ANA SAYFA Blog Sayfa 12

Myanmar Gezi Rehberi: Mistik Myanmar – El Değmemiş Ülke

Myanmar

Myanmar (Burma/Birmanya) az bilinen gizemli ülke. Budizm öğretilerin benimsendiği mistik, olağan üstü tapınakları, doğal güzellikleri, yeraltı kaynakları, kıymetli yakut yatakları, Ortadoğu’dan Çin’e giden enerji nakil hattı ile son yıllarda turistlerin ve global sermayenin ilgisini çeken bir ülke.

1948 yılına dek İngiliz sömürgesi olan ülke, 1962 yılındaki askeri darbe sonrası kapılarını dünyaya kapatmış. 17 Eylül 2007 yılında 400 Budist Rahibin 45 yıllık cuntaya karşı başlattığı sessiz yürüyüşe katılım 100 binleri bulur. Dünyada büyük yankı uyandırır. “Safran Devrimi” olarak adlandırılan bu başkaldırı başarısızlıkla sonuçlansa da, 2008 yılında yeni bir anayasa yapılmak zorunda kalınmış. 2010 yılında da cumhuriyet ilan edilmiş ama askeri diktatörlerin partisi % 80 oyla iktidara gelmiş. Ülkede ilk demokratik seçim 2015 Kasım ayında gerçekleşmiş. Liderliğini Aung San Suu Kyi’nin yaptığı NLD Partisi halen iktidarda. 1962-1988 yılları arasında yönetimi elinde tutan diktatör Ne Win, bir darbe ile devrilmiş ama darbeyi de kendisinin yaptırdığı söyleniyor. Öldüğünde cenazesinde 30 kişi varmış. Saçma sapan astrolojik inançlarla aldığı kararlar çok ilginç.

Meraklısına: Aung San Suu Kyi Myenmarlı çok sevilen bir generalin kızı. Babası o 2 yaşında iken suikaste uğrar.15 yaşında ülkesinden ayrılır. Hindistan, Amerika ve İngiltere’de geçen yaşamı sonrası 1988 de hasta annesi için ülkeye geri döner, politikaya atılır. 1990 yılında seçimleri kazanmasına rağmen diktatörlük seçimi kabul etmez. 15 yıl ev hapsinde tutulur. Tarih profesörü olan İngiliz eşinin çabaları ile 1991 Nobel Barış Ödülünü alır.1995 yılında eşi ve çocuklarına ülkeye giriş yasağı konur. 1999 da eşi ölür. Budizmin tüm kurallarına uyan bu son derece zarif kadının partisi şu anda Myanmar’ı yönetse de kendisi , bir yabancı ile evli olduğu, çocukları başka bir devletten vatandaşlığa sahip olduğu için başkan olamıyor. Bir kanunla başkan danışmanı yapılmış.

Dünya niçin Myanmar’la bu kadar ilgili? Burada niçin batıya yakın bir yönetim isteniyor? Diktatörlüğe niçin karşılar? Çin’in Ortadoğu’dan gelip denizden geçen enerji hatları Amerikan 5. ve 7. Filosu’nun kontrolünde. Bu hattın Malaga Boğazı’ndan geçmesindense, Myanmar’dan geçmesi Çin’e daha güvenli geliyor. 2010 yılında Andaman Denizi’nden başlayarak tüm Myanmar’ı boydan boya geçen Kunming boru hattı 2013 yılında tamamlanmış. Doğalgaz ve petrolü yan yana taşıyan hatta yılda 22 milyon ton petrol, 12 milyar metreküp doğalgaz taşınıyor.

Myanmar’da 500 binden fazla eğitimli/öğrenimli Budist rahip var (Sokaktaki rahip ve çocuklar bunlara dahil değil). Safran Devrimi’ne önderlik edenler de bu rahipler, çoğu o dönemde kaybolmuş. Askerler bunların üzerine ateş açmışlar. Daha sonra kanalizasyon ve nehirlerden yığınlarla ceset toplanmış. Tabii cuntanın yanında yer alan rahipler de olmuş. Bu dönemin ruhunu anlamak için 1996 da Politik Filimler Topluluğu tarafından ödül verilen “Beyond Rangoon” filmini öneriyorum. Tüm olayları bir genç filme çekip batıya ulaştırmış. 27 yıl hapse mahkum olan genç 2011 yılında salınmış. Myanmar’ın Cunta dönemindeki sancılarını Aung San Suu Kyi’nin gelişini anlatan 1995 yapımı gerçeklerden esinlenmiş politik bir film. Belgesel dalında Oscar’a aday gösterilmiş. Sınır tanımayan gazeteciler ödülü verilmiş.

Budizm dünyada 500 milyonu aşkın inananı bulunan bir din. Myanmar da nüfusunun % 90’ına yakını Budist olan bir ülke.

Meraklısına: 2500 yıllık geçmişi olan Budizm kimilerine göre bir felsefe,kimilerine göre bir din. M.Ö 563-483 yılları arasında yaşayan Siddhartha Gautama tarafından kurulmuş. Hindistan-Nepal yöresinde bir prens olarak doğan ve 29 yaşında sarayını terk eden Siddhartha derviş yaşamını benimsemiş. Buddha’nın kelime anlamı uyanmış, farkında olan kişi demek. Asya’nın pek çok ülkesinde kabul gören Budizm hayattaki acı, tatminsizlik v.b duyguları açıklar. 20.yy’a gelindiğinde de Avrupa ve Amerikada ilgi görmeye başlar. Budizm de başlıca 4 akım var. (Güney, Doğu, Kuzey ve Batı Budizmi). Myanmar’da Güney (Pali veya Theravada Budizmi de deniyor) Budizmi hakim.Batı Budizmi Avrupa,Avustralya ve Amerika da görülen dini özelliklerden çok felsefi ve psikolojik özellikleri öne çıkaran, meditasyon ve zihin terbiyesine vurgu yapan Budizm. Bütün Budist okullarında 4 yüce gerçek (1. Dukkha: Acı hayatın ve varoluşun bir parçasıdır. 2.Samudaya:Acıların kaynağı arzu ve isteklerdir. 3.Nirodha:İstek ve arzular bırakılırsa acılar sona erdirilebilir. 4.Magga:Acıların sona erdirilmesi 8 aşamalı yoldan geçer) ve 8 aşamalı yol (1.Gerçek bilgi 2. Doğru zihniyet 3. Doğru söz 4. Doğru davranış 5. Doğru yaşam biçimi 6. Gerçek çaba 7. Gerçek dikkat  8.Gerçek uyanıklık) öğretilir.

Güneydoğu Asya’daki ülke dinamizmi çok fazla olan Hindistan, Çin ve Tayland kavşağında, Altın Üçgenin içinde. Laos ve Bangladeş de komşusu.

Myanmar

130 dan fazla etnik grup var. Genellikle etnik grupların adlarını taşıyan 14 bölge/eyalete ayrılmış. Bazı bölgelerde hala çatışmalar var. Buralara girilemiyor. Mesela bizim seyahat etmeyi düşündüğümüz Shan Bölgesindeki Kakku 2017 yılında güvenli hale gelip turizme açılmış. Ama eyaletin bazı noktalarında çatışmalar sürüyor. Kachin Eyaleti’ne ne Myanmar sömürge iken ne de şimdi sivil toplum örgütleri girememiş. İngilizler buraya “yeşil cehennem” diyorlar. Dünyanın en büyük yeşim madenleri ve en eski gerillaları burada.

Kişi başına düşen milli gelir 1.300 dolar civarındadır. Dünyanın fakir ülkeleri arasında yer almaktadır. Kömür ve bakır madenleri olduğundan söz edilen ülkede, Andaman Denizi’nde petrol ve doğalgaz bulunduğu söyleniyor. Hükümet ülkeye şu anda daha çok yabancı sermaye çekme, turizm gelirlerini arttırma çabaları içinde.

Myanmar’ın para birimi Kyat. Amerikan dolarını bozdururken parada en ufak bir kıvrık olmaması gerekiyor. Doları ellerine alıp dikkatle inceliyorlar, beğenmezlerse geri veriyorlar.

Myanmar’a gezi için en uygun aylar Kasım-Şubat arası. Uzakdoğu’da üç mevsim var. Kasım Şubat ayları arasında hava fazla sıcak değil, fazla yağmur yağmıyor, rahat gezmek için en uygun mevsim. Mart Mayıs arasında yüksek sıcaklık ve nem gezmeyi zorlaştırıyor. Mayıs ortasından Kasım ayına kadar yağmurlu, en fazla yağmur olan aylar Temmuz-Eylül arasındadır. Uzakdoğu’yu gezerken bu üç mevsime dikkat edip ona göre planlamak gerekiyor.

Myanmar her türlü pasaport için vize istemektedir. Son yıllarda ülkeye daha fazla turist çekme politikaları sonrası elektronik vize başvurusu yapılabilmektedir.

Ülkede Latin harfleri ile basılmış kitaplar 2011 yılına dek yasakmış. Şimdi ise bir kitap festivalleri bile var. Halkın % 40’ı gazete okuyor. Pek çok TV kanalları var, en çok astroloji kanalı izleniyormuş.

Erkekler longyi denen belden bağlanan kumaştan etek gibi geleneksel kıyafet giyiyorlar. Kadınların kıyafetleri dikkati çeken, aşırı süslü veya açık değil, temiz ve düzenli görünüyorlar.

Kadınların çoğu tanaka kullanıyor (bir ağacın kabuğunun öğütülüp, suyla karıştırılması sonucu oluşan bir krem). Cildi beyazlattığı ve koruduğunu düşünüyorlar. 200 yıllık bir geçmişi var. Myanmar’da pek çok kadın ve çocuğun yüzü tanakalı. Beyaz batılılara bir özlem herhalde)

Myanmar’da aile yapısına ve değerlerinin korunmasına önem veriliyor. Tayland ve Kamboçya’nın aksine sokakta seks işçisi ve dilenci yok. Ülkede nerede ise böyle bir kavram yok. Sokakta çocuklar sizden para istemiyor. Hırsızlık, gasp olaylarına ilişkin ne tedirginlik yaşadık ne de böyle öyküler duyduk.

Halk yalnız gezen turistlere alışkın değil ancak son derece saygılılar, yüzünüze gülerek bakıyorlar, sizinle fotoğraf çektirmek Halk yalnız gezen turistlere alışkın değil ancak son derece saygılılar, yüzünüze gülerek bakıyorlar, sizinle fotoğraf çektirmek istiyorlar.

Gezelim Görelim

Yangon, Bagan, İnle Gölü ve Mandalay, ülke doğası, tarihi, kültürü ve dini ritüellerini anlamak için mutlaka görülmeli. 

Yangon

Seyahatimiz Singapur’dan Silk Air ile Yangon’a uçarak başladı. Yaklaşık 1 saat 20 dakika sonra Yangon ‘da idik.

Yangon 6 milyon nüfuslu. Yakın bir zamana dek ülkenin başkenti imiş. İngilizler buraya Rangoon diyorlarmış. 1962 den sonra yönetimdeki generaller başkenti değiştirmişler. Nedeni bilinmiyor. Astrolojinin telkini olabilir diyorlar. 

Sule Pagoda‘ya doğru gidiyoruz. Şehir temiz, yollar iki şeritli, trafik sağdan akıyor. Etraf longly giyen kadın/erkek insanlarla dolu.

Sule Pagoda şehrin merkezinde, sekizgen bir tabana sahip, 46 metre yüksekliğinde ters dönmüş bir çanak şeklinde. Shwedagon Pagoda’dan önce yapılan tapınakta Buda’nın bir tutam saçı saklanmaktadır. Safran devriminde rahiplerin toplanma noktalarından biriymiş

Daha sonra Yangon Nehri kenarına iniyor, Strand Caddesi’ndeki gümrük, postane, İngiliz Konsolosluğu gibi koloniyel binaların arasından Strand Otel’e geliyoruz. Şehrin en ikonik oteli. Mermer zemini, tik kolonları, rattan mobilyaları ile çok güzel. 1901 de yapılan Victoria dönemine ait 3 katlı otelde bir şeyler içiliyor ve gezmeye devam.

Öğle yemeğini Aung San (Birleşik Krallığa karşı bağımsızlık savaşında önemli bir rol oynamış, suikasta kurban gitmiş bir general. Aynı zamanda Aung San Suu Kyi nin babası) evinden lokantaya çevrilmiş bir yerde yiyoruz. Menü: Kabak tempura, mercimek çorba, et (tavuk ve sığır) ıspanak ve pirinçten yapılmış bir tatlı.

Yemekten sonra Kandawgyi Palace’a yerleşiyoruz. Aynı isimli parkın yanında, müthiş bir otel. Yer seviyesindeki odamız bir cangıl manzarasından göle bakıyor.

Myanmar

Otelden ayrılıp meşhur Shwedagon Pagoda’ya doğru yola çıkıyoruz Güneşin batışını burada izleyeceğiz.

Myanmar

Shwedagon Pagoda benim gördüğüm en ihtişamlı pagodalardan biri. 2500 yıl önce inşa edilmiş. Dört girişi olan tapınak şehrin her yerinden görülüyor. Budistlerin en önemli haç yerlerinden biri. 10 hektarlık bir alanı kaplıyor, 4 kapısının her biri bir Naga ile korunuyor. 110 metre yüksekliğindeki pagoda, altın plakalar ve yüzlerce pırlanta ile kaplı. Dünyanın dini yapıları arasında en harika olanlarından. Yüzlerce tapınak ve stupa var. Burma halkının çoğu Theravada Budist’i, Hint astrolojisini takip ediyorlar. Stupanın tabanı da sekizgen, saat yönünde geziliyor. Manzara muhteşem, çok büyüleyici bir yer.

Girdiğimiz kapıda kutsal Bodhi Ağacı (hint inciri) var. Buda’nın Hindistan’da bu ağacın altında aydınlanma yaşadığı için Budizm’de kutsal kabul edilen ağaç Budist tapınaklara dikiliyor. Pagodada her günün bir köşesi var. Salı köşesi, Pazar köşesi v.b.

Güneşi burada batıracağız. İnsanlar dua ediyor, adaklar adıyorlar. Etraf çok kalabalık.

Dev Altın Stupa’sı ile Yangon’un simgesi olan ve her yerinden görünen Shwedagon Pagodası’ndan ayrılarak Chauk Htat Kyee Pagodası’na gidiyoruz.

Chauk Htat Kyee Pagoda’sı yatan Buda heykeli ile ünlü. Buda’nın ayak tabanında 108 işaret var. Bunlar insanın karşı koyması gereken 108 öldürücü arzu ve egoyu temsil ediyor. Nirvanaya ermek için 108 nefis mücadelesi vermek gerekiyor.

Yangon’da Ulusal Müze‘yi gezmeyi,  Myanmar el sanatları ve hediyelik eşyaların satıldığı Bogyoke Aung San Market’ten alışveriş yapmayı, üç saat içinde tüm Yangon’u dolaştıran, yerel halkın kullandığı Circular Tren‘e binmeyi unutmayın.

İkinci gün Yangon Airways ile Shan Eyaletinin giriş kapısı olan Heho’ya uçuyoruz. Küçük, sevimli bir havaalanına iniyoruz. Hedefimiz İnle Gölü ancak yolda küçük bir köydeki manastırda duruyoruz.

Myanmar’da tüm Asya’da olduğu gibi anaokulu ve ilkokul mecburi. Okuma ve yazma oranı yüksek (%93). Manastırlar aynı zamanda okul gibi. Manastırda yaşamak din adamı olmak için yeterli değil. Sınavlar sonucu üniversite eşdeğeri bir öğretim kurumunda okuyup, yükseliyorlar. 

Manastırda ders yapan çocukları fotoğraflıyoruz. Buranın çocukları da sakin. Acaba GDO’lu gıdalar henüz buraya ulaşmadı mı?

İnle Gölü

Myanmar deyince İnle Gölü ve Irrawaddy bilmek gerekli. Myanmar’ın Mekong Nehri’ne kıyısı az. Irrawaddy 2170 km uzunluğu ile ülkenin en büyük nehri. Ülkenin kuzeyinden güneyine boydan boya uzanan Irrawaddy, Andaman Denizi’ne dökülüyor. Debisi muson yağmurlarına bağlı. Myanmar aynı zamanda dünyanın en büyük tik ormanlarına sahip.

Myanmar İnle Gölü Shan Bölgesi’nde denizden 880 metre yükseklikte tepeler arasında tatlı su gölü. 116 km2  ile Myanmar’ın ikinci büyük gölü. Derinlik kuru ve yağışlı sezona göre 1.5-2.1 metre arasında değişiyor. Gölde birçok endemik tür yaşıyor. 2015 yılında UNESCO Dünya Biyosfer Rezervi ilan edilmiş. Gölün giriş kapısı olan Nyaung Shwe‘den 4 er kişilik buraya özgü motorlara biniyor, gezmeye başlıyoruz.

İnle Gölü’nde yaşayan halkın çoğu Inthalar etnik grubundan, sayıları 60 bin civarında. Diğer etnik gruplardan da yaşayanlar var gölde, çoğunluk Budist. Bambu ve tik ağaçlarından yaptıkları direklerin üzerindeki kulübelerde yaşıyorlar. Kendilerine yetecek kadar tarım yapıyorlar. Göl üzerinde ve kıyılarda tarım alanları var. Okulları, tapınakları, evleri, lokantaları, otelleri, marketler, postaneleri göl üzerinde. Sadece önemli hastalıklar için şehre gidiyorlar.

Tekne ile giderken bir bacaklarını kürek gibi kullanıp, ellerindeki özel aparatla balık yakalayan yerel balıkçıları görüyoruz.

Myanmar

Vee nihayet Zıplayan Kediler Manastırı’ndayız. Manastır Shan mimarisi ile tamamen tikten yapılmış. Manastıra bu ismin verilmesinin nedeni bir Monk civardan kedileri topladığı kedilere zıplayarak çemberden geçmesini öğretiyormuş. Fakat Monk iki yıl önce ölmüş ve kediler artık zıplamıyor ve gittikçe azalıyormuş.

Manastır ziyareti sonrası hızla dönüşe geçiyor. Inle Resort da kalacağız. Gün batımını kaçırmak istemiyoruz. Ve de yetişiyoruz. Yeşil bir cangılın arasında göl üzerinde tikten anlatılamayacak muhteşemlikte bir yer. Huzur doluyorum ve güneşi batırıyoruz.

Myanmar

Akşam yemek Shan Bölgesi’ne özgü yemeğin yanına Aythaya Rezerv 2015 (Myanmar şarabı) açıyoruz. Alkolü yüksek, %15 yazıyor ama sanki daha fazla. Yalnız ot kavurmalarını tam bana göre ateşte bir döndürüyorlar, yarı çiğ.

Sabah erkenden bir saat uzaklıkta ki “Taung To Market”e gitmek üzere teknelerle gölün üzerindeyiz. Taung To dağ köylerinden gelenlerin alışveriş yaptıkları yerel bir pazar. Bir film platosu sanki. Kağnılar, inekler, odunlar, kumaşlar, takılar, el dokuması çantalar…Dağlarda yaşayan Pao’lar simsiyah giysileri, başlarındaki renkli türbanları ile ortalıktalar.

Göldeki tekneler uzun, ince, güçlü gövdeli; Uzun şaftlı motor düzeneği sayesinde sığ yerlere bile yaklaşabiliyorlar. Turistler için teknelere ahşap, kolçaklı ve sırt dayamalı koltuklar yerleştirmişler. Gölün genişliği 7 km, uzunluğu 22 km imiş. Myanmar’ın 14 eyaletinin en genişi olan Shan’ın bu güzel parçası ikliminde etkisi ile bir meyve ve sebze cenneti. Sokakları sulardan oluşan köylerin arasında tekne ile dolaşmaya devam ediyoruz. Kazıkların üzerinde kurulu evlerden oluşan pek çok köy var. Tüm evlerin altında tekne garajları bulunuyor. 

Pazardan sonra, lotus çiçeğinden elde edilen iplerle dokunan giysilerin yapıldığı bir atölyeyi ziyaret ediyoruz. İpek giysilerin fiyatları oldukça yüksek.

Myanmar

Daha sonra gölün üzerindeki Green Chili Restoran’da yemeğe gittik. Banyonun yapıldığı, lağımın aktığı, bulaşığın yıkandığı, balığın tutulduğu, yüzen tarlalarında sebzelerin yetiştirildiği bu gölün üzerindeki lokantada ben pek bir şey yiyemedim. Balığın tadı acı geldi, sıcak hindistan cevizli sosun içindeki muz bayıltıcı idi.

Myanmar Yemekten sonra önce Taneka (bir bitki) yaprağına tütün, portakal içeren bir karışımı saran kadınların çalıştığı bir atölyeyi ve Phaung Dow Do köyünde İnle Gölü’nün en kutsal mekanı olan Beş Buda Tapınağı’nı gezdik.

Myanmar

Burada üzerine tapınağa gelenlerin yapıştırdığı altın varaklardan şekilsizleşmiş beş adet buda heykeli var.  Buda’ya sadece erkekler altın varak takıyorlar. Burada da cinsiyet ayrımı yapılmış nedense. Pagoda Budistlerin haç yerlerinden biri. Bir efsane anlatılıyor. Burada bir festival zamanı kayıklarla beş Buda’yı gezdirirken çıkan fırtınada Buda heykelleri suya düşüyor. Dördünü buluyorlar, beşinci yok. Çaresiz geri dönüyorlar. Bir bakıyorlar beşinci yerinde.

Tekrar teknelere biniyor Ywa Ma Köyü’ne gidiyoruz. Tayland’ın kuzey dağlık bölgeleri ve Myanmar’ın güney sınır bölgelerinde yaşayan Uzun Boyunlu (Zürafa Boyunlu) Kadınlar burada da var. Karen etnik grubun Padaung alt grubundaki kadınlar boyunlarına yaşamları boyunca ortalama 20 halka takıyorlar. Ağırlıkları 10-12 kg bulan bu pirinç halkalar zamanla vücudun şeklini bozuyor. Bu halkaların niçin takıldığına dair pek çok efsane var. Ataları dişi bir ejderha ile rüzgar tanrısından gelen Karenlerde kadınların boyun uzatma çabaları ejderha görüntüsünü yansıtma içinmiş. Bengal kaplanı saldırılarından korunmak için olduğunu söyleyenlerde var. Burada bir de stupalar topluluğu var.

Tekne ile göl üzerindeki köylerin arasından geçerek otelimize dönüyor, muhteşem manzara eşliğinde güneşi batırıp, yemeğe geçiyoruz. Zencefilli mercimek çorbası muhteşem.

Myanmar

İnleden ayrılıp rotamızı Kakku‘ya çeviriyoruz. Kakku Shan Bölgesi’nin en kutsal üç yerinden biri.

Myanmar’ın kuzeyinde Çin’den göç aldığı için etnik gruplar fazla. Shan Prenslikleri Tayland ile komşu olduklarından mimaride de Tayland (Siyam) etkisi var. Buralarda yaşayan Paolar aslında Tibet kökenli. Çin baskısı nedeniyle kaçarak buralara yerleşmişler. Buralarda yaşayanların çoğunluğunu oluşturan Pao Halkı kendilerinin Ejderha (Dragon) ve yılan (naga) nın su altında birleşmesinden geldiğine inanıyor.

Shan Bölgesi bakenti Taunggyi’nin nüfusu 4 milyon. Shan kağıdından yapılan balonlarla yaptıkları festival 1941 den beri sürüyormuş. Festival kasım ayında düzenleniyor, 10 gün sürüyor. Shan Bölgesi dünyaya kapılarını 1992 de açmış. Kontrollü olarak insan geçişi var. 2011 den sonra daha esnek uygulama başlamış. Taunggyi’den çıkınca kontrol noktasından geçiyoruz. Kakku-Taunggyi arası üçü hıristiyan 11 köy var. Yolda topraklar kırmızı, demirden zengin. Denizden yaklaşık 1300-1400 metre yükseklikteyiz. Çevre tarım arazilerle kaplı. Küresel şirketler burayı çoktan keşfetmişlerdir. Myanmar’ın asıl önemi Çin için gereken enerji yolunun (özellikle doğalgaz boru hattı) kavşağında olması.

Nihayet Kakku‘dayız. 2478 stupanın bulunduğu Kakku 16. yy.da inşaa edilen bir kilometrekarelik bir alanda stupa bahçesi. Shan bölgesinin en önemli yeri olarak görülüyor. Bazı stupalar basit iken, bazıları mistik öğelerle kaplı. Burada Buda’nın annesi Maya’yı temsil eden beyaz fil var.

Myanmar Yemeği hemen burada ki bir lokantada alıyoruz. Zaten civarda bu stupalar topluluğu ve bir lokantadan başka bir şey yok. Yemek Pao yemeği (PA-O) Pirinç kraker, fasulye çorbası, avokado salatası, kızarmış sebze, sarımsaklı balık, patates-tavuk, meyve.

Yemekten sonra Heho Havaalanı’na doğru yola çıkıyoruz. Ağaçlar, tepeler, dağlar yol çok güzel. Araba benzin alıyor. Litresi 0.55 Amerikan doları. 2011 yılı öncesi askerler hariç halka sınırlı verilen yakıt alımı artık serbest. Bagan’a uçuyoruz. Uçak 16.22 de havalanıyor. Mandalay’da yolcu iniyor-biniyor. Saat 17.56 da Bagan’da kalacağımız Tharabar Gate Otel’deyiz.

Bagan

Bagan 9-13 yy.da, Myanmar‘ın topraklarındaki ilk krallık Pagan Krallığı’nın başkenti. 11-13 yy’da Bagan Ovası’nda, 104 km2 bir alanda 10.000 den fazla pagoda, manastır inşa edilmiş.

1200’lü yılların sonuna dek süren 250 yıllık bir dönemde Bagan Ovası’ndaki bulunan dinsel anıtlar, şehri bir çekim merkezi yapmış. Dinin yanı sıra astroloji, kimya, ses bilimi, dil bilgisi, hukuk gibi seküler bilimsel çalışmaların yapıldığı şehir Hindistan, Sri Lanka, Kimerler (Kamboçya) akınına uğramış. Bir zamanlar 50-200 bin kişinin yaşadığı şehrin Moğol İstilasına uğramış olabileceği düşünülüyor. 1297 de Bagan’ın Burma başkentliği sona ermiş. 15.yy da yerleşim yeri olmaktan da olarak Bagan da 15-20 yy da az sayıda dini yapı yapılmış. Artık eski başkent dinsel bir hac merkezi olarak kalmış.

MyanmarBagan hareketli bir deprem kuşağı üzerinde. 1904-1975 yılları arasındaki depremlere dini yapıların çoğu dayanamamış. 1990’lı yıllarda askeri cunta burayı bir turizm merkezi yapmak istese de, UNESCO red etmiş. 2011 den sonra dünyanın bu ülkeye bakışı değiştiği için 2014 de UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınmış.

Bagan’da bugün 2000 den fazla tapınak, stupa, pagoda var. 

İlk günümüzde otelde yerleşip güzel bahçesinde akşam yemeğimizi yiyor, sonra dolaşmaya çıkıyoruz. Ortalık çok kalabalık, Yüksek volümlü müzik kulakları sağır edecek gibi. Otelde odada bulunan kulak tıkaçlarının neden konduğunu anlıyorum. Ananda Festivali Zamanı.

Ananda Festivali adını Bagan’ın en meşhur pagodalarından birinden alıyor. Ananda Pagoda Bagan’ın en iyi korunmuş pagodalarından biri. 1090 yılında yapılan tapınağın, Buda’nın sonsuz bilgeliğini temsil ettiği söyleniyor. 9-26 Ocak arasında ki festivalin en görkemli, gösterilerin pik yaptığı gün 12 Ocak. Civar köylüleri, hacılar gece yarısından itibaren Ananda Tapınağı çevresinde kamplar kuruyorlar.

Hepsi sabaha karşı getirdikleri hediyeleri (tarım ürünleri, içecekler, para, aklınıza ne gelirse) bir platforma bırakıyorlar. Sabah çeşitli yaşlardaki Monklar bunları sıraya girerek alıyorlar. Bir Budist ritüeli olmasının yanında toplumsal bir buluşma ve kaynaşma da var.

Festival ritüellerini yakından izlemek için sabah saat 05.00 de otelimize yürüyüş mesafesinde olan Ananda Tapınağı’ndayız. Binlerce insan ayakta, çadırlarda. 1000 dolayında Monk festival dolayısıyla 1 ay ilahi okuyacakmış. Vakit ilerledikçe insanlar getirdikleri hediyeleri kurulan platforma bırakıp gidiyor. Sabah 9 dolayında hediyeleri almak üzere Monklar yürüyüşe geçiyor. Her yaştan Monk var,7 den 70 e….

Myanmar Otelimize geliyor, kahvaltımızı yapıyoruz. Kahvaltıdan sonra Bagan’ı gezmeye devam, Ananda Tapınağı, Ananda Ok Kyaung Tapınağı, Kraliyet Sarayı Harabeleri, Tharabar Gate, Buphaya, Thatbyinnyu, Htilominlo tapınakları…

Faytonlarla tapınaklar arası gezi…Shwesandaw Tapınağı’nda gün batımını seyredip otelimize dönüyoruz. Ertesi sabah 04.00 de kalkacağız. Gelmeden önce Bagan balon turunda yerimizi ayırtmış idik. Bagan’da karar verenler çok daha yüksek paralar ödemek zorunda. Biz 290 $ ödedik. Çok da memnun kaldım..

05.20 de otele minibüs geliyor, birkaç otele daha uğrayıp diğer turistleri topluyoruz. Balonla havalanacağımız alandayız. 1999 yılından beri Yeni Zelandalıların kontrolünde olan bir balon şirketi. Yaklaşık yarım saat balonların hazırlanışını izliyoruz. Hava karanlık. gün doğarken saat 06.50 de balonlar havalanmaya başlıyor. Muhteşem, Bagan mutlaka gün doğarken balondan görülmeli.

Balon turu sonrası tüm gün Bagan turuna başlıyoruz. Önce Nyaung O Pazarı’nı geziyoruz. Daha sonra Schwezigon Pagodası, Manuha Tapınağı, Gawdawpalin, Myinkaba-Gubyaukgyi, Nampaya, Nagayon Tapınakları’nı geziyoruz. Her yer tapınak.

Bagan bana Angkor Wat’ı anımsattı. Mimari ve atmosferleri çok farklı. Kişisel yorumum burası daha büyüleyici. UNESCO ya göre 2229 dini eserin olduğu büyüleyici şehir.

Öğle yemeğini Teak House Bagan’da yiyoruz. Bahçesi güzel, ama öğlen için karanlık bir atmosfer. Acılı pirinç patlağı ve yeşil çay saplarından yapılmış salataları iyi.

Gezme akşam yemeğine dek sürüyor. Akşam Nanda Restorandayız. Kukla gösterisini seyrederek yemeğimizi yiyoruz.

Mandalay

Sabah 07.30 da Mandalay için yola çıkıyoruz. Bagan-Mandalay arası 145 km. Havayolu, karayolu ve nehir ulaşımı var. Nehir ulaşımı su yüksekliğine göre 8-12 saat arası sürüyor.

Mandalay ülkenin Yangon’dan sonra 2. büyük kenti. Nüfusu 4 milyon dolayında ve %30 u Çinli. Dağınık ve plansız büyüyen bir şehir. Tek bir merkez yok. Gerçi Yangon da öyle.

Mandalay’da Irrawaddy Nehri kıyısında yediğimiz yemek sonrası hemen lokantadan merdivenle inerek nehirde bizi bekleyen teknemize biniyor, Mingun’a gidiyoruz. Yolculuk 1 saat sürüyor.

Mingun’da tekneden inince her an devrilebilecek dengesiz motorlarla Hsinphyuma Pagodası’na gidiyoruz. Meru Dağı’ndan esinlenerek yapılmış, bembeyaz bir yapı.

Myanmar

Tamamlanabilse dünyanın en büyük pagodası/stupası olacak olan Mingun Pagodası‘nı görüyoruz. Tamamlanmama nedeni, bittiği zaman kralın öleceğini söyleyen astrologlar.

Myanmar Mingun’dan teknemiz ile dönerken yunuslar bize eşlik ediyor. Mandalay’a gelince Su Taung Pyi Pagodası’na gidiyoruz. Mandalay Tepesi üzerinde kurulu olan bu yere otobüs çıkamıyor, küçük araçlarla çıkıyoruz. Pagodaya ulaşmak için asansöre biniyor, Mandalay’ı panoramik olarak seyredip, güneşi batırıyoruz.

Myanmar

Yürüyen merdivenlerle aşağı inip, rengarenk ışıklarla parlayan Mandalay caddelerinden geçerek otelimize geliyoruz. Mandalay’da Sedona Otel’de kalıyoruz. Düzgün bir Avrupa Oteli gibi. Diğer otellerimiz daha yerel/güzel/ilginçti.

Myanmar

Ertesi gün Amarapura’ya gitmek üzere yola çıkıyoruz. Amarapura Mandalay’a 11 km uzaklıkta bir kasaba. Eskiden Myanmar’a başkentlik ettiği bir dönemde var. Myanmar’da neredeyse başkentlik etmemiş yer yok gibi. O kadar çok başkent değiştirmişler ki, nedeni astroloji, falcılar…

Amarapura’da ilk ziyaretimiz Mahagandhayon Manastırı’na. Kuruluşu 1900’lü yılların başına dek gidiyor. Geniş bir alana yayılmış. Yemekhanesi, bahçede 2-3 katlı pek çok binası ile geniş bir kompleks. Çocuklar burada Pali dilini ve kutsal kitabı öğreniyorlarmış.

Her gün bir hayırsever aile bunlara yemek çıkartıp dağıtıyor. Manastırın bahçesinde gezerek bu yemek dağıtım törenini bekliyoruz. Laos buranın yanında ne ki….Yüzlerce (çoğunluğu çocuk) Monk geliyor.

Amarapura aynı zamanda dokuma, nakış, tahta oymacılık gibi el sanatları atölyelerinin çok olduğu bir yer. Öyle hiçbir şey de çok ucuz değil.

Mahagandhayon Manastırı’ndan çıkınca Şimpiu Töreni ile karşılaşıyoruz. Büyük bir şans. Myanmar’da her erkek çocuğu 7-10 gün manastıra gönderiliyor. Manastıra bağış yapılıyor. Çocuk isterse orada kalmayı seçebiliyor. Manastıra gitmeden önce bir tören yapılıyor. Bu tören için aileler para biriktiriyor. Aynı aileden manastıra gidecek birden fazla çocuk olursa, aileler birleşiyor.

Halalar, teyzeler, ablalar özel süslü kıyafetleri ile özel süslenmiş faytonlar, atlar, kağnılar inekler kortej oluşturup şehir turu atıyorlar. 8-10 yaş dolayındaki erkek çocuklar makyajlı. İmece usulü hazırladıkları yemekleri hep beraber yiyorlar. Manastıra teslim olmadan öncede çocukların saçını kestiriyorlar. Aileler burada kullanılan kıyafetleri kiralayabiliyorlarmış. Bir erkek çocuğu için bu törenin ne zaman yapılacağına da astrologlar karar veriyorlarmış.

Şimpiu töreni (Manastıra giriş töreni) sonrası tahta ve nakış işçiliği olan bir yerde alışveriş için durduk. Tik ağacından yapılmış yatan buda aldım. Daha sonra Mahamuni Pagoda’ya gittik. Buradaki Buda tüm dünyadaki en orijinal beş Buda’dan biri. Ama altın varak yapıştıra yapıştıra orijinal formatını kaybediyormuş. Mahamuni Pagodası işçilik açısından çok görkemli. Tavanları, sütunları, oyma işçilikler müthiş. Pagodaların çoğunda olduğu gibi giriş koridoru yerel pazar.

Myanmar

Mahamuni Pagoda Shewedagon Pagoda’dan sonra Myanmar’ın en kutsal ikinci önemli dini yeri.

Daha sonra altın varak yapımını görmeye gittik. Altın varağı makinalar yapamıyormuş. Saatlerce döverek altını inceltiyorlar. Buralara dek gelmişken anı olarak bir çift altın varaklı küçük baykuş aldım.

Myanmar

Ülkenin son kralı Thibaw 130 yıl önce sürgüne gönderilmiş. Şimdi onun oturduğu sarayı, surlarını dışarıdan göreceğiz. 1916 da kralın ölümü ile ailenin ülkeye girişi serbest bırakılmış. Ama baskı ve ev hapislerinde yaşamak zorunda kalmışlar. Kraliyet ailesi Aung San Suu Kyi nin iktidara gelişi ile rahatlamış.

Myanmar

İkinci Dünya Savaşı’nda Japonların silah deposu olarak kullandığı sarayın surlarının bir kısmı yıkılmış. Bu bölgeye turistler polis kontrolünde girebiliyorlar.

Myanmar

Daha sonra mermer Buda’yı görmeye Kyauktawgyi Pagodası’na gidiyoruz. Pagodanın mimarisinin astronomiden esinlenerek yapıldığı söyleniyor. İçinde yekpare mermerden oyulmuş dev bir Buda heykeli, 80 tane küçük Buda heykeli var.

Şimdi Shwenandaw Manastırı için yoldayız. Kral Thibaw tarafından geleneksel Burma mimari tarzında yaptırılmış. Duvar ve çatılarını Budist masallarında geçen olay ve kahramanların tik oymaları süslüyor. Bugün kraliyet döneminden kalan orijinal tek saray. Amerikalıların yardımı ile onarılmış ve koruma altına alınmış. Kapısına da yazının altına Amerika bayrağını basmış.

Şimdiki rotamız Kuthodaw Pagoda. Burada 729 Stupa var. 1850’li yıllarda Teravada Budizmi ile ilgili Pali diliyle yazılan kitap, mermer üzerine kazınmış.

729 stupadaki yazıtlar tek bir kitap oluşturuyor. 2013 yılında Dünya Mirası Listesi’ne alınmış. 2400 rahip kitabı ancak 6 ayda okuyabiliyormuş. Dünyanın en büyük kitabı olduğu söyleniyor.

Bugün güneşi U Bein Köprüsü’nde batıracağız. U Bein Köprüsü Amarapura‘da Taungthaman Gölü üzerinde 1850 de inşaa edilmiş. Dünyanın en eski ve uzun tik köprüsü olduğu düşünülüyor. 1.2 km. uzunluğunda. Çürüyen tik direklerin bazıları beton direkler ile değiştirilmiş.

U bein Köprüsü turistler için bir cazibe merkezi. Güneşin batışı muhteşem.

Myanmar

Artık günü bitirdik. Otele dönmeden önce yakutları ile meşhur Myanmar’da bir satış mağazasına uğruyoruz. Fiyatlar anormal pahalı. Kimse bir şey almıyor.

Ertesi sabah Mandalay’a gitmek için sabah erkenden yola çıkıyoruz.

Yolda önce Sagaing’e uğradık. Ayeyarwady Nehri üzerinde tepeleri Budist Tapınakları ile dolu bir yer, Mandalay’a 20 km.

Myanmar

Önce U Min Thonze Pagodası’na gidiyoruz. Burada hilal şeklinde dizilmiş 45 yaldızlı buda var. Hepsinin boyutları ve yüz ifadeleri farklı.

Myanmar

Sagaing Tepeleri’nden sayılamayacak kadar çok olan pagodaları, stupaları fotoğraflıyoruz.

Myanmar

Daha sonra Soon U Ponya Shin Pagodası’na gidiyoruz. Sagaing’i 37 tepesinden birinde kurulu bir pagoda. Foto çekmek paralı.

Myanmar

Nehrin üzerindeki asma köprüden geçen aracımızı nehir kenarında terk ediyoruz. Ava (Inwa) kalıntıları arasında gezeceğiz. Bizi bekleyen ikişer kişilik faytonlarımıza biniyoruz.

Ava (Inwa) Myanmar’ın eski başkentlerinden biri. Günümüze depremlerden sadece harabeler kalmış. Bizde bu harabeler arasında geziniyor, öykülerini dinliyoruz. Sonra tekrar faytonlarımıza biniyor Bagaya Manastırı‘na gidiyoruz. Mandalay’dan 18 km uzaklıktayız.

Bagaya Manastırı geniş çeltik tarlaları, palmiyeler, muz ağaçları arasında, 1800’lü yıllardan kalma tikten yapılmış, yaşayan bir manastır. Ders yapan öğrenciler var. Onların defterlerinin resmini çekiyorum. Rehber 267 devasa tik ağacı kullanıldığını söylüyor. Buradaki küçük Budistler de dinazorlara meraklı. defterlerine çizmişler.

Muz tarlalarının arasında faytonumuzla tozun altında yol alıyoruz Myanmar mimarisinin özelliklerini taşıyan Gözetleme Kulesi’ne gidiyoruz. Depremler dolayısı ile harap, çıkmak tehlikeli.

Daha sonra 19 yy Burma mimarisi izlerini taşıyan Maha Aung Mye Bom San Manastırı’na gidiyoruz.

Myanmar

Motorlarımıza binerek Ava’dan ayrılıyoruz. Ava karadan suni olarak koparılmış bir ada. Otobüsümüze binerek havaalanına doğru yola çıkıyoruz. Mandalay Yangon arası uçuş 30 dakika. Otele gitmeye zamanımız yok. Hemen yemeğe gidiyoruz. Bu gece Myanmar’daki son gecemiz. Yine Kandawgyi Palas’ta kalacağız.

Akşam yemeği müthiş bir atmosferin olduğu, 1990’dan beri Myanmar’da yaşayan bir İsviçrelinin işlettiği Planteur isimli nehir kenarında bir gurme yeri. Çok iyi bir şarap kavı var. Bir füzyon mutfağı.

Ertesi gün Myanmar’dan ayrılıyoruz.

Son Söz

Myanmar hala George Orwell ‘ın Burma’sından izler taşıyor.Henüz çok fazla değişmiş bir ülke değil,ama görmek için acele etmek lazım,hızlı bir değişim var.  Çin’in enerji köprüsü olan bu ülkeyi emperyalist güçler pek rahat bırakmıyacaklar. Myanmar daha çok değişecek.

Çatalhöyük: Tarih Ötesinden Bir Metropol

catalhoyuk

Size kendi öykümüzün en başını anlatacağım; bugün bin bir telaş, hırs, çaba içinde sürüklendiğimiz uygarlığımızın ilk günlerini… Bundan binlerce yıl önceydi; bu toprakların ilk konuklarının,  hayvanları avlayarak, otları toplayarak oradan oraya sürüklenmekten vazgeçip yerleşik hayata geçmeye başladıkları dönemlerdi. Bugünün tarihlemesiyle Neolitik- Kalkolitik dönemde bu toprakların ilk yerleşimcileri belki de o dönem için metropol sayılabilecek bir yerleşim kurdular Çatalhöyük’te. O zamana kadar bulduğunu/avladığını yiyen insanlar yavaş yavaş yerleşik düzene geçmişler, tohumları ıslah etmişler ve tarım faaliyetlerine başlamışlardı. Yani esas hikaye yeni yeni başlıyordu.

Aslında yüz binlerce yıldır mağaralarda yaşayan insanlar ne oldu da, o mağaraları terk edip derme çatma kulübelerde yaşamaya başladı; bu durum daha tam olarak bilinemiyor. Neolitik dönemi biraz da insanların barınak yapıp yerleşik düzene geçişle ilişkilendiren tarihçilerin sayısı epeyce fazla. İnsanlar tarıma başladıkları dönemde yerleşik düzene de geçmişler. Öte yandan paleolitik döneme ait yerleşim yerlerinin bulunduğunu savunanlar da var. Ama genel olarak üzerinde anlaşılan nokta, Neolitik çağ yerleşimlerinin Yakın Doğuda başlayıp Anadolu üzerinden yayıldığı hususu…

Aslında Anadolu’da Çatalhöyük öncesine tarihlenen yerleşimler bulunmakta. Buğday ve arpanın ıslah edilip küçükbaş hayvanların evcilleştirilmesiyle insanlar mağaralardan çıkıp köy yaşamına geçtiler; tabi birden olmadı bu! Bir yandan avcılık ve toplayıcılık sürerken bir yandan tarıma geçildiği, hatta tarım olmadan da köylerin oluştuğu yerler saptanmış. Anadolu’da saptanan ilk yerleşim yeri Batman ili, Kozluk İlçesindeki Hallan Çemi imiş. “Çanak Çömleksiz Neolitik Dönem” olarak adlandırılan bu zamanda yerleşim yerleri etrafında nüfus artmış. Bu dönemin en önemli malzemesi obsidyen Niğde-Nevşehir-Aksaray üçgeninde bol miktarda bulunmaktaymış. Kesici, delici, kazıyıcı alet yapımında kullanılan bu volkanik taş, daha güneydeki bölgelerde de tespit edilmiş. Bu durum o dönemde bile ticaret olduğuna delil olarak kabul ediliyormuş. Yakın doğu coğrafyasında buğday ilk olarak Urfa çevresinde, M.Ö. 8500’lerde yetiştirilmiş. Köpek ise ilk evcilleştirilen hayvanmış; köpeklerin insanlara koşulsuz güveninin temeli binlerce yıl öncesine dayanıyor galiba, ama kaç kez hayal kırıklığına uğramışlardır kim bilir… Orta Anadolu Neolitiği ise Yakın Doğudan biraz farklı olmuş. Gerek mimari açıdan gerekse üretim biçimleri ve beslenme açısından hızla gelişmiş.

Bu süreçte belki de M.Ö. 7000’ler civarında devrim niteliğinde bir gelişme yaşanmış ve insanlar kilden kaplar yapmaya başlamışlar. Böylece Çanak Çömlekli Neolitik Dönem başlamış. Zamanla çanak çömlek yapım teknikleri gelişmiş ve astar, perdah ve bezemelerle toplumun kültürüne ışık tutan eserler haline gelmiş… İşte Çanak çömlekli Neolitik Dönemini Anadolu’da en iyi yansıtan yerleşme yeri Çatalhöyük’müş. Çanak çömlek kullanımı yerleşik hayatın da bir göstergesi olarak kabul edilmekte; bu ağır ve kırılgan malzemelerin avcı toplayıcı toplulukların kullanımı için uygun olmadığı genel kabul görmekte. Daha önce de bitkilerden, ahşaptan kaplar yapılıyormuş tabi; ama kilden yapılan çanaklar hem insanın sistemli üretime geçmesi, hem dekoratif sanat uygulamaları, hem de Karl Marx’ın üzerine sistemler kurduğu, sistemler yıktığı artı değerin saklanması açısından önemli.

Bugün Konya iline bağlı Çumra İlçesi’nin 10 kilometre doğusuna düşen Çatalhöyük’te M.Ö. 7500’lere giden bir yerleşimin izleri sürülmekte. Çatalhöyük’e girdiğinizde hem bize çok yabancı hem de bizim bir parçamız olan bir yere gelmişsiniz gibi hissediyor insan. Girişte hemen sağda Çatalhöyük evlerinin örneklerini görmek mümkün. Binlerce yıl öncesinden geriye ne kalmışsa; biraz ilerideki yaşam yerlerinin canlandırmaları… Evlere küçük pencerelerden geçiş sağlanmış ve en tipik bezemeler sergilenmiş. Evlerin hemen arkasında, Çatalhöyük kazılarında çıkan ana tanrıça figürininin heykeli ve kazı aşamalarının sergilendiği bölüm bulunmakta. Burası Çatalhöyük hakkında bilgilendirmeler, resim ve videolarla desteklenmiş.

Arkada ise iki tepe üzerine kurulu iki yerleşim yeri durmakta; üstü kapatılmış çadırlar içinde… İşte bu tepelerden dolayı buraya Çatalhöyük deniyormuş. Doğu Höyüğü daha yukarda ve daha uzun. M.Ö. 9000’lerden itibaren burada yerleşim başlamış, M.Ö. 7500’ler itibariyle büyük bir yerleşim alanı haline dönmüş… Çanak Çömleksiz Neolitik Döneminden başlayıp Çanak Çömlekli Neolitiğin tüm safhalarının yaşandığı bir yer burası. M.Ö. 5900’lerde de birden terkedilmiş. M.Ö. 6000’lerde yerleşimin arttığı Batı Höyüğü ise Erken Kalkolitik Dönemin özelliklerini taşıyor. Burası da M.Ö. 5600’lerde terkedilmiş. Biraz iklim değişiklikleri, biraz diğer yerleşim yerlerinin ortaya çıkması, eh belki biraz da tebdili mekanda ferahlık vardır düşüncesi; artık nedense Çatalhöyük birden terkedilmiş ve uzun bir uykuya dalmış. Binlerce yıl sonra 1961-1963’teki kazılarla burası derin uykusundan uyanıp gün yüzüne çıkmış. Kazılarda 13 yapı katı ortaya çıkarılmış, ama şehircilik yapısının ağırlıklı olduğu bölümler 7. ve 11. katlarmış.

Doğu Höyüğü tek katlı evlerden oluşmakta. Evlerin duvarları birbirine bitişik ve arada sokak yok; içlerine damdaki bir delikten merdivenle giriliyor. Yaklaşık 450 x 275 metrelik bir alana yayılmış olan Höyükte aynı duvarı kullanarak yan yana dizilen dikdörtgen planlı, düz damlı ve tek katlı kerpiç yapıları yukarıdan görebilirsiniz; tavanları yıkılmış; ama evlerin içi, duvarları zamana dayanmakta. Ahşap, kerpiç ve kamış malzemeleriyle yapılmış evler geniş bir oda, kiler ve mutfaktan oluşuyor ve birbirine benzer planlı. Ölüler ise evlerin içine gömülmekte. Ancak kuzeye bakan daha geniş bir yapının, iç düzenlemelerinden dolayı tapınak olduğu düşünülmekte… Yukarıdan tam seçemeseniz de evlerin duvarlarına sıva çekilmiş ve üzerlerine kırmızı, siyah, sarı tonlarda resimler yapılmış (Bu resimler müzelerde sergilenmekte). Resimler genelde geometrik desenler, yıldız, çiçek gibi motiflerin yanı sıra insan figürleri, insan elleri, av sahneleri, muhtelif hayvan figürleri olarak görülmekte. Kazı alanında bulunan heykelcikler ise ana tanrıça kültürünün başlangıcını göstermekteymiş. Figüratif desenli duvar resimlerinin yanında duvarlara yerleştirilmiş boğa başları ve boynuzları o dönemin inanç sistemi ile ilişkilendirilmiş. Duvardaki boğa başlarının bir kısmı kabartma olarak yapılmışken bir kısmı gerçek boğa başının kille sıvanmasıyla elde edilmiş. Duvar resimleri, önceleri paleolitik dönemden kalma avın bereketiyle ilgili tasvirlerken daha sonra av sahneleri azalmış, kuş motifleri ve kuş desenleri görülmeye başlamış. Duvarlarda görülen akbabalar tarafından parçalanan başsız insan figürleri, ilk başta Çatalhöyük ölü gömme adetiyle ilgili bir uygulama olarak görülmüşse de bunun doğru olduğunu gösteren bir delil bulunamamış; evlerin içine gömülenlerin başı, kolu hep tam.

Batı Höyüğü ise derinlemesine yerleşimin olduğu bir bölge. Burada evler yine birbirine bitişik, ama artık çok odalı ve iki katlı evler de görülmekte. Boşuna metropol demiyoruz; kat üstüne kat çıkmalar başlamış… Daha derin ve katmanlı bir yerleşim yeri olan Batı Höyüğünde, ev dekorasyonları da çeşitlenmekte. Bu dönemlerde Konya bugünkü gibi bozkır değil; Beyşehir’i besleyen ırmaklar buraları yemyeşil bir vaha haline sokmakta. Artık iklim mi değişiyor, coğrafya mı verimsizleşiyor, ne oluyorsa oluyor; önce Doğu, sonra Batı Höyükleri birdenbire terkediliyor. Bu konuda ilgimizi çekecek bir görüş var. Nisan 2019’da basında ‘Avrupalılar Konyalı mı’ gibi bir başlıkla yer aldığı üzere, Neolitik Döneminin Çatalhöyüklü insanlarının DNA’sı, özellikle Güney Doğu Avrupa insanlarınınkiyle karşılaştırıldığında, benzer DNA yapısına sahip oldukları görülmüş. Prof. Dr. Mehmet Özdoğan’a göre, bu Çatalhöyük’ten olan göçlerin bir neticesi. Yani Anadolu’dan Avrupa’ya göçün tarihi Neolitiğe kadar gidiyor.

Çatalhöyük’te ilk dönemde ölülerin yerleşim yerlerinin altına gömülmesi geleneği var. Ölüler genelde hoker pozisyonunda gömülmüş. Evin tapınak olarak nitelendirilen törensel kısmının tabanına gömülen aile bireylerinin mezarlarına ölü hediyeleri de konmuş. Ölü hediyesi olarak kemikten yapılmış aletler, renkli taşlar, taş baltalar, deniz kabuklarından yapılan objeler konmuş. 2000’lerde yapılan kazılarda bulunan elinde kireçtaşı kaplı bir kafatasıyla gömülmüş yaşlı bir kadın ise arkeologları bir hayli şaşırtmış. Öte yandan, son zamanlarda yapılan DNA testleri, gömülen bedenlerin birbiriyle akraba olmadığını göstermekteymiş; ama bu girift ilişkiler yumağı beni aşar…

Çatalhöyük’te çıkarılan ana tanrıça figürinleri, kadınların toplum içindeki yerini, kutsallığını, doğurganlığını sembolize etmekteymiş. İki yanında leoparla tasvir edilen kadın figürinleri ise, kadının kutsal gücünü ve doğaya olan üstünlüğünü göstermekteymiş. Bu durum kadın doğurganlığı ile toprağın verimliliği arasında kurulan ilk bağlantılar olarak kabul edilmekteymiş. Kadın figürinleri, ya doğrudan tanrıçayı ya da onu temsil eden simgeleri betimlemekteymiş. Öte yandan  Çatalhöyük’te 50 civarında figürin bulunmuş. Bunların çoğu da karınları, kolları, memeleri, bacakları abartılı işlenmiş her yaştan kadın tiplemesiymiş; hatta doğurma pozisyonunda tasvir edilen figürinlere de rastlanmış. Erkek figürler ise yerleşimin ilk dönemlerine aitmiş. Tanrıça tasvirleri yanında hayvan şeklinde adak heykelcikleri de bu bölgede sık rastlanan eserlerdenmiş. Bu heykeller genelde 5-15 cm boyutlarında olup pişmiş toprak ve taştan yapılmış.

Çatalhöyük seramikleri genelde kahverengi, siyah ve kırmızı renkte oval biçimde yapılmış. Daha sonraları  ise çanaklar üzerinde geometrik desenler görülmeye başlanmış. Burada bulunan deniz hayvanı kabukları ve obsidyen aynalar, o dönemde de insanların süslenmeye zaman ayırdığının göstergesi. Duvar resimlerinden yün, hayvan kılı, bitki liflerinden dokumalar ve hayvan derilerinin giysi olarak kullanıldığı tespit edilmiş. Çatalhöyük’te gün ışığına çıkarılan çakmaktaşı veya obsidyen aletler, boncuk kolyeler, silahlar, kemik iğne ve saplar yanında bir mezar hediyesi olduğu anlaşılan kemik saplı çakmak taşından yapılmış hançer en kayda değer bulgulardan…

 

Çatalhöyük önemli… Gerçi Göbeklitepe’den sonra tüm bilinenler altüst olduğu için bu öneme biraz gölge düştü. Ama yerleşik topluma geçiş aşaması açısından Çatalhöyük’ten daha eski yerleşim yerleri olsa da, Çatalhöyük bir mihenk taşı oluşturuyor. Elbette ilk yerleşim alanları Bereketli Hilal’de görülmüş; aynı yapılaşma sürecine oralarda da rastlanmış. Ama Çanak Çömlekli Neolitik deyince Çatalhöyük en iddialı yerlerden. Burada daha çok tapınak var. Tapınaklar yapı olarak değil de bezemeleriyle öne çıkıyor. Buradaki duvar resimlerine başka yerlerde rastlanmış değil. Tarımın uygulanış ölçeği, buğday, arpa, burçak, mercimek ve bezelyenin üretilmesi, koyun ile köpeğin evcilleştirilmesi, ama hepsinden önemlisi büyüklüğü, Çatalhöyük’ü döneminin diğer yerlerinden farklı hale getiriyor.

Çatalhöyük’ün bir başka önemi daha var. 1950’lere kadar dünya tarihçileri Anadolu’da Neolitik bir kültürün olmadığına karar vermişler. Bunun alt metni Anadolu’nun hep taşıma uygarlıkların bulunduğu bir yer olduğu; kısaca uygarlıktan nasibini almamış bir yer olması… Ancak 1950’lerde James Mellart’ın önce Burdur Hacılar Köyünde, sonra da Çatalhöyük’te başlattığı kazılar ile Anadolu’da da hatırı sayılır bir Neolitik dönem yaşandığı ortaya çıkmış. Çatalhöyük bugün Ön Asya’nın en yüksek kültürlü Neolitik Dönem yerleşkelerinden biri olarak kabul ediliyor ve 2012’de UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yerini almış durumda. Gerçi Priamos Hazineleri olayından sonra önceleri Mellart’ın Türkiye’de çalışmasına izin verilmemiş. Ama Çatalhöyük’ün gün ışığına kavuşmasında en önemli rolü Mellart oynamış ve 1958 yılında keşfedilen bölge 1961-1965 yılları arasında Mellart tarafından insanlığa kazandırılmış. Sonra 1996’ya kadar durgun geçen araştırmalar, Ian Hodder başkanlığında yeniden incelenmeye başlamış. Çatalhöyük her gün yeni bir bulguyla hala insanları şaşırtmakta.

Çatalhöyük’ü anlamak için elbette Konya’daki kazı alanına gitmek gerek. Çatalhöyük, Konya’nın 52 km güneydoğusundaki Çumra ilçesinin 11 km kuzeyinde yer almakta. Ulaşım biraz zor. Eğer aracınız yoksa, Karatay Terminalinden Çumra’ya gidip oradan taksi tutmanız gerekir. Özellikle kış döneminde Çumra otobüs saatlerini iyi araştırın. Aracınız varsa Karaman’a doğru giden yoldan Çumra’ya gidip oradan tabelaları takip ederek Çatalhöyük’e varabilirsiniz. Bir diğer yol ise; Saraçoğlu Mahallesi istikametinde gidip Erler Köyüne varılıyor, Küçükköy’den  sağa dönüp 5 km gidince ören yerine varılıyor. Aynı yol üzerinden Ereğli’ye doğru giden otoyol üzerinde Hayıroğlu Köyü tabelasına kadar düz gidip oradan sağa döndükten sonra, Hayıroğlu’na kadar ulaşıp oradan yine sağa kıvrılarak kanal boyunca süreceğiniz bozuk bir yoldan Çatalhöyük tabelasını görünceye kadar yaklaşık 5 km gideceksiniz. Toz toprak bir yoldan, ama ayçiçeği tarlaları arasından yapacağınız bu yolculuktan sonra tabelayı gördüğünüz yerden sağa dönüp 2 km gidince karşınızda Çatalhöyük’ü bulacaksınız. Ören yeri 09:00’da açılıyor, kışın 17:00’de, yazın 19:00’da kapanıyor; giriş ücretsiz. Ören yeri  görevlisi Hasan Bey, ilk bilgileri size verecektir.

Ören yerinde yerleşim alanı hakkında ayrıntılı bilgi edinebilirsiniz. Ama burada yaşayanların hayatına yakından bakmak isterseniz, mutlaka Konya Arkeololji Müzesi’ne ve Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne gitmeniz gerekecek.  Konya Arkeoloji Müzesi, pazartesi hariç her gün 09:00-17:00 saatlerinde açık ve giriş ücretsiz. Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi ise, her gün 08:30-18:30 saatleri arasında gezilebilir. Çatalhöyük’ün önemini Anadolu Medeniyetleri Müzesinden de anlayabilirsiniz. Anadolu’daki uygarlıkların izlerini taşıyan Müze, (replikalardan oluşan yeni eklenmiş küçük bir Göbeklitepe kısmından sonra) Çatalhöyük ile başlıyor; Anadolu uygarlıklarının başlangıcı olarak…

Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde, Çatalhöyük’ün tipik evinin çok güzel bir canlandırması var; her şeyi anlatıyor. Ayrıca bu iki müzede de, duvar resimlerinden, evlerden çıkarılan ölülere, tanrıça figürinlerinden boncuk kolyelere Çatalhöyük’ün gündelik hayatına ışık tutan çok önemli objeleri görebilirsiniz.

Binlerce yıl öncesi diyoruz, ama milyonlarca yıllık geçmişi olan dünyamızda uygarlığın en önemli göstergesi olan yerleşik hayata geçişin ne kadar yeni olduğunu, her şeyin ne kadar kısa bir süre içinde geliştiğini de göstermekte Çatalhöyük. Öte yandan bugün farkında olmadığımız ne çok şey için, bir seramik kap, bir ipe dizilmiş sıradan boncuğun, bugünlere ulaşmamız için ne önemli adımlar olduğunu da Çatalhöyük’te anlıyorsunuz. Burada gezerken sonsuz bir zaman rüzgarının ortasından geçip gittiğinizin farkına varıyorsunuz; seramik kaba çizilen farklı bir desen bile sonrası için önemli bir işaret olarak kalabiliyor. İnsanlarsa binlerce yıldan beri sürgit işleyen bir yürüyen merdivendeymişçesine gelip geçiyorlar bu dünyadan. Ören yerinde dolaşırken binlerce yıl önce aynı yerde buraların ilk konuklarının dolaştığını, hasatın azlığına üzüldüğünü, yeni doğan çocuğa sevindiğini, burada en sevdiğini kaybettiğini ya da sevgilisine kavuştuğunu, buralarda da bir zamanlar şimdiki gibi bir hayatın devam ettiğini düşünüyor insan ve bir akıp giden döngünün sadece küçücük bir parçası olduğunu hissediyor.

Binlerce yıllık tarihin ağırlığı sinmiş gibi buralara. Onca yılın insanı, onca yılın çabası, bütün öykünün başlangıcı; düşününce insanın başı dönüyor. Çatalhöyük’ten çıkarken, sanki binlerce yılın insanı binlerce yılın diliyle fısıldaşıyordu arkamdan; ne kadar küçüksünüz, ne kadar da geçici…

Lviv Gezi Rehberi: Ukrayna Kültür Başkenti

lviv

Lviv, Ukrayna’nın son yıllarda çok turist çeken şehirlerinden ve Avrupa’nın gözde şehirleriyle yarışacak güzellikte. UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Lviv eski şehir bölgesi adeta masal şehri havasında.

Ukrayna’nın batısında yer alan Lviv Doğu Galiçya’nın başkenti olarak biliniyor. Ukraynalılar tarafından Lvov olarak adlandırılan şehirde 860,000 kişi yaşıyor. Polonya sınırına sadece 70 km uzaklıkta ve ülkenin Sovyet etkisi en az görülen bölgesi. Şehrin mimarisi, kültürü, insan yapısı daha çok bir Orta Avrupa şehrini andırıyor. Gizemli ve mimari açıdan sevimli şehir, arnavut kaldırımlı sokakları, kavrulmuş kahve kokulu kafeleri ve çıngıraklı tramvaylarıyla Ukrayna’nın diğer şehirlerinden de farklı bir ruha sahip.

Nüfusun % 88’ı Ukraynalı diğer yerleşiklerin çoğunluğu Rus ve Polonyalılar. Para birimi Ukrayna Grivnası ve Türk Lirasına göre hala değersiz gözüküyor. Ülkedeki en iyi otellerin bulunduğu Lviv’de konaklama ve yeme-içme mekanlarında yabancı dil bilen personel Ukrayna’nın diğer şehirlerine göre daha fazla. Şehrin çoğu bölgesinde wi-fi ulaşımı var.

Ülkemizde oldukça popüler olan Lviv, ziyaretçilerine, mimarisinden kültürüne, eğlence yaşamından mutfağına keyifli bir gezi sunuyor. Kiliselerin ağırlıkta olduğu tarihi binalarıyla, heykel ve anıtlarıyla mimaride, göz dolduran performansların icra edildiği tiyatro ve operalarıyla kültürde, çikolata, kahve ve bira üretimiyle gastronomide, yıl boyu 100’den fazla festivalleriyle Ukrayna’nın kültür başkenti olarak da tanımlanıyor. Tarihimizde önemli rolü olan Hürrem Sultan’ın doğum yerinin de Lviv’e yaklaşık 2 saat mesafedeki Rohatyn Kasabası olduğunu belirtelim.

Lviv kelimesi Rusça “Aslan Şehir” anlamına gelen ‘Lev’ kelimesinden türetilmiş. Neredeyse her sokağın başında, her meydanın ortasında, her tarihi yapının duvarında aslan heykeline rastlanıyor, şehirde üç binden fazla irili ufaklı aslan heykeli olduğu söyleniyor.

Şehirde birbirinden çok farklı dönemlerde yapılmış değişik mimari tarzlar görülüyor. Ukrayna’da bulunan mimari anıtların yarısından fazlası Lviv’de bulunuyormuş. Eski şehirdeki sarayların çoğu Lviv’in Polonya’nın yönetiminde olduğu 1600’lü yıllara dayanıyor ve neredeyse tamamı İtalyan mimarlar tarafından tasarlanmış. 1700’lerin sonunda Avusturya yönetimine giren Lviv’in, Svobody ve Shevchenko Bulvarları üzerindeki görkemli binaların çoğunda da Avusturya’nın etkisi bulunmaktadır.

Ukrayna’nın en ünlü ressamı, şairi ve kahramanı 1814-1861 arasında yaşayan Taras Shevchenko ismi Ukrayna’nın birçok şehrinde olduğu gibi Lviv’de de sokaklara ve caddelere verilmiş. Şairimiz Nazım Hikmet’in Ukrayna’lı şair ile hikayesini de yeri gelmişken anlatayım. Nazım Hikmet Shebchenko’nun hayranı olarak 1956’da Shevchenko Müzesi’nde üst katta sergilenen Shevchenko’nun kalemini görmek istemiş. Ancak kısa süre önce kalp ameliyatı geçirdiğinden merdivenleri çıkamamış. Müze müdürü kalemi yerinden alıp aşağı kata getirmiş. Nazım Hikmet bunun ardından “Şevçenko’nun Kalemi” adlı şiirini yazmış.

Kapısından içeri girer girmez
Şevçenko karşıladı beni
Gözlerini görür görmez
Eğildim, öptüm elini
Oturduk aynı sofrada, ekmeğini yedim
Dnepr’in suyunda yüzümü yudum
Ustam, bahtı karalığı bilirsin dedim
Arzettim memleketimin halini
Konuştuk şiir üstüne
Yüreğim gibi dedi, yana yana
Şiir düşmeli, dedi, halkın önüne
Verdi bana kalemini

Yiğidin hakkını da yiğide verelim. Lviv’in kızları inanılmaz güzel, hepsi gerçekten çekici ve çok şık görünüyor. Nüfusun büyük kısmı kadınlardan oluşuyor ve sokaklarda adeta bir podyumda geziyormuş gibiler.

Kısa Tarihi

Lvov 1256 yılında Galiçya Kralı Daniel tarafından kurulmuş ve 14. yüzyılda Polonya yönetimine girmiş. Lviv Krakow, Varşova, Gdansk ve Vilnius ile birlikte Polonya-Litvanya Ortaklığının en önemli şehirleri arasında yer almış. Polonyalılar, Yahudiler, Ukraynalılar, Almanlar yüzyıllarca beraber yaşamışlar.

1772’de şehir Habsburglar tarafından ele geçirilmiş. Avusturya döneminde Galiçya’nın başkenti Lemberg olarak biliniyormuş. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun 1918’de dağılmasının ardından şehir tekrar Polonya’ya iade edilmiş.

II. Dünya Savaşı sonunda Stalin Sovyet sınırını batıya doğru genişletmiş ve Lviv SSCB’nin bir parçası olmuş. 1991 yılında Ukrayna’nın bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte bağımsız Ukrayna Cumhuriyeti’nin kültür şehri olmuş.

Çok kültürlü yapı II. Dünya Savaşı sonrasında neredeyse tamamen sona ermiş. Almanlar, Ukraynalı milliyetçilerin de yardımıyla o sırada Lviv’in nüfusunun yaklaşık üçte biri olan Yahudilerin çoğunu öldürmüş. Nüfusun yaklaşık % 65’ini oluşturan Polonya nüfusu savaş sırasında ve savaşın sonunda, ilk önce milliyetçi terör nedeniyle, ardından Sovyet Hükümeti tarafından ülkelerine dönmek zorunda bırakılmış. Nüfusun büyük kısmını oluşturan Polonyalı ve Yahudilerin sayısı azalmış. Halen bazı eski dükkanlarda Polonya, Yidiş ve Almanca bazı yazılara rastlanılmaktadır.

Lviv’in Avrupa’ya yakınlığı ve yabancılara açıklığı nedeniyle kentin bu çok kültürlü yapısı son yıllarda yeniden canlanmaya başlamış. Bugün şehirde hemen her ülke ve dinden insan görebilirsiniz. Acılar unutulmuyor ama herkes bir şekilde yaralarını sarmayı başarmış gibi. Şehirde küçük bir Yahudi topluluğu bile varmış. Lviv’deki birçok üniversite dünyanın her yerinden gelen öğrencileriyle bu çok kültürlülüğe katkı yapmaktadır.

Euro 2012 Futbol Turnuvası düzenlenmeleri ile şehir turist dostu hale getirilmiş. Şehirdeki sokak tabelaları hem Ukraynaca hem de İngilizce.

Ulaşım

Lviv’e seyahat etmek oldukça kolay. Uçağın yanı sıra uluslararası ve ulusal tren ve otobüsler de ulaşım seçenekleri arasında.

İstanbul’dan Lviv’e THY ve Pegasus’un düzenli seferleri bulunmakta. Yolculuk 1,5 – 2 saat sürmektedir. Yolcuğunuza Kiev’den başlamak isterseniz Kiev’den (UIA, UTair Ukraine, Dniproavia) günlük 4-5 uçuş yapılmaktadır. Lviv havaalanı eski şehir merkezine sadece 7 km uzaklıkta.

Lviv Havaalanı’ndan taksi, günün saatine ve pazarlık gücünüze bağlı olarak yaklaşık 50-100 Grivna tutmaktadır. Havalimanından şehir merkezine troleybüsle ve otobüsle ulaşılabilir. 29 numaralı troleybüs 5 Grivna, 48 numaralı otobüs 7 Grivnadır. Her iki araç da 10–15 dakika arayla kalkmaktadır. Tren garına kadar giden hızlı otobüs ise 20 Grivnadır.

Lviv’e Gdansk, Kraków, Przemyśl ve Varşova gibi Polonya şehirlerinden, Moskova’dan, Prag ve Budapeşte’den uluslararası trenlerle de Lviv’e ulaşılabilir. Kiev ve Odessa ile diğer Ukrayna şehirlerinden Ukrzaliznytsia tren seferleri var. Kiev ve Lviv arasında yolculuk 9 saat süren daha ucuz trenler olduğu gibi 5 saat süren hızlı trenler de var.

Ana tren istasyonu, Lviv eski şehre kısa bir tramvay yolculuğu mesafesindedir. Merkeze 1 ve 9 numaralı tramvaylarla ulaşabilirsiniz. Biletler 5 Grivnadır ve sürücüden satın alınabilir. Uluslararası otobüslerin bir kısmı ana tren istasyonunda da durmaktadır.

Lviv’de eski şehirde birçok yer yürüme mesafesindedir. Lviv’de tramvay, otobüs ve matruşkalar ile şehir içi ulaşım sağlanabilir. Uzak bir yere örneğin Lychakiv Mezarlığı’na gitmek istiyorsanız tramvay kullanabilirsiniz. Biletler sürücüden ve gazete büfelerinden alınabilir, tek yönlü bilet ücreti 5 Grivnadır. Sırt çantasından daha büyük bir bagaj taşıyorsanız, bunun için ikinci bir bilet almanız gerekecektir. Ceza ödememek için tramvaya binince biletlerinizi onaylatmanız gerekir. Her an bilet kontrolü ile karşılaşılabilir.

Matruşkalar 5 Grivna ve bizdeki dolmuşlar gibi bir zaman çizelgesi olmadan belirlenmiş rota izlerler. Binmek için marşrutka yaklaşırken elinizi kaldırın ve inmek istediğinizde de sürücüden durmasını isteyin, en yakın otobüs durağında durabilirler.

Uygun fiyatlı taksi için Uber veya Ukraynalı Uklon uygulamasını indirebilirsiniz. Bunlar Lviv’de çok yaygın olarak kullanılıyor, şehirdeki herhangi bir yere yaklaşık 40 – 60 Grivna civarı gidebilirsiniz. Şehirde diğer taksilerde taksimetre yoksa mutlaka binmeden pazarlık yapın.

Turist otobüsleri ve Chudo Train isimli turistik treni de şehir turlarında kullanabilirsiniz. Kulaklıkla verilen rehberlik hizmetlerinde Türkçe dinleme şansınız da bulunmaktadır. Otobüsler 150 Grivna, 40 dakika süren tren yolculuğu için de tur ücreti 110 Gravni idi bizim bulunduğumuz Ağustos/2019’da.

Konaklama

Ukrayna’daki en çok konaklama yerine sahip şehir Lviv fiyat ve kalite açısından da geniş bir yelpazede seçenek sunuyor. Booking.com veya Airbnb.comdaki seçeneklere göz atmanız yeterli olacaktır. Eğlenceden uzak kalmamak ve gezilecek noktalara yakın olmak için Rynok Meydanı yakınlarında kalmanız önerilir.

Lviv’deki en eski ve prestijli, ünlü kişilerin de kaldığı George Hotel 1901’de açılmış. Otel, eski kentte Shevchenko Bulvarı’na açılan Mickiewicz Meydanı’nda bulunuyor. Bu kalitede tarihi bir otelin çok pahalı olacağı düşünülse de Avrupa’daki benzer otellere göre daha uygun fiyatlı. Popüler Glory Cafe de George Hotel’in altında bulunuyor.

Nobilis Otel, Mykhailo Hrushevskyi Meydanı’nın karşısındaki Shevchenko Bulvarı üzerinde bulunan muhteşem 5 yıldızlı bir otel. Hotel Atlas Deluxe, Nobilis Hotel’in hemen sağ tarafında bulunmakta ve Shevchenko Bulvarı’nın sonundaki döner kavşağa bakmaktadır. Grand Hotel Lviv Luxury and Spa, merkezde ve tarihi bir binada bulunmaktadır, içi çok modern yenilenmiş. Ibis Styles Lviv Center, eski şehir ve Shevchenko Bulvarı’na yürüyüş mesafesinde ve iyi bir konumdadır. Luxovski Apartment ve Avenue Apartment daire isteyenler için mükemmel fiyat ve konuma sahipler.

Gezelim Görelim

Şehirdeki üç ilginç anıtla şehri tanımaya başlayalım. Lviv Üniversitesi Coğrafya Fakültesi’nin arka bahçesine yerleştirilmiş insan boyunda dev bir çanta olan Sırtçantası Anıtı dünyada sırt çantasına adanmış ilk anıt. Bu heykel farklı ülkelerden ve kuşaklardan insanların birliğini sembolize ediyor. Baca temizleyicisi, “House of Legends” adlı restoranın çatısında oturan şapkası kolunun altında bir adam heykeli. Üzerinden bozuk para atmayı başarırsanız, gelecek yılınız neşe ve mutluluk dolu olacakmış!

Çok tuhaf bir balık heykeli olan Gülen Balık Heykeli Virmenska Caddesi’nde bulunmaktadır. Heykeltraşına göre heykel yerli halkı ve turistleri daha çok gülümsemeye teşvik etmeli. Çünkü artık günümüzde böyle samimi bir gülüş çok nadir görülüyor. Geldiğinizde bu gülümsemeyi bulamayabilirsiniz çünkü sanatçı her 4-5 yılda bir heykeli yeniden yapıyormuş.

Tarihin tasarımla, kültürün romantizmle, sakinliğin eğlenceyle buluştuğu bu şehri biraz daha ayrıntılı gezip görelim ne dersiniz!

Eski Şehir-Old Town

Old Town yani eski şehir bölgesi oldukça küçük ve hemen hemen tüm turistik mekanlar birbirinden 5-10 dakikalık bir yürüyüş mesafesinde. Bu bölge aynı zamanda çok hareketli ve renkli. Dolaşırken binalara, heykellere, kafelere, parke taşlı sokaklara ve sokak yaşamına hayran kalmamak mümkün değil. Etrafta birçok kafe, şarap barı ve restoran var.

Rynok’un kuzeyindeki Krakivska Caddesi’yle birleşen Halytska Caddesi buradaki ana caddelerden biridir. En turistik cadde olan Serbska Caddesi’nde de Lviv Handmade Chocolate dahil olmak üzere ilginç barlar ve kafeler bulunuyor. Bir diğer önemli cadde olan Virmenska Caddesi’nde ilginç duvar resimleri ve heykeller var. Bölgedeki gezeceğimiz ilk yer şehrin kalbi ve 500 yıldır Lviv’in siyasal, kültürel, kamusal merkezi olan Lviv Gezi Rynok Meydanı olacak.

Pazar Meydanı-Ploshcha Rynok

Lviv eski şehir, 1998 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesine dahil edildi. Tarihi Pazar Meydanı eski şehrin tam merkezinde bulunuyor. Meydanda 1527 yılındaki büyük yangında zarar gören şehirden geriye kalan yapılar da bulunmaktadır. Bu binaları değerli kılan ise şu anda kente hakim olan Rönesans stilinin aksine Gotik tarzda inşa edilmiş olmalarıdır. Kentin en güzel binalarına ve anıtlarına sahip olan meydan yangının ardından yeniden inşa edilmiş. Burada dört yüzyıl (16-20. yüzyıl) boyunca yapılan çeşitli sanat ve mimari tarzı temsil eden 45 yapı bulunmaktadır. Çoğu üç veya dört katlı binalar olup her katta üç pencerenin meydana baktığı yapılardır. Neden sadece üç pencere meydana bakıyor sorusunun cevabı ise, bir katta sadece üç pencere olursa vergi ödenmemesi. Dört veya daha fazla penceresi olan binaların sahiplerinin zengin olduğu böylece anlaşılıyormuş! Evlerin birçoğu hala ikametgah olarak kullanılıyor, bazıları müze, sanat galerisi ve kafe haline dönüştürülmüş.

Lviv’de yaşam bu meydanın etrafında dönmekte. Kafe ve restoranlarla dolu olan meydan, müzik ve dans ile her an hareketli. Meydan aynı zamanda pazar yeri, sosyal olaylar ve kutlamalar için bir toplanma alanı olarak da kullanılıyor. Rynok Meydanı, insan kalabalıklarının ve sokak sanatçılarının ortaya çıktığı, güzel havanın tadının çıkarıldığı, açık havada şarkı söylenip dans edildiği özellikle yaz gecelerinde çok güzel ve canlı oluyor.

Rynok Meydanı’ndaki önemli yapıları daha yakından tanıyalım.

Belediye Binası – Ratusha

Pazar Meydanı’ndaki ikonik yapıların en ünlüsü olan Belediye Binası ilk olarak 1357’de ahşap olarak inşa edilmiş ve kısa süre sonra 1381’de yanmış. Yangından sonra belediye binasını taştan yapmayı tercih etmişler.

Orta Çağ’ın sonunda, Lviv belediye binası eklektik bir bina topluluğu görünümündeymiş. Binanın orta kısmı, 14. yüzyıldan kalma en eski kısmıymış. Batı kısmı 1491-1504 yıllarında inşa edilmiş. Kompozisyonun en önemli özelliği şehrin en yüksek kulesinin olması.

İnşa edildiği dönemde kent sakinlerinin “Çirkin Baca” lakabı taktıkları belediye binasının girişindeki Lviv’in sembolü olan aslan heykelleri ve saat kulesi en çok ilgiyi çeken kısmını oluşturuyor. Şehrin en iyi manzaralarından birini görebileceğiniz 65 metre yüksekliğindeki kuleye çıkabilirsiniz. Harika şehir manzarası için bilet gişesine kadar 103 basamak sonrasında da kulenin tepesine 305 basamak daha çıkmak gerektiğini hatırlatalım.

1852’de Viyana’da yapılan ve şimdiye kadar Lviv sakinlerine zamanı gösteren kule saatinin yanı sıra kule çatısında her saat başında çalan bir büyük ve her çeyrek saatte çalan bir küçük iki çan bulunuyor. Büyük çan üzerindeki Almanca “İyi uykular, sizi uyandıracağız” yazıyormuş.

Eskiden bu kuleye sadece keşişlerin çıkmasına izin veriliyormuş. Orta Çağ batıl inançlarına göre şeytanın saate yerleşebileceği ve sadece keşişlerin saatin doğru zamanın gösterilmesini sağlayabileceğine dair bir inanış varmış. Binada ayrıca öğlen, binanın güney tarafındaki balkonlardan borazan çalınıyor. Kule, Salı Cuma 10:00-17:00, cumartesi-pazar 11:00-19:00 arası açık ve pazartesi günleri kapalıdır. Bilet ücreti 5 Grivna’dır.

Bandinelli Sarayı-Lviv Tarih Müzesi–Palazzo Bandinelli

Bu güzel bina 16 ve 17. yüzyıllarda Floransalı Roberto Bandinelli’ye ev sahipliği yapmış. Bandinelli, şehri Avrupa ülkeleri ile posta ve düzenli kurye hizmetiyle tanıştırdığından Lviv sakinleri için çok önemli bir figür.

Bina şu anda eski dönem iç mekanlarına, yüksek ve fevkalade şık oyma tavanlara, Floransalı mobilyalara, seramiklere ve duvar halılarına hayranlık duyacağınız Lviv Tarih Müzesi’nin bir şubesine ev sahipliği yapıyor.

Kara Konak-–Lviv Tarih Müzesi – Black House

Meydandaki 4 Numaralı siyah taş bina şehrin dikkat çeken binalarından biri. Cephedeki bir dilenciyle yağmurluğunu paylaşan Aziz Martin figürü, aziz figürleri ve Madonna figürü binada özel bir etki yaratmaktadır. Kum taşından yapıldığından rüzgar ve yağmurun etkisiyle zamanla kararmış. 

Bu ilginç bina günümüzde, Lviv Tarih Müzesinin Rynok Meydanı’nda bulunan dört şubesinden birine ev sahipliği yapmaktadır. Müzede Ukrayna’nın kanlı savaşları, direniş hareketleri ve Yahudi Soykırımıyla ilgili rölyeflerle Sovyet nostalji bölümü (eski TV’ler, propaganda posterleri) ve batı Ukrayna’nın 20. Yüzyıldaki çalkantılı dönemine ilişkin eserler yer alıyor. Müzedeki son odada, Sovyetler Birliğinin ölüm kamplarındaki Ukraynalılar, Orange ve Maydan devrimleri ele alınmaktadır.

Kornyakt Sarayı-Lviv Tarih Müzesi

*gpsmycity.com

Lviv Belediye Binası’nın sağındaki bina, Ukrayna’daki 16. yüzyıla ait sivil Rönesans mimarisinin en önemli yapılarından biri olan Korniakt Evidir. Lviv Tarih Müzesi’nin ana koluna ev sahipliği yapıyor.

Kostyantyn Korniakt, 1569’da Lviv’e yerleşmiş ve Rynok Meydanı’yla Fedorova Sokağı’nın bir köşesine geç Rönesans tarzında, üç sıra logo ile çevrelenen, güzel bir avlusu olan bir saray inşa ettirmiş. O zamanlar şehirdeki topraklar pahalı olduğundan, her biri üç pencereli dar bir cepheye sahip olan ve ortada avlularla arkaya doğru uzanan binalar yapılmaktaymış. Korniakt, her katta altı pencereli bir yapı inşa edilmesi için kraliyet izni almış. Binanın muhteşem bir avlusu var ve 16. yüzyılda Ukrayna’da İtalyan avlusu olan tek yer burasıdır.

Kostyantyn Korniakt 1603’te öldükten sonra torunları evi 1623’te Discalced Carmelite dini grubuna satmış. Ev 1640’ta geleceğin Polonya kralı olan Rzecz Pospolita Jan III Sobieski’nin babası Jakub Sobieski tarafından satın alınmış. III. Jan’ın taç giymesiyle bina “Kraliyet Evi” olmuş. 22 Aralık 1686’da Polonya ve Rusya’nın Ukrayna’yı parçalara bölen anlaşmayı imzaladıkları yer de bu konak.

Jan Sobieski, 1683’te Viyana yakınlarında Türk ordusunu yenerek, Avrupa tarihinde önemli bir rol oynamış. Savaş, Orta Avrupa krallıkları ile Osmanlı Devleti arasındaki 300 yıllık mücadelede dönüm noktası olmuş. Lviv’de kahve kültürünün başlamasıyla ilgili şöyle de bir hikaye anlatılmakta. Savaştan sonra, Avusturyalılar terk edilmiş Türk kampında kahve poşeti bulmuşlar. Bu kahveleri kullanarak, Franciszek Kulczycki adlı bir Ukraynalı, Viyana’daki ilk kahveyi açmış. Hikayeye göre, acı kahveyi tatlandırmak için buna süt ve bal eklemiş ve böylece kapuçinoyu da icat etmiş! Rivayet bu, doğruluğunu bilemem.

Evin son sahipleri olan Lubomirski’ler 1908 yılında belediyeye satmış ve “III. Jan Ulusal Müzesi” açılmış. 1940 yılında müze, Rynok Meydanı’ndaki 4 numaralı binadaki Lviv Tarih Müzesi ile birleştirilmiş ve bugünkü adını almış. Halen, dört mimari anıtta bulunan müze, tamamı 16-18. yüzyıllardan kalma 300.000’in üzerinde esere ev sahipliği yapıyor. Korniakt Saray Müzesi’ndeki önemli sergiler arasında Avrupa ülkelerinden gelen mücevherler, askeri onur madalyaları, Ukrayna Hetmanlarının (Kazak liderleri) portreleri ve ilk olarak Ukrayna’da Ivan Fedorov tarafından basılmış kitaplar bulunmaktadır.

Çok sayıda restorasyona rağmen ev neredeyse hiç değişmemiş. 17. yüzyıldan kalma kral figürleri ve şövalyelerle zengin bir cephesi olan yapı, olağanüstü bir güzellik ve uyum içindedir. Giriş katındaki iyi şekilde korunmuş Gotik Salonda, Lviv’deki tek Gotik anıt ve 15. yüzyıla ait evden kalanlar sergilenmektedir.

Müze hafta boyunca 10:00 – 20:00 arası açık, cumartesi-pazar günleri kafede 16:00-18:00 arası caz konserleri ve klasik müzik performansları gibi canlı müzik de yapılmaktadır. Burası hafta sonları çok yoğun olduğu için önceden rezervasyon yaptırmanızı tavsiye ederim.

Lubomirski Sarayı-Lviv Furniture and China Museum

www.lia.lvivcenter

10 numaralı binadaki Saray 1760’larda inşasından sonra pek çok kez yeniden yapıldığından orijinal mimarisinden geriye pek bir şey kalmamış. Uzun yıllar asil bir aile olan Lubomirski’ler bu binada yaşamış. Bina bir süre Galiçya yönetimine ev sahipliği yapmış ve 19. yüzyılda bir Ukrayna organizasyonu olan “Prosvita” adlı kuruluşa geçmiş. 30 Haziran 1941’de bir grup Ukrayna kamu görevlisi binanın balkonundan “Act of the Renewal of Ukrainian State” bildirisini açıklamış.

Lviv’in en iyi barok sivil binaları arasında sayılan Saray, 18. yüzyıl mimarisinin en değerli anıtı olarak kabul edilmektedir. Günümüzde bu antik Saray, Mobilya ve Çin Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor.

Massarivska Sarayı-Lviv Tarih Müzesi

www.lonelyplanet.com

Meydanın 24 numaralı binasındaki Lviv Tarih Müzesi’nin bu şubesi, “Eskiçağ Ukrayna Tarihi ve Arkeoloji Bölümü”ne ev sahipliği yapmaktadır. 16. yüzyılda meşhur Scholz ailesine ait olan bina daha sonra İtalyan Antonio Massari tarafından alınmış. 1946 yılında da Tarih Müzesi yapılmış. Massarivska Sarayı, 1527’de çıkan bir yangından sonra Rönesans tarzında yeniden inşa edilmiş. 

Müzede Galiçya zamanından başlayan erken kültürlerden 16. yüzyılda baskı makinesinin gelmesine kadar ki döneme ilişkin sergiler bulunmaktadır. Önemli sergiler arasında Karpat Kurhan kültürüne ait bölgenin Romalılar ile bağlantısı olduğunu kanıtlayan 2. yüzyıldan kalma camlar, İskit altınları ve silahları, 18. yüzyıldan kalma Lviv’in panoraması, Khmelnitski ve Kazaklar hakkında bir bölüm ve Ukrayna’da (Lviv’de) basılan ilk kitap olan Apostle’nin kopyaları ve Ostroh İncil’i (kutsal kitabın Ukraynaca’ya ilk çevirisi) sayılabilir. Daha önce Belediye Binası’nda bulunan rüzgar gülü de buraya getirilmiş. Bu rüzgar gülünün çatıdan sadece büyük felaketlerin arifesinde düştüğü söyleniyormuş ve son defa belediye binasıyla birlikte aşağı düşmüş. Müze perşembe-salı 10.00-17.30 arası açık olup 10 Grivna, turlar 40 Grivnadır.

Gepnerivska Taş Binası

www.lia.lvivcenter.org

Meydandaki 28 numaralı bina 1610 yılında yapılmış. 17. yüzyılda Rönesans tarzındaki restorasyonundan bu yana orijinal görünümünü koruyan bina bugün Lviv’in Rönesans mimarisinin en güzel örneklerinden biri. Binanın pencerelerinin yanına Latin harfleriyle ahlaki öğretiler yazılarak dekore edilmiş.

Binanın bugün bulunduğu yerde Kazak lider Ivan Pidkova kafasının kesilerek idam edileceği günü beklemiş. Bu cüretkar lider, Türklerin Moldova’yla olan siyasi meselelerine müdahale etmiş ve padişah da Polonyalı kralına onun tutuklanmasını ve infaz edilmesini şart koşmuş ve Kazak lider idam edilmiş.

Mum Fabrikası – 45 Numaralı Bina

www.lia.lvivcenter.org

1803 yapımı binanın dış yüzü belki de şehirdeki imparatorluk tarzının en iyi örneğidir. 20. Yüzyılın başlarında burada mum ve balmumu eşya üretimiyle ilgili Galiçya’da tek olan bir fabrika varmış. Bugün bohem sanatçıların buluşma yeri, şehrin meşhur restoranı “Atlas” bahçe katında bulunuyor.

Meydandaki Çeşmeler

Meydanın köşelerindeki dört çeşme, antik Yunan tanrılarının 18. yüzyıl heykelleri ile dekore edilmiş.

Av, hayvanlar tanrıçası Diana, denizlerin yöneticisi Neptün, denizlerin kraliçesi Amphitrite, arzunun ve yakışıklılığın güzel tanrısı Adonis. Meydanın güneydoğusunda Diana çeşmesi bulunmaktadır.

Adonis Çeşmesi’nin kırmızı ve siyah taşlarla çerçevelenmiş bir havuzu var. Çeşmenin merkezinde Adonis, yanında bir köpekle bir domuzu öldürmektedir.

Güneybatıdaki Neptün Çeşmesi’nin merkezinde Neptün bir yunusla birliktedir. Lviv sakinleri bu dört çeşmeden Neptün’e farklı bir ilgi gösteriyorlarmış. Yaz festivallerinin veya büyük şehir kutlamalarının birinde Lviv’i ziyaret ederseniz, giyinmiş bir Neptün ile karşılaşabilirsiniz.

Meydanın kuzeybatısında da Amphitrite Çeşmesi bulunmaktadır.

Lviv Kahve Üreticisi- Lviv Coffee Manufacture

Kentin en iyi kahvelerini bulabileceğiniz Lviv Kahve Üreticisi Rynok Meydanı’nda hizmet vermektedir. 2012 yılında açılan dükkânın kahve çeşitleri de çok zengin. Hem bahçesi hem de mahzenleri olan yer kahve sevenlerin görülecek yerler listesinde mutlaka yer almalı.

Lezzetli ürünlerinin geçmişini ve kültürünü tüketicilere aktarmayı amaçlayan tesiste düzenlenen eğitimlere katılıp, sertifikalı bir kahve uzmanı bile olabilirsiniz.

Eczacılık Müzesi 

Eczacılık Müzesi, orduda eczacı olarak görev yapan Wilhelm Natorp tarafından 1735’de askeri eczane olarak açılmış. Eczacılık aletleri, reçeteler ve ilaçlar gibi 2000’den fazla malzemeyle eğlenceli ve eğitici bir müze olan Eczacılık Tarihi Müzesi 1966 yılında bu binada açılmıştır. İyi korunmuş dekoruyla dikkat çeken 700 metrekareyi aşkın müzenin 16 odası, eczacılıkla ilgili kitapların bulunduğu bir kütüphanesi ve simya laboratuvarı bulunuyor.

Aromatik amforalar, havanlar, teraziler, hap işleme makineleri ve II. Dünya Savaşı öncesi Lviv ilaçlarının sergilendiği odaları, tıbbi temalar hakkında birçok sergi bulunmaktadır. Drukarska Caddesi 2 numaradaki Müze Pazartesi-Cuma 09:00-19:00, hafta sonu 10:00-17:00 arası açıktır.

Lviv Çikolata Fabrikası

Lviv’in tarihi merkezinde yer alan Çikolata Fabrikası (Serbskaya Caddesi, 3), kentin ilgi çekici yerlerinden biridir. Orta Çağ’dan beri lezzetli şekerlemeleriyle tanınan Lviv Çikolata Fabrikası, el yapımı ürünleriyle gastronomi meraklılarının ve çikolata tutkunlarının ilgisini çekiyor.

Cam duvarlardan çikolatanın şekere, farklı şekillere, figürlere nasıl dönüştüğünü görebilirsiniz. Dükkanın duvarlarında çikolatanın ve dolumların detaylı tanıtımını içeren büyük resimler görebilirsiniz.

Lviv Ermeni Katedrali

Çoğunlukla Ermenilerin yaşadığı bölgedeki şehrin olmazsa olmazlarından Ermeni Katedrali Lviv gezilecek yerler listesindeki en özgün mekanlardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Ermeniler Ukrayna’ya yerleşmiş en eski topluluklardan. Lviv, Kiev, Kamyonets-Podilsky ve Crimea’da büyük koloniler halinde izlerine rastlanmaktadır. Tüccar ve zanaatkar olarak toplumda önemli yer edinmişler, tercümanlık ve kuyumculuk mesleği yüzlerce yıl bu grup eliyle yürütülmüş. Lviv Ermeni topluluğu kendi okulunu, basım evini kurmuş ve önemli kişiler yetiştirmiş. İşte Doğu kültüründen izler taşıyan Ermeni Katedrali de bir Ermeni tüccarı tarafından 1363 yılında inşa ettirilmiş.

Lviv’deki katedralin Kars Ani’deki katedralden esinlendiği belirtiliyor. Geç Barok tarzı unsurlarla süslenen Katedralin içi de son derece güzel mozaiklerle ve duvar resimleriyle dekore edilmiş. Bunlardan en etkileyici olanlar ise kubbenin altına yerleştirilen “Trinity” kompozisyonu ve 1925-1929 yıllarına ait orijinal modern resimlerdir. Sovyet döneminde kapatılan Katedral, günümüzde Ermeni topluluğu tarafından kullanılmaya devam ediyor.

Sakin Katedral avlusu, karmaşık Kafkas detaylarıyla süslenmiş kemerli geçitler ve binalardan oluşan bir labirenti gezmeye hazır olun. Virmenska Caddesi, 7 adresindeki Katedral, 10:00-17:30 saatleri arasında açıktır.

Transfiguration Kilisesi


*www.enacademik.com

Ermeni Katedrali’nin hemen batısındaki Krakivs’ka Caddesi 21 numaradaki bakır kubbeli uzun kilise. Teslis papazları manastırının bir parçası olan 1703 yapımı eski Kutsal Trinity kilisesinin bulunduğu alana 1783 yılında inşa edilmiştir. Kapanmasından sonra binalar üniversite ve kütüphaneye verilmiş. 1848’deki devrimci olaylar sırasında bunların hepsi yanmış. Bina kalıntıları Ukrayna topluluğuna geçmiş ve 1875 yılında yeni bir kilisenin inşasına başlanmış.

1991’de Ukrayna’nın bağımsızlığından sonra Yunan Katolikliğine geri verilen şehirdeki ilk kilise olmuş. Bu Yunan Katolik kilisesi dışarıdan basit görünüyor, ancak içi açık, havadar renkleri ve altın ikonostasisi ve yüksek kubbesi ile dikkat çekici.

Dominikan Katedrali ve Manastırı

Ermeni Caddesi’nin kuzeyinde Dominikan Katedrali ve Manastırı’nın önündeki meydana ulaşılıyor. Muzeina Meydanı 1 numaradaki katedral Dominikan Tarikatı üyelerinin kente geldiği 13. yüzyılda ahşap kullanılarak gotik tarzında inşa edilmiş.

Eski Kent’in ilk yapılarından biri olan tarihi bina büyük yangın sırasında tahrip olmuş. Günümüzdeki görünümüne 1792-1798 arasındaki restorasyon sonucunda kazanmış. İç dizaynında da birçok sanatçı görev almış. II. Dünya Savaşından sonra, bina bir depo ve daha sonra Din ve Ateizm Müzesi olarak hizmet vermiş. Şimdi yine ibadethane olarak kullanılmaktadır.

Etkileyici geç Barok tarzı tapınak, Dominikan tarikatı için inşa edildiğinden onların adını taşıyor. Dominik Katedrali’nin büyük bir kubbesi var. İç mekanda son dönem barok yapıların karakteristik özelliği sade bir ortam var. Kilisenin girişinde Galiçya valisi F.Gauger’e ve sanatçı A.Grotger’e ait olan heykeller bulunmaktadır.

Din Tarihi Müzesi

Dominik Katedrali’nin girişinin solunda binaya bağlı olan yapı, aslında Sovyet döneminde ateizme adanmış olan Dini Tarih Müzesidir. Sergi şu anda Ukrayna’da aktif olan tüm dinlerle ilgilidir ve 1580’de basılan Eski Slav Kilisesi’nin ilk çevirilerinden biri olan Ostroh İncil’de burada bulunmaktadır.

Royal Armoury-Arsenal and Ivan Fedorov Statue

Doğuya doğru biraz yürüdüğünüzde elinde kitap tutan bir keşiş heykeli göreceğiniz bir meydana ulaşırsınız. Bu keşiş, 16. yüzyılda Ukrayna’ya baskı makinasını ilk getiren I. Federov’dur. Moskova’da doğan Federov 1572’de bir matbaa açmak için Lviv’e gelmiş. İncil’i ve diğer pek çok kitabı burada basmış. Bu meydanda eski kitaplar ve II. Dünya Savaşı hatıralarının satıldığı bir pazar kurulmaktadır.

City Arsenal (Weaponry Museum)

Şehir Arsenali, şehrin dış surlarının bir parçası olan ve 1554-1556 yıllarında Rönesans askeri mimarisi tarzında inşa edilen büyük bir yapıdır. Silah Müzesi günümüzde Lviv’deki üç tarihi binadan en eskisi olan bu binada yer almaktadır.

www.gpsmycity.com

Müze, 30’dan fazla ülkeden ve tarihi 10. yüzyıla kadar giden eski binlerce askeri malzemelere sahiptir. Silahların üretildiği bir fabrika, bıçaklar, hançerler, kılıçlar, süvari kılıçları, epe kılıçları, yatağanlar, baltalar, halterler, gürzler, diğer tüm ateş ve savunma silahları, zırh takımları ve çeşitli toplar sergilenmektedir. Koleksiyonun öne çıkan en önemli sergisi, “Zülfikar”, çift bıçaklı 17. yüzyıldan kalma Doğu tipi bir kılıçtır. Pidvalna Caddesi, 5 adresindeki Arsenal Müzesi, çarşamba günleri hariç her gün yaz aylarında 10:00-17:30, kış aylarında 10:00-16:30 arası açıktır. Fotoğraf ve video çekimleri için ek ücret alınmaktadır.

Assumption Kilisesi

Lviv’in doğusundaki savunma duvarları ve Rynok Meydanı arasında Rutenya bölümünün merkezinde Assumption Kilisesi var. Pidvalna Caddesi 9 numarada Rönesans mimari tarzındaki kilise, 1592 yılında Çar I. Feodor tarafından yapılan bağışlarla, daha önce 3 kilisenin yandığı bir yer üzerine inşa edilmiş.

Assumption Kilisesi’nin kuzey duvarının bir tarafına bitişik, küçük ama görkemli Üç Aziz Şapeli bulunuyor. Kilise renkli vitray pencerelerle ve karmaşık bir altın ikonostasiyle süslenmiştir. Rus Çarının yaptığı önemli bağışların anısına iki başlı bir Rus kartalı görüntüsüne kilisede yer verilmiştir.


1572-1578 yıllarında Assumption Kilisesi’nin çan kulesi olarak inşa edilen Korniakt Kulesi, kuşatma ve itfaiyeciler için bir savunma kulesi olarak hizmet etmiş. Ne yazık ki bu kuleye çıkılamıyor.

Aziz Meryem Roma Katolik Kilisesi

Şu an Yunan Katolik Kilisesi olan Eski Roma Katolik Kilisesi, Lviv’in en eski Hristiyan kiliselerinden biridir. Geç Orta Çağ’da Alman kolonistler tarafından kurulmuş. 13. yüzyılda ilk ahşap kiliseden sonra 1350’li yıllarda taş bir Roma Katolik Kilisesi yapılmış. 17 ve 18. yüzyıllarda restore edilen Kilisede Neo-Roma unsurları kullanılmış.

Aziz Michael Kilisesi

www.lia.lvivcenter.org

Tepedeki bu büyük kilise, 17. yüzyıl İtalyan mimarlarının eseridir. Bir zamanlar Türklere ve Tatarlara karşı savunma amacıyla yapılmış müstahkem bir manastır kilisesidir. Tavandaki freskler çok güzeldir. Kiliseye, Assumption Kilisesi’nin karşısındaki caddeden 2 dakika yürüyerek ulaşılabilir.

Altın Gül Sinagogu

lonelyplanet.com

Ukrayna’daki en eski sinagog olan Golden Rose Sinagogu’nun kalıntıları, eski şehirde Staroievreiska Caddesi’nde bulunmaktadır. 16. yüzyılın sonlarında yapılan Altın Gül Sinagogu 1941’de Nazi işgalcileri tarafından diğer sinagoglarla birlikte yıkılmış. Bugün sadece temeli ve kalan bir duvarı görülebiliyor. Bölgeye daha yakın tarihlerde Holokost sırasında ölenler için yeni ve çok görkemli bir anıt yapıldığından oldukça hareketli bir yere dönüşmüş.

Boim Şapeli

Latin Katedrali’nin hemen yanında yer alan bu küçük Şapel, Macar tüccar Georgy Boim’in isteği üzerine 1609 yılında başlatılmış. Tüccarın oğlu Pawel Boim’in gözetiminde inşaat 1615’de tamamlanmış.

Boim ailesinin 14 üyesinin ebedi ikametgahı olan mezar şapelinin kararmış cephesi görkemli bir şekilde yapılmış. Kubbenin tepesinde bir eliyle başını tutarak oturan, kederli bir İsa heykeli var.

Şapelin içinde ise Boim ailesi üyelerinin minyatür görünümleri, İncil’den kabartmalar ve heykeller kullanılarak adeta baş döndürücü bir yer yapılmış. Şapelin içine girmek için ücret ödenmesi gerekiyor.

Latin Katedrali-Cathedral Basilica of the Assumption of the Blessed Mary

Lviv

Rynok Meydanı’nın güneybatı köşesindeki Latin Katedralinin tamamlanması 1360’dan başlayarak, 1481’e kadar yaklaşık 120 yıl sürmüş. Bu Roma Katolik Katedrali Lviv’de kalan tek Gotik Katedraldir ve Çan Kulesi kentin silüetine hakim durumdadır.

Ülke tarihi için birçok önemli siyasi olaya ev sahipliği yapan Latin Katedralinin mabedi ve sunağı yaşadığı onca felakete rağmen günümüze kadar bozulmadan gelebilmiş. Katedral, büyük yangının ardından Barok tarzında yeniden inşa edilmiş. Dış cephesi Gotik tarzındadır. Günümüzde ibadete açık olan Katedral, Lviv’in en etkileyici kiliselerinden biridir. Katedralin dışında 2001’de Lviv’e yaptığı ziyareti anmak için yapılan Papa II. John Paul’ün bir rölyefini görebilirsiniz.

St. Peter and Paul Church-Former Jesuit Latin Cathedral

*lia.lvivcenter.com

Rynok Meydanı’nın güneybatı köşesinde Latin Katedrali’nin yakınlarındaki küçük, şirin bir meydanda bulunan Aziz Peter ve Paul Katedrali bulunmaktadır. Lviv’in en etkileyici Cizvit Roma Katolik kilisesi şehir merkezindeki ilk barok yapıdır. Sovyet yıllarında kitap deposu olarak kullanılmış ve en son 2011 yılında restore edilmiş.

Bernardine Kilisesi Manastırı

Rynok Meydanı’nın güneyinde yer alan, bir Kilise ve Manastırı içeren kompleks olan Bernardine Kilisesi, surların hemen dışında ve Orta Çağ’dan kalma bir katedralin yerine 17. yüzyılda inşa edilmiş. Galiçya şehir kapıları ile Kraliyet kalesi arasındaki üçgen boşluk Bernardine denilen bu güçlü garnizonun temelini oluşturur. İnşa edildiğinde etrafı güçlü taş duvarlarla, Hlyniany Kapısı ve bir kuleyle çevrilidir. 1600-1630 yıllarında yapılan Kilise ilk önce ahşaptan yapılmış ve 1738-1740 yıllarında kesme taştan yeniden inşa edilmiş.

Mimarisinde Rönesans ve Barok stilleri kullanılmıştır. Özellikle kilisenin en görkemli ve en çarpıcı bölümü olan barok iç kısmı, Bernardine Manastırı’nın bir parçası olan 17. yüzyıldan kalma Roma Katolik Kilisesi St Andrew Kilisesi’ne aittir. Kilisenin iç kısmını süsleyen heykeller, oyma sunaklar ve freskler olağanüstüdür. Melek yüzlü çocuklarla doldurulmuş ve ışıklar saçan iç cephe, titizlikle ve eski ihtişamıyla restore edilmiştir. Burası yerel halkın ibadet ettiği Pazar günleri dışında turistlerle doludur.

Hlyniany Kapısı

*gpsmycity.com

Bernardine Kilisesi’nin hemen arkasında, şehri saldırılara karşı korumak amacıyla yapılan surlar vardır. Hlyniany kapısından geçip hendeğin üstünde yürüyebilirsiniz. Burada 16. yüzyıla geri adım atmış gibi hissedeceksiniz.

King Danylo Halytskyi Heykeli

*gpsmycity.com

Bernardine Kilisesi’nin aşağısındaki sokakta Lviv’i kuran adam kişinin anıtı bulunmaktadır. Danylo Halytskyi (1201 – 1264) kraliyet tacı için savaşmış, Polonya, Macaristan’dan gelen tehditlere karşı mücadele etmiş ve Moğollara karşı savunmuştur şehri. 1256’da Lviv’i kurmuş ve buranın adı oğlu Lev’in ismini almış.

Özgürlük Bulvarı-Prospekt Svobody (Liberty)

Eski şehrin batı kenarı, etkileyici binaların sıralandığı park ve anıtların bulunduğu büyük bir bulvar olan Svobody Bulvarı ile çevrilidir. Yaz aylarında, bu geniş bulvarın ortasındaki geniş kaldırım Lviv hayatının merkezi haline geliyormuş. Park şeridi boyunca yerel halk, çocuklarını gezdiriyor, akülü arabalar kiralanarak çocuklar eğlendiriliyor, temiz hava almak isteyenler banklarda oturuyor ve düğün konvoyları özellikle Cumartesi günleri fotoğraf çekme yarışına giriyormuş. Aynı zamanda açık havada satranç turnuvaları yaptığı bir mekan oluyormuş.

Cadde, güney ucundaki Mickiewicz Meydanı’ndan kuzey ucundaki Opera Binasına kadar uzanmaktadır. Büyük Avrupa şairlerinden biri olarak kabul edilen Polonya’lı milli şair Adam Mickiewicz’in heykeli, Svobody Bulvarı’nın güney ucundaki bu meydanı kaplamaktadır. Mickiewicz, 1798–1855 yılları arasında yaşamıştır.

Ukrayna’nın en büyük milliyetçi yazarı olan Taras Shevchenko’nun devasa heykeli, Svobody Bulvarının ortasında yükseliyor. Bu heykel, Arjantin’deki Ukrayna diasporasından Lviv halkına hediye edilmiş.

Etnografya, Sanat ve El Sanatları Müzesi

Bulvarın bir köşesinde Etnografya, Sanat ve Endüstri Müzesi kurulmuş. Müzede birkaç ilginç mobilya, vitray camlar, art nouveau posterler, 19. ve 20. yüzyıllardan kalma çeşitli dekoratif öğeler bulunuyor.

Lviv Opera Binası

Özgürlük Bulvarı’nın kuzey ucunda yer alan Lviv Opera ve Bale Tiyatrosu , 1897-1900 yılları arasında inşa edilmiş. Aslen Büyük Tiyatro olarak bilinen Opera Binasına, şimdi resmen Ukrayna’nın en ünlü kadın opera sanatçısının onuruna, Solomiya Krushelnytska Lviv Ulusal Akademik Opera ve Bale Tiyatrosu ismi verilmiş. Mirror Hall ve Parnassus Perde gibi lüks bir iç mekana sahip ve süslü heykel işleriyle çarpıcı bir cephesi olan, Avrupa’nın en güzel opera binalarından biri ortaya çıkmış.

Opera Binasının heykellerle bezenmiş binasını görmeden ve sahnesinde sergilenen herhangi bir performansı izlemeden sakın kente ayrılmayın. Dışarıdan harika ama içeriden nefes kesici! Puccini’den Tchaikovsky’ye dünya standartlarında bale ve operanın tadını çıkarmak için biletinizi önceden alın. Performanstan bir saat önce gelirseniz Opera Binasının etkileyici iç mekanını rehberli bir turla görebilirsiniz.

Andrey Sheptytsky National Museum

Ukrayna sanatıyla ilgileniyorsanız, bu müzeyi mutlaka ziyaret etmelisiniz. 1905 yılında Metropolitan Başpiskopos Andrey Sheptytsky tarafından Lwow Din Müzesi olarak kurulmuş ve halen Sheptytsky’nin adını taşımaktadır. Kurucu yaklaşık 10.000 ürün bağışlamış, para yardımı yapmış ve koleksiyonların sergilenmesi için bir Neo-Barok villa satın almış. II. Dünya Savaşından sonra müze, Lviv Sanat Müzesi olarak değiştirilmiş ve buna uygun olarak da sergi malzemeleri eklenmiş. 20. yüzyılın sonlarına gelindiğinde müze ikonlar ve halk sanatı alanında ülkenin en büyüğü durumuna gelmiş.

Müzede Batı Ukrayna ve Doğu Polonya’dan gelen Slav dünyasının en iyi dini ikonlar koleksiyonu bulunmaktadır. İlk örnekler 12. yüzyıldan kalmadır ve 17. ve 18. yüzyıla ait yaklaşık 1000 adet folkloric gravür, kültürel açıdan çok değerlidir.Taras Shevchenko’nun birkaç eseri ve ölüm maskesi de bulunmaktadır. Orta Çağ’dan 20. yüzyıla kadar Ukrayna sanatıyla ilgili eserler vardır.

Lviv Ulusal Müzesi, Svobody, 20, adresinde salı-pazar 10:00-18:00 arası açıktır. Giriş ücreti yetişkin 9, geçici sergiler 3, kalıcı sergiler 5, geziler 15 ve turlar (İngilizce, Lehçe, Rusça) 50 Grivnadır.

Shevchenka Bulvarı

Rynok Meydanı’ndan yürüyerek, şehrin bu en lüks caddesine gidelim. Çok uzun bir cadde değil, başından sonuna kadar yürümek 10-15 dakika sürüyor. Eski şehrin güneyinde bulunan Shevchenko Bulvarındaki yapılar, 20. yüzyılın başlarındaki en iyi mimari tarzı göstermektedir. V. Zalevsky Taş Binası, Lviv Emtia ve Borsa Binası ve Shkotska Taş Binası bunlara gösterilecek en iyi örneklerdir.

Geniş cadde yeşil alanlarla bölünmüş. Cadde boyunca mağazalar, restoranlar, kafeler ve şehirdeki en iyi otellerden bazıları bulunmaktadır. Bulvarın kuzey ucunda George Hotel, güney ucunda da Mykhailo Hrushevskyi Meydanı bulunmaktadır. Meydanda, 20. yüzyılın başlarında Ukrayna ulusal canlanmasının en önemli isimlerinden birisi olan akademisyen ve politikacı Mykhailo Hrushevskyi’ye adanmış bir heykel bulunmaktadır.

*lia.lvivcenter

Bulvardan batıya doğru gittiğinizde Copernicus Caddesinde Potocki Sarayı görülebilir.

Potocki Sarayı

*gpsmycity.com

Avusturya Cumhurbaşkanı Alfred Jozef Potocki için 1880’li yıllarda inşa edilen Potocki Sarayı Fransız klasizm tarzında tuğla bir binadır. II. Dünya Savaşında bir savaş uçağı binaya çarpmış ve zarar görmüş. Sovyet yıllarında ise Evlendirme Sarayı olarak kullanılmış. Yakın zamanlarda restore edilen Saray binası günümüzde Avrupa Sanat Müzesine ev sahipliği yapmaktadır. Sarayda 2016 yılında Kadınlar Dünya Satranç Şampiyonası karşılaşmaları da oynanmış.

Lviv Art Gallery

Lviv’in sanat sergileri, biri Potocki Sarayının içinde, diğeri Stefanyka Caddesi’nin köşesindeki binada olmak üzere iki farklı yerde bulunmaktadır. Potocki Sarayındaki Avrupa Sanatı bölümü, Rubens, Brueghel, Goya ve Caravaggio’nun eserleri de dahil olmak üzere, 14. ve 18. yüzyıllar arasında çoğunlukla Rönesans ve Barok Avrupa sanatını gösteren ve 60.000’den fazla eser bulunan bir koleksiyona ev sahipliği yapıyor. Stefanyka Caddesi’ndeki müze kanadında 19. ve 20. yüzyılın başlarındaki sanat eserleri yer almaktadır. Alacağınız biletler her iki kanat için de geçerlidir. Stefanyka Caddesi 3 numaradaki Müze Kanadına gitmek için 1, 2, 10 nolu tramvayları ve 21, 48 no’lu otobüsleri kullanabilirsiniz. Müze için bu araçlardan Holovna Poshta’da inmeniz gerekiyor.

Mazoşist Leopold Von Sacher-Masoch

Potocki Sarayı’nın karşısında, dünyanın orijinal “mazoşisti” olan Leopold von Sacher-Masoch’un doğum yeri bulunmaktadır. Kürklü Venüs’ün yazarı, 1835’de burada dünyaya gelmiş. Ancak 60 yıllık ömrünün çoğunu Avusturya, Almanya ve İtalya’da kırbaçlanmak için yalvararak geçirmiş! Bina ziyarete açık değil.

Serbska Caddesindeki bronz heykel içerideki ambiyansa uygun olması bakımından Mazo (Masoch) Café tarafından yaptırılmış. Meydana oldukça yakın olan Mazo kafe Mazoşizmin isim babası olan Alman yazar Leopold von Sacher-Masoch’un anısına açılmış. Bu kafede arada size kırbaç atan çalışanlar oluyormuş!

Potocki Sarayı’na yakın bölgede Ivan Franko Parkı ve Ivan Franko Üniversitesi bulunmaktadır.

 I.Franko University

Tepenin aşağısı ve kuzeydeki birkaç sokak üniversite bölgesidir. Bu alanda en etkileyici ve büyük bina I. Franko Üniversitesi binasıdır. Giriş kapısının üstünde “The Custodial spirit of Galicia” adlı alegorik bir kompozisyon vardır.

Üniversite binası 1871-1881 yılında bir hükümet binası olarak inşa edilmiş, 1914’te Polonyalı Jan Kazimierz Üniversitesi buraya taşınmış ve o zamandan beri bir üniversite binası olmuş.

Caddenin karşısında Batı Ukrayna’daki sosyalist ve milliyetçi hareketin kurucusu olan şair, yazar ve politikacı Ivan Franko için büyük bir anıt var. Anıtın arkasında ise onun adının verildiği büyük bir park bulunuyor.

Beis Aharon V’Yisrael Synagogue-Tsori Gilod Sinagog

Tsori Gilod Sinagogu ve Jakob Glanzer Shul, Lviv’de II. Dünya Savaşı sonucunda yıkılmadan kurtulabilen iki Yahudi sinagogudur. Nazi işgalinden önce şehirde neredeyse elli sinegog varmış. Lviv’de halen ibadete açık tek sinagog olan Tsori Gilod Sinagogu, 1925 yılında inşa edilmiş. Sinagog Barok tarzında 384 kişiyi alacak şekilde tasarlanmış ve Yahudi sadaka kuruluşu “Tsori Gilod” tarafından finanse edilmiş.

Naziler savaş sırasında burayı ahır olarak kullandığından ayakta kalmayı başarmış. 1945’ten sonra Sovyet yıllarında da Sinagog depo olarak kullanılmış. 1989 yılında, bina Yahudi topluluğuna iade edilmiş ve büyük bir restorasyon süreci geçirmiş.

Lviv Tren İstasyonu

Ön cephesi muhteşem gözüken Lviv Tren İstasyonu, 1889-1903 yıllarında Art Nouveau tarzında inşa edilmiş. Platformlardaki metal konstrüksiyonlar Çekya’da yapılmış. Ön cephesi “Sanayi” ve “Ticaret” adlı alegorik figürlerle süslenmiş. Son restorasyon 2002-2003 yıllarında yapılarak orijinal görünümüne kavuşmuş.

Aziz Olha ve Elizabeth Kilisesi

Tren İstasyonundan 10-15 dakika uzaklıktaki Aziz Olha ve Elizabeth Kilisesine gidiyoruz. Bu kilise, St George Katedrali’nin de yakınında yer almaktadır. 1911’de neo-Gotik tarzda Polonyalı bir mimar tarafından tamamlanan Kilisenin mimari tarzı, St George’inkine tam bir zıtlık göstermektedir.

Kilisenin dışı etkileyici ve şehir manzarası için girişin sol tarafında kalan çan kulesine tırmanmaya değer. Bunun için 10 Grivna ücret ödeniyor. Arka planda St. George Katedrali ve eski kentin harika bir manzarası görülmektedir.

St George Katedrali

*ancyclopediaofukraine.com

Şehir merkezi ile tren istasyonu arasındaki yolda bir tepe üzerinde bulunan bu devasa kilise, 1744-1760 yılları arasında inşa edilmiş. Rokoko stili görkemli bir çan kulesi, bakımlı bir bahçesi vardır ve bu bölgede Barok tarzı göz kamaştırıcı Metropolitan Sarayı bulunmaktadır. 19. ve 20. yüzyıllarda Ukrayna Yunan Katolik Kilisesinin tarihi ve kutsal merkezi olarak hizmet veren önemli bir kilisedir. Bu sarı bina, özellikle Papa’nın 2001 ziyareti için yenilenmesinden bu yana oldukça hoş bir yapı olmuş. Yüksek rütbeli bazı din adamlarının
mezarları da bulunan dini yapının çan kulesine de çıkılabilmektedir.

Lychakivsky Mezarlığı

Lviv’deki dikkat çekici noktalardan biri merkezin doğusundaki Avrupa’nın en eski mezarlıklarından biri olan Lychakiv Mezarlığıdır. Bir mezarlık kentin en önemli turizm noktalarından biri olamaz diye düşünebilirsiniz. Adını aldığı semtteki bir dizi tepe üzerine kurulmuş olan Lychakiv Mezarlığı 1786’da inşa edilmiş ve yaklaşık 400.000 kişinin son sığınağı olmuş. Güzel bir mezarlık ve neredeyse ölüm güzellikle buluşmuş denebilir. Buraya gömülen insanların birçoğu yazarlar, şairler, politikacılar, bilim adamları, din adamları olarak zengin ya da ünlüymüş.

Kentin aydınlarının yanı sıra orta ve üst tabakalarına mensup şahsiyetlerin mezarlarının da bulunduğu ünlü ölüler şehri, Avusturya-Macaristan İmparatorunun tüm mezarlıkların kent dışına çıkarılmasını emretmesi sonucu Lviv Üniversitesi Botanik Bahçesi müdürü Karol Bauer’in tasarımına bağlı kalınarak kurulmuş. Güzel sokakları ve yürüyüş alanları olan ve güzel bir parka benzeyen 42 hektarlık 86 alanda, 500’den fazla zarif el yapımı heykel, 3000’in üzerinde mezar taşı, anıt ve tonoz vardır.

Hem Nazilere hem de Sovyetlere karşı bağımsızlık için savaşan Ukrayna İsyancı Ordusu (UPA) için bir anıt ve 1930’larda Stalin’in kıtlık kurbanları için bir bölüm vardır. Bununla birlikte, Mezarlığın en hareketli kısmı, Ukrayna’nın doğusunda Rusya ile savaşırken öldürülen ve genellikle gençlerin fotoğraflarını taşıyan yeni mezarlar olmaktadır.

Mechnykova Caddesi 33 numaradaki mezarlığa Pinzel Müzesi yakınlarındaki Mytna Meydanından 7 numaralı tramvay ile gidebilirsiniz. Mezarlık için Mechnykova Caddesindeki dördüncü durakta inin. Mezarlık her gün sabah 9’dan akşam 6’ya kadar açıktır. Giriş ücreti 10 Grivna, rehberli mezarlık turu da düzenlenmektedir. Mezarlık gezisini yakınlarda olan Halk Mimarisi ve Yaşamı Müzesi ziyaretiyle birleştirmek iyi olur. Mezarlık,
açık hava müzesinden sonraki tramvay durağındadır.

Lviv İtfaiye İstasyonu

Romanesk tarzında bir tuğla şaheseri olan İtfaiye, Podvalnaya Caddesi 6 numarada bulunmaktadır. 1901 yılında yapılan binanın dış cephesindei itfaiyecilerin koruyucusu olan Aziz Florian’ın figürü kullanılmış. 

Lviv Yüksek Kale Parkı

Lviv Castle Hill yeşillikler içindeki bir alanda kale kalıntılarını ve bir seyir terasını barındırıyor. Vysoky Zamok olarak da bilinen tepe, 13. yüzyılda Kral Lev tarafından 1250’de savunma amaçlı yaptırılan ahşap bir kaleymiş. Yapı yıkılmış ve bir yüzyıl sonra tekrar taştan inşa edilmiş. 413 metrelik rakımıyla kentin en yüksek noktasını oluşturan tepenin zirvesinde yer alan parktaki kale, Kralın muhafızları için bir ikametgah ve bir hapishane olarak hizmet etmiş ancak yüz yıl sonra yıkılmış. 1704’teki İsveç kuşatmasında ağır hasar alan ve kullanılamayacak duruma gelen kalenin bulunduğu yere 1869 yılında Lublin Birliği Höyüğü, 1957’de ise 141 metrelik bir televizyon kulesi yapılmış. Alman işgali sırasında Naziler tarafından savaş esirlerinin kampı olarak kullanıldığı bilinmektedir.

Rynok Meydanı’na yaklaşık 2 km uzaklıkta olan Castle Hill’in Lviv’in doğum yeri olduğuna ilişkin çok az kanıt var. Ancak rüzgarda dalgalanan Ukrayna bayrağını taşıyan zirve noktası kentin ve arasında bulunduğu ormanlık tepelerin kuş bakışı mükemmel bir manzarasını sunuyor.

Lviv Bira Fabrikası-Lvivarnya

*gpsmycity.com

“Lvivarnya” Ukrayna’da bir eşi olmayan birinci sınıf müze komplekslerinden biridir. Mahzenlerdeki sergiler, 5000 yıl önceki Mısır’ın bira üretim geleneğiyle başlamakta, Avrupa bira üretim tarihi ve özellikle Lviv bira fabrikasının tarihi ele alınmakta, Robert Doms’un 1861’de işletmeyi satın alması ve Sovyet döneminde Lvivske’nin hava taşımacılığı yoluyla Kremlin’e günlük olarak taşınması hikayesinin belirtildiği bira yolculuğu anlatılmakta.

Lvivarnya, Lviv veya bira ile ilgili her türlü bilginin iyi düzenlenmiş sergilerle sunulduğu müzede barda bira tadım seansları da yapılmaktadır. Müze hafta sonları dışında 10.00-19:00 arası açık, giriş 90 Grivnadır.

Rohatyn Kasabası

Lviv’e 2 saat mesafede bulunan Rohatyn Kasabası bizim için oldukça popüler bir yer. Osmanlı İmparatorluğu’nun en güçlü padişah eşlerinden “Hürrem Sultan” burada doğmuş. Ancak adı tabi ki “Hürrem” olarak değil “Roxalana” olarak biliniyor. Bu kadar meşhur olunca Kasabanın ana meydanına onun bir heykelini de yapmışlar. Nasıl meşhur olmasın ki Ülkemizde yayınlanan Muhteşem Yüzyıl dizisi Lviv şehrinde bilboardları süslemekte ve dizi sadece Lviv değil tüm ülkede büyük ilgi görmekteymiş. Hürrem heykelleri Lviv‘de de bulunmaktadır. Ayrıca ismi Roxalana olan bir çok restoran ve kafe görebileceğinizi ve ismi Roxalana olan kadınlara bolca rastlayacağınızı hatırlatmak isterim.

Lviv Festivalleri ve Eğlence

Lviv gezi zamanlamanızı bir konsere veya festivale denk getirmeye çalışın. Lviv boşuna “Festival Kraliçesi” olarak anılmıyor. Şehirde hemen her ay festival, geçit töreni ve eğlence vardır. Livi’deki konaklamanız süresince hangi festivallerin gerçekleştiğini öğrenmek için Rynok Meydanı’ndaki Turist Danışma Ofisi’nden bilgi alabilirsiniz. Lviv’e gitmeden fesivaller hakkında bilgi almak isterseniz Lviv Festivalleri ve Eğlence yazısını okumanız önerilir.

Yeme İçme

Ukrayna mutfağı gerçekten çok lezzetli. Bu konuda detaylı bilgiye Kiev yazımda yer vermiştim. Bunları tekrar etmek istemiyorum. Bu yazıda Lviv için bir kısmını kendimin de deneyimlediğim mekan önerilerinde bulunacağım.

Kafe kültürünü seviyorsanız, sıkı durun kafe cennetine düştünüz. Bu küçücük şehirde neredeyse bini aşkın kafe bulunuyor ve neredeyse her kafenin ilginç ve orijinal bir konsepti var. Örneğin kafenin birinde hapishane teması işlenmiş, bir diğerinin çatısına eski bir otomobil konulmuş. Lviv merkezinde bulunan “Efsanelerin Evi” restoranının tepesindeki “Moskvich” arabası bu kentte görülmeye değer yerlerden biri. Bir madenci kaskı takarak keşfedebileceğiniz ve kaynak makinesiyle yapılan kahve içebileceğiniz bir kafe de var.

Turistlerin büyük ilgi gösterdiği bu kafelerin yanı sıra konsept bar ve restoranlar da mevcut. The Most Expensive Galician ve onunla aynı binada yer alan Krivka oldukça ilginç. The Most Expensive Galician’ın kapısını çaldığınızda sizi robdöşambr giymiş biri karşılayıp “Burası evim, burada restoran yok” diyerek sizi çaya davet ediyor. Kabul ederseniz içeri girdiğinizde lüks bir restoranla karşılaşıyorsunuz. Orta Çağ atmosferi yaratılmış ve sizi mahzende veya bir kafes içinde ağırladıkları restoranlar, içeri girmek için bir parolaya ihtiyacınız olan barlar, şarap barları, craft bira yapan yerler, nargile barları var. Bu kozmopolit şehirde vegan restoranlarını, sushi restoranlarını, Gürcü restoranlarını, ne isterseniz basitten kaliteliye, ucuzdan pahalıya her tür mekanı bulabilirsiniz.

Lviv hafta sonu sadece yeme içme için bile gidilebilecek şehir. O kadar çok gece klubü, restoran ve kafe bulunuyor ki. İlgi duyanlar için detaylı mekan önerilerimi Lviv Yeme İçme yazısında okuyabilirsiniz.

Alışveriş

Lviv’de alışveriş yapmak için Shevchenka Bulvarı’ndaki mağazalara bakabilirsiniz.

Lviv Chocolate Workshop’dan el yapımı çikolata satın alabilirsiniz. Dükkanda bol miktarda ünlü bina figürlerinden oluşan çikolata hatırası vardır ve tüm çikolatalar güzel ambalajlarla paketleniyor.

Bir de Lviv merkezinde hediyelik eşya pazarı kuruluyor. Burada otantik kıyafetler, tablolar, ahşap işleri, magnet, süs eşyaları gibi çok çeşitli turistik eşyayı bulmak mümkündür.

Son Söz

Ukrayna denince çoğumuzun aklına önce başkent Kiev gelir. Tabi ki Kiev’le aşık atamasa da “Ülkenin Kültürel Başkenti” olarak nitelendirilen Lviv şehrini de bir gezginin asla radarından çıkarmaması gerekir.

Lviv, Ülkemizde çoklukla Hürrem Sultan’ın ve Eurovision münasebetiyle tanıdığımız şarkıcı Ruslana’nın doğum yeri olarak bilinmektedir. Lviv aslında gizli bir hazine gibi. Biraz St. Petersburg, biraz Prag, biraz Berlin ve Polonya’ya yakın olmasından dolayı en fazla da Varşova’dan izler bulacağınız bir şehir.

Şehrin sloganı “Dünyaya Açık” ve yıl boyu 100’den fazla festivale ev sahipliği yaparak bunu çok başarılı bir şekilde gerçekleştiriyorlar. Mimarisiyle, çok kültürlü havasıyla, tarihiyle, hepsi birbirinden hoş restoran ve kafeleriyle 860 bin nüfuslu Lviv, her yıl neredeyse 1 milyondan fazla turisti ağırlıyor. Lviv’i ziyaret eden turist sayısı artış gösteriyorsa da henüz Batı Avrupa’daki popüler destinasyonlarda olduğu gibi şehir orijinalliğini kaybetmemiş. Arnavut kaldırımlı sokaklarında yürürken eski zamanların bohem, sanatsal ve çok kültürlü atmosferini hissetmek çok kolay.

Gülten İşçimen’in yazılarını http://gezininadresi.blogspot.com/ adresinden okuyabilirsiniz.

Lutsk Gezi Rehberi: Ukrayna’da Küçük Roma

lutsk

Lutsk Ukrayna’nın geleneksel yapısının yanı sıra Avrupa’nın modern dokusunu da yansıtan küçük ve şirin bir yer. Şehir binlerce yıllık tarih ve kültürün izlerini taşıyor.

Ukrayna’nın kuzeybatısında Styr Nehri’nin kenarında kurulan Lutsk 42 kilometrekarelik bir alanda 220.000 nüfuslu küçük bir şehir. Şehirde dört üniversite, çok sayıda kilise, katedral ve manastır bulunmaktadır. Ülkenin manevi merkezlerinden biri olan Lutsk, “küçük Roma” olarak da adlandırılmaktadır. Şehir 14. yüzyıldan kalma bir kalenin yanında, Sovyet mimarisinin ve 19. yüzyıldan kalma zarif binaların güzel bir kombinasyonuna sahiptir.

Orta Çağ’dan günümüze şehre hakim olan Polonya Krallığı, Rus İmparatorluğu, İkinci Polonya Cumhuriyeti ve Sovyetler Birliği’nin izlerini günümüzde tarihi, dini ve mimari simge yapılar da görmek mümkündür. Bu topraklardaki en trajik olay ise, II. Dünya Savaşı’nda 23 Haziran 1941 yılında yaşandı. Alman askerlerinin şehre girmesiyle geri çekilen Kızıl Ordu özel muhafızları, Polonyalı, Yahudi ve Ukraynalı yaklaşık 4.000 politik mahkumu şehrin cezaevi bahçesinde kurşuna dizerek katletti. Bu büyük toplu katliam dünya tarihinde yerini alarak Lutsk şehrini büyük bir acının yaşandığı bir yer haline getirmiş.

Lutsk’nin Avrupa ticaret yollarının merkezinde yer alması sanat ve kültürün zenginliğini de arttırmıştır. Şehirde yılda yaklaşık 14 festival düzenlenmektedir. Sanat, müzik özellikle caz festivalleri, yaz konserleri, folklor festivalleri şehrin tanıtımı ve etkinliklerinde ilk sırayı almaktadır.

Lutsk’un ülke için önemi Lesya Ukrainka’nın, 200 UAH (Ukrayna Grivnası) banknotunun ön yüzünde tasvir edilmesi ve banknotun diğer tarafında da Lutsk Kalesi’nin bulunmasından anlaşılabilir.

Lutsk

Lutsk’de Ukrayna’nın batısındaki şehirlerde olduğu gibi Ukraynaca kullanılıyor ve bölgedeki Rus izleri büyük ölçüde silinmiş gözüküyor. Şehrin yerel sanayinin önde gelen dalları, mühendislik, metal işleme, kimya, aydınlatma, ahşap işleme ve gıda endüstrisidir.

Karasal iklimin yaşandığı şehirde kışlar soğuk ve yazlar sıcak geçer.

Ulaşım

Lutsk’a en yakın havaalanı Lviv’dedir. Lviv’den düzenli tren seferleri ve otobüs ile ulaşım kolay. Lviv ile Lutsk arası 150 km ve otobüs ile 3 saat sürmektedir.

Kiev’e yaklaşık 400 km uzaklıkta olan Lutsk’a otobüsle 7 saatte, trenle 8 saatte ulaşmak mümkündür.

Lutsk Otobüs Terminali merkezin 2 km kuzeydoğusunda. 5, 8 ve 9 numaralı troleybüslerle ve çok sayıda minibüsle merkezdeki Maydan Teatralny’ya ulaşılabilir. Tren istasyonu da otobüs istasyonunun güneyinde 4 ve 7 numaralı troleybüsler ve yerel matruşkalarla Maydan Teatralny’a ulaşılabilir.

Lutsk’taki şehir içi otobüsleri diğer Ukrayna şehirleri ile karşılaştırıldığında zamanı belli olmayan ve yabancılar için kullanması zor görünüyor. Otobüs tarifesi ve harita görünmüyor. Biletler otobüste görevlidenalın ıyor, 3 grivnadır.

Konaklama

Lutsk’ta yaklaşık 17 otel ve apart hotel bulunuyor. Restpark Otel, Hotel Altamira, Laguna, Okolytsia, Svitiaz, Profspilkovyi, Okolytsia, Otel Noble Boutique Hotel, Recreational Complex “Sribni Leleky”, Hotel “Ukraine”, Hotel Svytyaz, gibi alternatifler bulunuyor.

Gezilecek Yerler

Bir haftalık Ukrayna programımda Kharkiv’den sonra sıra Lutsk şehrine gelmişti.

Kiev’den bindiğim ve Kovel yönüne giden gece treni saat 5 civarında Lutsk’a ulaştı. Ukrayna’daki gece trenleri çok ilginç oluyor. Seyahate çıkmadan önce tren biletlerimi almıştım. Ancak Ukrayna’da trenler oldukça yaygın ve ucuz olduğundan uygun yerlerin biletleri tükenmişti. Ucuz olsun diye 3. mevki aldığım için bir vagon dolusu kişi birlikte uyuduk. Ranzanın alt tarafında yer bulamayınca üste tırmanıp daracık bir alanda uyumaya çalıştım. Her yolcu için bir poşetin içinde temiz çarşaf, nevresim, yastık kılıfı ve küçük bir havlu veriliyor. Ukrayna’da beş tren yolculuğu yaptığımdan sistemlerini iyice öğrendim. Ancak anlayamadığım için ilk iki yolculuğum biraz sancılı olmuştu.

Şehri dolaşmaya başlayalım.

Tiyatro Meydanı-Maydan Teatralnyy

Lutsk

Lutsk gezinize “merkez” olarak adlandırılan Tiyatro Meydanı’ndan başlamanızı öneririm. Günümüzden Lutsk’un başlangıcına yani 900 yıl öncesine gitmenizi sağlayacaktır.

Meydanın güneyindeki uzun yaya caddesi Lesya Ukrainka Caddesi. Meydanı çevreleyen binaların çoğu, Lutsk’taki Sovyet döneminin tipik yapı örnekleri. Meydanda, Ukrayna’nın en sevilen yazarlarından Lesya Ukrainka’nın büyük bir heykeli var. Lesya’nın arkasında Taras Şevçenko Bölgesel Drama ve Müzik Tiyatrosu bulunmakta. 1930’larda tamamlanmış olan tiyatro binası ve 1970’lerde dikilen heykelin her ikisi de Lutsk şehrindeki mimari ve anıtsal yapılara nispeten yakın zamanda yapılan eklemelerdir.

Lutsk

Rus İmparatorluğu’nun bir parçası olduğu 1795’ten sonra meydan Lutsk’u işgal eden Rus birliklerinin geçit töreni için kullanılıyormuş. Geçmişte askeri kışlaların bulunduğu meydan, 2011 yılında düzenlenerek şehre kazandırılmış. Günümüzde etkinlikler, festival, konser ve kutlamalar bu meydanda yapılıyormuş.

The Holy Trinity Orthodox Cathedral

Lutsk

Meydanın hemen solunda Lutsk’un simge yapılarından biri olan Kutsal Trinity Ortodoks Katedrali görünüyor.

Barok üslubunda inşa edilmiş Lutsk’taki Kutsal Trinity Ortodoks Katedrali, aslen bir Katolik Kilisesi ve Bernardine Manastırı kompleksiydi. Manastır 1721 yılında inşa edildi. Kilise 1789’da tamamlandı. 19. Yüzyılın ikinci yarısında Bernardine keşişlerinin mülkiyeti kaldırılıp, bina kompleksi Lutsk Ortodoks topluluğuna bağışlandı. 1870’lerde, narteksin üzerine bir çan kulesi ve bir merkezi kubbe eklenerek kilise yeniden inşa edildi.

Günümüzde Kilise, Ukrayna Ortodoks Kilisesi’ne ait olan Kutsal Trinity Katedrali’dir. Eski Bernardine Manastırı kütüphane olarak ve küçük dükkanlar için kullanılıyor.

Lutsk’taki bu ana Ortodoks kilisesi, Sovyetler Birliği tarafından yaldız ve simgelerinden sıyrılan St Peter ve Paul Katedrali’nden çok daha atmosferik bir kilisedir. İç kısım balmumuyla parlatılmış. Dışardaki gül bahçesi bir huzur vahasıdır. Kilisede bulunan tapınak, Nebesna Sotnya’ya (Maidan devrimi sırasında Kiev’de öldürülenler) ve Donbas’taki Ruslarla savaşırken ölenlere ayrılmış olup, Ukrayna’nın daha yakın dönemde yaşadığı çalkantılı zamanları hatırlatıyor.

Katedral, cephesinin orta kısmında iki kule bulunan, at nalı şeklinde iki katlı bir yapıdır. Yapı bir manastırdan daha çok bir sarayın mimarisine benziyor. Ukraynalı ustaların inşa ettiği iki katlı, oyulmuş ve yaldızlı ikonostasis ile korunan iç katedral dekoru 19. yüzyıla kadar uzanıyor. Katedral, Tiyatro Meydanı’nın dikkat çeken binasıdır.

Lutsk

Lesya Ukrainka Street

Lutsk

Lutsk’un en popüler caddesi, adını şehrin en önemli isminden alan Lesya Ukrainka Caddesi’dir. Lesya Ukrainka Caddesi (eski adıyla Jagiellońska – Jagiellon Caddesi), kentin merkezi olan Tiyatro Meydanı’ndan Kardeşler Köprüsü Meydanı’na kadar uzanan trafiğe kapalı bir yaya caddesidir. Cadde 730 metre uzunluğundadır ve burada en az on kilise ve manastır bulunmaktadır. Cadde, şehrin bu yol boyunca genişlemeye başladığı on sekizinci yüzyılda gelişmeye başlamış. 19. yüzyılın başlarında da şehrin ana caddesi haline gelmiş. Caddenin ismi 1990’larda Lesya Ukrainka olarak değiştirilmiş.

Lesya Ukrainka Caddesi birçok mimari simge yapıya sahiptir ve kentin önemli bir ticaret arteri olmuştur. Cadde üzerinde çok sayıda kafe, restoran, banka, iş yeri, mağaza ve dükkan bulunuyor.

Curvy Hill Sokağı’na ulaştıktan sonra, çeşitli mimari tarzları görmeye başlıyorsunuz. Polonya İmparatorluğu’nca 17. ve 18. yüzyıllarda yapılmış binalar ile 19. yüzyılda Sovyet öncesi döneme ait güçlü Polonya etkisine sahip binaları kolayca tanımlayabilirsiniz.

Sovyet döneminde yapılan binaların yanında daha sonra yapılan modern binalar da önceki yapıların dokusuna benzer olduğundan caddede uyumlu bir mimari görünüm var. Binaların üçü tarihi anıt olarak plakalarla işaretlenmiştir. Bunlardan biri caddenin sonunda bulunan sarı tuğla bina 19. yüzyılın başlarında inşa edilmiş tarihi bir anıttır.

Caddede küçük bir meydandaki şu heykellere bakar mısınız!

Trinitarians Monastery

Lutsk

Yavaş yavaş yürüyerek küçük bir meydana geldim. Burada ağaçların büyük kısmını kapattığı bir bina bulunuyordu.

Trinitarians, 1199’da Müslümanlar tarafından serbest bırakılan mahkumları korumak için kurulmuş bir manastır. Trinitarians, 18. yüzyılda Lutsk’ta görünmeye başlamışlar. Bir süre Ortodokslara ve daha sonra da Yunan Katolik topluluğuna ait olan St. Mykhailo Kilisesi’nin yakınlarında manastırlarını kurdular. İhmal edilen bir kiliseyi yeniden inşa ettiler ve manastırı yaptılar. Ancak kiliseyi uzun süre korumaları mümkün olmadı ve Rus İmparatorluğu döneminde yıkıldı. Manastır uzun zamandır hastane olarak hizmet veriyor ve günümüzde de askeri hastane olarak kullanılıyor.

Brotherhood Bridge – Bratskovyy Bridge

Lutsk

Lesya Ukrainka Caddesi’nin sonuna geldiğinizde, Kovelska Caddesi üzerinden geçin, soldaki yaya geçidini kullanın, ardından Brotherhood Köprüsü üzerinde Glushets Nehri’ne bakıyor olacaktınız. Glushets Nehri Styr Nehri ile birlikte, şehri ve kalesini yıllar boyunca düşmanlardan koruyan bir savunma adası yaratmış.

Aziz Peter ve Paul Katedrali ve Cizvit Koleji

Lutsk

Kafedralna Caddesi üzerinde kısa bir yürüyüş sizi Kale Meydanı yakınında bulunan Aziz Peter ve Aziz Paul Katolik Kilisesi’ne ulaştırır. Bu görkemli kilise, Cizvit Manastırı’nın eski kolejleri ile birlikte, Barok tarzında 1616-1639’da inşa edildi. Katedraldel, uzun süre Cizvitler tarafından teoloji, felsefe, matematik, yabancı dil, dans ve tiyatro eğitimleri veriliyormuş.

1770’lerden sonra Rus İmparatorluğu döneminde müze olarak kullanılmış ve içerisinde yer alan ikonalar ve eşyalar çalınmış. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kapalı olan bina, 1970’lerde Ateizm Müzesi olarak hizmet vermiş.

1999 yılında Roma Katolik Kilisesi’ne çevrilmiş. Bu Katolik Katedralinin görkemli ön cephesi 1640’tan kalmadır. Aziz Peter ve Paul Katedrali, 26 metre gökyüzüne yükselen kuleleriyle, Doğu Avrupa’daki en yüksek Cizvit kilisesi olarak kabul edilir. Sade iç kısmı pembe ve sarı tonlarında boyanmış. 100’den fazla ikonaya sahip bu müze, 16. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar ünlü Volyn ikona resim okuluna genel bir bakış sunmaktadır.

Katedralin büyük kısmı kapatılmış ve uzaktan bakılabiliyor. İçeride görevli fotoğraf çekmememi söyledi. İngilizce konuşunca derdini anlatamayacağını düşünerek benimle uğraşmaktan vazgeçti. Ne demek istediğini anlamamış gibi yapıp fotoğraf çektim.

Lutsk Zindanı

Kilisenin yanında Lutsk vatandaşlarını tehlike anında korumaya yarayan eski bir tünel ağı olan Manastır Mağaraları’nın girişi bulunmaktadır. Katedralin altındaki bu üç katlı mağara zindan olarak da kullanılmış. Girişin 25 Grivna olduğunu ve rehberle gezilen bu bölüm için belirlenmiş tur saatleri bulunuyor. Maalesef programıma saatler uymadığından gezemedim.

Lutsk’un yeraltı geçitleri de oldukça ilgi çekici. Bu geçitlerin tarihi 15 ve 17. yüzyıllara kadar uzanıyor. Cizvit döneminde hapishane, mahzen ve kutsal nesneler için güvenli bir yer olarak kullanılıyordu. Bu arada, İkinci Dünya Savaşı sırasında zindan bombalardan korunmak için sığınak oldu. Aziz Peter ve Paul Katedrali’nin altındaki bu sıra dışı üç katlı geçitlere alınan rehberli tur sırasında gizem ve efsaneler dinlenebilir.

Puzyna Evi

Lutskbinasıdır. İsmi 17. yüzyılda, piskopos A. Puzyna burada yaşadığı için verilmiştir. Yapıldığında bir duvarla kaleye bağlıymış. Bugün burada hala yaşanmaktadır.

Lutsk Lubart Kalesi

Lutsk

Şehre gelenlerin ilk gözlerine çarpan, Lutsk’un olmazsa olmazlarından.

Kentin girişindeki Lutsk Lubarts kalesidir ve Yüksek Kale olarak da adlandırılır. Uzun yıllar boyunca Lubart Kalesi bölgenin idari ve manevi başkenti olarak hizmet vermiştir. Aynı zamanda Ukrayna’nın para birimi olan 200 Grivna’nın arkasında yer alan Lutsk kalesi popüler bir turistik mekan. Ukrayna’nın 7 harikası içinde yer alan Kale mutlaka görülecek yerlerden biri.

Luchesk kasabası, 1075 kadar erken bir tarihte, Bold Boleslaus’un altı ay boyunca kuşattığı ahşap bir kaleye sahipti. Yury Dolgoruky, 1149’da altı hafta süren kuşatmanın ardından Lutsk’u yine alamadı. 1255’te Lutsk’un kalesi Khan Jochi’nin torunu Kuremsa’nın baskınına uğradı. Eski duvarların bir kısmı kullanılmış olmasına rağmen, Styr Nehri üzerinde yükselen mevcut kalenin büyük kısmı 1340’larda inşa edildi. Litvanya Büyük Dükü Gediminas’ın oğlu Lubart’ın, Galiçya-Volyn Prensi II. Andriy’in kızıyla evlenmesinin ardından taş bloklar ve tuğla kullanılarak inşa edilmiştir.

Yenileme işlemleri sadece kale ile sınırlı kalmamış, Styr Nehri’nin su seviyesi yükseltilerek, daha iyi savunma için kale ve yerleşim yerlerinin ada üzerinde kalması sağlanmış. Ayrıca yeni bir kalenin daha yapımına başlanmış. 14. yüzyılda başka bir şehir kalesi Czartoryski ailesi tarafından inşa edilmiş. Aşağı Kale olarak da bilinen Okolny Kalesi’nin günümüzde sadece kalıntıları bulunuyor.

Prens Lubart’ın bu planı, uzun yıllar sürecek bir inşaatın başlangıcı kabul edilmiş. 1330’da başlayan çalışmalar ancak 1542 yılında tamamlanabilmiş. Kale, Prens Lubart’ın 1383 yılında ölmesiyle birlikte Litvanya Prensi Vytautas’a devredilmiş.

Bu arada Büyük Casimir (1349), Jogaila (1431) ve Sigismund Kęstutaitis (1436) gibi hükümdarlarca yapılan kuşatmalar bastırıldı. Bazı Avrupa ülkeleri Avrupa’da Osmanlının ilerlemesini durdurmak ve Katolik-Ortodoks kiliselerinin eşit haklara sahip olmasını sağlamak için 1429 yılında Lutsk’da bir araya geldi.

Prens Vytautas, 15 ülkenin kralını ve önemli kişilerini Lutsk Kalesine davet etti. Davetliler arasında Kutsal Roma (ve Alman) İmparatoru Sigismund, Danimarkalı Kral IV. Eric, Polonya hükümdarı II. Wladyslaw ve Jagiello, Töton Şövalyelerinin büyük üstatları, Papa V. Martin, Moskova Büyük Prensi II. Vasili, Bizans İmparatoru Palaeologus ve diğer güçlü liderler ile birlikte üst düzey çalışanlar ve aileleri vardı.

Rivayet odur ki kongreye davet edilen misafirler, aileleri, uşakları ve muhafızlarıyla birlikte toplam 15.000’den fazla kişi katılmış. O zamanlar şehir nüfusu 5.000 kişiymiş. Bu kadar insanı doyurmak da kolay olmamış.

Lutsk

Büyük Litvanya Dükalığı’nın yıkılmasının ardından Lubart Kalesi bir süre daha kullanılmaya devam etti, savaş ve yangınlardan dolayı eski önemini yitirerek yavaş yavaş tahrip oldu. Kale tarihi yapısının yanı sıra trajik olaylarla da anılıyor. 1941 yılında 1.160 Yahudi kale içerisinde katledildi. 2 Temmuz günü yaşanılan bu olay sebebiyle, her sene şehre Yahudi turistler akın ediyorlarmış. Kaledeki bu trajedi için herhangi bir anıt veya işaret yok. 1970 yılında restore edildikten sonra Kale turizme kazandırılmış.

Ayrıca tarihi yönünün yanı sıra kale için birçok efsane anlatılmaktadır. Bu efsanelerden birinde kalenin duvarlarına saklanan bir hazine olduğu belirtiliyor. Lutsk için verilen savaşlardan birinde düşmanlar dükü yaralamış. Öldüğünde tüm mücevherlerin toplanmasını ve bunların kale duvarlarına gizlenmesini, şu şekilde yemin etmelerini emretmiş: “Hazine onu bulan ve kendisi için saklamak isteyen herkese talihsizlik getirecektir.” Hazine sadece Lutsk vatandaşlarına hizmet için kullanılmalıdır. Mücevherlerin hala kalede olduğu söylenmektedir. Bir diğer efsane de birçok hayaletli Orta Çağ kalesi gibi, kaleyi inşa ettiren Litvanyalı prens Lubart’la evlenmeyi reddeden genç bir kızın hayaletinin de burada gezindiği söyleniyor.

Lutsk Kalesi iki bölümden oluşuyor. Bugüne kadar korunmuş olan Üst Kale ve duvarlarının bir kısmı diğer binalara eklenen ve sekiz kulesinden biri olan Czartoryski Kulesi’nin bulunduğu Alt veya Yuvarlak Kale. Lutsk Kalesi, süslü 17. yüzyıl kiliseleri ve evleri ile çevrilidir ve oldukça iyi durumdadır. İnşa emrini veren Litvanya Prensi’nden sonra Lubart Kalesi olarak adlandırılan Kalenin, 13 metre yüksekliğinde surları, birinde Çan Müzesi olan üç yüksek dikdörtgen kulesi vardır. Ayrıca 12. yüzyıldan kalma bir kilisenin (St. John Kilisesi) ve 14. yüzyıldan kalma bir sarayın arkeolojik kalıntıları, küçük bir zindan ve kitaplara, çanlara, silahlara ve yerel sanat eserlerine adanmış çeşitli küçük müzeler var.

2011 yılında, Lutsk Kalesi bütün Ukrayna genelinde düzenlenen ve oylanan Ukrayna’nın Yedi Harikası:

Kaleler, Saraylar, Şatolar” yarışmasının “Kaleler” başlığında birincilik kazanmış. Kale içerisinde özellikle yaz aylarında festivaller, fuarlar ve çeşitli etkinlikler düzenleniyor. Lutsk’un en iyi festivallerinden biri, her Haziran ayında gerçekleşen, sanatçıları, esnafı, müzisyenleri, tiyatrocuları ve burada olmayı isteyen herkesi toplayan “Lutsk Kalesi’ndeki Gece” etkinliği. Volyn Prenses Festivali de Kalede düzenlenen başka bir etkinlik. Şaşırtıcı olmayacak bir şekilde, Lutsk ve çevre kasabalardan gelen çiftler düğün fotoğrafları için burayı tercih ediyorlarmış. Ben de bunlardan 3 çifte denk geldim. Hatta gelinlerden birisi çok enteresandı ve saçları neredeyse topuklarına değecekti. Bazı geleneksel toplumlarda saçların hiç kesilmediğini duymuştum ve buna şahit olunca hayretten ağzım bir karış açık kaldı. Kale gün içerisinde 10:00-17:00 arası açık.

Burada iki farklı tür bilet bulunuyor. 30 Grivnaya Kitap Müzesini, Çan Müzesini, Silah Müzesini, surları, muhafız odasını, hapishaneyi ve etnoğrafik bir serginin de olduğu hediyelik eşya dükkanını gezebiliyorsunuz. 200 Grivna ile rehber eşliğinde eski kilise, arkeolojik buluntular, eski yapı malzemeleri, Sanat Müzesi, Ana kule ve Styrova Kulesi gezilebiliyor. 30 Grivna ödeyerek biletimi aldım ve surların üzerine çıkarak gezmeye başladım.

Buradan kale içinin yanı sıra şehrin genel manzarası da görünüyor.

Lutsk

Önce surların üzerinde yürüyerek Styrova Kulesinin üst katlarında bulunan eski silah müzesini görme şansım oldu.

Ukrayna Askeri Müzesi’nde Ukrayna tarihine ait savaş araçları ve Ukraynalı askerlere ait birçok eşya sergilenmekteymiş.

Sonra aynı Kulenin birinci katındaki ilginç bir dükkana girdim. Burada sergilenen sanat eseri gibi ilginç mumlar vardı. Küçük olan boyları 100 Grivna. Yapan genç oldukça meşakkatli olan yapım sürecini anlattı.

Sıra geldi Vladycha Kulesi’nde bulunan Çan Müzesi’ne ve bizim için anlamı olmayan demir yığınlarına! İki katta da irili ufaklı bir dolu çan konulmuş ve çanlara dair eski fotoğraflar sergilenmiş. Lutsk Çan Müzesi’nde 17. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar toplam 90’dan fazla çan sergileniyor. En eskisi 350 yıllık ve 1,5 ton ağırlığında.

Model kullanılarak eski hali yansıtılan Zindanı demir kafes arkasından gördüm. Eskiden kullanılan eşyalardan bazılarını da sergileniyor.

Bahçesinde de ne işe yaradığını anlamadığım bazı araçlar vardı.

Sonra aynı binanın üst katındaki Kitap Müzesine gittim. Kale içerisinde yer alan en ilginç yerlerden birisi bu müzedir. Koleksiyonun çoğu, en eskisi 350 yaşından büyük antika kitaplardan oluşuyor. Çoğunluğu İncilden oluşan pek çok el yazması kitaba ev sahipliği yapan Kitap Müzesi’nde, farklı sergilere sahip üç oda var. Birincisi, 15. yüzyıldaki bir baskı makinesini öne çıkararak Avrupa yayıncılık tarihini ele alıyor. Diğer odalar Doğu Avrupa ülkelerinin en ünlü altı basım evinin çeşitli basımlarına sahiptir. Müzede sergilenen en eski kitabın 1644 yılında Lviv’de yayınlanan iki ciltlik “Trebnyk” kitabı olduğu belirtilmesine karşın daha eski tarihli kitaplar da gördüm.

Lutsk

Çok güzel ve metalden yapılmış hayvancıklar da mutlaka görülmeli

Bunların dışında gezemediğim yerlerden de bahsederek Kale gezimizi sonlandıralım. İlk sırada tabi ki Ana Kule geliyor.

Kulenin en üstüne çıkana kadar bronz heykel sergisi, cam sergisi, resim galerisi gibi küçük sergiler geziliyormuş. Yukarıya çıktıktan sonra orada duran muhafız nereden geldiğinizi soruyormuş. Tıpkı geçmişte olduğu gibi şehre gelenlerin ülkelerini söyleyip ardından elindeki borazanla marş çalıyormuş. Kuleye çıkamadım ama evlenecek çiftler gelirken borazan çaldı ve ardından muhafızı Orta Çağ kıyafetleriyle bahçede geçerken gördüm.

Kale içerisinde gezilebilecek bir diğer müze, 15-20. yüzyıllar arasında yapılmış çok sayıda tablonun sergilendiği, Styrova Kulesi’nin yakınlarında bulunan Sanat Müzesi (Art Museum).

Luteryan Kilisesi- Lutheran Church

Kale gezimi tamamladıktan sonra geri dönmek yerine tabelaları takip ederek ara sokaklara girmeye başladım. İlk önce karşıma sivri kuleli The Church of Evangelical Christian Baptists-Lutheran Church çıktı.

Karaimska Caddesi, 16 adresinde, 20. yüzyılın başında Alman sömürgecileri tarafından yaptırılan eski Lutheran Kilisesi’ni göreceksiniz. Kilise, Kafedralna Caddesi’nin batı ucunda bulunuyor. Sarp sivri ucu ile orantılı neo-gotik yapı, mimari ekseni tamamlayan büyük bir altın haç ile taçlandırılmıştır. Lutheran Kilisesi olarak bilinen bina aslında artık bir Baptist kilisesidir.

Kilise 1907 yılında kentin Lutheran topluluğu için inşa edildi. İnşa edildiği yıllarda Volyn’de yaşayan Almanlar için başlıca ibadet yeri olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonunda 1940’larda sömürgecilerin çoğu Almanya’ya döndü ve kilise sahipsiz kaldı. 1950’lerden 1980’lere kadar Sovyet döneminde kilise laik bir yapıya dönüştürülerek arşiv olarak kullanıldı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra 1990’ların başında Ukrayna’daki Kiliselerin İadesi çerçevesinde Lutsk’un Baptist topluluğu kilisenin yeni sahibi oldu. 1990’ların başında, yerel Evanjelik Baptist topluluğu kiliseyi restore etti ve ibadethaneleri olarak kullanmaya başladı.

Kilisenin ön tarafında açık bir kapı göremeyince ben de yan tarafına doğru gittim. Bulduğum açık bir kapıdan içeri girdim ve mutfaktan gelen sesleri duydum. Sessizce içeri girip birkaç fotoğraf çektim ve aynı sessizlikte kendimi dışarı attım.

Karaim Caddesi

Karaimler (Karaylar) yoğun olarak bu bölgeye yerleştiklerinden caddeye de onların adı verilmiş. Lutsk Karaimleri eski Türk-Tatar kabilelerinin ataları oluyor. 15. Yüzyılın sonunda Litvanya büyük dükü Vitovt, Kırım’dan yüzlerce Karaimli mahkumu getirmiş ve Lutsk ile Vilno (Vilnius)’ya yerleştirmiş. Volyn’de 500 yıl boyunca yaşayan Karaimler dillerini, kültürlerini, yazılarını ve geleneklerini muhafaza etmişler. 1930’larda Karaimler kendi gazetelerini ve çocuk kitaplarını yayınlamışlar. Lutsk Karaimleri arasından meşhur bilim insanları ve tanınmış isimler çıkmış. II. Dünya Savaşından sonra neredeyse tüm Karaimler komünistlerin baskıları sonucunda Lutsk ve Volyn’i terketmek zorunda kalmışlar.

Bu caddenin sonuna doğru yürüyünce dış tarafı oldukça renkli bir başka tarihi kilise gördüm.

Protection of Virgin Orthodox Church

Hala orijinal halini koruyan ve Lutsk’taki mevcut Ortodoks kiliselerinin en eski tarihlisi olan Ortodoks Kilisesi, 17. yüzyılın ilk yarısında inşa edilmiş. Kilise aslında 1583 tarihli bir belgede eski olduğu ve tamirat gerektirdiği belirtilen daha eski bir kilisenin yerini almış. Kilise 14. yüzyılda resmedilmiş Volyn Meryem Ana simgesi ile tanınır. 1970’de Kilise, Kiev’deki Ulusal Güzel Sanatlar Müzesi’ne bu ikonayı gönderdi.

Küçük ama içerisi oldukça renkli olan bir kiliseydi. Hızlıca göz gezdirip dışarı çıktım.

Bu bölgeyi tamamladığımı düşünerek merkeze dönmeye karar verdiğimde Tarih Müzesi’ni gördüm ancak gezecek vaktim yoktu.

True Cross Lutsk Ortodoks Kompleksi

Lutsk

Pazar ve Bratskiy Mist Meydanları arasında bulunan ve bir kilise ile manastırdan oluşan mimari ve tarihi bir komplekstir. Church of the Exaltation of the Cross, Basilian Manastırı ile birlikte, Lutsk Kardeşliği tarafından inşa edilmiş ve korunmuş bir mimari anıttır. Binalar 1630’lar ve 1640’lar boyunca inşa edildi ve Volyn Ortodoks halkının siyasi merkeziydi. 18. yüzyılda yangından zarar gördüler ve kilise bir yüzyıl sonra neredeyse tamamen tahrip oldu. Manastır binası orijinal halini korurken, kilise birçok kez yeniden inşa edildi; apsis ve yeniden inşa edilmiş kubbe, sadece orijinal parçalardır. Manastır bir apartman binasıdır; Kilise, Lutsk Ortodoks Birliğinin varisi olan Saint Andrew’un Volyn Birliği tarafından kullanılıyor.

Pazar Meydanı

14. yüzyıldan kalma Lutsk Pazar Meydanı, Ukrayna’daki en eski meydanlardan biri olan meydan, şehrin en kalabalık yerlerinden biri ve canlı hayvan da dahil olmak üzere hemen her şey satılıyor.Meydan, Daha önce, meydan idari binalarla çevriliymiş. Meydan, tarihi boyunca birkaç kez yangınla tahrip olmuş. Belediye binası 18. yüzyılda yandıktan sonra inşa edilen yeni binalar pazar alanını küçültmüş. Ancak yine de II. Dünya Savaşı’na kadar Lutsk ticaret merkezi olarak kalmış. Halen, Market Square eski şehir evleri ve kiliselerle çevrili tarihi bir simge yapıdır. Pazarda sebze meyve gibi ürünlerin satıldığı açık bir alan ve üstü kapalı yapılar bulunuyor.

Pazarın içinde bir süre gezdim ama içinde kaybolmamak için hemen çıkmak istedim. Buradan Tiyatro Meydanı’na geri dönmek için ve ana caddeden diğer tarafa doğru yürüdüm. Sağ tarafta Güneş Sistemine ilişkin bir heykel seti yapılmış.

Lutsk

Bogdan Khmelnitsky Caddesi üzerinde yürümeye başladım ve çok geçmeden caddenin karşı tarafında önünde kentin koruyucusu Aziz Nikolaos’ın bir Anıtı da bulunan Lutsk Belediye Binası’nı gördüm. Belediye Meclisi binası 1930’larda inşa edilmiş ve o yıllarda posta ve telgraf idaresi olarak kullanılmıştır. Sovyet döneminde, Belediye Meclisi bu binada çalışmaya başlamış.

Lutsk

Kukla Tiyatrosu-Puppet Theatre

Lutsk

Krivyi Val Caddesi’nde Belediye Binası’nın karşısında bulunan Kukla Tiyatrosu 1890 yılında inşa edilmiş. 1975 yılında Drama Tiyatrosu burada performanslarını sergilemeye başlamış. Drama Tiyatrosu Tiyatro Meydanı’ndaki yeni bir binaya taşındıktan sonra, burada bir kukla tiyatrosu kurulmasına karar verilmiş. Kabartmalarla ve sütunlarla süslenmiş bir binası olan Kukla Tiyatrosu şimdiye kadar, Lutsk vatandaşlarını parlak performanslarıyla memnun etmiş ve uluslararası yarışmalarda sayısız ödül almış.

Kale bölgesine tekrar döndüm. Niyetim bu tarafta olduğunu bildiğim Golovan Evi’ni görmekti. Tam o sırada önünde küçük bir parkın olduğu Eczane Müzesi’ni (Pharmacy Museum) gördüm ve açık kapısından içeri de girdim. Ancak kayda değer bir şey olmadığını söylemeliyim.

House of Sculptures-House of Architect Golovan

Styr Nehri’nin kıyısında bulunan Chimeras’lı Ev, Lutsk’taki en sıra dışı cazibe merkezidir. Mimar Mykola Golovan 1979 yılından bu yana üzerinde çalışıyor. Ev gotik ve Rönesans tarzlarından klasik ve masal eserlerine kadar tamamen eklektizm izlenimi veren farklı stilde yaklaşık 500’den fazla taş heykel ile süslenmiştir.

En büyük obje, heykeltıraşın aile üyelerinin, evin alınlık kısmındaki tasviridir. Evin dışı kadar iç dekorasyonu da oldukça ilgi çekici ve özgünmüş. Tabi ben evin içini göremedim ama 70’lerinde olduğu belirtilen mimar Golovan’ı üstü çıplak evin önünde otururken gördüm.

Kosach Family House

Lutsk

Katedralin arkasında 1800’lerin sonunda Kosach ailesinin yaşadığı ev bulunuyor. Ukrayna tarihi için oldukça önemli olan şair, yazar ve feminist Olena Pchilka ile kızı Lesya Ukrainka bir süre bu evde yaşamışlar. Lesya’nın bilinen ilk şiiri “Nadia” (Umut)’yı yazdığı yer burasıymış. 2007 yılında ev müzeye dönüştürülmüş ve Lesya’nın odası görülebiliyor.

St Bridget Manastırı- St Bridget’s Convent

18. yüzyılda, bu manastırdaki rahibeler “içeriye giriş yok” ve “tesis içinde erkek bulunmama” kuralı hakkında çok katılardı. Binayı alev sarınca bile itfaiyecilere izin vermediler. Sonuç olarak, ahşaptan inşa edilen kentin büyük kısmı gibi Manastır da yangında tahrip oldu. Manastır kompleksi zaman içinde bir hapishane, bir Katolik kilisesi ve bir Ortodoks kilisesi olarak kullanıldı. En ilginç özelliği ise, 1941’de Nazilerin Lutsk’a yaklaşması üzerine kenti boşaltan NKVD yani Sovyet özel birlikleri tarafından burada vurulan 4000 kişinin dışarıdaki anıtıdır.

Günümüzde bu kompleks Ortodoks Manastırı olarak kullanılmaktadır.

Lesya Ukrainka Caddesine döndüm ve yolun ortasında berberlik sahnesiyle karşılaştım.

Kültür Parkı

Tekrar Bogdan Khmelnitsky Caddesi’nde yürüyerek günün en güzel anlarını yaşayacağım Kültür Parkı’na geldim.

İçinde kafeler, restoranlar, oturma alanları, çocuk oyun alanları, havuzlar ve küçük bir gölü bulunan parkta özellikle yaz akşamları çok iyi vakit geçirebilirsiniz. Birçok oyun alanı, alışveriş standı, festival alanlarında gezip sokak dansçıları ve şarkıcılarının düzenlediği gösterileri izleyebilirsiniz.

Park o kadar güzeldi ki çeşit çeşit bitki ve hayvan türlerinin bulunduğu bu temiz ortamda gezinmek gerçekten eşsizdi. Şehir merkezine bu kadar yakın ve böylesine büyük bir parkın bulunması kent sakinleri için büyük şans olmalı!

Ukrayna Birlikleri ve Askeri Teçhizat Müzesi

1925 yılında yapılmış binalarda bulunan küçük ama oldukça ilginç bir müze. Sergide 50 askeri teçhizat ve silah bulunuyormuş. Materyallerin çoğu EuroMaidan olaylarında ve Ukrayna’nın doğusundaki çatışmalarda kullanılmış. İlgi duyuyorsanız Na Taboryshchi Caddesi, 4 adresindeki Müzeye gidebilirsiniz.

Volyn Bölge Tarihi Müzesi

Volhynia’daki en büyük ve en eski müzedir. Müze, Volyn bölgesinin sanatını, tarihini ve etnografisini temsil eden 140 binden fazla esere sahip. Shopena Caddesi, 20 adresindeki Müze, normalde 09:00-17:00, cumartesileri 10.00-18.00 arası açık olup Pazartesi günleri kapalıdır.

Eternal Glory Memorial Park

Ukraynalılar şehitlerine ve ölülerine çok önem veriyorlar. Her yerde bir anıt ve her yerde bir heykel görmek mümkün.

Burası, savaş kahramanlarına, askerlere, Çernobil’de ölen ve mağdur olanlara, baskı kurbanlarına, yüzlerce şehidin anısına, yakılan kasaba ve köylerin hatırasına, Volyn bölgesinin özgürlüğü ve bağımsızlığı için faşizme karşı mücadele edenlerin anısına yapılmış büyük bir park alanı. Birçok anıt ve heykelin yanı sıra mezarlar da bulunuyor. 

En Uzun Bina

Lutsk

Lutsk’da Dünyanın en uzun apartman dairesi bulunuyor. Burası şehirdeki en ilginç yapılardan biridir. Sobornosti Bulvarı ve Molodi Bulvarı’nda, birbirine bağlı, 3 km’den fazla uzunluğu olan dünyadaki en uzun apartman blokları bulunmaktadır. Yapı 1969-1980 yıllarında inşa edilmiş. İki cadde üzerinde 38 adreste birleştirilen petek şeklindeki yapı kompleksi 88 girişe sahip. Bu evde yaklaşık 9000 insan yaşıyormuş. Burada Ukrayna ve Avrupa’dan sokak sanatçılarının da yer aldığı “Arka” adlı bir proje yürütülüyormuş. Amaç bu büyük apartmanı eşsiz bir turistik mekana dönüştürmekmiş.

Büyük Sinegog (Küçük Kale)

Danyla Halyts’koho Caddesi, 33 adresinde bulunan ve 1622-1629 yıllarında inşa edilen Sinegog, Lutsk’un önde gelen mimari anıtlarından biri. Lutsk Yahudilerinin diğer şehirlerdeki Yahudilerle aynı kaderi paylaştığı II. Dünya Savaşı’ndaki Alman işgaline kadar Lutsk büyük bir Yahudi nüfusuna ev sahipliği yapıyormuş. O zamanlar çoğunlukla Yahudi vatandaşların yaşadığı Old Lutsk’un güneybatı bölgesinde bu Sinegog inşa edilmiş. Bu işgale kadar Sinegog Lutsk Yahudilerinin dini, eğitim ve topluluk merkezi olarak kullanılmış. 1942’de kısmen tahrip olan Sinegog 1970’lerde restore edilmiştir.

Sinagogun savunma özelliği “Küçük Kale” olan ikinci adını da açıklamaktadır. Adeta bir kale şeklinde inşa edilmiş. Bina dua için kullanılan bir kare salondan ve beş katlı bir savunma kulesinden oluşmaktadır. Lutsk, Sinagog binası yerel bir spor kulübüne ev sahipliği yapıyor.

Chartoryiskykh Kulesi (Okolny Kalesi)

Lutsk

Bu savunma kulesi ve kale duvarı, Yukarı Kale’yi güneyden ve batıdan güçlendiren Okolny (Roundabout) Kalesi’nin sur kalıntılarıdır.

Günümüzde Princes Czartoryiski’nin adını taşıyan kule kalmış. Kule Cizvit Manastır binasına bir duvarla bitişiktir ve sadece Drahomanova Sokağı avlularından görülebilir.

Son Söz

Ukrayna gezilecek yerler listesinin başını çeken popüler kentlerin arka planında kalan Lutsk, kendine has ambiyansı, tarihi dokusu ve bakir kalabilmiş yönleriyle gezginler tarafından keşfedilmeyi bekliyor.

Lutsk, kaleleri, eski evleri, Sovyet mimarisiyle yapılmış binaları, anıtları ve kiliseleriyle hem Orta Çağ’ı, hem de yakın tarihi yaşatan bir şehir. Tarihi anıtları ve kiliseleri, mimarisi çok hoş yapıları, sıra dışı binaları, hediyelik eşya tezgahları, parke taşlı sokakları, güzel çeşmeleri, yeşil alanları var. Hızlı bir şekilde gezebilirseniz bir güne sığdırabileceğiniz küçük bir şehir aslında. Yüzyıllar boyunca, Lutsk, çeşitli imparatorluklar arasında gidip gelmiş ve halklar da doğal olarak karışmış. Bu durum aslında şehri Ukrayna’nın en ilgi çekici şehirlerinden biri haline getirmiş. Çünkü burada mimaride, kültürel ve sosyal yaşamda çok farklı ve değişik lezzeti bir arada bulabilmek mümkün. Siz de bir an önce gidin ve henüz bozulmamışken buna tanıklık edin.

Glasgow Gezi Rehberi

glasgow

Glasgow İskoçya’nın en fazla nüfusa sahip ve en geniş alana sahip şehri. Birleşik Krallıkta da kalabalık üçüncü, en çok ziyaret edilen şehirler arasında da beşinci sırada. Şehir İskoçya’nın batısında Cylde Nehri’nin İrlanda Denizi’ne açılan haliç üzerine konumlanmış.

Aslında 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında şehrin nüfusu çok hızlı artmış ve 1938’de bir milyonu geçmiş. Bu nedenle 1960’larda şehir dışında evler inşa edilerek nüfusun buralara kayması sağlanmış. Bu şekilde Cumbernauld, Livingston, East Kilbride gibi yeni şehirler ve periferik banliyöler oluşmuş. Böylece şehir merkezinin nüfusu yarıya düşmüş.

Glasgow 2014 yılında Commonwealth Oyunlarına ve 2018 yılında da Avrupa Şampiyonasına ev sahipliği yapmış. Ayrıca spor dünyasında bizim Fenerbahçe ile Galatasaray arasında olduğu gibi şehrin eski takımları olan Celtic ve Rangers kulüpleri arasında da bitmeyen bir rekabet varmış. Şehir, futbol, rugby, atletizm, tenis, golf ve yüzücülük konusunda sporda iyi bir yere gelmiş.

Şehrin sakinlerine “”Glaswegians” ya da “Weegies” denilmekteymiş. Bir de şehirle ilgili benim de yaşadığım ilginç bir ayrıntı var. Glasgowlular İskoç dilinden çok farklı ve buradan olmayanların kolayca anlayamayacağı “Glasgow patter” denilen farklı bir konuşma diline sahiplermiş. Glasgow’da kaldığım evin sahibiyle konuşurken on kere tekrarlatmam boş yere değilmiş demek ki, ben de kendimden kuşkuya düşmüştüm!

Kısa Tarihi

İlk yerleşim izlerinin Prehistorik zamanda görüldüğü şehir, eskiden Clyde Nehri yakınlarında küçük bir balıkçı kasabası iken bugünlerde artık İskoçya’nın en büyük liman şehri olmuş. Şehir Orta Çağ’da 2. İskoç piskopos bölgesi olmuş. Zamanla Orta Çağ’ın piskoposluk ve kraliyet kasabası anlayışından sıyrılmış ve 15. yüzyılda Glasgow Üniversitesi’nin kurulması ile 18. yüzyılda İskoç aydınlanmasının önemli bir merkezi haline gelmiş.

18. yy’dan sonra Büyük Britanya’nın Kuzey Amerika ve Karayipler’e yaptığı transatlantik ticaretinin önemli bir merkezi olmuş. Endüstri Devrimi’yle birlikte şehrin nüfusu ve ekonomisi hızlı büyümüş ve dünyanın en ünlü kimya, tekstil ve mühendislik merkezlerinden biri haline gelmiş. Özellikle gemi yapımı ve denizcilikle ilgili mühendislik alanlarında gelişim kaydettiklerinden pek çok keşif ve ünlü gemi yapmışlar.

Ekonomi I. Dünya Savaşı ve Büyük Buhran’dan sonra düşüşe geçmiş ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra düzelmeye ve büyümeye başlamış. Ancak 1960’larda Japonya ve Batı Almanya gibi ülkeler sanayide hızla büyürken, Glasgow uzun sürecek ekonomik küçülme dönemine girmiş. Şehirde sanayi kuruluşları azalmış işsizlik artışı, nüfus azalışı, şehirden göçlere, fakirliğe ve yetersiz sağlık koşullarına sahne olmuş. Bu kötü gidişi durdurmak amacıyla radikal ve geniş kapsamlı programlar uygulamaya konulmuş.

Şehirden göçleri önlemek için şehre yakın alanlarda ucuz banliyöler ve siteler inşa edilmiş. Tüm çabalara ve ekonomik rönesansa rağmen şehrin doğu tarafı halen yoksulluğun diz boyu olduğu bir bölgeymiş ve uçurum giderek artıyormuş.

Glaskow müzik şehri olarak da tanınıyor. UNESCO, 2008’de Glasgow’u “müzik şehri” ilan etmiş. Müzikle ilgili yerlerin gezildiği turlar da düzenleniyormuş. Elektronik müziğin çalındığı çok sayıda kulübün yanı sıra, geleneksel İskoç müziği dinlenen yerler de mevcut.

Bu açıklamalardan sonra sizi Glasgow’a götüreyim artık.

Glasgow Gezilecek Yerler

Edinburgh’dan bindiğim National Express otobüsü yeşil kırların, otlayan inek ve koyunların, parlayan güneşin eşliğinde yaklaşık 1,5 saat kadar sonra Glasgow’a ulaştı. Otobüs Terminali oldukça merkezi bir yerde bulunuyor. İner inmez hemen birkaç sokak yürüyünce en gözde ve işlek caddelere ulaşılıyor.

Sırt çantam olduğundan öncelikle onu akşam konaklayacağım eve bırakmak istiyordum. Bu sefer airbnb sitesinden ev ayarlamıştım. Ev sahibim mesaj atarak dişçiye gideceği için beni karşılayamayacağını, anahtarı paspas altına bırakacağını yazmıştı. İnsanların hiç tanımadığı birine böyle güvenmesi inanılmaz geliyor. Daha önce siteden puan almış olsam ve ona güvendi desem o da yok. Ben hayatta böyle bir şey yapmazdım herhalde!

Eşyalarımı bırakıp ilk ulaştığım Buchanan Caddesi, çok güzel mimariye sahip binaların olduğu, eğimli, araç trafiğine kapalı, her iki yanında ünlü markaların mağazaları da bulunan bir cadde. Keyifle gezinmek, alışveriş yapmak, açık havada değişik müzikler yapan grupları dinlemek için ideal bir yer.

Çok ilginç yapılar da var bu caddede, mesela Hotel Chocolat binası bir tavus kuşu gibi taçlandırılmış.

Gezimin bir sonraki durağı günün her saati canlı ve hareketli olan George Square oldu.

Ama öyle böyle değil kocaman, büyük bir meydan burası. Şehrin kalbinin attığı meydanlar vardır ya bu da onlardan biri. George Square, Glasgow şehir merkezinde bulunan 6 meydandan biri. Yapımına 1781 yılında başlanan meydanın ismi Kral III. George’dan geliyormuş.

Meydanın her tarafına çok büyük heykel ve anıtlar dikilmiş. Kraliçe Victoris, Robert Burns, Sir Robert Peel, Sir Walter Scott gibi şehir için önem taşıyan 12 ünlü kişinin heykelinin süslediği meydanda buhar makinasının mucidi olan James Watt’ın heykeli de bulunuyor.

Meydanın etrafı Victorian tarzında inşa edilmiş, mimari açıdan şaheser yapılarla dolu. Meydanın doğu tarafında 1883 yılında inşa edilmeye başlanan Glasgow City Chambers – Belediye Sarayı bulunuyor. Batı tarafında ise Glasgow Ticaret Odası tarafından 1874 yılında inşa ettirilen Merchants House var. Meydanda bulunan ve tarihi 19. yüzyıla uzanan depolar bu meydanın bir zamanlar önemli bir ticaret merkezi olduğunu göstermekte.

Meydan, müzikal etkinliklerin, ışık gösterilerinin, resmi törenlerin, spor kutlamalarının ve politik toplantı ve protestoların yapıldığı bir yermiş. Christmas zamanında burada büyük bir Noel pazarı kuruluyormuş. Meydanda bulunan Italyan Bölgesi’nde çok hoş restoranlar ve cafeler bulunuyor. Meydana yakın çevredeki çok hoş ama bir o kadar da pahalı butik ve mağazalarıyla alışveriş yapma imkanı veriyor.

Meydanda dolandım ve heykelleri tek tek inceleme fırsatı buldum. Keşke hemen Belediye Binasının içine de girseymişim. Cuma günü olduğundan açık olan binaya muhtemelen girebilecektim. Ertesi gün kapıdan geri çevrildiğimde bunun pişmanlığını yaşadım!

Belediye Binası Pazartesi-Cuma arası günlerde 08.30-17.00 arasında açık ve günde iki kere 10.30 ve 14.30’da yapılan ücretsiz ve 45 dakika süren rehberli turlarla da gezilebiliyor.

Bu bina şehrin en prestijli yapısı olup Glasgow’un tarihi zenginliğinin ve politik gücünün bir sembolü olarak görülüyormuş. 1888’de tamamlanan ve Kraliçe Victoria tarafından açılan Glasgow City Chambers yüzyılı aşkın bir süredir belediye meclislerine ev sahipliği yapmakta.

Binanın önünde tam merkezindeki alınlığın içinde, Kraliçe’nin Altın Jübile’sini onurlandıran bir kabartması var. Üstünde ve bayrak direğinin hemen altında ortada doğruluk imgesi olan onur ve zenginlikleri temsil eden heykeller bulunuyor. James Alexander Ewing’in bu heykeline yerel halk Glasgow’un Özgürlük Heykeli diyormuş.

Binanın ön tarafında yer alan altın haçlı beyaz anıt, 1924 yılında dikilmiş. Bu anıt I. Dünya Savaşı sırasında ölen 18.000 Glasgow askeri için yapılmış.

Meydandan ayrılıp, yürümeye devam edelim, Gordon Street’te çok kalabalık gözüküyordu, yeme içme mekanları hep buralarda toplanmış gibi..

Buradan Argyle Street’e geçtim. Bu bölgede ki bütün caddeler aynı şekilde hareketliydi.

Trongate Bulvarı’nda yürümeye başladım ve merkezden biraz uzaklaştım. Burada çok fazla sayıda mağaza ve tarihi bina görebiliyorsunuz.

Epeyce yürüdükten sonra Mercant Building göründü. Daha önce Glasgow Cross olarak bilinen şimdi artık Merchant City olarak isimlendirilen bu bölgede bulunan binaların bazılarının tarihi 17. yüzyıla kadar gidiyormuş. Mercat Binası eski gözükse de aslında oldukça yeni bir bina, 1928 yılında inşa edilmiş.

Glasgow Clyde Nehri kıyısında küçük bir balıkçı köyü olarak kurulmuş. Aziz Mungo kuzeydeki tepeye dini bir yerleşim kurmuş ve M.S. 6. yüzyıla kadar da bu şekilde kalmış. Buraya bir manastır inşa edilmiş ve yerleşim yeri giderek büyümüş.

Glasgow’un ilk merkezi manastırın çevresinde ve daha sonra yakınlarda inşa edilen St. Mungo Katedrali civarındaki bölge olmuş. Hemen güneyinde eski bir Roma yolu bulunuyormuş ve şehrin en eski üç caddesi olan High Street’in doğu ve batısında uzanan kısımlar Drygait ve Rottenrow caddeleriymiş. Güneyde ikinci bir merkez gelişmiş ve dört caddenin dik açılarla birleştiği, bir haçı andırdığı, Glasgow Cross olarak tanımlanan bir bölge olmuş.

Reformasyon dönemine kadar Glasgow Cross, dört caddenin birleştiği açık ve geniş alanda kurulan Pazar nedeniyle Mercat (Pazar) Cross olarak biliniyormuş. Pazardaki malları tartmak için kullanılan trone ve terazilerden sonra batıdaki caddeye Tronegait, doğudakine Gallowgait, kuzeyde Mercat Cross’dan Metropolitan Kilisesi’ne giden cadde ve güneydekine kumaş ağartıcılarından türetilerek Walkergait adı verilmiş. Daha sonra, kuzeydeki cadde, High Kirk’ten sonra High Street olarak yeniden adlandırılmış ve Walkergait, somon kurutulduğundan Salt Market olarak adlandırılmış.

Glasgow Merchant City’nin tam merkezinde yer alan eski Sheriff Court binası bugün artık Citation Taverne & Restaurant olarak hizmet vermekteymiş.

Dönüş yolundaki Ingram Street’te bulunan tarihi bina Hutchesons’ Hall 1802 ve 1805 yılları arasında Hutchesons Hastanesi olarak inşa edilmiş. 2008 yılından sonra boş kalan binayı 2014 yılında yenilemişler ve bugünlerde artık et ve deniz ürünleri mutfağının sunulduğu üç katlı bir restoran olmuş.

Allsaints Spitalfields adındaki bir mağazanın vitrin düzenlemesi de eski dikiş makineleriyle yapılmıştı.

Şehrin merkezindeki tren garına dışarıdan şöyle bir baktım. Buradaki demiryolu köprüsünün de şöyle bir hikayesi var. 19. yüzyılda günlük işler bulmak için bu bölgede bulunan ve yağmur yağdığında köprünün altına sığınan Highland’li erkekler nedeniyle köprünün adı “Highland Men’s Umbrella” olmuş. Maalesef köprünün fotoğrafını çekmemişim. O yüzden internetten aldığım bir fotoğrafı kullanıyorum.

Otobüs terminaline giden yol üstünde Glasgow Royal Concert Hall -Konser Salonu bulunuyor.

Kraliyet Konser Salonu, 2475 kişi kapasitesi ile Birleşik Krallık’taki en büyük salonlardan biri. Resmi olarak 1990 yılında açılan bina Kraliyet İskoç Ulusal Orkestrasına da ev sahipliği yapıyormuş.

Konser Salonunun önündeki heykel İskoçya’nın ilk Başbakanı ve İskoç Devriminin savunucusu olan 1937-2000 yıllarında yaşamış Donald Campbell Dewar’a ait.

Klasik müzik severim ama bırakın burada bir konser izlemeyi içini görmeye dahi zaman bulamadım. Binanın akustik açıdan mükemmel olmasına rağmen altından geçen metro hattı nedeniyle biraz sorun yaşanıyormuş.

İkinci gün sabah Glasgow Katedrali ile güne başladım. Katedral Meydanı’nda Glasgow doğumlu doktor David Livingston’un 2,40 metre uzunluğundaki heykeli bulunuyor. Livingston mezun olduktan sonra Güney Afrika’ya gönderilmiş ve burada misyonerlikle birlikte araştırmalar yapmış. Hakkında birçok efsane bulunmaktaymış.

Katedral Meydanı’nda James Lumsden’in bir heykeli de bulunmakta. James Lumsden (1818-1879), Lord Provost olarak görev yapan bir kırtasiyeci ve tüccarmış. Arden Şövalyesi olarak da biliniyormuş.

Gelelim Katedral binasına. Dışarıdan diğer kiliselere göre çok farklı görünmüyordu. Glasgow High Kirk olarak da bilinen Glasgow Katedrali veya St Kentigern veya St Mungo’s Katedrali, İskoçya’daki en eski katedral ve Glasgow’daki en eski bina olarak gösterilmektedir. İskoçya’nın en görkemli Orta Çağ yapılarından birisi olan Glasgow Katedrali, İskoç ana karasında, 1560 Reformu’ndan sonra bozulmadan bugünlere gelebilen tek bina olarak tanımlanmakta. Katedral ünlü TV serisi Outlander için set olarak da kullanılmış.

Bu Orta Çağ Katedralinin M.S. 614’de ölen ve St. Mungo olarak da bilinen St Kentigern’in gömülü olduğu alana inşa edildiği ve Glasgow şehrinin doğduğu yeri işaret ettiği düşünülmektedir. St Kentigern, eski İngiliz Krallığı olan Strathclyde Krallığındaki ilk piskoposmuş ve şehrin azizi olarak biliniyor.

St Mungo, Göller ve Kuzey Galler bölgelerinde vaazlar vermiş, Roma’ya hacca gitmiş ve 614 yılında ölünce bu bölgeye gömülmüş. Ölümünün ardından mezarı üstüne inşa edilen ilk orijinal kilise ahşaptan yapılmış. Bunun yerine ilk taş kilise, Kral David I zamanında, 1136 yılında inşa edilmiş. Bu kilise zamanla tahrip olmuş Onun yerine 1197 yılında yeni bir bina yapılmış.

Katedralin içi oldukça geniş ve ferah. Ahşap çatı Orta Çağ tasarımına sahip ve kerestelerin büyük kısmının 14. yüzyıldan kalma olduğu tahmin edilmektedir.

“Reader’s Bible” olarak adlandırılan 1617 basımı bir İncil de sergileniyor.

Katedral, modern vitray pencerelerin en iyi koleksiyonlarından birine sahip. Bunlardan birisi Katedralin ortasında bulunan Büyük Batı Penceresindeki “Creation” yani “Yaratılış” konulu vitray. Katedralin kuzey duvarına yapılan The Millennium Window adı verilen, en zorlu teknikle üretilen ve ana hakim rengin mavi olduğu vitray pencereler de dikkat çekmekte.

Yapıda alt katta bazı eserler sergilenmektedir. Burada tarihi 1200’lü yıllara kadar giden erken döneme ait önemli parçalar görülebiliyor. Burada St. Mungo’ya ait olduğu belirtilen bir mezar ve St Nicholas Şapeli bulunuyor.

Castle Street’de bulunan bu yapıya komşu olan 1794’te açılan Glasgow Royal Infirmary ve 1833’de açılan muhteşem Glasgow Nekropolü, yakınlarda bulunan Glasgow’un en eski evi ve bitkisel tıbbi bahçeleri ile birlikte The Provand’s Lordship, Barony Hall (Barony Kilisesi), Strathclyde Üniversitesi, Katedral Meydanı, Glasgow Protestan Kilisesi (Kuzey Baroni Kilisesi) ve St Mungo Müzesi çevrede görülecekler arasında.

Katedralin doğusunda alçak ama çok belirgin bir tepe üzerinde bulunan Glasgow Nekropolü bir Victorian mezarlığıdır. Burada 3500’den fazla anıt ve yaklaşık elli bin mezar varmış. Ancak o dönemin koşulları gereği anıtların çok azına isimler yazılmış ve çoğu mezara bir taş dahi dikilmemiş.

Paris’te Père Lachaise Mezarlığı’nın kurulmasından sonra, İngiltere’de de böyle bir mezarlık yapılması için baskılar başlamış. Daha önce Paris Kilisesi ölülerin gömülmesinden sorumluymuş, ancak ihtiyaçlar arttığından alternatif bir çözüm üretilmesi gerekiyormuş. Glasgow, giderek kiliselere daha az gelmeye başlayan halkı etkilemek için bu kampanyaya katılan ilk şehirlerden birisi olmuş. Glasgow Nekropolü 1833 Nisan’ında resmen açılmış. Bundan bir süre önce, Eylül 1832’de, arazinin kuzeybatı kesiminde bir Yahudi mezarlık alanı kurulmuş.

Castle Street’de bulunan ve 1471 yılında inşa edilen Provand’s Lordship, Glasgow’da en eski Orta Çağ evidir. Provand Lordship, St Nicholas Hastanesi’nin bir parçası olarak inşa edilmiş. Muirhead arması, binanın yan tarafında hala görülebilmekteymiş. Provand Lordship, katedraldeki din adamları ve diğer görevlilerin barınmasını sağlamış.

Ev daha sonra Barlanark’ın Prebend Lordu (veya “Provand”) tarafından işgal edilmiş ve bu nedenle onun adı verilmiş. Katedral ve hastaneyi çevreleyen ve Orta Çağ’dan kalan binaların çoğu, 18. ve 20. yüzyıllar arasında yıkılmış. Bina 1978’de Provand Lordship Society tarafından Glasgow Şehrine verilmiş. Bugün ev, Sir William Burrell tarafından bağışlanan 17. yüzyıl İskoç mobilya ve kraliyet portrelerinden oluşan kaliteli bir seçki ile döşenmiş.

Binanın arkasında, şehrin koşuşturmasından uzak, sakin bir bitki bahçesi olan St Nicholas Bahçesi yer alıyormuş. Bu ev, haftanın her günü ziyarete açık ve saat 10.00-17.00 arasında görülebilir. Müzenin hemen yanında olan evi nedense görmedim ve içini de doğal olarak gezemedim. Buraya webden bulduğum bir fotoğrafını ekliyorum.

Katedrale yürüme mesafesindeki St. Mungo Din ve Sanat Müzesi ise dünyada yer alan tüm önemli dinlere, ritüellerine ve öğretilerine ait eserler, objeler ve görsellerle dolu olan bir müze. Castle Caddesi’nde yer alan müzeye giriş ücreti alınmıyor.

1993 yılında açılan müze, eski bir Glasgow piskoposunun ikamet ettiği, bir kısmı katedralin içinde ve bir kısmı Glasgow Green Halk Sarayları Müzesi’nde görülebilecek bir Orta Çağ kalesinin arazisine inşa edilmiş. Müze binası, yakındaki Provand’s Lordship House ile uyum sağlamak için Orta Çağ tarzına uydurulmuş.

Müzeye 6. yüzyılda Hristiyan inancını İskoçya’ya getiren Glasgow’un koruyucu azizinin adı yani St. Mungo verilmiş. Galerilerde, St Mungo ile ilgili eserlerin yanı sıra dinlerin bütün dünyada ve zaman içerisinde insanların yaşamlarındaki önemine dair görüntüler, nesneler ve çarpıcı sanat eserleri sergilenmektedir. Burası dünyada eşi benzeri olmayan bir dinler müzesi.

Müze, farklı inançlara sahip olanlar arasındaki anlayışı ve saygıyı yansıtıyor ve her din mensubu için bir şeyler sunuyor. Müzenin koleksiyonu arasında Mısır mumyalarından Hindu tanrılarına ve Zen Budizmi’ne kadar pek çok dine ait eserler yer alıyor.

Burada seccadeler ve tespihleri dahi görebiliyorsunuz.

Meleklerle ilgili ayrı bir bölüm bulunuyor.

O kadar çok obje ve konu bulunuyor ki bunları detaylı incelemek için en az bir gün bu müzeye zaman ayırmak gerekiyor.

Müze gezimi tamamladıktan sonra kısa bir yürüyüş mesafesinde olan George Square’a geldim. Cumartesi günü olması nedeniyle meydan daha da kalabalıktı. Amacım City Hall binasını gezmekti. İçeriye girmek için hamle yapınca kapıdaki görevli beni durdurdu ve pazartesi günü açık olacağını, hafta sonu turistik gezilere kapalı olduğunu söyledi. Akşam şehirden ayrılacağımı, şöyle bir bakıp çıkacağımı söylesem de ikna edemedim.

Belediye Binasını gezemeyince hemen Modern Sanatlar Müzesi’ne yöneldim. Müzenin önünde çok değişik bir heykel bulunuyor.

Royal Exchange Meydanı’nda the Gallery of Modern Art binasının hemen önünde bulunan heykel I. Wellington Dükü Arthur Wellesley’nin heykeli. Wellesley, Waterloo Savaşı’nda Napolyon’u yendikten sonra, İngiltere’nin en büyük generali olarak kabul edilmiş. Heykel 1844 yılında inşa edildiğinden bu yana kent merkezini süslemekte ve  A kategorisinde listelenmiş.

Gelelim heykelin başındaki konilere. 1980’lerin başlarında yoldan geçen bazı insanlar kentin gururu bu atlı heykelin kaidesine tırmanmaya ve Dük’ün kafasına trafik konisi koymaya başlamışlar. Bu geleneği kimin başlattığı kesin olarak bilinmese de artık kentte geleneksel hale gelmiş. Parlak turuncu şapkasıyla Dük imgesi o kadar alışılmış ki heykelin doğal görünüşü olarak kabul edilmiş ve burası ziyaretçiler için popüler bir fotoğraf noktası haline gelmiş. Heykelin başına trafik konisi konulmasının yerel halkın mizah gücünü gösterdiğine inanılıyormuş.

Bu konilerin kentin otoritesine karşı halkın yürekli tutumunu temsil ettiği de düşünülüyormuş. Konilerin çıkarılması sadece iki sefer söz konusu olmuş. Glasgow’un 2002 UEFA Şampiyonlar Ligi finaline ev sahipliği yapması üzerine koninin yerini turnuva sponsorlarından birisi olan Amstel’in logosunu taşıyan futbol desenli bir şapka almış. Haziran 2010’da otel zinciri olan CitizenM Glasgow’da açılış yapacağı zaman koninin yerini “feel free’ yazılı parıltılı bir koni takılmış. 2012 Olimpiyat Oyunlarında ise altın madalya kazanılması üzerine koni altın rengine boyanmış.

2011 yılında Lonely Planet Rehberi heykeli, “Dünyadaki en tuhaf 10 anıt” listesine almış. Heykel sık sık sarhoş ve muzip öğrencilerin ilginç saldırılarına hedef oluyormuş. 2013 yılında Kent konseyi, bu tür saldırıları önlemek için anıtın kaidesini yükseltmeyi düşünmüş ama bu kez Glasgowlular tarafından 10 bin imzalı dilekçe ile buna karşı çıkılınca bu düzenlemeden de vazgeçilmiş.

Vakit kaybetmeden Müzenin içine girdim. Kısa adı “GoMA” olan Modern Sanat Galerisi, Glasgow’daki çağdaş sanatın sergilendiği ana galeridir. Girişi ücretsiz olan GoMA, haftanın her günü saat 10.00-17.00 arasında açık ve Perşembe günleri saat 20.00’de kapanıyor. Galeride sürekli sergilerin yanı sıra geçici sergiler ve atölye çalışmaları da bulunmakta.

1996 yılında açılan Modern Sanat Galerisi, Glasgow şehir merkezinde Royal Exchange Meydanı’ndaki neoklasik bir binada yer almaktadır. 1778 yılında köle ticareti yoluyla servetini kazanan Glasgow Tütün Lordu Lainshaw William Cunninghame’nin şehir evi olarak inşa edilmiş.

Bina 1817’de the Royal Bank of Scotland tarafından satın alınmış ve daha sonra borsa binası olmuş. Bu kullanım için bina 1827-1832 yılları arasında restore edilmiş. 1954’de Stirling Kütüphanesi binaya taşınmış. Kütüphane Miller Caddesi’ne döndüğünde, bina kentin çağdaş sanat koleksiyonunu barındıracak şekilde yenilenmiş. Adada en çok ziyaret edilen sanat galerilerinden biri olmuş.

Modern Sanat Galerisi’nden sonra yeni hedefim Kelvingrove Parkı ve Müzesi olacaktı. Glasgow’un Batı Yakasında yer alan Kelvingrove Parkı Victorian tipi parkların klasik bir örneği olarak gösterilmekte. Clyde Nehri ile Kelvin Nehri yakınlarda birleşerek aktığından burası yaban hayatı için eşsiz bir cennet oluşturuyormuş. Bölgede bulunan kuşlar gri balıkçıl, karabatak ve yalıçapkını, yeşilbaş ve bektaşi ve diğer hayvanlar ise kızıl tilki, kahverengi sıçan ve su samuru olarak sayılmakta.

Kelvingrove’da çeşitli etkinlikler için bir gösteri platformu, buz pisti, bowling ve kroket oyunları için alanlar ile çeşitli heykeller ve anıtlar bulunmakta. En büyük anıt ise 1872 yılında dikilen Stewart Memorial Çeşmesi olarak gösterilmekte. Hafta sonu olması edeniyle park çok kalabalık gözüküyordu.

Biraz dolanarak en sonunda heybetli ve muhteşem Kelvingrove Art Gallery and Museum Binası’nın önüne geldim.

Kelvingrove Sanat Galerisi ve Müzesi, İskoçya’nın en popüler ücretsiz etkinlik merkezlerinden biri. TripAdvisor’da da Birleşik Krallık’ta en başta görülmesi gereken sanat müzesi olarak gösteriliyormuş. 22 farklı temada düzenlenen galerilerde şaşırtıcı 8.000 nesne sergilenmekteymiş. Burada herkes için keşfedecek bir şeyler bulunuyor.

Bu mimari şaheser 1901 yılında kapılarını açmış. Galeri, kentin Batı Yakasında, Kelvin Nehri’nin kıyısında, Argyle Caddesi’nde bulunuyor. Müze, Kelvingrove Park’ın bitişiğindedir ve Gilmorehill’deki Glasgow Üniversitesi’nin ana kampüsünün yanındadır.

Avrupa’nın en büyük sanat koleksiyonlarından birini keşfederken, bu muhteşem binayı da görmüş oluyorsunuz. Müzenin koleksiyonları esas olarak McLellan Galerileri ve Kelvingrove Park’taki eski Kelvingrove Müzesi’nden gelmiş. Burada güzel sanatlar, dekoratif sanatlar, arkeoloji ve doğal tarih gibi çok çeşitli koleksiyonları bulmak mümkün. Yani Müzede, 15. ve 16. yüzyıldan kalma silah, kılıç gibi savaş aletlerini, takıları, gümüş ve cam objeleri, antik zırhları ve eski Mısır hazinelerini bulmanın yanı sıra, ünlü ressamların eserlerini de görebilirsiniz.

Sanat koleksiyonunda, usta isimlerin (Rembrandt van Rijn, Gerard de Lairesse ve Jozef İsrail) ve Fransız İzlenimcilerin (Claude Monet, Pierre-Auguste Renoir, Camille Pissarro, Vincent van Gogh ve Mary Cassatt gibi) eserleri dahil olmak üzere birçok seçkin Avrupa sanat eseri bulunmakta. Hollanda Rönesansı, İskoç Colourists ve Glasgow Okulu’nun üstadları da ayrıca görülebilir. Bütün bunları bir arada görebilmek ne keyif ama!

Kelvingrove’un en sevilen resimlerinden birisi, Salvador Dali’nin 1951’de yaptığı ikonik “Christ of St John of the Cross” tablosu olmuş. Bu tablo, 1952’de, daha sonra Müzeler Müdürü olan Dr. Tom Honeyman tarafından 8,200 sterlin karşılığında satın alınmış. Başlangıçta bu rakam oldukça tartışma yaratmış.

Müzeyi gezdikten sonra parkın içinden uzaktan görülen Üniversite binasına doğru yürürken önce Wellington Kilisesi’ni gördüm.

Böylece Glasgow Üniversitesinin Güney Kampüsüne gelmiş oldum.

Ancak Üniversiteyi gezmeden önce hemen Glasgow Üniversitesinin bir parçası olan Hunterian Müzesini gezmek istedim.

İlk Hunterian Müzesi 1807 yılında İskoçya’nın kültürel mirasını barındıran en eski müzesi olarak, klasik tarz bir binada kapılarını açmış. Üniversite 1870 yılında bugünkü yerine taşındığında da Hunterian koleksiyonları müzenin bugünkü “Gilbert Scott” binasındaki yerine taşınmış. Bu Müze Glasgow Üniversitesi tarafından işletilmekte.

Müzede birçok galeri bulunuyor. Bunlar, girişin ücretsiz olduğu Hunterian Art Gallery, Hunterian Zoology Museum, Country Surgeon Micro Museum ile 6 sterlin giriş ücretinin olduğu the Mackintosh House ve randevuyla gezilen Anatomy Museum olarak sayılmakta.

University Avenue’de bulunan Hunterian Museum’da nadir ve önemli nesneler sergilenmekte. Bunlar arasında özellikle İskoç fosilleri ve mineraller, dünyanın en büyük madalya koleksiyonu, eski Mısır’dan Yunan ve Roma’ya kadar giden arkeolojik eserler sayılabilir. 2500 yıllık bir mumya bile var. Kuşlar, böcekler, dinazorları görmek de mümkün.

Zooloji Koleksiyonları arasında sevimli bir koalayı, cam vitrinlerde çeşitli sürüngenleri ve mikroskobik deniz canlılarını görebiliyormuşsunuz. Burada Anatomi Müzesinde büyük ölçüde öğretim ve araştırma için kullanılan, tıp tarihi ve gelişimine ait nesneler sergilenmekteymiş.

Hilhead Street üzerinde bulunan Art Müzesi, 1807 yılında, Hunterian resimleri yerleştirildiğinde İngiltere’nin ilk müzesi olmuş. Müzede Rembrant, Rubens, Chardin, Stubbs gibi sanatçıların eserleri varmış.

Müze zaten Üniversite binasında olunca üniversiteyi de gezmek şart oldu. Tabi sadece bu kampüs kısmını.

Biraz da Üniversiteyi tanıyalım isterseniz.

İngilizce eğitim yapılan dünyanın dördüncü en eski üniversitesi Glasgow Üniversitesi 1451 yılında kurulmuş. Edinburgh, Aberdeen ve St. Andrews üniversiteleri ile birlikte, üniversite 18. yüzyıl boyunca İskoç Aydınlanmasının bir parçası olmuş.

Tarihi okul, James Wilson (ABD’nin kurucu babası), filozof Francis Hutcheson, mühendis James Watt, filozof ve iktisatçı Adam Smith, fizikçi Lord Kelvin, cerrah Joseph Lister, yedi Nobel ödüllü bilim insanı ve üç İngiliz Başbakanına eğitim vermiş ünlü bir üniversitedir.

Üniversite binaları oldukça ilgi çekiciydi. Hatta yerel halk buraya Harry Potter serisindeki büyücülük okulunun adı olan “Hogwarts” ismini vermiş.

Yol üzerindeki cafelerde olsun yolda gezenler olsun oldukça ilginç insanlar gördüm. Havanın sıcak olmasından istifade edip üstlerini çıkarıp güneşlenenler bile vardı. Zaten üniversitenin bulunduğu West End Bölgesi, şehrin en bohem ve öğrenci nüfusun yoğunlukta olduğu bir bölgeymiş.

Üniversite gezimi de tamamladıktan sonra sırt çantamın ağırlığı altında merkeze gittim. Concert Hall binası önündeki banklara oturarak keman çalan bir sokak sanatçısını dinledim ve geleni geçeni izledim.

Mesai bittiğinde veya hafta sonları Glasgowlular pek evlerinde durmuyorlar galiba! Şık kıyafetli, spor kıyafetli birçok kişi, çoluk çocuk aileler ya restorantlarda ve cafelerde oturmuş ya da bir pub’da bir içki eşliğinde sohbet ediyor. Çok hareketli bir havası var şehrin.

Gelelim Glasgow’da zaman darlığı nedeniyle gidemediğim yerlere.

İlk sırada 2013 yılında Avrupa’da yılın müzesi seçilen Riverside Museum geliyor, müzede denizcilik ve taşımacılık üzerine eserler sergileniyor.

Glasgow Kulesi ise İskoçya’nın en uzun binası ve dünyada tamamen dönen en yüksek bina (127 metre) olarak da halen Guinnes rekorunu elinde tutuyormuş. 

Glasgow Bilim Merkezi de ilgilenenler için görülesi yer olmalı.

2013 yılında Rod Steward konseri ile açılan SSE Hydro binası 13 bin kişilik bir konser salonu. 

Ayrıca Glasgow’un doğu yakasında bulunan yiyecekten antikaya, binlerce ilginç ürünün satıldığı Barras Pazarı gezilmeye değer gözüküyor.

Glasgow Botanik bahçeleri ve Kibble Cam Sarayı, Skoya Museum, The National Piping Center (Boru/Gayda Müzesi), Pollok House, Briggait, Tenement House, Holmwood House, Art Lover House, The Light Hoult, Bellahouston Park, Glasgow Green Park ve People Sarayı, Fosil Grove, Gaziler Duvarı, Trongate 13, Waverley gemisi, Forth & Clyde Canal, Mackintosh Sanat Akademisi (Glasgow Sanat Okulu) vakti olanlar için görülebilecek diğer yerler arasında gösteriliyor.

Son Söz

İskoçya’da Edinburgh daha fazla turist çekmesine rağmen Glasgow da görülmeyi hak eden bir şehir. Glasgow’da bütün büyük şehirlerde görebileceğiniz iyi yönler de kötü yönler de bulunmakta. Canlı gece hayatı, alışveriş, ulaşım, insan sıcaklığı, renkli kültür, sanat, müzik, tarih, parklar gibi olumlu özelliklerinin yanında dejenere olmuş bir gençlik, uyuşturucu ve alkol bağımlısı insanlar ve yollarda dilenenler de olumsuz yönünü ortaya koyuyor. Çok güzel bir tarihi dokuyla taçlandırılan şehir doğasıyla da sizi baştan çıkarıyor. Modern mimariyle aram pek iyi olmadığı halde bana göre şehirdeki modern dokunuşlar şehre değer katmış. Müzikle tanınan Şehir insanın içini kıpır kıpır yapan coşkulu bir şarkı gibi. Son söz olarak Glasgow’u sevdiğimi ve görmeye değer olduğunu söyleyebilirim.

‘Glasgow Turları’nı Trip Advisor güvencesi ile aşağıdaki linkten alabilirsiniz.

 

Pokhara Gezi Rehberi: Yeşil ve Sakin Nepal

Nepal’in ikinci büyük şehri ve aynı zamanda 4 üncü eyaletinin başkenti olan Pokhara, Katmandu’nun 200 km batısında yer alıyor. Yüksekliği 8000 metrenin üzerindeki 3 dağ (Dhaulagari, Annapurna 1, Manaslu) bu şehrin sınırları içinde bulunuyor. Annapurna sıradağlarının çevrelediği Pokhara, Phewa, Begnas ve diğer gölleriyle birlikte daha çok doğal güzellikleri ile öne çıkıyor. Annapurna bölgesindeki yürüyüş rotalarının başlangıç noktası olarak tanınıyor.

Mistik Katmandu’nun tarihi tapınakları, sarayları, tozlu ve tütsü kokulu rengarenk sokakları, kalabalık caddeleri, yoğun trafiğinden sonra oldukça farklı ve sakin bulacağınız şehir size huzur vadediyor.

Ulaşım
Katmandu’dan turist otobüsleri sabah saat 7 de hareket ediyor (1000 NPR- 10 $). Kalabalık ve geniş bir alana yayılan şehirden çıkmak bile uzun zaman alıyor. Virajlı bozuk yollar ve güzel manzaralar eşliğinde sarsıntılı ve yorucu bir yolculuk sizi bekliyor. Meşakkatli yolculuğun Nepal yaşamını daha yakından görmek, öğrenmek gibi artıları da var tabii. Yolculuk boyunca dikkat çekici şeylerden biri de oldukça fazla Coca Cola reklamı olmasıydı. Evler, dükkanlar yer gök her yerde Coca Cola sizinle… Yolculuğumuz molalarla birlikte sekiz saati geçti, Pokhara’ya saat 15.00 sularında varabildik.

Yerel halkın tercih ettiği daha düşük ücretli otobüslere binilebilir ya da minivan şeklinde araç kiralanabilir ancak yollar sorunlu olduğundan yine rahat bir yolculuk olmayacaktır. Diğer bir seçenek 25-30 dakikada uçak ile gelmek olabilir (10000 NPR-100 $). Yaşadığımız deneyimden sonra benim önerim kesinlikle uçak olacaktır. Pokhara’da uluslararası bir havaalanı bulunmadığından uçağa Katmandu’dan binmek gerekiyor. Uluslararası havaalanı inşaatı devam ediyormuş.

Konaklama
Phewa Gölü’nün kuzey kıyısındaki Lakeside, turistik otel ve restoranların bulunduğu en güzel bölge. Konaklama için burası tercih edilebilir. Bizim kaldığımız Magnolia Otel de bu bölgedeydi.

Önce video ile gezmek isterseniz:

Gezilecek Yerler
Şehirdeki önemli yerlerin tamamı bir günlük şehir turu kapsamında görülebilir (Kişi başı 25 $). Pokhara ve Chitwan için ulaşım, otel transferi, konaklama ve şehir içi turlarımızı tur şirketleri ile de görüşüp fiyat ve koşulları karşılaştırdıktan sonra Katmandu’ daki otelimizden paket tur olarak aldık (250 $), bunlar için ayrıca zaman harcamadık, çok rahat ettik.

Bindabashani-Durga Tapınağı

Pokhara’nın koruyucu tanrıçası Durga’ya adanmış bu Hindu tapınağı, Pokhara bölgesinde yaşayan Hindular için önemli bir ibadet merkezi konumunda. Pokhara’nın eski çarşısının yanında yer alıyor.

Burada birçok tanrının (Ganeşa, Shiva, Krishna,…) tapınağı bir arada bulunuyor. Ganeşa her tapınakta olmak zorundaymış. Önce Ganeşa’ya uğranılır sonra diğer tanrılar ziyaret edilirmiş.

Yatan kaplan görünümünden dolayı Tiger, dağın diğer tarafından bakıldığında balık kuyruğu görünüşünden dolayı Fishtail, zirvesinde tanrı Shiva’nın ruhunun bulunduğuna inanıldığından Holy gibi çeşitli adlar verilen yaygın adıyla Fistail dağının şehirdeki en etkileyici manzarasını bu Tapınakta görebilirsiniz.

Geçmişte izin almadan çıkış yapan dağcıların ölümü, halk nezdinde Tanrı Shiva’nın izin vermemesi olarak algılanmış ve kutsal olduğuna inanılan dağa tırmanış izni verilmiyormuş. Ölümlerin gerçek nedeni dağın çok dik olması nedeniyle zorluk derecesinin yüksek olması.

Mahendra Köprüsü
Köprü 11 yıl önce eski Gurka askerleri tarafından yapılmış. Çevre yerleşim yerleri ve köylerden şehre gelenlerin kullandıkları en kestirme yolmuş.

Otobüsle Pokhara’ya gelirken yolumuzun üzerindeki benzer çelik asma köprüleri gördüğümde, Karadeniz’de sürekli sel sularına kapılan ama yılmadan köy sakinleri tarafından yeni yeniden yapılan çocukluğumun iptidai asma köprülerini anımsadım ve bu köprülerin üzerinde yürümek istedim. Mahendra Köprüsü’nde muradıma erdim…

Gurka Müzesi
Gurka, yaklaşık 200 yıldır İngiliz ordusuna hizmet eden Nepalli askerlere verilen ad aynı zamanda Pokhara’da bulunan ve geçmişte Nepal Krallığının doğduğu dağlık bölgenin de adı oluyor.

Müze, Nepal’in bu ünlü Gurka askerlerine adanmış. Gurkalar Falkland, Irak, Afganistan, Birinci Dünya Savaşı ve İngiltere’nin taraf olduğu birçok savaşta İngiliz ordusunun bir parçası olarak görev almışlar. Gelibolu Savaşı’nda Türklere karşı savaştıklarına yönelik bilgiler de Müzede yer almakta.

Oldukça zor sınavlardan geçerek Gurka olan Nepalliler bununla övünç duyuyorlar, Gurka olmak aynı aynı zamanda bir meslek sahibi olmak anlamına da geliyor. Fakirliğin gözü kör olsun! Turizm ve doğası dışında önemli doğal kaynağı bulunmayan Nepal’in de insanı kullanılmış.

Gurka’ların mottosu “It is better to die than to be a coward-Ölmek bir korkak olmaktan iyidir” Peki hangi amaç uğruna ve kim için öldüğünün bir önemi yok mu? Gördüğüm en anlamsız kahramanlık müzesiydi. Yine de gezeceğim derseniz yabancılar için giriş ücreti 200 NPR.

Annapurna Kelebek Müzesi

Araştırmacılar, doğa severler ve meraklısı için çok değerli olduğunu düşündüğüm küçük ve oldukça sade bir doğa tarihi müzesi. İklimi ve coğrafi konumu nedeniyle Nepal’de 660 kelebek türü bulunmuş. Bu bölgede yaşayan tüm kelebek türlerini, en geniş kanatlı kelebeği, sivrisinek, böcek, kuş ve diğer canlıları görmek ve öğrenmek isterseniz Tribhuvan Ünivesitesi Prithui Narayan Kampüsü içindeki müzeye giriş ücretsiz.

Pokhara Bölge Müzesi
Nepal’in batı bölgesinde yaşayan etnik toplulukların yaşam tarzlarına, kültürüne, dini ve günlük ritüellerine ilişkin bilgi ve belgelerin sunulduğu yine meraklısına hitap eden çok mütevazı bir müze.

Müzedeki bilgilerden Tharu, Kusunda, Magars, Gurung, Thakali, Gaine, Newar, Chepang ve Mustang’ların bu bölgedeki başlıca etnik gruplar olduğunu ve bu grupların öne çıkan özelliklerini, sayıca azınlıkta olmakla birlikte Thakali’lerin en başarılı iş adamı, Gaine’lerin profesyonel müzisyen, Mustang’ların en kültürlü grup …olduğunu öğreniyoruz.

Dünya Barış Pagodası
Pokhara’nın güneybatısında, Annapurna sıradağları ile Phewa gölüne bakan şehre hakim bir tepenin üzerine kurulan Tapınak, Lumbini’den sonra Nepal’deki ikinci barış tapınağı ve Dünyanın en güzel manzaralı pagodaları arasında sayılıyor.

Hiroşima ve Nagazaki şehirlerinin bombalanmasının yarattığı yıkımdan çok etkilenerek kendini şiddeti yok etmeye adayan Nichidastsu Fujii (1885-1985) savaştan sonra Nipponzan Myohoji Vakfı’nı kurmuş. Bu Vakıf tarafından ilk Dünya Barış Pagodası Japonya’nın Hanaokyama şehrinde inşa edilmiş ve tüm Dünyada barışı yaymak amacıyla toplam 100 pagodanın yapımı hedeflenmiş. Şu anda barış pagodası sayısı 80.

Yüksek Tapınağa arabaların en son park ettiği yerden epeyce bir merdiven çıkıp yürüyerek ulaşılıyor. Gördüğünüz muhteşem manzara yorgunluğunuzu alıyor. Giriş ücretsiz.

Pagoda ziyaretini, şehrin panoramik manzarasını en güzel görebileceğimiz Elite Organic House’da masalaçayı eşliğinde sonlandırdık ki ziyaretin en sevdiğim bölümü oldu.

Tibetan Refugee Camp/ Tibet Mülteci Kampı
Çin’in 1975 yılında Tibet’i işgali üzerine Hindistan, Nepal ve Amerika’ya giden binlerce Tibetli yaşamını bu ülkelerde halen mülteci olarak sürdürüyor. Pokhara’da da iki Tibet mülteci kampı var. Ziyaret ettiğimiz kamp, küçük bir manastır, evler, okul, Tibet takı ve el sanatlarının satıldığı birkaç dükkandan ibaretti.

Gupteshwor Mahadev Mağarası

5000 yıllık olduğu düşünülen mağara, Güney Asya’daki en büyük mağaralar arasındaymış. Mağaranın giriş bölümü aşağıda görüleceği üzere oldukça ilginç dekore edilmiş.

Mağarada kireç taşının zamanla aşınmasıyla doğal olarak oluşan, Shiva’nın yaratma gücünü temsil eden “Shiva Lingamı” nedeniyle mağaranın dini önemi de var, Tanrı Shiva’ya adanmış 600 yıllık bu antik tapınak aynı zamanda Hinduların hac ziyaret mekanı. Mağara içindeki Tapınağın başında görevli bekliyor, yabancıların Tapınağı ziyaretine ve fotoğrafının çekilmesine kesinlikle izin verilmiyor.

Tapınağı geçip aşırı nemden kayganlaşmış zeminde dikkatle yürüyor, kayaların arasındaki dar dikey aralıktan sesi kendinden daha cezbedici Devi Şelalesini görüyoruz.

Meraklıları şehirdeki diğer Mahendra ve Chamere Gufa- Bat mağaralarını da görebilirler. Giriş ücreti 100 NPR.

Devi’s Falls/ Devi Şelalesi

Yerel adı Patale Chango olan Pokhara’nın bu ünlü şelalesi şehir merkezinin 2 km güneybatısında yer alıyor. İsviçreli Davis’in 1961 yılında şelalede hayatını kaybetmesi üzerine bu adı almış. Mahadev Mağarası’nın bulunduğu yolun tam karşısında bulunan şelaleye bir çarşı içinden geçilerek ulaşılıyor. Giriş ücreti 30 NPR.

Phewa Gölü

Nepal’in ikinci en büyük gölü. Göl çevresinde yürüyüş yapmak, kano ile gezmek ve gölün ortasındaki adada bulunan pagoda tarzında yapılmış Hindu Tal Barahi tapınağını ziyaret etmek, burada yapılacak başlıca aktiviteler.

Ya da fotoğraftaki gibi göl kenarında oturup enfes göl manzarası karşısında derin düşüncelere dalabilirsiniz. Tercih sizin. 1 saatlik kano turu 550 NPR, bu ücrete kişi başı 20 NPR can yeleği ücreti ekleniyor.

Trekking Turları ve Doğa Sporları
Annapurna sıradağları üzerinde süre ve mesafe açısından farklı seçenekte birçok yürüyüş rotası bulunuyor, bu yürüyüşler Pokhara üzerinden gerçekleştiriliyor. Annapurna bölgesi aynı zamanda Dünyanın en iyi yamaç paraşütü bölgeleri arasında sayılıyor.

Seyahat planımız kültür amaçlı olmakla birlikte hazır trekking cennetine düşmüşken yürümeden olmazdı. Bir günlük kısa turda iki seçeneğimiz vardı; Gün doğumu ve gün batımının da izlenebildiği Sarangkot’a ya da Avustralya Kampına yürümek. Norangkot’ta gün doğumu izlemiştik ancak sis nedeniyle Everest’i görememiştik. Bu kez Annapurna’yı görmeyi şansa bırakmamak için Avustralya Kampını tercih ettik.

Rehberli tur aldık (25 $) yolun sizi götürdüğü kolay bir rota olduğunu söyleyebilirim. Güne saat 7.00’de başladık, bir saat kadar süren araba yolculuğu ile önce Kande’ye gittik, yürüyüş Kande’den başlıyor, 1,5 -2 saatte Avustralya Kampına ulaşılıyor. Kampa tam zamanında gelmişiz, 10-15 dakika sonra Annapurna yüz görümü isteyen gelinlik kızlar gibi yoğun bir sis perdesinin arkasına saklandı, neyse birkaç külah karesi yakaladık.

Avustralya Kampı’nda verdiğimiz uzunca moladan (gecikme tamamen bizden kaynaklandı sanırım çok sevdik, ayrılamadık) sonra devam eden yürüyüşümüz Phedi’de son buldu. Tahminen 40 dakika süren bir araba yolculuğu ile 16.00 sularında Pokhara’ya döndük. İlk kez bu kadar yakından ve çok sayıda kartalın birlikte uçtuğunu gördüm. Kartalların gökyüzündeki özgürlük hissi veren valslerini izlemek müthişti. Mutlu kuş seslerinin eşlik ettiği, Nepal’in o özlediğimiz köy kokusunu da aldığımız, güzel ve keyifli bir yürüyüş oldu. Rehberimiz buradaki ağaçların kırmızı çiçekler açtığını ve doğanın bütünüyle kırmızıya büründüğü Nisan ayının yürüyüş için en uygun dönem olduğunu belirtti. Temmuz ve Ağustos ayları Muson yağmurları nedeniyle en kötü dönemmiş.

Doğa yürüyüşçülerinin yanı sıra bölge, rafting, yamaç paraşütü gibi ekstrem spor meraklılarını da kendine çekiyor.

Bunların dışında şehirdeki en özgün müze olan Uluslararası Dağcılık Müzesi görülebilir, Sarangkot’da gün doğumu veya batımı izlenebilir, yoga ve meditasyon merkezlerinde kalınabilir.

Yeme İçme ve Alışveriş
Göl kenarındaki ana cadde üzerinde seyahat acentaları, restoranlar ve dükkanlar sıralanmış. Bu dükkanlarda yak hayvanının yününden yapılmış şallar, atkılar, kaşmir kıyafetler, çantalar, masklar, heykeller gibi Nepal’e özgü eşyalar ile outdoor ürünler satılıyor. Her koşulda pazarlık şart! Bir zaman sonra pazarlık yapmak bağımlılık yaratıyor, fiyatı uygun ürünlerde bile pazarlık yapmadan duramıyorsunuz!

Hem geleneksel Nepal hem de turistlere yönelik yemeklerin bulunabileceği birçok restoran var. Nepal’in geleneksel yemeği Daal Bhat için Thakali Kitchen’ i önerebilirim. Nepal yemekleri ile ilgili ayrıntılı bilgiyi Nepal Gezi Rehberi – Barış Ülkesi yazımızda paylaşıyoruz.

Bu arada Nepal’in mistik şehri Katmandu’yu tanıtan Katmandu Gezi Rehberi – Mistik Nepal linkten okuyabilirsiniz.

Son Söz
Nepal’in gördüğümüz her şehri bize bambaşka duygular yaşattı. Pokhara, doğası, yeşili, sessizliği ile insana sükunet veren bir şehir. Sunduğu aktivitelerle trekkingçiler ve ekstrem sporla uğraşanların zaten ilgi odağında olan şehri, Nepal’i tüm yönleriyle tanımak isteyen, kültür gezginlerine de şiddetle öneririm. Başka bir faaliyet yapmayacaksanız 2-3 gün yeterli olacaktır.

Pokhara’dan bizim rotamızı takip ederek Chitwan Safari Turu yapabilirsiniz.

Chitwan Ulusal Park’ta Safari

‘Pokhara Turları’nı Trip Advisor güvencesi ile aşağıdaki linkten alabilirsiniz.

Birgi Gezi Rehberi: Aydınoğulları Başkenti Tarihi Köy

Aydınoğulları Beyliği’nin başkenti, tarihi, kültürü ve Bozdağların eteklerinde yemyeşil doğası ile renkli bir köy Birgi. Tarihi 3000 yıl önceye giden, Lidya, Pers, Bergama Krallıkları, Roma ve Bizans İmparatorluklarının egemenliğinde kalmıştır. Aydınoğulları, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Türk kimliği ile önemli bir şehir olmuştur. Hem tarihi, kültürü ile hem de Bozdağ’ın eteklerinde ulu çınar ve çam ağaçları ile yemyeşil ortasında akan Birgi çayı, tarihi köprüleriile Birgi görülmesi gereken yerlerimizden. Birgi 1990 yılında kentsel sit ilan edilmiş 2012 yılında da UNESCO Geçici Listeye alınmış.

Ulaşımı kolay, İzmir’e sadece 110 km uzaklıkta, Ödemiş’e bağlı bir köy, yeni düzenleme ile bir mahalle Birgi. İzmir Aydın yolunda Ödemiş sapağından ayrılıp, Ödemiş merkezden sonra 9 km uzaklıkta, İstanbul ve Ankara yönünden gelenler için ise Salihli, Bozdağ, Gölcük üzerinden ulaşılabilir. İzmir’de yaşayan biri olarak Gölcük ve Bozdağ gerek baharda, gerek kışın ziyaret ettiğimiz yerler olmasına rağmen, Birgi bugüne kadar programımızda yer almamıştı. İstanbul’dan gelen arkadaşım Eser’i İzmir’e yakın, farklı bir yerde gezdirme seçeneklerini araştırırken karşımıza çıktı Birgi. Gezgin olarak bu kadar yakın, tarihi, kültürü, doğası ile zengin Birgi’yi görmek ayrı bir heyecan yaşattı.

Köyün girişinde taş Birgi yazısı ve Poslu Mestan Efe’nin heykeli karşılıyor. Şehit Yörük Poslu Mestan Efe, Kurtuluş Savaşı sırasında Kuvai Milliye akıncısı olarak Birgi, Ödemiş, Tire bölgesinde işgalci kuvvetlere akınlar yapan ve 1920 yılında Yunan Birlikleri tarafından öldürülen bir Efe. Birgi Yunan işgaline karşı direnişte önemli rol oynayan bir köy, Yunanlılar çekilirken de köyü yakarak ayrılmışlar.

Asfalt geniş yolun devamında hemen evler karşılıyor. Bu cadde Şehit Gürol Madan Caddesi, köyde iki ana caddeden biri, diğeri de derenin diğer yanında kalan Fatih Mehmet Bey Caddesi. Biz bu iki cadde üzerinde yürüyeceğiz, göreceğimiz bir çok yer bu alanda, dere üzerinde yer alan birkaç köprü iki caddeyi birbirine bağlıyor.

Şehit Gürol Madan Caddesi’nde ilerleyerek Çakır Han Konağı’nın levhasını görünce arabayı park ettik. İlk görülecek yerimiz köyün en önemli tarihi konağı idi. Maalesef ciddi bir hayal kırıklığı yaşadık.

18.yy’da Şerif Ali Ağa tarafından yaptırılan, barok ve rokoko süslemeleri ve odalarındaki İstanbul ve İzmir resimleri ile ünlü konak. Şerif Ağa’nın iki karısı varmış, biri İstanbullu biri İzmirli, Ağa karılarının memleket hasretlerini gidermek için odaların birini İzmir resimleri, diğeri İstanbul resimleri ile süsletmiş. Konak 1975 yılına kadar konut olarak kullanılmış, bu tarihte Kültür Bakanlığı’na devredilmiş. 1995 yılında da müze olarak halka açılmış. Ancak bu tarihi miras üç yıldır restorasyon gerekçesi ile kapalı imiş, dolayısı ile bu köyün en önemli konağını gezme şansımız bulunamadı.

Konak yüksek duvarlarla korunduğundan dışarıdan fotoğrafını bile çekemedik. Siz Birgi’yi görmeye gittiğinizde olur ya şu anda hareket görülmeyen restorasyon bitmiş olur da görme şansını bulursanız diye internette aldığım konağın fotoğrafını ekleyeyim.

www.muze.gov.tr

Konağın önünden boynumuz bükük ayrıldık rotamızı diğer tarihi miras Aydınoğulları Camisi’ne çevirdik. Birgi Çayı köyü ikiye bölmektedir. Çayın diğer yakasında evlerin arasından caminin silueti görünüyordu. Çayın kenarından biraz yürüyüp, dere üzerindeki ilk köprüden karşıya geçtik.

Caminin hemen yanındaki meydanda sevimli kır kahvesi, yerel ürünler ve hediyelik eşyalar satan satan tezgahlar arasından geçerek Camiye yöneldik.

Aydınoğlu Mehmet Bey diğer adı ile Ulu Cami, Mehmet Bey tarafından 1312 yılında yaptırılmış.

Moloz taş ve mermer bloglarla yapılan caminin 15 sütun üzerine yerleştirilmiş tavanı vardır. Mimberi hiç çivi ve tutkal kullanmadan birbirine geçme şeklinde kündari tekniği ile yapılmış bu özelliği ile Selçuklu ahşap sanatını yansıtan bir örnek. Başka camilerden farklı olrak minaresi sağ arka köşede değil sağ ön köşede yer almaktadır.

Caminin güneydoğu köşesine bir aslan heykeli yerleştirilmiş. İslam mimarisinde camilerde böyle heykeller yer almaz, M.Ö. 1000 yıllarından Lidyalılardan kalma olan bu heykelin özellikle o duvara yerleştirildiği düşünülmektedir. Güç sembolü olan aslanın Aydınoğulları Beyliği’nin ve hükümdarı Mehmet Bey’in gücünü ifade etmektedir. Aslan figurü nedeniyle cami Aslanlı Cami olarak ta bilinmektedir.

Caminin hemen yanında Aydınoğulları Türbesi yer alıyor. Kare planlı türbe 1334 yılında Mehmet Bey’in ölümü üzerine yapılmış. Türbenin içinde Mehmet Bey’in yanı sıra oğulları Umur Bey, İsa Bey ve Bahadır Bey’in sandukaları da bulunuyor. Kapının girişinde dışarıda sağ yanda bir mezarın kime ait olduğuna dair bir açıklama bulunmamakta.

Aydınoğlu Mehmet Bey Cami’nin baktığı meydanın adı da Aydınoğlu Meydanı. Meydanın dört bir yanı Aydınoğullarının eserleri ile süslü. Bir köşede yer alan Aydınoğlu Hamamını da gezmek mümkün olamıyor; o da restorasyonda.

Yine Meydanda Sultan II.Selim’in hocası Ataullah Efendi tarafından 1570 yılında yaptırılan Medrese yer almaktadır. Medresede İmam-ı Birgi Mehmet Efendi müderrislik yaptığından onun adı ile bilinmektedir. Medrese 7 hücreli, ancak kapısı kapalı idi; içini gezemedik.

Medresenin yanında Umur Bey’in heykeli yer alıyor. Gazi Umur Bey, Aydınoğulları Beyliği’nin kurucusu Mehmet Bey’in oğlu ve beyliğin üçüncü hükümdarı. Döneminde İzmir’i Latinlerden korumuş, güçlü bir donanma kurmuş, denizaşırı fetihler yapmış. Hükümdarlığındaki başarıları ile bölgeye ekonomik, siyasal, kültürel olarak yükseliş dönemi yaşatmış.

Meydanda Fatih Bey Caddesi’ne açılan yönünde nerede ise caddenin ortasında Sultan Şah Türbesi yerleştirilmiş. Moloz taştan altıgen planlı türbe Aydınoğlu Mehmet tarafından 1310 yılında ölen kız kardeşi Handaze Hatun için yaptırılmış. İçinde sandukası bulunmaktadır.

Türbeden aşağıya doğru yürümeye devam ettik. Bir köy için geniş, ferah, temiz bir cadde. Cadde üzerinde kafeler, restoranlar ve hediyelik eşya satılan tezgahlar yer alıyor.

Caddenin başlarında sağ kolda Karaoğlu Cami ve Şadırvanı yıllanmış ağaçların yer aldığı bakımlı bir bahçe içinde yer alıyor. Karaoğlu Mustafa Bey tarafından 1782 yılında yaptırılan moloz taştan yapılma kare planlı bir cami.

Fatih Mehmet Bey Caddesi’nden Cumhuriyet Meydanı’na kadar ilerleyip, tekrar diğer caddeye köprüden geçerken sağ kolda Derviş Ağa Camisi yer alıyor. Kare planlı kubbeli cami, 1663 yılında Derviş Ağa tarafından yaptırılmış. Caminin dışarıdan renkli görüntüsü çarpıcı. Kırmızı ve mor üzümlü boyamalar, kemerlerinde asma dalları ile bezenmiş. İçeride de boya bezemeleri bulunuyormuş.

Dervis Paşa Cami’nin karşısında ünlü Koca Çeşme. Bıçakçı Esseyyid Hacı Ali tarafından 1808 yılında yaptırılmış. Köşeleri tuğla ile yapılmış çeşmenin en ilginç bölümü yalağı. Roma döneminden boğa başlı mermer lahit yalak olarak yerleştirilmiş.

Dervişpaşa Camisi’nden ilerleyip tekrar köprüyü geçtikten sonra Derviş Paşa Konağı ve Medresesine ulaştık. Aydınoğlu Mehmet Bey’den sonra köyde birçok eserde adı olan Derviş Ağa kimdir, onu tanıyalım mı?

On yedinci yüzyılda ‘Derviş’ isimli yoksul bir delikanlı varmış bir ülkede. Bir gece rüyasına giren pir ‘ara bul nasibini’ diye öğüt vermiş. Pirin sözünü dinleyen Derviş yollara düşmüş, bir köyde onu yoksul bir kızla evlendirmişler. O da eşiyle beraber nasibini aramaya devam etmiş. Yolu Birgi’ye düşmüş, köylüler onu eski bir eve oturtmuşlar. Bir gece Derviş’in rüyasına tekrar giren pir, merdiven altını kaz demiş. Merdiven altına kazmayı vuran Derviş bir küp altın bulmuş. Bu paralarla konağın yanı sıra medrese ve cami yaptıran yoksul Derviş artık ağa olmuş.

Çakırağa Konağı’nı gezemedik, bari Derviş Ağa Konağını gezelim diye konağa doğru yöneldik. Derviş Ağa Konağı gezilecek müze değil bir otele dönüşmüş. Görmeden olmaz bir Birgi Konağı diyerek açık kapıdan içeriye süzüldük. Otelin resepsiyonunda Şükran Hanım karşıladı. Gezginimgezgin blogunu ve kendimizi tanıtınca memnuniyetle Konağı gezdireceğini söyledi. Hem gezip, hem sohbet edip hem de Birgid’e konaklama fiyatları konusunda bilgi alıp, teşekkürlerle ayrıldık. Konaklama konusu yazının sonunda.

Derviş Ağa, konağının hemen yanına 1658 yılında bir medrese yaptırmış. Taştan açık avlulu, L planlı medresede dersane, mescid ve yedi öğrenci hücresi bulunuyor. Bahçesindeki avluda da kuyu yer almakta.

Odalar değişik temalarla döşenmiş, bir oda yörenin önemli ürünü ipek odası, diğer bir oda incir odası olarak adlandırılmış. Halk arasında çukur medrese olarak bilinen medrese ücretsiz gezilebiliyor.

Medresenin karşısında Derviş Hamamı, ya da Şeyh Muhittin Hamamı olarak adlandırılan tarihi hamam yer almaktadır. 15.yy’da yapılan hamam halk arasında Çukur Hamam olarak biliniyor. Hamam moloz taştan yapılmış, kare planlı. Ziyarete açık, hamamın bölümlerinde Birgi hakkında bilgilendirici yazılar resimler sergilenmektedir.

Birgi’de buraya kadar yazdığım yerleri yürüyerek, iki cadde, iki meydan ve üç köprüden geçerek rahatça tamamladık. Sırada İmam-ı Birgi Kabristanlığı ve Su kemerleri vardı. 3-4 km’lik yolu hafif yokuş yürümek mümkün, ancak biz Birgi sonrası Gölcük’e uğramak istediğimiz için araba ile gitmeyi tercih ettik. Kabristanın hemen karşısında su kemerleri görünüyor.

İmam-ı Birgi Mehmet Efendi aslen Birgili değil. Birgi’de medresede dersler vermiş, kitap yazmış, ömrünün son 10 yılını Birgi’de geçirmiş. 1573 yılında veba salgınından ölmüş. Ölünce de Böken mezarlığına gömülmeyi istemiş. Halk tarafından sevilen ve vasiyeti yerine getirilen din adamının kabrinin bulunduğu yer Osmanlı döneminden bir mezarlık. Aslında halk arasında Böken mezarlığı, Osmanlı döneminde önemli kişilerin gömüldüğü mezarlık. Ziyaretimiz sırasında son 20-30 yılda ölmüş kişilerin mezar taşlarını da gördüğümüzü belirtmek isterim.

Birgi gezimizde mümkün olduğu kadar çok yeri ziyaret etmeye çalıştık, Birgi’yi İzmir’in köyü veya küçük bir mahallesi diye düşünmek mümkün değil, çok sayıda tarihi yer bulunmakta, az sayıda da olsa göremediğimiz yerler kaldı. Osmanlı İmparatorluğu bu topraklara ulaşmadan 1300 yılında Anadolu’daki enönemli beyliklerden Aydınoğulları Beyliği’nin başkenti Birgi. Hem tarihi, hem kültürü, hem yemyeşil vadi içinde şırıl şırıl akan çayı ile özel bir belde.

Birgi kataloğu ve Aydınoğlu Meydanı’nda gezilecek yerler haritası yerleştirilmiş. Ayrıca tabelalar da yol gösteriyor. Birgi haritasında tüm görülecek yerleri incelemek mümkün.

Birgi’den Ne Alınır?

Çok sayıda tezgahlarda zengin, doğal yerel ürünler yerel halk tarafından satılıyor. Tarhana, erişte, nar ekşisi, çeşitli meyve suları, tezgahları ziyaret edin mutlaka alınacak bir şeyler bulacaksınız. Tabi yerel seramik, toprak hediyelik eşyalar da bol.

Farklı bir dükkan; zeytin ağacından yapılmış, ahşap tasarım objeler. İlginç bir mağaza.

Birgi ipek üretimi ve işlemeciliği ile de ünlü. Son dönemde ipek üretilemese de dokumacılığı yapılıyor. Erken dönem Osmanlı mağazalarından biri ipek dokumaların satıldığı bir mağaza olarak düzenlenmiş. Derviş Ağa Cami’nin yanında ziyaret etmeniz önerilir.

Yeme – İçme ve Konaklama

Birgi’de çok sayıda kafe, kahvaltı yapılacak yerler var. Taş binalar, otantik döşenmiş mekanlar. Arzu ederseniz kahvaltınızı buralarda yapabilirsiniz. Biz kahvaltımızı yapıp gelmiştik, öğlen yemeğimizi Birgi Sofrası’nda yedik. Hem kebap, et menüsü hem de zeytinyağı menüsü oldukça çeşitli ve lezzetliydi. Önerebiliriz.

Yemek sonrası kahvemiz de Yeni Gelin Evi Kafe ve Pansiyon’da içtik. Birgi’ye özgü bir taş ev restore edilmiş, evin sahibi Ertuğrul Sevim bizi ağırladı evi ve odaları gezdik. Birgi’de konaklamayı düşünenler beş odalı, sıcak samimi pansiyonda kalmayı düşünebilirler. Ertuğrul Bey’in eşi ile işlettiği pansiyon sizi rahat ettirecektir.

Birgi’de konaklamak isteyenler köyün dokusuna uygun köy evlerinden oluşan pansiyonlarda kalabilirler. Şu anda Birgi’de 8 adet bu tür pansiyon, iki alkollü lokanta bulunuyor. Derviş Ağa ve Yeni Gelin Evi’nde bir gecelik iki kişilik oda fiyatı 250 TL. Büyük şehrin karmaşaşından kaçıp, yemyeşil, dere kenarında ve tarihi dokulu bu köyde gecelemek insanı yeniler herhalde.

Son Söz

Birgi 1300’lü yıllardan kalan tarihi binaları, konakları ile iyi korunmuş, temiz, düzenli, bakımlı güzel bir köy. Parke taşlı sokaklarında, konakların arasında dolaşırken tarihi koklayıp, asırlık çınar ağaçları, çam ağaçları, ceviz ve meyve ağaçları içinde derin nefes alarak, şırıl şırıl akan derenin üzerindeki tarihi köprülerde yürürken açık hava müzesinde dolaşıyor gibi hissedebilirsiniz. Bir günde tüm köyü dolaşmak, kahvaltı yapmak, yemek yemek mümkün. Ancak sessiz huzurlu bu tarihi ortamda bir gece taş konaklardan düzenlenmiş pansiyon otellerde gecelemek te mümkün. Gece kalmalı veya günübirlik gidilirse de 35 km uzaklıkta Gölcük’te göl havası alıp, göl kenarında soluklanabilirsiniz, akşam dönüşte Ödemiş’te meşhur Ödemiş köftesini denemenizi de öneririz. Biz öğle yemeğini Birgi’de yerken akşam yemeğinde Ödemiş köftesini tatmayı tercih ettik. Birgi’ye ilk kez ve günübirlik geldik, ikinci gelişimiz hafta sonu konaklamalı olacak diye ayrılıyoruz.

Birgi’yi video ile gezmek isterseniz…

Rivne Gezi Rehberi: Ukrayna’nın Küçük Şehri

rivne

Rivne, Ukrayna’nın kuzey-batısında, Rivne Horyn ile Styr nehirleri kenarında tarihi küçük bir şehir. Rivne’nin nüfusu yaklaşık 250.000 kişi, kapladığı alan sadece 63 km karedir. Kendi küçük ancak tarihinde yaşadığı acılar büyük bir şehir.

Ukrayna, özellikle ülkemizde ucuz votkası ve güzel kızlarıyla daha çok tanınmasına karşın birçok şehri çok fazla işgal edilmiş ve yüzlerce yıl unutulmayacak vahşeti görmüş. Rivne geçmişin ağırlığını havasında hissedebileceğiniz ve Arnavut kaldırımlı sokaklarında neredeyse dökülen kanları görebileceğiniz acı çekmiş bir yer.

Ukrayna’nın pitoresk ve sakin en eski şehirlerinden biri olan Rivne, ülkenin en ilgi çekici şehirlerinden biri. Ancak kültürel mirasını oluşturan antik binaların çoğu II. Dünya Savaşı sırasında ağır hasar görmüş. Neyse ki, Rivne’nin tarihi ve mimari anıtlarından bazıları bugün kentin ana hazinesi olarak fantastik manzaralarıyla birlikte hayatta kalmayı başarabilmiş.

Rivne’ye Kiev, Ostrog ve Dubno’dan giriş yapmak mümkündür. Şehir armasının üzerindeki sembolde de üç taraftan girişi olan açık bir kapı bulunmaktadır.

Ukrayna’nın keşfedilmeyi bekleyen bakir şehirlerindendir. Ünlü aşk tünelinin bulunduğu Klevan’a yakın olması nedeniyle bir bağlantı noktası olarak kullanılsa da şehrin görülmeye değer tarihi mekanları, huzurlu ortamı, parkları, insanlarının sıcaklığı, temiz havası ve yemyeşil doğası ile dikkat çekiyor. Rivne, Ukrayna’nın en güzel ve temiz şehirleri arasındadır. Şehir ulusal yarışmalarda defalarca ödül kazanmış. Kentin çevresinde zengin bitki örtüsü ve fauna bulunan ormanları da var.

Kent, uluslararası karayolları ve demiryollarının kesişiminde elverişli bir coğrafi konuma sahiptir. Rivne, uluslararası havaalanı ile önemli bir ulaşım merkezi haline gelmiş.

Şehir hem nüfus hem de yüz ölçümü olarak çok küçük olmasına rağmen en büyüğü Ulusal Su Kaynakları ve Doğa Yönetimi Üniversitesi ve Devlet Sosyal Reform Üniversitesi olan bir düzineden fazla yükseköğretim kurumu ile eğitime de önem verilen bir şehir.

Rivne önemli bir kültür merkezidir. Şehir bölgesel akademik Ukrayna müzik ve drama tiyatrosuna ve bölgesel kukla tiyatrosuna, bir oda ve org müzik salonuna (Avrupa’nın en iyi orglarından birine sahip), “Ukrayna” adlı bir sinema salonuna, ulusal öneme sahip bir hayvanat bahçesine, estetik eğitimin verildiği 3 okula ve 16 kütüphaneye sahiptir.

Lokal bir deneyim olan troleybüse binmedikçe Rivne’yi ziyaret ettim diyemezsiniz. Eğlenceli bir ulaşım aracı olması yanında şehirdeki en ucuz ulaşım şeklidir ve sadece 4 Grivnadır Rivne, otobüsün bu eski versiyonunu hala çalıştıran sayılı Ukrayna şehirlerinden biridir.

Batılı Ukraynalıların oldukça çabuk aldıkları şeylerden biri de kafe kültürü. Rivne’de eski veya son yıllarda yaygınlaşan yeni ve rahat kafeler bulunuyor. İnanılmaz gün batımları yaşanıyor. Bazen dünyadaki en güzel gökyüzü gibi geliyor. Karlı bir yer arıyorsanız, doğru yer burası olabilir. Henüz kalabalık olmayan Rivne’nin yakında popüler olması için potansiyeli var gözüküyor.

Ulaşım

Şehirde havalimanı olmasına rağmen Türkiye’den direkt uçuş bulunmamaktadır. Rivne’ye en kısa şekilde gitmenin yolu 168 km mesafede olan Lviv Havaalanı’nı kullanmak olacaktır.

Lviv’den haftanın hemen her günü otobüs ve tren seferleri bulunmaktadır. Daha rahat ve konforlu bir yolculuk için özellikle treni tercih edebilirsiniz. Araç kiralayarak 3 saatte ulaşma imkanı bulunmaktadır.

Bir diğer alternatif rota ise, Kiev üzerinden gelen trendir. Benim güzergahım Kiev’den önce Lutsk’a da 1 gece konakladıktan sonra trenle buraya gelmek oldu.

Klevan dahil diğer yerlere tren dışında yerel otobüslerle gidilebilir. Ana otobüs durağı kentin tren istasyonunun birkaç kilometre uzağında.

Şehir küçük olsa da toplu taşıma araçları bulunuyor. Çok eski oldukları her hallerinden belli olan troleybüsler 4 Grivna yerel Marshrutka ve otobüsler için 8 Grivna. Ayrıca taksi seçeneği de bulunmakta.

Konaklama

Rivne ülkedeki en lüks oteller için bir merkez olmasa da, yakın zamanda yenilenmiş ve şehirdeki en iyi yerler olarak gösterilen bazı seçenekler var. Hotel Ukraine, Hotel Mir, The Hotel 4×4, Hotel Tourist, Boutique Hotel Central, Hotel Reikartz Optima Rivne, OK Hotel ve Hostel on Dragomanova 27 bunlar arasındadır. Şehir merkezine biraz yürüme mesafesinde olan benim de kaldığım Full House da uygun fiyatlılar arasında.

Yeme İçme

Lublin ve Ventotto, Rivne’deki yerel mutfak favorileri olarak gösterilmekte. Otantik yerel yemekler için önerilen Kolyba’ya önceden rezervasyon yapılması gerekiyormuş. Birçok restoranda gece canlı müzik dinlenebiliyor.

Akşam yemeği sonrası biraz eğlenmek için, ana caddenin hemen dışındaki Antik bar “Servante” öneriliyor. Fiyatları barların çoğundan biraz daha yüksek ama kokteyller harika. Ben görmesem de en büyük iki disko Laguna ve Zov’muş. Laguna her zaman daha kalabalıkmış ancak şehir merkezinden biraz uzakta kalıyormuş. Şık giyindiğinizden emin olun, çünkü yerel halk her daim şık geziyor.

Kendi yaptıkları biralarını ve yemeklerini denemek için Dvir öneriliyor. Three Slona da kendi birasını üretiyormuş ve et ağırlıklı bir menüye sahipmiş. Taistra Potion çay düşkünü gezginler için zengin bir çay menüsüne sahip bir kafe.

Gezilecek Yerler

Rivne adını aslında bir ay öncesine kadar duymamıştım. İş yerimde iki hafta izin kullanmam istenilince yurt dışına planladığım gezinin dönüş tarihini uzattıp, Ukrayna’ya bir hafta daha fazla zaman ayırabilecektim. Programıma ekleyebileceğim şehirleri araştırırken Rivne görülmeye değer bir şehir olarak karşıma çıktı.

Buraya Lutsk şehrinden akşam saat 8 civarında bindiğim trenle ulaştım. Yol yaklaşık 1,5 saat sürüyor. Tren İstasyonu’nun önündeki yolu hiç sapmadan dümdüz yürüdüğünüzde şehir merkezine ulaşıyorsunuz.

Pokrovsky Katedrali-Cathedral of the Intercession

Rivne manzaralarına yakın tarihte eklenen Pokrovsky Katedrali, Ukrayna’nın en yüksek katedrallerinden biri. Katedralin temel taşı 1990 yılında atılmış. Önce katedralin alt tapınağı Volyn topraklarındaki tüm azizlerin onuruna çalışmaya başlamış. Katedralin üst tapınağı ise Kutsal Bakire’nin Şefaatı onuruna 2001 yılında
açılmış.

Katedral, Ukrayna’daki en büyük ve en yüksek tapınaklardan biri. İsa Mesih’i simgeleyen büyük bir kubbe ve havarileri simgeleyen 12 kubbenin yanı sıra 8 küçük kubbe, Rivne manzarasına güzel bir dekorasyon oluşturuyor. Bu büyüklükle şehrin neredeyse her tarafından görülebiliyor.

Katedralin alt ve üst tapınakları her biri 3 binden fazla cemaat alıyormuş. Tapınakta engelli ve yaşlılar için asansörler, çocuklar için bir Pazar okulu, bir sağlık merkezi, bir kütüphane, koro için bir prova odası, bir müze varmış. İçeride kocaman bir salon ve ortada büyük bir boşluk vardı.

Aziz Stephan Kilisesi – Church of St.Stephan

Yeni yapılan Pokrovsky Katedrali’nin hemen arkasında bu katedralin haşmetine tezat, yemyeşil bahçesiyle önünde bir mezarlık bulunan küçük ahşap tarihi kilise yer alıyor.

Ahşap St Stephan Kilisesi, general Stefan Krasovskiy’in mezarı üzerine karısı Kateryna Krasovska tarafından 1848 yılında yaptırılmış. Sovyet döneminde kilise kapatılmış ve binası mezarlık bekçilerinin deposu olmuş. Günümüzde Aziz Stefan cemaatine hizmet etmekteymiş.

Yola devam ettim ve Rivne’de çok sayıda olan anıtlardan ilkini yol kenarında gördüm. Klym Savur Anıtı Ukrayna Halk Ordusu Komutanı Albay Klym Savur için dikilmiş bir anıt.

Merkeze yaklaştıkça yol üzerindeki binalar daha da güzelleşmeye başladı. Sovyet döneminde kentin merkezi Lenin Caddesi’nden Peace Avenue’ye kadar neo-klasik tarzdaki idari ve kamu binaları ile tamamen yeniden inşa edilmiş.

Şehrin kuruluş yıl dönümü bayağı coşkulu kutlanmış ve onuruna merkezdeki bir duvara anıt yapılmış.

Bağımsızlık Meydanı

Şehrin ana meydanı olan Bağımsızlık Meydanı gezginler için atlanmamalı. Şehir etkinliklerinin, toplantıların, kutlamaların ve konserlerin düzenlendiği bir alan.

Taras Shevchenko Anıtı’nın etrafında oturan ya da meydanın kenarlarındaki bankları işgal eden genç grupları görebilirsiniz. Yerel halk için de popüler bir buluşma yeri.

Taras Shevchenko  Anıtı

Taras Shevchenko Anıtı, büyük şair, “Kobzar”ın yazarı, sanatçı, akademisyen, halka mal olmuş politik bir şahsiyet olan, Ukraynalıların ulusal gururu Taras Shevchenko’nun bir heykeli. 1846 yılında Shevchenko Rivne’yi ziyaret etmiş. Bu anıt ise Shevchenko’nun vasiyetine uygun olarak küllerinin bulunduğu tabutunun St Petersburg’dan Kaniv’e taşındığı 22 Mart gününden tam 138 yıl sonra 1999 yılının aynı gününde açılmış.

Aynı zamanda burası “Ukrayna” sinemasının da bulunduğu bir yer. Ukraynacayı biraz anladıysanız veya biliyorsanız tüm yabancı filmlerin kopyasını izleyebileceğiniz bir sinema burası.

Tarihi Soborna Caddesi

1857’de Kiev-Brest otoyolunun bir parçası olarak Rovno’da doğudan batıya doğru uzanan 3 km’lik yol, şehrin içinden geçiyormuş ve o zamandan beri şehir merkezini otoyola bağlayan ana yol olmuş. 19. yüzyılın sonunda bu caddede iki önemli tapınak Ortodoks Sviato-Voskresensky Katedrali ve St Anthony Roma Katolik Kilisesi yükselmiş. Aynı zamanda caddede bir çok kamu binası, oteller ve mağazalar bulunuyor.

Rivne Ukrayna Müzik ve Dram Tiyatrosu

Burası Rivne’nin tam merkezinde özel olarak inşa edilmiş Rivne Müzik ve Drama Tiyatrosu, dramatik bir tarihi öyküsü var. 1939’da açılan Tiyatro II. Dünya Savaşının başlamasıyla 1941 yılında kapanmış. Oyuncuların çoğu şehri terk etmek zorunda kalmışlar, bazıları Naziler tarafından vurulmuş ve bazısı da bir Alman tiyatrosunda çalışmak zorunda kalmış.

Tiyatro 1944 yılında performanslarına tekrar başlamış ve hatta Shakespeare’in ünlü trajedisi “Kral Lear” Ukrayna’da ilk kez burada sahnelenmiş. 1960 yılında Tiyatro açılışı yapılan bu binaya taşınmış. 1978 yılında çıkan bir yangınla tahrip olan ve onarılan tiyatroya 1983 yılında Rivne’nin 700. yıldönümü vesilesiyle geri dönülmüş.

Tiyatro Meydanı

Bu Meydan Tiyatro Binası’nın açıldığı 1960 yılından itibaren canlanmış. 1940’lara kadar Meydanın olduğu alanda evler bulunuyormuş. II. Dünya Savaşı sırasında bu evler bombalardan dolayı yıkılmış ve geride büyük bomboş bir alan kalmış. Önce Naziler sonra Bolşeviklerin işgali sırasında bu boş alanda Ukrayna milliyetçilere gözdağı vermek amacıyla öldürülmüş. 1945 yılında komünistler buraya Stalin’in büyük bir heykelini dikmişler. Ukraynalı vatanseverler 1946-1947 yılbaşı gecesi bu heykeli havaya uçurmuşlar.

Tiyatro binasının bir tarafındaki tarihi binada Hotel Ukraine bulunuyor.

Ulas Samchuk Anıtı

Hotel Ukraine tarafında elinde bir kitapla oturur pozisyonda yapılmış Ulaş Samchuk’a ait bir heykel bulunuyor.

Ukrayna’da 20. yüzyılın en büyük sanatçısı Ulas Samchuk, 1934’te holodomor açlığı hakkındaki ilk romanı yazan Ukraynalı göçmen bir yazar, yayıncı ve gazetecidir. Samchuk 1982 yılında Nobel ödülüne aday gösterilmiş. Tiyatro Meydanı’ndaki bu heykeli ise doğumunun 100. yıldönümünde 2005 yılında açılmış. Şehirdeki bir caddeye de Ulas Samchuk’ın adı verilmiş.

Ben vakit darlığından göremesem de Ulas Samchuk’ın kişiliği hakkında daha fazla bilgi almak için, anıtın çok da uzağında olmayan Edebiyat Müzesi’ne gidebilirsiniz. Benim gibi müzeyi gezemezseniz hiç değilse Tiyatro Meydanı’nda bulunan, Ulas Samchuk Anıtı’nın yanına oturun ve Samchuk gibi ebedi olan güzel insanları düşünün.

Ulas Samchuk Edebiyat Müzesi

Ulas Samchuk adına yaptırılan Edebiyat Müzesi’nde, yazarın kişisel eşyalarından tutun da mobilyaları ve el yazmalarına kadar pek çok önemli nüshanın orijinal halini görebilmeniz mümkün.

Babusha Pazarı

Bir süre yürüdükten sonra sağ tarafımda bir pazar yerinin girişine ulaştım. Ukrayna’da bahçeden doğrudan getirilmiş taze ürün bulabileceğiniz bu tür çiftçi pazarlarına babushka pazarı deniliyormuş.

Prenses Mary Rivne Anıtı 

15. yüzyılda, Prens S. Nesvitsky’nin karısı prenses Mary Nesvitskiy, Rivne’nin küçük bir köyden kasabaya dönüşümüne önemli katkılarda bulunmuş. 1479’da Prens Nesvitski’nin ölümünden sonra Rivne karısının yönetimine geçmiş. Rivne’nin Mary’si olarak bilinen Prensin karısı 1481-1518 yılları arasında süren yönetimi sırasında şehirde bir kale, bir katedral ve birçok bina yaptırmış, şehir en parlak zamanlarını onun döneminde yaşamış. Anıt Prensesin onuruna 2006 yılında yapılmış. Anıtın bulunduğu bu güzel ve bakımlı yer özellikle akşamları sokak lambaları ışığında oldukça pitoresk görünüyor.

Eski Yahudi Sinegogu

Şehrin en eski caddelerinden olan Shkilna’da bulunan Sinegog 19. yüzyılın sonlarında o zamanın “modern” tarzında yapılmış. Sinegogun yanında bir okul varmış. Yahudi toplumu o zamanlar bu cadde üzerindeki evlerde ikamet ediyormuş. 1940 yılında Yahudi tapınağı kapatılmış, yerine çocukların ve gençlerin spor okulu olan “Avanhard” isimli okul açılmış.

“Çöküş” Basımevi – Printing House “Decadence”

Büyük bir binanın ön yüzünde bulunan plaketle ilgili açıklama da şu şekildeydi.

Daha önce Shosova caddesinde bulunan ve Sukharchuk’un sahibi olduğu özel basımevi “Çöküş” 19. Yüzyılın başlarında burada bulunan bir binaya taşınmış. 1930’larda devletin sahip olduğu bir basımevi yeni inşa edilen bir binada bulunuyormuş ve II. Dünya Savaşı’nda da çalıştırılmış. 1941-1944 yıllarındaki Alman işgali sırasında “Volyn” adlı Ukrayna gazetesi başta Ulas Samchuk olmak üzere tanınmış yazar Olena Teliga ve diğer vatansever yazarlar tarafından burada çıkarılmış. Maalesef ev korunmamış ve “Volyn” gazetesini basan yayımevinin anısına binanın ön tarafına bir plaket asılmış.

Svyato-Voskresensky-Resurrection Cathedral

Rivne’nin mimari simgesi olan Svyato-Voskresensky (Holy Resurrection) Katedrali, hemen şehir merkezinde görkemli bir şekilde yükseliyor. Bu muhteşem tapınak, tarihi ve mimari açıdan antik Rivne’nin en önemli yerlerinden biri kabul ediliyor.

Mesih’in Dirilişinin onuruna ilk ahşap katedral, 1781’de buraya inşa edilmiş. Ancak yüz yıl sonra tapınak, kentin büyük bölümünü de yok eden büyük bir yangın sırasında yanmış. Katedralin yerine yeni taş bir bina yapılmasına karar verilmiş. Rivne’yi o sırada yazlık ikametgahı olarak kullanan İmparator III. Alexander Tapınağın temeline ilk taşı koymuş.

1895’te yeni tapınak kapılarını ilk ziyaretçilere açmış. Mimarisi, otantik eski Rus mimarisinin ve halk sanatının geleneklerine uygun popüler Neo-Rus stilinin bir örneği.

Tapınağın ana girişi üzerine küçük bir kubbesi olan sağlam bir kemer şeklinde bir çan kulesi inşa edilmiş. Rivne Resurrection Katedrali’nin tüm kilise malzemeleri Moskova’dan getirilmiş. İç kısımda yer alan üç yaldızlı ikonalar Kiev’de yapılmış ve en iyi sanatçıların ikonalarından kopyalanan kutsal görüntüler ile süslenmiş. 1933 yılında halkın bağışlarıyla tuğla bir çan kulesi inşa edilmiş ancak 1950’lerin sonunda bu kule yıkılmış.

Kilise, İkinci Dünya Savaşı sırasında kapalı kalmış. Rivne’nin kurtuluşundan sonra da Ateizm Müzesi burada açılmış. Ancak Ukrayna bağımsız olduktan ve demokratik reformların başlamasıyla bu kült yapı Rivne Ortodoks toplumuna hizmete açılmış.

Meryem Sütunu

Meryem’in bu taş sütun üzerindeki heykeli, 1770 yılında veba salgını sırasında ölen yüzlerce kişinin anısına pazar meydanına yapılmış. Yapımı için gereken para halktan toplanmış. Efsaneye göre 1856 yılındaki kolera salgını sırasında buraya sonsuz ışık inmiş ve salgın sona ermiş. 200 yıl boyunca halk burada dua etmiş. 1952 yılında bu sütun yıkılmış ve 2003 yılında aynı yerine tekrar inşa edilmiş.

Rivne Kukla Tiyatrosu

Tiyatronun repertuarında Ukraynalı ve yabancı klasikler türlerde, üslupsal özelliklerde, oyunculuk tarzında farklı çağdaş yazarların oyunları varmış.

Rivne Bilim İnsanları Evi

Kukla Tiyatrosu’na yakın bir konumda yine güzel bir binası olan Rivne Bilim İnsanları Evi bulunuyor.

Bina 1903 yılında yapılmış ve 1939-1941 yıllarında Kızıl Ordu’nun askeri birimi, 1941-1944 yıllarında Alman Askeri Hastanesi burada konuşlanmış. 1990 yılında bina mimari anıt olarak tescillenmiş ve 2001 yılında Rivne Bilim İnsanları Evi’ne dönüştürülmüş.

St. Anthony Katolik Kilisesi 

Kilise 1899 yılında Neo-gotik tarzda, cephesinde güzel bir saat bulunan bir binada. Başlangıçta bina iki sivri kuleyle taçlandırılmış, fresklerle ve vitray pencerelerle dekore edilmiş.

Sovyet döneminde kilise sinema salonu olarak kullanılmış. Perestroyka yıllarında sinema salonu kapatılmış ve Oda Müziği ve Org Evi olarak yeniden inşa edilmiş. Cephesinde orijinal saati olan muhteşem St. Anthony Katolik Kilisesi, kentin Orta Çağ tarihini ziyaret edenlere hatırlatıyor.

Katolik Kilisesi St. Anthony’nin sıra dışı binası Rivne’deki en ilginç ve orijinal binalardan biri olarak kabul ediliyor. Rivne’nin tam merkezinde bulunan St. Anthony Katolik Kilisesi çoğu eski şehir yapısı gibi zor bir kadere sahipti.

İlk paroşial katolik kilisesi, 16. yüzyılda Rivne’de yapılmış, ancak kısa süre sonra şehri ele geçiren Tatarlar tarafından tahrip edilmiş. Bir süre sonra, Aziz Anthony Kilisesi yeniden inşa edilmiş, ancak yeni tapınak da kısa ömürlü olmuş ve yanmış. Neo-gotik tarzdaki karmaşık taş bina, 19. yüzyılın sonlarına kadar tamamlanamamış. İki zarif kulesi bulunuyor, cephesinde sıra dışı yuvarlak bir saat var ve iç kısmı da orijinal fresklerle süslenmiş. Aziz Anthony Katolik Kilisesi’nin gerçek hazinesi ise Avrupa’nın en iyi orglarından birisine sahip olmasıdır.

Kilisenin binası Birinci Dünya Savaşı sırasında ciddi şekilde hasar görmüş. 1927’de yeniden inşa edilmiş, yeni polikrom resimler ve çok güzel vitray pencerelerle süslenmiş. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kilise kapatılmış ve tüm değerli eşyaları yağmalanmış. Gotik kulelerinin neredeyse tamamı yıkılmış. Kilisenin binaları sinemaya verilmiş.

Neyse ki Aziz Anthony Katolik Kilisesi 1980’lerde, Org Müzik Evi olarak yeniden donatıldı. Şimdi oda müziği konserleri burada olarak verilmektedir.

Çocukların Demiryolu

Dokuz Ukrayna Çocuk Demiryolu’ndan biri 1949’da açılmış. Partizanskaya İstasyonu, Rivne’nin tam merkezinde, şehrin ana caddesi Soborna’nın nehri geçtiği köprünün yakınında yer alıyor. 2,5 km uzunluğundaki parkur Ustia Nehri’nin kıyısında çalışmaktadır.

İkinci istasyon – Ozernaya – Basov Kut Gölü kıyısında yer almaktadır. Genellikle bir lokomotif ve 2 yolcu vagonundan oluşan tren çoğunlukla çocukları taşımaktadır.

Rivne Kapısı

Şehrin tarihi kapısı ve bir çeşit simgesi olan Rivne Gate, şehre gelen turistlerin fotoğraf çektirdiği turistik noktalardan biri olarak belirtiliyor.

Bu yapı şehrin hemen girişinde oto yol kenarında yer alıyor. Şehrin girişindeki bu anıt Rivne’nin önemli yapılarından biri olarak gösteriliyor ve koruma altında.

Shevchenko Parkı

Taras Shevchenko Kültür ve Eğlence Parkı, huzurlu atmosferiyle, sayısız çiçek türü ve pek çok önemli isme ait anıtlarıyla şehirdeki en büyük ve en güzel park olup, peyzaj sanatının bir başyapıtı ve ulusal anıt statüsüne layık görülmüş. Rivne Ukrayna’nın en yeşil şehirlerinden biri unvanını Shevchenko Parkı sayesinde kazanmış. 

Park, 18. yüzyılın sonlarında, o sırada şehrin sahibi olan Polonyalı önde gelen Lubomirski Ailesi’ne ait malikânenin topraklarında bulunuyor. 20. yüzyılın ortalarında büyük bir park kompleksine dönüştürülmüştür. Park yeniden inşa edilmiş, yeni ağaçlar dikilmiş, fıskiyeli havuzlar, taş ve ahşap heykeller yerleştirilmiş. Park, Kuzey Amerika, Uzak Doğu, Orta Asya, Çin ve Japonya’dan gelen ağaçlarla bezelidir.

1940 yılında parka ünlü Ukraynalı şair Taras Shevchenko’nun adı verilmiş ve 1941 yılında da şairin “Kobzar” kitabı için ilk anıt parka konmuş.

Parkta epeyce gezdim ve bakımlı yollardan yürüdüm. Kilit takılmış köprüler, sevgililer için yapılmış kalpli bir bank, çocuklar için oyun alanları, su doldurulmamış havuzlar ve daha neler neler!

Rivne Bölge Müzesi

Bu Müze bu şehri tanımak ve tarihi hakkında bilgi sahibi olmak için uğramanız gereken adreslerden biri. Rivne Bölge Müzesi, ilginç sergilerinin yanı sıra, anıtsal sütunları ve çevresindeki pitoresk alanı da oldukça etkileyicidir.

Rivne kasabasındaki ilk müze 1906 yılında açılmış ve bu müze Ukrayna’nın ilk kırsal müzesi olan kentin 8 km batısındaki Gorodok köyünde baron F. Shtaingel tarafından kurulan müzenin yerini almış. I. Dünya Savaşı sırasında müze yağmalanmış. Çok sayıda değerli eser kaybolmuş. 1920’li yıllarda yerel doğa müzesi yeniden canlandırılmış. Kaynaklara göre benzer müzeler sadece Varşova, Lviv ve Krakiv’de bulunuyormuş. 1936’da ekonomi müzesi Rivne’de açılmış. 1940’ta bölgesel çalışmalar tarih müzesi kurulmuş, ancak II. Dünya Savaşı sırasında tüm sergiler Almanya’ya götürülmüş.

1944’te müze çalışmaya, Rivnenska oblast’ının tarihi ve doğal özellikleri ile ilgili materyalleri toplamaya, muhafaza etmeye ve sergilemeye devam etmiş. 1975 yılında 1839 yılında klasizm tarzında inşa edilmiş eski erkek spor salonunun binası müzenin mülkü olmuş ve buraya taşınmış. Bu şehirdeki en iyi mimarlık anıtı olarak kabul edilmektedir.

Müzenin sergileri 1978’de açılmış. Günümüzde yaklaşık 150.000 sergi malzemesi Rivne Bölge Çalışmaları Müzesi’nde sergilenmektedir. Arkeolojik, etnografik, nümismatik, doğal koleksiyonlar, belgeler, ödüller, tanınmış kişilerin özel eşyaları gibi sergiler vardır. Özellikle ilgi çekici olanlar Kazaklar’ın eşyaları, Volhyn ikonaları, eski basım kitaplar ve tanınmış Avrupalı heykeltıraş Tomash-Oscar Sosnovsky’nin Rivnensky yerlileri ile ilgili eserleridir.

Her yıl Mayıs ayında müze, Rivne bölgesinden ve komşu oblastlardan gelen halk sanatı ustalarının katılımıyla geleneksel bir etnografya festivali olan “Müze Etno Fest” etkinliğini düzenliyormuş. Müzenin açılış saatleri 10:00-18:00 olup Pazartesi günleri kapalıdır.

Park Molodi (Kuğu Gölü Parkı)

Rivne’nin merkezinde bulunan park, Lubomirski prenslerinin mülklerinden kalanlardan oluşuyor. Lubomirski Sarayı şimdi “Avangard” Stadyumu yerinde bulunuyormuş. Sarayın parkı 18. yüzyıldan kalmış. I. Dünya Savaşı’ndan sonra buradaki binalar tahrip olmaya başlamış. Saray yanmış ve parktaki ağaçlar kesilmiş. Daha sonra, park kısmen yenilenmiş. Bölge halkı parktaki küçük göletteki kuğular nedeniyle burayı “Kuğu Gölü Parkı” olarak adlandırmışlar.

Parkın göl çevresi, hem sevgililer hem de evli çiftler için romantizmin yaşandığı sevgi dolu bir yer. Yapay gölde yüzen kuğuları ve ördekleri izleyerek içinizin huzurla dolduğunu hissedebilirsiniz.

Parkta açık hava performansları, konserler ve Bölgesel Folklor ve Etnografya Festivali gibi sanat etkinlikleri düzenlenmekteymiş. Park Zamkova Caddesi’nde bulunmaktadır.

Demirci Heykelleri Yolu-Alley of Blacksmith Sculptures

Rivneli demirciler, gerçek aile değerlerinin gerçeküstü tasvirini göstermek için dünyanın dört bir yanından gelen meslektaşları ile birlikte muhteşem heykellerin sergilendiği bir alan oluşturmuşlar.

Bu alan 2012 yılında bir festival düzenlenerek ziyarete açılmış. Sergilenen heykeller Metal Kalp-Metal Heart, “Darynka”, Çocukların At Yarışı-Children’s Horseplay, Hayatın Değerleri-Life Values, İtfaiyeci-Firefighter, Balık Dili-Fish Language, Absürd Tiyatro-Theater of the Absurd, Zodyak Takımyıldızı-Zodiac Constellations adlarını taşımaktadır.

Rivne küçük bir şehir olmasına rağmen iki günlük sürede gezemediğim yerler oldu. Gezginler için önemli diğer yerlerden de bahsederek yazımı tamamlamak isterim.

Dormition Church

Yunan Katolik Dormition Kilisesi; Şu ana kadar değişmeden hayatta kalan kentteki en eski tapınak olması nedeniyle çok değerli kabul ediliyor.

Kehribar Müzesi- Amber Museum

Ukrayna’da iki önemli kehribar kaynağı bulunuyormuş. Bunlardan biri Rivne bölgesinde olduğundan ülkenin ilk ve şimdilik tek olan bu şaşırtıcı taşa adanmış müzesinin Rivne’de açılmış olması şaşırtıcı değildir. Şehrin en sıradışı ve ilginç müzelerinden biri olmasının yanında, en yeni müze tesisleri arasında sayılıyor.

Rivne Hayvanat Bahçesi

Hayvanat Bahçesi, Kiev tarafından Rivne’ye girişte 4,7 hektarlık bir park alanında yer almaktadır. Burada aslan, ayı, zebra, kaplan, maymun, artiodaktiler, kuşlar olmak üzere 180’den fazla hayvan türü ve yaklaşık 700 hayvan yaşıyormuş.

Anıtlar

Dünyada Rivne’den daha fazla anıtı olan az sayıda şehir vardır. Anıtların çok özel anlamları olduğu için isimleri ve yerlerini yazmadan geçemiyorum. Yolunuz düşerse bu ilginç anıtları yakından görebilirsiniz.

Faşistlerden Rivne’nin Kurtulmasının 25. Yıldönümü Anıtı, Mlyniv’ke Karayolu

Faşizm Kurbanları Anıtı, Bila Sokak Meydanı

Alman Faşist İşgalinden Ukrayna’nın Kurtulmasının 30. Yıldönümü Anıtı, Soborna Caddesi

İç Savaş Kahramanı – M.M. Bogomolov, Pershoho Travnja Sokak Meydanı

Partizan M. Strutynska’nın Mezarı’ndaki büstü ve Vatandaş S. Yelentsia ve S. Kotiyev’koho’nun Mezarlarındaki Rölyef, Kniazia Volodymyra Caddesi, Hrabnyk Mezarlığı

Ukrayna Cenneti Anıtı, Magdeburz’koho Prava Plaza Savaşçıların Ortak Mezarı, Soborna Sokağı

Warriors’s Glory Anıtı, Dubenska Caddesi, Rivne Askeri Mezarlığı

Kiev’in Sokağı, Ebedi Zafer Anıtı

Olenko Dundych’in büstü, T.H. Shevchenko Parkı

Taras Şevçenko Anıtı, T.G. Shevchenko Parkı; Nezalezhnosti Plaza Heykeli

Savaşçıların Zaferi Anıtı, Dubenska Caddesi, Rivne Askeri Mezarlığı

Savaşçı ve Partizan Anıtı, Peremohy Plaza

Symon Petliura Anıtı, Symon Petliura Caddesi

N.I. Kuznetsov Heykeli

Yahudi Soykırım Kurbanları Anıtı – toplu mezar alanı

Çernobil felaketinin kurbanları Anıtı, Simon Petliura Caddesi

Holokost kurbanlarının mezarlık ve anıtlarının görülmesi tavsiye ediliyor.

Zafer Tepesi de görülmeye değermiş. II. Dünya Savaşı sırasında öldürülen askerlerin Sovyet dönemi anıtı olan Dikilitaş, büyüklüğü nedeniyle etkileyiciymiş.

Son Söz

Acı öyküler, işgaller, yağmalar, yangınlar yaşanan tarihine rağmen Rivne eşsiz cazibesini korumayı başarabilmiş. Caddelerinde yürürken, tarihi binalarına hayran kalırken ve ilginç atmosferini eski bir kafeden izlerken bunu hissedebiliyorsunuz. Gri ve kasvetli bir Sovyet kentinden renkli, temiz ve geleceğe adım atan bir Ukrayna şehrine dönüşmeye başlamış. Rivne’de yapılacak çok şey olsa da iki gün tüm şehri gezmenize yetecektir.

Rivne, bölgedeki diğer yerleri keşfetmek için bir üs olarak kullanılabilir. Turistlerin çoğunu Rivne’ye getiren nedenlerden biri Klevan’daki Aşk Tüneli arabayla sadece 30 dakika uzaklıkta. Peri masalına benzer şekilde büyümüş, ağaçların gölgelediği demiryolu hattı, bölgede “mutlaka görülmesi gereken” bir yer olarak karşımıza çıkıyor. Maalesef ben Aşk Tüneli görme şansı yaratamadım.

Ukrayna’da bir gezi planlarınızda, Kiev, Lviv, Kharkiv henüz göremediğim Odessa mutlaka gezilecek yerler olmalı. Rivne henüz keşfedilmemiş, bakir kalmış, tarihi, küçük bir şehir. Yolunuz oralara düşerse uğrayın ve şehrin tozunu alın!

Gelibolu Yarımadası: Savaş Alanları Gezi Rotası

Gelibolu

Gelibolu Yarımadası: Devler Ülkesinde Devler Savaşı

15 yıl kadar önceydi. Türkiye temsilciliğini yaptığımız İngiliz kökenli bağımsız denetim şirketinin yıllık toplantısı için Boston’daydım. Aynı şirketin Yeni Zelanda temsilcisi olan Nick adlı arkadaşımla sohbet ederken laf döndü, dolaştı Çanakkale Savaşlarına geldi. Benim bu konuda araştırıcı yönümü fark eden Nick, Avustralyalı bir ahbabının o yarımadayı ziyaret etmek için çok çabaladığını, ama bir türlü bunu gerçekleştiremediğini, artık yaşının da ilerlemiş olması nedeniyle umudunu kaybetmeye başladığını ve bunun onu çok üzdüğünü söyledi. Nedenini sorduğumda ise, “bizim coğrafyada istisnasız herkesin -ölmeden önce mutlaka görülmesi gereken yerler- listesinin başında Gelibolu Yarımadası var; bu duygusal neden. Ama arkadaşımın daha da özel bir nedeni var. Büyük dedesi savaşta orada toprağa düşmüş ve mezar taşı da varmış; onu görebilmek hayatta en büyük dileği” dedi.

Nick’ten büyük dedenin adını öğrenmesini istedim. Yıllık toplantının bitiminde ülkesine döndükten birkaç gün sonra bana adını gönderdi. İnternette biraz araştırma sonucu yarımadada hangi mezarlıkta yattığını öğrendim. Sonra yarımadaya ilk ziyaretimde mezar taşını bulup fotoğraflarını çektim ve Nick’e e-posta ile gönderdim. Aradan bir hafta kadar geçtiğinde garip bir numaradan telefon geldi; açayım mı, açmayım mı diye tereddüt ettim, ama sonra açtım. Karşımda hayatımda hiç görmediğim o Avustralyalı dost insan vardı. Önce kendini tanıttı, sonra ilk cümlesini kurmaya başlarken dayanamadı, gözyaşlarına boğuldu; birkaç dakika hiç konuşmadan karşılıklı ağlaştık. Sonra övgü ve teşekkür ifadeleri ile görüşmeyi sonlandırdık. Görüşmemizde, o an dünyanın en mutlu ve gururlu insanı olduğunu defalarca yineledi.

Dünyanın öbür ucunda, hiç tanımadığım bir insanla beni karşılıklı bu derece duygu yoğunluğuna ne sürükledi? Bunu cevaplamak her sene 24 Nisan’ı 25 Nisan’a bağlayan gece yapılan töreni ve sabah 04.30’da yapılan “Şafak Ayini” ritüelini izleyen biri için zor değildir; hele yarımadayı iyi bilen ve her gittiğinde ruhunun yüceldiğini hisseden benim gibiler için daha da kolay. O zaman ikisini de size bu gezgin ruhuyla anlatmam gerekiyor.

Şafak Ayini

Her sene binlerce Avustralya ve Yeni Zelanda vatandaşı her yaştan insanın toplandığı ve bazen (25 Nisan 2015’te 100. Yıl töreninde olduğu gibi) ancak lotarya sonucu gelmeye hak kazanabildiği bir ortamdan bahsediyoruz. Şafak Ayini, 25 Nisan 1915’de sabah 4.30’da Gelibolu Yarımadası’na ilk ayak basan ANZAC ( Australian and New Zealand Army Corps) birliklerinin hatırasına bugün aynı ad ile adlandırılan küçük bir koy ve ardındaki hafif eğimli düz bir alanda 10,000 civarında insanın katılımı ile belli bir formatta yapılan bir törendir. 80’li yıllarda yarımadaya gelen Avustralya ve Yeni Zelandalıların kendi insiyatifleri ile başlattıkları bu amatör etkinlikler kısa sürede o kadar popüler hale geldi ki 90’lı yılların başlarında anma etkinlikleri daha organize bir şekilde Türk Genelkurmayı tarafından yürütülmeye başlandı. Bugün tören alanında kurulan portatif tribünlerde ve uyku tulumlarının içinde katılımcılar töreni izlerler; yiyecek, tuvalet ve acil sağlık hizmetleri tam teşekküllü olarak mevcuttur.

Törenler 24 Nisan akşam 21.00 gibi başlar. Tören alanında kurulu ekranlardan her yarım saatte bir görsel bir sunum izlenir. Arada korolar ilahi niteliğinde şarkılar söyler, bazı askeri veya sivil gösteriler sahneye konur. Her sene bu şekilde bir program akışı oluşturulmakla beraber her yılın töreni birbirinden farklı olarak hazırlanır. Sonra saat ilerler, gece yarısını geçer, hava iyice soğur, battaniyeler ve portatif ısıtıcılar ortaya çıkar ama kimse tören alanını terk etmez, çünkü törenin zirve noktası olan Şafak Ayini anı yaklaşmaktadır. Sonra o an gelir, Türk, Avustralya ve Yeni Zelanda bayrakları göndere milli marşlar eşliğinde çekilir, İslam ve Hristiyan inanışlarına uygun dua ve ilahiler okunur. Herkes büyük bir sessizlik ve saygıyla marşları ve duaları dinler. Çok ulvi bir ortamın içinde olduğunuzu her an artan bir duygusallıkla hissedersiniz. Bu tören başından sonuna Avustralya ve Yeni Zelanda televizyonlarında canlı yayınlanır, her iki ülke ve Türkiye bu törende meşrebince en üst düzey asker ve bürokratlar tarafından temsil edilir.

Sonra hava aydınlanmaya başlar, tören de sona erer. Bu iki ülkeden gelen misafirler ve Türkler yürüyerek kendi askerlerinin uyuduğu mezarlara giderler, oralarda dualar okunur, ruhlar arındırılır. Anlatmakla değil, yaşanmakla hissedilecek bu çok özel geceye iki defa katıldım ve her ikisinde de resmen içim hüzün, gurur, dinginlik ve kardeşlik duyguları ile doldu taştı. Kişisel görüşüm, bu topraklarda yaşayan herkesin hayatta en az bir kere bu törene katılması gerek ve inanın bana, bunu yaparsanız ülkemizi daha da yoğun bir hisle seveceksiniz.

Gelibolu Savaş Alanları İçin Gezi Rotası

Türkiye haritasını her önüme aldığımda, bu haritanın neredeyse tamamını oluşturan büyük Anadolu Yarımadası’nın hemen önünde yer alan Gelibolu Yarımadası’nı bir dalgakıran gibi görürüm. Bu görüntü aslında 1915 yılında yaşanan savaşın da temel sonucu gibidir, o dalgakıranı savunan Türkler o dalgakırana saldıran İngiliz, Fransız ve ANZAK birliklerine karşı tam bir koruma görevini yerine getirdiler. Peki, ya getiremeselerdi?

Bu sorunun cevabını Gürsel Göncü ve Şahin Aldoğan’ın yazdığıSiperin Ardı Vatan adlı kitapta çok net bir şekilde bulabilirsiniz. Kitabın adı benim “dalgakıran” benzetmemle çok örtüşüyor. Eğer biz Gelibolu siperlerini savunamasaydık, yani o dalgakıran kırılsaydı Anadolu Yarımadası savunmasız kalacak ve işgalciler bu güzelim memleketi kolayca ele geçirebileceklerdi. Düşünmesi bile kabus gibi…

Yakın bir zamanda, elimde bu kitap ile Gelibolu Yarımadası savaş alanlarını çok sevdiğim bir dost grubuna gezdirdim. Bu kitap özellikle savaş alanındaki yerlerin Türkçe ve İngilizce adlarını kolayca izleyebildiğim için ilk tercihim oldu.

Bu gezide izlediğim rota hem savaşın kronolojisine uygun olduğu hem de savaşın sıklet merkezlerini de bu kronoloji dahilinde gezmeyi sağladığı için benim favorim. Bir tam gün süren bu rotayı sizlerle de paylaşma zamanı geldi…

Yarımadaya girişi sabah 9.30 gibi Kilitbahir’den yaptık.

Çanakkale’nin tam karşısında yer alan bu şirin köye adını veren kaleye biraz vakit ayırıp gezmenizi öneririm. Fatih Sultan Mehmet’in yaptırdığı yonca biçimli kale yakın zamanlarda iyi bir restorasyon geçirdikten sonra ziyarete açıldı, yarım saat içinde gezmeniz mümkün ve kale burçlarına çıkarak güzel bir Boğaz havasını içinize çekmek size mutluluk verecektir.

Kale’den ayrıldıktan az sonra deniz tarafında Namazgah Tabyası’nı göreceksiniz. 2006 yılında restore edilen bu tabya denize hakim konumu ile 18 Mart 1915 günkü Deniz Savaşı’nda çok önemli bir rol oynamıştır. Kısa bir vaktiniz alacak ama gezilmesini öneririm. Bu tabyadan hemen sonra çok kısa bir yürüme mesafesinde büyük bir tabya olan Mecidiye Tabyası’na ulaşacaksınız. Burası meşhur 215 okkalık top mermisini tek başına kaldırıp topun namlusuna süren Havranlı Koca Seyit Onbaşı ile özdeşleşmiştir.

Sonra arabanız ile yola devam ettiğinizde on dakika kadar denizin çok yakınından gideceksiniz. Küçücük çakıl taşlı ama tertemiz koyları takip ettikten sonra yol Soğanlıdere’de Yarımada’nın iç tarafına kıvrılır. Bundan sonra yine bir on dakika kadar ağaçlı, yemyeşil bir doğanın eşlik ettiği yoldan kıvrıla kıvrıla gideceksiniz. Yolun üzerinde Soğanlıdere ve Şahinler Şehitlikleri yer alıyor.

Bu yol Alçıtepe köyüne kadar gider, ama benim önerim köye varmadan sol tarafa dönüş veren tabelaya uyarak Alçıtepe Seyir Terası’na gitmeniz. Bu terasın tam üzerinde olduğu tepe kara savaşları süresince hep Türk tarafında kalmış ve İtilaf Kuvvetlerinin ele geçirmek için ellerinden geleni yaptıkları, ama başaramadıkları iki sıklet merkezinden biridir. Burada yanınızda normal bir dürbün olmasında fayda var (aslında tüm yarımada gezisinde dürbünün çok işinize yaradığını göreceksiniz) çünkü Alçıtepe konum olarak çok stratejik bir noktada olduğundan sol tarafınızda Çanakkale Boğazı girişini, tam karşınızda 25 Nisan 1915 sabahı Fransız birliklerinin çıkarma yaptığı Morto Koyu’nu ve İngiliz birliklerinin çıkarma yaptığı Ertuğrul Koyu’nu ve Seddülbahir köyünü göreceksiniz. Sağ tarafta ise yine İngilizlerin çıkarma yaptığı Tekke ve İkiz koylarını, biraz belirsiz de olsa, görebilirsiniz. İngilizlerin çıkarma yaptığı son koy olan Pınar Koyu ise bu tepe üzerinden fark edilmez. Burada çıkarma günü ile sonrasındaki savaş ortamını çok belirgin bir şekilde anlayabilir ve hissedebilirsiniz.

Seyir Terası sonrası yine yeşillikler arasından birkaç dakikalık bir araba yolculuğu ile Çanakkale Şehitler Abidesi’ne ulaşacaksınız. Bu Abide gerçekten görkemli bir yapıdır, her ziyaret ettiğimde bu görkem onun mimari açıdan sadeliği ile birleşince göğsümü kabartır. Yanlış anlamayın, bunu milliyetçi bir hisle söylemiyorum, hem mimari güzelliği, hem de tam Boğazın girişindeki mükemmel yeri bana bunları söyletiyor.

Bunun yanı sıra Abide’nin etrafındaki sembolik kabristanda savaş esnasında yitirdiğimiz ve kimliği belirlenebilen tüm şehitlerimizin isimlerinin yer alması, ziyaretçilere kutsal bir mekanda olduklarını hepten hatırlatır.

Abide’den sonra yol kuzeye döner, çok kısa bir süre sonra Morto Koyu’na ulaşırsınız. Burası sığ ama geniş bir koydur. 1915 çıkarmalarında ağırlıklı olarak Fransız birliklerinin karaya ayak bastığı ve savaş süresince hep ellerinde bulundurdukları Morto Koyu, aynı zamanda onların sonsuza kadar uyuyacakları bir mezarlık olmuştur. Yarımadadaki tek Fransız mezarlığı burasıdır ve tek bir mezarlıkta en çok asker burada yatar; çoğu sömürgelerden savaşa katılmış 14,382 asker burada gömülüdür.

Morto Koyu’nu geride bıraktıktan sonra Seddülbahir köyüne ulaşılır. Burada tamamen özel şahsa ait küçük ama bir o kadar da güzel Ahmet Uslu Müzesi’nde soluklanmanızı öneririm. Müzede kişisel koleksiyona ait birçok orijinal obje sergilenmektedir. 2005 yılında açılan bu şirin müzeden etkileneceğinizden eminim.

Müzeden ayrıldıktan kısa bir süre sonra yol bizi Yarımada’da Çıkarma’nın ilk günlerinde savaşın en yoğun yaşandığı bölgeye, Ertuğrul Koyu’na ulaştırır. Burada arabanızı İngiliz Savaş Anıtı (Cape Helles Memorial) ile Yahya Çavuş Şehitliği arasındaki alana park etmeniz pratik olacaktır. İngiliz Savaş Anıtı Yarımada’nın en uç bölgesine inşa edilmiş olup savaşan, ölen, kaybolan, mezarları bilinmeyen 20,763 askerin anısına dikilmiştir. Beyaz taşlardan oluşan sade bir mimariye sahip bu anıtın duvarlarında muharebelerde görev yapan İngiliz gemileri ile Seddülbahir, Arıburnu ve Anafartalar Cepheleri’nde görev yapmış İngiliz askeri birliklerinin adları yazılıdır.

Anıtın 300 metre kadar aşağısında ise Ertuğrul Tabyası ve Yahya Çavuş Şehitlikleri yer almaktadır. “Boğazın Muhafızı” benzetmesinin yapıldığı Ertuğrul Tabyası 18 Mart 1915 günü yapılan deniz savaşında düşman gemilerine en çok atış yapan tabyaların başında gelmektedir. Bunun sonucunda da o kadar yoğun karşı ateş almıştır ki, aynı gün öğleden sonra topları sonsuza kadar susturulmuştur.

Yahya Çavuş Şehitliği’nde ise Ertuğrul ve Tekke koylarına çıkartma yapan İngiliz birliklerine karşı kahramanca direnen, Ezineli Yahya Çavuş’un şahsında sembolleşen, çoğu isimsiz kahraman 26’ncı Piyade Alayı askerleri adına kimliği belirlenebilen şehitlerimiz yatar. Bu iki savaş mekanı arasında Ertuğrul Koyu’na doğru baktığınızda köyü ve çıkarma yapılan kıyıyı çok yakından görebiliyorsunuz. 25 Nisan 1915 sabahı çıkarmada kullanılan River Clyde kömür gemisinin karaya oturduğu karasal uzantı, çıkarma sonrası İngiliz askerlerinin yoğun Türk ateşinden korunmak için sığındıkları bir metreyi bile bulmayan yükselti, İngiliz V Sahili (Ertuğrul Koyu) Mezarlığı ve Seddülbahir Kalesi çok net olarak gözünüzün önündedir. O günün dehşetini bulunduğunuz yerden hissetmemek imkansızdır.

Seddülbahir bölgesinden ayrılınca direksiyonu sola, yani Tekke ve İkiz koylarına kırarsanız bir süre denize paralel bir yolculuk yaparsınız. Bu iki koya inmek isterseniz yol kenarı tabelaları size yardımcı olacaktır. Tekke Koyu çıkarmanın yanı sıra Aralık 1915- Ocak 1916 tahliyelerinde çok önemli rol oynamıştır, hatta İngiliz birliklerinin ana tahliye merkezi durumundadır. Bu nedenle orada hala tahliye esnasında terkedilen eşya, silah veya mühimmat kalıntılarına rastlama olanağı vardır. Lancashire Çıkartma Mezarlığı, Pembe Çiftlik (Pink Farm) Mezarlığı ve Yarımada üzerindeki en büyük Birleşik Krallık mezarlığı olan Oniki Ağaç Korusu (Twelve Tree Copse) Mezarlığı bu iki koyun yakınlarında yer alır ve yol boyunca mevcut tabelalar sayesinde hiçbirini kaçırmanız söz konusu değildir.

Kuzeye kıvrılan asfalt üzerinde birkaç dakika daha ilerlerseniz özellikli bir yere, Zığındere’ye ulaşırsınız. Burayı kaçırmamanız için sizi uyarayım, arabayı yavaş sürmenizi ve İkiz Koyu tabelasından sonra yolun sol tarafındaki küçük tabelayı bulmanızı öneririm. Arabanızı yolun kenarına park ettikten sonra denize doğru inen küçük vadi üzerinde hafif engebeli bir arazi üzerinde 150-200 metre kadar ilerlediğinizde çakıl taşlı bir koya ulaşacaksınız. Bu koyda şimdi sadece kalıntıları kalan iki yapı dikkati çeker: Bir iskele ve bir su kuyusu. Her ikisinin de fotoğrafını bu sayfada görebilirsiniz. Daha önce gittiğimde kuyuyu açan askerin adını taşıyan paslı küçük bir plaket iç duvarda yer alıyordu ama bu son gidişimde göremedim, demek ki zamana direnmek zor… Su kuyusundan başlayarak kuzeydoğu yönünde Kilitbahir Platosu’na doğru yükselen bir vadi biçimindeki Zığındere savaş boyunca işgal kuvvetlerinin en büyük lojistik alanı olmuş ve yiyecek, içecek, silah, mühimmat aktarımları ile yaralı tahliyeleri on ay boyunca hep bu vadi üzerinden gerçekleştirilmiştir. Top ateşlerine karşı korunaklı olması nedeniyle son derece işlevsel olan bu vadiyi savaş süresince Türk tarafı hiç ele geçirememiş, burayı ele geçirmek için 28 Haziran-5 Temmuz 1915 tarihleri arasında yapılan sonuçsuz saldırılarda çok sayıda Türk askeri şehit düşmüştür. Bu askerlerin gerçek mezarları bilinmemekle beraber, onları temsil eden sembol mezar taşlarının yer aldığı Sargıyeri Şehitliği ile Nuri Yamut Anıtı, Zığındere Vadisi’nin yarımadaya açıldığı bölgenin çok yakınlarında yer alır.

Evet, sabahtan bu yana yoğun bir ziyaret trafiği içindesiniz, Gelibolu Yarımadası savaş alanlarının güney sektörünü gezmeyi tamamladınız, hem fiziki, hem de duygusal açıdan yoruldunuz ve vakit öğlen oldu, artık biraz dinlenmeyi ve öğle yemeğini hak ettiniz. Alçıtepe Köyü’ne varmadan, genellikle büyük grupların veya tur otobüslerinin tercih ettiği yol kenarı lokantası gözünüze ilişse de siz yola devam edin ve Alçıtepe Köyü’ne varın derim. Köyün meydanında yana yana lokantalar var, benim gibi tencere yemeği sevenlerdenseniz ilk sıradaki aile işletmesi olan küçük lokantayı öneririm. Az sayıda tencere yemeği ve doğal ev yoğurdu var, bir de hemen mevsimine uygun taze salata yaparlar. Yıllardır hep orayı tercih ettim ve lezzet/fiyat dengesi açısından hep mutlu ayrıldım.

Yemek sonrası hemen köyden ayrılmayın, meydana çok yakın mesafede, Yarımadadaki bir diğer şahıs müzesi olan Salim Mutlu Müzesi’ne gidin. Rahmetlinin hayatı boyunca savaş alanlarından topladığı özel objeler burada sergilenir, bazıları gerçekten çok ilginç olan ve örneği başka bir yerde görülemeyecek bu objelerin yer aldığı müzeyi gezmenizi kesinlikle öneririm. Yıllar öncesinde Salim Mutlu’nun eşi müzenin girişinde her gelene taze pişirdiği pişi ve ayran ikram eder, gezenlerden para da alınmaz ama her ziyaretçi bağış olarak gönlünden kopanı bırakırdı. Bugün karı-koca vefat ettiği için pişi ikramı yok, ama çocukları müzeyi hala çok ufak bir ücret karşılığı ziyarete açık tutuyorlar.

Müze ziyaretinden sonra arabanızla Yarımada’nın kuzeyine doğru hareket ettiğinizde 15-20 dakika arası bir sürme mesafesinde Çanakkale Destanı Tanıtım Merkezi’ne ulaşacaksınız. 2012 yılında açılan bu modern yapı üç kattan oluşur ve içinde savaşın bütün evrelerini tanıtan sergi alanları, orijinal eşya, giysi, silah vb. eşliğinde sunulur. Ancak bu Merkezin bence en dikkate değer kısmı 11 salondan oluşan ve bir saat süren simülasyonlu hareketli platformlu ve yapılan üç boyutlu sunumdur. Teknolojinin doğru kullanılması ile ziyaretçilere savaşın tüm aşamalarının bütün dehşetiyle doğrudan hissettirildiği bu sunumu kaçırmamanızı öneririm; hatta maksimum 50 kişilik grupların alındığı bu turda yer almayı garantiye almanız için 0286 8100050 no’lu telefondan rezervasyon yaptırmanızı, en son gösterinin saat 15.30 gibi başladığını ve Merkez’in Salı günleri kapalı olduğunu hatırlatırım.

Tanıtım Merkezi’nden çıkıp sağa doğru döndüğünüzde önce Kabatepe-Gökçeada Vapur İskelesi’ni, sonra da deniz kıyısından kuzeydoğuya giden yolu göreceksiniz. Bu yolu izleyin, önce Arıburnu sahilini sonra da yazının başında bahsettiğim Şafak Ayini’nin yapıldığı Anzak Koyu’nu göreceksiniz.

Burada biraz mola verin, deniz tarafında, üzerinde ANZAC yazan alçak duvara oturun, sırtınızı denize verdiğinizde ilginç bir coğrafi oluşum göreceksiniz. Gün boyu gezdiğiniz Yarımada coğrafyasından çok farklı görünümdeki bu oluşum Sfenks olarak adlandırılır. Gerçekten de Kahire yakınlarındaki sfenkslere çok benzeyen bu coğrafi oluşum (ki bu ad zaten Yarımada’ya çıkarma yapmadan önce Kahire yakınlarında eğitim gören ANZAK askerlerince konmuştur) dimdik ve çıplak bir kayalıktır. Koyun yakınlarında ANZAK askerlerinin yattığı Sahil Mezarlığı, Arıburnu’ndan yukarıya uzanan Şarapnel Vadisi’nde ise aynı adı taşıyan mezarlık (Shrapnel Valley Cemetery) bulunur. Arabasız olsanız deniz kıyısından yukarı tepelere patikaları kullanarak çıkmanız ve çıkarma yapan askerlerin nasıl zorlukla ilerlemeye çalıştıklarını, o tepeleri savunan Türk birliklerinin de nasıl zor koşullarda bunu başardıklarını hissetmeniz de mümkün olurdu.

Anzak Koyu’nun ilerisinde yol Büyük ve Küçük Kemikli Burunlarının arasında yer alan Suvla Koyu ile Tuz Gölü’ne ulaşır. Bu göle varmadan önce ise yol sağa kıvrılarak Büyük ve Küçük Anafartalar Köyleri ile savaş alanlarına varır. Savaşın ilk aylarında ana sıklet merkezi olan Alçıtepe/ Sebdülbahir bölgesini ele geçiremeyeceğini anlayan İngiliz ve ANZAK birlikleri Ağustos 1915 başlarında sıklet merkezini Yarımadanın kuzeyine kaydırarak Conkbayırı/ Anafartalar bölgesini tamamen ele geçirmeyi hedeflediler. Bu hedef doğrultusunda Suvla Koyu’na büyük bir çıkarma gerçekleştirerek asker ve silah sayılarını çok arttırdılar. 6-10 Ağustos 1915 günlerinde çok kanlı ve yoğun çarpışmalar oldu. Mustafa Kemal Atatürk’ün 8 Ağustos tarihinde Anafartalar Grup Komutanı olarak bu bölgedeki tüm birliklerin idaresini ele geçirmesiyle ivme Türk tarafına döndü ve 10 Ağustos sabahı yapılan büyük bir süngü hücumu ile düşman birlikleri aylardır ellerinde bulundurdukları siperlerinden atılarak aşağı sahile kadar sürüldüler. 21 Ağustos 1915’deki Anafartalar Muharebesi de Türk tarafının kesin zaferi ile sonuçlanınca artık İngiliz ve ANZAK birliklerinin Yarımadayı ele geçirme planlarının gerçekleşmeyeceği anlaşıldı ve aşamalı bir şekilde çarpışmaları azaltan işgalciler Ocak 1916 itibarı ile burayı tamamen terk ettiler.

Görüleceği üzere, Yarımadanın bu kısmı savaşın hikayesinde ciddi bir öneme sahip ve ayrıntılı bir şekilde gezilmeyi kesinlikle hak ediyor. Ancak bir tam günlük gezi süresinde bunu yaparsanız gün biter ve Conkbayırı/ Kanlısırt/ Kırmızısırt/ Cesarettepe gibi bölgeleri görme şansınız kalmaz. Bu nedenle benim son gezimde arkadaşlarımla yaptığım gibi, Anzak Koyu’ndan Kabatepe İskelesi’ne geri dönmenizi ve buradan Conkbayırı yönünde tepelere tırmanmanızı öneririm. 

Böylelikle hemen birbiri ile iç içe geçmiş savaş alanlarına ulaşacak ve bir önceki paragrafta bahsettiğim bölgeleri kuş bakışı görebileceksiniz.

Tek yönlü olan ve en fazla on dakika içinde geçebileceğiniz bu yol üzerinde sırası ile;

  • Mehmetçiğe Saygı Anıtı,
  • Karayörük Deresi Şehitliği,
  • Kanlısırt Kitabesi,
  • Lone Pine (Yalnız Çam) Mezarlığı ve Avustralya Anıtı (Yarımadadaki en büyük Avustralya mezarlığı olup 1,167 subay ve asker gömülüdür, ayrıca anıtın önündeki duvarda mezarları bulunamayan yaklaşık 5,000 askerin ismi yazılıdır)
  • Kırmızısırt siperleri, tünelleri ve Johnston’s Jolly Mezarlığı
  • Merkez Tepe ve Courtney’s&Steel’s Post Mezarlığı
  • Yarbay Hüseyin Avni Bey ve Çataldere Şehitlikleri
  • Yüzbaşı Mehmet Şehitliği
  • Bomba Sırtı ve Quinn’s Post Mezarlığı
  • Kesikdere Şehitliği
  • 57’nci Piyade Alayı Şehitliği ( Hem muharebelerin, hem de Türk kültür ve askeri hayatının sembol birliğine ait bu Şehitlikte yer alan mezar taşları toprağa düşmüş askerlerimizin isimlerini taşır. Mimari yapısı Yarımadadaki diğer Türk şehitliklerinden oldukça farklıdır)
  • Türk Askerine Saygı Anıtı
  • Cesaret Tepe ve Mehmet Çavuş Anıtı
  • The Nek/ Boyun ( 7 Ağustos 1915 tarihindeki saldırılarda ölen ANZAK askerlerine atfedilen bu mezarlık 1981 yapımı “Gallipoli” filminin final bölümüne de konu olmuştur)
  • Serçe Tepe ve Baby 700 Mezarlıkları
  • Conkbayırı Mehmetçik Parkı Kitabeleri/ 261 Rakımlı Tepe
  • Conkbayırı Atatürk Anıtı/ Yeni Zelanda Ulusal Anıtı

Evet, gördüğünüz gibi yukarıda en fazla on dakikalık mesafede ziyaret edilmesi gereken bir çok mekan saydım. Bu şunu gösteriyor: Bu küçük toprak parçasında öyle yaman bir mücadele olmuş ki savaşan taraflar birbirleri ile iç içe geçmiş, siperler, mevziler tam anlamıyla kan ve ateş içinde kalmış, tam bir can pazarı olmuş. Kabatepe’den itibaren yavaş yavaş yükselen araziye uyarak ruhunuzun da, duygularınızın da yükseldiğini hissedeceksiniz. Zamanınız ölçüsünde bu mekanları ziyaret edin, ama mutlaka yolun sonunda yer alan Conkbayırı’nda durun. Bu ruh haliyle Ege Denizi’ne doğru bakın, elinizdeki dürbünle aşağıda Arıburnu’ndan Suvla Koyu’na kadar uzanan harika coğrafyayı seyredin, sonra enginlerde batan güneşe kayan gözlerinizden akacak yaşları silin. Ardından tam tersi yöne, yani Çanakkale Boğazı yönüne dönün, uzaklarda kıvrıla kıvrıla uzanan Boğazı ve arkasındaki Anadolu’muzu seyredin.  Bu toprakları canları pahasına savunan on binlerce şehidimizi, onları yöneten komutanları ve Mustafa Kemal’i hayırla, dualarla yad edin. 20 küsur senedir, senede en az beş altı kere gidip her seferinde içine düştüğüm ruh durumu hep aynı olduğu için bunu size de yazma ihtiyacı hissettim.

Evet, hem fiziksel açıdan, hem de duygusal açıdan yoğun ve yorucu bir günü tamamladınız, artık dönüş zamanı. Conkbayırı’ndan dönüş yolu da tek yönlü ve geldiğiniz yola paralel olarak Çanakkale Destanı Tanıtım Merkezi’ne doğru tatlı bir eğim ile ineceksiniz.  Yol üzerinde Mustafa Kemal’in 19.Tümen Komutanı olarak 25 Nisan 1915 sabahından 17 Mayıs 1915’e kadar “Arıburnu Kuvvetleri Komutanı” unvanı ile karargah yeri olarak kullandığı Kemal Yeri’ni (adını bundan sonra almıştır) göreceksiniz. Mustafa Kemal daha sonra kendi karargahını Conkbayırı yakınlarına taşısa da burası savaşı sonuna kadar Arıburnu cephesinde çarpışan Türk birliklerinin komuta merkezi olma durumunu korumuştur.

Bir tam günlük gezinin sonunda Gelibolu savaş alanlarının oldukça önemli kısmını gezmiş oldunuz. Hala gezemediğiniz Anafartalar bölgesi, Suvla Koyu bölgesi, 19. Tümenin savaş öncesinde konuşlandığı Bigalı Köyü ile Atatürk’ün konakladığı evi ve 25 Nisan 1915 sabahı çıkarmanın başladığını haber alınca Bigalı’dan Kocaçimen Tepeye emrindeki 57’nci Alay, Dağ Topçu Bataryası ve Sıhhiye Bölüğünden askerlerden oluşan birlik ile intikal ettiği yaklaşık dört kilometrelik yürüyüş yolu var… Bu mevkilerin de gezilip görülmesi için en azından bir yarım gün daha gerekiyor. Biz son gezimizde sadece Bigalı Köye kısa süre uğrayabildik, diğer yerleri gezme imkanını bulamadık, ama gezginlere bu güzergahların da gezi planına alınması özellikle önerilir. Hatta bu planın bir 24/ 25 Nisan Şafak Ayini ile birleştirilmesi gerçekten unutulmayacak bir geziyi garantiler.

Gelibolu Yarımadası gibi dar ve küçük bir toprak parçasında bundan 104 yıl önce dünyanın değişik yerlerinden yüz binlerce insanın birbirleri ile ölümüne mücadelesi bana hep jakuzide timsah kavgası benzetmesini hatırlatır. Ama bundan çok daha güzel tanımlama Aubrey Herbert ve Henry Morgenthau tarafından yazılan kitabın adında yer alıyor:

Aksaray Gezi Rehberi: Barok Binalar Arasında Selçuklu İzleri

Aksaray, Anadolu’nun ortasında, adeta bir Avrupa şehrinde olduğunuzu hissedeceğiniz, Barok tarzı hükümet meydanı, şehrin ortasında akan suyun kenarındaki şık binalar, geniş bulvarlar, kavşaklarda heykeller, modern bir müze, müzede kedi mumyası, Hatti’lerin, Hitit’lerin, Helenistik dönemin, Roma’nın, Selçukluların, Osmanlı’nın, Cumhuriyet Türkiye’sinin eserlerini görebileceğiniz güzel atlar ülkesi Kapadokya’nın bir şehri .

Ankara’ya üç saat uzaklıktaki Aksaray’da gezimiz müze ile başlıyor. Müzeyi ve bahçesini gezerken, hem modern müzecilik anlayışı ile sergilenen eserler arasında kronolojik bir tarih yolculuğu yapıyorsunuz, hem gördüklerinize şaşırıyor, hem de gurur duyuyorsunuz.

Aksaray Müzesi
2014 yılında ziyarete açılan müzenin dış mimarisi Selçuklu tarzı kümbetler ile bölgede görülen peri bacalarından esinlenerek yapılmış.,
Müze bahçesinde tel kafes içinde dolaşan Aksaray Malaklısı olarak bilinen köpek nazlı nazlı poz veriyor.
Aksaray malaklısı, “Anadolu Aslanı” olarak da adlandırılan, bacak ve ayakları kalın, kafası büyük, dudağı sarkık, ağırlığı 90 km. a ulaşabilen iri bir köpek türü. Neslinin tükenmesini önlemek için koruma altına alınan bir tür imiş.
Bahçede, çocuklar için ufak bir arkeoloji parkı yapılmış. Ufak toprak tepelerin ve taşların arasına girip, kazı alanında çalışır gibi oynayarak bir şeyler bulmaya çalışmaları hedeflenmiş.
Üç kattan oluşan Müzenin giriş katında, bölgedeki kazılardan çıkan eserler kronolojik olarak sergileniyor. M.Ö. 8000 lerde Anadolu’da ilk yerleşimin görüldüğü Aşıklı Höyük kazılarından getirilen eserler de bu katta sergileniyor.
Yukarıda resmi görülen kadın kafatası, 20- 25 yaşlarında, bebeği ile gömülmüş bir kadına aitmiş. Kafatasında saptanan delik, günümüzden 9500 yıl öncesinde yapılan beyin ameliyatının kanıtı olarak değerlendiriliyor. Kadının ameliyat sonrası 10 gün daha yaşadığı anlaşılıyormuş.
Aksaray Yazıtı olarak bilinen bu stelin, M.Ö. 8. yüzyılda yazıldığı tahmin ediliyormuş. Hitit hiyeroglifi ile yani Luvice yazılmış. Stelin sahibi Kral Kiyankisas, fırtına tanrısına (Tarhunsas), şükranlarını sunmakta ve şehrini övmekte imiş.
Müzede bana en ilginç gelen, Aksaray köyü kazılarından çıkarılan mumyalar oldu. Yetişkin kadın erkek mumyalarından başka, bebek mumyaları ve kedi mumyası camekanlar içinde sergileniyor.
Bu mumyalar, Mısır ile aynı dönemlerde Orta Asya ve Anadolu’da da İskit mumyalama tekniklerinin gelişmiş olduğunu göstermekte imiş.
M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış tarihçi Heredot, bu konuda bilgi vermekte imiş. Mısır mumyacılığında, çıkarılan iç organlar, genellikle çeşitli ilaçlar ile tahnit edildikten sonra, canope adı verilen kavanozlar içerisinde mumyanın bulunduğu mezar odasında muhafaza edilirmiş. İskitler’de ise hükümdarın karnı açılır, temizlenir, servi-tütsü- anason tohumu ile doldurulduktan sonra dikilirmiş. Ardından mum içine konan cenaze, muhtelif İskit kabilelerinin arasından geçirilerek, kazılan mezara indirilirmiş.
Müzede, değişik mumyalama tekniklerine ilişkin açıklayıcı bilgiler içeren panolar da bulunuyor. Ama daha fazla detaya girmeden ben müzenin diğer bölümlerini anlatayım size.
Müzenin ikinci katında etnografik bölüm bulunuyor. Taş işçiliğini, sepet, çömlek, dokuma yapımını canlandırdıkları bu bölümde Aksaray yöresinin geleneksel zanaatları bal mumu heykeller kullanılarak canlandırılmış.

Aksaray

Müze gezisini tamamladıktan sonra, şık bir restoranda çok uygun fiyata etli ekmek molası vermeniz mümkün. Etli ekmek yiyip dinlendikten sonra, şehrin mezarlığının bulunduğu bölgede sizi, bir müze ve sade bir ziyaret mekanı bekliyor.
Somuncu Baba Minyatür Müzesi
1331 yılında Kayseri’de dünyaya gelen Şeyh Hamid-i Veli Somuncu Baba; Hacı Bayram-ı Veli’nin hocası, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş dönemi manevi mimarlarından biri. Yaşamının bir döneminde Aksaray’da bulunmuş.
Bu müzede, 12 ayrı sahnede minyatürler ile hayatı canlandırılmış. Rehber eşliğinde gezerken; hem Somuncu Babanın hayatını, hem de kerametlerini öğrenme fırsatınız oluyor.
Meraklısına; Somuncu Baba’nın babası, Anadolu’ya manevi fetih için gelen Horasan erenlerinden Şemsettin Musa Efendi imiş. İlk eğitimini babasından alan Somuncu Baba, daha sonra ilim tahsilini Şam, Tebriz, Hoy, Erdebil’de sürdürmüş. Bayazid-i Bestami’nin ruhaniyetinden istifade etmiş ve Alaaddin-i Erdebili’den icazet alarak Anadolu’ya dönmüş.
Yıldırım Beyazıt Han, Niğbolu Savaşının kazanılmasına şükür nişanesi olarak Bursa Ulu Camii’yi yaptırmış. Bu camiinin yanında Somuncu Baba’nın çilehanesi ve ekmek fırını varmış. Bu ekmek fırınında ekmek yapıp halka dağıtıyormuş. Bu fırında, ateş yanmadan yapılmakta imiş ekmekler.
Bursa Ulu Camii’nin açılış günü, Padişah Yıldırım Beyazıt Han ilk hutbeyi okuması için, dönemin tasavvuf büyüklerinden Emir Sultan Hazretlerini görevlendirmiş. Emir Sultan “Padişahım bu beldede benden daha alim kimseler vardır, onlar aramızda iken hutbe okumak bize düşmez” diyerek Somuncu Baba’yı işaret etmiş. Padişahın huzurunda bu görevi reddetmeyen Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri yani Somuncu Baba, hutbede Fatiha Suresini yedi farklı şekilde yorumlamış.
Namaz sonrası cemaat camiden çıkarken, aynı anada Ulu Camiinin üç kapısında da Somuncu Baba ile görüşmüş. Bursa’da manevi büyüklüğü ortaya çıkan, kendi ifadesi ile “sırrı fâş” olan Somuncu Baba talebeleri ile birlikte Bursa’dan ayrılmış. Aksaray’a gelmiş. Birçok talebe yetiştirmiş. Hacı Bayram-ı Veli’yi de eğiterek Ankara’da görevlendirmiş.
Anadolu’da Kayseri, Bursa, Aksaray ve Darende gibi merkezlerde bulunarak talebe yetiştiren Somuncu Baba 1412 yılında Darende’de vefat etmiş. Cenaze namazını halifesi Hacı Bayram-ı Veli kıldırmış ve halvethanesinin bulunduğu mekana defnedilmiş.
Somuncu Baba Makamı ve Çilehane
Asırlık çam ağaçları ve kenarlardaki gülleri koklayarak giriliyor, Aksaray’ın Ervah Mezarlığına. Aksaray’da ikamet ettiği dönemde Somuncu Baba, halvethanesini ve çilehanesini Ervah Mezarlığı civarında kurmuş. Ziyaret edip dualarımızı ettikten sonra şehir merkezindeki ilginç yapıları gezmeye devam ediyoruz.
Eğri Minare
Aksaray Eğri Minareİtalya’da bulunan Pisa Kulesine benzetilen bu minare, 13. yüzyıl Selçuklu mimarisinin eşsiz eserlerinden biri olarak kabul ediliyor.
I. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından 1221- 1236 yıllarında, Horasan harcı ile yapıştırılmış kırmızı tuğlalardan yapılmış ve üst kısmı mavi yeşil çini mozaikler ile kaplanmış. Minarenin oturduğu tabla üzerinden üç ayrı eğim ile yükseldiği tespit edilmiş. Farklı görüşler olmakla beraber, ustası tarafından bilinçli olarak eğik yapıldığı kabul edilmekte imiş.
Resimde de göreceğiniz gibi, minarenin ortasında sabitlenmesini sağlamak için çelik halatlar bulunmakta. Civarda oturan emekli bir vatandaş rüyasında, minarenin evinin üstüne yıkıldığını görerek resmi makamlara başvurmuş ve yakın tarihte bu çelik halatlar ile minarenin yıkılması önlenmek istenmiş. Ancak konunun uzmanları; yüzyıllarca bu eğimde değişme olmadığını ve bu çelik halatların bir yararı olmadığını ifade etmekte imiş. Çelik halatlar minare üzerinde iz bıraktığı için günümüzde sökülmesi de sakınca yaratacakmış.
Köprü Evler
Eğri minarenin arkasında bulunan akarsuyun yanından yürüdüğünüzde; geniş sokakların etrafında bulunan eski yeni şık binalar, Selçuklu döneminden kalma zarif taş köprü ve köprüden karşıya geçerken iki taraftan göreceğiniz manzara sizi şaşırtacak ve kendinizi geçmiş yolculuğunda hissettirecek kadar güzel.
Hamam
II.Kılıçaslan tarafından yaptırılmış olan hamamda halen restorasyon çalışmaları sürüyor. Hamamın önemli özelliklerinden biri, üstü açık ve kapalı cehennemlik adı verilen bölümünde alttan ısıtma sisteminin olması imiş.
Restorasyon bitince, müzik okulu ve konser salonu olarak kullanılması planlanıyormuş.
Ulu Camii (Karamanoğlu Mehmet Bey Camii)
Selçuklu mimarisinin en güzel örneklerinden biri olan bu cami; 1408- 1409 yıllarında Karamanoğlu Mehmet Bey tarafından yaptırılmış, 1482- 1483 yıllarında büyük bir onarım görmüş, bu günkü minaresi ise 1925 yılında yaptırılmış.
Düzgün kesme taştan yapılmış camiye, dantel gibi süslemeler ile bezenmiş taç kapıdan giriliyor.
Cami içinde birbirine kemerler ile bağlı on iki ayak bulunuyor. Abanoz ağacından yapılmış minber dünyadaki iki örnekten biri imiş. Dönemin ünlü ustalarından Nüştekin’ül Cemali tarafından yapılmış. Bu minberde usta; yazının, sedef kakmacılığın ve kündekari ağaç işçiliğinin her çeşit inceliğini bir arada kullanmış. Minberin üzerine Kuranı-ı Kerim’den ayetler ve Selçuklu Sultanlarına ithafen methiyeler yazılmış.
Şehir Meydanı
Aksaray 1920-1933 yıllarında Vilayet iken, yapılan düzenleme ile bu statüsüne son verilip, Niğde İline bağlı İlçe yapılmış. “Bazı Vilayetlerin İlgası, Bazılarının Birleştirilmesi Hakkında” 2197 sayılı Kanun ile; Aksaray ile birlikte Artvin, Osmaniye, Silifke, Şebinkarahisar ve Hakkari illeri ilçe yapılmış.
Fotoğraftaki binaların yapımına 1927 yılında başlanmış, 1929 yılında yapımın bitmesi ile Hükümet Konağı olarak hizmet vermiş. Aksaray’ın yeniden İl yapıldığı 1989 dan sonra da restore edilerek yeniden Valilik olarak kullanılmaya başlanmış.
Bu meydanda, Alman mimar tarafından Barok tarzda yapılan üç bina bulunuyor. Ortada büyük yapı Valilik binası, yanındakiler ise Defterdarlık ve Jandarma Komutanlığı olarak düşünülmüş. Geniş meydanda, karşınızda üç görkemli bina ve meydanda uçuşan güvercinler ile yine kendinizi başka alemlerde hissedeceğiniz bir ambiyans içinde buluyorsunuz.
Zinciriye Medresesi
Karamanoğullarından Yahşi Bey tarafından 1336 yılında yaptırılmış bu medrese. Yerel kesme taş ve tuğla kullanılmış. Dış duvarları kale gibi. Oymalı büyük bir taç kapıdan, üstü açık bir avluya giriliyor. İçeride büyük bir eyvan ve kenarlarda odalar var. Taş duvarların içindeyken bir yandan huzur duyuyorsunuz, bir yandan da üstü açık olmasına rağmen ürkütücü bir kapalılık hissi veriyor bu mekan.
Tarihte iz bırakan önemli eğitim kurumlarından biri imiş bu Medrese. Anadolu’da Türk-İslam tarihine yön veren çok sayıda ilim adamı yetiştirilmiş. Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde hapishane olarak kullanılmış, eyvan kısmında idam cezaları da infaz edilmiş (bunları duyunca mı ruhum daraldı acaba). 1985 yılından sonra, yeni müze binası yapılana kadar da Aksaray Müzesi olarak işlev görmüş. Müzenin taşınmasından sonra restore edilmiş ve günümüzde sosyal kültürel etkinliklere ev sahipliği yapıyormuş.
Azm-i Milli Sanayi ve Bilim Müzesi Un Fabrikası
Aksaray’ın ve Cumhuriyetin ilk fabrikalarından biri burası. Ülkenin sanayi hamlesine ve kalkınmasına önemli katkıları olmuş. Dönemin Aksaray Mebusu Vehbi Çorakçı’nın teşebbüsü, milletin kaynakları ve azmi ile (bu yüzden adı Azmi Milli) yapılmış. 1920’ lerde, henüz birkaç şehir elektrik ile aydınlatılırken, un fabrikasının yanına kurulan Hidroelektrik Santrali ile şehrin aydınlatılmasına da hizmet etmiş.
AksarayBina Alman bir mimar tarafından tasarlanmış, üretim makineleri de Almanya’dan gelmiş. Yedi personel için giriş çıkışta kullanılan kart basma makinesi bile var. Ticaret Sicil Numarası 1 olan bu fabrikada 2001 yılına kadar un üretilirken, eski teknoloji olduğu için üretime son verilmiş. Şimdi Sanayi Müzesi olarak geziliyor.
İçeride gezerken, burnunuza un kokusu ile birlikte buram buram tarih kokusu da geliyor. 1920’ler Türkiye’sinde, kıt kaynaklar ve geniş vizyon ile yapılmış bu fabrikadan çıktığınızda, sebebini tam anlamadan burnunuzun direği sızlıyor.
Hasan Dağı
Bu kadar gezip yorulduktan sonra, akşamüstü volkanik Hasan Dağının heybetli ve sakin görüntüsü eşliğinde Helvadere Kasabasına uğramadan dönmeyin. Güvenli parkuru ile dağcılık tutkunlarının gözdesi olan bu dağda bir de Nora Roma Yerleşkesinin kazıları sürüyor.
Nora Antik kentine ulaşmak için bir buçuk kilometre kadar dağ yolu tırmanmanız gerekiyor. Bu dik ve zorlu güzergahı gözünüz yemez ise tepede oturup Helvadere manzarasını seyretmek de mümkün.

Yukarıdaki fotoğrafta, Doğu Roma’nın askeri garnizon olarak kullandığı Nora’nın bulunan kalıntı duvarları görülmekte. M.S. 400 lerden sonra kurulduğu tahmin ediliyor. Garnizon binası, kilise ve ev kalıntılarının arkasında tüm görkemi ile Hasan Dağı görünüyor.


Bir güne sığan yoğun gezinin sonunda, Helvadere Göleti kenarındaki balık restoranlarında balık yerken güneş nazlı nazlı battı.
Aksaray uzun yıllardır göç vermiş, ama çalışmaya gidenler genellikle birikimlerini kente döndürmüşler. Hem bu nedenle, hem de zengin tarihi geçmişinden gelen kültür birikimi ile sizi şaşırtacak son derece modern bir şehir. Belki de Somuncu Babanın duasını almış bir şehir. Gördüğünüzde Orta Anadolu’da olduğunuza inanamayacak, şaşıracak ve çok beğeneceksiniz.

Kaynakça

https://www.kulturportali.gov.tr/turkiye/aksaray/
http://www.kulturvarliklari.gov.tr/TR-44057/aksaray-muze-mudurlugu.html
https://somuncubabaturbesi.com/somuncu-baba-kimdir/