ANA SAYFA Blog Sayfa 23

Filipinler: El Nido Gezi Rehberi

Dünyanın en iyi destinasyonları arasında sayılan, Filipinler El Nido, Palawan Adası’nın (eyaletinin) kuzeybatısında yer alıyor. Küçük bir balıkçı kasabası olan El Nido ilk görüşte etkileyici gelmeyebilir, ama tanıdıkça ayrılmak istemeyeceksiniz. Aslında El Nido’nun önemi, çevresindeki ada ve bölgelerde denizi kesen kireçtaşı kayalıklarının arasında karstik oluşumlar sonucunda gizlenmiş, doğanın mucizesi muhteşem lagoon, mağara ve plajlardan geliyor. Filmi de çekilen “The Beach” kitabının yazarı Alex Garland’ın kitabını ‘Secret Beach’ten esinlenerek El Nido’da yazdığı söyleniyor.

Coron Adasi’ndan El Nido’ya ulaşımda hızlı gemiyi tercih ettik (Süre 3,5 saat, ücret şehir vergisi ile 1700 Peso, 35 dolar). Zaman sorununuz yoksa normal gemi ile ulaşım 7 saat sürüyor. İki gemi fiyatı arasında yaklaşık olarak 10 dolar fiyat farkı var.

Diğer bir yol Puerto Princesa’daki havaalanına gelip, El Nido’ya karayolundan ulaşılabilir. Bu durumda en az 7-8 saatlik otobüs/minivan yolculuğunu göze almak gerekiyor. Yok bu kadar zahmete giremem derseniz; El Nido’daki havaalanına küçük uçaklar uçuyor, önceden rezervasyon yaptırıp, daha yüksek bir ücretle uçmak da seçenekler arasında.

Önce video ile gezmek isterseniz.

El Nido’da küçük limana gemimiz demirledi. Günlük tur teknelerinin de  hareket ettiği, doğal, tam bir balıkçı iskelesi. Otelimiz de bu limana üç dakika yürüme mesafesinde.

Filipinler’de bir adadan diğerine ulaşımda sorun olabileceğini düşünerek konaklama ve yol biletlerimizi önceden almayıp esnek bir program uyguladık. Konaklamada El Nido’ya kadar bir sorun yaşamadık. Çok talep edilen bir destinasyon olması ve otel sayısının sınırlılığı nedeniyle uygun konaklama yerleri tükenmişti. Mevcut koşullarda bulduğumuz en uygun otel olan Jhanna’s Inn’e rezervasyon yaptırdık. Bugüne kadar kaldığımız oteller içinde en çok para verip imkanları en az olan otel oldu. (Tabii henüz Boracay’ı görmediğimden böyle konuşuyorum!) Örneğin otel içinde oturacak bir salon yoktu. Yapacak bir şey yoktu; Filipinlilerin mottosu “relax relax” ruh haline bürünüp, otelin eksilerini avantaja dönüştürdük, odamızı sadece uyku saatinde kullandık. Bir aile işletmesi olan bu otel önünden teknelerin hareket ettiği merkezi bir konuma sahipti. Oteldeki zamanımızda sandalyelerimizi kapının önüne atıp, kahve eşliğinde güzel deniz manzarasını seyre daldık. Aslında El Nido merkezden uzakta çok sayıda ve daha konforlu otel bulmak mümkün. Bizim tercihimiz merkezde kalmaktı. Sözün özü; El Nido ve Boracay’da otel rezervasyonlarının çok önceden yapılmasında fayda var.

El Nido’da yapılacak en önemli faaliyet tekne turlarına katılmak. Turlar bölgelere göre A, B, C ve D diye sınıflandırılmış. Tekne turlarımızı ve Puerto Princesa’ya ulaşım ile “Underground River” turumuzu (4200 Peso) otelimizden aldık. En çok talep edilen A ve C turlarını seçtik. Bir turun fiyatı 1200 Peso.

İlk gün Miniloc Adası çevresine düzenlenen A turuna katıldık. Çok farklı ülkelerden turistlerin bulunduğu Birleşmiş Milletler’in prototipi 18 kişilik tekneye hemen otelimizin önünden bindik.

A turunda önce “Small Lagoon”a gidiliyor. Mağara ağzı gibi boşluktan geçilerek ulaşılan, müthiş manzaraya ve masmavi, sakin bir suya sahip bu lagoonda kano ile dolaşmak çok heyecanlı ve keyifli.

İnternetten alınmıştır.

Tabii yüzerek gitmek de mümkün, tercih sizin. Biz 40 dakikalık sürede 3 kişi toplam 500 Pesoya kano kiraladık.

Sırada “Secret Lagoon” var. Küçük, sadece bir kişinin geçebileceği büyüklükte girişi olan bu Lagoon’ da önce çıkış yapanlar beklenip bir düzen içinde tek tek giriş yapılıyor. Saklandığı yüksek kayalıkların arasındaki bu küçük göl ve manzarası güzeldi ancak denize bağlantısı küçük ve havuz gibi olduğundan suyu bulanıklaşmıştı.

İnternetten alınmıştır.

“Shimizu Island” da yemek molası veriliyor. Filipinlerde tekne turlarında verilen yemeklere ayrı bir sayfa açmak gerekiyor. Balık, tavuk, midye, kalamar ızgara, pilav, noodle, salata, bilumum tropikal meyveler ve daha fazlası… Yemek sunumu da gayet şık; plaja konulan masanın üzerinde açık büfe hazırlanıyor. Burada yediğim fakat adını anımsayamadığım balığın tadı hala damağımda…

“Big Lagoon” da tekne ile karşılıklı kireçtaşı kayalıklarının oluşturduğu dar boğazdan geniş bir göle ulaşılıyor. Deniz turkuaz renginde ve çok berrak.

Son durağımız “Seven Commandos Beach”, adını II. Dünya Savaşının sona erdiğinden habersiz olarak yıllarca burada yaşayan 7 Japon askerinden almış. Hindistan cevizlerinin sıralandığı bu uzun beyaz kumsalda verilen serbest zamanda yüzebilir, güneşlenebilir, yürüyüş yapabilir, kulübe barlarda oturabilirsiniz.

Denizin çok dalgalı olmasından dolayı iptal edilen, “Hidden Beach” ile “Helicopter Island”ın olduğu en popüler C turunu gerçekleştiremedik. Ne kaçırdığımızı görmek isterseniz!

Sabah turun gerçekleşemeyeceğini öğrenince diğer turlardan birine katılmak istiyoruz, maalesef boş yer yok.

Biz de kendimizi El Nido ve sokaklarına vuruyoruz. El Nido’nun merkezinde sahil, kesintisiz yürüyüş yapmak ve denize girmek için elverişli değil. Denizin hemen yanında yeme-içme mekanları sıralanmış. Akşam bu mekanlarda kumların üzerine yerleştirilmiş masalarda gel-git olayını bizzat yaşayarak (terliklerinizi denize kaptırarak) yemek yediğimiz anın tekrarı yok.

Küçük kasabanın iki ana caddesi var. Alışveriş ve yeme içme mekanları bu iki ana cadde ve çevresindeki sokaklarda yoğunlaşmış. Adım başı karşınıza inci seti satan Filipinliler çıkıyor. İlgi duyanlar pazarlık yaparak buradan çok uygun fiyata inci alabilirler.

Serena Caddesini kesen diğer ana cadde üzerinde masaj merkezleri bulunuyor, fiyatlar çok uygun hemen akşam planımıza dahil ediyoruz.

Gayet doğal ve yeşil olan kasabada yürürken her an karşınıza çıkan değişik evler, bitkiler.

El Nido’da öğleden sonraki zamanımızı Las Cabanas Plajı’nda geçiriyoruz. Merkezden 20 dakika uzaklıktaki bu plaja gitmek için 150 Pesoya tricyle tutuyoruz. Özellikle “Backpacker” turistlerin konakladığı Corong Corong bölgesi de bu yol üzerinde bulunuyor. Las Cabanas’da gün batımı harika.

Gelelim boğazlar sorununa, öncelikle iki yerel lezzeti tanıtmak istiyorum: Buz, süt, haşlanmış tatlı patates, fasulye ve çeşitli meyvelerin karışımından oluşan dondurmaya benzer Filipinler’e özel halo-halo tatlısı. Arayacağım bir lezzet değil ama mutlaka denenmeli. 

Sisig (kavurma), Filipinlilerin yaygın bir yemeği, bizim damak zevkimize uyan “crocodile sisig”i değişik lezzet arayanlar için öneririm. El Nido’da pizzadan, deniz ürünlerine turistlere hitap edecek bir çok alternatif var. İşte bunlardan biri. Gelato cafede lezzetli krep.

 

Biz Seaside Rosto Bar ile Art Cafe’de deniz ürünlerini tercih ettik. Özellikle Art Cafe hoş, modern bir mekan. Canlı müzik de yapılıyor. İnternetin biraz sorunlu olduğu adada internet bağlantısının en iyi olduğu mekan olarak gösteriliyor ki biz de Boracay biletlerimizi ancak, bu mekanda almayı başarabildik.

Evet El Nido’da başka neler yapılabilir derseniz;
• Nacpan plajı görülebilir.
• Nagkalit –Kalit Şelalerine yürünüp, El Nido kuşbakışı seyredilebilir.
• Dilumaced Sualtı Tüneli gibi bir çok noktada su altı dalışları yapılabilir.
• Destacado Reef’de köpekbalıkları ile dalınabilir.

El Nido’da yapılacak çok aktivite var. Biz üç gece kaldık, yapamadıklarımızda aklımız kaldı, El Nido’da 5 gün geçirmemizin daha uygun olabileceğini düşündük.

El Nido Filipinler’in en gözde destinasyonlarından biri olmasına ve çok turist çekmesine rağmen, doğa güzelliği bozulmamış. En önemlisi de gelir düzeyinin düşük olmasına rağmen, halkın yabancı turistleri kazıklama zihniyeti gelişmemiş. Her sabah çok sayıda tekne denize çıkıyor, adım başı tur acentası var. Fiyatlar aşağı yukarı aynı. Halk düzenli bir şekilde işini yapıp parasını kazanmaya çalışıyor. Fırsatçı bir zihniyet olmadığını hissediyorsunuz. Bu kasabanın her açıdan doğallığını sürdürebilmesini diliyorum.

 

 

 

 

 



                       

                                                               

 

 

 

 

 

Boracay Gezi Rehberi: Filipinler’de bir Cennet Ada

Boracay Filipinler’de küçük bir ada. Son yıllarda Boracay plajları birçok turizm yayın kuruluşları tarafından dünyanın en iyi plajları arasında değerlendirilmektedir. 

Cennet adayı  önce video ile gezmek isterseniz

 

Ulaşım

Boracay’a Palawan Adası Puerto Princesa’dan uçtuk. Havaalanının adı  Boracay olsa da. uçak Boracay Adasının karşısında Panay Adası, Caticlan’a iniyor.   Uçak adaya inerken adanın yemyeşil dokusu ve çok uzun kıyı şeridi dikkati çekiyor.  

Boracay Havaalanı bugüne değin gördüğüm en ilginç havaalanlarından biriydi. Piste indiğimizde pencereden deniz görünüyordu, pist hemen deniz kenarındaydı. Daha ilginci indiğimiz pistte bina yoktu, küçücük bir pist ve pist kenarında bekleyen otobüsler görünüyordu. Uçaktan iner inmez hemen otobüslere bindirildik, pistten ayrıldık ve otobüs en az 3-4 km yol aldı. Küçük bir kasabanın içine girdik. Evler, dükkanlar, kafeler arasından geçiyorduk. Sonunda kapısında ‘Arrival’ yazan bir binanın önünde otobüs durdu. İçeride sadece bavul bandı dönen küçük bir salon vardı. Bavulumuzu alıp dışarıya çıktık. Boracay’a gelmeden önce otelimize nasıl gideceğimizi çalışmamıştık. Zaten küçük bir ada, taksi ile otelimize kolay ulaşırız diye düşünüyorduk. Boracay Adasına inmediğimizi   ve tekne ile karşıya geçmek gerektiğini bilmiyorduk.
Otelimizin adresini kapının önündeki kişilere gösterince bize ilerideki minibüsleri gösterdiler. Minibüs şoförü kişi başı 10 dolar içerisinde tekne ücreti dahil dedi. Şaşkınlıkla zaten adaya indik, ne teknesi diyerek birbirimize baktık. Minibüs önce birkaç kilometre uzaklıkta bir iskeleye götürdü. Tüm minibüs yolcularını aynı tekneye bindirdiler.
Küçük tekneler ile on beş dakika kadar yol aldık ve bir iskeleye yanaştık. İskelede tekrar minibüslere bindirildik ve yolcular otellere dağıtıldı.  Havaalanından otele meşakkatli bir yolculuk ile ulaşılıyor gibi görünüyor. Aslında her şey iyi organize edilmiş. Bilmediğimiz bir rota olduğu için gidişte bizden istenen fiyatı verdik. Dönerken artık tecrübe kazanmıştık. Otelden tricyle ile iskeleye gelip, tekne biletimizi kendimiz alınca gelirken ödediğimiz fiyatın yarısına havaalanı ulaşımını mal etik.

Yanaştığımız iskelede güzel anılarımızla döneceğimizi belli eden tabelalar bizi karşıladı.

Boraçay’a ulaştığımıza göre adayı tanıyalım. Boracay ana plajları White Beach ve Bulabog Beach en çok turist çeken  plajlar. Bembeyaz ve dört kilometre uzunluğundaki beyaz plaj asıl otellerin, restoranların, kafelerin olduğu yer. Beyaz plajın karşısında yer alan Bulabog Plajı ise rüzgar sörfü ve kiteboard yapılan ada.
Boracay oteller bölgesi beyaz plaj boyunca üç bölüme ayrılmıştı. Birinci istasyon, ikinci istasyon ve üçüncü istasyon. Bizim otelimiz üçüncü istasyonda idi. Bu arada en lüks otellerin ve gece hayatının en hareketli olduğu bölgenin birinci istasyon olduğunu belirteyim. Minibüsten inip yürüyerek otele yaklaşırken gördüğümüz, bizim otelin olduğu sokağın başındaki yazı ve plaj manzarası çok keyifli bir yere geldiğimizin işaretiydi. Üç gün iki gece geçireceğimiz Boracay bizi hoş bir görüntü ile karşılıyordu.

Plajı gördüğümüz andaki duygularımızı yazı ile ifade ifade etmek yerine resimlerle tanımlamak isterim. Ucu görünmeyecek kadar uzun, bembeyaz incecik kumlar, kocaman palmiye amaçları. Cennet gibi…

Otelimizi daha ileride yazacağım. Ancak  otelimizin barı plajda kumlar üzerinde renkli ışıklar içerisinde, ilk gece hoş geldin içkilerimizi de bu manzarada içtik.

Ertesi gün sabah erkenden plaja indik. Boracay’da bizi neler bekliyordu. Filipinler’de son adamız Boracay’da neler yapmalıydık. Boracay’a gelirken biraz ön yargılıydık. Filipinlerin en popüler plajları ve  çok lüks otellerin olduğu ada olarak düşündük. Ta Türkiye’den doğal,bozulmamış Filipinler’e gelirken lüks otelllerin olduğu bölge bizim ilgimiz çekmemişti. Ancak Boracay’ı görünce, lüks otellerin düşündüğümüz gibi çok katlı ve plaj görüntüsünü bozacak şekilde olmadığını ve plajın olağanüstü güzelliğini gördük. Boracay’dan Vietnam’a geçecek ve son deniz güneş keyfini bu dünyanın en güzel plajında tamamlayacaktık. Diğer adalarda tekne turları almış, sürekli farklı adalarda, göllerde, lagunlarda yüzmüştük. İki gün bu plajın keyfini çıkarmak iyi olacaktı. Tercihimizi tüm zamanımızı bu plajda geçirmek şeklinde kullandık..

Boracay’da bu müthiş plajda sadece uzanarak ve yüzerek keyifli iki gün geçirebilirdik. Ancak biz meraklı gezginlere sadece güneşlenmek ve yüzmek yetmez. Biz yine de neler yapılabilir diye bakalım. 
Kıyıda satıcılar sürekli değişik aktiviteler öneriyor. O kadar çok seçenek var ki: helikopter kiralayıp tüm adayı gökyüzünden dolaşmaktan, rüzgar sörfü, kite board, yelken, deniz altı dalma, başka adalara tekne turu, kano, banana neler neler….Bizim için Filipinlerde  son durak olduğunu belirtmiştim, tam 15 gün geçirmiştik sürekli hareket halinde. Başlangıç Adamız Boracay olsa idi bazı faaliyetler denenebilirdi. 

Sabah erken saatte  bembeyaz plajın üstü simsiyah dalgıç kıyafetli kişilerle kaplıydı. Sabah dalgıçlar hazırlanıp, kıyıdaki teknelere binerek başka koylara veya derinlere dalmaya gidiyorlardı.

 

Saat dokuzdan sonra plaj, bizim gibi gününü bu plajda geçirmek isteyenlere kaldı.

Biz programımızı önce üç istasyonu görmek yani plajı boydan boya yürümek, sonrada plajda yüzmek şeklinde yaptık. Önce bembeyaz, incecik kumlu, dört kilometre uzunluğundaki plajda yürüyelim.

Plajın belli bir metreye kadar bölümünde sadece denize giriliyor, görevliler sürekli kontrol ediyor, yere hiçbir şey atamıyorsunuz, hatta kıyıda sigara içmek bile yasak.

Plajda ilginç görüntülü satıcılar,

Kafeler, restoranlar plajdan sonra aradaki yolun diğer yönünde. Bu arada çok ilginç kafeler de var.

Yine yolun kenarında çok sayıda masaj ve spa salonları sizleri bekliyor. Güzel şık binalarda içeride masaj yaptırabilirsiniz.

Durun bu sıcakta, bu kadar güzel plaj varken, kendimi bir odaya kapatıp niye masaj yaptırayım diyorsanız, hizmette sınır yok. Dünyanın en rahat, mutlu milletlerinden Filipinliler size farklı bir hizmet sunuyor. İlk kez bir plajda gördüğümüz ve hemen keyfini çıkarttığımız hizmet. Aşağıdaki fotoğrafta plajın masaj bölümü! Biz de gün sonunda uzun yürüyüş, bol yüzme üzerine gün batımında masajımızı yaptırdık.

Yine plajda keyf yaparken saçınızı ördürebilirsiniz.

Plajın yanındaki yürüyüş yolu da bembeyaz, incecik kumlarla kaplı.

Plajda üçüncü istasyondan yürümeye başladık. İkinci istasyonun bitimine yakın D-Mall, alışveriş merkezi var. Gezdiğim ülkelerde alışveriş merkezlerinden uzak durmaya çalışırım. Ancak Boracay’daki alışveriş merkezi de sevimli. Hemen plajın yanında sevimli ve şık dükkanlar.
Yine plajın yanında başka bir pasaj, bambu markette küçük hediyelik eşyalar satan dükkanlar.
Birinci bölge denize dik bir ana cadde ile kesiliyor. Plaj boyunca denize çıkan trafiğin olmadığı, daha çok yürüyüş yolları gibi küçük sokaklar  vardı. Bu cadde daha kalabalık, trafiğin yoğun olduğu bir cadde.
Gelelim Boracay’da eğlenceye. Kıyı boyunca çok sayıda restoran, kafe yerleşmiş. Gündüz plajlarda sadece sezlonglar yer alırken akşam restoranlar, kafeler plaja masalarını koyuyorlar. Bu kez plajda gece eğlencesi başlıyor.

Batıya bakan Boracay sahilinde eşsiz gün batımı.

Plajda ışık dansı gösterisi,

 

Tesadüf 14 Şubat Sevgililer Gününde Boracay’daydık. Restoranlar masalarını günün anlamına göre özel süslemişlerdi. Biz de özel süslenmiş bir restoranda güzel bir akşam yemeği  ve özel kokteyleri ile gecenin keyfini çıkartmasak olmaz değil mi.
Filipinler gezimizde en yüksek fiyatı ödediğimiz otelimiz son derece vasat, eski devlet kampları veya pansiyon havasında. Aslında booking.com da yerimizi ayırtırken adı Boracay Travel idi ancak bu isme göre bulduğumuz ve kaldığımız yerin adı bile başkaydı. Ama yataklar temiz ve plaja yakındık. 
Boracay’dan iskelede bizi karşılayan ve uğurlayan tabelalarda yazdığı gibi çok güzel fotoğraflar ve çok güzel anılarla ayrıldık.

Filipinler: Puerto Princesa Yeraltı Nehri – Dünyanın Yeni Yedi Doğa Harikası

‘Puerto Princesa Underground River’ın bir doğa harikası olduğu 2012 yılında Dünya’nın Yeni Yedi Doğa Harikası arasına alınarak tescillenmiş. Yeraltı nehri, Filipinler Palawan Adası’nda, Puerto Princesa şehrinin 80 km kuzeyinde yer almakta. Subterranean River National Park korumaya alınmış.

Palawan Adası Filipinler’in en yeşil adası. Adanın yarısı ormanlarla kaplı. Ulusal Parkın yer aldığı bölüm 800’den fazla farklı bitki ve çok sayıda hayvana ev sahipliği yapıyor. Yeraltı nehri magaraların altından akarak Güney Çin Denizi’ne ulaşıyor. Meksika’daki yeraltı nehrinden sonra dünyanın en uzun ikinci yeraltı nehri.

Önce video ile gezmek isterseniz.

İlk kez bir yeraltı nehri görecektik ve bu nehir dünyanın yeni yedi harikasından biriydi. Merak içindeydik, nehre ulaşmak için Sabang kasabasına geldik. Kasaba deniz kenarında küçük bir yerleşim yeri ve yeraltı nehri turu için her şey organize edilmiş. Günlük ziyaretçi sayısı da sınırlanmış durumda. Çok sayıda tekne kıyıda bekliyor, düzenli şekilde yolcu taşıyorlar. Oldukça kalabalık, tekneye sıra ile düzenli bir şekilde biniliyor. Tekne ile 20 dakikalık bir yolculuk sonrası bir adada indik.

Deniz kenarından üç dakika orman içinde yürüyerek nehir kenarına geçtik. 

Nehrin başlangıcında bu kez nehir turu için başka bir tekneye bindik, her tekne sekiz kişilik, can yelekleri ve baret taktık güvenlik açısından.

Kısa süre açık havada gittikten sonra mağaraların olduğu nehrin derinliklerine uzanıyoruz. Nehrin tamamı 8 km, halen 4 km’lik kısmı açılmış, tur kapsamında 1,5 km’lik bir bölümü gezilebiliyor. 20 milyon yılda oluşmuş, kireçtaşından oluşan magarada sarkıtlar, dikitler değişik şekiller oluşturuyor.

Hem şekiller, hem renkler çok farklı görünüyor. Magara içinde konuşulmaması için tekneye binerken kulaklıklar veriliyor. Çevrede ışıklandırma yapılmamış. Teknede yer alan rehber kulaklıkla bize anlatılan formların üzerine el feneri tutarak daha iyi görmemizi sağlıyor. Tabi formlar o kadar değişik ki, esprili bir şekilde bir yöndeki formları sebze ve meyve pazarı olarak adlandırıp, duvarlarda patlıcan, sarımsak, mantar görmemizi sağlıyorlar.

Diğer yönde ise dini figürler, Meryem, İsa, Katedral gibi.. tanımlıyorlar. Aslında içeride görecekleriniz sizin hayal gücünüze kalmış, mutlaka bir şekle de benzetmeniz gerekmiyor, sadece 20 milyon yılda oluşmuş doğa harikasını seyretmeniz yeterli. Asıl ilginci magarada yaşayan yarasalar, sığırcık kuşları ve diğer canlılar. Rehber yukarıya doğru bakarken ağzınızı kapatın, uykudaki yarasalar üzerinize anı bırakabilir demesi gülümsemelere yol açıyor. Magaranın içinde durgun nehrin üzerinde giderken gerçekten soluğumuzun kesildiğini hissettik. Tek kelime ile yeraltı nehri gerçekten bir doğa harikası.

Gelelim yeraltı nehrine nasıl ulaştığımıza…

Yeraltı Nehri Palavan Adası’nda. Yine aynı adada yer alan El Nido’da veya Puerto Princesa’da konaklayıp karayolu ile Sabang Kasabası’na ulaşılabilir. Puerto Princesa’nın 80 km uzaklıkta olduğunu belirtmiştim, El Nido’ya göre daha yakın, yine de yol iki saat sürüyor. Oradan tur almak mümkün. Biz daha önce El Nido’ya ulaşmış, yeraltı nehri sonrası Puerto Princesa’da bir gece konaklamak ve ertesi gün Boracay’a uçmayı planlamıştık. El Nido’da otelimiz bize minibüs ile önce yeraltı nehrini gezmemizi daha sonra Puerto Princesa’ya ulaşmamızı sağlayan turu önerince bize bu yol uygun geldi. Aslında üç kişi olduğumuz için araç parasını paylaşmamız maliyeti düşürmemizi sağlıyor. Yine de yalnız gezenlerin daha ekonomik yol bulmaları mümkün olabilir. El Nido’dan toplu taşım araçları ile ya da toplu turlarla da gelmek mümkün olabilir. Bölgenin geçim kaynağı olduğu için özellikle Puerto Princesa’dan tur alınmasına yönlendiriliyor. Ancak toplu ulaşım ile Sabang’a gelip kıyıdan tekne ücretini ve çevre vergisini ödeyip programınızı kendiniz yapmanız durumunda çok daha ekonomik olabilir.

El Nido’dan araba bizi gece saat 4.00 de aldı ve tam beş saatlik bir yolculuk ile Sabang’a ulaştık. Saat 11 de tekneye bindik. İki saat kadar sonra tekrar geri döndük. Burada güzel bir lokantada yemek yedik. Aldığımız tur fiyatının içinde yemek de dahil idi. Kasabada güzel lokantalarda açık büfe Filipinler yemekleri tatmak mümkün. Yemekleri çok çeşitli ve lezzetli bulduk.

Ayrıca çok sayıda hediyelik eşya satan dükkanlarda vardı. Nehir turu tekne ile iki saat içinde tamamlansa da buraya ulaşım, tekne beklemek ve oralarda keyifle yemek yemek de eklenince tur tam gününüzü alıyor. Puerto Princesa’dan alınan turlarda araya başka görülecek yerler de ekleniyormuş. Fil çiftliği, yılan çiftliği gibi.

Yemek sonrası, iki saatlik bir yolculuk ile Puerto Princesa ya ulaştık. Yeşillikler arasında asfalt düzgün bir yolda sürdü yolculuğumuz.

Bu bölümde Puerto Princesa’dan söz edelim. Şehir yeraltı nehrine en yakın kalınabilecek yer. Aslında henüz pek turistik görünmüyor, havaalanı da olması nedeni ile Palawan Adası’nda bir geçiş noktası olarak görünüyor. Biz de bu nedenle sadece bir gece konakladık.

Şehrin bizim için en güzel yeri kaldığımız otel idi, Dad’s Bay View Hotel. El Nido’da en çok para ödediğimiz, ancak en az memnun kaldığımız otelden sonra burada konaklamak bize çok iyi geldi. Otelin adını El Nido’da bizimle aynı otelde kalan Avustralyalı aileden almıştık. Gerçekten çok memnun kaldık. 


Deniz manzaralı odamız, zengin sabah kahvaltısı ile rahat ettik otelde.

Ayrıca otel sahibi ailenin oğlu ilk akşam bizi yemek için halkın gittigi restoranlar bölgesine götürdü, ertesi gün de uçağımız öğlendi. Bizi önce şehirde gezdirip sonra havaalanına bıraktı. Böylece iki gün için başka bir araca ihtiyacımız kalmadı.

Kısaca Puerto Princesa’dan manzaralar paylaşalım.

Renkli ve estetik Kilisesi;

İkinci Dünya Savaşında ölen Amerikan askerleri için yapılan anıt mezarlık deniz kenarında, güzel bir bahçe içerisinde. Park gibi gezilebilir.

Gelelim Puerto Princesa Havaalanı’na çok küçük, ülke içi uçuşların olduğu bir havaalanı. Ancak çalışmalar yapılıyormuş yakında uluslararası uçuşlara açılacakmış. Pist küçük, uçaklar küçük ve girişte bavul konan güvenlik bandının üzerinde de bozuk yazısı. Çok uzun süredir havaalanında bavulumu banda koymadan geçmemiştim.

Son Söz

Filipinler’e gitme kararı verirken dünyanın yeni yedi harikasından birini göreceğimizi bilmiyorduk. Program hazırlarken yeraltı nehrinin varlığını öğrendik ve programımıza aldık. İyi ki de almışız. Aslında bu gezimizde ikinci harika Halong Bay’de bizi bekliyordu. İki hafta içinde iki dünya harikası görme şansımız oldu.

 

Tiflis Gezi Rehberi

Tiflis sınır komşumuz Gürcistan’ın başkenti, en büyük şehri ve kültür, sanat ve sanayi kenti. Son yıllarda Türk turistler için de popüler destinasyonlar arasında. En güzel yönü de bu ülkeye gitmek için bir yıla kadar kalışlarda vize ile uğraşmanız gerekmediği gibi pasaportunuzu bile yanınıza almanız gerekmiyor. Nüfus cüzdanı ile komşu ülkeye giriş yapmanın keyfini yaşıyorsunuz.

Genel Bilgi
Gürcistan Doğu Karadeniz’de, Güney Kafkaslar bölgesinde yer almaktadır.

Türkiye’nin Kuzeydoğu’dan sınır komşusu. Diğer komşuları ise Rusya, Azerbeycan ve Ermenistandır.

Ülke 19.yy’a kadar Osmanlı İmparatorluğu ve Pers İmparatorluklarının hakimiyetinde kalmış. 19.yy’da Rus İmparatorluğu’nun topraklarına katılmış, daha sonra da SSCB’nin Federe Devletleri arasında yer almış. Ülke 1991 yılında bağımsızlığına kavuşmuştur.

Gürcistan SSCB döneminde güçlü bir ekonomiye sahip iken, dağılmanın ardında yaşanan bağımsızlık ile ekonomik olarak zayıflamış ve istikrarsızlık yaşamış.

Gürcistan 4.385.000 nüfusu ile kalabalık olmayan bir ülke. Kişi başına milli geliri 2015 yılında 3.789 $ ile oldukça düşük olup ve işsizlik oranı da yüksek.

Para Birimi: Gürcistan Larisi , döviz kuru 1 TL= 0,70 Lari (Temmuz 2017).

Ulaşım
İstanbul’dan Tiflis’e THY, Pegasus ve Atlas Global Havayolları’nın direk uçuşları ile 2,5 saatlik bir yolculukla ulaşabilirsiniz. Karayolu ile de ulaşım mümkün, araba veya otobüs ile Sarp sınır kapısından geçerek önce Batum sonra Tiflis gezisi de yapılabilir.

Gezilecek Yerler
İstanbul’dan saat 23.00 dolaylarında bindiğim Atlas Global Havayolları’na ait uçak gece 2,5’ta Tiflis’e indi. Geç saatte bilmediğim bir ülkede olacağım için önceden kalacağım pansiyondan transfer hizmeti istemiştim. Havaalanında beni almaya gelen yaşlıca bey ailenin babasıymış, çok iyi olmayan İngilizcesiyle yol boyunca çevreyi tanıtmaya çalıştı. miras kalan ve büyük bir konağın bir katında yer alan dairelerini pansiyon olarak kullandıklarını anlattı. Pansiyon eski Tiflis bölgesindeydi, bu bölgedeki bazı evler gibi evlerin yıkılmasını önlemek için her tarafına destekler atılmıştı. Muhtemelen burayı restore edecek yeterli kaynak bulamayınca böyle geçici bir çözüm üretilmiş.

Tiflis’te dört gece kaldım. İki tam günü şehir merkezinde geçirdim. Diğer iki günde çevreyi kapsayan iki ayrı tura katıldım. Yazıda önce şehir merkezinde görülecek yerleri daha sonra turları ayrı ayrı aktarmaya çalıştım.

Şehir Merkezi
Sabah pansiyondan çıkıp kısa bir yol gidince hemen büyük bir kilise Jvaris Mama Kilisesi karşıma çıktı. Ana kilise kullanılmıyordu ve iç kısmı harabe gibiydi. Yan tarafındaki sanırım manastır kısmı çok güzel bir şekilde dizayn edilmişti. Bahçesi de oldukça bakımlıydı ve bir süs havuzunun etrafına banklar yerleştirmişlerdi.

Kilisenin önündeki caddeden biraz yürüyerek Özgürlük Meydanı’na ulaştım. Daha çok erken olduğu için dükkanlar açılmamıştı ve insanlar işlerine yetişme telaşı içinde sağa sola koşturuyorlardı.

Şimdiki adı Özgürlük Meydanı (Tavisuplebis Moedani) olan bu meydanın adı Çarlık Döneminde Erivan Meydanı, Sovyet döneminde ise ortasına Lenin’in bir heykeli de konularak Lenin Meydanı olarak isimlendirilmiş. 2006 yılında ise meydanın ortasına Hristiyan tarihinde önemli bir yeri olan asker-aziz St. George‘un bir dragonu mızrakla öldürmesinin sahnelendiği 50 metrelik bir kaide üzerinde duran, altın renginde bir heykel yapılmış.

Burası Gürcistan yakın tarihinde önemli olayların geçtiği bir yer olarak biliniyormuş. Lenin’in heykeli 1991′de yıkılmış ve bağımsızlığın ilanının ardından bu meydan Özgürlük Meydanı olarak adlandırılmış. Aynı zamanda 2003 yılındaki Gül Devrimi’nde protestocuların parlamentoyu basmadan önce toplanıp harekete geçtikleri alanmış.

Bağımsızlık kutlamaları her zaman bu meydanda yapılıyormuş. Meydanın etrafını çevreleyen güzel binalardan birisi şehrin en lüks otellerinden olan “Marriott International”, diğeri ise Belediye Binası. Bu meydandan Tiflis’in en önemli caddesi olan Rustaveli caddesine çıkılıyor. Ben bu caddeye girmek yerine yokuş aşağı biraz yürüyerek nehrin paralelindeki caddeye çıktım. Buradan da geldiğim istikamete doğru yürüdüğümde ön bahçesinde çok güzel heykeller bulunan Ambassador Oteli’ne ulaştım.

Otelin yakınında küçük ama çok sevimli ‘Gabriadze Theatre’  bir tiyatro binası bulunuyor. Bu tiyatro, tüm dünyada tanınan Rezo Gabriadze tarafından 1981 yılında kurulmuş. Burada Gabriadze tarafından yazılmış ve sahneye konulmuş pek çok oyun sergilenmiş. Tiyatronun altında bir de küçük cafe var. Burada her gün bir kahve çekirdeği kavrularak aromasının bütün tiyatroya yayılması sağlanmak istenmiş.

Tiyatro binasının hemen yanında çok güzel ve farklı bir mimari stili olan bir saat kulesi yükseliyordu.

Bu saat kulesinin biraz ilerisinde ise 4.yüzyıldan kalma Anchiskhati Basilica Kilisesi yer alıyor. İlk yapıldığında St. Mary adını taşıyan Bazilika antik Filistin mimarisine göre inşa edilmiş. 17. yüzyılda Anchi Katedrali’nden büyük ikonanın getirilmesinden sonra kilisenin ismi bugünkü halini almış. Gürcistan’ın en büyük miraslarından birisi olan Kurtarıcının Vernikli İkonası bugün Güzel Sanatlar Müzesi’nde sergilenmekteymiş. Müzeye gezemedim ancak kilisenin içine gezmeyi ihmal etmedim.

Kilisenin ilerisinde Barış Köprüsü görünüyordu. Resmi olarak 2010 yılında açılan Barış Köprüsü, Mtkvari (Kura) Nehri’nin üzerinde çelik ve camdan yapılmış yuvarlatılmış hatları olan modern bir köprü.

İtalya’dan getirilen 200 farklı parçanın birleştirilmesi inşa edilen köprü, 156 metre uzunluğunda ve güneşin batmasından önce 90 dakika boyunca 10.000 LED ampul kullanılarak aydınlatma yapılıyormuş. Bu aydınlatma ile Mors alfabesi kullanılarak Mendeleev’in periyodik tablosundaki kimyasal elementlerin insan vücudunu oluşturduğu mesajı veriliyormuş. Köprünün dizaynını yapan İtalyan Michele De Lucchi böylece “insanlar ve uluslar arasındaki hayat ve barışın marşı” mesajını yaymaya çalışmış.

Köprü modern Tiflis şehrinin sembollerinden birisi olup Rike Park ile şehrin eski bölgesini birbirine bağlıyor. Daha sonraki gece kendimde şahit olduğum üzere buradaki manzara güneş batımında ve gece muhteşem oluyor. 2012 yılında bu köprü dünyadaki en ilginç 13 köprüden biri seçilmiş.

Rike Park’a doğru yürüyerek ne yapacağıma karar vermeye çalıştım. Biraz ileride teleferik için sıra bekleyenleri görünce o tarafa yöneldim. Çok uzun olan kuyruğun sonuna takıldım. Yaklaşık yarım saat kadar bekledim. En sonunda gişenin önüne ulaşıp bir ulaşım kartı ve tek biniş için 4,50 Lari ödeyerek teleferiğe bindim. Aerial Cable Car dedikleri teleferik Narikala Kalesi ile Rike Park alanını birbirine bağlıyor. Burası 2012 yılında hizmete açılmış ve teleferik kabinlerinin dört tarafı da cam olduğundan eşsiz bir manzara sağlıyordu.

İstenilirse teleferiğe binmeden de Narikala Kalesine çıkmak mümkün. Ancak tepeye doğru oldukça dik ve dolambaçlı bir yol olduğundan böyle sıcak günlerde yürümek yerine benim gibi teleferikle çıkılması uygun olur. Dönerken yokuş aşağı yürüyerek inmeyi düşündüğümden biletimi de tek yön olarak almıştım. Yolculuk çok uzun sürmüyor zaten, sadece birkaç dakika. Tepeden görünen manzara da müthiş.

Teleferikten inince Heykel tarafına doğru yürümeye başladım. Kartlis Deda (Mother of a Georgian) heykeli şehrin sembolü olarak biliniyor. Heykel, Tiflis’in 1500. yıldönümü kutlaması için 1958 yılında Sololaki tepesine dikilmiş. Gürcü ulusal kıyafetlerine bürünmüş 20 metrelik alüminyum bir kadın figürü dizayn edilmiş. Bu kadın Gürcistan’ın ulusal karakterini sembolize ediyormuş. Sol elinde tuttuğu şarap kadehiyle dostlarına misafirperver olduklarını, sağ elinde tuttuğu kılıç ise düşmanlarına saldırıyla cevap vereceğini göstermekteymiş.

Heykeli yakından gördükten sonra rotamı Narikala Kalesi’ne çevirdim. Bu Kale Tiflis’in antik kalıntıları arasında en bilineni ve en eski yapısıymış. Hatta kent halkı için burası “şehrin kalbi ve ruhu” ymuş.

Kalenin yapımı 4. yüzyıla kadar gidiyormuş. Bu yıldan sonra kale giderek genişlemiş. 7 ve 8. yüzyıllarda Araplar tarafından işgal edilmekle birlikte kale modern görüntüsüne o zaman kavuşmuş. Araplar, kale duvarları içine “Emir Sarayı” inşa etmişler. 11 ve 12. yüzyıllarda bu defa Moğol istilasına uğramış. Daha önce ismi İmrenilen Kale “Shuris-tsikhe” iken Moğol istilasından sonra Narin Kala (Küçük Kale)’ye dönüşmüş. Kale, 1827 yılında bir depremle tahrip olmuş ve restorasyonlarla bugüne kadar sadece dış duvarları ayakta kalabilmeyi başarmış.

Kalenin gece ışıklarıyla görüntüsü muhteşem oluyor ve bunu Tiflis’de kaldığım her gece keyifle seyrettim.

Kalenin içinde bulunan St. Nicolas Kilisesi’ne doğru yürüdüm. Ortodoks kiliselere girişte kıyafet zorunluluğu bulunuyor. Kesinlikle şortla, mini etekle ve askılı bluzlarla giremiyorsunuz. Kiliselerin pek çoğunun giriş kısmına örtüler konularak turistlerin girmelerini kolaylaştırmışlar. Bu zorunluluğu bildiğimden yanımda uzun bir etek ve şal götürmüştüm.

St. Nicolas Kilisesi 12. yüzyılda inşa edilmiş ve bir yangın sonrasında tamamen yok olmuş. 1996 yılında kalenin mimari yapısına uygun bir şekilde yeniden yapılmış. Haç şeklinde inşa edilen kilisenin üç tarafında kapı bulunuyor. İç kısmında ise İncil ve Gürcistan tarihindeki çeşitli olayları gösteren freskler kullanılmış. Kilisenin ön tarafında bulunan mezarları ve surlarda bulunan çanları da inceledim. Bunların mutlaka bir hikayeleri vardır ama benim araştıracak zamanım yoktu.

Artık dönüş zamanı gelmişti ve yokuş aşağı fazla zorlanmadan inmeye başladım. İnerken yolumun üzerindeki St. George Ermeni Katedrali’ne daldım. Kilisenin özellikle tavan işlemelerine hayranlık uyandırıcı.

13. yüzyılda tuğlayla inşa edilen Katedral daha yakın tarihlerde restore edilmiş ve bugün Tiflis’de halen ibadet yapılan 2 Ermeni kilisesinden biri. Bahçesinde şair ve ressamların da gömülü olduğu eski mezarlar var. Biraz dinlendikten sonra yürümeye devam ettim ve kendimi Gorgasalis Meydanı’nda buldum. Buradan da Metekhi Köprüsü’ne doğru yürüdüm.

Tiflis’deki en eski köprü olan Metekhi Köprüsü ilk olarak 1821 yılında ahşap malzeme ile inşa edilmiş. Bu ahşap köprü yerine 1870 yılında metal bir köprü yapılmış. Günümüzde halen kullanılan köprü ise 1950 yılında inşa edilmiş. Öyle çok mimari özelliği olan bir köprü değildi. Köprüden nehrin diğer tarafına geçerken tam karşıda Tiflis’in sembolü olan Metekhi Kilisesi ve onun bahçesinde bulunan Kral Vakhtang Gorgasali’nin heykeli görünüyor.

Kura Nehri’nin kayalık kısmında yükselen kilise ve çevresi beşinci yüzyıla dayanan tarihiyle Tiflis’teki en eski yerleşim bölgesi olarak kabul edilmekte. Biraz yokuş olan yolu tırmanarak önce Kilisenin bahçesine ve heykelin yakınına gittim.

Heykel, Tiflis şehrinin kurucusu olan Kral Vakhtang Gorgasali’nin ata binmiş, modern, bronz bir anıtı. Bu heykel 1961 yılında, heykeltıraş Amashukeli tarafından yapılmış.

“Metekhi”nin kelime anlamı “saray çevresi” demekmiş. Bu bölgede ilk kilisenin Kraliçe Tamara zamanında yapıldığı söyleniyor. 1289 yılında Kral 2. Demetre’nin emriyle inşa edilen Metekhi Kilisesi’yle birlikte bu bölge hem dinsel yönü bulunan hem de Gürcistan krallarının yaşadığı bir bölge olmuş. Metekhi Tapınağı’nın yeraltı mezarında ilk Gürcistan şehidi olan Aziz Shushanik’in naaşı bulunmaktaymış.

Metekhi ismine ilk 13.yüzyıl kayıtlarında rastlanmış. Burası defalarca yıkılmış ve yeniden yapılmış. Özellikle de 1235 yılındaki Moğol istilasından sonra yerle bir olmuş. Yeniden yapılan kilise bu defa da 15. yüzyılda Persler tarafından tahrip edilmiş. Gürcü kralları 16 ve 17. yüzyıllarda tekrar inşa etmişler. 1988 yılında Sovyetler döneminde bu defa kilise yakılmak istenmiş, ancak büyük bir halk direnişiyle karşılaşınca bundan vazgeçilmiş. Bir süre hapishane olarak kullanılan kilise bir süre de tiyatro olarak kullanılmış. Gürcistan’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra orjinaline dönmüş.

Kilise, ortasında kubbesiyle çok yüksek tuğla bir yapıya sahip olup yuvarlak bir de kulesi bulunmaktadır. Bugün halen ibadete açık bir Ortodoks kilisesidir.

Burayı gezdikten sonra geldiğim istikamete geri yürüyerek Gorgasalis Meydanı’nı gezmek istedim. Bu sırada merdivenlerle inilen Meidan Bazaar adındaki tarihi bir yeraltı çarşısını gezme fırsatı buldum. Çarşıda Gürcistan el sanatlarını ve çeşit çeşit hediyelik eşyaları bulabiliyorsunuz.

Çarşıdan çıkınca günün her saati hareketli olan bu meydandan ara bir sokağa daldım. Biraz ileri gitmiştim ki bir Sinegog binası gördüm. Hayatımda ilk kez iki ay önce Ukrayna’nın Lviv şehrinde bir sinegogun içini görme fırsatı bulmuştum. Sinegog’un içine girip fotoğraf çekmeye başladım. Sinegog görevlisi bana hangi ülkeden olduğumu sordu. Türk olduğumu öğrenince birazdan kapatacaklarını ve acele etmemi söyledi.

Gürcistan Sinegogu aynı zamanda Büyük Sinegog olarak da biliniyormuş. Burası Ahıska’dan gelerek Tiflis’e yerleşen yahudiler tarafından 1895 ve 1903 yılları arasında inşa edilmiş. Bitişikte ise Şinval yahudileri tarafından yapılmış bir diğer ibadet evi bulunuyormuş.

Sinegog, Tiflis’deki pek çok bina gibi tuğladan ve eklektik bir tarzda inşa edilmiş. Binanın tepesinde bir kubbe ve ışık girmesi için bir kule de binaya eklenmiş. İki katlı binada iki de ibadet salonu bulunuyormuş. Ben sadece Davut yıldızıyla dekore edilen giriş katındaki salonu görebildim.

Sinegog’un hemen yanında da yahudilerin iç rahatlığıyla yiyip içmeleri için bir kosher restoran bulunuyordu. Şehirde gezdiğim zaman da bu kosher restorantları gördüğüme göre Tiflis’de yaşayan pek çok Yahudi olmalı.

Kiliseye yakın Tiflis Tarih Müzesi’nin önünden geçtim. Müzeyi gezmek isterdim ancak zamanım yeterli değildi. Daha görecek çok yer vardı.

Biraz ilerlemiştim ki uzaktan  meşhur Sioni Katedrali’ni göründü. Katedralin inşasına İberya Kralı Guaram’ın döneminde 500 yılında başlanmış. 620 yılında Kral I. Adarnese zamanında ancak tamamlanabilmiş. Katedral tarih boyunca defalarca yıkılmış. Mevcut yapısının genel hatları 13. yüzyılda Gürcistan’ın altın çağında çizilmiş. Her restorasyonda eski haline getirmeye çalışırlarken binaya yeni unsurlar eklenmiş.

19. yüzyılda Grigory Gagarin’in dizaynları kullanılarak bütün kilise yeni baştan boyanmış. Bugün katedralin tavanında Gagarin’in freskleri görülebiliyormuş. Yan duvarlarda daha modern freskleri bulunmaktaymış. Katedraldeki bütün ikonalar Gürcistan’a ait ikonalarmış. Bu katedrali önemli kılan bir diğer özelliği ise Azize Nino’nun kutsal haçına ev sahipliği yapmasıymış. Efsaneye göre bu haç, azizenin asma dallarını kendi saçıyla bağlayarak yaptığı iki ucu aşağıya doğru eğik bir haçmış. Bu haçın bir replikası, bronz bir kafesin arkasında kilisede sergileniyormuş ama nerelere sakladılarsa ben göremedim. Gerçek haç ise bu kilisede güvenli bir şekilde ve gözlerden uzakta saklanmaktaymış. Bu Azizenin Anadolu’da Kapadokya’da yaşamış olduğunu söylemeliyim. Bunu ertesi gün gittiğim turdaki rehberimiz
anlattığından yeri gelince daha detaylı olarak bahsedeceğim.

Akşamın ışıklarıyla Narikala Kalesi ve Metekhi Kilisesi çok güzel görünüyordu.

Şehrin görmediğim kısımlarını keşfetmek amacıyla Narikala Kalesi’nden yokuş aşağı inerken gördüğüm Sülfür Hamamları’na doğru yürüdüm.

Bu hamamlara Erekle’nin hamamları da deniyormuş. Tarihçiler genellikle bu hamamların Arap döneminde 7 ve 8.yüzyıllarda yapıldığını söylüyorlarmış. Altın Çağ boyunca burada neredeyse 68 hamam varken 17. yüzyılda şehrin sürekli işgal edilmesi ve bu nedenle hamamların tahrip olması yüzünden sayı sadece 6’ya düşmüş. Caddenin sonuna kadar yürüdüm ve su kenarına yapılan yürüyüş yolundan daha ileriye gitmeye çalıştım. Akan suda cirit atan kurbağaların sesini duydum. Yukarılarda bir yerde Kalenin de bulunduğu kayalıklardan sular akıyordu. Geri dönerken caddenin sonunda gördüğüm mozaik duvarı yakından görmek istedim. İslam mimarisiyle yapılmış bu çok güzel bina Orbeliani Hamamıymış. Bu gördüğüm mozaik de şehirdeki İslam etkisini gösteren tahrip olmamış son örnekmiş. Bu hamam 17. yüzyılın sonlarında yapılmış ancak 19 ve 20. yüzyıllarda önemli bir şekilde restore edilmiş.

Merkezde geçirdiğim ikinci gün sabah erkenden dışarı çıkıp çok sessiz ve sakin olan cadde ve sokaklarda yürüyerek Rustaveli Bulvarı’na gittim. Burası ismini ünlü Gürcü Şair Shota Rustaveli’den alıyormuş ve Özgürlük Meydanı’ndan başlayarak 1,5 km boyunca şehrin bazı resmi kurumlarıyla müzelerinin sıralandığı önemli bir uğrak noktasıymış. Biraz yürüyünce Parlamento Binasını gördüm. Yolun sonuna kadar yürüdüğümde Gürcistan Ulusal Müzesini, Tiflis Opera ve Bale Salonunu, Rustaveli Devlet Tiyatrosunu, Kashveti Kilisesini, Gürcistan Bilimler Akademisini ve Sovyet İşgali Müzesini dışarıdan görmüş oldum.

Sovyet mimarisine uygun olarak yapılan eski Parlamento Binasının önünden rahatça yürüyüp geçiyorsunuz. Bu bina ve önündeki meydan tarihte birçok önemli ana tanıklık etmiş. 1989 yılında ölenlerin anısına binanın ön kısmına bir de anıt dikilmiş.

Yol boyunca kaldırıma yerleştirilen küçük ve sevimli heykelleri görmek de mümkün.

Ulusal Galeri binasını dışarıdan görmüş oldum.

Rustaveli Bulvarı’ndan bir görüntü.

Bu güzel bina Güzel Sanatlar Akademisi olabilir.

Rustaveli Tiyatrosu’nun yolun karşısından görünümü.

Paliashvili Opera ve Bale Tiyatrosu da yıllar önce yanmış ve aslına uygun olarak restore edilmiş.

Hızlıca pansiyona dönerken Kuru Köprü Pazarı (Dry Bridge) olarak bilinen antika pazarına da uğramak istedim. Nehir kenarında ve sadece güzel havalarda kurulan bu pazarda birçok sanatçı kendi yaptığı tabloları sattığı gibi antika değerindeki eşyalar ve diğer hediyelik eşyalar satılıyormuş. Benim gördüklerim antikadan çok döküntü eşyalardı.

Gürcistan gezisinde sadece Tiflis şehir merkezi ile sınırlı kalmak istemedim ve iki ayrı gün iki ayrı tura katıldım. Sırada Tiflis çevre gezileri var.

Mtskheta Turu
Bir gün önce tur biletimi aldığım Georgian Tour adlı seyahat acentasına sabah 9’da ulaştım. Gidilecek yerlere göre bizi gruplandırdılar ve acentanın adı bulunan birer boyun askılığı verdiler. Gruplar teker teker binip gittiler ve kala kala biz kaldık. Toplam 6 kişiydik ama acenta sayımız az diye turu iptal etmedi rehberimizle birlikte yola koyulduk. İşin tuhafı 3 kişi Rusya’dan gelmiş ve sadece Rusça konuşabiliyordu. Bir Amerikalı kız ve bir de Rusça ile İngilizce bilen Endonezya’lı bir genç vardı. Rehberimiz tur boyunca helak oldu zavallı. Gittiğimiz yerlerle ilgili bilgileri 3 kişiye Rusça anlatıyordu ve bu arada biz de anlamadığımız için sağa sola dağılıyorduk. Sonra bizi toplayıp aynı şeyleri dönüp bir de İngilizce anlatıyordu.

Tur minibüsü de konforlu sayılırdı.Çok güzel manzaralar eşliğinde kıvrım kıvrım dolanarak çok yüksek bir noktada bulunan Jvari Manastırı’na ulaştık.

Bu Manastır erken Orta Çağ döneminin en önde gelen eseri sayılıyormuş. Antik şehir olan Mtskheta’nın tam karşısında bir dağın tepesinde bulunuyor. 6 – 7. Yüzyıllarda inşa edilen manastırın isminin kelime anlamı “Haç Manastırı” imiş ve aynı adı taşıyan bir diğer Gürcü manastırı da Kudüs şehrinde bulunmaktaymış. İşte Azize Nino burada da karşımıza çıkıyor. Azize Nino ilk tahta haçı bu bölgede yapmış. Kilisenin ortasında bunun ana kaidesi hala görülebiliyormuş. Minyatür büyüklüğüyle klasik dört ucu olan bu örnek bütünselliği ve güzelliğiyle izleyenleri büyülüyor.

Yeri gelmişken biraz da Azize Nino’dan bahsedeyim. M.S. 280-332 yılları arasında yaşayan ve Gürcü Ortodokslarının en büyük azizesi olan Azize Nino’nun Kapadokya bölgesinde Ortahisar’da yaşamış olduğu söyleniyor. Burada hristiyanlığı yaymaya çalıştıktan sonra kiliselerde fresk ve ikonaların yasaklanmasının ardından küçük bir İncili saçlarının arasına saklayarak kaçtığı ve Gürcistan’a yerleştiği rivayet ediliyor.

O zaman aya, güneşe ve yıldızlara tapan Gürcistan halkına Hristiyan öğretilerini anlatarak halkın Hristiyanlaşmasını sağlamış. Ayrıca rivayet şudur ki çeşitli mucizelerle hastaları da iyileştirmiş. Bunlar abartılarak ve üstüne eklemeler yapılarak nesilden nesile aktarılmış hikayeler olsa gerek.

Kilisenin bir zamanlar mozaiklerle dekore edilen iç kısmı ise şimdi oldukça çıplak durumda. Ancak Kilisenin içinden çok dışından gördüğümüz manzara mükemmel ötesi denebilecek güzellikte. Çok yüksekte olduğumuz için her yer ayaklarımızın altında gibiydi. Kuzeyden gelen Mtkvari Nehri, kent içinde Aragvi Nehri ile birleşiyor.

Doyasıya manzara seyredip fotoğraf çektikten sonra rehberimizin uyarısıyla hepimiz minibüse döndük.

Sonraki durağımız yükseklerden gördüğümüz Mtskheta oluyor. Tiflis şehir merkezinin yaklaşık 20 km. kuzeyinde olan bu şehre Gürcistan’ın ruhani merkezi, hatta ikinci Kudüs diyorlarmış. Bu bölge 1994 yılında UNESCO tarafından “Dünya Kültür Mirası Listesi”ne dahil edilerek koruma altına alınmış.

Minibüsten iner inmez hemen Svetitskhoveli Kilisesi’ne doğru yürüdük. Rehberimiz bu bölgenin tamamen restore edildiğini ve şehrin turizme açıldığını söyledi. Gerçekten evler çok bakımlı ve mimari olarak da çok güzel gözüküyordu. Kilisenin kapısına gelince giriş ücreti olarak kişi başı sanırım 5 Lari toplanarak biletlerimiz alındı.

İçeri girdiğimizde oldukça büyük bir bahçesi olan büyük bir kiliseyle karşılaştık. Svetitskhoveli Katedrali ve Jvari Manastırı’nda Gürcü alfabesinin erken dönem örnekleri bulunmaktaymış. Uzun yıllar, burası Gürcüler tarafından baş kilise olarak kabul edilmiş ve en saygı duyulan ibadet yerlerinden biri olmuş. 1994 yılından beri UNESCO Dünya Mirası listesinde. Devasa Katedral binasının içerisinde, çok daha eski küçük dini yapılar da bulunuyormuş. 14. yüzyılda Moğol yıkımından da nasibini almış ama buna rağmen yine de ülkenin en güzel dini yapılarından birisi olagelmiş. Yerde, azizlere ait mezarlar da bulunuyor. Oldukça yüksek tavanı, üç yana açılan kapısı, dev kolonları ile gerçekten büyük ve etkileyici bir bina.

Güya İsa’nın gömleği Kartli’nin başkenti Mtskheta’da gömülüymüş. Bu gömleği buraya İsa’nın çarmıha gerilmesi sırasında Kudüs’te bulunan Mtskhetalı bir Yahudi olan Elioz getirmiş. Azize Nino işte burada da karşımıza çıkıyor. Kral Mirian’ın emriyle, Azize Nino’nun belirlediği bir yerde bir kilise yapımına başlanmış. Azize Nino’da, üzerinde çok büyük bir ladin ağacı büyüyen İsa’nın gömleğinin gömülü olduğu yeri seçmiş. Kilise yapılırken bu ladin ağacını kesmişler ve bundan bir sütun yontmuşlar. Bu sütunu kilisenin yükseleceği yere dikmek istemişler ama bir türlü başaramamışlar. Akşam olunca Azize Nino burada kalmış ve bütün gece dua etmiş. Sabah olduğunda bir mucize gerçekleşmiş. Gökyüzünden ışıkla inen bir genç sütunu alıp göğe yükselmiş ve sonra sütun kendiliğinden istenilen yere dikilmiş. Yeni yapılan kiliseye bundan dolayı Svetitskhoveli (Yaşayan Sütun) ya da Tsotshali Sveti (Canlı Sütun) adı verilmiş.

Bu kilise ilk defa 4. yüzyılda ahşaptan inşa edilmiş ve bu ilk kilisenin bazı nüvelerihalen korunuyormuş. Gürcü Rönesans mimarisinin en parlak örneği olan halihazırdaki bu kilise ise mimar Arsukidze tarafından 1010-1023 yıllarında yenilenmiş.

Sonra tekrar minibüse binip sonraki durağımız olan Samtavro Kilisesi’ne gittik. Gördüğünüz gibi hepsi artık birbirine benzemeye başladı. Yine de Samtavro Kilisesi’nin pencere kenarlarındaki taş işçiliğinin muhteşem gözüktüğünü itiraf etmeliyim.

Samtavro Manastır kompleksi 1130 yılında Kral Miryan ve karısı Nana tarafından yaşam alanı olarak yaptırılmış ve öldükten sonra kilise bahçesinin güneybatısına gömülmüşler. Daha sonra burası Gürcü kraliyet ailesinin mezarlığı ve cenaze törenlerinin yapıldığı bir yer olmuş. Kilisede ve bahçede pek çok mezar bulunuyor.

Gori

Bir sonraki durağımız Gori’ye doğru yola koyulduk. Gori, Gürcistan’ın iç kısmında kalan küçük bir şehir. Gori’nin kelime anlamı Gürcü dilinde tepe imiş. Eskiden çok daha kalabalık olan şehir nüfusu bugünlerde 50.000 civarındaymış. Önemli olmasının en önemli nedeni Sovyet liderlerinden Stalin’in doğum yeri olması ve Stalin için oluşturulan müze ile doğduğu evin ziyaret edilebilmesi. Babası kunduracı olan ve 1879 yılında doğan Stalin’in asıl adı Joseph Vissarionovich Jughashvili’ymiş. Yakın Rus tarihine damgasını vurmuş önemli kişiler arasında olan ve daha çocuk yaştayken devrimci eylemlere katılan Stalin kimilerine göre bir katil kimilerine göre ise bir kahraman. Tarihi bir kişilik olması nedeniyle özellikle ona ait eşyaların ve belgelerin sergilendiği müze tüm turistlerin ilgisini çekiyormuş.

Stalin Caddesi’nde bulunan Stalin Müzesi’ne giriş 10 Lari, tren vagonunu da görmek isterseniz ayrıca 5 Lari ödüyorsunuz. Treni dışından gördüğüm için varsın içini de görmeyeyim diyerek sadece Müze bileti aldım. Müzede Stalin’e ait pek çok eşya, portreleri, fotoğrafları, hayatıyla ilgili belgeler, verilen hediyeler belli bir sistematik içinde sergilenmekteydi. Stalin öldüğünde yüzünden kalıp alınan alçı maske de burada sergileniyormuş. Oldukça da büyük bir müzeydi ve sergilenen bu kadar çok malzemeyi görünce Rusya’da Stalin’e ait hiçbir şey kalmadığından kuşkulandım.

Müzenin bulunduğu geniş alanda Stalin’in doğduğu evi de görebiliyordunuz. Müzenin önündeki bahçede üzeri kapatılarak koruma altına alınmış ve ahşap sütunlarla desteklenmiş küçük evi buldum. Ancak ev kapalı olduğundan ne yazık ki içini göremedim.

Daha sonra Stalin’in pek çok seyahatini gerçekleştirdiği özel vagonun dışından fotoğrafını çektim.

Gezimiz tamamlanınca Gori’de bir restoranta gittik. Bu tür turlar başka ülkelerden gelen insanları tanımak için de son derece faydalı oluyor. Grup olarak sohbet ederek lezzetli yemeklerimiz yedik. İçinde sığır eti olan Bozbaşı adında bir yemek sipariş ettim. Gele gele içine kemikli bir parça et konulan çorba gibi bir yemek geldi. Turistik bir restoran olduğundan fiyatlar da çok yüksekti. Ödeme sırasında sıkıntı yaşadım ve garson para üstünü epeyce bir tutar eksik getirince hesaba itiraz ettim. Belki de kalabalıktan istifade edip böyle yaparak turistleri kazıklıyorlardır. Onun için turistik seyahatlerinizde hesabı ve verdiğiniz parayı kontrol etmek gerek.

Uplistsikhe

Yemek sonrası son gezi noktamız olan Uplistsikhe’ye  bizim Kapadokya’yı andıran antik kayalık yerleşim bölgesine gittik. Giriş ücreti olarak 5 Lari ödedik.

Uplistsikhe kelimesi “Tanrı’nın Kalesi” anlamına geliyormuş. 1. yüzyılın ilk yarısından kalan bu antik mağaralar önemli ticaret rotalarının kesiştiği bir yerde bulunuyormuş. Pagan dininin merkezi olan 4 hektarlık bu bölgede mağaralar, tiyatrolar, altarlar, pagan tapınakları, gizli tüneller, hapishaneler, eczane, fırın, geçitler, caddeler hep taşlar oyularak yapılmış. Bölge, Kartli krallarının da yaşadığı bir yer olmuş.

En zengin olduğu yıllarda burada yaşayan nüfusun yaklaşık 20.000 kişi olduğu tahmin ediliyormuş. Hıristiyanlığın bu bölgeyi de etkisi altına almasından sonra 9 ve 10. yüzyıllarda buraya 3 odalı bir de bazilika (Three Nave Bazilika) inşa edilmiş. Daha sonra yapılan kiliseyi ise kapalı olduğundan gezme fırsatı bulamadık.

Birçok Gürcü şehrinin Moğollar tarafından istila edilmesi ile burası da önemini kaybetmiş ve insanlar burayı terketmiş. Buradan arkeologlar tarafından çıkarılan altın, gümüş ve metal bir çok materyal Tiflis’deki Ulusal Müzede sergileniyormuş. Bu bölge de UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesine girmek üzere aday listede yer alıyormuş. Kayalardan hoplaya zıplaya ve biraz zorlanarak çevreyi gezdik. Yüksek bir noktada olduğumuzdan manzara da çok güzeldi.

Kazbeği Turu

Tiflis gezimde katıldığım ikinci tüm günlük tur Kazbeği turu idi. Birden çok, birbirinden ilginç bölge gezdik.

Bu turda ilk mola yerimiz Ananuri Kalesi. Muhteşem bir manzaraya sahip kale Aragvi Nehri’nin kenarına yüksek bir alana kurulmuş.

Bu Kale de UNESCO’nun aday listesinde bulunuyormuş. Zalim bir yönetici olan Aragvi Dükü tarafından yaptırılmış ve en eski bölümleri 13. yüzyıldan kalmaymış. Mimari yapısı geç ortaçağ tarzında olan bu kompleksde bir kale, 2 kilise, eski bir saat kulesi, hapishane ve diğer evler bulunuyormuş. Kiliselerden büyük olanı Dük Bardzem’in oğlu için 1689 yılında yaptırılan kilisenin duvarları ve kapıları çok şık bir şekilde dekore edilmiş.

Bu kompleks meşhur Gürcistan Askeri Otoyolu üzerinde bulunduğundan Gürcistan’ın kuzey sınırında bir gardiyan gibi de işlev görmüş. Tarihi yapıların ve kilisenin içine girip gezdik ama beni en çok etkileyen kaleden bakıldığında görünen muhteşem manzara oldu. Hava da şansımıza pırıl pırıldı.

Kalenin önünde birçok stand kurulmuştu. Turistlere yerel ürünleri ve çeşitli hediyelik eşyaları satıyorlardı. Aslında çok güzel doğal bal vardı ancak benim gezim daha 10 gün süreceği için taşımak istemiyordum. Bunun yerine tadına bakarak karar verdiğim nar rengindeki cevizli sucuklardan 3 Lari ödeyerek aldım.

Rehberimizin verdiği saate göre gezimizi tamamladık ve herkes zamanında minibüsteki yerini aldı. Bir süre gittikten sonra tekrar nehir kenarında durarak siyah beyaz nehri izledik. İlginç bir şekilde 2 koldan akan su tam önümüzde birleşiyor ama sular birbirine karışmadığından bir kısmı siyah ve bir kısmı beyaz olarak akıyordu. Oldukça değişik bir görüntüydü.

Kafkaslardan beslenen Aragvi Nehri pek çok kola sahipmiş. Mtiuleti yani Beyaz Aragvi ile Gudamakari yani Siyah Aragvi kolları bulunduğumuz Pasanauri noktasında birleşip Zhinvali barajına kadar akıyormuş. Burada da epeyce fotoğraf çektikten sonra yola devam ettik.

Bu sırada Gudauri kayak bölgesine yaklaştık.. Uzaktan kışın kayak yapılan dağları ve tepeleri görüyorduk. Bu mevsimde bile bazılarının üstü karlarla kaplıydı.

Sırada traverten benzeri bir kayalık vardı. Rengi bizim Pamukkale travertenleri gibi beyaz değil ve daha sarımtrak bir rengi vardı. Kafkaslarda birçok maden ve mineral yatakları bulunduğundan bu bölgede de sülfür bulunmaktaymış. Zaten kayalığın adı da Sülfür Kayasıydı. Rehberimiz tehlikeli olmadığını tırmanıp yakından bakabileceğimizi söyleyince herkes sağa sola dağıldı.

En sonunda Stepantsminda kasabasına geldik. Aslında bu kasaba daha çok Kazbegi ismiyle biliniyormuş ve burası Rus sınırına çok yakınmış. Burada konaklamak için pek çok seçenek bulunuyor. Muhteşem bir manzarası ve yaz ayında olmamıza rağmen titreten bir havası var.

Burada tur minibüsünden inerek yedi yolcunun binebildiği küçük Mitsubishi jiplere bindik. İşte ondan sonra hayatımın en sarsıcı yolculuğunu yaptım. Hoplata zıplata, daracık ve virajlı yollardan son sürat giden jipte farklı duyguların etkisi altında kaldım. Yan tarafı uçurum olan yolda en küçük hatada düşme tehlikesi olduğundan büyük bir korkunun pençesinde kıvranırken diğer tarafta gördüğüm muhteşem ve eşsiz manzaranın sarhoşluğunda adeta büyülenmiş gibiydim. Şoförler karşı taraftan araç geldiğinde iyice yan tarafa yanaşıyorlar ve hızlarını azaltmadan devam ediyorlardı. Bu yolu yürüyerek çıkanlar da vardı ama çok uzun ve dik olduğundan yürünecek gibi değil. Yaklaşık üç saat sürüyormuş. Atla da gidilebiliyormuş ancak çok iyi bir at sürücüsü olmak lazım. En sonunda Kazbegi kasabasında uzaktan çok küçük gördüğümüz Gergeti Trinity Kilisesi’ne ulaştık.

Aracımız yeşil bir alanda park ettikten sonra herkes gezmek için dağıldı. Gergeti Trinity başka bir adla Kutsal Trinity Kilisesi Khevi bölgesinde 13-14. yüzyıla inşa edilen tek kubbeli kiliseymiş. Kiliseden ayrı olarak bir de çan kulesi bulunuyor.

Kafkasların en yüksek ve en güzel tepe noktasında 2170 metre yüksekliğinde bulunan Kilise Gürcü Ortodoksları için çok büyük önem taşıyormuş. 8. yüzyılda Tiflis Persler tarafından işgal edilince başta Azize Nino’nun haçı olmak üzere değerli miraslar korunmak için Mtskheta’dan buraya getirilmiş. Sovyetler döneminde de bütün dini hizmetler yasaklanmasına rağmen burası popüler bir uğrak noktası olmuş.

Kilisenin içine girdim ve sağa sola bakınırken kapının yanındaki rahiple göz göze geldim. Bana işaretle dışarı çıkmamı söyledi. Elimle bermuda şortumu gösterip bu yüzden mi diye sordum. Maalesef bu kilisede Tiflis’de gittiğim bütün kiliselerde olduğu gibi kapı önüne örtüler konulmamıştı. Ben de buna güvenip yanıma etek almamıştım.

Kiliseden çok buranın manzarası beni daha çok etkiledi. Çok yükseklerde olduğumuzdan Kafkasların karlı tepelerini ve Kazbegi Kasabasıyla birlikte yemyeşil bir ovayı görebiliyordum. Burası kesinlikle doğaseverlerin kaçırmaması gereken bir yer. Hatta belki bir kaç gün kalıp yürüyüş yapılarak fotoğraf çekilebilir. Bu bölgenin doğası bizim Doğu Karadeniz Bölgesi’ne benziyor.

Bu Kazbegi Dağı’yla ilgili bir de mitolojik bir hikaye bulunuyormuş. Amirani isimli bir kahraman ölümlülere hediye etmek için tanrıların elinden ateşi çalmış. Prometheus’a benzer şekilde ceza olarak tanrılar onu Kazbegi Dağı’nın çok yüksek bir noktasına zincirlemişler. Bu hapsin Dağın 13.000 feet yüksekliğinde bulunan Bethlemi Mağarası’nda olduğu şeklinde bir rivayet bulunuyor.

Bu alana turistlere yönelik olarak atlar da getirilmiş ve isterseniz sizi bindirip  etrafı gezdirebiliyorlar.

Zamanımız dolduktan sonra herkes geldiği jiplere bindi ve geri dönmeye başladık. Artık bu kadar geziden sonra yavaş yavaş acıkmaya başlamıştık. Jiplere bindiğimiz yerde inerek tekrar tur minibüsüne geçtik ve o da bizi bu kasabadaki yerel bir evin önüne götürdü. Başka bir tur minibüsü de geldi. Evin büyük bir bahçesi vardı ve uzun masalar hazırlanmıştı. Her tur grubu ayrı bir masaya yerleşti ve şenlik başladı. Aman Allahım o ne yiyeceklerdi öyle! Bir tabak yeni bir yemek önümüze konuyor daha onu bitirmeden başka bir yemek geliyordu. Gürcü mutfağının meşhur yiyecekleri Khinkali yani mantı ve Haçapuri yani farklı iç malzemeyle hazırlanmış börekleri soframızın baş konuklarıydı. Yediğim tavuk budu bile sanırım organic olduğundan çok lezzetliydi. O kadar çok yiyecek geldi ki çoğu yemeği bitiremedik bile.

Yemek sonrasında tekrar minibüse binerek dönüş yoluna geçtik. Rehberimiz bu dağlarda parasailing yapıldığını ve istersek gerekli hazırlıkları yaptırmak için ona söylememizi istedi. Gruptan sadece Hintli karı-koca olarak katılmak istedi. Bizi Gürcistan-Rusya Dostluk Anıtının bulunduğu alana bırakan minibüs bu çifti parasailing için etkinlik bölgesine götürdü.

Bu Anıt, Georgievsk Anlaşması’nın iki yüzüncü yıldönümünü ve Rusya ile Gürcistan’ın devam eden dostluğunu kutlamak amacıyla 1983 yılında inşa edilmiş. Oldukça renkli olan Anıt aynı zamanda muhteşem bir manzarayı gözlemlemek için bir platform görevi görüyordu.

Burada uzun süre geçirdikten sonra Hintli kadını getiren minibüse binerek adamı paraşütle indiği yerden almak için yola koyulduk. Adamı aldığımızda bir ayağında ayakkabı bulunmadığını gördük. Meğer havalanırken bir ayakkabısı platformda kalmış. Adamın ayağına bakıp bakıp herkes gülüyordu. Havada uçacaksın madem insan ayakkabısını sağlam bir şekilde bağlar.

Yeme İçme
Gezdiğim ülkelerde özel bir mutfak bulunuyorsa bunu mutlaka denemek isterim. Gürcistan’ın zengin bir mutfağı var ve damak tadı da Türk Mutfağına oldukça benziyor. Şimdi gelelim bu lezzetleri tanıtmaya. 

Benim favorim bizim Karadeniz pidesine benzeyen çeşitli iç malzeme konularak yapılan Haçapuriler. Gürcistan’a özel olan Sulguni ve Imerulitan peynirleri kullanılarak yapılanlar bence en lezzetlisi. Bunun dışında patateslisi, etlisi, kabaklısı ve hatta fasulyelisi bile var.

Bir diğer lezzet ise bizim mantımıza benzeyen ancak büyük bir bohça kıvamında olan Khinkali yani hıngal. Anadolu’nun bazı şehirlerinde bizim küçücük mantılarımız yerine hingel adı verilen ve biraz daha büyük olup içine et, peynir ve patates konularak yapılan yemekler olduğunu biliyorum. Aynı coğrafyada yaşayan halkların yemek kültürlerinin de birbirine benzemesi kaçınılmaz. Khinkali’nin içine de değişik malzemeler konulabiliyor. Rehberimizin anlattığına göre özgün hali kıymalı olanmış; ancak gelen turistlerin talebi doğrultusunda mantar, peynir gibi diğer iç malzemeler de konulmaya başlanmış. Öyle çatalla bıçakla yenmiyor özel bir yeme şekli var. Hamuru sap kısmından elle tutarak tepesinden önce küçük bir ısırık alınıyor ve açılan bu küçük delikten hamurun içindeki su içiliyor. Sonra da sapı dışında kalan mantı bir güzel yeniyor. Sap kısmındaki hamur çok kalın olduğundan iyi pişmiyormuş ve bu yüzden yenmezmiş.

Harço çorbası et ve pirinçle yapılan Gürcistan mutfağına ait geleneksel bir çorba. Tavuk yemekleri de sanırım organik olduklarından çok lezzetli.

Mtsvadi ya da diğer adıyla Şaşlık ise bir kebap çeşidi. Kuzu şiş olarak da bilinen bu kebap, kuzu, dana veya domuz eti kullanılarak yapılıyor. Gürcülerin sosları bir harika. Nedense Türk mutfağında bu tarz soslar çok fazla kullanılmıyor.

Cevizli patlıcan, patlıcanların uzunlamasına dilimler halinde kesilip kızartılması ve arasına Satsivi denilen cevizli tarator sosu sürülerek katlanması ile yapılan bir yiyecek. Tur yemeğinde bunu tatma imkanı buldum ve patlıcanlar çok kıvamında kızartıldığı için cevizle birlikte çok lezzetli geldi. Gürcistan mutfağında ceviz çok kullanılıyor.

Gürcistan şaraplarının ününden söz etmeliyim. Üzümleri oldukça kaliteli olduğundan şaraplarına da aynı kalite yansımış diyelim. Zaten Dünyadaki şarap üretiminin ilk yapıldığı yerlerden birisiymiş burası. Marka olarak da halk şarabı olarak bilinen “Saperavi” öneriliyor.

Bir diğer içecek ise Cha Cha adı verilen bir nevi Brandy kategorisinde bir içecek. Daha çok ev yapımı olanlar revaçta. Alkol oranı oldukça yüksek olduğundan küçük bardaklarda servis ediliyor ve fondip yapılması öneriliyor. İçmeden önce ve içtikten sonra da mutlaka bir şeyler yemeyi ihmal etmeyin.

Gürcistan gazozları da çok meşhur. Tarhunlu ve armutlu olarak 2 çeşit satılan gazozlarını denemeden dönmeyin.

Alışveriş
Gürcistan’dan ne alalım; şarap ve peynir ve bal.

Son Söz
Herkesin çok methettiği, yıllar önce görmeyi isteyip de uçak biletimi aldığım halde sağlık sebepleri dolayısıyla gidemediğim Tiflis’i en nihayet gidip görmek kısmet oldu. Çok şahane diyemesem de genel olarak beğendiğimi söyleyebilirim.

Tiflis şehri zenginliğin ve fakirliğin kol kola girdiği, yeniyle eskinin tezat bir şekilde yan yana durduğu, çok fazla din vurgusunun olduğu, insanların yine de gülmeyi, eğlenmeyi, yemeyi, içmeyi unutmadıkları, bir şehir olarak zihnimde yer etti. Sevdim mi sevdim, kaldığım sürece ülkeyi ve kültürünü yeterince tanıdığımı düşünüyorum. Bu kadar yakın ve vizesiz, kimliksiz gidilebilecek ülkeyi kısa tatillerinizde değerlendirmenizi öneririm.

Filipinler Coron Adası Gezi Rehberi

Coron Busuanga Adası’nın en büyük yerleşim yeri. Filipinler’in popüler adalarından biri. Coron’da neler yapılabilir; İncecik kumlarla kapılı plajlar, dünyanın en temiz göllerinden Kayangan Gölü, adanın çevresinde yer alan görkemli kaya formları, dalgıçlar için II.Dünya Savaşı’ndan kalan gemi batıkları ve çok özel denizaltı canlıları, dalgıç olmasanız dahi şnorkelle dalarak göreceğiniz inanılmaz denizaltı yaşamı, hepsi hepsi…

Filipinler gezimiz önce kuzeyde Banaue, Batad ve Sagada’ da kültür, doğa turu ile başlamıştı. Bu bölgeden çok keyif almıştık. Diğer yandan Filipinler deyince ilk akla adalar geliyor. Bizim adalar turumuz Coron ile başlayacaktı. Coron’a ulaşmak bize ayrı bir heyecan veriyordu.

Gezimize kısa video ile başlamak isterseniz.

Coron Adası’na Manila’dan Cebu Pasifik Havayolları ile uçtuk. Yaklaşık bir saatlik yolculuk sonrası Busaanga Havaalanı’na indik. Otelimiz taksi gönderdi, havaalanında şoför karşıladı ve otelimize rahat bir yolculuk ile ulaştık.

Manila’dan Coron’a daha ucuz bir ulaşım gemi ile olabiliyor. Gemi yolculuğu 14 saat sürüyormuş. Gemi ile yolculuk yapan bir turiste yolculuğu sordum. Lüks bir cruise gemisi beklentiniz olmazsa, iyi bir yolculuk, gece uyunabilecek kamara ve yemek yenebilecek restoran olması nedeni ile rahat bir yolculuk yaptıkların söylediler.

Coron Adası şehir merkezinde bir ana cadde üzerinde çok sayıda oteller pansiyonlar, restoranlar, kafeler yer alıyor. Ancak cadde kalabalık ve gürültülü, sürekli tricyles sesi. Biz otelimizi yorumları değerlendirerek bir adada ayırttık. Otel bir adada olduğundan tekne ile ulaşılıyor adaya. Gövdeleri ince olan teknelerin dengeyi sağlaması için iki yanda uzantıları ilginç bir görüntüydü bizim için. Daha sonra tüm ada teknelerinin aynı olduğunu görünce gözümüz alıştı.

Discovery Otel, yeşillikler içerisinde, sakin, güzel huzur veriyor. Otele ulaşır ulaşmaz hemen denize girmek istedik, kıyıda deniz anaları olduğu için önermediler. Bizim içinde sorun değildi, ertesi gün için tekne turumuz olacaktı. Şubat ayının başında denize girmek için bir gün daha bekleyebilirdik.

İlk günümüzü Coron’da mutlaka yapılması gerekenler arasında olan termal ile değerlendirdik. Maquinit Hot Spring’e gündüz sıcak olduğundan akşam saat 6 dan sonra tricyle kiralayarak ulaştık. Oldukça uzun bir yol şehrin dışında, bizim otelden 30 dakika kadar sürdü. Ancak mutlaka görülmeli. Yemyeşil, kat kat düzenlenmiş büyüklü küçüklü havuzlar kalabalıkta olsa keyifle havuzlara daldık. Tesisin çevre düzenlemesi güzel ancak ayrı bir soyunma odası beklemeyin, tuvalette üzerinizi değiştirebiliyorsunuz. Çıkınca da duş yapma imkanınız yok. Filipinler’e gidenler bu eksikliklerden rahatsız olmaz zaten. 

Gündüz kıyıda bir restoranı gözümüze kestirmiştik. Termal keyfi sonrası güzel bir akşam yemeği bizi bekliyordu. Restoran deniz üzerinde ve deniz ürünleri sunuyor. Saat 9 dan sonra restorana ulaştık ve yarım saat masa boşalması için bekledik. Masamız hazırlanıp yemeğe başladığımızda nerede ise saat 10 idi.

Restoran zaten dışarıdan, denizin içinde, şık görünüşü ile davetkar görünüyordu. Doğru restoran seçtiğimiz yemekler gelince açıkça ortaya çıktı. Yediklerimiz ve içtiğimiz özel içki beklediğimize değdi. Yemek olarak özel soslu çok lezzetli jumbo karidesler ve yengeç yedik. Her iki yemeğinde sunumu çok güzeldi. En çok tercih edilen içkilerini sorduk, Mangodiquel olduğunu öğrenince hemen siparişini verdik. Kesinlikle içmeniz önerilir.

Coron’da kasaba içinde denize girmek için plaj bulunmamakta. Mutlaka çevre turları almak gerekiyor. Bu turları birçok seyahat acentasından satın alabilirsiniz. Biz otelimizden tur almayı tercih ettik. Değişik tur alternatifleri bulunuyor.En önemli ve mutlaka görülmesi gereken adalar turu kişi başı 1500 peso (30 dolar).

Otelden katılan bir Kanadalı çift, bir Fransız genç gezgin kız ile altı kişilik teknemiz ile sabah 9 da denize açıldık. Değişik formlu, yeşil, büyük kayaların aralarına girdik.


Daha ilk durağımızda hayatımızda görmediğimiz güzellikleri gördük. Seven Islands bölgesinde küçük adaların yanına demirledik. Demirledik dediğime bakmayın buralarda denize çapa atılmıyor tabi ki. Deniz altında inanılmaz güzellikte coral, resif ve balıklar, rengarenk, her boyda, binlerce çeşitte deniz canlıları. Şnorkelle daldık, denizde kaldığımız 45 dakika boyunca gerçekten kendimizi kaybettik. Adaların çevresinde bir metre kadar derinlikte olan su altı dünyasında rengarenk balıklar bacaklarınızı arasında dolaşıyor, canlılarının dokunabileceğiniz mesafede olması bizi başka bir dünyaya götürdü. Gerçekte hayatımda yaşadığım en ilginç deneyimler arasında yerini aldı bu inanılmaz görüntüler.

İkinci durağımız Twin Lagun, iç içe iki lagun. Yanaştığımız ilk lagunun arkasında dar bir geçitten geçerek, kayaların arasında yeni bir laguna ulaşılıyor. Dört tarafı kayalarla çevrili minik bir gölde yüzme keyfini yaşadık.

Üçüncüsü incecik kumları ile cennet gibi bir plaj. Önce öğlen yemeği hazırlandı. Filipinler’in kuzeyinde yemek seçerken epeyce ürkek davranmış ve Filipinler yemeklerine alışamayacağımızı düşünmüştük. Diğer yandan da 15 gün geçireceğimiz bu ülkede bir an önce de yemeklerle tanışmak istiyorduk. Tekne gezileri ile bu şansı çok iyi yakaladık. İlk tekne turumuzda çok zengin bir sofra ile karşılandık. Hem balık hem tavuk yanında hem noodle, pilav, salata, deniz yosunlu bir salata, bol meyve. Daha sonraki tüm tekne turlarımızda böylesine zengin çeşitli sofralarda değişik lezzetle tattık.

Yemek sonrası deniz, güneş keyfi böyle bir plajda güzel görünüyor değil mi?

Son yerimiz Kayagan Gölü yine bir dünya harikası. Yüksek kayalıklar arasında küçük koya teknemiz yanaştı. Buradan 250 basamak ile çıkarak bu koyun tam sırtında göl görünüyor.. Yine doyulmaz manzara bu kez göl suyunda yüzme keyfi.

Akşam beşte Coron cennetinde geçirdiğimiz güzel günün anıları ile otelimize döndük. Coron’da yapılacak şeyler arasında güneş batışını seyretmek var. Bu görüntü için ayrı bir yere gitmemize gerek yoktu. Otelimizdeki odamızın balkonu inanılmaz deniz ve adalar manzarasına zaten sahipti, akşam saatinde güneş batışını kahvemizi içerken seyrettik

Bir gece önce dışarıda deniz ürünlerini tatmıştık, ikinci gecemiz için otelin menüsü ve yemek fiyatları da çok uygun olduğu için otelde yeşil ve mavinin uyumu içerisinde yemeği tercih ettik.

Son Söz

Coron’da çok güzel iki gün geçirdik. Ayrılırken aklımız kaldı, ancak bizi bekleyen yeni adalar vardı. Doğanın özel olarak şekillendirdiği kayalar, lagunlar, göllerde yüzdük, deniz altındaki rengarenk balıklarla yüzdük, doyasıya deniz ürünleri tattık, kış ortasında yaz mevsimi yaşadık. Coron Adası turistler için popüler, Filipinler’de çok ada arasında seçim yapmak gerekiyor, her şekilde görülecek ilk adalar arasında yer alacaktır Corona. Biz de gittik, gördük siz de yolunuz Filipinler’e düşerse Coron Adası’nı görün derim. 

Filipinler Sagada: Asılı Tabutlar Kasabası

Sagada Filipinlerin başkenti Manila’nın kuzeyinde, Manila’dan 12 saatlik otobüs yolculuğu ile ulaşılan bir kasaba. Sagada kayalara asılı tabutları ile ünlü. Kasaba halkı ağaçtan tabutlara koydukları ölülerini vahşi hayvanlar parçalamasınlar diye yıllarca kayalara asmışlar veya magaralarda saklamışlar. Son yıllarda beton ile mezar yapmayı öğrenince ölülerini toprağa gömmeye başlamışlar.

Sagada’ya Banaue’den kolay ulaşılabiliyor. Tabi Banaue’ye ulaşımın kolay olmadığını Banaue yazımızda belirtmiştik. İsterseniz Banaue’de geceleyip, arabalı ve rehberli günlük bir program yapılabilir. Ya da Banaeu’dan toplu taşım aracı olarak kullanılan jeepneyler ile ulaşıp orada bir veya daha fazla gece kalıp daha uzun bir program olabilir. Aslında zamanı olanlar için Sagada’da üç dolu gün geçirmek doğada yürüyüş, magara turları yanı sıra diğer yerleri de görmek daha keyifli olabilir. Bizim Filipinlerin güneyinde adalar turumuz olacağı için Banaue”de konaklayıp Sagada’ya bir gün ayırabildik. Banaue’den aldığımız tur ile sabah 8.30’da Sagada’ya hareket ettik.

Banaue’den 80 km uzaklıkta ancak yol dar ve çok virajlı olduğundan 2 saat sürüyor. Yeşillikler, vadiler, pirinç tarlaları, dağlardan akan suların arasında, sert virajlara rağmen çok güzel bir yolculukla gözümüz yeşile doyuyor. Aslında yeşilin yoğunluğu ve rengi bize Karadeniz’i çağrıştırdı. Sadece teraslı pirinç tarlaları farklı görünüyordu. İklimi de Karadeniz havası.

Sabah güneşli bir havada yola çıktık, yolda yagmur yağdı, arabadan indiğinizde güneş açmıştı. Filipinlerin diğer bölgelerine göre en serin yerlerinden.

Yolda bölgede yaşayan İgorot kabilesinden kişilerin olduğu manzaralı bir tepede renkli yerel giysili kadınlarla fotoğraf çektirdik. İgorot kabilesi Luzon bölgesinin kuzeyinde yaşayan Austronesian kökenli kabile. İgorat kelime olarak ‘dağdan gelen’ anlamına gelen İgorat daha genel bir terim bu grubun altında beş ayrı grup bulunmakta. Asıl Banaue’de yaşayan grup Ifugao’lar. Banaue’den Sagada’ya giderken yol üzerinde Ifugao kabilesini görme şansımız oldu.

İkinci durak yine bir manzara seyretme ve foto çekme noktasında bu kez yarı çıplak, elinde kalkanı ve silahı ile bizi bir kabile savaşçısı karşıladı. Tabi bu güler yüzlü savaşçı turistlerle fotoğraf çektirmek için böyle giyinmişti.

Asıl komiği fotoğrafımızı çektirdikten sonra kullandığımız lavabonun parasını da bu savaşçıya ödedik.

Sagada da neler yapılabileceğini en güzel, şehre girişte hem kayıt yaptırıp, hem de kasabaya giriş ücreti ödediğimiz turizm ofisindeki broşür açıklıyor.

Sagada programımız önce magara ile başladı. Daha çok zamanımız olsa idi rehberle magara içinde gezebilirdik.

Magara içinde biraz zorlu üç aşamalı bir yürüyüş oluyormuş. Üçüncü aşama sular içinde yürüyerek devam ediyormuş. Türkiye’de çok magara olduğu ve magaracılık ilgi alanımıza girmediği için turumuza magara içi uzun yürüyüşü dahil etmemiştik. Magarada belirli bir noktaya kadar yürüyüp geri döndük daha ilerisi yerler kaygan çamurlu ayrıca karanlık olduğu için gaz lambası ile gidilebiliyormuş.

Sagada’nın en özgün geleneği ve bizi de oraya çeken asılı tabutlar idi. Bölgenin geleneği ölülerini tahta tabutlara koyarak yüksek kayalıklara asmak veya mağara içerisinde saklamak. Yemyeşil bir vadi, ekovadide, orman içinde doğal basamaklardan inerek vadinin dibinde tabutların asılı olduğu kayalığa ulaştık. Kayaların üzerine tabutlar asılmış, tabutlarınızın bu kayalarda yer alması için öncelikle evlenmiş ve torunlarınız olması gerekmekte. Tabutların eski tarihte asılanları küçük boyda iken, sonra asılanlar bir insan boyunda. Küçük olanlar çocuk tabutları değil. Sagada halkının inanışına göre insanlar anne karnında cenin pozisyonunda en rahat pozisyonlarındadırlar. Doğumda olduğu gibi ölünce de tabuta cenin pozisyonunda yerleştiriliyormuş ve tabutların boyları küçük oluyormuş.. Ancak 1902 yılında ülkeye gelen Amerikalılar halkın ölüm merasimlerine bile karışmışlar. Ölülerin uyur gibi uzatırlarsa daha rahat edeceğine halkı inandırmışlar ve tabutların boyları büyümüş. Bazı tabutların üzerinde sandalyeler asılıydı. Bu da ölen kişi son gün sandalyeye oturtuluyor, daha doğrusu cesedi sandalyeye iple bağlanıyor, eve gelen akrabaları onu sandalyede görüyor ve. vedalaşıyorlarmış. Bu sandalyeleri de tabutun yanına asıyorlarmış. Tabutları asma geleneğine aslında 2010 yılında son verilmiş. Rehberimizin söylediğine göre yine de çok istenirse ve çok para harcanırsa yani 21 domuz kesilirse tabutunuzun asılması mümkünmüş. İkinci yöntemde tabutlar magarada muhafaza ediliyor. Bizim zamanımız yetmediği için bu magaraya yürüyemedik.

Gelelim günümüzdeki ölüm törenlerine. Ölüm sonrası üç domuz kesiliyor, her bir domuz maliyeti 10.000 Peso yani 2000 dolar civarında, eğer ölen kişinin yeterli parası yoksa akrabalar yardım ediyor, önce yakınlara bir yemek töreni, sonrası daha klasik bir yere gömülüyorsunuz. Klasik mezarlık: beton veya mermer hatta seramik. Sagadalı’lar hayvanlara karşı ölülerini koruyabileceklerini anlayınca klasik mezarlara ölülerini gömmeye başlamışlar.

Gelelim klasik mezardaki ritüellere…

Önce mezarın yanındaki boşluğu açıklayalım, ölenin sevdiği, eşi için hazırlanmış. Mezarın önündeki yanmış odunlar ise, her yıl 1 Kasımda ölülerin ruhlarını ısıtmak için yakılan ateşten kalanlar.

Sagada’da asılı tabutları ve mağaraların dışında neler var? Eko vadiye asılı tabutları görmeye giderken yol üzerinde St. Mary Kilisesi yer alıyor. Kilise geçen yüzyılda Sagada’ya gelen Amerikan Angelican misyonerler tarafından yapılmış. Sagada halkı Hristiyan olmakla beraber hala Pagan dininin ritüellerini de uygulamaya devam etmekteler.

Sagada yemyeşil sevimli bir kasaba. Şehrin çıkışında bakımsız teneke evler olsa da içinde çok sayıda bakımlı güzel evler de göze çarpıyor.

Öğlen yemeği için iyi bir lokanta aradık, rehberimiz ve lokanta sorduğumuz kişiler özellikle bir lokanta ismi söylediler. Biz de bu restoranı bulduk ancak çok kalabalıktı, sırada bekleyenler vardı. Daha programımızda gezilecek yerler olduğundan yemek için çok beklemek istemedik. Özellikle bu restoranda yemek ve yoğurt ürünlerinin tadılması öneriliyor. Uzak Doğu’da yogurt bulmak zaten şaşırtıcı idi. Ayrıca özellikli bir restoran olsa gerek. Biz fotoğrafını ekleyelim belki yolunuz Sagada’ya düşer.

Sagada turist çeken bir yerleşim yeri. Banaue’ye göre daha büyük, sevimli, yemyeşil bir köy. Dinlenmek amaçlı birden çok gün de kalınabilir. Ayrıca rafting, magaracılık, kano, gibi doga sporları yapmak içinde çok cazip bir yer olarak görünüyor.

Sagada ile ilgili son sözleri yine orada çekilen resimlere bırakıyorum
Dönüş yolunda pirinç teraslarına bakan kafedeki basamaklar da çok anlamlı.

Tabi bana da söyleyecek son söz, Sagada asılı tabutları görmek için ziyaret edilse de ilginç geleneği gördükten sonra zaman sizin. Bu kadar yol kat ettikten sonra asılı tabutların yanında kasabada geceleyip, doğada uzun yürüyüşler yapmak da ayrı bir keyif olsa gerek. Bu arada yukarıdaki resmi her daim hatırlayalım.

Filipinler Batad: 2000 Yıllık Pirinç Terasları

Filifinler - Batad

UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde pirinç tarlaları yer alır mı? Evet Filipinler Batad’daki pirinç tarlaları, 2000 yıl önce teraslanmış ve hala aynı teraslarda, aynı yöntemlerle pirinç üretiliyormuş. Bunu duyan bizler Türkiye’den kalkıp bu pirinç teraslarını görmeye Batad’a gittik.

Batad Banaue’ye 22 km uzaklıkta. Banaue yazımızda Batad ve Sagada için toplam 6000 Peso’ya (rehberlik ve ulaşım dahil) paket tur aldığımızdan bahsetmiştim. Otele bavullarımızı bırakıp, saat 9’da Batad’a doğru yola çıkıyoruz. Karadeniz’in köy yolları gibi oldukça virajlı, engebeli yolda ve yeşil doğanın eşliğinde yarım saat süren bir yolculuk sonunda artık arabaların devam edemeyeceği  bir noktaya geliyoruz. Batad Köyünden rehberimiz Andrew bizi karşılıyor. Andrew’in önerisi ile hediyelik eşya satan küçük dükkandan tahta baton kiralıyoruz ve muhteşem doğası olan yeşil patika bir yola giriyoruz. Gelenler gidenlerle yol hareketli.  Bir süre yürüdükten sonra  seyir terasında ilk pirinç tarlası fotoğraflarımızı çekiyoruz. Yürüdükçe görüş açımız genişliyor ve  giderek manzara daha etkileyici hale geliyor.

Arada yerleşim yerlerinin içinden  geçiyoruz ve yolumuzun üzerindeki köy okulunu da görüyoruz.  Okul demişken  Filipinler’de iletişim sorunu olmadığını belirtmem gerek. 7 den 70’e herkes İngilizce biliyor. Fazla sayıda olmamakla birlikte konaklama yerleri mevcut. 3-4 km yürüdükten sonra hediyelik eşya satışı yapılan ve yemek yeme imkanı bulunan manzaraya hakim yüksek bir yerleşim yerine geliyoruz. Evet meşhur pirinç terasları;  tablo gibi muhteşem bir manzara tam da karşımızda. Mekan aynı zamanda fotoğraf çekmek için çok uygun. Biz de bu ani kaydetmek istiyoruz ve fotoğraf çekmelere doyamıyoruz.

Molamız yağmurun başlamasıyla uzuyor, yağmur yağarken bu güzel manzaraya karşı öğlen yemeğimizi yiyoruz. Ne yediğimizi merak ederseniz, sebzeli pizza ve sebzeli omlet. Henüz Filipin yemeklerini denemeye hazır değilmişiz demek ki.

Karadeniz havası gibi birden yağmur kesiliyor, hatta güneş açıyor. Yağmur diner dinmez batonlarımızı alıp, pirinç tarlalarını yakından görmek üzere yola koyulduk. Macera yeni başlıyor.

Yeniden yerleşim yerlerinin içinden ve horozların arasından geçerek sonunda pirinç teraslarına ulaşıyoruz.

Andrew’u takip ederek pirinç teraslarını birbirinden ayıran dar duvarlar üzerinde yürüyoruz. Serde yürüyüşçülük olmasına rağmen başta tırstığımı itiraf ediyorum. Sopadan batonlarımızı kullanarak zamanla dengede durmaya alışıyoruz. Teras geçişleri arasında tırmanıp, iniyoruz. Dar duvarlar üzerinde iki kişinin yan yana durması çok zor. Bu nedenle aynı rota üzerinde dönüş yolunda karşılaşanlar birbirini kibarca bekleyerek yol veriyorlar.

Pirinçlerin hasat dönemi geçmiş, Andrew tarlalarda yeni ekim yapılmış pirinçleri gösteriyor ve bizi bilgilendiriyor.

Bu şekilde Tappiyah Şelalesinin coşkulu sesi eşliğinde zorlu yürüyüşümüz sürüyor, ancak şelaleyi bir türlü göremiyoruz. Kavuşmamız için karşımızdaki dağın arka yüzüne geçmemiz gerektiğini söylüyor Andrew. Bu arada dönüş yolundaki turistlere şelaleyi soruyoruz, ulaşmak zor ama değer diyorlar. Bu motivasyon ve enerji ile şelaleye varmayı başarıyoruz. Tabii bir de bunun dönüşü var ama  düşünmek için henüz erken, şimdi vuslatın keyfini çıkarmalı. 40 feet yüksekliğindeki şelalenin sesi kendisinden daha mı heybetli ne!

Şelaleyi görmek çocukça bir enerji veriyor, tehlikeli hareketler ile kaygan taşların üzerinde yürüyerek oldukça yakınına geliyoruz. Andrew Türkiyede’ de böyle şelaleler olup olmadığını soruyor, biz de var deyip keyifle sayıyoruz. Bence Türkiye’deki şelalelerin aşağı kalır yanı yok, hatta Kayseri Yahyalı’daki Kapuzbaşı Şelalesinin eşi benzeri yok.

Dönüş kolay geliyor ve yerleşim yerlerinde mola verip, köylülerden alışveriş yapıyoruz. Buradan aldığım, tüm seyahatim boyunca taşıdığım yarım kilo organik pirince kıymetli eşya muamelesi yapıyorum. Neler alınabilir derseniz ağaçtan yapılan el yapımı heykeller ve objeler ile şans kolyesi diyeceğim.

Dönüş yolumuzda yine dağlardan süzülen suların yanında yürürken, aşağıda pirinç tarlalarını seyrederken zamanın nasıl geçtiğini anlamadık.

Tahmin edildiği gibi araçların beklediği yere geldiğimizde bizim aracımızdan başka araç kalmamıştı, Batad’dan en son biz ayrıldık. Neyse virajlı yollarda karanlığa kalmadan dönmeyi başardık. 

Bu arada bir anımızı paylaşmadan geçemeyeceğim. Şelale’ye gitmeyip arkadaşlarının dönmesini bekleyen İsrail’li ve oldukça sempatik bir turist, Türk olduğumuzu öğrenince ardarda Türkçe kelimeler sıraladı. Nerede öğrendiniz deyince adını bizim bile bilmediğimiz Türk dizilerini saydı.

2000 yıl önce makine kullanılmadan el ile yapılmış, özel teraslanmış, mühendislik harikası sulama sistemine sahip muhteşem manzaralı pirinç tarlalarını görmek, görmekle kalmayıp, üzerinde yürüyüş yapmak keyif katsayısı oldukça yüksek, yaşamım boyunca unutamayacağım eşsiz bir deneyimdi. Yazarken de aynı keyfi aldım, umarım sizlere de yansıtabilmişimdir.

Tüm Filipinler gezimizin özeti yazımız ilginizi çekebilir.

Filipinler Gezi Rehberi – Adalar Ülkesi

 

 

Banaue Gezi Rehberi: Filipinler’in Yeşil Kuzeyi

Banaue,  UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan, 2000 yıllık pirinç teraslarının bulunduğu Batad ile asılı tabutların bulunduğu Sagada ‘ya ulaşımın sağlandığı, Ifugao Eyaleti sınırları içinde yer alan küçük bir yerleşim yeri. Filipinler’in kuzeyindeki Luzon Adası’nda ve Manila’ya 400 km uzaklıkta.

Banaue, Filipinler’de ilk durağımız. Yaklaşık 16 saat süren İstanbul Manila uçak yolculuğumuz sonrası uzun bir otobüs yolculuğu bizi bekliyordu.

Banaue’ye ulaşmak için, Manila Havaalanı’ndan Ohayami Trans otobüslerinin hareket noktasına geldik. Cor.Fajaryo St.Lacson Avenue, Sampaloc adresinde bu terminal. Özellikle adresi yazmak istedim, havaalanında inince başka otobüs terminalllerine yönlendirilebilirsiniz.

Havaalanından otobüs terminaline ulaşım için taksiye 600 Peso (12 dolar) ödedik. Otobüs durağı çok kalabalıktı ve her ülkeden turistler ve yerel halk bekliyordu. İnternette yaptığımız araştırmada her gün saat 21’de otobüs olduğunu öğrenmiştik. Bu otobüsü yakalama telaşı ile terminale ulaştık ancak otobüste yer kalmamıştı.

Korktuğumuz başımıza geldi diye düşünürken, yarım saat sonra kalkan, başka bir yere uğrayarak Banaue’ye giden otobüste yer bulmak bizi rahatlattı. Otobüs ulaşım ücreti kişi başı 450 Peso (9 dolar) Yüksek sezon olduğu için daha sık otobüs seferleri konmuş belli ki. On altı saatlik uçak yolculuğunun üzerine uzun otobüs yolculuğu kolay olmayacaktı tabii ki. Ancak başka bir ulaşım alternatifimiz yoktu. Manila’dan Banaue’ye yolculuğumuz dokuz buçuk saat sürdü. Neyse korktuğumuz kadar zor bir yolculuk olmadı. Uzun uçak yolculuğunun yorgunluğu ile deliksiz uyuduk. Otobüsle ilgili asıl sorun içinin çok soğuk olmasıydı.

Zorlu bir otobüs yolculuğu sonrası, sabahın erken saatinde otobüsten inince gördüğümüz manzaranın güzelliği, yeşili nefes kesiciydi. Ancak bizi bir sürpriz bekliyordu, otobüsten iner inmez, turizm ofisi elemanları ellerinde fiş ile bizi karşıladılar ve 20 Peso ayak bastı parası ödedik.

Banaue’de kalacak yer ayırtmamıştık. Erken saatte gittiğimiz için kolay yer bulacağımızı düşünmüştük. Otobüste önde oturuyorduk. Yolun sonuna doğru muavin ile sohbete başladık, tabii akıllı muavin kalacak yerimiz olup olmadığını sordu. Kendisinin muavinliğin yanı sıra turizmle de ilgilendiğini, yer bulma konusunda yardımcı olabileceğini söyledi. Otobüsün son durağında muavin ile servis aracına bindik. Komisyon karşılığı müşteri bulduğunu düşündüğümüz muavinin arkadaşları karşıladı ve bizi tam merkezde Uyumi’s Greenview oteline götürdü. Biz zengin turistler olarak aldatılacak mıyız endişesini taşıyorduk! Tek bir oteli görerek karar vermek yerine, hemen yanındaki iki oteli de gezdikten sonra üçüncü otelde karar kıldık. Daha sonra Banaue’yi gezince otellerin buranın en önemli otelleri olduğunu anladık. 

Uyumi’s Greenview Hotel üç kişilik odaya gecelik 1500 ve 2000 Peso, yanındaki People’s House 750 Peso, Korean Hotel 1000 Peso fiyat verdi. Korean Hotel’i tercih ettik, gecelik kişi başı 25 TL’ye mal oldu. Genel olarak otelimizden memnun kaldık.

Her üç otelin de müthiş bir manzarası vardı. Odamıza girer girmez karşılaştığımız manzara, görmek için o kadar yol katettiğimiz pirinç tarlaları, yemyeşil bir doğa ve akan sulardı.

İlk otelin manzarası güzel bir restoranı vardı ve çok sayıda turist kahvaltı yapıyordu bizim ulaştığımız saatte. Kalabalık bize yemeklerin güzel ve fiyatların uygun olduğunu düşündürdü ve ikinci akşam yemeğimizi bu otelin restoranında yedik. Gerçekten de tahminimiz doğru çıktı. Harika bir kuşkonmaz çorbası ve sebzeli pirinç tattık. Kasabanın küçük meydanında bizi çeken başka bir restoran da görememiştik zaten.

Banaue için turizm önemli  bir kazanç kapısı. Buraya konaklamaya gelen turistler kasaba civarındaki pirinç tarlalarının yanı sıra mutlaka Batad ve Sagada’ya gidiyorlar. Tabii otelimizi ayarlayan muavin aracılığı ile hemen yanımıza tur pazarlayan bir genç geldi. Batad ve Sagada programlarımız için uzun pazarlıklar ile toplam 6000 Pesoya  (rehberlik ve ulaşım dahil) turlar aldık. Aslında toplu ulaşım aracı jeepney ile iki yere de ulaşılabiliyor ancak ulaşım saatleri sabah gidip, akşam dönmeye uygun olmayabilir. Bu durumda Batad’ta olmasa bile Sagada’da konaklamak gerekebilir. Zamanı olan gezginler toplu ulaşım araçlarını tercih edebilirler, biz üç kişi olmanın avantajını kullanarak  iki gün özel araba ve rehberle dolaşmayı tercih ettik. Kişi başı maliyet iki gün için toplam 40 dolar tuttu. 

Banaue’ye yeterli miktarda Peso ile gelmek iyi olur. Küçük bir kasaba ve döviz bozduracak sınırlı yer olduğundan havaalanına göre çok daha düşük bir kurdan dolar bozdurduk.

Asıl teraslı pirinç tarlalarını görmek üzere geldiğimiz kasabada bizi ilk görüşte çarpan araçlar jeepneylerdi. Amerikalılar II. Dünya Savaşı sonrası ülkeden ayrılırken askeri jiplerini bu ülkede bırakmışlar. Filipinliler de bu araçları modifiye ederek toplu ulaşımda kullanmışlar. Dünyanın başka hiçbir ülkesinde görmediğimiz rengarenk araçlar bize çok çarpıcı geldi. 

Kasabanın küçük bir meydanı var ve tüm alışveriş yerleri burada toplanmış. Banaue’de konakladık ve Batad ve Sagada turlarını aldık, aslında daha uzun süre kalınıp çevrede yürüyüş rotalarına katılınabilir.

Doğası ve dumanlı havası ile memleketim Karadeniz’e çok benzeyen Banaue, şimdiden anılarımda özel  yerini aldı. 
 Filipinler Gezi Rehberimizi okumak isterseniz.
 

 

 

 

Madrid Gezi Rehberi: Müzeler Diyarı

Meydan, park ve sokaklarıyla yaşayan şehir Madrid, aynı zamanda kültür ve sanat severlere de hitap ediyor. Sanat sevenler için adeta bir “Müzeler Diyarı” olan şehirde, bu ölçekte bir şehirden beklenmedik sayıda müze  bulunuyor.

Biz de Madrid’deki ikinci günümüzde bu müzelerin en önemlilerinden, Prado ve Reina Sofia Müzelerini gezdik. Dünya çapında önemli bu iki müzenin en önemli eserlerini birlikte gezebiliriz.

Prado Müzesi

Gran Via’da doğu yönünde düz ilerleyip, Cibeles Meydanı’na vardığımızda Paseo Del Prado’ya dönüyor ve bu yolu takip ederek kolayca Prado Müzesi’ni buluyoruz. Metro kullanıldığında Banco de Espana veya Atocha metro istasyonundan ulaşılabilir. Müze biletlerimizi önceden 1 Euro fazla ödeyerek 15 Euro’ya online aldık ve bilet alırken  gezi tarihimize denk gelen (31 Mayıs-11 Eylül tarihleri arasındaki) geçici Hieronymus Bosch sergisini de izlemek istediğimizden saat 10.00’a rezervasyon yaptırdık. Sadece müze koleksiyonunu görmek isterseniz saat belirlemeniz gerekmiyor, gün içinde istediğiniz saatte ziyaret edebiliyorsunuz.

Madrid’de görülmesi gereken müzelerin başında gelen ve dünyanın sayılı müzeleri arasında yer alan Prado Müzesi’ni neoklasik tarzda binası, eserler ve eserlerin sergileniş tarzı açısından çok beğendim. Ancak, galeriler labirent gibi olduğundan atlamamak için mutlaka müze planı ile gezilmeli.
 
Hieronymus Bosch (1450-1516)
Müze ziyaretimize giriş katında yer alan Hollandalı erken Rönesans dönemi ressamı Bosch’un geçici sergisi ile başladık.  Yaşadığı dönem açısından, resimlerinde kullandığı gerçeküstü imgeler ve  yaratıcı zekası ile öncesinde tanımadığım ressamın beni oldukça şaşırttığını ifade etmeliyim. En karmaşık, esrarengiz, aynı zamanda en ünlü çalışması olarak tanımlanan “The Garden of Earthly Delights Triptych- Dünyevi Zevkler Bahçesi (1500-1505)” adlı  eseri Salvador Dali’yi hatırlattı ve muhtemelen Dali’nin ressamdan ilham almış olabileceğini düşündüm.
 
Üç panelden oluşan bu altar resminde; ilk panelde cennet, ikinci panelde dünya, üçüncü panelde ise cehennem tasvir edilmiş. Ressam cehennem bölümüne kendi portresini de yerleştirmiş. Yan paneller kapandığında ise dış kapaklarında dünyanın yaradılışının anlatıldığı başka bir resim oluşuyor.
Bosch sanat eleştirmenlerince gizemini koruyan bir ressam. Bu eseri hakkında da farklı görüşler var; Bazı eleştirmenlerce dünyevi şeyleri yücelttiği, karşı görüşteki eleştirmenlerce ahlaki çöküşün eleştirisini yaptığı ifade ediliyor. Hangi görüşü yansıtırsa yansıtsın gerçek olan sanatsal ifade tarzının özgünlüğü ve mükemmelliği.
 
Yine sergide yer alan, ortasında “ Dikkat dikkat, Tanrı seni gözlüyor” yazısının bulunduğu bir göz ve bu gözün etrafında yedi ölümcül günahın betimlendiği bir başka ilginç resim.

“ The Tabletop of the Seven Deadly Sins –Yedi Ölümcül Günah-1480”

Dünyanın en nev’i şahsına münhasır ressamları arasında olan sanatçının, tüm eserlerini bir arada görmek bizim için paha biçilemez bir fırsat oldu. Bosch’un büyük hayranı olan Kral II. Felipe zamanında sanatçının pek çok eseri İspanya’da toplanmış. Bu arada, Bosch’un  en fazla eseri Prado Müzesi’nde bulunmaktaymış. “Dünyevi Zevkler Bahçesi, “Yedi Ölümcül Günah” ın yanında yine en önemli eserlerinden ”The Haywain Triptych -Saman Arabası 1512-15” ve “Extracting the Stone of Madness- Deliliğin Tedavisi 1501-5” ile  “The Adoration of Magi Triptych 1494”,“The Temptation of Saint Anthony 1510-15” adlı eserlerinin müze  koleksiyonunda  olduğunu meraklısı için belirtelim.

Prado’da fotoğraf çekilmesine izin verilmiyor. Resimler müzenin mağazasından aldığim “Visitor Guide” dan çekilmiş veya internetten alınmıştır.
 
Müze Koleksiyonu
Kuzey Rönesans sanatının önemli eserlerine ev sahipliği yapan müzede, Bosch, Rubens, Titian, Raphael, Murillo, Dürer, El Greco, Caravaggio, Ribera, Rembrant, Bruegel, Sorolla ve daha birçok değerli sanatçının eseri bulunuyor.
Müze koleksiyonundan bazı eserler:

Hollanda’nın ilk önemli ressamı Rogier Vander Weyden (1400-1464) ‘in “The Descent from the Cross- Çarmıhtan İndiriliş-1435” adlı çalışması, canlı renkleri ve yüz ifadelerinde yansıtılan derin hüznü ile öne çıkıyor. Resim müzenin en önemli eserleri arasında kabul ediliyor.

Jose de Ribera’nın konusunu İncil’den alan resmi “Jacop’s  Dream –Yakub’un Düşü 1639”

Caravaggio’nun  ışığın konrast kullanımı ile öne çıkan eseri  ”David and Goliath- Davut ve Golyat -1600”

Titian’ın “Equestrian Portrait of Charles V at Mühlberg- V. Charles’in Atlı Portresi -1548” adlı eseri 

Ressamın, Dürer’in “Şövalye, Ölüm ve Şeytan-1513” adlı gravüründen esinlenerek yaptığı Habsburg hükümdarının bu portresi, sanat tarihindeki en önemli portreler arasında sayılıyor.

Titian “Danae and Shower of Gold- Danae ve Altın Duş-1553”

II. Felipe tarafından yaptırılan, konusunu Roma’lı şair Ovid’in epik şiiri “Metamorfozlar” dan alan Titian’ın“Poesie” adlı bir dizi resminden biri.

Alman ressam Albrecht  Dürer “Self-portrait-1498” adlı çalışmasında otoportresini yapmış, iyi de yapmış.
Yine Dürer’in gerçek insan ölçütlerinde yapılmış ilk Adem ile Havva betimlemesi olan “Adam and Eve- Adem ile Havva-1507” adlı eseri. İki ayrı ahşap panel üzerine yapılan bu resimler, İsveç Kraliçesi Christina tarafından IV. Felipe’ye hediye edilmiştir. 
El Greco “The Trinity 1577-79”
El Greco’nun Roma ve Venedik sanatının izlerini taşıyan İspanya’daki ilk çalışmalarından.

El  Greco “The Nobleman with his Hand on his Chest-1580”

Rönesans döneminde daha çok siyasal iktidardaki kişilerin portreleri yapılırken, El Greco bu sanatı halka indirmiştir. Bu kapsamda Toledo’da yaptığı ilk çalışmalarından. Portrenin kime ait olduğu bilinmiyor.

Rembrandt “Judith at the Banquet of Holofernes -1634”

Konusunu İncil’den alıyor. Halkını kurtarmak için Asur Generali Holofernes’i öldüren Judith’in, Generali öldürmeden önceki hali resmedilmiş. Resmin en önemli özelliği ışığın etkili kullanımı.

Tintoretto “Christ washing the Disciples’feet- İsa Havarilerinin Ayaklarını Yıkaması- 1547”

Venedik’li ressam, döneminde resimde sık kullanılan favori konulardan birini, son akşam yemeğinden önceki bir sahneyi anlatmış.

Raphael “The Cardinal-1510”
Raphael, Kardinal Francesco  Alidosi’nin bu portresini yaparken resmin duruş kompozisyonunda, Leonardo  da Vinci’nin “Mona Lisa” sından ilham almış görünüyor.
İspanyol ressamlar  Velazquez ve Goya’dan özellikle bahsetmek istiyorum:
 
Diego Velazquez  (1599-1660)
Saray ressamı olan ve portreleriyle tanınan Velazquez’e resimlerinde abartıdan uzak durması ve doğallığı tercih etmesi nedeniyle “Gerçeğin Ressamı” lakabı verilmiş. Velazquez’in Las Meninas (Nedimeler 1656) adlı eseri Prado’daki en önemli eser sayılıyor. IV. Felipe döneminde sarayın baş ressamlığına getirilen ressamın bu  resmini değerli kılan özelliği, üç boyutlu yapılan ilk resim olması imiş.  
   

Pablo Picasso da çok etkilenmiş olmalı ki kübik tarzda 58 resimlik bir Las Meninas koleksiyonu oluşturmuş.

Barselona’da Picasso Müzesindeki Las Meninas  serisinden bir örnek
Picasso’ya ilham veren bu resim, Barselona’daki Picasso Müzesi’nde sergilenen seriyi farklı bir gözle yeniden görme isteği uyandırıyor.
 
“The Surrander of Breda-Breda’nın Teslim Edilişi (1634-1635)”

Velazquez’in bu önemli eserinde, Hollandalı General Justin of Nassau’nun Breda şehrini (anahtarını)  General Ambrogio Spinola yönetimindeki İspanyol güçlerine teslim etmesi, doğal ve gerçekçi bir atmosfer içinde anlatılmış. 

Sanatçının mitolojiden esinlenerek yaptığı ilk resmi “The Drinkers or The Feast of Bacchus-(1628-1629)”

“The Buffoon Diego de Acedo, ‘El Primo’ -1644”

Velazquez, Habsburg dönemi İspanyasında mahkemelerde eğlence figürü olarak kullanılan cücelerden, takma adı El Primo olan Don Diego de Acedo‘yu resmetmiş. 

“Prens Balthasar Charles’ın Atlı Portresi”  ve “The Spinners or The Fable of Arachne -Dokumacı Kadınlar”  ile daha pek çok eseri müzede müze koleksiyonunda yer alıyor. 

Francisco Goya (1746-1828)

Picasso’nun en çok etkilendiği  ressam olan Goya, toplumsal bilince sahip ilk ressam olarak tanınıyor ve İspanyol modern dönem ressamlarının da öncüsü kabul ediliyor. Zorlu bir yaşamı olan ressamın resimleri de çalkantılı yaşamı paralelinde gelişmiş. Saray’ın himayesinde saray ressamlığı yaptığı dönem var. 62 yaşında iken Fransızlar tarafından sivillerin katledilişinden çok etkilenerek toplumsal resimler yapmış. “Sağır’ın Evi” nde inzivaya çekildiği dönemde yaptığı soyut ve depresif resimleri var. Bu dönemde evinin duvarlarına yaptığı ve isimlendirmediği  “Karanlık Resimler”i sonradan tuvale aktarılmış, Prado Müzesi’nde ayrı bir bölümde sergileniyor.

“The Third of May, 1808- Mayıs’ın Üçü,1808” Fransızların sivil İspanyolları katlettiği günü anlatıyor.

Goya’nın   yaşadığı   dönemdeki   koşullar (Engizisyon   mahkemeleri,   İspanya’nın işgali, vb.)  dikkate alındığında, ülkesindeki insanlara uygulanan politika ve şiddeti tuvaline bu şekilde yansıttığı yorumlanmaktadır.

Goya’nın iktidar hırsının, insanı (çocuklarını bile yok edecek ölçüde) nasıl vahşileştirebildiğini anlatan, karanlık dönem resimlerinden “Oğlunu Yiyen Satürn 1819-1823” tablosu, konusunu Yunan mitolojisinden alıyor. Yunan tanrısı Kronoss/Satürn kendi yerine geçeceği kaygısıyla beş oğlunu doğar doğmaz yer. Karısı Ops, altıncı oğulları Zeus/Jüpiter’i  Girit’de saklar. Sonunda Satürn’ün kehaneti doğru çıkar ve  Jüpiter babasının yerine geçer.

Mitolojiden esinlenerek aynı konuyu işleyen Rubens’e ait  bir tablo daha var. Bu iki muhteşem resmi karşılaştırarak görmenizi öneririm. Sağda Goya’nın tablosu, solda Rubens’in  eseri yer alıyor.
Yine ressamın önemli resimleri arasında yer alan “Çıplak Maya, “Giyinik Maya” resimleri, Müzede yan yana sergileniyor. İspanyol engizisyonunun çıplak kadın resimlerini yasakladığı dönemde, Goya İspanya Başbakanı Manuel de Godoy’un isteği üzerine önce “Çıplak Maya” daha sonra “Giyinik  Maya” resimlerini yapıyor.  Sanatçının bu resmi, ardından gelen İzlenimci ressamları etkilemiştir.

 “The Naked Maja-1797-1800”

Şahsen sanatsal ve estetik açıdan “Çıplak Maya” resmini daha etkileyici buldum.

“The Family of Charles IV-1800”

Kral IV üncü Charles ve ailesini çizdiği bu resminde Goya,”Las Meninas” ve ”Velazquez”e hayranlığının bir belirtisi olarak, arka planda kendi portresine yer vermiştir.

Goya’nın müdürlüğünü de yaptığı, Prado Müzesi’nin bahçesinde heykelini görünce, “Osman Hamdi Bey” in İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin önünde bir heykelinin bulunmamasına çok hayıflanıyoruz.

Giriş katıyla birlikte 3 kattan oluşan müzede çok sayıda eseri görebilmek için geniş zaman gerekiyor. 5 saat ayırdığımız müzede bizim göremediğimiz bir de heykel bölümü var. Madrid’e geldiğinizde sanatla çok ilgili olmasanız bile bu değerli müzeye uğrayın ve kendinizi görsel bir şölene bırakın, pişman olmazsınız.

Reina Sofia Müzesi
 
Fotoğraf, resim, heykel, grafik vb. karma eserlerin bulunduğu, video ve film gibi görsel malzemelerin de kullanıldığı çağdaş sanatlar müzesi. Bu eserlerin yanında sanat eserleri üzerine yazılan binlerce kitaba ev sahipliği  yapıyor,  arşiv hizmeti de veriyor. 1805 yılında inşa edilen Madrid’in ilk büyük hastanesi 1978 yılında müzeye dönüştürülmüş ve   İspanya kraliçesinin adını almış. 

Müzenin 2 ve 4 üncü katlarında sürekli koleksiyonlar bulunuyor. Diğer iki kat (Koleksiyon için ayrılan bölümler dışında) geçici sergilere ayrılmış. Başta Salvador Dali, Miro ve Picasso olmak üzere İspanya’nın modern dönem sanatçılarının eserleri müze koleksiyonunda yer alıyor. Atocha metro durağından ulaşılabilir. Salı günleri kapalı.

Müzedeki en değerli eser; Picasso’nun “Guernica” sı , İspanya iç savaşı döneminde Franco’nun izni ile Alman orduları tarafından, Guernica kasabasının bombalanmasını anlatıyor. Nasıl savaşın acımasızlığını betimleyen, savaş karşıtı en güzel edebi eser  “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” ise bunun resim sanatındaki  karşılığı “Guernica”’da hayat buluyor. Picasso ülkesi özgür oluncaya kadar resminin İspanya’ya girişini yasakladığından, New York Modern Sanatlar Müzesinde misafir olan resim, İspanya’ya 1981 yılında gelebilmiş.
Müzede diğer eserlerin fotoğraflarını çekme izni varken, Guernica’nın sergilendiği salondaki eserleri çekmek yasaktı. Ancak, bu önemli eseri internetten kopyalayarak ekliyorum. 

Ünlü resmin önündeki hayran kitlesi hiç azalmıyor, şöyle bir baş başa kalamıyorsunuz. Beklediğimden daha büyük 3,5X7,8  metre ölçülerindeki bu etkileyici resimle vedalaşmamız biraz zor oluyor. Aynı odada resmin yapılış aşamaları, eskizleri de yer alıyor. Dora Maar’a ait açıklamalı fotoğraf serisi bulunuyor. 
 
Müze koleksiyonunda yer alan diğer eserlerden özellikle Francese Catala-Roca (1922-1998), Gabriel Cuallado (1925-2003) ve diğer fotoğraf sanatçılarının fotoğraflarından çok etkilendim. 
Müze koleksiyonundan bazı eserler: Dali, Picasso ve Solana’dan
Figures by the Seal-1932

Picasso bu resminde, 1929 yılında Cannes sahilleri için planladığı büyük anıt kompozisyonunu tuvale aktarmış. 

Müzenin 2 nci katında sergilenen “Guernica” yı dünya gözü ile görmenizi hararetle öneriyorum.

Prado Müzesi dünyanın en ünlü müze ve sanat galerisi,  resim sanatında en ünlü ressamların seçkin eserleri sergileniyor. Reina Sofia Müzesi de dünyanın en büyük modern sanat müzeleri arasında yer alıyor. 20. yy sanat eserleri ve ağırlıklı İspanyol sanatçılarının çok sayıda eserleri sergileniyor. Madrid gezimiz öncesi  bu iki müzeyi görmeyi programımıza almıştık. Gitmeden önce de tüm eserleri yeterince incelemeye zamanımızın yetmeyeceğini düşünerek müzenin kendimce önemli gördüğüm eserlerini listelemiştim. Tabii ki öznel listeyi paylaşarak hem gezilerinize  tat katmak hem de bazı eserlerin daha dikkatli incelenmesine  yardımcı olmak istedim. Ayrıca ben göremesem de diğer  müzeleri kısaca tanıtmak istedim. Bazı gezginler ilgi alanlarına ve Madrid’de geçirecekleri zamana göre bu müzeleri de programlarına eklemek isteyebilirler. 

Museo Thyssen –Bornemisza: Dünyanın en önemli özel koleksiyonları arasında sayılıyor. Son eklenen izlenimci ve geç izlenimci ressamların eserleri ile daha da zenginleşmiş. Banco de Espana veya Atocha metro istasyonundan ulaşılabilir.   

Museo Naval: İspanyol denizcilik tarihi ile ilgili bu müze, Dünyadaki en önemli denizcilik müzeleri arasında sayılıyor. Banco de Espana metro durağından ulaşılabilir.

Museo Sorolla: Valancia’lı ressam Joaquin Sorolla’nın (1863-1923) yaşadığı ev müzeye dönüştürülmüş. Ressam tarafından Endülüs tarzında tasarlanan bahçesi ile de ilgi çekiyor. Sanatçının eserleri ile başka sanatçılara ait seramik, heykel ve resimlerin sergilendiği Müzenin bazı bölümlerinde özel geçici sergiler de düzenleniyor.  
Museo de America: Latin Amerika kültürlerine ait eserler sergileniyor. Kuzeybatı yönünde, şehrin dışında bulunuyor.
Museo Cerralbo: 17 nci Ceralbo Markizi’nin hayatı boyunca topladığı eserleri kente bağışlaması ile oluşturulmuş. Plaza Espana metro durağı ile ulaşılabilir.
Museo Arqueologico Nacional: İspanya dışında Mısır, Etrüks, Antik Yunan gibi medeniyetlere ait eserlerin de sergilendiği oldukça eski ve zengin bir koleksiyona sahip arkeoloji müzesi. Serrano veya Colon metro durağından ulaşılabilir.
Museo Municipal: Kentin 1833 yılındaki maketinin de bulunduğu Kent Tarihi Müzesi. Trıbunal Metro istasyonu kullanılabilir.
Biblioteca Nacional: Nam-ı diğer kağıt Prado. Ünlü ressamların çizimleri, gravürler, ilk baskı ve el yazmaları vb. eserler yer alıyor.
Museo Lazaro Galdiano: Sanat koleksiyoncusu Jose Lazaro Galdiano’nun özel  koleksiyonundan oluşuyor. Goya’nın “Cadıların Sebti” müzenin en değerli eseri kabul ediliyor. Ruben Dario metro istasyonundan ulaşılabilir.
Museo Nacional del Romanticismo: Sergilenen resimler, mobilyalar ve eşyalar ile Ondokuzucu yüzyıl dönemi ve romantizmini yansıtan ev müze.Trıbunal metro istasyonundan ulaşılabilir.
Real Academia de Bellas Artes de San Fernando: Bir zamanlar Goya, Picasso ve Dali’nin de  öğrencileri arasında olduğu Güzel Sanatlar Akademisi kraliyet sanatçılarının eserleri bulunuyor. Sol veya Sevilla metro durağı kullanılabilir.
Museo del Ferrocarril: 1971 yılına kadar hizmet veren ve İspanya’nın ilk tren istasyonu olan “Delicias” 1984 yılında müze yapılmış. Meraklısı için ilginç olan bu müzeye Delicias metro durağından ulaşılabilir.
Museo de Antropologico: İspanya’da bilime adanan ilk müze vasfını taşıyor. Kişisel bir girişimle 1875 yılında kurulmuş ve Devlet’in desteği ile geliştirilmiş. Afrika ve Asya’dan,  Uzak Doğu  ve Latin Amerika’ya kadar çok farklı kültürlere ait ait eser ve kalıntılar toplanmış.

Çocuklar için Doğa Bilimleri Ulusal Müzesi’ni sporseverler için Atletico Madrid Müzesi ile Real Madrid Müzesi ve Bernabeu Turu’  nu da ekleyelim.

Güneşin çiçekleri renklendirmesi gibi, sanat da hayata renk verir” demiş, Lord  Auebury.
Renksiz kalmayın!
Madrid’i gezmek isterseniz.

En Uygun Fiyatlı Uçak Bileti Nasıl Alınır?

??????????
Gezgin olarak yurt dışı gezi programımızı yaparken belki de en çok önem verdiğimiz, maliyetimizi  en çok etkileyen kalem uçak fiyatları oluyor. Uçak fiyatları da borsada hisse senedi almak gibi, haftanın hangi günü aldığınıza, uçuştan kaç gün önce aldığınıza, aldığınız havayolu şirketine göre değişmektedir.
Bu yazıda önce güncel bir araştırma sonuçlarını özetleyip sonra kendi deneyimlerimi yazmak istedim.
Expedia  (Dünyanın en büyük online bilet satan şirketi) ve Airlines Reporting Corporation’ın ‘2017 Yılı Dünya Çapında Havayolu Seyahat Trendleri ve Fiyatları’ konusundaki araştırmaları  ucuz uçak bulma konusunda da bazı noktaları ortaya koymaktadır.
.
Araştırma 2016 yılı Ocak-24 Kasım 2016 döneminde gerçek verilere dayanarak yapılmış. araştırma bulgularına göre:
 
  • Tüm dünyada ortalama uçak fiyatları düşmektedir. Tek yön ve gidiş dönüş ekonomi sınıfı bilet fiyatları 2013 yılından bu yana en düşük düzeyde.
  •  Uçak bileti reservasyonu  için en uygun gün  pazar,   en kötü gün ise cuma. İş seyahatine çıkacaklar genellikle cuma günleri bilet almayı tercih ediyorlar.
  • Uçuş tarihinden 21 gün önce alınan biletler en uygun fiyatlı olabiliyor.
  • Uçak bileti alırken aynı anda otel ve araba kiralamayı sağlayan paketler çok avantajlı. Önce uçak biletini alıp, ayrı ayrı otel ve araba kiralamak daha maliyetli olabilir.
  • Birçok ülkede genellikle Cumartesi gününü kapsayan gidiş dönüş biletleri daha uygun fiyatlı oluyor. Ancak Çin ve Kuzey Asya’da tersine Cumartesi dahil fiyatlar daha pahalı
  • Araştırmaya göre global olarak havayollarının   kapasitesi bir yılda ortalama  % 5 artmış. Bu durum daha çok uçak daha çok destinasyona uçuyor demek. En gözde 500 destinasyon içinde 2015 ten 2016 ya en fazla artış gösteren havaalanları Kuba, Havana Havaalanı (%53 artış),Vietnam Da Nang Havaalanı (%51 artış) olmuş.
Güncel bilimsel verileri içeren araştırma sonuçları ile hangi günler, ne kadar süre önce bilet almanın ekonomik olacağını özetledik.
 
Şimdi bir gezgin olarak kendi deneyimlerimi anlatmak istiyorum. Gezilerimi planlarken temel ilkem en ucuz bilet ile seyahat etmek. Gezi planlaması sonra başlıyor. Bunun için neler yapıyorum.
  • Belirli havayollarının mail gruplarına üyeyim. Tüm promosyonlardan haberdar olmaya çalışıyorum.
  • Seyahat tarihleri ve günleri konusunda esnek davranıyorum. Genellikle hafta arası salı çarşamba günleri bilet fiyatları daha düşük oluyor. Ayrıca sabah erken saatler ve akşam saatleri fiyatların daha yüksek olması nedeniyle, gün içi saatleri tercih edebilirsiniz.
  • Biletleri çok önceden alıyorum. Biletlerimi altı ay sekiz-dokuz ay önceden alındığım çok oluyor. Yaz kampanyasında kışın uçacağım yerlerin, kış kampanyasında yazın uçacağım yerlerin biletlerini hazırlıyorum. Aslında hep cüzdanımda bir iki üç bilet  hazır bulunuyor. Emin olun hepsi de ucuza alınmış oluyor. Gideceğim tarihlere yakın bilet fiyatlarının üç, dört kat arttığını görüyorum.
  • Düşündüğüm destinasyona uçak bileti alırken belirli bir havayolunun sayfasını değil, aynı anda çok sayıda havayolu fiyatlarını bir arada gösteren arama motorlarını kullanıyorum. Önerebileceğim siteler, skyscanner.com, expedia.com, kayak.com, momondo.com, ekobilet.com, turna.com
  • Arama motorlarına alarm kuruyorum, bilet fiyatı düşerse hemen haberdar oluyorum
  • Bir rotada birden çok uçuş varsa gerekirse birden çok havayolu kullanarak aktarmalı uçuyorum.
  • Uçuşlarımdan mil kazanıyorum bunları zamanında kullanıyorum.
  • Harcamalarımdan mil kazandıran kredi kartı kullanıyorum. Harcamalarımı çoğunlukla kredi kartı ile ödüyorum. Kullandığım kredi kartında yeterli mil puanım olmasa da gerekirse avans kullanarak bilet alıyorum. Bu avansı bir yıl içerisindeki kazanacağınız puanlar ile kapatabiliyorsunuz. Kapatamazsanız da yıl sonunda faiz işlemeden kapatabiliyorsunuz. 
  • Seyahat bloglarını takip ediyorum,promosyonlardan haberdar oluyorum.