ANA SAYFA Blog Sayfa 16

Gelibolu Yarımadası: Savaş Alanları Gezi Rotası

Gelibolu

Gelibolu Yarımadası: Devler Ülkesinde Devler Savaşı

15 yıl kadar önceydi. Türkiye temsilciliğini yaptığımız İngiliz kökenli bağımsız denetim şirketinin yıllık toplantısı için Boston’daydım. Aynı şirketin Yeni Zelanda temsilcisi olan Nick adlı arkadaşımla sohbet ederken laf döndü, dolaştı Çanakkale Savaşlarına geldi. Benim bu konuda araştırıcı yönümü fark eden Nick, Avustralyalı bir ahbabının o yarımadayı ziyaret etmek için çok çabaladığını, ama bir türlü bunu gerçekleştiremediğini, artık yaşının da ilerlemiş olması nedeniyle umudunu kaybetmeye başladığını ve bunun onu çok üzdüğünü söyledi. Nedenini sorduğumda ise, “bizim coğrafyada istisnasız herkesin -ölmeden önce mutlaka görülmesi gereken yerler- listesinin başında Gelibolu Yarımadası var; bu duygusal neden. Ama arkadaşımın daha da özel bir nedeni var. Büyük dedesi savaşta orada toprağa düşmüş ve mezar taşı da varmış; onu görebilmek hayatta en büyük dileği” dedi.

Nick’ten büyük dedenin adını öğrenmesini istedim. Yıllık toplantının bitiminde ülkesine döndükten birkaç gün sonra bana adını gönderdi. İnternette biraz araştırma sonucu yarımadada hangi mezarlıkta yattığını öğrendim. Sonra yarımadaya ilk ziyaretimde mezar taşını bulup fotoğraflarını çektim ve Nick’e e-posta ile gönderdim. Aradan bir hafta kadar geçtiğinde garip bir numaradan telefon geldi; açayım mı, açmayım mı diye tereddüt ettim, ama sonra açtım. Karşımda hayatımda hiç görmediğim o Avustralyalı dost insan vardı. Önce kendini tanıttı, sonra ilk cümlesini kurmaya başlarken dayanamadı, gözyaşlarına boğuldu; birkaç dakika hiç konuşmadan karşılıklı ağlaştık. Sonra övgü ve teşekkür ifadeleri ile görüşmeyi sonlandırdık. Görüşmemizde, o an dünyanın en mutlu ve gururlu insanı olduğunu defalarca yineledi.

Dünyanın öbür ucunda, hiç tanımadığım bir insanla beni karşılıklı bu derece duygu yoğunluğuna ne sürükledi? Bunu cevaplamak her sene 24 Nisan’ı 25 Nisan’a bağlayan gece yapılan töreni ve sabah 04.30’da yapılan “Şafak Ayini” ritüelini izleyen biri için zor değildir; hele yarımadayı iyi bilen ve her gittiğinde ruhunun yüceldiğini hisseden benim gibiler için daha da kolay. O zaman ikisini de size bu gezgin ruhuyla anlatmam gerekiyor.

Şafak Ayini

Her sene binlerce Avustralya ve Yeni Zelanda vatandaşı her yaştan insanın toplandığı ve bazen (25 Nisan 2015’te 100. Yıl töreninde olduğu gibi) ancak lotarya sonucu gelmeye hak kazanabildiği bir ortamdan bahsediyoruz. Şafak Ayini, 25 Nisan 1915’de sabah 4.30’da Gelibolu Yarımadası’na ilk ayak basan ANZAC ( Australian and New Zealand Army Corps) birliklerinin hatırasına bugün aynı ad ile adlandırılan küçük bir koy ve ardındaki hafif eğimli düz bir alanda 10,000 civarında insanın katılımı ile belli bir formatta yapılan bir törendir. 80’li yıllarda yarımadaya gelen Avustralya ve Yeni Zelandalıların kendi insiyatifleri ile başlattıkları bu amatör etkinlikler kısa sürede o kadar popüler hale geldi ki 90’lı yılların başlarında anma etkinlikleri daha organize bir şekilde Türk Genelkurmayı tarafından yürütülmeye başlandı. Bugün tören alanında kurulan portatif tribünlerde ve uyku tulumlarının içinde katılımcılar töreni izlerler; yiyecek, tuvalet ve acil sağlık hizmetleri tam teşekküllü olarak mevcuttur.

Törenler 24 Nisan akşam 21.00 gibi başlar. Tören alanında kurulu ekranlardan her yarım saatte bir görsel bir sunum izlenir. Arada korolar ilahi niteliğinde şarkılar söyler, bazı askeri veya sivil gösteriler sahneye konur. Her sene bu şekilde bir program akışı oluşturulmakla beraber her yılın töreni birbirinden farklı olarak hazırlanır. Sonra saat ilerler, gece yarısını geçer, hava iyice soğur, battaniyeler ve portatif ısıtıcılar ortaya çıkar ama kimse tören alanını terk etmez, çünkü törenin zirve noktası olan Şafak Ayini anı yaklaşmaktadır. Sonra o an gelir, Türk, Avustralya ve Yeni Zelanda bayrakları göndere milli marşlar eşliğinde çekilir, İslam ve Hristiyan inanışlarına uygun dua ve ilahiler okunur. Herkes büyük bir sessizlik ve saygıyla marşları ve duaları dinler. Çok ulvi bir ortamın içinde olduğunuzu her an artan bir duygusallıkla hissedersiniz. Bu tören başından sonuna Avustralya ve Yeni Zelanda televizyonlarında canlı yayınlanır, her iki ülke ve Türkiye bu törende meşrebince en üst düzey asker ve bürokratlar tarafından temsil edilir.

Sonra hava aydınlanmaya başlar, tören de sona erer. Bu iki ülkeden gelen misafirler ve Türkler yürüyerek kendi askerlerinin uyuduğu mezarlara giderler, oralarda dualar okunur, ruhlar arındırılır. Anlatmakla değil, yaşanmakla hissedilecek bu çok özel geceye iki defa katıldım ve her ikisinde de resmen içim hüzün, gurur, dinginlik ve kardeşlik duyguları ile doldu taştı. Kişisel görüşüm, bu topraklarda yaşayan herkesin hayatta en az bir kere bu törene katılması gerek ve inanın bana, bunu yaparsanız ülkemizi daha da yoğun bir hisle seveceksiniz.

Gelibolu Savaş Alanları İçin Gezi Rotası

Türkiye haritasını her önüme aldığımda, bu haritanın neredeyse tamamını oluşturan büyük Anadolu Yarımadası’nın hemen önünde yer alan Gelibolu Yarımadası’nı bir dalgakıran gibi görürüm. Bu görüntü aslında 1915 yılında yaşanan savaşın da temel sonucu gibidir, o dalgakıranı savunan Türkler o dalgakırana saldıran İngiliz, Fransız ve ANZAK birliklerine karşı tam bir koruma görevini yerine getirdiler. Peki, ya getiremeselerdi?

Bu sorunun cevabını Gürsel Göncü ve Şahin Aldoğan’ın yazdığıSiperin Ardı Vatan adlı kitapta çok net bir şekilde bulabilirsiniz. Kitabın adı benim “dalgakıran” benzetmemle çok örtüşüyor. Eğer biz Gelibolu siperlerini savunamasaydık, yani o dalgakıran kırılsaydı Anadolu Yarımadası savunmasız kalacak ve işgalciler bu güzelim memleketi kolayca ele geçirebileceklerdi. Düşünmesi bile kabus gibi…

Yakın bir zamanda, elimde bu kitap ile Gelibolu Yarımadası savaş alanlarını çok sevdiğim bir dost grubuna gezdirdim. Bu kitap özellikle savaş alanındaki yerlerin Türkçe ve İngilizce adlarını kolayca izleyebildiğim için ilk tercihim oldu.

Bu gezide izlediğim rota hem savaşın kronolojisine uygun olduğu hem de savaşın sıklet merkezlerini de bu kronoloji dahilinde gezmeyi sağladığı için benim favorim. Bir tam gün süren bu rotayı sizlerle de paylaşma zamanı geldi…

Yarımadaya girişi sabah 9.30 gibi Kilitbahir’den yaptık.

Çanakkale’nin tam karşısında yer alan bu şirin köye adını veren kaleye biraz vakit ayırıp gezmenizi öneririm. Fatih Sultan Mehmet’in yaptırdığı yonca biçimli kale yakın zamanlarda iyi bir restorasyon geçirdikten sonra ziyarete açıldı, yarım saat içinde gezmeniz mümkün ve kale burçlarına çıkarak güzel bir Boğaz havasını içinize çekmek size mutluluk verecektir.

Kale’den ayrıldıktan az sonra deniz tarafında Namazgah Tabyası’nı göreceksiniz. 2006 yılında restore edilen bu tabya denize hakim konumu ile 18 Mart 1915 günkü Deniz Savaşı’nda çok önemli bir rol oynamıştır. Kısa bir vaktiniz alacak ama gezilmesini öneririm. Bu tabyadan hemen sonra çok kısa bir yürüme mesafesinde büyük bir tabya olan Mecidiye Tabyası’na ulaşacaksınız. Burası meşhur 215 okkalık top mermisini tek başına kaldırıp topun namlusuna süren Havranlı Koca Seyit Onbaşı ile özdeşleşmiştir.

Sonra arabanız ile yola devam ettiğinizde on dakika kadar denizin çok yakınından gideceksiniz. Küçücük çakıl taşlı ama tertemiz koyları takip ettikten sonra yol Soğanlıdere’de Yarımada’nın iç tarafına kıvrılır. Bundan sonra yine bir on dakika kadar ağaçlı, yemyeşil bir doğanın eşlik ettiği yoldan kıvrıla kıvrıla gideceksiniz. Yolun üzerinde Soğanlıdere ve Şahinler Şehitlikleri yer alıyor.

Bu yol Alçıtepe köyüne kadar gider, ama benim önerim köye varmadan sol tarafa dönüş veren tabelaya uyarak Alçıtepe Seyir Terası’na gitmeniz. Bu terasın tam üzerinde olduğu tepe kara savaşları süresince hep Türk tarafında kalmış ve İtilaf Kuvvetlerinin ele geçirmek için ellerinden geleni yaptıkları, ama başaramadıkları iki sıklet merkezinden biridir. Burada yanınızda normal bir dürbün olmasında fayda var (aslında tüm yarımada gezisinde dürbünün çok işinize yaradığını göreceksiniz) çünkü Alçıtepe konum olarak çok stratejik bir noktada olduğundan sol tarafınızda Çanakkale Boğazı girişini, tam karşınızda 25 Nisan 1915 sabahı Fransız birliklerinin çıkarma yaptığı Morto Koyu’nu ve İngiliz birliklerinin çıkarma yaptığı Ertuğrul Koyu’nu ve Seddülbahir köyünü göreceksiniz. Sağ tarafta ise yine İngilizlerin çıkarma yaptığı Tekke ve İkiz koylarını, biraz belirsiz de olsa, görebilirsiniz. İngilizlerin çıkarma yaptığı son koy olan Pınar Koyu ise bu tepe üzerinden fark edilmez. Burada çıkarma günü ile sonrasındaki savaş ortamını çok belirgin bir şekilde anlayabilir ve hissedebilirsiniz.

Seyir Terası sonrası yine yeşillikler arasından birkaç dakikalık bir araba yolculuğu ile Çanakkale Şehitler Abidesi’ne ulaşacaksınız. Bu Abide gerçekten görkemli bir yapıdır, her ziyaret ettiğimde bu görkem onun mimari açıdan sadeliği ile birleşince göğsümü kabartır. Yanlış anlamayın, bunu milliyetçi bir hisle söylemiyorum, hem mimari güzelliği, hem de tam Boğazın girişindeki mükemmel yeri bana bunları söyletiyor.

Bunun yanı sıra Abide’nin etrafındaki sembolik kabristanda savaş esnasında yitirdiğimiz ve kimliği belirlenebilen tüm şehitlerimizin isimlerinin yer alması, ziyaretçilere kutsal bir mekanda olduklarını hepten hatırlatır.

Abide’den sonra yol kuzeye döner, çok kısa bir süre sonra Morto Koyu’na ulaşırsınız. Burası sığ ama geniş bir koydur. 1915 çıkarmalarında ağırlıklı olarak Fransız birliklerinin karaya ayak bastığı ve savaş süresince hep ellerinde bulundurdukları Morto Koyu, aynı zamanda onların sonsuza kadar uyuyacakları bir mezarlık olmuştur. Yarımadadaki tek Fransız mezarlığı burasıdır ve tek bir mezarlıkta en çok asker burada yatar; çoğu sömürgelerden savaşa katılmış 14,382 asker burada gömülüdür.

Morto Koyu’nu geride bıraktıktan sonra Seddülbahir köyüne ulaşılır. Burada tamamen özel şahsa ait küçük ama bir o kadar da güzel Ahmet Uslu Müzesi’nde soluklanmanızı öneririm. Müzede kişisel koleksiyona ait birçok orijinal obje sergilenmektedir. 2005 yılında açılan bu şirin müzeden etkileneceğinizden eminim.

Müzeden ayrıldıktan kısa bir süre sonra yol bizi Yarımada’da Çıkarma’nın ilk günlerinde savaşın en yoğun yaşandığı bölgeye, Ertuğrul Koyu’na ulaştırır. Burada arabanızı İngiliz Savaş Anıtı (Cape Helles Memorial) ile Yahya Çavuş Şehitliği arasındaki alana park etmeniz pratik olacaktır. İngiliz Savaş Anıtı Yarımada’nın en uç bölgesine inşa edilmiş olup savaşan, ölen, kaybolan, mezarları bilinmeyen 20,763 askerin anısına dikilmiştir. Beyaz taşlardan oluşan sade bir mimariye sahip bu anıtın duvarlarında muharebelerde görev yapan İngiliz gemileri ile Seddülbahir, Arıburnu ve Anafartalar Cepheleri’nde görev yapmış İngiliz askeri birliklerinin adları yazılıdır.

Anıtın 300 metre kadar aşağısında ise Ertuğrul Tabyası ve Yahya Çavuş Şehitlikleri yer almaktadır. “Boğazın Muhafızı” benzetmesinin yapıldığı Ertuğrul Tabyası 18 Mart 1915 günü yapılan deniz savaşında düşman gemilerine en çok atış yapan tabyaların başında gelmektedir. Bunun sonucunda da o kadar yoğun karşı ateş almıştır ki, aynı gün öğleden sonra topları sonsuza kadar susturulmuştur.

Yahya Çavuş Şehitliği’nde ise Ertuğrul ve Tekke koylarına çıkartma yapan İngiliz birliklerine karşı kahramanca direnen, Ezineli Yahya Çavuş’un şahsında sembolleşen, çoğu isimsiz kahraman 26’ncı Piyade Alayı askerleri adına kimliği belirlenebilen şehitlerimiz yatar. Bu iki savaş mekanı arasında Ertuğrul Koyu’na doğru baktığınızda köyü ve çıkarma yapılan kıyıyı çok yakından görebiliyorsunuz. 25 Nisan 1915 sabahı çıkarmada kullanılan River Clyde kömür gemisinin karaya oturduğu karasal uzantı, çıkarma sonrası İngiliz askerlerinin yoğun Türk ateşinden korunmak için sığındıkları bir metreyi bile bulmayan yükselti, İngiliz V Sahili (Ertuğrul Koyu) Mezarlığı ve Seddülbahir Kalesi çok net olarak gözünüzün önündedir. O günün dehşetini bulunduğunuz yerden hissetmemek imkansızdır.

Seddülbahir bölgesinden ayrılınca direksiyonu sola, yani Tekke ve İkiz koylarına kırarsanız bir süre denize paralel bir yolculuk yaparsınız. Bu iki koya inmek isterseniz yol kenarı tabelaları size yardımcı olacaktır. Tekke Koyu çıkarmanın yanı sıra Aralık 1915- Ocak 1916 tahliyelerinde çok önemli rol oynamıştır, hatta İngiliz birliklerinin ana tahliye merkezi durumundadır. Bu nedenle orada hala tahliye esnasında terkedilen eşya, silah veya mühimmat kalıntılarına rastlama olanağı vardır. Lancashire Çıkartma Mezarlığı, Pembe Çiftlik (Pink Farm) Mezarlığı ve Yarımada üzerindeki en büyük Birleşik Krallık mezarlığı olan Oniki Ağaç Korusu (Twelve Tree Copse) Mezarlığı bu iki koyun yakınlarında yer alır ve yol boyunca mevcut tabelalar sayesinde hiçbirini kaçırmanız söz konusu değildir.

Kuzeye kıvrılan asfalt üzerinde birkaç dakika daha ilerlerseniz özellikli bir yere, Zığındere’ye ulaşırsınız. Burayı kaçırmamanız için sizi uyarayım, arabayı yavaş sürmenizi ve İkiz Koyu tabelasından sonra yolun sol tarafındaki küçük tabelayı bulmanızı öneririm. Arabanızı yolun kenarına park ettikten sonra denize doğru inen küçük vadi üzerinde hafif engebeli bir arazi üzerinde 150-200 metre kadar ilerlediğinizde çakıl taşlı bir koya ulaşacaksınız. Bu koyda şimdi sadece kalıntıları kalan iki yapı dikkati çeker: Bir iskele ve bir su kuyusu. Her ikisinin de fotoğrafını bu sayfada görebilirsiniz. Daha önce gittiğimde kuyuyu açan askerin adını taşıyan paslı küçük bir plaket iç duvarda yer alıyordu ama bu son gidişimde göremedim, demek ki zamana direnmek zor… Su kuyusundan başlayarak kuzeydoğu yönünde Kilitbahir Platosu’na doğru yükselen bir vadi biçimindeki Zığındere savaş boyunca işgal kuvvetlerinin en büyük lojistik alanı olmuş ve yiyecek, içecek, silah, mühimmat aktarımları ile yaralı tahliyeleri on ay boyunca hep bu vadi üzerinden gerçekleştirilmiştir. Top ateşlerine karşı korunaklı olması nedeniyle son derece işlevsel olan bu vadiyi savaş süresince Türk tarafı hiç ele geçirememiş, burayı ele geçirmek için 28 Haziran-5 Temmuz 1915 tarihleri arasında yapılan sonuçsuz saldırılarda çok sayıda Türk askeri şehit düşmüştür. Bu askerlerin gerçek mezarları bilinmemekle beraber, onları temsil eden sembol mezar taşlarının yer aldığı Sargıyeri Şehitliği ile Nuri Yamut Anıtı, Zığındere Vadisi’nin yarımadaya açıldığı bölgenin çok yakınlarında yer alır.

Evet, sabahtan bu yana yoğun bir ziyaret trafiği içindesiniz, Gelibolu Yarımadası savaş alanlarının güney sektörünü gezmeyi tamamladınız, hem fiziki, hem de duygusal açıdan yoruldunuz ve vakit öğlen oldu, artık biraz dinlenmeyi ve öğle yemeğini hak ettiniz. Alçıtepe Köyü’ne varmadan, genellikle büyük grupların veya tur otobüslerinin tercih ettiği yol kenarı lokantası gözünüze ilişse de siz yola devam edin ve Alçıtepe Köyü’ne varın derim. Köyün meydanında yana yana lokantalar var, benim gibi tencere yemeği sevenlerdenseniz ilk sıradaki aile işletmesi olan küçük lokantayı öneririm. Az sayıda tencere yemeği ve doğal ev yoğurdu var, bir de hemen mevsimine uygun taze salata yaparlar. Yıllardır hep orayı tercih ettim ve lezzet/fiyat dengesi açısından hep mutlu ayrıldım.

Yemek sonrası hemen köyden ayrılmayın, meydana çok yakın mesafede, Yarımadadaki bir diğer şahıs müzesi olan Salim Mutlu Müzesi’ne gidin. Rahmetlinin hayatı boyunca savaş alanlarından topladığı özel objeler burada sergilenir, bazıları gerçekten çok ilginç olan ve örneği başka bir yerde görülemeyecek bu objelerin yer aldığı müzeyi gezmenizi kesinlikle öneririm. Yıllar öncesinde Salim Mutlu’nun eşi müzenin girişinde her gelene taze pişirdiği pişi ve ayran ikram eder, gezenlerden para da alınmaz ama her ziyaretçi bağış olarak gönlünden kopanı bırakırdı. Bugün karı-koca vefat ettiği için pişi ikramı yok, ama çocukları müzeyi hala çok ufak bir ücret karşılığı ziyarete açık tutuyorlar.

Müze ziyaretinden sonra arabanızla Yarımada’nın kuzeyine doğru hareket ettiğinizde 15-20 dakika arası bir sürme mesafesinde Çanakkale Destanı Tanıtım Merkezi’ne ulaşacaksınız. 2012 yılında açılan bu modern yapı üç kattan oluşur ve içinde savaşın bütün evrelerini tanıtan sergi alanları, orijinal eşya, giysi, silah vb. eşliğinde sunulur. Ancak bu Merkezin bence en dikkate değer kısmı 11 salondan oluşan ve bir saat süren simülasyonlu hareketli platformlu ve yapılan üç boyutlu sunumdur. Teknolojinin doğru kullanılması ile ziyaretçilere savaşın tüm aşamalarının bütün dehşetiyle doğrudan hissettirildiği bu sunumu kaçırmamanızı öneririm; hatta maksimum 50 kişilik grupların alındığı bu turda yer almayı garantiye almanız için 0286 8100050 no’lu telefondan rezervasyon yaptırmanızı, en son gösterinin saat 15.30 gibi başladığını ve Merkez’in Salı günleri kapalı olduğunu hatırlatırım.

Tanıtım Merkezi’nden çıkıp sağa doğru döndüğünüzde önce Kabatepe-Gökçeada Vapur İskelesi’ni, sonra da deniz kıyısından kuzeydoğuya giden yolu göreceksiniz. Bu yolu izleyin, önce Arıburnu sahilini sonra da yazının başında bahsettiğim Şafak Ayini’nin yapıldığı Anzak Koyu’nu göreceksiniz.

Burada biraz mola verin, deniz tarafında, üzerinde ANZAC yazan alçak duvara oturun, sırtınızı denize verdiğinizde ilginç bir coğrafi oluşum göreceksiniz. Gün boyu gezdiğiniz Yarımada coğrafyasından çok farklı görünümdeki bu oluşum Sfenks olarak adlandırılır. Gerçekten de Kahire yakınlarındaki sfenkslere çok benzeyen bu coğrafi oluşum (ki bu ad zaten Yarımada’ya çıkarma yapmadan önce Kahire yakınlarında eğitim gören ANZAK askerlerince konmuştur) dimdik ve çıplak bir kayalıktır. Koyun yakınlarında ANZAK askerlerinin yattığı Sahil Mezarlığı, Arıburnu’ndan yukarıya uzanan Şarapnel Vadisi’nde ise aynı adı taşıyan mezarlık (Shrapnel Valley Cemetery) bulunur. Arabasız olsanız deniz kıyısından yukarı tepelere patikaları kullanarak çıkmanız ve çıkarma yapan askerlerin nasıl zorlukla ilerlemeye çalıştıklarını, o tepeleri savunan Türk birliklerinin de nasıl zor koşullarda bunu başardıklarını hissetmeniz de mümkün olurdu.

Anzak Koyu’nun ilerisinde yol Büyük ve Küçük Kemikli Burunlarının arasında yer alan Suvla Koyu ile Tuz Gölü’ne ulaşır. Bu göle varmadan önce ise yol sağa kıvrılarak Büyük ve Küçük Anafartalar Köyleri ile savaş alanlarına varır. Savaşın ilk aylarında ana sıklet merkezi olan Alçıtepe/ Sebdülbahir bölgesini ele geçiremeyeceğini anlayan İngiliz ve ANZAK birlikleri Ağustos 1915 başlarında sıklet merkezini Yarımadanın kuzeyine kaydırarak Conkbayırı/ Anafartalar bölgesini tamamen ele geçirmeyi hedeflediler. Bu hedef doğrultusunda Suvla Koyu’na büyük bir çıkarma gerçekleştirerek asker ve silah sayılarını çok arttırdılar. 6-10 Ağustos 1915 günlerinde çok kanlı ve yoğun çarpışmalar oldu. Mustafa Kemal Atatürk’ün 8 Ağustos tarihinde Anafartalar Grup Komutanı olarak bu bölgedeki tüm birliklerin idaresini ele geçirmesiyle ivme Türk tarafına döndü ve 10 Ağustos sabahı yapılan büyük bir süngü hücumu ile düşman birlikleri aylardır ellerinde bulundurdukları siperlerinden atılarak aşağı sahile kadar sürüldüler. 21 Ağustos 1915’deki Anafartalar Muharebesi de Türk tarafının kesin zaferi ile sonuçlanınca artık İngiliz ve ANZAK birliklerinin Yarımadayı ele geçirme planlarının gerçekleşmeyeceği anlaşıldı ve aşamalı bir şekilde çarpışmaları azaltan işgalciler Ocak 1916 itibarı ile burayı tamamen terk ettiler.

Görüleceği üzere, Yarımadanın bu kısmı savaşın hikayesinde ciddi bir öneme sahip ve ayrıntılı bir şekilde gezilmeyi kesinlikle hak ediyor. Ancak bir tam günlük gezi süresinde bunu yaparsanız gün biter ve Conkbayırı/ Kanlısırt/ Kırmızısırt/ Cesarettepe gibi bölgeleri görme şansınız kalmaz. Bu nedenle benim son gezimde arkadaşlarımla yaptığım gibi, Anzak Koyu’ndan Kabatepe İskelesi’ne geri dönmenizi ve buradan Conkbayırı yönünde tepelere tırmanmanızı öneririm. 

Böylelikle hemen birbiri ile iç içe geçmiş savaş alanlarına ulaşacak ve bir önceki paragrafta bahsettiğim bölgeleri kuş bakışı görebileceksiniz.

Tek yönlü olan ve en fazla on dakika içinde geçebileceğiniz bu yol üzerinde sırası ile;

  • Mehmetçiğe Saygı Anıtı,
  • Karayörük Deresi Şehitliği,
  • Kanlısırt Kitabesi,
  • Lone Pine (Yalnız Çam) Mezarlığı ve Avustralya Anıtı (Yarımadadaki en büyük Avustralya mezarlığı olup 1,167 subay ve asker gömülüdür, ayrıca anıtın önündeki duvarda mezarları bulunamayan yaklaşık 5,000 askerin ismi yazılıdır)
  • Kırmızısırt siperleri, tünelleri ve Johnston’s Jolly Mezarlığı
  • Merkez Tepe ve Courtney’s&Steel’s Post Mezarlığı
  • Yarbay Hüseyin Avni Bey ve Çataldere Şehitlikleri
  • Yüzbaşı Mehmet Şehitliği
  • Bomba Sırtı ve Quinn’s Post Mezarlığı
  • Kesikdere Şehitliği
  • 57’nci Piyade Alayı Şehitliği ( Hem muharebelerin, hem de Türk kültür ve askeri hayatının sembol birliğine ait bu Şehitlikte yer alan mezar taşları toprağa düşmüş askerlerimizin isimlerini taşır. Mimari yapısı Yarımadadaki diğer Türk şehitliklerinden oldukça farklıdır)
  • Türk Askerine Saygı Anıtı
  • Cesaret Tepe ve Mehmet Çavuş Anıtı
  • The Nek/ Boyun ( 7 Ağustos 1915 tarihindeki saldırılarda ölen ANZAK askerlerine atfedilen bu mezarlık 1981 yapımı “Gallipoli” filminin final bölümüne de konu olmuştur)
  • Serçe Tepe ve Baby 700 Mezarlıkları
  • Conkbayırı Mehmetçik Parkı Kitabeleri/ 261 Rakımlı Tepe
  • Conkbayırı Atatürk Anıtı/ Yeni Zelanda Ulusal Anıtı

Evet, gördüğünüz gibi yukarıda en fazla on dakikalık mesafede ziyaret edilmesi gereken bir çok mekan saydım. Bu şunu gösteriyor: Bu küçük toprak parçasında öyle yaman bir mücadele olmuş ki savaşan taraflar birbirleri ile iç içe geçmiş, siperler, mevziler tam anlamıyla kan ve ateş içinde kalmış, tam bir can pazarı olmuş. Kabatepe’den itibaren yavaş yavaş yükselen araziye uyarak ruhunuzun da, duygularınızın da yükseldiğini hissedeceksiniz. Zamanınız ölçüsünde bu mekanları ziyaret edin, ama mutlaka yolun sonunda yer alan Conkbayırı’nda durun. Bu ruh haliyle Ege Denizi’ne doğru bakın, elinizdeki dürbünle aşağıda Arıburnu’ndan Suvla Koyu’na kadar uzanan harika coğrafyayı seyredin, sonra enginlerde batan güneşe kayan gözlerinizden akacak yaşları silin. Ardından tam tersi yöne, yani Çanakkale Boğazı yönüne dönün, uzaklarda kıvrıla kıvrıla uzanan Boğazı ve arkasındaki Anadolu’muzu seyredin.  Bu toprakları canları pahasına savunan on binlerce şehidimizi, onları yöneten komutanları ve Mustafa Kemal’i hayırla, dualarla yad edin. 20 küsur senedir, senede en az beş altı kere gidip her seferinde içine düştüğüm ruh durumu hep aynı olduğu için bunu size de yazma ihtiyacı hissettim.

Evet, hem fiziksel açıdan, hem de duygusal açıdan yoğun ve yorucu bir günü tamamladınız, artık dönüş zamanı. Conkbayırı’ndan dönüş yolu da tek yönlü ve geldiğiniz yola paralel olarak Çanakkale Destanı Tanıtım Merkezi’ne doğru tatlı bir eğim ile ineceksiniz.  Yol üzerinde Mustafa Kemal’in 19.Tümen Komutanı olarak 25 Nisan 1915 sabahından 17 Mayıs 1915’e kadar “Arıburnu Kuvvetleri Komutanı” unvanı ile karargah yeri olarak kullandığı Kemal Yeri’ni (adını bundan sonra almıştır) göreceksiniz. Mustafa Kemal daha sonra kendi karargahını Conkbayırı yakınlarına taşısa da burası savaşı sonuna kadar Arıburnu cephesinde çarpışan Türk birliklerinin komuta merkezi olma durumunu korumuştur.

Bir tam günlük gezinin sonunda Gelibolu savaş alanlarının oldukça önemli kısmını gezmiş oldunuz. Hala gezemediğiniz Anafartalar bölgesi, Suvla Koyu bölgesi, 19. Tümenin savaş öncesinde konuşlandığı Bigalı Köyü ile Atatürk’ün konakladığı evi ve 25 Nisan 1915 sabahı çıkarmanın başladığını haber alınca Bigalı’dan Kocaçimen Tepeye emrindeki 57’nci Alay, Dağ Topçu Bataryası ve Sıhhiye Bölüğünden askerlerden oluşan birlik ile intikal ettiği yaklaşık dört kilometrelik yürüyüş yolu var… Bu mevkilerin de gezilip görülmesi için en azından bir yarım gün daha gerekiyor. Biz son gezimizde sadece Bigalı Köye kısa süre uğrayabildik, diğer yerleri gezme imkanını bulamadık, ama gezginlere bu güzergahların da gezi planına alınması özellikle önerilir. Hatta bu planın bir 24/ 25 Nisan Şafak Ayini ile birleştirilmesi gerçekten unutulmayacak bir geziyi garantiler.

Gelibolu Yarımadası gibi dar ve küçük bir toprak parçasında bundan 104 yıl önce dünyanın değişik yerlerinden yüz binlerce insanın birbirleri ile ölümüne mücadelesi bana hep jakuzide timsah kavgası benzetmesini hatırlatır. Ama bundan çok daha güzel tanımlama Aubrey Herbert ve Henry Morgenthau tarafından yazılan kitabın adında yer alıyor:

Aksaray Gezi Rehberi: Barok Binalar Arasında Selçuklu İzleri

Aksaray, Anadolu’nun ortasında, adeta bir Avrupa şehrinde olduğunuzu hissedeceğiniz, Barok tarzı hükümet meydanı, şehrin ortasında akan suyun kenarındaki şık binalar, geniş bulvarlar, kavşaklarda heykeller, modern bir müze, müzede kedi mumyası, Hatti’lerin, Hitit’lerin, Helenistik dönemin, Roma’nın, Selçukluların, Osmanlı’nın, Cumhuriyet Türkiye’sinin eserlerini görebileceğiniz güzel atlar ülkesi Kapadokya’nın bir şehri .

Ankara’ya üç saat uzaklıktaki Aksaray’da gezimiz müze ile başlıyor. Müzeyi ve bahçesini gezerken, hem modern müzecilik anlayışı ile sergilenen eserler arasında kronolojik bir tarih yolculuğu yapıyorsunuz, hem gördüklerinize şaşırıyor, hem de gurur duyuyorsunuz.

Aksaray Müzesi
2014 yılında ziyarete açılan müzenin dış mimarisi Selçuklu tarzı kümbetler ile bölgede görülen peri bacalarından esinlenerek yapılmış.,
Müze bahçesinde tel kafes içinde dolaşan Aksaray Malaklısı olarak bilinen köpek nazlı nazlı poz veriyor.
Aksaray malaklısı, “Anadolu Aslanı” olarak da adlandırılan, bacak ve ayakları kalın, kafası büyük, dudağı sarkık, ağırlığı 90 km. a ulaşabilen iri bir köpek türü. Neslinin tükenmesini önlemek için koruma altına alınan bir tür imiş.
Bahçede, çocuklar için ufak bir arkeoloji parkı yapılmış. Ufak toprak tepelerin ve taşların arasına girip, kazı alanında çalışır gibi oynayarak bir şeyler bulmaya çalışmaları hedeflenmiş.
Üç kattan oluşan Müzenin giriş katında, bölgedeki kazılardan çıkan eserler kronolojik olarak sergileniyor. M.Ö. 8000 lerde Anadolu’da ilk yerleşimin görüldüğü Aşıklı Höyük kazılarından getirilen eserler de bu katta sergileniyor.
Yukarıda resmi görülen kadın kafatası, 20- 25 yaşlarında, bebeği ile gömülmüş bir kadına aitmiş. Kafatasında saptanan delik, günümüzden 9500 yıl öncesinde yapılan beyin ameliyatının kanıtı olarak değerlendiriliyor. Kadının ameliyat sonrası 10 gün daha yaşadığı anlaşılıyormuş.
Aksaray Yazıtı olarak bilinen bu stelin, M.Ö. 8. yüzyılda yazıldığı tahmin ediliyormuş. Hitit hiyeroglifi ile yani Luvice yazılmış. Stelin sahibi Kral Kiyankisas, fırtına tanrısına (Tarhunsas), şükranlarını sunmakta ve şehrini övmekte imiş.
Müzede bana en ilginç gelen, Aksaray köyü kazılarından çıkarılan mumyalar oldu. Yetişkin kadın erkek mumyalarından başka, bebek mumyaları ve kedi mumyası camekanlar içinde sergileniyor.
Bu mumyalar, Mısır ile aynı dönemlerde Orta Asya ve Anadolu’da da İskit mumyalama tekniklerinin gelişmiş olduğunu göstermekte imiş.
M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış tarihçi Heredot, bu konuda bilgi vermekte imiş. Mısır mumyacılığında, çıkarılan iç organlar, genellikle çeşitli ilaçlar ile tahnit edildikten sonra, canope adı verilen kavanozlar içerisinde mumyanın bulunduğu mezar odasında muhafaza edilirmiş. İskitler’de ise hükümdarın karnı açılır, temizlenir, servi-tütsü- anason tohumu ile doldurulduktan sonra dikilirmiş. Ardından mum içine konan cenaze, muhtelif İskit kabilelerinin arasından geçirilerek, kazılan mezara indirilirmiş.
Müzede, değişik mumyalama tekniklerine ilişkin açıklayıcı bilgiler içeren panolar da bulunuyor. Ama daha fazla detaya girmeden ben müzenin diğer bölümlerini anlatayım size.
Müzenin ikinci katında etnografik bölüm bulunuyor. Taş işçiliğini, sepet, çömlek, dokuma yapımını canlandırdıkları bu bölümde Aksaray yöresinin geleneksel zanaatları bal mumu heykeller kullanılarak canlandırılmış.

Aksaray

Müze gezisini tamamladıktan sonra, şık bir restoranda çok uygun fiyata etli ekmek molası vermeniz mümkün. Etli ekmek yiyip dinlendikten sonra, şehrin mezarlığının bulunduğu bölgede sizi, bir müze ve sade bir ziyaret mekanı bekliyor.
Somuncu Baba Minyatür Müzesi
1331 yılında Kayseri’de dünyaya gelen Şeyh Hamid-i Veli Somuncu Baba; Hacı Bayram-ı Veli’nin hocası, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş dönemi manevi mimarlarından biri. Yaşamının bir döneminde Aksaray’da bulunmuş.
Bu müzede, 12 ayrı sahnede minyatürler ile hayatı canlandırılmış. Rehber eşliğinde gezerken; hem Somuncu Babanın hayatını, hem de kerametlerini öğrenme fırsatınız oluyor.
Meraklısına; Somuncu Baba’nın babası, Anadolu’ya manevi fetih için gelen Horasan erenlerinden Şemsettin Musa Efendi imiş. İlk eğitimini babasından alan Somuncu Baba, daha sonra ilim tahsilini Şam, Tebriz, Hoy, Erdebil’de sürdürmüş. Bayazid-i Bestami’nin ruhaniyetinden istifade etmiş ve Alaaddin-i Erdebili’den icazet alarak Anadolu’ya dönmüş.
Yıldırım Beyazıt Han, Niğbolu Savaşının kazanılmasına şükür nişanesi olarak Bursa Ulu Camii’yi yaptırmış. Bu camiinin yanında Somuncu Baba’nın çilehanesi ve ekmek fırını varmış. Bu ekmek fırınında ekmek yapıp halka dağıtıyormuş. Bu fırında, ateş yanmadan yapılmakta imiş ekmekler.
Bursa Ulu Camii’nin açılış günü, Padişah Yıldırım Beyazıt Han ilk hutbeyi okuması için, dönemin tasavvuf büyüklerinden Emir Sultan Hazretlerini görevlendirmiş. Emir Sultan “Padişahım bu beldede benden daha alim kimseler vardır, onlar aramızda iken hutbe okumak bize düşmez” diyerek Somuncu Baba’yı işaret etmiş. Padişahın huzurunda bu görevi reddetmeyen Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri yani Somuncu Baba, hutbede Fatiha Suresini yedi farklı şekilde yorumlamış.
Namaz sonrası cemaat camiden çıkarken, aynı anada Ulu Camiinin üç kapısında da Somuncu Baba ile görüşmüş. Bursa’da manevi büyüklüğü ortaya çıkan, kendi ifadesi ile “sırrı fâş” olan Somuncu Baba talebeleri ile birlikte Bursa’dan ayrılmış. Aksaray’a gelmiş. Birçok talebe yetiştirmiş. Hacı Bayram-ı Veli’yi de eğiterek Ankara’da görevlendirmiş.
Anadolu’da Kayseri, Bursa, Aksaray ve Darende gibi merkezlerde bulunarak talebe yetiştiren Somuncu Baba 1412 yılında Darende’de vefat etmiş. Cenaze namazını halifesi Hacı Bayram-ı Veli kıldırmış ve halvethanesinin bulunduğu mekana defnedilmiş.
Somuncu Baba Makamı ve Çilehane
Asırlık çam ağaçları ve kenarlardaki gülleri koklayarak giriliyor, Aksaray’ın Ervah Mezarlığına. Aksaray’da ikamet ettiği dönemde Somuncu Baba, halvethanesini ve çilehanesini Ervah Mezarlığı civarında kurmuş. Ziyaret edip dualarımızı ettikten sonra şehir merkezindeki ilginç yapıları gezmeye devam ediyoruz.
Eğri Minare
Aksaray Eğri Minareİtalya’da bulunan Pisa Kulesine benzetilen bu minare, 13. yüzyıl Selçuklu mimarisinin eşsiz eserlerinden biri olarak kabul ediliyor.
I. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından 1221- 1236 yıllarında, Horasan harcı ile yapıştırılmış kırmızı tuğlalardan yapılmış ve üst kısmı mavi yeşil çini mozaikler ile kaplanmış. Minarenin oturduğu tabla üzerinden üç ayrı eğim ile yükseldiği tespit edilmiş. Farklı görüşler olmakla beraber, ustası tarafından bilinçli olarak eğik yapıldığı kabul edilmekte imiş.
Resimde de göreceğiniz gibi, minarenin ortasında sabitlenmesini sağlamak için çelik halatlar bulunmakta. Civarda oturan emekli bir vatandaş rüyasında, minarenin evinin üstüne yıkıldığını görerek resmi makamlara başvurmuş ve yakın tarihte bu çelik halatlar ile minarenin yıkılması önlenmek istenmiş. Ancak konunun uzmanları; yüzyıllarca bu eğimde değişme olmadığını ve bu çelik halatların bir yararı olmadığını ifade etmekte imiş. Çelik halatlar minare üzerinde iz bıraktığı için günümüzde sökülmesi de sakınca yaratacakmış.
Köprü Evler
Eğri minarenin arkasında bulunan akarsuyun yanından yürüdüğünüzde; geniş sokakların etrafında bulunan eski yeni şık binalar, Selçuklu döneminden kalma zarif taş köprü ve köprüden karşıya geçerken iki taraftan göreceğiniz manzara sizi şaşırtacak ve kendinizi geçmiş yolculuğunda hissettirecek kadar güzel.
Hamam
II.Kılıçaslan tarafından yaptırılmış olan hamamda halen restorasyon çalışmaları sürüyor. Hamamın önemli özelliklerinden biri, üstü açık ve kapalı cehennemlik adı verilen bölümünde alttan ısıtma sisteminin olması imiş.
Restorasyon bitince, müzik okulu ve konser salonu olarak kullanılması planlanıyormuş.
Ulu Camii (Karamanoğlu Mehmet Bey Camii)
Selçuklu mimarisinin en güzel örneklerinden biri olan bu cami; 1408- 1409 yıllarında Karamanoğlu Mehmet Bey tarafından yaptırılmış, 1482- 1483 yıllarında büyük bir onarım görmüş, bu günkü minaresi ise 1925 yılında yaptırılmış.
Düzgün kesme taştan yapılmış camiye, dantel gibi süslemeler ile bezenmiş taç kapıdan giriliyor.
Cami içinde birbirine kemerler ile bağlı on iki ayak bulunuyor. Abanoz ağacından yapılmış minber dünyadaki iki örnekten biri imiş. Dönemin ünlü ustalarından Nüştekin’ül Cemali tarafından yapılmış. Bu minberde usta; yazının, sedef kakmacılığın ve kündekari ağaç işçiliğinin her çeşit inceliğini bir arada kullanmış. Minberin üzerine Kuranı-ı Kerim’den ayetler ve Selçuklu Sultanlarına ithafen methiyeler yazılmış.
Şehir Meydanı
Aksaray 1920-1933 yıllarında Vilayet iken, yapılan düzenleme ile bu statüsüne son verilip, Niğde İline bağlı İlçe yapılmış. “Bazı Vilayetlerin İlgası, Bazılarının Birleştirilmesi Hakkında” 2197 sayılı Kanun ile; Aksaray ile birlikte Artvin, Osmaniye, Silifke, Şebinkarahisar ve Hakkari illeri ilçe yapılmış.
Fotoğraftaki binaların yapımına 1927 yılında başlanmış, 1929 yılında yapımın bitmesi ile Hükümet Konağı olarak hizmet vermiş. Aksaray’ın yeniden İl yapıldığı 1989 dan sonra da restore edilerek yeniden Valilik olarak kullanılmaya başlanmış.
Bu meydanda, Alman mimar tarafından Barok tarzda yapılan üç bina bulunuyor. Ortada büyük yapı Valilik binası, yanındakiler ise Defterdarlık ve Jandarma Komutanlığı olarak düşünülmüş. Geniş meydanda, karşınızda üç görkemli bina ve meydanda uçuşan güvercinler ile yine kendinizi başka alemlerde hissedeceğiniz bir ambiyans içinde buluyorsunuz.
Zinciriye Medresesi
Karamanoğullarından Yahşi Bey tarafından 1336 yılında yaptırılmış bu medrese. Yerel kesme taş ve tuğla kullanılmış. Dış duvarları kale gibi. Oymalı büyük bir taç kapıdan, üstü açık bir avluya giriliyor. İçeride büyük bir eyvan ve kenarlarda odalar var. Taş duvarların içindeyken bir yandan huzur duyuyorsunuz, bir yandan da üstü açık olmasına rağmen ürkütücü bir kapalılık hissi veriyor bu mekan.
Tarihte iz bırakan önemli eğitim kurumlarından biri imiş bu Medrese. Anadolu’da Türk-İslam tarihine yön veren çok sayıda ilim adamı yetiştirilmiş. Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde hapishane olarak kullanılmış, eyvan kısmında idam cezaları da infaz edilmiş (bunları duyunca mı ruhum daraldı acaba). 1985 yılından sonra, yeni müze binası yapılana kadar da Aksaray Müzesi olarak işlev görmüş. Müzenin taşınmasından sonra restore edilmiş ve günümüzde sosyal kültürel etkinliklere ev sahipliği yapıyormuş.
Azm-i Milli Sanayi ve Bilim Müzesi Un Fabrikası
Aksaray’ın ve Cumhuriyetin ilk fabrikalarından biri burası. Ülkenin sanayi hamlesine ve kalkınmasına önemli katkıları olmuş. Dönemin Aksaray Mebusu Vehbi Çorakçı’nın teşebbüsü, milletin kaynakları ve azmi ile (bu yüzden adı Azmi Milli) yapılmış. 1920’ lerde, henüz birkaç şehir elektrik ile aydınlatılırken, un fabrikasının yanına kurulan Hidroelektrik Santrali ile şehrin aydınlatılmasına da hizmet etmiş.
AksarayBina Alman bir mimar tarafından tasarlanmış, üretim makineleri de Almanya’dan gelmiş. Yedi personel için giriş çıkışta kullanılan kart basma makinesi bile var. Ticaret Sicil Numarası 1 olan bu fabrikada 2001 yılına kadar un üretilirken, eski teknoloji olduğu için üretime son verilmiş. Şimdi Sanayi Müzesi olarak geziliyor.
İçeride gezerken, burnunuza un kokusu ile birlikte buram buram tarih kokusu da geliyor. 1920’ler Türkiye’sinde, kıt kaynaklar ve geniş vizyon ile yapılmış bu fabrikadan çıktığınızda, sebebini tam anlamadan burnunuzun direği sızlıyor.
Hasan Dağı
Bu kadar gezip yorulduktan sonra, akşamüstü volkanik Hasan Dağının heybetli ve sakin görüntüsü eşliğinde Helvadere Kasabasına uğramadan dönmeyin. Güvenli parkuru ile dağcılık tutkunlarının gözdesi olan bu dağda bir de Nora Roma Yerleşkesinin kazıları sürüyor.
Nora Antik kentine ulaşmak için bir buçuk kilometre kadar dağ yolu tırmanmanız gerekiyor. Bu dik ve zorlu güzergahı gözünüz yemez ise tepede oturup Helvadere manzarasını seyretmek de mümkün.

Yukarıdaki fotoğrafta, Doğu Roma’nın askeri garnizon olarak kullandığı Nora’nın bulunan kalıntı duvarları görülmekte. M.S. 400 lerden sonra kurulduğu tahmin ediliyor. Garnizon binası, kilise ve ev kalıntılarının arkasında tüm görkemi ile Hasan Dağı görünüyor.


Bir güne sığan yoğun gezinin sonunda, Helvadere Göleti kenarındaki balık restoranlarında balık yerken güneş nazlı nazlı battı.
Aksaray uzun yıllardır göç vermiş, ama çalışmaya gidenler genellikle birikimlerini kente döndürmüşler. Hem bu nedenle, hem de zengin tarihi geçmişinden gelen kültür birikimi ile sizi şaşırtacak son derece modern bir şehir. Belki de Somuncu Babanın duasını almış bir şehir. Gördüğünüzde Orta Anadolu’da olduğunuza inanamayacak, şaşıracak ve çok beğeneceksiniz.

Kaynakça

https://www.kulturportali.gov.tr/turkiye/aksaray/
http://www.kulturvarliklari.gov.tr/TR-44057/aksaray-muze-mudurlugu.html
https://somuncubabaturbesi.com/somuncu-baba-kimdir/

Kharkiv Gezi Rehberi: Hem Tarihi, Hem Eğlenceli Ukraynalı

Kharkiv Ukrayna kültürünü yansıtan şehirlerden biri. Kharkiv özellikle gece hayatı ve eğlenceli mekanları ile öne çıkmaktadır. Ancak bu özelliğinin çok ötesinde tarihi ve turistik anlamda değer taşıyan yapılar, anıtlar, eserler ve yeşil alanları ile cazibeli bir şehir. Dört imparatorluğa ev sahipliği yapmış şehirde Orta Çağ’a kadar giden mimarisi korunmaya çalışılmış.

Harkiv, Kharkov veya Harkov olarak da bilinen Kharkiv, 1 buçuk milyon nüfusu ile Ukrayna‘nın ikinci büyük şehridir. Şehrin Kharkiv ismi Ukraynaca, Kharkov ise Rusçadır. Ülkenin kuzeydoğusunda yer alan Kharkiv, Ukrayna’nın kültür, bilim, eğitim, taşımacılık ve endüstri alanlarında merkezi konumundadır. Şehir 1654 yılında kurulmuş. Kharkiv’in kardeş şehirleri arasında ülkemizin Gaziantep kenti de yer almaktadır. Çoğunluğu Hristiyan Ortodoks olan Ukrayna ve Kharkiv halkı için şehirde özellikle Sovyetler Birliği’nden ayrıldıktan sonra birçok dini yapı inşa edilmiştir.

Kharkiv’de çok sayıda üniversite bulunduğundan öğrenci nüfusu da oldukça fazladır. Dünya standartlarında eğitim veren bu üniversitelere dünyanın her yerinden gelen öğrenciler şehrin ekonomisine de büyük katkı sağlamaktadır.

Savunma ve makine endüstrisinin gelişmişliği ile dikkat çeken şehir, kurulduğu günden beri pozitif bilimlerin gelişimine büyük destek vermiş. Bu nedenle Kharkiv’de zengin koleksiyona sahip bilim müzeleri ve bilim insanlarının araştırma faaliyetlerini destekleyen tema parkları da bulunmaktadır.

Kharkiv bölgedeki kozmonot sayısı bakımından dünya rekoruna sahiptir. Sovyetler Birliği’nin kozmonot listesinde yer alan 30’dan fazla kişi bu bölgedendir ve bunlardan 20’den fazlası da uzaya gitmiştir. Bu kadar çok kozmonotun olması, Sovyet döneminde bu şehir ve bölgede beş yüksek havacılık okulu ve bir havacılık enstitüsü olması ile açıklanmaktadır.

İklimi

Nemli karasal iklimin etkili olduğu kentte, kışlar soğuk ve kar yağışlı, yazlar sıcak ve nemli geçer. Seyahat etmek için en uygun dönemler mayıs ve eylül aylarıdır.

Ulaşım

Kharkiv’e hava, demir ve karayolu ile dünyanın birçok şehrinden ulaşım mümkün. İstanbul’dan Kharkiv’e THY ve Pegasus’un yanı sıra Atlas Jet doğrudan, Ukrayna Havayolları da bağlantılı olarak uçuyor. Doğrudan uçuş yaklaşık 1,5 saat civarı sürüyor.

Kharkiv Havaalanı’ndan merkeze ulaşmak için 5 no’lu troleybüs veya 115e, 119e, 152e ve 255e otobüslerini kullanabilirsiniz. Havalimanından şehir merkezine taksi ile ulaşım yaklaşık 100 Grivna tutmakta ve 15-20 dakika sürmektedir.

Kharkiv’e başkent Kiev’den gitmek için ucuz ve yaygın kullanılan yollardan biri benim de kullandığım tren yolculuğudur. Kharkiv’deki Kiev arasındaki yolculuk hızlı trenle 4,5-5 saat veya gece treniyle 8-9 saat sürmektedir. Bilet ücretleri seçtiğiniz tren ve konfor türüne göre değişiyor.

Kharkiv’de şehir içinde metronun yanı sıra otobüsler, tramvaylar, troleybüsler ve matruşkalar kullanılabilir. Metro kırmızı hat ile önemli turistik merkezlere ve tren istasyonuna ulaşılmakta. Metro biletleri Kiev’de olduğu gibi 8 UAH. Biletinizi gişelerden veya makinelerden de alabilirsiniz.

Konaklama

Önerilen otellerden birkaçını belirtmek gerekirse; Nordian: Şehir merkezinde apart daire şeklinde hizmet veren bir tesis. Chichikov Hotel: Şehir merkezinde 4 yıldızlı bir otel. Antwo Hotel: Şehir merkezinde 4 yıldızlı bir otel. Aurora Premier Hotel: Şehir merkezinde 4 yıldızlı bir otel. Wine & Rose Boutique Hotel: Şehir merkezine yakın temiz bir tesis. Gostiny Dvor Hotel: Şehir merkezinde 4 yıldızlı bir otel.

Diğer seçenekler için booking.com sitesine bakılabilir.

Yeme-İçme

Ukrayna’da iyi bir Gürcü restoranında kinkali ve haçapuri yemek için Myronosytska St, 12, adresindeki Шотi/Shoti Restoranı’nı seçebilirsiniz.

Opera ve Shevchenko Parkı’nın yakınında, Str. Sumy, 36/38 adresindeki Супкультура/Supkulture (Çorba kültürü) oldukça iyi değerlendirme alan bir yer.

Kahve içmek isterseniz, Sumska St, 71 adresindeki Some Like It Hot Cafe ve Svobody St, 4 adresindeki Централь (Central Cafe) önerilebilir.

Kharkiv’de kafe-restoran tarzı bir işletme olan Churrasco Bar, Pushkins’ka St, 22 adresinde bulunmaktadır. Bu Brezilya restoranında aldığınız menüye göre sınırsızca et tüketebiliyorsunuz.

Benim de bazen yaptığım gibi fast food menüleri ile geçiştirmek isterseniz Konstytutsii Meydanı’nda bulunan alışveriş merkezi AVE Plaza‘nın hemen girişinde McDonalds var. Big Mac menü 99 UAH yani yaklaşık 25 TL civarında.

Tavsiyelere uyarak gittiğim Sumska Caddesi 104 numaradaki “Trattoria 104″ restoranında pizza, makarna gibi bilumum İtalyan yemeklerini yiyebilirsiniz.

Gezilecek Yerler

Litvanya, Letonya ve Estonya ülkesi başkentlerinden oluşan yaz gezi programımda süreyi uzatmam nedeniyle eklediğim ilk yer Kharkiv olmuştu. Kiev Merkez Tren İstasyonu’ndan trenle Kharkiv’e geçtim. Zamanında biletimi alamadığımdan yataklı trende yer kalmamıştı mecburen pulman tren için bilet almıştım. Yolculuk yaklaşık 9 saat sürdü.

Kharkiv Tren İstasyonu

Kharkiv’deki ilk çarpıcı görüntü Kharkiv Tren İstasyonu’nda karşıma çıktı. Doğu Avrupa’da çoğunlukla güzel mimarili istasyonlarla karşılanıyoruz. Kharkiv Tren İstasyonu da adeta bir sanat galerisi gibi dizayn edilmiş.

En çarpıcı bölümü duvarda büyük bir tablo bulunan bekleme salonunda fotoğraf çekilmesine izin verilmiyor. Ben de tavanını çekerek bu atmosferi biraz aktarmaya çalışayım.

Tren istasyonunun içi kadar dışının da ayrı bir güzellikte olduğunu söylemeliyim. 1869 yılında yapılan ilk istasyon II. Dünya Savaşı sırasında tahrip olduğundan, Klasizm tarzının Stalin tarzıyla birleştirilerek yapılan yeni bina 1950’lerin başlarında inşa edilmiş. Doğal taş, bronz döküm, seramik süslemeler kullanılmış ve tavanı pitoresk kubbe ışıkları ile dekore edilmiş.

İstasyonun bulunduğu meydandaki tarihi binalar da birbirinden güzel.

Pryvokzalna Meydanı (Tren İstasyonu Meydanı)

Meydanın kuruluşu, 1860’larda Kursk-Kharkiv-Azov Demiryolu inşaatı ile birlikte başlamış. 1980’lerde tren istasyonuna yüksek katlı bir otel kompleksi eklenmiş. Neoklasizm tarzında tasarlanan Güney Demiryolu İdaresi binası, Meydanı iki parçaya bölüyor.

Meydana, 1928’de Güney Demiryolu çalışanları için bir konut tasarlanmış. 1932 yılında yapılan Demiryolları Çalışanları Kültürü Sarayı uzatılmış bir akordeona benzeyen beş içbükey yüzey şeklinde inşa edilmiş.

Meydandaki Postane binası da Konstrüktivm açından bileşimi ve işlevselliği ile en iyi örneklerden sayılıyor.

Konstytutsii Meydanı (Anayasa Meydanı)

Anayasa Meydanı şehrin merkezi sayılıyor. Zaten etraftaki tarihi ve mimari yapılar burayı çok özel ve güzel yapmış. Tarih Müzesi, Termometre bu meydandaki başlıca yapılar arasında.

Meydan Kharkiv Kalesi ile birlikte kurulmuş. 18. yüzyılda pazar ve fuarlar burada düzenlendiğinden Pazar Meydanı adını taşıyormuş. 1930’da yıkılmış olan Aziz Nicholas Katedrali’nin adı verilerek Nikolayevska Meydanı adı verilmiş. Daha sonra da Sovyet Ukrayna Meydanı adını almış. Meydanın mimari görünümü üç asırdan fazla bir sürede oluşmuş ve bu yüzden burada farklı stil ve çağlara ait binalar görülebilir.

Meydanda 19. yüzyılın sonlarında inşa edilen eski Belediye Meclisi bulunuyor. Bu yapı şimdi Kharkiv Şehir Meclisi’nin bölümlerini barındırıyor. Binanın inşası 1886’da tamamlanmış ve 1950’lerde yeniden inşa edilirken tasarımcılar devlet kurumu tarzını koruyarak aynı zamanda ulusal karakterinin altının çizildiği yeni bir yapı olmasına özen göstermiş. Binanın ulusal yönü özellikle heykellerle ve Ukrayna süsleme unsurlarıyla vurgulanmış.

Belediye Meclisi binasına 1925 yılında modern tarzda tasarlanan Dytiachy Svit (Çocuk Dünyası) Çarşısı eklenmiş. Yanında 19. yüzyılın sonlarında Barok tarzında inşa edilmiş İvan Kotlyarevsky Sanat Üniversitesi’nin bir binası bulunmaktadır. Zemin katında ünlü en eski pastacı “Vedmedik” (Küçük Ayı) hizmet vermektedir.

Bağımsızlık Anıtı-Independence Monument

Anayasa Meydanı’nda bir top üzerinde elinde bir taç bulunan zafer tanrıçası Nike’ın anıtı meydanın sembolü. Anıt özgür bir ülkeyi yani Ukrayna’yı sembolize ediyor. 

Ukrayna’nın Bağımsızlık Anıtı, bağımsızlığın 10. yıl dönümü olan 24 Ağustos 2001’de açılmış, ancak sonra yıkılmış. 2012 yılında bağımsızlığın 21 yıl dönümünde yeni anıt dikilmiş. İkinci kez yapılan anıt Ukrayna’nın Bağımsızlığını kutlamak amacıyla yapılmış ve “Uçan Ukrayna” olarak adlandırılmaktadır.

Kharkiv Tarih Müzesi-Kharkiv Historical Museum of M.F. Sumtsov

Anayasa Meydanı’ndaki Kharkiv Tarih Müzesi 1920 yılında kurulmuş. Kharkiv ve çevresinde gerçekleştirilen kazı çalışmalarında gün yüzüne çıkartılmış arkeolojik eserlerden oluşan koleksiyonu sayesinde tarih meraklılarının ilgisini çeken müzede ilkel topluluk, feodalizm, kapitalizm, Sovyet dönemi olmak üzere 4 bölüm bulunuyor.

Müzede, Bronz Çağı arkeolojik buluntulara, 11 ve 12. yüzyıla ait eski Rus dönemine ait Donets kalesinden kalıntılara, nümismatik ve etnografik koleksiyonlara, silah koleksiyonlarına, bayraklara olmak üzere 300.000’in üzerinde sergi malzemesi bulunmaktadır.

Müze binasının yakınında iki tank bulunmaktadır. Mark V İngilizlerin, I. Dünya Savaşında kullandığı, T-34 ise Sovyetlerin II. Dünya Savaşında kullandığı tanklardır.

Universytets’ka Caddesi, 5 adresindeki Müze Pazartesi günleri hariç 09:30-17:00 arası ziyaret edilebilir.

Müzede her katın bileti ayrı satılıyor. Ayrıca fotoğraf çekmek isterseniz ayrı bilet alınıyor. Katların tamamı için bilet alsam da fotoğraf çekmek için bilet almadım. Kaçamak çekerim diye düşünmüştüm ama ne mümkün!

Zaten boş olan müzede görevliler gezdiğim hemen her yerde beni takip ettiler. Sadece bir katta yerel halktan kalabalık bir genç grubu geldi ne olduysa bir tartışma yaşandı. O sırada ben de fırsattan istifade birkaç fotoğraf çekme fırsatı buldum.

Müzenin 1. katında 9-18 yüzyıllar arasında Orta Çağ ve kazak dönemine ilişkin Harkiv bölgesindeki buluntular ile 1917 Devrimi’nde ve 1917-1940 savaşlar arası dönemde Harkiv bölgesine ilişkin eserler sergilenmektedir.

Müzenin 2. katında 1914-1918 yıllarında I. Dünya Savaşı cephesindeki Kharkivliler ve 1939–1945 yıllarında ІІ. Dünya Savaşı’ndan kalanlar sergilenmektedir.

Müzenin 3. katında 19. yüzyıl Kharkiv etnik gelenekleri, 1943-1991 yıllarında Sovyet zamanındaki Harkiv ile terörle mücadele operasyonu ve bu kapsamda Harkiv Bölgesi ile ilgili sergiler bulunmaktadır. Müzenin 4. katında Ukrayna tarihinde Kazak dönemine ilişkin sergiler bulunuyor.

Termometre

1976 yılında Kharkiv Meteoroloji Enstitüsü tarafından yapılan 16 metre yüksekliğinde ve saati de bulunan termometre sayesinde şehirdeki hava sıcaklığını her an takip etmeniz mümkündür. Bu dev ölçülere sahip termometre sadece turistlerin ilgisini çeken bir yer değil aynı zamanda yerli halkın da buluşma noktalarından biri.

Sumska Caddesi

Şehrin kalbinin attığı, hareketli, yerel lezzetleri tadabileceğiniz, alışveriş yapabileceğiniz ve eğlenceyi gece gündüz yaşayabileceğiniz kentteki en doğru adres şehrin ana caddesi Sumska Caddesi olacaktır.

Sumska Caddesi Sumy kasabasına posta yolu olması amacıyla Kharkiv Kalesi ile aynı tarihlerde açılmış. Şehir 19. yüzyılın ortalarına kadar kırsal yaşam biçiminin özelliklerini korumuş. Ancak Kharkiv bölgesel başkent olunca 1831’de Kharkiv Planı kabul edilmiş ve Sumska Caddesi de dahil tüm merkez caddelerinde inşaatlar yapılmaya başlanmış. Sadece inşaat komitesi tarafından onaylanan “model” tasarımlara sahip taş binaların inşa edilmesine izin verilmiş. 19. yüzyılın sonunda Kharkiv büyük bir finans ve sanayi merkezi haline gelmiş. Sumska Caddesi’nde çok katlı binalar, ticari yapılar, üst yönetim, tüccarlar ve akademisyenlerin evleri inşa edilmiş. Caddedeki her yapının ayrı bir tarihi öyküsü bulunuyor.

Sumska Caddesi ve Konstytutsii Meydanı’nın köşesinde, 1910’da modern tarzda tasarlanan eski Rus-Asya Bankası’nın bir binası var.

19.Mikhalovsky tarafından tasarlanan üç katlı bir köşe evi, 19. yüzyıl sonlarında Fransız Rönesansı tarzında inşa edilmiş. Bugün zemin katında “Puzata Khata” isimli restoran ziyaretçilerine geleneksel Ukrayna mutfağı sunuyor.

Kharkiv’in bu en işlek ve ünlü caddesi olan Sumska’da yer alan güzel ve estetik yapılar Rus şehirlerinde olduğunuz hissini veriyor. Zaten 1991 yılına kadar burası Sovyetler Birliği topraklarıymış. Tarihi binalar arasında 10 dakika yürüdükten sonra bir tarafta çok güzel bir yapı diğer tarafta bir heykelle dikkati çeken Tiyatro Meydanı’na ulaştım.

Tiyatro Meydanı-Teatralna Ploshcha

Taras Shevchenko Tiyatrosu, eski savunma siperlerinin bulunduğu alanda Tiyatro Meydanı’nda kurulmuş. Meydan adını şehir tiyatrosunun açıldığı 19. yüzyılın başlarında almış. 1876’da Tiyatro Meydanı ile Şiir Meydanı’nı birbirine bağlayan bir park yapılmış. Ukrayna’daki Puşkin’e ait ilk anıt 1904′te buraya dikilmiş. Beş yıl sonra parkın karşısına Gogol anıtı yerleştirilmiş.

Kharkiv

Tiyatro Meydanı’nın köşesinde, Rönesans tarzında inşa edilmiş, Ulusal Bankanın şubesine ev sahipliği yapan, anıtsal bir yapı var.

Kharkiv

Taras Shevchenko Academic Ukrainian Drama Theatre

1922 yılında kurulan Berezil Tiyatrosu kalıntıları üzerine 1935 yılında kurulmuştur. 2004 yılında tiyatro topluluğu UNESCO eleştirmenleri tarafından Avrupa’nın en iyi topluluklarından biri seçilmiş.

Kharkiv

Kharkiv Akademik Opera ve Bale Tiyatrosu

Yine Sumska Cadde’si üzerinde Kharkiv Akademik Opera ve Bale Tiyatrosu binası yer alıyor.

Fransızca, İtalyanca, Ukraynaca ve Rusça gösterilerin sunulduğu yapı 1925’de açılmış. Yeni Opera Binası post modern tarzda tasarlanmış ve inşası 1970’ten 1991’ye kadar neredeyse 20 yıl sürmüş. Bu yeni bina, 19. Yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında inşa edilen yapılara tezat bir tarzda öne çıkıyor. 1500 ve 400 kişi kapasiteli iki salonu bulunan tiyatroda yılda 50 opera ve bale eseri sergileniyormuş.

Kharkiv

Çok büyük bir heykel grubu meydana ayrı bir hava katıyor.Kharkiv

Mirror Fountain (Zerkalnaya Struya)

Özgün mimarisi nedeniyle UNESCO tarafından koruma alanı ilan edilen Mirror Fountain, Pobedy Bahçesi’nde, Kharkiv Ulusal Akademi Opera ve Bale Tiyatrosu’nun karşısındaki parkta yer alıyor. Kentin sembollerinden biri olan bu anıt, 1947 yılında 2. Dünya Savaşı’nda kazanılan zaferin anısına inşa edilmiş. 2007 yılında spot ışıkları ve yapay şelale eklenerek yenilenmiş.

Kharkiv

2012 yılında şehir UEFA için ev sahipliği yaptığında şehrin amblemi olarak kullanılmış. Yerel halkın buluşma ve dinlenme alanlarından biri olan parktaki çeşmeye “ayna” adı veriliyor. Su diğer taraftan bakıldığında ayna efekti veriyor. Turistler kadar yerel halkın bu anıtın önünde anı fotoğrafı çektirmesi oldukça popüler hale gelmiş.

Kharkiv

Çeşmeyi ilk gördüğümde havuz boşaltılmış ve su akmıyordu. Balçık halinde ve kötü görünen zemini görevliler temizliyorlardı. Su akıyorken göremediğim için üzülmüştüm neyse ki ertesi gün gittiğimde havuz doldurulmuş ve sular fışkırıyordu. Tabii ben de anı fotoğrafı çekmek istedim.

Mironositskaya Kilisesi

Mironositskaya Kilisesi, Peremohy Garden Square’de yer almaktadır Dışından oldukça heybetli ve hoş gözüken bir mimarisi olan kilisenin içine de girdim. Bildiğiniz Ortodoks tarzında dekore edilen kilise.

Kharkiv

Burası da Anayasa Meydanı’ndan aşağı doğru inen yol üzerinde bulunan Ukrayna Kültür Bakanlığına bağlı Kharkiv Kültür Akademisi

Kharkiv

Pokrovsky Manastırı (Svyato-Pokrovskiy Monastery)

Universytets’ka Caddesi 8 numaradaki Manastır Kharkiv’deki korunmuş olan en eski yapıdır. Kale sınırları içerisine inşa edildiği 1726 yılında kent savunmasında kullanılan yapı Doğu Ukrayna’nın ilk yükseköğretim kurumunu bünyesinde barındırmaktadır. 1920’lerde kapatılan kompleks 2. Dünya Savaşı’nda enkaz haline gelmesine rağmen 20. yüzyılın sonundaki restorasyon çalışmalarıyla kente geri kazandırılmış. Pokrovsky Katedrali Kharkiv’in yedi harikası arasındadır.

Kharkiv

Pokrovsky Manastırı Rus mimarisinin özelliklerini ve Ukrayna’daki popüler dini sanatın mimari formlarını uyumlu bir şekilde bir araya getiriyor. Manastırın tasarımında ülkenin geleneksel 3 kubbeli barok mimari tarzı tercih edilmiş. Pokrovsky Katedrali Kharkov’un en eski erkek katedrali ve ulusal öneme sahip en eski taş mimari anıtıdır.

Kharkiv

Avluda gezdim ve Manastırın içine girmeden açık pencerelerinden fotoğraf çektim. Çünkü girmek için örtü takılması gerekiyor.

Assumption Katedrali

Yangında tahrip olan taş bir kilisenin yerine Moskova’daki Saint Clement Kilisesi’nin ruhunun yansıtıldığı bir kilise 1777 yılında inşasına başlanmış, yapımı altı yıl sürmüş. 1844’de, Rus birliklerinin Napolyon’a karşı kazandığı zaferin anısına yeni bir çan kulesi inşa edilmiş. Haçla birlikte 89,5 metre yüksekliğindeki çan kulesi Kharkiv’deki en yüksek yapısı.

Kharkiv

Katedral çıkışında yürümeye devam ederken çok büyük bir meydana ve bir bulvara ulaştım.

Bulvar paralelinde akan nehirin suyu çekilmişti, suyun çok olduğu günlerden kalma kenarda güneşlenmek için şezlonglar ve minderler duruyordu. Umarım geçici bir durumdur, iklim değişiminin bir sonucu değildir.

Kharkiv

Ana bulvar ve nehir boyunca yürüyerek Annunciation Katedrali’ne doğru giden köprüye ulaştım.

Annunciation Katedrali

Neo-Bizans mimari üslubu ile inşa edilmiş olan Annunciation Katedrali, Lopan Nehri’nin karşı tarafında kentin tarihi kısmında yer alıyor. Kharkiv’in en güzel kiliselerinden biri olan Annunciation, özgün formu ve şeritli desenleriyle dikkat çekiyor.

Kharkiv

Doğu Avrupa’nın en büyük Ortodoks katedrali unvanını taşıyan dini yapı, ilk olarak 17. yüzyılın ortalarında ahşap malzemeden inşa edilmiş. Ancak bu yapının büyük yangında tamamen kullanılamaz hale gelmesi sonucunda katedral günümüzdeki şekliyle tekrar yaptırılmış. 1888-1901 yıllarında yapılan beş kubbeli kilisenin kırmızı tuğla tabakalar ve aralarında açık renkli sıva kombinasyonuyla oluşturulan geleneksel Bizans tarzında bir cephesi var. Ayrıca yükselen basamaklı çan kulesi silueti Gotik tapınaklarına benziyor.

Kharkiv

Son derece görkemli ve güzel Katedral’in iç mekanında ise beyaz Carrara mermerinden yapılmış ikonalar kullanılmış. Ana sunak, İstanbul’da Ayasofya’daki duvar resimlerine benzer şekilde galvanizli saç üzerine boyanan ikonalarla yapılmış. Görkemli mimarisi ve manevi öneminin yanı sıra yapıyı önemli kılan unsurlardan biri de kentin önemli din adamlarının lahitlerinin burada yer almasıymış.

Shevchenko Parkı-Shevchenko Garden

Özgürlük Meydanı’nın güneyinde, meydanla içi içe geçmiş Taras Shevchenko Bahçeleri Kharkiv’deki en eski park. Şehir kurulduğunda kuzeydeki Kharkiv Kalesi’ne giden yol üzerinde bir meşe ormanı bulunuyormuş. Bu alana kurulan Botanik ve Hayvanat Bahçeleri ile Dolphinarium’u bünyesinde barındıran Shevchenko Parkı, 1804-1805 arasında Kharkiv Üniversitesi’nin kurucusu Vasiliy Karazin tarafından inşa ettirilmiş.

 

Üst teras İngiliz peyzaj parkı olarak tasarlanmış, birkaç yüzyıl önce dikilen antik meşeler de korunmuş.

Dünyanın dört bir yanından getirilen yüzlerce çeşit bitki ünlü üniversite profesörleri tarafından buraya dikilmiş. 1808’den beri bahçelerin bulunduğu yerde bir astronomik gözlem evi de yapılmış.

Taras Shevchenko Anıtı-Taras Shevchenko Monument

Bahçelerin girişine 1935’te yapılan büyük Ukraynalı şair ve ressam Taras Shevchenko’nun anıtının, dünyanın dört bir yanındaki 250’den fazla Taras Shevchenko anıtı arasında en iyisi olduğu söyleniyor.

Berezil Tiyatrosu’nun önemli aktörleri şairin eserlerinden karakter figürleri oluştururken heykeltıraşa poz vermişler. Shevchenko heykeli hak ve özgürlükleri için mücadele eden halkı temsilen, hareketli 16 heykel figürü ile çevrilmiş.

Şelale-Cascade Fountain

Shevchenko Parkı’ndan Klochkivska Caddesi yönüne doğru inen dik yamaçta bir şelale formunda yapılan çeşme, 1954 yılında savaş sırasında tahrip edilmiş park merdivenleri yerine şehrin kuruluşunun 300. Yıl dönümünü kutlamak için inşa edilmiş.

Kharkiv

Şelaleyi hem akşam hem de gündüz görme imkanım oldu. Böyle bir şey görmedim, hafta içi olmasına rağmen akşam saatlerinde iğne atsan yere düşmez misali bir kalabalık şelalenin etrafına toplanmıştı.

Siyah kuğu görmüş müydünüz, görmediyseniz bu Şelalede görme fırsatınız var.

Ukrayna’daki en eski ve en iyi hayvanat bahçelerinden biri olan Hayvanat Bahçesi’nin (1895) ana girişini Sumska Caddesi, 35 adresinde, Ukrayna Konser Salonu’nun yanında bulabilirsiniz.

Kharkov Dolphinarium

Kharkiv Dolphinarium, kısa adıyla “Nemo”, Shevchenko Parkı’nda sevimli yunusların eğlenceli gösterilerini izleyerek keyifli anlar yaşayabileceğiniz bir tema parkı. Ayrıca burada hasta çocuklar için yunus terapisi de yapılmaktadır.

Gösteriler memelilerin bakım ve eğitiminde önde gelen uzmanlar tarafından yapılmaktaymış.

Su Parkları

Ukrayna genelinde oldukça yaygın olsa da Kharkiv’de bulunan park 20 farklı yunus ile ülkenin en büyükleri arasına girmiş.

Kharkiv

Pazartesi hariç haftanın her günü 12.00, 15.00 ve 18.00’de üç performansın sergilendiği tesise hafta sonu giderseniz, 21.00’de başlayan ve 80 dakika süren gece gösterisini izleme fırsatına sahip olabilirsiniz. Bilet ücreti yetişkinler için 450 Grivna.

Yunus şovunu Norveç’in Bergen şehrinde izlediğimden burada zaman ayırmak istemedim.

Son yıllarda, bahçeye başka anıtlar da yerleştirilmiş. “Kazakların yavruları asla tükenmeyecek” adlı bir heykel kompozisyonu, Sporting Glory Alley’de bronz bir futbol topu ve Kiev Şehrinden Kharkiv’in 350. yıl dönümü hediyesi olan tepesinde Başmelek Mikail heykelinin bulunduğu bir sütun bunlardan birkaçı.

Futbol Topu Anıtı

Shevchenko Parkı’nda yer alan ve Ukrayna’nın onuncu bağımsızlık gününü kutlamak için yapılmış bir anıt. Açılış törenine Ukraynalı futbolcu Oleg Blokhin’in katılarak imzaladığı anıtın granit kaide üzerindeki topu bronzdan yapılmış.

Monument to 50th Parallel-50. Paralel Anıtı

Çek Cumhuriyeti, Polonya, Moğolistan, Kanada, Belçika, İngiltere, Çin ve Rusya olmak üzere 50. paralel 12 ülkeden geçmekteymiş. Kharkiv dünya çapında bu paralelde yer alan şehirler arasında en büyüğüymüş. Bu bronz dünyanın üzerinden yürümenin mutluluk getireceğine inanılıyormuş.

Yeşil alanları arasında yürürken huzur bulabileceğiniz, banklarında oturarak dinlenip insanları izleyebileceğiniz bu parkta zaman geçirmenizi öneririm.

Biraz da park çevresini inceleyelim. Kharkiv Devlet İnşaat ve Mimarlık Teknik Üniversitesi, 1927 yılında yapılan binasında Taras Shevchenko Anıtı’nın karşısında yer alıyor.

Düz platformlu bir çatı üzerindeki kadın figürleriyle klasizm ve modernizm unsurlarının zarif bir birleşimini sunan eski bir konak da Sumska Caddesi 44 adresinde dikkat çekiyor.

Caddede bir süre daha yürüyünce meşhur Özgürlük Meydanı’na ulaşılıyor.

Özgürlük Meydanı

Kapladığı alan bakımından 11,9 hektarlık büyüklüğüyle Özgürlük Meydanı, Avrupa’nın en büyük sekizinci, dünyanın en büyük on ikinci meydanı. Kentin geçtiğimiz yüzyılın başında Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin başkenti ilan edilmesinin ardından 1923’de inşa edilmiş. 1926’da Bolşevik Gizli Servisi’ni (KGB) kuran Felix Dzerzhinsky’nin soyadı verilerek 1996 yılına kadar Maidan Dzerzhynskoho olarak adlandırılmış. Alman işgali sırasında meydanın adı 1942’de Alman Ordusu Meydanı ve 1943’de Leibstandarte Square olarak iki kez değiştirilmiş. Ukrayna’nın bağımsızlığından sonra bugünkü adına kavuşmuş.

Meydanın merkezinde 130 metre çapında bir daire bulunuyor. Moskova’daki Kızıl Meydan’dan büyük olan Özgürlük Meydanı’nda, Kharkiv Ulusal Üniversitesi, Otel Kharkiv, Kharkiv Palas yer alıyor. Meydanda 1964 yılında dikilmiş Lenin Heykeli varmış kaldırılmış. Meydan doğusunda Sumska Caddesi, kuzeyde Hotel Kharkiv, güneyde ise Shevchenko Parkı ile çevrilmiş.

Kentin kalbi konumundaki meydanda siyasi gösteriler, fuarlar, festivaller ve konserler düzenlenmekteymiş.

Svobody Meydanı’na gitmek için Universytetya ya da Derzhprom Metro İstasyonlarında inilmelidir. Şimdi Meydandaki yapıları tek tek incelemeye başlayalım.

Devlet Sanayi Evi-Derzhprom-Gosprom

Özgürlük Meydanı’nda yer alan ve Sovyet Rusya döneminde inşa edilen ülkenin en yüksek binası olarak tescillenmiş bir yapı. 1925 yılında meydanın alanı planlanırken, Sovyetler Birliği’nde ilk yüksek katlı betonarme ve çerçeve yapısı olan Derzhprom için meydanın iç çemberinde üç bloktan oluşan bir alan tahsis edilmiş. Aynı zamanda, devasa bina için bir tasarım yarışması açılmış.

İnşaat, Sovyet hükümetinin ve özellikle de meydanın adını taşıdığı F. Dzerzhynsky’nin kontrolü altındaymış. Zamanın modern standartlarına göre, 45.000 pencere, 17 hektarlık cam ile çok katlı beton ve çelik konstrüksiyonu yapılmış. SSCB’de 63 metre ile ilk yüksek katlı betonarme yapı olmuş.

1925–1928 arasında kısa sürede tamamlanan, Yapılandırmacı (Constructivism) tarzında inşa edilen Devlet Sanayi Evi Ukrayna’nın başkenti olan Kharkiv’in yeni yönetim merkezi olmuş. 1934 yılında Kiev başkent olduğunda devlet kurumları Derzhprom’dan taşınmış ve bina Kharkiv Bölgesi İcra Kurulu’na devredilmiş.

1.Dünya Savaşı sırasında devasa beton ve çelik konstrüksiyonları nedeniyle zarar görmemiş.

Mayıs 1951’de ilk Sovyet TV kanalı Derzhprom’da açılmış. Binanın orta kısmının üst katına bir anten yerleştirilmiş.

İlk Sovyet gökdeleni olan Derzhprom Kharkiv’in ulusal öneme sahip bir mimarlık anıtı olmuş. Yapının tarihine ilgi duyuyorsanız 5. girişte ayrıca Gosprom Müzesi’ni ziyaret edebilirsiniz.

Vasyl Karazin Kharkiv Ulusal Üniversitesi

Kharkiv Ulusal Üniversitesi, 1805’de bilim adamı ve eğitimci V. Karazin tarafından kurulan Doğu Avrupa’daki en eski ve en büyük üniversitelerden biridir.

Üniversite modern Ukrayna bilim ve kültürünün gelişiminde önemli rol oynamış. Botanik Bahçesi, Doğa Müzesi, Arkeoloji ve Etnografya Müzesi, Üniversite Müzesi üniversite bünyesinde yer almış.

Üniversitenin girişinde kurucusu V. Karazin’in (1768–1843) Üniversite’nin yüzüncü yılını anısına yapılmış bir anıt bulunmaktadır. Anıt Karazin’in kelimelerinden oluşan bir yazıt da içermektedir. 1941’de savaşa girmiş olan öğrenci askerler için bir anıt da Üniversitenin ana binasına yakın bir yerde bulunuyor.

Kharkiv Palace

Ukrayna’nın ilk 5 yıldızlı oteli olarak Neo-Klasizm tarzında, 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası için inşa edilen Kharkiv Palace, 11 katlı ve 180 odalı bir yapı. İşlevsellik ve yapı teknolojilerini birleştiren Kharkiv Palace, Özgürlük Meydanı’nın önemli yapıları arasındadır.

Hotel Kharkiv

Meydanda yer alan Kharkiv Hotel 1932-1936 yıllarında inşa edilmiş. 1937’de Paris’te yapılan Dünya Fuarında, mimari bir başyapıt olarak en yüksek puanı almış. 1976’da Trynklera Caddesi ve Pravdy Caddesi’nin köşesindeki otele 16 katlı yeni bir bina eklenmiştir. Günümüzde 4 yıldızlı bir otel olarak hizmet veren yapı, beyaz ziyafet salonları ile tarihi bir ortamda konaklamak isteyenler için ideal bir yer.

Maxim Gorky Parkı

Park yüz yılı aşkın bir süre önce 1893-1895 yıllarında Sumska Caddesi’nin görünümünü güzelleştirmek amacıyla gönüllülerin diktiği ağaçlarla kurulmuş. Park başlangıçta küçük bir alan kaplarken 1899’da Alexander Pushkin’in doğumunun 100. yılı onuruna iki katına çıkarılmış ve sonraki yıllarda da günümüzdeki büyüklüğü olan 130 hektara ulaşmış. 1938 yılında Sovyetler Birliği’nde sosyalist gerçekçi edebiyatın öncüsü olan Maxim Gorky’nin adı bu parka verilmiş.

Kentin en önemli parklarından biri olan Maxim Gorky Parkı’nda tenis kortları, spor alanları, sinema, çocuk demiryolu, lunapark, çocuk oyun alanları, yürüyüş yolları, kafeler, barlar ve restoranları ile kentin rekreasyon ve eğlence merkezi haline gelmiştir. 

Kharkiv Sanat Müzesi

Kharkiv Sanat Müzesi Ukrayna’daki en eski müzelerinden biri, eşsiz sanat eserleri bakımından da zengin bir müzedir. İlk koleksiyonu Kharkiv Üniversitesi kurucularının, bilim insanlarının ve zamanın toplum önderlerinin çabalarıyla 1805’te toplanmaya başlanan Kharkiv Sanat Müzesi, kentin en çok ilgi çeken noktaları arasında. Koleksiyonu yerli ve yabancı sanatçıların tablolarından, heykellerden, grafik, sanat ve el sanatlarından oluşuyor.

Zhon Myronosyts Caddesi, 11 numarada bulunan müze binası da 20. yüzyılın ilk dönemlerinde inşa edilmiş mimari anlamda özgün bir bina. 

Böylece bir maceranın daha sonuna gelmiş olduk. Her zaman olduğu gibi gidemediğim yerlerden de kısaca söz ederek bu yazıyı tamamlamak isterim.

Aşk Anıtı (Lovebirds Monument): Bu tuhaf anıt 2002 yılında açılmış. Bir erkek ve bir kadının uçarak birbirine uzanan, sonsuzluğu ve sevginin güzelliğini sembolize eden heykelin altında öpüşen çiftlerin aşkının sonsuza dek süreceğine inanılıyor.

Kozmos Müzesi-Yuri Gagarin Planetaryum: Ukrayna’da bu alandaki tek astronomi ve uzay merkezi.

Krasnokutsk Arboretumu: Ukrayna’daki en eski arboretumlardan. İçerisindeki Aşk Adası’nda bulunan mutluluk ağacı ginkgo biloba’nın altında dilek tutarsanız gerçek olacağına inanılıyor.

Kharkiv Hayvanat Bahçesi: Kharkiv Hayvanat Bahçesi, Ukrayna’daki en eski ve SSCB’deki en eski üçüncü devlet parkı. 1896 yılında kurulan Kharkiv Hayvanat Bahçesi şehrin kalbinde, Shevchenko Parkı’nın yanında yer almaktadır. Hayvanat Bahçesi gittiğim dönemde restorasyon geçirdiğinden kapalıydı.

Metallist Stadyumu-Stadyum Metallist: Stadyum Metallist, Avrupa’nın en iyi stadyumlarından biri.

Cinsel Kültürler Müzesi: Ukrayna’da türünün tek örneği. Yunanistan, Roma, Japonya, Hindistan, Çin, Amerika, Avrupa, Afrika ve çeşitli coğrafi bölgelerin cinsel kültürlerine adanmış odalara sahip.

Canavarlı Ev (House with Chimeras): 1912-1914 yılları arasında inşa edilen sıra dışı binanın cephesinde şövalyeler, hayvan figürleri, fantastik yaratıklar, semenderler, aslanlar, kurtlar, canavarlar bulunuyor.

Strilka Meydanı: Strilka Meydanı, Kharkiv ve Lopan nehirlerinin birleştiği yerde Kharkiv şehrinin kurulduğu alan.

Kharkiv Sirki (Kharkiv Circus): Ukrayna’daki en eski sirklerden biri.

Denizcilik Müzesi-Maritime Museum: Müze, modellerle denizcilik tarihine adanmış.

Kharkiv Koro Sinagogu: Ukrayna’da 1000 kişilik kapasitesiyle en büyük sinagogdur.

Metro İstasyonları: Şehir içerisinde geniş bir metro ağı bulunmaktadır. Şehirde yapılacaklar listenizde mutlaka metro merkezli bir ziyaret bulunmalıdır.

Son Söz

Kharkiv eğlence mekanlarının yanı sıra tarihi ve turistik anlamda değer taşıyan yapılara ev sahipliği yapmaktadır. Şehir dört imparatorluğa ev sahipliği yapmış olağanüstü bir mimari mirasa sahip. Sovyet yıllarında sanayinin beşiği olması nedeniyle Kharkiv’in sıradan ve sıkıcı bir Sovyet şehri olmasını bekleyebilirsiniz. Ancak Kharkiv, Sovyetlerin devasa, ürkütücü ve gri binaları yerine art nouveau, yenilikçi ve klasizm tarzlarının kullanıldığı binalarıyla gerçekten çok güzel ve şaşırtıcı bir şehirdir. Mimarinin yanında kültür, sanat ve eğitimin de son derece önemli olduğu bu şehirde bir de üstüne parklarını ve eğlencesini eklersek gezmeye doyamayız! Kim bilir gezemediğim bunca yer olduğuna göre belki bir daha Kharkiv’e gidebilirim!

Kibyra: Gladyatör ve Hızlı Atların Şehri

kibyra

Kibyra gladyatörlerin, atların, Roma Dönemi savaşçılarının kenti … Eyalet yargılama merkezi olarak da önemli bir işlev görmüş. Hiçbir yerde göremeyeceğiniz, muhteşem bir Müzik Evinin (Odeon) ortasında bulunan Medusa mozaiği ile dünyada benzeri bulunmayan çok özel bir antik kent.

Burdur’un Gölhisar İlçesi yakınlarındaki üç tepe üzerine kurulmuş. Yerleşim alanı büyük olmasına rağmen, teraslamalar yapılmış ve yapılar birbirinin manzarasını kesmeyecek şekilde yerleştirilmiş.

2006 yılında Burdur Müzesi Başkanlığınca başlatılan kazı çalışmaları, günümüzde T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı adına Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Şükrü Özüdoğru başkanlığındaki ekip tarafından yürütülmekteymiş.

Kentin bugün görülebilen tüm mimari kalıntıları, Roma İmparatorluk Dönemine aitmiş. Hellenistik Dönemde Kibyra ve yakın çevresinde konumlanmış antik kentlerden Boubon, Balboura ve Oinoanda’dan teşekkül eden, dörtlü “Kent Birliği (Tetrapolis)” (M.Ö. 2-1. yüzyıllarda) oluşmuş. Söz konusu Kentler Birliği, M.Ö. 82 yılında Romalı General Murena tarafından dağıtılıp, ortadan kaldırılmış.

Bu tarihten sonra Kibyra Asia Eyaleti’ne, diğer kentler  ise Likya Birliği’ne dahil edilmiş. Roma İmparatorluk Döneminde ise, kendisine yaklaşık 25 kentin bağlı olduğu “Kibyra Conventusu” adı altında, Asia Eyalet Valisi’nin yargı merkezi olmuş.

M.S. 23 yılında meydana gelen büyük bir deprem sonucunda yerle bir olan kent, Roma İmparatoru Tiberius’un vergi affı getirmesiyle yeniden inşa edilebilmiş. Kibyra özellikle M.S. 1-3. yüzyıllarda en parlak ve zengin dönemini yaşamış. Kibyra, demircilik, dericilik ve at yetiştiriciliğinde ve çömlekçilikte oldukça ünlü imiş.

Antik coğrafyacı Strabon’a göre, yaklaşık 2000 yıl önce, İmparator Augustus döneminde, “Kibyra 30,000 asker ve 2,000 atlı asker sağlayabilirmiş”.

Girişin solunda, etkileyici, kemerli bir anıtsal kapı sizi karşılıyor. Biraz ilerlediğinizde, Antik Çağ Anadolusunun 11-12 bin kapasiteli, en görkemli stadyumunun kalıntıları görülebiliyor. Gladyatörlerin, hızla koşan atların, coşkulu izleyicilerin seslerinin yankılandığı dönemlerde, kim bilir nelere tanıklık etmiş ve yıllara direnmiş taşlar, mahzun bir asalet ile sizi selamlıyor.

Hafif eğimli tepeye tırmandıkça, bazilika, agora, hamam, tiyatro, meclis binası, mezar, yuvarlak kuleli tak ve su yollarının kalıntılarını görebiliyorsunuz.

Bu tarihi kentin beni en etkileyen kısmı ise aşağıda resimlerini göreceğiniz, Meclis Binası/Müzik Evi olarak kullanılmış bölümü oldu.

Meclis Binasının/Müzik Evinin önünde, Anadolu’nun en sağlam ve en büyük mozaik alanı olduğu belirtilen, 540 metrekare döşeme alanı kaplayan inanılmaz zarif mozaik bir bölüm var. Siyah-beyaz tablo gibi mozaik alanın üzerinde, geçmişte var olan sütunların kaideleri ve arkasında masmavi gökyüzü görünüyor.

Müzik Evi (Odeon), 3600 kişilik oturma kapasitesiyle, halen ülkemizin sahip olduğu, antik çağlarda üzeri bir çatıyla kapatılmış en büyük yapısı imiş.

Müzik Evi (Odeon) bir amfi görünümünde, tavanı ve giriş sütunlarının bir kısmı yıkılmış. Tam ortasında, kırmızı, yeşil ve beyaz mermerden yapılmış, saçlarının yılanlardan oluştuğuna, bakışları ile insanları taşa çevirdiğine inanılan, “yılan saçlı, keskin dişli, dişi canavar” Medusa’nın mozaiği bulunuyor. Yapım tekniğiyle, kendi türünde dünyada bilinen tek örnekmiş.

Amfinin neresine giderseniz gidin, ortada duran Medusa’nın gözleri size bakıyor, sizi izliyor. Nasıl bir teknik ile yapılmış akıl erdiremedim; ama canlı gibi bakan gözler, beni taşa çevirmeden oradan çıkmalıyım düşüncesi ile bu güzelliği daha fazla seyretmeliyim duygusu arasında bıraktı.

Mozaik üzerinde dikkatle çalışan görevliler vardı ve üzerine basılması yasaktı. Temizliği bitirildikten sonra cam yüzey korumasına alınacakmış.

Kibyra’dan çıkarılan eserler, Burdur Müzesi’nde sergileniyor.

Burdur Arkeoloji Müzesi, M.Ö. 7000’den günümüze kadar  tarihlenen çok sayıda eski eser ve heykele ev sahipliği yapıyor. Bahçesi ve binası ile daha dışından sizi etkiliyor.

“Gladyatörler Kibyra’da” başlığı altında sergilenen duvar resimlerinde ve kabartmalarında, antik dönemin gladyatör gösterileri canlandırılmış. Bu gladyatörlerin çoğunluğu, kanun kaçaklarından, savaş esirlerinden, kölelerden oluşmaktaymış. Asillerin ve halkın, bu ölümüne yapılan gösterileri hangi duygular ile izlediklerini anlamak çok zor.

Burdur Müzesi’nde, çok iyi yerleştirilmiş ve aydınlatılmış başka dönemlere ait mermer heykeller de bulunuyor. Bölgenin mermer kaynakları, çok temiz ve yontulmaya uygun olduğu için tarihin her döneminde heykel yapımında kullanılmış.

Dünyanın ve ülkemizin birçok yerinde bulunan Roma Antik Kentlerinden biri olan Kibyra, yangınlar ve depremler ile yıkılmış, yeniden yapılıp, tekrar yıkılmış olmasına rağmen, ayakta kalabilen kalıntıları ile dönemin ihtişamını ve yaşam biçimini görebileceğiniz özel bir yer. Sadece Müzik Evinde (Odeon) bulunan Medusa mozaiği için bile görülmeye değer. Aklınızda iyi düşünceler ile gidin ve Medusa’nın sizi taşa çevirme ihtimalinden kurtulun…  

Kaynakça:

http://www.burdurkulturturizm.gov.tr/TR-155350/kibyra.html

www.kulturportali.gov.tr/turkiye/burdur/gezilecekyer/kibyra-antik-kenti

Lubliyana Gezi Rehberi

Lubliyana

Slovenya’nın başkenti Lubliyana, 300.000 kişilik nüfusa sahip küçük bir şehir. Lubliyana, turistler için rahat gezebilecek ölçekte bir şehir olarak tanımlanıyor. Aslında şehir orta büyüklükteki Avrupa şehirleri arasında. İnsanlara bu hissi veren özellikleri ise küçük şehir sıcaklığının bulunması, gezilecek yerlerin bir merkezde toplanması ve büyük başkentlerde bulabileceğiniz her şeye sahip olması. Kış aylarındaki büyülü görüntüsü Avrupalı karakterini ortaya çıkarırken, yaz aylarıyla birlikte rahat ve gevşemiş Akdeniz ruhu hissediliyormuş.

  • Neden Lubliyana?
  • Öncelikle buraya gelen pek çok kişi şehri Avrupa’nın gizli bir hazinesi olarak tanımlıyor. Farklı tarihi dönemlerde ve özellikle çoğu Dünya çapında bilinen mimar Joze Plecnik tarafından yapılmış eserleriyle muhteşem bir manzaraya sahip şehir yılın her zamanında fotoğraf çekme isteği uyandırıyor.
  • Lubliyana 2016 yılında Avrupa’nın yeşil başkenti seçilmiş. Yeşil alanların ve doğanın şehir merkezinde dahi korunduğu bir yer. Araç trafiğine kapalı sokaklarda ve parklarda yürüyerek gezilebileceği gibi bisikletle de gezme şansınız var. 
  • Lubliyana’da yıl boyunca farklı yaş gruplarına hitap eden pek çok festival yapıldığından canlı bir kültür merkezi olarak da adını duyurmuş. Avrupa’nın en eski yaz festivalinin yanı sıra, caz, dünya müziği ve sokak tiyatrosu festivalleri de düzenleniyor. 

Ulaşım

Lubliyana’ya Hırvatistan’ın başkenti Zagrep’den karayolu ile geçtim. Bir haftalık gezim için Zagrep gidiş, Lubliyana dönüş bileti almıştım. 

THY’nin Slovenya’ya düzenli seferleri bulunmaktadır. Lubliyana’da havaalanına ulaşım taksiyle ve otobüslerle yapılıyor. 28 no’lu otobüsler en ekonomik olanı. Hafta içi yarım saatte bir hareket eden otobüslerin ilk seferi 05.20 ve son seferi 20.10. Hafta sonu ve tatillerde ilk seferi 06.10 ve son seferi 19.10. Havaalanından şehre gelen otobüslerin hareket saati bundan biraz farklı. Bilet ücreti tek yön 4.10 Euro. Yol yaklaşık bir saat sürüyor.

Gezelim Görelim

Lubliyana gezime hostelime de yakın olan şehrin meşhur köprülerinden başlayalım.
lubliyana

Ejderha Köprüsü (Dragon Bridge) 1901 yılında açılmış ve Art Nouveau tarzında inşa edilmiş. 1895 yılındaki depremde burada bulunan eski ahşap köprü yıkılmış. Yeni ve en son teknoloji kullanılarak betonarme bir köprü yapılmasına karar verilmiş. Zamanın yeni statik hesaplamaları ile inşa edilen köprü teknik bir anıt olarak da kabul edilmekteymiş. Köprü ülkede pek çok ilklere de imza atmış. Slovenya’daki asfalt döşenmiş ilk köprü, Lubliyana’daki ilk betonarme köprü ve inşa edildiği tarihte Avrupa’daki en geniş kemerli köprü olarak tarihe geçmiş.

Köprünün her iki yanına dört ejderha yerleştirilmiş. Şehrin ve Slovenya bayrağının sembolü olan ejderha heykelleri betonarme ve sıradan bir köprüye hem renk katmış hem de bu köprüyle ilgili efsaneler oluşmasını sağlamış. Yerel anlatılara göre bakire kızlar köprünün üzerinden geçerken köprüde bulunan dört ejderha kuyruklarını kızgın bir şekilde sallarmış. Bu yüzden de Slovenyalılar bu köprüye “kaynana” ismini takmış. Burası diğer tarihi köprülere göre üzerinden yoğun bir trafiğin aktığı tek köprü.

Efsaneye göre Jason, ülkesi Yunanistan’a dönerken bölgede dehşet salan ejderhayı öldürerek Lubliyana şehrinin kurulmasını sağlamış. Bu yüzden de ejderha ülkede bir sembol olmuş ve hemen hemen her yerde ejderha figürüne rastlıyorsunuz.

Lubliyana

Lubliyana Şehir Pazarı Ejderha Köprüsü’nü geçince karşımıza çıkıyor. Vodnikov Meydanı’nda kurulan üstü açık bir pazar yeri ile nehir boyunca Pogacarjev Meydanı’na kadar uzanan kapalı bir pazar yeri bölgeye canlılık katıyor.

Açık hava pazar yerinde Slovenyalı çiftçilerin yetiştirdikleri taze sebze ve meyveler, tropik meyveler, kurutulmuş et ürünleri de satılmakta. Bizim pazarlarda olduğu gibi burada da kıyafet satılıyordu.

Pazarın arka tarafındaki çiçek satıcıları görülmeye değer. Özellikle noel zamanı olduğu için burası adeta bir çiçek bahçesi gibiydi.

Açık pazar yeri yazları hafta içi 06.00-18.00 arası, Cumartesi günü 06.00-16.00 arası açıkmış ve Pazar günleri ile bayramlarda kapalıymış. Kışın hafta içinde de kapanış saati 16:00 oluyormuş.

Kapalı pazar yeri Lubliyana’nın meşhur mimarı Joze Plecnik tarafından 1940-1944 yıllarında muhtemelen Rönesans etkisiyle sütunlar ve arklar kullanılarak iki katlı olarak dizayn edilmiş ve bu yüzden “Plecnik Kapalı Pazarı” olarak adlandırılmaktaymış. Bu yapının yol hizasındaki tarafında küçük dükkanlar ve cafeler sıralanıyor. Alışverişin yanı sıra ön taraftaki masalarda oturup yemek de yiyebiliyorsunuz. Bu dükkanlarda ve cafelerde kurutulmuş et ürünleri, taze et, ev yapımı odun ateşinde pişmiş ekmekler, ev yapımı bisküviler ve tatlılar, çok çeşitli ev yapımı peynirler, kurutulmuş meyveler, zeytinyağı, baharat gibi ürünleri bulmak mümkün. Bir cafeye oturup kahvenizi içip geleneksel kekleri olan “potica” yı deneyebilirsiniz.

Yapının üst katında Nehir tarafında restoranlar bulunuyor. Alt kata indiğinizde çeşit çeşit deniz ürününü bulabileceğiniz bir balık pazarı sizi karşılıyor. Nasıl güzel ve taze gözüküyorlar anlatamam.

Pazar günleri bölgede Antika ve Bit Pazarı kuruluyormuş. Antikalar, resimler, mobilyalar, Yugoslavya zamanından kalma paralar, madalyonlar, üniformalar, yani ne ararsanız bulunuyormuş. Cumartesi günü döndüğüm için maalesef bu pazarı göremedim. Gidecekler için belirteyim 08.00- 14.00 arası açık oluyormuş.

Pazar yerinin yanından yürüyerek bir yandan da noel için kurulan pazara bakmaya başladım. Özellikle cam işleri çok güzeldi ama artık Euro bölgesine geçtiğim için çok da pahalıya geliyordu.

Kasap Köprüsü (The Butchers’ Bridge) Pogacarjev Meydanı!na geldiğimde Slovenya’nın bir diğer tarihi ve ünlü köprüsüyle karşılaştım. Kasap Köprüsü Lubliyana’nın aşk köprüsüymüş. Aşıklar bu köprüde sembolik olarak aşklarını kilitleyerek anahtarını aşağıdan akan nehre atarlarmış. Gerçekten de köprünün iki tarafına da yüzlerce değişik kilit asılmıştı. Ancak sadece aşıklar değil sanırım dilek için kilit takanlar da vardı. Çünkü emzik şeklinde pek çok kilit de gördüm. Kilit ticareti burada karlı olsa gerek!

Plecnik’in tasarladığı gibi açık hava pazar yerini karşıya bağlamak için 1930’lu yılların sonlarında böyle bir köprü yapılmak istenmesine karşın II. Dünya Savaşı’nın başlaması nedeniyle ertelenmek zorunda kalınmış. Daha sonra 2009 yılında inşaat başlamış ve Köprü ancak 2010 yılında açılabilmiş. Köprü daha önce kasapların barakalarının bulunduğu bölgenin ortasına yapıldığından bu isimle anılıyormuş.

Köprü, Slovenya’lı meşhur heykeltraş Jakov Brdar tarafından yapılan heykel ve dikitlerle sanatın sergilendiği modern bir görüntüye kavuşmuş. Brdar’ın ilginç ama bir o kadar da ürkütücü büyük heykelleri ve yaratık şeklinde betimlediği küçük heykelleri görülmeye değer.

Ayakta tek duran büyük heykel Prometheus’u ve Hıristiyan/Yahudi mitolojisini çağrıştırırken küçük heykeller bölgenin eski kasap geçmişine gönderme yapıyormuş.

Lubliyana

Köprüden geçip bu sefer nehrin diğer tarafından yürümeye başladım ve çok geçmeden kendimi Lubliyana’nın en önemli meydanı olan Preseren Meydanı’nda buldum.

Preseren Meydanı, Lubliyana’nın en önemli merkezi ve buluşma noktası olması yanında Slovenya milletinin ruhani bir merkezi olduğu belirtiliyor. Meydan araç trafiğine kapalı ve yaya bölgesi olmuş. Meydanda konserler, festivaller, Lubliyana Karnavalı, spor aktiviteleri, gösteriler düzenleniyormuş. Yılın her dönemi oldukça renkli ve hareketli olan bu meydanda noel için yiyecek içecek standları da kurulmuştu.

Meydanın doğu tarafında Slovenya’nın ulusal şairi France Preseren’in (1800-1849) başının üstünde elinde defne dalı tutan bir ilham perisi ile birlikte dizayn edilmiş bir heykeli yer alıyor. Zaten meydan da ismini bu heykelden alıyor.

Lubliyana

Preseren Anıtı, 1905 yılında tamamlanmış. Şairin “Şerefine kadeh kaldırmak” (A Toast/ “Zdravljica) olarak çevirebileceğimiz şiiri Ülkenin milli marşı olarak kullanılmaktaymış. Şairin yüzü sembolik olarak Meydanın karşısındaki Wolfova Sokağı’ndaki binanın ön tarafında bulunan büyük aşkı Julija Primic’in heykeline bakacak şekilde yerleştirilmiş. Ne aşk ama!

Lubliyana Gezi Rehberi

Fransizken Kilisesi, (The Franciscan Church of the Annunciation) Preseren Meydanı Orta Çağ Lubliyana’sına uzanan şehir kapılarından birinin önünde kurulmuş. Yolların kesiştiği noktada 17. yüzyılda inşa edilmiş. Kilisenin kırmızı rengi Fransızken manastırlarına özgü sembolik bir renkmiş. Bu Kilise 2008 yılında kültürel bir anıt olarak koruma altına alınmış. 

Kilisenin ön yüzünde Lubliyana’nın en büyük Madonna heykeli olan bakır bir St. Mary heykeli bulunuyor.

Üçlü Köprü (Triple Bridge), Preseren Meydanı Lubliyana’nın bir diğer önemli köprüye açılıyor. Üçlü Köprü’nün yerinde eski ama Orta Çağ’da stratejik önemi olan ahşap bir köprü varmış. 1842 yılında bu eski köprünün yerine taş bir köprü inşa edilmiş. Ancak 1929-1932 yıllarında yayaların geçmesi amacıyla bu köprünün yanlarına birer köprü daha eklenmiş. Üç köprü de büyük taş parmaklıklar ve lambalarla süslenmiş. Köprüden iki merdivenle görsel zenginliğini artırmak için kavak ağaçları dikilen nehir kenarına kadar inebilmek mümkün oluyor. Köprünün bu yeni hali Lubliyana’nın benzersiz mimarisini yaratan Joze Plecnik tarafından tasarlanmış.

Lubliyana’da ilk günümün sonunda akşam olmaya başlamıştı. Işıklarla her yer çok güzel gözüküyordu.

Lubliyana

Hostele dönüp sıcak bir şeyler içip sonra akşam yemeği için merkeze gelmeyi planladım. Kaldığım yer çok yakın olduğundan gidip dönmesi çok uzun sürmeyecekti. Odamın kapısını açtığımda beni bir sürpriz bekliyordu. Yatakların birisinde bir kız oturmuştu ve içeri girince İngilizce selam verdi. Biraz sohbetten sonra siz Türk müsünüz diye soruverdi. Bundan sonra aramızdaki konuşma Türkçe devam etti. Zagreb’de Diş Hekimliği bölümünde Erasmus öğrencisi olan Şeyma aslında Viyana’ya gidecekmiş ama vize aldığı Slovenya yetkilileri en az bir gece burada konaklaması gerektiğini söyleyince mecburen Lubliyana’ya gelmiş. Resepsiyondaki görevli de bu odada bir Türk olduğunu, isterse orada kalabileceğini söyleyince bunu kabul etmiş. Odaya yerleşmiş, beni beklediğini ama odaya girdiğimde beni Türk’e benzetemediğini anlattı. Çok tatlı, hoş sohbet bir kızımız Şeyma. İyi ki onu tanımışım ve iyi ki kader yollarımızı kesiştirmiş. Önce birlikte sıcak bir bitki çayı içtik. Sonra birlikte çıkıp bütün şehir merkezini en azından 4- 5 kere turladık.

Bu da gece ışıklarıyla Preseren Meydanı’ndan.

Lubliyana

İkinci günümde kahvaltı sonrası tekrar merkeze doğru yürümeye başladım. Önce sokak aralarına girerek gezmeye başladım. Çok güzel sokakların birçoğu araç trafiğine kapatılmış sadece yaya yolu olarak kullanılıyor. Nehir boyunca sıralanan pek çok cafe ve restoran bulunuyor. Burası yaz aylarında muhteşem olmalı.

Mestni Meydanı, Böyle amaçsız bir şekilde yürürken Belediye Binasının olduğu Mestni Meydanı!na geldim. Bu meydan 12. yüzyıldan başlayarak Orta Çağ Lubliyana’sının önemli merkezlerinden biri olmuş. Ancak 1511 yılındaki deprem nedeniyle Orta Çağ mimarisiyle yapılan birçok bina yerle bir olmuş. Yıkılan bu binaların yerine günümüze kadar ulaşabilen Rönesans ve Barok stilinde binalar inşa edilmiş. Bunlardan en önemlisi önünde meşhur Robba Çeşmesi bulunan Belediye Binasıymış. Bu bina birbirine açılan binalardan oluşuyor. İçine girdiğimde büyük bir avlu ve ortasında süslenmiş bir ağaç ile kuyunun bulunduğunu gördüm.

Binalar daha önce bölgenin önde gelen Dolnicar ailesine ait iken yerel otoriteler 17 ve 18. yüzyılda bunları satın almış. 

Meydandaki çeşme ise 1743 ve 1751 yıllarında Francesco Robba tarafından yapılmış ve bu nedenle de çeşmeye onun ismi verilmiş.

LubliyanaMestni Meydanı’nda  pek çok ilginç bina bulunuyor. Bunlardan biri bugün  Şehir Sanat Müzesi olarak kullanılan Haman Evi olarak gösteriliyor.

Bir diğeri ise ön yüzü 1540 yılında yapılan rölyeflerle zenginleştirilen ve 18. yüzyıldan kalma bir merdiveni olan Lichtenberg Evi imiş. Skoberne Evinin ön yüzü de aynı dönemlerde yapılmış. Souvan Evi, 17. Yüzyılda sanat, ticaret ve ziraati temsil eden rölyefleriyle İmparatorluk stilinde ön yüzü yapılan Meydanın en uzun yapısıymış.

Lubliyana

Meydandan sağa dönerek sokağın sonuna kadar yürüdüm. Bu bölgede yürürken kulağıma sürekli bir müzik sesi geliyordu. Başlangıçta bunun enstrüman çalışılan bir binadan geldiğini düşünmüştüm. Ancak daha sonra farkettim ki çok ünlü klasik eserleri sabahtan başlayarak akşama kadar sokaklara yerleştirilen hoparlörlerden yayınlıyorlar. Sokağın sonuna gidildiğinde bir de müzik notaları asılmış bir sokak görüyorsunuz ve akşam ışıklandırıldığında muhteşem gözüküyor.

Müzik notaları asılı olan sokağın başında üzerine püsküllü bir şapka takılmış sanırım bir çeşme var. Çok eğlenceli değil mi!

Lubliyana

Yeni hedef yürüyerek kaleye tırmanmak idi. Yukarıya tırmandıkça dönüp panoramik olarak gözüken şehri seyrediyor ve fotoğraflarını çekiyordum.

En sonunda kaleye ulaştım. Lubliyana Kalesi’ne fünikülerle de çıkılabiliyormuş. Ancak ben fünikülerin çalıştığını görmedim. Belki de sadece yaz aylarında çalışıyordur. Zaten kaleye yürüyerek çıkmak o kadar da yorucu olmuyor.

Lubliyana Kalesi, 11.yüzyılda diğer kaleler gibi savunma amaçlı yapılmış. Kalenin içinde bir Manzara Kulesi var ve şehre muhteşem bir bakış açısı sağlıyor. Ben de öncelikle bu kuleye tırmanarak manzaranın keyfini çıkardım.

Lubliyana

Kalede Slovenya tarihine ilişkin bir müze, kukla müzesi ve tarihi odalar bulunuyor.

Kalenin koruma altına alınmış alanlarını gezdikten sonra önce hapishaneyi gördüm. Küçük hücrelerden oluşan bu yer çok korkutucu gözüküyor. Aşağıya doğru inilen bir merdivenin sonunda St. George Şapeli bulunuyor.

Lubliyana

Kalede özellikle yaz aylarında kültürel faaliyetlerin, aile etkinliklerinin, dans gösterilerinin ve açık hava film gösterimlerinin yapıldığı bir cafe ve iki de restoran bulunuyor.

St. Joseph Kilisesi, Kaledeki gezim tamamlanınca yokuş aşağı şehir merkezine doğru yürüdüm. Farklı bir yoldan inince tarihi ve heybetli bir kiliseyle karşılaştım. St. Joseph Kilisesi 1912-1914 yıllarında inşa edilmiş ve bunun yanındaki Manastır ise daha önce 1896 yılında yapılmış. Her iki yapıya da daha sonra çeşitli eklemeler yapılmış.

Lubliyana

Buradan nehir kenarına gelip o hizada yürüdüğümde çok eski bir köprüyle karşılaştım. Oltayla balık tutmaya çalışan birisi köprünün yanındaydı.

Lubliyana

St Nicholas Katedrali Pazarın arka tarafında bulunan St Nicholas Katedrali’nin bulunduğu alanda daha önce tarihi 1262 yılına kadar giden üç nefli bir Roma kilisesi varmış. 1361 yılında bu kilise yandığından yerine gotik tarzında başka bir kilise inşa edilmiş. Bu kilise de 1469 yılında muhtemelen Osmanlılar tarafından yakılmış.

1701- 1706 yıllarında Latin haçı şekli verilmek için yanlarına şapel eklenen yeni barok tarzında bir kilise inşa edilmiş. Bunun kubbesi ise ancak 1841 yılında yapılabilmiş. Katedralin içerisinde 18. yüzyıldan kalma yerel sanatçıların freskleri, resimleri ve heykelleri bulunuyor. Artık kilise içinde fotoğraf çekmediğimden bunları gösteremiyorum.

Ancak Katedralin batı ve güney tarafındaki bronz kapılar görülmeye değer ve kaçırılmaması gerekir diye düşünüyorum. Ana kapı, Tone Demsar tarafından 1996 yılında yapılmış ve Papa II. John Paul‘ün Katedrali ziyaretinin anısına ve Slovenya’nın Hıristiyan olmasının üzerinden 1250 yıl geçtiği için bunun kutlanması amacıyla yapılmış.

Yan kapılarda ise 6 kardinalin önde uzanan İsa figürüyle birlikte sıralanmış portreleri görülüyor.

Katedralin içini görüp dışarı çıktım ve nehir kenarından yürümeye devam ettim. Merkeze yaklaştığımda sokak aralarına girip çıkmaya başladım. İşte o zaman kablolara asılı ayakkabıları gördüm. Ayakkabılar aslında birkaç sokakta daha varmış ancak en çok asılı ayakkabı olan yer Ayakkabıcılar Köprüsü (Shoemaker’s Bridge) olarak bilinen bölgeymiş.

Yedi sekiz yıl öncesine kadar asılı ayakkabılar yokmuş. Sadece turistik bir amaçla ve bölgenin geçmişine atıfta bulunuyor. Bununla ilgili hatta kısa film hazırlanmış ve yerel halkla turistlere bu ayakkabıları sormuşlar. İlgilenenler için belgeselin ismi “Shoe Knows?”

Kunduracılar Köprüsü (Cobblers’ Bridge) ise tarihi 13. yüzyıla dayandığından Lubliyana’nın da en eski köprüsüymüş. Cobblers Bridge adını o dönemde ayakkabıcıların köprüye yakın dükkanları olması ve ürünlerini de bu köprü üzerinde sergilemesinden aldığı rivayet ediliyor. Köprü ahşap olarak inşa edildiğinden yangın ve deprem sebebiyle yıkılmış. Yerine hiçbir özelliği ve güzelliği olmayan dökme demir kullanılarak yeniden yapılmış.

Lubliyana

Bu güzel bina da tarihi olduğu her halinden belli olan Postahane Binası.

Kongresni Meydanı, Preseren Meydanı’ndan sola dönüp biraz ilerlediğimde Kongresni Meydanına ulaştım. Burası Lubliyana’nın en büyük meydanlarından birisiymiş. Oldukça güzel ve bakımlı binalarla çevrelenen meydanın ortasında bir puz pateni sahası bulunuyor. Bu meydan daha önce Barok döneminde burada bulunan küçük bir meydanın yerini almış. 1821 yılında Kutsal Birlik Kongresi için yapılmış ve o tarihten sonra da bu adı korumuş.

Meydanın güney ucunda daha önce Kongrenin toplandığı ve sonra Vali Konağı olan bina halihazırda Lubliyana Üniversitesi Rektörlük binası olarak kullanılmakta. Mimarisi oldukça hoş bir bina olduğunu söylemeliyim.

Üniversite binasının önünde bir de 1955 yılında France Kralj tarafından yapılmış Evropa isimli bir heykel çalışması bulunuyor.

Bu binanın hemen yanında Yanılsama Müzesi (Museum of Illusions) bulunuyor.

Lubliyana

Üniversite binasının diğer tarafında Slovenya Filarmoni Orkestrası binası var.

Lubliyana

Bu binanın yanında da 1894’de kurulan “Slovenya Kraliçesi” isimli Slovenyanın en eski yayınevi bulunuyor.

Lubliyana

Kuzey ucunda neoklasik Kazina binası görülebilir. Ortadaki alan Zvezda (Star) Park olarak isimlendiriliyormuş ve bu alanda pek çok tarihi gösteri gerçekleşmiş. Aslında bu alan Roma döneminde mezarlıkmış. Roma geleneklerine göre Emona’nın mezarlıkları şehir duvarlarının dışında olurmuş. Bir Emona heykeli yakılan cesetin külleri ile birlikte buraya gömülürmüş.

Lubliyana

1722 yılında Francesco Robba tarafından yapılan ve orjinali Lubliyana Şehir Müzesinde olan Kutsal Üçlü (Holy Trinity) Sütununun bir kopyası Ursuline Kilisesi‘nin önüne yerleştirilmiş. Fotoğrafta görülen Ursuline Kilisesi ise 1718-1726 yıllarında yapılmış.

Metelkova Özerk Bölgesi adeta bir masal diyarına benziyor. Metelkova’nın bir kültür merkezi olarak tarihi 1993 yılına kadar gidiyor. Burası Yugoslavya ordusunun Slovenya kışlası olarak kullanılırken 10 Eylül 1993 gecesi Metelkova Ağı olarak bilinen çoğunluğu yeraltı sanatçıları ve entellektüelleri olan bir grubun önderliğinde 200 kadar Slovenyalı gencin yerleşmesi ve yaşam alanı haline getirmesi ile oluşan bir bölge. 19. yüzyılın sonlarında Avusturya-Macaristan ordu kışlası olarak inşa edilen binalar Slovenyalı az bilinen sanatçılar tarafından pek çok müdahaleye uğramış, değiştirilmiş ve dönüştürülmüş. 12.500 m2’lik bir alana yayılan bu bölge özgür yaratıcı ruhlar için bir başarı hikayesine dönüşmüş.

Bugün artık bu bölge Lubliyana’ya gelenlerin mutlaka görmesi gereken turistik bir alan haline gelmiş. Burada binaların duvarları harika grafitilerle dolu, çok sayıda sanat galerileri, sanatçı stüdyoları, tasarımcılar için bölgeler, gece kulüpleri, barlar bulunuyor. Bölgedeki tek ruhsatlı bina hapishaneden dönüştürülen bir hostelmiş.

Metelkova’da asıl yaşam gece başlıyormuş! Burada yılın her döneminde bir program dahilinde yapılan düzenli konserlere, dünya çapında meşhur sanatçı ve DJ’lerin etkinliklerine, sanat sergilerine ve festivallere denk gelmek mümkün.

Metelkova ziyaretçileri oldukça heterojen bir grup. Öğrenciler, yeraltı müzik fanları, Lubiyana’yı ziyaret eden turistler ve gece yaşantısını seven profesyoneller gibi her yaş ve sınıftan müdavimi varmış.

Sağıma soluma tekrar tekrar bakmaktan kendimi alamadım. Oldukça değişik ve biraz da ürkütücü bir bölgeydi. Yağmur başladığından ve hava da kararmaya yüz tuttuğundan buradan ayrıldım.

Preseren Meydanı’na giderek orada sahne alan bir grubu dinlemeye başladım. Oturacak bir tabure bulup içecek siparişi verdim. Çok eğlenceli bir ortamdı ve insanlar o kadar şen şakraktı ki iki kadın dansetmekten bile çekinmiyorlardı. Genç yaşlı herkes gülüp dans ediyordu. Kvinta Ansambel yani Beşli Grup adlı müzisyenler gerçekten çok güzel çalıp söylüyorlardı. Slovence şarkıları da böylece dinlemiş oldum. Halk şarkıları yani folklorik müzik sırasında insanlar da şarkılara eşlik ediyorlardı.

Lubliyana’daki son günümü etkin bir şekilde kullanmak istiyordum. Gittiğim yerlerde artık birkaç müze belirleyip görmeye çalışıyorum. Burada da ikinci gün müze haline dönüştürülen kaleye çıkmıştım ve bu gün de Arkeoloji Müzesi’ne gitmek istiyordum.

Kongre Meydanına yürüdüm. Nedense caddenin karşısındaki sarı büyük binanın Arkeoloji Müzesi olduğunu düşünmüştüm. Binanın üst katına çıkıp neredeyse bilet alıyorken görevli buranın Okul Müzesi olduğunu söylemez mi! Tarifi üzerine meydanın diğer ucuna yürüdüm ve aynı tarzda başka bir sarı binanın içine daldım. Güvenlik görevlisi bana bu binanın lise olduğunu söyledi ve gelen yaşlıca bir öğretmene müzenin yerini sordu. O da kem küm cevap verince görevli üşenmeyip internetten müzenin yerini buldu ve bana tarif etti.

Lubliyana

Müzenin karşısında Parlamento binası da bulunuyor ve burası oldukça şık bir bölge. Müze binasının kendisi de çok eski ve tarihi. Bina 1883-1885 yıllarında Neo-Rönesans tarzında tasarlanmış. Bina, o zamanki hanedandan Prens Rudolf’a atfen Rudolfinum olarak da adlandırılmış.

Ulusal Tarih Müzesi, olarak isimlendirilen bu Slovenya müzesi, dünya kültür mirasının en önemli hazinelerine de ev sahipliği yapıyormuş. Binanın içine girip biletimi almak istedim. Bina da ayrıca Doğal Tarih Müzesi (Natural History) de bulunuyormuş ve istersem kombine bilet alarak burayı da gezebileceğimi söylediler. 8,5 Euro ödeyerek biletimi aldım ve önce Doğal Tarih bölümüyle başlamak istedim.

Daha ilk sergi salonuna girer girmez büyülendim. İyi ki de bu müzeyi gezme kararı almışım. Slovenya Ulusal Müzesiyle aynı binayı paylaşan Slovenya Doğal Tarih Müzesi ülkenin en eski kültürel ve bilimsel enstitüsüymüş. Müzede geçici sergiler olduğu gibi sürekli sergilerinin zenginliği göz dolduruyor. Ziga Zois Mineral ve Kitap Koleksiyonu, Hohenwart Yumuşak Kabuklular Koleksiyonu, Ferdinand J. Schmidt Böcek Koleksiyonu, çeşitli bitki koleksiyonları ve daha neler neler anlatmakla bitmez.

Müzede bunların yanı sıra mağara semenderi, dağlarda, sulak arazide ve ormanlardaki vahşi yaşamın dioraması, tam bir mamut iskeleti, sürüngenler, balıklar ve çok çeşitli omurgalı hayvan iskeletleri görülebiliyor.

Zaten sergi salonuna girer girmez devasa boyuttaki mamut iskeletini gördüm. Paleantolojik dönem buluntularından olan ve yaklaşık 20.000 yıllık olduğu tahmin edilen bu iskelet Kamnik şehri yakınlarında Nevlje’de bulunmuş. Triglav Dağlarında bulunmuş tarihi 210 milyon yıl önceye dayanan 84 santimetre uzunluğunda balık iskeleti de görülmeye değer.

Müzenin en önemli koleksiyonlarından birisi Baron Sigmund Zois’nin mineral koleksiyonu. Bu koleksiyon tarihi bir koleksiyon olmakla birlikte modern yöntemlere göre sınıflandırılarak müzeye yerleştirilmiş. Bunların arasında Zois’in adı da verilen zoisite minerali bulunuyor. Ayrıca, bu bölümde Palnstorf‘un mineral ve kaya koleksiyonu da sergileniyor.

Ferdinand J. Schmid’in böcek koleksiyonu ise 1831’de ilk mağara böceği olarak tanımlanan “dar boyunlu” kör mağara böceği de dahil çok çeşitli böcek türlerini içeriyor. Bunların dışında müzede kuşlar, kelebekler ve çeşitli hayvan iskeletleri sergilenmişti.

Doğal Tarih Müzesini gezmeyi tamamladıktan sonra Ulusal Müze kısmına yöneldim. Müzede, Tarih Öncesi (Prehistoric) döneme ait çok önemli buluntuların yanı sıra Roma Dönemine ait kalıntılar da sergileniyor. Dünya Kültür Mirası olarak kabul edilen en önemli buluntu ise Divje Babe mağarasının kazı alanından çıkarılan Neanderthal döneme ait 60.000 yıllık bir flüt. Dünyanın en eski müzik aleti olarak kabul edilen bu flütün genç bir mağara ayısının uyluk kemiğinden yapıldığı, üzerindeki deliklerin ve uzunlukların melodik bir ses çıkarmak amacına yönelik olarak tasarlandığı anlaşılmış.

Bu keşif, Neanderthal dönemde yaşayan insanların sadece karın doyurmanın dışında sanatçı yönlerini ifade etmek için çabaladıklarını da göstermiş. Bu müzik aletinin bir benzerini yapmışlar ve nasıl ses çıkardığını da videoyu izleyerek duyabiliyorsunuz.

Vace köyünde bulunan ve bu nedenle de Vace Vazosu olarak adlandırılan bir diğer önemli buluntu, üzerinde nakışlı bir elbise olan bir insan figürü bulunan pişirilmiş kilden yapılan bir vazo. Gerçi elbise giydirilen figürün kadın mı, erkek mi, ya da hayvan başlı bir insan vücudu mu olduğu tartışmalıymış. Yine de emin oldukları tek nokta bu küpün dini ritüel amacıyla kullanıldığı olmuş. Tarihinin erken Demir dönemine kadar gittiği belirtiliyor. Vazonun üzerinde görülen 14 adet çapraz işareti ise tarih öncesi dönemin sembolü olan ışık, güneş ve hayatı gösteriyormuş. Bu ise o dönemde yaşayanların doğal olayları gözlemlediğini, anlamaya çalıştığını ve kaydettiğini gösteriyormuş. Kullanılan figürün şekli kışın Orion Takımyıldızının görüntüsüne benziyor ve bir nevi takvim görevi görüyormuş.

Bir diğer önemli sergi eşyası Bled Gölü’nün kıyısında bulunan ve tanrılara bir armağan olduğu düşünülen Bronz Döneminden kalma, üzeri muhteşem güzellikte süslenmiş, muhtemelen başa takılan bir taç. Çok değerli altından yapılmış bu süs eşyası gölün o zamanın dini uygulamalarında önemli bir merkez olduğunu gösteriyormuş. Süslemede kullanılan işaretler ay ve güneş takvimini gösteriyormuş. Altın materyaller Bronz Çağında çok az görülüyormuş ve süslemede kullanılan altının nereden geldiği de bir muamma.

Tarih öncesi bölümde birbirinden ilginç buluntular vardı. Bu bölümden sonra sıra Roma kalıntılarına geldi. Roma İmparatorluğu zamanında bu topraklar da imparatorluğun bir parçasıymış ve adı Emona imiş. M.S. 14 veya 15. yüzyıllardan kalma 1000’i aşkın obje bu bölgede imparatorlukla ilgili izler taşıyormuş. Bu sergideki en önemli buluntu Emona vatandaşına ait altın yaldızlı bronz bir heykel.

Bunların dışında Roma dönemine ait bizim çok yabancısı olmadığımız heykeller, kap kacak kalıntıları, yazılı taşlar ve diğer müze eserleri var. Alt katta tarihi M.S. 1 ve 4. yüzyıllara dayanan ve Roma Latin harflerini taşıyan 200’den fazla taş anıt bulunuyormuş.

Koridorlarda sıralanan heykel ve lahitleri gezerken ayrılmış bir oda gördüm ve oraya yöneldim. Soğuk ve çok aydınlık olmayan bir odaydı burası. Böyle küçük bir Avrupa şehrinde Mısır mumyası ne arar diye düşünebilirsiniz ama bu müzede o da var. 1846 yılında Mısır’da konsolos olan asilzade Anton Lavrin tarafından Carniola Bölge Müzesine ahşabı boyalı bir Mısır Mumyası bağışlanmış.

Müzede çok sayıda eser vardı. Ancak yazıda daha fazla yer ayıramıyorum. Bu şehir gezinizde müzeyi görmenizi önerebilirim.

Müzenin ilerisinde de mezar veya anıt olan bir heykel vardı. Boris Kidric, Nisan 1941’de Yugoslavya’nın Mihver işgalinden sonra Nazi Almanyası ve Faşist İtalya tarafından işgaline karşı Sloven Partizanların direnişinde önemli rol oynayan Sloven Halk Kurtuluş Cephesinin lideriymiş.

Caddenin karşısına geçip bu sefer Parlamento Binasının fotoğrafını çekmeye çalıştım. Binanın fazla özelliği yok ancak kapısı tam bir sanat harikası diyebilirim.

Parlamento binasının önünde büyük bir meydan ve anıt vardı. Burası törenlerin yapıldığı Parlamento Meydanı olsa gerek.

Bundan sonra artık planımda gezecek başka yer kalmadığından aylak aylak sokaklarda gezmeye başladım. İşte bu kısmı çok seviyorum. Sakin sakin, koşuşturmaksızın ve kıyısını köşesini gezerek şehrin havasını solumak çok iyi oluyor.

Diğer Gezilecek Yerler

Tabi gezip anlattıklarımın yanında gezemediğim ancak gidenlerin mutlaka görmesini önereceğim yerler de var:

Bunlardan birisi şehir merkezinde olan Slovenya Ulusal Opera ve Bale Tiyatrosu Binası.

Lubliyana yakınında gidemediğime en çok üzüldüğüm yer Bled Gölü oldu. Burası Slovenya’nın yaklaşık 70 km uzağında bulunuyor. Slovenya’nın tek dağ gölü olan Bled Gölü cennet gibi doğasıyla, efsanelerinin zenginliğiyle ve özel iyileştirici etkisiyle dünyada bilinen bir yermiş.

Bir diğer görülecek yer ise Ljubljana’dan yaklaşık 50 km uzaklıkta bulunan Postojna Mağarası. Pivka Nehri’nin yeraltındaki kayaları aşındırması sonucu oluşan 27 km uzunluğundaki Postojna, Avrupa’nın en uzun karst mağarasıymış.

Postojna’ya yaklaşık 10km mesafede bulunan Predjama Şatosu,123 metrelik bir kayalığın ve bir mağaranın üstüne yapılmış. Gizli geçitleri ve erişilmesindeki zorluk nedeniyle saldırılara karşı korunaklı olan bu şatoda Slovenya’nın Robin Hood’u olarak bilinen baron Erazem Lueger de yaşamış. Sergilenen odalardaki Orta Çağ döneminden kalan eşyaları görüp o dönemde şato hayatının nasıl olduğunu gözünüzde canlandırabilirsiniz.

Yeme İçme

Slovenya’da yeme içme anlamında çok fazla bir yer öneremeyeceğim.

Terminalin tam karşısında İstanbul isimli bir dönerci vardı. Burada genelde insanlar tavuk ve et döneri karışık yiyorlar ama ben sadece ekmek arasına et döner istedim. Garnitür de konuldu ama yoğurt istemedim. Bilmeyenler için anlatayım. İlk kez Almanya’da bunu görmüştüm. Yabancılar genelde döneri sarımsaklı yoğurtla istiyorlarmış. Öyle de güzel oluyor ama ben etin tadını almayı tercih ederim. Yanına ikram olarak bardakla ayran da verdiler.

Bir de kalabalık gözüken ve bu nedenle iyi olabileceğini düşündüğüm Mediterranneo Restoranı önerebilirim. 

Tavsiye edilen pastane Lolita’yı denedim. İçerisi hıncahınç doluydu. Lolita hem yerellerin hem de turistlerin çok sevdikleri bir mekanmış. Nehir kenarındaki yol üzerinde ve dışarıda da masaları var. Yaz aylarında burası muhtemelen şahane bir yer oluyordur. Mekanın iç dekorasyonu oldukça başarılı, pastaları bundan da harika. Vitrinde gördüğüm bu pastaneye özgü bir pastadan istedim. Çok şık bir sunumda getirdikleri pastayı deyim yerindeyse sildim süpürdüm. Kahveleri de oldukça başarılı. Burası Cacao’ya göre biraz fiyatları pahalı olsa da yine de gitmeye değer. Pasta için 10 Euro ödedim.

Yine bir pastane Cacao’yu önerebilirim Önce frambuazlı cheesecake denedim. O kadar lezzetliydi ki anlatamam. Bitmesin diye azar azar yemek zorunda kaldım. Çok pahalı olmadığını da söylemeliyim. 5-6 Euro gibi bir rakam ödedim.

Son Söz

Lubliyana küçük ama çok sevimli ve sıcak bir şehir. Şehir merkezi iki veya bilemediniz maksimum üç günde geziliyor. Şehir civarındaki diğer yerleri de hesaplarsak 4-5 gün civarında bir program yaparsanız unutamayacağınız anılarla döneceğinize bahse girerim. Tabi ki uygun mevsimde gitmek şartıyla! Bol bol fotoğraf çekin, nehir kenarındaki restoranlarda, cafelerde, barlarda ve pastanelerde yiyin için, doyumsuz manzaranın keyfini sürün.

Japonya’da Baharın Müjdecisi Ume Çiçekleri

Ume Cicekleri

Japon Sakuraları (kiraz çiçeği) baharın müjdesi sayılıyor. Mart-Nisan aylarında kiraz çiçekleri ile parklar, bahçeler, yollar pembe, beyaz dantellerle bezenmiş bir görüntü sunuyor.

Bu yazımda size Japonya’da baharda sakuradan önce açan pembe, beyaz, kırmızı çiçekleri ile çevreyi süsleyen başka bir ağacı, yaban eriği ‘ume‘ yi tanıtmak istiyorum. 

Sakura harika çiçekleri ile göze hitap ediyor ama ağacı meyve vermiyor. Ume ise çiçeği ile göze hitap ederken meyvesi ile değişik lezzetler sunuyor. Nasıl mı, bu sihirli meyve çiğ olarak yenemese de içki olarak içki severleri mutlu ediyor, ayrıca meyveden yapılan bir tür turşu temel besin maddemiz pirincin yanında katık oluyor.

Neden “ume”yi tanıtmak istedim. Bu hafta eşim   açmış ‘ume’ ağaçlarını görmek için Wakayama’daki Minabe Plum Forest’e gitme önerisinde bulundu. Bahçemizde çiçekleri açmış iki ume ağacı vardı. Yine de yüzlerce, belki binlerce ume ağacından oluşan ormanda çiçekleri görmek ilginç olacaktı.

Pazar sabahı erkenden araba ile yola çıktık. Japonyanın en büyük adası olan Honshu’nun güneydoğusundaki Wakayama şehrinde Minabe bölgesine ulaştık. Wakayama, Japonyanın büyük şehirlerinin yanında taşra sayılabilir.

Ancak, ormanlarla kaplı dağları, yaylaları ve vadileri ile harika bir doğası var. Dini açıdan önemli bir merkez ve tarihi açıdan da önemli. İleride başka yazılarımda daha detaylı söz edeceğim bu bölgeden. Aslında daha önceki Kimidera Tapınağı yazımda bahsetmiştim. 

Bu kez,  doğal ve özel  iki besinden söz etmek istiyorum. Ume-shu ve umebosni; her iki besin bugünlerde pembe, beyaz ve kırmızı çiçeklerle Minabe’nın dağlarının yamaçlarını süsleyen ume ağacının yani yaban eriğinin meyvesinden yapılıyor.

Çiçekler meyveye döndükten sonra meyve yeşilken toplanıyor, alkol ve şeker ile büyük küplere veya kavanozlara konup kapağı kapatılıp birkaç ay bekletiliyor. Şeker eriyip alkolle karışınca içindeki meyve yumuşuyor. Alkol oranı % 10-15 civarında, sarımsı renkte tatlı bir içecek ortaya çıkıyor.

Ume mevsiminde süper marketlerde meyve, katı şeker, alkol içeren kavanoz seti satılıyor. Bu set ile evde kendiniz de ume-shu yapabilirsiniz. Ben de birkaç kez denedim ve çok lezzetli içecek üretmeyi başardım.

Tabii bu içkiyi üretip pazarlayan şirketler var, süper marketlerde satılıyor. İçki içilen mekanlarda da bulunuyor. Sek ya da buz ile içiliyor. Minabe’de içki üreten kişi ile konuştuğumuzda sade içildiğinde aromasının daha iyi hissedileceğini söyledi.

Son zamanlarda mandalin, portakal gibi turunçgillerin aroması eklenerek üretilen ume-shulardan da tatmak mümkün. Ben arada bu güzel içkiyi tadıyorum, özellikle içinde meyvesi olanı tercih edip meyvesini de yiyebiliyorum.

Sıra ‘umeboshi’ ye geldi. Yaban eriği meyvesinden ayrıca bir tür turşu yapılıyor. Erik, tuz ve shiso denilen  yaprakla birlikte küpe bastırılıp bir yıl kadar bekletilen karışım renk değiştirip ekşi ve tuzlu katık olarak sofrada yerini alıyor. Tuzlu sevmiyorsanız balla ve domatesle tatlandırılanları da bulunuyor. Ayrıca salatada sos olarak kullanılmak için sıvı hale gelmişi ve hatta reçelini de bulmak mümkün. Ume meyvesinin bağışıklık sistemini güçlendirdiği, bazı ağaçların, çiçeklerin tozlarından kaynaklanan alerjinin etkilerini azalttığı doktorlar tarafından ifade ediliyor.

Umarım Wakayama’ya özgü yaban eriğinden yapılan içecek ve yiyeceği tanıtabilmişimdir.

Buradan Türkiye’ye ihraç edilebilse ve sizler de tadabilseniz ne güzel olur. Türkiye’de ithal soya sosu ve cup noodle satıldığına göre neden olmasın. Yoksa yolunuzun bir gün Japonya’ya düşmesi ve çiçekleri ile gözünüzün yiyecek ve içeceği ile midenizin şenlenmesi dileği ile…

Bu yazımızda Japon erik çiçekleri umeyi okudunuz, yine baharın müjdecisi  Japonya’da Sakura -Kiraz Çiçekleri  yazımızı okumak isterseniz.

 

Biraz Şarap, Biraz Yemek, Biraz Tarih: Antalya Elmalı’da Hafta Sonu

C

Elmalı, Toroslarda Elmalı Dağı’nın eteğinde kurulmuş şirin bir yerleşim yeri. Denizden yüksekliği 1050-1150 metre arasında. Nüfusu 40 bine yaklaşıyor. Antalya iline bağlı, Antalya’ya 111 kilometre. İzmir’e ise 400 km. Bu süre 5-6 saatte rahatlıkla gidilebiliyor.

Elmalı 667 yıldır gerçekleştirilen yağlı pehlivan güreşleri (Kırkpınar güreşleri daha bilinir olsa da, tarihçe olarak Elmalı Yağlı Pehlivan Güreşleri 1. Sırada), 500 yıllık mimariye sahip Elmalı evleri, Elmalı Müzesi, çevredeki Likya Uygarlığı izleri ve Likya Şarapçılık için ziyaret etmeye değer bir ilçe.

Bizim buraya geliş amacımız Likya Şarapçılık bağ bozumu aktivitesi için. Ertesi gün Elmalı Müzesi’ni gezdiğim zaman, önümüzde ki yıl bağ bozumunda gelip Sedir Ormanları dünyaca meşhur olan bu ilçede en az iki gece kalmaya, Likya Uygarlığı’nı daha yakından tanımaya karar verdim.

İlçenin tarihi M.Ö 4. ve 5.yüzyıla dek uzanıyor. Anadolu’da tarihlerden bahsederken kesin konuşmamak en doğrusu, bakarsınız yarın bir kazıda bu tarih daha eskilere gider. Tıpkı Mezopotamya “Bereketli Hilal” de olduğu gibi. Kesin olan dünya tarihinin başlangıcının olduğu toprakların üstünde yaşadığımız. Likyalılar ile başlayan Elmalı tarihi; Roma-Bizans, Selçuklular ve Osmanlılar ile devam ediyor.

Bölgede Sema Höyük, Beyler Höyüğü, Hacımusalar Höyüğü’nde yapılan kazılarla antik döneme ait pek çok eser bulunmuş. Burası Likya’nın önemli şehirlerinden biri. Kızılbel Mezarları, Likya Yolu, Sema Höyük Küp Mezarları, Armutlu Köyü Kaya Mezarları gibi pek çok eser var. Osmanlı zamanında bir süre Teke Sancağı’nın merkezi olmuş. Sancağın idari merkezi Antalya’ya alındıktan sonra, sancak beyleri burayı yayla olarak kullanmışlar.

Akşamüstü Likya Bağlarındayız. Burak ve Doruk Özkan kardeşlerin yetişmiş ve yetişmekte olan 6 ayrı bağları 450 dönüm. Doruk Özkan Ziraat Mühendisi ve bağların bakımından sorumlu, Burak Özkan ise şarap eğitimi almış. İyi bir şarap yapımı bağdan ve iklimden başlar ilkesi ile denizden 1100 metre yükseklikte, dağlarla çevrili, kuzey rüzgarlarına açık, gece ve gündüz ısı farkının 20 santigrad dereceden fazla olabildiği bu coğrafyada karar kılmışlar. Kışın bağlar kar altında, güneşi dik alan bir coğrafya. Bağların 250 dönümü 1999 yılında dikilmiş. Şarap yapımına 2007 yılında başlamışlar. Şato tipi şarap üreticisi olan Özkan kardeşlerin şaraphaneleri de bağların içinde. Üzümleri hassas bir presleme ile sıkıp, pompalamasız doğal bir akış ile fermantasyon tanklarına alıyorlar. Şaraphane 1 milyon şişe kapasiteli. Şu anda 110 fıçıları var (30’u eski). Kireç taşından duvarları olan, yer altına kazılmış bir mahzene sahipler.

Likya Şarapçılık, şaraplarına Patara, Arykanda, Podalia gibi antik Likya şehirlerinin adını ve Kızılbel gibi Antik Lidya kalıntılarının adını veriyor. Etiket tasarımları da Antik Likya Uygarlığı ile ilintili.

Sauvignon Blanc, Chardonnay, Pinot Noir, Merot, Syrah, Malbec, Cabernet Sauvignon gibi yabancı kökenli üzümler yanında Öküzgözü, Boğazkere gibi yerli üzümler yetiştiriyorlar. Ama asıl güzel yaptıkları Anadolu Platosu’nun kaybolmaya yüz tutmuş üzümlerini bulmak ve bunlardan şarap yapmak. Tilki  Kuyruğu (Göller Bölgesi Üzümü, Burdur-Isparta Çevresi), Acı Kara (Akdeniz Bölgesi, Afyon), Merzifon Karası (Karadeniz Bölgesi), Fersun (Antalya) üzümleri ile şarap yapmaları dikkat çekici. Acı Kara, Fersun ve Merzifon Karası ile yaptıkları Arkeo serisi her yıl takibi hak ediyor.

Bizim Likya Bağları ziyaretimiz 12 Ekim 2019. Bağları gezdiğimiz zaman henüz Boğazkere üzümünün hasadının gerçekleşmediğini görüyoruz. Özkan Kardeşler 1999 da bağlarını Karstik Avlan Gölü kenarına kurmuşlar. Belli ki bu sert coğrafi iklimi göl ile yumuşatmayı amaçlamışlar Ama ne yazık ki Elmalı sınırları içinde yer alan diğer karstik göl Karagöl gibi Avlan Gölü de son 40-50 yıldır uygulanan yanlış sulama-çevre-tarım politikaları nedeni artık kurumuş.

Önce bir tadım yapıyoruz. Tadımı yazmadan önce şunu belirtmek isterim. Şarap eğitimini veren resmi bir okul diplomasına sahip değilim. Pek çok eğitime, tadıma katıldım.  Halende katılıyorum. Şarap ve yemek ile ilgili herhangi profesyonel bir bağlantım, beklentim, iddiam da yok. Değerlendirmem, duyu ve deneyimlerimin yönlendirmesi ile tamamen tarafsızcadır.

İlk Şarabımız Arykanda  Sauvignon Blanc 2019.  Tanktan gelen bir örnek, henüz durultma   yapılmamış.  Çok aromatik, durultma sonrası azalabilir. Diri asiditesi, damağı, mineralitesi ile dikkat çekici.

İkinci şarabımız Patara Tilki Kuyruğu Rose 2018. S.Blanc sonrası bunu beğenmekte zorlanıyorum.

Üçüncü şarabımız Vineyards Öküzgözü 2018. Fransız fıçıda 10 ay kalmış. Tatlı baharatlar, tarçın, çikolata, böğürtlen ile burun oldukça iyi. Damak  burnun gerisinde.

Dördüncü şarabımız Vineyards Cabernet Sauvignon 2018, % 15 alkol olmasına rağmen, meyve alkolü hissettirmiyor.

Beşinci şarabımız Winery Collection Cabernet Franc 2018. Fıçı entegrasyonunun iyi olduğu katmanlı bir şarap.

Altıncı şarabımız Vineyards  Boğazkere 2014. Vişne, tatlı baharat aromalı, orta üstü gövdeli ilginç bir şarap. 4-5 ay fıçıda bekleyen şarabın fıçı entegrasyonu iyi.

Tadımdan sonra iki üç saatlik bir aramız var. Bu gece özel bir yemek yiyeceğiz. Yemeği Serkan Güzelçoban hazırlıyor. Serkan Güzelçoban 35 yaşlarında Michelin yıldızlı üç Türk şeften biri. Türk yemeklerini, kendine özgü bir teknikle birleştiriyor. Mutfağını doğu ve batının buluşması diye tanımlıyor. Denizlili, Almanya’da büyümüş. 13 yaşında  bulaşıkçılıkla işe başlıyor. Stuttgart’a 45 dakika uzaklıktaki Künzelsau Şehrindeki Anne-Sophie Otel’de bulunan Handicap’ın şefi. Otel bir engelli oteli. Ekibinin % 30’u engelli. Yemeklerinin ötesinde, bu yetenekli şefin alçak gönüllüğüne, sıcaklığına hayran oluyorsunuz. Umarım fırsat olur da Handicap’a giderim.

İlk yemeğimiz  lakerda palamut, elma çayı, köz biber,Ege otlu humus, kabak tartı. Bu yemek Arykanda Chardonnay 2018 ile eşleştirilmiş. lakerda sık karşılaştığımız tuz oranı fazla lakerdalardan değil, yağlımsı lakerda, kabak tart ve humusun dokusu ile Chardonnay’ın Kremamsılığı iyi uymuş. Arykanda Chardonnay 2018 mineral notalarda taşıyor.

İkinci yemeğimiz yöreye özgü piyaz. Ama bu piyaz farklı bir piyaz. 3-4 çeşit fasülyeden yapılmış. Zencefil, çifte kavrulmuş tahin, somon, kırmızı soğan, turp var. Turp ve soğan aromalarını hissetmek  imkansız sanki. Geleneksel piyazda alışkın olduğumuz sirkeli-limonlu asidite yerini kavrulmuş tahinli sosa bırakmış. Likya Vineyards Füme Blanc 2018   ile eşleştirilmiş.

Üçüncü yemeğimiz ördek etli mantı, tarhana, çörek otu, pırasa. Bana tuz oranı fazla geldi. Likya Arkeo Merzifon Karası 2018 ile eşleştirilmiş. Burun kiraz, erik, kırmızı meyveler olan, iyi bir asiditeye sahip, orta gövdeli bu şarabı yemek bana tuzlu geldiği için bağımsız içmeyi tercih ettim. Ayrıca ördek etini de biraz sert buldum.

Dördüncü yemeğimiz pastırma dana yanak, çemen, kereviz kreması,mantar, bamya salatası. Pastırmalaştırılmış dana yanağının tuzluluğu,kereviz kreması ile giderilmeye çalışılmış. Dana yanağı Sous Vide tekniği ile 70 saat pişmiş. Yemeğe eşlikçi olarak Likya Vineyars Malbec 2018 seçilmiş. Çok da iyi olmuş.

Tatlımız, sütlaç pirinç mousse, yeşil matcha, mokka jöle, közlenmiş karpuz.

Fiyat-kalite açısından İstanbul’daki ünlü pek çok yeri geride bırakan yemeğin sonundayız. Ekibe teşekkür ediyor, Elmalı merkezine dönüyoruz. 

Ertesi gün kahvaltı sonrası Elmalı Müzesi’ni geziyoruz. Elmalı Müzesi bodrumla bir 3  katlı bir yapı. Eski Hükümet Konağı müzeye dönüştürülmüş. 2011 yılında da ziyaret açılmış, 2400 metrekare kapalı, 4000 metrekarelik açık alanı var .Laboratuvarı, restorasyon atölyesi, konferans salonu, kitaplığı, ile araştırmacılara fırsat sunan bir alt yapıya sahip. Müzede 3 zemin katta, 8  birinci katta olmak üzere 11 teşhir salonuna var.

Müzede Kalkolitik Dönemden (M.Ö 5500-3000 Bakır Taş Çağı olarak da adlandırılıyor) başlayarak Helenistik, Roma,  Bizans, Osmanlı dönemine ait parçalar var.

1954 Yılında  Machteld Mellink, Likya Uygarlığını araştırmak üzere Elmalı Ovası’na gelir,yüzey araştırmaları yapar. Bölgede ki ilk kazılar 1963-1974 yılları arasındadır. Elmalıyı çok iyi bilen ve seven bu Amerikalı Arkeolog 2006 da Amerika’da hayatını kaybettikten sonra vasiyeti üzerine külleri Elmalı’ya getirilerek Kızılbel Mezarı üzerine serpilir. Bağbaşı, Karataş, SemaHöyük ilk kazılan bölgelerdir. Amaç Likya Bölgesi Tunç Çağı kültürünü araştırmaktır (M.Ö 3000-1000). Ama kazılar sonucunda bölgenin tarihinin Kalkolitik Döneme dek ulaştığı görülür. Elmalı düzlüğünde pek çok Höyük bulunmakta.

Müzenin giriş katında,  Bağbaşı, Semahöyük de çıkarılan Kalkolitik dönemden, Orta Bronz Dönemine dek uzayan tarihteki eserler üç sergi salonunda sergileniyor. O zaman gündelik yaşamda kullanılan çeşitli aletler, mühürler, ağırşaklar (iplik eğirmeye yarayan iği ağırlaştırmak için alt ucuna takılan,tahta-kemik-madenden yapılmış, ortası delik yarım küre biçiminde ki ağırlık), takılar, çanak-çömlekler sergileniyor. Bu katın en ilgi çekici bölümü ise Semahöyük’de bulunan küp mezarlar. İçindeki iskelet ve ölülere verilen hediyeler, dönemin inanç sistemi ve ölü gömme adetleri ile ilgili bizi bilgilendiriyor.

Elmalı-Kızılbel Tümülüsü ile, Bayındır arazisi içinde bulunan Karaburun I ve II Tümülüsleri 1970, Karaburun III ve IV tümülüsleri 1971 yılında aynı ekip tarafından kazılmış. 1976 da Kızılbel ve Karaburun  II Tümülüslerinde ortaya çıkan oda mezarların restorasyonu aynı ekip tarafından tamamlanmış. Müzenin 1. Katında bu mezarların rekonstrüksiyonları var.

Ayrıca bu katta Arykanda kazılarında keşfedilen buluntular,adak stelleri, bazı yazıtlı taşlara ait örnekler, lahit buluntuları, geç Roma ve Bizans  Dönemine ait buluntular (sütun başlıkları) sergileniyor.

 

Bu katın en ilginç hikayesi Elmalı Definesi. M.Ö 5. YY da Perslerin Yunanistan’ı işgal etmesi ile Atina Şehir Devleti önderliğinde  Akdeniz  çevresi şehirleri (Atik Delos Birliği) birleşir. Bu birliğin bir merkezi ve bir bütçesi vardır. Her şehir  kendi bastığı gümüş sikke ile birliğe gücü oranında katkıda bulunmaktadır. Persleri yenerler, bunun anısına bir para bastırırlar. O zamana dek en yüksek para birimi 4 drahmidir. Bu anı için bastırılan paralar 10 drahmi (dekadrahmi) dir. Bu dekadrahmi sayısı 1984 yılına dek dünyada 13 adet olarak biliniyordu.

1984 yılında Elmalı’da yapılan kaçak kazı sonucu bulunan 1900 sikke (resmi olarak 1881 sikke satılmış görülüyor) yurt dışına satılır. Alıcı İsviçre üzerinden milyarder üç Amerikalıdır. İşin can alıcı noktası bu sikkeler 14 tanesi dekadrahmidir. Böylece dünyadaki dekadrahmi sayısı 2 katına çıkar. Dekadrahmiler basıldıkları dönem açısından özeldir. O döneme ait savaşlar, aileler, şehir devletleri hakkında bilgi verirler. Uluslararası hukuk mücadelesi sonucu bu sikkelerin 1661 tanesi geri alınabilmiş. 14 dekadrahminin sadece 6 tanesi iade edilmiş. Diğer sikkelerin akibeti bilinmiyor. Bunların orijinali Antalya Müzesi’nde sergilenmekte.

Müzenin bahçesinde, Elmalı çevresinde bulunan Helenistik, Roma, Bizans, Osmanlı dönemine ait, lahitler, sütunlar; Elmalı’da geleneksel arıcılığın yöntemine ışık tutan, kırsalda pek çok örneği bulunan bir arı sereni sergileniyor.

Müze gezimizin sonuna geliyoruz. Artık Elmalı’dan ayrılma vakti. Likya Uygarlığını daha kapsamlı gezmek, Likya Şaraplarını yeniden tatmak için buraya tekrar gelmeyi dileyerek Elmalı’dan ayrılıyoruz.

Hacıbayram Veli Türbesi ve Roma Tapınağı: A. Hamdi Tanpınar’ın Gözünden

Sen Seni Bil Sen Seni

Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir kitabının Ankara’yı anlattığı bölümünde; Ankara Kalesi’nin; çelik zırhlarını giymiş, ortada dolaşan bir eski zaman silâhşörüne benzediğini anlatır. Bütün Orta Anadolu’ya bir iç kale vazifesi gördüğünü ve eteklerinde daima tarihin büyük düğümlerinin çözülüp bağlandığını vurgular. Etilerin, Frigyalıların, Lidyalıların, Roma ve Bizans’ın, Selçuklu ve Osmanlı Türklerinin zamanında hep böyle olduğunu belirtir.

Roma kartalının bu kaleyi seçtiğini, Bizans-Arap mücadelesinin en kanlı safhalarının burada geçtiğini, 1197 yılında Selçuklular zamanında Kılıç Arslan ve Melik Danişmend’in ortak zaferi sonrası Bizans kartalının Anadolu’da uçamaz hale geldiğini, Yıldırım’ın, Timurlenk ile gerçekte talihin zehirden acı yüzü ile yine Ankara’da karşılaştığını, yani Anadolu’nun kaderinde değişiklik yapan olayların çoğunun Ankara Kalesi etrafında geliştiğini vurgular. Bu hadiselerin en mühim ve sonuncusunun ise İstiklal Savaşı olduğunu belirtir.

Kalede ve onun eteğine serpilmiş mahallelerde, Tük velilerinin, Roma ve Bizans taşlarıyla koyun koyuna yattıklarını hatırlatır bize.

Bu terkiplerin en anlamlısının, İmparator Augustus’un şerefine toprağa dikilmiş mermer bir kaside olan Roma mabedinin kalıntıları ile yanı başındaki Hacı Bayram-ı Veli camiinin beraberce teşkil ettikleri zıtlık olduğunu vurgular.

“Hacı Bayram-ı Veli’yi Roma kartalının bu mermer yuvasında, çilehanesini seçmeye götüren gizli tesadüf nedir? Camiinin altındaki dar çile odasında geçirdiği ibadet ve murakabe saatlerinde, yanı başında duran bu taştan dünya, başka zaferleri terennüm eden iyi yontulmuş mermerler, o sert ve kibirli Roma hemşehrisi çehreleri acaba onu rahatsız etmiyor muydu? Bu velinin rahmani rüyasında komşularının mağrur sükutundan sızan düşünce ve duyguları bilsek ne kadar iyi olacaktı.” diye düşünmeye sevk eder bizi Tanpınar.

“Hacı Bayram, saf yürekli bir köylü çocuğu, gelip Roma’nın zafer mabedinin yanı başına muhacir bir kuş gibi yerleşir ve insanlara kadim imparatorluğun ayakta durmasını sağlayan hakikatlerden çok başka bir hakikatın sırrını açar.

Fakat Hacı Bayram sadece Hakla Hak olan bir veli değildir. Türk cemiyetinin bünyesinde yapıcı bir rol oynar. Kurduğu Bayramiye tarikatı esnaf ve çiftçinin tarikatıdır. Böylece Anadolu’da Baba İlyas ile başlayan geniş köylü hareketiyle ahilik teşkilatı onun etrafında birleşir. Bu hareket o kadar genişler ki İkinci Murat yanı başında gelişen bu manevi saltanattan ürkerek, Şeyhi Ankara’dan Edirne’ye getirtir. Niyetinden emin olduktan sonra onu geri göndermeye razı olur, çünkü Hacı Bayram imparatorluğun iç nizamını yapmaktadır aslında.” İfadeleri ile tarihe ışık tutar ve devam eder Hacı Bayram-ı Veli’yi bize tanıtmaya Ahmet Hamdi Tanpınar.

“Ankara ovasında müritleri ile birlikte tarlalarda ekip biçer. Bütün ova imece usulü ile işlenir. İstanbul fethinin manevi ve nurani yüzü olan Ak Şemseddin ile de bu ovada karşılaşır. Ak Şemseddin, devrinin ilmini ilahiyattan tıbba, Arap gramerinden musikiye kadar öğrenmiş, fakat ruhundaki susuzluğu gidermek için yüzünü tasavvufa çevirmiştir. Şeyh Zeyneddin-i Hâfi’nin yanına gitmek için Osmancık medresesindeki müderrisliğini bırakıp yola çıkar, fakat Halep’te bir gece rüyasında bir ucu boynuna geçmiş bir zincirin öbür ucunu Hacı Bayram’ın elinde tuttuğunu görür ve nasibinin Hacı Bayram’da olduğunu anlar, yoldan döner.

Ankara’ya geldiği zaman Hacı Bayram’ı müritleriyle ovada mahsul toplarken görür. (Bunun ilk karşılaşma olmadığı, yazının sonunda başka bir kaynaktan yararlanılarak anlatılmıştır.) Yanına yaklaşır fakat iltifat görmez. Aldırmayarak işe girişir, yemek zamanına kadar Şeyhin müritleriyle beraber çalışır. Yemek vakti olur, Hacı Bayram kendi eliyle aş dağıtır. Fakat Ak Şemseddin’in çanağına ne burçak çorbası, ne de yoğurt koyar; artan aşı da köpeklerin önüne döker. Ak Şemseddin darılıp gideceği yerde, Şeyhin kapısının köpekleriyle ve onların çanağından karnını doyurur. Bu alçak gönüllülük ve teslim üzerine Hacı Bayram onu yanına çağırır, müritliğe kabul eder. Ölünce de kendisine halef olur.

Fatih’e İstanbul’un fethinde yardım ettikten sonra, çekilip köyüne gidecek kadar vakar ve haysiyet sahibi olan Ak Şemseddin’in, Şeyhinin köpekleri ile bir sofraya oturması ancak on beşinci asır Türkiye’sinde görülür.”

“Hacı Bayram 1352 de Ankara’nın Çubuk Çayı üzerindeki Sol- fasol Köyünde doğmuş. Eserlerini Türkçe olarak yazmış 1429 da Ankara’da vefat etmiş türbesi, kendi ismiyle anılan camii ne bitişik olup, ziyaret mahallidir. Bilim ve tasavvufu birleştirmeyi başaran bir sufidir. Müritlerini, el emeği ile geçinmeye, toprağı işlemeye ve el sanatlarına yönlendirmiş. Müritlerini toprağa bağlı yaşamaya teşvik ederek, Anadolu’ya Orta Asya’dan gelen göçerlerin yerleşik hayata geçmesini sağlamıştır.

Hacı Bayram-ı Veli’nin koyduğu imece usulü, yani hasadı bütün köylülerin katılımı ile ortaklaşa toplama yöntemi bu gün bile Anadolu’da uygulanmaktadır. Anadolu’da ondan başka aynı etkiyi sağlamış mutasavvıf görülmez.

Zengin ve fakirler arasındaki dengesizliğin giderilmesi için uğraşmış ve tekkesinde sürekli burçak çorbası kaynatılmış. Gece gündüz herkes bu çorbadan içebilirmiş.” 

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın duru Türkçesi ile anlattığı Hacı Bayram-ı Veli’yi ve türbesini, camisini, Roma Mabedini; bu günkü görüntüleri ile aşağıda kısaca anlatmaya çalışacağım, ama ustanın ifadelerinden sonra maalesef yavan gelecektir anlattıklarım.

Ulus’ta Hükümet Caddesi’nden yukarı çıktığınızda, ferah bir giriş alanından geçip, hafif bir yokuş tırmanmak gerekiyor önce. Bir yanımda gül kokuları, bir yanımda döner ve taze çekilmiş kahve kokuları, etraftaki irili ufaklı dükkanlara takılmadan, yukarıda görünen özel mekana odaklandım.

Yokuşu çıktığımda sol tarafta; tapınak duvarı, türbe ve cami yan yana hatta sırt sırta görünüyor. Aynen Tanpınar’ın anlattığı gibi her şey iç içe geçmiş durumda.

Augustus Tapınağı

Roma Dönemi öncesinde, Frig döneminde bereket tanrıçası Kybele ve ay tanrısı Men’e adanmış bu tapınma yerinde, İmparator Augustus için yaptırılmış Tapınağın duvarı ve tabanda sütun taşlarının kalıntıları görülüyor. M.Ö. 25-20 yıllarında yaptırılmış olduğu tahmin ediliyor. 36 x 54,82 metre ölçülerindeki mermer tapınak; iki metre yükseklikte ve çok basamaklı bir podyum üzerinde imiş. Hristiyanlar Tapınağı kiliseye dönüştürmüşler.

Tapınak Augustus’un yapmış olduğu işleri anlatan, Yunanca ve Latince kitabeleri ile büyük önem taşımakta imiş.  Tapınağa ait yazıtlar, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde bulunmaktaymış.

Hacı Bayram Türbesi

1429 yılına tarihlenen türbe, caminin mihrap duvarına bitişik konumda. Arkasında ise tapınak duvarı var. Kare planlı, sekizgen tamburlu ve üzeri kurşun kubbe ile örtülü bir yapı. 15.yy. Ankara türbelerinin en güzel örneklerinden olduğu belirtiliyor kaynaklarda.

Küçük bir türbe burası, ama iç ve dış detaylarını dikkatle incelerseniz sade görünümün arasına gizlenmiş bir çok zarif parça olduğunu göreceksiniz. İçeride Hacı Bayram-ı Velinin sandukası yanında dokuz tane daha sanduka bulunmakta.

Ön cephedeki mermer bölümlerdeki detaylarda, taş işçiliğinin inceliklerini görmek mümkün. Dikdörtgen bir çerçeve içinde, beyaz ve renkli mermerlerle süslü dilimli kemer ve içte yine renkli zikzaklı kilit taşları ile bezeli giriş kapısı kemeri bulunuyor.

Fotoğrafta Türbenin şimdiki ahşap giriş kapısı görülüyor. Türbenin gerçek ahşap iç ve dış giriş kapıları ise Ankara Etnografya Müzesi’nde sergileniyor.

Bu kapıların resmini çekmek için Etnografya Müzesi’ne gittiğimde, yıllara direnmiş muhteşem kapılardan çok etkilendim. Flaş ile çekime izin vermediklerinden bu güzelliği size tam yansıtamadım, ama yolunuz düşer ise müzede bu kapıları ve Türkiye’nin değişik yerlerinden getirilmiş ahşap kapı ve mihrapları görmenizi öneririm.

Dış kapı oyma tekniği ile yapılmış ve üzerinde bir kitabe bulunuyor. İç kapının işçiliğinin daha üstün olduğunu belirtiyor kaynaklar. Üzerinde Arapça yazılar da oyma tekniği ile ahşaba işlenmiş.

Kapının solundaki pencere mukarnas (birbirine geçmeli taşlar ile taşıyıcı geçiş sağlayan süslemeler) friz ile kuşatılmış ve demir parmaklıklı. Pencere kenarında dantel gibi işlenmiş detaylar bulunmakta.

Türbenin ortasındaki sandukaların arasından duvarlardaki renkli kalemişi süslemeler görülüyor. Başınızı yukarı kaldırdığınızda inanılmaz bir kubbe süslemesini görebilirsiniz. Altın yaldızların arasından adeta gökyüzünün sonsuzluğunu hissettiriyor bu küçücük mekanda.  

İç mekânda küçük bir mermer mihrap var, sanki duvara gizlenmiş üç boyutlu bir tablo gibi duruyor. Alt kısmında ise işlemeli mermer bir küçük sütun var. Geçmişte ne işlev görüyormuş bilemem ama şimdi içinde tesbihler duruyor.

Caminin bahçesinde sekizgen planlı ve kubbeli başka bir türbe daha var. Bu, Osman Fazıl Paşa Türbesi olarak tanınıyormuş ve bu eser 18. yüzyıla aitmiş.

Hacı Bayram Camii

Cami uzunlamasına dikdörtgen bir plana sahip.  1427-28 de yapılmış, sonradan eklemeler de yapılmış.

Türbenin güneydoğu duvarında kare planlı taş kaideli, silindirik tuğla gövdeli ve iki şerefeli minare bulunmakta. Minare çoğunlukla Sultan camilerinde veya hanedan üyelerinin yaptırdığı camilerde olduğu gibi iki şerefeli olmasının Hacı Bayram-ı Veliye duyulan saygıdan kaynaklandığı düşünülüyor.

Caminin erkekler bölümünün giriş kapısına deriden yapılmış kapılardan giriliyor. Caminin iç mekan duvarlarında Kütahya çinileri, kalem işi desenler, kündekari tekniğinde yapılmış minber ve ahşap üzerine boyama nakışlar bulunmaktaymış. İçerde namaz kılanlar olduğu için bu bölüme girmeden, bahçeden caminin kenarından yürüdüm, karşıda uzaklarda Ankara Kalesi ve üzerinde dalgalanan bayrak görünüyordu. Arka tarafta kadınlar bölümü bulunuyor. Yürüyen merdivenleri kullanarak aşağıya inme imkanınız da var.

Resimlerde de göreceğiniz gibi, restorasyon sonrası modern bir görünüme sahip kadınlar bölümü.

Çilehane

Caminin alt katında bulunan çilehaneye restorasyon nedeni ile girmek mümkün değildi.

Çilehanedeki ilk oda çeşitli amaçlar ile kullanılabilecek bir giriş, diğeri abdest odası imiş. Bu odaya açılan bir koridorda dört tane çile odası bulunuyormuş, bu çile odalarının havalandırma bacaları bulunuyormuş.

Bayramilik’te, manevi olgunluğa erişmek için kırk gün çile odasında kalıp, zamanını ibadet ve zikir ile geçirme geleneği önemli imiş. Bu sürede, az konuşmak, az yemek, az uyumak gerekiyormuş.

Yazının başında Tanpınar’dan alıntıladığım bölümde; Hacı Bayram-ı Veli ile Akşemseddin’in karşılaşmalarında yaşananların nedenini kavrayamamıştım. Başka bir kaynakta, bu anlatılanların ikinci karşılaşma olduğuna rastladım ve Hacı Bayram-I Veli’nin, Akşemseddin’e neden böyle davrandığını anladım.

Akşemseddin, Osmancık’ta müderris iken Hacı Bayram-ı Veli’nin namını duyup, ona talebe olmak için Ankara’ya gelmiş. Ancak Hacı Bayram-ı Veli’nin dükkan dükkan dolaşıp yoksullar için para topladığını görünce:

“Evliya halka avuç açar mı, buralara boşuna gelmişim” diyerek,

Zeynüddin Hafi Hazretlerine öğrenci olmak için Halep’e doğru yola çıkmış, yolda yukarıda anlatılan rüyayı görünce tekrar Ankara’ya dönmüş.

Sadece Akşemseddin’i değil, binlerce yıl öncesinden beri herkesi çekmiş bu tepe. Kutsal sayılan bu tepeden, ruhunuz hafiflemiş olarak ayrılıyorsunuz.

Hacı Bayram-ı Veli türbesinde, yılın her zamanında ve günün her saatinde özellikle de cuma günlerinde yoğun bir ziyaretçi akını var. Sınav öncesi dönemlerde yolunuz düşerse, son derece modern giyimli gençlerin dua ederek başarı dilediklerini de görürsününüz. Derdi olanın derdini anlatmak için, düğün veya sünnet töreni öncesi dua etmek için gelenleri de görürsünüz.

Hacı Bayram-ı Veli türbesini ziyaret ettikten ve Augustus mabedini gördükten sonra, bahçedeki kuşlara yem atmayı da ihmal etmeyin. Bu kuşlar; kim bilir belki türbenin manevi bekçileridir, belki de Roma döneminde bu tepede uçuşan güvercinlerin torunlarıdır.

Son söz Hacı Bayram-ı Veli’den olsun, daha ne olsun!

Bilmek istersen seni

Can içre ara canı,

Geç canından bul anı

Sen seni bil, sen seni

Kaynakça

Tanpınar Ahmet Hamdi/ Beş Şehir Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Yayınları: 362, İstanbul 1988

http://www.kulturvarliklari.gov.tr/TR-43999/ankara—haci-bayram-camii.html

somuncubabaturbesi.com/haci-bayrami-veli-hazretleri-hayati/

http://www.anadolumedeniyetlerimuzesi.gov.tr/TR-77835/augustus-tapinagi.html

Beyşehir Gezi Rehberi: Konya’nın Akdenizlisi

Beysehir

Konya’dan sonra yaklaşık bir buçuk saatte ulaşacağınız Beyşehir’de sizi; 13. Yüzyıl Anadolu’su ve modern bir sahil şehrinin inanılmaz bileşimi karşılıyor.

Ahşap cami türünün ve kündekâri sanatının en iyi örneklerinden olan Eşrefoğlu Cami ve Külliyesi, şaşırtıcı taş işçiliğinin hakim olduğu İsmail Ağa Medresesi, ahşap evlerin ve sıcacık insanların olduğu sokaklar, hemen yanındaki sahil bandı ve masmavi suları ile Beyşehir Gölü, Gölde tekne turu, bu turda göreceğiniz adacıklar, taze balık yiyebileceğiniz restoranlar bekliyor sizi.

Bir yanı Konya’nın düzlük bozkır alanlarına sahip, bir yanı Toroslar’a yaslanmış. Toroslar’ın çukur alanında Beyşehir Gölü’nün olduğu ilçe, Akdeniz Bölgesi’nin göller yöresinde yer alıyor. Akdeniz Bölgesi’nden Toroslar ile ayrılan ilçe Akdeniz’e 65 km. uzaklıkta. Konya’nın Akdenizlisi yani.

İlçe merkezine geldiğinizde büyük bir meydan ve meydanın etrafındaki taş binalar size zaman makinesi ile on üçüncü yüz yıla gelmişsiniz duygusu yaşatıyor. Sanki sonsuz sarı binalar sıcacık kapıları ile sizi içeri çağırıyor. Meydandaki seyyar tezgahlar bile bu duyguyu bozmuyor.

Bakımlı yemyeşil parkta, ağaçların arasından Eşrefoğlu Cami görünüyor tüm haşmeti ile. Eşrefoğlu Cami, UNESCO tarafından 2012 yılında Dünya Kültür Mirası Aday Listesi’ne alınmış.

Beyşehir Eşrefoğlu Cami

Bu anıtsal taş oyma giriş kapısından giriliyor camiye.

 

Orta Asya’da Semerkant, Buhara gibi eski Türkistan şehirlerinde yer alan ağaç direkli camilerin, ülkemizdeki eşsiz bir örneği olan Eşrefoğlu Cami, Anadolu’daki ahşap direkli camilerin en büyüğü ve orijinali imiş ve 1296-1299 yılları arasında inşa edilmiş. Bir türbe, kervansaray ve hamam ile birlikte külliye şeklinde Eşrefoğlu Emir Süleyman Bey tarafından Selçuklu mimari tarzında yaptırılmış.

Caminin iç bölümüne bu mavi çini kapıdan giriyorsunuz. Mavi çinilerin verdiği ferahlık duygusu ve içerideki ahşap kokusunun cazibesi sizi içeriye çağırıyor.

Ahşap direkler üzerinde tanzim edilmiş camide tavanın ortasında “aydınlık feneri” olarak da adlandırılan hem iç mekana ışık veren, hem de zemindeki havuza dolan kar sayesinde ahşap aksamın ihtiyaç duyduğu nemi sağladığı düşünülen bir boşluk var.

Eşrefoğlu Cami, ahşap direkler üzerine oturtulan düz tavanlı cami türünde. Caminin ahşap olmasına rağmen 7 asırdır çürümeden ayakta kalabilmesinin sırrı bugün bile bilinemiyormuş. Caminin önemli özelliklerinden birinin de, ortasında bulunan, resimde de göreceğiniz 4-5 metre derinliğindeki “karlık” denilen kuyu olduğu sanılıyormuş. Karlığa dolan karın yavaş yavaş erimesiyle oluşan nemin, caminin içindeki ağaçların ömrünü uzattığı ve caminin çürümesini önlediği sanılıyormuş.

Yüzyıllar boyu kış aylarında caminin damındaki kar, çatının ortasındaki boşluktan ortadaki havuza atılıyormuş ve ortamı nemlendirerek, yakılan sobalardan ötürü ahşap sütunların çatlayıp kurumasını engelliyormuş. 1965 yılında karlığın üstü camla kapatılmış ve işlevini yitirmiş.

Çini mozaikten yapılmış mihrap, kündekâri tekniğinde yapılmış minber ve kalem işleri caminin önemli süsleme unsurları. Mihrabının tümü çini mozaikle kaplı olup, 4.58 metre en, 6.17 metre yüksekliği ile Konya çevresindeki bütün çinili mihraplardan daha büyükmüş.

 

Minberi, tamamen ahşaptan ve üstün bir işçilik ile zengin bir süslemeyle, oymalı, çatmalı ve tutkalsız olarak yapılmış. Sekizgen, beşgen, yıldız ve geometrik dolgular ve bitkisel bezemeler ile kaplanmış minber, sedef ve fildişi çatmalarında görülebilecek derecede inanılmaz bir düzgünlük ve incelikte.  Hiç çivi kullanılmadan tamamen “geçme” tekniği ile yapılmış.

Kündekâri sanatı; Kenarları negatif ve pozitif değerlerde oyulmuş, çokgen ve yıldız biçiminde ayrı ayrı kesilmiş parçalar ile ahşap kirişlerin birbirine geçmesi biçiminde uygulanan ve büyük bir ustalık isteyen bir sanatmış. Kündekârinin, bezeme kompozisyonu geometrik bir şemaya dayanıyormuş. Gökyüzündeki yıldızları ve sonsuzluğu ifade eden yıldız, sekizgen, ongen, baklava gibi birçok geometrik desenle birlikte uygulanıyormuş.

Hazırlanan parçalar birbirine ayrıca bağlayıcı bir malzemeyle tutturulmadığından, kündekârinin uygulandığı ahşap yüzeylerde zamanla ayrılmalar olmazmış.

Minberin yan tarafındaki döşemeden açılan bir kapak ile çilehaneye giriliyor. Eskiden dervişlerin kırk gün boyunca kaldıkları çile odası ya da çilehanelerde yalnızca hurma ya da başka bir rivayette kuru üzüm yedikleri söyleniyor.

Camiden çıkınca külliyenin bir parçası olan hamamın yanından geçip, Beyşehir sokaklarında küçük bir tur attığınızda, bahçelerden sokaklara taşan meyve ağaçlarından meyve koparıp, tarhana kaynatan kadınların ikram ettiği kurutulmuş tarhanalardan yiyerek, artık neredeyse unutulmuş konukseverliğin sıcak ilgisinden mahcup oluyorsunuz.

Sokaklarda, restore edilmiş birkaç ev ile mevcut haliyle kullanılan evlerin arasında yürürken biraz ileriden göl görünüyor.

İsmail Ağa Medresesi (Taş Medrese)

Bir tabelada, İlhanlılar adına Beyşehir’de hüküm süren Emir İsmail Ağa tarafından 1379 da yaptırıldığı, başka bir tabelada Seyfettin Süleyman Halil Bey tarafından yaptırıldığı daha sonra İsmail Ağa tarafından onarıldığı belirtilmiş bu medrese binasının.

1912 yılına kadar da Medrese olarak hizmet vermiş. Şimdi dış duvarları sağlam görünüyor ama iç kısımları ziyarete açık değildi. Sadece dış kapısının resmini çekebildim.

Zengin dekorlu taç kapısı, en ihtişamlı ve sağlam kalabilen bölümü imiş. Resimlerde de göreceğiniz gibi bitki motifleri ve birçok sembol taşa işlenmiş.

Tekne Turu

Beyşehir Gölü üzerinde yapacağınız yat turu, Orta Anadolu’da olduğunuzu unutturuyor. Çok keyifli bu tur sırasında göldeki adacıklar da görülebiliyor. Ayaklarınızı kenar demirlerine dayayıp, yüzünüzü yalayan güneşin ve önünüzdeki maviliğin tadını çıkarmanız mümkün. Beyşehir Gölü üzerinde su seviyesine göre değişmekle birlikte ortalama 33 tane irili ufaklı ada bulunmakta imiş.

Eşrefoğlu Külliyesini gezip, ecdadımızı hayranlık ve saygı ile yad edebileceğiniz, camide ahşap kokusunu içinize çekerek ibadetinizi yapabileceğiniz, sokaklarda sıcak ve saygılı insanlar ile kaynaşıp tepede gölü seyrederek balık yiyebileceğiniz çok özel bir yer Beyşehir. Yolunuzu düşürün ve bu keyfi yaşayın.

Kaynakça

Beyşehir Belediyesi Web Sitesi

Konya Valiliği Web Sitesi

Kültür portalı gov.tr

Japonya’da Sakura: Kiraz Çiçekleri ile Bahar

Japonya'da Sakura

Japonya’da sakuralar (kiraz çiçekleri) pembe, beyaz kiraz çiçekleri ile her yeri baştan başa  kaplarken, baharın gelişinin ve doğanın canlanışının müjdesini vermektedir. Sakuralar Japon kültüründe özel bir anlama sahiptir; baharla birlikte çiçeklerin açması hayatta yeni bir başlangıcı simgelerken, kısa sürede solup yere düşmesi de yaşamın çok kısa olması ve ölümü ifade etmektedir. Mart’ın son haftası ile Nisan ayının sonuna kadar süren  sakura dönemi  kutsal sayılır.

Japonlar için hem baharın müjdecisi hem kutsal anlamı olan bu dönem, aynı zamanda yaşamın her alanında yenilik demektir. Sakuraların açısı ile başlayan dönem  yeni bir başlangıcı simgelediği için insan yaşamında da ilkler başlar ve Japonlar yaşamlarını buna göre düzenlerler.  Öğrenim yılı Nisan ayında başlar. Genelikle üniversiteyi bitirip işe başlayacaklar, Nisan ayını seçerler, evlenecekler düğün tarihlerini belirlerken sakura mevsimine dikkat ederler…   

Sakura ağacının pembe, beyaz, koyu pembe hatta sarıya kaçan rengini bile görebilirsiniz. Aslında 200 kadar sakura ağacı çeşidi bulunmaktadır.

Mart ayının ortasından başlayarak televizyonda sakuraların hangi yörede, hangi tarihlerde açacağını gösteren haritalar yayınlanır. Önce iklimin ılık olduğu güney bölgesinden başlar açmaya. Güneyde sakuralar açarken kuzeyde  kar yağıyordur. Bu yıl da öyle oldu. Bir iki gün önce kuzeyde kar vardı ve bizim yaşadığımız yerde bile sulu sepken atıştırdı. Eyvah! Sakura gecikecek diye düşünürken sıcak hava dalgası geldi ve bizim tomurcuklar da meteorolojinin belirttiği tarihte açmaya başladı. Oysa daha bir hafta önce televizyonda gördüğümüz Tokyo’da açmış sakuralara imrenerek bakıyorduk.

Yaşadığımız Osaka şehri ve çevresindeki illerde belirlenen tarihte hemen hemen tüm ağaçlar tomurcuklarını açtı, beyazı, pembesi ile doğayı aydınlattılar. Sakuralar açtıktan sonra halk havanın serin olmasından çok hoşnut gibi. Çünkü sıcak havada çiçeklerin ömrü de kısa oluyor, hele bir de rüzgar eserse çiçeklerin yaprakları düşüyor ve yollarda, ağaç diplerinde kümeler oluşuyor.

Baharda açan sakuralar aynı zamanda güzelliğin ve estetiğin simgesi. Japonlar için de insanların kendini dışarı attığı, doğayı yaşadığı, coşku ile kutladığı bir dönem sakura mevsimi.

Kiraz çiçeklerini görmeye gitmek öylesine önemli ki özel bir ismi var, “Hanami” olarak adlandırılıyor bu etkinlik. Hava serin bile olsa insanlar  pikniğe giderler. Çalışanlar öğle aralarında iş yerleri yakınlarında, sakura ağaçlarının olduğu parklarda, ağaçların altında piknik yaparlar.

Sakura ağaçlarının bulunduğu parklar, bahçeler hep kalabalık olur. İnsanlar sabahın erken saatlerinde gidip piknik örtülerini sererler ağaçların altına. Öğle saatlerinde sakura ağaçlarının altında takım elbiseli kravatlı beylerin, iş yerinin formasını giymiş kadınların biralarını ‘kampai’ diye tokuşturduklarını görmek olağandır.

Hafta sonu da ailecek parklara ve ağaçların yoğun olduğu ören yerlerine, çoğunlukla göl, dere ve nehir kenarlarına gidilir. Kendi hazırladıkları obento (lunch box) ve yeşil çay içeceklerini paylaşırlar.

Bizim yaşadığımız bölgede dere kenarlarında dağda, ormana yakın yerlerdeki sakura ağaçlarının yanı sıra, Sinturizm ve Budist tapınaklarının bahçelerinde de çok sayıda sakura ağaçları bulunmaktadır. Uzaklara gidemeyenler bu tür yerleri tercih ediyorlar.

Orman kenarlarında da pembe beyaz öbekler yeşillikler içinde göze çarpar.

Parklarda, halka açık yerlerde olduğu gibi birçok evin bahçesinde de sakura ağaçları vardır. Bizim bahçemize birkaç yıl önce diktiğimiz sakuralar da bu yıl çiçeklerle bezendi.

Sakura ruhu doğal olarak yiyeceklerimize de yansıyor; yaş pastalarda ve bazı tatlılarda pembe renk kullanılır, sakura yaprakları şeklinde süslemeler yapılır, yiyecek paketlerinde sakura çiçeğinin resimleri basılır. Eşimin içtiği biranın kutusunda bile sakura resmi basılı.

Japon halkı sakura ağaçları konusunda çok duyarlıdırlar. Çiçeklere dokunmadan güzelliğine hayranlıkla bakarlar. Özellikle başka ülkelerden gelip ağaçların dalını koparanları, tırmanıp fotoğraf çekenleri kınarlar.

Sakuraya gösterilen özenin örneğini bugün TV’de haberlerde izledim. Kyoto’da sonbaharda tayfun nedeniyle devrilen, yalnızca kökünün bir bölümü ile toprağa tutunan ve nadir bir tür pembe çiçek açan sakura ağacını korumaya almışlar. Uzmanlar zarar vermeden ağacı yeniden ayağa kaldırma yolunu arıyorlarmış. Toprağa tutunarak dallarını çiçeklerle donatmış ağacın görüntüsünü paylaşmak istedim.

Bu kadar çok sakura (kiraz ağacı) varsa, Japonya kiraz cenneti olsa gerek diye düşünebilirsiniz ama gerçek öyle değil. Sakuralar meyve vermeyen kiraz ağaçlarıdır. Meyve veren kiraz ağaçları Sakuranbo, Yamagata denilen bölgede yetişiyor ve orada henüz çiçekler açmadı. Kiraz burada değerli taş gibi çok pahalı. Bir kutu içine yerleştirilmiş hepsi aynı büyüklükte mücevher görünüşlü kirazlar 10.000 Yene bile alıcı bulabiliyor. İçinde toplam otuz tane belki daha az sayıda kiraz bulunuyor. Ben henüz o kadar pahalısını yemedim. Hiç kiraz yemiyor musunuz diye sorarsanız, maalesef Japonya’da üretilen değil Amerika’dan ithal edilen kirazları alıyoruz. Bir de kalitesi biraz düşük olan Japon kirazları. Memleketimin kurtlu kirazlarını bile özlediğim oluyor.

Evet, şimdilik benim sakura hakkında paylaşacaklarım bu kadar, mevsimi gelince sizin için paraya kıyıp bir kutu kiraz alıp fotoğrafını ekleyeceğim. Japonya’ya gelemeseniz de memleketinizde baharda çiçek açan kiraz ağaçlarını görmeye gidin, insanı dinlendiriyor, baharı içinizde hissediyorsunuz. Mata ne…(tekrar görüşmek üzere)

Sakura mevsimi çoşkularla kutlandığı gibi halk şarkıları bile bestelenmiştir. Biz de sakura öykümüzü bir halk şarkısı ile şenlendirelim.