ANA SAYFA Blog Sayfa 16

Avignon Gezi Rehberi: Orta Çağ’ın Görkemi

Avignon, gençliğimde, Lawrence Durrell’in Avignon Beşlisi’nin okurken aklıma takılmıştı; insan labirentlerinde dolanan bu muhteşem seri romanda arka fonun Avignon olması nedeniyle bu şehir bir yanıyla hep aklımdaydı. Sonra devreye tarih girdi; Orta Çağ’da ‘papalık merkezi’ olarak yıldızı parlayan şehri daha da merak ettim. Sonunda bir gezinin bir tarafına ekleyerek 2-3 günlük bir Avignon seyahati yapabildim.

Avignon, gerek coğrafi konumu gerekse tarihi geçmişi ile Provence’ın önemli şehirlerinden biri. Rhone Nehri’ne kıyısı olması ve hemen kıyısında bir de ada bulunması, taşımacılık ve ticaret açısından şehri önemli hale getirmiş.

 

Meraklısına; Şehrin Kısa Tarihi

Avignon’un tarihi daha eskilere gitmekte; Nehir kıyısındaki Rocher des Dames’daki mağaralarda neolitik çağlardan beri yaşam olduğu söylenmekte. 2000 yıl önce bölgeye yerleşen askerler ve balıkçıların buraya Auoenion dedikleri rivayet ediliyor. Sonra MÖ 600’lerde taa Foça’dan gelip Marsilya’yı kuran Phokailılar, burayı keşfedince bölge canlanmış. Romalılar döneminde buraya Avenius denmiş; o günlerin izleri de bugün hala şehirde görülebilir; özellikle Rue Saint Etienne ve Rue Racine civarında kalıntılara rastlayabilirsiniz. Romalılardan sonra Franklar, Burgondiyalılar, Ostrogotlar, sonra tekrar Franklar, sonra Arapların eline geçen bölge 737’de Frank Dükü Charles Martel’in kanlı baskınıyla el değiştirmiş; bu dönemde o kadar kan dökülmüş ki, o bölgedeki bir sokak bugün hala Rue Rouge olarak anılmakta. Şehrin kaderi 1309’da Papalık İtalya’dan buraya taşınınca değişmiş. Roma’daki çekişmelerle bunalan Papalık, Clement V döneminde Fransa’ya taşınmış, kendisine Lyon’da papalık merasimi yapılmış. Fransa Kralı Yakışıklı Philip’in desteğini alan papalık, Fransız krallık tahtının gölgesinde güçlenmiş. Papalığın gücüne Fransa Krallığının iktidarı eklenince, bölge dönemin parlayan yıldızı olmuş. Daha sonra yeni papa döneminde merkez Avignon olarak seçilmiş; burayı Papa Clement VI, Sicilya Kraliçesi I Giovanna’dan satın almış. Böylece Avignon’da başka bir dönem başlamış; bu dönemde zengin bir yer haline gelen şehir, kendi ülkesinde barınamayan hırsızı uğursuzu da buraya çekmiş, bir yandan da veba salgınları, şehrin yıldızının parıltısına gölge düşürmüş. Öte yandan Fransa Krallığının gölgesi iyiden iyiye Papalığın üstüne düşünce Papalık soluğu yine Roma’da almış; 1377’de Papa Gregory XI Roma’ya geri dönmeye karar vermiş. Ama kendisinin ölümü üzerine seçilen Urban VI ise Fransız kardinallerinin baskısıyla karşılaşmış ve Fransızlar da Clement VII’i papa olarak seçmişler. Böylece Roma’da ve Avignon’da iki papalık oluşmuş.

Bu durum itiş kakışla 1414’te Martin V’in papa olarak seçilmesine kadar sürmüş. Fransız İhtilaline kadar papalık elçiliğince yönetilen şehir, Fransa Krallığı tarafından pek rahat bırakılmamış ve sonunda 1791’de Fransa Krallığı ile birleşmiş, bu durum ancak 1814’te Papalık tarafından kabul edilebilmiş. 1995 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirasları Listesine alınan şehir, 2000 yılında Avrupa Kültür Başkenti seçilmiş. Bugün Fransa’nın Vaucluse bölgesinin başkenti olan Avingon, tarıma dayalı endüstrisi yanında, köklü geçmişini de arkasına alarak önemli bir turistik yer durumunda.

Ulaşım
Avignon’a Marsilya üzerinden trenle geldim. Marsilya’dan Avignon’a otobüs yok, ya araç kiralayacaksınız ya da trenle geleceksiniz. Tren fiyatı 15-22 euro arasında; seyahat ise durulan durak sayısına göre 1 ile 2 saat arasında sürüyor. Gare S.N.C.F İstasyonu Avignon surlarının hemen yanında. Surların dışı yeni Avignon bölgesi, gezginlerin ilgisi dışında.

Öte yandan Avignon’da havaalanı da var, bağlantılı uçuş ayarlamaya elverişli yani. Havaalanından şehir merkezine otobüs seferleri de bulunmakta.

Avignon

Avignon yürüyerek gezilecek bir şehir; görülecek her şey surların içinde ve bir uçtan bir uca yürümek en fazla yarım saatinizi alır. Yürümek istemezseniz kale içinde baladine ve cityzen denilen otobüs seçenekleri var. Baladine 7 kişilik elektrikli bir araç, ana caddelerden geçiyor. Cityzen ise 20 kişilik, bizim dolmuşlarımız gibi, o da kale içinde iki hat üzerinde çalışıyor ve kalkış noktası, eski şehrin ana giriş kapısına yakın Cours Jean Jaures’nin başlangıcında. Bilet ücreti 0,50 euro, 10 binişlik kartlar 4 euro. Surların dışında ise otobüsler çalışıyor, bilet 1,40 euro, 10 biniş 12 euro.

Ve tabii gezi otobüsleri… Avignon için çok yerinde bir seçenek. Kale içinde işleyen mini tren, en dar sokaklara bile girip Avignon’un kalbinde bir tura çıkaracak sizi; 45 dakika süren tur 9 euro, kalkış yeri Place du Palais des Papes ve saat 10.00’dan itibaren her yarım saatte bir kalkıyor. Surlar dışında ise hop on hop off var; surlar etrafında dolanıp Villeneuve les Avignon’a kadar gidiyor, tur bir saat sürüyor ve saat 10.00’dan itibaren her saat başı kalkıyor, günlük bilet 12 euro, turun kalkış noktası ise eski şehrin girişine yakın, Cours Jean Jaures’de, Visite Avignon dükkanının tam karşısında… İki turu birlikte alırsanız 18 euro.

Avignon

Gezelim Görelim

Şimdi eski şehire, Avignon’un merkezine doğru ilerleyelim. Tren garından çıkınca şehrin ana girişi sizi karşılayacak; Porte de la Rebublique. 1853’te tamamlanan tren garının şehirle bağlantısını sağlamak için şehri çevreleyen surlarda bir geçit açılmış ve böylece tren garı, Place de l’Horloge Meydanı’na bağlanmış. Porte de la Rebuplique başlangıcında şehrin 19 yüzyıl havasına yakışan karşılıklı iki bina sizi karşılayacak. Ticaret ve idari işler için ayrılmış bu binalar şehrin Orta Çağ havasına girmeden önce sizi 19 yüzyıldan selamlayacak.

Bu kapıdan geçip Cours Jean Jaures üzerinden Rue de la Republique ile Place de l’Horloge’a varılıyor. Oradan da hemen Papalık sarayı Palace du Palais’ye geçiliyor. Sarayın önünde ise Benezet Köprüsü bulunmakta. Bu yol Avignon’un özeti. Rue de la Republique, görkemli yapılarıyla şehrin ana damarı, gece geç saatlere kadar açık lokantalar, kahkahalar taşan barlar gecenizi renklendirecek. Yol üzerindeki bir zamanların görkemli malikaneleri, şimdi yerini 3 yıldızlı otellere, iş merkezlerine, idari ofislere bırakmış. Şehrin diğer önemli caddeleri, Place de l’Horloge Meydanı’nda birleşen Rue Bonneterie, Rue des Marchands, Rue Carnot, hem şehrin tarihinden izler taşımakta hem de bugün ticari hayatın ana noktalarını oluşturmakta. Rue Joseph Vernet ile Rue du Roi Rene üzerindeki 17-18 yüzyıldan kalma yapılar sizi şehrin geçmişine götürecek.

Avignon

Avignon’u çevreleyen surların yanında aynı zamanda şehrin dışarıyla bağlantısını sağlayan ve birbirine bağlı Boulevard Saint Michel, Bd.St Dominique, Bd.de L’Loulle, Bd.du Rhone, Bl.St Lazare caddeleri uzanmakta. Surlar üzerinde 15 adet kapı var, bunlar arasında tren garına açılan Porte de la Republique, papalık sarayının açıldığı alan ve Porte du Rhone ile karşı kıyı ile bağlantı yolunun uzandığı Porte de l’Ouille özellikle önemli. Surlarla Rhone Nehri arasında geniş bir park ve otopark bulunmakta, burası şehrin açık hava pazarının da kurulduğu yer. Şimdi Avignon’un öne çıkan yerlerini ayrıntılarıyla gezelim.

Palais Des Papes

Avignon

Yolumuz Avignon’a düşüyorsa, bunun en önemli nedeni Papalık Sarayı. Bir zamanlar papaların, kralların, prenslerin, kardinallerin boy gösterdiği bu Saray, bugün hala görkemini korumakta. Orta Çağ’ın insanı hem ürperten hem hayran bırakan mimarisinin müthiş örneklerinden biri. Tabii, bir Orta Çağ sarayı olarak (arada yaklaşık yüz yıllık bir zaman farkı olsa da) Topkapı Sarayı ile mukayese etmeden duramıyor insan. Gerçi burası Orta Çağ’ın en ortasına ait özellikleri taşırken, Topkapı Sarayı Orta Çağ’ın sonlarında kurulup sonraki yüzyıllarda büyümüş gelişmiş bir yer. Topkapı’nın yeşillikler içinde ve harika bir manzarayı karşısına alarak yatay olarak büyümesi, insanda dünyanın nimetlerini çağrıştırırken Avignon’un dikey yükselmesi hayatın sert, acımasız yanını vurguluyor sanki; içinde yaşananlar benzer iktidar gerilimi olsa da…

Avignon

1995’te UNESCO tarafından Avignon kent merkezi ile birlikte Dünya Mirası olarak onaylanan Papalık Sarayı, bir dönem Papalığın merkezi olmuş. Tabii Papalık makamı, ‘Hadi bir de Fransa’da yerimiz olsun, arada gideriz, havamız değişir’, dememiş, biraz da mecbur kalmışlar, İtalya’yı bırakıp buralara gelmeye. 13 yüzyılda Papalık makamı zaten teyakkuz halinde sürekli yer değiştirmekteymiş. 14 yüzyılda Kutsal Roma İmparatorluğu ile Papalık arasındaki gerilim Papalığı zorlamaya başlanmış. 1303 yılında Papalık makamı Anagni’deyken Papa Boniface VII ile Fransa Kralı Yakışıklı Philippe arasındaki çekişme sonucunda zaten kafayı Papalığın gücünü kırmaya takan Yakışıklı Philippe Papalığa saldırmış. Neyse 1305’te Yakışıklı Philippe’nin desteklediği Bordeaux Başpiskoposu Bernard de Got, Clement V adıyla papa olunca Fransa’ya taşınmış. Sonra papalığın ana merkezi Avignon olmuş; tabii buranın seçilmesinde de bazı nedenler varmış; bir kere şehir koca bir nehir kenarında huzur içinde püfür püfür bir yer, hem de bir şekilde Fransa’ya yakın, ana yolların kesişme noktasında, Papalık hakimiyetindeki Comtat Venaissin bölgesine yakın, dahası burası Papalığın en büyük destekçisi ve Papalığın vassalı Napoli ve Sicilya Kralı Charles II de Anjou’nun hakimiyetinde…

Avignon

İktidar ilişkileri, güç çekişmeleri… Böylece Avignon Papalığı 1309’da V.Clemens döneminde başlamış; kendisi hazımsızlık sorununu çözmek için zümrüt tozu yerken can vermiş. Papa VI Clemens ise tanrıyı mutlu etmenin yolunun lüks bir hayat yaşamaktan geçtiğini iddia etmiş ve zamanında Saray’da şaşaa almış başını gitmiş, zaten geyikli oda denilen kendi odası belki de Sarayın en süslü yeri. Tam 7 papadan sonra, 1378’de Papa XI Gregorius döneminde tekrar Papalık makamı Roma’ya taşınmış. Yani bütün bu yapılar sadece 69 yıl için mi yapılmış diye düşünmeden edemiyor insan. Ama tabii bu, tam olarak doğru değil. Hatta artık Papalığa mı alıştılar yoksa Roma’daki Papayla mı anlaşamadılar bilinmez, VI Urban döneminde, biz bu papayı tanımıyoruz diyerek Avignon kendi kendilerine bir papa atamış ve VII Clement, Avignon’un papası olmuş. Neyse ne; Orta Çağ’da Papalık ne kendisi huzur bulmuş, ne de başkalarına huzur vermiş, o nedenle bu konuların kenarından dolanarak Papalık Sarayı’na girelim artık.

Avignon

15.000m2’lik bu Saray, 30 yılda tamamlanmış. İlk baktığınızda yüksek burçları, sivri kuleleriyle bir kale görünümünde olan bu Sarayın içi dönemin Fransız ve İtalyan sanatçılarının resimleri, freskleri ve goblenleri ile dekore edilmiş. Tabii bugüne bunların çok azı kalmış. Sarayın yapımında Fransız mimarlar görev alırken, iç dekorasyonda İtalyan sanatçılar öne çıkmış. Saray iki bölümden oluşuyor; Eski Saray 1334-1342 arası Papa Benedict XII, yeni kısım Clement VI döneminde 1342-1352 arasında yapılmış. İkisi arasında tarz farkı da var; eski saray daha romanesk, yenisi daha gotik havalı… Her ikisi de dönemlerinin zenginlikleriyle göz doldururken hepsi Fransız İhtilali sırasında oradan oraya savrulmuş, 1810’da sanat eserleri yağmalanmış.

Saraya Porte des Champeaux denen, sivri çatılı iki kulenin altındaki ana girişten giriliyor. Kapının üzerinde Papa Clement VI’nın arması bulunmakta. Girişten sonra Saray avlusundan geçip Consistorium’a geçiliyor, burası 14 yüzyıl Avrupasının belki de en önemli mekanı olan Kardinaller Kurulu. Bu devasa salonun duvarları bir zamanlar fresklerle süslüyken, şimdi goblenlerle kaplanmış. 1413’teki yangın ne var ne yok tüm freskleri yakmış kül etmiş. Odadaki iki ahşap heykel ve duvarlardaki papa portreleri salonun diğer görülecek eserleri. Bu salon bir dönem tüm Hristiyanlığın kalbinin attığı yermiş; mahkeme olarak da kullanılmış, Papalar, kralları burada kabul etmiş, bir çok dini şahsiyet burada aziz ilan edilmiş, dönemin iktidar sahipleri burada cezalandırılmış…

Avignon

Buradan Sarayın en geniş odası olan Magnum Tinellum’a geçiliyor. Yemek odası olarak kullanılan odanın tavanı, 1413 yangınından önce mavi satıh üzerine altın yıldızlarla süslüymüş. Daha sonra huni şeklindeki bacası ile dikkat çeken üst mutfağa geçiliyor. Freskleriyle göz alan küçük bir şapel olan Chapelle Saint Martial, Aziz Martial’a adanmış; Giovannetti eseri fresklerde Azizin hayatı konu edilmiş. Devamında Papa tarafından kabul edilenlerin beklediği bölüme geçiliyor; bir zamanlar fresklerle kaplı duvarlar şimdi Rafael’in eserlerinden esinlenilmiş devasa goblenlerle kaplı. Büyük kulenin tam altına tekabül eden yer ise Papa’nın yatak odası; mavi satın üstüne asma yaprakları, çiçekler, hayvanlarla süslü… Geyikli oda adını duvardaki geyik avını betimleyen freskden almış; bu oda zamanın en önemli uğraşısı olan avcılık sahneleriyle süslü. Büyük Şapel yolundaki Kuzey Kutsal Emanet Odası, kral ve kardinallerin heykelleriyle dikkati çekiyor. Büyük Şapel ise Fransız Gotik tarzının en iyi örneklerinden. Saint Laurent Kulesinin altına denk gelen Güney Kutsal Emanetler Odasında ise, Clement V, Clement VI, Innocent VI, Urban V gibi bazı papaların mezarları bulunmakta; Papalar burada merasim cübbesini giyermiş. Aşağı kata inince Salle de la Grande Audience’e varıyorsunuz. Jean de Louvres’un ustalık eseri olarak kabul edilen bu salonda Giovanneti’nin freskleri görülebilir, artık ne kadarı kalmışsa. Bu salondaki Eski Ahit’ten sahneler ile 12 peygamberi tasvir eden freskler ile vitray süslemeleri dikkat çekici. Sonraki Salle de la Petite Audience ise, 1600’lerde cephanelik olarak kullanılsa da aslında mahkemelerde uzlaşma odasıymış, tavanda askeri zaferleri konu alan freskler mevcut. Sonradan bir toplantı salonuna dönüştürülen Salle de Conclave ile Saray gezimiz bitiyor.

Avignon

Papalık Sarayını uzun uzun gezdim (ve anlattım) çünkü burası Avignon’un kendisi demek. Saray olmasa Avignon’un içi boşalacak sanki. Avignon’a kadar geldiyseniz mutlaka burayı gezeceksiniz demektir. Saray; 01 Eylül-01 Kasım arası 09.00-19.00 saatlerinde, 02 Kasım-29 Şubat arası 09.30-17.45 saatlerinde, Martta 09.00-18.30 saatlerinde, Nisan başından Haziran sonuna kadar 09.00-19.00 saatlerinde, Temmuzda 09.00-20.00 saatlerinde, Ağustosta 09.00-20.30 saatlerinde ziyaret edilebilir. Giriş 12 euro. Ama Avignon’un diğer bir önemli turistik noktası olan St Benezet Köprüsü ile birleştirilmiş bilet alırsanız ücret 14.50 euro oluyor.

AvignonNotre Dame des Domes

Avignon

Papalık Sarayı’nın hemen yanında, tek kule üzerinde yükselen Hz Meryem’in bir eliyle şehri kutsadığı, bir eliyle koruduğu heykelinin taçlandırdığı şehir katedralinin geçmişi 4 yüzyıla kadar gidiyormuş. Aziz Martha’nın Hz Meryem adına kurduğu bir kiliseymiş. Sonra Romanesk tarzda tekrar yapılıp 1069’da takdis edilmiş. Ama Katedral bugünkü haline 1140-1160 arasında kavuşmuş, zaman zaman değişiklikler geçirmiş ve Fransız İhtilali sırasında tamamen terkedilmiş. Nihayet 1822’de yeniden takdis edilerek açılmış. Haliyle birçok tarihi olaya da tanıklık etmiş; 1333’deki Haçlı seferinden önce burada Papa John XXII, orduyu koruması için Kutsal Haçı, Fransa Kralı VI Philip, Navarre Kralı Philip ve Bohemia Kralı John’a teslim etmiş.

Avignon

Kare tabanlı çan kulesi 1405’ye yıkılmış ve 1425’te yeniden yapılmış. Tepedeki altın yaldız boyalı Meryem heykelinin tarihi ise 1859. Avignon Başpiskoposluğu’nun merkezi olan Katedral’in avlusunda çarmıha gerilen İsa heykeli en az Katedral kadar görkemli. 1840’da Tarihi Anıt olarak kabul edilen Katedral, koridorsuz kiliselerin bir örneği, içi gayet sade. Aziz Martha ve Maria Magdelena heykelleri girişi süslemekte. Yan şapeller 14. ve 16. yüzyıllarda eklenmiş. Şapellerde Eugene Deveria’nın 1830’larda yaptığı resimler görülebilir. Ayrıca 13. yüzyıldan kalma beyaz mermer taht ile 16. yüzyıl eseri İsa’nın ahşap heykeli de Katedralin zenginliklerinden. Ama özellikle Hristiyanlar için buradaki esas hazine Papa John XXII ve Benedict XII’nin mezarları. Katedrali ziyaret etmek isterseniz 06.00-12-00 ve 14.30-17.30 saatleri arasında gelebilirsiniz, giriş ücretsiz.

Jardin du Rocher des Doms

Avignon

Katedralin kapısı, Avignon’un en güzel parkına açılmakta. Rivayete göre İmparator Augustus burada kuzey rüzgarlarına bir tapınak yaptırmak istemiş. Katedralden parka girerken yol üstünde savaş kayıpları için bir anıt bulunmakta. Devamında ise yeşillikler içinde havuzlar, heykellerle süslü bir park. Parkın içindeki havuz çevresindeki kafeler, insanı çağırıyor ama buranın esas olayı Rhone vadisine tepeden bakan manzarası. Karşı tarafta Villeneuve Les Avignon sizi selamlayacaktır. Gidemeseniz bile, buradaki Yakışıklı Philippe Kulesi ile Anadaon Tepesi’ndeki Saint Andre Kalesi’ni uzaktan da olsa görebilirsiniz. Ayrıca Rhone Nehri, Barthelasse Adası ile Benezet Köprüsü de harika bir manzara oluşturmakta.

AvignonBu park Papalık zamanında da kullanılmış ama bugünkü düzenleme 1830’da yapılmış. Ana havuzdaki Felix Charpentier eseri Venüs heykeli parkın en gösterişli süsü. Gezmekten yorulursanız dinlenmek, serinlemek, bir şeyler içmek için tercih edeceğiniz bir yer burası, harika manzara da cabası.

Hotel des Monnaies

Papalık Sarayı’nın karşısındaki, belki de Avignon’un en süslü yapısı olan Barok cepheli bu bina, aslında darphane imiş. 1619’da yapılmış ve Papa V Paul’a adanmış, zaten ön yüzdeki kartallı, ejderhalı arma da kendisine aitmiş. Fransız İhtilali sırasında askeri karargah olan yapı 1860’dan beri Müzik Okulu olarak kullanılmaktaymış.

Petit Palais

Avignon

Papalık Sarayı’nın bulunduğu alanda bulunan diğer bir göz alıcı yapı da 1318’de Kardinal Berenger Fredoli tarafından yaptırılan Küçük Saray. Daha sonra yapı Papa XXII Hohn’un yeğeni Kardinal Arnaud de Via tarafından satın alınmış. Sarayın mülkiyeti 1335’te Papa XII Benedict’e geçmiş ve o da burayı piskoposluk sarayı olarak kullanmış. Saray, 1411 Savaşı’nda gördüğü hasardan sonra 1503’de geçirdiği restorasyonla bugünkü İtalyan Rönesans tarzındaki halini almış. Fransız İhtilali sonrasında 1826’da burası Katolik okulu, 1904’te bir teknik okul olmuş. 1976’dan beri de özellikle Rönesans dönemi ressamların eserlerine ev sahipliği yapan bir müze. Burası dönemin ünlü isimlerini de ağırlamış; Cesare Borgia, XIV Louis bunlardan bazısı…

Avignon

Sarayın dışı ne kadar zarifse, içi de bir o kadar zengin bir sanat koleksiyonuna sahip. Müze 400 civarında İtalyan ve Fransız Rönesans ressamının eserine ev sahipliği yapmakta. Ayrıca burada VII Clement’in mezarından kalan büst dahil 600 heykel de bulunmakta. 13-16. yüzyılı kapsayan dönemin sanat anlayışının temel örneklerini göreceğiniz Müzenin en dikkat çekici eserleri Kutsal Mesaj eseriyle Vittore Carpaccio ve Çocuk ve Madonna eseriyle Sandro Botticelli; tuhaf bir şekilde, sanki Botticelli eserindeki Madonna, bizim pop ikonu Madonna’yı anımsattı bana…

Avignon

UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası Listesi’nde bulunan Müze, Avignon’un mutlaka görülmesi gereken yerlerinden. Gezmek isterseniz salı hariç her gün 10.00-18.00 saatlerinde gidebilirsiniz, giriş ücretsiz.

Pont St.Benezet 

Avignon

Avignon’da görmeden gelinmemesi gereken bir yer de Rhone Nehri üzerindeki yarısı kalmış köprü… Orta Çağ olur da efsanesiz, masalsız olur mu. Bu köprü de kendinden daha ünlü bir efsane ile anılmakta… Efendim, günlerden bir gün çevre köylerde çobanlık yapan Benezet’e, göklerden sesler gelmiş; Benezet Benezet, kalk da Rhone üzerine bir köprü yap, demiş bu sesler… Takdiri ilahiye sorgu sual olmaz, azgın suları yüzlerce can alan onca nehir dururken burası neden seçildi bilinmez ama kahramanımız yola koyulduğunda karşısına bir de melek çıkmaz mı, melek almış Benezet’i Avignon Piskoposu’na götürmüş… Piskopos meleğe hiç şaşırmamış ama Benezet’in köprü yapma fikrine çok şaşırmış, madem öyle ilk taşı sen at diye 30 insanın kaldıramayacağı bir kayayı işaret etmiş, Benezet’de koca kaya parçasını kaldırıp nehre fırlatmış ve ‘Voila’ demiş herhalde, ama bu efsane kayıtlarına işte köprünün ilk taşı bu, diye geçmiş. Efsane böyle diyor ama tarih, 900 metre uzunluğundaki ilk köprünün önceleri ahşap olduğunu ve yapımına 1177’de başlandığını, 1185’te de bittiğini yazıyor. Köprü yapımında ortalığı ayağa kaldıran melek, herhalde sonra köprüye olan ilgisini kaybetmiş ki, 1226’da VIII Louis’in Albigeois Haçlı Seferi sırasında köprü yıkılırken hop, noluyor orda falan dememiş. Köprü 22 kemerli olarak 1234’te taştan yapılmış. 17 yüzyılda köprü büyük ölçüde yıkılmış ve melek yine ortada yok tabii… Neyse, sonrasında köprü 4 kemerli olarak bugünkü haliyle bırakılmış.

Şehrin kültürüne de etkisi olan köprünün altında bir zamanlar dans gösterileri düzenlenirmiş, hatta Fransa’da çok bilinen ‘Sur le pont d’Avignon’ şarkısına konu olan bu köprüymüş.

Şimdi köprü Nehrin ortasına kadar uzanıp orada bitiveriyor. Dört kemeri kalan köprünün ikinci köprü ayağında 12 yüzyıl yapımı Romanesk tarzda Saint Nicholas Şapeli, onun hemen üzerinde, yürüme yolunda ise 16 yüzyılda Gotik tarzda yapılan kısmı bulunmakta. Bir zamanlar bu kısımda Benezet’in kemikleri saklanmaktaymış. Köprünün Avignon ayağındaki giriş kapısı 14 yüzyıldan kalmaymış. Köprü 1840’da Tarihi Anıt olarak kabul edilmiş, 1995’te de UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’ne alınmış.

Köprü Avignon’un olmazsa olmazlarından, giriş 5 euro. Girişte köprü ile ilgili bazı objeler, bilgilendirme panoları ve video gösterileri bulunmakta.

Remparts

Avignon

Kale olarak çok caydırıcı olmasa da görsel olarak çok güzel duran surlar, Avignon’un Orta Çağ havasına çok yakışıyor. Alçak duvarlarıyla pek de göz korkutmayan bu surların yapımına 1355 yılında Papa VI Innocent zamanında başlanmış ve Papa V Urban zamanında tamamlanmış. Aslında 1 yüzyıldan beri bir kale olduğu kabul edilmekte ama hem Papalığın taşınması hem de şehrin eski surlara sığmaması nedeniyle yeni bir sur ihtiyacı doğmuş. Tabii bir de Papalığın servetiyle gözleri dönen İngiltere tehditini de eklemek lazım. Şehrin etrafını saran 4800 metre uzunluğundaki bu duvar, ortalama 8 metre yüksekliğindeymiş. Surlar üzerinde 15 büyük, 50 küçük burç var; bunlar genelde kare veya dikdörtgen tabanlı ama 3 tane yarı daire şeklinde burç da surları süslemekte.

Avignon

Surdaki taşlar üzerinde bulunan işaretler taş ustalarına aitmiş ve ödemeler döşenen taş miktarına göre yapıldığından ustaların kazancını belirlemek için kullanılıyormuş. Sur çevresinde aslen 7 kapı varmış ama yıllar içinde bu kapıların sayısı artmış. Her girişin bir ismi var ama tren istasyonundan şehre girilen kapı ile Rhone Nehri’ne bakan kapılar gezginler için daha önemli.

Avignon

Bu arada kuruluşu Papa VIII Boniface dönemine, 1303’lere kadar giden Avignon Üniversitesinin kapısına da bir göz atın derim.

Eglise Saint Pierre

AvignonAvignon şehir merkezinde, belki Katedral’den daha görkemli olan St Pierre Kilisesi de görülmeye değer. 1358’de yapılan bu görkemli kilisenin en dikkate değer yanı, hafif hafif Rönesans’a da göz kırpan Gotik şahikası ön cephesi mi, ince ince işlenmiş 4 metre yüksekliğindeki yekpare ceviz kapıları mı, Rönesans sanatının en nadide örnekleriyle süslü sunağı mı bilemedim.

Avignon

Gerçekten kilise Gotik tarzda ön cephesi yanında 1551 yapımı muhteşem ahşap kapılarıyla da insanı hayran bırakıyor. İki kapı arasında duran Meryem heykeli ile 1526 yapımı Rönesans tarzdaki sunak da görülmeye değer. Aslında buranın tarihi 7. yüzyıla kadar gidiyormuş, ilk Avignonlu piskoposların gömülme yeriymiş. Kilisenin içindeki şapeller bir sanat hazinesini de barındırmakta. Notre Dame de Lourdes Şapelindeki Simon de Chalons eseri ‘Çobanların Tapınması’ ise bunlardan sadece biri.

Eglise Saint Didier

AvignonTarihi 7. yüzyıla kadar giden kilise, Aziz Agricol tarafından kurulup Aziz Didier’ye atfedilmiş. 1356 ile 1459 tarihleri arasında yeniden, bu sefer Gotik tarzda yapılan kilise 1359’da takdis edilmiş. Fransız İhtilali sırasında hasar gören kilise, bir süre hapishane olarak kullanıldıktan sonra 1901’de tekrar ibadet yeri olmuş.

Kilisenin dış cephesinin Avignon uslübunda Gotik tarzın en güzel örneklerinden olmasına rağmen içi oldukça sade. Kilise içinde Simon Chalons eseri iki resim ile 1478’de Kral Rene tarafından Francesco Laurana’ya yaptırılan sunak süslemeleri öne çıkmakta.

Eglise Saint Agricol

Saint Agricol Kilisesi’nin tarihi 10 yüzyıla kadar gitmekteymiş ama Provans tarzı Gotik havasına 15. yüzyılda kavuşmuş. Çatısız kulesiyle değişik bir havası olan kilise ihtişamlı kapısı ve sunağındaki taş işçiliği ile dikkat çekiyor.

Square Agricol Perdiguier

Avignon

Tren istasyonundan şehre girildiğinde hemen sağda göreceğiniz park, Orta Çağlarda bir Benedik Manastırının bahçesiymiş, sonra Saint Martial Kilisesi yapılmış buraya. Fransız İhtilali sırasında terk edilen bahçe, şehrin ana yolu olan Cours Jean Jaures yapımı sırasında da  alan kaybetmiş. 19. yüzyılda yeniden canlanan parkın adı, heykelinin de görülebildiği dönemin ünlü yazarı ve marangozu Agricol Perdiguier’den almış. Parkta, eski kalıntılar, heykeller yanında Gotik cepheli Saint Martial Kilisesi’de görülebilir. 

Musee Calvet 

Avignon

Avignon’un ilk kaldırım döşenen sokaklarından Rue Joseph Vernet’de yer alan bina 1741-1754’de yapılmış. Hotel Villeneueve Martignan olarak bilinen binanın gösterişli girişinden geçince üç kanatlı sarı taş örgülü malikaneye geliyorsunuz. Burayı 1837’de ziyaret eden Stendal, ‘Les Memoires d’un Touriste’ isimli gezi/anı kitabında, burayı en harika İtalya kiliselerinden bile daha huzurlu bir yer olarak tarif etmiş.

Eve ismini veren ilk sahibi Esprit-Claude Calvet, dönemin önde gelen tıp doktoru ve arkeoloji uzmanıymış ve müthiş bir kütüphane sahibiymiş; öldüğünde tüm kütüphanesini, koleksiyonlarını bağışlamış ve Nani ailesinin bağışları gibi diğer katkılarla bugünkü müze oluşmuş. Müzede hemen girişte mermer heykeller bulunmakta. Ama Müzenin bir diğer hazinesi 14. yüzyıldan 20. yüzyıla uzanan Fransız resim okullarının ana örneklerini barındırması. Bunlar arasında Avignonlu ressam Joseph Vernet’nin deniz temalı resimleri göze çarpmakta; Rodin, Utrillo, Dufy eserleri de serginin öne çıkanlarından. Müzede ayrıca neolitik dönemden kalma bir mezar, dövme demir işleri, Mısır’dan getirilen parçalar, Roma dönemi buluntuları ile Avignon’un geçmişine ışık tutan Rocher steli görülebilir.

Ama benin favorim ‘kelimelerin efendisi’ çok ünlü bir pop sanatçısına benzettiğim Maurice de Vlaminck’in eseri oldu.

Müze, Salı günleri hariç her gün 10.00-13.00, 14.00-18.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir, giriş ücretsiz.

Musee Lapidaire

Avignon

1620’den kalma Barok bezemeli taş işçiliği ile dikkati çeken bir kilisede kurulu olan Musee Lapidaire, eski Mısırdan antik Yunana, Roma çağlarından erken Hristiyan dönemine uzanan bir arkeoloji müzesi. Heykeller, vazolar, mezar alınlıkları, mücevherler, mozaik tablolar, biblolar ile tarihte geçmişe çıkmak için yolunuz üzerindeki bu kilise/müzeye uğrayın.

Müze pazartesileri hariç, 10.00-13.00, 14.00-18.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir, giriş ücretsiz.

Musee Angladon

Avignon

Avignon’da 19 yüzyıldan itibaren resim sanatına yön veren yeni akım ressamlarının eserlerinden örnekler görmek isterseniz bu müzeye uğrayın; Van Gogh, Degas, Manet, Picasso, Cezanne, Modigliani resimleri 18. yüzyıl malikanesinde sizi karşılayacak. Burası sanatçı Jean Angladon ve Paulette Martin tarafından müze olması için bağışlanan ve dönemin ünlü moda tasarımcısı ve sanatçılarının hamisi Jacques Doucet’nin koleksiyonlarına ev sahipliği yapan bir yer. Koleksiyon içinde resimler kadar 18. yüzyıl mobilya ve ev tasarım objeleri de görülebilir. Türlü müzelerde Van Gogh’un muhtelif resimlerinin değişik versiyonlarını görmüştüm, burada ilk kez ‘Trenler’ eserini gördüm.

Edgar Degas’nın ‘Ütücü Kız’da benim ilgimi çeken eserlerden. Ayrıca Rönesanstan 18 yüzyıla kadar uzanan bir seçki de Müzenin koleksiyonları arasında. Burası zamanında dönem sanatçılarının toplanıp sanat hakkında saatlerce konuşarak teoriler ürettiği, yeni sanatçılara kapıların açıldığı bir yer; sanat dünyası için yerel bir tapınak, o dönemin ışığı üzerinize düşsün isterseniz buraya zaman ayırın… Müze pazartesileri kapalı, diğer günler 13.00-18.00 arası ziyaret edilebilir, giriş 8 euro.

Collection Lampert

Avignon

Çağdaş sanat galerisi olan Collection Lampert, benim gibi modern sanatla arası iyi olmayanların sinirlerini yerinden hoplatacak cinsten… Gittim yine de… Sonra 10 euroma mı yanayım, geçen zamana mı… estelasyonlardan birinde sadece ışıklı bir yazı vardı ve ‘This work should be turned off when I die’ yazıyordu, Allah sanatçıya uzun ömür versin ama bence beklemeye hiç gerek yok, fişi çek gitsin… Bunda yine hiç olmazsa bir yazı falan vardı.

Avignon

Üst kattaki upuzun karanlık bir odada ise, sadece oda boyunca uzanan, dolanan kırmızı bir neon şerit vardı, bir yandan da odaya duman veriliyordu. Bomboş tualler, ahkam kesen bilmiş panolar, cep mesajları, hepsi burada…

Üst katta sergilenen Yunan heykel başlarının başka vücutlara, cisimlere yerleştirildiği çalışmalar yanında taş yapıştırılmış giysilerden oluşan işler biraz daha ilginçti bence. Dikkatimi çekti; Avignon’da çağdaş sanat denince bir objenin etrafında hava akımıyla dönüp duran şeritler çok popüler, burası dahil her yerde onlardan vardı, orta okul fen deneylerinde biz sanat yapıyormuşuz demek ki. Neyse gitmek isteyen gitsin; Müze temmuz-ağustosta her gün açık, diğer aylarda pazartesileri kapalı, ziyaret saatleri ise 11.00-18.00, giriş ise 10 euro.

Palais du Roure

Avignon

Şehrin ortasındaki bu malikane bugün provence hayatına ait etnoğrafya müzesi olarak düzenlenmiş. 1469-1980 yıllarında Floransa kökenli Baroncelli ailesinin konutu olan bu gotik yapı, giriş süslemesi ile dikkatinizi çekecek zaten.

Avignon

Resim koleksiyondan, dönem ev eşyalarına, vitray pencerelerden, çan sergisine… Avignon’da üst orta sınıfa mensup bir ailenin konağını görmek isterseniz salı-cumartesi günlerinde 10.00- 13.00 ve 14.00-16.00 saatlerinde gezebilirsiniz; giriş 5 euro ancak yeterince acıklı durursanız ücret almıyorlar galiba, ben trene yetişme öncesi gittim, halime bakıp nedense ücret almadılar.

Musee Louis Vouland

Avignon

Avignonlu endüstri uzmanı Louis Vouland’ın özellikle 18 yüzyıla ait eşyalardan oluşan koleksiyonunun sergilendiği bu yer, bölgenin köklü bir ailesi olan Villeneuve-Esclapon ailesinin malikanesinde kurulmuş ve 1932’den beri Dekoratif Sanatlar Müzesi olarak ziyarete açık. Avignon üst sınıfının 18 ve 19 yüzyıl yaşam ortamına götüren bu Müze, gerek mobilyaları gerek dönem eşyaları ile o günlerin şaşaasını yaşatıyor. Porselenler, goblenler, ahşap işlemeler, gümüş mutfak eşyaları, hepsi bir dönemin ışıltısını bugüne yansıtıyor. Keşke ben de fotolarla bu görkemi yazıya aktarabilseydim ama burada çektiğim fotolar kayıp. Siz gidip kendi resminizi çekmek isterseniz pazartesi hariç her gün 14.00-18.00 arası 6 euro vererek yapabilirsiniz.

Synagogue D’avignon

Avignon

1745’te yapılan Neo klasik tarzdaki bu yapı Avignon’daki Yahudi cemaatinin ibadet yeri. Eskiden Yahudi Gettosu olan Balance Sokağı’nda bulunan bu yapı, ben gittiğimde kapalıydı, içini göremedim. 1990’da Tarihi Anıt olarak kabul edilen sinagog, genel olarak 09.00-11.00 arası açıkmış.

Tour Saint Jean le Vieux

Avignon

13. yüzyılda Avignon’a yerleşen Hospitaller tarikatı için yapılan bir binadan geriye kalan bu kule Place Pie’de bulunmakta. 1898’de binanın diğer kısımları yıkılmış. Bugün kafelerle, dükkanlarla çevrili şirin bir meydanı süslemekte.

Place de l’Horloge 

Avignon

Burası Avignon’un kalbi. Saat Kulesi Alanı olarak anılan meydan, turistik lokantalar, hediyelik eşya satan dükkanlar, kafeler ile her zaman renkli. Ayrıca 19. yüzyıl yapıları; belediye binası Hotel Ville, Opera binası ve Belle Epoque günlerinden kalma 1900 yapımı atlı karınca, meydanın görkemini artırmakta. Ama meydana adını veren saat kulesi pek görünmüyor, belediye binası olarak kullanılan Hotel Ville’nin arka tarafında kalıyor. Meydan Papalık Sarayı’na açılmakta ama köşede ilginç bir binadan da bahsetmek isterim; Art Deco süslemeleriyle göz dolduran eskinin Banque de France binası bugün bar olarak kullanılmakta. Meydan Rue des Marchands ve Rue Bonneterie gibi şehrin ana alışveriş alanlarının da kesiştiği yer.

Korint tarzı sütunları ile dikkatiniz çekecek olan Neo Klasik Hotel Ville’nin yapımına 1845’te başlanmış, açılışı 1856’da III Napoleon’a kısmet olmuş; burası eski bir kardinal malikanesi üzerine yapılmış ve 15. yüzyıldan kalma saat kulesi de korunmuş. Meydanın en dikkat çekici yapısı olan Hotel Ville, belediye binası olarak kullanılmakta. Yüksek sütunlar üzerinde yükselen binanın içinde savaş kahramanları için afişler yer almaktaydı.

Rue des Teinturiers

Avignon

Burası Avignon’un eski bir mahallesi; boyacılar sokağı olarak anılan bölgede 19. yüzyıla kadar provence motiflerine kaynaklık eden parlak desenli basmalar üretilirmiş. O dönemde boyacılık ve dokuma için kullanılan 23 su değirmeni varmış, bugün 2 tanesi kalmış. Koca gövdeli ağaçların gölgelediği bölgede 14. yüzyıldan kalma Cordeliers Kilisesi, Saint Michel Şapeli, Verbe in Carne Şapeli, Chapelle Sainte Croix ve Grey Panitents Şapeli bulunmakta. Son şapelin bir de efsanesi var; 1433’te Son Akşam Yemeği Ayinleri sırasında o kadar yağmur yağmış ki Avignon sular altında kalmış, sonra iki rahip kayıkla şapel içine girdiğinde bir de bakmışlar da, sular sunağın önünde iki ayrılıp akmaktaymış ve sunağa hiç dokunmuyormuş. Bir nevi Musa’nın mucizesi burada da olmuş anlaşılan; Kızıldeniz yarılmamış da seller sular bölünmüş.

Avignon

Bugün burası bohem havasıyla, kafelerinde, barlarında keyifli zaman geçireceğiniz sevimli bir yer. Turistik olarak çok bilinen bir bölge değil ama mutlaka uğrayın; burada daha çok sanatçılar, yazarlar yaşıyormuş ve bu durum, bölgenin havasına da yansımış.

Place Crillion

Avignon

Avignon’un bir başka tarihi köşesi Crillion, Hotel Europe gibi lüks otellere ve 1732’de Ulusal Tiyatro olarak açılan ve 1825’te kapanan La Comedie’ye ev sahipliği yapmakta. Ama bu huzur dolu köşe, bazıları için ölüm fermanı olmuş, ünlü Fransız Mareşal Brune burada öldürülmüş. Turistlerin genel yol akışı üzerinde değil ama dinlenmek, soluklanmak için harika bir nokta.

Place des Corps Saint

Avignon

Avignon’un bir başka tarihi meydanı Corps Saint, 13. yüzyılda şehir mezarlığıymış, Kardinal Pierre de Luxemburg 1387’de buraya gömülmüş ve sonrasında buralarda türlü mucizeler görününce Kraliçe Marie de Blois buraya Chapelle du Coprps Saint şapelini yaptırmış. Papa VI Clement ise şapeli manastıra çevirmiş. Hatta şehrin mucizevi kahramanı Benezet buraya gömülmüş. Manastır Fransız İhtilali sırasında hastane ve askeri üs olarak kullanılmış. Bugün ise şehir idari ofislerine ev sahipliği yapmakta. Bu kilisenin çevresi çok renkli, sevimli, geceleri kafelerle, barlarla canlanan bir alan. Bu meydan ile şehrin ana caddesi Cours Jean Jaures arasındaki bölge, eskiden şehrin kırmızı ışıklı yeriymiş ama o günlerden geriye kalan bir şey yok, haberiniz ola…

Villeneuve les Avignon

Avignon

Eğer zamanınız varsa Nehrin karşı kıyısında, 10. yüzyıldan kalma bir Orta Çağ kasabası olan Villeneueve les Avignon’a uğramayı ihmal etmeyin. Sonradan kuruyan Rhone Nehri’nin bir kolunun çevrelediği bir ada konumunda olan bölgeye Aziz Andre Manastırı yapılınca yerleşim de başlamış. Yakışıklı Philip buranın önemini fark etmiş ve Avignon’un gücünü dengelemek için buraya bir kale yaptırmış. Yakışıklı Philip Kulesi o günlerden kalma. Avignon’un papalık merkezi olmasından sonra bu kasabanın önemi de artmış; Avignon’da kendi makamlarına uygun malikane bulamayan kardinaller bu kasabaya yerleşmişler; o zamanda insanlar banliyölere kaçma isteği duyuyormuş demek.

Avignon

Papalık merkezinin Roma’ya gitmesiyle kasabanın zenginlikleri azalsa da bitmemiş ama Fransız İhtilalinin rüzgarı yüzyılların parıltısını söndürmüş. O günlerin anısını yaşatan yerler yok değil tabii. 1302’de Yakışıklı Philip tarafından yaptırılan Tour de Philippe le Bel bunlardan biri; bir zamanlar Benezet Köprünün girişini kontrol etmek için yapılan kalenin bir parçası. O dönemde Provence Kontu ve Avignonluların karşı çıkmalarına rağmen yapılan bu kale 1699 sonrası yavaş yavaş terk edilmiş, geriye 30 metrelik bu kule kalmış. Ziyaret etmek isterseniz ekim-nisan aylarında 10.00-12.30, 14.00-18.00 saatleri arası 3.50 euro ödeyerek gezebilirsiniz.

Avignon

Diğer bir uğrak noktası ise 14. yüzyılın ikinci yarısında yapılmış Fort Saint Andre. Aslında Mont Andon’da yerleşimin geçmişi 6. yüzyıla kadar gidiyormuş ama kalenin bugünkü hali 1291’de Kral Yakışıklı Philippe tarafından tasarlanmış fakat tamamlanması Jean le Bon ile V Charles krallığını zamanında olmuş. Hem Papalığa karşı bir güç gösterisi hem de Aziz Andre Manastırı’nı korumak için yapılan kaleye, 1362 tarihli ikiz kulelerden giriliyor. Kuzey mimarisinin özelliklerini taşıyan bu kuleler, Orta Çağ kalelerinin en iyi örneklerinden. Kale içinde yer alan Toscana ve Akdeniz tarzlarının harmanlamasıyla oluşturulan Jardins de l’Abbaye Saint Andre bahçesi ve köşk ne yazık ki ben gittiğimde tadilattaydı, göremedim ama kaleyi gezme fırsatım oldu. İçinde şapellerin, koruma düzeneklerinin, yaşam alanlarının olduğu kalenin en güzel yanı ikiz burçları üzerinden göreceğiniz Avignon’un panoromik manzarası. Gezmek isterseniz ekim-mayıs aylarında 10.00-13.00 ve 14.00-17.00, haziran-eylül aylarında 10.00-18.00 saatleri arasında gidebilirsiniz. Giriş 5 euro.

Ayrıca 1333’te Kardinal Arnaud de Via’nın görkemli malikanesinden dönüştürülen Collegia Notre Dame et son Cloitre kilisesi de görülmeye değer, özellikle 14. yüzyıldan kalan Fransız heykelciliğinin en iyi örneklerinden biri sayılan, fil dişinden yapılma Meryem ve İsa heykeli… Burası mayıs-ekim arası 10.00-12.30 ve 14.00-18.00 saatlerinde, şubat-nisan ve kasım-aralık dönemlerinde 14.00-17.00 saatlerinde ziyarete açık ve ücretsiz.

Avignon

Kasabanın müzesi Musee Pierre de Luxemburg, ben gittiğimde kapalıydı. Mayıs-ekim 10.00-12.30, 14.00-18.00 saatlerinde, diğer dönemler 14.00-17.00 saatlerinde açıkmış ama bana denk gelmedi herhalde.

Avignon

Ama Villeneuve les Avignon’da mutlaka görmeniz gereken yer La Chartreuse. Burası 1352’de Papa VI Innocent tarafından kurulmuş bir yer, mezarı da burada. Fransız İhtilaline kadar da canlı ve görkemli bir dini merkez olarak kalmış. La Chartreuse’a taş bir kapıdan girip avludan geçerek varılıyor. Rahip hücreleri, su sarnıçları, avlular, çiçek bahçeleri, çamaşırhane gibi merkezin günlük yaşantısına tanıklık edeceğiniz yerler yanında çoğunun freskleri dökülmüş irili ufaklı şapeller de görülebilir.

Avignon

Bahçede bulunan 1372 yapımı Aziz John Şapeli yanında Mattio Giovanetti eserlerinin süslediği Freskler Şapeli ve rahip toplantılarının yapıldığı şapel görülecek yerlerden. Bazı hücreler yazın sanatçılar tarafından kullanılıyormuş. Burası ayrıca Centre National des Ecritures du Spectale olarak bilinen yazarlık merkeziymiş.Avignon

Ayrıca burada Avignon Tiyatro Festivali ile gösteriler düzenlenmekteymiş. Ben gittiğimde Jean Adrien Arzilier eserleri sergileniyordu; bir zamanlar duaların yükseldiği rahip hücrelerin içinde şu an hava akımına kapılmış şeritlerin fırıl fırıl etrafında döndüğü variller duruyordu. Görmek isterseniz ekim-mart arası 10.00-17.00, nisan-eylül arası 09.30-18.30 saatlerinde 8 euro ödeyerek gezebilirsiniz. Fort Saint Andre ile ortak bilet alırsanız 9 euro.

Avignon

Gezi sırasında doğa tarihi müzesi Musee Requien’yi açık bulamadım, çok da ilgimi çekmedi; gerçi 17 yüzyıldan kalma mekanı görmek ilginç olabilir, gitmek isterseniz, pazar ve pazartesileri hariç 10.00-13.00, 14.00-18.00 saatlerinde gezebilirsiniz. Ayrıca Ceccano Kütüphanesi de en azından bir göz atmaya değer; içine girerseniz Kardinal d’ Arrabloy tarafından yaptırılan ancak ismini 1333-1350 arasında burada yaşayan Kardinal Annibal Ceccano’dan alan Livre Ceccano’nun duvar ve tavan süslemelerini görebilirsiniz. Burası sonra dini bir okul, Fransız İhtilali sırasında askeri barınak olmuş, şimdi ise şehrin kütüphanesi. Yolunuzun üzerinde karşınıza çıkıp merakınızı uyandırabilecek bir başka görkemli yapı ise, belediye idari binası olarak kullanılan Hotel du Department, 18 yüzyıl başlarında yapılmış ve bir ara tarikat merkezi olarak kullanılmış. Ayrıca gidip de içine giremediğim, sürekli kapalı bulduğum bazı kiliselerden de söz edeyim. Örneğin 1640’larda yapılan Chapelle du Verbe İncarne bugün Avignon Tiyatro Festivalinde tiyatro olarak kullanılmakta. Yine Avignon Tiyatro Festivali sırasında oyunların sergilendiği Eglise Notre Dame la Principale, 13 yüzyıldan kalma Romanesk bir kilise. Chapelle Saint Charles, Chapelle Opera ile Chapelle des Franciscains, Avignon’da önünden sık sık geçeceğiniz ve belki de hep kapalı göreceğiniz diğer kiliseler. Nehir kenarındaki otopark içinde yer alan Monument du Comtat da şehirde dikkatinizi çekecek başka bir anıt.

Avignon

Böylece Avignon sokaklarındaki gezimizi tamamlamış oluyoruz. Şimdi Rocher du Doms parkında ya da Barthlelasse Adası’nın yeşillikleri arasında biraz dinlenelim. 

Konaklama 
Avignon oteller açısından gayet zengin. Orta Çağ atmosferini bugünün konforu içinde yaşatan yıldızı bol, pahalı otellerden Orta Çağ han duvarlarını müşterisinin boş cüzdanına yansıtan düşük bütçeli otellere kadar, ne ararsanız var. Tren istasyonu çevresinde, surların dışında dört yıldızlı Grand Hotel ve Novotel makul seçenekler olarak sıralanıyor.

Avignon

16 yüzyıldan kalma Hotel Cloitre Saint Louis, 1309’da yapılan La Miranda ve Place Crillion’daki Hotel Europe belki de Avignon’un atmosferine en yakın oteller; Orta Çağ’dan kalma yapılarda ağırlanan konuklar, lüksün de dibine vuruyorlar ama oralara ulaşmadaki en büyük engel cebimizde olmayan eurolar. Gecelik oda fiyatları 350-400 euro civarında. Hotel Europe’un konukları arasında Charles Dickens gibi isimler varmış, eğer kesenizi zorlamak isterseniz bu bilgi de bir katkı sağlayabilir belki. Mercure Cite des Papes, Bristol, Autour du Petit Paradis, konfor için para harcamaktan çekinmeyenler için bakılacak diğer oteller.

Avignon

Orta sınıfta yer alan Hotel Daniel ise sırf binası için tercih edebileceğiniz bir otel; ana cadde Rue de la Republique üzerindeki bu görkemli binanın fiyatları daha makul. Mas du Clos de l’Escartrat, Hotel Le Colbert, Au Saint Roch da orta sınıf bütçeli otellerin iyi temsilcilerinden. Gecelik ücret 80 euro civarında.
Avignon’da temmuz aylarında düzenlenen Avignon Tiyatro Festivali sırasında ve onun kadar resmi olmasa da tiyatro, bale, konser gösterileriyle aynı yoğunlukta geçen OFF Festivali sırasında otellerde yer bulmakta güçlük çekebilirsiniz.

Avignon

Ben fakir ise, tek yıldızı bile düştü düşecek bir otelde kaldım. Önceden randevu evlerinin bulunduğu Corps Saints Meydanı çevresindeki bir sokaktaki bu minik otel, artık geçmişte ne yaşandıysa yaşandı, o günlerin huzursuzluğunu taşıyan bir yerdi. Bir kere böyle otellerin kapısı 19.00’dan sonra kilitleniyor, şifreyi bilmiyorsanız ya da unuttuysanız yandınız. Ben de ilk gece yanmadıysam da epey tüttüm; otele vardığımda akşam 9’du ve şifreyi bilmiyordum. Çok çırpındım, çok bağırdım ama nihayet içeri girdim. Otel personeli ise kendini 5 yıldızlı bir otelin yöneticisi sanıyordu, müşterilere bir ayar vermeler, bir disiplin… Aklınızda bulunsun.

Yeme İçme 

AvignonYeme içme konusunda Avignon’un en iyilerine bakıyorsanız Papalık Sarayı’na bakan Restaurant Christian Etienne bu listede başı çekecektir. Orta bütçeli yerlere bakıyorsanız, Jerusalem Meydanı’ndaki Restaurant l’Orangerie, Saint Michel’deki Terre de Savur, Saint Pierre Meydanındaki L’Epicerie, Amphoux caddesindeki Au Tout Petit’ye şans verin. Avignon’a has bir şeyler yemek isterseniz Pot-au-feu (güveç) sipariş edebilirsiniz. Öte yandan Teinturiers Caddesi ile Corps Saints Meydanı’ndaki küçük lokantalar daha hesaplı ama leziz seçenekler sunmakta. Ama iyice işi geçiştirmeye vardırıyorsanız, ana cadde üzerindeki Tous Edgar gibi yerler size gün boyu tok tutacak sandviçler hazırlamakta.

Alışveriş

Avignon’da alışveriş deyince akla hemen Place de l’Horlage ve onun çevresindeki turistik dükkanlar geliyor. Aynı şekilde Palais de Papes Meydanı’ndan nehre doğru yürüdüğünüzde lavanta ve sabun ekseninde hazırlanmış muhtelif boyuttaki hediyelik paketlerle süslü dükkanları da göreceksiniz. Place de l’Horlage Meydanı’na açılan yollar ise şehrin ana alışveriş caddeleri. Rue des Merchands ve Rue St Agricol bunların en önemlisi. Rue Joseph Vernet ise şehrin lüks sokağı, butik mağazalardan ünlü markalara… Otantik hediyelikler yanında ünlü markaları da görmek isterseniz Place des Chataignes ve Place Carnot civarı tam aradığınız yer. Rue de la Bonneterie caddesinde Lacoste gibi ünlü Fransız markalarını bulabilirsiniz. Rue du Vieux Sextier, Rue Rouge gibi araca kapalı caddeler rahat rahat alışveriş yapmak için bire bir. Buradan uzanıp Place Pie’ye doğru yürürseniz çoğu yaya yolu olan sokaklardan geçerken yerel veya dünya markası mağazalara da göz atabilirsiniz.

Place Pie’de ise sanki gökyüzüne asılı bir bahçe gibi duran Halles Alışveriş Mağazası yer almakta; pazartesileri hariç her gün açık bu pazarda sebze, meyve, zeytinyağı, lavanta ürünleri üreticiden tüketiciye ulaştırılmakta. Yerel lezzetleri bulabileceğiniz yer La Cava du Bouffart; şarap, zeytinyağ çeşitlemeleri burada… Terre et Art ise özgün Avignon seramikleri için bire bir. Bölgeye damgasını vuran lavanta mahsulleri için Pure Lavande mağazasına uğramalısınız. Eğer mücevherat ile ilgiliyseniz Boucheron, her keseye uygun seçenekleriyle ilk akla gelen yer. Fransa’nın yüz akı tatlı ve şekerlemeler için La Cure Gourmande hemen merkezde yer almakta. Carmes Meydanı ise cumartesileri çiçek severleri, pazarları antika arayanları kendine çekmekte. Gündelik alış verişleriniz için ise Carrefour, Utile, Spar gibi mağazalar bulunmakta; Monoprix ise yiyecekten elektroniğe, ne ararsanız bulabileceğiniz bir yer

Son Söz

Avignon, dur bi Avignon’a gideyim diyeceğiniz bir yer değildir muhtemelen ama geldikten sonra iyi ki gelmişim diyeceğiniz bir yer. Rhone Nehri’nin sarmaladığı bu küçük ama yoğun şehir, yemyeşil doğası, özellikle Orta Çağ’ın kudretini bugüne taşıyan köklü tarihi, sanat müzeleri, lokantaları, minik meydanlarındaki gece yarılarına kadar açık şen şakrak barları ile sizde mutlaka bir iz bırakacaktır. Hele her Temmuz ayında düzenlenen Tiyatro Festivali sırasında giderseniz, mekanlardan sokaklara taşan gösterileriyle daha bir canlı, daha renkli bir Avignon ile karşılaşacaksınız. Demem o ki, belki sırf Avignon için buralara gelmezsiniz ama geldikten sonra da tadını unutamazsınız… Belki tekrar Avignon’da görüşürüz. İyi gezmeler.

Kemaliye Gezi Rehberi

Eski adı Eğin olan Kemaliye adını 1922 yılında Mustafa Kemal Atatürk’ten almış. Şu alanda Erzincan’a bağlı olan ilçe, önce Elazığ’a sonra da Malatya’ya bağlıymış. Kemaliye Erzincan’a 163, Malatya’ya 175 ve Elazığ’a 145 km uzaklıkta. Bu illere havayolu ile ulaşıp buralardan araç kiralayarak Kemaliye’ye  ulaşılabilir.  Engebeli bir arazi yapısı olması nedeniyle yolculuk her 3 ilden de özel araçlarla yaklaşık 2.5 saat kadar sürmektedir. Malatya ve Elazığ’dan gelen yol, Malatya’nın ilçesi Arapgir’de birleşerek Kemaliye’ye  ulaşmaktadır. Ayrıca Ankara-Kars arasında sefer yapan Doğu Ekspresi  ile Kemaliye’ye yakın bir ilçe olan  Bağıştaş İstasyonu’nda  inilerek ulaşılabilir. Bağıştaş İstasyonu’ndan Kemaliye’ye servis araçları bulunmaktadır.  İlçe doğudan Munzur Dağları silsilesi, batıdan ise Sarıçiçek Dağları ile çevrili olup, denizden yaklaşık 900 metre yüksekliktedir. İlçe Fırat Nehri’ne karışan Karasu Nehri ile ikiye ayrılmaktadır.

Bölgede mikro klima iklimi görülmektedir. Halıcılık ön plandadır. Tarımdan çok meyve yetiştiriciliği yapılmaktadır. Ceviz, elma ve dut önemli ürünleridir. Eğin dutu ve pekmezi bu nedenle meşhurdur.    

Tarihi 

İlçe önce Pers’lerin sonra Roma ve Bizans egemenliğinde kalmış. Malazgirt Savaşı ile ilçe Türklerin eline geçmiş,  Selçukluların Anadolu’ya egemen olmasıyla da Selçuklu hakimiyetine girmiş. Osmanlı İmparatorluğu zamanında Kafkasya’dan aileleri Eğin’e yerleştirip,  bu ailelerin İstanbul’da et satışını yönetmeleri üzerine bir ferman bulunmaktadır.  Daha sonra IV. Murat döneminde odun ve kömür kethüdalığı da Eğin’e verilmiştir. Büyük şehirlerde Eğinliler halen bu geleneği sürdürmektedirler.

Nüfus 

Kemaliye nüfusu, XVI. yüzyıldan itibaren artmaya başlamış, XIX. yüzyılda duraklamış, XX. Yüzyılda giderek azalma göstermiştir. İlçe nüfusu büyük kentlere, özellikle İstanbul ve Ankara’ya verdiği göçler nedeniyle 3000 lere kadar düşmüş, 2016’da ise 4900 civarında olduğu belirtilmiştir. Kemaliye okula yazma oranı yüksek bir ilçe olup, 65  profesör ile en fazla profesör çıkaran ilçe ünvanını kazanmıştır.

Konaklama 

Kemaliye’de ilçe merkezinde biri belediye tarafından işletilen  3 otel,  2 tane eski Kemaliye evlerinden restorasyonu yapılan konukevi, öğretmenevi,  PTT ve Tedaş misafirhaneleri bulunmaktadır.

Kemaliye’de Gezilecek Yerler

Kemaliye Evleri; Kemaliye kuruluşundan bu yana çeşitli kültürlerin bir arada yaşama özelliğini evlerine de yansıtmıştır.  Yeşillikler arasında yer alan evler, doğal çevri ile uyumlu bir mimariye sahiptir.

Kemaliye evleri, ilçenin topografik yapısına uygun olarak düşey olarak düşünülmüş tek katlı evler yerine 2-4 kat arası inşa edilmiştir. Evler genellikle eğimli araziye yaslanmıştır. Mağ adı verilen 3, 3.5 metrelik aks sistemiyle yapılmıştır. Evlerin alt katı bahçe ile bağlantılıdır ve soğukluk, kiler ve odunluk olarak kullanılır Ana katlar, taş duvarın üstü ile başlayan ahşap katlar, yaşam alanları olarak düzenlenmiştir. Divanhane, selamlık, sofa ve mutfak bulunur. Üst katlarda genellikle yatak odaları yer almaktadır. Damlar ise tarımsal ürünlerin işlenmesi ve kurutulması amacıyla kullanılmaktadır.

Kemaliye’de evlerin kapıları ve kapı tokmakları da  birer sanat eseri şeklinde yapılmış.

Kadıgölü Parkı

İlçe merkezinde yer alan Kadıgölü suyu kaynağı yanında yer alır.  Kaynaktan akan su şelale şeklinde ilçenin içinden akıyor. Akan suyu Kemaliyeliler soğutucu olarak kullanıyorlar. Suyun üzerinde eski ama halen faaliyette olan su değirmeni bulunuyor. Bu değirmende öğütülen undan satın alabilirsiniz.

Apçağa Köyü

Kemaliye’ye 6 km uzaklıktaki köy şair Ahmet Kutsi Tecer’in babasının köyü. Apçağa’lılar şairin  “Orada bir köy var uzakta” şiirini yazdığı köyün bu köy olduğunu belirterek sahiplenmişler. Köyün girişine bu dizelerin yer aldığı bir tak yapılmış.

Şairin adını bir sokağa ve kültür evine vermişler.  Köyde bulunan evler restore edilmiş, birde okuma odası yapılmış.  Köy bir gazete tarafından görülmesi gereken 10 köy listesinde yer almış.  Köy Kemaliye’yi ve Fırat’ı gören muhteşem bir manzaraya sahip.

Kemaliye’nin Arapgir tarafından girişinde kartal yuvası gibi bir kayanın üzerinde yer alan ve merdivenlerle ulaşılan ev de görülmeye değer.

Kemaliye Etnografya Müzesi

Daha önce Türk Halı Şirketi tarafından kullanılan bina,  1999 yılında Kemaliyeliler tarafından restore edilerek orta katta yaklaşık 600’e yakın eşya ve tarihi folklorik kıyafetin sergilendiği bir müzeye dönüştürülmüştür.  Müzedeki eserlerin neredeyse tamamı bağış ve bağışçılarının isimleri ile birlikte sergileniyor.

Taşyol

Fırat’ın aktığı Karanlık Kanyon’un 8.6 km lik sarp kayalıklarının yarılarak açıldığı, 5.5 km si tünel, 3.1 km si ise kayalık yamaç. Yolun yapımı 137 yıl sürmüş. Bu yol ile İstanbul ve Ankara’nın 220 km daha yakınlaşması amaçlanmış. 1800’lü yılların sonunda kayalar yarılarak 300-400 metrelik patika bir yol yapılmış.  1949’da yolun yapımına tekrar başlanır, Eğinliler bizzat yolun yapımında çalışırlar, ancak parasızlıktan yol bitmez. 1960’larda yol yapımı yine durur.  1983’de yine başlar, bitmez, 1993’de İstanbul’da Taşyol’a yardım gecesi düzenlenir, İl Özel idaresinin de katkısıyla 2002 yılında yol nihayet açılır. Bu sayede Karanlık Kanyon’un da turizme açılması sağlanmış olur.

Karanlık Kanyon

Karanlık Kanyon’u Taşyol ile birlikte değerlendirmek gerekir. Çünkü Taşyol Karanlık Kanyon’un bir kenarında yer alıyor. Kanyonun uzunluğu yaklaşık 9 km ve kenarlarında yükseklikleri 800 metreye kadar ulaşan kayalar yer alıyor.  

Bu kanyon dünyanın en büyük kanyonları arasında yer almaktadır. Kanyon’da 2004 yılından beri her sene Doğa Sporları Şenlikleri düzenlenmektedir. Ayrıca kanyonda botla, yaklaşık 1.5 saat süren gezinti  de yapılabilir.

Başpınar Köprüsü

Karanlık Kanyon’un üzerinde yer alan bu köprünün yapımı filmlere konu olmuştur. 1957 yılında yapılan köprü Keban Barajı’nın yapılması ile birlikte 1974 yılında su altında kalmış ve 23 köyün ulaşımı sekteye uğramış.  Özellikle suyun azaldığı dönemlerde feribotlar çalışmayınca köylerde önemli  sıkıntılar yaşanmaya başlanmış. Yapılan etüt çalışmaları sonucu buraya bir köprü yapılmasının verimli olmadığı yönünde raporlar verilmiş.  Recep Yazıcıoğlu’nun Erzincan’a vali olarak atanmasıyla birlikte,  1993 yılında köprünün yapımına başlanır.  Yöre halkının da büyük katkılarıyla 1997 yılında 83.5 metre uzunluğundaki köprü açılır.

Ocak Köyü

Ocak Köyü, Kemaliye’ye 40 km,  Arapgir’e ise 23 km uzaklıkta modern ve örnek bir köy.  Önceleri Şeyhler köyü olarak bilinen köy için genelde Hıdır Abdal Sultan Ocağı ismi kullanılır. Köy 13. Yüzyılda Hz. Muhammet soyundan gelen seyitlere tanınan Yeşil Sarık Sarma hakkına sahip Hıdır Abdal Sultan görüşünü benimseyen 12 haneyle kurulmuş.  Hz. Ali’nin torunu olan Hıdır Abdal Sultan anısına etkinlikler de düzenlenmektedir.  Köy Hıdır Abdal Sultan Türbesi, kitaplığı, alışveriş merkezi, bir trafik kazasında hayatını kaybeden Ali Gürer anısına yapılan müze, konuk evi, aş evi, güneş enerjili hamamı, spor tesisleri ve helikopter pisti ile modern, görülesi  bir köy.

Ali Gürer Müzesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı denetiminde bir özel müze. Müzede  Mustafa Gürer’in özel koleksiyonu ve köy halkı ile çevre köylerden ziyarete gelenlerin bağışladıkları yaklaşık 1300 eser sergileniyor.  Müzenin açık bölümünde Atatürk Büstü,  Türk büyüklerinin kabartmalı resmi ve tarım araçları sergileniyor. Giriş  ve üst katta yöresel bakır el sanatları, günlük kulanım eşyaları gibi etnografik nitelikli eserler yer alıyor. Üst katta ise kütüphane bulunmakta. 

Kemaliye’de Ne Yenir

Öncelikle Lökhane’de Lök adı verilen tatlıyı tatmalısınız. Bu  tatlı dut, ceviz ve baldan yapılıyor, dut tadı baskın.Lökhane’nin hemen arkasında yöresel yemekler yapan bir restoran var. Burada bumbar, tirit, sırın, keşkek gibi  yöresel yemekler servis ediliyor. Ayrıca, Kemaliye’de etler çok lezzetli ve kebap yapan salonlar bulunmakta.

Son Söz

Kemaliye doğasıyla, kültürüyle, tarihiyle her mevsim ayrı güzellikte ziyaret edebilecek bir köy. Doğa, yeşil, huzur ve doğa yürüyüşçülerinin programlarında yer alabilir.

Her Film Bir Yolculuk: Yol Filmleri

Koltuğunuza kurulup güzel bir film izlemek hoşunuza gider mi? Seyahat etmeyi sever misiniz peki? Sinemanın ve yola koyulmanın tadını aynı anda alacağınız bir film izlemeye ne dersiniz o zaman?

Sinemanın büyülü evreninde yol filmlerinin özel bir yeri var. Anlattıkları hikayeyi bir yolculuk üzerine kuran bu filmler, izleyiciyi de kahramanlarının yaptığı yolculuğa ortak etmeyi başarıyorlar çoğu zaman. Yol filmlerindeki kahramanlar farklı nedenlerle, kimi zaman kendi istekleriyle, kimi zaman da mecbur kaldıkları için yola düşüyor; bazen birilerinden, bazen kendilerinden kaçıyorlar. Kimi zaman da bir arayışın içindeyken görüyoruz onları. Kendilerini birisini veya bir şeyi ararken bulabiliyorlar. Bu filmlerin kahramanları yaptıkları yolculuklarda hayata, insana ve kendilerine dair yeni şeyler keşfediyor ve bize de keşfettiriyorlar.

“Yolculuk” sinemanın çok sevdiği ve işlediği bir konu olduğu için 1930’lu yıllarda çekilen ilk örneklerinden başlayarak kabarık bir yol filmleri listesi yapmak mümkün. Komediden drama, maceradan gerilime uzanan geniş bir tür yelpazesinde, her seyirci kendi sinema zevkine uygun yol hikayeleri bulabilir.

Bu sayfanın gezgin ruhlu takipçileri için iki gezi arasında evlerinde mola verdikleri sırada izleyebilecekleri ve bir sinemasever olarak beni en çok etkilemiş olan yol filmlerinden bir seçki hazırladım. Her filmin ve her seyahatin bir keşif olduğuna; seyahat etmenin ve sinemanın hayata anlam kattığına inanan herkesin izlemek isteyebileceğini düşündüğüm bu filmleri, çekildikleri yıllara göre sıralanmış olarak ve kısa tanıtıcı bilgilerle birlikte aşağıda bulabilirsiniz.

Bu seçkideki filmler, bana göre kahramanlarının gittiği yerleri görme isteği uyandırmaktan çok, yapılan yolculuğun anlamını sorgulattıkları için izlenmeyi hak ediyorlar. İzleyicisini kâh düşündüren, kâh eğlendiren bu filmleri seyrederken karakterlerin yaptıkları yolculuklar nedeniyle yaşadıkları değişimlere, vardıkları keşiflere ve kendi içlerinde yaptıkları yolculuklara tanık oluyoruz. Film bittiğinde, sinemanın izleyiciyi her filmde başka bir dünyaya götüren, insanı geliştiren ve hayatı güzelleştiren bir sanat olduğunu bir kez daha hissediyoruz.

Yolculuklar, çoğu zaman bize hoş sürprizler yaşatır. Üzerinden zaman geçtiğinde, o yolculukta yaşadığımız aksilikleri bile gülümseyerek anmaya başlar; en çok da yaşadığımız o hoş sürprizleri hatırlarız. Her yolculuk, daha önce hiç bilmediğimiz ve artık hiç unutmayacağımız bir an, bir tat, bir görüntü, bir duygu, bir iz bırakıverir içimize. Onca yolu geldiğimize değer birden. Aynı yolu yeniden katetmeye değer. Her yolculuğun anlamı ve hissettirdikleri farklıdır, tıpkı filmler gibi. Her film bir yolculuk değil midir sizce de? Nice yolculuklara…

Easy Rider (1969)

Yönetmen: Dennis Hopper

Oyuncular: Peter Fonda, Denis Hopper, Jack Nicholson

Ülke: ABD Yapımı

Süre: 95 dakika

1968’in bütün dünyada etkili olan isyankâr ve özgürlükçü ruhunu sıcağı sıcağına beyazperdeye taşıyan, 50 yaşına yaklaştığı halde hiç eskimeyen filmlerden birisidir “Easy Rider”. Amerikan sinemasında daha önce bir benzeri çekilmemiş olan bu ayrıksı film, zamanın ruhunu en saf haliyle perdeye aktarmakla kalmaz; 1970’li yıllarda çekilen Amerikan bağımsız filmleri üzerinde biçim ve içerik bakımından önemli izler bırakır.

“Easy Rider”, yol filmleri arasında da her zaman ilk akla gelenlerden biridir. İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı travmanın içine doğan, bu yüzden barışa ve özgürlüğe yürekten bağlanmış bir kuşağı temsil eden iki genç adam, uyuşturucu satarak elde ettikleri parayla birer motor satın alıp Amerika’nın batısından doğusuna doğru yola çıkarlar. Bu yolculuğu bir macera arayışından çok, dönemin yerleşik düşünce kalıplarına ve toplumsal standartlarına uymayı reddeden 68 kuşağının, Soğuk Savaş döneminin muhafazakâr Amerikası ile yüzleşmesi olarak düşünmek ve izlemek daha doğru olacaktır.

 The Passenger / Yolcu (1975)

Yönetmen: Michelangelo Antonioni

Oyuncular: Jack Nicholson, Maria Schneider,Jenny Runacre

Ülke:İtalya, İspanya, Fransa Ortak Yapımı

Süre: 126 dakika

İtalyan sinemasının en önemli yönetmenlerinden Michelangelo Antonioni’nin bu usta işi filminde sıradışı bir yolculuğa tanıklık ediyoruz. Savaş muhabirliği yapan, ancak kariyerinde bir düşüş dönemi yaşayan Amerikalı gazeteci David Locke, bir iç savaşı belgelemek üzere Kuzey Afrika’ya gidiyor.  Burada, tam da yaptığı işin gerçekliğini sorgulamaya başlamışken beklenmedik bir biçimde kendi gerçeğinden kaçma fırsatı buluyor. Bu kaçış, onu başka birinin hayatındaki tehlikeli bir yolculuğa çıkarıyor.

David Locke’un, Afrika’da başlayıp İspanya’ya ulaşan yolculuğuna eşlik ederken kendimize soruyoruz:  Kendinden,  geçmişinden, kısacası herşeyden kaçmak mümkün olabilir mi? Film, az diyaloglu ve  derinlikli anlatımı ile bu sorunun cevabını arıyor. Finalde, kameranın yavaş yavaş bir otel odasının penceresinden sokağa çıkarak yeniden odaya döndüğü, 11 dakika süren ve kesme yapılmadan çekilmiş olan sahnenin, teknik ve estetik olarak sinema tarihinde özel bir yer aldığını ayrıca hatırlatmakta fayda var.

Paris, Texas (1984)

Yönetmen: Wim Wenders

Oyuncular: Nastassja Kinski, Harry Dean Stanton, Dean Stockwell, Hunter Carson, Aurore Clement

Ülke: Almanya, Fransa, İngiltere, ABD Ortak Yapımı 

Süre: 145 dakika

Filmografisinde yol filmlerinin önemli bir yeri olan usta Alman yönetmen Wim Wenders’ın yönettiği, senaryosunu Pulitzer ödüllü yazar Sam Shephard’ın yazdığı, Amerika’da çekilen “Paris, Texas”; aşık olmak, aile kurmak, ana-baba olmak, kazanmak-kaybetmek ve herşeyi bırakıp gitmek üzerine düşünen ve konuşan nefis bir yol hikayesi.

Film, Amerika’nın Teksas eyaletinde, çölün ıssızlığındaki viran bir kafeteryaya giren bir adamla açılıyor. Filmin baş karakteri ve 4 yıldır kayıp olan Travis Henderson ile böyle tanışıyoruz. Karısı Jane’in Travis’i terketmiş olduğunu; bir zamanlar mutlu bir evlilikleri varken sonraları birbirlerinden uzaklaştıklarını; terk edildikten sonra Travis’in kayıplara karıştığını; dağılan ailenin küçük oğluna ise Travis’in Kaliforniya’da yaşayan erkek kardeşi Walt ve karısı Anne Henderson’ın sahip çıktıklarını öğreniyoruz. Film, Travis’in neden kayıplara karıştığını ve neden geri döndüğünü söylemiyor. Bunun yerine, hayatına kaldığı yerden devam etmeyi seçen Travis’in bu seçiminden sonra başlayan yolculuğuna ortak ediyor bizi.

Özgün sinema diliyle, görüntü yönetimiyle, müziğiyle, diyalogları ve oyunculuklarıyla çağdaş bir sinema klasiği olan bu çok katmanlı filmin adındaki Paris’in, Amerika’nın Teksas eyaletinde bulunan ve Henderson ailesinin bir zamanlar yaşamış olduğu bir kasabanın adı olduğunu belirtelim.

Rain Man / Yağmur Adam (1988)

Yönetmen: Barry Levinson

Oyuncular: Dustin Hoffman, Tom Cruise

Ülke: ABD Yapımı 

Süre: 133 dakika

Sinemanın en güzel yol hikayelerinden birini anlatan “Rain Man”de, spor araba satıcısı Charlie Babbitt ve otizmden muzdarip ağabeyi Raymond Babbitt’in birlikte yaptıkları yolculuğa eşlik ediyoruz. Bu yolculuk, aralarında yakınlık veya duygusal bir bağ olmayan bu iki kardeşin birbirlerinin dünyasını tanımalarına vesile oluyor.

Dustin Hoffman’ın otizmli ağabey rolünde sergilediği ve kendisine 1989 yılında En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını kazandıran muazzam performansı ve sinema dünyasının yetenekli bestecisi Hans Zimmer’ın imzasını taşıyan müzikleri, filmin hafızalarda yer etmesini sağlıyor. Gerçekçi finali ise, filmi tipik Hollywood filmlerinden ayıran bir özelliği olarak öne çıkıyor.

“Rain Man”, dokunaklı hikayesi ve incelikli anlatımı ile geniş kitlelere ulaşmayı başarmış olmasının yanı sıra otizm hakkında dünya çapında farkındalık yarattığı için de anılmaya değen bir film. Eğer filmin otizmi konu etmesi ilginizi çektiyse, yönetmen Mick Jackson tarafından 2010 yılında çekilen biyografik bir drama olan “Temple Grandin” filmini de izleyebilirsiniz.

Thelma & Louise (1991)

Yönetmen: Ridley Scott

Oyuncular: Geena Davis, Susan Sarandon, Brad Pitt,Keitel, Michael Madson

Ülke: ABD, İngiltere, Fransa Ortak Yapımı

Süre: 130 dakika

Sinema tarihindeki en iyi yol filmlerinden birisi olduğu halde, asıl kimliğini, hikayesinin merkezindeki  kadın dayanışmasından alan bir film: “Thelma & Louise”. Filme adını veren iki kadın karakterin, bunaltıcı hayatlarına kısa bir mola vermek ve bir hafta sonu tatili yapmak üzere arabaya atlayarak başladıkları yolculuk, zincirleme olarak birbirine eklenen olaylarla tehlikeli bir “kanundan kaçış” hikayesine dönüştükten sonra sürprizli bir finalle sona eriyor.

En güzel film müziklerinin bestecisi Hans Zimmer’ın nefis müzikleriyle bezenmiş ve Grand Canyon’un görselliğiyle süslenmiş olan bu özel film, “kadın özgürlüğünün sinemasal sembolü” haline gelmiş durumda.  Thelma ve Louise’in var olduklarını hissetmek için çıktıkları bu maceralı yolculuk, sinema dünyasında her zaman “erkek egemenliğinin kadınlar üzerinde yarattığı baskıya kadınların verdiği tepkinin hikayesi” olarak değerlendirilmiştir. Hem yönetmen Ridley Scott’un, hem de baş karakterleri canlandıran Susan Sarandon ve Geena Davis’in kariyerlerinde bir kilometretaşı olan bu filmi, kadınların sesine kulak veren herkesin izlemesi gerekiyor.

Night on Earth / Dünyada Bir Gece (1991)

Yönetmen: Jim Jarmusch

Oyuncular: Winona Ryder, Roberto Benigni, Gena Rowlands, Armin-Mueller Stahl,Beatrice Dalle, Giancarlo Esposito,Rosie Perez, Isaac De Bankole,Paolo Bonacelli, Matti Pellonpaa

Ülke: ABD, Fransa, Almanya, İngiltere, Japonya Ortak Yapımı

Süre: 129 dakika

Amerikan bağımsız sinemasının en üretken ve en yetenekli yönetmenlerinden Jim Jarmusch’un hem yazdığı hem yönettiği bu güzel filmde bir tane değil, beş tane yolculuk izliyoruz. Beş bölümden oluşan  “Night on Earth”, aynı gece Los Angeles, New York, Roma, Paris ve Helsinki’de yaşanan beş taksi yolculuğunu anlatıyor. İzleyiciyi oturduğu yerden kalkmadan bir taksiye bindirip beş ayrı şehre götüren bir film izlemek size de çok cazip gelmiyor mu?

Filmin bölümleri, bir taksi şoförü ile yolcusu arasında geçen diyaloglar üzerine kurulmuş. Hepsi nefis ayrıntılarla ve ince bir mizahla bezenmiş olan bu diyalogları kâh gülerek, kâh hüzünlenerek izliyoruz. Her biri ayrı güzellikteki taksi yolculuklarının, o şehrin ve o ülkenin ruhuna, kültürüne, kimliğine uygun düşen unsurlar içerdiğini görmek filme ayrı bir lezzet katıyor.

İzledikten sonra en çok hangi bölümü sevdiğinizi mutlaka düşünecek, ama büyük olasılıkla bölümler arasında bir sıralama yapmakta zorlanacaksınız. Şoför koltuğunda usta komedyen Roberto Benigni’nin oturduğu, yolcusuyla din ve cinsellik üzerine koyu bir sohbete daldığı Roma’da geçen taksi yolculuğunu ise her zaman gülümseyerek hatırlayacaksınız.

Before Sunrise / Gün Doğmadan (1995)

Yönetmen: Richard Linklater

Oyuncular: Julie Delpy, Ethan Hawke

Ülke: ABD, Avusturya, İsviçre Ortak Yapımı 

Süre: 101 dakika

“Trende karşılaşan iki yabancı birbirlerine aşık olur.”

Filmi özetleyen bu cümle, basmakalıp bir hikaye izleyeceğimizi düşündürüyor, sizce de öyle değil mi? Oysa sinema tarihinin en güzel yol filmlerinden biri var karşımızda. Bütün zamanların en romantik filmlerini belirlemek için yapılan anketlerde de mutlaka adı geçen bir yolculuk filmi “Before Sunrise”. Yolunuz Viyana’ya düşerse, sokaklarında yürürken bu filmin mutlaka size eşlik edeceğini hemen belirtelim.

Fransız bir genç kadın (Celine) ve Amerikalı bir genç adam (Jesse) Avrupa’daki bir trende karşılaşıp yakınlaşıyorlar. Ancak zamanları sınırlı; yalnızca güneş doğuncaya kadar birlikte vakit geçirebilecekler. Bu son derece içten ve sade filmi izlerken farklı kültürlerden gelen, farklı karakterlerdeki bu iki insanı birbirine neyin yakınlaştırdığını düşüneceğiz. Bir kadın ve bir erkeğin sakin sakin akıp giden diyaloglarından ibaret olan bu filmin büyüsünün nerede olduğunu soracağız kendimize.

Filmi beğenenler için yönetmen Richard Linklater’ın, aynı oyuncularla öykünün devamını anlatan iki film daha çektiğini ve “Before” üçlemesinin toplamda 18 yıla yayılan bir dönemi kapsadığını hatırlatalım. İzlemek isteyenler için üçlemenin ikinci ve üçüncü filmleri:

“Before Sunset/Gün Batmadan” (2004) ve “Before Midnight/Geceyarısından Önce” (2013).

Seven Years in Tibet / Tibet’te Yedi Yıl (1997)

Yönetmen: Jean-Jacques Annaud

Oyuncular: Brad Pitt, David Thewlis, B.D. Wong

Ülke: ABD, İngiltere Ortak Yapımı 

Süre: 136 dakika

“Seven Years in Tibet”, Avusturyalı dağcı Heinrich Harrer’in otobiyografik kitabından beyazperdeye uyarlanmış etkileyici bir yol ve dönem filmi.

Dağcı Harrer, Himalaya Dağları’ndaki en yüksek zirvelerden birine tırmanmak üzere yola koyulmuşken İkinci Dünya Savaşı patlak veriyor. Savaş çıktıktan sonra başından geçen bir dizi olayın sonunda Herrer, kendini Tibet’te buluyor. Burada Dalai Lama ile dostluk kuruyor. Bu dostluk, Harrer’in kendi içinde bir yolculuk yapmasına vesile oluyor.

Yer yer ana akım sinemanın tercih ettiği bazı basmakalıp formüllerden faydalandığı için olumsuz eleştiriler almış olsa da bu güzel film; yaşanmış bir hikayeyi perdeye aktarması, akıcı anlatımı, etkileyici karakter değişimi ve otantik mekânları sayesinde ilgiyle izleniyor.

Filmin gösterime girmesinden sonra başrol oyuncusu Brad Pitt’in Çin’e girmesinin Çin hükümeti tarafından yasaklandığını da ilginç bir anekdot olarak belirtmeden geçmemek gerek.

Im Juli. / In July. / Temmuz’da. (2000)

 

Yönetmen: Fatih Akın

Oyuncular: Moritz Bleibtreu, Christiane Paul, İdil Üner, Mehmet Kurtuluş, Birol Ünel

Ülke: Almanya

Süre: 100 dakika

 

Çağdaş Alman sinemasının en başarılı yönetmenlerinden birisi olarak kabul edilen Fatih Akın’ın yazıp yönettiği bu masalsı filmde, Almanya’dan Türkiye’ye doğru güneşli, sıcacık bir yolculuk yapıyor ve çok eğleniyoruz. Filmin kahramanı, içine kapanık ve çekingen bir öğretmen olan Daniel. Yetenekli Alman oyuncu Moritz Bleibtreu’nun canlandırdığı Daniel, aşık olduğu ve Türkiye’de yaşayan Melek’in peşinden yola koyuluyor. Bu yolculukta ona arkadaşı Juli eşlik ediyor.

Bu deli dolu, çok neşeli, yer yer fantastik, çoğunlukla komik, baştan sona samimi, epeyce kalabalık, tüy gibi hafif ve birazcık da romantik filmin içinde neler yok ki… Önce tesadüfler, sonra aşk, daha sonra masallar, rüyalar, güneş, ay, yıldızlar, gökyüzü, güzel gözler, arabalar, fotoğraflar, nehirler, tekneler, kamyon şoförleri, gümrük memurları, İstanbul ve güzel şarkılar var. Ama en önemlisi umut var.

Hiç kafa yormayan sıradan bir romantik komedi gibi görünse de gerek biçimsel özellikleri, gerekse içeriği açısından maharetli ellerden çıkmış derinlikli bir film “Im Juli.”. İzlediğinizde siz de mutlaka tekrar izlemek ve izletmek isteyeceksiniz.

O Brother, Where Art Thou? / Neredesin Be Birader? (2000)

Yönetmen: Joel & Ethan Coen

Oyuncular: George Clooney, John Turturro,Tim Blake Nelson, John Goodman,Holly Hunter

Ülke: ABD, Fransa, İngiltere Ortak Yapımı

Süre: 107 dakika

Amerikan sinemasının başarılı ve üretken yönetmen kardeşleri Ethan ve Joel Coen’in birlikte yönettikleri “O Brother, Where Art Thou?”, 1920’li yılların Güney Amerikasında hapishaneden kaçarak bir hazinenin peşine düşen üç mahkumun kaçmalı, kovalamacalı, eğlenceli hikayesini anlatıyor. Hikayeyi, Homeros’un Odysseia’sından serbest bir uyarlama olarak düşünmek mümkün. Filmin etkileyici görselliğinin arkasında Amerikalı usta görüntü yönetmeni Roger Deakins’in imzası var.

Coen kardeşlerin hikaye anlatmadaki becerilerini bir kez daha ortaya koydukları ve kendilerine has sinema dilinin bütün özelliklerini taşıyan bu sıcak filmi izlerken firari mahkumların yolculuğuna eşlik ediyor, yol boyunca onlarla gülüyor, onlarla dertleniyoruz. İnce mizahı, otantik Güney Amerika ezgilerinden isabetle seçilmiş müzikleri ve başta George Clooney olmak üzere yetenekli oyuncu kadrosunun üst düzey performansları ile keyifle izleyeceğiniz bu filmi beğenirseniz, Coen’lerin filmografisindeki diğer nefis filmleri de izleyebilirsiniz.

Motorcycle Diaries / Motosiklet Günlüğü (2004)

Yönetmen: Walter Salles

Oyuncular: Gael Garcia Bernal, Rodrigo De La Serna, Mia Maestro, Mercedes Moran

Ülke: Arjantin, ABD, Şili, Peru, Breazilya, İngiltere, Almanya Fransa Ortak Yapımı

Süre: 126 dakika

Beyazperdede bugüne kadar anlatılmış en etkileyici yol hikayelerinden birisini izlediğimiz bu şahane filmde, Arjantinli varlıklı bir ailenin oğlu olan Ernesto Guevara de la Serna’nın, Güney Amerika’da yaptığı yolculuğa eşlik ediyoruz. Tıp fakültesinde son sınıf öğrencisi olan 23 yaşındaki Ernesto, mezun olmadan önceki son tatilinde, 29 yaşındaki arkadaşı Alberto Granado ile birlikte bir motosiklete atlayarak Güney Amerika ülkelerini katediyor. Bu yolculuk, Ernesto’ya kıtanın gerçeklerini ve toplumsal adaletsizliğin boyutlarını gösterecek ve genç adamın geleceğini şekillendirecektir. Filmin genç doktor adayı Ernesto’yu biz bugün, siyasi tarihin en önemli devrimci önderlerinden birisi olan Che Guevara olarak tanıyoruz.

Che Guevara’nın 1952 yılında yaptığı, 4 ay süren  8.000 km’lik yolculuğu boyunca tuttuğu günlüğü ve yol arkadaşı Alberto Granado’nun yazdığı kitabı kaynak alarak Jose Rivera tarafından yazılan senaryodan beyazperdeye aktarılan bu mücevher gibi filmi, Brezilyalı yetenekli yönetmen Walter Salles yönetiyor. Uluslararası film festivallerinde, en iyi film ve en iyi yönetmen kategorilerinin yanı sıra oyunculuk, senaryo, müzik, sinematografi dallarında toplam 36 ödül almış olan filmin, bu ödüllerin dışında 47 tane de ödül adaylığı bulunuyor.

İdeolojik kaygılardan ve politik mesajlardan arınmış sade ve gerçekçi anlatımıyla, derinliğiyle, insanın içine işleyen müziğiyle ve muazzam görselliğiyle izledikten sonra asla unutamayacağınız filmler arasında yerini alacak.

Sideways (2004)

Yönetmen: Alexander Payne

Oyuncular: Paul Giamatti, Thomas Haden Church, Virginia Madsen, Sandra Oh

Ülke: ABD, Macaristan Ortak Yapımı

Süre: 127 dakika

Şarap sever misiniz? Cevabınız “evet” ise bu filmi mutlaka izlemelisiniz.

Sizi 2 saat boyunca gülümsetecek olan enfes bir film olan “Sideways”te yolumuz Amerika’nın şarap cenneti Kaliforniya’ya düşüyor. Biri karısından iki yıl önce boşanmış, yazarlığa hevesli ve şarap-sever bir öğretmen, diğeri bir hafta sonra evlenecek olan pek tanınmayan bir televizyon oyuncusu iki yakın arkadaşın bekarlığa veda gezisine eşlik ediyoruz bu kez. İki dostun niyetleri bir hafta boyunca şarap içip golf oynamak. Bakalım kısmetlerinde başka neler var?

Şarap kültürü üzerinden hayatı ve insanları açıklayan filozof halleriyle ve enfes Kaliforniya manzaralarıyla sizi mutlaka içine alacak olan bu filmi, “izlediğinizde çakırkeyif olacağınız nefis bir kara-komedi” olarak tarif edebiliriz. Yönetmen Alexander Payne’in incelikli mizahı ve sıcacık anlatımı ile dikkat çeken “Sideways”i izlerken, iyi yazılmış senaryosunu ve güçlü oyunculuklarını da çok seveceksiniz.

Little Miss Sunshine / Küçük Gün Işığım (2006)

Yönetmen: Jonathan Dayton, Valerie Faris

Oyuncular: Tony Collette, Greg Kinnear, Steve Carell, Paul Dano, Alan Arkin, Abigail Breslin

Ülke: ABD Yapımı

Süre: 101 dakika

Amerikan bağımsız sinemasının 2000’li yıllardaki en güzel örneklerden birisi olan bu sıcak ve samimi filmde, külüstür sarı minibüslerine doluşarak yola koyulan bir Amerikan ailesini izliyoruz. Anne, baba, dede, dayı ve ağabeyden oluşan bu ilginç aile, evin küçük kızı Olive’i, “Küçük Gün Işığım” adlı çocuk güzellik yarışmasına katılmak üzere Kaliforniya’ya götürüyorlar. Aile üyelerinin her birinin farklı dertleri, farklı çıkmazları var. Mutlu değiller. Başarılı değiller. Hatta belki birbirlerinden kopmak üzereler. Onlarla birlikte yolculuk ederken, aslında günümüz Amerikan toplumunun ve değerlerinin sıkı bir eleştirisine tanık oluyoruz.

Nefis mizahı ve şaşırtıcı gelişmelerle ilerleyen hikayesiyle içimizi ısıtan bu film, aynı anda hem eğlendiriyor, hem duygulandırıyor, hem de düşündürüyor. Film bittiğinde, bir yandan beklenmedik finalinin keyfini sürerken bir yandan da kendimize soruyoruz: Ne zaman kaybetmiş, ne zaman kazanmış oluruz? Yoksa asıl kaybedenler, hiç denememiş olanlar mıdır?

Into the Wild (2007)

Yönetmen: Sean Penn

Oyuncular: Emile Hirsch, Marcia Gay Harden, William Hurt, Jena Malone, Catherine Keener, Hal Holbrook, Kristen Stewart, Vince Vaughn

Ülke: ABD Yapımı

Süre: 148 dakika

Amerikan sinemasının güçlü oyuncusu Sean Penn bu filmde yönetmen koltuğuna oturarak bize Christopher McCandless‘ın gerçek yaşam hikayesinden esinlendiği bir hikaye anlatıyor.

Varlıklı bir ailenin oğlu ve iyi bir üniversiteden mezun olan 23 yaşındaki Christopher, “kariyer yapma-para kazanma-evlenip aile kurma” ekseni üzerine kurulu parlak geleceğini, sahip olduğu maddi değerleri, ailesini, şehir hayatını ve teknolojiyi arkasında bırakarak; bir sırt çantasıyla Alaska’nın vahşi doğasında büyük cesaret isteyen bir yolculuğa koyuluyor.

Film boyunca Christopher’ın, yaban hayatın içindeki o yalnız ve zorlu yolculuğuna ve yaşamına tanıklık ediyoruz. Bir yandan da karakterin yaptığı seçimi, sisteme ve toplumun dayattıklarına karşı durmak için seçtiği yolu sorguluyoruz: Nereye aitiz? Ne kadar özgürüz? Nerede ve nasıl mutlu oluruz? Bu sarsıcı filmin unutulmaz müziklerinde ise Pearl Jam grubunun solisti, yetenekli müzisyen Eddie Vedder’ın imzası var.

The Darjeeling Limited / Küs Kardeşler Limited Şirketi (2007)

Yönetmen: Wes Anderson

Oyuncular: Jason Schwartzman, Adrian Brody, Owen Wilson, Bill Murray, Natalie Portman

Ülke: ABD Yapımı 

Süre: 91 dakika

Amerikan sinemasının üç yetenekli aktörünün canlandırdığı üç erkek kardeş, babalarının ölümünden bir yıl sonra Hindistan’ı boydan boya kateden bir tren yolculuğuna çıkıyorlar. Aralarında güçlü bir bağ olduğunu söylemek çok zor. Üstelik kardeşlerin her birinin farklı bir derdi var: Francis, bir motosiklet kazası geçirmiş, iyileşmeye çalışıyor. Peter, eşinin hamileliğine alışmakla meşgul. Jack ise aşk acısı çekiyor. Ruhani bir yolculuğa çıktıklarını düşündüğümüz bu üç kardeş, kişisel sorunlarıyla, babalarının eşyalarına olan saplantılı düşkünlükleriyle ve birbirleriyle iletişim kurmayı beceremeden nereye varabilirler dersiniz?

Filmi, kendine has üslubu ve özgün sinema dili ile öne çıkan Amerikalı yönetmen Wes Anderson yönetmiş. Filmi izlerken, yönetmenin alâmet-i farikası olan renk ve müzik kullanımı, kostüm ve dekorlardaki nefis detaylar mutlaka dikkatinizi çekecektir. Görüntü yönetiminden diyaloglarına, ince mizahından sıradışı karakterlerine kadar her şeyiyle Wes Anderson filmi olduğunu ispatlayan bu şekerleme gibi filmi izlediğinizde, büyük olasılıkla, ilk fırsatta bir tren yolculuğu yapmak isteyeceksiniz.

Sevilla Gezi Rehberi: Endülüs’te Zil, Şal ve Gül II

sevilla

Sevilla, Akdeniz havasıyla Flamenko ruhunun harmanlandığı bir yer; şehrin hücrelerine sinen coşku, canlılık, renklilik size de yansıyor. Sevilla görmüş geçirmiş bir kent; Müslüman İspanya’ya da başkentlik yapmış, yeni hakimlerin yerinden yurdundan ettiği insanların acılarına da tanıklık etmiş, dünyayı dönüştüren büyük yolculukların da kalkış noktası olmuş. Bütün bunların sancısı, heyecanı, refahı, canlılığı da şehre miras olmuş. Bugün Sevilla, Endülüs Özerk Bölgesi’nin başkenti, İspanya’nın dördüncü büyük şehri. Başkent demişken Sevilla, Flamenko dünyasının da başkenti sayılmakta.

Şimdi Sevilla’yı sokak sokak gezeceğiz. Gezimiz uzun bir yazıyla sürecek, onun için önce flamenkolu bir girişle rahat rahat yolculuğa hazırlanalım. Ama belirteyim; Sevilla’da dahil Endülüs gezimdeki Flamenko deneyimim başka bir yazının konusu olacak.

Sevilla eni konu büyük bir şehir. Guadalquivir Nehri’nin ikiye böldüğü şehir, bugün bölgenin hem ekonomi, hem de sanat ve kültür merkezi. Sevilla’nın cazibesine sanat dünyası da kayıtsız kalamamış. Bunun en bildik örneği, Sevilla’da yaşanan tutkulu bir aşkın trajik sonunu konu alan Prosper Merimee romanı Carmen; tabii biz onu daha çok Bizet operası olarak bildik. Yine bir romandan uyarlanan Mozart’ın Don Giovanni’si de Sevilla’yı fon olarak kullanır, gerçi Tirso de Molina romanında Don Giovanni’yi bir kahraman olarak gösterir ama Don Giovanni’nin yaptıklarını düşünürsek böyle birinde mangal gibi bir yürek olmasına da şaşmamalı. Ayrıca Rossini’nin Sevilla Berberi de, isminden de anlaşılacağı üzere Sevilla’da geçmekte; onun da kalkış noktası Pierre Beaumarchais‘in aynı isimli komedi oyunu. Beethoven’da Sevilla’ya kayıtsız kalamamış; Fidelio operasına arka fon olarak Sevilla’yı seçmiş…

Sevilla resim sanatında da iddialı isimlere beşik olmuş. Bunların başında Diego Velazquez geliyor. 1599 doğumlu ressam, doğduğu yerde kalmamış, Kral IV Philip’in baş ressamı olmuş. Yine Sevilla doğumluve  buralardan ayrılmayan Bartolome Esteban Murillo ise tam tersine, şehrin bağrına bastığı bir sanatçı olmuş. Başta Güzel Sanatlar Müzesi olmak üzere bir çok yerde heykeli var, resimleri de muhtelif yerlerde sergilenmekte. Ayrıca ressam Francisco de Zubaran, heykeltraş Juan Martinez Monyanes ve şair Fernando Herrera Sevilla’da yetişmiş sanatçılardan. Sevilla’da doğmasa da Sevilla’nın verdiği esinle Miguel de Cervantes’de Don Kişot romanının ilk taslağını bu şehirde oluşturmuş; ancak ne yazık ki Cervantes bu sırada Sevilla hapishanesindeymiş. Ama en azından Cervantes’in bazı öykü kahramanları maceralarını özgürce Sevilla sokaklarında yaşamış.

Seville

Meraklısına: Kısa Tarih

Sevilla’nın tarihi Endülüs tarihiyle paralel. Bir kasaba olarak kurulan Sevilla, MÖ 2. yüzyılda Roma yönetiminde parlamaya başlamış, Beatica eyaletinin yönetim merkezi olan bu yerin o zamanki ismi Hispalis’miş. Sonra MS 5. yüzyılda Singil Vandallarının başkenti olmuş. 461’de Vizigotların eline geçen şehir, 711’de de İslam yönetimine girmiş ve İşbiliye adını almış. Müslüman Abbadi, Murabıt ve Muvahhid egemenliğinde şehir iyice parlamış ve 12. yüzyılda yüksek refah seviyesiyle belli başlı merkezler arasına girmiş. Ancak şehir 1248’de III.Fernando tarafından alınmış. Bu dönemde şehirdeki Müslüman ve Yahudi topluluklar büyük acılar yaşamışlar. 1492’de yayınlanan Kraliçe Isabel ve Kral Ferdinand’ın ünlü Kovma Fermanıyla, İspanya’daki Yahudilerin Katolikliği kabul etmeleri, aksi takdirde ülkeyi terketmeleri istenmiş. Bu yolculuk sırasında karada fanatik Katolikler, denizde korsanlar, göç yolcularına aman vermemiş, kalanları da engizisyonun harlı ateşleri, korkunç işkenceleri yok etmiş. Ama aynı dönemde Yeni Dünya’nın keşfiyle Sevilla, ticaret zengini bir yer haline gelmiş, yeni dünyanın zenginliklerinin aktığı bir merkez olmuş. Sevilla Yeni Dünya’ya giden birçok İspanyol göçmenin denize açıldığı yermiş. 1588’de İspanya’nın en kalabalık ve en zengin şehri olan Sevilla, 17. yüzyılda denizaşırı ticaretin gerilemesiyle duraklama dönemine girmiş. 18. yüzyılda Bourbon hükümdarları sayesinde toparlanan kent, Fransa savaşları ve isyanlarla bu canlılığı sürdürememiş. 1936-1939 arasındaki İspanya İç Savaşı sırasında Sevilla milliyetçilerin elinde kalması ve çatışmalara sahne olmaması nedeniyle fazla tahrip olmamış. Bugün ise Sevilla, bütün bu geçmişi de arkasına alarak İspanya’nın en önemli merkezi olmuş durumda.

Ulaşım

Türkiye’den doğrudan Sevilla’ya gitmenin en uygun yolu THY ile Malaga’ya uçmak. Malaga Havaalanı’ndan Sevilla’ya doğrudan giden bir otobüs var; 16.45’te kalkan bu otobüs 19 euro ve Sevilla’daki Plaza De Armas’taki terminale kadar gidiyor. Uçak saatinize uygun değilse, havaalanından Malaga’ya gidip oradaki otobüs terminalinden Sevilla’ya giden otobüslerden birine binebilirsiniz; biletler 19 ile 24 euro arasında değişiyor… Ya da Malaga’dan trenle Sevilla’ya Santa Jusca Tren İstasyonu’na gidebilirsiniz; ve trenin cinsine göre 24.10 veya 43.60 euroya… Tren ya da otobüs istasyonundan şehir merkezine taksi 10 euro civarında tutuyor.

Sevilla yayılmış bir şehir. Her ne kadar gezeceğiniz yerlerin çoğu birbirine yakınsa da, zamanınız varsa ve daha ayrıntılı gezmek isterseniz toplu taşımaya ihtiyaç duyabilirsiniz. Otobüslerin ana durağı güneydeki Puerta de Jerez ile doğudaki Plaza Ponce de Leon. C3 ve C4 hatlı otobüsler, tarihi merkezin çevresinden, C5 ise tarihi merkezin içinden geçiyor; bu nedenle yorgun gezginlerin tercihi olabilirler. Otobüse her biniş 1.40 euro ve bileti otobüste alabiliyorsunuz. Ama 1.50 euro iade edilebilir depositoyla alacağınız ve tramvayda da kullanabileceğiniz Tarjeta Multiviaje kartı, daha ucuz bir seçenek olabilir; minimum 7 euroluk kartla her biniş aktarmasız 0.69, aktarmalı 0.76 euroya geliyor. Sınırsız seyahat hakkı veren 5 euroluk 1 günlük, 10 euroluk 3 günlük kartlar da var. Otobüs güzergahlarını gösteren harita belki işinize yarayabilir.

SevilleOtobüsler yanında şehrin ana noktalarından olan Plaza Nueva’dan kalkıp güneye doğru 4 durak giden tramvay da bir seçenek. Bileti 1.20 euro ve San Bernardo Tren İstasyonu’na kadar gidiyor.

Bir diğer seçenek de şehir gezi turları. Sevilla da iki tur şirketi var. Biri City Sightseeing Sevilla, diğeri Tour por Sevilla. İkisinin de rotaları hemen hemen aynı. İki günlük tur fiyatı ilkinde 20 euro, ikincisinde 18 euro. Başlangıç noktaları da Torre del Oro.

Kısıtlı ama müthiş keyifli bir gezi seçeneği de, Guadalquivir Nehri üzerinde yapılan turlar. Tore de Oro’dan 11.00’den itibaren başlayan ve yarım saatte bir düzenlenen nehir turları bir saat sürüyor ve Isla Magica’ya kadar götürüyor. 17 euro ödeyerek Kolomb, Macellan gibi denizcilerin dünyaya açıldığı yerden siz de Sevilla kıyılarına doğru ‘viya’ diyebilirsiniz.

Seville
Konaklama

Ben tarihi merkezle şehrin gündelik hayatının aktığı kısmı arasında kalan Plaza de la Encarnation’daki Hotel Abril’de kaldım. Fiyat- fayda dengesi uygun, kahvaltısı iyi, personeli güler yüzlü, temiz bir yerdi. Kaldığım yerin tarihi merkeze yakın olması nedeniyle çoğunlukla yürüyerek gezdim. Ama uzak yerler için gezi turlarından da (City Sightseeing Sevilla) yararlandım.

Gezelim Görelim

Şimdi dolaşmaya başlayalım. Anlatırken kolaylık olsun diye şehri parçalara ayırdım: Tarihi merkez olan Santa Cruz; 1929 Uluslararası Fuarıyla canlanan Parque Maria Luisa; El Arenal ile arka tarafına düşen Macarena; karşı kıyı Triana… Sayıları çok fazla olduğu için şehirdeki kilise ve manastırları da ayrı bir bölümde topladım; ilgilenen göz atar. O zaman Sevilla’nın mücevheri La Santa Iglesia Catedral de Sevilla ve Giralda’nın bulunduğu Santa Cruz’a doğru gidelim.

Santa Cruz 

Yahudilerin eski yerleşim yeri olan bu bölge bembeyaz evleri, dar sokakları ile gezginlerin zamanının çoğunu geçirecekleri bir bölge. Mahallenin sokaklarında gezmek, kafelerinde oturmak bile bir zevk. Sevilla’nın gururu Bartolome Esteban Murillo’nun da yaşadığı bölge, 1492’de Yahudiler şehirden atılınca, bir süre eski canlılığını yitirmiş. Bugün Plaza de Santa Cruz denilen yerde eskiden Iglesia de Santa Cruz bulunmaktaymış. Eski bir sinagog üzerine yapılan bu kilisenin kendisi de Napoleon Savaşlarında yıkılmış ve bu kilise, bugünkü Iglesia del Espiritu Santo’ya taşınmış. Başka bir sinagog üzerine yapılan Iglesia de San Bartilome ise hala aynı yerinde durmakta. Santa Cruz daracık sokaklarının açıldığı avlularla bugün turistik eşya satan dükkanların, barların, kafelerin, lokantaların renklendirdiği bir bölge.

SevilleÖzellikle 17. yüzyıldan kalma demir bir haçın bulunduğu Plaza de Santa Cruz, bar ve kafeleriyle her dem canlı Plaza de los Venerables, üzerinde haç bulunan üç sütunlu Plaza de las Cruces, azulejos seramikleri, portakal ağaçları, çeşmeleri ile Plaza de Dona Elvira ve Don Juan’ın heykelinin bulunduğu Plaza de los Refinadores zaman geçireceğiniz yerler. Bu bölgede dikkatinizi çeken bir yer de, şehir surlarına paralel olan ve bir zamanlar Alcazar’ın suyunun geldiği Callejon del Agua; burada Amerikalı yazar Washington Irving’in kaldığı ev de bulunuyor. Buradan da Jardines de Murillo ve Patio de Banderas’a geçiliyor. Toplu taşıma kullanacaksanız 5,40,41,C3,C4 ve C5 numaralı otobüsleri kullanarak Puerta de Jerez’e gelebilirsiniz. Burada bulunan metro istasyonu da Avenide de la Constitucion boyunca çalışmakta. Bizim kalkış noktamız Katedral, Real Alcazar ve Archiva de Indias’ın bulunduğu Avenide de la Constitucion, Plazadel Triunfo ve Plaza Virgen de los Reyes’in oluşturduğu tarihi bölgenin ana kısmı. Daha sonra buranın çevresini gezeceğiz… Şimdi bu bölgedeki gezimize başlayalım.

Katedral ve Giralda

SevilleBüyük bölümü Muvahhidler döneminde, 1172-1190 yıllarında yapılmış caminin bulunduğu alanda 1401-1506 arasında inşası gerçekleşen Santa Maria Katedrali, Endülüs’teki Hristiyan fethinin adeta bir simgesi. Ama La Giralda olarak isimlendirilen günümüzdeki çan kulesi ile Patio de los Naranjos, camiden yadigar kalmış. 11.520 m2lik alanıyla dünyanın en büyük Gotik katedrali ve tüm Hristiyan dünyasının da üçüncü büyük kilisesi olarak kabul edilen yapı, Gotik dönemin şahikası olarak görülmekteymiş. Zaten 1883’e kadar tamamlanamayan Katedralin taç kapısı Puerta de la Asuncion, Meryem’in Göğe Çıkışı rölyefiyle bu Gotik tarzın ilk işaretlerini veriyor. Katedralin içi, 15-16. yüzyıla ait eserlerin toplandığı bir müzeyi gezmek gibi; çok zengin ve ihtişamlı.

SevilleKatedralin içi Fransız geç Gotik tarzda yapılmış. 5 kubbeden oluşan ve ortadaki kubbesi 37 metreye varan Katedralin her şapeli görülmeye değer. 18 metre yüksekliğindeki ana sunak Eski ve Yeni Ahitten tasvirlerle en göz alıcı yer. Capilla Mayoru kuşatan anıtsal demir parmaklıklar 1518-1532 arasında eklenmiş. Capilla Mayor’un en dikkate değer yeri ise Retablo Mayor denilen Katedralin koruyucu azizi Santa Maria la Sede ve onu çevreleyen altın işçiliğiyle donatılmış dini tasvirler. Sunağın etrafı İspanyol ve Felemenk ressamların eserleri ise çevrelenmiş. Katedralin Sacristo Mayor bölümünde Murillo’nun resimleri yanında bir çok sanat eserini görebilirsiniz.

SevilleKatedrale bağlı 17. yüzyıl yapımı Iglesia del Sagrario ise günümüzde cemaat kilisesi olarak kullanılmaktaymış. Katedral içinde her biri uzun uzun incelenmeyi hak eden eserler mevcut; gümüş sunak, San Anthony Şapeli, San Peter Şapeli, El Rocio Sunağı gibi bölümler yanında 16. yüzyıldan kalma vitraylar, Ecce Homo, Immaculate Concetion gibi resimler, Aziz Justa ve Rufina ile Bebek İsa gibi heykeller de bunlara örnek. Esas görmeden çıkmamanız gereken bir bölüm, Christopher Columbus’un (Cristobal Colon) mezarı. Katedral’e yapılan en son eklemelerden olan mezar 1899 yılında bitmiş ve mezar, Castile, Leon, Aragon ve Navarre krallıklarını temsil eden dört figür tarafından taşınır halde tasvir edilmiş. 1506 yılında ölen ünlü kaşifin ölü bedeni, kendi gibi epey seyahat etmiş, Dominik Cumhuriyeti ve Küba’dan sonra İspanya’ya gelip ebedi yerine nakledilebilmiş.

SevilleKatedral çıkışı Puerta del Perdon kapısından yapılıyor. Ama çıkmadan önce La Giralda denen çan kulesini de görmemiz gerek. 1198’de yapılan 76 metre yükseklikteki ilk minarenin tepesindeki küreler, rivayete göre, 40 km öteden bile görünebiliyormuş. Daha sonra bu küreler kaldırılmış ve yerine 14 yüzyılda Hristiyanlık simgeleri konmuş.

Seville

Okyanus ötesi yerlerden akan zenginlikler La Giralda’ya da yansımış ve 1557’de minarenin tepesi Rönesans tarzda bir çan kulesine dönüşmüş ve yükseklik 93 metreye ulaşmış. Bununla da yetinilmemiş ve 1568’de kulenin tepesine bir kadın silüetine sahip rüzgar gülü eklenmiş; dev kadın olarak isimlendirilen bu rüzgar gülü, kaderin zaferini temsil ediyormuş. Kulede 25 çan bulunuyormuş ve her birinin özel adı varmış; en eskileri olan San Miguel ve Santa Cruz çanları 1400’lü yıllardan kalmaymış. Kuleye eğimli rampalardan çıkılıyor. Eğer 34 rampalı kısmı tırmanabilirseniz yukarıda göreceğiniz manzara karşısında ‘değdi’ diyeceksiniz.

Katedralin bahçesinde yer alan El Patio de los Naranjos’daki kanallar abdest almak için gerekli suyun taşınmasına yarıyormuş. Avlunun ortasındaki havuz ise Vizigotlardan kalmış. Avlu duvarlarında ise elle kazınmış, Kuran’dan 880 cümle yer almaktaymış. Avlu içindeki tahta timsah ise, Mısır Sultanının X.Alfonso’ya hediye ettiği gerçek timsahın replikasıymış.

Seville1987’de UNESCO Dünya Kültür Miras Listesi’ne alınan Katedralde, bu anlatılanları ve daha fazlasını görmek için 9 euro giriş bedeli ödeyerek gezebilirsiniz. Gezim garanti olsun diyorsanız (www.catedraldesevilla.es) adresinden biletinizi gitmeden alabilirsiniz.

Real Alcazar

SevilleNeredeyse 1000 yıllık bir geçmişi olan Alcazar, labirent gibi birbirine geçişli odalarında hala El Mutamid’in, III Ferdinand’ın, I.Pedro’nun, I.Isabel’in , İmparator Carlos’un gölgeleri var sanki. 1181’de Muvahhidler zamanında yapılan Emir Sarayı üzerine, 1356’da I.Pedro’nun emriyle yapılan, bu nedenle hem Mudejar hem Gotik tarzı birleştiren bu kraliyet malikanesi, yıllar içinde hükmeden krallar ve kraliçelerin izlerini de taşıyarak bugün gezginler için, hem bahçeleri hem Mudejar tarzdaki yaşam alanlarıyla mutlaka görülmesi gereken bir yer.

Seville

El Hamra’da gördüğümüz muhteşem taş işçiliği burada da insanı mest ediyor. Yapıldığı zamandaki Mudejar tarz, Patio de Banderas’ı çevreleyen duvarlarda, Palacio del Yeso’nun kapısında ve Patio del Crucero’da hala izlenebilmekte. Palacio Gotico ise, Saraydaki Katolik dönüşümün en çok hissedildiği alan.

Seville

Saray ile şehir arasında sınır oluşturan Puerta del Leon’dan girilen Sarayın ağaçlıklı avlusundan, kraliyet üyelerinin av seferine çıkmadan önce buluştukları bölüm olan Patio de la Monteria’ya geçiliyor. Daha sona Mağribi süslemeciliğinin nadide örnekleriyle bezeli Palacio Don Pedro el Cruel bulunuyor. Buranın cephesinde Arapça harfler Gotik yazılara karışıyor. Sarayın ana kısmı, Patio de las Doncellas’ın duvarları Mudejar desenli seramiklerle döşeli; burası resmi işlerin, kabullerin gerçekleştiği alanmış. Patio de las Munecas ise avlusu ile çevresindeki yatak odalarıyla harem sayılacak bir bölüm ve adını kemerlerdeki iki minik surattan alıyormuş; buradaki sütunlar ise Halifelik dönemine aitmiş ve Cordoba yazımızda değindiğimiz Madina Alzahara’dan getirilmiş.

SevilleCasa de la Constratacion ise I.Isabel’in Yeni Dünya kaşiflerini sefere uğurladığı odaymış; belki oralardan getirilen altınları da burada saymıştır, kim bilir. Sonra taş işçiliğiyle öne çıkan üç kemerle, 1427’den kalma dantel gibi işlenmiş ahşap tavanıyla dikkat çeken Salon de Embajadores’e geliniyor. Patio del Crucero ise, eski hamamların üstünde yer alan bir avlu. Mudejar tarzdaki alçı süslemeleriyle Patio de las Doncellas, ismiyle müsemma, bir genç kız güzelliğinde bir yer. Muvahhid dönemin özelliklerinin korunduğu ve çiçeklerle, su kanallarıyla süslü Patio del Yeso da ilginizi çekecek bir yer. Kutsal Roma İmparatoru V. Carlos tarafından eklenen muhteşem daireler ise, Mudejar üslubun görülmediği, Sevilla seramikleri ve goblenlerle süslü bir bölüm. Goblen tabloların sergilendiği bölümde, Yeni Dünya’yı keşif yolculuklarıyla ilgili bir çok dokuma duvar halısı bulunmakta. Burada ayrıca Sarayın şapeli de bulunmakta. Gözünüzden kaçmaması gereken bir yer de, geçirdiği muhteşem çağların izlerini hala taşıyan Palacio Mudejar.

SevilleAlcazar 1987 yılında UNESCO’nun Dünya Mirasları Listesi’ne alınmış. Tabii Alcazar’ın önemli bölümü de bahçeleri. Jardin de Troya, Jardin del Principe, Jardin de la Danza gibi bölmeler arasındaki küçük avlular, bahçeler yanında teraslarla, havuzlarla, ağaçlık alanlarla süslü çok geniş yemyeşil bahçe de en az saray kadar ilgiyi hak ediyor.

SevilleBurası Ekim-Mart arası her gün 09.30-17.00 saatlerinde, Nisan-Eylül arası 09.30-19.00 saatlerinde gezilebilir. Giriş 9.50 euro; ama Ekim-Mart arasında pazartesileri 16.00-17.00 saatlerinde, Nisan-Eylül arasında pazartesileri 18.00-19.00 saatlerinde ücretsiz gezilebiliyor, artık bir saatte ne kadar gezebilirseniz. Alcazar’ın hala kraliyet ailesi tarafından kullanılan üst katı ise 10.00-12.30 arası 4.50 euroya ziyaret edilebiliyor. Ancak giriş bileti alabilmek için uzun kuyruklar bekleyebilirsiniz, bu nedenle gitmeden (www.alcazarsevilla.org) adresinden biletinizi almanızı tavsiye ederim. Ayrıca bu sitede muhtelif gezi imkanları da (Gece turları, bahçe turları vb gibi) sunulmakta.

Archivo de Indias

Seville

Juan de Herrera tasarımları esas alınarak 1584-1598 yılları arasında yapılmış Eski Ticaret Lonjası binasında kurulu Batı Hint Adaları Arşivi, Yeni Dünya keşifleri ve akabinde kolonileştirme sürecinde Sevilla’nın oynadığı rolü gözler önüne sermekte. İspanya’yı müreffeh bir imparatorluk haline dönüştüren okyanus ötesi keşifler sürecine ait değerli belgeleri, gemilerde kullanılan malzemeleri, keşif gemisi modellerini içeren bir müze. Arşivde 86 milyon sayfa el yazması, 800 harita ve çizim ile Kolomb, Cortes ve Cervantes’in mektupları mevcutmuş. İspanya İmparatorluğunu sömürgeci bir güç olarak dünya sahnesine çıkaran süreci yakından öğrenmek isterseniz III.Carlos tarafından 1785’te yerliler ile ilgili tüm belgelerin toplandığı bu müzeye mutlaka gelin; Katedralin hemen yanında. Ben bulamadım ama Kristof Kolomb’un keşifleri boyunca tuttuğu günlükler de bu Arşiv’de saklanıyormuş. Çok isterdim, Kolomb’un günlüğünde ‘Sevgili günlük bugün Hindistan’ı keşfettim’ diye yazdığı sayfayı görmeyi. Siz denemek isterseniz salı-cumartesi 09.30-16.45, pazar 10.00-14.00 arası ziyaret edebilirsiniz, giriş ücretsiz.

Seville
Hospitai de los Venerables 

SevilleSanta Cruz’da Plaza de los Venerables’de yer alan bu barok yapı, 1675’de bakıma muhtaç rahipler için yapılmış bir hastane. San Fernando’ya adanan kilise ise 1689’da tamamlanmış. Seramikleriyle öne çıkan avluda, yine seramikle süslenmiş havuz görülebilir. Hastanenin kilisesinde ise dini konuların tasvir edildiği barok ihtişamına sahip freskolar var. Duvarlarda ve sunaktaki resimler ile heykeller Lucas de Valdes, Virgilio Mattoni gibi dönemin öne çıkan sanatçıların eserleri.

SevilleTavandaki ‘Haçın Zaferi’ freskolarına dikkat. Bina 2007’den beri Velazques Merkezine de ev sahipliği yapmakta. Murillo’nun önemli resimlerinin sergilendiği geniş bir bölümün bulunduğu Müze/Hastane, Diego Velazquez, Santa Rufina, Francisco Varela resimlerine de ev sahipliği yapıyor. Burası salı-cumartesi 10.00-14.00 arası 3.50 euro giriş bedeliyle ziyarete açık.

SevilleAyuntamiento

SevilleKatedral yakınında Plaza de San Francisco ile Plaza Nueva arasında yer alan ve 1527-1534 yıllarında yapılmış Belediye Sarayı, Plateresk tarzın iyi bir örneği. Binanın batı cephesi de 1891 Neo Klasik tarzda eklenmiş. Ben binanın içine girmedim ama ziyarete açık. Giderseniz; gösterişli tavan işlemeciliği yanında Valezquez’in Aziz Ildefonso’ya Rahip Cübbesinin Giydirilmesi tablosu yanında üst katta Valdes Leal ile Zurbaran’ın resimlerine dikkat edilmesi öneriliyor. Burası Temmuz-Ağustos kapalı, diğer zamanlar pazartesi-perşembe 05.00-19.30 arası ziyarete açık, cumartesileri açılış saati 10.00; giriş 4 euro.

Palacio de Arzobispal 

Katedralin yanındaki Başpiskoposluk Sarayı, 1248 yılıda Kral I Ferdinand tarafından din adamları için yaptırılan ikametgahların üzerine 16. yüzyılda Maniyerizm tarzda yapılmış, 18 yüzyılda barok tarzda eklemelerle genişletilmiş bir yapı. Ziyarete açık değil ama yerinden dolayı binayı dışarıdan zaten göreceksiniz.

Casa de Salinas

Seville16. yüzyılda zenginleşen Sevilla’da Gotik ve Mudejar karması yapılara, Rönesansın yarattığı yeni tarzda malikaneler eklenmiş. Casa de Salinas, bunun örneklerinden biri. Malikane hala sahipleri tarafından kullanılmakta, bu nedenle ziyaret saatleri çok kısıtlı; pazartesi-cuma arası 10.00-18.00 saatlerinde açık. Girişi de 6 euro. Malikanenin özellikle seramikleri ve bazı bölümleri 16. yüzyıldaki haliyle duruyormuş. Plaza Virgen los Reyes’ten yukarı doğru 5 dakikalık bir yürüyüşle ulaşabilirsiniz. Bugün malikane, konserler, davetler, konferanslar için de kullanılıyormuş. Ben birkaç defa uğradım da öyle gezebildim; değer mi derseniz, zamanınız yoksa atlayın derim, Sevilla’da daha iyi ‘casa’ örnekleri var.

Seville

Casa de Pilatos

Endülüs gezisi boyunca ev ev (casa casa olacak burada) dolaştım durdum ama Sevilla’daki bazı casa’ların eşi menendi yok. Bunlardan biri de, bir çok filme mekan olmuş Casa de Pilatos. Medinacelli Dükü’nün malikanesi olan bu yapı Endülüs malikanelerinin de öncüsü olarak kabul ediliyor. İtalyan Rönesansı ve Mudejar tarzın birbirine karıştığı malikanenin mutlaka dikkat edilmesi gereken yanı ise Endülüs’e has seramik döşemeleri. Mermer taç kapıdan girildikten sonra at arabaları için düşünülmüş kemerli bir avluya geçilmekte, buranın karşısında sie Patio Principal bulunmakta. Mudejar tarzındaki seramikli ve alçı bezeli avlunun MÖ 5 yüzyıldan kalma Athena heykeli ile üç Roma heykeli görülebilir.

SevilleCenevizden getirilen çeşme, sağ tarafta ise Corredor de Zaquizami ve Salon del Pretorio’da sergilenen Leda ve Kuğu rölyefi ve Roma heykelleri görülebilir. Gotik şapel ve Salon de Descanso uğrayacağınız diğer bölümler. Adını Pontius Pilates’in Kudüs’teki evine benzerliğinden dolayı alan ve yapımı 1483’lere giden malikane bir çok restorasyon geçirmiş ama bugün yine de gerek malikanenin yapısı gerekse bahçesi ile kayıtsız kalınamayacak bir yer.

SevilleSinema yönetmenleri de kayıtsız kalamamış ki, Malikane Lawrence of Arabia, 1492 Conquest of Paradise, Knight and Day gibi filmlerde kendine yer bulmuş. Tarihi merkezin içlerinde Calle Imperial üzerindeki bu malikane her gün, Nisan-Ekim arası 09.00-19.00, Kasım-Mart arası 09.00-18.00 saatlerinde 10 euro giriş ücreti ile gezilebilir.

Casa de los Pinelo

SevilleTarihi merkezdeki bir diğer malikane de Rönesans tarzındaki Casa de los Pinelo, bugün Real Academia Sevillana de Buenas Letras ile Real Academia de Nellas Artes de Santa Isabel de Hungria’nın merkezi. Malikane, 15. yüzyılda  Gotik tarzdan Rönesansa geçişin etkilerinin hissedildiği 16.yüzyıl başlarında yaptırılmış. 1855’de Katedral’in bünyesine geçen ve din adamlarının konutu olarak kullanılan bina 1954’te ulusal anıt ilan edilmiş. Ön cephesinin sadeliğine karşın iç kısımdaki Carrara mermerinden sütunlarıyla çevrelenen avlu ve ikinci kattaki küçük şapeli ile Uzakdoğu objelerinden modern sanat eserlerine kadar geniş ama az örnekli sergisi ilginizi çekecek.

SevilleOdaların tavanlarındaki ahşap işçilik de cabası. Burayı açık bulduğunuz da ‘farkında değilmişsiniz de girmişsiniz’ gibi dolaşabilirsiniz; girişte genellikle kimse olmuyor. Avlu kısmına giriş ücretsiz ama idari bir yapı olduğu için gezginlere yasak konmasa da pek misafirperver de davranılmıyor.

Museo del Baile Flamenco

Santa Cruz’da bulunan bu müze, Flamenko gösterileri yanında Flamenko müziği, dansı ile ilgili görselleri de içermekte. Flamenko ile ilgili sergiler, dans ve ritm çalışmaları da düzenlenen müze, bir çok yeteneğin de çıktığı yermiş. Önünden çok geçtim ve sonuçta gitmedim. Bunun iki nedeni var. Öncelikle Cordoba ve Granada’da daha otantik flamenko müzeleri gezdim ve sanatçıların çaldıkları gitarları, giydikleri etekleri falan gördüm. Ayrıca Sevilla’da Flamenko gösterisini de bir gösteri salonunda izledim. Flamenko ile ilgili yazıda anlatacağım üzere, böyle müze gibi yerlerde düzenlenen gösterilerden çok da memnun kalmadım. Diğer neden de şöyle; mesela Türkiye’de Türk Sanat Müzesi kursak, içine ne koyarız; Bülent Ersoy’un her defasında artık bundan daha ötesi olmaz dediğimiz ve her defasında daha ötesi olan kostümlerini mi, yoksa Muazzez Abacı’nın sahnede kemancının başına indirdiği mikrofonu mu? Ve bu kimi ilgilendirir? Yani falanca Flamenko dansçısının giydiği etek, çaldığı kastanyet beni niye ilgilendirsin? Dedim ve gitmedim. Ama siz gitmek isterseniz her gün 10.00-19.00 arası açık ve müze kısmı 10 euro ücretle gezilebiliyor. Sadece Flamenko gösterisi izlemek isterseniz 22 euro ödemeniz gerekecek. Hem müze, hem gösteri ise 26 euro. Her gece 19.00 ve 20.45’te Flamenko gösterisi düzenlenmekte. 

Romeo ve Juliet’in Balkonu

Biraz uydurma ama elbette romantik. Efendim güya Shakespeare, Romeo ve Juliet’in ünlü balkon sahnesini, bu evden esinlenerek yazmış. İlham perisinin nerede geleceği belli olmuyor

Plaza de Espana

SevilleSanta Cruz’un hemen yanında yer alan bazı 18. ve 19. yüzyıl yapılarının hemen ardında başlayan Plaza de Espana, her ne kadar Santa Cruz’un uzantısı gibi dursa da, yapısal olarak tamamen farklı bir bölge. Burası geniş parkları, bahçeleri, yeşillikleri, çiçeklikleri, havuzları, fıskiyeleri ile adeta Sevilla’nın sayfiyesi. 1929 Ibero-American Fuarı için yapılmış olan Plaza de Espana, başta İspanya için yapılmış olan muhteşem bina olmak üzere çeşitli ülkelere ayrılmış pavilyonları, parkları, müzeleri, tiyatrosu ve malikaneleriyle Sevilla gezinizin olmazsa olmazı arasına girecek bir bölge. O zaman Santa Cruz ile Plaza de Espana arasında kalan görkemli binalarla başlayalım, parklardan bahçelerden geçelim, müzeleri ve önemli yapıları görelim ve Guadalquivir Nehri’ne varalım.

Palacia de San Telmo

SevilleBu gösterişli saray, 1682’de kılavuz kaptanların ve subayların yetiştiği bir okul olarak kurulmuş. Denizcilerin koruyucu azizinin adını alan Saray, 1849’da Monpensier Dükün ikametgahı olmuş. Bugünse Junta de Andalucia’nın idari merkeziymiş. 1734’te tamamlanan taç kapısı dikkatinizi çekecektir. Bakmışken kuzey cephesine de göz atın; burada Murillo, Valesquez gibi Sevillalı sanatçıların heykelleri bulunmakta. Ön cephede bilim ve sanatı temsil eden figürlerle donatılmış Ion Sütunları ile elinde gemi ile haritalar bulunan Aziz Telmo, yanında kılıcıyla Aziz Ferdinand ve haçıyla Aziz Ermenegildo heykelleri görülebilir. Plaza de Espana’nın kurulduğu alan, bir zamanlar bu malikaneye aitmiş.

Universitad – Fabrica Real de Tabacos

SevilleReal Alcazar ile Plaza de Espana arasında kalan, yapımı 1728-1771 arası süren Real Fabrica de Tabacos binası şimdilerde Üniversite olarak kullanılmakta. İspanya’nın en büyük ikinci binası olarak kabul edilen ve Barok ile Rokoko tarzın hakim olduğu bu haşmetli bina, çok bildik bir öykünün esin kaynağı olmuş. Bizim tütüncü kızımız Carmen’in hazin öyküsü, ona buna sataştığı, sağa sola kaş göz ettiği bu fabrikada başlamış. Etrafı hendekler ve gözcü kuleleriyle çevrili bu binanın girişindeki seramik panodan ve binanın cephesindeki taş işçiliğinden başka bir yanını göremedim.

SevilleCosturero de la Reina

San Telmo Sarayının bahçesine 19 yüzyılda yapılan bu altıgen binanın ismi, Kraliçenin Dikiş Kutusu demekmiş.

SevilleNeo-mudejar tarzdaki bina, bahçenin güvenliği için yapılmış. Güya bu binada Kral Alfonso XII’nun eşi dikiş dikerek zaman geçirirmiş ama aslında Kraliçe bu binanın yapımından önce ölmüş. Burası bugün Turizm Danışma Bürosu olarak hizmet vermekte.

Plaza de Espana – Paraque de Maria Luisa

SevilleBu park 1929’daki Ibero-American Fuarı için yapılmış çok görkemli bir yer. Koskoca parka damgasını vuran yarı daire şeklinde Mudejar- Rönesans etkili devasa binayı görünce iyi ki geldim diyeceksiniz. Tabii sadece bina değil, havuzlar, göletler, köprüler, buranın şatafatını artırıyor. Palmiyeler, narenciye ağaçlarının gölgelendirdiği yollarda faytonlar da sizi bu görkemli parkı dolaştırmak için beklemekte. Burada hemen gözümüze çarpan kuleli, köprülü devasa bina, Rönesanas- Mudejar-İspanyol Baroğu akımlarının yorumlarının Art Deco ile birleştirilmesinden oluşmuş ve Fuarda İspanya’nın sanayi ve teknololji ürünlerinin sergilendiği bölümmüş.

SevilleYarım daire şeklindeki görkemli binanın kenar duvarlarındaki seramik panolarda İspanya’nın muhtelif şehirlerinin amblemleri görülebilir. Bina bugün hükümet binası olarak kullanılmaktaymış. Buranın içini görmek isterseniz, Museo Militar’ı ziyaret edebilirsiniz. Salı-cumartesi 09.00-14.30, pazar 10.00-14.00… Ağustosta ise tamamen kapalı. Giriş ise ücretsiz. Burası Yıldız Savaşları II ve 2012 yapımı Diktatör filmlerinde set olarak kullanılmış.

Pabellon Real

SevilleMaria Luisa Parkı’nın içinde yer alan ve 1911-1916 arasında Neo Gotik tarzda binada bugün belediye ofisleri bulunmakta.

Museo Arqueologico de Sevilla 

SevilleEndülüs gezinizde bir tek arkeoloji müzesi gezecekseniz, o da burası olmalı. Sizi paleolitik dönemden alacak Kraliçe Isabel I’in esip kavurduğu dönemlere kadar götürecek. Bu Müze, önceleri Sevilla yakınlarında bulunan Roma döneminden kalma Italica’da bulunan eserlerin toplandığı bir koleksiyonmuş ve 19.yüzyılda ilk olarak La Merced Manastırı’nda sergilenmekteymiş. Roma döneminden, özellikle Hadrian döneminden kalma eserlerin yoğunlukta olduğu Müzenin esas süksesi, El Carambolo Hazinesi.

Seville1958 yılında bulunan 2950 gram 24 karat altından yapılmış eşyalarla dolu hazine ilk başta efsanevi Tartesyen uygarlığının bir işareti olarak görülse de, hazine arasında bulunan Fenike tanrıçası Astar’ın heykelinin bulunması bu iddiayı söndürmüş. Roma döneminde kalma mozaikler, özellikle Italica Venüsü mozaiği, Vizigotlar ve Mağribi döneminden kalma objeler de görülmeye değer. Zaman ayırmanızı tavsiye edeceğim bu Müze, Eylül-Haziran salı-cumartesi 09.00-21.00, pazar 09.00-15.00, Temmuz-Ağustos salı-pazar 09.00-15.00 saatlerinde 1.50 euroya ziyaret edilebilir.

Museo Artes Y Costumbres Popuares

SevilleArkeoloji Müzesi’nin hemen karşısında yer alan etnografik müze, dış cephedeki seramik döşemeleri ve önündeki havuzu ile dikkati çeken bina, 1973’te müze olarak kullanılmaya başlanmış ama türlü aksiliklerle bugünkü müze ancak 1984’de açılmış. Müze Diaz Valezquez koleksiyonundan, dini merasim adetlerine, buğday öğütmeden La Cartuja seramiklerinin yapımına, şarap yapımından müzik aletlerine uzanan geniş bir yelpazede Endülüs hayatına ışık tutuyor.

SevilleThe Wind and the Lion gibi filmlerde set olarak kullanılan Müze 1.50 euro giriş ücretiyle ziyaret edilebilir.

Parklar

Alcazar Bahçeleri dışında da Sevilla geniş parklara bahçelere sahip bir yer. Maria Luisa Parkı’da aynı şekilde Sevilla’nın görkemli parklarından biri. Maria Luisa Parkı’nın çevresinde de bir çok park ve bahçe alanı var.

SevilleSevilla Expo92 fuarı için düzenlenen ve Endülüs bitki örtüsünün sergilendiği 148.000 m2’lik alan, Fuar sonrası Parque de San Jeronimo olarak düzenlenmiş. Bu parktaki 32 metre yüksekliğindeki, halkın Kolomb’un yumurtası dedikleri Yeni Dünya’nın Doğuşu heykeli dikkat çekici. Amerikan Bahçesi La Cartuja’da Amerika kıtasına özgü bitkiler sergilenmekte. Alcazar surlarının hemen yanında Santa Cruz’un bitişindeki Murillo Parkında da muhteşem bir Kolomb anıtı bulunmakta. Guadalquivir kıyısında Isabel II köprüsü civarındaki Alamillo Parkı ise, Triana kıyılarını seyredebileceğiniz küçük ama muhteşem bir alan; Miraflores Parkı ise Sevilla’nın ikinci büyük parkı ve içinde geleneksel sebze bahçeleri, eski çiftlik evleri bulunmakta. Delicias’ta Maria Luisa Parkı’nın bir uzantısı olarak önemli bir dinlenme yeri. Bunlar dışında da Cristina-Buhara-Valle gibi büyüklü küçüklü bir sürü park şehri yemyeşil hale sokmakta.

SevilleMaria Luisa Parkı’ndan nehir kıyısına doğru gittiğimizde, 1929 Fuarı için düzenlenen alanlarda bir çok ülkenin kendi özelliklerini vurgulayan tarzlardaki pavilyonları da görülebilir. Bunlar günümüzde başka amaçlarla kullanılmakta; örneğin Peru Pavilyonu bugün La Casa de la Ciencia (Bilim Müzesi) olarak kullanılmakta, ilim irfan diye Müze kapısına dayandım ama kapalıydı. Bu pavilyonlara bir örnek de muhteşem Portekiz Pavilyonu; şimdiler de Portekiz Konsolosluğu olarak kullanılmakta ama o kadar muhteşem ki, sağına soluna bakmadan burası mutlaka görülesi bir yerdir diye daldım içeri ve püskürtüldüm tabii. İlginizi çekerse nehrin kıyısındaki Aquarium’a gidebilirsiniz, giriş 15 euro; hem ilgimi çekmedi hem de o parayla balığı yerim, daha iyi… Nehir kıyısındaki bir ilginç yer ise, 1252 yapımı Gotik tarzdaki Atarazanas Reales, yani kraliyet tersanesi; Gotik kemerlerle dolu bir alan, buraya gitmedim. Maria Luisa Parkı’nda dolaşırken göreceğiniz bir yapı da, 16. yüzyıl İspanyol yazarının adıyla anılan Teatro Lope de Vega.

SevilleSanta Cruz’dan havuzlu, muhtelif ağaçlıklı küçük parklarla başlayan bu bölge devasa bir yeşillik alana dönüşüp nehir kıyısında tamamlanıyor. Şimdi tekrar merkeze dönüyoruz ama daha sonra buraya karşıdan da bakacağız.

El Arenal

SevilleEskiden cephaneliklerin ve tersanelerin bulunduğu Torre del Oro’dan başlayan bu alan, nehir boyunca uzanıyor. İlerleyen dönemlerde bölgenin ana noktası boğa güreş arenasına kaymış. 17 yüzyılda alüvyonlarla dolan El Arenal’in önemi azaldıkça suç oranında artış olmuş. Şehir, Expo 92 Fuarı için yeniden düzenlendiğinde bölge tekrar eski parlak günlerine döndüğü gibi, bölgedeki Güzel Sanatlar Müzesi gibi müzeler ve kültür-sanat merkezleri sayesinde şehrin kültür merkezi de olmuş. Otobüs terminalin bulunduğu Plaza de Armas’da bu bölgede; adından da anklaşılacağı üzere eskiden burası silah deposuymuş. Guadalquivir Nehrini esas alıp şehrin gündelik yaşam merkezi durumundaki Plaza de la Encarnacion’a uzanan bölgede gezineceğiz. Ayrıca bölgedeki gezimizi, El Arenal sınırlarından çıkarıp Alameda de Hercules ve Macarena’ya kadar uzatacağız. Bugünü yaşayan Sevilla’ya doğru uzun bir gezi olacak bu.

Torre del Oro

SevilleBurası Katedral’in bulunduğu Avenida de la Constitucion’dan Santander Sokağı boyunca nehire doğru yürüdüğünüzde karşınıza çıkacak bir yer, şehrin siluetinin göz bebeği durumunda. Mağribi döneminin son eserlerinden olan ve ismi Altın Kule olarak çevrilebilen bu yapı, ismini bir rivayete göre dış cephesinin altınla kaplı olmasından almaktaymış; bu konuda diğer rivayet ise, Yeni Dünya kaşiflerinin getirdiği altın ve gümüşlerin burada toplanmasından dolayı bu isim verilmiş. Artık hangisi doğru bilinmez ama gerçek olan bir şey var ki, bu kule Guadalquivir Nehrinin bir mücevheri. Kulenin insanın gözünü alan görüntüsünün bir nedeni de, on iki kenarlı bir şekilde başlayıp orta kısmında altıgen hale gelip sonra silindirik şekilde bitmesi. Muvahhid Hanedanlığı sırasında 1221’de askeri gözetleme kulesi olarak yapılan kule, nehir kenarında Alcazar’a bağlantılı surların devamı olarak inşa edilmiş. Küçük kule 1760’da eklenmiş. Surlar, Hristiyan fethi sırasında yıkılınca, kulemiz bir süre hapishane olarak kullanılmış. 1944’ten beri kulenin son iki katında Museo Maritimo yer almakta.

SevilleDenizcilikle ilgili tarihi belgelerin, haritaların, keşif gemisi maketlerinin, denizcilikle ilgili aletlerin bulunduğu kulenin en güzel yanı terasındaki manzara. Burası aynı zamanda hem gezi turlarının hem de nehir gezilerinin başlangıç noktası. Mutlaka görülmesi gereken yerler içinde sayabileceğimiz Torre del Oro, pazartesi-cuma 09.30-18.45, cumartesi-pazar 10.30-18.45 arası ziyarete açık. Giriş 3 euro, pazartesileri ise ücretsiz.

Hospital de la Caridad

Seville17. yüzyıl barok mimarisinin şehirdeki en iyi örneklerinden biri olan bu hastane, Hermandad de la Caridad’a ait ana yapıymış; alt kat ise tarikatın liderine adanmış bir bölümmüş, bugün ise alt katta geçici sergiler yer almakta. Burası bugünlerde Murillo sergisine ev sahipliği yapıyor. Katedral’den nehire doğru yürüdüğünüzde Calle Temprado’da karşınıza çıkacak bu yapının hala bir kısmı hastane olarak kullanılmaktaymış. 1674 yılında tamamlanan hastanenin beyaz üzerine kırmızı taş bordürlü cephesi Sevilla Barogu tarzında. Girişte hayırseverlik cemiyetine girmeden önce daldan dala konarak geçen hayatı ile Don Juan hikayesinin esin kaynağı olan Miguel de Manara’nın heykeli bulunmakta.

SevilleGirişten sonra çift kemerli avlulara, duvarlarında dini konuların yer aldığı 18. yüzyıl Hollanda yapımı mavi-beyaz seramikler döşenmiş bahçeye ve 13 yüzyıla ait bir kemerle bağlanmış verandaya geçeceksiniz. Barogun ince ince işlendiği kilise ise, Napoleon işgali sırasında yağmalanmış ama yine de 17. yüzyılın önemli ressamlarının orijinal eserleri ilgi merkezi. Bunlar arasında Juan de Valdes Leal’in Kıyametin Zaferi ve Gözün Bir Kırpımında, Murillo’nun Aziz Yuhanna Hasta Adamı Yaşıyor ve Çocuk İsa resimleri özellikle görülmeli. Hastane, pazartesi-cumartesi 11.00-13.00 ile 15.30-19.00 saatlerinde, pazarları 09.00-12.30 saatlerinde gezilebilir, giriş 5 euro.

SevilleTeatro de la Maestranza

Nehir kıyısında Torre del Oro yakınındaki bu tiyatro, 1991 yılında açılmış. Avrupa’daki en büyük salonlardan birine sahip tiyatro aynı zamanda Seville Royal Senfoni Orkestrası’nada ev sahipliği yapmakta.

Real Maestranza de Caballeria

Seville

Guadalquivir Nehri’nin kıyısında, Puerta de Isabel II Köprüsünün hemen bitiminden başlayan Paseo de Cristobal Colon üzerindeki bu arena, benim bu gezideki en büyük pişmanlığım. Gitmeliydim, gitmedim. Ama beyaz üzerinde taba renkli boyasıyla İspanyol geç Barok dönemi bu yapının önünden çok geçtim. 1761-1881 yıllarında yapılan ve dünyanın en büyük boğa güreşi arenalarından sayılan bu alan, her gün Ekim-Nisan arasında 09.30-18.30 saatlerinde, Nisan, Mayıs ve Ekim’de 09.30-21.00 saatlerinde, Haziran-Ağusutos arasında 09.30-23.00 saatlerinde 8 euro karşılığı rehberli turlarla gezilebiliyor. Arenanın önündeki Paseo de Cristobal Colon’da karşılıklı duran bronz heykeller de buranın nişanelerinden; Arenanın karşısında duran Carmen heykeli.

Museo de Bellas Artes

SevilleMuseo de Bellas Artres, İspanya’nın Prado’dan sonra ikinci büyük güzel sanatlar müzesiymiş. Resim müzesi olarak 1835’de kurulan ve 1841’de ziyaretçi kabul etmeye başlayan Güzel Sanatlar Müzesi, 1248’de yapılan Merced Calzana Manastırı binasında bulunuyor. Manastır yapısı 1603’de değiştirilmiş ve Mağribi tarzında yeniden yapılmış. Ancak binanın tamamlanması 150 yıl sürmüş ve sonuçta bugünkü Endülüs Mannerist havasına kavuşmuş.

SevilleMüzenin koleksiyonu, ülkedeki çeşitli kilise ve manastırlardan getirilenler yanında özel koleksiyonlardan bağışlananlar veya satın alınan eserlerden oluşuyor. Müzenin girişindeki seramik panolara iyi bakın; bunlar El Populo Manastırı ve Aljibe Kilisesi’nden getirilmiş 16. yüzyıla ait, türünün en iyi örnekleriymiş. Rönesans bölümünde El Greco, Lucas Cranach gibi ressamların eserleri görülebilir. Sonra gelen Mannerizm bölümünde Francisco Pacheco, Alonso Vazquez, Naturalizm bölümünde Diego Velazquez, Alonso Cano gibi sanatçıların resimleri yer alıyor. Eski manastırın barok kubbeli kilisesinde yer alan Murillo ve Sevilla Barok Akımı eserleri ortamla bütünleşip ayrı bir güzellik taşıyorlar. 

Bunun yanında Avrupa Barogu, 18-19-20. yüzyıl Sevilla ressamları bölümünde Jose de Ribera, Jan Brueghel, Francisco de Goya, Garcia Ramos, Jose Villegas, Gonzalo Bilbao resimleri görülebilir. Müzede resim ve heykel yanında, muhtelif dönemlere ait silahlar, seramikler, mobilyalar, altın eşyalar da sergilenmekte. Alfonso XII üzerinde Plaza del Museo’da yer alan müze, 16 Haziran- 15 Eylül salı-pazar 09.00-14.45 arası, 16 Eylül-15 Haziran salı-cumartesi 09.00-19.30, pazarları 09.00-15.30 arası açık ve giriş 1,50 euro. Buraya otobüsle gelmek isterseniz 3, 6, 13, 14, 27, 32, 43, C3, C4 ve C5 hatlarını kullanabilirsiniz.

Palacio de las Duenas

Seville

Bu malikane, belki de Endülüs gezisi boyunca gördüğüm malikanelerin en ihtişamlısı. Duenas Sokağı’ndaki neoklasik girişte önce Endülüs’ün ünlü ahırlarından biri ve avlu karşılıyor. İlk intiba o kadar çarpıcı değil haliyle. Buradaki limonluk, ünlü şair Antonio Machado’nun doğduğu yer. Ana avluya geçtiğinizde, Mağribi tarzındaki bahçelerin en iyi örneklerinden birinde olduğunuzu hissedeceksiniz. Daha sonra Benlliure’nin bronz heykel çalışmasının ismini verdiği Çingene Odasına gireceksiniz. Tablao Odası ise, Alba Düşesinin Flamenko dans dersleri aldığı odanın ismi.

SevilleBu arada belirtelim; tablao, Flamenko gösterilerinin yapıldığı yerlere verilen isim. 15. yüzyıla ait sunağıyla malikanenin şapeli ve okuma odası göreceğiniz diğer yerlerden. Jose de Ribera’nın resimleri şapelin en büyük sükselerinden. Malikane ailenin kullandığı eşyalarla, seramik döşemeler, ahşap ve taş işlemeler, porselen biblolar, goblen halılar, resimler, heykeller ile birlikte hem bir sanat müzesinin hem de bir tarih resmi geçidinin mekanı gibi. Ama bir ilgimizi çeken nokta da ailenin sansasyonel üyesi, on sekizinci Alba Düşesi Maria del Rosario Cayetana Fitz-James Stuart y Silva’nın varlığı ve burayı çok sevmesi. Zengin aristokratlar arasında hatırı sayılır bir yeri olan ve maceralarıyla ailesinin sinirlerini bozan bu uçarı hanım, 88 yaşında öldüğünde 64 yaşındaki kocasına hiç miras bırakmaması ile gündeme gelmiş; herhalde genç koca diye aldığı adamın da 60’lı yaşlarında olması fikrine dayanamadı.

Malikanenin konukları arasında Kral VIII Henry ve kardeşi VI George, Kral XIII Alfonso, Victoria Eugenia, Jacqueline Kennedy, Grace Kelly ile Rainiero de Monaco gibi isimler de olmuş. Bir çok tarihi ve magazinsel anıya tanıklık etmiş bu malikaneye mutlaka zaman ayırın. Malikane 10.00-20.00 saatlerinde gezilebilir, giriş 8 euro, pazartesileri sınırlı sayıda 4 euroluk giriş hakkı da var.

Metropol Parasol – Antiquarium

Seville

La Encarnacion Meydanı’na damgasını vuran, ahşap bir şal gibi alanın üstünde salınan bu yapı Alman Jürgen Mayer tarafından 2011’de yapılmış. 26 metre yükseklikte 150X70 metre alana yayılan bu şalın dünyadaki en kocaman ahşap yapı olduğu iddia edilmekte. Ben şal diyorum ama aslında yaşayanlar buraya Las Setas de la Encarnacion (Encarnacion’un mantarı) diyorlarmış. Altı bölümden oluşan mantar üzerinde seyirlik teraslar var ama ızgara planlı bu mantar üzerinde yürümek kolay olmasa gerek. Ama benim için buranın en önemli kısmı, kazı yapılırken ortaya çıkarılan Romalılardan kalma kalıntıların sergilendiği Antiquarium. MÖ 1. yüzyıldan MS 12. yüzyıla uzanan Roma ve Mağribi dönemine ait kalıntılar cam bir kaplama altından ziyaretçilere sunuluyor. Sokakların bile görüldüğü alanda yedi evin mozaik tabanları dikkat çekici. Müzenin sembolü de olan öpüşen kuşlar mozaiği ile Medusa mozaiği en ilgi çekenlerden. Burası salı-cumartesi 10.00-20.00, pazar 10.00-14.00 arası 2 euro karşılığı ziyarete açık.

Alamade de Hercules

SevilleBir zamanlar minik bir mahalle olan Alamade, bugünkü bohem, marjinal haline gelene kadar epey bir inişli çıkışlı dönemlerden geçmiş. Burası kendi halinde bir mahalleyken 1383’te yapılan bir küçük baraj nedeniyle bataklık hale gelmiş, 1574’te bataklık kurutulmuş ve bu bölgeyi yeniden düzenlemek için Marmoles’teki dört Roma sütununu buraya getirip bir hava katmayı denemişler. İki sütunu yerleştirmişler de, diğer ikisini düşürüp kırmışlar. Herkül Tapınağı’na ait olduğu düşünülen bu iki gerçek sütun bölgenin güney cephesine yerleştirilmiş, tepelerine de sonradan biri Herkül, biri Sezar’a atfen iki heykel kondurulmuş. Kuzey cephesine de bu sütunların replikaları konmuş. 19.yüzyılda üst sınıfın tercih ettiği bir bölge olmuşken İç Savaştan sonra burası gözden düşmüş, genelevler ve uyuşturucu tacirleri doldurmuş bölgeyi. 21.yüzyıl başında elden geçirilen bölge, bugün şehrin gece hayatının, barların, eğlencenin aktığı bir yer. Bohem ve marjinal yapısıyla ilgi çekici. Burada sütunlar dışında görülecek başka yerler de var. Bugün atölye çalışmalarına, sergilere ev sahipliği yapan 19 yüzyıl ürünü Casa de las Sirenas bunların başında geliyor. Ayrıca bölgedeki 1785-1799 arası yapılan Palacio de Infandato, Marqueses de Medina’nın malikanesi de göz atılabilecek bir yer. Buradaki Nuestra Senora del Carmen y Cruz del Rodeo Şapeli de önemli bir yer çünkü Jose Zorilla’nın eseri Don Juan Tenorio’da Done Ines’in kapandığı yer de burası. Ama bir kendi sığmıştır herhalde çünkü minicik bir şapel. Bütün bunların ötesinde burada farklı bir Sevilla yaşamak için de gelinebilir. Heavy metalden flamencoya, tapas barlardan şık lokantalara, Arap tarzı çay evlerinden gay mekanlara kadar ne ararsan var. Kimse kimseye karışmadan yaşayıp gidiyor burada. 

Çok da güzel kafeler, barlar var. Ben birine oturdum ama zil zurna çıktım. Olup olacağı bir campari içecektim ama bardaki bıçkın kıza ne istediğimi anlatırken nedense atarlandı hanım kızın, valla sonunda ‘ne verirsen onu içerim’ demek zorunda kaldım ve campari, votka, şarap karışımı bir şeyi içtim. E haliyle, daha sonra ben Sevilla sokaklarında ‘Yansın geceler’ havasında dolandım durdum.

Neyse, Sevilla’da Roma kalıntılarının örneği olan Alamade de Hercules’in getirildiği yer olan Marmoles’te tapınağın diğer parçalarını da görebilirsiniz; Flamenko Müzesi’ne gayet yakın. Ayrıca Ruinas de Acueducto denilen su kemerleri de şehrin Roma mirasının bir parçası.

Corral del Conde

Santiago civarında yer alan ve 16 yüzyıl Sevilla’sının yerleşim yeri olan bu bölge, 18. yüzyılda günün şartlarına uyarlanmış. Geleneksel mahalle avlusu ortamının iyi bir örneği olan Mudejar tarzı bir yer.

Puerta de la Macarena-Murallas

SevilleEski şehir kapılarından geriye kalan 4 kapıdan biri olan Macarena Girişi, şehrin kuzeyinde Basilica de la Macarena’nın hemen yanında. Bu kapı şehre ilk kez gelen krallar tarafından kullanılırmış ve buradaki sunakta şehrin anahtarı krallara teslim edilirmiş. Macarena Kapısı’nın devamında şehrin surları devam ediyor. Bu surlar Julius Caesar zamanında yapılmış, 12 yüzyılda Sultan Ali İbn Yusuf zamanında genişletilmiş, 1723-1795 döneminde İslami unsurlar değiştirilerek surlar bugünkü haline dönüştürülmüş. Surlar 1868 isyanı sırasında büyük oranda tahrip olmuş. Bugün Alcazar Sarayı duvarları ile Puerta de la Macarena’dan başlayıp Puerta de Cordoba’ya kadar devam eden kısım ayakta kalmış. Aslında surlarda bir çok kapı ve giriş noktası bulunmaktaymış ama bugün bunların sadece dördü ayakta kalabilmiş: Puerta de la Macarena, Puerta de Cordoba, Postigo del Aceite ve Postigo del Alcazar. Bunlar geziniz sırasında göreceğiniz yerler. Şehir merkezine yakın Postigo del Aceite, 1107’de Ali İbn Yusuf zamanında yapılmış ve zeytinyağının şehre alındığı yermiş. Hemen yanında da 18 yüzyıl yapımı Immaculate Concepcion Şapeli bulunmakta.

Hospital de las Cinco Llagas

SevilleMacarena’da bulunan ve Hospital de la Sangre (Kan Hastanesi) olarak da bilinen bu yapı 1558’de açılmış ve 1992’den beri Endülüs Parlamentosu olarak kullanılmaktaymış. Buranın gözde kısmı kilisesi; Rönesans tarzındaki yapının sunağı Asensio de Maeda’nın tasarımı, Diego Lopez’in imzası, Alonso Vazquez’in resimleri ile dikkati çekiyor. İçerisi ziyarete açık değil. Binanın yan tarafında ise oto tamircileri ile gece klüpleri yan yana; adeta Ankara’nın Ulusu…

Camara Oscura-Torres de los Perdigones

Seville

Büyük bir karanlık odadaki büyüteçli merceklerle etrafın seyredildiği bir yer ama 19. yüzyıl sonlarında yapılmış Torre de los Perdigones’ten zaten etraf gayet güzel görünmekte. C1,C2, C3, C4 hatlarıyla gelinebiliyor. Ama şehri yukarıdan görmek için buralara gelmeyin. Giralda, Torre de Ore çok daha yakın ve uygun.

Bu bölgeden ayrılmadan mutlaka bahsedilmesi gereken iki önemli kilise var; Iglesia de la Magdelena ve Iglesia de Macerana. Onlar yazının Kiliseler bölümünde gezilecek.

Burada görmeyi çok istediğim ama göremediğim Palacio de la Condesa de Lebrija’yı da anayım. Burası benim gittiğim Haziran ayında kapalıymış, yazın sadece Temmuz ve Ağustos’ta pazar-cuma 10.00-15.00, cumartesi 10.00-14.00 arası açıkmış; sadece alt kat 5 euro, iki kat ziyareti 8 euro ücreti… Malikanenin üst katı ünlü ressamların eserleriyle donatılmış yaşam alanı, alt katı ise antik eserlerin sergilendiği yermiş.

Triana

SevilleGuadalquivir Nehri’nin karşı kıyısı olan Triana, nehrin iki kolu arasına sıkıştığı için adeta bir ada gibi. Triana’ya komşu Los Remedios ile La Cartuja’yı da Triana kapsamında gezeceğiz. Burası yüzyıllarca merkezden uzak tutulmuş bir bölge. Bu tarafta yaşayanlar da kendilerini Trianalılar olarak görüyormuş; galiba bizim İzmir-Karşıyaka çekişmesi gibi bir konu… Bu bölge merkezden uzak tutuldukça çingenelerin yerleştiği bir bölge olmuş. Bunun sonucu da burası rengarenk bir Flamenko merkezi haline gelmiş. Triana, Flamenko yanında seramik ve çini işçiliğinde de önemli bir merkez olmuş. Triana ile karşı kıyı arasında ilk köprü, 1171’de kayık köprü olarak yapılmış. Hristiyan fethi sırasında Mağribilerin yaptığı bu köprü ve savunma kulesi yıkılmış.

SevilleBurası bir dönem Flamenko sanatçılarının, matadorların, seramik sanatçılarının, denizcilerin yaşadığı bölgeymiş, hatta sokak aralarında dolaştığınızda bazı evlerin kapısında kime ait olduğunu gösteren plaketler göreceksiniz. İlk gerçek köprü ise 1854’te yapılan Isabel II Köprüsüymüş. Bu köprüden geçildiğinde Altozano Meydanı’na geliniyor; burada matador Juan Belmonte’nin heykeli sizi karşılayacak. Yolun karşı tarafında ise Castillo de San Jorge’nin kulesi ve yanındaki yiyecek pazarı… Şimdi yavaş yavaş Triana içlerine doğru girip La Cartuja’ya kadar uzanalım. Ama önce Sevilla köprülerine bir göz atalım.

Köprüler 

SevilleSevilla’nın kıyısında kurulduğu 657 km uzunluğundaki Guadalguivir Nehri, İber Yarımadasının navigasyona uygun tek nehri. Sevilla’nın tarihsel önemine katkısı yanında güzelliğinin de kaynağı olan bu nehir üzerinde farklı tarzlarda bir çok köprü var haliyle. Şimdi kısaca bu köprülere bir göz atalım. Expiracion de Cristo Köprüsü 1991 yapımı ve tek kemerden oluşmakta. 214 metre uzunluğundaki Barquetta Köprüsü ise Expo 92 Fuarı için yapılmış çelik bir yay şeklinde bir köprü. Yine Expo 92 Fuarı için 1992’de yapılan Alamillo Köprüsü 250 metre uzunluğunda ve tek sütuna bağlı yaylardan oluşmakta. 92 Expo için çevre yolunu bağlayan ve iki kıyıdaki iki ayak üzerinde yükselen V. Centenario Köprüsü köprüler içinde en uzunu. 125 metre uzunluğundaki Los Remediosise 1968’de açılmış.

Seville

Las Delicias ise, 108 metre uzunluğunda olup 1992’de açılmış ve Alfonso XII Köprüsü’nün yerini almış. San Telmo ise 1931’de açılan beton bir köprü. Köprülerin en eskisi Isabel II Köprüsü; 1852’de biten köprü 1171’de kayıklardan yapılan köprünün yerine inşa edilmiş; şehrin en canlı köprüsü. Triana Köprüsü de denilen bu köprü, iki tarafta da şehrin merkezine bağlanmakta… Bizim için önemli köprüler Isabel II ve San Telmo köprüleri. Hatta iki köprü arasında bir yürüyüş hem Triana’nın hem Sevilla’nın muhteşem güzelliklerini görmenizi sağlayacaktır. Özellikle Triana tarafında bu iki köprü arasındaki kısım, harika bir manzara eşliğinde bir şeyler yemek, içmek, oyalanmak için en iyi seçenek.

Castillo de San Jorge

SevilleGuadalquivir Nehri’nin batı yakasındaki bu Orta Çağ kalesi, Engizisyon döneminde hapishane olarak kullanılmış, 19 yüzyılda da bir pazara dönüştürülmüş. Vizigotlar döneminde savunma kulesi olarak yapılan yerde Mağribiler zamanında 1171’de Abu Yakup kayıklar üzerinde yüzen bir köprü yaptırmış ve köprü o zaman Gabir Kalesi denilen bu kaleye zincirlenmiş. Ferdinand III bu zincirleri kırarak şehri 1248’de fethetmiş. Bugün burası Engizisyon Müzesi olarak kışın salı-cumartesi 11.00-17.00, pazarları 11.00-14.30, yazın salı-cumartesi 11.00-17.30, pazarları 10.30-14.30 arası ziyaret edilebilir, giriş ücretsiz.

Museo de los Carruajes

Seville

Puente de San Telmo Köprüsü’nün açıldığı Plaza de Cuba’da bulunan at arabalarının sergilendiği bu müze, 16 yüzyıla ait bir manastırın içinde yer almakta. Pazartesi-cuma 09.00-14.00 arası 3.60 euroya gezilebilir, salı günleri ücretsiz. Erken kapandığı için kapısından döndüm ama çok da olmazsa olmazım değildi zaten.

Monasreio la Cartuja-Centro Andaluz de Arte Contemporaneo

Seville La Cartuja Manastırına, yeşillikler ve göletler arasından geçilerek 16 yüzyıl yapımı ana kapısından giriliyor. Manastır avlular, meyve bahçeleri, kilise, şapeller ve fabrika bölümlerinden oluşuyor. Burası görmüş geçirmiş bir yer, iyi günü de olmuş, kötü günü de… Şimdi vardığı yer ise Çağdaş Sanat Müzesi; Mağribi döneminde seramik için buradaki mağaralardan kil çıkarılmaktaymış, 1248’de bir mağarada Bakire Meryem heykeli bulunmuş ve üzerine bir şapel yapılmış. Bu nedenle buraya Virgen de la Cuevas (Mağaraların Bakiresi) denmiş. 1399’da Franksisyenler burada bir manastır yaptırmışlar. Kristof Kolomb, ikinci seyahatini burada kalırken planlamış ve öldükten sonra vücudu 30 yıl burada muhafaza edilmiş. Napolyon döneminde kışla olarak kullanılan Manastır 1812’de tekrar rahiplere iade edilmiş. Daha sonra burası seramik fabrikası olarak kullanılmış. Ünlü azulejos seramiklerini bir İngiliz tüccar burada üretmeye başlamış. 1840’dan 1980’lere kadar La Cartuja unvanıyla seramik fabrikası olarak çalışan fabrikanın ürünlerini, Manastır duvarları yanında Hotel Alfonso XIII gibi şehirdeki bir çok önemli yapıda görebilirsiniz. Daha sonra burası Modern Sanat Müzesi’ne dönüştürülmüş. Ayrıca yaz aylarında burada açık hava konserleri düzenleniyormuş; yani rahiplerin cennete güzellemeler yapan ilahilerinin yerini isyankar rock konserleri almış ama Sevilla’da kimse din elden gidiyor diye bağırmıyor.

SevilleBen bu Manastır-Müze’ye gittim. Bir zamanların ruhani mekanında şimdi arı mayanın sevimsizi bir adam, Kafka’nın romanı gibi metomorfoza uğramış mı uğramamış mı belli olmayan bir böcek adam, bir de üç renkli bir adam karşılarına almış efendiden ama iğneler içinde bir halde mikroskoba bakan bir adamı duruyorlar. Etrafta alet edavatlar ve muhtelif ekranlarda dönüp duran türlü çeşitli videolar vardı. Videolardan birine baktım; ön tarafı yara bere içinde ama arkasına kelebekler konmuş bir adam bir sandalyede oturup kitap okuyan Gündüz Güzeli’nin Catherine Deneuve’ü gibi duran bir kadına bas bas bağırıyordu, tabii İspanyolca. Bende içimden bağırdım onlara; ‘Güzelim manastırı maymuna çevirmişsiniz’…

Seville

Manastıra, Pasarela de la Cartuja’dan geçerek yürüyebilirsiniz. Manastırın iki kapısı var. Biri, yukarıda bahsettiğimiz Calle Americo Vespucio’ya bakan ana kapısı, diğeri köprünün devamı olan Camino de los Descubrimientos bakan küçük kapı. C1 ve C2 hatlı otobüsler sizi buraya kadar getirebilir. Burası salı-cumartesi 11.00-21.00, pazar 11.00-15.00 saatlerinde 1.80 euro giriş ücretiyle gezilebilir. La Cartuja Fabrikası ise pazar- cuma 08.00-15.00 saatleri arası açık.

Isla de la Caruja

Seville1992’de Sevilla’da düzenlenen ve yüzden fazla ülkenin katıldığı, pavyonlarında teknolojik, bilimsel ve kültürel serginin düzenlendiği EXPO ’92 Fuarına ait alan, bugün müzeler, sergi salonları, eğlence parklarından oluşan bir bölgeye dönüşmüş. Isla Magica’da Yeni Dünyayı bulmak için okyanusa açılan kaşiflerin seyahatleri canlandırılmaktaymış. Ayrıca burada her birine bir bilim insanın adı verilen sokaklarında Agua Magica eğlence parkı ve üniversite yapıları bulunmakta.

Pabellion de la Navegacion

Seville

1992’de yapılan bina, 2012’den beri Sevilla’nın denizcilik geçmişini, bu alandaki keşifleri, teknolojik ilerlemeleri konu alan bir müzeye ev sahipliği yapmakta. Torre de Ore’de daha küçük kapsamlı bir müze gezmiştim, konu da çok ilgimi çekmiyor; bu durumda haliyle ben gitmedim.

Kiliseler

Hristiyanların Sevilla’yı 1248 yılında ele geçirmelerinden sonra şehirde diğer inançlara dokunulmasa da hızlı bir Hristiyanlaştırma hareketi başladığından kilise sayıları da hızla artmış. 1492’de Isabel ve Ferdinand’ın ya sev ya terket görüşünün Hristiyan versiyonu uygulanmaya başladığı için artık cami, sinegog ne var ne yok, hepsi kiliseye dönüştürüldüğünden kilise sayısı hepten artmış. Bu sayı o kadar fazlalaşmış ki, benim gibi hepsini göreceğim diye dolanan gezginler bile pes etmiş. Yine de Sevilla’nın en önemli kiliselerini gördüm. Bir kısmını hiç açık yakalayamadım, bina etrafında dolandım. Ama yazmaya kalkınca, ben bile sıkıldım. Ayrıca Katedral gibi bir örnek varken gezi boyunca kilise kilise dolaşmanın da bir anlamı yok; bunu diyen de benim, neredeyse kilise rahipleriyle kanka olacak aşamaya gelmişken. Neyse ben size en beğendiğim 5 kiliseyi anlatayım, diğerlerinden kısaca bahsedeyim. Bu kiliselerden ilk üçü gerçekten çok muhteşem.

Basilica de la Macarena

Şehrin kuzeyinde yer alan ve Neo Barok tarzda 1936-1941 arasında yapılan La Macarena’nın en önemli bölümü, ana altarındaki altın ve gümüşle donatılmış Bakire figürü. Bu heykelin 17. yüzyıl kadın sanatçı La Roldana’ya ait olduğu sanılmaktaymış. Hristiyanların İsa’nın çarmıha gerildiği gün olarak kabul ettikleri Paskalyadan önceki Cuma gününde düzenlenen merasimlerde bu Bakire Heykeli, şehrin sokaklarında dolaştırılıyormuş. Kilisenin duvarları muhteşem resimlerle süslü. Kilisenin hazinesinde ise Bakire’nin şatafatlı tören giysileri ve mücevherleri sergilenmekte. Bakire dini merasimlerde giysi ve mücevherlerine kavuşuyormuş sanırım. Kilisede ayrıca matadorların koruyucu azizinin de ahşap bir heykeli var ama bu kısmı anlamadım, bu aziz matadorları boğalardan mı koruyor, yoksa amacı ne… Bence esas boğaları koruyacak biri lazım bu durumda. Sevilla’nın tarihine bakıldığında oldukça yeni olan bu kilise, zengin koleksiyonu yanında dini bir geleneğin önemli bir temsilcisi olması açısından da ilgi çekici.

Burası kış aylarında pazartesi-pazar 09.00-14.00, 17.00-21.00 arasında, yaz aylarında pazartesi-cuma 09.00-14.00, 17.00-21.00, cumartesi-pazar 09.00-14.00, 18.00-21.00 arasında ziyaret edilebilir; kiliseye giriş ücretsiz ama müzesi 5 euro. Değer mi, kesinlikle.

Iglesia del Salvador

Seville

Katedralden sonra Sevilla’nın en büyük kilisesi olan bu Kilise, 1674-1712 yıllarında, 830’dan kalma Ibn Adabba Cami’sinin üzerine yapılmış. Camiden geri kalan ise minaresinden dönüştürülen çan kulesi ile Patio de Abluciones’miş. Barok ve Mannerist tarzdaki kilise, Plaza del Salvador’da bulunmakta ve içeriye üzerinde vitray cam bulunan üç kapıdan girilmekte. İçeride 14 adet birbirinden göz alıcı, barok işlemelerle zenginleştirilmiş sunak bulunmakta. Kilisede Martinez Montames, Juan de Mesa ve Cayetano de Acosta’nın eserleri görülebilir. Kilisenin ana heykeli olan Virgen de las Aguas, şehrin en eskilerinden.

Iglesia de la Santa Maria Magdelena

Seville

1709’da Leonardo de Figuero’nun büyük eseri olan bu Barok kilise, Calle San Pablo üzerinde yer alıyor. Kilisenin Mudejar tarzdaki üç kubbeli şapeli Sevilla’nın gururu ressam Murillo’nun 1618’de vaftiz edildiği yermiş. Çan kulesi ve kilise kubbesi renkli döşemeleriyle göz alıcı. Kilisede Zurbaran’ın Aziz Domingo tasviri ve Lucas Valdes’in freskoları da gözden kaçmamalı. Burası Valensiya gezimde bahsettiğim Corpus Cristi Festivali kapsamında yaşlısından gencine grup grup insanın Meryem ve İsa heykellerini sırtlayıp saz caz eşliğinde sokak sokak dolaştırdıkları merasimlerden birine denk geldiğim kilise.

Iglesia Santa Ana

Seville

Triana’daki bu haşmetli kilise, kavun içine çalan rengi ve kulesiyle karşı kıyıdan bile gözünüze çarpacaktır. 1266 yılında yapımına başlanmış ve 14.yüzyıl başlarında tamamlanmış. Kilisenin dış cephesi Gotik- Mudejar tarzda içinde barok etkiler de görülüyor. Kiliseyi Nufro de Ortega ile Nicholas de Jurate’nin heykelleri ve Pedro de Campana resimleri süslemekte. Ben gittiğimde Corpus Christi festivaline ait bir geçit vardı; yine İsa’yı Meryem’i yüklenen kalabalık uzun ve yavaş bir kortejle kiliseden çıkıp çalgı çengi eşliğinde sokaklarda yürüyordu.

Iglesia de la Anunciacion

Seville

Sevilla’nın en güzel Rönesans yapılarından olan Kilise, Juan de Roelas, Martinez Montanes, Francisco Pacheco gibi sanatçıların eserlerini barındırmakta. Eski Üniversitesinin kilisesi olarak yapılan yapı, haç şeklinde; girişte ise Meryem Ana ve bebek İsa sizi karşılıyor. Burası Sevilla’nın Pantheon’u olarak da bilinmekte.

Bunlar ilk beş kilise ama gezdiğim, gördüğüm, kapısına gidip içine giremediğim başka kiliseler de var ve bunların bir kısmı şaşırtıcı derecede ilginç ve güzel.

Seville

Şimdi ne diyeyim ben; 17 yüzyılda yapılan Barok’un doruklarındaki Iglesia de San Luis, Mağribi camisi üzerine 14 yüzyılda yapılmış Mudejar havalı Iglesia de Santa Catalina, eski bir caminin minaresinin hala korunduğu Gothik Mudejar tarzda Iglesi de San Marcos, önce cami olup sonradan sinagoga dönüştürülen ve en sonunda kilise yapılan 17. yüzyılda barok tarzda yenilenmiş, Murillo gibi çok önemli ressamların eserlerini barındıran Iglesia de Santa Maria la Blanca; Cristo de la Expiracion’a ev sahipliği yapan Capilla del Patrocinio; Gotih Mudejar tarzdaki Capilla del Antiguo Semibario; Romanesk’ten Gotik tarza geçişin en önemli örneği olan Don Fadrique Kulesini de barındıran ve Martinez Montanes heykelleri ile insanı etkileyen Convento de Santa Clara,

Seville

yine Martinez Montanes eserlerinin olduğu Convento de San Leandro, 1248’de yapılan ama bir çok defa değiştirilen Iglesia de San Nicolas de Bari, 1794-1841 arası yapılan Neo Klasik Iglesia de San Ildefenso, 13.yüzyıldan kalma Gotik-Mudejar tarzdaki Iglesia de San Gil, 14 yılda Gotik-Mudejar tarzda yapılan Sevillalı ressam Valdes Leal’in de mezarının bulunduğu Iglesia de San Andres, Murillo’nun ‘Son Akşam Yemeği’ni sergileyen 17. yüzyıldan kalma Convento del Espiritu Santo; dış cephesi bile etkileyici Convento Santa Isabel; 14 yüzyıla ait Gotik-Mudejar karışımı stiliyle ve Aloso Cano eserleriyle Iglesia de San Julian; tarihi merkezde yer alan ve 1699-1730 arasında Leonardo de Figueroa tasarımına göre Barok tarzda yapılan Iglesia de San Luis; 1759’da denizcilerin azizi için yapılmış mütevazı Capilla de los Marineros; şehrin en eski kiliselerinden Iglesia de Santa Marina; 17 yüzyılda inşa edilen ve ünlü seramiklerinin bir kısmı bugün Triana Seramik Müzesi ve Londra’daki Victoria Albert Müzesinde sergilenen Convento de Santa Clara; Santa Cruz’da bulunan ve sunağındaki Mahşer tablosuyla ünlü Iglesia de San Bernardo;

Seville

14. yüzyılda bir caminin üzerine yapılan ve içindeki Zurbaran resminin öne çıktığı Iglesia de San Esteban; 14. yüzyıl yapımı olan ve 17. yüzyıla ait Herrara freskolarının dikkati çektiği Convento de Santa Ines; kuruluşu 13 yüzyıla giden ve başta Dona Mariade Portugal olmak üzere bazı kraliyet ailesi mensuplarının mezarlarına ev sahipliği yapan Convento de San Clemente; Ressam Diego Velazquez’in vaftiz edildiği, taç kapısı ve kulesi Barok, iç kısmı Mudejar olan Iglesia de San Pedro; Triana’da içinde insan boyutunda Virgen Estrella heykeli olan ve Paskalya öncesindeki pazar günü yapılan geleneksel dini merasimin başlangıç noktası olan Capilla de la Estrella; 1473’de yapılan Gotik-Rönesans ve Mudejar akımlarının izlendiği, ayrıca Alonso Cano, Juan Martinez Montanes ve Felibe de Ribas’ın eserlerinin bulunduğu Convento de Santa Paula; Katedralin hemen karşısında yer alan 1591’de yapılmış ve Neo Klasik ana sunağındaki La Anunciation heykel grubuyla görmeye değer Convento de la Encarnacion; tarihi 13. yüzyıla kadar giden ama bugünkü görüntüsünü 18 yüzyılda yapılan değişikliklerle kazanan, içinde Juan Leonardo, Martinez Montanes, Diego Lopez Bueno, Felip de Ribas, Juan de Uceda ve Francisco Pacheco eserleri bulunan Iglesia San Lorenzo;

Seville

Juan de Mesa’nın 1620’de yaptığı ve İsa’nın büyük gücünü anlatan Cristo del Gran Poder heykeline ev sahipliği yapan Templo del Gran Poder; Barok şaheseri olarak kabul edilen ve 1699-1766 yıllarında aşamalı olarak tamamlanabilen seramik panoları ve Cayetano de Acosta eseri ile ünlü Iglesia de San Jose; tavan süslemeleri, barok işlemeleri yanında Pedro Roldan, Garcia Montalban, Castillo Lastrucci, La Roldana, Pedro Duque Cornejo’nun resim, heykelleriyle de görsel şölen sunan 1697-1702 arasında yapılmış Iglesia de La O; içinde Valdes Leal ve Redro Roldan’ın eserlerini barındıran 1665’te Barok tarzda yapılan ve 1728’de tamamlanan ama 1811’de Fransız saldırıları sonucu yıkılınca bugünkü yerine taşınan Iglesia de Santa Cruz; 1356 depreminden sonra vurgulanan Gotik havası ile Andres de Ocampo, Roque Balduque ve Juan de Espinal eserleriyle dikkat çeken Iglesia de Omnium Sanctorum; ön cephesindeki Antonia Kiernam’ın seramik Bakire panosunun sizi karşılayacağı, Triana’da 1775’de Barok uslüplu Iglesia de San Jacinto;

SevilleTriana semtindeki, diğer ismi Basilica del Cristo de la Expiracion olan ve ölmekte olan bir çingene (Cachorro) esinlenerek yapılan eserle anılan Iglesia del Cachorro; tarihi merkezde barok sunağıyla dikkat çeken Capella Roserio; ön cephesine bakınca girmesem de olur dediğim ama içinde muhteşem gümüş asalar, haçlar gibi dini objeler koleksiyonu olan Capilla Mont Serrat; üç çana sahip kulesi ve Barok sunağı ile Iglesia de San Antonio; ön cephesi muhtelif azizlerin seramik panoları ile süslü Iglesia Sacrado de Corazon; dışarıdan dikkati çekmeyen ama ince iç dekorasyonu ile Iglesia de San Martin; küçük, sevimli bir kilise olan Igleisa de San Gregero; ön cephesi ile dikkatleri çeken Iglesia de los Terceros; Gotik ana girişi ile ihtişamlı Iglesia de San Isador… ben bu kilise ve manastırları görmeyin, nasıl diyeyim…

SevilleGranada gezimde anlatmıştım… Sevilla’da da Corpus Cristi gibi festivallerde, anladığım kadarıyla, belli başlı kiliselerde düzenlenen ayinlerden sonra başta Meryem ve İsa olmak üzere dini kişiliklere ait kocaman heykeller, çiçeklerle mumlarla süslenmiş bir sanduka üzerinde, erkeklerden oluşan grupların omuzlarında ve bir bandonun çaldığı dini müzikler eşliğinde ağır ağır şehrin sokaklarında dolaştırılıyordu. Çok yavaş ve dura kalka ilerleyen bir kortej olduğu için o sırada tüm trafik duruyordu. Korteje rastlamasam uzaktan müziğini duyuyordum; Sevilla günlerimin ayrılmaz bir parçası oldu bu dini merasim. O yetmezmiş gibi, ara sokaklarda delikanlılardan oluşan gruplar da pejmürde bir halde kırık dökük sandukaları taşıyarak dolanıyorlardı. Dini merasimlerin kötü bir kopyası olan bu kortej, eğitim amaçlı mı yapılıyordu yoksa bu merasimleri makaraya mı alıyorlardı, anlamadım.

Yeme – İçme

Seville

Sevilla çok eğlenceli bir yer… Köklü geçmişinin izinde casa’lardan parklara, müzelerden kiliselere koşturmanın ötesinde durup anın tadını çıkarmak için de fevkalade bir yer. Guadalquivir Nehri, şehre Akdeniz kıyı kentlerinin havasını taşımış sanki. Sevilla’da eğlence deyince akla Flamenko geliyor ama o ayrı bir yazının konusu. Şimdi dinlenmek, eğlenmek için şehrin sokaklarına dalacağız. Bir kere nehrin iki kıyısı da hem dinlenmek hem eğlenmek için türlü seçenekler sunmakta. Isabel II Köprüsü’nün El Arenal tarafındaki kıyısında yan yana dizilmiş disko-barlar güzel bir seçenek. Triana tarafında ise yine Isabel II Köprüsü’nden San Telmo Köprüsü’ne doğru yürüdüğünüzde hem harika bir Sevilla manzarasına tanık olacaksınız, hem de ayak üstü barlardan şık lokantalara kadar kıyıda dizilmiş çeşitli yerlerde beklentinize göre keyif çatabileceksiniz; bir mojito kadehinin kadehinin arkasından görünen Sevilla manzarasının tadı hala aklımda… Hospital de las Cinco Llagas’ın yanında bazı gece klüplerinden bahsetmiştim, bana çok tekin gelmedi, girebilirsiniz ama çıkışınız muhteşem olamayabilir, sonra beni suçlamayın. Plaza de la Encarnacion çevresinde, Şehrin ‘Mantarı’ Parasol’ün etrafında da yeme eğlenme mekanları var; daha kafe, fast food tarzında yerler ama meydandan ara sokaklara doğru girdikçe gayet hoş mekanlar bulacaksınız. Ve Alameda de Hercules; burada şık lokantalardan ciks barlara kadar bir sürü tarz var, bir yere oturup gelip geçeni seyretmek bile eğlenceli ama tapas barlar, çeşit çeşit lokantalar, barlar size daha fazlasını sunacaktır. Santa Cruz’da cafeleri, barları, gece klüpleriyle günün her saatinde zevkinize göre eğlence olanağı bulabileceğiniz bir yer. Tabii Katedralin çevresi özellikle yemek seçenekleri açısından çok zengin; Palacio Arzobispal’den başlayıp Katedrali de içine alacak şekilde Plaza del Triunfo’dan yukarı Romero Murube’den yukarı devam eden bölgede özellikle yiyecek olanağı çok fazla, bunun yanında cafeler, barlar da mevcut. Mataes Gago üzerindeki tapas barları ve hediyelik eşyaları satan dükkanlar arasındaki tonozları Mağribi hamamından kalma Giralda Bar tapas denemek için iyi bir seçenek.

SevilleSabahlar olmasın diyenlerdenseniz, yaz aylarında Isla Cartuja’nın gece hayatı size ilaç olacak. Bir çok açık hava diskoteğinde felekten bir/kaç gece çalabilirsiniz… Triana’daki Calle Betis, La Alamede de Hercules ve Plaza Alalfa da gecenin derinliklerine doğru gidebileceğiniz yerlerden.

Nerde yesek derseniz; Mercado de Feria’daki La Cantina, Zaragoza Caddesi’ndeki La Cata Ciega gibi yerler ucuz ve iyi yemek yiyebileceğiniz yerlerden. Keseyi biraz daha açarsak Bartolomea, Salsamento, Arte y Solera, Eslava gibi seçenekler var. Ama yok illa avuç dolusu para vereceğim diyorsanız Az-zait, Ispal, Azahar, Milonga’s size istediğinizi verecektir; ya da sizden istediğinizi alacak diyebiliriz.

Bölgenin şarapları dünyaca ünlü. Ama Sevilla’da şarap yanında bir tür şaraplı kokteyl olan Sangria’yı deneyin. Cruzcampo ise bölgenin birası. Ama bira içmek isterseniz Plaza Neuva yakınındaki Calle Barcelona üzerindeki Cerveceria La İnternacional’a bakın. Gayet lezzetli kahveleri her yerde bulabilirsiniz ama Calle Sierpes üzerindeki La Campana’yı özellikle deneyin; aynı yerdeki Robles pastanesi kahve yanında harika pastalarıyla da ağzınızı tatlandıracak.

Seville

Hem yemek yemek hem İspanya’ya özgü yiyecek bir şeyler almak için, İsabel II Köprüsü’nün El Arenal tarafındaki Mercado Lonja del Barranco, Triana tarafındaki Mercado de Triana uğramanız gereken yerlerden. Triana’da bu pazarın çevresinde Osteria de Mercado, deniz ürünleri bulabileceğiniz bir yer. Bu tür pazarlardan biri de Alameda de Hercules’in üzerinde, İslam Çalışmaları Merkezi’nin hemen yanındaki Mercado de Feria; burası tam bir esnaf lokantası havasına bürünen şenlikli bir yer. Mercado Lonja del Barranco, Plaza de Armas’da Sevilla Otobüs Terminali’nin de hemen yanında; karşısında ise eski tren istasyonundan dönüştürülmüş bir alışveriş merkezi bulunmakta. Burası şehirdeki tek alışveriş merkezi ama içinde pek bir şey yok. Daha ayrıntılı alışveriş merkezleri arıyorsanız Nervion Plaza’ya gideceksiniz.

Ne yiyelim diyorsanız; soğuk çorba Gazpacho, boğa kuyruğundan yapılan Endülüs klasiği Rabo de Toro, mürekkepbalığı ve fasulye kombinasyonundan oluşan Chocos con habas, ördek etiyle yapılan Pato a la Sevillana ve elbette Endülüs pilavı Paella akla gelen ilk seçenekler.

Gezdik, gördük, dinlendik, eğlendik, yedik, içtik; alışverişimizi de yapıp evimize dönelim artık. Peki ne alalım?

İspanya, gastronomik bir cennet olduğu için yiyecek içecek bir şeyler almak isteyebilirsiniz. Et ürünü olarak salam, sucuk benzeri jamon Iberico ve chorizo tercih edilebilir ama dikkat, bunlar genellikle domuz ürünü yiyecekler. Günaha girdik bir kere diyorsanız, o zaman Güney İspanya şaraplarına da bir şans verin, denemeye değer… Av etlerinden yapılmış ürünler başka bir seçenek. Ama zeytinyağı da İspanya’nın iddialı olduğu bir konu.

SevilleEl Corte Ingles burada da her konuda imdada yetişen bir yer; Plaza Duque de la Victoria ve Plaza Magdelena’da olmak üzere iki şubesi var.

Katedral çevresinde hediyelik eşya satan bir çok dükkan var. Alışveriş için şehirdeki en canlı yer Calle Sierpes ve çevresi… İhtişamlı butiklerden kaliteli seramikçilere kadar ne ararsanız burada bulabilirsiniz. Kadın gezginler buralarda Flamenko sevdasına tutulurlarsa, bu sokağa sıradan bir gezgin olarak girip buradan alev alev parlayan bir Carmen olarak çıkabilirler. İsterseniz hem kumaş satışı hem dikişini yapan mağazalara uğrayın, isterseniz hazır alın giyin; her yaşa, her bedene, her türlüsü ve her malzemesi satılıyor buradaki mağazalarda. Ama Carmen olacaksam flamenkonun çıktığı yerlerde olurum diyorsanız, Triana’da Juan Osete Complementos’da ne gerekiyorsa satılmakta. Erkekler de matador olmak isteyebilir ama onlarda bu dükkanlarda ne bulurlarsa onunla yetinmek durumundalar, sektör kadınlara iltimas geçiyor. Flamenko işini ciddiye alıyorsanız bu konuda özel mağazalar var; Lina Boutique, Calzados Mayo, Juan Foronda bunlardan öne çıkanlar.

Alfalfa bölgesi el işi mücevher tasarımı için uğranacak bir bölge. Endülüs seramikleri de diğer bir alışveriş seçeneği olabilir. Bu konuda yine Calle Sierpes çok iyi bir seçenek. Calle Tetuan’da bu konuda göz atılacak bir yer. Triana’da da Centro Ceramica Triana bu konuda aradığınız bulabileceğiniz bir yer. Triana’nın sokaklarındaki seramik atölyelerine bakabilirsiniz. İspanya el sanatları konusunda Katedral yakınındaki El Postigo’da tercih edilecek bir yer.

Peki Sevilla’ya ne zaman gitmeli? Buranın yaz ayları nemli ve sıcak geçiyor, kışın ise yağmurun şakası olmaz. Hem havanın uygunluğundan, hem de ard arda düzenlenen dini, geleneksel festivallerin canlılığından dolayı, Nisan-Haziran arası Sevilla için en uygun dönem.

Son Söz

Ben Sevilla’da 3,5 gün kaldım ve her anından büyük keyif aldım. Endülüs başlı başına çok güzel ama Sevilla bir başka. Bir sanatçımızın özlü sözünü esas alırsam derim ki, ‘Beni Sevilla’nın yağmurlarında yıkasınlar, yıkasınlar’…

Antalya: Falezler Boyunca Parklar ve Kaya Plajları

Son dönemlerde kafamızdaki yaz tatili kavramı neredeyse Antalya ile özdeşleşmiş durumda. Elbette ki Türkiye’de tatil rotası olarak seçilen bir çok yer bulunmakta ancak Antalya’nın bunlar arasında çok ayrıcalıklı bir yeri var. Bunun en başta gelen nedenlerinden biri, çok büyük, kalabalık ve canlı bir metropol olmasına rağmen hala şehrin içinden denize girilebiliyor olması… Bunu Türkiye’de kaç şehirde yaşayabilirsiniz. Antalya’nın bu ayrıcalığı da bence, başka bir ayrıcalığından kaynaklanıyor; falezlerinden… Falezler, Antalya’ya doğanın bir lütfu.

Daha 1974’lerde, Antalya bir kasaba gibiyken, Antalya Festivali için Ali Kocatepe’nin bestelediği şarkının sözleri gibi; mavilikler yeşillikler Antalya’da hoş… Evet, Türkiye’de yeşilin her tonunun mavinin türlü berraklığına karıştığı bir sürü yer sayılabilir ama Antalya’da mavilikler yeşillikler başka bir hoş. Çünkü en derin yeşillerle pırıl pırıl mavilikler arasında groteks bir kolye gibi şehri saran falezler yeşili daha yeşil, maviliyi başka bir mavi yapmakta.

Aslında milyonlarca yıllık bir süreçte oluşan falezler, en basit anlamıyla bir erozyon işi. Dalga erozyonu ya da yamaç erozyonuyla kıvrılan bükülen kayalıklar sarıdan bakıra, yalçın, sert,  bir o kadar da çekici bir görüntü sağlamakta.

Şimdi falezler boyunca Antalya’da bir geziye çıkalım. Bu, deniz, güneş, dinlenme ve keyif gezisi olacak. 

Önce video ile gezmek isterseniz.

Antalya’da falezler Konyaaltı’nın hemen bitimindeki varyantla başlamakta ve kayalıkların tekrar denizle birleştiği Karpuzkaldıran’da bitmekte. Burası aslında Antalya’nın merkez ilçesi Muratpaşa sınırları içerisinde kalıyor. Kısaca bu geziyi özetlemek gerekirse, hırçın kayalıklar üzerinde uzanan yemyeşil parklar ve aralarda yapılan deniz molaları denebilir.

Konyaaltı’ndan Varyant’a çıkınca en önce durup bir manzaraya bakın! Konyaaltı, Kemer yolu, Beydağları size harika bir manzara sunmakta.

Falezlerin başladığı bu noktada mutlaka uğrayacağınız bir yer de Antalya Arkeoloji Müzesi. Tek kelimeyle muhteşem denecek bu müze, daha çok Antalya’nın Helenistik dönemine ait eserlere ev sahipliği yapıyor. Müzenin en gözde kahramanı da Herakles… Yurt dışına kaçırılmış parçasının da geri alınmasıyla bütünlüğe kavuşan Herakles Heykelinden tutun Herakles Lahitine kadar bir çok eser sizi beklemekte. Ama dediğimiz gibi, bu gezi Antalya’nın tarihine değil, bugününe bir yolculuk.

O zaman falezler boyunca yürüyelim. Konyaaltı Caddesi falezler boyunca şehir merkezine kadar bize eşlik edecek, burası Antalya’nın kordonu gibi bir yer. Cadde ile falez kıyısı arasında da uçsuz bucaksız parklar eşlik edecek bize. Önce Kuğulu Park çıkacak yolumuza; minik göletler, orman havasındaki ağaçlıklar arasında kafeler, lokantalar, oyun alanları yer almakta.

Sonra doğanın verdiğine insan elinin de değdiği Atatürk Parkı’na geleceğiz. Burada uzun saatler geçirebilirsiniz. Kıyı boyunca her falez kıvrımı size müthiş manzaralar sunacak. Yürüyüş yolları, gezi alanları, dinlenme yerleri boyunca ilerleyebilirsiniz ya da nargileciden yıldızlı lokantalara kadar uzanan bir seçkide istediğiniz yer de günün tadını çıkarabilirsiniz.

Atatürk Parkı sizi neredeyse şehrin merkezi denebilecek Kaleiçi’ne kadar getirecek. Gerçi parklar gerçekten şehrin merkezine kadar devam ediyor ama arada isimleri değişiyor ya da araya bazen bir meydan giriyor.

Atatürk Parkı’ndan çıkınca biraz ilerde Yavuz Özcan Parkı başlayacak. Burası Atatürk Parkına göre daha küçük ama çok renkli bir yer. İçinde anfi tiyatro, minik şelaleler, kaskatlı havuzlar bulunan Parkın en dikkat çekici yerlerinden biri de Antalya’yı ilk fetheden kişi olan Gıyasettin Keyhüsrev Anıtı. Ayrıca Selekler yönündeki köprüden aşağı inilebilen bir patika da mevcut; Kadın yarı denilen bu bölge, falezlerdeki bir kırılma sonucu denizin içeriye doğru girdiği bir alan, karşıda ise Kaleiçi’nin muhteşem manzarası.

Daha sonra daha çok askeri personel için düzenlenmiş Mehmetçik Parkı ve yanında da Recep Bilgin Parkı bulunmakta. Recep Bilgin Parkı’nın yanında bulunan seyirlik terasta eski şehrin kuş bakışı manzarasına doyum olmuyor. Ama bölgeyi daha yakından tanımak isterseniz Park yakınındaki panoramik asansörle Kaleiçi’nin kalbine inebilirsiniz.

Kaleiçi, falezlerin deniz seviyesine indiği, daha doğrusu etrafından dolanıp yukarıdan devam ettiği bir bölge, eski şehrin bulunduğu yer. Bu yazıda hiç aşağı inmeden yukarıdan yolumuza devam edeceğiz.

Antalya’nın kalbi  Kaleiçi’ni  Antalya Gezi Rehberi: Kaleiçi- Antalya’nın Başladığı Yer  yazımızla detaylı gezebilirsiniz. 

Tophane Parkı’na geldiğimizde Kaleiçi’nin dış surlarını göreceğiz. Karşıda Kral Attolos Heykeli şehri bekliyor olacak. Bu bölgedeki Cumhuriyet Meydanı’nda biraz soluklanacağız. Antalya’nın Taksim’i ya da Kızılay’ı sayılabilecek Cumhuriyet Meydanı’ndaki Hüseyin Gezer eseri olan Ulusal Yükseliş Heykeli, 1964’ten beri tüm görkemiyle Cumhuriyetin bir simgesi olarak durmakta.

Antalya’da falezlerden aşağı inebildiğiniz her yerde denize girebilirsiniz, deniz tertemiz… Tek sorun o denizden çıkabilmek. Kayalıklardan atladığınızda denize girme kısmı halloluyor ama denizden çıkmak baya bir mesele. Bunun için en azından bir merdiven bulunması gerekiyor. Falezlerin Konyaaltı Varyantından Kaleiçi’ne kadar olan kısımda düzenlenmiş bir kaya plajı yok ama tabii, deneme yanılma ile kullanılagelen yerler mevcut.

Kaleiçi’ne girmeden çevresinden dolaşırken Antalya’nın belki de en renkli, en hareketli yeri olan Işıklar Caddesinden geçip ve bu konuyu da başka yazılara havale edip Karaalioğlu Parkı’na geliyoruz. Cadde üzerinden girildiğinde iki aslan heykelinin bulunduğu ağaçlıklı bir yoldan Parkın içine giriliyor. Kıyıda da Atatürk’ün Evi bulunmakta. Kaleiçi’nden gelindiğinde ise Hıdırlık Kulesi’nden sonraki kısım park alanı…

Antalya’da park deyince ilk akla gelen yer burası. Falezlerin üzerinde neredeyse koyu bir orman. Ama bu orman içinde kafeler, çay bahçeleri var. Buranın en güzel yanı muhteşem Antalya manzarası; bu manzara karşısında insanın yaşadığı yerlerden kopup buralara yerleşmek istiyor doğrusu.

Ama Parkın gözden kaçırılmaması gereken başka değerleri de var. Bunlar arasında Mehmet Aksoy’un ‘İşçi ve Çocuğu’, Cavhar Göktaş’ın ‘Don Kişot’ ve Kuzgun Acar’ın Vali Haşim İşcan anısına yaptığı ‘El’ heykelleri.

En son Mehmet Aksoy’un ‘Nazım Hikmet Hapiste’ heykeli ile park adeta bir heykel galerisi görünümünü kazanmış. Burası şehrin tarihinde yer tutan bir alan olmakla beraber modern bir parka dönüşmesi 1930’larda olmuş.

Daha önceden mesire yeri olarak kullanılan parkta, o zamanlar, kaderin cilvesi olarak daha sonra Türk Ocağı olarak kullanılan Agia Pantaleimon Kilisesi, Rum mezarlığı, Leski Kahvehanesi, Attolos Klubü bulunmaktaymış. Şehrin içinde olup da muhteşem çitlembik ağaçlarının süslediği 140.000 m2’lik alanda 54 farklı kuş türüne ev sahipliği yapan bu park, bir yandan manzarasıyla sizi mest ederken bir yandan da şehrin tarihine ışık tutmakta.

Kıyı boyunca ilerledikçe şehrin yeni bölgelerine geçeceğiz, Lara Caddesi’nin başlangıç tarafında minik Haşim İşcan Parkı bizi karşılayacak. Daha sonra falezler boyunca uzun bir yeşil alan oluşturan parklar başlayacak. Bunların ilki, içinde ‘Özgür Köpek Oyun Parkı’ ve ‘Uçurtma Parkı’nı barındıran Falez II Parkı…

Lara Yolu’nun falez kıyısı ile arasında kalan alanda bulunan bu parklar daha sonra Aziz Sancar, Yalım, Erdal İnönü ve Mehmet Manavoğlu parklarıyla devam etmekte. Halka açık yürüyüş yolları, koşu patikaları, spor aletlerinin bulunduğu parklarda, şehrin önde gelen lokantalarından kafelerine kadar bir çok yer, şehir sakinlerini kendine çekmekte. Kafelerin özenle seçilmiş Denizyüzü, Dağyakası gibi adları da bir şair tarafından konmuş gibi güzel.

Erdal İnönü’nün anısına düzenlenen parkta, ünlü fizikçi bilim adamına özgü düzenleme çarpıcı. Erdal İnönü Parkı’nın peyzajı da çok etkileyici; birbirine geçmeli havuzları çevreleyen seramik tablolu duvarlar parkı sadece bir yeşil alan olmaktan çıkarmakta…

Falezler boyunca devam eden parklar; Muratpaşa Falez Parkı, Ziya Gökalp Kent Parkı, Muratpaşa Falez Parkı 1, Falez Parkı 1 olarak devam ediyor. Buralarda da piknik alanları, koşu ve bisiklet yolları mevcut. Parklarda Muratpaşa Belediye’sinin işlettiği kafeler hem hesaplı hem de doyurucu. Özellikle muhteşem manzaralar karşısında kahvaltı yaparak güne başlamak için ideal bir yer. Parklar Düden Şelalesi’nin denize döküldüğü yerdeki Düden Parkı ile şimdilik sona eriyor. Falezler bundan sonra yaklaşık 1 km mesafe daha devam etse de parklar (şimdilik) devam etmiyor. Tabii Düden Parkı, sırf harika manzarası için bile defalarca ziyaret edilecek bir yer ama bunun yanında kafeleri de soluklanmak için imkan sunmakta.

Parklar güzel ama Antalya’ya gelenin aklı denizdedir. Zaten yazımızın en başında Antalya’nın en önemli özelliğinin metropol kıvamında bir şehir olmasına rağmen hala şehir içinden denize girilebilmesi ve denizinin tertemiz olması demiştik. Yine eskilere dönersek Kaleiçi çevresinde bir çok plaj varmış. Mermerli, Kipronoz, Deliktaş, Yenidünya, Adalar, Hamitbey, Papaz Kayası, Sekiz gibi yerlerdeki plajlar, Antalyalıların kullanımındaymış. Hatta plaj kullanımının kadın-erkek olarak ayrıldığı dönemlerde, yaz çapkınlarının çabaları şehir öykülerine bile karışırmış. O günlerden bugüne kalan en önemli plajlar Mermerli ve Adalar… Aslında plaj deyince uzun kumluk sahiller akla geliyor, bunlarsa sarp kayalıklardan derin sulara atlanılan kaya plajları… Mermerli Kaya Plajı, Kaleiçi’nin hemen kıyısında bulunuyor, tam şehrin göbeğinden denize girmek oluyor yani. Onun biraz ötesinde ise Karaalioğlu Parkı’nın sınırlarında bulunan Adalar Kaya Plajı…

Kaya plajları genelde Kaleiçi’nden Düden Şelalesine giden yönde yer almakta. Yukarıda sayılanlar dışında bazı lokanta, kafe, otellerin de plajları bulunmakta. Ama bizim özellikle değineceğimiz plajlar Muratpaşa Belediyesi’nin işlettiği halka açık kayaplajları.

Bunlar kayalar üzerine kurulan ahşap platformlar üzerinde şezlong-şemsiye hizmeti veren, ayrıca yiyecek içecek servisi de bulunan plajlar.

Falez 2 Parkı’nın yanında bulunan mavi bayraklı Muratpaşa Erenkuş Pınarı Halk Plajı, 25 metre uzunluk, 20 metre genişliğe sahip bir kaya plajı.

Erdal İnönü Kent Parkı’ndan inilen mavi bayraklı Erdal İnönü Kent Parkı Plajı ise 18 metre uzunluğunda 7 metre genişliğinde.

Bu plajlar içinde asansörle inilip çıkılabilen tek kaya plajı olan mavi bayraklı İnciraltı Plajı ise Mehmet Manavoğlu Parkı içinde ve 25 metre genişliği ve uzunluğa sahip.

Daha sonra kıyı şeridi takip edildiğinde; 25 metre uzunluğa ve 7 metre genişliğe sahip Mobil ve 60 metre uzunluğa 30 metre genişliğe sahip mavi bayraklı Konserve Plajı gelmekte.

Daha ötede Ziya Gökalp Parkı içindeki Fener Plajı var. Bu kaya plajı henüz belediye tarafından düzenlenmiş ve servis sunulan bir yer değil, çevredekilerin gayretiyle oluşturulmuş bir plaj.

Muratpaşa Belediyesi tarafından işletilen bu kaya plajları, duş, tuvalet, soyunma kabinleri imkanları olan ve Muratpaşa Belediyesi ücret tarifesinin uygulandığı yerler. Giriş ve şezlong bu sezon için 10 lira… Her gün 08.00-20.00 saatleri arasında hizmet veriliyor. Sezon ise 15 Mayıs-30 Eylül olarak belirlenmiş.

Kaya plajlarında ve parklarda Belediye tarafından işletilen kafelerde kahvaltı dahil uygun fiyatlı ve çeşitli menü de cezbedici.

Antalya’nın en güzel zamanları olarak Mayıs-Haziran ve Eylül-Ekim denir. Denir de; o zaman Ocak-Şubat ‘Benim portakal çiçeği kokulu havalarımı görmezden mi geleceğiz’ demez mi? Ya da Temmuz-Ağustos ‘Güneşi en çok bu dönemde kemiğinizde hissedersiniz’ derse… Kasım-Aralık, ‘Kara kışa girmeye ne gerek, buyurun Antalya’ya gelin’ diye bir davet yollar elbette… Ve Nisan-Mayıs ’Doğanın uyanışı en güzel burada izlenir’ derse haksız mı sayılır…

O zaman bırakın sezonu, mevsimi; Ali Kocatepe’nin şarkısında dediği gibi Antalya’ya koşun… Kaya plajları olmazsa parkları olur; Antalya’nın her mevsim sunabileceği bir sürü güzellik var.

Kamboçya Gezi Rehberi: Haşmetli Tapınaklar, Hüzünlü İnsanlar

Kamboçya
Kamboçya son yıllarda Uzak Doğu’nun özel  ilgi gören, çok sayıda turist çeken ülkesi. Dünyanın en büyük ve en önemli tapınaklar bölgesi Angkor Wat ülkenin gurur kaynağıdır. Öyle ki dünyada  bayrağının üzerinde resim olan tek ülke olarak Kamboçya’nın   bayrağında  Angkor Wat resmi yer almaktadır. Ülke yeşil doğası, tapınakları, sarayları, müzeleri ve 11. yy’ların zengin imparatorluğundan kalanların, Fransız Koloniyel dönem eserlerinin yanı sıra, 1970’lerde yaşanan hüzünlü, iç acıtan katliamlar, acılı tarihi ile yüzleştiren çarpıcı bir ülke.

Niçin Kamboçya

    • Öncelikle dünyanın en büyük, ancak yıllarca gizli kalmış, doğa eli ile değişime uğramış dünya harikası Angkor Wat bir gezginin mutlaka görülecek yerleri arasında yer almakta. Görmeden olmaz.
    • Uzak Doğu’da son yılların en popüler ve en çok turist çeken iki ülkesi Tayland ve Vietnam’ın sınır komşusu, her iki ülkeden de ulaşım çok kolay
    • Ülke uzun yıllar iç savaş, siyasi istikrarsızlık ile yaşayıp içe kapandığı için henüz bozulmamış, vahşi kapitalizm tekdüze hale getirmemiş, fakir bir ülke, ulaşım, konaklama, yeme içme ucuz
    • Budist, yaşadıkları acılı travmalar nedeni ile hüzünlü bakışlı halk turiste saygılı ancak Myanmar, Vietnam gibi değil hırsızlığa dikkat, başımıza geldi
    • Uzak Doğu’ya ulaşmak için o kadar zaman ve ulaşım gideri yapılırken gerek kültür gerek tarih açısından mutlaka görülmeli
    • Mutfağı farklı tatlar sunuyor, zengin deniz ürünleri, tavuk ve vegetaryan yiyecek bulunuyor

Genel Bilgi

Kamboçya bir  Güney Doğu Asya ülkesidir. Kuzeybatı’da Tayland, kuzeydoğu’da Laos, doğuda Vietnam komşu ülkeler olarak yer almaktadır.

Yüzölçümü: 181.035 km2

Nufus: 14.8 milyon (2009)

Dil: Khmerce

Din: Halkın % 95’i Budist, %2 Hristiyan, % 2 Müslüman

Yönetim Şekli: Krallık- Üniter Parlamenter Monarşi

Para Birimi: Riel

Paranın Değeri: Ocak / 2016 yılında ülkede bulunduğumuz dönemdeki kur

1 $ = 4.000 Riel, 1 TL= 1300  Riel
Dolar  yaygın olarak kullanılmaktadır.

İklim: Ülkede iki mevsim bulunmaktadır. Kasım ve Nisan ayları arasında kuru sezon, gezmek için de en uygun zamandır. Mayıs ve Ekim ayları arasında yağışlı bir dönem görülmektedir. 

Kişi Başına Düşen Milli Gelir: 2.082 dolar, oldukça düşük bir rakam. Kamboçya ucuz bir ülke. Halkın gelir düzeyi düşük. Angkor Wat’ta gezerken bize şal satmaya çalışan bir kadın ile sohbetimizde eşinin işi ve aylık gelirini sordum. Eşinin Angkok Wat’ta bilet kontrol eden kişilerden olduğunu aylık 100 dolar kazandığını, kendisinin haftanın her günü hediyelik eşya satmak için çalıştığını ve ayda sadece 80 dolar kazanabildiğini anlattı. Eve giren sadece 180 dolar ile geçiniyorlar.

Kısa Tarihi

Ülke 10-13. yüzyıllar arasında zengin, askeri olarak çevredeki ülkeler içinde güçlü Khmer İmparatorluğu’nun bir parçası iken sonraki 400 yıl çevre ülkelerin baskısı altında karanlık bir dönem yaşanmış. 1863-1953 arasındaki yıllarda  da Fransız kolonisi olmuş.  1941-1945 yılları arasında   Japon işgali altında kalan ülke, 1953 yılında bağımsızlığını kazanmış. Bağımsızlık sonrası bir süre huzurlu ortam olan ülkede 1969-1973 yılları arasında ABD Vietnam Savaşı sırasında Vietnam’a destek verdikleri gerekçesi ile ülke topraklarına bombalar yağdırmış. Savaş sona ermiş bu kez de Kızıl Khmerlerin yönetimi altındaki  1975-1979 yılları arası trajik bir dönem yaşamış. Dış dünya ile  ülkenin bağlantısını koparan  Kızıl Khmerler liderleri Pol Pot yönetimi altında  ülkeyi tarım ülkesi yapmak için insanları zorla kırsal alanlara göçe zorlamış, eğitimli nüfusu özellikle entellektüel kişileri, bilim adamları ve sanatçıları ağır işkencelerle öldürmüşler. Sadece gözlük takmak bile katledilmek için bir neden sayılmış. Ülkede 3 milyonun üzerinde kişi katledilmiş. Kızıl Khmer’lerin iktidarı  1979 yılında Vietnam’ın Kamboçya’yı işgali ile son bulmuş. 10 yıllık bir Vietnam işgali yaşanmış ve 1998’den sonra ülkede siyasi istikrar sağlanabilmiş.

Ulaşım

Türkiye’den Kamboçya’ya direk uçuş bulunmamaktadır. Genelikle tur veya bireysel gezilerde Kamboçya tek başına rotaya alınan bir ülke olmaktan çok Tayland, Vietnam gezileri ile birlikte gezilen ülkeler arasında. Tayland ve Vietnam’dan birden çok havayolunun uygun fiyatlı uçuşları bulunabilir. Ayrıca iki ülkeden de karayolu ile ulaşım bulunmaktadır.

Biz Myanmar Yangon’dan Bangkok aktarmalı rahat bir yolculuk ile Kamboçya’nın Siem Reap şehrine ulaştık. Son derece küçük bir havaalanına indi uçağımız. Uçaktan inip yürüyerek havaalanının içine girdik. Uluslararası bir havaalanında bu durum gerçekten küçük bir yere geldiğimizi gösteriyordu.

Havaalanından şehre  ulaşım sağlayan araçları ayırtmak için bir büro ayrılmış. Taksi, tuk tuk, motor binmek istediğiniz araca göre farklı fiyatlar belirlenmiş. Biz tuk tuk kiralamak istedik. Şehrin her yerine tuk tuk 5 dolar idi. Havaalanında şehre ulaşımını sağlamak için gerekeceğini düşünerek dolar bozdurmuştuk ancak şaşırtıcı olan satıcılar, hizmet sağlayan yerel halk, restoranlar her yerde yerel para yerine fiyatlar ıdolar olarak belirliyorlar. Ulaşım araçlarının fiyatları da dolar olarak isteniyordu. 

Tuk tuk Uzakdoğu’da çok yaygın kullanılan bir ulaşım aracı. Bizin Uzak Doğu gezilerimiz sıcak ve yağmur olmayan bir mevsimde planlandığı için gezilerimizde favori aracımız tuk tuklar oluyor. Zaten Kamboçya’da çok yaygın, toplu ulaşım yok, her yere tuk tuk ile gidebiliyorsunuz. Havaalanında bile taksi yerine tuk tuk ile şehre adım atalım istedik. Fiyatı da çok uygun. İsterseniz 15-20 dolara bütün gün sizi gezdirecek bir tuk tuk kiralayabilirsiniz.

Bizi havaalanından alan tuk tuk şoförü ertesi gün Angkor Wat’ta  20 dolara tüm gün gezdirebileceğini söyledi. Kim ile pazarlık ile 15 dolara anlaştık.

Konaklama

Kaldığımız oteli agoda.com sitesinden ayırttık. Avrupa’da daha çok booking.com kullanıyoruz otel rezervasyonlarımızda, ancak Uzakdoğu’da agoda sitesinden daha uygun fiyat aldık. Gerçekten de en ucuz otelimiz Kamboçya’da idi. Siem Reap’ta üç gece için oda kahvaltı için 62 dolar ödedik. Otel 3 yıldızlı, temel standartları ile beklentilerimizi karşıladı.

İlginç olan bu bölgede dolaşırken tapınaklara girişte hep ayakkabılarımızı çıkartmıştık. Siem Reap’ta ise otelin dış kapısında ayakkabılarımızı çıkartıp otel içerisinde ve odamızda çıplak ayakla dolaştık. Bazı küçük dükkanların önünde de ayakkabılar gördük. Demek ki burada bazı otellere, dükkanlara ayakkabı ile girilmiyor.

Gezelim Görelim

Kamboçya programı da şüphesiz Angkor Wat ile başlayacaktır. Dolayısı ile ilk konaklama yerimiz Siem Reap olacaktı, Kamboçya’ya adım atan birçok gezgin gibi. 

Siem Reap aslında küçük bir kasaba imiş. Son yıllarda Angkor Wat’a tüm dünyadan bu müthiş tapınakları görmek üzere turist akımı başlamış. Böylece  birkaç yıl önce otel sıkıntısı da yaşanan şehirde otel ve restoran sayısında ciddi artış olmuş.

Angkor Wat Arkeolojik Alan

Ankhor Wat bir tapınaklar şehri. Siem Reap şehrine 5,5 km uzaklıkta. 12. yy’ın başlarında kral Suryavarman II. tarafından yapılmış. Krallığın güçlü döneminde başkent olan şehirde devasa Hindu ve Budist tapınaklar yer alıyor.  İmparatorluk çökünce terk edilmiş unutulmuş. Bu muazzam şehir orman içinde, ağaçların içinde kaybolup gitmiş. Ta ki 1860 yılında bir Fransız bilim adamı tarafından bulunana kadar yüzyıllarca kimse uğramamış bu bölgeye. Ülkede 1990’larda siyasi istikrarın sağlanması sonrası 1992 yılında Unesco Dünya Mirasları Listesi’ne alınması ile dünya üzerinde bu mirasın değeri anlaşılmış.

Asıl Angkor Wat’ın tüm dünyada tanınması Angelina Jolie’nin başrolünde oynadığı 2001 yapımı Tomb Rider’ın bu kutsal alanda çekimleri ile olmuş. Yıllarca içine kapanan Kamboçya ilk kez batılı bir filmin ülkelerinde çekilmesini izin vermiş. Filmdeki devasa tapınakların nefes kesen görüntülerinin Kamboçya’da çekildiğini öğrenenlerin ülkeye ilgileri artmış doğal olarak.

Angkor Wat dünyadaki en büyük dini yapıdır. Bu tapınaklar 12. yüzyılda inşa edilmeye başlanmış. Bölgede bir günde tüm tapınakları görebilmek mümkün değil. Angkor Wat!a sadece bizim gibi bir gün ayırılacak ise en ünlü tapınaklara öncelik vermek gerekiyor. En önemli tapınaklar Angkor Wat, Bayon, Ta Prom ve Angkor Thom.  Ayrıca  Angkor Wat Tapınağı en etkileyici tapınak.

Angkor Wat hakkında kısaca bilgilendiğimize göre birlikte gezmeye başlayabiliriz.

İkinci gün çok önemli bir gündü bizim için. Heyecan ile beklediğimiz Angkor Wat gezisi için hazırlandık. Sabah dokuzda tuk tuk şoförümüz bizi almaya geldi. Angkor Wat tapınaklarına giden  5 km’lik yol geniş, yeşillikler arasında, temiz ve düzenli. Ülkenin turizmde en önemli gelir kaynağı tarihi şehre çok özen gösterdiği belli. Yolda tuk tuk ile motorsikletle ve bisikletlerle o yöne giden çok sayıda turist vardı.

Angkor Wat’a girmek için şehrin hemen çıkışında bilet alınıyor. Bilet satış yerinde önce resminizi çekiyorlar ve hemen resimli giriş bileti hazırlıyorlar ve ileri de her tapınakta görevliler bu biletleri kontrol ediyorlar. Angkor Wat’ta çok sayıda tapınak var. Tüm tapınakları hakkı ile gezebilmek için birden çok gün ayırmak gerekiyor. O nedenle günlük, iki günlük, üç günlük veya haftalık biletler satılıyor.  Biz bir günlük bilet aldık, günlük bilet aldığınız saatten itibaren 24 saat geçerli,  bilete 20 dolar ödedik. (2020 fiyatlarına güncellersek 1 gün 37 $, 3 gün 62$, 7 gün 72$)

Kambocya Gezi Rehberi

Mutlaka görülmesi gereken tapınaklar listemizde yer alan Ta Prohm ilk uğradığımız tapınak. Bir yandan çok ilginç, diğer yandan ürkütücü. Kral Jayavarman VII tarafından  annesi adına yaptırılan, 600 odalı tapınağın duvarları, sütunları, taşları yüzlerce yıllık dev ağaçların kökleri, dalları ile sarıp sarmalanmış. Daha adım atar atmaz acaba bir film stüdyosunda mıyım duygusuna kapılıyor insan. Fotografçıların da uzun süre ayrılamayacakları bir tapınak.

Tomb Raider filminin çekildiği tapınak doğanın gücünü gösteriyor. 

Kambocya

İkinci tapınağımız Bayon, Angkor Wat’tan sonra en çok ilgi çeken tapınak. Bu haşmetli Budist tapınakta 49 kule var kulelerin çoğunda toplamda 216 gülen dev  yüz ifadeleri işlenmiş. Yüz ifadelerinin birbirine benzediği, araştırmacılara göre de kralın kendi yüzü olduğu belirtilmekte. Tapınağın içerisinde Buda heykelleri de yerleştirilmiş.

Nihayet bölgedeki en önemli tapınak Angkor Wat’a ulaştık. Bölgeye adını veren, dünyanın tek resimli bayrağı olan Kamboçya bayrağında resmi olan efsanevi tapınağa. Anghor Wat Tapınağı Kral Suryavarman (1131-1150 yılları arasında hüküm sürmüş) tarafından Tanrı Vişnu’ya adanmış bir Hindu tapınağı olarak yapılmış, ancak 13.yy’da Budist tapınağına dönüştürülmüş. Yapımı 30 yıl süren tapınak dünyanın en ünlü ve en güzel tapınakları arasında sayılmaktadır.

Kambocya

Tapınağın önünde bir hendek bulunmakta, hendeğin kenarından  duvarlarla çevrilmiş tapınağın tam merkezinde bir kule, bu kulenin dört yanına yerleştirilmiş dört ayrı kule yer almaktadır. Tapınağın her yerinde, duvarlarda, galerilerde Hint mitolojinden öyküler yansıtan taş heykeller bulunmaktadır. 

Kambocya

Tapınakta Buda heykelinin önünde ibadet eden çocuklar, monklar renkli görüntüler arasında tapınağın her köşesinde, kulelerinde, galerilerinde adım adım hayranlıkla dolaştık.

Angkor Wat’ın önünde gün batımı ve gün doğumunu izlemek için her gün yüzlerce kişi toplanıyor. Bu doğa olayını bu antik kentte yaşamak eşsiz bir deneyim olmalı. Biz gün doğumuna yetişip bu şansı yakalayamadık. Ancak gün batımı için böyle bir fırsatımız vardı. Burada güneş batımını seyredeceğimizi düşünürken, Şoförümüz Kim bizi güneş batışı için özel bir tapınağa götürmek istediğini açıkladı. Tabii ki Kim daha iyi bilir.  

Phnom Bakheng Tapınağı, Anghor Wat şehrinde güneş batışının en güzel izlendiği tapınak imiş.

Bu tapınağa ulaşmak için Kim bizi belirli bir yere kadar götürüp bir toprak yol ayırımında tuk tuktan indirdi. Bu yoldan tepeye çıkacaksınız dedi. Yukarıya doğru çok sayıda turist yürüyordu biz de katıldık tırmanan gruba. İki kilometreye yakın yürüdük ve tapınağı gördük. Tapınağın önünde uzun bir kuyruk vardı. Tapınağa bir anda ancak 300 kişinin çıkmasına izin veriliyordu. Ancak yukarıdan birileri inerse yeni kişilerin yukarıya çıkmasına izin veriyorlardı.

Şans mı şansızlık mı bilemem, eğer hava açık ve güneşin batışı güzel izlenecek olsa geç kalmıştık ve tapınağa çıkma şansımız olmayacaktı. Hava hafif bulutlu olduğu için tapınağa çıkanların bir kısmı aşağıya iniyordu, böylece inenlerin yerine bekleyenleri yukarıya çıkabiliyorlardı. Havanın puslu olması şanssızlığımız idi, şansımız ise o kadar yol yürüyüp puslu bir havada da olsa tapınağın üstüne çıkanlar  arasına katılabilmemiz oldu.

Tonla Sap Gölü (Büyük Göl) ve Yüzen Köyler

Siem Reap’ta görülecek yerler arasında ikinci sıraya Tonla Sap Gölü’nü alabiliriz.

Güneydoğu Asya ve Kamboçya’nın en büyük nehri Mekong Nehri Çin’de doğuyor, Myanmar, Laos, Tayland topraklarından geçerek, Vietnam’da Güney Çin Denizi’ne dökülüyor. Kamboçya sınırları içinde Tonla Sap ve Basaka Nehri ile birleşiyor.

Tonla Sap Gölü 120 km uzunluğundaki Tonla Sap Nehri ile Mekong Nehri’ne bağlanıyor. Tonla Sap Gölü Güney Doğu Asya’nın en büyük gölü. Kamboçya’nın orta kesiminde bulunan göl kuru sezonda sığ 1 metre derinliğinde. Ancak havalar ısınıp Himalayalar’ın karlarının erimesi ve yağmurlu mevsimle birlikte  Mekong Nehri’nin suları artmakta. Mekong Nehri fazla sularını Tonla Sap Gölü’ne boşaltıyor. Bu dönemde gölün derinliği de artıyor. Suyunun arttığı 6 aylık dönem gölde yaşayan canlı çeşitlerinin arttığı, beslendiği, ürediği dönemdir.

1997 yılında UNESCO Dünya Biyosfer Reserv alanı olarak korumaya alınan, zengin ekosisteme sahip  göl, 200 den fazla balık çeşidi, karides, deniz bitkilerine ev sahipliği yaptığı gibi üzerinde köyleri de barındırmakta, beslemektedir. Temel geçim kaynaklarını gölden sağlayan, Tonla Sap Göl’ü üzerindeki köyler de Kamboçya gezisinde görülmeye değer yerler arasında. Siem Reap’a en yakın Chong Khneas Yüzen Köyü de göl üzerindeki üzerindeki evleri, okulları, dükkanları ile turistler tarafından ilgi gören yerler arasındadır.

Yüzen Köy Siem Reab’a 15 km uzaklıkta. Köye taksi ile ulaşıp köyde tekne ile köyün göl üzerindeki bölümleri gezilebilir. Daha pratik yolu ise  Siem Reap’tan tur alarak hem köye ulaşım, tekne turu alınabilir. (30-35 $)

Göle gelip tekneyle yüzen köye doğru yola çıkıyoruz. Yüzen okul, yüzen polis karakolu, yüzen market, yüzen tapınak, yüzen evler, yüzen benzin istasyonu ilgi çekici. Bu arada turist teknelerinin civarı köy halkının tekneleri ile çevreleniyor. Bölgenin en fakir insanlarının yaşadığı köy halkı için turistlere bir şeyler satmak ve bahşiş almak önemli bir gelir kaynağı sayılıyor. Bu arada teknemize yaklaşan başka bir tekneden 5-6 yaşlarında boynunda yılan dolalı bir erkek çocuğu bizim tekneye atlayıp gösteri yapıp para kazanmak istiyor. Her an devrilecekmiş izlenimini veren kadınların kullandığı motorlu küçük kayıklar ve içlerinde küçük çocuklar. 

Dönüşte Pot’un ölüm tarlalarından birine uğruyoruz.  Bu acılı dönemde yaşanan kayıpların anısına yapılan anıtlar ve kafatasları ülke tarihindeki gerçeği gözler önüne seriyor. İnsanların gözlerinde ışığın söndüğü dönem Pot dönemi…Aradan  yıllar geçmesine rağmen bu ülkede insanların bakışı hala donuk. Ağır travma yaşayan, acılı günler geçiren belli yaş grubunun yaşadıklarını atlatmalarının kolay olamayacağı gözlerden okunuyor.

Kambocya

 Apsara Dans
Kambocya

Siem Reap’ta yapılacak şeylerden birisi Kamboçya’ya özgü Apsara Dansı izlemek. 

Geleneksel Apsara dansının tarihi 7.yy’a kadar uzanmakta. Dans Hindu ve Budist mistik öykülere dayanmakta. Güzelliği ile dikkat çeken kadınların zarif, yumuşak el hareketleri ile aşk, neşe, hüzün, mutluluk ifade ediliyor. Apsaranın dansçıları uzun yıllar süren yoğun bir eğitim almaktadır. Daha fazla anlatmayayım Siem Reap’a gidenlerin bu dansı izleyip, hipnotize olacaklarına eminim.

Biz Siem Reap’ta ilk akşam izlemek istedik bu dansı. Otel görevlisi reservasyonumuzu yaptırdı ve tuk tuk çağırdı. Güzel, büyük, açık büfe yemeklerin olduğu güzel bir restorana girdik. Yemek ve dans gösterisi için kişi başına 10 dolar ödedik. 

En az 400 kişilik restoranda nerede ise tüm masalar turistler ile dolu idi. Uzak Doğu’da açık büfede tüm bölge yemeklerini görmek ve seçmek hoşumuza gitti. Saat 18.30 da yemek başlamıştı. Tam iki saat sonra Kamboçya’ya özgü geleneksel Apsara  dansı başladı. Maymun rolündeki bir erkek dışındaki tüm dansçılar genç kızlardan oluşuyordu. Kızlar parlak kıyafetleri ve kafalarına taktıkları ilginç başlıkları ile  zarif el ve ayak hareketleri ile yerel dans gösterilerini yaptılar.

Siem Şehir Merkezi

Biraz da yönümüzü şehir merkezine çevirelim. Yukarıda da yazdığım gibi şehir sanki Angkor Wat’a gelenlerin konakladığı, yediği içtiği bir yer olarak algılanıyor. Tüm oteller, restoranlar, tuk tuklar bu amaçla düzenlenmiş. Aslında böyle düşünmeyip biraz şehir içinde ara sokaklarda dolaşmak keyifli olabilir. Kamboçya uzun yıllar Fransız kolonisi olduğu için geniş yollara sahip ve bazı bölgelerde o dönemden kalma güzel, büyük evler vardı. Ayrıca Kamboçya çok yeşil bir ülke. Şehirden geçen nehir de ayrı güzellikte doğal manzaralar oluşturuyor.

Kambocya

Gece Pazarı

Siem Reap’ta gece pazarı çok ünlü. Pazar geniş bir alana yayılmış, Kamboçya’ya özgü ürünler satılıyor.

Pazarın çevresinde de çok sayıda restoran, bar ve sokakta yemek için yerler var. Bölge akşam çok canlı, her ülkeden Angkor Wat’ı görmeye gelen turistler bu bölgede geziyor. Gerek akşam yemekleri ve kafe barda birşeyler içmek için de gidilecek yer bu bölge.

Hatta gün sonunda açık havada gece masajı yaptıranları da görmek mümkün.

Phnom Penh

Kamboçya’da ikinci ve son durağımız Phnom Penh olacaktı. Phnom Penh Kamboçya’nın başkenti büyük bir şehir. Bu şehre gitmeyi tercih edenler öncelikle Khmer gerillaların halkı katlettiği ölüm tarlalarını gezmek istiyorlar. Biz Kamboçya acılı tarihindeki vahşeti yüzümüze vuracak bu ölüm tarlaları, işkence alanlarını görmek istemediğimizi biliyorduk. Phnom Penh’e den Vietnam’a otobüsle gidebilmek için buraya gitmeye karar vermiştik. Ayrıca Kamboçya’nın başkentini de görmüş olacaktık.

Siem Reap’ta üç gecelik gezi sonrası, ertesi sabah Phnom Penh’e otobüs ile yola çıktık. Büyük otobüslerin olduğu gibi daha küçük minibüsler ile de gitmek mümkündü. Küçüklerin daha rahat ve hızlı gideceğini söyledikleri için daha pahalı olmasına rağmen biz de minibüs tercih ettik. Son derece rahat bir yolculuk yaptık, gündüz yolcuğu olduğu için kırsal bölgeleri de yakından görmüş olduk.

Kamboçya’nın başkenti Phnom Pehn 1953 yılında ülke bağımsızlığını kazandıktan sonra hızla gelişmiş ve nüfusu artmış. Ancak Kızıl Khmerlerin ülkeyi yönettiği yıllarda bu şehirde yaşayan çok sayıda entellektüel ve eğitimli nüfus katledilmiş veya şehir dışına çıkartılmıştır. Şehrin nüfusu 1970’lerde 500.000 iken, bu dönemde nüfus 50.000 kişiye düşmüştür. Başkent parti üyeleri, işçiler ve askerlerden oluşan bir nüfusa sahip olmuş. 1980’li yıllarda caddelerde arabadan daha çok inekler dolaşıyormuş. 1990’lardan sonra ülkede başlayan yeniden yapılanma çabaları ile şehir de gelişmeye başlamış. Şehrin yolları, yapıları, parkları yeniden düzenlenmiş. Şu anda şehir kalabalık, canlı, hareketli, nehir kenarı çok sayıda restoran, kafe ve barlar ile bir çekim merkezi oluşturmuş..

Phnom Penh’de Özgürlük Anıtı. Fransa’ya karşı özgürlüklerini kazandıktan sonra yapılmış.bir anıt.

Kambocya

Kral Sarayı;  Nehir kenarında olan Sarayın çatısı  klasik Khmer stilinde olmasına rağmen,  Bangkok’taki Büyük Saraya benzerlik göstermektedir. Kamboçya Kralı Kral Sihamoni’nin resmi ikametgahıdır.

Kambocya

Sarayın büyük bir bölümü ziyaretçilere kapalı. Ziyaretçiler güzel düzenlenmiş bahçesinde dolaşabilmekte, taht odasını içeriye girmeden kapıdan ve pencerelerden görebiliyor, bazı küçük binaların içerisine girebiliyor. Saraya bitişik olan Gümüş Pagoda ziyarete açıktır. Gümüş Pagodanın yerleri tamamen gümüşle kaplı. Zeminde 5000 adet, her birisi bir kg gelen parçalarla yani toplam 5 ton  gümüş ile kaplanmış. Ancak şu anda zeminin çoğu koruma amacı halılar ile kapatılmış durumda. Gümüş zemin girişte bazı bölümlerde görülebiliyor.

Kambocya

Ulusal Müze Kral Sarayının kuzeyinde yer almaktadır. Binanın yapısı klasik Khmer dizaynında, çok güzel düzenlenmiş bir bahçesi var. Müze içerisinde en güzel Khemer Heykelleri kolleksiyonu vardır.

Phnom Pehn’de görülmesi gereken bir diğer müze Toul Sleng Müzesi, burası bir lise iken 1975 yılında Kızıl Khemerler tarafından hapishaneye dönüştürülmüş ve Security Prison 21,(S21) olarak adlandırılmış. Bu hapistanede 1975-1978 yılları arasında 17.000 kişi tutulmuş. Buradan sonra bu kişilerin götürüldüğü yer de ölüm tarlaları olmuş. Bu hapishane şu anda müzeye dönüştürülmüş.

Ölüm Tarlaları: Kızıl Khmerlerin insanları katlettikleri yer ölüm tarlaları da bugün görülecek yerler arasında yer almaktadır. Gezimizi planlarken bu iki yeri de program dışı tuttuk.

Phnom Penh’de başlıca görülecek yerleri kısaca sıraladım. Ancak bu şehirde bizim asıl maceramız bambaşka, keyifsiz bir olay yaşadık. 

Şimdi hikayemize geçelim. Phnom Penh’de ilk gün otelimize ulaşınca çok sevindik. Çünkü otelimiz Kralın Sarayını bakıyordu. Aman ne stratejik yerdeyiz diye sevindik. Hemen otelin karşısında yer alan Saray ve müze gezisini ertesi güne bırakıp ünlü Mekong Nehri kıyısında dolaşmak istedik. Nehir kıyısındaki cadde çok hareketli idi. Güzel bir restorana oturmadan   önce,  iki gün sonrası için Vietnam Hoi Chi Ming şehrine otobüs biletimizi aldık benim çantama biletleri koyduk. Ülkeden ülkeye geçiyoruz ve kaliteli otobüse ödediğimiz rakam sadece 12 dolar oldu. Ben de hayatımda ilk kez iki ülke sınırını karayolu ile geçme deneyimi yaşayacaktım bir gezgin olarak.Şehrin hareketi, canlılığı, ertesi gün   saray gezisi bir sonraki gün yeni ülke Vietnam hayalleri ile güzel bir yürüyüş yaptık.

Kambocya

Sonra beğendiğimiz bir restoranın ikinci katında nehre karşı gezimizin ve  gecenin keyfini çıkarttık. O arada Esin Kamboçya’da hırsızlığın çok  olduğunu dikkatli olmamız gerektiğini hatırlattı. Saat dokuzda restorandan kalktık, otelimiz restorana 10 dakika yürüme mesafesinde idi. Nehir kenarındaki cadde motorsikletler, tuk tuklar, yürüyen insanlarla doluydu.

Keyifle yürürken Esin’in çantam, çantam, çaldılar diye çığlığını duydum. Ve gezi bittiiiiiii.    Bundan sonraki bölümü

Gezginin Çantası Çalınırsa yazımızda  okuyabilirsiniz.

Yeme İçme

Uzakdoğu gezimizin üçüncü durağında artık bölge mutfağına alışmıştık. Ülkelerin  değişik mutfak lezzetlerini mutlaka deniyorduk. Tayland’da daha çok sokak yemeklerini tatmıştık, ancak Myanmar’da ağırlıklı olarak restoranları tercih etmiştik.

Kamboçya’da otellerde kahvaltıda önce değişik kahvaltı türlerine göre menü getiriyorlar. Kahvaltı türü ve içeceğinizi seçiyorsunuz. Turistik bir ülke olduğundan tercihlere göre farklı kahvaltılar hazırlıyorlar.

Kamboçya

Kamboçya’da ilk ulaştığımız şehir Siem Reap’da ilk gün çok zengin çeşitli yemekler tattık. Hem de açık büfe her yemeği yakından görerek doldurduk tabaklarımıza her çeşidinden.  Ayrıca karnımızın dışında gözümüz de doymuştu. İlk gün Apsala dansı da izleyebileceğimiz bir restorana gittik. Restoran sınırsız yemek ve dans gösterisi hepsi kişi başı sadece 10  dolar.

Türkiye’deki otellerdeki Türk geceleri gibi, kocaman bir restoran en az 400 kişilik, saat 18.30 da kapılar açılıyor yemek başlıyor, açık büfe olarak çok çeşitli yemekler vardı. Bizim için çok keyifli oldu çok çeşit yemeği bir arada gördük. Restoranlarda sadece resimlerini görebiliyorduk. Tabaklarımızı doldurduk. Ortam temiz ve yemekler de lezzetliydi. Yemek başladıktan iki saat sonra Apsala dansı başladı. Temiz bir ortamda zengin, çeşitli yemek lezzeti üzerine, geleneksel danslarını izlemek her anlamda güzeldi.

Öncelikle Kamboçya’nın ünlü yemeğini tanıyalım. Kmer yemeği Amok, limon otu ve hindistan cevizinin temel malzeme olarak kullanılan türlü gibi yemek; deniz ürünlüsü, tavuklusu, dana etlisi, vejeteryanı, sizin tercihiniz. Biz tercihimizi deniz ürünlüsünden yana kullandık, hem besleyici hem lezzetli, denemeniz önerilir. Normalde tabakta sunuluyor ancak bize sunulan muz yaprakları içinde değişik idi. Yine Uzak Doğu mutfağı özelliği yemeklerin yanında pirinç lapası.

Siem Reap’te gece pazarı geniş bir alanı kaplıyor ve çevresi çok hareketli. Restoranlar,  barlar, sokak lokantalaı, sokak tezgahları pazarın çevresinde yer alıyor. Biz iki gece yemeğimizi bu civarda yedik.

Kızlar deniz ürünleri satıyorlar. Restorana girmeden yemeğiniz seçiyorsunuz. Otururken pişirmeye başlanıyor.

Bunun dışında sokaklarda tezgahlarda her tür yiyecek bulabilirsiniz.

Alışveriş

Ülkede en önemli sektör tekstil olduğundan bazı ünlü markaların tekstil ürünlerini uygun fiyata bulabilirsiniz. Bunun yanı sıra meraklısına bazı değerli taşlara ve bunlardan üretilen mücevherlere kayıtsız kalmamalarını önerebilirim.

Son Söz

Kamboçya 20 yy’da çok acılı günler geçirmiş. Bir sömürge ülkesi olmak yerine bağımsızlığını kazanmış bir ülke olmanın kıvancı ve huzurunu yaşayamamış bir toplum. Üstelik kendi ülke vatandaşlarının yönetimi altında halkın katledilmesi, işkenceler yaşaması ile bugün sokakta çok sayıda engelli insan bulunmakta. İnsanlar bu katliamdan fiziki zarar görmemiş bile olsa gözlerinde yaşadıklarının hüznü görülüyor. Fakir ve hüzünlü kişiler yine de turistlere saygılı.

Öncelikle dünyanın en ünlü tapınaklar şehri Angkor Wat’ı gezmeli, yeşil ancak hüzünlü toprakları görmeli diyorum başka da bir şey demiyorum.

Bolivya Gezi Rehberi: Melon Şapkalılar Diyarı

Bolivya, dünyanın en yüksek rakımlı başkentine sahip, denize kıyısı olmayan bir ülke. Orta ve Güney Amerika halklarının bağımsızlık mücadelesi öncüsü Simon Bolivar’ın memleketi. 10 milyon civarında nüfusu olan bu ülke Güney Amerika’nın en yoksul ülkeleri arasında. Kişi başı gelir 3.500 Amerikan Doları civarında. Tropikal iklim bölgesinin girişinde yer alan Bolivya’da yüksek yaylalar soğuk; alçak bölgeler bunaltıcı sıcak. Nüfusun çoğu 4000-4500 metre yükseklikteki Antiplano Platosu’nda yaşıyor. Burası rüzgarın ve yağışın az olduğu bir bölge. Ülkenin kuzey doğusu tropikal yağış ormanları ile kaplı. Maden yatakları açısından çok zengin bir ülke.

Nüfusun % 15’i beyaz. Halkın % 60’ı kırsal alanlarda yaşıyor. Başşehri Sucre, fakat Bakanlar Kurulu La Paz’da ve ülke buradan yönetiliyor. Bolivya denince akla 9 Ekim 1967’de burada öldürülen Che geliyor. Adı hala duvarlarda yazılı. Güney Amerika ülkelerinin çoğunda olduğu gibi yönetim sosyalist. Buralar Anti-Amerikancı. Mc Donald‘ın iflas ettiği ülke. Halk yabancı tatları sevmiyor ve karşı. Devlet Başkanı Eva Morales ulusallaştırma yönünde bir politika izliyor.

Bolivya‘ya, Peru’dan kara yolu ile geldik; gümrükte bekliyoruz. Bana Arjantin’den Şili’ye girdiğimiz gümrüğü hatırlattı. Pasaportta en ufak bir sıyrığı olana zorluk çıkartıyorlar. Ülke genelinde otobüs şoförlerinin grevi var. Gümrük işlemlerinden sonra kırlık bir alandan yürüyerek 20-25 kişilik bir tekneye binip, Titicaca Gölü’nden Copacabana’ya gidiyoruz.

Peru ve Bolivya arasındaki Titicaca Gölü’nden Peru Gezi Rehberi yazısında bahsetmiştik.

Copacabana, Titicaca Gölü kıyısında turistik bir Bolivya kasabası. 3841 metre yükseklikteki, 10 bini geçmeyen nüfusu ile şirin bir kasaba. Buranın önemi Kutsal Güneş ve Ay Adaları’na tekneyle gidiş noktası olması. Kasabaya gelir gelmez otele eşyalarımızı bırakıyor, tekneye atlıyor, gölde bir gezintiye çıkıyoruz.

İki saat sonra Isla del Sol (Güneş Adası)’dayız. Mazot kokulu tekneler pek konforlu değil. İnka Mitolojisinde Güneş Tanrısı Inti tarafından büyütülen İnka kralı Manco Capac‘ın bu gölden doğduğuna inanılıyor. Güneş Adası 14,3 kilometrekarelik büyüklüğü ile gölün en büyük adası. Yapılaşma fazla değil. Yaşayanlar çoğunlukla Keçua ve Aymaralar.

Burada çok lezzetli bir öğle yemeği yiyoruz; çuval gibi bir kumaş parçası içinde sunulan mısır ve patates çeşitleri inanılmaz lezzetli!

Birkaç da arkeolojik alan var; bunları görmek için merdivenleri tırmanıyor, iniyoruz.

Eskiden gölde kullanılan, sazdan yapma Titicaca kayıklarını gösteriyorlar; tabii bunlar bugün kullanılmıyor. Dönüşte yine kutsal bir ada olan Isla del Luna (Ay Adası)’yı görüyoruz. Bu adaları mutlak görmek gerekir mi? Bana göre görülecek pek bir şey yok.

Akşam acı sosların bol olduğu, çok güzel bir yemek yiyoruz, altı kişilik grubumuz çok eğlenceli; çok gülüyoruz ve yemek sonrası otele giderken ayağım burkuluyor; kırıldığını düşünüyorum. Otelde sabaha kadar buz koyuyorum. Sabah ayak şiş! Bir ayağıma oğlumun 43 numara ayakkabısını, diğer ayağıma kendiminkini giyiyorum. Copacabana’dan ayrılıp Tiwanaku‘ya gidiyoruz. Yolu kısaltmak için Titicaca Gölü’ne burun yapmış, iki kara parçası arasında arabalar sal ile taşınıyor.

San Pedro de Tiquina’da insanlar arabadan iniyor, arabalar sala biniyor; insanlar ayrı, arabalar ayrı San Pablo’de Tiquina’ya geçiyor. Yollarda bol bol fotoğraf çekiyorum.

Tiwanaku Aymara dilinde “merkezdeki taş” demek. Pre-İnka kültürüne ait harabelerin olduğu bir arkeolojik alan. Yüzey kalıntıları 4 kilometrekarelik bir alanı kaplıyor. 2000 yılından beri UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesinde. Bu tarihi şehirin M.Ö 1500-M.S 1200 yılları arası Titikaka çevresinin dini ve yönetimsel merkezi olduğu düşünülse de, karbon çalışmaları tarih konusunu tartışmalı hale getirdi.Buradaki en dikkat çekici yapı çapraz bir piramit (Akapana). Ayrıca megalitik bloklarla kaplı dikdörtgen teraslı bir toprak höyük olan Pumapunku da görülmeye değer. Bu arkeolojik alanı ağ geçitleri, höyükleri ile amatör gözüyle gezmek için bir saat yeterli. Burası La Paz‘a 70 km.

El Alto’ya doğru ilerliyoruz. El Alto eskiden La Paz’ın banliyösü iken şimdi ayrı bir şehir kabul ediliyor. Yolda binaların çoğunun kerpiç olduğunu görüyoruz. Demokrasiye 1982’li yıllarda geçmişler. 1992-1993 yıllarında özelleştirme başlamış. 2005 yılında Aymara kökenli sosyalist cumhurbaşkanı seçimleri kazanınca 2006’da özelleştirmeye son verilmiş. Özelleştirilen işletmelerin % 85 i devletin, % 15 özel sektörün gibi. El Alto’da ne bir otel, ne bir seyahat acentesi var. Yıllık hava sıcaklığı ortalaması 10 derece dolayında. La Paz Havaalanı El Alto’da. 4061 metre ile dünyanın en yüksek uluslararası havalimanı. Uçağın kapıları açıldığında yolcular basınçtaki düşüşün hemen farkına varabiliyorlar. La Paz’ın girişinde duruyor ve fotoğraf çekiyoruz. Evlerin çoğunun sıvaları yok. Tuğlalı bırakılmış. Şehirde dünyanın her tarafında olduğu gibi insanlar varlıklarına göre belli semtlerde oturuyorlar. Düşük gelirliler de çevre tepelerdeki derme çatma tuğlalı evlerde yaşıyor. Bu yüzden buraya kırmızı şehir de deniyor.

La Paz 900 bin civarında nüfuslu bir şehir ama bugün banliyösü sayılan Viacha ve El Alto ile birlikte nüfusu 2,5 milyona yaklaşıyor. Denizden 3650 metre yükseklikte. Antiplano’nun yüksek dağlarla çevrili bir çöküntüsünde kurulmuş. Gerçi asıl başkent Sucre; ama pratikte burası…

Yazlar yağışlı, kışlar kurak, yani subtropikal yayla iklimi var. La Paz‘da su 88 santigrat derecede kaynıyor. FİFA 2500 metreden daha yüksek stadyumlarda resmi maç düzenlenmesini yasaklamasına rağmen La Paz bu düzenlemenin dışında. 1548’de İspanyollar tarafından kurulan şehirde koloniyel mimariden çok apartmanlar, yeni yapılar var. Restorasyonu pahalı olduğu için çoğu eski yapı metruk veya yıkılıp apartman yapılıyor.

Biz La Paz’da uluslararası banka ve firmaların, diplomatik kuruluşların olduğu San Jorge bölgesinde bulunan Ritz Otel’de kalacağız.

La Paz’da önce Ay Vadisi’ne gidiyoruz. Şehir merkezine 10 kilometre. Killi bir topraktan oluşan dağı erozyon bizim Kapadokya’mız haline getirmiş.

Ay Vadisi’nden ayrılıyor, semtin şık bir mahallesindeki özel bir polikliniğe gidiyorum. Ayağım kırık mı? Öğrenme vakti geldi. Bizim standart polikliniklerimize benziyor. Önce genç bir doktor filme yönlendiriyor. Sonra yaşlı bir ortopedist değerlendiriyor. Bir bandaj uyguluyorlar. Kırık yok diyorlar (ama gelince aynı filmde kardeşim 5. metetars kırığını görüyor). Ortopedist, doktor olduğumu öğrenince benim danışmanlık ücretimi yazmayın diyor. 60-70 Dolar civarında bir ücret ödeyerek klinikten ayrılıyoruz.

La Paz sokaklarına dönüyoruz. La Paz karışık mimarili bir şehir; bazı bölgelerde uzun köprüler iki semti birbirine bağlıyor.

San Francisco Kilisesi, Metropolitan Katedrali, Plaza Murillo, Cadılar Çarşısı ve buralarda yaşayan halkı ile görülmeye değer ilginç bir yerleşim.

Biraz da insan manzaraları…

Güzel bir akşam yemeği yerken, aldığımız tatsız bir haber moralimi bozuyor. Yarın Bolivya’nın Cobija sınır kapısından Brezilya’ya geçme planımız var. Brezilya Türkiye’den gelenlerden sarı humma aşısı istemiyor. Ama Bolivya’dan sarı humma aşısız insan kabul etmiyor. Sakat bir ayak, tehlikeli bir hastalıkla yüz yüze kalma, zar zor doğurulmuş bir evlat… Geriye dönmek istiyorum; ama Lima ulaşımım çok zor. Türkiye için en yakın uçuş noktası olarak da Lima var. Kendimi kapana kısılmış gibi hissediyorum. Parayla sahte bir sarı humma aşı belgesi alınıyor, kontrolün az, hatta hiç olmadığı gümrük kapıları araştırılıyor. 6 kişilik gurubumuzda sarı hummadan korkan 2 doktoruz. Ritz Otel’in penceresinden La Paz gecesini izlerken huzursuzum.

O gece Ritz’den sabaha karşı ayrılıyor, El Alto Havalimanı’ndan Cobija yerine Bolivya’nın ortasındaki Trinidad’a uçuyoruz. Uçak 20 kişilik dolmuş uçaklardan. Uçakta W.C yok, hostes yok. Uçağa girerken bir kasa su koymuşlar; isteyen alıyor. Uçakta 8 sıra var. Trinidad’a varınca kısa bir bekleyişten sonra yine aynı tip bir uçakla Bolivya’nın kuzeyinde bir sınır kasabası olan Guayaramerin’e uçuyoruz.

Altta uçsuz bucaksız Amazon Ormanları ve kıvrılarak uzanan Amazon Nehri; ıslak havzalar…

Guayaramerin Havaalanı şaşkınlık yaratıyor. Havaalanı gibi değil burası. Amazon Nehri’nin kıyısındaki bu küçük Bolivya kasabasının karşı tarafı Brezilya…

Uçaktan inince hemen taksiye atlıyoruz. Kasabada bir sokakta duruyoruz. Burası gümrükten çıkış işlemlerini yapacağımız devlet dairesi imiş. Burada pasaportlarımızı damgalatıyoruz; geri taksilere binip, küçük teknelerin bulunduğu kıyıya geliyoruz. Tekneler dolunca hareket ediyor. Valizlerimizi sürükleyerek basamaklardan aşağı indiriyor ve teknelere yerleşiyoruz. Melon Şapkalı İnsanların Ülkesi Bolivya’ya “allahaısmarladık” diyoruz.

Avignon Gezi Notları: Kısa Kısa – Görülecek En Özel 10 Yer

avignon

Avignon belki bir gezginin gidilecek yerler listesinin en başında yer alan bir şehir değil ama gidildiğinde de ‘iyi ki gelmişim’ dedirten bir yer. Avignon’u bugün hala çok önemli bir merkez yapan ise 14 yüzyılda Papalığın buraları mesken tutması. Avignon küçük ama her noktasında ilginiz çekecek bir şeyler var; o nedenle hakkında sayfalar dolusu yazılabilir (ki ben de öyle yaptım) ama genelde buraya ayrılan zaman günü birlik gezilerle sınırlı oluyor. Onun için size, kısa bir gezide öncelik vermeniz gereken yerleri sıraladım. İşte rüzgar hızında bir Avignon turu… Detaylı gezi rehberimiz Avignon Gezi Rehberi; Orta Çağ’ın Görkemi

1.Palais des Papes   

Avignon

Burası sizin Avignon’da bulunma nedeniniz aslında. 14 yüzyılda esmiş kavurmuş dini ve siyasi merkez olan bu görkemli kale-saray sizi zaman içinde yolculuğa çıkaracak. Papalar Roma’ya dönerken buranın içi de boşalmış, yangınlar, yağmalar bu durumu hızlandırmış ama geriye kalanlar bile ortaçağın görkemini bugüne yansıtmakta.

2. Notre Dame des Domes 

AvignonPapalık Sarayının hemen yanında yükselen bu muhteşem kilise, bugünkü Romanesk-Gotik havasına 1160’larda kavuşmuş. Kilisenin bir kuleyle yükselip en tepede altın yaldızlı Meryem heykeliyle göklere ulaşması insanı büyülüyor. Dışı ne kadar görkemliyse içi o kadar sade; Avignon’un mutlakalar listesinde elbette…

3.Petit Palais

AvignonPapalık Sarayı’nın yanında yer alan ve piskoposluk sarayı olarak kullanılan yapı bugün muhteşem bir sanat müzesine ev sahipliği yapmakta. Rönesans döneminin hem yapıya hem içindeki eserlere yansıdığı bu müze, mutlaka zaman ayırmanız gereken yerlerden.

4. Pont St.Benezet

AvignonRhone Nehri’nin üzerinde yarım bırakılmış gibi duran bu köprü, şehrin önemli simgelerinden. Size anlatacağı bir sürü masalı var ama o masalları susturup doğanın muhteşem ahengine eşlik eden ünlü Avignon rüzgarlarına kulak vermeniz için bile gelmeye değer. Köprü üzerindeki Gotik şapeller o masalların bir parçası.

5.Remparts 

AvignonEski şehri sarmalayan bir sevimli surlar, zamanında düşmanları korkutmuş mu bilinmez ama bugün şehre harika bir hava katmakta. Geziniz boyunca mutlaka yolunuza çıkacak olan bu surlar ve üzerindeki girişler, sanki Orta Çağ’dan bugüne bir geçit açmakta.

6. Place de L’Horloge

Avignon

Avignon’un kalbi konumundaki bu meydan belediye binası Hotel Ville,Opera binası gibi muhteşem yapılara ev sahipliği yapmakta, bir yandan da şehrin ahalisini ve konukları kucaklamakta. Gezi, alış veriş, yeme içme, eğlence, dinlenme; hepsi burada… Buradan kaçamazsınız.

7. Eglise Saint Pierre

Avignon1358’de yapılan bu muhteşem gotik kilisenin her yeri ayrı bir ilgiyi hak ediyor. Taş işçiliği, sunak süslemeleri, ceviz kapıları; hepsi büyüleyici. Yolunuzu düşürün mutlaka.

8. Musee Calvet 

AvignonPetit Palais kadar zengin olmasa da bu müze de, hem dönemin üst sınıf ailesinin yaşamına tanık olan havasıyla, hem içindeki sanat eserleriyle gezinizi uzatıp uğramaya değer. Stendhal bile buraya hayran kalmış; siz de buradaki eserlere hayran kalıp bir Stendhal Sendromu yaşayabilirsiniz, haberiniz olsun.

9. Musee Angladon

AvignonBir arkeoloji müzesi olan Musee Angladon, biraz oradan biraz buradan diyerek Mısırdan Etrüsklere, değişik uygarlıklardan az ama değerli eserler barındırmakta. Burayı ilginç yapan, değişik antik eserler yanında 1600’lerden kalma bir kiliseyi mesken tutması.

10. Rue des Teinturiers – Place des Corps Saint

Eski şehir içinde kalan bu iki farklı bohem bölgenin ikisi de görülmeye değer. Artık hangisine zamanınız varsa. Köklü tarihi yanında ucuz yeme-içme-eğlenme seçenekleri de sunan bu bölge, şehirde kalacaksanız gecelerinizi değerlendirmek için de akla gelen yerlerden.

Bu kadar koşturup bir mola vermek isterseniz, Avignon’a tepeden bakıp manzaranın tadını çıkaracağınız Jardins du Rocher des Doms’a uğramayı ihmal etmeyin.

Bu hızlı geziyi içinize sindire sindire yapmak, şehrin sırlarına kulak vermek, burada anlattığım yerler kadar anlatmadığım kısım ile ilgili daha ayrıntılı bilgi almak isterseniz mutlaka Avignon Gezi Rehberi; Orta Çağ’ın Görkemi yazımızı okumanız gerekecektir. Tarih ve doğa içinde kaybolurken elinizde bulunmasında fayda var bence. İyi gezmeler.

Marsilya Gezi Rehberi: Fransa Yatağında Afrika Soslu Bir Lezzet

marsilya

Son zamanlarda netflixte yayınlanan ‘Marseille’ dizisi ile amansız bir politik yarış çerçevesinde sokaklarında dolaştığımız Marsilya, çok çağrışımlı bir şehir. Bir yandan bir tatil beldesi olarak Akdeniz’in tadının çıkarılacağı bir yer, bir yandan Afrika-Avrupa arasında bir göç yolu, ayrıca Avrupa’nın en büyük limanlarından birine sahip bir ticaret merkezi, bir çok filme platoluk yapmış görsel zenginliği olan bir bölge, müzeleriyle, bohem mahalleleriyle bir kültür merkezi, lavantaların zeytinliklerin bağların uzandığı ovaların düğüm noktası… Sonuçta Akdeniz kıyısında bulunan, Fransa’nın ikinci büyük şehrinden bahsediyoruz; Bouches du Rhône bölgesinde, Provence Alpes Côte d’Azur’un merkezinden…

Ama biz gezmeye dolaşmaya geldik. Gezginler açısından Marsilya kolay bir şehir; devasa boyutuna rağmen görülmesi gereken çoğu yer yürüme mesafesinde. Kalkış noktamız ise eski liman diye bilinen Vieux Port… Ama önce Marsilya hakkında bir ön bilgi…

Meraklısına Şehrin Tarihi

Marsilya, bugünkü Foça’da yerleşik Phokai’nin kolonisi olarak MÖ 600’lü yıllarda kurulmuş. Myken Uygarlığının çöküşünden sonra Batı Anadolu’ya gelen Yunanlıların kurduğu 12 kent devletinden biri olan Phokai (Foça), belki Ephesus’un gölgesinde kalmış ama Marsilya’ya gidip orada koloni bir kent kuracak kadar da güçlenmiş. Ancak Anadolu’nun Pers hakimiyetine girmesinden sonra Phokaililer burayı tamamen mesken tutmuş. 2600 yıllık yerleşim geçmişi ile Marsilya, Avrupa’nın en eski şehri olarak kabul ediliyor. Ama Marsilya bölgesinin geçmişi çok daha eskilere gidiyor. Cosquer Mağarasındaki bulgulara göre, Marsilya 28 bin yıldır bir yerleşim yeriymiş. MÖ 49’da Sezar tarafından alınınca Marsilya Romalıların eline geçmiş; bugün de Roma döneminden kalma bir çok yapı kalıntısı o günlerin izlerini bize taşımakta. Vizigot akınlarını da atlatan şehir, 10 yüzyılda Provence Kontluğuna tabi olmuş, 13 yüzyılda ise kısa bir cumhuriyet tecrübesi yaşamış ama 1423’te Aragone Hanedanlığı tarafından bu döneme son verilmiş. Marsilya 1481’de Fransız Krallığına dahil olmuş. 1720’de ortalığı yıkıp geçen veba salgınının ardından parıltısını yitiren şehir, Fransız Devriminin coşkulu bir destekçisi olmuş, hatta 1792’de Rhone Ordusu Paris’e doğru yürümüş; Rhone Ordusunun söylediği ‘Chant de guerre pour l’armee du Rhin’ marşı ise 1795’te Fransa’nın milli marşı ‘La Marseillaise’ olmuş.

MarseilleMarsilya Osmanlı tarihi için de önemli. Osmanlı İmparatorluğu’nun en parlak olduğu dönemde Kanuni Sultan Süleyman Fransa Kralı I.François ile birleşip Kutsal Roma Germen İmparatoru Şarlken’e karşı savaşmak ve belki de Akdeniz’i bir Osmanlı gölüne çevirmek için 1543’te Barbaros Hayreddin Paşa’yı görevlendirmiş. Osmanlı donanması o dönemde Marsilya ve Tolulon’da boy göstermiş ama Fransız donanmasının hazırlıksızlığı nedeniyle planlanan sefer yapılamamış. Bir başka rivayete göre, Müslüman dünyayla anlaşan I.François, Katolik dünyasının şimşeklerini üstüne çekince, Fransız Kralı çark etmiş ve Barbaros Hayreddin Paşa’yı daha önemsiz bir yer olan Nice’e yöneltmiş ve olay başarısızlıkla sonuçlanacak bir Nice seferine dönüşmüş. I.François’e yardımla pekişen Osmanlı-Fransız ilişkileri Fransa’ya tanınan kapitülasyon haklarıyla güçlenmiş, sonraki asırlarda inişli çıkışlı bir şekilde bu ilişki hep devam etmiş; sonraki dönemlerde İngiltere-Fransa-Rusya arasında güç dengelerine göre değişen bir eğilim gösteren bu ilişkilerin Osmanlıların son döneminde aldığı durum ise hepimizin malumu…

Marsilya şehir merkezi geniş bir bölgeye yayılmış durumda; metropol bölgesi 3173 km2’lik alanıyla Fransa’nın üçüncü büyük şehri ve 2010 sayımına göre 1,831,500 kişiyi barındırmakta. Marsilya 2013 yılında Avrupa Kültür Başkenti, 2017’de ise Avrupa Spor Başkenti seçilmiş.

Batıda Calanques du Mugel ile doğuda balıkçı köyü LEscalette arasındaki şehir, gezginler için gerek tarihi gerek doğal gerekse gastronomik cazibe merkezleriyle dolu. Marsilya, genelde Ortadoğu ve Afrika’dan aldığı göç ile kozmopolit bir yapıya sahip. İnsan, Marsilya’da sokaklarda kendi ritmi olan bir karmaşayı hissedebiliyor; bu durum insanı içine çeken bir kaos yaratmakta, tıpkı İstanbul gibi…

Marseille

Ulaşım 

Marsilya’ya Türkiye’den doğrudan uçulabiliyor. Size tavsiyem uçakta sağ tarafta pencere kenarını tercih edin çünkü Marsilya’ya inerken, eğer hava açıksa, şehir en güzel manzaralarını sunuyor size, harika bir başlangıç olabilir. Aeroport de Marseile Provence, Marsilya’nın 27 km kuzeybatısında bulunuyor ve iki bölümden oluşuyor. THY, havaalanının 1 bölümünü kullanıyor. Havaalanından çıkışta solda şehre giden otobüsler var, Marsilya tren istasyonu Gare Saint Charles’a kadar götürüyor ve yol yarım saat civarında sürüyor. Gidiş 8.30 euro, gidiş dönüş alırsanız 13 euro.

MarseilleMarsilya’da genel olarak görülecek yerler yürüme mesafesinde. Ama toplu taşıma ile gitmek istediğiniz yerlere ulaşmanız da mümkün. Regie des Transports de Marseille bünyesinde otobüs, tramvay ve metro hatları mevcut. Marsilya’da iki metro hattı var; birincisi mavi hat, Rose ile Saint Barnabe arasında çalışıyor ve Vieux Port’dan geçiyor, ikincisi kırmızı hat ve Bougainville ile Ste Marguerite Dromel arasında işliyor ve Noailles ile Prado’dan geçiyor. Metro bileti tek biniş 1.80 euro, 2 biniş 3.50 euro, 10’luk kart 14.10 euro. Bir de transtick denen toplu taşıma kartları var; 24 saatlik kart 5.20 euro, 72 saatlik kart 10.80 euro. Biletler metro istasyonlarından ya da kafelerden alınabiliyor.

Tramvay ise üç hatta çalışıyor. Yeşil ve sarı hatlar, Arenc Le Slo’dan başlayıp biri La Blancarde’de diğeri Castellane’de bitiyor, turuncu hat ise Noailles ile kuzeyde Les Caillols arasında işliyor. Ücretler metro ile aynı. Ayrıca şehrin her yerine ulaşımı mümkün kılan 74 otobüs hattı mevcut, bileti otobüste alabiliyorsunuz.

Aldığınız bileti kullanmadan önce makinelerde onaylatmanız gerekiyor. Onaylattıktan sonra bir saat içinde istediğiniz kadar kullanabiliyorsunuz. Metro ve tramvaylar gece 00.30’dan sonra işlemiyor ve bazı otobüs hatları 21.00’den sonra bitiyor.

Bir gezginin cankurtaranı olan(Hop on hop off) gezi otobüsleri de bir seçenek. Colorbüs adıyla hizmet veren gezi otobüsleri iki hatta çalışıyor; şehir hakkınde genel bilgi almak için bire bir. Kırmızı hat Joliette-Notre Dame de la Garde arasında işliyor ve fiyatı 19 euro, mavi hat ise Mucem’den Parc Borely, MAC müzesi, Velodrome üzerinden dolaşıyor ve fiyatı 15 euro. İki turu birlikte alırsanız kişi başı 24 euro. 4 kişilik aile ücreti ise 58 euro. Benim gittiğim yerlerden bazılarına bu otobüs uğramıyor, Palais Longchamp gibi… Ama bu otobüslerin gittiği bazı yerlere de ben gitmedim, MAC modern sanat müzesi gibi.

MarseilleBir de daha çok eski liman çevresinde işleyen ve bu bölgeyi daha ayrıntılı dolaşan mini trenler var. Onlar da iki hat, kırmızı ve yeşil ve her bir hat 8 euro.

Araç kiralayacaksanız, şehir içinde park ücreti saatlik 2 euro, 24 saatlik 30 euro civarında. Ayrıca yakıt doldururken dikkatli olun, saat 21.00’den sonra kendiniz doldurmak zorundasınız ve ödemeyi de sadece kredi kartı ile yapabiliyorsunuz ama makineler her kredi kartını kabul etmiyor.

Gezelim Görelim 

Artık Marsilya sokaklarına dalma zamanı… Önce şehri, kuş uçuşu gezeceğiz, daha sonra önemli yerleri, bölgeleri ayrıntılarıyla ziyaret edeceğiz.

Havaalanından Gare Saint Charles Tren İstasyonu’na geldiğinizde, bir platformdan geçip heykellerle süslü merdivenlerden ineceksiniz ve Rue Longuedes Capucins caddesinden geçerek şehrin en önemli caddelerinden biri olan Canebiere ile Vieux Port’a ulaşacaksınız. Bu cadde Marsilya’nin bir özeti; Fransa renklerinde Kuzey Afrika ve Ortadoğu tonları… Evet, sokaklar, binalar, sokak lambaları, parklar Fransız ama yolda yürüyenler Cezayirli, pencereden sarkan çocuk Tunuslu, seyyar satıcı Afgan, dönerci Türk, dilenciler Suriyeli, balkona asılan halı Faslı… Bu karışım bir karmaşa da yaratıyor, içinde düzenin bulunduğu bir gerilim… Ve tabii, şehrin karanlık yüzünün gölgesi de sokaklara vuruyor; yürürken kafayı bulmanız mümkün, sokaklar ot kokuyor, seks dükkanları burada, taklit üretim yapan dükkanlar ara sokaklarda… Ama herkes kendi dünyasında. Öte yandan denize yaklaştıkça şehrin çehresi değişiyor, binalar, sokaklar daha bir Fransız oluyor. Turizm Ofisi de bu sokağın sonunda.

MarseilleCanebiere sonunda, turistlerin döne dolana defalarca geleceği Vieux Port’a varıyoruz. Burayı ayrıntısıyla gezeceğiz. Buradan sola saparsanız, kıyı boyunca Thetare de la Ceriee, Abbaye St Victore, Fort St Nicolas’yı geçip Du Praho’ya varırsınız. Bir sokak paralelinde ise deniz manzaralı kafeleri, barları ile tatil keyfi yapabileceğiniz yerleri bulabilirsiniz. Deniz kenarından devam ederseniz La Corniche boyunca Akdeniz manzarasının tadını çıkararak Prado sahillerine varırsınız; Plage des Catalans şehir merkezine en yakın plaj, daha sonra parkların süslediği kıyı boyunca Plage des Capucins, Plage Cyrnos, Plage de Saint Jean, Plage Plage des Prophetes, Plages du Prado gibi plajlara ulaşabilirsiniz. Mevsim uygun olmadığı için sahil keyfi pek olmadı benim gezimde. Lieutenant, Arthur Rimbaud anıtlarının süslediği parklar ve sahillerden geçip Borely Parc’a varırsınız. Daha ötede Musee d’Art Contemporain bulunmakta. Ayrıca Hippodrome Borely ve kocaman dönme dolap da burada. Bu bölgede artık Marsilya’nın kozmopolitliği yerini üst orta sınıf Fransız hayatına bırakıyor ve renkler beyazlaşıyor, hemen hissediyorsunuz.

MarseilleVieux Port’un sağından giderseniz St Ferreol Kilisesi, Hotel de Ville, Maison Diamantee, Musee des Docks Romain, Fort St Jean ve MuCEM’e varırsınız. Hemen üst tarafta ise hem ükütücü hem büyüleyici La Penier Mahallesi ve Vielle Dieu Charite uğramanız gereken yerlerden. Deniz kenarında devam edersek, Musee Regards de Provence, Cathedrale ve devamında Vieux Port yetersiz kaldığında kurulan yeni liman Port de a Joliette ve diğer uluslararası limanlar var. Yol boyunca çağdaş sanat müzesi FRAC, 1858’de yapılan ve bugün yüzlerce şirkete ev sahipliği yapan Les Docks Village ve Theatre Joliette Minoterie bulunuyor.

MarseilleŞehrin eksenini belirleyen bir diğer cadde ise bir ucunda zafer takı bir ucunda muhteşem çeşmesiyle Cours Belsunce… Buradan şehrin içerisine doğru ilerledikçe Musee Cantini, Opera, Prefecture gibi şehrin önemli yapılarını göreceksiniz. Ama en önemlisi, şehrin siluetine damgasını vuran, tepede şehrin mağrur bir tanığı gibi duran Notre Dame de la Garde Kilisesi. Daha içerilerde ise Velodrome ve Cite Radieuse le Corbusier…

Marseille

Eğer Longchamps Caddesi boyunca giderseniz Palais Longchamps’a ve müzelerine ulaşırsınız. Bu bölgedeki Musee Grobet Labadie’de size şehrin geçmişi hakkında öyküler anlatacaktır.

Daha aşağıda ise Reformes Kilisesi ve artık müzik okulu olarak kullanılan Palais des Arts yolunuza çıkacaktır. Merkezde Noailles ise pazarları ve çakma marka satıcıları ile uğrayabileceğiniz bir alan. Daha üst taraftaki Cours Julien ise şehrin belki de en bohem, en kafasına göre takılan yeri…

MarseilleArtık şehrin derinliklerine girme zamanı. Anlattıklarım bizzat gidip gördüğüm yerler. Bazı kiliselere defalarca gittim ama bir türlü açık bulamadım, onları da anlattım. Bazı çağdaş sanat müzelerine ise gittim ama içim almadı, kapıdan döndüm, onları da anlattım. Ama çağdaş sanat galerilerinden, şehrin taa bir ucundaki FRAC ile taa diğer ucundaki Musee d’Art Contemporain’e gitmedim, bilerek isteyerek gitmedim… Gitmek isteyip de gidemediğim yerlerin başında ise Prado sahillerinin ötesindeki Parc National des Calanques geliyor. Milli park ve plaj bölgesi olan Calanques daha çok yaz turizmine yönelik bir yer. Eski Limandan kalkan turlar var; 3 saat 15 dakika süren tur kişi başı 30 euro ve tur saati 14.00, 2 saat 15 dakika süren tur ise 24 euro ve 11.00, 14.30 ve 17.30’da tur teknesi kalkıyor. Evet artık başlıyoruz; adım adım Marsilya… Önce Vieux Port ve çevresi, sonra diğer yerler.

MarseilleVieux Port Bölgesi 

Vieux Port, MÖ 600’lerden beri bir cazibe merkezi… Avrupa’nın ilk limanlarından olup uzun dönem siyasi ve ticari açıdan kilit noktası durumunda olan bölge bu gün Marsilya’nın turizm ve kültür merkezi… Buharlı gemilerin boy göstermesine kadar önemini koruyan liman, bir süre ihmal edildikten ve II. Dünya Savaşı’nda harabeye döndükten sonra 1948’de yeniden yapılandırılmış ve 2013’de liman genel olarak yaya bölgesi olarak yeniden düzenlenmiş.

MarseilleBuraya mutlaka yolunuz düşecek, hatta gezinizin büyük bir bölümü bu bölgede geçecek. Sadece etrafını çevreleyen Orta Çağ kale ve surların koruduğu limanda demir atmış yatların oluşturduğu muhteşem görüntü için değil; burası ayrıca Marsilya’daki en önemli müzelerin, tarihi noktaların bulunduğu yer. Öte yandan If Adası ile Iles du Frioul ve Calanques’e giden gezi teknelerinin de kalkış noktası. Limanın hemen yanından başlayan Canebiere Caddesi ise belki de şehrin en işlek caddesi. Yine Limandan başlayan Rue de Rebuplica, bizi Orta Çağ’dan başlayıp Fransız ihtilaline giden tarihi noktalar arasından geçirip Joliette ve diğer yeni limanlara götürmekte…

MarseilleEski Liman 1840’lardan sonra yetersiz kalınca yeni liman kuzeyde La Joliette bölgesinde kurulmuş ve ihtiyaç duyuldukça daha kuzeyde geniş limanlar yapılmış. La Joliette, müzelerle, şık lokanta ve kafelerle, pahalı dükkanlarla şehrin yeni çehresi. Ama bölgenin acı yüzünü buradaki heykel yüzümüze vuruyor; yurtlarını bırakmak zorunda kalanların parçalanmışlığı koca şehrin gürültüsüne karışıp gidiyor, geriye bir heykel kalıyor. Bu bölgedeki Les Docks ise, şehrin 19 yüzyıl sonrası gelişiminin bir özet; bir iş hanının bugüne uzantısı…

MarseilleBölge konaklama, alış veriş ve yeme-içme konusunda da sayısız seçenekler sunuyor. Turizm Danışma Ofisi ile şehrin en önemli alışveriş marketleri de burada. Sabahları kurulan balıkçı pazarı ise ayrıca görmeye değer; tezgahlarında üç beş balık, ahtapot, karides vb bulunan satıcılar Akdeniz’in lezzetlerini sunmakta. Ayrıca Eski Limanda her cumartesi, büyük bir pazar kurulmakta. Liman çevresindeki Hotel Belle Vue, Hotel la Residence, Grand Hotel Beauvau, Hotel Alize, Hotel Tonic dönem binalarıyla, çeşitli sayıdaki yıldızlarıyla ve müthiş manzaralarıyla alanı güzelleştiriyor. Alt katta ise Marsilya mutfağını turistik tarife ile sunan lokantalar, kafeler var.

MarseilleŞimdi Eski Liman’a gidelim, sonra yüzümüzü denize dönelim… Limanın iki ucunda iki kale; solumuzda Fort Saint Nicolas, sağımızda Fort Saint Jean ve Phare de Sainte Marie deniz feneri sanki koyun sınırlarını belirlemekte. Sağda/kuzey tarafta ayrıca Marsilya gezginlerinin kaçırmaması gereken Mucem, yukarıda Eglise St Laurent, aşağıda Consigne Sanitaire binaları, devamında belediye binası olarak kullanılan Hotel Ville, aşağıda Eglise St Ferreol dikkatimizi çekecek. Solda ise bir tepeden körfeze bakan Palais du Pharo, sonra St Victor Abbey, turistik sabun müzesi Musee Savoy, şehrin en önemli tiyatrosu La CRIeE, Fort Saint Nicolas limanı renklendiren binalar.

MarseilleMuCEM (Musee des Civilisations de l’Europe et de la Mediterranee) ve Fort Saint Jean

Marsilya’nın Avrupa Kültür Başkenti seçildiği 2013 yılında açılan bu Müze, Akdeniz uygarlıklarına adanmış bir yer. Müze konumu itibariyle de geçmiş ile geleceği birleştiren bir yapıda; 17 yüzyılda yapılan Fort Saint Jean kalesi ile bağlantılı şekilde 30.000m2 lik bir alana, dalgalı desenli metal bir kafes içinde kurulmuş bir yapı. Taş, su ve rüzgardan yapıldığı iddia edilen Müze, temel olarak alt katta Akdeniz havzasındaki uygarlıkların etkileşimi üzerine… 130 metre yükseklikteki bir köprü ile Panier bölgesinde St Laurent Kilisesi avlusuna bağlanan Müze, geçici sergilere de ev sahipliği yapmakta.

MarseilleMüzeyi gezmek ücretli ama Fort Saint Jean kalesini ücretsiz gezebilirsiniz. Kale, 1660’da Louis XIV tarafından savunma amacıyla Eski Limanın girişine yapılmış. İsmi burada daha önce bulunan Saint John Hospitaler Şövalyelerinden geliyormuş. Aynı dönemde Eski Limanın karşı kıyısına da Fort Saint Nicolas inşa edilmiş. Fort Saint Jean yapılırken, 12 yüzyılda haçlı seferleri sırasında hasta bakım yeri olarak kullanılan kısım ile Provence kralı I.Rene tarafından yaptırılan kule korunmuş. Fransız İhtilali sırasında hapishane olarak kullanılan Kale’de Orleans Dükü II Louis Philippe ve iki oğlu, Montpensier Dükü Antoine Philippe tutsak olarak kalmış, 1794’te Robespierre’in devrilmesinden sonra ise yaklaşık yüz Jakoben burada katledilmiş. 19 ve 20 yüzyılda Fransız Ordusunun, II Dünya savaşı sırasında Alman ordusunun emrine giren kale 1964’te tarihi bir anıt olarak kabul edilmiş. Ayrıca burada 1855’te tamamlanan deniz feneri Pharede Sainte Marie’yi de göreceksiniz; 1922’de elektrikli hale getirilen fener şimdi kullanım dışı.

MarseilleMüze’yi gezerken kaleyi de gezmiş oluyorsunuz ama buranın esas olayı Müze… Müzenin temel sergisi olan Akdeniz Uygarlıkları bölümünde, genelde Akdeniz’e damgasını vurmuş uygarlıklardan eserler, portreler, canlandırmalar görülebilir. Haliyle Osmanlı’da tam Osmanlı olduğu çağ esas alınarak Kanuni dönemi de Müze’de yer almakta; Kanuni’nin portresi yanında, Kanuni döneminde kullanılan bir sikke de görülebilir. O günlere ait silahlar, seramik eşyalar, haritalar, resimlerle Akdeniz uygarlıklarına kısa bir bakış atma fırsatı…

MarseilleGeçici sergiler arasında muhtelif sanatçıların eseri olan maskelerden oluşan ‘Persona’ ilgilenen için yukarı katta. ‘Dance’ bölümünde ise video gösterileri var; ben ziyaret ettiğimde Fransız bayrağı renklerinden oluşan allı pullu paralarla süslü bir eşarpı kalçasına bağlamış bir kadın, Fransız Milli Marşında döktüre döktüre göbek atıyordu… Müze’nin bir sergisi de Jean Dubuffet’nin eserlerine ayrılmış; kendisinin sanat öyküsüne tanık olmak isteyenler, Sıradan Adamın Kutsanmasından, Sahra Çölü ve Afrika gezilerinden etkilenmesine, Art Brut akımına varışına kadar her aşamasını, eserleri vasıtasıyla izleyebilirler.

MarseilleBurası ilginç bir yer; sırf eski ile yeninin harmanlanmasından çıkan sonuç ve Eski Limanın manzarasını seyretmek için bile gelinmeli. Ancak sergiler için bir şey diyemeyeceğim. Akdeniz Medeniyetlerinin Birleşmesi ile ilgili bölüm çok az objeyle koca koca imparatorlukların anlatıldığı ve sadece Fransızca dipnotlarla hazırlanmış bir yer, onun için uygarlıkların birbirini anlaması biraz sınırlı kalıyor haliyle. Jean Dubuffet, çağdaş sanatla ilgilenenler için ilginç. Persona geçici sergisi de öyle. Dans bölümünü ise anlamadım; totosuna Fransız bayrağı renklerini dolayıp göbek atan bir gösterinin anlam ve önemini bilemedim, hani bunu bir Kuzey Afrika ya da Orta Doğu ülkesinde o ülkenin milli marşıyla yapsa belki cesur ve kışkırtıcı diyeceğim ama…Neyse.

MarseilleMüze ve Kale, salı hariç her gün gezilebilir; sabah 11.00’de açılıyor, kışın 18.00, yazın 19.00’da kapanıyor. Müze ücreti geçici sergileriyle beraber 9.50 euro, sadece kalıcı sergi 5 euro… Fort Saint Jean girişi ise ücretsiz. MuCEM’e 49, 60, 82 hatlı otobüslerle gelebilirsiniz.

Consigne Sanitaire

MarseilleMucem’den Eski Liman’a doğru yürürken hemen sağda göreceğiniz bir dizi alçak bina, 1719’da yapılmış ve sağlık hizmetleri için kullanılmış. 1867’de bu binaya benzer bir yapı daha eklenmiş. 1949’da tarihi anıt olarak tescil edilmiş, bugün ise idari bina olarak kullanılmakta. Yoldan geçerken bakmalık…

Eglise Saint Laurent

MarseilleMucem ve Fort St Jean’dan uzanan üst köprüyle ya da karşısındaki rampayı tırmanarak ulaşabileceğiniz 13. yüzyıl yapımı bu kiliseyi ben kaç kere gittiysem hiç açık görmedim. Romanesk tarzdaki kilise, balıkçılar ile denizcilere adanmış bir ibadethaneymiş ve Orta Çağ’dan günümüze ulaşan ender kiliselerdenmiş. 15 yüzyılda ve Fransız İhtilali sırasında ciddi hasar alan kilisenin çan kulesi 16. yüzyıldan kalmaymış. Ayrıca Fort Saint Jean inşa edilirken Kilisenin bir bölümü yıkılmış. 17 yılda ise Sainte Catherine Şapeli, Kiliseye eklenmiş. La Couronne taş ocağından çıkarılan pembe kireç taşından yapılmış bu kilisenin içinde pieta (Meryem kucağında İsa’nın cansız bedeni ile) ve St Laurent’in resimleri bulunmaktaymış.

Marseille

Kilise’nin alt tarafında I ve II Dünya Savaşları’nda ölenler için bir anıt bulunmakta. Yukarda, MuCEM’e bağlanan köprünün açıldığı terastaki Louis Botinelly eseri olan 1911 yapımı Yavru Ayı Terbiyesici heykeli, benim yaştakilere nostaljik bir tat bırakabilir.

Hotel de Ville

MarseilleEski Liman’ın batı kıyısını süsleyen pembe taşları ve barok havasıyla hemen fark edilen 1660 yapımı bina, bugün Belediye Meclisi olarak kullanılmakta. Limanda II. Dünya Savaşı’nı sağ salim atlatan tek yapı olan bu binaya, ziyaretçi kabul edilmiyor. Binaya bir köprüyle bağlanan arkadaki yapının önündeki fil heykelleri binanın havasını değiştiriyor. Gezerken göz atın.

La Penier- La Veille Charite

La Penier aslında Eski Limanı da içine alıp Joliette’e kadar uzanan kısım ama buranın kalbi Centre de la Veille Charite çevresi. Burası Eski Limanın biraz üzerinde kalan bir bölge ama tarihi doku olarak Eski Limanla birlikte gezilmesinde fayda var. İlk Yunan yerleşim yerinin üzerinde gelişen La Penier, daracık sokakları, rengarenk boyalı evleri ile tam Akdeniz havasını yansıtmakta. 17. yüzyıla kadar üst-orta sınıfın yerleşim yeri olan bu bölge, artık işçi sınıfının, göçmenlerin mekan. Duvar resimlerinin sokak kafelerini sarmaladığı bu bölge, en azından bir kahve molasını hak ediyor. Ayrıca burada önemli lezzet durakları da var, Chocolatiere du Panier bunlardan biri.

MarseilleDünyanın dört bir tarafından gelenler kendi renklerini buraya da taşımışlar, özellikle duvarlar bir sanat galerisi gibi… Ama dikkatli olmak da fayda var; buranın şöhreti pek de iyi değil; burası bir zamanlar Marsilya’nın yer altı dünyası ile anılmaktaymış. Ben diyenlerin yalancısıyım, bir şeye tanık olmadım. Sırf grafitileri görmek için buraya gelmeye değer.

MarseilleÖte yandan burada mutlaka görmeniz gereken bir müzeler topluluğu bulunmakta. Vielle Charite 1640 ylında kraliyet fermanıyla dilenciler ve yoksullar için bir düşkünler evi olarak kurulmuş, 1740’larda ise Barok tarzda hastane ve kubbeli kilise yapılmış. Ortadaki avluyu kemerli sütunlarla ayrılmış verandalardan oluşan üç katlı bir bina çevrelemekte. Alanın ortasında ise bir şapel var; kare bir yapının yanlarına daire kesitleri eklenmiş gibi duran yapının ön yüzündeki korint sütunlu girişi sanki bölgenin Yunan geçmişine selam durmakta. Tek kubbeli bu kilise ben gittiğimde kapalıydı.

MarseilleBir zamanlar darülaceze olarak kullanılan bu yapı şimdilerde bir kültür merkezi, müzeler topluluğu… MAAOA olarak adlandırılan müzeler topluluğunun ilk katında Akdeniz Uygarlıkları Arkeoloji Müzesi bulunmakta; heykeller, çivi yazılı tabletler, mezar başlıkları, silah araçları, kaplar, süs eşyalarının bulunduğu sergi Orta Doğu, Roma, Yunan, Etrüks, Kıbrıs yoğunluklu örnekleriyle bizi Akdeniz havzasının geçmişine götürmekte. Aynı şekilde Müzenin Mısır bölümü de, bu seçkiyi zenginleştiriyor; aralarında timsahında bulunduğu mumyalar ilginizi çekebilir. Yukarı kattaki Afrika ve Okyanusya bölümleri, bu uzak diyarların geçmişi ve kültürünü özetleyen objelere yer vermiş, özellikle maskeler ve heykeller ilgi çekici. Ayrıca Meksika Sanatı bölümünde maske ağırlıklı bir sergi mevcut. Geçici sergi olan Sahara kısmına ise girmedim.

MarseilleLa Panier bölgesi ve Vielle Charite, görmediğinizde gezinizin eksik kalacağı bir yer. Müze kısmı pazartesi hariç 10.00-18.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir. Giriş 6 euro.

Cathedrale Sainte Marie Majeure de Marseille (La Major)

MarseilleSainte Marie Majeure Katedrali, Marsila’nın ana katedrali. İlk olarak 4. yüzyılda kurulan, 12. yüzyılda genişletilen ve 1852 ile 1893 arasında yeniden yapılan bu Bizans Roman tarzındaki yapı, 142 metre yüksekliği, 71 metrelik kubbesi ve 3000 kişilik kapasitesiyle Fransa’nın en büyük Katedrallerinden.

Soğan başlı iki kule ve arkada geniş kubbeli alandan oluşan Katedralin içinde mermer kemerli geçişler, mozaik işli yer döşemeleri ile altın sarısı köşe freskleri göze çarpmakta. Katedraldeki heykeller de dikkat çekici; burada da daha küçük ölçekli pieta heykelleri göreceksiniz. Kilisenin hemen yanında ise Ancienne Catedrale de la Major yer almakta. Katedral pazartesi hariç her gün 10.00-17.00 saatleri arasında ziyarete açık ve giriş ücretsiz. Buradan 1, 35, 45, 49, 82S hatlı otobüsler geçmekte.

Eglise Saint Ferreol les Augustins

MarseilleEski Liman’ın bir başka önemli yapısı ise St Ferreol Kilisesi. Öndeki bembeyaz cephesi, geri kalan asık suratlı halinden tamamen farklı; önden tam Akdeniz kasabası havasında, geri kalanı ise günahları sevapları ağır ağır tartan bir sorgucu… Burası, Tapınak Şövalyelerine ait bir yapıyken 1379’da Augustin keşişlerine verilmiş. Eski kilisenin yerine 1542’de yeni kilise yapılmasına karar verilmiş ama bu kilisenin tamamlanması 1588’i bulmuş. Bu küçük kilise, önemli olaylara da tanık olmuş; Papa Clement VII yeğeni ünlü Catherine de Medici, II Henry ile bu kilisede evlenmiş. Fransız İhtilalinde yıkılmaktan zor kurtulan ve bir ara bir iş adamına satılan Kilise 1803’de Aziz Ferreol adına adanmış. Burada 1564’ten Mazenod ailesinin, 1695’ten Montolieu ailesinin mezarları, ayrıca Aziz Louis’in kemik parçaları bulunmakta. Kilise içinde Barok sanatçı Michel Serre’nin üç tablosu ile Joan d’Arc ve Aziz Tereza heykelleri görülebilir. Değişik renkli mermer işlemelerinin öne çıktığı altar da dikkate değer. Kilise 09.00-18.00 arası ziyarete açık.

Musee Regards de Provence

MarseilleNotre Dame de la Majeur Katedrali ile Fort Sant Jean arasında kalan ve önceleri limanın karantinası olarak kullanılan binadan dönüştürülen müze 2013’te açılmış. Ben gittim ama ışıltılı bulutlarla süslü girişi gördükten sonra içeri girmekten vaz geçtim. Müzenin sürekli sergi bölümünde binanın geçmişi ve Marsilya ile ilgili eserler varmış, karantina binası, veba salgını ve Marsilya üzerine 45 dakikalık bir video ile sergi başlıyormuş. Yukarı katta ise geçici sergiler bulunuyormuş. Müze pazartesileri kapalı, diğer günler 10.00-18.00 arası açık. Müzeye giriş 4 euro, geçici sergiler 6,50 euro, ikisi birlikte ise 8,50 euro.

Musee des Docks Romains

Marseille1947’de, II. Dünya Savaşı sırasında yıkılan bölgenin inşası sırasında ortaya çıkarılan ve Roma dönemine tarihlenen bir depo kalıntısının sergilendiği müze, 1963’te açılmış, 1987’de yenilenmiş. Tarihi MÖ 6 yüzyıla kadar giden ve saklama için kullanılan anforaların sergilendiği Müzede ayrıca mozaik panolar, dönem eşyaları da görülebilir. Burası pazartesi hariç her gün 10.00-18.00 arası ziyaret edilebilir, giriş ücretsiz. Ayrıca bu bölge Roma döneminden kemerler, kuleler gibi bir çok yapı kalıntısına ev sahipliği yapmakta, sokak aralarında dolanırken karşınıza çıkacak.

Musee d’Historie de Marseille

MarseilleCentre Bourse’da bulunan bu Müze, Marsilya tarihine odaklanmış; şehrin tarihi 18 yüzyıla kadar izlenebiliyor ama ağırlıklı olarak Yunan ve Roma dönemi Marsilya’sına ait objeler mevcut… Kazı çalışmaları devam eden Roma döneminden kalma bir alanı da kapsayan Müze, Avrupa’nın en büyük tarih müzeleri arasındaymış. Müzede sergilenen objeler genelde şehrin Yunan ve Roma dönemlerinden ama bunun yanında Orta Çağ Marsilya’sına ait kaplar, Fransa’nın ilk fayansları, ayrıca XIV Louis krallığında şehrin tekrar canlanışına tanıklık eden eşyalar da görülebilir. Müzenin en büyük süksesi, 2. yüzyıla ait bir geminin iskeleti… Müzenin girişi Centre de la Bourse Alışveriş Merkezinin alt katından. Pazartesi hariç her gün 10.00-18.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir, giriş 5 euro.

Musee des Docks Romains ve Musee d’Historie de Marseille’e bakınca, Marsilya geçmişini daha çok Yunan ve Roma dönemleriyle açıklıyor gibi geldi bana. Halbuki özellikle Fransız Devrimi sırasında bağımsızlık bayrağını taşıyan önemli yerlerden biriymiş. Ama Republique Caddesi’nin yan sokaklarında, devrimin ileri gelenlerinin kaldığı bazı binaların kapısına konan plaketler dışında (Memorial de la Marseillaise hariç) o dönem pek de vurgulanmıyor sanki.

La Criee

MarseilleEski Limanın doğu kıyısındaki bu bina Marsilya’nın ana tiyatro binası olup 1981’de kullanıma açılmış. Liman geziniz sırasında göreceksiniz.

Abbeye Saint Victor

Marseille

Burası aslında Helenistik dönemde ve Hristiyanlığın ilk dönemlerinde nekropol olarak kullanılan bir alanmış. Aziz Victor, 302’de burada Romalılar tarafından öldürülünce 440 tarihinde bu alanda bir kilise yapılmış. Rivayete göre, zamanla genişletilerek erkekler ve kadınlar için ayrı bölümleri olan bir manastır haline gelen bu yapı, Avrupa’daki ilk Hristiyan ibadet yerlerinden sayılıyormuş. Ama bu iki manastırda 731 ve 838’de Sarazenler tarafından yıkılmış. Ancak 977’de tekrar imar edilmiş. Yapının eski gücüne kavuşması daha sonra Papa Avignonlu V Urban sayesinde olmuş. 16. yüzyıldan itibaren Manastır önemini kaybetmiş, bunda da en önemli rol 12 yüzyıldan beri toplanan kütüphanenin yok olmasıymış; rivayet odur ki bu kitapların çoğu Catherine de Medici’nin koleksiyonuna aktarılmış. Zaten geri kalan zenginliklerde 1794’te soyulmuş, azizlerden kalanlar eşyalar yakılmış, altın ve gümüşler eritilmiş, manastır depo ve zindan olarak kullanılmış. Ancak 19. yüzyılda geriye kalan kilise tekrar ibadete açılmış.

Marseille

Dış cephesinde bir timsahla mücadele eden Aziz’in kabartma heykeli görülebilir. İçeride ise bir vitrinde hazine sergisi var. Manastır, 09.00-19.00 saatleri arasında ücretsiz olarak gezilebilir, alt kattaki aziz mezarlarını görmek isterseniz 2 euro ödemeniz gerekiyor, ancak Kilisenin terasından zaten alt katın bir kısmı görülmekte. Daha fazlasını merak ederseniz, alt katta katakomp şapelinin yanı sıra bazı pagan ve Hristiyan lahitleri de yer almakta.

MarseilleBu kilise her yıl 2 Şubat’ta hac merkezi oluyormuş. Buraya 54, 55, 60, 61, 80,81 hatlı otobüslerle gelebilirsiniz. Buranın bir cazibesi de Manastırın önündeki seyirlik teras; Eski Limanın harika manzarasını en iyi görebileceğiniz noktalardan biri.

Palais du Praho

MarseilleEski Limanın doğu yakasının sonundaki tepelikte yer alan bu görkemli bina 1858’de Napoleon III tarafından yaptırılmış. Dönemin şatafatını yansıtan binayı görmek yanında Eski Limanın panoramik manzarası için de buraya gelmeye değer. Bahçesindeki deniz kurbanlarına atfedilen ve 1923’te açılan heykel görülebilir. Yürümek istemezseniz 82 hatlı otobüs ile gelinebilir.

Fort Saint Nicolas

MarseilleXIV Louis tarafından 1660-1664 arasında, Eski Limanın güney tarafında yaptırılan kale, hem savunma hem de hapishane amaçlı kullanılmış. Burada Fransız İhtilali sırasında kısmen yıkılan bir garnizon da mevcutmuş. II Dünya Savaşı sırasında, Habib Bourgulba ve Jean Glono burada hapis yatmış. Bugün kısmen askeri bölge olan kaleye ziyaretçi sınırlı olarak alınıyormuş, illa gireceğim diyorsanız Turizm Ofisi ile görüşmeniz gerekiyor.

Maison Diamantee

MarseilleEski Rıhtım bölgesinde bulunan ve adını sivri uçlu kesilip şekillendirilmiş taşlarla örülü cephesinden alan bu binanın geçmişi 1570’lere kadar gitmekteymiş. Katalan bir tüccar tarafından yaptırılan, Fransız İhtilalinde bölünen, 1914’te metruk hale gelen ve II Dünya Savaşı’nı zar zor atlatan bina bugün sanat kuruluşlarının idari binası olarak kullanılmakta.

L’Eglise des Accoules

MarseilleLa Penier bölgesinde yer alan ve Hazreti Meryem’e adanan bu kilise 11. yüzyıldan kalmaymış ve Minavra Tapınağı’nın kalıntıları üzerine yapılmış. 1205’te onarımdan geçen kiliseye çan kulesi de eklenmiş. 14 yüzyılda Gotik tarzda yenilenen kilise 1794’te Fransız İhtilali sırasında yıkılmış. 1848’de yeniden yapılan kilisenin, orijinal kalan kısmı sadece çan kulesiymiş. Birkaç defa gittiğim halde, hiç birinde kiliseyi ziyaret edemedim, kapı hep duvar…

Hotel da Viel
1743-1747 arasında inşa edilen yapı, 1720 veba salgınında Marsilya’da çalışan cerrah ve göz doktoru Jacques Daviel’nin adını taşımaktaymış. Adliye Sarayı olarak da kullanılan bina, ferforje balkonları, ön cephedeki Verdiguier heykelleri ile dikkat çekiyor. Burası daha sonra tıp okulu olmuş, şimdi ise belediye ek binası olarak hizmet vermekteymiş.

Alcazar

MarseilleEski Limanda Cours Belsunce bölgesinde yer alan bu muhteşem tiyatro binası, şu an kütüphane olarak kullanılmakta. 1857’de Arap mimarisinden esinlenilerek yapılan bina, uzun süre gösteri dünyasına hizmet verdikten sonra 1966’da kapanmış, 1979’da yeniden yapılarak 2004’te kütüphane olarak açılmış.

Hotel Dieu

MarseilleBugünlerde Marsilya’nın lüks ve konfor simgesi bu iddialı hotel, bir zamanlar şifa dağıtan bir hastaneymiş, geçmişi 1188’e kadar uzanıyormuş. Mevcut bina 1866’da Napoleon tarafından açılmış, hastane 1993’te son hastaları da yolladıktan sonra uzun bir bakım sürecine girmiş ve 2013’te muhteşem bir otel olarak şehir hayatına geri dönmüş. Bir zamanla kara vebayla amansız mücadelelerin geçtiği salonlarda bugün, bazılarının geceliği 6600 dolar olan 22 suit ve 172 odası ile şatafatlı hayatların ışıkları yansımakta. Otelin iki lokantasından biri olan Alcyone Restaurant’ın sahip olduğu Michelin yıldızları da bu ışıltıyı artırmakta…

Palais de la Bourse

MarseilleEski Limanın hemen yanında, La Canebiere Caddesi üzerindeki bu bina belki de Marsilya’nın en dikkat çekici yapısı. Ön cephesindeki sütunlu alanı ve ön yüzdeki taş işçiliği ile dikkat çeken bina Ticaret ve Endüstri Odası olarak kullanılmakta. Ayrıca burada bir de Denizcilik Müzesi bulunmakta ama ben gitmedim.

Böylece La Penier bölgesini de içine alacak şekilde Eski Liman bölgesini, limanın iki ucunu da gezmiş bulunuyoruz. Bu bölge eğlence, konaklama ve yeme-içme konusunda da çok fazla seçenek sunmakta.

Diğer Bölgeler
Şimdi yavaş yavaş şehrin iç kısımlarına doğru gideceğiz. Gezimiz merkezden dışarıya ve öncelikli görülmesi gereken yerlere göre olacak. Burada görülmeden gelinmemesi gereken yerler arasında Basilique Notre Dame de la Garde ile Palais de Longchamp var; diğer yerler zaman kalırsa gidilecek noktalar.

Basilique Notre Dame de la Garde

Marseille

Marsilya’nın siluetinin vazgeçilmez parçası olan bu yüksek bir tepede kurulu muazzam kilise, şehrin olmazsa olmazı. Katedralin içindeki asılı gemi maketleri ise, buranın geçmişine bir gönderme; eskiden buraya balıkçılar kayıklarının kutsanması için gelirlermiş. Eski limanın güneyine düşen bu görkemli kilisenin yapımına 1852’de başlanmış, tamamlanması ise 1864 yılını bulmuş. Neo Bizans tarzındaki bu Kilise, romanesk uslüplu eski bir kilisenin üzerinde yükselmekte; ilk olarak 1214’te Marsilyalı bir rahibin çabalarıyla burada kurulan bir şapel 15 yüzyılda Aziz Gabriel’e adanan büyük bir kiliseye dönüştürülmüş, daha sonra ise bugünkü kilise yapılmış. 41 metre yüksekliğindeki minarenin üzerindeki 12,5 metrelik çan kulesi, 11,2 metrelik altın yaldız boyalı Madonna ve çocuğu heykeli ile taçlandırılmış. Ama Fransız ihtilali sırasında buradaki ilk kilise, ibadete kapatılmış, hatta Hazreti Meryem’in gümüş heykeli darphaneye gönderilip eritilmiş. 1793’te kralın kuzeni Louise Phillipe, Bourbon Düşesi, Conti Prensi burada hapsedilmiş ama bakmışlar ki mahkumlar manzaranın keyfini fazlasıyla çıkarıyorlar, doğruca St Jean Kalesine gönderilmişler.

Burası Eski Limana yakın, yürüyerek belki yarım saatte varırsınız ama oldukça dik bir yokuşu var. Ama bu yokuşa aldırmadan iman gücüyle buraya tırmananlar arasında Fransız İhtilali sırasında tahta bulunan XVI Louis’in kızı Marie Therese ile edebiyatta romantizmin öncüsü François Rene de Chateaubriand’da bulunmaktaymış.

Katedralin dışı beyaz kireç taşı ve yeşil kum taşı ile döşenmiş, yukarı bölümlerde mozaik ve mermer işçiliği mevcut. Önce bir merdivenle Katedralin mezarlar kısmına, başka bir merdivenle de altın yaldız mozaik süslemelerin hakim olduğu kiliseye geçiliyor. Romanesk mezarlıkta Papa IX Pius’un mezarı bulunmakta. Burada mermer ve Golfolin taşından yapılmış altardaki Madonna heykeli, 1804’te eski kiliseden buraya taşınmış. Kilisenin içi ise baş döndürücü bir şatafata sahip; kırmızı beyaz mermer sütunlar ve yaklaşık 1200 m2 lik alanı donatan mozaik süslemeler insanın başını döndürüyor. Kilise içince mezarlık bölümüyle simetrik olarak 6 şapel bulunuyor.

MarseilleEn alt katta ise Kilise ile ilgili bir müze var, giriş 5 euro. Müze, kilisenin yapım aşamalarını da içeren küçük bir yer, hazine kısmında altın ve gümüş dini objeler görülebilir. Kilisenin terasındaki müthiş manzara eşliğindeki Pieta (Hz Meryem kucağında Hz İsa’nın cansız bedeniyle tasvir edilen acı) heykeli ise muhteşem ama harika Akdeniz manzarası insanda ne dert bırakıyor ne tasa…

MarseilleKilise nisan-eylül arası 07.00-20.00 saatlerinde, diğer dönemlerde 07.00-19.00 saatlerinde gezilebilir. Buraya eski limandan geçen 60 numaralı otobüsle gelebilirsiniz. Ayrıca mini trenlerin de burada durağı bulunmakta.

Palais Longchamp

MarseilleMarsilya’nın en görkemli süslerinden biri Palais Longchamp, Durance Nehri’nin sularını Marsilya’ya taşıyan kanalın yapımını kutlamak için yapımına Orleans Dükü tarafından 1839’da başlanan ama tamamlanması 1869’u bulan muhteşem bir saray, park ve müzeler topluluğu. Sarayın ana yapısı, chateau d’eau denilen heykellerle süslenmiş çeşmelerden, havuzlardan oluşmakta. Bu görkemli çeşme-havuzun bir yanında Musee des Beaux arts, diğer ucunda Musee d’Historie Natürelle var. Saray, muhteşem bir bahçenin içinde; bahçe içinde 1987’ye kadar bir hayvanat bahçesi varmış, buradan geriye kalan ise bazı kafeslerdeki Türk çinileri…

Marseille

Çeşmenin ana yapısını ise birbirine kavisli bir kemerle bağlanmış ikisi küçük üç kule oluşturmakta. Ortadaki kule görkemli bir çeşme ile taçlanıyor; dört boğa ve üç kadın figürü arasında Durance’ı temsil eden bir heykel bulunuyor. Kadın heykellerinin arkasında ise insan yapımı bir mağara ve gölet var. Boğa ve kadın heykellerinin altından su, alttaki başka bir havuza akmakta, en sonunda oradan da akan sular suni bir gölete ulaşmakta. Ama bu görkemli yapının her yanı ince ince işlenmiş, müthiş bir görsel şölen sunmakta… Doğa tarihi müzesi olan Musee d’historie tadilatta olduğu için kapalıydı ama güzel sanatlar müzesi olan Musee des Beaux Art’ı gezebildim.

Marseille

Güzel Sanatlar Müzesi, 16-19. yüzyıllarda yapılmış resim, heykel, rölyef koleksiyonuna ev sahipliği yapmakta. Müzenin geçmişi 1801’e kadar gitmekte; ilk koleksiyonlar Fransız İhtilali sonrası kamulaştırılan eserlerden oluşmuş, 1869’da Müze, bugünkü yerine taşınmış. 2000 resim ve 300 heykelin sergilendiği Müzenin girişinde bizi, Pierre Puvis de Chavannes tarafından yapılmış Marsilya’nın iki dönem resmi karşılıyor. Fransız sanatçılar yanında İtalyan, İspanyon, Hollanda sanatçılarının da eserlerinin yer aldığı müzede, Michel Serre’in 1721 veba salgınını anlatan resimleri, Pierre Puget’nin şehir planları ve Yunan-Roma dönemine ait şehrin duvar resimleri ilgi çekici. Müzede çeşitli sanat akımların örneklerini görmek mümkün, doğu etkisinin Avrupalı ressamların tuallerine yansımasına ait örnekler de mevcut. Müzede benim ilgimi en çok Monticelli’nin Marsilya çeşitlemeleri, batı dünyasının doğuya, hareme, insanlarına bakışını yansıtan resimler ve Fabius Brest’in Trabzon ile ilgili resmi çekti.

MarseilleBurası gezginler için mutlaka gelinmesi gereken bir yer. Müze, pazartesi hariç her gün 09.30-18.00 arası gezilebilir, giriş 6 euro. M1 metro, T2 tramvay, 6-7-7B-7T, 42, 42T,81 otobüs hatları ile buraya gelebilirsiniz.

Musee Grobet Labadie

MarseillePalais Longchamp Parkı’nın biraz altında yer alan bu malikane, 19 yüzyıl burjuva hayatına, dönemin köklü bir ailesinin çerçevesinden bakmak için ideal bir yer. Marsilyalı iş adamı Alexandre Labadie’nin kızı Matrie Labadie tarafından bağışlanan malikane, duvarlardan halılara, resimlerden biblolara, dönemin zengin bir ailesinin yaşamına dair ip uçlarını vermekte.

MarseilleDönem mobilyaları, goblenler, Türk çini işleri ve müzik aletleri ile zenginleşen bu müze pazartesi hariç her gün 09.30-18.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir, giriş 6 euro.

Eglise Saint Vincent de Paul

MarseilleLes Reformes olarak da bilinen bu kilise, 1886’da Gotik tarzda yapılmış. Bronz girişler ve dış cephe taş işçiliği göz alıcı ama esas dikkati çeken Louis Botinelly eseri Joan d’Arc ve İsa heykelleri. Bu kilise pazar hariç her gün 09.00-12.00 ve 13.00-16.30 saatlerinde ziyaret edilebilir. Mavi metro hattı, sarı tramvay hatta buradan geçmekte. Hazır buraya gelmişken yol üzerindeki Palais des Arts binasına da göz atın.

Stade Velodrome

MarseilleFutbol düşkünlerinin kayıtsız kalamayacağı Stade Velodrome, 1938 Dünya Kupası için düşünülen stat, 13 Haziran 1937’de açılmış. Önceleri atletizm yarışmalarının da yapıldığı yer sonradan tamamen futbol müsabakalarına ayrılmış. Bugün ‘Olympique de Marseille’ futbol takımının da stadı olan ve dalgalı yapısıyla ilginç bir mimari tarza sahip olan yapının altında bir de hediyelik dükkan var. Ben gezmedim ama isteyenler rehberli turlar ile stadı gezebilirler. Turlar pazar hariç 10.00-19.00 saatlerinde düzenleniyor ve yaklaşık 75 dakika sürüyor, giriş ücreti 13 euro. Buraya M2 metro hattı ile gelebilirsiniz; Rond Point du Prado ile Sainte Marguerite Dromel durakları arasında kalıyor. Ayrıca 15, 15S, 16, 16S, 16T, 17, 24, 24B, 24T, 46, 46S, 47, 48, 48T, 73 hatlı otobüsler buradan geçiyor.

Unite d’Habitation

Marseille 2016’da UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak kabul edilen yapı kompleksi, brütalist mimari örneklerinden sayılıyor. Rengarenk balkonlarına karşın boyasız, çıplak bırakılan beton yapısı, bir sehpa üzerinde yükseliyormuş gibi duran havası özellikle mimarlar için ilginç. 1947-1952 yıllarında tamamlanan bina, cite radieuse (parlak şehir) olarak anılıyormuş; bunun nedeni de projenin 18 katlı, 337 daireli yapısıyla toplu konut sistemini sırf barınmaktan çıkarıp içinde yaşayanlara bir hayat sunması olabilir. Sonuçta binanın içinde bulunan dükkanlar, okul, açık hava tiyatrosu, revir ve çatı katındaki bahçe, yüzme havuzu, oyun alanı farklı bir toplu konut yaklaşımı sunmakta. M2 metro hattı buranın yakınından geçmekte; 23,44, 45 hatlı otobüsleri de kullanabilirsiniz.

Memorial de la Marseillaise

MarseilleFransa’nın milli marşı La Marseillaise için yapılan ve Marsilya’nın göbeğinde bir ara sokakta bulunan müzeyi ben hiç açık görmedim. Aslında Fransa’nın Avusturya’ya 1792’de savaş ilanından sonra Strasbourg valisi Claude Joseph Rouget de Lisle’dan bir marş yazmasını ister ama bu beste, iki ay sonra Marsilya’dan Paris’e yürüyüp Kral XVI Louis’yi devirmeye giden devrimcilerin marşı haline gelir. Gerçi Rouget’de hapisi boylar ama neyse ki Kralın akibetine uğramaz ve giyotine gitmez ama yoksulluk içinde ölür. Bu marş 1795’te milli marş haline gelir.

Müze, Tren İstasyonu’nun altında, Thubaneau Sokağı’nda 1681’de balolar için yapılan bir yapıda konuşlanmış. Bu bina daha sonra Türk hamamı olarak kullanılmış. Müzede dönem yayınlarının tıpkı basımları ile marşın çeşitli versiyonlarını içeren kayıtlar bulunmaktaymış. Ayrıca Amerikalı Opera divası Jessye Norman’ın Fransız İhtilalinin 200 yıldönümündeki gösterisi için tasarlanan Fransız bayrağı şeklindeki kıyafeti de sergilenmekteymiş. Görmek isterseniz her gün saat 10.00-19.00 arasında açık deniliyor ama bana denk gelmedi, gidip kapısında nöbet tutun, belki siz görürsünüz.

Parc-Chateau Borely

Şehrin dışındaki bu muhteşem park ve içindeki malikane zaman ayırmanız gereken bir yer. 17 yüzyılda armatör ve tüccar Joseph Borely tarafından alınan alan, 19 yüzyılda el değiştirmiş, sonra belediyeye geçmiş. 17 hektarlık bir alana yayılan park içinde İngiliz bahçeleri, Fransız bahçeleri, göletler bulunmakta. İlerde Şehrin simgelerinden dönme dolap da görülebilir.

MarseilleParkın içinde geniş ağaçlıklar, büyük bir gölet var. Parkın bir de botanik bahçesi bulunmakta. Ama parkın en önemli mekanı 1768’de yapılan malikane. Önündeki havuzlu yürüyüş yolu, Prado deniz manzarasına da sahip. Bina, belediyeye geçtikten sonra arkeoloji müzesi olarak kullanılmış ama 2003’ten beri burada Musee des arts decoratifs, de la faience et de la mode bulunmakta. Malikanenin kendisi bile görmeye değer; duvar freskleri, oda döşemeleri, porselen takımlar, hepsi o dönemin nadide eserler.

MarseilleBurası dekoratif sanatlar ve moda sergileri için belki de çok iyi bir seçim çünkü Malikane bir yandan 18. yüzyıl aristokrasisinin hayat tarzına ışık tutarken bir yandan da günümüz modasından izler taşımakta. Ben ziyaret ettiğimde gördüğüm sergi ise, bırakınız bugünü, ilerki yılların modasına doğru bir geçit yapmakta. 

MarseilleMüze salı-pazar günleri 10.00-18.00 saatleri arasında açık, giriş 5 euro ama her ayın ilk pazarı giriş ücretsiz. Müze ile birlikte botanik parkını da gezmek isterseniz 6 euro ödüyorsunuz, sadece botanik parkını görmek isterseniz 3 euro…Park ise her gün 06.00-21.00 saatlerinde açık. Eski Limandan geçen 83 hatlı otobüs ile buraya gelebilirsiniz.

Gare de Marseille Saint Charles

Marseilleİlk olarak 1848’de Paris-Lyon-Marsilya hattı için yapılan istasyona, 1920’lerde Afrika ve Asya kolonilerini temsilen anıtsal heykeller dikilmiş ve Saint Charles’ı şehre bağlayan görkemli merdivenler yapılmış. Bugün tren istasyonu ve yanındaki otobüs terminali ile Marsilya’nın en hareketli noktalarından.

Musee Cantini

MarseilleMermer sanatçısı ve koleksiyoner Jules Cantini, evini ve tüm koleksiyonunu 1916’da müzeye dönüştürülmek üzere bağışlamasıyla oluşan bu Müze, Bacon, Kandisky, Miro, Ernst, Balthus, Dufy, Picasso gibi çağdaş sanatın klasiklerinin eserlerini barındırmakta. Giriş kat ise geçici sergilere ayrılmış. Beni de müzeye girmekten vazgeçiren bu kısım oldu. Bahçedeki korkuluk gibi adamı görünce Müzeye girmekten vazgeçtim. Marsilya’nın en işlek alışveriş merkezinde olan bu müzeye bir şans tanımak isterseniz her gün 10.00-18.00 saatleri arasında 5 euro karşılığı gezebilirsiniz.

Opera de Marseille

MarseilleMarsilya Operası 1685’te Bordeaux’dan sonra Fransa’da ikinci opera binası olarak kurulmuş ama bugünkü opera binası 1924’te açılmış. Art Deco bir tapınak veya Paris’teki Champ Elysees’nin ruh ikizi olarak isimlendirilen yapının konukları arasında Placido Domigno, Renata Scotto ve Alfredo Kraus varmış.

Opera binasının bulunduğu bölge, özellikle Place Estrangin Pastre,19 yüzyılda gelişen Marsilya’nın yeni havasını yansıtmakta. Dönemin zevkini yansıtan binalar bölgeye ayrı bir hava katıyor. 1867 yılı yapımı devasa La Prefecture, La Palace de Justice, Caisse Depargne bu bölgede yer alan diğer görkemli binalar, özellikle bu meydandaki ince işlemeli havuz kenarında oturup bir süreliğine de olsa bu yapıların görkemine kendinizi bırakmanızı tavsiye ederim.

Chateau d’If

MarseilleAlexander Dumas’nın Monte Cristo Kontu’ndan tanıdığımız Chateau d’If, Frioul adaları arasında en küçüğü olan If adasında bulunan bir kale. Eski Liman’a 3,5 km mesafede ve 3 hektarlık bir alanı olan adanın çoğu kısmı kale alanı. Kale ise üç katlı kare bir yapı. Üç tarafında yüksek burçlar mevcut. Kale 1524-1531 arasında Kral I Francis emriyle silah deposu olarak yapılmış. Şehrin savunması için yapılsa da hemen hiç bu amaçla kullanılmamış, sadece bir kez 1531’de Kutsal Roma İmparatoru V Charles’ın Marsilya’ya saldırı hazırlıkları sırasında bir kıpırdanmalar olmuş ama sonrasında böyle bir saldırı olmamış.

MarseilleAdanın askeri ünü pek başarılı değilse de, hapishane olarak adı almış yürümüş. İsmi Alcatraz ile birlikte anılan ada-hapishane, gayet karanlık bir geçmişe sahip. 1580’de krala suikast düzenlemekle suçlanan Anselme buranın ilk tutsağıymış. 1685’de 3500 civarında Protestanın yolu buradan geçmiş, Paris Komünü liderlerinden Gaston Cremieux burada öldürülmüş. Ama ada esas ününü 1844’te Alexander Dumas’ın Monte Cristo Kontu isimli romanı yayınlanmasından sonra kazanmış. Roman kahramanı buradan kaçmaya kalkışmış ama gerçek hayatta bunu yapabilen kimse yokmuş. Hayat hapishanelerde de adil değil; burada garibanlar aşağı katta, penceresiz odalarda kalırken zenginler üst katta, şömineli, dolaplı odalarda cezalarını çekmişler. 1890’da ise hapishane olarak kullanım sona erdirilerek halka açılmış. Öte yandan Mark Twain, Demir Maskeli Adamın da burada hapis yattığını iddia etmiş ama buna Tom Sawyer bile inanmamış çünkü aslında Demir Maskeli Adam buraya hiç gelmemiş.

MarseilleBir avluya bakan ve hücrelerden oluşan binanın terasından harika bir Marsilya manzarası, buranın karanlık geçmişini unutturuyor insana. Ama biraz kulak verseniz, kimbilir belki I Philippe’nin sevgilisi Chevalier de Lorraine’in iç çekişlerini, şehre veba getirdiği için suçlanan Jean Baptiste Chataud’un feryatlarını duyabilirsiniz. Söylentilere bakmayın, Marquis de Sade’nin yolu buraya hiç düşmemiş. Bu arada, Kaledeki hücrelerin bazıları, burada tutsak kalanların isimleriyle anılmakta.

MarseilleEski Limanın önündeki Frioul Adalarının bir parçası olan If Adası, eski limandan kalkan teknelerle gezilebilir. Frioul Adalarının hepsini gezmeniz mümkün; Parc National des Calanques parçası olan bu bölge ayrıntılı gezmeyi hak ediyor. İles du Froil olarak bilinen adalar grubu, If, Promegues, Raton neau, Tibulen olmak üzere dört adadan oluşuyor ve milli park olarak korunmakta.

Eski Limandan buraya gezi tekneleri kalkıyor. Nisan-Eylül arası 10.15- 17.45 Ekim-Mart arasında yine ilk tekne 10.15’te kalkıyor ama son teknenin kalkış saati 16.45. Tur bedeli 11 euro, buna If’teki kale girişi de dahil.

Cours Julien

MarseilleBu bohem bölge, belki de Fransa’nın en büyük sokak sanatına sahip alanı; nereye bakarsanız grafiti… Hafif pejmürde, tekinsiz havasına rağmen koca bir havuzun süslediği parkın etrafında her renkten insan huzur içinde oturuyor. Burada butik giysi dükkanları, el sanatları stantları yanında farklı lezzetleri ucuza bulabileceğiniz lokanta ve kafeler mevcut.

Bu bölge gün boyu hareketli, gece hayatı da oldukça renkli. Dolaşmaktan yorulduğunuzda sokaklara yansıyan sanat ortamında dinlenmek için birebir. Buraya metro 2 ile gelebilirsiniz, Notre Dame du Mont durağında ineceksiniz.

Porte d’Aix

MarseilleŞehrin güneyinde, eskiden Aix-en-Provence’a giden yolun üzerinde, Roma İmparatorluğu’nun zafer taklarından esinlenilerek tasarlanan bu zafer anıtı, 1784’te Louis XIV şerefine yapılması planlanmış, 1823’te Fransa’nın İspanya’daki zaferleri de bu taka eklenmiş ve 1839’da tamamlanmış.

Place Castellane

MarseilleRue de Rome caddesinin sonundaki bu alan 1774’ta yapılmış; adı ise bu bölgeyi bağışlayan aristokrat Henri Cesar de Castellane Majastre’den gelmekteymiş. 1798’de buraya bir çeşme ve obelisk yapılmış ama 1911’de obelisk Mazargues’ye taşınmış. 1913’te buraya bugünkü çeşme ve anıt yapılmış. Bugün burası merkeze hafif uzak ama çeşitli lokanta, kafe ve barlarıyla turistleri bekleyen bir yer. Giderseniz Couvent Saint Lazare’ye de bir göz atın derim ben.

Yiyelim İçelim

Marsilya gastronomik açıdan da çok zengin. Özellikle deniz ürünleri sevenler için bir cennet. Eski Liman çevresinde biraz turistik tarife olmakla beraber, bir çok lokanta size Marsilya mutfağından örnekler sunacaktır. Ama eski limandaki Quai de Rive Neuve paralelindeki sokaklarda, Place Thiars civarında daha otantik, daha çeşitli lezzetler bulunabilinir. Ben bu bölgedeki La Langoustine’i tercih ettim. Marsilya’da mutlaka denemeniz gereken lezzet, bir tür balık çorbası olan ‘Boullabaisse’. Balık ve deniz ürünlerinin sarımsak ve safranla harmanlanması ile hazırlanan bu yemek, Marsilya’nın spesiyalitesi. Ayrıca midye kovaları da tercih edilebilir.

Benim bir başka önerim ise, Toinou Les Fruits de Mer… Eski Limanın hemen yakınındaki Cours Saint Louis sokağındaki bu lokanta, çok daha hesaplı bir şekilde deniz ürünleri sunmakta ama yemekler daha çok soğuk servis yapılıyor. Tabaklar 11.90 eurodan başlayıp birkaç kişilik tabaklarda 76.40 euroya ulaşıyor, daha ucuz servisler de bulunmakta.

Cours Julien bölgesindeki kafeler, lokantalar ucuz seçenekler sunabilir. Aynı şekilde Place Castellane civarında da daha az ama ucuz seçenek bulabilirsiniz.

Öğün geçiştirmek için ise sandviç deneyebilirsiniz; bazı yerlerde bu sandviçler o kadar zengin ki başlı başına bir öğün sayılabilir. Mesela Cours Joseph Thierry üzerindeki Le bar a Pain bunlardan biri.

Fransa deyince tatlılar, pastalar, şekerlemeler de lezzetin bir parçası… Bu konuda Canebiere Caddesi’nin Eski Liman’a yakın kısmındaki La Cure Gourmande size bol bol seçenek sunmakta. Marsilya’ya özgü bir tat da calissons… Badem ezmesi ve badem şekeri karışımı bir tadı var. Meyveli çeşitleri de mevcut. Dondurmayı ise Amorino’da yiyin, bir de makaron kondurun üzerine; o da Eski Limanda.

Türk mutfağından vaz geçmem diyorsanız, Canebiere’de sık sık dönerciye rastlayabilirsiniz. Hatta Rue Barbusse caddesinde Ankara-İstanbul-Bodrum isimli dönerciler yan yanaydı.

MarseilleSiz bu fakire uymayın. Ben müze göreyim, kilise gezeyim derken yemek için ne bütçe ne de zaman ayırdım. Ama eğer gözlerim Michelin yıldızlarıyla kamaşmadıkça ben yediğimden bir şey anlamam diyorsanız Vieux Port’un kuzey yakasındaki Une Table Au Sud, aradığınız yer olabilir, odun ateşinde pişirilen istakozunun tadına doyum olmuyormuş, Bouillabaissesi de çok ünlüymüş. Bouillabaisse konusunda iddialı başka bir yer ise, yine Michelin yıldızlı L’Alcyone, daha önce bahsetmiştik. Buralarda türlü fiyata set menülerde bulabilirsiniz. Eski Liman’ın güney kıyısındaki Les Arcenailx ile L’Aromat da bouillabaisse konusunda iddialı yerler. Bu bölgedeki La Fiancee, Loustic, Deep, Gingerart Coffee, kahve alanında öne çıkan kafeler. Castellane’daki Saisons, Velodrome’daki Otto ve Am Alexandre Mazzi Michelin yıldız savaşlarında ismi geçen lokantalardan.

Alışveriş

Eski Liman hediyelik eşya alış verişi için de zengin bir yer. Sabun ve lavanta, Marsilya’nın en önemli ürünleri. Eski Limanın iki yakasında da sabun satan dükkanlar var, hatta müze de var. Musama bu müzelerden biri. Ayrıca turistik bölgelerde sabun üreticileri de görülebilir.

Günlük alış veriş için Carrefour, Utile, Spar gibi yerler seçilebilir. Monoprix ise yiyecek içecekten, giyeceğe, elektronik eşyalardan kırtasiyeye herşeyi bulabileceğiniz bir yer.

MarseilleMarsilya merkezinde, Eski Liman yanında Centre Bourse’daki AVM alışverişleriniz için bir seçenek. Fransa’nın gururu Lafayette burada. Hemen yanında ise her şey 1 euro anlayışına yakın büyük bir mağaza var; kozmetikten mobilyaya kadar bir çok şey bulabilirsiniz.

Velodrome Stadyumu’nun yanındaki Prado AVM, lüks markaların bulunduğu bir yer, kahveden giysiye göz alıcı markalar burada. Velodrome’daki mağazadan da spor malzemeleri alabilirsiniz. Bunlar dışında merkeze daha uzak yerlerde, Grand Littoral, La Vlentine, Bonneveine,Les Terrasses du Port, Village Docks’da diğer AVM’ler.

Eğer dünyaca ünlü markalar arıyorsanız Saint Ferreol, Paradis, Rome caddelerinde dolanmalısınız. Rolex, Hermes, Chanel, Dior gibi markalar Opera ile Rue Grignan arasında… Antika istiyorsanız Edmond Rostand, Haut Paradis’de…Butik tasarımlar için Cours Julien sokakları seçenekler sunmakta. Tren İstasyonunun altındaki Canebiere bölgesi ve Noailles civarında sebze meyve pazarı, spor mağazaları yanında seks dükkanları da var.

Gelelim pazarlara… Balık, deniz ürünü arıyorsanız her gün Eski Liman’da Quai de la Fraternite pazarı kuruluyor, ayrıca burada cumartesileri kurulan pazarda çiçek, sabun, magnet gibi ürünler daha ucuza bulunabilir. Capucins‘de pazar hariç her gün yiyecek, giyecek pazarı kuruluyor. Castellane bölgesindeyseniz burada da aynı şekilde bir pazar var. Çiçek arıyorsanız; pazartesileri Rue Georges, salıları ve cumartesileri Joseph Thierry , çarşamba ve perşembeleri La Plaine’e gideceksiniz. Organik ürünler önemli, o zaman çarşambaları Cours Julien’e uğrayın.

Paranız kısıtlıysa ve illa modayı takip etmek istiyorsanız, Canebiere ile Place des Capucines arasında, yan sokaklarda her markanın çakmasını üreten dükkanlar var. Cours Belsunce etrafında yoğunlaşan bu dükkanlar arasında İstanbul Moda isimli bir yer de var; eh, moda olur da İstanbul eksik kalır mı…
Eğlenmek için Eski Liman, Cours Julien ve şık barlarıyla La Joliette denemeniz gereken yerlerden.

Son Söz

Fransa’nın en büyük ikinci şehri denince insan Marsilya’yı Paris ile kıyaslıyor ister istemez. Yapmamak lazım, hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Sonuçta Marsilya benim gayet memnuniyetle gezdiğim, nefesimin havasına keyifle karıştığı bir şehir oldu. Dünyanın her tarafından insanların geldiği bir yer; haliyle keşmekeşi de bol. Karışık, tedirgin edici yapısı yanında rafine zevklere de hitap eden bir şehir. Ama kozmopolitlik Paris gibi zenginleştirici bir unsur olarak yansımıyor sanki Marsilya’ya, daha çok karmaşa ve kayıtsızlık var ortada… Şehir merkezinde sefalet ve nezafet yan yana görülebiliyor. Dünyanın her yerinden gelmiş insanlar birbirine değmeden yaşayıp gidiyor sanki. Bu farklı kökenden gelen insanlardan ortaya, ne bileyim, mesela Endülüs gibi bir üst kültür çıkmazmış gibi geldi bana. Belki politik olarak doğru bir soru değil ama yine de düşünmeden edemedim; çok çeşitlilik, çok renklilik her zaman iyi midir; gün gelip Marsilya bu sorunun cevabını verir…

Belfast Gezi Rehberi: Özgürlük Sevdalısı İrlandalı

belfast

Birleşik Krallık’ta yer alan Belfast, Kuzey İrlanda’nın en büyük şehri ve başkenti. Güney İrlanda’daki Dublin`in 166 km kuzeyinde yer alan Belfast, Dublin’den sonra İrlanda Adası’nın da en büyük ikinci şehridir. Şehir, gemi ticareti için çok uygun olan Belfast Haliç’inin güneybatısında, Lagan Nehri’nin ağzına yakın ve adını aldığı alanda kurulmuş. İrlandaca Bealfeirste olarak söylenen Belfast, “Farset nehrinin ağzı” anlamındaki Bical Feirste’den türetilmiş. Şehrin güneyinde Castlereagh Tepeleri, kuzeyinde ise Antrim Tepeleri bulunmaktadır.

Britanya Adaları’nın en önemli limanlarından biri olan Belfast, uçak yapımı, keten dokuma, halat yapımı, tekstil gibi alanlarda başarılı olduğu gibi Titanic gemisinin de yapımcısı olan dünyaca ünlü gemi inşaatçıları Harland & Wolff’a ev sahipliği yapan bir şehir.

Meraklısına; Şehrin tarihi geçmişi de oldukça zengin. Kent paleolitik ve tunç çağlarında yerleşime açılmış. Bölgedeki en önemli keşif, yaşının 5000 yıldan fazla olduğu tahmin edilen Giants Ring adlı bir anıttır. Bugünkü kentin çekirdeğini ise Ulster kontlarının oturdukları 12. yüzyılda yaptırılan ve 17. yüzyıl başlarına kadar ayakta kalan şato oluşturmuş. Buna göre John de Courcy, 1177 yılında tepelerden birinde bir kale inşa ettirmiş. 1604 yılında ise bu defa Sir Arthur Chichester tarafından yeni bir kale yaptırılmış. İngiltere Kralı I. James döneminde (1603-1625), kent konumunu kazanmış. bereketli toprakları ve ürettiği yağ, tahıl, deri, yün gibi ürünleri komşu ülkelere sağlamasıyla önemli bir şehirmiş. 18. yüzyılın başlarında Belfast’ın nüfusunun yaklaşık 20.000 kişilere ulaşmış, şehirde bankalar, postane, kültür ve eğlence mekanları kurulmuş. Belfast zaten ilklerin şehri olarak biliniyor ve en eski günlük gazetenin Belfast’ta yayınlandığı söyleniyor.

Belfast 1641 yılındaki İrlanda ayaklanmasından çok fazla zarar görmemiş. 17. yüzyıl başlarından itibaren İskoçlar buraya yerleşmeye başlamış. 17. yüzyılın sonlarında buraya Fransa’dan göç eden Huguenot (Protestan) mültecileri, keten bezi endüstrisinin kurulmasına öncülük etmiş. Şehir dünya keten bezi üretiminin merkezi haline gelmiş ve Sanayi Devrimi sonrasında da gemi yapımı ve makineleşme bu büyüme sürecini daha da hızlandırmış.

Şehir, II. Dünya Savaşı’nda, 1941 yılında Alman savaş uçakları tarafından bombalanmış ve çok zarar görmüş. Bununla birlikte yine de günümüze kadar ulaşabilen Victorian stili yapıları ile eşsiz bir hazineye sahip olduğu söylenebilir. Bu yapıları, tarihi eserleri ve güzel doğasıyla önemli bir turizm merkezi olmasına karşın, Kuzey İrlanda’nın bağımsızlığı için uzun yıllar mücadele eden IRA’nın (İrlanda Cumhuriyet Ordusu) eylemleri nedeniyle turizm sekteye uğramış.

Belfast ünlü isimlerin albümlerinde de kendine yer bulmuş. Boney M, Mapo de Oz, Katie Melua ve Elton John tarafından söylenen Belfast isimli şarkılar şehrin ne kadar önemli ve sevilen bir yer olduğunu göstermekte. Reyting rekorları kıran Game of Thrones dizisi de Belfast’ta çekilmiş. Bir de çok hoşuma giden bir sözü Dalia Lama Belfast’lılar için söylemiş. “Değişimi kucaklayın ama geleneklerinizi bırakmayın.”

Golf ise şehrin önemli bir ulusal sembolü olmuş. Dünyaca ünlü birçok sporcu Belfast’dan yetişmiş ve bu nedenle birçok seçkin spor merkezi de buraya konuşlanmış.

Evet biraz uzun bir tanıtım yazısı oldu ama bu şehir bunu hak ediyor diye düşünüyorum. Artık gezmeye başlayalım ne dersiniz!

Aslında Belfast’a gitmeyi planladığımı söyleyemem. Koşullar beni oraya götürdü diyebilirim. Gezi güzergahımın ana hedefini İskoçya oluşturuyordu. Ancak uçak biletini vaktinde alamadığım için Londra’dan Edinburgh’a uçakla gidiş oldukça maliyetli hale gelmişti. Bu nedenle çeşitli güzergah kombinasyonları yaparken Londra Belfast biletinin oldukça ucuz olduğunu (Ryan Air sağolsun) ve buradan da Edinburgh’a başka bir uçuş (Flybe Airlines) kullanarak daha uyguna gidebileceğimi tespit ettim. Dolayısıyla Belfast’da da gezmek farz oldu.

Böylece Belfast’a gittim ve benim için huzurun adreslerinden biri olarak kaydettiğim bu şehri görüp tanıma fırsatı buldum.

Belfast İnternational Airport’un hemen önünden hareket eden Airport Express 300  havaalanı otobüsü (Tek yön 8 paund) ile şehrin merkezi Donegall Meydanı’na geldim. Yine Airport Express 600 otobüsü de havaalanı ve şehir merkezi arasında ulaşımı sağlamakta.  

Havaalanından bindiğim otobüsle ulaştığım Donegall Meydanı’nda tekrar otobüse binmeden dolaşmaya başladım. Meydan şehir merkezinin ticari ve en işlek bölgesi imiş. City Hall yani Belediye Meclis Binasının önünde gençler,yaşlılar çocuklar kimi çimenlere uzanmış, kimi sohbet ediyor, kimi gazete, kitap okuyordu. 1906 yılında açılan barok tarzındaki bina çok heybetli ve gösterişliydi.

Caddenin sonuna doğru çok büyük bir katedral gördüm. Üzerinde taç şeklinde bir çan kulesi vardı.

Buraları daha sonra karış karış gezeceğim için özet geçiyorum.  Önce hostelime ulaştım. Lagan Backpackers isimli hostelin fiyatı da oldukça uygundu ve bir gece için kahvaltı dahil 13 pound ödedim. Hemen eşyalarımı odaya bıraktıktan sonra nehir kenarına indim.

Lagan Nehri nazlı nazlı akıyordu. İki yönüne yürüyüş yolları, küçük parklar yapılmış. Kimi bisikletiyle geçiyor, kimi bebek arabasıyla dolaşıyordu. Havanın güzel olmasından istifade edip güneşlenenler bile vardı. Belfast’da yılın 300 günü yağmur yağdığı rivayet ediliyor!

Uzun bir yürüyüşle şehirdeki 8 köprüden birisi olan Albert Köprüsü’ne ulaştım.

Elimdeki haritaya göre köprüye gelince sola dönerek pazar yoluna saptım. Pazarın içerisi oldukça kalabalıktı ve bir müzik grubu çalıyordu.

St George Market Kuzey İrlanda’da  Victorian stili üstü kapalı pazar yeriymiş. Bu bina Lagan Nehri’ne ve Waterfront Binası’na yakın May Caddesi üzerinde bulunuyor. Belfast Birliği bu binayı 1890 ve 1896 yılları yaptırtmış. 1890 yılından önce binanın bulunduğu yerde üstü açık bir pazar yeri varmış.

Bugün gelişmiş ve modern bir pazar yeri olarak 300’e yakın tüccar, el işleri sanatçısı, müzisyen ve gıda satıcısı bulunuyormuş. Pazar geniş bir alana yayılıyor ve sadece cuma, cumartesi ve pazar günleri açık.

İyi ki bu pazara gelmişim, burası çok renkli ve canlı bir yer. Rengarenk standlar arasında gezinmeye başladım. Aslında özellikle resimlerin ve el sanatlarının fotoğraflarının çekilmesinden hoşlanmaz insanlar. Ancak benim yabancı olduğumu anlayınca kimse sesini çıkarmadı. Hatta birisi poz bile verdi, ne hoş değil mi!

Zaten İrlandalılar ve İskoçlar genel olarak çok eğlenceli ve yardımseverler. Dublin’de de bunu yaşayarak deneyimlemiştik. Eğlenceli yönlerini ve eğlenmeyi sevmelerini kıskanmadım desem yalan olur. Bizim ruhumuz kararmış, eğlence olarak sadece televizyonu olan bir toplum haline geldik.

Gittiğim her şehirden hatıra bir eşya almaya çalıştığımdan el yapımı olan ve üstüne bir karikatür çizilmiş bir magnet aldım. Belfast’ın yemekleri meşhurmuş ve bunu hicveden Belfast Belly yani Belfast göbeği nasıl olur diye yemeklerin ve içeceklerin adının yazıldığı bir karikatürdü. 

Bu arada ortadaki müzik grubu çalıp söylüyor ve yiyecek ve içeceklerini alarak masalarına oturmuş insanlar şarkılara eşlik ediyordu, ben de Müzeye gitmekten vazgeçip mekanın keyfini çıkardım.

Pazar çıkışı ileride bir köprü ve köprü başında da çok büyük metalden yapılmış bir kadın heykelini gördüm.

Burası Thanksgiving yani Şükran Meydanı. Kadın figürü kaynağını klasik ve Kelt mitolojisindeki imajlardan alan umut ve özlem, barış ve uzlaşma gibi çeşitli allegorik temaları temsil ediyormuş. Heykelin amacı insanları bir araya getirmek, kalpleri ve zihinleri değiştirmek ve toplumdaki bölünmüşlüklere bir köprü kurmakmış.

Ara bir sokaktan iç kısımlara doğru giderken şehrin merkezi sayılabilecek Victoria Meydanı‘nı buldum.

Burada da bir müzik grubu sokak müziği yapıyordu. Meydanın etrafını çevreleyen binalar mimari olarak çok hoş gözüküyordu.

Meydanda camdan bir kubbe şeklinde inşa edilen 4 katlı bir alışveriş merkezi Dome binasının en üst katından şehri tepeden seyretmek mümkünmüş. Vaktim olmadığından maalesef çıkamadım.

Yürümeye devam ederek opera binasının bulunduğu caddeye geldim. Grand Opera, 1895 yılında inşa edilmiş. II. Dünya Savaşı sırasında Büyük Opera hasar görmüş. 1970’lerin başlarında bu binanın yıkılarak yerine iş merkezi yapılması gündeme gelmiş. Neyse ki toplumun karşı çıkması üzerine Sanat Konseyi korunması gereken bir yapı olarak bu binayı da listesine almış.

1976-1980 arasında da çok geniş bir restorasyon yapılmış. Europa Hotel’in yakınında olması nedeniyle 1991 ve 1993 yıllarında bu oteli hedefleyen bombalardan nasibini alarak büyük hasar görmüş. Bununla birlikte yine de müzikallere, oyunlara, pandomimlere ve canlı müzik gösterilerine ev sahipliği yapmaya devam etmiş. Daha sonra, 2006’da büyük bir uzantı eklenerek son şeklini almış. Oryantal stilin uygulandığı tiyatro mimarisinin en güzel örneği olarak gösterilmekteymiş. Gerçekten de hem gün ışığında hem de gece çok hoş gözüküyor. İçine de girip bir gösteri izlemek isterdim. Europa Hotel Avrupa’nın ve Dünyanın en çok bombalanan oteli olarak kabul ediliyormuş. Buna rağmen hiç kapanmamış ve başkan, başbakan ve ünlüleri de konuk etmeye devam etmiş.

Europa Hotel’in hemen karşısında şehrin bir diğer önemli yapısı The Crown Liquor Saloon bulunuyor. Burası zamanın muazzam Victorian Çin saraylarından biriymiş. Aslında bu bina demiryolu tavernası olarak inşa edilmiş, 1885 yılında bara dönüştürülmüş ve o zamandan sonra da en az 2 kere yenilenmiş. Buranın da Europa Hotel gibi çok sayıda bombalandığı söyleniyor.

Bar iç dekoruyla sizi hem geçmişin dünyasına sürüklüyor, hem de ihtişamlı görüntüsüne ağzınız bir karış açık büyülenmiş gibi bakıyorsunuz. İç kısmının dekorasyonunda kırmızı granitten barını, çok şık panellerle birbirinden ayrılarak özel alan yaratılmış kabinleri, yere döşenmiş iç içe geçmiş mozaikleri, vitray pencereleri ve gaz lambalarıyla aydınlatılan çok ince işlenmiş tavanı görüyorsunuz. Tuvalet kapısı bile bu ortama yakışır şekilde yapılmış.

Barın girişinde, zemine mozaiklerden dev bir taç yapılmış. Barın ismine atıf yapan bu tacın üstüne bağımsızlık yanlısı Cumhuriyetçiler keyifle basıyormuş. Barın içi gibi dışı da oldukça etkileyici. Yine rengarenk seramiklerle bezenmiş dış kaplama sizi daha uzaktan etkiliyor…

Bu caddede yürümeye devam ettim. Bu sefer hedefim meşhur Queen Üniversitesi’ni bulmaktı. Üniversite Caddesi’nde yürürken karşıma yaklaşık yüz yaşında olduğu belirtilen Crescent Kilisesi çıktı. Binası ilginç geldi bana…

Kısa bir mesafe sonra Queen’s Quarter yani Kraliçe Bölgesi denilen bir alana çıktım. Queen Üniversitesi, Ulster Müzesi, Botanik Bahçesi hepsi bu bölgede bulunuyormuş. Zaten önünde devasa bir melek heykeli olan şahane üniversite binasını görmemek mümkün değil. Bu üniversite Birleşik Krallığın en prestijli eğitim tesislerinden birisiymiş. O kadar büyük bir bina ki kadraja sığdırmakta zorlandım.

Kraliçe Victoria tarafından 1849’da kurulan bu binada ilk öğrenciler “Queen’s College” olarak öğrenime başlamış. 300’e yakın akademik programa sahip olan bu üniversite önde gelen araştırma kurumları arasında gösteriliyormuş. Binanın çevresinde yemyeşil ve çok güzel bahçeler bulunuyor. İçine de girdim ve üst kata çıktım. Burada küçük bir sergi salonu vardı. Dışarıdaki melek heykeli ise bu üniversitenin mezunu ve çalışanlarından II.Dünya Savaşı’nda ölenlerin anısına dikilmiş.

Üniversitenin yanında bir de şapel var ama kapalı olduğundan içine giremedim. İngilizler Katolik İrlandalıları Protestan yapmak için her yolu denemiş görünüyor.

Tabelaları takip ederek Botanik Bahçesine girdim. Burada hemen sağ tarafta Ulster Müzesi bulunuyor. Ne yazık ki geç gelmiştim ve pazartesi günleri kapalı olduğundan ertesi gün de gezemeyecektim. 8000 metrekare sergi alanıyla Kuzey İrlanda’nın en geniş müzesi kabul ediliyormuş. Ulster Müzesi, güzel sanatlar, uygulamalı sanatlar, arkeoloji, halk kültürü, tarihi paralar, bitki, hayvan ve taş koleksiyonları gibi çok çeşitli sergilere ev sahipliği yapıyormuş. Ücretsiz olan Ulster Müzesi’nde, mücevher koleksiyonundan, fil iskeletine, Girona’dan getirilen İspanyol ordusuna ait toplardan yerel sanatçılar tarafından yapılmış tablolara kadar çok geniş bir yelpazede sergi gezilebilmekte. Ziyaretçilerin 2,500 yaşında olan ve 20-30 yaşları arasında öldüğü tahmin edilen Prenses Takabuti’nin mumyasını görebileceği Mısır tarihiyle ilgili bir sergi dahi bulunuyormuş. Ben sadece binayı dışından görmekle yetindim tabi. Panoramik çekerken binayı biraz yamultmuşum siz düzgünmüş gibi hayal edin!

Ulster Müzesi’nin arka tarafından parka doğru yürüdüm. Belfast Botanik Bahçeleri (Botanical Gardens), hem Belfastlılar hem de ziyaretçiler için çok popülermiş. Zaten o kadar kalabalıktı ki çimenlerin üstünde oturanları, yatanları mı ararsınız, banklarda oturanları, bisiklete binenleri, yürüyenleri, koşanları mı ararsınız ortalık cıvıl cıvıldı. 28 dönümlük bir alana yayılan Botanik Bahçesi ilk kez 1828 yılında özel bir park olarak kurulmuş. Bir dönem de sadece pazar günleri halka açılmış. 1895’den sonra Belfast Birliği tarafından satın alındıktan sonra tamamen halkın kullanımına sunulmuş.

Botanik Bahçesi’nin en göze çarpan bölümleri yüzlerce bitkiye ev sahipliği yapan Palmiye Evi (The Palm House) ve Tropikal Ravine Evi (The Tropical Ravine House). Palmiye Evinin yapımı 1840 yılında tamamlanmış. Ferforje demir kullanılarak camdan yapılan sera, dünyada bu şekilde yapılan seraların ilk örneklerinden birisiymiş. Victorian Döneminden kalma bu sera, serin kanat ve tropikal kanat olarak iki farklı düzenlemeye sahipmiş. İçindeki egzotik bitkiler çok özel bakıma ihtiyaç duyuyorlarmış. Mesela Avustralya’ya özgü bir bitki olan bir zambak türü tam 23 yıl bekledikten sonra açmış. 400 yaşında olan bir bitki bile varmış.

Hostele dönüp biraz çay molası verdikten sonra tekrar gezmeye başladım. Ne güzel burada güneş o kadar geç batıyor ki saat akşam 10’lara kadar karanlık görmüyorsunuz. Bu sefer ki hedefim nehrin karşı kıyısına geçip o tarafı keşfetmekti. Daha önce gördüğüm hostele en yakın köprüye ulaştım ve karşı kıyıda yürümeye başladım.

Yol boyu güvenlik görevlileri vardı ve ilk önce bunlara anlam veremedim. Sonra uzaklardan bir müzik sesi gelmeye başladı. Meğerse o gece Ormeau Parkta The Script adlı bir grubun konseri varmış. Bu grup Dublin merkezli İrlandalı bir rock grubuymuş. İnsanlar büyük bir gösteri alanına akın akın gidiyorlardı. Tabii benim biletim yoktu ve biletsiz birçok kişinin yaptığı gibi güvenlik bariyerlerinin arkasından sahneyi görmeye çalışarak müziği dinlemeye çalıştım. Bazıları hazırlıklı gelmişlerdi. Büyük battaniyelere sarınarak yol kenarına oturmuşlar ve yiyip içiyorlardı.

Belfast’ta ikinci günün sabahı kahvaltıdan sonra Titanik Müzesi’ne gitmek üzere yola koyuldum.

Titanic Müzesi’nin olduğu bölge bir sayfiye şehrini andırıyor. Sabahın bu erken saatinde yatlarla, uzaktan görünen gemilerle ve balıkçı tekneleriyle ortalık çok huzurlu ve sessiz görünüyordu.

Müzeye ulaşmak için önce SS Nomadic Gemisinin yanından geçtim. RMS Titanic’in küçük kız kardeşi olarak tanımlanan bu gemi dünyada White Star Line serisinden bugünlere gelebilen tek gemiymiş. 1911 yılında suya indirilen geminin yapılma amacı Titanic ve Olympic gemilerine yolcu transferini sağlamak ve bu gemilere posta götürmekmiş. Titanic müzesi için bilet aldığınızda burayı da gezebiliyormuşsunuz. Bazen çeşitli etkinlikler düzenlendiğinden ziyarete kapalı olabiliyormuş. Saat daha erken olduğundan yanından geçerken henüz açılmamıştı. Ancak dönüşte açıldığını ve ziyaretçi kabul ettiklerini gördüm.

Evet; en sonunda uzaklardan gördüğüm Titanic Müzesi‘ne ulaşmıştım. Kate Winslet ve Leonardo Di Caprio’nun başrolünü oynadığı Titanic filmi ile 1990’larda yeniden meşhur olan, zamanının en büyük ve lüks gemisi, tam ismiyle RMS Titanic, Belfast’ta Harland & Wolff tersanesinde yapılmış. Titanic, 15 Nisan 1912’de Southampton’dan New York’a olan ilk yolculuğu sırasında Kuzey Atlantik Okyanusunda bir buzdağına çarparak batmıştı. Gemide 2224 yolcu ile mürettebat bulunuyormuş ve bunların 1500’ünden fazlası ölmüş. Geminin enkazına ancak 1985 yılında ulaşılabilmiş. Su tabanında parçalara ayrılan enkaz çıkarılarak müzelerde sergilenmeye başlanmış. Titanic faciasının 100’üncü yılı anısına Titanic’in inşa edildiği eski Harland & Wolff tersanesinin yerine 2012’de açılan müze binası gümüş renkli alüminyum panellerle kaplı modern bir gemi gövdesine benzetilmiş.

Titanic Belfast Müzesi’nin 12.000 metrekarelik alanında dört bölüm dokuz interaktif sergide geminin yapılma aşamaları, batışı ve ölenlere ilişkin hazin hikayelerin anlatıldığı galeriler, özel fonksiyon odaları, interaktif galeriler ve etkinlik odaları bulunuyor. Titanic’in üretim aşamasındaki taş kızağın özellikle de görülmesi öneriliyor. Müzede bir de 1900’lerin Belfast’daki otantik barına benzetilen Hickson’s Point adlı bir bar bulunuyormuş. Titanic Belfast Müzesi bileti yetişkin için 18.5, öğrenci için 15 Sterlin. Müzeye en az birkaç saat ayırmak gerekiyormuş. Hem bilet fiyatı fazla geldi hem de  fazla zamanım yoktu. Onun için içine girip hediyelik eşya mağazasına şöyle bir baktım ve dışarı çıktım. Müzenin önüne  Titanic filminden esinlenerek çok hoş bir kadın heykeli yerleştirmişlerdi.

Hemen hemen birçok turistik yerde gördüğümüz yazıyla fotoğraf çektirme uygulaması burada da vardı.

Buradan hızlıca geri dönüp Queen Elizabeth Köprüsü’ne doğru yürüdüm. Bu Köprünün diğer tarafında ise Queen’s Bridge yani Kraliçenin Köprüsü vardı. Bu köprü 1849 yılında Kraliçe Victoria tarafından yaptırılmış.

Queen Elizabeth Köprüsü’nünkarşısında Custom House yani Gümrük Evi bulunuyordu. Gümrük Evi 1854 ve 1857 yılları arasında İtalyan stilinde inşa edilmiş. Yazar Anthony Trolllope bir zamanlar buradaki postanede çalışmış. Binanın nehir tarafındaki yüzünde alınlık olarak Britanya, Neptün ve Merkür’ün portre kabartmaları yapılmış.

Gümrük Evi’nin merdivenleri bir zamanlar konuşmacıların köşesi olarak kullanılıyormuş. Bu geleneği göstermek üzere görünmez bir kalabalığa konuşan bronz bir heykel merdivenlere yerleştirilmiş.

Bu arada nehir kıyısına çok güzel bir balık heykeli yerleştirilmiş. 1999 yılında resmi olarak açılan bu heykeli de paylaşmak isterim.

Köprüden geçerken Belfast’ın önemli tarihi sembollerinden biri olan Albert Memorial Clock Tower Kraliçe Victoria’nın erken ölen kocası Prens Albert’in adını taşıyan Kule, 1865 yılında inşa edilmiş. 35 metre yüksekliğindeki kule muhteşem bir neogotik stil örneğidir.

Kemer şeklindeki bir payanda üzerine yerleştirilen 4 hanedan aslanı ile kulenin batı tarafında şövalye kıyafetleri giymiş prensin bir heykelinin bulunduğu kule oldukça güzel gözüküyor. Ancak, kule ahşap kazıklarla nehir yakınlarında böyle sulak bir alana inşa edilince bir süre sonra eğilmeye başlamış. Hatta bu eğilmenin önüne geçebilmek için kuledeki bazı süslemeler sökülmüş ve temeli desteklenmeye çalışılmış. Bu hali ile ünlü Pisa Kulesi gibi turistlerin ilgisini çeker olmuş.

Kulenin hemen çaprazında Saint George’s Kilisesi yer alıyor. Yorulmuştum ve aslında amacım gidip biraz dinlenmekti. Kilise görevlisi beni büyük bir içtenlikle içeri aldı. Böyle bir karşılama olunca biraz utandım doğrusu.

Kilise, Belfast’daki en eski İrlanda kilisesiymiş. 1816 yılında açılan kilise 2000 yılında yeniden elden geçirilmiş.

Çevrede dolaşırken yine Gümrük Evi’nin yanındaki cadde üzerinde Belfast’ın en eski binası olduğu belirtilen 1711’de yapılmış ve restoran olarak kullanılan McHughs binasını gördüm.

Nehir kenarından yürüyünce ulaşılan Dome alışveriş merkezinin ön kapısında Victorian stili Jaffe Çeşmesi‘ni bulunuyor. 1870 yılında yapılan çeşme farklı yerlere taşınıp restore edildikten sonra ilk yerine yerleştirilmiş.

Sonra ara sokaklara dalarak görülmesi önerilen St. Anne’s Katedrali’ni bulmaya çalıştım. Şehrin en eski bölgesinde dolaştığım için daracık sokaklar, evler, restoranlar, barlar hepsi bir film setinden fırlamış gibi geldi bana. Mesela Commercial Court Sokağı gibi…

Burası şehrin en tarihi yerleri arasındaymış. Adı gibi Belfast’ın ticari kalbi burada atıyormuş. Bir zamanlar bu dar sokakta birçok bronz panelle ayrılan viski tüccarları, çömlekçiler ve eski demirciler bulunuyormuş.

Sokağın sonunda ise meşhur The Duke of York Barı var. Sinn Fein hareketinin ünlü lideri Gerry Adams, 1960’larda burada barmen olarak çalışmış. Gazeteciler de bu barda politikacılarla, hakimlerle, avukatlarla ve tüccarlarla görüştükleri için bu bölgeyi mesken edinmişler. Bu nedenle bu bölge Belfast’ın Basın Mahallesi olarak da biliniyormuş. Sokağın sonunda ise semtin ünlü duvar resminde geçmişin önemli şahsiyetleri gözükmekte.

Burada çok oyalanmadan hızlıca devam edince aradığım Katedrali en sonunda gördüm. Yapımına 1899 yılında başlanan fakat son şekline ancak 1981 yılında kavuşan Saint Anne Katedrali Hiberno Romanesk tarzında inşa edilmiş. Shaftesbury Kontesi tarafından yaptırılan kilise. 

İç dizaynı oldukça zarif ve bilgece yapılmış. Yer döşemesinde kullanılan siyah mermerler bir çıkmazla sonlanırken beyaz mermerler ibadet kısmında sonlanıyormuş. Güney koridorda Birleşme taraftarı Sir Edward Carson’un (1854–1935) mezarı varmış. Vaftiz kısmında 150.000 parçadan oluşan The Creation (Yaratılış) konulu muhteşem bir vitray bulunuyormuş. Bu vitray ve batı kapısının üzerindeki mozaik 7 yıllık bir çalışma ile tamamlanmış.Taş işçiliği, mermer fayanslar, ahşap oymalar kullanılarak bu katedral olağanüstü bir dizaynla süslenmiş.

St. Anne’s Katedrali’ne giriş 5 pound ve ibadet saatlerinde ücret almıyorlarmış. Nedense kiliseye giren çıkan kimseyi görmeyince pazartesi günleri kapalı olabileceğini düşünerek yakınına gitmedim. Halbuki her gün belirli saatlerde açıkmış.

Katedralin çok ilgi çekici unsurları varmış. 1950’den bu yana kadınların örgüyle yaptığı yaklaşık bin tane renkli ve desenli iskemle süslemesi kiliseyi renkli bir hale getiriyormuş. Katedralin Connor ile Down ve Dramore adlı iki ayrı piskoposluğa hizmet etmesi nedeniyle aynı anda 2 piskoposu varmış. Bir de katedral üzerine inşa edilen 76 metre yüksekliğindeki bir direğe sahip. Spire of Hope adlı bu çelik direk 2007 yılında kiliseye yerleştirilmiş. Direğin üst kısmı geceleri ışıklandırılıyormuş. Direğin altındaki geniş platform ise camdan yapıldığından ve katedralin çatısına oturtulduğundan ziyaret edenler bu direği içeriden görebiliyorlarmış.

Burası da The Linen Hall Library yani kütüphane binasıymış. 1799 yılında kurulan kütüphane 1899 yılında bu binaya taşınmış. Kütüphanenin eşsiz bir koleksiyonu varmış. İçeri girmekten kendimi alamadım.

Sonrasında yürüyerek Opera binasının olduğu caddeye geldim. Burada daha önce gördüğüm büyük ve şık binanın önüne doğru yürüdüm. Burası Royal Belfast Academical Institution binasıymış. Çok muhteşem bir şekilde inşa edilen bina aslında ilk olarak banka için dizayn edilmiş ama sonradan okula dönüştürülmüş. Temeli 1810’da atılmış ve resmi olarak 1814 yılında açılmış. Yakından çekince kulenin tepesini fotoğrafa sığdıramamışım.

Artık Belfast’da çok fazla vaktim kalmamıştı ve haritada en meşhur murals (duvar resmi) olan yere gitmeye karar verdim. Akademi binasının önünden ileriye doğru epeyce yürüdüm. Artık yanlış yöne mi gidiyorum diye sağa sola bakınmaya başlamıştım ki yaşlıca bir kadın bana nereyi aradığımı sordu. Ben de haritada murals ve Divis Tower kelimelerini gösterdim. Sevimli yaşlı teyze o tarafa gittiğini, kendisini takip etmemi söyledi. Böylece birlikte yürümeye başladık. Turist olduğumu anlayınca başladı anlatmaya. Yaşanmış acılardan, ölümlerden, çatışmalardan bahsetti ve bir süre sonra da Divis Kulesi’ne geldik. Meğer kule dedikleri 20 katlı 61 metre yüksekliğindeki bir binaymış.

Ben burayı sadece bir gökdelen sanmıştım ancak bu binanın tarihi bir önemi varmış. Bina bağımsızlık yanlısı Katoliklerin semti Falls Road ile İngiliz yönetimi yanlısı Protestanların semti Shankill Road’un kesiştiği noktada bulunuyor. Bu aşamada olayları tırmandıran gelişmelerden kısaca bahsetmek gerekiyor sanırım. İngilizlerin Protestanlığı kabul etmesiyle genelde Katolik olan İrlanda’da sorunlar baş göstermeye başlamış. Galler, İngilizler ve İskoçlar büyük ölçüde Protestanlığa geçmiş. İşte burada çoğunluğu Katolik olan IRA’nın temelinin atıldığını görüyoruz. İrlanda Cumhuriyet Ordusu ya da İngilizce orijinal adı olan Irish Republican Army’nin baş harflerinin kısaltmasıyla IRA, Kuzey İrlanda’nın Birleşik Krallık’tan ayrılarak bağımsız olmasını savunan, 1969 yılında aynı adı taşıyan yapının parçalanmasıyla ortaya çıkan ayrılıkçı bir örgüt olarak tanımlanıyor. IRA’nın ilk öncüleri, 1913 yılında kurulan ve Paskalya baş kaldırısını organize eden İrlanda Gönüllüleriymiş. Bu gönüllüler İrlanda’daki İngiliz hakimiyetine bağımsızlık savaşını sürdürmüş. Bu süreç içerisinde hafızalara kazınan olay 1972 yılında Kuzey İrlanda’nın Londonderry kentinde yaşanan ve 13 IRA yanlısının gösteri sırasında Britanya askerleri tarafından vurularak öldürüldüğü “Kanlı Pazar” olmuş.

Tarihte en büyük günahlar arasına girecek bu olay için İngiltere ancak 38 yıl sonra özür dilemiş. İrlandalıların bağımsızlık savaşı, sonunda İngiltere ile anlaşmaları üzerine sona ermiş. İşte Divis Kulesi de bu “the Troubles” “Zor Zamanlar”damücadelenin alevlendiği alanlardan birisiymiş. 1969 yılının Ağustos ayında, Kuzey İrlanda ayaklanmaları sırasında, 9 yaşında olan Patrick Rooney isimli bir çocuk bu kulede saraya bağlı Ulster güvenlik kuvvetleri tarafından zırhlı bir araçtan ateşlenen bir silahla öldürülen ilk çocuk olmuş. RUC bu sırada kuleden sniper saldırısı olduğunu iddia etmiş. Çocuğun ölü bedeni bir gün boyunca çıkan şiddetli çatışmaların ortasında kalmış. 1970’lerde ise İngiliz ordusu bu binanın çatısına bir gözlem istasyonu kurmuş ve binanın 2 katını da işgal etmiş.

Birlikte yürüdüğüm kadın da kız kardeşinin kocasının bu kulede vurularak öldüğünden bahsetti. Önünden geçtiğimiz St. Comgall’s adlı bir ilkokulu işaret ederek buranın da tarandığını ve o tarihten sonra kapandığını söyledi. Burası Falls Road tarafı olduğundan kadın muhtemelen Katolik İrlanda taraftarı olabilir.

Falls Road üzerinde bir süre yürüyerek geri döndüm ve ünlü duvar resimlerine bakmaya başladım.

En beğendiklerimden birkaçını paylaşmak isterim.

Daha üç beş yıl önceye kadar buralarda böyle rahatça gezemiyormuşsunuz. Şimdi sakin görünüyor ama arka planda ne olduğunu bilemezsiniz.

Siyah taksiler, 1998 öncesinde yaşananları yerinde görüp anlamak isteyen turistleri buraya getirerek dev duvar resimlerinin hikayelerini de anlatıyormuş. Hatta ben de turistlerle gezen böyle 2 taksiye şahit oldum. Katolik mahallelerindeki resimlerin vazgeçilmez portresi, 1981’de hapishanedeki açlık grevinde ölen Cumhuriyetçi militan Bobby Sands imiş. Aceleyle gezdiğim için bazı resimleri arayıp bulmam mümkün olmadı. Artık karşıma çıkanlarla yetinmek durumundaydım. Bu nedenle Bobby Sands resmini göremedim. Neyse ne yapalım artık diğer resimlerle idare edeceğiz. Burada Filistinlilerle bir dayanışma resmi de var.

Hiç beklemediğim bir şekilde Öcalan’ın bir resmini de koymuşlar.

Diğer tarafta yani Shankill Road tarafında ise militanlar eli tüfekli, yüzü maskeli, ölüm saçan figürlere dönüşüyormuş. 

Artık geri dönme zamanı gelmişti. Otobüsle havaalanına gidecektim.Belfast Europa Buscentre oldukça merkezi bir otobüs istasyonu, hemen Europe Hotel’in arkasında kalıyor. Tren istasyonu da aynı yerde.

Belfast City Airport’a gideceğim için bu sefer Airport Express 600 otobüsüne binmem gerekiyordu. Yarım saatte bir otobüs var ve gelen ilk otobüse binerek 4,5 sterlin şoföre ödedim. Bu havaalanına tren ile de ulaşmak mümkünmüş. Sydenham durağına kadar trenle gidip bu duraktan hareket eden servislerle havaalanına gidiliyormuş.

Zamanım ölçüsünde gezdiğim yerleri paylaştım yazımda.

Bunun dışında gezilebilecek yerleri de gitmeyi düşünenler için kısaca özetlemek isterim.

Kuzey İrlanda’nın Victorian dönemi yapısı olan ünlü hapishanesi Crumlin Road Gaol, IRA mahkumlarının idamlarının gerçekleştirildiği cezaevi olarak biliniyormuş.  Girişi kişi başı 12 sterlin gibi oldukça yüksek bir tutar.

Bir diğer ziyaret edilebilecek yer deniz seviyesinden 400 metre yukarıda, Cavehill Country Parkı’nın eteklerinde yer alan Belfast Kalesi (Belfast Castle).

Kuzey İrlanda’da bir zamanların görkemli konaklarının artık perili olduğu düşünülmektedir. Cairndhu Evi de işte böyle bilinen bir ev.

Ballymurphy bölgesindeki Milltown Mezarlığı da içlerinde önemli şahsiyetlerin bulunduğu 200 binden fazla insanın bulunduğu bir mezarlık. 

Belfast Hayvanat Bahçesi (Belfast Zoo) kentin kuzeyinde 55 dönümlük alan üzerinde 1200’den fazla hayvana ve 140 hayvan türüne ev sahipliği yapıyormuş.

Şehrin biraz dışına çıkabilecek zamanınız varsa UNESCO tarafından Dünya Mirası listesine alınan ve “Devler Geçidi” anlamına gelen Giant’s Causeway mutlaka görülmesi gereken yerler listenize girmeli.

Yeme İçme

Yeme içme konusunda öneride bulunamayacağım. Sadece şehrin meşhur yemeği Ulster Tavası konusunda çok beğeni var. Ben deneyemedim ama sizin denemenizi öneririm. Burada uygun fiyatlı olan Tesco süpermarketi ve Poundless adlı süpermarket zincirlerinden alışveriş yapabilirsiniz. Soğuk sandviçlerinden, içeceklerinden, meyve ve kurabiyelerden bol miktarda aldığım bu marketleri şiddetle tavsiye ederim.

Son Söz

Belfast geçmişteki birçok tatsız olayı hatırlattı ve okumalarımdan da pek çok yeni bilgi edindim. Okuduğum tarihsel olaylardan ve bunların geçtiği yerleri gördükten sonra büyük bir hüsran ve çaresizlik duygusu yaşadım. Sadece Ortadoğu’da değil Avrupa’nın göbeğinde de insanlar emperyalistlerin amaçlarına alet olarak birbirine düşmüşler, kardeş kavgasıyla birçok cana kıymışlar ve arkalarında da bir sürü hazin hikaye bırakmışlardı. Yine de böyle güzel bir coğrafya ve tanıdığım bütün iyi kalpli, eğlenceli İrlandalılar hatırına bu şehre mutlaka gelmeli!