoğraflarla gezelim. 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Taşkent Gezi Rehberi: Orta Asya’nın Modern Şehri

Özbekistan Orta Asya’da, tarihi İpek Yolu üzerinde, dört bin yıldır çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmış, bugün de tarihi dokusunu mirasını  koruyan  bölgenin en önemli ülkeleri arasındadır.

Taşkent   Orta Asya’nın en büyük şehridir. 1991 Yılında bağımsızlığını kazanan Özbekistan Cumhuriyeti’nin de başkentidir. 
 
Taşkent’e Türkiye’den havayolu ile ulaşım kolay. Aslında ülkeye uçan uluslararası havayollarına sınırlama olsa da THY’nın Taşkent’e her gün uçuşu bulunuyor. Yolculuk rahat ve 4,5 saat sürüyor.
 
Taşkent Havaalanı’nda Özbekistan’a hoş geldiniz yazısı ile karşılanıyoruz. Küçük bir havaalanında uçaktan iner inmez koşturan halkı görünce farklı bir ülkeye geldiğimiz hissediliyor. İşlemler çok zaman alacak diye hızlı hareket ediyorlar. Pasaport kontrolü sonrası iki nüsha ülkeye giriş formu doldurmak gerekiyor ve formun altında yanınızda ne kadar para olduğunu yazmanız isteniyor. Burada iki noktaya dikkat etmek gerekiyor. Öncelikle formun bir nüshası sizde kalacak ülkeden çıkarken bu formu mutlaka göstermek gerekiyor. Ayrıca kaldığınız otelllerde kaldığınız günleri gösteren formu da çıkarken göstermenizi isteyebilirler. İkinci önemli konu çıkarken de çıkış formu dolduracaksınız bu formdaki yanınızdaki parayı gösteren rakamın girişteki cebinizdeki paradan fazla olmaması gerekiyor, aksi halde ülkeden para çıkarttığınız düşünülebilir.

Taşkent Havaalanı şehir merkezine sadece sekiz km. uzaklıkta. Merkeze kolaylıkla ulaşabiliyor. Bizim otelimiz şehir merkezinde City Palace dört yıldızlı bir oteldi. Yeni, temiz merkezi güzel bir otel.

Uçaktan sabah 7.30’da indik. Birlikte gezeceğimiz grup ertesi gün gelecekti. Ben ilk gün kendi programımı yaptım. Tabi ilk önce para bozdurmak gerekiyor. Yine önemli bir konu, Özbekistan parası Som (Sum diye okunuyor) için iki kur var, resmi kur ve karaborsa. Paranızı otelde veya bankada bozdurursanız 1 dolar 3.200 Som, tabi biz karaborsada bozdurmak için bir kafeye gittik ve 1 dolar 6.500 Som kurundan 100 dolar bozdurdum ve zengin oldum. Her biri 1000 Somluk banknotlar ile elim kolum para doldu. Burada klasik alıştığımız tarzda cüzdan pek işe yaramıyor, bir tomar parayı çantamın en büyük gözüne doldurdum.

Gezide ilk hedef Amir Timur Meydanı ve Müzesi. Amir Timur Özbekistan’ın en önemli lideri. Bundan sonraki gezilerimizde özellikle Semerkant’ta çok söz edeceğim. Amir Timur kimdir diye merak edersiniz, tüm Türklerin tarih kitaplarından tanıdığı Aksak Timur. Tarih derslerinden hatırladığım tek cümle, 1402 yılında Ankara Ovası’nda Yıldırım Beyazıt’ı yenen ünlü komutan.  
Amir Timur’un adını verdiği meydanda heybetli bir heykeli yer alıyor. Taşkent’in ünlü tarihi oteli Özbekistan oteli ve son yıllarda yapılmış bir konser salonu ve iki saat kulesi de meydana güzellik katıyor. 

Amir Timur Müzesi ülkenin bağımsızlığını kazanmasından sonra, Başkan İslam Karimov tarafından ülkenin tarihi ve kültüründe önemli yere sahip olan Amir Timur için 1996 yılında açılmıştır. Müze yuvarlak ve mavi kubbesi Timur’un mezarının olduğu Semerkant’taki Gur Emir’e benzetilmiştir.
Meydanda Amir Timur Müzesi, müze giriş ücretleri çok düşük ancak fotoğraf çekmek için ayrıca para veriyorsunuz. Burada 5000 Som idi yani bir doların altında, giriş ücreti düşük olduğu için bu rakam pahalı gelmiyor.

Müze iki katlı, iç dekorasyonu bir müzenin ötesinde saray gibi  çok gösterişli. Bu kadar gösterişli olmasında amaç Amir Timur’un büyüklüğünü yansıtmak. Duvarda üç bölüm halinde fresko yer alıyor. Birincisi Amir Timur’un doğumu, ikincisi büyümesi ve sonuncusu ise gurur.  Ortadaki freskonun üzerinde güneş ve ay sembolleri yer alıyor. Güneş devletin gücünü, ay ise bereketi sembolize ediyor. Yine ortada Amir Timur tahtta oturuyor.

Üst katta yabancı sanatçılar tarafından yapılan Timur’un portrelerinin kopyaları,, minyatürler, silahlar, döneminde kullanılan madeni paralar, diplomatik mektupları yer alıyor. Hatta Fransa Kralı VI. Charles’ın Türk Sultanı Yıldırım Beyazıt’ı savaşta yenmesini kutlayan mektupta yer alıyor. Amir Timur Türklere karşı kazandığı zafer sonrası Avrupa ülkeleri arasında popüler olmuştur.
Taşkent Orta Asya’nın sanatta, mimaride, eğitimde önemli bir başkenti. Üniversite sayısı da çok. Amir Timur Meydanı civarında tarihi ve estetik üniversite binaları bulunuyor.
Okulların çevresinde çok büyük yemyeşil bir park, içerisinde öğrenciler keyifle dolaşıyorlardı. Parkı görünce dayanamayıp içeri daldım. 
Sonbaharın canlı renkleri ile süslenmiş   parkın içerisinde çok güzel geleneksel yemek yapan bir restoran buldum ve ilk geleneksel çorbalarını içtim. Yemek resimlerim toplu olarak yazının sonunda.
Hast İmam Taşkent’te görülmesi gereken bir dini merkez. Taşkent’in ilk İmamı Hazreti İmam’ın (Abu-Bakr Muhammad Kaffal Shassi) türbesinin etrafına inşa edilmiştir. Hazreti İmam aynı zamanda bilim adamı, sanatçı, şair kimliklerine de sahipmiş. 
Burada aynı anda Barak Khan Medresesi, Tilla Sheikh Cami, Imam al-Bukhari İslam Enstitüsü ve çok zengin el yazmalarına sahip olan bir kütüphane yer alıyor. Bu kütüphanede dünyanın en ünlü el yazması kuranlarından Halife Osman’a atfedilen  Kuran yer alıyor. Kuran Semerkant Kuranı olarak biliniyor, Halife Osman’ın bu kuranı okurken suikasta uğradığı ve kanının kurana sıçradığı söylenmektedir. Özbekler tarafından dünyada el yazması en eski kuran olduğu kabul edilmektedir. Kuran sekizinci  yüzyılda   yazılmış. Osman’ın öldürülmesinden sonra Halife Ali tarafından  Kufe^ye getirildiği, daha sonra  bu bölgeleri hakimiyetine alması ile Amir Timur’un eline geçtiği ve Ak Medrese’de muhafaza edildiği yazılmaktadır.  Ancak kütüphane kapalı olduğu için bu kuranı göremedik.
Hz İmam Türbesi‘nin girişi ve içerisi,
Caminin içi de dışarıdan tahmin edilenin aksine beyaz ve çok sade,
Şehirde yeni yapılmış, 2013 yılında açılmış yeni bir Cuma Camisi. Şehrin en yeni ve en büyük camisi.
Başka ilginç bir yer ise Stalin döneminin baskısı ile öldürülen kişiler anısına yapılmış bir park. Yeşil bir park, yanından nehir akıyor, içinde bir cami yer alıyor. 
Khoja Akhrar Vali Cuma Cami, cami 819 yılında yapılmış ve tarihi Taşkent’in en yüksek noktasına inşa edilmiş. Bu cami Taşkent’te yer alan 157 cami içerinde en eskisidir. Özbekistan’ın da en büyük üçüncü camisidir. 
Bağımsızlık Meydanı şehrin merkezinde yer alıyor. Meydana Sovyet döneminde Lenin heykeli konmuş ve adı Lenin Meydanı olmuş. 1991 yılında bağımsızlık ilanından sonra Meydanın adı ‘Mustakillik Maydoni’ olarak değiştirilmiş, Lenin heykeli kaldırılmış. Meydana kucağında çocuğunu tutan bir anne heykeli konmuş. Bu heykel ana vatanı ifade etmekteymiş. Meydanda festivaller, törenler düzenleniyor. Meydanın çevresinde modern kamu binaları yer almakta.
Taşkent’te ikinci müzemiz El Sanatları Müzesi. Müze 1927 yılında açılmış, Özbek sanatçılarının eserlerini sergilemek amaçlanmış. daha sonra el sanatları sergilenmeye başlanmış. Seramik çalışmaları, halılar, mücevher, ahşap çalışmaları, minyatür eserler yer alıyor. Özgün bir müze.
Taşkent tarihi pazarının ilginç mimarisi ve atmosferi var. Tarihi pazarın 100 yıldan fazla geçmişi var. Eski Taşkent şehrinin merkezinde ticaret yollarının üzerinde kurulmuştur. Orijinal binası eskiyince yenilenmiş ancak yuvarlak şekli ve çok yüksek mavi tavanı korunmuş. Böylesine sıcak ve kuru Asya ikliminde sıcaktan ve nemden korunmak için böyle bir mimari tercih edilmiş.

Kerimov ülkenin bağımsızlığından sonra sokaklarda, turistik binalarda çok yerde kendi resmini ön plana çıkartmadan halka bağımsızlığın önemini ifade eden yazılar astırmış. Pazarın girişinde dahi bu yazı görünüyor.

Pazarın içinde, taze meyveler, çok çeşitli kurutulmuş meyveler, kuruyemişler, binbir çeşit ve renkte baharatlar. Daha güzel olan gerçekten Taşkent halkı ile omuz omuza alışveriş yapıyoruz, turist gibi değiliz. Pazarın dışında yollarda canlı kuşlar, tavuklar da satılıyor.
Taşkent çok düzenli planlı ve özellikle çok temiz bir şehir. Öncelikle çok yeşil. Şehrin çok büyük bir bölümünü görme şansım oldu.
Öncelikle bu kadar yeşil bir büyük şehir beklemiyordum. Rus mimarisi etkisi ile şehir çok iyi planlanmış,çok geniş caddeler, tarihi dokusu iyi korunmuş binalar.
Taşkent 1966 yılında büyük bir deprem geçirmiş ve bazı bölgeler yeniden inşa edilmiş.
Meydanlarda değişik heykeller şehre  güzellik katıyor.
Taşkent Metrosu dünyanın en özel istasyonlarına sahip metrolardan biri. Her istasyonda Özbekistan tarihinde ve kültüründe önemli bir konsepti işleyen hepsi birbirinden farklı dekorasyon var. Bir istasyonda Özbekistan’ın önemli ürünü, pamuk motifi işlenirken başka bir istasyonda ünlü Şair Alisher Navoi’nin şiirindeki Leyla ile Mecnun veya Ferhat ile Şirin’i görebilirsiniz. 
Yeme İçme
Gelelim Özbek mutfağına, neler yedik. Özbek mutfağı çok zengin, Orta Asya’daki yörük komşularının aksine Özbek ulusu yerleşik bir yaşam sürmüşlerdir. Sebze meyve yetiştirmişler ve besicilik yapmışlardır. 
Bu nedenle yemeklerinde hem bol et hem bol sebze kullanıyorlar. Ayrıca hepimizin bildiği Plov (pilav) bol etli ve sebze ve baharatla ile çeşitlenmiş bir şekilde ana yemek. Önce sofraya küçük tabaklarda bizim mezeler gibi salata, turşu çeşitleri geliyor. Nerede ise tüm salatalarda kişniş kullanıyorlar bizde ki maydanoz şeklinde ama tadı çok daha keskin. Bazı çorbalarda içerisinde patates, havuç, fasulye gibi sebzelerin yanı sıra içerisine et koyuyorlar. 
Yemekte mutlaka sofrada kök çay diye adlandırdıkları yeşil çay bulunuyor.  Yemekler oldukça yağlı sanırım yeşil çay yemek sonrası vücudu rahatlatıcı etkiye sahip. 
Sofrada küçük shot bardakları ile votka içiyorlar. Yerel şarapları da hoş bir tada sahip. İçki ve sigara ucuz. Bazı yemek adlarını sıralarsak. plov, et, lepeshka (ekmek), shurpa (çorba), mantı, lagman, shashlik, samsa (börek).
Taşkent’te bir akşam yemeğimiz canlı müzikli bir restoranda idi. Restoran fotomuz ile veda edelim Taşkent’e.

 

Japon Çocukların İlk Tapınak Ziyaretleri: Sağlıklı Yaşam Töreni

Dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun çocukların sağlıklı büyümeleri için değişik dini ve kültürel gelenekler bulunmaktadır.

Örneğin bizim ülkemiz Türkiye’de çocuk doğunca mevlüt okutulur, kırkı çıkınca konu komşuya gösterilirdi. Diş bulguru ve erkeklerin sünnet olması da geleneklerimiz arasında. Kardeşim doğduğunda, kırkı çıkınca, bir komşumuz kardeşimin yüzüne uzun yaşasın “Dede” olsun dileğiyle un sürmüştü.

Doğal olarak, bu ülkede gelenekler daha farklı. Geçmişte ve savaş sırasında yoksulluk nedeniyle henüz bir yaşına gelmeden çok sayıda çocuk ölümleri olmuş. Bu ve benzer nedenlerle çocukların sağlıklı büyümeleri için gelenekler oluşturulmuş. Çocuklar doğunca önce “Sinturizm” tapınağına götürülür. Kimono vb. hazırlıklar başlar, tabii ailelerin geleneklere ne kadar bağlı olduğuna ve ekonomik koşullarına göre değişiklikler görülebilir.

Aralık ayının 15’ i tören günü. Ancak kalabalığı önlemek için Aralık ayının başlamasıyla tapınağı ziyarete gidenleri görmek mümkün.

Shichi-go-san, ‘7-5-3’ tapınağa gitmeleri gereken yaş. Kız çocukları üç ve yedi yaşlarında, erkek çocuklar beş yaşında olmalı. Bu gelenek onlar için 20 yasına gelmeden önce yapılan en önemli tören. Kız çocukları kimono giyerler geleneklere göre. Erkeklere özgü kimono da var. Kimonoyu torunları için servet ödeyip alan büyükanneler olduğu gibi, kiralayanlar da var. Örneğin eşimin annesi kızım doğduğunda benim için servet olan bir rakam (3000 Dolar) ödeyip almıştı!

Ancak iyi korunursa kendi çocuklarına giydirebilir anneler o kimonoyu, benim kızımın yaptığı gibi. Tabii ki koruyup saklayan bendim.

Kimono tek başına değil … bele “obi” denilen kuşak takılır, “zori” denilen parmak arası özel terlik giyilir, saça özel tokalar takılır ve törene gitmeden önce saçlar kuaförde yapılır. Törene giderken çocukları gözlemlemek ilginç. Kimono kirlenmesin diye telaşlanan anneler, her gün spor ayakkabıya alışkın ayaklarıyla giydikleri terliklerle yürümeye çalışırken dengesini kaybedip düşen çocuklar ve kızan anneler … Hava durumu da önemli.

Tapınakta tören gruplar halinde yapılır. Sinturizm rahibi duasını yaparken çocukların çoğu esner, ağlayanlar da olur. Törenden sonra her çocuğa hediye ve “chisato” denilen şekerlemenin olduğu torba veriliyor. Çocukların yüzü gülmeye başlar işte o zaman. Daha sonra aile ile birlikte yemeğe gidilir. Kızım üç ve yedi yaşında, oğlum beş yaşında iken törene katıldılar.

Geçen yıl kızım kendi kimonosunu kızına giydirdi. Emiru süslenmeyi sevdiği halde yüzü bir türlü gülmedi. Çok zor o kimonoyu taşımak. İki kez giydim biliyorum ne kadar zor olduğunu.

O günü unutulmaz kılmak için aileler kendileri fotoğraf çekerler ama fotoğrafçıda çektirenler de var. Benim çevremde olmadı ama o gün salon kiralayıp parti yapanların olduğunu da duydum ve televizyonda gördüm. Kimonodan başka özel hazırlamış nişan kıyafeti gibi elbise giyen kızlar, damat gibi takım elbiseli erkek çocuklarını görmek mümkün o özel partilerde.

Yıllar önce kızımın fotoğrafının yer aldığı yazım çıkmıştı bir dergide. İngilizce bir metindi. En sonunda torunlarımın da bu günlerini görmek dileğiyle bitirmişim yazıyı.

Kızım ve oğlumun birlikte katıldığı törenden bir kare

Kızımın kızının özel gününü görmek kısmet oldu. Şimdiki arzum oğlumun çocuğunun da bu özel gününü görebilmek.

Aslında tüm dünya çocukları için dileğim, sağlıklı ortamda büyümeleri, barış içinde ve huzurlu günlerde yaşamaları.

 

 

 

 

 

 
 

 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 

 
 

Adana Sinema Müzesi: Türkiye’nin İlk Kent Sinema Müzesi

adana-cinema-museum

Adana’da bir sinema müzesi olduğunu biliyor musunuz? 

Bir sinemasever olarak böyle bir sinema müzesinin varlığı beni çok heyecanlandırdı ve bu güzel müzeyi size tanıtmak istedim.

Adana Büyükşehir Belediyesi’nce Tepebağ semtindeki eski Adana evlerinden biri restore edilerek sinema müzesine dönüştürülmüş ve 2011 yılında 18. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali  etkinlikleri kapsamında hizmete açılmış.

Niçin Adana derseniz… Bir zamanlar Adana, Yeşilçam’ın lokomotifi olmuş; sektör Adanalı sinema seyircisi ve işletmecileri tarafından yönlendirilmiş. 60’lı yılların sonu ile 70’li yılların ortasına kadar Adana’da 200 tane açık hava sineması varmış dersem, sanırım durum daha iyi anlaşılır.

Müze ziyaretinde, sektörde bulunan Adanalı sanatçı sayısının oldukça fazla olduğunu öğrenince çok şaşırıyorum. Sonra da neden şaşırdığıma şaşırıyorum. Bu sanatçılar arasında kimler yok ki!

Oyuncular: Yılmaz Güney, Ali Şen, Şener Şen, Aytaç Arman, Menderes Samancılar, Bilal İnci, Demir Karahan, Salih Güney, Yılmaz Köksal, Meral Zeren, Levent Özdilek…

Senaryo Yazarları: Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Muzaffer İzgü…

Yapımcı ve Yönetmenler: Abdurrahman Keskiner, Ali Özgentürk, İrfan Atasoy, Yılmaz Duru, Sami Güçlü, Şahin Kaygun…

Adanalı Sinemacılar Odası’nın bir duvarı Adanalı sinemacıların fotoğraflarına ayrılmış. Fotoğrafı bulunanlar, Adanalı sinemacıların sadece bir bölümünü oluşturuyor. Yer kalmadığından diğer sanatçıların isimleri listelenmiş. Tarama ve arşiv çalışmaları yoğun bir şekilde sürüyormuş.

Girişin ücretsiz olduğu müzede genç görevliler size  eşlik ediyor ve müze gezinizde rehberlik ediyorlar.

-Yılmaz Güney Odası
-Adanalı Sinemacılar Odası
-Altın Koza Odası
-Kütüphane ve Arşiv Odası

şeklinde bölümlere ayrılmış.

Yılmaz Güney Odası’nda, Yılmaz Güney’in ‘Umut” filminde canlandırdığı “Cabbar” adlı karakterin balmumu heykeli, filmlerine ait afişler, fotoğraflar, bazı filmlerinde kullandığı eşyalar (silah, fincan takımı, vb.) ile 1971 yılında Altın Koza Film Festivali’nde aldığı ödül sergileniyor.

Odanın girişindeki koridorda, Yılmaz Güney’in hapishaneden eşine yazdığı mektuplar ile “Umut” ve “Seyyithan” filmlerinin afişlerine yer verilmiş.

Adanalı Sinemacılar Odası’nın bir köşesinde Abidin Dino ve Orhan Kemal sanat üzerine koyu bir sohbete dalmışlar. Abidin Dino, abisi Arif Dino ile dedesi Abidin Paşa’nın valilik yaptığı kente yıllar sonra sürgüne gönderiliyor. Orhan Kemal ve Yaşar Kemal ile uzun süren dostlukları burada başlıyor. Tek geçim kaynağı kalemi olan Orhan Kemal, senaryo yazarlığı da yapmak zorunda kalmış. “Gurbet Kuşları”, “Murtaza” gibi bir çok filmin senaryo ve diyaloglarını yazmış.

Adanalı  sinemacıların içinde bulunduğu sinema afişleri yoğunlukta. Bunlardan biri de, Nazım Hikmet’in 1937 yılında rejisörlüğünü yaptığı, başrollerinde Arif Dino, Ferdi Tayfur ve Güzin Dino’nun oynadığı “Güneşe Doğru” filminin afişi. Nazım Hikmet arka planda birçok sinema filmine katkıda bulunmuş. Ancak, adının yazılı olduğu (yazılmasına izin verdiği) tek sinema afişi bu. Filmin dekorunda ise Abidin Dino’nun imzasını görüyoruz. Yine Abidin Dino’nun 1966 Yılı Dünya Kupası’nda çektiği ilk ve tek sinema filmi “Goal World Cup 1966” adlı belgeselin afişini de görebilmek mümkün.

Muzaffer İzgü’nün daktilo ve eşyaları da odanın başka bir köşesinde yerini almış.

Altın Koza Odası’nda festival ve film yarışmalarına ilişkin haberler, gazete küpürleri, fotoğraflar ve ödül olarak verilen heykel örnekleri yer alıyor.

Müzenin girişinde 1971 yılı Altın Koza Film Festivali’nde en iyi kadın ve en iyi erkek oyuncu ödüllerini alan Fatma Girik ve Yılmaz Güney’in birlikte fotoğrafı dikkat çekiyor.

Adanalı oyuncu, yapımcı, yönetmen, senarist ve dahi dansçı Yılmaz Duru’nun (1929-2010) kıyafeti, saati vb. özel eşyaları müzede sergilenen eşyalar arasında bulunuyor. 

Müzede sinema ile ilgilenenlerin faydalanabileceği özel bir kütüphane ve arşiv odası da ihmal edilmemiş.

Türk sinema tarihinde önemli bir yere sahip olan Adana’ya sinema müzesi çok yakışmış.  Şehir çok sayıda sinema sanatçısı yetiştirmiş ve bu sanatçılarının anısına çok güzel bir müze yapmış. Emeği geçenlere, özellikle  de Adana Büyükşehir Belediye’sine teşekkürler…

Adana Sinema Müzesi’ni hayranlıkla gezmeme rağmen bir öneride bulunmadan yazımı tamamlayamayacağım. Müzenin şu anki binası eski bir konak ve mevcut alan etkin bir şekilde kullanılmış. Binanın bitişiğindeki yapının da müzeye dahil edilme çalışmaları olduğunu duydum. 

Yeni bir bölüm yaratma imkanı olması nedeni ile İtalya Torino Müzesi’ne benzer bir şekilde herhangi bir salona sinema perdesi ve rahat koltuklar yerleştirilerek sürekli film gösterisi yapılmasının değerlendirilmesini diliyorum. Torino Müzesi’nden çektiğim bir resmi de ekliyorum.

Adana’ya yolunuz düşerse Türkiye’nin bu ilk kent sinema müzesinden ilginizi esirgemeyin. Sinema afişleri arasında nostaljik bir yolculuk yapıp, arşivden seçtiğiniz bir filmi izleyin. İyi gelecek…

Video ile müzeyi gezmek isterseniz…

Shirakawa-Go: Japonya’da Bir Masal Köyü

????????????????????????????????????????????????????????????

Shirakawa-Go, Japonya’da UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan, dağların arasındaki bir vadide yirmi otuz hanelik küçük bir köy. Vadinin ortasında bir nehir ve nehrin iki yakasını üzerinde yürürken sallanan asma köprü bağlıyor. Yüksekteki bir tepeden köyün kuş bakışı görünüşü harika; masal dünyası gibi, her an bir köşesinden karşınıza bir masal kahramanı çıkacak gibi …

Çok merak ettiğimiz bu güzel köye geçen yıl gitme fırsatı bulabildik. Eskiden köye ulaşım zormuş, ancak yeni yapılan yollar ulaşımı kolaylaştırmış. Araba ile mola vermeden yaklaşık beş altı saatte Osaka’dan Takayama şehrine ulaşabiliyorsunuz. Shirakawa-go köyü de Takayama’dan iki saat uzaklıkta.

Evlerin geleneksel mimarisi çok özel. Bazı evler müze gibi, düşük bir ücret ile gezilebiliyor. İlginç olan hala bu müze evlerde aileler yaşıyor. İki üç neslin bir arada yasadığı evler de bulunmakta.

Ne yazık ki büyük şehirde yaşamanın cazibesi gençleri köyden uzaklaştırmış, çevrede genellikle yaşlıları görünüyor.

Evler iki katlı, üçüncü kat çatı katı gibi. Çatı katında eskiden beri kullanılan aletleri sergiliyorlar. İpek bile üretmişler.

Köy halkı kendi yetiştirdikleri ürünlerle yaşamlarını sürdürüyorlarmış. O dar vadide çeltik alanları, meyve ve sebze bahçeleri var.

Köyün sokaklarında yürürken yüreğinizde huzuru hissediyorsunuz. Arada bir terk edilmiş evler var, bu görüntüler ile yüreğinizdeki huzurun yerini bir burukluk alıyor.

Evlerin mimarisine dönelim mi ? Çatılar çok çarpıcı, piramit gibi görüntüsü var . Asıl ilginci ise, çeltik sonrası kalan sap saman ile çatıyı kaplıyorlar. Bu kaplamayı yapmak her babayiğidin harcı değilmiş, bu işin uzmanları varmış. Çatının kalınlığı bir metreye yakın ve en az yirmi yılda bir yenilenmesi gerekiyormuş.

Yoksa sap saman çürümeye başlıyor, sonra toprak tutkal gibi kaldığında yabancı otlar büyüyor. Terk edilmiş bazı evlerde bu şekilde yabani bitkiler ile kaplanmış çatıları görmek mümkün.

Üçgen seklindeki çatı kışın yağan yoğun kar nedeniyle çatının çökmesini önlemek içinmiş. Binaların çoğunluğu ahşap ve çatılar sap saman olduğundan köyde her yıl yangından korunma tatbikatı yapılıyormuş.

Evlerin pencereleri camlı, ancak içeride kağıt kaplı ikinci bir çerçeve var. Bu kağıt kaplı çerçeve nedeni ile kışın gecenin karanlığında evlerin görüntüsü çok hoş olmalı. O soğukta uzaktan da olsa insanın içini ısıtan bir görüntü ortaya çıkmalı…

Köy halkı, soğuktan korunmak için kullandıkları geleneksel yöntemleri yavaş yavaş bırakmışlar. Klimalar ve elektrikli ısıtıcılar kullanılıyor günümüzde.

Her mevsimde ayrı bir güzelliği olmalı bu yörenin. Bizim gittiğimiz ilkbaharda sebze ve çiçekler büyümekte idi.

Köyde otel yok ama bazı evler odalarını pansiyon olarak kullanıma açmışlar. Hem Japonlar hem de yabancı turistler birkaç gün kalıyor yöresel yiyecekleri tadıp, temiz havayı soluyup dönüyorlarmış evlerine.

Hediyelik eşya satan bir iki dükkan bulduk. Ulaşım yeni yapılan yollarla kolaylaştığı için hem yerli hem de yabancı turist sayısında artış var deniliyor, ama kışın sessiz buralar diye yakındı yöre insanı.

Evler arasında yürürken küçük bir kahvehane bulduk. Sahibi bir kaç nesildir bu köyde yaşadıklarını söyledi. Sayamadım ama çok sayıda fincan vardı. İstediğiniz bir fincanı seçip kahvenizi ısmarlıyorsunuz.

Yöreye özgü tatlıyı da ısmarlayabilirsiniz. Kahvemizi içip, tatlımızı yedikten sonra bir defter uzattı kahvehane sahibi. Kendi dilimizde de olsa duygularınızı ve TEŞEKKÜR kelimesini yazmamızı rica etti. Duygularımızı ifade ettikten sonra sayfaları çevirdik ve Türkçe mesajlar da gördük. “Teşekkür ederim, çok sevdim burayı .” diye yazan.

Birkaç hediyelik eşya alıp Osaka’ya evimize döndük. Bizim için unutulmaz bir tatil olmuştu.