Dünyanın en iyi korunmuş Zeus Tapınağı, dünyanın ilk borsa yapısı ve birbiri ile bağlantılı dünyanın ilk Stadyum- Tiyatro kompleksinin olduğu Aizanoi Antik Kenti, gezenleri geçmiş yolculuğuna çıkarıyor adeta… Antik kenti gezerken, her adımınızda dipten gelen taş seslerini, gladyatörleri izleyenlerin çığlıklarını, rahiplerin ilahi seslerini, alışveriş yapan kalabalıkların gürültüsünü ve sütunlu yoldan geçen atların ayak seslerini duyuyorsunuz sanki…
Kütahya’nın şehir merkezine 58 km uzaklıktaki Çavdarhisar İlçesinde bulunan bu antik kentteki ilk kazılar 1926 yılında, ikinci kazılar ise 1970 yılında başlamış. 1970 yılında yaşanan Gediz depremi sonrasında yıkılan okul, cami gibi yapılar yenilenmek istenirken, temel kazılarında büyük taş bloklar ve antik şehrin kalıntıları bulunmuş.
Aizanoi antik kenti en parlak dönemini M.S. 2. Yüzyılda yaşamış, büyük imar faaliyetleri görmüş ve bu dönemde birçok yapı inşa edilmiş. Erken Bizans döneminde piskoposluk merkezi iken, 7. Yüzyıldan itibaren bu önemini yitirmiş. Tapınak düzlüğü Orta Çağ’da bir hisara dönüştürülmüş. Selçuklular döneminde Çavdar Tatarları tarafından üs olarak kullanılmasından dolayı buraya Çavdarhisar adı verilmiş.
Efes, Side ve Bergama’da bulunan antik kentler ile çağdaş olan Aizanoi’de ikisi sağlam kalmış 5 köprü, Zeus Tapınağı, 15.000 kişi kapasiteli tiyatro, tiyatroya bitişik nizamda yapılmış 13.500 kişilik stadyum, 2 hamam, ticaret borsa binası, sütunlu cadde, 2 agora, nekropoller, sayısız mezar taşları, su yolları ve kapı yapıları bulunmakta.
Macellum
1970 yılındaki Gediz depremi sonrası, üzerinde bulunan caminin yıkılması sonucu ortaya çıkmış bu yapı, M.S. 2. Yüzyılda yapılmış ve bugün dünyanın en eski borsası olduğu söylenen, çoğunlukla gıda satışı yapıldığı tahmin edilen bir pazar yapısı. Yuvarlak biçimli bu yapının duvarlarında Latince ve Grekçe yazıtlar bulunuyor. Bu yazıtlarda satılan malların fiyatlarına ilişkin açıklamalara yer verilmiş ve tavan fiyatlar belirlenmiş. Örneğin bir yazıtta, 16-40 yaşlarındaki bir erkek kölenin iki eşeğin fiyatına, üç erkek kölenin bir atın fiyatına eşdeğer olduğu belirtilmiş.
M.S. 301 yılında Roma İmparatoru Diocletianus tarafından ilan edilmiş “tavan fiyat kararnamesi”nin bir kopyası Macellum binasının kenar duvarlarına yazılmış. Bu kararnamede, “insanların aç gözlülüğü ve aşırı hırsı nedeniyle devletin içinde ekonomik huzurun kalmadığı ve bu nedenle de İmparatorun bu fermanı yayınlamak zorunda kaldığı” belirtilerek, İmparatorlukta fiyat dengelemesine gidildiği bildirilmiş.
Bana ilginç geldiği için yazıtta yer alan bazı ücret ve fiyatları aşağıda sizinle paylaşmak istedim:
Avukat ya da hukukçu: Şikayet başına 250 Denarii
Saray muhafızı: Yıllık 5.500 Denarii
Öğretmen: Öğrenci başına 50 Denarii
Bilim adamı: Aylık 50 Denarii
Mimarlık öğretmeni: Öğrenci başına 100 Denarii
Veteriner: Hayvan başına 20 Denari
Heykeltıraş: Günlük 70 Dinarii
Tarım işçisi: Günlük 25 Dinarii
Sığır eti: 453 gr. 8 Denarii
Besili kaz: Adedi 200 Dinarii
Balık: 453 gr. 24 Dinarii
Liste böyle uzayıp gidiyor. Bu liste hem dönemin ticaret trafiği hakkında, hem de İmparatorluğun sosyo-ekonomik yapısı hakkında fikir vermekte. Mesleklere verilen önem de ücretlere yansıtılmış.
Sütunlu Cadde
Borsa yapısının arka tarafında, M.S. 400 yıllarına tarihlenen bu sütunlu cadde bulunuyor. Ana cadde, Tapınaktan başlıyormuş geçmişte… Savaş dönüşü askerlerin ganimetler ile halkı selamladığı dört kilometrelik bu yürüyüş yolundaki sütunların, daha önceki dönemlere ait antik yapılardan sökülerek buraya getirildiği tahmin ediliyor.
Yolun kenarlarındaki duvarlarda, oyma desenleri olan taşlar dizilmiş. Yürüyüş yolunda yerde ceylan kabartması olan bir taş bulunuyor. Bu taşın bir Artemis Tapınağından getirilmiş olduğu tahmin ediliyor.
Bu taşı yolun zeminine yerleştirerek Romalılar, “Artemis, artık önemli değilsin, senin sembolünü ayaklar altına alıyorum” demek istemiş.
Bu alandan ayrılıp, köyün içine doğru yürümeye başladığınızda önce, Kocaçay (Penkalas) üzerinde yer alan, Antik çağda iki yakayı birbirine bağlayan köprüleri görüyorsunuz. Günümüze iki tanesi ulaşan bu köprüler antik çağda beş tane imiş; birisi yayalar için yapılmış ahşap köprü, diğer dördü ise kemerli taş köprü imiş.
Köprünün korkuluk kaidesi üzerindeki yazıttan, köprünün açılış töreninin M.S. 157 yılında yapıldığı bilgisine ulaşılıyormuş. Kentin zenginlerinden birisi olan Marcus Ulpius Appuleius Eurykles’in Roma’dan dönerken denizde geçirdiği kaza sonrasında yaptırdığı bir adak olduğundan söz ediliyormuş. Kabartmalarda deniz canlıları ve gemi kabartması betimlenmiş.
Köprülerden sonra, köy evlerinin arasından yürürken, karşıdaki tepeden Zeus Tapınağı tüm heybeti ile görünmeye başlıyor. Günümüzdeki köy yaşamı ile antik çağ kalıntıları öylesine içli dışlı ki, kafanızda zaman kavramı karışmaya başlıyor.
Zeus Tapınağı
Yapımına M.S. 92 yılında Roma İmparatoru Domitianus (M.S. 81-96) Döneminde başlanmış ve İmparator Hadrianus (M.S. 117-138) Döneminde devam etmiş. Tapınak Anadolu’daki antik çağ yapıları arasında ilk şeklini koruyarak günümüze ulaşmış nadir örneklerden birisi…
Tapınak, pronaos, naos, opistodomos ve Tapınağın alt kısmındaki tonozlu bir bölümden oluşuyor.
Mermerden yapılmış Tapınağın kısa yanlarında 8, uzun yanlarında 15 İon sütunu bulunuyor. Yapının oturduğu alan ise 53 x 35 metre. Sütunlar yekpare taştan yapılmış ve boyları 9,3 metre. Yapının, bu planı ile Anadolu’da çok yaygın kullanımı olmayan mimari özellikler gösterdiği belirtiliyor.
Tapınağın yapımı için gerekli harcamalar, geniş tapınak arazilerinin kiraya verilmesi ile sağlanmış. Tapınak toprağını kiralayanlar uzun yıllar para ödemeye direnmiş. Ancak İmparator Hadrianus’un kararı ile paralar ödenince, yeni tapınak inşaatına başlanmış. Tapınağın yazıtlarının kesme taşlarının üzerinde, sonraki dönemlere ait savaş sahneleri, günlük hayata dair sahneleri gösteren çizimler de bulunmakta.
Bu çizimlerin 13. Yüzyılda tapınağın çevresine yerleşen Çavdarlar’ın yaşamlarından sahneleri betimlediği düşünülmekte.
Son yıllarda yapılan araştırmalarda, Tapınak çevresinde Erken Bronz Çağı II’ye (M.Ö. 2800-2500) tarihlendirilen seramik parçaları da bulunmuş.
Tapınağın bulunduğu alana girdiğinizde mangala oyunu oynanan taşı görüyorsunuz. İç içe geçen kareler üzerine taşlar yerleştirilerek oynanan bu oyun iki kişi ile oynanıyormuş. İki tarafa verilen belirli sayıdaki taşları, kurallar çerçevesinde yer değiştirerek maksimum sayıdaki taşa sahip olma oyunu, dokuz taş gibi dünyanın en eski oyunlarından biri imiş.
Tapınak etrafına dizilmiş onlarca mezar stelini (tek parça taştan yapılmış ve üzerinde oyma desenler bulunan mezar taşı) görüyorsunuz. Üzerlerinde bulunan her sembol ayrı bir anlam taşıyor ve ölenin statüsüne ilişkin bilgiler veriyormuş.
Zeus Tapınağı’nın hemen önünde bulunan Kibele heykelinin deprem ile yer değiştirdiği ve aslında Tapınak sütunlarının üzerinde yer alan alınlık olduğu tahmin ediliyor.
Tapınağın alt bölümünün ise mimari olarak dünyada tam bir benzeri olmadığı belirtilen bir bölüm var. Kilitleme tonozlama metoduyla inşa edilen alt bölüm, orijinalinde olduğu gibi günümüze kadar gelmeyi başarmış.
Tanrılara sunulan hediye ve sunakların saklandığı depo, Tapınağın kehanet odası, Anadolu’nun toprak ve bereket tanrıçası Kibele’nin kült yeri olarak kullanılmış. 1850 yıldır ayakta kalmayı başarmış ve Tapınak inşa edildiği günden bu yana bölgede yaşayan insanların izlerini üzerinde barındırıyor.
Bu bölüm o kadar ilginç ve etkileyici ki, sadece burayı görmek için bile gitmeye değer Aizanoi’ye… Alt kata sonradan yapılmış bir asma merdiven ile iniliyor. Orijinal halinde merdiven yokmuş. Sadece rahiplerin inebildiği bu bölüme geçici olarak tahta bir merdiven uzatılıyormuş; rahipler indikten sonra da, merdiven yukarı çekiliyormuş.
Tapınak rahiplerinin kehanette bulunmak için indiği ve tapınağa sunulan hediyelerin saklandığı bu bölüm sarı soft bir ışık ile aydınlatılmış. Fonda hafif bir arya duyuyorsunuz. İçeriye dizilmiş mezar stelleri de hafifçe aydınlatılmış.
Kapalı bir mekanda ve neredeyse toprak seviyesinin altında olmamıza rağmen bunalma veya daralma olmaksızın, tuhaf bir ferahlama ve huzur hissettim bu mekanda. Belki ışık ve müziğin de etkisi ile! Merdiven basamaklarına oturup gözlerimi kapadım; rahiplerin fısıltıları mı, rehberin anlattıkları mı? Ayıramadığım sesler arasında ruhumun arındığını, hafiflediğimi hissettim; sanki dünya bu mekanın dışında gibi geldi bana…
Tiyatro – Stadyum
Aizanoi antik kentindeki stadyum-tiyatro kompleksinin dünyada başka bir benzeri yokmuş. M.S. 2. ve 3. Yüzyılda inşa edilen komplekste, 13.500 kişi kapasiteli stadyum ve 15.000 kişi kapasiteli tiyatro iki ana kapıyla birbirine bağlanmış. Bu dünyada benzeri olmayan ilk ve tek kombinasyonmuş.
200 metre uzunluğunda 50 metre genişliğinde olan stadyum, bir tepenin içi oyularak, yamaçlara da tribünlerin yerleştirilmesiyle inşa edilmiş. Antik dönemde her dört yılda bir şehir olimpiyatları düzenlenir ve şehir olimpiyatlarında şampiyon olan sporcular kenti temsil etmesi için Atina’ya gönderilirmiş. Stadyum giriş kapısının hemen doğu kısmındaki onur kürsüsüne, şampiyon olan sporcuların isimleri yazılırmış.
Yapının orijinali bir arena yapısı şeklinde. O dönem arenalarda üç çeşit spor yapılırmış. Bu spor gösterileri, gladyatör–gladyatör, gladyatör–suçlu, gladyatör–yabani hayvan mücadelesi şeklinde olup, birinin diğerini öldürmesi ile sonuçlanana kadar devam ediyormuş.
Tiyatro, 15.000 kişi kapasiteli ve klasik bir Grek tiyatrosu şeklinde. Üç ana kapıdan tiyatroya girişler sağlanıyormuş. Tiyatro ve stadyumu birbirinden ayıran duvarın yüksekliği 30 metre ve 3 katlı imiş; ancak depremler neticesinde 30 metrelik duvarın sadece 10 metrelik kısmı ayakta kalmayı başarabilmiş.
Güçlü bir akustik sisteme sahip bu tiyatroda, sergilenen oyunların biletleri de taş tabletler şeklinde yapılıyormuş.
Kent nüfusunun 100-120 bin arasında olduğu tahmin ediliyor. Roma şehirlerinde nüfus tahmini tiyatro kapasitesine göre 7 veya 10 ile çarpılarak belirleniyormuş.
Mozaikli Hamam
Tiyatro alanından yürüyerek mozaikli hamama gidiliyor.
Romalılar için en önemli sosyal faaliyetlerden bir yıkanmakmış. Kadın ve erkekler ayrı ayrı gidiyorlarmış. En geçerli uygulama kadınların sabah, erkelerin öğleden sonra gitmesiymiş.
Romalı mühendisler, hamamlarda ocaktan çıkan sıcak havanın, tabandaki içi boş tuğlalar arasından geçerken tabanı ve üzerindeki mermer plakayı ısıtması temeline dayanan bir ısıtma sistemi kurmuşlar. (Hypocaust Sistemi)
Hamamın tabanında, sağlam kalabilmiş mozaiklerde Satry ve Maenad figürleri seçilebiliyor.
Aizanoi kenti kalıntılarını gezdikten sonra, köyün içinden ve muhteşem manzarası olan dere kenarından yürüyerek tekrar ilçe merkezine dönüyorsunuz. Burnunuzda doğal yaşamın kokusu, antik kent kalıntılarının görkemli görüntüsü, kulağınızda arya sesleri içerisinde antik kent gezinizi tamamladığınızı sanmayın.
Kütahya’da her köşe başında göreceğiniz çeşmelerde, Ulu Cami’nin sütunlarında, şehirdeki neredeyse her yerde Aizanoi antik kentinden gelmiş taşlar ile karşılaşacaksınız.
Kaynakça
Kütahya Kültür ve Turizm Müdürlüğü ”Kütahya Tanıtım Broşürü”
Peru, Güney Amerika’nın batısında, Pasifik Okyanusu kıyısında, tarihi İnka Uygarlığı’nın gizemli ülkesi. Yaklaşık 1.300.000 kilometre karelik, 30 milyon civarında nüfusu olan kendine özgü bir ülke Peru. Yerli halkın buraya nereden geldiği bilinmiyor. Panama Boğazı’ndan, Pasifik Okyanusu’nu aşan avcılardan oldukları düşünülüyor. 1531 yılında İspanyol istilasına uğruyor ve 1826 da bağımsızlığını ilan edinceye dek İspanyol valiler tarafından idare ediliyor. 1968-1974 yılları arasında darbeci askerler tarafından yönetilen Peru’da petrol, bankacılık, madencilik, balıkçılık millileştirilmiş. 1980’li yıllardan sonra ise liberal ekonomi uygulanmaya başlamış.
And Dağları ülkeyi üç farklı iklime ayırıyor. Yaklaşık 2240 km uzunluğunda olan toprakların % 11’ni kaplayan kıyı bölgesi, Sierra denilen dağlık kısım (toprakların % 33) ve toprakların yarısından çoğunun bulunduğu Mantana. En güneyden başlayıp, Lima’ya kadar olan kısım bir kıyı çölü. Peru’yu dolaşmak demek 0-6.000 metre arasında gidip gelmek demek. Yağış nadir. Tarım nehir vahalarında mümkün. Lima’nın kuzeyinde toprak daha verimli. Ülke genel olarak ekvatora yakın olduğu için gece-gündüz sıcaklık farkları fazla.
Peru’nun altın rezervlerinin Afrika’dan fazla olduğu söyleniyor. Ayrıca su bakımından dünyanın en zengin ülkelerinden. Coco-Cola’nın şişelediği sular tüm Peru’da satılıyor. Etnik gruplar nüfusun % 45 ini teşkil ediyor, ama çoğu melez. Aymara ve Quechua en kalabalık gruplar. Peru’daki diğer etnik gruplar: Titicaca Gölü kıyısında yaşayan Tiahuanacolar, kuzeyde yaşayan Çavinler, kuzey kıyıdaki Çimular, Güneydeki Nazkalar, Dağlardaki Keçualar.
İlkokul mecburi, okur-yazarlık % 72 dolayında. 30 üniversite, pek çok özel okul var. Kişi başına düşen milli gelir 7.000 dolar civarında. Burası bir deprem ülkesi, Peru’yu gezdikten sonra 1978 depreminde 300 bine yaklaşan insan ölümünü anlayabiliyorsunuz.
Peru deyince ilk akla gelen İnkalar. İnkalar, And Dağları’nın yükseklerindeki vadilerde yaşamış yerli halk. Kolomb’un bu topraklara basmadan öncesi Amerika’nın en büyük uygarlıklarından biri. 12-16 yy. arasında varlık gösteren İnkalar 14-15 yy’da Peru dışında, Bolivya, Ekvador hatta Arjantin ve Şili’nin bir kısmını da kapsayan 5-10 milyon nüfuslu bir imparatorluk kurarlar. Kültürel ve ekonomik başkentleri Cusco’dur. Zamanla And Dağları arasındaki vadilerden, Peru’nun ortalarına ve kıyılara dek yayılan İnkalar’ın imparatorluğu 15 yy’da iyice güçlenir. İmparatorlarına tanrı gözü ile bakılır, Cusco güneşin kutsal kenti kabul edilir. İnka halkı yoksul değildir ama malı mülkü de yoktur. Üretimlerinin bir kısmını imparator ve din adamlarına vermek zorundadırlar. Taş ustalığında, dokumacılıkta, süs eşyaları yapımında çok ileridirler. Yazı sistemleri ve paraları yoktur. Taşımacılık ve yününden faydalandıkları lamaları yetiştirmişlerdir. Yine ilk patatesi yetiştiren İnkalardır. Ay, güneş, yıldızlar İnkalar için kutsaldır. Astronomi ile ilgilenmişler, ama Mayalar kadar ileri gidememişlerdir. 16. yy’da İspanyol istilası, imparatorluk içindeki kardeş kavgaları bu medeniyetin sonunu getirmiştir. Bugün Peru’da 3 milyon civarında İnka yaşadığı tahmin ediliyor.
Yolculuğumuz Air France ile Paris aktarmalı. Lima-Paris 10.300 km civarında 12 saatlik bir uçuş yapılıyor. Türkiye saati ile gece 24.00 dolayında Lima’dayız. Uçak inmeden önce And Dağları’nı seyrediyorum; daha önce bu dağların Şili’deki uzantılarını görmüştüm. Havaalanından hemen Cruz del Sur otobüs firmasının garajına hareket ediyoruz. Cruz del Sur otobüs firması Buenos Aires’e kadar gidiyor. Lima’dan ayrılarak, Peru’nun kıyı bölgesi boyunca güneye doğru ilerliyoruz.
Gece vakti Ica’dayız. Las Dunas otele yerleşiyoruz. Tatil köyü havasında yazlık bir otel.
Ica, Peru’nun 26 bölgesinden biri. Çöl ve okyanusun birleştiği bu yerler yağış almıyor. Çölde kilometrelerce kaybolmuşluk duygusu ile gidiyorsunuz.
Bu tip yollarda uyuma ve bunun sonucu kaza çok sık olurmuş. Kazada ölenlerin anısına yol kenarlarına kazanın olduğu yerlere küçük ev gibi yapılar inşa etmişler.
Sabah kahvaltısından sonra UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde bulunan Paracas’a gidiyoruz. (Quechua= Keçua dilinde kum fırtınası demek). Bu çöl ile okyanusun birleştiği yarımada Peru’nun koruma altında olan en büyük kıyısı. 1800’den fazla hayvan ve bitki türü için doğal rezerv. Pelikanlar, flamingolar, Humboldt Penguenleri, yüzlerce kuş…
Burada botlara biniyor, Islas Ballestas canlılarını fotoğraflıyoruz. Bölge fukaranın Galapogos’u olarak adlandırılıyor. Patagonya -Tierra del Fuego bu açıdan daha zengin ve şaşırtıcı.
Yarımadada denizden 150 metre yükseklikte, 180 metre uzunlukta, 55 metre genişliğinde ve 45 cm derinliğinde El Candelabro denilen bir coğrafi oluşum var. Kimileri bunun gemicilere yol gösteren bir yapı, kimileri de Nasca Çizgileri gibi kim tarafından ne amaçla çizildiği belli olmayan bir oluşum olduğunu söylüyor.
Kıyıda dönünce Cebiche (seviçe) yiyoruz. Seviçe, lime (misket limonu) suyu içinde marine edilerek pişirilen çiğ balık yemeği. Pişirme tekniği balığı, asit içinde turşu gibi oldurmak. Seviçe kuru soğan halkaları, acı biber halkaları, bazı yerlerde patates ile servis ediliyor.
Peru bir balık cenneti. Şili’nin güney ucundan başlayıp, Pasifik’te kuzeye doğru akan soğuk su akıntısı Humboldt dünyada avlanan balıkların % 20’sini Antarktika’dan buralara getiriyor.
Yemekten sonra Pisco (Keçua dilinde kuşlar)’ya gitmek üzere yola çıkıyoruz. Burada 400 yılı aşkın bir süredir içilen, Peru’nun özel içkisi Pisco’yu tanıyıp tadacağız.
Pisco alkol oranı yüksek bir içki, (çeşitlerine göre alkol oranı değişiyor, ortalama %40 civarında) 6-7 çeşit üzüm kullanılarak yapılan bir brandy. Bir yudum içebiliyorum; alkol insanın boğazını yakıyor. Pisco sour yumurta akını çırparak, tarçın ve pisco ekleyerek yapılan bir kokteyl. Pisco’nun çeşitli türleri var, limonlu v.b. Pisco sour oraya kadar gitmişken denenebilir. Burada tarım nasıl yapılıyor diye sorduğumda yerin çok altlarından drenaj ile çıkardıkları suyu kullandıklarını söylediler. Peru’nun piscoları bu bölgede yapıldığı için Ica, pisco başkenti olarak adlandırılıyor.
Pisco içiminden sonra Huacachina‘dayız. Çölde doğal bir göl etrafında kurulmuş, 115 nüfuslu bir köy. Gölün etrafında palmiye ağaçları ve en fazla iki katlı olan binalar var. Bu vahanın bir benzeri de Fas’ta. Gözünüzün alabildiği alan çöl.
Buggy denen araçlara biniyor, gözlüklerimizi takıp, kemerlerimizi bağlıyoruz. Buggyler metal kafes şeklinde dizayn edilmiş, güçlü motorları olan araçlar. Sanki Mad Max filmindeyiz. Şoför tam gaz kumlara dalıyor, dimdik yokuşlardan süratle iniyor, yan yatıyor, kavisler çiziyor. Gözüm kapalı, çığlıklar atıyorum; ama aldıran yok. Bir tepeye geliyoruz. Herkes “sandboard “yapıyor. Ben hariç. İlk defa bir yerimin kırılma ihtimali olabileceği korkusuna kapılıyorum. Film platosu gibi bir yerdeyiz…
Günlerce çıkmayacak kumlarla belenmiş olarak Nazca’ya geliyoruz. Nazca’da Hotel Alegria’da kalacağız. Küçük, orta halli, üç yıldızlı bir otel. Şehir merkezinde. Herkes çok yorgun ve kumlu…
Yemekte et ve salata var. Pisco sour da ikram ediyorlar. Yemekten hemen sonra odalarımıza çıkıyoruz. Çöl kumlarını arındırmak için giriştiğim ayakkabı temizliğinde yorgun düşüyorum. Yaşamımda bu kadar ince kum görmedim. Eğer yolunuz buraya düşerse, mutlaka yanınıza atılacak bir kıyafet ve ayakkabı alın.
Sabah erkenden Nazca Çizgileri’ni görmeye gideceğiz. Peru’ya geliş amacım Nazca Çizgileri ve Machu Picchu’yu görmek. Nazca Çizgilerinin kimler tarafından neden çizildiği belli değil. İlk Nazca Çizgisi 1926 yılında keşfedilmiş. Karbon çalışmaları bu çizgilerin M.Ö 200 – M.S 700 yılları arasında yapıldığını, 12. yy İnka Uygarlığı’ndan daha eskiye dayandığını gösteriyor. Burada İnkalar’ın dışında başka bir topluluk olan Nazcalıların yaşadığı söyleniyor. Bu çizgiler hakkında çeşitli ve farklı görüşler var.
Nazca çizgileri maymun, örümcek, kuş v.b hayvan şekillerinin yanı sıra üçgen, ok gibi çeşitli geometrik şekillerden oluşuyor. 1968 yılında Alman “New Age” yazarlarından Erich von Daniken’in yazdığı “Tanrıların Arabaları ”kitabını 1970‘li yıllarda okuduğumda buraları göreceğimi hayal etmemiştim. Yazara göre buralar uzay gemilerinin iniş pisti idi. Yerli halk onları tanrı diye kabul etmiş onlarla iletişim kurmak için hayvan figürleri çizmişlerdi. Nazca ile ilgili ilk bilimsel açıklama ise Alman matematikçi Maria Reiche tarafından yapıldı. Buraya yerleşen Reiche 1998’de ölünceye dek tüm yaşamını bu geoglifler adadı ve ‘UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne buranın eklenmesini sağladı. Reiche’ye göre kumun daha koyu olan üst tabakası kazınarak şekiller oluşturulmuştu. Şekiller güneş ay ve bazı yıldızların pozisyonlarını yansıtıyordu. Bunlara göre insanlara ne zaman ekin ekmeleri, ne zaman sulamaları, ne zaman toplamaları gerektiğini hatırlıyorlardı. Ama birtakım kuşkucu bilim adamları bu açıklamayı yeterli bulmadılar. Hayvan figürleri neyi açıklıyordu? Üstelik düz çizgiler tüm yönlere uzanıyordu. Daha sonra yapılan bilgisayar hesapları da bu çizgilerin % 20’sinin astronomik pozisyonlara uygun olduğunu gösterdi. Yağmur yağmadığı için bu çizgiler hiç kaybolmuyor.
Nazca’nın 12 km uzağında 24 kilometrekare genişliğinde 20-30 bin kişinin gömülü olduğu bir nekropol bulundu. Burada yapılan kazılar sonucu geogliflerin hepsi ayrı zamanlarda yapılmış olup, üç kategoriye ayrılabileceği, ilk zamanlarda yapılan küçük sarmal şekillerden sonra büyük hayvan figürlerine geçildiği, bunların Nazcalıların tanrılarını temsil ettiği, M.S. 3-4 yy’da And Dağları’ndaki büyük deprem sonrası tanrılarına küserek buralardan göç ettiklerini, gittikleri yönleri bu oklarla gösterdikleri ileri sürüldü.
Nazcalılar son olarak İnkalar’ın içinde eriyip tarihe karışmışlar. Bu bahsettiğim görüşlerin dışında da pek çok görüş var. Buranın bir açık hava tapınağı olduğu, yağmur duası için yapıldığı gibi. Sonuç olarak hala “Nazca Çizgileri ”nin üzerindeki sır perdesi kalkmış değil. Ne olursa olsun Peru’ya gelip de küçük uçaklarla havalanıp bu alışılmadık ve göz alıcı manzarayı görmeden gitmek olmaz.
Nazca’dan ayrılma vakti geldi. Otobüse binerken hepimizin tek tek resimleri çekiliyor ve çantaları aranıyor; bazı çantalarda bulunan biralara el konuyor. Altı kişilik bir grubuz. Hepimizi otobüsün alt arka kısmında özel bir kompartımana yerleştiriyorlar, bizden başka kimse yok burada, pek mutlu oluyoruz. Bu muamelenin nedenini öğrenmeye çalıştığımızda kaçırılma riskine karşı bir önlem diyorlar, ama ben inanmıyorum. Otobüste et-pilav-brokoli-meyve jölesi, İnka Cola dan oluşan bir yemek veriyorlar. Yaklaşık 400 km gideceğiz. Çölde kuzeye ilerliyoruz. Lima’ya dönüyoruz.
Lima krallar şehri diye geçiyor. 10 milyon civarında bir nüfusa sahip. 1988 yılından beri UNESCO Dünya Mirası Listesinde. Pasifik Okyanusu kıyısındaki bu kent subtropikal-çöl iklimi etkisi nedeniyle ılıman bir havaya sahip.
Şehre girdiğimizde hava kararmış, biz şehrin banliyösünde ilerlerken Memo kusmaya başlıyor. Ben meyve jölesine veya beklemiş kremaya bağlıyorum. Garajda arabadan indiğimizde titriyor ve “ben herhalde evi bir daha göremeyeceğim” diyor. Üstümdeki ince hırkaya sarıyorum, arabanın gelmesini bekliyoruz. Dünyanın her tarafında anneler aynı, Perulu bir kadın geliyor ve bir battaniye uzatıyor.
Mariel Hotel’de kalacağız. Miraflores bölgesinde merkezde küçük üç yıldızlı bir otel. Odalarımıza yerleştikten sonra Memo uykuya dalınca hemen dışarı çıkıp bir taksi ayarlayıp, şehir turu yapıyoruz. Lima Central, Miraflores ve San Isıdro, Barranco diye üç bölümden oluşan bir şehir. Şehrin eğlence merkezini bulmaya çalışıyoruz. Haritadan barlar ve kulüpler sokağını buluyoruz, ama birine girmeye çekiniyoruz.. Barranco’nun romantik bir sembolü olan Suspiros Köprüsü etrafındaki canlılık müthiş. Bajada de Los Banos denilen okyanusa inen yol çevresi anladığımız kadarı ile oldukça elegan bir çevre. Otele döndüğümüzde saat 24 dolayında ve Memo çok kötü; ne yese çıkarıyor. Diyare çok fazla değil. Özel bir kliniğe götürmeye çekiniyorum. Bulantısı çok. Lima’nın güvenli bir şehir olmadığı söyleniyor. Gece saat 04.00’de resepsiyondan bir görevli alarak Lima sokaklarında eczane aramaya çıkıyorum. İlginçtir ki eczaneler demirkapılar arkasından siparişleri uzatıyor, içeri insan almıyorlar, ilaçların kutuları yok, jenerik adları bana yabancı. Antiemetik diyorum, ama verdikleri ilaç baş dönmesi+bulantı+ağrı için gibi bir karışım. Otele dönüyorum. Sabah saat 6 dolayında hava aydınlanırken tekrar dışarı çıkıp markete su almaya gidiyorum. Yollarda kimse yok. Memo sabah kahvaltısına da gelemiyor. Bilmediğim bir ülkede hastaneye gitmek istemiyorum.
Bugün 19 Ekim. Memo’da düzelme yok. Üstelik yarın gideceğimiz Cusco 3.400 metre ve herkes yükseklik hastalığına karşı ilaç alıyormuş. Memo’nun dehidratasyonu nedeni ile panikliyorum. Litrelerce suyu odaya dolduruyorum. Memo uykuya dalınca ben de saat 11.00’de kendimi sokaklara atıyorum. Gerçekten merkezi bir yerdeyiz. Park Kennedy’den geçerek Huaca Pucllana’ya kadar yürüyorum. Yollar son derece şık ve bakımlı binalarla kaplı ve oldukça geniş. Huaca Pucllana Miraflores’in ortasında arkeolojik bir alan. Restorasyon çalışmaları hala devam ediyor. Burası İnka öncesi bir uygarlık kalıntısı. Aslında bir sunak yeri. Deniz ve güneşe tapan insanlar çamur tabletler ile burayı yapmışlar. Depreme dayanıklı olması için tabletler aralıklarla yerleştirilmiş. Çamur işleme yerlerinde iyi korunmuş ayak izlerini görmek mümkün. O dönemdeki bitki ve hayvanların sergilendiği küçük bir tarım alanı ve hayvanat bahçesi var.
Akşama kadar Lima sokaklarında dolaşıp fotoğraf çekiyorum.
Gece saat 02.00 dolayında kalkıyor ve havaalanına doğru yola çıkıyor; Cusco’ya hareket ediyoruz.
Cusco Orta Peru’nun And Dağları platosunda bir şehir. Uçak And Dağları’nın korkutucu yüksekliğinden sonra bir düzlüğe geliyor. Dağların arasındaki bu düzlük denizden 3.400-3.500 metre yükseklikte. Burası aynı zamanda Peru’nun turizm başkenti. Yerli dilinde göbek bağı anlamına geliyor. İnka ülkesindeki bütün yerleşim birimlerinin ortasında. İnkaların kutsal hayvanı Pumanın vücudu şeklinde inşaa edilmiş bir şehir. İnkalar buraya “güneşin kutsal kenti” demişler. Gökyüzü mavisinin bu kadar güzel olduğu yer çok yoktur herhalde. Biz zehirlenme nedeniyle yükseklik hastalığı ile pek ilgilenemedik. Hayatımda içmediğim kadar su içiyorum. İner inmez yerlilerden coco şekerleri alıyor, çiğniyorum. UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki bu şehrin sokakları dar. Şehir 500 bin nüfuslu. Aranjuez diye yerel özellikleri taşıyan bir pansiyona yerleşiyoruz. İki katlı mavi tahta oymalı korkuluk ve pencereleri olan şirin bir yer. Odaya ısıtıcı ve oksijen tüpü istiyorum. Bahçede çiğnemek için coco yaprağı ve içmek için coco çayı ikram ediyorlar. Coco bitkisi And kültüründe önemli bir yere sahip. Yaprağında aktif madde olarak alkaloid kokain bulunuyor. Tüm oteller gelenleri yükseklik hastalığı nedeniyle coco çayı ile karşılıyor. Kurutulmuş yaprakları ise çiğneyip emiyorsunuz. Her iki yöntem de açlık, susuzluk, halsizlik ve yorgunluk hissini ortadan kaldırıyormuş. Ayrıca romatizmal ağrılar ve baş ağrısına iyi geliyormuş. Çiğnenen miktar göreceli olarak az olduğundan ve kana yavaş karıştığından kokaine özgü psikoaktif ve öforik etkiler görülmüyor. Marketlerde cocodan yapılmış çikolata, şeker, çay, çiklet v.b. her türlü ürün var. Ama Bolivya ve Peru dışında cocodan yapılmış ürünler kokain muamelesi görüyor ve yasak. Onun için hediye getirmeye kalkışılmıyor.
Sacsayhuaman’a gitmek üzere yola çıkıyoruz. Sacsayhuaman, Cusco‘nun 3 km dışında dev taşlardan oluşmuş bir kalıntı. Şehre giren en tehlikeli yolun savunması için oluşturulmuş bir kale olduğu söyleniyor.
Güney Amerika halkının kökeni M.Ö. 12.000 yıllarında Bering Boğazı’ndan geçenlerin, M.Ö. 10.000 yıllarında buralara ulaşmasına dayanıyor. İnka Medeniyeti ise bizim Anadolu Medeniyetleri ile karşılaştırıldığında çok genç. M.S 11 yy’da Manco Capac’ın kurduğu tüm Güney Amerika’nın batı kıyılarına yayılan İnka İmparatorluğu için çok çeşitli efsaneler var. Manco Capac’ın fırtına ve güneş tanrısı Viracocha’nın oğlu olduğunu söyleyenlerde var. Titicaca Gölü’nün derinliklerinden çıkartılıp Inti tarafından büyütüldüğünü söyleyenler de var. Cusco‘yu merkez alan bu imparatorluk güneş, ay kısaca doğanın tüm güzelliklerini kutsal saymış, yaşamlarını buna göre organize etmiş. And Dağları’nın yüksek kesimlerindeki dik ve sarp yamaçlara yaptıkları kale ve şehirler bugün bile mimarları şaşırtmakta. Duvarlarında taş kullanılan çatıları otla kaplı bu evlerin duvarlarından bugün bir jilet bile geçmemekte.
Sacsayhuaman‘dan dönünce bir araba kiralayarak şehir turu yapıyor, şehrin en yüksek noktasına gidiyoruz. Sonra şehrin merkezini dolaşıyoruz. Plaza De Armas’a, daha sonra taze meyve, çiçek, yerel yiyeceklerin satıldığı Mercado Central’de San Pedro’ya gidiyoruz.
Ben Cusco’yu çok beğendim. Fırsatım ve vaktim olursa yine gitmek isterim. Denizden 3.350 metre yükseklikte olan basınç farkı ve oksijen azlığı nedeniyle insanların sıkıntı yaşayabildikleri şehirde bu durum beni hiç etkilemedi. Luang Prabang (Laos), Khiva (Özbekistan)’dan sonra ikinci kez gidebileceğim yerler listesinde. Enerji yükleyici bir merkez. Rengârenk giysili insanlar, tek renk evler… Yavaşlatılmış bir filmin içindesiniz sanki. Kimsenin bir acelesi yok. Bu arada fazla turist nedeniyle artık güvenli değil. Hırsızlık olayları fazla.
Akşam yerel bir lokantada Alpaka eti tadıyorum. Devegiller familyasından olan alpakanın eti dana etine benziyor fakat ben sert buldum. Gece canlı ve ışıl ışıl aydınlatılmış sokaklardan yürüyerek otele dönüyoruz. Yarın büyük gün Machu Picchu’ya gidiyoruz.
21 Ekim sabah 06.30’da Poray’a gitmek üzere yoldayız. 07.40 treni ile Machu Picchu (Eski Dağ)’ya gidiyoruz. Tren Aguas Calientes kasabasına gidiyor. Trenin tavan camları oldukça geniş, tepemiz masmavi gökyüzü. Machu Picchu‘ya buradan 30 kişilik minibüslerle yaklaşık 30 dakikada çıkılıyor. Machu Picchu – Cusco arası 88 km. Yol çok güzel, vadiler, köyler, mısır-patates tarlaları, akarsular.
Urubamba Vadisi‘nden hayat fışkırıyor. Tren dışında katırlarla köylerde konaklayarak ve yürüyerek çıkılan bir alternatif yol da var. 45 kilometre uzunluğundaki bu yol 3 gece 4 gün sürüyor. Bu yolda eski İnka ticaret yolu ve pek çok antik kalıntı var.
Machu Picchu 1912-1913 yıllarında Bingham adlı bir Amerikalı tarafından bulunmuş, İspanyol istilasından korunabilmiş, bir İnka antik şehri. 2.360 metre yükseklikte, Urubamba Vadisi üzerinde, 200 den fazla merdiven sistemi ile birbirine bağlı. Hiç restorasyon görmedi söyleniyor. Şehir adını bu dağ zirvesinden almış.
Dağın eteklerinde de tarım alanı olarak kullanılan teraslar var. Şehrin sonunda ise Wayna Picchu (Genç Dağ) yükseliyor. Günlük ziyaretçi sayısı 2000; fakat UNESCO 800 ile sınırlandırılmasını öneriyor. Wayna Picchu’ ya çıkmak isterseniz 13.30’a dek iki grup halinde 400 kişiye izin veriliyor. Machu Picchu’ya geleneksel yürüyüş yolu ile de ulaşmayı planlarım arasına alıyorum. Bu şehrin yapılış amacı bilinmiyor. Yaklaşık 1000 kişiyi barındırdığı tahmin ediliyor. Bu devasa taşların buraya nasıl getirildiği bir muamma…
Tarım yapılan terasları, her birinin önünde kendi bahçesi bulunan yapılar, su kanalları, astronomi gözlemlerini yaptıkları yerleri, tapınakları, sunakları ile halen bugün ayakta olan bir şehir ve 2007 yılında dünyanın yeni yedi harikası arasına alındı. Bu kutsal kentin, güneşin bakireleri için inşa edildiğine inanılıyor. Bu bakire kızlar salgın bir hastalık, deprem veya imparatorun başa geçmesi gibi durumlarda kurban edilirlermiş. Sadece kızlar değil henüz erkekliğe ulaşmamış, genç oğlan çocukları da kurban edilirlermiş. Burası anlatılmaz görülür. Burada gezmenin heyecanını tatmak, farklı bir duygu…
Yıllar önce 21 Haziran-21 Aralık günlerini tespit eden bu uygarlığın astronomi bilgisine şaşırıyorsunuz. 21 Haziran’daki Inti Raymi festivalleri kış gün dönümü ve hasat zamanını kutlamak için güneş tanrısına yapılan bir tören. Bugün halen pagan gelenekleri Peru’nun pek çok yerinde devam ediyor.
Bu hayallerimi süsleyen muhteşem yerden minibüslerle ayrılıyor, dağın eteğindeki Aguas Calientes kasabasına iniyoruz. Yemek, alışveriş derken tren vakti geliyor. Cusco’ya gitmek üzere en son trene biniyoruz. Çeşitli uluslardan insanlar trende eğlenerek, gösteriler yapıyorlar.
Dönüş yolculuğu geceye sarkıyor. Trenden bir başka İnka Şehri olan Ollantaytambo’da iniyoruz. Yaklaşık bir buçuk saatlik bir yolculuktan sonra Cusco ‘ya ulaşıyoruz. Yemek yemeden dosdoğru otele. Yarın tüm gün süren bir otobüs yolculuğumuz olacak. Puno’ya gideceğiz. Puno Titikaka Gölü kıyısında. Erken kalkmak gerek.
22.Ekim günü sabah saat 07.00’de otelden ayrılıyoruz. Cusco‘ya büyük otobüsler giremiyor. 25 dakika gittikten sonra otobüse biniyor ve hareket ediyoruz. İlk durağımız San Pedro Kilisesi, Andahuaylillas (Bakır Tarlaları) kasabasında. Amerika’nın Sistine Şapeli diye de adlandırılıyormuş. Vatikan Sistine Şapeli’ni 20 yıl önce gören biri olarak – hatırlayabildiğim kadarı ile – pek bir bağlantı kuramadım. Cusco Okulu ressamlarının yaptığı tablolarla kaplı bu 17. yüzyıldan kalma kilisenin içindeki tabloların çerçevelerinin eskiden altın olduğu söyleniyor. 2000 yılından beri restorasyon çalışmaları devam eden kilisenin içine tepeye bir güneş yerleştirilmiş. And Dağları ve Katolik geleneği harmanlanarak İnkalar kiliseye sokulmaya çalışılmış. Peru sömürge sanatının en değerli örneklerinden biri olarak gösterilen kiliseye Cusco’dan ayrılıp Puna‘ya giderken 40. Km’de ulaşıyorsunuz.
Bir sonraki durağımız Parque Raqchi. Burada İnka mimarisinin bir örneği olan Wiracocha Tapınağı‘nı görüyoruz. Wiracocha yaratıcı bir tanrı, güneş tanrısı ve ay tanrısını yaratmış. Tapınak 14-15 yy’dan kalma. İnka mimarisi hassaslık, kullanışlılık ve sadelik temel prensiplerini esas alıyor.
Raqchi‘nin en az Machu Picchu kadar önemli olduğunu söylüyorlar. Vilcanota Nehri kıyısındaki bu yer denizden 3500 metre yükseklikte. 156 adet yiyecek deposu olan bu yer bir zamanlar imparatorluğun ambarı imiş. Verimli Raqchi’de mısır, patates yetiştirilirmiş. Aynı zamanda lama ve alpaka da. Doğal bir felakette yiyecekler buradan gidermiş. Raqchi 150 ailenin kalabileceği şekilde tasarlanmış. 2000 yılında iki gün durmaksızın yağan kar nedeniyle telef olan alpakaları kuruttuklarında üç yıl bozulmadan kaldığını görmüşler. Hakikatten silindir şeklindeki bu kapalı yerlere girdiğinizde bir serinlik hemen fark ediliyor. Burada arkeolojik kazılar halen devam ediyor.
Panamerikan karayolu üzerinde bulunan La Pascana’da açık büfe öğle yemeğimizi alıyoruz. Tekrar yollardayız.
Nihayet La Raya‘dayız. Burası La Raya Sıradağları arasında bir geçit; 4.335 Metre yükseklikteyiz. Etraf yerel eşya satan Perulular ile dolu. Lama, alpaka ile ücret karşılığı poz veriyorlar.
Hedefimiz Pucara. Burası 4,2 kilometrekarelik bir alana yayılmış arkeolojik bir bölge. Tarihi M.Ö. 1800’lere dek dayanıyor. Şehir seramikleri ile ünlü, küçük Pucara boğaları (seramikten yapılmış) şehrin neredeyse simgesi. Burada müzeyi geziyoruz, kilisesini görüyoruz.
Cusco-Puno arası 380 kilometre civarında; şimdiye dek 280 kilometre civarında yol geldik. Yollarda mümkün olduğunca duruyor, belli başlı arkeolojik alanları gezmeye çalışıyoruz.
Tekrar yollardayız, bir süre sonra Juliaca’ya ulaşıyoruz. Burası da 250 bin dolayında nüfusu ile Peru’nun kalabalık şehirlerinden biri. Denizden 3825 metre yükseklikte. Bu yükseklikte pek bir şey yetişmiyor. Yıllık ortalama 610 mm yağış alan bu yer Peru’nun en hızlı gelişen şehirlerinden. Bolivya’dan gelen kaçak eşya ve petrol burada vergisiz ve ucuza satılıyormuş. Buraya ticaretin başkenti diyorlar. Aylık 100-1000 Dolar arası değişen ücretle öğrenim görmenin mümkün olduğu bir özel üniversitesi de var. Ücretler Peru’nun diğer yerlerine göre daha yüksekmiş. Aylık ücretin 1.000-1.500 dolar arası olduğunu söylüyorlar. Bu nedenle burada yoksulluk yüksek değil.
Bir saat içinde de Puno’dayız. Puno Titicaca Gölü kıyısında, 100.000 nüfuslu bir şehir. Güzel bir katedrali var. Göl kıyısındaki Typıkala Otel’e yerleşiyoruz. Akşam yemeğinde ilk defa Titicaca Gölü’nden çıkan Trucha (alabalık) yediğimde şaşırıyorum. Karnım tok olmasına karşın çok lezzetli geldi. Titicaca 3812 metre yükseklikte, Güney Amerika’nın en büyük tatlı su gölü. 8372 kilometrekarelik bir alanı kaplıyor. Titicaca derin bir göl. Ortalama derinlik 135 metre, en derin yeri 300 metreye yaklaşıyor. Bolivya ve Peru arasında. Gölün Peru kısmında, Puno’ya yakın Uros denilen, sazlardan yapılmış, yüzen yapay adalar mevcut. Bu adaların üzerinde sazdan yapılmış kulübeler var. Bolivya’ya ait kısmında ise Güneş ve Ay Adaları var.
23 Ekim sabahı saat 07.00’de yola çıkıyoruz. 10.30’da Bolivya sınırındayız. Patates, mısır, coco ülkesine veda ediyoruz. Nazca, Machu Picchu, İnkalar anılarımızda kalacak.
Şanlıurfa gezimizin en önemli yerlerinden biri olan Göbekli Tepe, Neolitik Dönem kültürünün son yıllarda keşfedilen en önemli merkezi. Göbekli Tepe, Şanlıurfa şehir merkezinden 13 km uzaklıkta, kireçtaşı bir platonun en üst noktasında bulunmakta olup, göbeğe benzediği için bu ad verilmiş. Göbekli Tepe’yi anlayabilmek için biraz arkeoloji ve tarih bilgisine başvurmak gerekiyor. Göbekli Tepe bilgileri tamamen meraklısı içindir. Minnetle anmamız gereken Klaus Schmidt’in kitabından faydalanılmıştır. Ayrıca gezimizde bize eşlik eden Doç. Dr. Nezih Aytaçlar’a anlatımı ve daha sonra bir İstanbul turunda karşılaştığım Meki Bel’e de, Göbekli Tepe notları için teşekkür etmek isterim.
Dünyamız yaklaşık olarak 4.6 milyar yaşında. Dünyamızı, geçmişimizi anlayabilmek için tarihçiler tarihi çağlara ayırma gereksinimi duymuşlar.
Yazının bulunmasından önceki çağlar, Tarih Öncesi Çağlar’dır. Bu çağlar iki bölümde sınıflanıyor.
A. Taş Devri: Paleolitik, Mezolitik, Neolitik, Kalkolitik B. Maden Devri: Bakır,Tunç, Demir
Bu çağlardan hiçbiri çok kesin tarihler ile birbirinden ayrılamıyor. Örneğin Kalkolitik Çağda bakır kullanımı var.
Biz Neolitik Çağ ile ilgileneceğimiz için onu örnek verelim. Bu dönem aşağıdaki gibi sınıflanıyor.
Çanak Çömleksiz Neolitik A
Çanak Çömleksiz Neolitik B
Çanak Çömlekli Neolitik A
Çanak Çömlekli Neolitik B
Göbekli Tepe Neolitik Döneme ait.
Dünyanın beş Buzul Çağı geçirdiği düşünülüyor. İnsanlığın sahneye çıkması Pleistosen diye adlandırılan son buzul çağında, 2,6 milyon yıl önce başlıyor, M.Ö. 11.700 civarında bitiyor. Son buzul çağı sonunda yeryüzünün diğer bölgelerinden daha verimli, iklim şartlarının daha uygun olduğu bir bölge var. Ekolojik nedenlerle burada yaşayanlar avcı ve toplayıcılıktan besin üretimini gerçekleştirdikleri yerleşik hayata diğer yeryüzü bölgelerinden önce geçmişler. Bu yer Ön Asya, yani Anadolu. Anadolu’da bir bölge var ki orası çok daha dikkat çekici. Bereketli Hilal’in karnı. Burası Akdeniz kıyıları, Güney Doğu Toros Dağları’nın güney etekleri, Zagros Dağları’nın batısında Fırat ve Dicle arasında kalan Mezopotamya. Bereketli Hilal diye adlandırılan bölgenin kuzeyi; yani Kuzey Mezopotamya.
Bu bölge ülkemiz sınırları içinde; Güney Doğu Anadolumuz. Bereketli Hilal’de ev hayvanları ve kültür bitkilerinin bütün yabani türleri var. Neolitiğin özünü belirleyen tahıl ekimi, koyun, keçi, boğa ve domuz evcilleştirilmesi ilk kez burada görülüyor.
Göbekli Tepe’yi daha iyi anlamak için önce diğer Neolitik yerleşim yerlerinden kısaca bahsedelim. 1952-1958 yılları arasında Ölüdeniz’in kuzey ucu Eriha’da yapılan kazılarda rastlanan Neolitik yerleşim yeri, 20. Yüzyılda arkeologların “Eriha Şoku” diye adlandırılan şaşkınlığı yaşamasına neden olmuştur. Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ Eriha‘ya kadar bilinmemekteydi. Arkeolojik araştırmaların kategorisinde yer almıyordu. Yaşamın buradan başladığı düşünülmüştür (Eriha da Bereketli Hilal’de bulunuyor).
1961-1965 yılları arasında kazılan Çatalhöyük dünyaya yeni bir Neolitik yerleşim yeri tanıtmıştır. Çatalhöyük Eriha’dan 2000 yaş daha gençtir. Çatalhöyük kazıları 1967‘de Mellaart tarafından yayınlanır. 1993 yılındaki Çatalhöyük projesinde İngiliz arkeolog Hodder, Mellaart’ın izinden gider. Çatalhöyük’ün Anadolu Taş Çağı’nda (Neolitik Dönem) özel yeri bir kez daha doğrulanır. (Bu özel dönemde çevredeki obsidyen taşlar ve tuz büyük rol oynar). Çatalhöyük Çanak Çömlekli Neolitiğin başlangıcında yer almaktadır. M.Ö. 8000’in ikinci yarısında başlamakta, 7000-6000 arası doruğa çıkmaktadır. 1963’de Halet Çambel Bereketli Hilal’in batı kanadında kazı yapar. 1964’de Çayönü Neolitik yerleşim yeri bulunur. Çayönü’nde Çanak Çömleksiz Neolitik A ve B ızgara planlı yapılara rastlanmıştır. Artık arkeolojik bilimsel yayınların renkli dünyasında Neolitik Çağ geçmişi nedeniyle Türkiye’ye bir yer açılmıştır. Fırat Nehri’nde yapılacak olan Karakaya ve Atatürk Barajı planlanıncaya kadar Türkiye’de Neolitik Çağ araştırması yapılmaz. Barajlar projesi ile uluslararası arkeolojik kurtarma çalışmaları başlatılır. Cafer Höyük (Malatya), Hayaz Höyük, Nevali Çori ve Samosata önemli buluntular arasındadır. 1979’larda bulunan ve 1992’de Atatürk Barajı suları altında kalan Nevali Çori büyük heykelleri ve betimli dikilitaşları ile Ön Asya Neolitiği için bir devrim yaratır. Nevali Çori’den sonra Fırat ve Dicle arasındaki geniş bölgede büyük heykeller ve betimli dikilitaşların pek çok yerde olabileceği düşünülür. Çanak Çömleksiz Neolitik bir yerleşim yeri haberi de Gürcü Tepe’den gelir. Gürcü Tepe kazıları 1995-2000 yılları arasında gerçekleştirilir. Gürcü Tepe, Harran Ovası’nda 1,2 kilometrekarelik bir alana yayılır. Burada en az 4 adet Neolitik yerleşim yeri olduğu düşünülüyor. Gürcü Tepe 1’de Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ üstünde Çanak Çömlekli Neolitik Çağ bulgularına da rastlanmış. Şanlıurfa Neolitik Projesi, Nevali Çori, Gürcü Tepe, Göbekli Tepe şeklinde gidiyor. Gürcü Tepe ve Göbekli Tepe ilk neolitiğin iki karşıt örneği. Göbekli Tepe’deki yapılar, Gürcü Tepe’den eski değil. Gürcü Tepe vadide, Göbekli Tepe ise dağda. Artık bugün yerleşik hayata en erken geçilen, en eski neolitik yerleşimin Levant (Doğu Akdeniz Sahil Bölgesi) değil, Yukarı Mezopotamya’da olduğuna inanılıyor. Altın Üçgen diye adlandırılan bölge neolitiğinin Levant neolitiğini aşan özellikleri olduğu vurgulanıyor.
GAP nedeniyle başlatılan arkeolojik seferberlikte Alman arkeolog Klaus Schmidt, Neolitik Dönem ile ilgilenen bir arkeologdur. Şanlıurfa civarı köyleri dolaşarak çakmaktaşı yığınlarının olduğu tepeleri araştırır. Paleolitik Çağ’dan, Neolitik Çağ’a geçiş bilgilendirmesi yapabilecek mağaralar aramaktadır. Çayönü kazılarını ziyaret etmiş, Nevali Çori’de bulunmuştur. Aslında 1960’lı yıllarda başka bir arkeolog Benedict Göbekli Tepe’de bir mezar görmüş olduğunu söylese de bunun bir Müslüman mezarlığı olabileceği düşünüldüğünden kazı yapılmamış ve 1994 yılına dek dikkat çekmemiştir. Köylünün biri Göbekli Tepe’yi gösterince, hele güneyindeki Dilek Ağacını görünce Schmidt burada araştırma yapmaya karar verir. Kazı 1995 yılında başlar.
Göbekli Tepe kazıları şu anda aktif olmasa da belki uzun yıllar devam edecek. Schmidt, Nevali Çori’de Neolitik yerleşim konusunda deneyim elde etmiş, Gürcü Tepe’de bunu geliştirmiştir. Göbekli Tepe’de çok dikkatli bir şekilde işe başlar. Sistematik bir şekilde incelenen yapılar tiplerine göre arşivlenir.
1995 yılının ilk çalışma günlerinde Nevali Çori’den aşina olunan büyük heykeller bulunur. Göbekli Tepe’de hava koşulları nedeniyle yüzeydeki yapılar çok iyi korunamamıştır. Çalışmalar ilerledikçe, coğrafi konumun özelliği, yabanıl tehlikeli hayvan betimleri, ereksiyon halindeki penis figürü, hayvan ve insan kafası bileşik heykelleri, tepenin her tarafına yayılmış dikilitaş parçaları nedeniyle Göbekli Tepe’nin birkaç özel binaya sahip, bilinen Taş Çağı yerleşimlerinden biri olmadığı anlaşılır. Yukarı Mezopotamya’da bilinen Neolitik yerlerle karşılaştırıldığında, hiçbir yerde bilinmeyen, hatta Nevali Çori’de bile olmayan yoğunlukta ritüel bulgularla karşı karşıya gelinir. Schmidt ve arkadaşları, Göbekli Tepe’nin bir köy yerleşim yeri olmadığı kanısına varırlar. Burası Neolitik Çağ’a ait, dağda yer alan görkemli bir kutsal alandır. Höyüğün tabanında Çayönü ve Nevali Çori gibi terazzo olan kısımlar vardır. Mimari kalıntılar Çanak Çömleksiz Neolitik A’ya kadar gitmektedir; yine Çanak Çömleksiz Neolitik B’ye de işaret eden kalıntılar vardır. Üst Paleolitik Çağ’da Sibirya’daki mamut kemiklerinden yapılan çadır ve kulübeleri bir yana bırakırsak Göbekli Tepe insanlığın en eski mimari anıtlarının olduğu döneme M.Ö. 10000-9000 arasına rastlıyor. Göbekli Tepe’de her yerde insan izine rastlanıyor. Antik dönemle birlikte Neolitik döneme ait taş ocakları da bulunuyor.
Göbekli Tepe’deki dikilitaşlar taştan yapılmış insan biçimleri olarak kabul ediliyor. (İki yüzlü taş nesneler hariç). Bu taş nesneler kimi canlandırmaktaydı? Tanrılar mı? Kötü ruhlar mı? Atalar mı? Şimdilik bunların cevabı yok. Dikilitaşlar tek başlarına yapının en önemli öğesi, yapının kalbi gibi. İnşa edilen her şey bu merkez için bir çerçeve oluşturuyor. Jeomanyetik araştırmalar Göbekli Tepe’de 200 civarı megalitik dikilitaş olduğunu söylüyor. Henüz 43 tanesi açığa çıkarılabildi.
Schmidt, hayvan figürü kabartmalarını, kaya resimlerini yorumlamayı çok iddialı buluyor. Boğa, tilki, yılanlar, hayvan masalları mı? Belki de bir arma… Yılanlar tehlikeleri kovucu bekçiler mi? Turnanın dizleri doğal turnadan farklı. Hatta bir köşede insan dizleri olan bir turna da var. Belki de turna kılık değiştirmiş bir insan. Bazı kabartmalar kazınarak yerine başka kabartmalar yapılmış. Belki de antik dönemde bir kişi ile ilgili anıları lanetlemek için isimlerini yapıların üstünden sildirme geleneği bu çağda da var.
1995 yılında burasının Çanak Çömleksiz Neolitik A ve Çanak Çömleksiz Neolitik B’nin başlangıç dönemini işaret ettiği düşünülüyor. Çakmaktaşından yapılmış aletler, taş baltalar, yiyeceklerin küçültülmesinde kullanılan havaneli ve havan taşları, taş kaplar gibi pek çok Taş Çağı buluntusu var. Ama burada diğer Taş Çağı yerleşimlerinde olmayan, işlevi henüz anlaşılamamış kapı deliği taşları, büyük taş halkalar, düğme benzeri küçük nesneler, farklı boncuklar ve takı formları var. Neolitik yerleşimlerde sıkça rastlanan kadın betimleyen resim ve kilden yapılmış figürler yok. Kilden figürler ve dişisel nesneler geniş anlamda bereket sembolüdür. Bereketi yaşam ile birleştirirsek bunların Göbekli Tepe‘de olmaması ölümü çağrıştırıyor. Ölü kültü anıtları alanı olduğu konusunda veri sunuyor.
Göbekli Tepe’deki yapıların dünyadaki diğer ilginç mekansal yapılarla ilişkisi kurulmaya çalışılmış. Diğer yapılarla arada benzerlik ve farklılıklar var. Göbekli Tepe hiçbirine bire bir benzemiyor.
Eriha ile karşılaştırıldığında, ikisi de belli bir kullanımdan sonra moloz ve topraklarla kapatılmış. Eriha’da dikilitaşlar yok, Göbekli Tepe’de de merdiven benzeri yapı yok. İran’da gördüğümüz Dakhmahlar ile karşılaştırdığımızda (Dakhmah: Zerdüşt dininde toprak, su, hava, ateş kutsaldır. Bunların kirlenmemesi için Zerdüştler ölülerini gökyüzü altında su ve bitkinin olmadığı yüksek yerlere bırakırlar. Yırtıcı hayvanlar, rüzgar ve güneş ölülerin çürüyen bölümlerini ortadan kaldırır. Geriye kalan kemikler kayaya oyulmuş çukurlara veya taş sandıklara konur). Bir Dakhmah yapımı için gerekli olan koşullar Göbekli Tepe‘de de var. Kuşların hemen görebileceği, suyun olmadığı bir yer. Göbekli Tepe’deki kemik buluntuları arasında leş yiyen karga türü kuş oranı % 50. Yine de bunlar işlev benzerliği için yeterli değil.
Stonehenge’nin özel astronomik anlamı olan bir yapı olduğu kanıtlanamadı; tıpkı Mısır Piramitleri gibi. Stonehenge, Britanya Adaları’ndaki tarih öncesi çok sayıdaki diğer taştan yapılardan tümüyle farklı. Burayı inşa edenlerin Alpler’den, belki de Bavyera’dan geldikleri düşünülüyor. Göbekli Tepe’deki yapıların bazılarının yuvarlak planlı yapılar ailesine ait olması başka nedenlere bağlı olabilir. Göbekli Tepe yerin altında olduğu için kendisinden birkaç bin yıl daha genç olan kardeşinden daha iyi korunmuştur. Önümüzdeki yıllarda Stonehenge ile karşılaştırılmaya devam edecek görünüyor.
İnsanın yaptığı, bütün olarak ele geçirilmiş en eski heykel olan “Urfa Heykeli” Balıklı Göl civarında bulunmuş. Burası yoğun yapılaşması ile Müslümanlar için kutsal bir alan (Hz. İbrahim Peygamber’in öyküsü ile ilişkili) olduğundan kazı yapmak mümkün değil. Fakat Taş Çağı’na ait pek çok kutsal mekan çevrede var. Viranşehir’deki Sefer Tepe, Keçili Tepe ve Karahan gibi…
Taş Çağı insanları yaşamlarını sürdürebilmek için uygun doğal yerler seçmişler. Nevali Çori topografik olarak buna uygun. Fırat Nehri’nden yürüyerek 2-3 km uzaklıkta, küçük bir yan vadide saklı. Daha önce belirttiğim gibi artık geri dönüşümsüz olarak sular altında. Yaklaşık 10 km ilerisinde de Fırat Nehri’ni aşan büyük bir geçit var (Nerede büyük bir nehir varsa, bir tür av alanı işlevi gören büyük doğal geçitler de olmalı. Av tek kişilik bir olay değil, bir grubun organize bir olayı). Nevali Çori insanları hayvanların ürkmeden geçebilmesi için, yerleşimlerini geçitten uzağa kurmuşlar. M.Ö. 10000’de avcılar doğayı hesaba katmaları gerektiğini çok iyi biliyorlardı. Ayrıca Karacadağ kültüre alınmış tahılın olası ilk anayurdu. Avcılar hasadı garantiye almak için hayvanları tahıldan uzak tutmanın yollarını biliyorlardı. Bu sadece farklı grupların ortaklaşa hareket etmeleri ile gerçekleştirebilirdi. Avda olduğu gibi yapıların inşası, dikilitaşların yapımı büyük grupların ortak hareketini zorunlu kılmaktaydı. Bölgede ortaklaşa bir ilişki ağı olmalıydı. Bugün Göbekli Tepe’de gördüklerimizin anlamını çıkartamasak da bu resim ve işaretler onları yapan ve ziyaret edenlerin sosyal ve ruhsal ilişki ağına işaret ediyor.
M.Ö. 35000-12000, en geç üst paleolitik çağda, buzul çağı avcılarının konaklama yerlerinde, mağaralardaki duvar resimlerinde iletilmek istenen mesaj ile Göbekli Tepe işaretlerinin karşılaştırılmasından bir şey elde edilmiyor. Göbekli Tepe kazıları ilerledikçe hayvan desenleri artıyor. Belki ileride ilk Neolitikteki işaret ve sembol konusundaki bilgilerimiz artacak. Kesin olan, Göbekli Tepe Neolitik insanlarının sadece görkemli bir mimariye sahip olmadıkları, aynı zamanda büyük bir sembol hazinesine ve mesajlarını kendi dönemlerine ve sonraki kuşaklara anlaşılabilir şekilde bırakabilecekleri bir işaret diline sahip olduklarıdır.
Bu gelişmiş bir toplumsal organizasyonla mümkündür. Göbekli Tepe’de Dikilitaş 33’deki kabartmalar eski Mısır hiyerogliflerine benziyor. Mısır hiyeroglif resimleri seslere ait fonotik kalıpların, yani dilin aktarılmasında bir araç olarak kullanılır. Resim yazısı değil, bir dil yazısı oluşturur. Ayrıca hiyeroglif kavramı Hititçede ve Orta Amerika’daki Maya yazı sistemleri içinde kullanılır. M.Ö. 4000-3000’de zirveye ulaşan Mısır hiyeroglif yazısı iletişim amaçlı değil, depolama amaçlıdır. Bellekle baş edilemeyecek yönetim işlerinde saray ve tapınaklarda muhasebe hizmeti görmüştür. Bu zaman ve mekanı aşan bir haberleşmeyi olanaklı kılmaktadır. Yazı olmadan iletişim zaman ve mekana yayılamaz. Yazı resmin gücünü aşan bilgilerin iletilebilmesini sağlayan bir özelliğe sahip. Göbekli Tepe’de Neolitik Çağ’dan beklemesek de taslak halinde bir hiyeroglif yazı söz konusu. O dönemde alfabe yazısına dönüşmüş bir yazı bekleyemeyiz. Mesela günümüzde her dilde okunuş ve yazılışı farklı olsa da yürüyen bir küçük yeşil adam grafiğinin olduğu bir piktogram uluslararasıdır. “Caddeyi şimdi geçebilirsin” demektir. Belki Göbekli Tepe’deki semboller de Neolitik Çağ’ın piktogramlarıdır. Ama Kuzey İspanya’daki La Pasiega Mağarası (Geç Paleolitik Dönem) ve Pirene Dağları’ndaki Mas d’Azil Mağarası resim ve işaretleri ile Göbekli Tepe işaretleri karşılaştırıldığında bu fikirden uzaklaşılmaktadır. Göbekli Tepe’deki işaretler acele ile kaya duvarlarına çizilmiş işaretler değildir. Somut ve soyut resimlerden oluşmaktadır. Dizilişleri büyük bir olasılıkla mantıklı bir ilişkiyi işaret etmektedir. Fonotikleşme yok ve beklenmemekte. (Göbekli Tepe işaretlerini hiyeroglif dil yazı sisteminden ayırıyor). Ama Neolitik Çağ’a ait okunabilir bir mesaj var. Göbekli Tepe’deki bu resim ve kabartmaları bir çeşit hiyeroglif olarak kabul etmenin doğru olacağı düşünülüyor. Bunlar diğer Neolitik yerleşimlerdeki işaret ve resimlerden çok farklı. Göbekli Tepe’yi özel yapan da bu. Neolitik Dönemde Yukarı Mezopotamya’da esas karakteri avcı olan yüksek bir kültür var. Bu şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan bu görkemli dönemden Çanak Çömlekli Son Neolitik Döneme bir şey kalmamış olması.
Göbekli Tepe’de kazılarda ortaya çıkarılan yapılar A,B,C,D,… diye isimlendirilmiş. Bu yapılar arasındaki zamansal ilişki cevapsız. Bu yapılar eş zamanlı ya da farklı zaman dilimlerinde aşamalı olarak inşa edilmiş olabilir. Kazıda değerlendirilmeye alınan tabakalar I,II,III diye sınıflandırılmış. (I ve II geç tabakalar şimdilik değerlendirme dışı; en eski olan III. tabaka değerlendiriliyor). Kazıda III. tabakaya ait 43 adet T başlı dikilitaş özgün yerlerinde ve iyi korunmuş olarak bulunmuş. III. Tabaka daha sonra doldurulmuş. Bunlar dolduruluncaya dek ne kadar ziyaret edilebildi? Doldurma işlemi bir final miydi? Eskiye ait bu kutsal alana düzenli bir gömme ile mi veda edildi? (Bu son şık daha uygun görülüyor) Tüm bunlar bilinmiyor. III. Tabaka içinde konut işlevli işarete rastlanmamış. Burada herşey kültsel-dini mimari ile bağlantılı. Göbekli Tepe’de bulunan dibekler besin, ilaç ve keyif verici madde hazırlığında kullanılmış olabilir.
Göbekli Tepe’deki buluntular tarih öncesi dönem din konusuna işaret ediyor mu? İnsan toplulukları Üst Paleolitikten beri dini bir organizasyona sahip olabilirler. Ölülerin bir gömüt hediyesi ile gömülmesi öteki dünyaya ait bir ruhsal plan olmadan düşünülemez; burada öteki dünyanın varlığı bir dinin parçası olarak düşünülmeli.
Şimdiye dek Göbekli Tepe’de mezar, kafatası bulunamamış. Buna karşılık anıtsal megalitik yapılar var. Başrol görkemli dikilitaşlarda. Burada hangi ritüellerin gerçekleştirildiğini bilemiyoruz. Ama bu yapılar taş çağında da dilsiz birer anıt değillerdi. Burada gerçekleştirilen olaylar şimdilik hayal güçlerine bırakılmış. Buradaki törenler koreografi ve müzik olmadan gerçekleştirilmiş olamaz diye düşünülüyor. Aynı zamanda burada yapılanlar bir güç gösterisi olmalı. Ama bu tek bir kişinin mi, yoksa bir topluluğun mu güç gösterisi; bilenemiyor. Ne olursa olsun, böyle bir yapı yoğun bir kollektif çalışma olmadan gerçekleştirilemez. Bu anıtsal yapıyı yapmak için bireyleri harekete geçiren ne? Kabile reisi mi? Şamanlar mı? Bir heyet mi? Toplumsal bir güç mü? Buradaki en büyük olasılık işçilerin bu gücü, inandıkları bir dini motivasyondan almış olmaları. O zamanlar henüz gücünden faydalanabilecekleri bir hayvan evcilleştirmesi yok. Buranın yapımı yıllar almış olabilir. Yine de bu taşların buraya taşınmasını, buranın yapımını matematiksel olarak açıklamak güç. Avcı toplumda çok sayıda avcının toplanarak gerçekleştirdiği bu iş bu zamana dek inanılan hipotezlerin değiştirilmesini gündeme getirebilir. Acaba Göbekli Tepe’de toplumların başlangıcını mı görmekteyiz. Taşcı, yapı ustası, işçi, toplayıcı, avcı gibi.
Göbekli Tepe kesinlikle Neolitik Çağa ait kült bir yapı olarak yorumlanmalı. Göbekli Tepe bize M.Ö. 10000-9000’de bağımsız hareket eden grupların, yapıların gerçekleştirilmesi için gerekli insan gücünü sağlayabilmek için biraraya geldiklerini anlatıyor. Bu ritüel merkezinin çevresindeki pek çok yerleşim merkezinde (Nevali Çori, Tell Abr, Müreybet, Tell Qaramel, Jerf el-Ahmar gibi) insanlar yerleşik hayata geçme sürecini başlatmış olabilir. Bu yerler 200 kilometrekarelik bir alan içinde. Bu bölgede Çanak Çömleksiz Neolitik Çağa ait bulgular ortaya çıkmaya, T biçimli dikilitaş buluntuları bulunmaya devam ediyor.
M.Ö. 8000’de Göbekli Tepe’de inşa çalışmaları ve yapıların kullanımı sona ermiş. Avcı toplumdan tarım toplumuna, yerleşik hayata geçiş olmuş. Göbekli Tepe su ve ekime elverişli toprağın olmadığı bir arazi. Gürcü Tepe tam tersi yaşama çok elverişli bir yer. O dönemin insanları bu kült yeri terketmeden önce anıtları taş ve moloz ile doldurarak gömmüşler. Avcılar kutsal alanlarını terk etmişler. Ekonomik temeller değişmiş, avcılık önemini kaybetmiş, azalan önemiyle dini ritüeller anlamını yitirmiş, eski kült yapılar da kaybolup gitmiş.
Şanlıurfa’dan hareket ettikten sonra 30 dakika içinde Göbekli Tepe’deyiz. Aşağıda Turizm Bakanlığı’nın çay-kahve-hediyelik eşya satış tesisleri var. Buradan biraz tepede kalan Göbekli Tepe’ye sürekli minibüs çalışıyor; biz bir grup yürümeyi tercih ediyoruz.
Harran Ovası’nın kuzeyinde, Germuş Dağları’na bağlı 770 metre yükseklikteki bir kireçtaşı platonun en üst noktasındayız. Dikilitaşların üstü hava şartlarından korumak için kapatılmış. Göbekli Tepe’deki dikili taşlar 1,5-5,5 metre arasında değişen yükseklikte, 30-40 ton ağırlığında. Şimdiye kadar 6 yuvarlak ya da elips planlı yapı açığa çıkarılmış. Bu yapılardan en az 20 tane daha olduğu düşünülüyor. Yapılar A,B,C,D,E,F diye isimlendirilmiş. Bu yapıların ortalarında bir çift T biçimli monolitik dikilitaş var. Yapının dış çeperlerini oluşturan taş duvarlar içine gömülmüş daha küçük T veya I biçimli 7-12 dikilitaş bulunuyor. Dikilitaşların üzerinde çok sayıda sembol ve figür kabartma olarak işlenmiş.
Bunların dikkat çekici olanlarından kısaca bahsedelim.
Eş merkezli en az 3 çevre duvarına sahip olan C yapısı 25 metre çaplı en büyük yapı. En dıştaki duvar en eski, en içteki duvar en son yapılan. Erkek yaban domuzu kabartmaları fazla. Yine burada ördeğe benzeyen önlerinde bir ağ bulunan 5 adet kuş, bir aslan ya da leopar kabartması, tilki başı kabartması, ne olduğu anlaşılamayan köpeğe benzeyen dişleri dışarıda bir hayvan görülebilir. Sonuçta C Yapısını, duvarları koruyucu, korkutucu yırtıcı hayvanlarla süslü üstü açık kutsal bir alan olarak tanımlayabiliriz.
D yapısı hayvanat bahçesinde geziyor duygusu uyandırıyor. En iyi korunmuş yapı burası. Yılanlar, turnalar, diğer kuşlar, daire, yarım ay işaretleri (Ay, güneş veya kadını temsil ediyor olabilir mi?) boğa, ceylan, asya yaban eşeği ve örümcek dikkati çeken kabartmalar.
B yapısından Mezopotamya Stonehenge’i diye bahsediliyor. İngiltere’deki Stonehenge benzeri, ama aralarında net bir bağlantı kurulamıyor. Yapının merkezindeki 2 dikilitaş diğerlerinden büyük. Yapıyı çevreleyen duvar içinde bulunan 9 dikilitaşın ileride yapılacak kazılarda artacağı düşünülüyor. Burada da tilki, yaban domuzu ve köpek kabartmaları var. C ve D’den farkı tabanının terazzo denilen harç ile kaplı olması.
Kazıda çıkan taşları ileride restorasyonda kullanmak için bir taş tarlası yapmışlar. Yüzyıllardır burada dilek dilenen Dilek Ağacında biz de dileğimizi diliyor ve bu Neolitik Çağın Ritüel Alanından ayrılıyoruz.
“Tarihin en çekici ve esrarengiz tarafı değişen çağlarla birlikte her şeyin tamamen farklılaşması, fakat hiçbir şeyin değişmemesidir.”
Aldoux Huxley.
Myanmar (Burma/Birmanya) az bilinen gizemli ülke. Budizm öğretilerin benimsendiği mistik, olağan üstü tapınakları, doğal güzellikleri, yeraltı kaynakları, kıymetli yakut yatakları, Ortadoğu’dan Çin’e giden enerji nakil hattı ile son yıllarda turistlerin ve global sermayenin ilgisini çeken bir ülke.
1948 yılına dek İngiliz sömürgesi olan ülke, 1962 yılındaki askeri darbe sonrası kapılarını dünyaya kapatmış. 17 Eylül 2007 yılında 400 Budist Rahibin 45 yıllık cuntaya karşı başlattığı sessiz yürüyüşe katılım 100 binleri bulur. Dünyada büyük yankı uyandırır. “Safran Devrimi” olarak adlandırılan bu başkaldırı başarısızlıkla sonuçlansa da, 2008 yılında yeni bir anayasa yapılmak zorunda kalınmış. 2010 yılında da cumhuriyet ilan edilmiş ama askeri diktatörlerin partisi % 80 oyla iktidara gelmiş. Ülkede ilk demokratik seçim 2015 Kasım ayında gerçekleşmiş. Liderliğini Aung San Suu Kyi’nin yaptığı NLD Partisi halen iktidarda. 1962-1988 yılları arasında yönetimi elinde tutan diktatör Ne Win, bir darbe ile devrilmiş ama darbeyi de kendisinin yaptırdığı söyleniyor. Öldüğünde cenazesinde 30 kişi varmış. Saçma sapan astrolojik inançlarla aldığı kararlar çok ilginç.
Meraklısına: Aung San Suu Kyi Myenmarlı çok sevilen bir generalin kızı. Babası o 2 yaşında iken suikaste uğrar.15 yaşında ülkesinden ayrılır. Hindistan, Amerika ve İngiltere’de geçen yaşamı sonrası 1988 de hasta annesi için ülkeye geri döner, politikaya atılır. 1990 yılında seçimleri kazanmasına rağmen diktatörlük seçimi kabul etmez. 15 yıl ev hapsinde tutulur. Tarih profesörü olan İngiliz eşinin çabaları ile 1991 Nobel Barış Ödülünü alır.1995 yılında eşi ve çocuklarına ülkeye giriş yasağı konur. 1999 da eşi ölür. Budizmin tüm kurallarına uyan bu son derece zarif kadının partisi şu anda Myanmar’ı yönetse de kendisi , bir yabancı ile evli olduğu, çocukları başka bir devletten vatandaşlığa sahip olduğu için başkan olamıyor. Bir kanunla başkan danışmanı yapılmış.
Dünya niçin Myanmar’la bu kadar ilgili? Burada niçin batıya yakın bir yönetim isteniyor? Diktatörlüğe niçin karşılar? Çin’in Ortadoğu’dan gelip denizden geçen enerji hatları Amerikan 5. ve 7. Filosu’nun kontrolünde. Bu hattın Malaga Boğazı’ndan geçmesindense, Myanmar’dan geçmesi Çin’e daha güvenli geliyor. 2010 yılında Andaman Denizi’nden başlayarak tüm Myanmar’ı boydan boya geçen Kunming boru hattı 2013 yılında tamamlanmış. Doğalgaz ve petrolü yan yana taşıyan hatta yılda 22 milyon ton petrol, 12 milyar metreküp doğalgaz taşınıyor.
Myanmar’da 500 binden fazla eğitimli/öğrenimli Budist rahip var (Sokaktaki rahip ve çocuklar bunlara dahil değil). Safran Devrimi’ne önderlik edenler de bu rahipler, çoğu o dönemde kaybolmuş. Askerler bunların üzerine ateş açmışlar. Daha sonra kanalizasyon ve nehirlerden yığınlarla ceset toplanmış. Tabii cuntanın yanında yer alan rahipler de olmuş. Bu dönemin ruhunu anlamak için 1996 da Politik Filimler Topluluğu tarafından ödül verilen “Beyond Rangoon” filmini öneriyorum. Tüm olayları bir genç filme çekip batıya ulaştırmış. 27 yıl hapse mahkum olan genç 2011 yılında salınmış. Myanmar’ın Cunta dönemindeki sancılarını Aung San Suu Kyi’nin gelişini anlatan 1995 yapımı gerçeklerden esinlenmiş politik bir film. Belgesel dalında Oscar’a aday gösterilmiş. Sınır tanımayan gazeteciler ödülü verilmiş.
Budizm dünyada 500 milyonu aşkın inananı bulunan bir din. Myanmar da nüfusunun % 90’ına yakını Budist olan bir ülke.
Meraklısına: 2500 yıllık geçmişi olan Budizm kimilerine göre bir felsefe,kimilerine göre bir din. M.Ö 563-483 yılları arasında yaşayan Siddhartha Gautama tarafından kurulmuş. Hindistan-Nepal yöresinde bir prens olarak doğan ve 29 yaşında sarayını terk eden Siddhartha derviş yaşamını benimsemiş. Buddha’nın kelime anlamı uyanmış, farkında olan kişi demek. Asya’nın pek çok ülkesinde kabul gören Budizm hayattaki acı, tatminsizlik v.b duyguları açıklar. 20.yy’a gelindiğinde de Avrupa ve Amerikada ilgi görmeye başlar. Budizm de başlıca 4 akım var. (Güney, Doğu, Kuzey ve Batı Budizmi). Myanmar’da Güney (Pali veya Theravada Budizmi de deniyor) Budizmi hakim.Batı Budizmi Avrupa,Avustralya ve Amerika da görülen dini özelliklerden çok felsefi ve psikolojik özellikleri öne çıkaran, meditasyon ve zihin terbiyesine vurgu yapan Budizm. Bütün Budist okullarında 4 yüce gerçek (1. Dukkha: Acı hayatın ve varoluşun bir parçasıdır. 2.Samudaya:Acıların kaynağı arzu ve isteklerdir. 3.Nirodha:İstek ve arzular bırakılırsa acılar sona erdirilebilir. 4.Magga:Acıların sona erdirilmesi 8 aşamalı yoldan geçer) ve 8 aşamalı yol (1.Gerçek bilgi 2. Doğru zihniyet 3. Doğru söz 4. Doğru davranış 5. Doğru yaşam biçimi 6. Gerçek çaba 7. Gerçek dikkat 8.Gerçek uyanıklık) öğretilir.
Güneydoğu Asya’daki ülke dinamizmi çok fazla olan Hindistan, Çin ve Tayland kavşağında, Altın Üçgenin içinde. Laos ve Bangladeş de komşusu.
130 dan fazla etnik grup var. Genellikle etnik grupların adlarını taşıyan 14 bölge/eyalete ayrılmış. Bazı bölgelerde hala çatışmalar var. Buralara girilemiyor. Mesela bizim seyahat etmeyi düşündüğümüz Shan Bölgesindeki Kakku 2017 yılında güvenli hale gelip turizme açılmış. Ama eyaletin bazı noktalarında çatışmalar sürüyor. Kachin Eyaleti’ne ne Myanmar sömürge iken ne de şimdi sivil toplum örgütleri girememiş. İngilizler buraya “yeşil cehennem” diyorlar. Dünyanın en büyük yeşim madenleri ve en eski gerillaları burada.
Kişi başına düşen milli gelir 1.300 dolar civarındadır. Dünyanın fakir ülkeleri arasında yer almaktadır. Kömür ve bakır madenleri olduğundan söz edilen ülkede, Andaman Denizi’nde petrol ve doğalgaz bulunduğu söyleniyor. Hükümet ülkeye şu anda daha çok yabancı sermaye çekme, turizm gelirlerini arttırma çabaları içinde.
Myanmar’ın para birimi Kyat. Amerikan dolarını bozdururken parada en ufak bir kıvrık olmaması gerekiyor. Doları ellerine alıp dikkatle inceliyorlar, beğenmezlerse geri veriyorlar.
Myanmar’a gezi için en uygun aylar Kasım-Şubat arası. Uzakdoğu’da üç mevsim var. Kasım Şubat ayları arasında hava fazla sıcak değil, fazla yağmur yağmıyor, rahat gezmek için en uygun mevsim. Mart Mayıs arasında yüksek sıcaklık ve nem gezmeyi zorlaştırıyor. Mayıs ortasından Kasım ayına kadar yağmurlu, en fazla yağmur olan aylar Temmuz-Eylül arasındadır. Uzakdoğu’yu gezerken bu üç mevsime dikkat edip ona göre planlamak gerekiyor.
Myanmar her türlü pasaport için vize istemektedir. Son yıllarda ülkeye daha fazla turist çekme politikaları sonrası elektronik vize başvurusu yapılabilmektedir.
Ülkede Latin harfleri ile basılmış kitaplar 2011 yılına dek yasakmış. Şimdi ise bir kitap festivalleri bile var. Halkın % 40’ı gazete okuyor. Pek çok TV kanalları var, en çok astroloji kanalı izleniyormuş.
Erkekler longyi denen belden bağlanan kumaştan etek gibi geleneksel kıyafet giyiyorlar. Kadınların kıyafetleri dikkati çeken, aşırı süslü veya açık değil, temiz ve düzenli görünüyorlar.
Kadınların çoğu tanaka kullanıyor (bir ağacın kabuğunun öğütülüp, suyla karıştırılması sonucu oluşan bir krem). Cildi beyazlattığı ve koruduğunu düşünüyorlar. 200 yıllık bir geçmişi var. Myanmar’da pek çok kadın ve çocuğun yüzü tanakalı. Beyaz batılılara bir özlem herhalde)
Myanmar’da aile yapısına ve değerlerinin korunmasına önem veriliyor. Tayland ve Kamboçya’nın aksine sokakta seks işçisi ve dilenci yok. Ülkede nerede ise böyle bir kavram yok. Sokakta çocuklar sizden para istemiyor. Hırsızlık, gasp olaylarına ilişkin ne tedirginlik yaşadık ne de böyle öyküler duyduk.
Halk yalnız gezen turistlere alışkın değil ancak son derece saygılılar, yüzünüze gülerek bakıyorlar, sizinle fotoğraf çektirmek Halk yalnız gezen turistlere alışkın değil ancak son derece saygılılar, yüzünüze gülerek bakıyorlar, sizinle fotoğraf çektirmek istiyorlar.
Gezelim Görelim
Yangon, Bagan, İnle Gölü ve Mandalay, ülke doğası, tarihi, kültürü ve dini ritüellerini anlamak için mutlaka görülmeli.
Yangon
Seyahatimiz Singapur’dan Silk Air ile Yangon’a uçarak başladı. Yaklaşık 1 saat 20 dakika sonra Yangon ‘da idik.
Yangon 6 milyon nüfuslu. Yakın bir zamana dek ülkenin başkenti imiş. İngilizler buraya Rangoon diyorlarmış. 1962 den sonra yönetimdeki generaller başkenti değiştirmişler. Nedeni bilinmiyor. Astrolojinin telkini olabilir diyorlar.
Sule Pagoda‘ya doğru gidiyoruz. Şehir temiz, yollar iki şeritli, trafik sağdan akıyor. Etraf longly giyen kadın/erkek insanlarla dolu.
Sule Pagoda şehrin merkezinde, sekizgen bir tabana sahip, 46 metre yüksekliğinde ters dönmüş bir çanak şeklinde. Shwedagon Pagoda’dan önce yapılan tapınakta Buda’nın bir tutam saçı saklanmaktadır. Safran devriminde rahiplerin toplanma noktalarından biriymiş
Daha sonra Yangon Nehri kenarına iniyor, Strand Caddesi’ndeki gümrük, postane, İngiliz Konsolosluğu gibi koloniyel binaların arasından Strand Otel’e geliyoruz. Şehrin en ikonik oteli. Mermer zemini, tik kolonları, rattan mobilyaları ile çok güzel. 1901 de yapılan Victoria dönemine ait 3 katlı otelde bir şeyler içiliyor ve gezmeye devam.
Öğle yemeğini Aung San (Birleşik Krallığa karşı bağımsızlık savaşında önemli bir rol oynamış, suikasta kurban gitmiş bir general. Aynı zamanda Aung San Suu Kyi nin babası) evinden lokantaya çevrilmiş bir yerde yiyoruz. Menü: Kabak tempura, mercimek çorba, et (tavuk ve sığır) ıspanak ve pirinçten yapılmış bir tatlı.
Yemekten sonra Kandawgyi Palace’a yerleşiyoruz. Aynı isimli parkın yanında, müthiş bir otel. Yer seviyesindeki odamız bir cangıl manzarasından göle bakıyor.
Otelden ayrılıp meşhur Shwedagon Pagoda’ya doğru yola çıkıyoruz Güneşin batışını burada izleyeceğiz.
Shwedagon Pagoda benim gördüğüm en ihtişamlı pagodalardan biri. 2500 yıl önce inşa edilmiş. Dört girişi olan tapınak şehrin her yerinden görülüyor. Budistlerin en önemli haç yerlerinden biri. 10 hektarlık bir alanı kaplıyor, 4 kapısının her biri bir Naga ile korunuyor. 110 metre yüksekliğindeki pagoda, altın plakalar ve yüzlerce pırlanta ile kaplı. Dünyanın dini yapıları arasında en harika olanlarından. Yüzlerce tapınak ve stupa var. Burma halkının çoğu Theravada Budist’i, Hint astrolojisini takip ediyorlar. Stupanın tabanı da sekizgen, saat yönünde geziliyor. Manzara muhteşem, çok büyüleyici bir yer.
Girdiğimiz kapıda kutsal Bodhi Ağacı (hint inciri) var. Buda’nın Hindistan’da bu ağacın altında aydınlanma yaşadığı için Budizm’de kutsal kabul edilen ağaç Budist tapınaklara dikiliyor. Pagodada her günün bir köşesi var. Salı köşesi, Pazar köşesi v.b.
Güneşi burada batıracağız. İnsanlar dua ediyor, adaklar adıyorlar. Etraf çok kalabalık.
Dev Altın Stupa’sı ile Yangon’un simgesi olan ve her yerinden görünen Shwedagon Pagodası’ndan ayrılarak Chauk Htat Kyee Pagodası’na gidiyoruz.
Chauk Htat Kyee Pagoda’sı yatan Buda heykeli ile ünlü. Buda’nın ayak tabanında 108 işaret var. Bunlar insanın karşı koyması gereken 108 öldürücü arzu ve egoyu temsil ediyor. Nirvanaya ermek için 108 nefis mücadelesi vermek gerekiyor.
Yangon’da Ulusal Müze‘yi gezmeyi, Myanmar el sanatları ve hediyelik eşyaların satıldığı Bogyoke Aung San Market’ten alışveriş yapmayı, üç saat içinde tüm Yangon’u dolaştıran, yerel halkın kullandığı Circular Tren‘e binmeyi unutmayın.
İkinci gün Yangon Airways ile Shan Eyaletinin giriş kapısı olan Heho’ya uçuyoruz. Küçük, sevimli bir havaalanına iniyoruz. Hedefimiz İnle Gölü ancak yolda küçük bir köydeki manastırda duruyoruz.
Myanmar’da tüm Asya’da olduğu gibi anaokulu ve ilkokul mecburi. Okuma ve yazma oranı yüksek (%93). Manastırlar aynı zamanda okul gibi. Manastırda yaşamak din adamı olmak için yeterli değil. Sınavlar sonucu üniversite eşdeğeri bir öğretim kurumunda okuyup, yükseliyorlar.
Manastırda ders yapan çocukları fotoğraflıyoruz. Buranın çocukları da sakin. Acaba GDO’lu gıdalar henüz buraya ulaşmadı mı?
İnle Gölü
Myanmar deyince İnle Gölü ve Irrawaddy bilmek gerekli. Myanmar’ın Mekong Nehri’ne kıyısı az. Irrawaddy 2170 km uzunluğu ile ülkenin en büyük nehri. Ülkenin kuzeyinden güneyine boydan boya uzanan Irrawaddy, Andaman Denizi’ne dökülüyor. Debisi muson yağmurlarına bağlı. Myanmar aynı zamanda dünyanın en büyük tik ormanlarına sahip.
İnle Gölü Shan Bölgesi’nde denizden 880 metre yükseklikte tepeler arasında tatlı su gölü. 116 km2 ile Myanmar’ın ikinci büyük gölü. Derinlik kuru ve yağışlı sezona göre 1.5-2.1 metre arasında değişiyor. Gölde birçok endemik tür yaşıyor. 2015 yılında UNESCO Dünya Biyosfer Rezervi ilan edilmiş. Gölün giriş kapısı olan Nyaung Shwe‘den 4 er kişilik buraya özgü motorlara biniyor, gezmeye başlıyoruz.
İnle Gölü’nde yaşayan halkın çoğu Inthalar etnik grubundan, sayıları 60 bin civarında. Diğer etnik gruplardan da yaşayanlar var gölde, çoğunluk Budist. Bambu ve tik ağaçlarından yaptıkları direklerin üzerindeki kulübelerde yaşıyorlar. Kendilerine yetecek kadar tarım yapıyorlar. Göl üzerinde ve kıyılarda tarım alanları var. Okulları, tapınakları, evleri, lokantaları, otelleri, marketler, postaneleri göl üzerinde. Sadece önemli hastalıklar için şehre gidiyorlar.
Tekne ile giderken bir bacaklarını kürek gibi kullanıp, ellerindeki özel aparatla balık yakalayan yerel balıkçıları görüyoruz.
Vee nihayet Zıplayan Kediler Manastırı’ndayız. Manastır Shan mimarisi ile tamamen tikten yapılmış. Manastıra bu ismin verilmesinin nedeni bir Monk civardan kedileri topladığı kedilere zıplayarak çemberden geçmesini öğretiyormuş. Fakat Monk iki yıl önce ölmüş ve kediler artık zıplamıyor ve gittikçe azalıyormuş.
Manastır ziyareti sonrası hızla dönüşe geçiyor. Inle Resort da kalacağız. Gün batımını kaçırmak istemiyoruz. Ve de yetişiyoruz. Yeşil bir cangılın arasında göl üzerinde tikten anlatılamayacak muhteşemlikte bir yer. Huzur doluyorum ve güneşi batırıyoruz.
Akşam yemek Shan Bölgesi’ne özgü yemeğin yanına Aythaya Rezerv 2015 (Myanmar şarabı) açıyoruz. Alkolü yüksek, %15 yazıyor ama sanki daha fazla. Yalnız ot kavurmalarını tam bana göre ateşte bir döndürüyorlar, yarı çiğ.
Sabah erkenden bir saat uzaklıkta ki “Taung To Market”e gitmek üzere teknelerle gölün üzerindeyiz. Taung To dağ köylerinden gelenlerin alışveriş yaptıkları yerel bir pazar. Bir film platosu sanki. Kağnılar, inekler, odunlar, kumaşlar, takılar, el dokuması çantalar…Dağlarda yaşayan Pao’lar simsiyah giysileri, başlarındaki renkli türbanları ile ortalıktalar.
Göldeki tekneler uzun, ince, güçlü gövdeli; Uzun şaftlı motor düzeneği sayesinde sığ yerlere bile yaklaşabiliyorlar. Turistler için teknelere ahşap, kolçaklı ve sırt dayamalı koltuklar yerleştirmişler. Gölün genişliği 7 km, uzunluğu 22 km imiş. Myanmar’ın 14 eyaletinin en genişi olan Shan’ın bu güzel parçası ikliminde etkisi ile bir meyve ve sebze cenneti. Sokakları sulardan oluşan köylerin arasında tekne ile dolaşmaya devam ediyoruz. Kazıkların üzerinde kurulu evlerden oluşan pek çok köy var. Tüm evlerin altında tekne garajları bulunuyor.
Pazardan sonra, lotus çiçeğinden elde edilen iplerle dokunan giysilerin yapıldığı bir atölyeyi ziyaret ediyoruz. İpek giysilerin fiyatları oldukça yüksek.
Daha sonra gölün üzerindeki Green Chili Restoran’da yemeğe gittik. Banyonun yapıldığı, lağımın aktığı, bulaşığın yıkandığı, balığın tutulduğu, yüzen tarlalarında sebzelerin yetiştirildiği bu gölün üzerindeki lokantada ben pek bir şey yiyemedim. Balığın tadı acı geldi, sıcak hindistan cevizli sosun içindeki muz bayıltıcı idi.
Yemekten sonra önce Taneka (bir bitki) yaprağına tütün, portakal içeren bir karışımı saran kadınların çalıştığı bir atölyeyi ve Phaung Dow Do köyünde İnle Gölü’nün en kutsal mekanı olan Beş Buda Tapınağı’nı gezdik.
Burada üzerine tapınağa gelenlerin yapıştırdığı altın varaklardan şekilsizleşmiş beş adet buda heykeli var. Buda’ya sadece erkekler altın varak takıyorlar. Burada da cinsiyet ayrımı yapılmış nedense. Pagoda Budistlerin haç yerlerinden biri. Bir efsane anlatılıyor. Burada bir festival zamanı kayıklarla beş Buda’yı gezdirirken çıkan fırtınada Buda heykelleri suya düşüyor. Dördünü buluyorlar, beşinci yok. Çaresiz geri dönüyorlar. Bir bakıyorlar beşinci yerinde.
Tekrar teknelere biniyor Ywa Ma Köyü’ne gidiyoruz. Tayland’ın kuzey dağlık bölgeleri ve Myanmar’ın güney sınır bölgelerinde yaşayan Uzun Boyunlu (Zürafa Boyunlu) Kadınlar burada da var. Karen etnik grubun Padaung alt grubundaki kadınlar boyunlarına yaşamları boyunca ortalama 20 halka takıyorlar. Ağırlıkları 10-12 kg bulan bu pirinç halkalar zamanla vücudun şeklini bozuyor. Bu halkaların niçin takıldığına dair pek çok efsane var. Ataları dişi bir ejderha ile rüzgar tanrısından gelen Karenlerde kadınların boyun uzatma çabaları ejderha görüntüsünü yansıtma içinmiş. Bengal kaplanı saldırılarından korunmak için olduğunu söyleyenlerde var. Burada bir de stupalar topluluğu var.
Tekne ile göl üzerindeki köylerin arasından geçerek otelimize dönüyor, muhteşem manzara eşliğinde güneşi batırıp, yemeğe geçiyoruz. Zencefilli mercimek çorbası muhteşem.
İnleden ayrılıp rotamızı Kakku‘ya çeviriyoruz. Kakku Shan Bölgesi’nin en kutsal üç yerinden biri.
Myanmar’ın kuzeyinde Çin’den göç aldığı için etnik gruplar fazla. Shan Prenslikleri Tayland ile komşu olduklarından mimaride de Tayland (Siyam) etkisi var. Buralarda yaşayan Paolar aslında Tibet kökenli. Çin baskısı nedeniyle kaçarak buralara yerleşmişler. Buralarda yaşayanların çoğunluğunu oluşturan Pao Halkı kendilerinin Ejderha (Dragon) ve yılan (naga) nın su altında birleşmesinden geldiğine inanıyor.
Shan Bölgesi bakenti Taunggyi’nin nüfusu 4 milyon. Shan kağıdından yapılan balonlarla yaptıkları festival 1941 den beri sürüyormuş. Festival kasım ayında düzenleniyor, 10 gün sürüyor. Shan Bölgesi dünyaya kapılarını 1992 de açmış. Kontrollü olarak insan geçişi var. 2011 den sonra daha esnek uygulama başlamış. Taunggyi’den çıkınca kontrol noktasından geçiyoruz. Kakku-Taunggyi arası üçü hıristiyan 11 köy var. Yolda topraklar kırmızı, demirden zengin. Denizden yaklaşık 1300-1400 metre yükseklikteyiz. Çevre tarım arazilerle kaplı. Küresel şirketler burayı çoktan keşfetmişlerdir. Myanmar’ın asıl önemi Çin için gereken enerji yolunun (özellikle doğalgaz boru hattı) kavşağında olması.
Nihayet Kakku‘dayız. 2478 stupanın bulunduğu Kakku 16. yy.da inşaa edilen bir kilometrekarelik bir alanda stupa bahçesi. Shan bölgesinin en önemli yeri olarak görülüyor. Bazı stupalar basit iken, bazıları mistik öğelerle kaplı. Burada Buda’nın annesi Maya’yı temsil eden beyaz fil var.
Yemeği hemen burada ki bir lokantada alıyoruz. Zaten civarda bu stupalar topluluğu ve bir lokantadan başka bir şey yok. Yemek Pao yemeği (PA-O) Pirinç kraker, fasulye çorbası, avokado salatası, kızarmış sebze, sarımsaklı balık, patates-tavuk, meyve.
Yemekten sonra Heho Havaalanı’na doğru yola çıkıyoruz. Ağaçlar, tepeler, dağlar yol çok güzel. Araba benzin alıyor. Litresi 0.55 Amerikan doları. 2011 yılı öncesi askerler hariç halka sınırlı verilen yakıt alımı artık serbest. Bagan’a uçuyoruz. Uçak 16.22 de havalanıyor. Mandalay’da yolcu iniyor-biniyor. Saat 17.56 da Bagan’da kalacağımız Tharabar Gate Otel’deyiz.
Bagan
Bagan 9-13 yy.da, Myanmar‘ın topraklarındaki ilk krallık Pagan Krallığı’nın başkenti. 11-13 yy’da Bagan Ovası’nda, 104 km2 bir alanda 10.000 den fazla pagoda, manastır inşa edilmiş.
1200’lü yılların sonuna dek süren 250 yıllık bir dönemde Bagan Ovası’ndaki bulunan dinsel anıtlar, şehri bir çekim merkezi yapmış. Dinin yanı sıra astroloji, kimya, ses bilimi, dil bilgisi, hukuk gibi seküler bilimsel çalışmaların yapıldığı şehir Hindistan, Sri Lanka, Kimerler (Kamboçya) akınına uğramış. Bir zamanlar 50-200 bin kişinin yaşadığı şehrin Moğol İstilasına uğramış olabileceği düşünülüyor. 1297 de Bagan’ın Burma başkentliği sona ermiş. 15.yy da yerleşim yeri olmaktan da olarak Bagan da 15-20 yy da az sayıda dini yapı yapılmış. Artık eski başkent dinsel bir hac merkezi olarak kalmış.
Bagan hareketli bir deprem kuşağı üzerinde. 1904-1975 yılları arasındaki depremlere dini yapıların çoğu dayanamamış. 1990’lı yıllarda askeri cunta burayı bir turizm merkezi yapmak istese de, UNESCO red etmiş. 2011 den sonra dünyanın bu ülkeye bakışı değiştiği için 2014 de UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınmış.
Bagan’da bugün 2000 den fazla tapınak, stupa, pagoda var.
İlk günümüzde otelde yerleşip güzel bahçesinde akşam yemeğimizi yiyor, sonra dolaşmaya çıkıyoruz. Ortalık çok kalabalık, Yüksek volümlü müzik kulakları sağır edecek gibi. Otelde odada bulunan kulak tıkaçlarının neden konduğunu anlıyorum. Ananda Festivali Zamanı.
Ananda Festivali adını Bagan’ın en meşhur pagodalarından birinden alıyor. Ananda Pagoda Bagan’ın en iyi korunmuş pagodalarından biri. 1090 yılında yapılan tapınağın, Buda’nın sonsuz bilgeliğini temsil ettiği söyleniyor. 9-26 Ocak arasında ki festivalin en görkemli, gösterilerin pik yaptığı gün 12 Ocak. Civar köylüleri, hacılar gece yarısından itibaren Ananda Tapınağı çevresinde kamplar kuruyorlar.
Hepsi sabaha karşı getirdikleri hediyeleri (tarım ürünleri, içecekler, para, aklınıza ne gelirse) bir platforma bırakıyorlar. Sabah çeşitli yaşlardaki Monklar bunları sıraya girerek alıyorlar. Bir Budist ritüeli olmasının yanında toplumsal bir buluşma ve kaynaşma da var.
Festival ritüellerini yakından izlemek için sabah saat 05.00 de otelimize yürüyüş mesafesinde olan Ananda Tapınağı’ndayız. Binlerce insan ayakta, çadırlarda. 1000 dolayında Monk festival dolayısıyla 1 ay ilahi okuyacakmış. Vakit ilerledikçe insanlar getirdikleri hediyeleri kurulan platforma bırakıp gidiyor. Sabah 9 dolayında hediyeleri almak üzere Monklar yürüyüşe geçiyor. Her yaştan Monk var,7 den 70 e….
Otelimize geliyor, kahvaltımızı yapıyoruz. Kahvaltıdan sonra Bagan’ı gezmeye devam, Ananda Tapınağı, Ananda Ok Kyaung Tapınağı, Kraliyet Sarayı Harabeleri, Tharabar Gate, Buphaya, Thatbyinnyu, Htilominlo tapınakları…
Faytonlarla tapınaklar arası gezi…Shwesandaw Tapınağı’nda gün batımını seyredip otelimize dönüyoruz. Ertesi sabah 04.00 de kalkacağız. Gelmeden önce Bagan balon turunda yerimizi ayırtmış idik. Bagan’da karar verenler çok daha yüksek paralar ödemek zorunda. Biz 290 $ ödedik. Çok da memnun kaldım..
05.20 de otele minibüs geliyor, birkaç otele daha uğrayıp diğer turistleri topluyoruz. Balonla havalanacağımız alandayız. 1999 yılından beri Yeni Zelandalıların kontrolünde olan bir balon şirketi. Yaklaşık yarım saat balonların hazırlanışını izliyoruz. Hava karanlık. gün doğarken saat 06.50 de balonlar havalanmaya başlıyor. Muhteşem, Bagan mutlaka gün doğarken balondan görülmeli.
Balon turu sonrası tüm gün Bagan turuna başlıyoruz. Önce Nyaung O Pazarı’nı geziyoruz. Daha sonra Schwezigon Pagodası, Manuha Tapınağı, Gawdawpalin, Myinkaba-Gubyaukgyi, Nampaya, Nagayon Tapınakları’nı geziyoruz. Her yer tapınak.
Bagan bana Angkor Wat’ı anımsattı. Mimari ve atmosferleri çok farklı. Kişisel yorumum burası daha büyüleyici. UNESCO ya göre 2229 dini eserin olduğu büyüleyici şehir.
Öğle yemeğini Teak House Bagan’da yiyoruz. Bahçesi güzel, ama öğlen için karanlık bir atmosfer. Acılı pirinç patlağı ve yeşil çay saplarından yapılmış salataları iyi.
Gezme akşam yemeğine dek sürüyor. Akşam Nanda Restorandayız. Kukla gösterisini seyrederek yemeğimizi yiyoruz.
Mandalay
Sabah 07.30 da Mandalay için yola çıkıyoruz. Bagan-Mandalay arası 145 km. Havayolu, karayolu ve nehir ulaşımı var. Nehir ulaşımı su yüksekliğine göre 8-12 saat arası sürüyor.
Mandalay ülkenin Yangon’dan sonra 2. büyük kenti. Nüfusu 4 milyon dolayında ve %30 u Çinli. Dağınık ve plansız büyüyen bir şehir. Tek bir merkez yok. Gerçi Yangon da öyle.
Mandalay’da Irrawaddy Nehri kıyısında yediğimiz yemek sonrası hemen lokantadan merdivenle inerek nehirde bizi bekleyen teknemize biniyor, Mingun’a gidiyoruz. Yolculuk 1 saat sürüyor.
Mingun’da tekneden inince her an devrilebilecek dengesiz motorlarla Hsinphyuma Pagodası’na gidiyoruz. Meru Dağı’ndan esinlenerek yapılmış, bembeyaz bir yapı.
Tamamlanabilse dünyanın en büyük pagodası/stupası olacak olan Mingun Pagodası‘nı görüyoruz. Tamamlanmama nedeni, bittiği zaman kralın öleceğini söyleyen astrologlar.
Mingun’dan teknemiz ile dönerken yunuslar bize eşlik ediyor. Mandalay’a gelince Su Taung Pyi Pagodası’na gidiyoruz. Mandalay Tepesi üzerinde kurulu olan bu yere otobüs çıkamıyor, küçük araçlarla çıkıyoruz. Pagodaya ulaşmak için asansöre biniyor, Mandalay’ı panoramik olarak seyredip, güneşi batırıyoruz.
Yürüyen merdivenlerle aşağı inip, rengarenk ışıklarla parlayan Mandalay caddelerinden geçerek otelimize geliyoruz. Mandalay’da Sedona Otel’de kalıyoruz. Düzgün bir Avrupa Oteli gibi. Diğer otellerimiz daha yerel/güzel/ilginçti.
Ertesi gün Amarapura’ya gitmek üzere yola çıkıyoruz. Amarapura Mandalay’a 11 km uzaklıkta bir kasaba. Eskiden Myanmar’a başkentlik ettiği bir dönemde var. Myanmar’da neredeyse başkentlik etmemiş yer yok gibi. O kadar çok başkent değiştirmişler ki, nedeni astroloji, falcılar…
Amarapura’da ilk ziyaretimiz Mahagandhayon Manastırı’na. Kuruluşu 1900’lü yılların başına dek gidiyor. Geniş bir alana yayılmış. Yemekhanesi, bahçede 2-3 katlı pek çok binası ile geniş bir kompleks. Çocuklar burada Pali dilini ve kutsal kitabı öğreniyorlarmış.
Her gün bir hayırsever aile bunlara yemek çıkartıp dağıtıyor. Manastırın bahçesinde gezerek bu yemek dağıtım törenini bekliyoruz. Laos buranın yanında ne ki….Yüzlerce (çoğunluğu çocuk) Monk geliyor.
Amarapura aynı zamanda dokuma, nakış, tahta oymacılık gibi el sanatları atölyelerinin çok olduğu bir yer. Öyle hiçbir şey de çok ucuz değil.
Mahagandhayon Manastırı’ndan çıkınca Şimpiu Töreni ile karşılaşıyoruz. Büyük bir şans. Myanmar’da her erkek çocuğu 7-10 gün manastıra gönderiliyor. Manastıra bağış yapılıyor. Çocuk isterse orada kalmayı seçebiliyor. Manastıra gitmeden önce bir tören yapılıyor. Bu tören için aileler para biriktiriyor. Aynı aileden manastıra gidecek birden fazla çocuk olursa, aileler birleşiyor.
Halalar, teyzeler, ablalar özel süslü kıyafetleri ile özel süslenmiş faytonlar, atlar, kağnılar inekler kortej oluşturup şehir turu atıyorlar. 8-10 yaş dolayındaki erkek çocuklar makyajlı. İmece usulü hazırladıkları yemekleri hep beraber yiyorlar. Manastıra teslim olmadan öncede çocukların saçını kestiriyorlar. Aileler burada kullanılan kıyafetleri kiralayabiliyorlarmış. Bir erkek çocuğu için bu törenin ne zaman yapılacağına da astrologlar karar veriyorlarmış.
Şimpiu töreni (Manastıra giriş töreni) sonrası tahta ve nakış işçiliği olan bir yerde alışveriş için durduk. Tik ağacından yapılmış yatan buda aldım. Daha sonra Mahamuni Pagoda’ya gittik. Buradaki Buda tüm dünyadaki en orijinal beş Buda’dan biri. Ama altın varak yapıştıra yapıştıra orijinal formatını kaybediyormuş. Mahamuni Pagodası işçilik açısından çok görkemli. Tavanları, sütunları, oyma işçilikler müthiş. Pagodaların çoğunda olduğu gibi giriş koridoru yerel pazar.
Mahamuni Pagoda Shewedagon Pagoda’dan sonra Myanmar’ın en kutsal ikinci önemli dini yeri.
Daha sonra altın varak yapımını görmeye gittik. Altın varağı makinalar yapamıyormuş. Saatlerce döverek altını inceltiyorlar. Buralara dek gelmişken anı olarak bir çift altın varaklı küçük baykuş aldım.
Ülkenin son kralı Thibaw 130 yıl önce sürgüne gönderilmiş. Şimdi onun oturduğu sarayı, surlarını dışarıdan göreceğiz. 1916 da kralın ölümü ile ailenin ülkeye girişi serbest bırakılmış. Ama baskı ve ev hapislerinde yaşamak zorunda kalmışlar. Kraliyet ailesi Aung San Suu Kyi nin iktidara gelişi ile rahatlamış.
İkinci Dünya Savaşı’nda Japonların silah deposu olarak kullandığı sarayın surlarının bir kısmı yıkılmış. Bu bölgeye turistler polis kontrolünde girebiliyorlar.
Daha sonra mermer Buda’yı görmeye Kyauktawgyi Pagodası’na gidiyoruz. Pagodanın mimarisinin astronomiden esinlenerek yapıldığı söyleniyor. İçinde yekpare mermerden oyulmuş dev bir Buda heykeli, 80 tane küçük Buda heykeli var.
Şimdi Shwenandaw Manastırı için yoldayız. Kral Thibaw tarafından geleneksel Burma mimari tarzında yaptırılmış. Duvar ve çatılarını Budist masallarında geçen olay ve kahramanların tik oymaları süslüyor. Bugün kraliyet döneminden kalan orijinal tek saray. Amerikalıların yardımı ile onarılmış ve koruma altına alınmış. Kapısına da yazının altına Amerika bayrağını basmış.
Şimdiki rotamız Kuthodaw Pagoda. Burada 729 Stupa var. 1850’li yıllarda Teravada Budizmi ile ilgili Pali diliyle yazılan kitap, mermer üzerine kazınmış.
729 stupadaki yazıtlar tek bir kitap oluşturuyor. 2013 yılında Dünya Mirası Listesi’ne alınmış. 2400 rahip kitabı ancak 6 ayda okuyabiliyormuş. Dünyanın en büyük kitabı olduğu söyleniyor.
Bugün güneşi U Bein Köprüsü’nde batıracağız. U Bein Köprüsü Amarapura‘da Taungthaman Gölü üzerinde 1850 de inşaa edilmiş. Dünyanın en eski ve uzun tik köprüsü olduğu düşünülüyor. 1.2 km. uzunluğunda. Çürüyen tik direklerin bazıları beton direkler ile değiştirilmiş.
U bein Köprüsü turistler için bir cazibe merkezi. Güneşin batışı muhteşem.
Artık günü bitirdik. Otele dönmeden önce yakutları ile meşhur Myanmar’da bir satış mağazasına uğruyoruz. Fiyatlar anormal pahalı. Kimse bir şey almıyor.
Ertesi sabah Mandalay’a gitmek için sabah erkenden yola çıkıyoruz.
Yolda önce Sagaing’e uğradık. Ayeyarwady Nehri üzerinde tepeleri Budist Tapınakları ile dolu bir yer, Mandalay’a 20 km.
Önce U Min Thonze Pagodası’na gidiyoruz. Burada hilal şeklinde dizilmiş 45 yaldızlı buda var. Hepsinin boyutları ve yüz ifadeleri farklı.
Sagaing Tepeleri’nden sayılamayacak kadar çok olan pagodaları, stupaları fotoğraflıyoruz.
Daha sonra Soon U Ponya Shin Pagodası’na gidiyoruz. Sagaing’i 37 tepesinden birinde kurulu bir pagoda. Foto çekmek paralı.
Nehrin üzerindeki asma köprüden geçen aracımızı nehir kenarında terk ediyoruz. Ava (Inwa) kalıntıları arasında gezeceğiz. Bizi bekleyen ikişer kişilik faytonlarımıza biniyoruz.
Ava (Inwa) Myanmar’ın eski başkentlerinden biri. Günümüze depremlerden sadece harabeler kalmış. Bizde bu harabeler arasında geziniyor, öykülerini dinliyoruz. Sonra tekrar faytonlarımıza biniyor Bagaya Manastırı‘na gidiyoruz. Mandalay’dan 18 km uzaklıktayız.
Bagaya Manastırı geniş çeltik tarlaları, palmiyeler, muz ağaçları arasında, 1800’lü yıllardan kalma tikten yapılmış, yaşayan bir manastır. Ders yapan öğrenciler var. Onların defterlerinin resmini çekiyorum. Rehber 267 devasa tik ağacı kullanıldığını söylüyor. Buradaki küçük Budistler de dinazorlara meraklı. defterlerine çizmişler.
Muz tarlalarının arasında faytonumuzla tozun altında yol alıyoruz Myanmar mimarisinin özelliklerini taşıyan Gözetleme Kulesi’ne gidiyoruz. Depremler dolayısı ile harap, çıkmak tehlikeli.
Daha sonra 19 yy Burma mimarisi izlerini taşıyan Maha Aung Mye Bom San Manastırı’na gidiyoruz.
Motorlarımıza binerek Ava’dan ayrılıyoruz. Ava karadan suni olarak koparılmış bir ada. Otobüsümüze binerek havaalanına doğru yola çıkıyoruz. Mandalay Yangon arası uçuş 30 dakika. Otele gitmeye zamanımız yok. Hemen yemeğe gidiyoruz. Bu gece Myanmar’daki son gecemiz. Yine Kandawgyi Palas’ta kalacağız.
Akşam yemeği müthiş bir atmosferin olduğu, 1990’dan beri Myanmar’da yaşayan bir İsviçrelinin işlettiği Planteur isimli nehir kenarında bir gurme yeri. Çok iyi bir şarap kavı var. Bir füzyon mutfağı.
Ertesi gün Myanmar’dan ayrılıyoruz.
Son Söz
Myanmar hala George Orwell ‘ın Burma’sından izler taşıyor.Henüz çok fazla değişmiş bir ülke değil,ama görmek için acele etmek lazım,hızlı bir değişim var. Çin’in enerji köprüsü olan bu ülkeyi emperyalist güçler pek rahat bırakmıyacaklar. Myanmar daha çok değişecek.
Size kendi öykümüzün en başını anlatacağım; bugün bin bir telaş, hırs, çaba içinde sürüklendiğimiz uygarlığımızın ilk günlerini… Bundan binlerce yıl önceydi; bu toprakların ilk konuklarının, hayvanları avlayarak, otları toplayarak oradan oraya sürüklenmekten vazgeçip yerleşik hayata geçmeye başladıkları dönemlerdi. Bugünün tarihlemesiyle Neolitik- Kalkolitik dönemde bu toprakların ilk yerleşimcileri belki de o dönem için metropol sayılabilecek bir yerleşim kurdular Çatalhöyük’te. O zamana kadar bulduğunu/avladığını yiyen insanlar yavaş yavaş yerleşik düzene geçmişler, tohumları ıslah etmişler ve tarım faaliyetlerine başlamışlardı. Yani esas hikaye yeni yeni başlıyordu.
Aslında yüz binlerce yıldır mağaralarda yaşayan insanlar ne oldu da, o mağaraları terk edip derme çatma kulübelerde yaşamaya başladı; bu durum daha tam olarak bilinemiyor. Neolitik dönemi biraz da insanların barınak yapıp yerleşik düzene geçişle ilişkilendiren tarihçilerin sayısı epeyce fazla. İnsanlar tarıma başladıkları dönemde yerleşik düzene de geçmişler. Öte yandan paleolitik döneme ait yerleşim yerlerinin bulunduğunu savunanlar da var. Ama genel olarak üzerinde anlaşılan nokta, Neolitik çağ yerleşimlerinin Yakın Doğuda başlayıp Anadolu üzerinden yayıldığı hususu…
Aslında Anadolu’da Çatalhöyük öncesine tarihlenen yerleşimler bulunmakta. Buğday ve arpanın ıslah edilip küçükbaş hayvanların evcilleştirilmesiyle insanlar mağaralardan çıkıp köy yaşamına geçtiler; tabi birden olmadı bu! Bir yandan avcılık ve toplayıcılık sürerken bir yandan tarıma geçildiği, hatta tarım olmadan da köylerin oluştuğu yerler saptanmış. Anadolu’da saptanan ilk yerleşim yeri Batman ili, Kozluk İlçesindeki Hallan Çemi imiş. “Çanak Çömleksiz Neolitik Dönem” olarak adlandırılan bu zamanda yerleşim yerleri etrafında nüfus artmış. Bu dönemin en önemli malzemesi obsidyen Niğde-Nevşehir-Aksaray üçgeninde bol miktarda bulunmaktaymış. Kesici, delici, kazıyıcı alet yapımında kullanılan bu volkanik taş, daha güneydeki bölgelerde de tespit edilmiş. Bu durum o dönemde bile ticaret olduğuna delil olarak kabul ediliyormuş. Yakın doğu coğrafyasında buğday ilk olarak Urfa çevresinde, M.Ö. 8500’lerde yetiştirilmiş. Köpek ise ilk evcilleştirilen hayvanmış; köpeklerin insanlara koşulsuz güveninin temeli binlerce yıl öncesine dayanıyor galiba, ama kaç kez hayal kırıklığına uğramışlardır kim bilir… Orta Anadolu Neolitiği ise Yakın Doğudan biraz farklı olmuş. Gerek mimari açıdan gerekse üretim biçimleri ve beslenme açısından hızla gelişmiş.
Bu süreçte belki de M.Ö. 7000’ler civarında devrim niteliğinde bir gelişme yaşanmış ve insanlar kilden kaplar yapmaya başlamışlar. Böylece Çanak Çömlekli Neolitik Dönem başlamış. Zamanla çanak çömlek yapım teknikleri gelişmiş ve astar, perdah ve bezemelerle toplumun kültürüne ışık tutan eserler haline gelmiş… İşte Çanak çömlekli Neolitik Dönemini Anadolu’da en iyi yansıtan yerleşme yeri Çatalhöyük’müş. Çanak çömlek kullanımı yerleşik hayatın da bir göstergesi olarak kabul edilmekte; bu ağır ve kırılgan malzemelerin avcı toplayıcı toplulukların kullanımı için uygun olmadığı genel kabul görmekte. Daha önce de bitkilerden, ahşaptan kaplar yapılıyormuş tabi; ama kilden yapılan çanaklar hem insanın sistemli üretime geçmesi, hem dekoratif sanat uygulamaları, hem de Karl Marx’ın üzerine sistemler kurduğu, sistemler yıktığı artı değerin saklanması açısından önemli.
Bugün Konya iline bağlı Çumra İlçesi’nin 10 kilometre doğusuna düşen Çatalhöyük’te M.Ö. 7500’lere giden bir yerleşimin izleri sürülmekte. Çatalhöyük’e girdiğinizde hem bize çok yabancı hem de bizim bir parçamız olan bir yere gelmişsiniz gibi hissediyor insan. Girişte hemen sağda Çatalhöyük evlerinin örneklerini görmek mümkün. Binlerce yıl öncesinden geriye ne kalmışsa; biraz ilerideki yaşam yerlerinin canlandırmaları… Evlere küçük pencerelerden geçiş sağlanmış ve en tipik bezemeler sergilenmiş. Evlerin hemen arkasında, Çatalhöyük kazılarında çıkan ana tanrıça figürininin heykeli ve kazı aşamalarının sergilendiği bölüm bulunmakta. Burası Çatalhöyük hakkında bilgilendirmeler, resim ve videolarla desteklenmiş.
Arkada ise iki tepe üzerine kurulu iki yerleşim yeri durmakta; üstü kapatılmış çadırlar içinde… İşte bu tepelerden dolayı buraya Çatalhöyük deniyormuş. Doğu Höyüğü daha yukarda ve daha uzun. M.Ö. 9000’lerden itibaren burada yerleşim başlamış, M.Ö. 7500’ler itibariyle büyük bir yerleşim alanı haline dönmüş… Çanak Çömleksiz Neolitik Döneminden başlayıp Çanak Çömlekli Neolitiğin tüm safhalarının yaşandığı bir yer burası. M.Ö. 5900’lerde de birden terkedilmiş. M.Ö. 6000’lerde yerleşimin arttığı Batı Höyüğü ise Erken Kalkolitik Dönemin özelliklerini taşıyor. Burası da M.Ö. 5600’lerde terkedilmiş. Biraz iklim değişiklikleri, biraz diğer yerleşim yerlerinin ortaya çıkması, eh belki biraz da tebdili mekanda ferahlık vardır düşüncesi; artık nedense Çatalhöyük birden terkedilmiş ve uzun bir uykuya dalmış. Binlerce yıl sonra 1961-1963’teki kazılarla burası derin uykusundan uyanıp gün yüzüne çıkmış. Kazılarda 13 yapı katı ortaya çıkarılmış, ama şehircilik yapısının ağırlıklı olduğu bölümler 7. ve 11. katlarmış.
Doğu Höyüğü tek katlı evlerden oluşmakta. Evlerin duvarları birbirine bitişik ve arada sokak yok; içlerine damdaki bir delikten merdivenle giriliyor. Yaklaşık 450 x 275 metrelik bir alana yayılmış olan Höyükte aynı duvarı kullanarak yan yana dizilen dikdörtgen planlı, düz damlı ve tek katlı kerpiç yapıları yukarıdan görebilirsiniz; tavanları yıkılmış; ama evlerin içi, duvarları zamana dayanmakta. Ahşap, kerpiç ve kamış malzemeleriyle yapılmış evler geniş bir oda, kiler ve mutfaktan oluşuyor ve birbirine benzer planlı. Ölüler ise evlerin içine gömülmekte. Ancak kuzeye bakan daha geniş bir yapının, iç düzenlemelerinden dolayı tapınak olduğu düşünülmekte… Yukarıdan tam seçemeseniz de evlerin duvarlarına sıva çekilmiş ve üzerlerine kırmızı, siyah, sarı tonlarda resimler yapılmış (Bu resimler müzelerde sergilenmekte). Resimler genelde geometrik desenler, yıldız, çiçek gibi motiflerin yanı sıra insan figürleri, insan elleri, av sahneleri, muhtelif hayvan figürleri olarak görülmekte. Kazı alanında bulunan heykelcikler ise ana tanrıça kültürünün başlangıcını göstermekteymiş. Figüratif desenli duvar resimlerinin yanında duvarlara yerleştirilmiş boğa başları ve boynuzları o dönemin inanç sistemi ile ilişkilendirilmiş. Duvardaki boğa başlarının bir kısmı kabartma olarak yapılmışken bir kısmı gerçek boğa başının kille sıvanmasıyla elde edilmiş. Duvar resimleri, önceleri paleolitik dönemden kalma avın bereketiyle ilgili tasvirlerken daha sonra av sahneleri azalmış, kuş motifleri ve kuş desenleri görülmeye başlamış. Duvarlarda görülen akbabalar tarafından parçalanan başsız insan figürleri, ilk başta Çatalhöyük ölü gömme adetiyle ilgili bir uygulama olarak görülmüşse de bunun doğru olduğunu gösteren bir delil bulunamamış; evlerin içine gömülenlerin başı, kolu hep tam.
Batı Höyüğü ise derinlemesine yerleşimin olduğu bir bölge. Burada evler yine birbirine bitişik, ama artık çok odalı ve iki katlı evler de görülmekte. Boşuna metropol demiyoruz; kat üstüne kat çıkmalar başlamış… Daha derin ve katmanlı bir yerleşim yeri olan Batı Höyüğünde, ev dekorasyonları da çeşitlenmekte. Bu dönemlerde Konya bugünkü gibi bozkır değil; Beyşehir’i besleyen ırmaklar buraları yemyeşil bir vaha haline sokmakta. Artık iklim mi değişiyor, coğrafya mı verimsizleşiyor, ne oluyorsa oluyor; önce Doğu, sonra Batı Höyükleri birdenbire terkediliyor. Bu konuda ilgimizi çekecek bir görüş var. Nisan 2019’da basında ‘Avrupalılar Konyalı mı’ gibi bir başlıkla yer aldığı üzere, Neolitik Döneminin Çatalhöyüklü insanlarının DNA’sı, özellikle Güney Doğu Avrupa insanlarınınkiyle karşılaştırıldığında, benzer DNA yapısına sahip oldukları görülmüş. Prof. Dr. Mehmet Özdoğan’a göre, bu Çatalhöyük’ten olan göçlerin bir neticesi. Yani Anadolu’dan Avrupa’ya göçün tarihi Neolitiğe kadar gidiyor.
Çatalhöyük’te ilk dönemde ölülerin yerleşim yerlerinin altına gömülmesi geleneği var. Ölüler genelde hoker pozisyonunda gömülmüş. Evin tapınak olarak nitelendirilen törensel kısmının tabanına gömülen aile bireylerinin mezarlarına ölü hediyeleri de konmuş. Ölü hediyesi olarak kemikten yapılmış aletler, renkli taşlar, taş baltalar, deniz kabuklarından yapılan objeler konmuş. 2000’lerde yapılan kazılarda bulunan elinde kireçtaşı kaplı bir kafatasıyla gömülmüş yaşlı bir kadın ise arkeologları bir hayli şaşırtmış. Öte yandan, son zamanlarda yapılan DNA testleri, gömülen bedenlerin birbiriyle akraba olmadığını göstermekteymiş; ama bu girift ilişkiler yumağı beni aşar…
Çatalhöyük’te çıkarılan ana tanrıça figürinleri, kadınların toplum içindeki yerini, kutsallığını, doğurganlığını sembolize etmekteymiş. İki yanında leoparla tasvir edilen kadın figürinleri ise, kadının kutsal gücünü ve doğaya olan üstünlüğünü göstermekteymiş. Bu durum kadın doğurganlığı ile toprağın verimliliği arasında kurulan ilk bağlantılar olarak kabul edilmekteymiş. Kadın figürinleri, ya doğrudan tanrıçayı ya da onu temsil eden simgeleri betimlemekteymiş. Öte yandan Çatalhöyük’te 50 civarında figürin bulunmuş. Bunların çoğu da karınları, kolları, memeleri, bacakları abartılı işlenmiş her yaştan kadın tiplemesiymiş; hatta doğurma pozisyonunda tasvir edilen figürinlere de rastlanmış. Erkek figürler ise yerleşimin ilk dönemlerine aitmiş. Tanrıça tasvirleri yanında hayvan şeklinde adak heykelcikleri de bu bölgede sık rastlanan eserlerdenmiş. Bu heykeller genelde 5-15 cm boyutlarında olup pişmiş toprak ve taştan yapılmış.
Çatalhöyük seramikleri genelde kahverengi, siyah ve kırmızı renkte oval biçimde yapılmış. Daha sonraları ise çanaklar üzerinde geometrik desenler görülmeye başlanmış. Burada bulunan deniz hayvanı kabukları ve obsidyen aynalar, o dönemde de insanların süslenmeye zaman ayırdığının göstergesi. Duvar resimlerinden yün, hayvan kılı, bitki liflerinden dokumalar ve hayvan derilerinin giysi olarak kullanıldığı tespit edilmiş. Çatalhöyük’te gün ışığına çıkarılan çakmaktaşı veya obsidyen aletler, boncuk kolyeler, silahlar, kemik iğne ve saplar yanında bir mezar hediyesi olduğu anlaşılan kemik saplı çakmak taşından yapılmış hançer en kayda değer bulgulardan…
Çatalhöyük önemli… Gerçi Göbeklitepe’den sonra tüm bilinenler altüst olduğu için bu öneme biraz gölge düştü. Ama yerleşik topluma geçiş aşaması açısından Çatalhöyük’ten daha eski yerleşim yerleri olsa da, Çatalhöyük bir mihenk taşı oluşturuyor. Elbette ilk yerleşim alanları Bereketli Hilal’de görülmüş; aynı yapılaşma sürecine oralarda da rastlanmış. Ama Çanak Çömlekli Neolitik deyince Çatalhöyük en iddialı yerlerden. Burada daha çok tapınak var. Tapınaklar yapı olarak değil de bezemeleriyle öne çıkıyor. Buradaki duvar resimlerine başka yerlerde rastlanmış değil. Tarımın uygulanış ölçeği, buğday, arpa, burçak, mercimek ve bezelyenin üretilmesi, koyun ile köpeğin evcilleştirilmesi, ama hepsinden önemlisi büyüklüğü, Çatalhöyük’ü döneminin diğer yerlerinden farklı hale getiriyor.
Çatalhöyük’ün bir başka önemi daha var. 1950’lere kadar dünya tarihçileri Anadolu’da Neolitik bir kültürün olmadığına karar vermişler. Bunun alt metni Anadolu’nun hep taşıma uygarlıkların bulunduğu bir yer olduğu; kısaca uygarlıktan nasibini almamış bir yer olması… Ancak 1950’lerde James Mellart’ın önce Burdur Hacılar Köyünde, sonra da Çatalhöyük’te başlattığı kazılar ile Anadolu’da da hatırı sayılır bir Neolitik dönem yaşandığı ortaya çıkmış. Çatalhöyük bugün Ön Asya’nın en yüksek kültürlü Neolitik Dönem yerleşkelerinden biri olarak kabul ediliyor ve 2012’de UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yerini almış durumda. Gerçi Priamos Hazineleri olayından sonra önceleri Mellart’ın Türkiye’de çalışmasına izin verilmemiş. Ama Çatalhöyük’ün gün ışığına kavuşmasında en önemli rolü Mellart oynamış ve 1958 yılında keşfedilen bölge 1961-1965 yılları arasında Mellart tarafından insanlığa kazandırılmış. Sonra 1996’ya kadar durgun geçen araştırmalar, Ian Hodder başkanlığında yeniden incelenmeye başlamış. Çatalhöyük her gün yeni bir bulguyla hala insanları şaşırtmakta.
Çatalhöyük’ü anlamak için elbette Konya’daki kazı alanına gitmek gerek. Çatalhöyük, Konya’nın 52 km güneydoğusundaki Çumra ilçesinin 11 km kuzeyinde yer almakta. Ulaşım biraz zor. Eğer aracınız yoksa, Karatay Terminalinden Çumra’ya gidip oradan taksi tutmanız gerekir. Özellikle kış döneminde Çumra otobüs saatlerini iyi araştırın. Aracınız varsa Karaman’a doğru giden yoldan Çumra’ya gidip oradan tabelaları takip ederek Çatalhöyük’e varabilirsiniz. Bir diğer yol ise; Saraçoğlu Mahallesi istikametinde gidip Erler Köyüne varılıyor, Küçükköy’den sağa dönüp 5 km gidince ören yerine varılıyor. Aynı yol üzerinden Ereğli’ye doğru giden otoyol üzerinde Hayıroğlu Köyü tabelasına kadar düz gidip oradan sağa döndükten sonra, Hayıroğlu’na kadar ulaşıp oradan yine sağa kıvrılarak kanal boyunca süreceğiniz bozuk bir yoldan Çatalhöyük tabelasını görünceye kadar yaklaşık 5 km gideceksiniz. Toz toprak bir yoldan, ama ayçiçeği tarlaları arasından yapacağınız bu yolculuktan sonra tabelayı gördüğünüz yerden sağa dönüp 2 km gidince karşınızda Çatalhöyük’ü bulacaksınız. Ören yeri 09:00’da açılıyor, kışın 17:00’de, yazın 19:00’da kapanıyor; giriş ücretsiz. Ören yeri görevlisi Hasan Bey, ilk bilgileri size verecektir.
Ören yerinde yerleşim alanı hakkında ayrıntılı bilgi edinebilirsiniz. Ama burada yaşayanların hayatına yakından bakmak isterseniz, mutlaka Konya Arkeololji Müzesi’ne ve Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne gitmeniz gerekecek. Konya Arkeoloji Müzesi, pazartesi hariç her gün 09:00-17:00 saatlerinde açık ve giriş ücretsiz. Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi ise, her gün 08:30-18:30 saatleri arasında gezilebilir. Çatalhöyük’ün önemini Anadolu Medeniyetleri Müzesinden de anlayabilirsiniz. Anadolu’daki uygarlıkların izlerini taşıyan Müze, (replikalardan oluşan yeni eklenmiş küçük bir Göbeklitepe kısmından sonra) Çatalhöyük ile başlıyor; Anadolu uygarlıklarının başlangıcı olarak…
Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde, Çatalhöyük’ün tipik evinin çok güzel bir canlandırması var; her şeyi anlatıyor. Ayrıca bu iki müzede de, duvar resimlerinden, evlerden çıkarılan ölülere, tanrıça figürinlerinden boncuk kolyelere Çatalhöyük’ün gündelik hayatına ışık tutan çok önemli objeleri görebilirsiniz.
Binlerce yıl öncesi diyoruz, ama milyonlarca yıllık geçmişi olan dünyamızda uygarlığın en önemli göstergesi olan yerleşik hayata geçişin ne kadar yeni olduğunu, her şeyin ne kadar kısa bir süre içinde geliştiğini de göstermekte Çatalhöyük. Öte yandan bugün farkında olmadığımız ne çok şey için, bir seramik kap, bir ipe dizilmiş sıradan boncuğun, bugünlere ulaşmamız için ne önemli adımlar olduğunu da Çatalhöyük’te anlıyorsunuz. Burada gezerken sonsuz bir zaman rüzgarının ortasından geçip gittiğinizin farkına varıyorsunuz; seramik kaba çizilen farklı bir desen bile sonrası için önemli bir işaret olarak kalabiliyor. İnsanlarsa binlerce yıldan beri sürgit işleyen bir yürüyen merdivendeymişçesine gelip geçiyorlar bu dünyadan. Ören yerinde dolaşırken binlerce yıl önce aynı yerde buraların ilk konuklarının dolaştığını, hasatın azlığına üzüldüğünü, yeni doğan çocuğa sevindiğini, burada en sevdiğini kaybettiğini ya da sevgilisine kavuştuğunu, buralarda da bir zamanlar şimdiki gibi bir hayatın devam ettiğini düşünüyor insan ve bir akıp giden döngünün sadece küçücük bir parçası olduğunu hissediyor.
Binlerce yıllık tarihin ağırlığı sinmiş gibi buralara. Onca yılın insanı, onca yılın çabası, bütün öykünün başlangıcı; düşününce insanın başı dönüyor. Çatalhöyük’ten çıkarken, sanki binlerce yılın insanı binlerce yılın diliyle fısıldaşıyordu arkamdan; ne kadar küçüksünüz, ne kadar da geçici…
Lviv, Ukrayna’nın son yıllarda çok turist çeken şehirlerinden ve Avrupa’nın gözde şehirleriyle yarışacak güzellikte. UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Lviv eski şehir bölgesi adeta masal şehri havasında.
Ukrayna’nın batısında yer alan Lviv Doğu Galiçya’nın başkenti olarak biliniyor. Ukraynalılar tarafından Lvov olarak adlandırılan şehirde 860,000 kişi yaşıyor. Polonya sınırına sadece 70 km uzaklıkta ve ülkenin Sovyet etkisi en az görülen bölgesi. Şehrin mimarisi, kültürü, insan yapısı daha çok bir Orta Avrupa şehrini andırıyor. Gizemli ve mimari açıdan sevimli şehir, arnavut kaldırımlı sokakları, kavrulmuş kahve kokulu kafeleri ve çıngıraklı tramvaylarıyla Ukrayna’nın diğer şehirlerinden de farklı bir ruha sahip.
Nüfusun % 88’ı Ukraynalı diğer yerleşiklerin çoğunluğu Rus ve Polonyalılar. Para birimi Ukrayna Grivnası ve Türk Lirasına göre hala değersiz gözüküyor. Ülkedeki en iyi otellerin bulunduğu Lviv’de konaklama ve yeme-içme mekanlarında yabancı dil bilen personel Ukrayna’nın diğer şehirlerine göre daha fazla. Şehrin çoğu bölgesinde wi-fi ulaşımı var.
Ülkemizde oldukça popüler olan Lviv, ziyaretçilerine, mimarisinden kültürüne, eğlence yaşamından mutfağına keyifli bir gezi sunuyor. Kiliselerin ağırlıkta olduğu tarihi binalarıyla, heykel ve anıtlarıyla mimaride, göz dolduran performansların icra edildiği tiyatro ve operalarıyla kültürde, çikolata, kahve ve bira üretimiyle gastronomide, yıl boyu 100’den fazla festivalleriyle Ukrayna’nın kültür başkenti olarak da tanımlanıyor. Tarihimizde önemli rolü olan Hürrem Sultan’ın doğum yerinin de Lviv’e yaklaşık 2 saat mesafedeki Rohatyn Kasabası olduğunu belirtelim.
Lviv kelimesi Rusça “Aslan Şehir” anlamına gelen ‘Lev’ kelimesinden türetilmiş. Neredeyse her sokağın başında, her meydanın ortasında, her tarihi yapının duvarında aslan heykeline rastlanıyor, şehirde üç binden fazla irili ufaklı aslan heykeli olduğu söyleniyor.
Şehirde birbirinden çok farklı dönemlerde yapılmış değişik mimari tarzlar görülüyor. Ukrayna’da bulunan mimari anıtların yarısından fazlası Lviv’de bulunuyormuş. Eski şehirdeki sarayların çoğu Lviv’in Polonya’nın yönetiminde olduğu 1600’lü yıllara dayanıyor ve neredeyse tamamı İtalyan mimarlar tarafından tasarlanmış. 1700’lerin sonunda Avusturya yönetimine giren Lviv’in, Svobody ve Shevchenko Bulvarları üzerindeki görkemli binaların çoğunda da Avusturya’nın etkisi bulunmaktadır.
Ukrayna’nın en ünlü ressamı, şairi ve kahramanı 1814-1861 arasında yaşayan Taras Shevchenko ismi Ukrayna’nın birçok şehrinde olduğu gibi Lviv’de de sokaklara ve caddelere verilmiş. Şairimiz Nazım Hikmet’in Ukrayna’lı şair ile hikayesini de yeri gelmişken anlatayım. Nazım Hikmet Shebchenko’nun hayranı olarak 1956’da Shevchenko Müzesi’nde üst katta sergilenen Shevchenko’nun kalemini görmek istemiş. Ancak kısa süre önce kalp ameliyatı geçirdiğinden merdivenleri çıkamamış. Müze müdürü kalemi yerinden alıp aşağı kata getirmiş. Nazım Hikmet bunun ardından “Şevçenko’nun Kalemi” adlı şiirini yazmış.
Kapısından içeri girer girmez Şevçenko karşıladı beni Gözlerini görür görmez Eğildim, öptüm elini Oturduk aynı sofrada, ekmeğini yedim Dnepr’in suyunda yüzümü yudum Ustam, bahtı karalığı bilirsin dedim Arzettim memleketimin halini Konuştuk şiir üstüne Yüreğim gibi dedi, yana yana Şiir düşmeli, dedi, halkın önüne Verdi bana kalemini
Yiğidin hakkını da yiğide verelim. Lviv’in kızları inanılmaz güzel, hepsi gerçekten çekici ve çok şık görünüyor. Nüfusun büyük kısmı kadınlardan oluşuyor ve sokaklarda adeta bir podyumda geziyormuş gibiler.
Kısa Tarihi
Lvov 1256 yılında Galiçya Kralı Daniel tarafından kurulmuş ve 14. yüzyılda Polonya yönetimine girmiş. Lviv Krakow, Varşova, Gdansk ve Vilnius ile birlikte Polonya-Litvanya Ortaklığının en önemli şehirleri arasında yer almış. Polonyalılar, Yahudiler, Ukraynalılar, Almanlar yüzyıllarca beraber yaşamışlar.
1772’de şehir Habsburglar tarafından ele geçirilmiş. Avusturya döneminde Galiçya’nın başkenti Lemberg olarak biliniyormuş. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun 1918’de dağılmasının ardından şehir tekrar Polonya’ya iade edilmiş.
II. Dünya Savaşı sonunda Stalin Sovyet sınırını batıya doğru genişletmiş ve Lviv SSCB’nin bir parçası olmuş. 1991 yılında Ukrayna’nın bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte bağımsız Ukrayna Cumhuriyeti’nin kültür şehri olmuş.
Çok kültürlü yapı II. Dünya Savaşı sonrasında neredeyse tamamen sona ermiş. Almanlar, Ukraynalı milliyetçilerin de yardımıyla o sırada Lviv’in nüfusunun yaklaşık üçte biri olan Yahudilerin çoğunu öldürmüş. Nüfusun yaklaşık % 65’ini oluşturan Polonya nüfusu savaş sırasında ve savaşın sonunda, ilk önce milliyetçi terör nedeniyle, ardından Sovyet Hükümeti tarafından ülkelerine dönmek zorunda bırakılmış. Nüfusun büyük kısmını oluşturan Polonyalı ve Yahudilerin sayısı azalmış. Halen bazı eski dükkanlarda Polonya, Yidiş ve Almanca bazı yazılara rastlanılmaktadır.
Lviv’in Avrupa’ya yakınlığı ve yabancılara açıklığı nedeniyle kentin bu çok kültürlü yapısı son yıllarda yeniden canlanmaya başlamış. Bugün şehirde hemen her ülke ve dinden insan görebilirsiniz. Acılar unutulmuyor ama herkes bir şekilde yaralarını sarmayı başarmış gibi. Şehirde küçük bir Yahudi topluluğu bile varmış. Lviv’deki birçok üniversite dünyanın her yerinden gelen öğrencileriyle bu çok kültürlülüğe katkı yapmaktadır.
Euro 2012 Futbol Turnuvası düzenlenmeleri ile şehir turist dostu hale getirilmiş. Şehirdeki sokak tabelaları hem Ukraynaca hem de İngilizce.
Ulaşım
Lviv’e seyahat etmek oldukça kolay. Uçağın yanı sıra uluslararası ve ulusal tren ve otobüsler de ulaşım seçenekleri arasında.
İstanbul’dan Lviv’e THY ve Pegasus’un düzenli seferleri bulunmakta. Yolculuk 1,5 – 2 saat sürmektedir. Yolcuğunuza Kiev’den başlamak isterseniz Kiev’den (UIA, UTair Ukraine, Dniproavia) günlük 4-5 uçuş yapılmaktadır. Lviv havaalanı eski şehir merkezine sadece 7 km uzaklıkta.
Lviv Havaalanı’ndan taksi, günün saatine ve pazarlık gücünüze bağlı olarak yaklaşık 50-100 Grivna tutmaktadır. Havalimanından şehir merkezine troleybüsle ve otobüsle ulaşılabilir. 29 numaralı troleybüs 5 Grivna, 48 numaralı otobüs 7 Grivnadır. Her iki araç da 10–15 dakika arayla kalkmaktadır. Tren garına kadar giden hızlı otobüs ise 20 Grivnadır.
Lviv’e Gdansk, Kraków, Przemyśl ve Varşova gibi Polonya şehirlerinden, Moskova’dan, Prag ve Budapeşte’den uluslararası trenlerle de Lviv’e ulaşılabilir. Kiev ve Odessa ile diğer Ukrayna şehirlerinden Ukrzaliznytsia tren seferleri var. Kiev ve Lviv arasında yolculuk 9 saat süren daha ucuz trenler olduğu gibi 5 saat süren hızlı trenler de var.
Ana tren istasyonu, Lviv eski şehre kısa bir tramvay yolculuğu mesafesindedir. Merkeze 1 ve 9 numaralı tramvaylarla ulaşabilirsiniz. Biletler 5 Grivnadır ve sürücüden satın alınabilir. Uluslararası otobüslerin bir kısmı ana tren istasyonunda da durmaktadır.
Lviv’de eski şehirde birçok yer yürüme mesafesindedir. Lviv’de tramvay, otobüs ve matruşkalar ile şehir içi ulaşım sağlanabilir. Uzak bir yere örneğin Lychakiv Mezarlığı’na gitmek istiyorsanız tramvay kullanabilirsiniz. Biletler sürücüden ve gazete büfelerinden alınabilir, tek yönlü bilet ücreti 5 Grivnadır. Sırt çantasından daha büyük bir bagaj taşıyorsanız, bunun için ikinci bir bilet almanız gerekecektir. Ceza ödememek için tramvaya binince biletlerinizi onaylatmanız gerekir. Her an bilet kontrolü ile karşılaşılabilir.
Matruşkalar 5 Grivna ve bizdeki dolmuşlar gibi bir zaman çizelgesi olmadan belirlenmiş rota izlerler. Binmek için marşrutka yaklaşırken elinizi kaldırın ve inmek istediğinizde de sürücüden durmasını isteyin, en yakın otobüs durağında durabilirler.
Uygun fiyatlı taksi için Uber veya Ukraynalı Uklon uygulamasını indirebilirsiniz. Bunlar Lviv’de çok yaygın olarak kullanılıyor, şehirdeki herhangi bir yere yaklaşık 40 – 60 Grivna civarı gidebilirsiniz. Şehirde diğer taksilerde taksimetre yoksa mutlaka binmeden pazarlık yapın.
Turist otobüsleri ve Chudo Train isimli turistik treni de şehir turlarında kullanabilirsiniz. Kulaklıkla verilen rehberlik hizmetlerinde Türkçe dinleme şansınız da bulunmaktadır. Otobüsler 150 Grivna, 40 dakika süren tren yolculuğu için de tur ücreti 110 Gravni idi bizim bulunduğumuz Ağustos/2019’da.
Konaklama
Ukrayna’daki en çok konaklama yerine sahip şehir Lviv fiyat ve kalite açısından da geniş bir yelpazede seçenek sunuyor. Booking.com veya Airbnb.comdaki seçeneklere göz atmanız yeterli olacaktır. Eğlenceden uzak kalmamak ve gezilecek noktalara yakın olmak için Rynok Meydanı yakınlarında kalmanız önerilir.
Lviv’deki en eski ve prestijli, ünlü kişilerin de kaldığı George Hotel 1901’de açılmış. Otel, eski kentte Shevchenko Bulvarı’na açılan Mickiewicz Meydanı’nda bulunuyor. Bu kalitede tarihi bir otelin çok pahalı olacağı düşünülse de Avrupa’daki benzer otellere göre daha uygun fiyatlı. Popüler Glory Cafe de George Hotel’in altında bulunuyor.
Nobilis Otel, Mykhailo Hrushevskyi Meydanı’nın karşısındaki Shevchenko Bulvarı üzerinde bulunan muhteşem 5 yıldızlı bir otel. Hotel Atlas Deluxe, Nobilis Hotel’in hemen sağ tarafında bulunmakta ve Shevchenko Bulvarı’nın sonundaki döner kavşağa bakmaktadır. Grand Hotel Lviv Luxury and Spa, merkezde ve tarihi bir binada bulunmaktadır, içi çok modern yenilenmiş. Ibis Styles Lviv Center, eski şehir ve Shevchenko Bulvarı’na yürüyüş mesafesinde ve iyi bir konumdadır. Luxovski Apartment ve Avenue Apartment daire isteyenler için mükemmel fiyat ve konuma sahipler.
Gezelim Görelim
Şehirdeki üç ilginç anıtla şehri tanımaya başlayalım. Lviv Üniversitesi Coğrafya Fakültesi’nin arka bahçesine yerleştirilmiş insan boyunda dev bir çanta olan Sırtçantası Anıtı dünyada sırt çantasına adanmış ilk anıt. Bu heykel farklı ülkelerden ve kuşaklardan insanların birliğini sembolize ediyor. Baca temizleyicisi, “House of Legends” adlı restoranın çatısında oturan şapkası kolunun altında bir adam heykeli. Üzerinden bozuk para atmayı başarırsanız, gelecek yılınız neşe ve mutluluk dolu olacakmış!
Çok tuhaf bir balık heykeli olan Gülen Balık Heykeli Virmenska Caddesi’nde bulunmaktadır. Heykeltraşına göre heykel yerli halkı ve turistleri daha çok gülümsemeye teşvik etmeli. Çünkü artık günümüzde böyle samimi bir gülüş çok nadir görülüyor. Geldiğinizde bu gülümsemeyi bulamayabilirsiniz çünkü sanatçı her 4-5 yılda bir heykeli yeniden yapıyormuş.
Tarihin tasarımla, kültürün romantizmle, sakinliğin eğlenceyle buluştuğu bu şehri biraz daha ayrıntılı gezip görelim ne dersiniz!
Eski Şehir-Old Town
Old Town yani eski şehir bölgesi oldukça küçük ve hemen hemen tüm turistik mekanlar birbirinden 5-10 dakikalık bir yürüyüş mesafesinde. Bu bölge aynı zamanda çok hareketli ve renkli. Dolaşırken binalara, heykellere, kafelere, parke taşlı sokaklara ve sokak yaşamına hayran kalmamak mümkün değil. Etrafta birçok kafe, şarap barı ve restoran var.
Rynok’un kuzeyindeki Krakivska Caddesi’yle birleşen Halytska Caddesi buradaki ana caddelerden biridir. En turistik cadde olan Serbska Caddesi’nde de Lviv Handmade Chocolate dahil olmak üzere ilginç barlar ve kafeler bulunuyor. Bir diğer önemli cadde olan Virmenska Caddesi’nde ilginç duvar resimleri ve heykeller var. Bölgedeki gezeceğimiz ilk yer şehrin kalbi ve 500 yıldır Lviv’in siyasal, kültürel, kamusal merkezi olan Lviv Gezi Rynok Meydanı olacak.
Pazar Meydanı-Ploshcha Rynok
Lviv eski şehir, 1998 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesine dahil edildi. Tarihi Pazar Meydanı eski şehrin tam merkezinde bulunuyor. Meydanda 1527 yılındaki büyük yangında zarar gören şehirden geriye kalan yapılar da bulunmaktadır. Bu binaları değerli kılan ise şu anda kente hakim olan Rönesans stilinin aksine Gotik tarzda inşa edilmiş olmalarıdır. Kentin en güzel binalarına ve anıtlarına sahip olan meydan yangının ardından yeniden inşa edilmiş. Burada dört yüzyıl (16-20. yüzyıl) boyunca yapılan çeşitli sanat ve mimari tarzı temsil eden 45 yapı bulunmaktadır. Çoğu üç veya dört katlı binalar olup her katta üç pencerenin meydana baktığı yapılardır. Neden sadece üç pencere meydana bakıyor sorusunun cevabı ise, bir katta sadece üç pencere olursa vergi ödenmemesi. Dört veya daha fazla penceresi olan binaların sahiplerinin zengin olduğu böylece anlaşılıyormuş! Evlerin birçoğu hala ikametgah olarak kullanılıyor, bazıları müze, sanat galerisi ve kafe haline dönüştürülmüş.
Lviv’de yaşam bu meydanın etrafında dönmekte. Kafe ve restoranlarla dolu olan meydan, müzik ve dans ile her an hareketli. Meydan aynı zamanda pazar yeri, sosyal olaylar ve kutlamalar için bir toplanma alanı olarak da kullanılıyor. Rynok Meydanı, insan kalabalıklarının ve sokak sanatçılarının ortaya çıktığı, güzel havanın tadının çıkarıldığı, açık havada şarkı söylenip dans edildiği özellikle yaz gecelerinde çok güzel ve canlı oluyor.
Rynok Meydanı’ndaki önemli yapıları daha yakından tanıyalım.
Belediye Binası – Ratusha
Pazar Meydanı’ndaki ikonik yapıların en ünlüsü olan Belediye Binası ilk olarak 1357’de ahşap olarak inşa edilmiş ve kısa süre sonra 1381’de yanmış. Yangından sonra belediye binasını taştan yapmayı tercih etmişler.
Orta Çağ’ın sonunda, Lviv belediye binası eklektik bir bina topluluğu görünümündeymiş. Binanın orta kısmı, 14. yüzyıldan kalma en eski kısmıymış. Batı kısmı 1491-1504 yıllarında inşa edilmiş. Kompozisyonun en önemli özelliği şehrin en yüksek kulesinin olması.
İnşa edildiği dönemde kent sakinlerinin “Çirkin Baca” lakabı taktıkları belediye binasının girişindeki Lviv’in sembolü olan aslan heykelleri ve saat kulesi en çok ilgiyi çeken kısmını oluşturuyor. Şehrin en iyi manzaralarından birini görebileceğiniz 65 metre yüksekliğindeki kuleye çıkabilirsiniz. Harika şehir manzarası için bilet gişesine kadar 103 basamak sonrasında da kulenin tepesine 305 basamak daha çıkmak gerektiğini hatırlatalım.
1852’de Viyana’da yapılan ve şimdiye kadar Lviv sakinlerine zamanı gösteren kule saatinin yanı sıra kule çatısında her saat başında çalan bir büyük ve her çeyrek saatte çalan bir küçük iki çan bulunuyor. Büyük çan üzerindeki Almanca “İyi uykular, sizi uyandıracağız” yazıyormuş.
Eskiden bu kuleye sadece keşişlerin çıkmasına izin veriliyormuş. Orta Çağ batıl inançlarına göre şeytanın saate yerleşebileceği ve sadece keşişlerin saatin doğru zamanın gösterilmesini sağlayabileceğine dair bir inanış varmış. Binada ayrıca öğlen, binanın güney tarafındaki balkonlardan borazan çalınıyor. Kule, Salı Cuma 10:00-17:00, cumartesi-pazar 11:00-19:00 arası açık ve pazartesi günleri kapalıdır. Bilet ücreti 5 Grivna’dır.
Bandinelli Sarayı-Lviv Tarih Müzesi–Palazzo Bandinelli
Bu güzel bina 16 ve 17. yüzyıllarda Floransalı Roberto Bandinelli’ye ev sahipliği yapmış. Bandinelli, şehri Avrupa ülkeleri ile posta ve düzenli kurye hizmetiyle tanıştırdığından Lviv sakinleri için çok önemli bir figür.
Bina şu anda eski dönem iç mekanlarına, yüksek ve fevkalade şık oyma tavanlara, Floransalı mobilyalara, seramiklere ve duvar halılarına hayranlık duyacağınız Lviv Tarih Müzesi’nin bir şubesine ev sahipliği yapıyor.
Kara Konak-–Lviv Tarih Müzesi – Black House
Meydandaki 4 Numaralı siyah taş bina şehrin dikkat çeken binalarından biri. Cephedeki bir dilenciyle yağmurluğunu paylaşan Aziz Martin figürü, aziz figürleri ve Madonna figürü binada özel bir etki yaratmaktadır. Kum taşından yapıldığından rüzgar ve yağmurun etkisiyle zamanla kararmış.
Bu ilginç bina günümüzde, Lviv Tarih Müzesinin Rynok Meydanı’nda bulunan dört şubesinden birine ev sahipliği yapmaktadır. Müzede Ukrayna’nın kanlı savaşları, direniş hareketleri ve Yahudi Soykırımıyla ilgili rölyeflerle Sovyet nostalji bölümü (eski TV’ler, propaganda posterleri) ve batı Ukrayna’nın 20. Yüzyıldaki çalkantılı dönemine ilişkin eserler yer alıyor. Müzedeki son odada, Sovyetler Birliğinin ölüm kamplarındaki Ukraynalılar, Orange ve Maydan devrimleri ele alınmaktadır.
Kornyakt Sarayı-Lviv Tarih Müzesi
*gpsmycity.com
Lviv Belediye Binası’nın sağındaki bina, Ukrayna’daki 16. yüzyıla ait sivil Rönesans mimarisinin en önemli yapılarından biri olan Korniakt Evidir. Lviv Tarih Müzesi’nin ana koluna ev sahipliği yapıyor.
Kostyantyn Korniakt, 1569’da Lviv’e yerleşmiş ve Rynok Meydanı’yla Fedorova Sokağı’nın bir köşesine geç Rönesans tarzında, üç sıra logo ile çevrelenen, güzel bir avlusu olan bir saray inşa ettirmiş. O zamanlar şehirdeki topraklar pahalı olduğundan, her biri üç pencereli dar bir cepheye sahip olan ve ortada avlularla arkaya doğru uzanan binalar yapılmaktaymış. Korniakt, her katta altı pencereli bir yapı inşa edilmesi için kraliyet izni almış. Binanın muhteşem bir avlusu var ve 16. yüzyılda Ukrayna’da İtalyan avlusu olan tek yer burasıdır.
Kostyantyn Korniakt 1603’te öldükten sonra torunları evi 1623’te Discalced Carmelite dini grubuna satmış. Ev 1640’ta geleceğin Polonya kralı olan Rzecz Pospolita Jan III Sobieski’nin babası Jakub Sobieski tarafından satın alınmış. III. Jan’ın taç giymesiyle bina “Kraliyet Evi” olmuş. 22 Aralık 1686’da Polonya ve Rusya’nın Ukrayna’yı parçalara bölen anlaşmayı imzaladıkları yer de bu konak.
Jan Sobieski, 1683’te Viyana yakınlarında Türk ordusunu yenerek, Avrupa tarihinde önemli bir rol oynamış. Savaş, Orta Avrupa krallıkları ile Osmanlı Devleti arasındaki 300 yıllık mücadelede dönüm noktası olmuş. Lviv’de kahve kültürünün başlamasıyla ilgili şöyle de bir hikaye anlatılmakta. Savaştan sonra, Avusturyalılar terk edilmiş Türk kampında kahve poşeti bulmuşlar. Bu kahveleri kullanarak, Franciszek Kulczycki adlı bir Ukraynalı, Viyana’daki ilk kahveyi açmış. Hikayeye göre, acı kahveyi tatlandırmak için buna süt ve bal eklemiş ve böylece kapuçinoyu da icat etmiş! Rivayet bu, doğruluğunu bilemem.
Evin son sahipleri olan Lubomirski’ler 1908 yılında belediyeye satmış ve “III. Jan Ulusal Müzesi” açılmış. 1940 yılında müze, Rynok Meydanı’ndaki 4 numaralı binadaki Lviv Tarih Müzesi ile birleştirilmiş ve bugünkü adını almış. Halen, dört mimari anıtta bulunan müze, tamamı 16-18. yüzyıllardan kalma 300.000’in üzerinde esere ev sahipliği yapıyor. Korniakt Saray Müzesi’ndeki önemli sergiler arasında Avrupa ülkelerinden gelen mücevherler, askeri onur madalyaları, Ukrayna Hetmanlarının (Kazak liderleri) portreleri ve ilk olarak Ukrayna’da Ivan Fedorov tarafından basılmış kitaplar bulunmaktadır.
Çok sayıda restorasyona rağmen ev neredeyse hiç değişmemiş. 17. yüzyıldan kalma kral figürleri ve şövalyelerle zengin bir cephesi olan yapı, olağanüstü bir güzellik ve uyum içindedir. Giriş katındaki iyi şekilde korunmuş Gotik Salonda, Lviv’deki tek Gotik anıt ve 15. yüzyıla ait evden kalanlar sergilenmektedir.
Müze hafta boyunca 10:00 – 20:00 arası açık, cumartesi-pazar günleri kafede 16:00-18:00 arası caz konserleri ve klasik müzik performansları gibi canlı müzik de yapılmaktadır. Burası hafta sonları çok yoğun olduğu için önceden rezervasyon yaptırmanızı tavsiye ederim.
Lubomirski Sarayı-Lviv Furniture and China Museum
www.lia.lvivcenter
10 numaralı binadaki Saray 1760’larda inşasından sonra pek çok kez yeniden yapıldığından orijinal mimarisinden geriye pek bir şey kalmamış. Uzun yıllar asil bir aile olan Lubomirski’ler bu binada yaşamış. Bina bir süre Galiçya yönetimine ev sahipliği yapmış ve 19. yüzyılda bir Ukrayna organizasyonu olan “Prosvita” adlı kuruluşa geçmiş. 30 Haziran 1941’de bir grup Ukrayna kamu görevlisi binanın balkonundan “Act of the Renewal of Ukrainian State” bildirisini açıklamış.
Lviv’in en iyi barok sivil binaları arasında sayılan Saray, 18. yüzyıl mimarisinin en değerli anıtı olarak kabul edilmektedir. Günümüzde bu antik Saray, Mobilya ve Çin Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor.
Massarivska Sarayı-Lviv Tarih Müzesi
www.lonelyplanet.com
Meydanın 24 numaralı binasındaki Lviv Tarih Müzesi’nin bu şubesi, “Eskiçağ Ukrayna Tarihi ve Arkeoloji Bölümü”ne ev sahipliği yapmaktadır. 16. yüzyılda meşhur Scholz ailesine ait olan bina daha sonra İtalyan Antonio Massari tarafından alınmış. 1946 yılında da Tarih Müzesi yapılmış. Massarivska Sarayı, 1527’de çıkan bir yangından sonra Rönesans tarzında yeniden inşa edilmiş.
Müzede Galiçya zamanından başlayan erken kültürlerden 16. yüzyılda baskı makinesinin gelmesine kadar ki döneme ilişkin sergiler bulunmaktadır. Önemli sergiler arasında Karpat Kurhan kültürüne ait bölgenin Romalılar ile bağlantısı olduğunu kanıtlayan 2. yüzyıldan kalma camlar, İskit altınları ve silahları, 18. yüzyıldan kalma Lviv’in panoraması, Khmelnitski ve Kazaklar hakkında bir bölüm ve Ukrayna’da (Lviv’de) basılan ilk kitap olan Apostle’nin kopyaları ve Ostroh İncil’i (kutsal kitabın Ukraynaca’ya ilk çevirisi) sayılabilir. Daha önce Belediye Binası’nda bulunan rüzgar gülü de buraya getirilmiş. Bu rüzgar gülünün çatıdan sadece büyük felaketlerin arifesinde düştüğü söyleniyormuş ve son defa belediye binasıyla birlikte aşağı düşmüş. Müze perşembe-salı 10.00-17.30 arası açık olup 10 Grivna, turlar 40 Grivnadır.
Gepnerivska Taş Binası
www.lia.lvivcenter.org
Meydandaki 28 numaralı bina 1610 yılında yapılmış. 17. yüzyılda Rönesans tarzındaki restorasyonundan bu yana orijinal görünümünü koruyan bina bugün Lviv’in Rönesans mimarisinin en güzel örneklerinden biri. Binanın pencerelerinin yanına Latin harfleriyle ahlaki öğretiler yazılarak dekore edilmiş.
Binanın bugün bulunduğu yerde Kazak lider Ivan Pidkova kafasının kesilerek idam edileceği günü beklemiş. Bu cüretkar lider, Türklerin Moldova’yla olan siyasi meselelerine müdahale etmiş ve padişah da Polonyalı kralına onun tutuklanmasını ve infaz edilmesini şart koşmuş ve Kazak lider idam edilmiş.
Mum Fabrikası – 45 Numaralı Bina
www.lia.lvivcenter.org
1803 yapımı binanın dış yüzü belki de şehirdeki imparatorluk tarzının en iyi örneğidir. 20. Yüzyılın başlarında burada mum ve balmumu eşya üretimiyle ilgili Galiçya’da tek olan bir fabrika varmış. Bugün bohem sanatçıların buluşma yeri, şehrin meşhur restoranı “Atlas” bahçe katında bulunuyor.
Meydandaki Çeşmeler
Meydanın köşelerindeki dört çeşme, antik Yunan tanrılarının 18. yüzyıl heykelleri ile dekore edilmiş.
Av, hayvanlar tanrıçası Diana, denizlerin yöneticisi Neptün, denizlerin kraliçesi Amphitrite, arzunun ve yakışıklılığın güzel tanrısı Adonis. Meydanın güneydoğusunda Diana çeşmesi bulunmaktadır.
Adonis Çeşmesi’nin kırmızı ve siyah taşlarla çerçevelenmiş bir havuzu var. Çeşmenin merkezinde Adonis, yanında bir köpekle bir domuzu öldürmektedir.
Güneybatıdaki Neptün Çeşmesi’nin merkezinde Neptün bir yunusla birliktedir. Lviv sakinleri bu dört çeşmeden Neptün’e farklı bir ilgi gösteriyorlarmış. Yaz festivallerinin veya büyük şehir kutlamalarının birinde Lviv’i ziyaret ederseniz, giyinmiş bir Neptün ile karşılaşabilirsiniz.
Meydanın kuzeybatısında da Amphitrite Çeşmesi bulunmaktadır.
Lviv Kahve Üreticisi- Lviv Coffee Manufacture
Kentin en iyi kahvelerini bulabileceğiniz Lviv Kahve Üreticisi Rynok Meydanı’nda hizmet vermektedir. 2012 yılında açılan dükkânın kahve çeşitleri de çok zengin. Hem bahçesi hem de mahzenleri olan yer kahve sevenlerin görülecek yerler listesinde mutlaka yer almalı.
Lezzetli ürünlerinin geçmişini ve kültürünü tüketicilere aktarmayı amaçlayan tesiste düzenlenen eğitimlere katılıp, sertifikalı bir kahve uzmanı bile olabilirsiniz.
Eczacılık Müzesi
Eczacılık Müzesi, orduda eczacı olarak görev yapan Wilhelm Natorp tarafından 1735’de askeri eczane olarak açılmış. Eczacılık aletleri, reçeteler ve ilaçlar gibi 2000’den fazla malzemeyle eğlenceli ve eğitici bir müze olan Eczacılık Tarihi Müzesi 1966 yılında bu binada açılmıştır. İyi korunmuş dekoruyla dikkat çeken 700 metrekareyi aşkın müzenin 16 odası, eczacılıkla ilgili kitapların bulunduğu bir kütüphanesi ve simya laboratuvarı bulunuyor.
Aromatik amforalar, havanlar, teraziler, hap işleme makineleri ve II. Dünya Savaşı öncesi Lviv ilaçlarının sergilendiği odaları, tıbbi temalar hakkında birçok sergi bulunmaktadır. Drukarska Caddesi 2 numaradaki Müze Pazartesi-Cuma 09:00-19:00, hafta sonu 10:00-17:00 arası açıktır.
Lviv Çikolata Fabrikası
Lviv’in tarihi merkezinde yer alan Çikolata Fabrikası (Serbskaya Caddesi, 3), kentin ilgi çekici yerlerinden biridir. Orta Çağ’dan beri lezzetli şekerlemeleriyle tanınan Lviv Çikolata Fabrikası, el yapımı ürünleriyle gastronomi meraklılarının ve çikolata tutkunlarının ilgisini çekiyor.
Cam duvarlardan çikolatanın şekere, farklı şekillere, figürlere nasıl dönüştüğünü görebilirsiniz. Dükkanın duvarlarında çikolatanın ve dolumların detaylı tanıtımını içeren büyük resimler görebilirsiniz.
Lviv Ermeni Katedrali
Çoğunlukla Ermenilerin yaşadığı bölgedeki şehrin olmazsa olmazlarından Ermeni Katedrali Lviv gezilecek yerler listesindeki en özgün mekanlardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Ermeniler Ukrayna’ya yerleşmiş en eski topluluklardan. Lviv, Kiev, Kamyonets-Podilsky ve Crimea’da büyük koloniler halinde izlerine rastlanmaktadır. Tüccar ve zanaatkar olarak toplumda önemli yer edinmişler, tercümanlık ve kuyumculuk mesleği yüzlerce yıl bu grup eliyle yürütülmüş. Lviv Ermeni topluluğu kendi okulunu, basım evini kurmuş ve önemli kişiler yetiştirmiş. İşte Doğu kültüründen izler taşıyan Ermeni Katedrali de bir Ermeni tüccarı tarafından 1363 yılında inşa ettirilmiş.
Lviv’deki katedralin Kars Ani’deki katedralden esinlendiği belirtiliyor. Geç Barok tarzı unsurlarla süslenen Katedralin içi de son derece güzel mozaiklerle ve duvar resimleriyle dekore edilmiş. Bunlardan en etkileyici olanlar ise kubbenin altına yerleştirilen “Trinity” kompozisyonu ve 1925-1929 yıllarına ait orijinal modern resimlerdir. Sovyet döneminde kapatılan Katedral, günümüzde Ermeni topluluğu tarafından kullanılmaya devam ediyor.
Sakin Katedral avlusu, karmaşık Kafkas detaylarıyla süslenmiş kemerli geçitler ve binalardan oluşan bir labirenti gezmeye hazır olun. Virmenska Caddesi, 7 adresindeki Katedral, 10:00-17:30 saatleri arasında açıktır.
Transfiguration Kilisesi
*www.enacademik.com
Ermeni Katedrali’nin hemen batısındaki Krakivs’ka Caddesi 21 numaradaki bakır kubbeli uzun kilise. Teslis papazları manastırının bir parçası olan 1703 yapımı eski Kutsal Trinity kilisesinin bulunduğu alana 1783 yılında inşa edilmiştir. Kapanmasından sonra binalar üniversite ve kütüphaneye verilmiş. 1848’deki devrimci olaylar sırasında bunların hepsi yanmış. Bina kalıntıları Ukrayna topluluğuna geçmiş ve 1875 yılında yeni bir kilisenin inşasına başlanmış.
1991’de Ukrayna’nın bağımsızlığından sonra Yunan Katolikliğine geri verilen şehirdeki ilk kilise olmuş. Bu Yunan Katolik kilisesi dışarıdan basit görünüyor, ancak içi açık, havadar renkleri ve altın ikonostasisi ve yüksek kubbesi ile dikkat çekici.
Dominikan Katedrali ve Manastırı
Ermeni Caddesi’nin kuzeyinde Dominikan Katedrali ve Manastırı’nın önündeki meydana ulaşılıyor. Muzeina Meydanı 1 numaradaki katedral Dominikan Tarikatı üyelerinin kente geldiği 13. yüzyılda ahşap kullanılarak gotik tarzında inşa edilmiş.
Eski Kent’in ilk yapılarından biri olan tarihi bina büyük yangın sırasında tahrip olmuş. Günümüzdeki görünümüne 1792-1798 arasındaki restorasyon sonucunda kazanmış. İç dizaynında da birçok sanatçı görev almış. II. Dünya Savaşından sonra, bina bir depo ve daha sonra Din ve Ateizm Müzesi olarak hizmet vermiş. Şimdi yine ibadethane olarak kullanılmaktadır.
Etkileyici geç Barok tarzı tapınak, Dominikan tarikatı için inşa edildiğinden onların adını taşıyor. Dominik Katedrali’nin büyük bir kubbesi var. İç mekanda son dönem barok yapıların karakteristik özelliği sade bir ortam var. Kilisenin girişinde Galiçya valisi F.Gauger’e ve sanatçı A.Grotger’e ait olan heykeller bulunmaktadır.
Din Tarihi Müzesi
Dominik Katedrali’nin girişinin solunda binaya bağlı olan yapı, aslında Sovyet döneminde ateizme adanmış olan Dini Tarih Müzesidir. Sergi şu anda Ukrayna’da aktif olan tüm dinlerle ilgilidir ve 1580’de basılan Eski Slav Kilisesi’nin ilk çevirilerinden biri olan Ostroh İncil’de burada bulunmaktadır.
Royal Armoury-Arsenal and Ivan Fedorov Statue
Doğuya doğru biraz yürüdüğünüzde elinde kitap tutan bir keşiş heykeli göreceğiniz bir meydana ulaşırsınız. Bu keşiş, 16. yüzyılda Ukrayna’ya baskı makinasını ilk getiren I. Federov’dur. Moskova’da doğan Federov 1572’de bir matbaa açmak için Lviv’e gelmiş. İncil’i ve diğer pek çok kitabı burada basmış. Bu meydanda eski kitaplar ve II. Dünya Savaşı hatıralarının satıldığı bir pazar kurulmaktadır.
City Arsenal (Weaponry Museum)
Şehir Arsenali, şehrin dış surlarının bir parçası olan ve 1554-1556 yıllarında Rönesans askeri mimarisi tarzında inşa edilen büyük bir yapıdır. Silah Müzesi günümüzde Lviv’deki üç tarihi binadan en eskisi olan bu binada yer almaktadır.
www.gpsmycity.com
Müze, 30’dan fazla ülkeden ve tarihi 10. yüzyıla kadar giden eski binlerce askeri malzemelere sahiptir. Silahların üretildiği bir fabrika, bıçaklar, hançerler, kılıçlar, süvari kılıçları, epe kılıçları, yatağanlar, baltalar, halterler, gürzler, diğer tüm ateş ve savunma silahları, zırh takımları ve çeşitli toplar sergilenmektedir. Koleksiyonun öne çıkan en önemli sergisi, “Zülfikar”, çift bıçaklı 17. yüzyıldan kalma Doğu tipi bir kılıçtır. Pidvalna Caddesi, 5 adresindeki Arsenal Müzesi, çarşamba günleri hariç her gün yaz aylarında 10:00-17:30, kış aylarında 10:00-16:30 arası açıktır. Fotoğraf ve video çekimleri için ek ücret alınmaktadır.
Assumption Kilisesi
Lviv’in doğusundaki savunma duvarları ve Rynok Meydanı arasında Rutenya bölümünün merkezinde Assumption Kilisesi var. Pidvalna Caddesi 9 numarada Rönesans mimari tarzındaki kilise, 1592 yılında Çar I. Feodor tarafından yapılan bağışlarla, daha önce 3 kilisenin yandığı bir yer üzerine inşa edilmiş.
Assumption Kilisesi’nin kuzey duvarının bir tarafına bitişik, küçük ama görkemli Üç Aziz Şapeli bulunuyor. Kilise renkli vitray pencerelerle ve karmaşık bir altın ikonostasiyle süslenmiştir. Rus Çarının yaptığı önemli bağışların anısına iki başlı bir Rus kartalı görüntüsüne kilisede yer verilmiştir.
1572-1578 yıllarında Assumption Kilisesi’nin çan kulesi olarak inşa edilen Korniakt Kulesi, kuşatma ve itfaiyeciler için bir savunma kulesi olarak hizmet etmiş. Ne yazık ki bu kuleye çıkılamıyor.
Aziz Meryem Roma Katolik Kilisesi
Şu an Yunan Katolik Kilisesi olan Eski Roma Katolik Kilisesi, Lviv’in en eski Hristiyan kiliselerinden biridir. Geç Orta Çağ’da Alman kolonistler tarafından kurulmuş. 13. yüzyılda ilk ahşap kiliseden sonra 1350’li yıllarda taş bir Roma Katolik Kilisesi yapılmış. 17 ve 18. yüzyıllarda restore edilen Kilisede Neo-Roma unsurları kullanılmış.
Aziz Michael Kilisesi
www.lia.lvivcenter.org
Tepedeki bu büyük kilise, 17. yüzyıl İtalyan mimarlarının eseridir. Bir zamanlar Türklere ve Tatarlara karşı savunma amacıyla yapılmış müstahkem bir manastır kilisesidir. Tavandaki freskler çok güzeldir. Kiliseye, Assumption Kilisesi’nin karşısındaki caddeden 2 dakika yürüyerek ulaşılabilir.
Altın Gül Sinagogu
lonelyplanet.com
Ukrayna’daki en eski sinagog olan Golden Rose Sinagogu’nun kalıntıları, eski şehirde Staroievreiska Caddesi’nde bulunmaktadır. 16. yüzyılın sonlarında yapılan Altın Gül Sinagogu 1941’de Nazi işgalcileri tarafından diğer sinagoglarla birlikte yıkılmış. Bugün sadece temeli ve kalan bir duvarı görülebiliyor. Bölgeye daha yakın tarihlerde Holokost sırasında ölenler için yeni ve çok görkemli bir anıt yapıldığından oldukça hareketli bir yere dönüşmüş.
Boim Şapeli
Latin Katedrali’nin hemen yanında yer alan bu küçük Şapel, Macar tüccar Georgy Boim’in isteği üzerine 1609 yılında başlatılmış. Tüccarın oğlu Pawel Boim’in gözetiminde inşaat 1615’de tamamlanmış.
Boim ailesinin 14 üyesinin ebedi ikametgahı olan mezar şapelinin kararmış cephesi görkemli bir şekilde yapılmış. Kubbenin tepesinde bir eliyle başını tutarak oturan, kederli bir İsa heykeli var.
Şapelin içinde ise Boim ailesi üyelerinin minyatür görünümleri, İncil’den kabartmalar ve heykeller kullanılarak adeta baş döndürücü bir yer yapılmış. Şapelin içine girmek için ücret ödenmesi gerekiyor.
Latin Katedrali-Cathedral Basilica of the Assumption of the Blessed Mary
Lviv
Rynok Meydanı’nın güneybatı köşesindeki Latin Katedralinin tamamlanması 1360’dan başlayarak, 1481’e kadar yaklaşık 120 yıl sürmüş. Bu Roma Katolik Katedrali Lviv’de kalan tek Gotik Katedraldir ve Çan Kulesi kentin silüetine hakim durumdadır.
Ülke tarihi için birçok önemli siyasi olaya ev sahipliği yapan Latin Katedralinin mabedi ve sunağı yaşadığı onca felakete rağmen günümüze kadar bozulmadan gelebilmiş. Katedral, büyük yangının ardından Barok tarzında yeniden inşa edilmiş. Dış cephesi Gotik tarzındadır. Günümüzde ibadete açık olan Katedral, Lviv’in en etkileyici kiliselerinden biridir. Katedralin dışında 2001’de Lviv’e yaptığı ziyareti anmak için yapılan Papa II. John Paul’ün bir rölyefini görebilirsiniz.
St. Peter and Paul Church-Former Jesuit Latin Cathedral
*lia.lvivcenter.com
Rynok Meydanı’nın güneybatı köşesinde Latin Katedrali’nin yakınlarındaki küçük, şirin bir meydanda bulunan Aziz Peter ve Paul Katedrali bulunmaktadır. Lviv’in en etkileyici Cizvit Roma Katolik kilisesi şehir merkezindeki ilk barok yapıdır. Sovyet yıllarında kitap deposu olarak kullanılmış ve en son 2011 yılında restore edilmiş.
Bernardine Kilisesi Manastırı
Rynok Meydanı’nın güneyinde yer alan, bir Kilise ve Manastırı içeren kompleks olan Bernardine Kilisesi, surların hemen dışında ve Orta Çağ’dan kalma bir katedralin yerine 17. yüzyılda inşa edilmiş. Galiçya şehir kapıları ile Kraliyet kalesi arasındaki üçgen boşluk Bernardine denilen bu güçlü garnizonun temelini oluşturur. İnşa edildiğinde etrafı güçlü taş duvarlarla, Hlyniany Kapısı ve bir kuleyle çevrilidir. 1600-1630 yıllarında yapılan Kilise ilk önce ahşaptan yapılmış ve 1738-1740 yıllarında kesme taştan yeniden inşa edilmiş.
Mimarisinde Rönesans ve Barok stilleri kullanılmıştır. Özellikle kilisenin en görkemli ve en çarpıcı bölümü olan barok iç kısmı, Bernardine Manastırı’nın bir parçası olan 17. yüzyıldan kalma Roma Katolik Kilisesi St Andrew Kilisesi’ne aittir. Kilisenin iç kısmını süsleyen heykeller, oyma sunaklar ve freskler olağanüstüdür. Melek yüzlü çocuklarla doldurulmuş ve ışıklar saçan iç cephe, titizlikle ve eski ihtişamıyla restore edilmiştir. Burası yerel halkın ibadet ettiği Pazar günleri dışında turistlerle doludur.
Hlyniany Kapısı
*gpsmycity.com
Bernardine Kilisesi’nin hemen arkasında, şehri saldırılara karşı korumak amacıyla yapılan surlar vardır. Hlyniany kapısından geçip hendeğin üstünde yürüyebilirsiniz. Burada 16. yüzyıla geri adım atmış gibi hissedeceksiniz.
King Danylo Halytskyi Heykeli
*gpsmycity.com
Bernardine Kilisesi’nin aşağısındaki sokakta Lviv’i kuran adam kişinin anıtı bulunmaktadır. Danylo Halytskyi (1201 – 1264) kraliyet tacı için savaşmış, Polonya, Macaristan’dan gelen tehditlere karşı mücadele etmiş ve Moğollara karşı savunmuştur şehri. 1256’da Lviv’i kurmuş ve buranın adı oğlu Lev’in ismini almış.
Özgürlük Bulvarı-Prospekt Svobody (Liberty)
Eski şehrin batı kenarı, etkileyici binaların sıralandığı park ve anıtların bulunduğu büyük bir bulvar olan Svobody Bulvarı ile çevrilidir. Yaz aylarında, bu geniş bulvarın ortasındaki geniş kaldırım Lviv hayatının merkezi haline geliyormuş. Park şeridi boyunca yerel halk, çocuklarını gezdiriyor, akülü arabalar kiralanarak çocuklar eğlendiriliyor, temiz hava almak isteyenler banklarda oturuyor ve düğün konvoyları özellikle Cumartesi günleri fotoğraf çekme yarışına giriyormuş. Aynı zamanda açık havada satranç turnuvaları yaptığı bir mekan oluyormuş.
Cadde, güney ucundaki Mickiewicz Meydanı’ndan kuzey ucundaki Opera Binasına kadar uzanmaktadır. Büyük Avrupa şairlerinden biri olarak kabul edilen Polonya’lı milli şair Adam Mickiewicz’in heykeli, Svobody Bulvarı’nın güney ucundaki bu meydanı kaplamaktadır. Mickiewicz, 1798–1855 yılları arasında yaşamıştır.
Ukrayna’nın en büyük milliyetçi yazarı olan Taras Shevchenko’nun devasa heykeli, Svobody Bulvarının ortasında yükseliyor. Bu heykel, Arjantin’deki Ukrayna diasporasından Lviv halkına hediye edilmiş.
Etnografya, Sanat ve El Sanatları Müzesi
Bulvarın bir köşesinde Etnografya, Sanat ve Endüstri Müzesi kurulmuş. Müzede birkaç ilginç mobilya, vitray camlar, art nouveau posterler, 19. ve 20. yüzyıllardan kalma çeşitli dekoratif öğeler bulunuyor.
Lviv Opera Binası
Özgürlük Bulvarı’nın kuzey ucunda yer alan Lviv Opera ve Bale Tiyatrosu , 1897-1900 yılları arasında inşa edilmiş. Aslen Büyük Tiyatro olarak bilinen Opera Binasına, şimdi resmen Ukrayna’nın en ünlü kadın opera sanatçısının onuruna, Solomiya Krushelnytska Lviv Ulusal Akademik Opera ve Bale Tiyatrosu ismi verilmiş. Mirror Hall ve Parnassus Perde gibi lüks bir iç mekana sahip ve süslü heykel işleriyle çarpıcı bir cephesi olan, Avrupa’nın en güzel opera binalarından biri ortaya çıkmış.
Opera Binasının heykellerle bezenmiş binasını görmeden ve sahnesinde sergilenen herhangi bir performansı izlemeden sakın kente ayrılmayın. Dışarıdan harika ama içeriden nefes kesici! Puccini’den Tchaikovsky’ye dünya standartlarında bale ve operanın tadını çıkarmak için biletinizi önceden alın. Performanstan bir saat önce gelirseniz Opera Binasının etkileyici iç mekanını rehberli bir turla görebilirsiniz.
Andrey Sheptytsky National Museum
Ukrayna sanatıyla ilgileniyorsanız, bu müzeyi mutlaka ziyaret etmelisiniz. 1905 yılında Metropolitan Başpiskopos Andrey Sheptytsky tarafından Lwow Din Müzesi olarak kurulmuş ve halen Sheptytsky’nin adını taşımaktadır. Kurucu yaklaşık 10.000 ürün bağışlamış, para yardımı yapmış ve koleksiyonların sergilenmesi için bir Neo-Barok villa satın almış. II. Dünya Savaşından sonra müze, Lviv Sanat Müzesi olarak değiştirilmiş ve buna uygun olarak da sergi malzemeleri eklenmiş. 20. yüzyılın sonlarına gelindiğinde müze ikonlar ve halk sanatı alanında ülkenin en büyüğü durumuna gelmiş.
Müzede Batı Ukrayna ve Doğu Polonya’dan gelen Slav dünyasının en iyi dini ikonlar koleksiyonu bulunmaktadır. İlk örnekler 12. yüzyıldan kalmadır ve 17. ve 18. yüzyıla ait yaklaşık 1000 adet folkloric gravür, kültürel açıdan çok değerlidir.Taras Shevchenko’nun birkaç eseri ve ölüm maskesi de bulunmaktadır. Orta Çağ’dan 20. yüzyıla kadar Ukrayna sanatıyla ilgili eserler vardır.
Lviv Ulusal Müzesi, Svobody, 20, adresinde salı-pazar 10:00-18:00 arası açıktır. Giriş ücreti yetişkin 9, geçici sergiler 3, kalıcı sergiler 5, geziler 15 ve turlar (İngilizce, Lehçe, Rusça) 50 Grivnadır.
Shevchenka Bulvarı
Rynok Meydanı’ndan yürüyerek, şehrin bu en lüks caddesine gidelim. Çok uzun bir cadde değil, başından sonuna kadar yürümek 10-15 dakika sürüyor. Eski şehrin güneyinde bulunan Shevchenko Bulvarındaki yapılar, 20. yüzyılın başlarındaki en iyi mimari tarzı göstermektedir. V. Zalevsky Taş Binası, Lviv Emtia ve Borsa Binası ve Shkotska Taş Binası bunlara gösterilecek en iyi örneklerdir.
Geniş cadde yeşil alanlarla bölünmüş. Cadde boyunca mağazalar, restoranlar, kafeler ve şehirdeki en iyi otellerden bazıları bulunmaktadır. Bulvarın kuzey ucunda George Hotel, güney ucunda da Mykhailo Hrushevskyi Meydanı bulunmaktadır. Meydanda, 20. yüzyılın başlarında Ukrayna ulusal canlanmasının en önemli isimlerinden birisi olan akademisyen ve politikacı Mykhailo Hrushevskyi’ye adanmış bir heykel bulunmaktadır.
*lia.lvivcenter
Bulvardan batıya doğru gittiğinizde Copernicus Caddesinde Potocki Sarayı görülebilir.
Potocki Sarayı
*gpsmycity.com
Avusturya Cumhurbaşkanı Alfred Jozef Potocki için 1880’li yıllarda inşa edilen Potocki Sarayı Fransız klasizm tarzında tuğla bir binadır. II. Dünya Savaşında bir savaş uçağı binaya çarpmış ve zarar görmüş. Sovyet yıllarında ise Evlendirme Sarayı olarak kullanılmış. Yakın zamanlarda restore edilen Saray binası günümüzde Avrupa Sanat Müzesine ev sahipliği yapmaktadır. Sarayda 2016 yılında Kadınlar Dünya Satranç Şampiyonası karşılaşmaları da oynanmış.
Lviv Art Gallery
Lviv’in sanat sergileri, biri Potocki Sarayının içinde, diğeri Stefanyka Caddesi’nin köşesindeki binada olmak üzere iki farklı yerde bulunmaktadır. Potocki Sarayındaki Avrupa Sanatı bölümü, Rubens, Brueghel, Goya ve Caravaggio’nun eserleri de dahil olmak üzere, 14. ve 18. yüzyıllar arasında çoğunlukla Rönesans ve Barok Avrupa sanatını gösteren ve 60.000’den fazla eser bulunan bir koleksiyona ev sahipliği yapıyor. Stefanyka Caddesi’ndeki müze kanadında 19. ve 20. yüzyılın başlarındaki sanat eserleri yer almaktadır. Alacağınız biletler her iki kanat için de geçerlidir. Stefanyka Caddesi 3 numaradaki Müze Kanadına gitmek için 1, 2, 10 nolu tramvayları ve 21, 48 no’lu otobüsleri kullanabilirsiniz. Müze için bu araçlardan Holovna Poshta’da inmeniz gerekiyor.
Mazoşist Leopold Von Sacher-Masoch
Potocki Sarayı’nın karşısında, dünyanın orijinal “mazoşisti” olan Leopold von Sacher-Masoch’un doğum yeri bulunmaktadır. Kürklü Venüs’ün yazarı, 1835’de burada dünyaya gelmiş. Ancak 60 yıllık ömrünün çoğunu Avusturya, Almanya ve İtalya’da kırbaçlanmak için yalvararak geçirmiş! Bina ziyarete açık değil.
Serbska Caddesindeki bronz heykel içerideki ambiyansa uygun olması bakımından Mazo (Masoch) Café tarafından yaptırılmış. Meydana oldukça yakın olan Mazo kafe Mazoşizmin isim babası olan Alman yazar Leopold von Sacher-Masoch’un anısına açılmış. Bu kafede arada size kırbaç atan çalışanlar oluyormuş!
Potocki Sarayı’na yakın bölgede Ivan Franko Parkı ve Ivan Franko Üniversitesi bulunmaktadır.
I.Franko University
Tepenin aşağısı ve kuzeydeki birkaç sokak üniversite bölgesidir. Bu alanda en etkileyici ve büyük bina I. Franko Üniversitesi binasıdır. Giriş kapısının üstünde “The Custodial spirit of Galicia” adlı alegorik bir kompozisyon vardır.
Üniversite binası 1871-1881 yılında bir hükümet binası olarak inşa edilmiş, 1914’te Polonyalı Jan Kazimierz Üniversitesi buraya taşınmış ve o zamandan beri bir üniversite binası olmuş.
Caddenin karşısında Batı Ukrayna’daki sosyalist ve milliyetçi hareketin kurucusu olan şair, yazar ve politikacı Ivan Franko için büyük bir anıt var. Anıtın arkasında ise onun adının verildiği büyük bir park bulunuyor.
Tsori Gilod Sinagogu ve Jakob Glanzer Shul, Lviv’de II. Dünya Savaşı sonucunda yıkılmadan kurtulabilen iki Yahudi sinagogudur. Nazi işgalinden önce şehirde neredeyse elli sinegog varmış. Lviv’de halen ibadete açık tek sinagog olan Tsori Gilod Sinagogu, 1925 yılında inşa edilmiş. Sinagog Barok tarzında 384 kişiyi alacak şekilde tasarlanmış ve Yahudi sadaka kuruluşu “Tsori Gilod” tarafından finanse edilmiş.
Naziler savaş sırasında burayı ahır olarak kullandığından ayakta kalmayı başarmış. 1945’ten sonra Sovyet yıllarında da Sinagog depo olarak kullanılmış. 1989 yılında, bina Yahudi topluluğuna iade edilmiş ve büyük bir restorasyon süreci geçirmiş.
Lviv Tren İstasyonu
Ön cephesi muhteşem gözüken Lviv Tren İstasyonu, 1889-1903 yıllarında Art Nouveau tarzında inşa edilmiş. Platformlardaki metal konstrüksiyonlar Çekya’da yapılmış. Ön cephesi “Sanayi” ve “Ticaret” adlı alegorik figürlerle süslenmiş. Son restorasyon 2002-2003 yıllarında yapılarak orijinal görünümüne kavuşmuş.
Aziz Olha ve Elizabeth Kilisesi
Tren İstasyonundan 10-15 dakika uzaklıktaki Aziz Olha ve Elizabeth Kilisesine gidiyoruz. Bu kilise, St George Katedrali’nin de yakınında yer almaktadır. 1911’de neo-Gotik tarzda Polonyalı bir mimar tarafından tamamlanan Kilisenin mimari tarzı, St George’inkine tam bir zıtlık göstermektedir.
Kilisenin dışı etkileyici ve şehir manzarası için girişin sol tarafında kalan çan kulesine tırmanmaya değer. Bunun için 10 Grivna ücret ödeniyor. Arka planda St. George Katedrali ve eski kentin harika bir manzarası görülmektedir.
St George Katedrali
*ancyclopediaofukraine.com
Şehir merkezi ile tren istasyonu arasındaki yolda bir tepe üzerinde bulunan bu devasa kilise, 1744-1760 yılları arasında inşa edilmiş. Rokoko stili görkemli bir çan kulesi, bakımlı bir bahçesi vardır ve bu bölgede Barok tarzı göz kamaştırıcı Metropolitan Sarayı bulunmaktadır. 19. ve 20. yüzyıllarda Ukrayna Yunan Katolik Kilisesinin tarihi ve kutsal merkezi olarak hizmet veren önemli bir kilisedir. Bu sarı bina, özellikle Papa’nın 2001 ziyareti için yenilenmesinden bu yana oldukça hoş bir yapı olmuş. Yüksek rütbeli bazı din adamlarının mezarları da bulunan dini yapının çan kulesine de çıkılabilmektedir.
Lychakivsky Mezarlığı
Lviv’deki dikkat çekici noktalardan biri merkezin doğusundaki Avrupa’nın en eski mezarlıklarından biri olan Lychakiv Mezarlığıdır. Bir mezarlık kentin en önemli turizm noktalarından biri olamaz diye düşünebilirsiniz. Adını aldığı semtteki bir dizi tepe üzerine kurulmuş olan Lychakiv Mezarlığı 1786’da inşa edilmiş ve yaklaşık 400.000 kişinin son sığınağı olmuş. Güzel bir mezarlık ve neredeyse ölüm güzellikle buluşmuş denebilir. Buraya gömülen insanların birçoğu yazarlar, şairler, politikacılar, bilim adamları, din adamları olarak zengin ya da ünlüymüş.
Kentin aydınlarının yanı sıra orta ve üst tabakalarına mensup şahsiyetlerin mezarlarının da bulunduğu ünlü ölüler şehri, Avusturya-Macaristan İmparatorunun tüm mezarlıkların kent dışına çıkarılmasını emretmesi sonucu Lviv Üniversitesi Botanik Bahçesi müdürü Karol Bauer’in tasarımına bağlı kalınarak kurulmuş. Güzel sokakları ve yürüyüş alanları olan ve güzel bir parka benzeyen 42 hektarlık 86 alanda, 500’den fazla zarif el yapımı heykel, 3000’in üzerinde mezar taşı, anıt ve tonoz vardır.
Hem Nazilere hem de Sovyetlere karşı bağımsızlık için savaşan Ukrayna İsyancı Ordusu (UPA) için bir anıt ve 1930’larda Stalin’in kıtlık kurbanları için bir bölüm vardır. Bununla birlikte, Mezarlığın en hareketli kısmı, Ukrayna’nın doğusunda Rusya ile savaşırken öldürülen ve genellikle gençlerin fotoğraflarını taşıyan yeni mezarlar olmaktadır.
Mechnykova Caddesi 33 numaradaki mezarlığa Pinzel Müzesi yakınlarındaki Mytna Meydanından 7 numaralı tramvay ile gidebilirsiniz. Mezarlık için Mechnykova Caddesindeki dördüncü durakta inin. Mezarlık her gün sabah 9’dan akşam 6’ya kadar açıktır. Giriş ücreti 10 Grivna, rehberli mezarlık turu da düzenlenmektedir. Mezarlık gezisini yakınlarda olan Halk Mimarisi ve Yaşamı Müzesi ziyaretiyle birleştirmek iyi olur. Mezarlık, açık hava müzesinden sonraki tramvay durağındadır.
Lviv İtfaiye İstasyonu
Romanesk tarzında bir tuğla şaheseri olan İtfaiye, Podvalnaya Caddesi 6 numarada bulunmaktadır. 1901 yılında yapılan binanın dış cephesindei itfaiyecilerin koruyucusu olan Aziz Florian’ın figürü kullanılmış.
Lviv Yüksek Kale Parkı
Lviv Castle Hill yeşillikler içindeki bir alanda kale kalıntılarını ve bir seyir terasını barındırıyor. Vysoky Zamok olarak da bilinen tepe, 13. yüzyılda Kral Lev tarafından 1250’de savunma amaçlı yaptırılan ahşap bir kaleymiş. Yapı yıkılmış ve bir yüzyıl sonra tekrar taştan inşa edilmiş. 413 metrelik rakımıyla kentin en yüksek noktasını oluşturan tepenin zirvesinde yer alan parktaki kale, Kralın muhafızları için bir ikametgah ve bir hapishane olarak hizmet etmiş ancak yüz yıl sonra yıkılmış. 1704’teki İsveç kuşatmasında ağır hasar alan ve kullanılamayacak duruma gelen kalenin bulunduğu yere 1869 yılında Lublin Birliği Höyüğü, 1957’de ise 141 metrelik bir televizyon kulesi yapılmış. Alman işgali sırasında Naziler tarafından savaş esirlerinin kampı olarak kullanıldığı bilinmektedir.
Rynok Meydanı’na yaklaşık 2 km uzaklıkta olan Castle Hill’in Lviv’in doğum yeri olduğuna ilişkin çok az kanıt var. Ancak rüzgarda dalgalanan Ukrayna bayrağını taşıyan zirve noktası kentin ve arasında bulunduğu ormanlık tepelerin kuş bakışı mükemmel bir manzarasını sunuyor.
Lviv Bira Fabrikası-Lvivarnya
*gpsmycity.com
“Lvivarnya” Ukrayna’da bir eşi olmayan birinci sınıf müze komplekslerinden biridir. Mahzenlerdeki sergiler, 5000 yıl önceki Mısır’ın bira üretim geleneğiyle başlamakta, Avrupa bira üretim tarihi ve özellikle Lviv bira fabrikasının tarihi ele alınmakta, Robert Doms’un 1861’de işletmeyi satın alması ve Sovyet döneminde Lvivske’nin hava taşımacılığı yoluyla Kremlin’e günlük olarak taşınması hikayesinin belirtildiği bira yolculuğu anlatılmakta.
Lvivarnya, Lviv veya bira ile ilgili her türlü bilginin iyi düzenlenmiş sergilerle sunulduğu müzede barda bira tadım seansları da yapılmaktadır. Müze hafta sonları dışında 10.00-19:00 arası açık, giriş 90 Grivnadır.
Rohatyn Kasabası
Lviv’e 2 saat mesafede bulunan Rohatyn Kasabası bizim için oldukça popüler bir yer. Osmanlı İmparatorluğu’nun en güçlü padişah eşlerinden “Hürrem Sultan” burada doğmuş. Ancak adı tabi ki “Hürrem” olarak değil “Roxalana” olarak biliniyor. Bu kadar meşhur olunca Kasabanın ana meydanına onun bir heykelini de yapmışlar. Nasıl meşhur olmasın ki Ülkemizde yayınlanan Muhteşem Yüzyıl dizisi Lviv şehrinde bilboardları süslemekte ve dizi sadece Lviv değil tüm ülkede büyük ilgi görmekteymiş. Hürrem heykelleri Lviv‘de de bulunmaktadır. Ayrıca ismi Roxalana olan bir çok restoran ve kafe görebileceğinizi ve ismi Roxalana olan kadınlara bolca rastlayacağınızı hatırlatmak isterim.
Lviv Festivalleri ve Eğlence
Lviv gezi zamanlamanızı bir konsere veya festivale denk getirmeye çalışın. Lviv boşuna “Festival Kraliçesi” olarak anılmıyor. Şehirde hemen her ay festival, geçit töreni ve eğlence vardır. Livi’deki konaklamanız süresince hangi festivallerin gerçekleştiğini öğrenmek için Rynok Meydanı’ndaki Turist Danışma Ofisi’nden bilgi alabilirsiniz. Lviv’e gitmeden fesivaller hakkında bilgi almak isterseniz Lviv Festivalleri ve Eğlence yazısını okumanız önerilir.
Yeme İçme
Ukrayna mutfağı gerçekten çok lezzetli. Bu konuda detaylı bilgiye Kiev yazımda yer vermiştim. Bunları tekrar etmek istemiyorum. Bu yazıda Lviv için bir kısmını kendimin de deneyimlediğim mekan önerilerinde bulunacağım.
Kafe kültürünü seviyorsanız, sıkı durun kafe cennetine düştünüz. Bu küçücük şehirde neredeyse bini aşkın kafe bulunuyor ve neredeyse her kafenin ilginç ve orijinal bir konsepti var. Örneğin kafenin birinde hapishane teması işlenmiş, bir diğerinin çatısına eski bir otomobil konulmuş. Lviv merkezinde bulunan “Efsanelerin Evi” restoranının tepesindeki “Moskvich” arabası bu kentte görülmeye değer yerlerden biri. Bir madenci kaskı takarak keşfedebileceğiniz ve kaynak makinesiyle yapılan kahve içebileceğiniz bir kafe de var.
Turistlerin büyük ilgi gösterdiği bu kafelerin yanı sıra konsept bar ve restoranlar da mevcut. The Most Expensive Galician ve onunla aynı binada yer alan Krivka oldukça ilginç. The Most Expensive Galician’ın kapısını çaldığınızda sizi robdöşambr giymiş biri karşılayıp “Burası evim, burada restoran yok” diyerek sizi çaya davet ediyor. Kabul ederseniz içeri girdiğinizde lüks bir restoranla karşılaşıyorsunuz. Orta Çağ atmosferi yaratılmış ve sizi mahzende veya bir kafes içinde ağırladıkları restoranlar, içeri girmek için bir parolaya ihtiyacınız olan barlar, şarap barları, craft bira yapan yerler, nargile barları var. Bu kozmopolit şehirde vegan restoranlarını, sushi restoranlarını, Gürcü restoranlarını, ne isterseniz basitten kaliteliye, ucuzdan pahalıya her tür mekanı bulabilirsiniz.
Lviv hafta sonu sadece yeme içme için bile gidilebilecek şehir. O kadar çok gece klubü, restoran ve kafe bulunuyor ki. İlgi duyanlar için detaylı mekan önerilerimi Lviv Yeme İçme yazısında okuyabilirsiniz.
Alışveriş
Lviv’de alışveriş yapmak için Shevchenka Bulvarı’ndaki mağazalara bakabilirsiniz.
Lviv Chocolate Workshop’dan el yapımı çikolata satın alabilirsiniz. Dükkanda bol miktarda ünlü bina figürlerinden oluşan çikolata hatırası vardır ve tüm çikolatalar güzel ambalajlarla paketleniyor.
Bir de Lviv merkezinde hediyelik eşya pazarı kuruluyor. Burada otantik kıyafetler, tablolar, ahşap işleri, magnet, süs eşyaları gibi çok çeşitli turistik eşyayı bulmak mümkündür.
Son Söz
Ukrayna denince çoğumuzun aklına önce başkent Kiev gelir. Tabi ki Kiev’le aşık atamasa da “Ülkenin Kültürel Başkenti” olarak nitelendirilen Lviv şehrini de bir gezginin asla radarından çıkarmaması gerekir.
Lviv, Ülkemizde çoklukla Hürrem Sultan’ın ve Eurovision münasebetiyle tanıdığımız şarkıcı Ruslana’nın doğum yeri olarak bilinmektedir. Lviv aslında gizli bir hazine gibi. Biraz St. Petersburg, biraz Prag, biraz Berlin ve Polonya’ya yakın olmasından dolayı en fazla da Varşova’dan izler bulacağınız bir şehir.
Şehrin sloganı “Dünyaya Açık” ve yıl boyu 100’den fazla festivale ev sahipliği yaparak bunu çok başarılı bir şekilde gerçekleştiriyorlar. Mimarisiyle, çok kültürlü havasıyla, tarihiyle, hepsi birbirinden hoş restoran ve kafeleriyle 860 bin nüfuslu Lviv, her yıl neredeyse 1 milyondan fazla turisti ağırlıyor. Lviv’i ziyaret eden turist sayısı artış gösteriyorsa da henüz Batı Avrupa’daki popüler destinasyonlarda olduğu gibi şehir orijinalliğini kaybetmemiş. Arnavut kaldırımlı sokaklarında yürürken eski zamanların bohem, sanatsal ve çok kültürlü atmosferini hissetmek çok kolay.
Lutsk Ukrayna’nın geleneksel yapısının yanı sıra Avrupa’nın modern dokusunu da yansıtan küçük ve şirin bir yer. Şehir binlerce yıllık tarih ve kültürün izlerini taşıyor.
Ukrayna’nın kuzeybatısında Styr Nehri’nin kenarında kurulan Lutsk 42 kilometrekarelik bir alanda 220.000 nüfuslu küçük bir şehir. Şehirde dört üniversite, çok sayıda kilise, katedral ve manastır bulunmaktadır. Ülkenin manevi merkezlerinden biri olan Lutsk, “küçük Roma” olarak da adlandırılmaktadır. Şehir 14. yüzyıldan kalma bir kalenin yanında, Sovyet mimarisinin ve 19. yüzyıldan kalma zarif binaların güzel bir kombinasyonuna sahiptir.
Orta Çağ’dan günümüze şehre hakim olan Polonya Krallığı, Rus İmparatorluğu, İkinci Polonya Cumhuriyeti ve Sovyetler Birliği’nin izlerini günümüzde tarihi, dini ve mimari simge yapılar da görmek mümkündür. Bu topraklardaki en trajik olay ise, II. Dünya Savaşı’nda 23 Haziran 1941 yılında yaşandı. Alman askerlerinin şehre girmesiyle geri çekilen Kızıl Ordu özel muhafızları, Polonyalı, Yahudi ve Ukraynalı yaklaşık 4.000 politik mahkumu şehrin cezaevi bahçesinde kurşuna dizerek katletti. Bu büyük toplu katliam dünya tarihinde yerini alarak Lutsk şehrini büyük bir acının yaşandığı bir yer haline getirmiş.
Lutsk’nin Avrupa ticaret yollarının merkezinde yer alması sanat ve kültürün zenginliğini de arttırmıştır. Şehirde yılda yaklaşık 14 festival düzenlenmektedir. Sanat, müzik özellikle caz festivalleri, yaz konserleri, folklor festivalleri şehrin tanıtımı ve etkinliklerinde ilk sırayı almaktadır.
Lutsk’un ülke için önemi Lesya Ukrainka’nın, 200 UAH (Ukrayna Grivnası) banknotunun ön yüzünde tasvir edilmesi ve banknotun diğer tarafında da Lutsk Kalesi’nin bulunmasından anlaşılabilir.
Lutsk’de Ukrayna’nın batısındaki şehirlerde olduğu gibi Ukraynaca kullanılıyor ve bölgedeki Rus izleri büyük ölçüde silinmiş gözüküyor. Şehrin yerel sanayinin önde gelen dalları, mühendislik, metal işleme, kimya, aydınlatma, ahşap işleme ve gıda endüstrisidir.
Karasal iklimin yaşandığı şehirde kışlar soğuk ve yazlar sıcak geçer.
Ulaşım
Lutsk’a en yakın havaalanı Lviv’dedir. Lviv’den düzenli tren seferleri ve otobüs ile ulaşım kolay. Lviv ile Lutsk arası 150 km ve otobüs ile 3 saat sürmektedir.
Kiev’e yaklaşık 400 km uzaklıkta olan Lutsk’a otobüsle 7 saatte, trenle 8 saatte ulaşmak mümkündür.
Lutsk Otobüs Terminali merkezin 2 km kuzeydoğusunda. 5, 8 ve 9 numaralı troleybüslerle ve çok sayıda minibüsle merkezdeki Maydan Teatralny’ya ulaşılabilir. Tren istasyonu da otobüs istasyonunun güneyinde 4 ve 7 numaralı troleybüsler ve yerel matruşkalarla Maydan Teatralny’a ulaşılabilir.
Lutsk’taki şehir içi otobüsleri diğer Ukrayna şehirleri ile karşılaştırıldığında zamanı belli olmayan ve yabancılar için kullanması zor görünüyor. Otobüs tarifesi ve harita görünmüyor. Biletler otobüste görevlidenalın ıyor, 3 grivnadır.
Konaklama
Lutsk’ta yaklaşık 17 otel ve apart hotel bulunuyor. Restpark Otel, Hotel Altamira, Laguna, Okolytsia, Svitiaz, Profspilkovyi, Okolytsia, Otel Noble Boutique Hotel, Recreational Complex “Sribni Leleky”, Hotel “Ukraine”, Hotel Svytyaz, gibi alternatifler bulunuyor.
Gezilecek Yerler
Bir haftalık Ukrayna programımda Kharkiv’den sonra sıra Lutsk şehrine gelmişti.
Kiev’den bindiğim ve Kovel yönüne giden gece treni saat 5 civarında Lutsk’a ulaştı. Ukrayna’daki gece trenleri çok ilginç oluyor. Seyahate çıkmadan önce tren biletlerimi almıştım. Ancak Ukrayna’da trenler oldukça yaygın ve ucuz olduğundan uygun yerlerin biletleri tükenmişti. Ucuz olsun diye 3. mevki aldığım için bir vagon dolusu kişi birlikte uyuduk. Ranzanın alt tarafında yer bulamayınca üste tırmanıp daracık bir alanda uyumaya çalıştım. Her yolcu için bir poşetin içinde temiz çarşaf, nevresim, yastık kılıfı ve küçük bir havlu veriliyor. Ukrayna’da beş tren yolculuğu yaptığımdan sistemlerini iyice öğrendim. Ancak anlayamadığım için ilk iki yolculuğum biraz sancılı olmuştu.
Şehri dolaşmaya başlayalım.
Tiyatro Meydanı-Maydan Teatralnyy
Lutsk gezinize “merkez” olarak adlandırılan Tiyatro Meydanı’ndan başlamanızı öneririm. Günümüzden Lutsk’un başlangıcına yani 900 yıl öncesine gitmenizi sağlayacaktır.
Meydanın güneyindeki uzun yaya caddesi Lesya Ukrainka Caddesi. Meydanı çevreleyen binaların çoğu, Lutsk’taki Sovyet döneminin tipik yapı örnekleri. Meydanda, Ukrayna’nın en sevilen yazarlarından Lesya Ukrainka’nın büyük bir heykeli var. Lesya’nın arkasında Taras Şevçenko Bölgesel Drama ve Müzik Tiyatrosu bulunmakta. 1930’larda tamamlanmış olan tiyatro binası ve 1970’lerde dikilen heykelin her ikisi de Lutsk şehrindeki mimari ve anıtsal yapılara nispeten yakın zamanda yapılan eklemelerdir.
Rus İmparatorluğu’nun bir parçası olduğu 1795’ten sonra meydan Lutsk’u işgal eden Rus birliklerinin geçit töreni için kullanılıyormuş. Geçmişte askeri kışlaların bulunduğu meydan, 2011 yılında düzenlenerek şehre kazandırılmış. Günümüzde etkinlikler, festival, konser ve kutlamalar bu meydanda yapılıyormuş.
The Holy Trinity Orthodox Cathedral
Meydanın hemen solunda Lutsk’un simge yapılarından biri olan Kutsal Trinity Ortodoks Katedrali görünüyor.
Barok üslubunda inşa edilmiş Lutsk’taki Kutsal Trinity Ortodoks Katedrali, aslen bir Katolik Kilisesi ve Bernardine Manastırı kompleksiydi. Manastır 1721 yılında inşa edildi. Kilise 1789’da tamamlandı. 19. Yüzyılın ikinci yarısında Bernardine keşişlerinin mülkiyeti kaldırılıp, bina kompleksi Lutsk Ortodoks topluluğuna bağışlandı. 1870’lerde, narteksin üzerine bir çan kulesi ve bir merkezi kubbe eklenerek kilise yeniden inşa edildi.
Günümüzde Kilise, Ukrayna Ortodoks Kilisesi’ne ait olan Kutsal Trinity Katedrali’dir. Eski Bernardine Manastırı kütüphane olarak ve küçük dükkanlar için kullanılıyor.
Lutsk’taki bu ana Ortodoks kilisesi, Sovyetler Birliği tarafından yaldız ve simgelerinden sıyrılan St Peter ve Paul Katedrali’nden çok daha atmosferik bir kilisedir. İç kısım balmumuyla parlatılmış. Dışardaki gül bahçesi bir huzur vahasıdır. Kilisede bulunan tapınak, Nebesna Sotnya’ya (Maidan devrimi sırasında Kiev’de öldürülenler) ve Donbas’taki Ruslarla savaşırken ölenlere ayrılmış olup, Ukrayna’nın daha yakın dönemde yaşadığı çalkantılı zamanları hatırlatıyor.
Katedral, cephesinin orta kısmında iki kule bulunan, at nalı şeklinde iki katlı bir yapıdır. Yapı bir manastırdan daha çok bir sarayın mimarisine benziyor. Ukraynalı ustaların inşa ettiği iki katlı, oyulmuş ve yaldızlı ikonostasis ile korunan iç katedral dekoru 19. yüzyıla kadar uzanıyor. Katedral, Tiyatro Meydanı’nın dikkat çeken binasıdır.
Lesya Ukrainka Street
Lutsk’un en popüler caddesi, adını şehrin en önemli isminden alan Lesya Ukrainka Caddesi’dir. Lesya Ukrainka Caddesi (eski adıyla Jagiellońska – Jagiellon Caddesi), kentin merkezi olan Tiyatro Meydanı’ndan Kardeşler Köprüsü Meydanı’na kadar uzanan trafiğe kapalı bir yaya caddesidir. Cadde 730 metre uzunluğundadır ve burada en az on kilise ve manastır bulunmaktadır. Cadde, şehrin bu yol boyunca genişlemeye başladığı on sekizinci yüzyılda gelişmeye başlamış. 19. yüzyılın başlarında da şehrin ana caddesi haline gelmiş. Caddenin ismi 1990’larda Lesya Ukrainka olarak değiştirilmiş.
Lesya Ukrainka Caddesi birçok mimari simge yapıya sahiptir ve kentin önemli bir ticaret arteri olmuştur. Cadde üzerinde çok sayıda kafe, restoran, banka, iş yeri, mağaza ve dükkan bulunuyor.
Curvy Hill Sokağı’na ulaştıktan sonra, çeşitli mimari tarzları görmeye başlıyorsunuz. Polonya İmparatorluğu’nca 17. ve 18. yüzyıllarda yapılmış binalar ile 19. yüzyılda Sovyet öncesi döneme ait güçlü Polonya etkisine sahip binaları kolayca tanımlayabilirsiniz.
Sovyet döneminde yapılan binaların yanında daha sonra yapılan modern binalar da önceki yapıların dokusuna benzer olduğundan caddede uyumlu bir mimari görünüm var. Binaların üçü tarihi anıt olarak plakalarla işaretlenmiştir. Bunlardan biri caddenin sonunda bulunan sarı tuğla bina 19. yüzyılın başlarında inşa edilmiş tarihi bir anıttır.
Caddede küçük bir meydandaki şu heykellere bakar mısınız!
Trinitarians Monastery
Yavaş yavaş yürüyerek küçük bir meydana geldim. Burada ağaçların büyük kısmını kapattığı bir bina bulunuyordu.
Trinitarians, 1199’da Müslümanlar tarafından serbest bırakılan mahkumları korumak için kurulmuş bir manastır. Trinitarians, 18. yüzyılda Lutsk’ta görünmeye başlamışlar. Bir süre Ortodokslara ve daha sonra da Yunan Katolik topluluğuna ait olan St. Mykhailo Kilisesi’nin yakınlarında manastırlarını kurdular. İhmal edilen bir kiliseyi yeniden inşa ettiler ve manastırı yaptılar. Ancak kiliseyi uzun süre korumaları mümkün olmadı ve Rus İmparatorluğu döneminde yıkıldı. Manastır uzun zamandır hastane olarak hizmet veriyor ve günümüzde de askeri hastane olarak kullanılıyor.
Brotherhood Bridge – Bratskovyy Bridge
Lesya Ukrainka Caddesi’nin sonuna geldiğinizde, Kovelska Caddesi üzerinden geçin, soldaki yaya geçidini kullanın, ardından Brotherhood Köprüsü üzerinde Glushets Nehri’ne bakıyor olacaktınız. Glushets Nehri Styr Nehri ile birlikte, şehri ve kalesini yıllar boyunca düşmanlardan koruyan bir savunma adası yaratmış.
Aziz Peter ve Paul Katedrali ve Cizvit Koleji
Kafedralna Caddesi üzerinde kısa bir yürüyüş sizi Kale Meydanı yakınında bulunan Aziz Peter ve Aziz Paul Katolik Kilisesi’ne ulaştırır. Bu görkemli kilise, Cizvit Manastırı’nın eski kolejleri ile birlikte, Barok tarzında 1616-1639’da inşa edildi. Katedraldel, uzun süre Cizvitler tarafından teoloji, felsefe, matematik, yabancı dil, dans ve tiyatro eğitimleri veriliyormuş.
1770’lerden sonra Rus İmparatorluğu döneminde müze olarak kullanılmış ve içerisinde yer alan ikonalar ve eşyalar çalınmış. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kapalı olan bina, 1970’lerde Ateizm Müzesi olarak hizmet vermiş.
1999 yılında Roma Katolik Kilisesi’ne çevrilmiş. Bu Katolik Katedralinin görkemli ön cephesi 1640’tan kalmadır. Aziz Peter ve Paul Katedrali, 26 metre gökyüzüne yükselen kuleleriyle, Doğu Avrupa’daki en yüksek Cizvit kilisesi olarak kabul edilir. Sade iç kısmı pembe ve sarı tonlarında boyanmış. 100’den fazla ikonaya sahip bu müze, 16. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar ünlü Volyn ikona resim okuluna genel bir bakış sunmaktadır.
Katedralin büyük kısmı kapatılmış ve uzaktan bakılabiliyor. İçeride görevli fotoğraf çekmememi söyledi. İngilizce konuşunca derdini anlatamayacağını düşünerek benimle uğraşmaktan vazgeçti. Ne demek istediğini anlamamış gibi yapıp fotoğraf çektim.
Lutsk Zindanı
Kilisenin yanında Lutsk vatandaşlarını tehlike anında korumaya yarayan eski bir tünel ağı olan Manastır Mağaraları’nın girişi bulunmaktadır. Katedralin altındaki bu üç katlı mağara zindan olarak da kullanılmış. Girişin 25 Grivna olduğunu ve rehberle gezilen bu bölüm için belirlenmiş tur saatleri bulunuyor. Maalesef programıma saatler uymadığından gezemedim.
Lutsk’un yeraltı geçitleri de oldukça ilgi çekici. Bu geçitlerin tarihi 15 ve 17. yüzyıllara kadar uzanıyor. Cizvit döneminde hapishane, mahzen ve kutsal nesneler için güvenli bir yer olarak kullanılıyordu. Bu arada, İkinci Dünya Savaşı sırasında zindan bombalardan korunmak için sığınak oldu. Aziz Peter ve Paul Katedrali’nin altındaki bu sıra dışı üç katlı geçitlere alınan rehberli tur sırasında gizem ve efsaneler dinlenebilir.
Puzyna Evi
binasıdır. İsmi 17. yüzyılda, piskopos A. Puzyna burada yaşadığı için verilmiştir. Yapıldığında bir duvarla kaleye bağlıymış. Bugün burada hala yaşanmaktadır.
Lutsk Lubart Kalesi
Şehre gelenlerin ilk gözlerine çarpan, Lutsk’un olmazsa olmazlarından.
Kentin girişindeki Lutsk Lubarts kalesidir ve Yüksek Kale olarak da adlandırılır. Uzun yıllar boyunca Lubart Kalesi bölgenin idari ve manevi başkenti olarak hizmet vermiştir. Aynı zamanda Ukrayna’nın para birimi olan 200 Grivna’nın arkasında yer alan Lutsk kalesi popüler bir turistik mekan. Ukrayna’nın 7 harikası içinde yer alan Kale mutlaka görülecek yerlerden biri.
Luchesk kasabası, 1075 kadar erken bir tarihte, Bold Boleslaus’un altı ay boyunca kuşattığı ahşap bir kaleye sahipti. Yury Dolgoruky, 1149’da altı hafta süren kuşatmanın ardından Lutsk’u yine alamadı. 1255’te Lutsk’un kalesi Khan Jochi’nin torunu Kuremsa’nın baskınına uğradı. Eski duvarların bir kısmı kullanılmış olmasına rağmen, Styr Nehri üzerinde yükselen mevcut kalenin büyük kısmı 1340’larda inşa edildi. Litvanya Büyük Dükü Gediminas’ın oğlu Lubart’ın, Galiçya-Volyn Prensi II. Andriy’in kızıyla evlenmesinin ardından taş bloklar ve tuğla kullanılarak inşa edilmiştir.
Yenileme işlemleri sadece kale ile sınırlı kalmamış, Styr Nehri’nin su seviyesi yükseltilerek, daha iyi savunma için kale ve yerleşim yerlerinin ada üzerinde kalması sağlanmış. Ayrıca yeni bir kalenin daha yapımına başlanmış. 14. yüzyılda başka bir şehir kalesi Czartoryski ailesi tarafından inşa edilmiş. Aşağı Kale olarak da bilinen Okolny Kalesi’nin günümüzde sadece kalıntıları bulunuyor.
Prens Lubart’ın bu planı, uzun yıllar sürecek bir inşaatın başlangıcı kabul edilmiş. 1330’da başlayan çalışmalar ancak 1542 yılında tamamlanabilmiş. Kale, Prens Lubart’ın 1383 yılında ölmesiyle birlikte Litvanya Prensi Vytautas’a devredilmiş.
Bu arada Büyük Casimir (1349), Jogaila (1431) ve Sigismund Kęstutaitis (1436) gibi hükümdarlarca yapılan kuşatmalar bastırıldı. Bazı Avrupa ülkeleri Avrupa’da Osmanlının ilerlemesini durdurmak ve Katolik-Ortodoks kiliselerinin eşit haklara sahip olmasını sağlamak için 1429 yılında Lutsk’da bir araya geldi.
Prens Vytautas, 15 ülkenin kralını ve önemli kişilerini Lutsk Kalesine davet etti. Davetliler arasında Kutsal Roma (ve Alman) İmparatoru Sigismund, Danimarkalı Kral IV. Eric, Polonya hükümdarı II. Wladyslaw ve Jagiello, Töton Şövalyelerinin büyük üstatları, Papa V. Martin, Moskova Büyük Prensi II. Vasili, Bizans İmparatoru Palaeologus ve diğer güçlü liderler ile birlikte üst düzey çalışanlar ve aileleri vardı.
Rivayet odur ki kongreye davet edilen misafirler, aileleri, uşakları ve muhafızlarıyla birlikte toplam 15.000’den fazla kişi katılmış. O zamanlar şehir nüfusu 5.000 kişiymiş. Bu kadar insanı doyurmak da kolay olmamış.
Büyük Litvanya Dükalığı’nın yıkılmasının ardından Lubart Kalesi bir süre daha kullanılmaya devam etti, savaş ve yangınlardan dolayı eski önemini yitirerek yavaş yavaş tahrip oldu. Kale tarihi yapısının yanı sıra trajik olaylarla da anılıyor. 1941 yılında 1.160 Yahudi kale içerisinde katledildi. 2 Temmuz günü yaşanılan bu olay sebebiyle, her sene şehre Yahudi turistler akın ediyorlarmış. Kaledeki bu trajedi için herhangi bir anıt veya işaret yok. 1970 yılında restore edildikten sonra Kale turizme kazandırılmış.
Ayrıca tarihi yönünün yanı sıra kale için birçok efsane anlatılmaktadır. Bu efsanelerden birinde kalenin duvarlarına saklanan bir hazine olduğu belirtiliyor. Lutsk için verilen savaşlardan birinde düşmanlar dükü yaralamış. Öldüğünde tüm mücevherlerin toplanmasını ve bunların kale duvarlarına gizlenmesini, şu şekilde yemin etmelerini emretmiş: “Hazine onu bulan ve kendisi için saklamak isteyen herkese talihsizlik getirecektir.” Hazine sadece Lutsk vatandaşlarına hizmet için kullanılmalıdır. Mücevherlerin hala kalede olduğu söylenmektedir. Bir diğer efsane de birçok hayaletli Orta Çağ kalesi gibi, kaleyi inşa ettiren Litvanyalı prens Lubart’la evlenmeyi reddeden genç bir kızın hayaletinin de burada gezindiği söyleniyor.
Lutsk Kalesi iki bölümden oluşuyor. Bugüne kadar korunmuş olan Üst Kale ve duvarlarının bir kısmı diğer binalara eklenen ve sekiz kulesinden biri olan Czartoryski Kulesi’nin bulunduğu Alt veya Yuvarlak Kale. Lutsk Kalesi, süslü 17. yüzyıl kiliseleri ve evleri ile çevrilidir ve oldukça iyi durumdadır. İnşa emrini veren Litvanya Prensi’nden sonra Lubart Kalesi olarak adlandırılan Kalenin, 13 metre yüksekliğinde surları, birinde Çan Müzesi olan üç yüksek dikdörtgen kulesi vardır. Ayrıca 12. yüzyıldan kalma bir kilisenin (St. John Kilisesi) ve 14. yüzyıldan kalma bir sarayın arkeolojik kalıntıları, küçük bir zindan ve kitaplara, çanlara, silahlara ve yerel sanat eserlerine adanmış çeşitli küçük müzeler var.
2011 yılında, Lutsk Kalesi bütün Ukrayna genelinde düzenlenen ve oylanan Ukrayna’nın Yedi Harikası:
Kaleler, Saraylar, Şatolar” yarışmasının “Kaleler” başlığında birincilik kazanmış. Kale içerisinde özellikle yaz aylarında festivaller, fuarlar ve çeşitli etkinlikler düzenleniyor. Lutsk’un en iyi festivallerinden biri, her Haziran ayında gerçekleşen, sanatçıları, esnafı, müzisyenleri, tiyatrocuları ve burada olmayı isteyen herkesi toplayan “Lutsk Kalesi’ndeki Gece” etkinliği. Volyn Prenses Festivali de Kalede düzenlenen başka bir etkinlik. Şaşırtıcı olmayacak bir şekilde, Lutsk ve çevre kasabalardan gelen çiftler düğün fotoğrafları için burayı tercih ediyorlarmış. Ben de bunlardan 3 çifte denk geldim. Hatta gelinlerden birisi çok enteresandı ve saçları neredeyse topuklarına değecekti. Bazı geleneksel toplumlarda saçların hiç kesilmediğini duymuştum ve buna şahit olunca hayretten ağzım bir karış açık kaldı. Kale gün içerisinde 10:00-17:00 arası açık.
Burada iki farklı tür bilet bulunuyor. 30 Grivnaya Kitap Müzesini, Çan Müzesini, Silah Müzesini, surları, muhafız odasını, hapishaneyi ve etnoğrafik bir serginin de olduğu hediyelik eşya dükkanını gezebiliyorsunuz. 200 Grivna ile rehber eşliğinde eski kilise, arkeolojik buluntular, eski yapı malzemeleri, Sanat Müzesi, Ana kule ve Styrova Kulesi gezilebiliyor. 30 Grivna ödeyerek biletimi aldım ve surların üzerine çıkarak gezmeye başladım.
Buradan kale içinin yanı sıra şehrin genel manzarası da görünüyor.
Önce surların üzerinde yürüyerek Styrova Kulesinin üst katlarında bulunan eski silah müzesini görme şansım oldu.
Ukrayna Askeri Müzesi’nde Ukrayna tarihine ait savaş araçları ve Ukraynalı askerlere ait birçok eşya sergilenmekteymiş.
Sonra aynı Kulenin birinci katındaki ilginç bir dükkana girdim. Burada sergilenen sanat eseri gibi ilginç mumlar vardı. Küçük olan boyları 100 Grivna. Yapan genç oldukça meşakkatli olan yapım sürecini anlattı.
Sıra geldi Vladycha Kulesi’nde bulunan Çan Müzesi’ne ve bizim için anlamı olmayan demir yığınlarına! İki katta da irili ufaklı bir dolu çan konulmuş ve çanlara dair eski fotoğraflar sergilenmiş. Lutsk Çan Müzesi’nde 17. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar toplam 90’dan fazla çan sergileniyor. En eskisi 350 yıllık ve 1,5 ton ağırlığında.
Model kullanılarak eski hali yansıtılan Zindanı demir kafes arkasından gördüm. Eskiden kullanılan eşyalardan bazılarını da sergileniyor.
Bahçesinde de ne işe yaradığını anlamadığım bazı araçlar vardı.
Sonra aynı binanın üst katındaki Kitap Müzesine gittim. Kale içerisinde yer alan en ilginç yerlerden birisi bu müzedir. Koleksiyonun çoğu, en eskisi 350 yaşından büyük antika kitaplardan oluşuyor. Çoğunluğu İncilden oluşan pek çok el yazması kitaba ev sahipliği yapan Kitap Müzesi’nde, farklı sergilere sahip üç oda var. Birincisi, 15. yüzyıldaki bir baskı makinesini öne çıkararak Avrupa yayıncılık tarihini ele alıyor. Diğer odalar Doğu Avrupa ülkelerinin en ünlü altı basım evinin çeşitli basımlarına sahiptir. Müzede sergilenen en eski kitabın 1644 yılında Lviv’de yayınlanan iki ciltlik “Trebnyk” kitabı olduğu belirtilmesine karşın daha eski tarihli kitaplar da gördüm.
Çok güzel ve metalden yapılmış hayvancıklar da mutlaka görülmeli
Bunların dışında gezemediğim yerlerden de bahsederek Kale gezimizi sonlandıralım. İlk sırada tabi ki Ana Kule geliyor.
Kulenin en üstüne çıkana kadar bronz heykel sergisi, cam sergisi, resim galerisi gibi küçük sergiler geziliyormuş. Yukarıya çıktıktan sonra orada duran muhafız nereden geldiğinizi soruyormuş. Tıpkı geçmişte olduğu gibi şehre gelenlerin ülkelerini söyleyip ardından elindeki borazanla marş çalıyormuş. Kuleye çıkamadım ama evlenecek çiftler gelirken borazan çaldı ve ardından muhafızı Orta Çağ kıyafetleriyle bahçede geçerken gördüm.
Kale içerisinde gezilebilecek bir diğer müze, 15-20. yüzyıllar arasında yapılmış çok sayıda tablonun sergilendiği, Styrova Kulesi’nin yakınlarında bulunan Sanat Müzesi (Art Museum).
Luteryan Kilisesi- Lutheran Church
Kale gezimi tamamladıktan sonra geri dönmek yerine tabelaları takip ederek ara sokaklara girmeye başladım. İlk önce karşıma sivri kuleli The Church of Evangelical Christian Baptists-Lutheran Church çıktı.
Karaimska Caddesi, 16 adresinde, 20. yüzyılın başında Alman sömürgecileri tarafından yaptırılan eski Lutheran Kilisesi’ni göreceksiniz. Kilise, Kafedralna Caddesi’nin batı ucunda bulunuyor. Sarp sivri ucu ile orantılı neo-gotik yapı, mimari ekseni tamamlayan büyük bir altın haç ile taçlandırılmıştır. Lutheran Kilisesi olarak bilinen bina aslında artık bir Baptist kilisesidir.
Kilise 1907 yılında kentin Lutheran topluluğu için inşa edildi. İnşa edildiği yıllarda Volyn’de yaşayan Almanlar için başlıca ibadet yeri olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonunda 1940’larda sömürgecilerin çoğu Almanya’ya döndü ve kilise sahipsiz kaldı. 1950’lerden 1980’lere kadar Sovyet döneminde kilise laik bir yapıya dönüştürülerek arşiv olarak kullanıldı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra 1990’ların başında Ukrayna’daki Kiliselerin İadesi çerçevesinde Lutsk’un Baptist topluluğu kilisenin yeni sahibi oldu. 1990’ların başında, yerel Evanjelik Baptist topluluğu kiliseyi restore etti ve ibadethaneleri olarak kullanmaya başladı.
Kilisenin ön tarafında açık bir kapı göremeyince ben de yan tarafına doğru gittim. Bulduğum açık bir kapıdan içeri girdim ve mutfaktan gelen sesleri duydum. Sessizce içeri girip birkaç fotoğraf çektim ve aynı sessizlikte kendimi dışarı attım.
Karaim Caddesi
Karaimler (Karaylar) yoğun olarak bu bölgeye yerleştiklerinden caddeye de onların adı verilmiş. Lutsk Karaimleri eski Türk-Tatar kabilelerinin ataları oluyor. 15. Yüzyılın sonunda Litvanya büyük dükü Vitovt, Kırım’dan yüzlerce Karaimli mahkumu getirmiş ve Lutsk ile Vilno (Vilnius)’ya yerleştirmiş. Volyn’de 500 yıl boyunca yaşayan Karaimler dillerini, kültürlerini, yazılarını ve geleneklerini muhafaza etmişler. 1930’larda Karaimler kendi gazetelerini ve çocuk kitaplarını yayınlamışlar. Lutsk Karaimleri arasından meşhur bilim insanları ve tanınmış isimler çıkmış. II. Dünya Savaşından sonra neredeyse tüm Karaimler komünistlerin baskıları sonucunda Lutsk ve Volyn’i terketmek zorunda kalmışlar.
Bu caddenin sonuna doğru yürüyünce dış tarafı oldukça renkli bir başka tarihi kilise gördüm.
Protection of Virgin Orthodox Church
Hala orijinal halini koruyan ve Lutsk’taki mevcut Ortodoks kiliselerinin en eski tarihlisi olan Ortodoks Kilisesi, 17. yüzyılın ilk yarısında inşa edilmiş. Kilise aslında 1583 tarihli bir belgede eski olduğu ve tamirat gerektirdiği belirtilen daha eski bir kilisenin yerini almış. Kilise 14. yüzyılda resmedilmiş Volyn Meryem Ana simgesi ile tanınır. 1970’de Kilise, Kiev’deki Ulusal Güzel Sanatlar Müzesi’ne bu ikonayı gönderdi.
Küçük ama içerisi oldukça renkli olan bir kiliseydi. Hızlıca göz gezdirip dışarı çıktım.
Bu bölgeyi tamamladığımı düşünerek merkeze dönmeye karar verdiğimde Tarih Müzesi’ni gördüm ancak gezecek vaktim yoktu.
True Cross Lutsk Ortodoks Kompleksi
Pazar ve Bratskiy Mist Meydanları arasında bulunan ve bir kilise ile manastırdan oluşan mimari ve tarihi bir komplekstir. Church of the Exaltation of the Cross, Basilian Manastırı ile birlikte, Lutsk Kardeşliği tarafından inşa edilmiş ve korunmuş bir mimari anıttır. Binalar 1630’lar ve 1640’lar boyunca inşa edildi ve Volyn Ortodoks halkının siyasi merkeziydi. 18. yüzyılda yangından zarar gördüler ve kilise bir yüzyıl sonra neredeyse tamamen tahrip oldu. Manastır binası orijinal halini korurken, kilise birçok kez yeniden inşa edildi; apsis ve yeniden inşa edilmiş kubbe, sadece orijinal parçalardır. Manastır bir apartman binasıdır; Kilise, Lutsk Ortodoks Birliğinin varisi olan Saint Andrew’un Volyn Birliği tarafından kullanılıyor.
Pazar Meydanı
14. yüzyıldan kalma Lutsk Pazar Meydanı, Ukrayna’daki en eski meydanlardan biri olan meydan, şehrin en kalabalık yerlerinden biri ve canlı hayvan da dahil olmak üzere hemen her şey satılıyor.Meydan, Daha önce, meydan idari binalarla çevriliymiş. Meydan, tarihi boyunca birkaç kez yangınla tahrip olmuş. Belediye binası 18. yüzyılda yandıktan sonra inşa edilen yeni binalar pazar alanını küçültmüş. Ancak yine de II. Dünya Savaşı’na kadar Lutsk ticaret merkezi olarak kalmış. Halen, Market Square eski şehir evleri ve kiliselerle çevrili tarihi bir simge yapıdır. Pazarda sebze meyve gibi ürünlerin satıldığı açık bir alan ve üstü kapalı yapılar bulunuyor.
Pazarın içinde bir süre gezdim ama içinde kaybolmamak için hemen çıkmak istedim. Buradan Tiyatro Meydanı’na geri dönmek için ve ana caddeden diğer tarafa doğru yürüdüm. Sağ tarafta Güneş Sistemine ilişkin bir heykel seti yapılmış.
Bogdan Khmelnitsky Caddesi üzerinde yürümeye başladım ve çok geçmeden caddenin karşı tarafında önünde kentin koruyucusu Aziz Nikolaos’ın bir Anıtı da bulunan Lutsk Belediye Binası’nı gördüm. Belediye Meclisi binası 1930’larda inşa edilmiş ve o yıllarda posta ve telgraf idaresi olarak kullanılmıştır. Sovyet döneminde, Belediye Meclisi bu binada çalışmaya başlamış.
Kukla Tiyatrosu-Puppet Theatre
Krivyi Val Caddesi’nde Belediye Binası’nın karşısında bulunan Kukla Tiyatrosu 1890 yılında inşa edilmiş. 1975 yılında Drama Tiyatrosu burada performanslarını sergilemeye başlamış. Drama Tiyatrosu Tiyatro Meydanı’ndaki yeni bir binaya taşındıktan sonra, burada bir kukla tiyatrosu kurulmasına karar verilmiş. Kabartmalarla ve sütunlarla süslenmiş bir binası olan Kukla Tiyatrosu şimdiye kadar, Lutsk vatandaşlarını parlak performanslarıyla memnun etmiş ve uluslararası yarışmalarda sayısız ödül almış.
Kale bölgesine tekrar döndüm. Niyetim bu tarafta olduğunu bildiğim Golovan Evi’ni görmekti. Tam o sırada önünde küçük bir parkın olduğu Eczane Müzesi’ni (Pharmacy Museum) gördüm ve açık kapısından içeri de girdim. Ancak kayda değer bir şey olmadığını söylemeliyim.
House of Sculptures-House of Architect Golovan
Styr Nehri’nin kıyısında bulunan Chimeras’lı Ev, Lutsk’taki en sıra dışı cazibe merkezidir. Mimar Mykola Golovan 1979 yılından bu yana üzerinde çalışıyor. Ev gotik ve Rönesans tarzlarından klasik ve masal eserlerine kadar tamamen eklektizm izlenimi veren farklı stilde yaklaşık 500’den fazla taş heykel ile süslenmiştir.
En büyük obje, heykeltıraşın aile üyelerinin, evin alınlık kısmındaki tasviridir. Evin dışı kadar iç dekorasyonu da oldukça ilgi çekici ve özgünmüş. Tabi ben evin içini göremedim ama 70’lerinde olduğu belirtilen mimar Golovan’ı üstü çıplak evin önünde otururken gördüm.
Kosach Family House
Katedralin arkasında 1800’lerin sonunda Kosach ailesinin yaşadığı ev bulunuyor. Ukrayna tarihi için oldukça önemli olan şair, yazar ve feminist Olena Pchilka ile kızı Lesya Ukrainka bir süre bu evde yaşamışlar. Lesya’nın bilinen ilk şiiri “Nadia” (Umut)’yı yazdığı yer burasıymış. 2007 yılında ev müzeye dönüştürülmüş ve Lesya’nın odası görülebiliyor.
St Bridget Manastırı- St Bridget’s Convent
18. yüzyılda, bu manastırdaki rahibeler “içeriye giriş yok” ve “tesis içinde erkek bulunmama” kuralı hakkında çok katılardı. Binayı alev sarınca bile itfaiyecilere izin vermediler. Sonuç olarak, ahşaptan inşa edilen kentin büyük kısmı gibi Manastır da yangında tahrip oldu. Manastır kompleksi zaman içinde bir hapishane, bir Katolik kilisesi ve bir Ortodoks kilisesi olarak kullanıldı. En ilginç özelliği ise, 1941’de Nazilerin Lutsk’a yaklaşması üzerine kenti boşaltan NKVD yani Sovyet özel birlikleri tarafından burada vurulan 4000 kişinin dışarıdaki anıtıdır.
Günümüzde bu kompleks Ortodoks Manastırı olarak kullanılmaktadır.
Lesya Ukrainka Caddesine döndüm ve yolun ortasında berberlik sahnesiyle karşılaştım.
Kültür Parkı
Tekrar Bogdan Khmelnitsky Caddesi’nde yürüyerek günün en güzel anlarını yaşayacağım Kültür Parkı’na geldim.
İçinde kafeler, restoranlar, oturma alanları, çocuk oyun alanları, havuzlar ve küçük bir gölü bulunan parkta özellikle yaz akşamları çok iyi vakit geçirebilirsiniz. Birçok oyun alanı, alışveriş standı, festival alanlarında gezip sokak dansçıları ve şarkıcılarının düzenlediği gösterileri izleyebilirsiniz.
Park o kadar güzeldi ki çeşit çeşit bitki ve hayvan türlerinin bulunduğu bu temiz ortamda gezinmek gerçekten eşsizdi. Şehir merkezine bu kadar yakın ve böylesine büyük bir parkın bulunması kent sakinleri için büyük şans olmalı!
Ukrayna Birlikleri ve Askeri Teçhizat Müzesi
1925 yılında yapılmış binalarda bulunan küçük ama oldukça ilginç bir müze. Sergide 50 askeri teçhizat ve silah bulunuyormuş. Materyallerin çoğu EuroMaidan olaylarında ve Ukrayna’nın doğusundaki çatışmalarda kullanılmış. İlgi duyuyorsanız Na Taboryshchi Caddesi, 4 adresindeki Müzeye gidebilirsiniz.
Volyn Bölge Tarihi Müzesi
Volhynia’daki en büyük ve en eski müzedir. Müze, Volyn bölgesinin sanatını, tarihini ve etnografisini temsil eden 140 binden fazla esere sahip. Shopena Caddesi, 20 adresindeki Müze, normalde 09:00-17:00, cumartesileri 10.00-18.00 arası açık olup Pazartesi günleri kapalıdır.
Eternal Glory Memorial Park
Ukraynalılar şehitlerine ve ölülerine çok önem veriyorlar. Her yerde bir anıt ve her yerde bir heykel görmek mümkün.
Burası, savaş kahramanlarına, askerlere, Çernobil’de ölen ve mağdur olanlara, baskı kurbanlarına, yüzlerce şehidin anısına, yakılan kasaba ve köylerin hatırasına, Volyn bölgesinin özgürlüğü ve bağımsızlığı için faşizme karşı mücadele edenlerin anısına yapılmış büyük bir park alanı. Birçok anıt ve heykelin yanı sıra mezarlar da bulunuyor.
En Uzun Bina
Lutsk’da Dünyanın en uzun apartman dairesi bulunuyor. Burası şehirdeki en ilginç yapılardan biridir. Sobornosti Bulvarı ve Molodi Bulvarı’nda, birbirine bağlı, 3 km’den fazla uzunluğu olan dünyadaki en uzun apartman blokları bulunmaktadır. Yapı 1969-1980 yıllarında inşa edilmiş. İki cadde üzerinde 38 adreste birleştirilen petek şeklindeki yapı kompleksi 88 girişe sahip. Bu evde yaklaşık 9000 insan yaşıyormuş. Burada Ukrayna ve Avrupa’dan sokak sanatçılarının da yer aldığı “Arka” adlı bir proje yürütülüyormuş. Amaç bu büyük apartmanı eşsiz bir turistik mekana dönüştürmekmiş.
Büyük Sinegog (Küçük Kale)
Danyla Halyts’koho Caddesi, 33 adresinde bulunan ve 1622-1629 yıllarında inşa edilen Sinegog, Lutsk’un önde gelen mimari anıtlarından biri. Lutsk Yahudilerinin diğer şehirlerdeki Yahudilerle aynı kaderi paylaştığı II. Dünya Savaşı’ndaki Alman işgaline kadar Lutsk büyük bir Yahudi nüfusuna ev sahipliği yapıyormuş. O zamanlar çoğunlukla Yahudi vatandaşların yaşadığı Old Lutsk’un güneybatı bölgesinde bu Sinegog inşa edilmiş. Bu işgale kadar Sinegog Lutsk Yahudilerinin dini, eğitim ve topluluk merkezi olarak kullanılmış. 1942’de kısmen tahrip olan Sinegog 1970’lerde restore edilmiştir.
Sinagogun savunma özelliği “Küçük Kale” olan ikinci adını da açıklamaktadır. Adeta bir kale şeklinde inşa edilmiş. Bina dua için kullanılan bir kare salondan ve beş katlı bir savunma kulesinden oluşmaktadır. Lutsk, Sinagog binası yerel bir spor kulübüne ev sahipliği yapıyor.
Chartoryiskykh Kulesi (Okolny Kalesi)
Bu savunma kulesi ve kale duvarı, Yukarı Kale’yi güneyden ve batıdan güçlendiren Okolny (Roundabout) Kalesi’nin sur kalıntılarıdır.
Günümüzde Princes Czartoryiski’nin adını taşıyan kule kalmış. Kule Cizvit Manastır binasına bir duvarla bitişiktir ve sadece Drahomanova Sokağı avlularından görülebilir.
Son Söz
Ukrayna gezilecek yerler listesinin başını çeken popüler kentlerin arka planında kalan Lutsk, kendine has ambiyansı, tarihi dokusu ve bakir kalabilmiş yönleriyle gezginler tarafından keşfedilmeyi bekliyor.
Lutsk, kaleleri, eski evleri, Sovyet mimarisiyle yapılmış binaları, anıtları ve kiliseleriyle hem Orta Çağ’ı, hem de yakın tarihi yaşatan bir şehir. Tarihi anıtları ve kiliseleri, mimarisi çok hoş yapıları, sıra dışı binaları, hediyelik eşya tezgahları, parke taşlı sokakları, güzel çeşmeleri, yeşil alanları var. Hızlı bir şekilde gezebilirseniz bir güne sığdırabileceğiniz küçük bir şehir aslında. Yüzyıllar boyunca, Lutsk, çeşitli imparatorluklar arasında gidip gelmiş ve halklar da doğal olarak karışmış. Bu durum aslında şehri Ukrayna’nın en ilgi çekici şehirlerinden biri haline getirmiş. Çünkü burada mimaride, kültürel ve sosyal yaşamda çok farklı ve değişik lezzeti bir arada bulabilmek mümkün. Siz de bir an önce gidin ve henüz bozulmamışken buna tanıklık edin.
Glasgow İskoçya’nın en fazla nüfusa sahip ve en geniş alana sahip şehri. Birleşik Krallıkta da kalabalık üçüncü, en çok ziyaret edilen şehirler arasında da beşinci sırada. Şehir İskoçya’nın batısında Cylde Nehri’nin İrlanda Denizi’ne açılan haliç üzerine konumlanmış.
Aslında 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında şehrin nüfusu çok hızlı artmış ve 1938’de bir milyonu geçmiş. Bu nedenle 1960’larda şehir dışında evler inşa edilerek nüfusun buralara kayması sağlanmış. Bu şekilde Cumbernauld, Livingston, East Kilbride gibi yeni şehirler ve periferik banliyöler oluşmuş. Böylece şehir merkezinin nüfusu yarıya düşmüş.
Glasgow 2014 yılında Commonwealth Oyunlarına ve 2018 yılında da Avrupa Şampiyonasına ev sahipliği yapmış. Ayrıca spor dünyasında bizim Fenerbahçe ile Galatasaray arasında olduğu gibi şehrin eski takımları olan Celtic ve Rangers kulüpleri arasında da bitmeyen bir rekabet varmış. Şehir, futbol, rugby, atletizm, tenis, golf ve yüzücülük konusunda sporda iyi bir yere gelmiş.
Şehrin sakinlerine “”Glaswegians” ya da “Weegies” denilmekteymiş. Bir de şehirle ilgili benim de yaşadığım ilginç bir ayrıntı var. Glasgowlular İskoç dilinden çok farklı ve buradan olmayanların kolayca anlayamayacağı “Glasgow patter” denilen farklı bir konuşma diline sahiplermiş. Glasgow’da kaldığım evin sahibiyle konuşurken on kere tekrarlatmam boş yere değilmiş demek ki, ben de kendimden kuşkuya düşmüştüm!
Kısa Tarihi
İlk yerleşim izlerinin Prehistorik zamanda görüldüğü şehir, eskiden Clyde Nehri yakınlarında küçük bir balıkçı kasabası iken bugünlerde artık İskoçya’nın en büyük liman şehri olmuş. Şehir Orta Çağ’da 2. İskoç piskopos bölgesi olmuş. Zamanla Orta Çağ’ın piskoposluk ve kraliyet kasabası anlayışından sıyrılmış ve 15. yüzyılda Glasgow Üniversitesi’nin kurulması ile 18. yüzyılda İskoç aydınlanmasının önemli bir merkezi haline gelmiş.
18. yy’dan sonra Büyük Britanya’nın Kuzey Amerika ve Karayipler’e yaptığı transatlantik ticaretinin önemli bir merkezi olmuş. Endüstri Devrimi’yle birlikte şehrin nüfusu ve ekonomisi hızlı büyümüş ve dünyanın en ünlü kimya, tekstil ve mühendislik merkezlerinden biri haline gelmiş. Özellikle gemi yapımı ve denizcilikle ilgili mühendislik alanlarında gelişim kaydettiklerinden pek çok keşif ve ünlü gemi yapmışlar.
Ekonomi I. Dünya Savaşı ve Büyük Buhran’dan sonra düşüşe geçmiş ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra düzelmeye ve büyümeye başlamış. Ancak 1960’larda Japonya ve Batı Almanya gibi ülkeler sanayide hızla büyürken, Glasgow uzun sürecek ekonomik küçülme dönemine girmiş. Şehirde sanayi kuruluşları azalmış işsizlik artışı, nüfus azalışı, şehirden göçlere, fakirliğe ve yetersiz sağlık koşullarına sahne olmuş. Bu kötü gidişi durdurmak amacıyla radikal ve geniş kapsamlı programlar uygulamaya konulmuş.
Şehirden göçleri önlemek için şehre yakın alanlarda ucuz banliyöler ve siteler inşa edilmiş. Tüm çabalara ve ekonomik rönesansa rağmen şehrin doğu tarafı halen yoksulluğun diz boyu olduğu bir bölgeymiş ve uçurum giderek artıyormuş.
Glaskow müzik şehri olarak da tanınıyor. UNESCO, 2008’de Glasgow’u “müzik şehri” ilan etmiş. Müzikle ilgili yerlerin gezildiği turlar da düzenleniyormuş. Elektronik müziğin çalındığı çok sayıda kulübün yanı sıra, geleneksel İskoç müziği dinlenen yerler de mevcut.
Bu açıklamalardan sonra sizi Glasgow’a götüreyim artık.
Glasgow Gezilecek Yerler
Edinburgh’dan bindiğim National Express otobüsü yeşil kırların, otlayan inek ve koyunların, parlayan güneşin eşliğinde yaklaşık 1,5 saat kadar sonra Glasgow’a ulaştı. Otobüs Terminali oldukça merkezi bir yerde bulunuyor. İner inmez hemen birkaç sokak yürüyünce en gözde ve işlek caddelere ulaşılıyor.
Sırt çantam olduğundan öncelikle onu akşam konaklayacağım eve bırakmak istiyordum. Bu sefer airbnb sitesinden ev ayarlamıştım. Ev sahibim mesaj atarak dişçiye gideceği için beni karşılayamayacağını, anahtarı paspas altına bırakacağını yazmıştı. İnsanların hiç tanımadığı birine böyle güvenmesi inanılmaz geliyor. Daha önce siteden puan almış olsam ve ona güvendi desem o da yok. Ben hayatta böyle bir şey yapmazdım herhalde!
Eşyalarımı bırakıp ilk ulaştığım Buchanan Caddesi, çok güzel mimariye sahip binaların olduğu, eğimli, araç trafiğine kapalı, her iki yanında ünlü markaların mağazaları da bulunan bir cadde. Keyifle gezinmek, alışveriş yapmak, açık havada değişik müzikler yapan grupları dinlemek için ideal bir yer.
Çok ilginç yapılar da var bu caddede, mesela Hotel Chocolat binası bir tavus kuşu gibi taçlandırılmış.
Gezimin bir sonraki durağı günün her saati canlı ve hareketli olan George Square oldu.
Ama öyle böyle değil kocaman, büyük bir meydan burası. Şehrin kalbinin attığı meydanlar vardır ya bu da onlardan biri. George Square, Glasgow şehir merkezinde bulunan 6 meydandan biri. Yapımına 1781 yılında başlanan meydanın ismi Kral III. George’dan geliyormuş.
Meydanın her tarafına çok büyük heykel ve anıtlar dikilmiş. Kraliçe Victoris, Robert Burns, Sir Robert Peel, Sir Walter Scott gibi şehir için önem taşıyan 12 ünlü kişinin heykelinin süslediği meydanda buhar makinasının mucidi olan James Watt’ın heykeli de bulunuyor.
Meydanın etrafı Victorian tarzında inşa edilmiş, mimari açıdan şaheser yapılarla dolu. Meydanın doğu tarafında 1883 yılında inşa edilmeye başlanan Glasgow City Chambers – Belediye Sarayı bulunuyor. Batı tarafında ise Glasgow Ticaret Odası tarafından 1874 yılında inşa ettirilen Merchants House var. Meydanda bulunan ve tarihi 19. yüzyıla uzanan depolar bu meydanın bir zamanlar önemli bir ticaret merkezi olduğunu göstermekte.
Meydan, müzikal etkinliklerin, ışık gösterilerinin, resmi törenlerin, spor kutlamalarının ve politik toplantı ve protestoların yapıldığı bir yermiş. Christmas zamanında burada büyük bir Noel pazarı kuruluyormuş. Meydanda bulunan Italyan Bölgesi’nde çok hoş restoranlar ve cafeler bulunuyor. Meydana yakın çevredeki çok hoş ama bir o kadar da pahalı butik ve mağazalarıyla alışveriş yapma imkanı veriyor.
Meydanda dolandım ve heykelleri tek tek inceleme fırsatı buldum. Keşke hemen Belediye Binasının içine de girseymişim. Cuma günü olduğundan açık olan binaya muhtemelen girebilecektim. Ertesi gün kapıdan geri çevrildiğimde bunun pişmanlığını yaşadım!
Belediye Binası Pazartesi-Cuma arası günlerde 08.30-17.00 arasında açık ve günde iki kere 10.30 ve 14.30’da yapılan ücretsiz ve 45 dakika süren rehberli turlarla da gezilebiliyor.
Bu bina şehrin en prestijli yapısı olup Glasgow’un tarihi zenginliğinin ve politik gücünün bir sembolü olarak görülüyormuş. 1888’de tamamlanan ve Kraliçe Victoria tarafından açılan Glasgow City Chambers yüzyılı aşkın bir süredir belediye meclislerine ev sahipliği yapmakta.
Binanın önünde tam merkezindeki alınlığın içinde, Kraliçe’nin Altın Jübile’sini onurlandıran bir kabartması var. Üstünde ve bayrak direğinin hemen altında ortada doğruluk imgesi olan onur ve zenginlikleri temsil eden heykeller bulunuyor. James Alexander Ewing’in bu heykeline yerel halk Glasgow’un Özgürlük Heykeli diyormuş.
Binanın ön tarafında yer alan altın haçlı beyaz anıt, 1924 yılında dikilmiş. Bu anıt I. Dünya Savaşı sırasında ölen 18.000 Glasgow askeri için yapılmış.
Meydandan ayrılıp, yürümeye devam edelim, Gordon Street’te çok kalabalık gözüküyordu, yeme içme mekanları hep buralarda toplanmış gibi..
Buradan Argyle Street’e geçtim. Bu bölgede ki bütün caddeler aynı şekilde hareketliydi.
Trongate Bulvarı’nda yürümeye başladım ve merkezden biraz uzaklaştım. Burada çok fazla sayıda mağaza ve tarihi bina görebiliyorsunuz.
Epeyce yürüdükten sonra Mercant Building göründü. Daha önce Glasgow Cross olarak bilinen şimdi artık Merchant City olarak isimlendirilen bu bölgede bulunan binaların bazılarının tarihi 17. yüzyıla kadar gidiyormuş. Mercat Binası eski gözükse de aslında oldukça yeni bir bina, 1928 yılında inşa edilmiş.
Glasgow Clyde Nehri kıyısında küçük bir balıkçı köyü olarak kurulmuş. Aziz Mungo kuzeydeki tepeye dini bir yerleşim kurmuş ve M.S. 6. yüzyıla kadar da bu şekilde kalmış. Buraya bir manastır inşa edilmiş ve yerleşim yeri giderek büyümüş.
Glasgow’un ilk merkezi manastırın çevresinde ve daha sonra yakınlarda inşa edilen St. Mungo Katedrali civarındaki bölge olmuş. Hemen güneyinde eski bir Roma yolu bulunuyormuş ve şehrin en eski üç caddesi olan High Street’in doğu ve batısında uzanan kısımlar Drygait ve Rottenrow caddeleriymiş. Güneyde ikinci bir merkez gelişmiş ve dört caddenin dik açılarla birleştiği, bir haçı andırdığı, Glasgow Cross olarak tanımlanan bir bölge olmuş.
Reformasyon dönemine kadar Glasgow Cross, dört caddenin birleştiği açık ve geniş alanda kurulan Pazar nedeniyle Mercat (Pazar) Cross olarak biliniyormuş. Pazardaki malları tartmak için kullanılan trone ve terazilerden sonra batıdaki caddeye Tronegait, doğudakine Gallowgait, kuzeyde Mercat Cross’dan Metropolitan Kilisesi’ne giden cadde ve güneydekine kumaş ağartıcılarından türetilerek Walkergait adı verilmiş. Daha sonra, kuzeydeki cadde, High Kirk’ten sonra High Street olarak yeniden adlandırılmış ve Walkergait, somon kurutulduğundan Salt Market olarak adlandırılmış.
Glasgow Merchant City’nin tam merkezinde yer alan eski Sheriff Court binası bugün artık Citation Taverne & Restaurant olarak hizmet vermekteymiş.
Dönüş yolundaki Ingram Street’te bulunan tarihi bina Hutchesons’ Hall 1802 ve 1805 yılları arasında Hutchesons Hastanesi olarak inşa edilmiş. 2008 yılından sonra boş kalan binayı 2014 yılında yenilemişler ve bugünlerde artık et ve deniz ürünleri mutfağının sunulduğu üç katlı bir restoran olmuş.
Allsaints Spitalfields adındaki bir mağazanın vitrin düzenlemesi de eski dikiş makineleriyle yapılmıştı.
Şehrin merkezindeki tren garına dışarıdan şöyle bir baktım. Buradaki demiryolu köprüsünün de şöyle bir hikayesi var. 19. yüzyılda günlük işler bulmak için bu bölgede bulunan ve yağmur yağdığında köprünün altına sığınan Highland’li erkekler nedeniyle köprünün adı “Highland Men’s Umbrella” olmuş. Maalesef köprünün fotoğrafını çekmemişim. O yüzden internetten aldığım bir fotoğrafı kullanıyorum.
Otobüs terminaline giden yol üstünde Glasgow Royal Concert Hall -Konser Salonu bulunuyor.
Kraliyet Konser Salonu, 2475 kişi kapasitesi ile Birleşik Krallık’taki en büyük salonlardan biri. Resmi olarak 1990 yılında açılan bina Kraliyet İskoç Ulusal Orkestrasına da ev sahipliği yapıyormuş.
Konser Salonunun önündeki heykel İskoçya’nın ilk Başbakanı ve İskoç Devriminin savunucusu olan 1937-2000 yıllarında yaşamış Donald Campbell Dewar’a ait.
Klasik müzik severim ama bırakın burada bir konser izlemeyi içini görmeye dahi zaman bulamadım. Binanın akustik açıdan mükemmel olmasına rağmen altından geçen metro hattı nedeniyle biraz sorun yaşanıyormuş.
İkinci gün sabah Glasgow Katedrali ile güne başladım. Katedral Meydanı’nda Glasgow doğumlu doktor David Livingston’un 2,40 metre uzunluğundaki heykeli bulunuyor. Livingston mezun olduktan sonra Güney Afrika’ya gönderilmiş ve burada misyonerlikle birlikte araştırmalar yapmış. Hakkında birçok efsane bulunmaktaymış.
Katedral Meydanı’nda James Lumsden’in bir heykeli de bulunmakta. James Lumsden (1818-1879), Lord Provost olarak görev yapan bir kırtasiyeci ve tüccarmış. Arden Şövalyesi olarak da biliniyormuş.
Gelelim Katedral binasına. Dışarıdan diğer kiliselere göre çok farklı görünmüyordu. Glasgow High Kirk olarak da bilinen Glasgow Katedrali veya St Kentigern veya St Mungo’s Katedrali, İskoçya’daki en eski katedral ve Glasgow’daki en eski bina olarak gösterilmektedir. İskoçya’nın en görkemli Orta Çağ yapılarından birisi olan Glasgow Katedrali, İskoç ana karasında, 1560 Reformu’ndan sonra bozulmadan bugünlere gelebilen tek bina olarak tanımlanmakta. Katedral ünlü TV serisi Outlander için set olarak da kullanılmış.
Bu Orta Çağ Katedralinin M.S. 614’de ölen ve St. Mungo olarak da bilinen St Kentigern’in gömülü olduğu alana inşa edildiği ve Glasgow şehrinin doğduğu yeri işaret ettiği düşünülmektedir. St Kentigern, eski İngiliz Krallığı olan Strathclyde Krallığındaki ilk piskoposmuş ve şehrin azizi olarak biliniyor.
St Mungo, Göller ve Kuzey Galler bölgelerinde vaazlar vermiş, Roma’ya hacca gitmiş ve 614 yılında ölünce bu bölgeye gömülmüş. Ölümünün ardından mezarı üstüne inşa edilen ilk orijinal kilise ahşaptan yapılmış. Bunun yerine ilk taş kilise, Kral David I zamanında, 1136 yılında inşa edilmiş. Bu kilise zamanla tahrip olmuş Onun yerine 1197 yılında yeni bir bina yapılmış.
Katedralin içi oldukça geniş ve ferah. Ahşap çatı Orta Çağ tasarımına sahip ve kerestelerin büyük kısmının 14. yüzyıldan kalma olduğu tahmin edilmektedir.
“Reader’s Bible” olarak adlandırılan 1617 basımı bir İncil de sergileniyor.
Katedral, modern vitray pencerelerin en iyi koleksiyonlarından birine sahip. Bunlardan birisi Katedralin ortasında bulunan Büyük Batı Penceresindeki “Creation” yani “Yaratılış” konulu vitray. Katedralin kuzey duvarına yapılan The Millennium Window adı verilen, en zorlu teknikle üretilen ve ana hakim rengin mavi olduğu vitray pencereler de dikkat çekmekte.
Yapıda alt katta bazı eserler sergilenmektedir. Burada tarihi 1200’lü yıllara kadar giden erken döneme ait önemli parçalar görülebiliyor. Burada St. Mungo’ya ait olduğu belirtilen bir mezar ve St Nicholas Şapeli bulunuyor.
Castle Street’de bulunan bu yapıya komşu olan 1794’te açılan Glasgow Royal Infirmary ve 1833’de açılan muhteşem Glasgow Nekropolü, yakınlarda bulunan Glasgow’un en eski evi ve bitkisel tıbbi bahçeleri ile birlikte The Provand’s Lordship, Barony Hall (Barony Kilisesi), Strathclyde Üniversitesi, Katedral Meydanı, Glasgow Protestan Kilisesi (Kuzey Baroni Kilisesi) ve St Mungo Müzesi çevrede görülecekler arasında.
Katedralin doğusunda alçak ama çok belirgin bir tepe üzerinde bulunan Glasgow Nekropolü bir Victorian mezarlığıdır. Burada 3500’den fazla anıt ve yaklaşık elli bin mezar varmış. Ancak o dönemin koşulları gereği anıtların çok azına isimler yazılmış ve çoğu mezara bir taş dahi dikilmemiş.
Paris’te Père Lachaise Mezarlığı’nın kurulmasından sonra, İngiltere’de de böyle bir mezarlık yapılması için baskılar başlamış. Daha önce Paris Kilisesi ölülerin gömülmesinden sorumluymuş, ancak ihtiyaçlar arttığından alternatif bir çözüm üretilmesi gerekiyormuş. Glasgow, giderek kiliselere daha az gelmeye başlayan halkı etkilemek için bu kampanyaya katılan ilk şehirlerden birisi olmuş. Glasgow Nekropolü 1833 Nisan’ında resmen açılmış. Bundan bir süre önce, Eylül 1832’de, arazinin kuzeybatı kesiminde bir Yahudi mezarlık alanı kurulmuş.
Castle Street’de bulunan ve 1471 yılında inşa edilen Provand’s Lordship, Glasgow’da en eski Orta Çağ evidir. Provand Lordship, St Nicholas Hastanesi’nin bir parçası olarak inşa edilmiş. Muirhead arması, binanın yan tarafında hala görülebilmekteymiş. Provand Lordship, katedraldeki din adamları ve diğer görevlilerin barınmasını sağlamış.
Ev daha sonra Barlanark’ın Prebend Lordu (veya “Provand”) tarafından işgal edilmiş ve bu nedenle onun adı verilmiş. Katedral ve hastaneyi çevreleyen ve Orta Çağ’dan kalan binaların çoğu, 18. ve 20. yüzyıllar arasında yıkılmış. Bina 1978’de Provand Lordship Society tarafından Glasgow Şehrine verilmiş. Bugün ev, Sir William Burrell tarafından bağışlanan 17. yüzyıl İskoç mobilya ve kraliyet portrelerinden oluşan kaliteli bir seçki ile döşenmiş.
Binanın arkasında, şehrin koşuşturmasından uzak, sakin bir bitki bahçesi olan St Nicholas Bahçesi yer alıyormuş. Bu ev, haftanın her günü ziyarete açık ve saat 10.00-17.00 arasında görülebilir. Müzenin hemen yanında olan evi nedense görmedim ve içini de doğal olarak gezemedim. Buraya webden bulduğum bir fotoğrafını ekliyorum.
Katedrale yürüme mesafesindeki St. Mungo Din ve Sanat Müzesi ise dünyada yer alan tüm önemli dinlere, ritüellerine ve öğretilerine ait eserler, objeler ve görsellerle dolu olan bir müze. Castle Caddesi’nde yer alan müzeye giriş ücreti alınmıyor.
1993 yılında açılan müze, eski bir Glasgow piskoposunun ikamet ettiği, bir kısmı katedralin içinde ve bir kısmı Glasgow Green Halk Sarayları Müzesi’nde görülebilecek bir Orta Çağ kalesinin arazisine inşa edilmiş. Müze binası, yakındaki Provand’s Lordship House ile uyum sağlamak için Orta Çağ tarzına uydurulmuş.
Müzeye 6. yüzyılda Hristiyan inancını İskoçya’ya getiren Glasgow’un koruyucu azizinin adı yani St. Mungo verilmiş. Galerilerde, St Mungo ile ilgili eserlerin yanı sıra dinlerin bütün dünyada ve zaman içerisinde insanların yaşamlarındaki önemine dair görüntüler, nesneler ve çarpıcı sanat eserleri sergilenmektedir. Burası dünyada eşi benzeri olmayan bir dinler müzesi.
Müze, farklı inançlara sahip olanlar arasındaki anlayışı ve saygıyı yansıtıyor ve her din mensubu için bir şeyler sunuyor. Müzenin koleksiyonu arasında Mısır mumyalarından Hindu tanrılarına ve Zen Budizmi’ne kadar pek çok dine ait eserler yer alıyor.
Burada seccadeler ve tespihleri dahi görebiliyorsunuz.
Meleklerle ilgili ayrı bir bölüm bulunuyor.
O kadar çok obje ve konu bulunuyor ki bunları detaylı incelemek için en az bir gün bu müzeye zaman ayırmak gerekiyor.
Müze gezimi tamamladıktan sonra kısa bir yürüyüş mesafesinde olan George Square’a geldim. Cumartesi günü olması nedeniyle meydan daha da kalabalıktı. Amacım City Hall binasını gezmekti. İçeriye girmek için hamle yapınca kapıdaki görevli beni durdurdu ve pazartesi günü açık olacağını, hafta sonu turistik gezilere kapalı olduğunu söyledi. Akşam şehirden ayrılacağımı, şöyle bir bakıp çıkacağımı söylesem de ikna edemedim.
Belediye Binasını gezemeyince hemen Modern Sanatlar Müzesi’ne yöneldim. Müzenin önünde çok değişik bir heykel bulunuyor.
Royal Exchange Meydanı’nda the Gallery of Modern Art binasının hemen önünde bulunan heykel I. Wellington Dükü Arthur Wellesley’nin heykeli. Wellesley, Waterloo Savaşı’nda Napolyon’u yendikten sonra, İngiltere’nin en büyük generali olarak kabul edilmiş. Heykel 1844 yılında inşa edildiğinden bu yana kent merkezini süslemekte ve A kategorisinde listelenmiş.
Gelelim heykelin başındaki konilere. 1980’lerin başlarında yoldan geçen bazı insanlar kentin gururu bu atlı heykelin kaidesine tırmanmaya ve Dük’ün kafasına trafik konisi koymaya başlamışlar. Bu geleneği kimin başlattığı kesin olarak bilinmese de artık kentte geleneksel hale gelmiş. Parlak turuncu şapkasıyla Dük imgesi o kadar alışılmış ki heykelin doğal görünüşü olarak kabul edilmiş ve burası ziyaretçiler için popüler bir fotoğraf noktası haline gelmiş. Heykelin başına trafik konisi konulmasının yerel halkın mizah gücünü gösterdiğine inanılıyormuş.
Bu konilerin kentin otoritesine karşı halkın yürekli tutumunu temsil ettiği de düşünülüyormuş. Konilerin çıkarılması sadece iki sefer söz konusu olmuş. Glasgow’un 2002 UEFA Şampiyonlar Ligi finaline ev sahipliği yapması üzerine koninin yerini turnuva sponsorlarından birisi olan Amstel’in logosunu taşıyan futbol desenli bir şapka almış. Haziran 2010’da otel zinciri olan CitizenM Glasgow’da açılış yapacağı zaman koninin yerini “feel free’ yazılı parıltılı bir koni takılmış. 2012 Olimpiyat Oyunlarında ise altın madalya kazanılması üzerine koni altın rengine boyanmış.
2011 yılında Lonely Planet Rehberi heykeli, “Dünyadaki en tuhaf 10 anıt” listesine almış. Heykel sık sık sarhoş ve muzip öğrencilerin ilginç saldırılarına hedef oluyormuş. 2013 yılında Kent konseyi, bu tür saldırıları önlemek için anıtın kaidesini yükseltmeyi düşünmüş ama bu kez Glasgowlular tarafından 10 bin imzalı dilekçe ile buna karşı çıkılınca bu düzenlemeden de vazgeçilmiş.
Vakit kaybetmeden Müzenin içine girdim. Kısa adı “GoMA” olan Modern Sanat Galerisi, Glasgow’daki çağdaş sanatın sergilendiği ana galeridir. Girişi ücretsiz olan GoMA, haftanın her günü saat 10.00-17.00 arasında açık ve Perşembe günleri saat 20.00’de kapanıyor. Galeride sürekli sergilerin yanı sıra geçici sergiler ve atölye çalışmaları da bulunmakta.
1996 yılında açılan Modern Sanat Galerisi, Glasgow şehir merkezinde Royal Exchange Meydanı’ndaki neoklasik bir binada yer almaktadır. 1778 yılında köle ticareti yoluyla servetini kazanan Glasgow Tütün Lordu Lainshaw William Cunninghame’nin şehir evi olarak inşa edilmiş.
Bina 1817’de the Royal Bank of Scotland tarafından satın alınmış ve daha sonra borsa binası olmuş. Bu kullanım için bina 1827-1832 yılları arasında restore edilmiş. 1954’de Stirling Kütüphanesi binaya taşınmış. Kütüphane Miller Caddesi’ne döndüğünde, bina kentin çağdaş sanat koleksiyonunu barındıracak şekilde yenilenmiş. Adada en çok ziyaret edilen sanat galerilerinden biri olmuş.
Modern Sanat Galerisi’nden sonra yeni hedefim Kelvingrove Parkı ve Müzesi olacaktı. Glasgow’un Batı Yakasında yer alan Kelvingrove Parkı Victorian tipi parkların klasik bir örneği olarak gösterilmekte. Clyde Nehri ile Kelvin Nehri yakınlarda birleşerek aktığından burası yaban hayatı için eşsiz bir cennet oluşturuyormuş. Bölgede bulunan kuşlar gri balıkçıl, karabatak ve yalıçapkını, yeşilbaş ve bektaşi ve diğer hayvanlar ise kızıl tilki, kahverengi sıçan ve su samuru olarak sayılmakta.
Kelvingrove’da çeşitli etkinlikler için bir gösteri platformu, buz pisti, bowling ve kroket oyunları için alanlar ile çeşitli heykeller ve anıtlar bulunmakta. En büyük anıt ise 1872 yılında dikilen Stewart Memorial Çeşmesi olarak gösterilmekte. Hafta sonu olması edeniyle park çok kalabalık gözüküyordu.
Biraz dolanarak en sonunda heybetli ve muhteşem Kelvingrove Art Gallery and Museum Binası’nın önüne geldim.
Kelvingrove Sanat Galerisi ve Müzesi, İskoçya’nın en popüler ücretsiz etkinlik merkezlerinden biri. TripAdvisor’da da Birleşik Krallık’ta en başta görülmesi gereken sanat müzesi olarak gösteriliyormuş. 22 farklı temada düzenlenen galerilerde şaşırtıcı 8.000 nesne sergilenmekteymiş. Burada herkes için keşfedecek bir şeyler bulunuyor.
Bu mimari şaheser 1901 yılında kapılarını açmış. Galeri, kentin Batı Yakasında, Kelvin Nehri’nin kıyısında, Argyle Caddesi’nde bulunuyor. Müze, Kelvingrove Park’ın bitişiğindedir ve Gilmorehill’deki Glasgow Üniversitesi’nin ana kampüsünün yanındadır.
Avrupa’nın en büyük sanat koleksiyonlarından birini keşfederken, bu muhteşem binayı da görmüş oluyorsunuz. Müzenin koleksiyonları esas olarak McLellan Galerileri ve Kelvingrove Park’taki eski Kelvingrove Müzesi’nden gelmiş. Burada güzel sanatlar, dekoratif sanatlar, arkeoloji ve doğal tarih gibi çok çeşitli koleksiyonları bulmak mümkün. Yani Müzede, 15. ve 16. yüzyıldan kalma silah, kılıç gibi savaş aletlerini, takıları, gümüş ve cam objeleri, antik zırhları ve eski Mısır hazinelerini bulmanın yanı sıra, ünlü ressamların eserlerini de görebilirsiniz.
Sanat koleksiyonunda, usta isimlerin (Rembrandt van Rijn, Gerard de Lairesse ve Jozef İsrail) ve Fransız İzlenimcilerin (Claude Monet, Pierre-Auguste Renoir, Camille Pissarro, Vincent van Gogh ve Mary Cassatt gibi) eserleri dahil olmak üzere birçok seçkin Avrupa sanat eseri bulunmakta. Hollanda Rönesansı, İskoç Colourists ve Glasgow Okulu’nun üstadları da ayrıca görülebilir. Bütün bunları bir arada görebilmek ne keyif ama!
Kelvingrove’un en sevilen resimlerinden birisi, Salvador Dali’nin 1951’de yaptığı ikonik “Christ of St John of the Cross” tablosu olmuş. Bu tablo, 1952’de, daha sonra Müzeler Müdürü olan Dr. Tom Honeyman tarafından 8,200 sterlin karşılığında satın alınmış. Başlangıçta bu rakam oldukça tartışma yaratmış.
Müzeyi gezdikten sonra parkın içinden uzaktan görülen Üniversite binasına doğru yürürken önce Wellington Kilisesi’ni gördüm.
Böylece Glasgow Üniversitesinin Güney Kampüsüne gelmiş oldum.
Ancak Üniversiteyi gezmeden önce hemen Glasgow Üniversitesinin bir parçası olan Hunterian Müzesini gezmek istedim.
İlk Hunterian Müzesi 1807 yılında İskoçya’nın kültürel mirasını barındıran en eski müzesi olarak, klasik tarz bir binada kapılarını açmış. Üniversite 1870 yılında bugünkü yerine taşındığında da Hunterian koleksiyonları müzenin bugünkü “Gilbert Scott” binasındaki yerine taşınmış. Bu Müze Glasgow Üniversitesi tarafından işletilmekte.
Müzede birçok galeri bulunuyor. Bunlar, girişin ücretsiz olduğu Hunterian Art Gallery, Hunterian Zoology Museum, Country Surgeon Micro Museum ile 6 sterlin giriş ücretinin olduğu the Mackintosh House ve randevuyla gezilen Anatomy Museum olarak sayılmakta.
University Avenue’de bulunan Hunterian Museum’da nadir ve önemli nesneler sergilenmekte. Bunlar arasında özellikle İskoç fosilleri ve mineraller, dünyanın en büyük madalya koleksiyonu, eski Mısır’dan Yunan ve Roma’ya kadar giden arkeolojik eserler sayılabilir. 2500 yıllık bir mumya bile var. Kuşlar, böcekler, dinazorları görmek de mümkün.
Zooloji Koleksiyonları arasında sevimli bir koalayı, cam vitrinlerde çeşitli sürüngenleri ve mikroskobik deniz canlılarını görebiliyormuşsunuz. Burada Anatomi Müzesinde büyük ölçüde öğretim ve araştırma için kullanılan, tıp tarihi ve gelişimine ait nesneler sergilenmekteymiş.
Hilhead Street üzerinde bulunan Art Müzesi, 1807 yılında, Hunterian resimleri yerleştirildiğinde İngiltere’nin ilk müzesi olmuş. Müzede Rembrant, Rubens, Chardin, Stubbs gibi sanatçıların eserleri varmış.
Müze zaten Üniversite binasında olunca üniversiteyi de gezmek şart oldu. Tabi sadece bu kampüs kısmını.
Biraz da Üniversiteyi tanıyalım isterseniz.
İngilizce eğitim yapılan dünyanın dördüncü en eski üniversitesi Glasgow Üniversitesi 1451 yılında kurulmuş. Edinburgh, Aberdeen ve St. Andrews üniversiteleri ile birlikte, üniversite 18. yüzyıl boyunca İskoç Aydınlanmasının bir parçası olmuş.
Tarihi okul, James Wilson (ABD’nin kurucu babası), filozof Francis Hutcheson, mühendis James Watt, filozof ve iktisatçı Adam Smith, fizikçi Lord Kelvin, cerrah Joseph Lister, yedi Nobel ödüllü bilim insanı ve üç İngiliz Başbakanına eğitim vermiş ünlü bir üniversitedir.
Üniversite binaları oldukça ilgi çekiciydi. Hatta yerel halk buraya Harry Potter serisindeki büyücülük okulunun adı olan “Hogwarts” ismini vermiş.
Yol üzerindeki cafelerde olsun yolda gezenler olsun oldukça ilginç insanlar gördüm. Havanın sıcak olmasından istifade edip üstlerini çıkarıp güneşlenenler bile vardı. Zaten üniversitenin bulunduğu West End Bölgesi, şehrin en bohem ve öğrenci nüfusun yoğunlukta olduğu bir bölgeymiş.
Üniversite gezimi de tamamladıktan sonra sırt çantamın ağırlığı altında merkeze gittim. Concert Hall binası önündeki banklara oturarak keman çalan bir sokak sanatçısını dinledim ve geleni geçeni izledim.
Mesai bittiğinde veya hafta sonları Glasgowlular pek evlerinde durmuyorlar galiba! Şık kıyafetli, spor kıyafetli birçok kişi, çoluk çocuk aileler ya restorantlarda ve cafelerde oturmuş ya da bir pub’da bir içki eşliğinde sohbet ediyor. Çok hareketli bir havası var şehrin.
Gelelim Glasgow’da zaman darlığı nedeniyle gidemediğim yerlere.
İlk sırada 2013 yılında Avrupa’da yılın müzesi seçilen Riverside Museum geliyor, müzede denizcilik ve taşımacılık üzerine eserler sergileniyor.
Glasgow Kulesi ise İskoçya’nın en uzun binası ve dünyada tamamen dönen en yüksek bina (127 metre) olarak da halen Guinnes rekorunu elinde tutuyormuş.
Glasgow Bilim Merkezi de ilgilenenler için görülesi yer olmalı.
2013 yılında Rod Steward konseri ile açılan SSE Hydro binası 13 bin kişilik bir konser salonu.
Ayrıca Glasgow’un doğu yakasında bulunan yiyecekten antikaya, binlerce ilginç ürünün satıldığı Barras Pazarı gezilmeye değer gözüküyor.
Glasgow Botanik bahçeleri ve Kibble Cam Sarayı, Skoya Museum, The National Piping Center (Boru/Gayda Müzesi), Pollok House, Briggait, Tenement House, Holmwood House, Art Lover House, The Light Hoult, Bellahouston Park, Glasgow Green Park ve People Sarayı, Fosil Grove, Gaziler Duvarı, Trongate 13, Waverley gemisi, Forth & Clyde Canal, Mackintosh Sanat Akademisi (Glasgow Sanat Okulu) vakti olanlar için görülebilecek diğer yerler arasında gösteriliyor.
Son Söz
İskoçya’da Edinburgh daha fazla turist çekmesine rağmen Glasgow da görülmeyi hak eden bir şehir. Glasgow’da bütün büyük şehirlerde görebileceğiniz iyi yönler de kötü yönler de bulunmakta. Canlı gece hayatı, alışveriş, ulaşım, insan sıcaklığı, renkli kültür, sanat, müzik, tarih, parklar gibi olumlu özelliklerinin yanında dejenere olmuş bir gençlik, uyuşturucu ve alkol bağımlısı insanlar ve yollarda dilenenler de olumsuz yönünü ortaya koyuyor. Çok güzel bir tarihi dokuyla taçlandırılan şehir doğasıyla da sizi baştan çıkarıyor. Modern mimariyle aram pek iyi olmadığı halde bana göre şehirdeki modern dokunuşlar şehre değer katmış. Müzikle tanınan Şehir insanın içini kıpır kıpır yapan coşkulu bir şarkı gibi. Son söz olarak Glasgow’u sevdiğimi ve görmeye değer olduğunu söyleyebilirim.
‘Glasgow Turları’nı Trip Advisor güvencesi ile aşağıdaki linkten alabilirsiniz.
Aydınoğulları Beyliği’nin başkenti, tarihi, kültürü ve Bozdağların eteklerinde yemyeşil doğası ile renkli bir köy Birgi. Tarihi 3000 yıl önceye giden, Lidya, Pers, Bergama Krallıkları, Roma ve Bizans İmparatorluklarının egemenliğinde kalmıştır. Aydınoğulları, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Türk kimliği ile önemli bir şehir olmuştur. Hem tarihi, kültürü ile hem de Bozdağ’ın eteklerinde ulu çınar ve çam ağaçları ile yemyeşil ortasında akan Birgi çayı, tarihi köprüleriile Birgi görülmesi gereken yerlerimizden. Birgi 1990 yılında kentsel sit ilan edilmiş 2012 yılında da UNESCO Geçici Listeye alınmış.
Ulaşımı kolay, İzmir’e sadece 110 km uzaklıkta, Ödemiş’e bağlı bir köy, yeni düzenleme ile bir mahalle Birgi. İzmir Aydın yolunda Ödemiş sapağından ayrılıp, Ödemiş merkezden sonra 9 km uzaklıkta, İstanbul ve Ankara yönünden gelenler için ise Salihli, Bozdağ, Gölcük üzerinden ulaşılabilir. İzmir’de yaşayan biri olarak Gölcük ve Bozdağ gerek baharda, gerek kışın ziyaret ettiğimiz yerler olmasına rağmen, Birgi bugüne kadar programımızda yer almamıştı. İstanbul’dan gelen arkadaşım Eser’i İzmir’e yakın, farklı bir yerde gezdirme seçeneklerini araştırırken karşımıza çıktı Birgi. Gezgin olarak bu kadar yakın, tarihi, kültürü, doğası ile zengin Birgi’yi görmek ayrı bir heyecan yaşattı.
Köyün girişinde taş Birgi yazısı ve Poslu Mestan Efe’nin heykeli karşılıyor. Şehit Yörük Poslu Mestan Efe, Kurtuluş Savaşı sırasında Kuvai Milliye akıncısı olarak Birgi, Ödemiş, Tire bölgesinde işgalci kuvvetlere akınlar yapan ve 1920 yılında Yunan Birlikleri tarafından öldürülen bir Efe. Birgi Yunan işgaline karşı direnişte önemli rol oynayan bir köy, Yunanlılar çekilirken de köyü yakarak ayrılmışlar.
Asfalt geniş yolun devamında hemen evler karşılıyor. Bu cadde Şehit Gürol Madan Caddesi, köyde iki ana caddeden biri, diğeri de derenin diğer yanında kalan Fatih Mehmet Bey Caddesi. Biz bu iki cadde üzerinde yürüyeceğiz, göreceğimiz bir çok yer bu alanda, dere üzerinde yer alan birkaç köprü iki caddeyi birbirine bağlıyor.
Şehit Gürol Madan Caddesi’nde ilerleyerek Çakır Han Konağı’nın levhasını görünce arabayı park ettik. İlk görülecek yerimiz köyün en önemli tarihi konağı idi. Maalesef ciddi bir hayal kırıklığı yaşadık.
18.yy’da Şerif Ali Ağa tarafından yaptırılan, barok ve rokoko süslemeleri ve odalarındaki İstanbul ve İzmir resimleri ile ünlü konak. Şerif Ağa’nın iki karısı varmış, biri İstanbullu biri İzmirli, Ağa karılarının memleket hasretlerini gidermek için odaların birini İzmir resimleri, diğeri İstanbul resimleri ile süsletmiş. Konak 1975 yılına kadar konut olarak kullanılmış, bu tarihte Kültür Bakanlığı’na devredilmiş. 1995 yılında da müze olarak halka açılmış. Ancak bu tarihi miras üç yıldır restorasyon gerekçesi ile kapalı imiş, dolayısı ile bu köyün en önemli konağını gezme şansımız bulunamadı.
Konak yüksek duvarlarla korunduğundan dışarıdan fotoğrafını bile çekemedik. Siz Birgi’yi görmeye gittiğinizde olur ya şu anda hareket görülmeyen restorasyon bitmiş olur da görme şansını bulursanız diye internette aldığım konağın fotoğrafını ekleyeyim.
www.muze.gov.tr
Konağın önünden boynumuz bükük ayrıldık rotamızı diğer tarihi miras Aydınoğulları Camisi’ne çevirdik. Birgi Çayı köyü ikiye bölmektedir. Çayın diğer yakasında evlerin arasından caminin silueti görünüyordu. Çayın kenarından biraz yürüyüp, dere üzerindeki ilk köprüden karşıya geçtik.
Caminin hemen yanındaki meydanda sevimli kır kahvesi, yerel ürünler ve hediyelik eşyalar satan satan tezgahlar arasından geçerek Camiye yöneldik.
Aydınoğlu Mehmet Bey diğer adı ile Ulu Cami, Mehmet Bey tarafından 1312 yılında yaptırılmış.
Moloz taş ve mermer bloglarla yapılan caminin 15 sütun üzerine yerleştirilmiş tavanı vardır. Mimberi hiç çivi ve tutkal kullanmadan birbirine geçme şeklinde kündari tekniği ile yapılmış bu özelliği ile Selçuklu ahşap sanatını yansıtan bir örnek. Başka camilerden farklı olrak minaresi sağ arka köşede değil sağ ön köşede yer almaktadır.
Caminin güneydoğu köşesine bir aslan heykeli yerleştirilmiş. İslam mimarisinde camilerde böyle heykeller yer almaz, M.Ö. 1000 yıllarından Lidyalılardan kalma olan bu heykelin özellikle o duvara yerleştirildiği düşünülmektedir. Güç sembolü olan aslanın Aydınoğulları Beyliği’nin ve hükümdarı Mehmet Bey’in gücünü ifade etmektedir. Aslan figurü nedeniyle cami Aslanlı Cami olarak ta bilinmektedir.
Caminin hemen yanında Aydınoğulları Türbesi yer alıyor. Kare planlı türbe 1334 yılında Mehmet Bey’in ölümü üzerine yapılmış. Türbenin içinde Mehmet Bey’in yanı sıra oğulları Umur Bey, İsa Bey ve Bahadır Bey’in sandukaları da bulunuyor. Kapının girişinde dışarıda sağ yanda bir mezarın kime ait olduğuna dair bir açıklama bulunmamakta.
Aydınoğlu Mehmet Bey Cami’nin baktığı meydanın adı da Aydınoğlu Meydanı. Meydanın dört bir yanı Aydınoğullarının eserleri ile süslü. Bir köşede yer alan Aydınoğlu Hamamını da gezmek mümkün olamıyor; o da restorasyonda.
Yine Meydanda Sultan II.Selim’in hocası Ataullah Efendi tarafından 1570 yılında yaptırılan Medrese yer almaktadır. Medresede İmam-ı Birgi Mehmet Efendi müderrislik yaptığından onun adı ile bilinmektedir. Medrese 7 hücreli, ancak kapısı kapalı idi; içini gezemedik.
Medresenin yanında Umur Bey’in heykeli yer alıyor. Gazi Umur Bey, Aydınoğulları Beyliği’nin kurucusu Mehmet Bey’in oğlu ve beyliğin üçüncü hükümdarı. Döneminde İzmir’i Latinlerden korumuş, güçlü bir donanma kurmuş, denizaşırı fetihler yapmış. Hükümdarlığındaki başarıları ile bölgeye ekonomik, siyasal, kültürel olarak yükseliş dönemi yaşatmış.
Meydanda Fatih Bey Caddesi’ne açılan yönünde nerede ise caddenin ortasında Sultan Şah Türbesi yerleştirilmiş. Moloz taştan altıgen planlı türbe Aydınoğlu Mehmet tarafından 1310 yılında ölen kız kardeşi Handaze Hatun için yaptırılmış. İçinde sandukası bulunmaktadır.
Türbeden aşağıya doğru yürümeye devam ettik. Bir köy için geniş, ferah, temiz bir cadde. Cadde üzerinde kafeler, restoranlar ve hediyelik eşya satılan tezgahlar yer alıyor.
Caddenin başlarında sağ kolda Karaoğlu Cami ve Şadırvanı yıllanmış ağaçların yer aldığı bakımlı bir bahçe içinde yer alıyor. Karaoğlu Mustafa Bey tarafından 1782 yılında yaptırılan moloz taştan yapılma kare planlı bir cami.
Fatih Mehmet Bey Caddesi’nden Cumhuriyet Meydanı’na kadar ilerleyip, tekrar diğer caddeye köprüden geçerken sağ kolda Derviş Ağa Camisi yer alıyor. Kare planlı kubbeli cami, 1663 yılında Derviş Ağa tarafından yaptırılmış. Caminin dışarıdan renkli görüntüsü çarpıcı. Kırmızı ve mor üzümlü boyamalar, kemerlerinde asma dalları ile bezenmiş. İçeride de boya bezemeleri bulunuyormuş.
Dervis Paşa Cami’nin karşısında ünlü Koca Çeşme. Bıçakçı Esseyyid Hacı Ali tarafından 1808 yılında yaptırılmış. Köşeleri tuğla ile yapılmış çeşmenin en ilginç bölümü yalağı. Roma döneminden boğa başlı mermer lahit yalak olarak yerleştirilmiş.
Dervişpaşa Camisi’nden ilerleyip tekrar köprüyü geçtikten sonra Derviş Paşa Konağı ve Medresesine ulaştık. Aydınoğlu Mehmet Bey’den sonra köyde birçok eserde adı olan Derviş Ağa kimdir, onu tanıyalım mı?
On yedinci yüzyılda ‘Derviş’ isimli yoksul bir delikanlı varmış bir ülkede. Bir gece rüyasına giren pir ‘ara bul nasibini’ diye öğüt vermiş. Pirin sözünü dinleyen Derviş yollara düşmüş, bir köyde onu yoksul bir kızla evlendirmişler. O da eşiyle beraber nasibini aramaya devam etmiş. Yolu Birgi’ye düşmüş, köylüler onu eski bir eve oturtmuşlar. Bir gece Derviş’in rüyasına tekrar giren pir, merdiven altını kaz demiş. Merdiven altına kazmayı vuran Derviş bir küp altın bulmuş. Bu paralarla konağın yanı sıra medrese ve cami yaptıran yoksul Derviş artık ağa olmuş.
Çakırağa Konağı’nı gezemedik, bari Derviş Ağa Konağını gezelim diye konağa doğru yöneldik. Derviş Ağa Konağı gezilecek müze değil bir otele dönüşmüş. Görmeden olmaz bir Birgi Konağı diyerek açık kapıdan içeriye süzüldük. Otelin resepsiyonunda Şükran Hanım karşıladı. Gezginimgezgin blogunu ve kendimizi tanıtınca memnuniyetle Konağı gezdireceğini söyledi. Hem gezip, hem sohbet edip hem de Birgid’e konaklama fiyatları konusunda bilgi alıp, teşekkürlerle ayrıldık. Konaklama konusu yazının sonunda.
Derviş Ağa, konağının hemen yanına 1658 yılında bir medrese yaptırmış. Taştan açık avlulu, L planlı medresede dersane, mescid ve yedi öğrenci hücresi bulunuyor. Bahçesindeki avluda da kuyu yer almakta.
Odalar değişik temalarla döşenmiş, bir oda yörenin önemli ürünü ipek odası, diğer bir oda incir odası olarak adlandırılmış. Halk arasında çukur medrese olarak bilinen medrese ücretsiz gezilebiliyor.
Medresenin karşısında Derviş Hamamı, ya da Şeyh Muhittin Hamamı olarak adlandırılan tarihi hamam yer almaktadır. 15.yy’da yapılan hamam halk arasında Çukur Hamam olarak biliniyor. Hamam moloz taştan yapılmış, kare planlı. Ziyarete açık, hamamın bölümlerinde Birgi hakkında bilgilendirici yazılar resimler sergilenmektedir.
Birgi’de buraya kadar yazdığım yerleri yürüyerek, iki cadde, iki meydan ve üç köprüden geçerek rahatça tamamladık. Sırada İmam-ı Birgi Kabristanlığı ve Su kemerleri vardı. 3-4 km’lik yolu hafif yokuş yürümek mümkün, ancak biz Birgi sonrası Gölcük’e uğramak istediğimiz için araba ile gitmeyi tercih ettik. Kabristanın hemen karşısında su kemerleri görünüyor.
İmam-ı Birgi Mehmet Efendi aslen Birgili değil. Birgi’de medresede dersler vermiş, kitap yazmış, ömrünün son 10 yılını Birgi’de geçirmiş. 1573 yılında veba salgınından ölmüş. Ölünce de Böken mezarlığına gömülmeyi istemiş. Halk tarafından sevilen ve vasiyeti yerine getirilen din adamının kabrinin bulunduğu yer Osmanlı döneminden bir mezarlık. Aslında halk arasında Böken mezarlığı, Osmanlı döneminde önemli kişilerin gömüldüğü mezarlık. Ziyaretimiz sırasında son 20-30 yılda ölmüş kişilerin mezar taşlarını da gördüğümüzü belirtmek isterim.
Birgi gezimizde mümkün olduğu kadar çok yeri ziyaret etmeye çalıştık, Birgi’yi İzmir’in köyü veya küçük bir mahallesi diye düşünmek mümkün değil, çok sayıda tarihi yer bulunmakta, az sayıda da olsa göremediğimiz yerler kaldı. Osmanlı İmparatorluğu bu topraklara ulaşmadan 1300 yılında Anadolu’daki enönemli beyliklerden Aydınoğulları Beyliği’nin başkenti Birgi. Hem tarihi, hem kültürü, hem yemyeşil vadi içinde şırıl şırıl akan çayı ile özel bir belde.
Birgi kataloğu ve Aydınoğlu Meydanı’nda gezilecek yerler haritası yerleştirilmiş. Ayrıca tabelalar da yol gösteriyor. Birgi haritasında tüm görülecek yerleri incelemek mümkün.
Birgi’den Ne Alınır?
Çok sayıda tezgahlarda zengin, doğal yerel ürünler yerel halk tarafından satılıyor. Tarhana, erişte, nar ekşisi, çeşitli meyve suları, tezgahları ziyaret edin mutlaka alınacak bir şeyler bulacaksınız. Tabi yerel seramik, toprak hediyelik eşyalar da bol.
Farklı bir dükkan; zeytin ağacından yapılmış, ahşap tasarım objeler. İlginç bir mağaza.
Birgi ipek üretimi ve işlemeciliği ile de ünlü. Son dönemde ipek üretilemese de dokumacılığı yapılıyor. Erken dönem Osmanlı mağazalarından biri ipek dokumaların satıldığı bir mağaza olarak düzenlenmiş. Derviş Ağa Cami’nin yanında ziyaret etmeniz önerilir.
Yeme – İçme ve Konaklama
Birgi’de çok sayıda kafe, kahvaltı yapılacak yerler var. Taş binalar, otantik döşenmiş mekanlar. Arzu ederseniz kahvaltınızı buralarda yapabilirsiniz. Biz kahvaltımızı yapıp gelmiştik, öğlen yemeğimizi Birgi Sofrası’nda yedik. Hem kebap, et menüsü hem de zeytinyağı menüsü oldukça çeşitli ve lezzetliydi. Önerebiliriz.
Yemek sonrası kahvemiz de Yeni Gelin Evi Kafe ve Pansiyon’da içtik. Birgi’ye özgü bir taş ev restore edilmiş, evin sahibi Ertuğrul Sevim bizi ağırladı evi ve odaları gezdik. Birgi’de konaklamayı düşünenler beş odalı, sıcak samimi pansiyonda kalmayı düşünebilirler. Ertuğrul Bey’in eşi ile işlettiği pansiyon sizi rahat ettirecektir.
Birgi’de konaklamak isteyenler köyün dokusuna uygun köy evlerinden oluşan pansiyonlarda kalabilirler. Şu anda Birgi’de 8 adet bu tür pansiyon, iki alkollü lokanta bulunuyor. Derviş Ağa ve Yeni Gelin Evi’nde bir gecelik iki kişilik oda fiyatı 250 TL. Büyük şehrin karmaşaşından kaçıp, yemyeşil, dere kenarında ve tarihi dokulu bu köyde gecelemek insanı yeniler herhalde.
Son Söz
Birgi 1300’lü yıllardan kalan tarihi binaları, konakları ile iyi korunmuş, temiz, düzenli, bakımlı güzel bir köy. Parke taşlı sokaklarında, konakların arasında dolaşırken tarihi koklayıp, asırlık çınar ağaçları, çam ağaçları, ceviz ve meyve ağaçları içinde derin nefes alarak, şırıl şırıl akan derenin üzerindeki tarihi köprülerde yürürken açık hava müzesinde dolaşıyor gibi hissedebilirsiniz. Bir günde tüm köyü dolaşmak, kahvaltı yapmak, yemek yemek mümkün. Ancak sessiz huzurlu bu tarihi ortamda bir gece taş konaklardan düzenlenmiş pansiyon otellerde gecelemek te mümkün. Gece kalmalı veya günübirlik gidilirse de 35 km uzaklıkta Gölcük’te göl havası alıp, göl kenarında soluklanabilirsiniz, akşam dönüşte Ödemiş’te meşhur Ödemiş köftesini denemenizi de öneririz. Biz öğle yemeğini Birgi’de yerken akşam yemeğinde Ödemiş köftesini tatmayı tercih ettik. Birgi’ye ilk kez ve günübirlik geldik, ikinci gelişimiz hafta sonu konaklamalı olacak diye ayrılıyoruz.
Rivne, Ukrayna’nın kuzey-batısında, Rivne Horyn ile Styr nehirleri kenarında tarihi küçük bir şehir. Rivne’nin nüfusu yaklaşık 250.000 kişi, kapladığı alan sadece 63 km karedir. Kendi küçük ancak tarihinde yaşadığı acılar büyük bir şehir.
Ukrayna, özellikle ülkemizde ucuz votkası ve güzel kızlarıyla daha çok tanınmasına karşın birçok şehri çok fazla işgal edilmiş ve yüzlerce yıl unutulmayacak vahşeti görmüş. Rivne geçmişin ağırlığını havasında hissedebileceğiniz ve Arnavut kaldırımlı sokaklarında neredeyse dökülen kanları görebileceğiniz acı çekmiş bir yer.
Ukrayna’nın pitoresk ve sakin en eski şehirlerinden biri olan Rivne, ülkenin en ilgi çekici şehirlerinden biri. Ancak kültürel mirasını oluşturan antik binaların çoğu II. Dünya Savaşı sırasında ağır hasar görmüş. Neyse ki, Rivne’nin tarihi ve mimari anıtlarından bazıları bugün kentin ana hazinesi olarak fantastik manzaralarıyla birlikte hayatta kalmayı başarabilmiş.
Rivne’ye Kiev, Ostrog ve Dubno’dan giriş yapmak mümkündür. Şehir armasının üzerindeki sembolde de üç taraftan girişi olan açık bir kapı bulunmaktadır.
Ukrayna’nın keşfedilmeyi bekleyen bakir şehirlerindendir. Ünlü aşk tünelinin bulunduğu Klevan’a yakın olması nedeniyle bir bağlantı noktası olarak kullanılsa da şehrin görülmeye değer tarihi mekanları, huzurlu ortamı, parkları, insanlarının sıcaklığı, temiz havası ve yemyeşil doğası ile dikkat çekiyor. Rivne, Ukrayna’nın en güzel ve temiz şehirleri arasındadır. Şehir ulusal yarışmalarda defalarca ödül kazanmış. Kentin çevresinde zengin bitki örtüsü ve fauna bulunan ormanları da var.
Kent, uluslararası karayolları ve demiryollarının kesişiminde elverişli bir coğrafi konuma sahiptir. Rivne, uluslararası havaalanı ile önemli bir ulaşım merkezi haline gelmiş.
Şehir hem nüfus hem de yüz ölçümü olarak çok küçük olmasına rağmen en büyüğü Ulusal Su Kaynakları ve Doğa Yönetimi Üniversitesi ve Devlet Sosyal Reform Üniversitesi olan bir düzineden fazla yükseköğretim kurumu ile eğitime de önem verilen bir şehir.
Rivne önemli bir kültür merkezidir. Şehir bölgesel akademik Ukrayna müzik ve drama tiyatrosuna ve bölgesel kukla tiyatrosuna, bir oda ve org müzik salonuna (Avrupa’nın en iyi orglarından birine sahip), “Ukrayna” adlı bir sinema salonuna, ulusal öneme sahip bir hayvanat bahçesine, estetik eğitimin verildiği 3 okula ve 16 kütüphaneye sahiptir.
Lokal bir deneyim olan troleybüse binmedikçe Rivne’yi ziyaret ettim diyemezsiniz. Eğlenceli bir ulaşım aracı olması yanında şehirdeki en ucuz ulaşım şeklidir ve sadece 4 Grivnadır Rivne, otobüsün bu eski versiyonunu hala çalıştıran sayılı Ukrayna şehirlerinden biridir.
Batılı Ukraynalıların oldukça çabuk aldıkları şeylerden biri de kafe kültürü. Rivne’de eski veya son yıllarda yaygınlaşan yeni ve rahat kafeler bulunuyor. İnanılmaz gün batımları yaşanıyor. Bazen dünyadaki en güzel gökyüzü gibi geliyor. Karlı bir yer arıyorsanız, doğru yer burası olabilir. Henüz kalabalık olmayan Rivne’nin yakında popüler olması için potansiyeli var gözüküyor.
Ulaşım
Şehirde havalimanı olmasına rağmen Türkiye’den direkt uçuş bulunmamaktadır. Rivne’ye en kısa şekilde gitmenin yolu 168 km mesafede olan Lviv Havaalanı’nı kullanmak olacaktır.
Lviv’den haftanın hemen her günü otobüs ve tren seferleri bulunmaktadır. Daha rahat ve konforlu bir yolculuk için özellikle treni tercih edebilirsiniz. Araç kiralayarak 3 saatte ulaşma imkanı bulunmaktadır.
Bir diğer alternatif rota ise, Kiev üzerinden gelen trendir. Benim güzergahım Kiev’den önce Lutsk’a da 1 gece konakladıktan sonra trenle buraya gelmek oldu.
Klevan dahil diğer yerlere tren dışında yerel otobüslerle gidilebilir. Ana otobüs durağı kentin tren istasyonunun birkaç kilometre uzağında.
Şehir küçük olsa da toplu taşıma araçları bulunuyor. Çok eski oldukları her hallerinden belli olan troleybüsler 4 Grivna yerel Marshrutka ve otobüsler için 8 Grivna. Ayrıca taksi seçeneği de bulunmakta.
Konaklama
Rivne ülkedeki en lüks oteller için bir merkez olmasa da, yakın zamanda yenilenmiş ve şehirdeki en iyi yerler olarak gösterilen bazı seçenekler var. Hotel Ukraine, Hotel Mir, The Hotel 4×4, Hotel Tourist, Boutique Hotel Central, Hotel Reikartz Optima Rivne, OK Hotel ve Hostel on Dragomanova 27 bunlar arasındadır. Şehir merkezine biraz yürüme mesafesinde olan benim de kaldığım Full House da uygun fiyatlılar arasında.
Yeme İçme
Lublin ve Ventotto, Rivne’deki yerel mutfak favorileri olarak gösterilmekte. Otantik yerel yemekler için önerilen Kolyba’ya önceden rezervasyon yapılması gerekiyormuş. Birçok restoranda gece canlı müzik dinlenebiliyor.
Akşam yemeği sonrası biraz eğlenmek için, ana caddenin hemen dışındaki Antik bar “Servante” öneriliyor. Fiyatları barların çoğundan biraz daha yüksek ama kokteyller harika. Ben görmesem de en büyük iki disko Laguna ve Zov’muş. Laguna her zaman daha kalabalıkmış ancak şehir merkezinden biraz uzakta kalıyormuş. Şık giyindiğinizden emin olun, çünkü yerel halk her daim şık geziyor.
Kendi yaptıkları biralarını ve yemeklerini denemek için Dvir öneriliyor. Three Slona da kendi birasını üretiyormuş ve et ağırlıklı bir menüye sahipmiş. Taistra Potion çay düşkünü gezginler için zengin bir çay menüsüne sahip bir kafe.
Gezilecek Yerler
Rivne adını aslında bir ay öncesine kadar duymamıştım. İş yerimde iki hafta izin kullanmam istenilince yurt dışına planladığım gezinin dönüş tarihini uzattıp, Ukrayna’ya bir hafta daha fazla zaman ayırabilecektim. Programıma ekleyebileceğim şehirleri araştırırken Rivne görülmeye değer bir şehir olarak karşıma çıktı.
Buraya Lutsk şehrinden akşam saat 8 civarında bindiğim trenle ulaştım. Yol yaklaşık 1,5 saat sürüyor. Tren İstasyonu’nun önündeki yolu hiç sapmadan dümdüz yürüdüğünüzde şehir merkezine ulaşıyorsunuz.
Pokrovsky Katedrali-Cathedral of the Intercession
Rivne manzaralarına yakın tarihte eklenen Pokrovsky Katedrali, Ukrayna’nın en yüksek katedrallerinden biri. Katedralin temel taşı 1990 yılında atılmış. Önce katedralin alt tapınağı Volyn topraklarındaki tüm azizlerin onuruna çalışmaya başlamış. Katedralin üst tapınağı ise Kutsal Bakire’nin Şefaatı onuruna 2001 yılında açılmış.
Katedral, Ukrayna’daki en büyük ve en yüksek tapınaklardan biri. İsa Mesih’i simgeleyen büyük bir kubbe ve havarileri simgeleyen 12 kubbenin yanı sıra 8 küçük kubbe, Rivne manzarasına güzel bir dekorasyon oluşturuyor. Bu büyüklükle şehrin neredeyse her tarafından görülebiliyor.
Katedralin alt ve üst tapınakları her biri 3 binden fazla cemaat alıyormuş. Tapınakta engelli ve yaşlılar için asansörler, çocuklar için bir Pazar okulu, bir sağlık merkezi, bir kütüphane, koro için bir prova odası, bir müze varmış. İçeride kocaman bir salon ve ortada büyük bir boşluk vardı.
Aziz Stephan Kilisesi – Church of St.Stephan
Yeni yapılan Pokrovsky Katedrali’nin hemen arkasında bu katedralin haşmetine tezat, yemyeşil bahçesiyle önünde bir mezarlık bulunan küçük ahşap tarihi kilise yer alıyor.
Ahşap St Stephan Kilisesi, general Stefan Krasovskiy’in mezarı üzerine karısı Kateryna Krasovska tarafından 1848 yılında yaptırılmış. Sovyet döneminde kilise kapatılmış ve binası mezarlık bekçilerinin deposu olmuş. Günümüzde Aziz Stefan cemaatine hizmet etmekteymiş.
Yola devam ettim ve Rivne’de çok sayıda olan anıtlardan ilkini yol kenarında gördüm. Klym Savur Anıtı Ukrayna Halk Ordusu Komutanı Albay Klym Savur için dikilmiş bir anıt.
Merkeze yaklaştıkça yol üzerindeki binalar daha da güzelleşmeye başladı. Sovyet döneminde kentin merkezi Lenin Caddesi’nden Peace Avenue’ye kadar neo-klasik tarzdaki idari ve kamu binaları ile tamamen yeniden inşa edilmiş.
Şehrin kuruluş yıl dönümü bayağı coşkulu kutlanmış ve onuruna merkezdeki bir duvara anıt yapılmış.
Bağımsızlık Meydanı
Şehrin ana meydanı olan Bağımsızlık Meydanı gezginler için atlanmamalı. Şehir etkinliklerinin, toplantıların, kutlamaların ve konserlerin düzenlendiği bir alan.
Taras Shevchenko Anıtı’nın etrafında oturan ya da meydanın kenarlarındaki bankları işgal eden genç grupları görebilirsiniz. Yerel halk için de popüler bir buluşma yeri.
Taras Shevchenko Anıtı
Taras Shevchenko Anıtı, büyük şair, “Kobzar”ın yazarı, sanatçı, akademisyen, halka mal olmuş politik bir şahsiyet olan, Ukraynalıların ulusal gururu Taras Shevchenko’nun bir heykeli. 1846 yılında Shevchenko Rivne’yi ziyaret etmiş. Bu anıt ise Shevchenko’nun vasiyetine uygun olarak küllerinin bulunduğu tabutunun St Petersburg’dan Kaniv’e taşındığı 22 Mart gününden tam 138 yıl sonra 1999 yılının aynı gününde açılmış.
Aynı zamanda burası “Ukrayna” sinemasının da bulunduğu bir yer. Ukraynacayı biraz anladıysanız veya biliyorsanız tüm yabancı filmlerin kopyasını izleyebileceğiniz bir sinema burası.
Tarihi Soborna Caddesi
1857’de Kiev-Brest otoyolunun bir parçası olarak Rovno’da doğudan batıya doğru uzanan 3 km’lik yol, şehrin içinden geçiyormuş ve o zamandan beri şehir merkezini otoyola bağlayan ana yol olmuş. 19. yüzyılın sonunda bu caddede iki önemli tapınak Ortodoks Sviato-Voskresensky Katedrali ve St Anthony Roma Katolik Kilisesi yükselmiş. Aynı zamanda caddede bir çok kamu binası, oteller ve mağazalar bulunuyor.
Rivne Ukrayna Müzik ve Dram Tiyatrosu
Burası Rivne’nin tam merkezinde özel olarak inşa edilmiş Rivne Müzik ve Drama Tiyatrosu, dramatik bir tarihi öyküsü var. 1939’da açılan Tiyatro II. Dünya Savaşının başlamasıyla 1941 yılında kapanmış. Oyuncuların çoğu şehri terk etmek zorunda kalmışlar, bazıları Naziler tarafından vurulmuş ve bazısı da bir Alman tiyatrosunda çalışmak zorunda kalmış.
Tiyatro 1944 yılında performanslarına tekrar başlamış ve hatta Shakespeare’in ünlü trajedisi “Kral Lear” Ukrayna’da ilk kez burada sahnelenmiş. 1960 yılında Tiyatro açılışı yapılan bu binaya taşınmış. 1978 yılında çıkan bir yangınla tahrip olan ve onarılan tiyatroya 1983 yılında Rivne’nin 700. yıldönümü vesilesiyle geri dönülmüş.
Tiyatro Meydanı
Bu Meydan Tiyatro Binası’nın açıldığı 1960 yılından itibaren canlanmış. 1940’lara kadar Meydanın olduğu alanda evler bulunuyormuş. II. Dünya Savaşı sırasında bu evler bombalardan dolayı yıkılmış ve geride büyük bomboş bir alan kalmış. Önce Naziler sonra Bolşeviklerin işgali sırasında bu boş alanda Ukrayna milliyetçilere gözdağı vermek amacıyla öldürülmüş. 1945 yılında komünistler buraya Stalin’in büyük bir heykelini dikmişler. Ukraynalı vatanseverler 1946-1947 yılbaşı gecesi bu heykeli havaya uçurmuşlar.
Tiyatro binasının bir tarafındaki tarihi binada Hotel Ukraine bulunuyor.
Ulas Samchuk Anıtı
Hotel Ukraine tarafında elinde bir kitapla oturur pozisyonda yapılmış Ulaş Samchuk’a ait bir heykel bulunuyor.
Ukrayna’da 20. yüzyılın en büyük sanatçısı Ulas Samchuk, 1934’te holodomor açlığı hakkındaki ilk romanı yazan Ukraynalı göçmen bir yazar, yayıncı ve gazetecidir. Samchuk 1982 yılında Nobel ödülüne aday gösterilmiş. Tiyatro Meydanı’ndaki bu heykeli ise doğumunun 100. yıldönümünde 2005 yılında açılmış. Şehirdeki bir caddeye de Ulas Samchuk’ın adı verilmiş.
Ben vakit darlığından göremesem de Ulas Samchuk’ın kişiliği hakkında daha fazla bilgi almak için, anıtın çok da uzağında olmayan Edebiyat Müzesi’ne gidebilirsiniz. Benim gibi müzeyi gezemezseniz hiç değilse Tiyatro Meydanı’nda bulunan, Ulas Samchuk Anıtı’nın yanına oturun ve Samchuk gibi ebedi olan güzel insanları düşünün.
Ulas Samchuk Edebiyat Müzesi
Ulas Samchuk adına yaptırılan Edebiyat Müzesi’nde, yazarın kişisel eşyalarından tutun da mobilyaları ve el yazmalarına kadar pek çok önemli nüshanın orijinal halini görebilmeniz mümkün.
Babusha Pazarı
Bir süre yürüdükten sonra sağ tarafımda bir pazar yerinin girişine ulaştım. Ukrayna’da bahçeden doğrudan getirilmiş taze ürün bulabileceğiniz bu tür çiftçi pazarlarına babushka pazarı deniliyormuş.
Prenses Mary Rivne Anıtı
15. yüzyılda, Prens S. Nesvitsky’nin karısı prenses Mary Nesvitskiy, Rivne’nin küçük bir köyden kasabaya dönüşümüne önemli katkılarda bulunmuş. 1479’da Prens Nesvitski’nin ölümünden sonra Rivne karısının yönetimine geçmiş. Rivne’nin Mary’si olarak bilinen Prensin karısı 1481-1518 yılları arasında süren yönetimi sırasında şehirde bir kale, bir katedral ve birçok bina yaptırmış, şehir en parlak zamanlarını onun döneminde yaşamış. Anıt Prensesin onuruna 2006 yılında yapılmış. Anıtın bulunduğu bu güzel ve bakımlı yer özellikle akşamları sokak lambaları ışığında oldukça pitoresk görünüyor.
Eski Yahudi Sinegogu
Şehrin en eski caddelerinden olan Shkilna’da bulunan Sinegog 19. yüzyılın sonlarında o zamanın “modern” tarzında yapılmış. Sinegogun yanında bir okul varmış. Yahudi toplumu o zamanlar bu cadde üzerindeki evlerde ikamet ediyormuş. 1940 yılında Yahudi tapınağı kapatılmış, yerine çocukların ve gençlerin spor okulu olan “Avanhard” isimli okul açılmış.
“Çöküş” Basımevi – Printing House “Decadence”
Büyük bir binanın ön yüzünde bulunan plaketle ilgili açıklama da şu şekildeydi.
Daha önce Shosova caddesinde bulunan ve Sukharchuk’un sahibi olduğu özel basımevi “Çöküş” 19. Yüzyılın başlarında burada bulunan bir binaya taşınmış. 1930’larda devletin sahip olduğu bir basımevi yeni inşa edilen bir binada bulunuyormuş ve II. Dünya Savaşı’nda da çalıştırılmış. 1941-1944 yıllarındaki Alman işgali sırasında “Volyn” adlı Ukrayna gazetesi başta Ulas Samchuk olmak üzere tanınmış yazar Olena Teliga ve diğer vatansever yazarlar tarafından burada çıkarılmış. Maalesef ev korunmamış ve “Volyn” gazetesini basan yayımevinin anısına binanın ön tarafına bir plaket asılmış.
Svyato-Voskresensky-Resurrection Cathedral
Rivne’nin mimari simgesi olan Svyato-Voskresensky (Holy Resurrection) Katedrali, hemen şehir merkezinde görkemli bir şekilde yükseliyor. Bu muhteşem tapınak, tarihi ve mimari açıdan antik Rivne’nin en önemli yerlerinden biri kabul ediliyor.
Mesih’in Dirilişinin onuruna ilk ahşap katedral, 1781’de buraya inşa edilmiş. Ancak yüz yıl sonra tapınak, kentin büyük bölümünü de yok eden büyük bir yangın sırasında yanmış. Katedralin yerine yeni taş bir bina yapılmasına karar verilmiş. Rivne’yi o sırada yazlık ikametgahı olarak kullanan İmparator III. Alexander Tapınağın temeline ilk taşı koymuş.
1895’te yeni tapınak kapılarını ilk ziyaretçilere açmış. Mimarisi, otantik eski Rus mimarisinin ve halk sanatının geleneklerine uygun popüler Neo-Rus stilinin bir örneği.
Tapınağın ana girişi üzerine küçük bir kubbesi olan sağlam bir kemer şeklinde bir çan kulesi inşa edilmiş. Rivne Resurrection Katedrali’nin tüm kilise malzemeleri Moskova’dan getirilmiş. İç kısımda yer alan üç yaldızlı ikonalar Kiev’de yapılmış ve en iyi sanatçıların ikonalarından kopyalanan kutsal görüntüler ile süslenmiş. 1933 yılında halkın bağışlarıyla tuğla bir çan kulesi inşa edilmiş ancak 1950’lerin sonunda bu kule yıkılmış.
Kilise, İkinci Dünya Savaşı sırasında kapalı kalmış. Rivne’nin kurtuluşundan sonra da Ateizm Müzesi burada açılmış. Ancak Ukrayna bağımsız olduktan ve demokratik reformların başlamasıyla bu kült yapı Rivne Ortodoks toplumuna hizmete açılmış.
Meryem Sütunu
Meryem’in bu taş sütun üzerindeki heykeli, 1770 yılında veba salgını sırasında ölen yüzlerce kişinin anısına pazar meydanına yapılmış. Yapımı için gereken para halktan toplanmış. Efsaneye göre 1856 yılındaki kolera salgını sırasında buraya sonsuz ışık inmiş ve salgın sona ermiş. 200 yıl boyunca halk burada dua etmiş. 1952 yılında bu sütun yıkılmış ve 2003 yılında aynı yerine tekrar inşa edilmiş.
Rivne Kukla Tiyatrosu
Tiyatronun repertuarında Ukraynalı ve yabancı klasikler türlerde, üslupsal özelliklerde, oyunculuk tarzında farklı çağdaş yazarların oyunları varmış.
Rivne Bilim İnsanları Evi
Kukla Tiyatrosu’na yakın bir konumda yine güzel bir binası olan Rivne Bilim İnsanları Evi bulunuyor.
Bina 1903 yılında yapılmış ve 1939-1941 yıllarında Kızıl Ordu’nun askeri birimi, 1941-1944 yıllarında Alman Askeri Hastanesi burada konuşlanmış. 1990 yılında bina mimari anıt olarak tescillenmiş ve 2001 yılında Rivne Bilim İnsanları Evi’ne dönüştürülmüş.
St. Anthony Katolik Kilisesi
Kilise 1899 yılında Neo-gotik tarzda, cephesinde güzel bir saat bulunan bir binada. Başlangıçta bina iki sivri kuleyle taçlandırılmış, fresklerle ve vitray pencerelerle dekore edilmiş.
Sovyet döneminde kilise sinema salonu olarak kullanılmış. Perestroyka yıllarında sinema salonu kapatılmış ve Oda Müziği ve Org Evi olarak yeniden inşa edilmiş. Cephesinde orijinal saati olan muhteşem St. Anthony Katolik Kilisesi, kentin Orta Çağ tarihini ziyaret edenlere hatırlatıyor.
Katolik Kilisesi St. Anthony’nin sıra dışı binası Rivne’deki en ilginç ve orijinal binalardan biri olarak kabul ediliyor. Rivne’nin tam merkezinde bulunan St. Anthony Katolik Kilisesi çoğu eski şehir yapısı gibi zor bir kadere sahipti.
İlk paroşial katolik kilisesi, 16. yüzyılda Rivne’de yapılmış, ancak kısa süre sonra şehri ele geçiren Tatarlar tarafından tahrip edilmiş. Bir süre sonra, Aziz Anthony Kilisesi yeniden inşa edilmiş, ancak yeni tapınak da kısa ömürlü olmuş ve yanmış. Neo-gotik tarzdaki karmaşık taş bina, 19. yüzyılın sonlarına kadar tamamlanamamış. İki zarif kulesi bulunuyor, cephesinde sıra dışı yuvarlak bir saat var ve iç kısmı da orijinal fresklerle süslenmiş. Aziz Anthony Katolik Kilisesi’nin gerçek hazinesi ise Avrupa’nın en iyi orglarından birisine sahip olmasıdır.
Kilisenin binası Birinci Dünya Savaşı sırasında ciddi şekilde hasar görmüş. 1927’de yeniden inşa edilmiş, yeni polikrom resimler ve çok güzel vitray pencerelerle süslenmiş. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kilise kapatılmış ve tüm değerli eşyaları yağmalanmış. Gotik kulelerinin neredeyse tamamı yıkılmış. Kilisenin binaları sinemaya verilmiş.
Neyse ki Aziz Anthony Katolik Kilisesi 1980’lerde, Org Müzik Evi olarak yeniden donatıldı. Şimdi oda müziği konserleri burada olarak verilmektedir.
Çocukların Demiryolu
Dokuz Ukrayna Çocuk Demiryolu’ndan biri 1949’da açılmış. Partizanskaya İstasyonu, Rivne’nin tam merkezinde, şehrin ana caddesi Soborna’nın nehri geçtiği köprünün yakınında yer alıyor. 2,5 km uzunluğundaki parkur Ustia Nehri’nin kıyısında çalışmaktadır.
İkinci istasyon – Ozernaya – Basov Kut Gölü kıyısında yer almaktadır. Genellikle bir lokomotif ve 2 yolcu vagonundan oluşan tren çoğunlukla çocukları taşımaktadır.
Rivne Kapısı
Şehrin tarihi kapısı ve bir çeşit simgesi olan Rivne Gate, şehre gelen turistlerin fotoğraf çektirdiği turistik noktalardan biri olarak belirtiliyor.
Bu yapı şehrin hemen girişinde oto yol kenarında yer alıyor. Şehrin girişindeki bu anıt Rivne’nin önemli yapılarından biri olarak gösteriliyor ve koruma altında.
Shevchenko Parkı
Taras Shevchenko Kültür ve Eğlence Parkı, huzurlu atmosferiyle, sayısız çiçek türü ve pek çok önemli isme ait anıtlarıyla şehirdeki en büyük ve en güzel park olup, peyzaj sanatının bir başyapıtı ve ulusal anıt statüsüne layık görülmüş. Rivne Ukrayna’nın en yeşil şehirlerinden biri unvanını Shevchenko Parkı sayesinde kazanmış.
Park, 18. yüzyılın sonlarında, o sırada şehrin sahibi olan Polonyalı önde gelen Lubomirski Ailesi’ne ait malikânenin topraklarında bulunuyor. 20. yüzyılın ortalarında büyük bir park kompleksine dönüştürülmüştür. Park yeniden inşa edilmiş, yeni ağaçlar dikilmiş, fıskiyeli havuzlar, taş ve ahşap heykeller yerleştirilmiş. Park, Kuzey Amerika, Uzak Doğu, Orta Asya, Çin ve Japonya’dan gelen ağaçlarla bezelidir.
1940 yılında parka ünlü Ukraynalı şair Taras Shevchenko’nun adı verilmiş ve 1941 yılında da şairin “Kobzar” kitabı için ilk anıt parka konmuş.
Parkta epeyce gezdim ve bakımlı yollardan yürüdüm. Kilit takılmış köprüler, sevgililer için yapılmış kalpli bir bank, çocuklar için oyun alanları, su doldurulmamış havuzlar ve daha neler neler!
Rivne Bölge Müzesi
Bu Müze bu şehri tanımak ve tarihi hakkında bilgi sahibi olmak için uğramanız gereken adreslerden biri. Rivne Bölge Müzesi, ilginç sergilerinin yanı sıra, anıtsal sütunları ve çevresindeki pitoresk alanı da oldukça etkileyicidir.
Rivne kasabasındaki ilk müze 1906 yılında açılmış ve bu müze Ukrayna’nın ilk kırsal müzesi olan kentin 8 km batısındaki Gorodok köyünde baron F. Shtaingel tarafından kurulan müzenin yerini almış. I. Dünya Savaşı sırasında müze yağmalanmış. Çok sayıda değerli eser kaybolmuş. 1920’li yıllarda yerel doğa müzesi yeniden canlandırılmış. Kaynaklara göre benzer müzeler sadece Varşova, Lviv ve Krakiv’de bulunuyormuş. 1936’da ekonomi müzesi Rivne’de açılmış. 1940’ta bölgesel çalışmalar tarih müzesi kurulmuş, ancak II. Dünya Savaşı sırasında tüm sergiler Almanya’ya götürülmüş.
1944’te müze çalışmaya, Rivnenska oblast’ının tarihi ve doğal özellikleri ile ilgili materyalleri toplamaya, muhafaza etmeye ve sergilemeye devam etmiş. 1975 yılında 1839 yılında klasizm tarzında inşa edilmiş eski erkek spor salonunun binası müzenin mülkü olmuş ve buraya taşınmış. Bu şehirdeki en iyi mimarlık anıtı olarak kabul edilmektedir.
Müzenin sergileri 1978’de açılmış. Günümüzde yaklaşık 150.000 sergi malzemesi Rivne Bölge Çalışmaları Müzesi’nde sergilenmektedir. Arkeolojik, etnografik, nümismatik, doğal koleksiyonlar, belgeler, ödüller, tanınmış kişilerin özel eşyaları gibi sergiler vardır. Özellikle ilgi çekici olanlar Kazaklar’ın eşyaları, Volhyn ikonaları, eski basım kitaplar ve tanınmış Avrupalı heykeltıraş Tomash-Oscar Sosnovsky’nin Rivnensky yerlileri ile ilgili eserleridir.
Her yıl Mayıs ayında müze, Rivne bölgesinden ve komşu oblastlardan gelen halk sanatı ustalarının katılımıyla geleneksel bir etnografya festivali olan “Müze Etno Fest” etkinliğini düzenliyormuş. Müzenin açılış saatleri 10:00-18:00 olup Pazartesi günleri kapalıdır.
Park Molodi (Kuğu Gölü Parkı)
Rivne’nin merkezinde bulunan park, Lubomirski prenslerinin mülklerinden kalanlardan oluşuyor. Lubomirski Sarayı şimdi “Avangard” Stadyumu yerinde bulunuyormuş. Sarayın parkı 18. yüzyıldan kalmış. I. Dünya Savaşı’ndan sonra buradaki binalar tahrip olmaya başlamış. Saray yanmış ve parktaki ağaçlar kesilmiş. Daha sonra, park kısmen yenilenmiş. Bölge halkı parktaki küçük göletteki kuğular nedeniyle burayı “Kuğu Gölü Parkı” olarak adlandırmışlar.
Parkın göl çevresi, hem sevgililer hem de evli çiftler için romantizmin yaşandığı sevgi dolu bir yer. Yapay gölde yüzen kuğuları ve ördekleri izleyerek içinizin huzurla dolduğunu hissedebilirsiniz.
Parkta açık hava performansları, konserler ve Bölgesel Folklor ve Etnografya Festivali gibi sanat etkinlikleri düzenlenmekteymiş. Park Zamkova Caddesi’nde bulunmaktadır.
Demirci Heykelleri Yolu-Alley of Blacksmith Sculptures
Rivneli demirciler, gerçek aile değerlerinin gerçeküstü tasvirini göstermek için dünyanın dört bir yanından gelen meslektaşları ile birlikte muhteşem heykellerin sergilendiği bir alan oluşturmuşlar.
Bu alan 2012 yılında bir festival düzenlenerek ziyarete açılmış. Sergilenen heykeller Metal Kalp-Metal Heart, “Darynka”, Çocukların At Yarışı-Children’s Horseplay, Hayatın Değerleri-Life Values, İtfaiyeci-Firefighter, Balık Dili-Fish Language, Absürd Tiyatro-Theater of the Absurd, Zodyak Takımyıldızı-Zodiac Constellations adlarını taşımaktadır.
Rivne küçük bir şehir olmasına rağmen iki günlük sürede gezemediğim yerler oldu. Gezginler için önemli diğer yerlerden de bahsederek yazımı tamamlamak isterim.
Dormition Church
Yunan Katolik Dormition Kilisesi; Şu ana kadar değişmeden hayatta kalan kentteki en eski tapınak olması nedeniyle çok değerli kabul ediliyor.
Kehribar Müzesi- Amber Museum
Ukrayna’da iki önemli kehribar kaynağı bulunuyormuş. Bunlardan biri Rivne bölgesinde olduğundan ülkenin ilk ve şimdilik tek olan bu şaşırtıcı taşa adanmış müzesinin Rivne’de açılmış olması şaşırtıcı değildir. Şehrin en sıradışı ve ilginç müzelerinden biri olmasının yanında, en yeni müze tesisleri arasında sayılıyor.
Rivne Hayvanat Bahçesi
Hayvanat Bahçesi, Kiev tarafından Rivne’ye girişte 4,7 hektarlık bir park alanında yer almaktadır. Burada aslan, ayı, zebra, kaplan, maymun, artiodaktiler, kuşlar olmak üzere 180’den fazla hayvan türü ve yaklaşık 700 hayvan yaşıyormuş.
Anıtlar
Dünyada Rivne’den daha fazla anıtı olan az sayıda şehir vardır. Anıtların çok özel anlamları olduğu için isimleri ve yerlerini yazmadan geçemiyorum. Yolunuz düşerse bu ilginç anıtları yakından görebilirsiniz.
Faşistlerden Rivne’nin Kurtulmasının 25. Yıldönümü Anıtı, Mlyniv’ke Karayolu
Faşizm Kurbanları Anıtı, Bila Sokak Meydanı
Alman Faşist İşgalinden Ukrayna’nın Kurtulmasının 30. Yıldönümü Anıtı, Soborna Caddesi
İç Savaş Kahramanı – M.M. Bogomolov, Pershoho Travnja Sokak Meydanı
Partizan M. Strutynska’nın Mezarı’ndaki büstü ve Vatandaş S. Yelentsia ve S. Kotiyev’koho’nun Mezarlarındaki Rölyef, Kniazia Volodymyra Caddesi, Hrabnyk Mezarlığı
Ukrayna Cenneti Anıtı, Magdeburz’koho Prava Plaza Savaşçıların Ortak Mezarı, Soborna Sokağı
Warriors’s Glory Anıtı, Dubenska Caddesi, Rivne Askeri Mezarlığı
Kiev’in Sokağı, Ebedi Zafer Anıtı
Olenko Dundych’in büstü, T.H. Shevchenko Parkı
Taras Şevçenko Anıtı, T.G. Shevchenko Parkı; Nezalezhnosti Plaza Heykeli
Savaşçıların Zaferi Anıtı, Dubenska Caddesi, Rivne Askeri Mezarlığı
Savaşçı ve Partizan Anıtı, Peremohy Plaza
Symon Petliura Anıtı, Symon Petliura Caddesi
N.I. Kuznetsov Heykeli
Yahudi Soykırım Kurbanları Anıtı – toplu mezar alanı
Çernobil felaketinin kurbanları Anıtı, Simon Petliura Caddesi
Holokost kurbanlarının mezarlık ve anıtlarının görülmesi tavsiye ediliyor.
Zafer Tepesi de görülmeye değermiş. II. Dünya Savaşı sırasında öldürülen askerlerin Sovyet dönemi anıtı olan Dikilitaş, büyüklüğü nedeniyle etkileyiciymiş.
Son Söz
Acı öyküler, işgaller, yağmalar, yangınlar yaşanan tarihine rağmen Rivne eşsiz cazibesini korumayı başarabilmiş. Caddelerinde yürürken, tarihi binalarına hayran kalırken ve ilginç atmosferini eski bir kafeden izlerken bunu hissedebiliyorsunuz. Gri ve kasvetli bir Sovyet kentinden renkli, temiz ve geleceğe adım atan bir Ukrayna şehrine dönüşmeye başlamış. Rivne’de yapılacak çok şey olsa da iki gün tüm şehri gezmenize yetecektir.
Rivne, bölgedeki diğer yerleri keşfetmek için bir üs olarak kullanılabilir. Turistlerin çoğunu Rivne’ye getiren nedenlerden biri Klevan’daki Aşk Tüneli arabayla sadece 30 dakika uzaklıkta. Peri masalına benzer şekilde büyümüş, ağaçların gölgelediği demiryolu hattı, bölgede “mutlaka görülmesi gereken” bir yer olarak karşımıza çıkıyor. Maalesef ben Aşk Tüneli görme şansı yaratamadım.
Ukrayna’da bir gezi planlarınızda, Kiev, Lviv, Kharkiv henüz göremediğim Odessa mutlaka gezilecek yerler olmalı. Rivne henüz keşfedilmemiş, bakir kalmış, tarihi, küçük bir şehir. Yolunuz oralara düşerse uğrayın ve şehrin tozunu alın!