ANA SAYFA Blog Sayfa 20

Otobüsle Balkanlar Turu

Balkan turları ülkemizde özellikle son yıllarda çok talep görmekte. Bu bölge coğrafi ve kültürel olarak çok yakın olmamıza rağmen yıllarca gezemediğimiz ülkeleri kapsamaktadır. Uygulanan siyasi sistem nedeni ile 1990’lara kadar içe kapalı olan ülkelerin 90’lar sonrası sınırları değişti, sayıları arttı. Bu ülkeler 2000’lerden sonra özellikle Avrupa’nın sonra da bizim halkımızın ilgisini çekip, en çok görülmek istenen yerler haline geldi. Aslında sadece coğrafi yakınlık değil, Osmanlı’nın uzun yıllar bu topraklarda hüküm sürmüş. Osmanlının son dönemlerinde Balkan Savaşlarının kaybedilmesi ile bu topraklar elden çıkmış. Cumhuriyetin ilk yıllarında  bu bölgeden ülkemize Türk nüfusun göçmesi nedeni ile azımsanmayacak bir grubun ata toprağını görmek üzere yola çıktığını da hatırlatalım.

Sonuç olarak bu yakın coğrafyaya tek bir ülke için gitmek yerine, birçok ülkeyi kapsayan bir tur ile gezmek, cazip bir seçenek olmaktadır. Bu turlarda gidiş dönüş uçakla veya tamamı otobüsle olabilmekte. Bu yazımızda otobüsle çok sayıda ülke gezdiren Balkanlar turunu çok genel olarak tanıtmak amaçlanmıştır.

Turumuz Yunanistan, Makedonya, Arnavutluk, Karadağ, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Sırbıstan, Bulgaristan olmak üzere 8 ülkeyi kapsamaktadır. Suya yeşile ve tarihe doyulan bir tur.

“Balkan”  kelime anlamı olarak dağlık bölge demek. Bu turda da bir çok dağ, ova ve yeryüzü şekilleri görüyorsunuz. Tahmini olarak 7-8 günde ortalama 1300- 1500 km arası Balkanlarda yolculuk yapıyorsunuz. Bizim turumuzda hareket İzmir’den olup belirttiğimiz süre gidiş ve dönüş hariçtir. Şehirler arası mesafe denilecek kilometrelerde ülke sınırları geçiyorsunuz. Bunun da nedeni Yugoslavya dağıldıktan sonra bir çok sınır kapısının yakın mesafelerde yer alıyor olması. Tahmini olarak Yunanistan- İpsala sınır kapısından başlayıp Sofya dahil olursa 24 olmazsa 22 sınır kapısından geçiyorsunuz.

Açıkçası bir keyif turu olmaktan ziyade sürekli yolculuk yaptığınız her gün başka bir ülkede konakladığınız için biraz zahmetli oluyor. Her gün en az 3-4 saat otobüs yolculuğu yapılıyor. Kendi aracınız ile konfor biraz daha fazla olabilir ancak rehberlik anlamında ön çalışma yapıp kendi kendinizin rehberi olmanız gerekecektir.

Bölge çok yağış alması sebebi ile yeşil ile kaplı. Bunu süsleyen nehirler ve bunların kolları yeşile daha bir güzellik katıp sizi ferahlatıp size adeta terapi yaptırıyor. Bölge nispeten daha az yağmur aldığı dönem olan Mayıs, Haziran ve Ağustos 15’inden sonra Eylül ve Ekim aylarında seyahat etmek için daha uygun olmaktadır.

Tarihi dokunun hakim olduğu AB üyesi ülkelerin diğer Balkan ülkelerine nazaran turizmde ve modernlikte fark  attığı açık ara gözlemlenmektedir. Aynı zamanda kapitalizmin sosyalist dönemden kalma birçok yerde, sahil bölgelerinde bile yüksek inşaatların başlatılması ile doğanın bozulmaya başladığını göreceksiniz.

Bu yazıda gezdiğimiz ülkelerden kısaca söz etmek isteriz. Aslında her biri ayrı bir yazı konusu ancak  kaldığımız sürede tanıdığımız kadar bu şehir ve ülkelere değinebileceğiz. 

Kavala

Yunanistan’ın Makedonya tarafında bir liman şehridir. Batı Trakya’nın önemli merkezlerinden biridir. Tarihi M.Ö. 600 yıllarına kadar dayanmaktadır. Yunanistan’ın Taşöz Adası’ndan gelen göçmenler tarafından Neopolis ( Yeni Şehir ) kurulmuştur. Kavala 1387- 1912 yılları arasında Osmanlı yönetiminde kalmıştır. Kanuni Sultan Süleyman zamanında bir çok su kemerleri yapılmıştır. Sizi şehrin girişinde görkemli bir su kemeri karşılamaktadır. Ancak bugün işlevini görmemekte sadece tarihi bir doku olarak yer almaktadır. Kavala kurabiyesi ile meşhur. Birçok yerden alım imkanınız var.

Panagia ise Kavala’nın keşfedilmesi gereken eski şehridir. Burada sizi İbrahim Paşa Cami karşılar. İbrahim Paşa Cami Kanuni Sultan Süleyman’ ın vezirlerinden Pargalı ( Maktul- Makbul ) İbrahim Paşa tarafından 1530 yılında yaptırılmıştır. Lozan Antlaşması’ndan sonra 1926-1927 yıllarında kiliseye dönüştürülerek Saint Nikolas adını almıştır. Cami kiliseye çevrilirken mihrap ve minber kaldırılmış ve minaresi yıktırılarak minare kaidesi üzerine çan kulesi yapılmıştır ve bahçe de bulunan ulu çınar ağacı kesilmiştir. Yolumuza devam ederken Arnavut kaldırımlı sokakları size yürüyüşünüzde eşlik eder. Evlerin çiçekli balkonları sizi mest eder. Yol üzerinde 19. y.y. neo klasik yapıları, İmarethane’ yi görüp ziyaret edebilirsiniz. Hafif yokuş olan yolun sonunda ise Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ nın Evi’ni ziyaret edilebilir. Kavala’ da doğan Kavalalı Mehmet Ali Paşa Yunanlılar tarafından çok sevilmektedir. Ve evinin hemen yanına heykeli yaptırılmıştır. Bunun da sebebi bir Osmanlı Paşası olmasına rağmen Osmanlı’ ya karşı tutum sergilemiş ve isyan etmiş olmasıdır. Tarihte de “Mısır Sorunu ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa” olarak yer almaktadır. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ nın Evi’nin hemen yanında Meryem Ana Kilisesi yer almaktadır.  

Selanik

Selanik Yunanistan’ın ikinci en büyük şehridir. Selanik şehrinin bilinen tarihi 2000 yıldan daha eskidir. Roma, Bizans ve Osmanlı kültürlerinden etkilenmiştir. Şehirde bir çok Romalı, Osmanlı ve Yahudi yapılarına rastlanmaktadır. Balkanların en büyük üniversitesi Aristotales Üniversitesi  bu şehirdedir.

Şehir M.Ö. 315 yılında  Makedon kralı Kassander tarafından antik şehir Terma yakınlarında kurulmuştur. M.S. 168 yılında Makedon krallığının yıkılması ile kent Roma Cumhuriyeti’nde bağımsız olarak  varlığını devam ettirmiştir. Yine bu dönemde Roma ticaret yolları sayesinde önemli bir ticaret merkezi olmuştur. 476 yılında Roma İmparatorluğunun çöküşü ile Doğu Roma İmparatorluğu’nun büyük ve önemli bir şehri haline gelmiştir. Bu dönemde Hristiyanlığın yayılmasında önemli bir merkez olmuştur.

Ege’nin karşı kıyısındaki Selanik ile beri yakadaki İzmir arasındaki benzer yönler dikkat çekmektedir. İzmir’in Kordon’u gibi kıyı boyunca kafeler restoranlar  ve yürüyüş yolları yer almaktadır. Yemek seçeneğiniz çok fazla, Atatürk’ ün evini ziyaret ettikten sonra ana caddeye çıktıktan sonra sol tarafa yürüyün, çok güzel ve uygun fiyatlı sulu yemek yapan bir restoran göreceksiniz. Denemeye değer lezzetler var. İnsanlar son derece saygılı ve ingilizce rahatlıkla anlaşabiliyorsunuz.

Gezimize Atatürk’ ün Evi’inden başlıyoruz. Şu an müze olarak kullanılan evde Atatürk’ün özel eşyaları, kıyafetleri, mutfak eşyaları, annesi Zübeyde Hanım ve Atatürk’ ün balmumu heykelleri yer almaktadır.

Selanik’te Türk yemeklerini rahatlıkla bulabileceğiniz gibi fiyatları da son derece uygun.

Görülecekler arasında Kral Konstantin Heykeli, Osmanlı dönemi Gümrük Binası, Aristotales Meydanı, Beyaz Kule, Büyük İskender Heykeli, Rotonda, Zafer Takı, Venizelos Heykeli, Bedesten, Hamza Bey Cami, Eski Hükümet Konağı, Aziz Dimitri Kilisesi yer almaktadır.

Aristotales Meydanı; 5 Ağustos 1917 yılında Selanik şehrinde çıkan büyük bir yangın sonrasında şehrin yeniden planlanması sırasında şehrin tam kalbine yapılmıştır. Bu meydandan geçilerek deniz kenarına ulaşılmakta, meydandan ve sahil tarafında çeşitli restoran ve kafelerde şehrin havası nüfuz edilebilmektedir. Burada alışveriş için çeşitli mağazalarda bulunmaktadır. Konaklamak isteyenler için yeterli sayıda ve değişik tercihlere göre otel bulmak imkanı söz konusudur.

Beyaz Kule; Kanuni Sultan Süleyman zamanında yaptırılmış olup, bir rivayete göre Mimar Sinan’ın yaptığı söylenmektedir. 30 metre yüksekliğinde 70 metre çapında olup altı katlıdır. 1912 yılında I. Balkan Savaşı’ndan sonra Yunanlıların eline geçen kule sembolik bir vaftiz töreni gibi düşünülerek beyaza boyanmıştır. Ancak günümüzde orijinal rengine dönmüştür. Pazartesi günleri hariç saat 08:30- 15:00 arasında ziyarete müze olarak açılmaktadır. Yine Büyük İskender’in Heykeli’ni de Beyaz Kule’ yi geçer geçmez görebilirsiniz.

Sinan Paşa- Hortaca Camii/Rotonda; M.S. 306 Roma İmparatorluğu  Galerius Sezar’ ın hükümdarlığı zamanında Zeus Tapınağı olarak yaptırılmıştır. Kilise olarak kullanılan yapı Yemen fatihi Sinan Paşa tarafından 1590- 1591 yıllarında minare, mihrab, minber ilave edilerek Süleyman Hortaca Efendi Cami olarak anılmıştır. Bugün itibari ile minaresinin tepesi olmayıp, Selanik’ te minaresi kalan tek yapıdır. Diğer tüm camilerin minareleri yıkılmıştır. Ayrıca Mustafa Kemal Atatürk’ ün babası Ali Rıza Efendi’ nin de bu yapının avlusunda defnedildiği bilinmekle birlikte bugün mezar taşlarından hiçbir iz kalmamıştır. Restorasyon işleri devam eden yapıyı müze olarak ziyaret edebiliyorsunuz. Yine bu yapıya sırtınızı döndünüzde karşınızda Zafer Takı görebiliyorsunuz.

Galerius Zafer Takı; daha çok bilinen adıyla Kamara. İranlılara karşı yapılan savaşlarda Selanik’ e zafer ile dönen Roma İmparatoru Sezar Galerius adına M.S.306 yılında yapılmıştır.

Manastır (Bitola)

Manastır’da Atatürk’ ün okuduğu Askeri İdadiye ( Askeri Lise ) ziyaret ediyoruz. Atatürk’ ün özel eşyalarını, fotoğraflarını görüp, tanıtım videosunu seyredip savaş yıllarında nelerin yaşandığını hissedip gözlerimiz doluyor. Sonrasında Manastır’ın merkezinde türküsü ile de meşhur havuzu görebilirsiniz. (Manastırın Ortasında Var Bir Havuz…) Ancak havuz maalesef sudan mahrum kalmış, boş bir şekilde duruyor. Aynı Manolya Meydanı’nda Osmanlı’ dan kalan Ordu Evi, Saat Kulesi, İshakiye Camii, Yeni Cami gibi eserleri görebilirsiniz. Şirok sokaktan deniz yönüne doğru giderken sol tarafınızda Atatürk Askeri İdadiye’ye giderken evinin önünden geçtiği ve platonik bir aşka maruz kalan Eleni’ nin evi yeri almaktadır. Eleni’nin büyük bir aşk duyduğu bilinmektedir.

Manastır’da Türk döneri bile bulabileceğiniz gibi boşnak böreği de yiyebilirsiniz. Ancak döner yerine yerel lezzetleri tercih etmeniz naçizane tavsiye edilir.

Resne

Manastır’ dan Ohri’ ye doğru olan yol güzergahında 1908 yılında Enver Bey ile dağa çıkan ve II. Abdülahamid’ in meşrutiyeti yeniden ilan etmesiyle sonuçlanan Jön Türk Devriminin öncülerinden Niyazi Bey’ in memelekti olan Resne’ ye girebilirsiniz. Burada Resneli Niyazi Bey’in yaptırdığı konağı ve yolun karşısında eski oturduğu evi görebilirsiniz. Konağı müze olarak ziyarete açıktır.

Ohri 

Ohri’ye vardığınızda merkezindeki büyük meydandan sağlı sollu alışveriş yapabileceğiniz dükkanların olduğu caddeyi takip ederek göl kıyısına ulaşabilirsiniz. Göl denemeyecek kadar büyük olmakla birlikte kumsalından göle girilebilmekte ve tekne turları yapılmaktadır. İncileri ile meşhur olan Ohri’ de çok fazla sayıda inci satışı yapan dükkan hanımlara hitap etmektedir. Ancak inci fiyatları Türkiye’dekine kıyasla çok pahalı, yine de seçim siz ziyaretçilere kalmış. Tekne turu ise gölün havasını solumak için ideal bir gezi, mutlaka öneririm. Sokaklarında dolaşırken eski Osmanlı evlerini de görebilirsiniz.

Diğer taraftan Ohri tarihsel olarak Osmanlıların Balkanlardaki önemli üslerinden biri olmuş ve “ Tanrı cenneti çamurdan yaparken bir parça kopup Ohri’ nin üzerine düşmüş.” Tanımlaması ile ünü bilinmektedir. Ayrıca Unesco Kültür Mirası Listesinde de yer almaktadır. Kiril Alfabesinin yaratıcılarından Aziz Kiril ve Metodi, öğrencileri Aziz Naum ve Klemeus heykelleri yine Ohri Gölü kıyısında yer almaktadır.

Elbasan 

Çoğumuzun “Elbasan” kelimesini yemek ismi olarak duymuşuzdur. Arnavutluğa özgü bir yemek olan ve ana vatanı Elbasan’ a kısaca uğrayıp bu yemeği yerinde yemenizi tavsiye ediliriz. Güveç kaplarda sunuluyor, ayrıca o doğa harikası yeşillikler  ile beslenen hayvanların sütlerinden yapılmış olan yoğurdu da tatmadan geçip gitmeyin.

Tiran

Tiran’ a giderken Makedonya- Arnavutluk sınır kapısını geçtikten sonra yol bayunca Shkumbini Nehri’ nin eşsiz manzarası size eşlik ediyor. Arnavutluk başkenti olan Tiran 1614 yılında Süleyman Paşa tarafından imar edilmiş ve 1920’ mde Arnavutluk’ un başkenti olmuştur. 20. Yüzyıl boyunca savaşlara maruz kalması sebebi ile turizmden pek pay alamadığı görülmüştür. İskender Bey Meydanına giderken yol üzerinde bazı ağaçların gövdelerine sarılmış insan figuleri ile karşılaşabilirsiniz. Şehir merkezinde resterasyon çalışmaları olmakla birlikte birçok yapıyı yakın yürüyüş mesafelerinde gezip görebiliyorsunuz. Ethem Bey Camii, Tarihi Saat Kulesi, Ulusal Müze, Opera ve Bale Binası, Parlamento ve Başbakanlık Binaları, Cumhurbaşkanlığı Köşkü, İskender  Bey Heykeli bunlar arasındadır.

Budva

Arnavutluk- Karadağ sınır kapısını geçtikten sonra Adriyatik kıyıları görünmeye başlıyor. Karadağ sahillerinin en gözde turistik yeri olan Stevi Stefan Adası’ nı yol güzergahı üzerinde görebilirsiniz. Hatta burada bir çok konaklama yeri olup buranın gecesini de yaşayabilirsiniz.

Budva’ ya vardığınızda şehir merkezinde Starti Grad ( eski şehir merkezi ), Kale ve Kale içinde bulunan Aziz Loannis Katolik Kilisesi, Kutsal Üçleme Ortodoks Kilisesi görebilirsiniz. Kale içinde aynı zamanda kalenin dokusuna uygun ototntik dükkanlar alışveriş için sizi beklemekte. Ancak sabah çok erken saatte açık dükkan bulamıyorsunuz.

Kotor

Kotor coğrafi konumu sebebi ile Osmanlılar tarafından tarihte ele geçirilememiştir. Surlar ile çevrili Kotor şehri insanı tarihin içinde hissettirmekte. Surlardan içeri girerken sizi Tarihi Saat Kulesi karşılıyor. Surların içinde tarihi bir yürüyüş yaparken alışveriş imkanı bulabilir, sur içindeki kafelerde dinlenebilirsiniz.

Kotor ve Dubrovnik artık şimdilerde Avrupa sosyetesinin tercih ettiği gözde kıyılar olarak günden güne değer kazanmaktadır.

Dubrovnik

Kotor’ dan ayrılıp Dubrovnik yönüne giderken Kotor Körfezi’nin büyüleyici güzelliği eşliğinde Barbaros Hayrettin tarafından alınan tarihi Herceg Novi şehrini görebiliyorsunuz. Karadağ- Hırvatistan sınır kapısını geçtikten sonra eski adı Ragusa olan Dubrovnik şehri sizi surları ve tarihi dokusu ile karşılıyor. Orta Çağdan kalma bu şehrin sokaklarında gezerken kendinizi o yüzyıla aitmiş gibi hissediyorsunuz. Çekimleri İzlanda, Hırvatistan ve Fas’ ta yapılan Game Of Thrones (Taht Oyunları) dizisinin duygusunu bununla birlikte yaşıyorsunuz. Surların içerisinde Onofrio Çeşmesi, Fransisken Manastırı, 14. y.y. kalma Eczane, Çan Kulesi, Orlando Sütunu, Aziz Blaise Kilisesi, Sponza Sarayı, Rektör Sarayı’nı görebilirsiniz. Denizin güzelliği karşısında burada denize girmemezlik yapmayın. Gençlerin kayalıklardan denize atlayışları ayrı bir seremoni. Balkanlar turunda en yoğun turist çeşitliliğini burada görüyorsunuz. Dubrovnik’ te dondurma yemeği de sakın unutmayın…

Mostar

Neretva Nehri üzerinde 1557 yılında Mimar Sinan’ın öğrencilerinden Mimar Hayreddin’in inşa ettiği ancak 1993 yılında Hırvat topçu ateşi ile yıkılan daha sonra 2004 yılında Türkiye’ nin desteği ile orijinaline uygun olarak tekrar yapılmıştır. Mardinli ustalar tarafından ve kapanan taş ocağı tekrar açtırılarak yeniden inşa edilebilmiştir. UNESCO Dünya Mirası Listesi’ ndeki yerini almıştır. Yüzyıllarca nehrin iki ayrı yakasında yaşayan Hırvat ve Müslümanları bu köprü birleştirmiştir.

Neretva Nehri’nden 24 metre yükseklikte, 30 metre uzunluğunda, 4 metre genişliğinde olan köprüde 456 adet kalıp taş kullanılmıştır. Köprünün üzerindeki taş sayısı 99 olup bu sayı Allah’ ın 99 ismini ifade etmektedir. Mostar Köprüsü ve oraya giden yol çok ziyaret ılması nedeni ileile taşların kayganlaşmasına sebep olmuştur. Burayı ziyaret ederken mutlaka lastik, tabanı kaymayan bir ayakkabı tercih etmeniz önerilir.

Her yıl Mostar Köprüsü’nden Temmuz ayında yerli, yabancı erkekler tarafından cesaret atlayışı gerçekleştiriliyor. Belki gittiğiniz tarihte siz de katılabilirsiniz bu atlayışa cesaretiniz varsa…

Köprüyü geçtikten sonra Sultan Selim Mescidi, Koski Mehmet Paşa Cami, Kuyumcular Çarşısı gezip, görülebilecek yerler arasında yer almaktadır. Ara sokaklarda demlenmiş Türk çayı da bulabiliyorsunuz. Ayrıca dondurmalarının da lezzetine diyecek yok.

Saraybosna

Bosna- Hersek’ in başkenti olan şehir iki asır boyunca Balkanlar’ın kültür başkentliğini de yapmıştır. 1914 yılında Avusturya-Macaristan Veliahtı Arşidük Franz Ferdinand’ ın Sırplar tarafından burada öldürülmesi üzerine Birinci Dünya Savaşı’ nın çıktığı yer olan Saray Bosna halen 1992-1993 yılındaki savaşın izlerini silmek için uğraş vermektedir.

1992-1993 yılları arasında Sırpların Müslüman halka karşı yaptığı katliamlar ve bu sokırımı red etmeleri mahkemelere konu olmuştur. Bunun için delil bulunması gerektiğinde “Mavi kelebekler” fark edilmiştir. Bu kelebekler mezarlıklarda toprağın jeolejik yapısının değişmesi sonucu yetişen mezar çiçeklerine doğru akın etmeye başlamışlardır. Kelebekleri izleyerek yapılan kazılarda 500 den fazla toplu mezar bulunmuştur. Şehre girdiğiniz andan itibaren ve çevresinde toplu mezarlar ve şehitlikler size o vahşeti hatırlatmakta. Bir çok kişi bu katliamda yakınını kaybedip acılardan payını aldığı için insanların yüzleri hala pek gülmüyor. Yani kısacası savaşın yarattığı travma burada çok büyük olmuş. Savaşta bombalanan bazı konutları da aynen bırakmaları ayrı bir dram konusu.

Şehirde yaşayanların din çeşitliliği dolayısı ile Avrupa’nın Kudüs’ü sayılmaktadır. Bosna Savaşı’ında günlerce yanan ve milyonlarca el yazması eserin de yok olduğu Eski Kütüphane, Seher Köprüsü, İnat Evi, Hünkar Camii, Franz Ferdinand’ın suikastının yaşandığı Latin Köprüsü kısa mesafeli yürüyüşle görülebilmektedir.

Ayrıca Eski Şehrin Avusturya bölümünde Katalik Kilisesi, Sonsuz Ateş Anıtı, Sinagog görülebilir. Saraybosna’ nın sembolü olan Baş Çarşı’da alışveriş yapıp, kafelerinde keyif yapabilirsiniz.

Belgrad

Sırbistan’ın başkenti olan şehir Sırpça “beyaz şehir” anlamına gelen Belgrad ismi ile anılmaktadır. Şehir Sava ve Tuna Nehirlerinin birleştiği noktada kurulmuştur. Şehrin merkezinde Parlamento Binası, Eski Saray, Ulusal Müze, Terazi Çeşmesi yer almaktadır. Her biri kısa yürüyüş mesafelerinde yer almaktadır. Daha sonra iki nehrin birleşme noktasına hakim manzarası ile bezeli kalesini gezebilirsiniz. Leopold ve Zidan Kapılarını, Sokullu Mehmet Paşa Çeşmesi’ni, Damat Ali Paşa Türbesi’ni, Askeri Açık Hava Müzesini, Fransa’ya Şükran Anıtı’nı görebilirsiniz. Belgrad’ ın Mihailova Caddesi’ nde marka mağazalardan alışveriş yapabilir, cadde üzerindeki cafelerde birşeyler içebilirsiniz. Mağaza fiyatları Türkiye’ ye benzer veya biraz daha pahalı konumda…yine de tercih size kalmış tabiki…

Üsküp

Yahya Kemal’ in şehri olarak bilinen ve Makedonya’nın başkenti olan şehir Vardar Nehri’ nin iki yakasına kurulmuştur. Şehrin ana meydan ve bulvarı Üsküp 2014 Projesi kapsamında yapılan bir çok heykel ve yapı ile doludur.

Üsküp Kalesi önünden yürüyüşe başladığınızda; Mustafa Paşa Cami, Sulu Han, Murat Paşa Camii, Çifte Hamam, Eski Türk Çarşısı, Kapan Hanı, Davut Paşa Hamamı, Taş Köprü gibi Osmanlı yapısı eserleri görüyorsunuz. Yine Türk Çarşısı’nda alışveriş için vakit geçirebilirsiniz.

Ürünlerin hemen hemen hepsi Türkiye’ den geliyor.

Mekadonya Meydanı tarafına geçtiğiniz anda şehrin yapısı hemen modernleşiyor ve daha gelişmiş bir görünüm sergiliyor. Meydanda Makedon tarihinin önemli kişilerinin heykelleri yer alıyor. Bunlar arasında; Öncelikle milli kahramanları kabul ettikleri Büyük İskender Heykeli, İskender’in babası II: Philip, Çar Samuil, Jüstinyen, Kraliçe Olympia, Rahibe Teresa Anı Evi’ ni görebilirsiniz.

Buranın meşhur fasulye üzeri köftesini tadabilirsiniz. Akşam da Balkan müziği eşliğinde yemek yemeği tercih edebilirsiniz.

Sofya

Bulgaristan’ın Vitoşa Dağı’ nın eteklerinde kurulu başkent Sofya’ nın yine aynı isimle anılan Vitoşa Cadde’inde yemek yiyebilir ve lüks mağazalardan alışveriş yapabilirsiniz. Ancak fiyatlar biraz yüksek. Şehre ismini veren Ayasofya ve Bulgaristan’ ın en büyük kilisesi olan Aleksander Nevski Katedralini görmeden gitmeyin.

Gezilecek yerler arasında Koca Mustafa Paşa Camii, Nedelya Kilisesi, Milenyum Anıtı, Banyabaşı Camii, Parlamento ve Rus Kilisesi ve bunlarla birlikte Atatürk’ ün Sofya’ da Askeri Ateşeliği döneminde yeniçeri kıyafeti ile katıldığı kıyafet balosunun yapıldığı eski Ordu Evi’ni ziyaret edebilirsiniz.

Son Söz

Kısa sürede çok sayıda ülke ve şehir gezdiren Balkanlar turunun özeti bu şekilde. Tüm bölgeyi görmek güzel, biraz da yorucu. Ancak bu gezi sonrası özellikle en beğendiğiniz şehirler seçilip, üç veya dört şehire daha uzun zaman ayıracak yeni geziler planlanması önerilir.

Yağ ve Mermer: Gezgin Kitapları

Aynı dönemde  Floransa sokaklarında dolaşan, muhtemelen karşılaşan iki deha  Michelangelo ile Leonardo da Vinci’nin birbirleri ile rekabetleri ve sanatları hakkındaki  düşüncelerini merak etmiştim, özellikle İtalya gezim öncesi.

Yalnız değilmişim! İtalyan Rönesans sanatına tutku derecesinde ilgi duyan ve İtalya’da sanat tarihi eğitimi alan Stephanie Storey, birbirlerinden hiç hoşlanmayan iki sanatçı arasındaki müthiş rekabeti odağına alan bir roman yazmış. Merakımı giderirken başka meraklara yol açan eğlenceli kitabı hemen tanıtmak istedim.

Yirmi iki yaşındaki genç Michelangelo, Vatikan Aziz Petrus Bazilikası’nda yer alan ilk başyapıtı Pieta heykelini tamamlamıştır. Pieta’da, çarmıhta ölmüş İsa’nın bedeni, annesi Meryem’in kollarında tasvir edilmektedir. Heykel’in özelliği; İsa’nın bedeninin son derece gerçekçi olması, Meryem’in oğlunun bedenini kucağında rahat taşıyabilmesi amacıyla elbisesinin kıvrımlarının kalın ve geniş dökümlü tasarlanması ve Meryem’in ebedi gençliğine vurgu yapılmasıdır. İlk ünlü “Pieta” sı ile adını ve başarısını daha geniş kitlelere duyuran  Michelangelo için artık Floransa’ya dönme vakti gelmiştir.

Uzun zamandır Milano’da yaşayan ve burada Santa Maria delle Grazie Kilisesi için “Son Akşam Yemeği” adlı eserini yapan Leonardo da ustalık çağına geldiği bu şehirden ayrılmak durumunda kalmıştır. İsa ve 12 havarisini gösteren “Son Akşam Yemeği” nde, İsa’nın havarilerine “içinizden biri bana ihanet edecek” dediği anki havarilerin ruh hali resmedilmektedir.  Santa Maria delle Grazie Kilisesinin yemekhane duvarına çizilen büyük boyutlu resim; sanatçının, gerçekçilik, denge, derinlik ve hareket konusundaki ustalığını gösteren bir başyapıt olarak nitelendirilmektedir.

Henüz yeni tanınmaya başlayan, sanatına aşık, pejmürde kılıklı, genç heykeltıraş Michelangelo ile 50’li yaşlarını süren, şöhretli, kibirli ve karizmatik ressam (aynı zamanda bilim adamı) Leonardo’nun yolları Floransa’da kesişir.  İki sanatçı arasındaki rekabet sanat tarihinin en önemli eserlerinden Mona Lisa ve Davut’un oluşum sürecini tetikler; 1501-1505  yıllarına denk gelen bu dönemde Leonardo bir ipek tüccarının karısının portresini yaparak Mona Lisa’yı,  Michelangelo ise yıllarca kaderine terk edilerek tahribata uğramış, tam bir figür oluşturmanın imkansız göründüğü dev mermer blokundan, mucizevi bir şekilde, devasa heykel Davut’u yaratır. Kitapta bir yandan Rönesans dönemi diğer yandan iki sanatçının birbirinden farklı sanat yaratma süreci ve yöntemleri, günlük yaşamları da yansıtılarak, insani yönleriyle anlatılıyor.

Tarihsel  bir kurmaca olarak yazılan kitapta yaşamlarının bir dönemine tanıklık ettiğimiz Leonardo ve Michelangelo’nun özelliklerini hatırlamak istersek;

Leonardo da Vinci (1452-1519):  İtalyan Rönesans döneminin dahi sanatçılarından, Floransalı ressam, heykeltıraş,  mühendis, müzisyen ve bilim adamı. Müthiş bir yetenek, yüzyıllar öncesinden günümüz uçak ve denizaltılarını öngören çizimler yapmış. Yaşamı boyunca uçmayı hayal etmiş. Ancak birçok şey öğrenmeye meraklı bu Rönesans aydınının  başladığı işleri yarım bırakmak gibi ufak bir de kusuru var. En önemli eserleri Son Akşam Yemeği, Mona  Lisa…

Michelangelo Buonarroti (1475-1564): İtalyan Rönesans döneminin dahi sanatçılarından, Floransalı ressam, heykeltıraş, mimar ve şair. Birkaç sanat dalıyla ilgili olmasına rağmen kendisini daima bir heykeltıraş olarak tanımlamış. Gelmiş geçmiş tüm zamanların en iyi ressam ve heykeltıraşı olarak kabul ediliyor. Ölümünden sonra değer verilen birçok sanatçının aksine dehası yaşarken kabul görmüş ve takdir edilmiş. En önemli eserleri Pieta, Sistina Şapeli tavan freskleri, Son Yargı, Davut…

Sanat dışında astronomi ve  bilimle de yoğun  ilgilenen ve ressamdan çok daha fazlası olduğunu düşünen Leonardo, kendisini sadece ressam olarak tanımlayanlara şöyle der “… .Merakım beni sanattan koparmıyor, aksine onu besliyor. Müzik matematiği, matematik bilimi, bilim de resim sanatını besler. Eşsiz bir şey yaratmanın tek yolu, görünürde farklı şeyler arasında bağlantılar kurmaktır. Sadece resme odaklanmak onun yok olmasına neden olacaktır.”  “..Bilime değil de sadece sanata takıntılı olanlar, denize pusulasız açılan kaptanlar gibidir. Nereye gittiklerini asla bilmezler.”  Yaşamı ve yaptıklarına bakıldığında romanda Leonardo’ya atfedilen bu sözlerin ona ait olmadığını kim iddia edebilir ki?

Okuması rahat ve oldukça keyifli kitabı İtalya’yı gezen özellikle Floransa’yı görmüş ve görecek olan sanatseverlere hararetle öneririm. Günlük hayatımızdan kısa bir mola alarak, Machiavelli, Botticelli, Leonardo, Michelangelo eşliğinde on altıncı  yüzyıl Floransa sokaklarında tarihsel yolculuğa çıkmanın hepimize iyi geleceğini düşünürüm. İyi yolculuklar…

Kitap adı:   Yağ ve Mermer

Yazar     :  Stephanie Storey

Çevirmen:  Levent Kurtuluş

Yayınevi  : Maya Kitap

Basım yılı : 2017

Mısır Gezi Rehberi: Nil’de Gemi ile Antik Mısır’a Yolculuk

misir-nilde-gemi

Sonsuza kadar devam ediyormuşçasına etrafınızda akan Nil, iki tarafında zaman zaman tapınaklar, yerleşim merkezleri, şehirler, tarım alanları, palmiyeler, muz ağaçları zaman zaman da uçsuz bucaksız çöl görüntüleri. Geminin içinde eğlenceli bir sosyal yaşam ve yanınızdan geçen diğer gemiler. Gece uçsuz bucaksız gökyüzü, pırıl pırıl yıldızlar ya da Nil’in kenarındaki şehirlerin ışıl ışıl görüntülerinin film şeridi gibi akması.

Hani çocukken yatmadan önce büyüklerin anlattığı masalları dinlerken uykuya dalarsınız da; gördükleriniz rüya mı, dinlediğiniz masalın görüntüleri mi tam kestiremezsiniz ya, Nil’de gemi yolculuğu böyle bir şey.

Yunanlı tarihçi Heredotos “Mısır Nil’in hediyesidir. Nil vadisi iki tarafı engin, uçsuz bucaksız çıplak çölle kaplı dar bir yeşil şerittir.” demiş. Gerçekten de Mısır Nil’in etrafında hayat bulmuş tarih boyunca.

Meraklısına; Nil, Akdeniz’e dökülen ve üç kolu bulunan dünyanın en uzun nehri, farklı kaynaklarda değişik ifade edilmekle birlikte 6-7.000 km uzunluğunda bir nehir. Tarih boyunca Nil havzasında, etrafındaki verimli topraklar (Nil’in yoğun aktığı ve taştığı dönemlerde getirdiği alüvyonlu toprak çölün ortasında tarım imkanı sağlamış), nehir akıntısının taşımacılığa imkan vermesi nedenleriyle yerleşim olmuş. Günümüzde Mısır, Sudan, Burundi, Kongo Cumhuriyeti, Tanzanya, Kenya, Uganda, Etiyopya Nil havzasının etrafında kurulmuş devletler.
Farklı süreleri ve güzergahları olan Nil’de gemi turları var. Benim katıldığım, Luksor- Aswan arasında beş gün süren ve yol üstünde farlı tapınakların gezilerek, Antik Mısır tarihini ve kültürünü görmeye yönelik bir geziydi. Aşağıdaki yazıda tapınakları tanıtmaya çalıştım, bunların mitolojik hikayelerine ise meraklısına bölümlerinde yer verdim. Ayaklarınızı güverte demirlerine dayayıp, çayınızı kahvenizi yudumladığınızı hayal edin ben de gördüklerimi anlatayım size.

Hurgada Havaalanı’nda indikten sonra Luksor’a otobüs ile giderken; rengarenk begonvillerin, devasa palmiye ağaçlarının çevrelediği yollardan geçiliyor ve ilk durağımız Karnak Tapınağı.

Karnak Tapınağı
UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan dünyanın en büyük tapınaklarından biri olan Karnak Tapınağı, Luksor şehrinin 2,5 km kuzeyinde ve içerisinde birçok tapınak barındırıyor. Granitten yapılmış duvarlar, sütunlar, heykeller var bu açık hava tapınak kompleksinde.

Eski Mısır anıtları, ebediyen varlıklarını sürdürmek üzere tasarlanmış ve taştan yapıldığı için kalıcı olmuş. Ayrıca, doğal kayalara ya da levhalara yapılan işaret ve yazılar Mısırlıların kayıt tutma tutkularını göstermekteymiş.

Binlerce yıl önce yapılmış tapınaklardaki matematik- mühendislik-mimarlık bilgisi ve kullanılan devasa taşlar, geçmişte nasıl bir medeniyetin hüküm sürdüğüne ilişkin kafaları karıştırıyor. Bu resimde göreceğiniz bölümde, biraz ipucu verilmiş yapım tekniğine dair; kerpiç duvarlar taş duvarların yanında yükseliyor, yani bir iskele sistemi kuruluyor, taş yapı bitince de bu geçici kerpiç duvarlar yıkılıyormuş.

Meraklısına; Karnak Tapınağı’nın içinde; Amon-Ra’nın Büyük Tapınağı, Khonso Tapınağı, Ipt Tapınağı, Ptah Tapınağı, Montho Tapınağı ve Osiris Tapınağı bulunuyor. Tapınak, 800 metre genişliğinde ve 1,5 km uzunluğunda bir alana inşa edilmiş. Mısır tarihi ve mitolojisi hakkında önemli bilgiler veren Karnak’ta, şimdiye kadar 8,000 adak taşı, 450 heykel ve 10’a yakın sfenks keşfedilmiş. Tapınak kompleksinin, güney yönündeki 8 hektarlık alanda, halen arkeolojik kazılar sürmekteymiş.
Mısır mitolojisinde çok sayıda tanrı bulunuyormuş. Kaz ile sembolize edilen Tanrı Amon’un (tek Tanrılı dinlerde yer alan amen ve amin kavramlarının bununla ilgisi var mı acaba?) yaratıcı ilk Tanrı olduğuna inanılıyormuş. Diğer bir mitolojik Tanrı ise güneş ile sembolize edilen Ra imiş. Bu iki Tanrının gücünü birleştirmesi ile oluşan Tanrıların Kralı Amon-Ra ise en güçlü Tanrı imiş. Firavunlar, bu tanrıların oğlu olarak tanımlıyormuş kendini. Sembolize edilen hayvanların gücünü ve özelliklerini taşıdıklarına inanılıyormuş.

Amon rahiplerinin “Cennetin en büyüğü, dünyanın en eskisi” diyerek her gün ilahiler okudukları, Tanrı Amon inancının merkezi olan devasa yapıların merkezine ulaşmak için ilk önce Amon Tapınağı’nın girişindeki, iki yanında aslan gövdeli ve koç başlı sfenkslerin bulunduğu caddeden yürümeye başlıyorsunuz.

Daha sonra, yanında kendinizi ufacık hissettiğiniz sütunların, heykellerin arasından geçerek ilerliyorsunuz. Sütunların, duvarların üzerindeki resimler, semboller ve yazılardaki detayları anlamaya çalışırken, daha sonra bütün Eski Mısır Tapınaklarında da görülecek olan aslında bir tür devlet resmi arşivinin içinde dolaştığınızı fark ediyorsunuz. Algıladıkları gerçekleri ya da yansıtmak istedikleri imajları resmetmişler gibi geldi bana.

Devasa sütunların yanında durup yukarı baktığınızda, arasından geçtiğiniz sütunları birbiri üzerine eğilip sallanarak, gökyüzüne ulaşmaya çalışan ağaçlara benzetebilirsiniz. Bu sütunları birbirine bağlayan ara bölümlerde bile kartuş denen küçük dikdörtgenlerin içinde firavun isimleri ve semboller semboller.

Ramses’in dev heykeli, sütunlar arasındaki heykeller, gökyüzüne uzanan ve üzeri semboller ile dolu olan dikili taş arasında hayranlık ile dolaşırken; iktidarların mimari ile ilişkisinin tarihin her döneminde var olduğunu da düşünebilirsiniz, iktidarın dayandığı referansları mutlaka kalıcı yapıtlar ile gösterme isteğinin ya da ihtiyacının olduğunu da. Muhtemelen emek yoğun çabalar ile yapılmış bu eserler, belki de iktidar ile tebaa arasındaki ilişkiyi de yansıtmakta.

Gemilerin yan yana demirlediği limanda, kendi geminize geçmek için bazen birkaç geminin içinden geçmeniz gerekiyor. Turizmin yoğun olduğu dönemlerde bu sayı çok daha fazla olabiliyormuş.

Limanın hemen arkasında, Winter Palace ihtişamlığı şıklığı ile görülüyor. İngiliz egemenliğinde bulunulan dönemde, İngiltere’nin kışın soğuk ve nemli olan iklimine alternatif, kralın kışlık sarayı olarak kullanılmış, şimdi ise lüks bir otel.

Agahta Christie’de bu otel de kalmış ve Nil’de Ölüm romanını burada yazmış. Otelin içi yılbaşı öncesi süslenmişti. Otelin içindeki koridor girişinde bulunan tabelalarda, kıyafet zorunluluğu olduğu belirtiliyordu. Gözünüzü kapatsanız; geçmişte piyano, keman sesleri arasında dans eden smokinli erkekler, tuvaletli kadınlar görecekmişsiniz gibi bir mekan. Ama normal bir gezgin iseniz burada konaklamanız zor.

Luksor Tapınağı

Luksor Tapınağı, Karnak Tapınağı’ndan 3 km uzaklıkta ve geçmişte bu iki tapınak arasında sfenksli yol bulunuyormuş. Güneş battıktan sonra gittiğinizde, ışıklandırma nedeniyle daha da mistik hatta ürkütücü hissedeceğiniz bu tapınak, MÖ 1400 ler’de yapılmış, yıllarca çöl toprakları altında kalmış, üzerine şehir kurulmuş. 19. Yüzyılda arkeolojik kazılar sırasında ortaya çıkarılmış. Tek bir tanrıya ya da firavuna adanmamış bir tapınak burası, Mısır firavunları ve sonrasında İskender’e taç giydirildiği düşünülen kilise bölümü var. Bir de 13. Yüzyılda yapılmış cami var kalıntıların üzerinde.

Meraklısına; tapınağa 24 metre yükseklikteki pilondan giriliyor. Pilon (anıtsal giriş) cephesinde 4 tane oturan, 2 si ayakta duran büyük boy 6 adet Ramses heykeli bulunmaktaymış geçmişte. Günümüzde tahtta oturur şeklindeki iki heykel, girişin sağında ve solunda yer alıyor. Pilon cephesi, boydan boya II. Ramses’in zaferlerine ait tasvir ve yazılarla süslenmiş. Pilon’dan sonra II. Ramses denen büyük avluya giriliyor. Burası kapalı lotus başlıklı sütunlar ve aralarında yeralan osiris heykelleri ile çevrili.
Avludan sonra güney yönüne dönülünce, koridor şeklinde uzanan açılmış papirüs başlıklı 52 metre yüksekliğinde 14 devasa sütun çift sıra halinde sizi 2. büyük avluya ulaştırıyor. III. Amenhotep’e ait olan bu sütunların üzerine Tel Amarna’daki aten inancını terkederek Teb’ e gelen ve amon inancını kabul eden Tutankhamon tarafından, bu dönüşümü kutlamak için süslemeler yaptırılmış. Devam edince klasik Roma sütun başlıkları ve Roma kutsal mekanı, doğum odası, Büyük İskender’e ait dar ve karanlık kutsal mekanlar görülebiliyor.

Orta krallık döneminden kalma orijinal, küçük bir tapınağın üzerine yerel bir Şeyh tarafından 13. yy’da inşa ettirilen Abu Al-haggag camii ilginç bir tezat oluşturuyor.

Karnak ve Luksor tapınaklarını birbirine bağlayan 3 km.’lik yolun sfenksli olan önemli bir bölümü pilon duvarı karşısında görülebiliyor. Ama iki tapınağın arasında yıllar içinde şehir kurulduğundan, bu yolun tamamı binaların yolların altında muhtemelen.

Luksor Tapınağının önünde geçmişte ikiz dikilitaş bulunuyormuş. Şimdi sadece bir tanesini görüyorsunuz. Diğerinin hikayesi ilginç! Fransızlar, bizim Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa olarak pek hayırla yad etmediğimiz Osmanlı Paşasından bu dikili taşı istemişler. Paris’de Concorde Meydanı’nda yer alan dikili taş buradan gönderilmiş. Karşılığında hediye olarak Kral Louis- Philippe bir meydan saati göndermiş. Ama yolda ya da, taşınırken mi sorun olmuş, yoksa zaten bozuk saat mi gönderilmiş bilinmez, saat çalışmıyormuş. Bu meydan saati halen Kahire’de Mehmet Ali Paşa Camisi’nde yüksek bir saat kulesinde çalışmadan duruyor. Mısırlılar “bir bozuk saate, dikili taş verdik” diye halen hayıflanmaktaymış rehberimizin anlattığına göre.

Roma döneminden başlamak üzere, Luksor’da bulunan dikili taşlar dünyanın her yerine gönderilmiş. İstanbul Sultanahmet’te bulunan dikili taş da MS. 4. Yüzyılda Mısır’dan getirilmiş.

Ertesi gün sabah yolculuk otobüs ile Krallar Vadisine.

Krallar Vadisi

Vadinin içinde küçük lokomotifler ile mezar alanına gidiliyor. 62 tane kral mezarının bulunduğu bu vadiye girerken aldığınız bilet ile üç mezarı ziyaret edebiliyorsunuz. Girdiğiniz mezarın kapısında biletiniz deliniyor. Tutankhamon mezarına girmek için ayrı bilet, fotoğraf çekecekseniz de ayrı bir bilet alacaksınız. Biletiniz olmadan resim çektiğinizi görevliler görürse, makinenizi alıyorlar ya da resmi siliyorlar. Yani biletiniz yoksa resim çekmek gerilimli bir iş.

Firavunlar Kahire yakınlarında yaptırdıkları piramit mezarların soyulduğunu görünce, bu vadiyi mezarlık alanı olarak kullanmışlar. Burası bir ölüm kenti ve hiç yeşillik bulunmayan ıssız kayalıkların olduğu vadide ölümün ürkütücü kokusunu duyuyorsunuz.

Kayaların altı oyularak oluşturulmuş bu mezarlara giriş kapısından girince uzun bir koridorda ilerliyorsunuz.

Bu koridorun yan duvarları ve tavanında ölüm yolculuğunun resmedilmiş sembollerini görüyorsunuz. Ölümden sonraki hayatı ve ölüm sonrası kayıkla yapılan yolculuğu gösteren resimler var. İyilik ve kötülüğün tartıldığı tartı resimleri ve hiyeroglif ile yazılmış yazılar baş döndürücü. İçerde ölüm yolculuğunu hissettiren atmosferi bozan şey ise biletsiz resim çekiyor musunuz diye dolaşan görevliler.

Sonra mumyalanmış bedenin konulduğu devasa lahitlerin (içi boş) olduğu odaya geliniyor ve duvarlarda ölüm yolculuğu resimleri devam ediyor. Bu mezarlara, ölüm sonrası hayatında kullanılmak üzere; ölü ile birlikte tüm eşyaları da konuluyormuş. Hatta hizmetçileri, var olan hayvanları, bol miktarda da yiyecek! Bu vadideki biri hariç tüm mezarlar soyulmuş olduğundan boş mezarı geziyorsunuz. Sadece Tutankhamon’un mezarında mumyası var, bu mezardan çıkan diğer tüm malzeme Kahire Müzesinde sergileniyor. (Öyle böyle değil, neredeyse Kahire Müzesi’nin ikinci katın büyük kısmında bu mezardan çıkan eşyalar görülebiliyor)

Meraklısına; Tutankamon’un mezarını 26 kasım 1922 de Mısır bilimci İngiliz Howard Carter ve üç arkadaşı Krallar Vadisindeki kazı sırasında bulmuşlar. Çalışmaları, sponsor Beşinci Carnarvon Kontu George Herbert finanse ediyormuş.
Mezarda, iç içe geçmiş dört altın varaklı mabet ve bunların ortasında, iç içe yuvalanmış üç tabut bulunmuş. Dıştaki iki tabut altın varaklı ağaçtan, en içteki üçüncü tabut som altından imiş. Her tabutun içinde muskalar ve ritüel nesneleri bulunmuş. Bu görkemli mezardan çıkan tüm eşyaları ve tabutları Kahire Müzesi’nde gördüm, inanılmazdı.
Eski Mısır araştırmacısı Toby Wilkinson’a göre; kral mezarları, kral ile birlikte gömülen eşyaları ve onun etrafında toprağa verilen hizmetkarları aracılığı ile, firavunların krallık törenlerini ebediyen yönetmesini olanaklı kılmak için tasarlanmış.
Qurna köyü, krallar vadisindeki tüm firavun mezarlarının inşasının yapıldığı eski bir köy. Zamanla bu köyün altında kalmış mezarlar, yani evinin altını kazan köylüler çok sayıda eski materyal bulmuş, bunlar şimdi dünyanın her yerinde…

New Qurna köyü ise bu eski köyün devamı. Burada onix taşlara oyulmuş hediyelik eşyalar ve boyanmış taş levhalar yapılıp satılıyor. Mağaza girişinde küçük bir gösteri de yapıyorlar turistlere. Mağazada bol miktarda hediyelik eşya var. Fiyatlar üzerlerinde yazılı ama tüm Mısır’da olduğu gibi son fiyat (ahir kelam) pazarlık ile belirleniyor.

Kraliçeler Vadisi- Hatşepsut Tapınağı

Kayalık bir yamacın eteklerine kurulmuş bir tapınak burası. Anıtkabir’in mimarisinin buradan esinlenmiş olduğu iddia ediliyor. Üç katlı ve her kat taraçalardan oluşuyor. Hatşepsut’un MÖ. 1479- 1458 yılları arasında hüküm sürdüğü tahmin ediliyor. Hatşepsut Mısır’ın ilk ve tek kadın firavunu, üvey oğlunun yerine tahta çıkmış ve 22 yıl ülkeyi yönetmiş.

Kral gibi giyinip, takma sakal takıyormuş, tapınak girişindeki heykellerde de sakallı tasvir edilmiş. Hüküm sürdüğü dönemde imar faaliyetlerine önem vermiş, ticaret yolları sayesinde ülke bolluk ve barış dönemi olmuş.

Meraklısına; Hatşepsut bir firavun kızı. Hatşepsut’un annesi iki kız doğurmuş ancak, sadece Hatşepsut hayatta kalmış. Babası erkek evlat istediği için başka biriyle evlenmiş ve o evlilikten bir erkek çocuk dünyaya gelmiş. Çocuğunun adını Thutmose koymuşlar. Bir hanedan geleneği olarak Hatşepsut, üvey kardeşi Thutmose ile evlenmiş. Hatşepsut’un babasının ölümünün ardından, tahta eşi Thutmose geçmiş. Hatşepsut bu evlilikden erkek çocuk doğuramadığından eşi Thutmose, Aset isimli bir dansözü kendine eş olarak almış (annesinin kaderi devam etmiş) ve oğlu olmuş. Ancak Thutmose, Hatşepsut’un gelecekte çocuğuna duyacağı düşmanlıktan korktuğu için, oğlunu Hatşepsut’un yetiştirmesini istemiş. Eşi Thutmose’nin ani ölümünden sonra, Hatşepsut üvey oğlunun yaşının tutmamasından dolayı hanedanlık geleneklerine göre yaşı tutan tek hanedan üyesi olduğu için naip ilan edilmiş. Böylece Hatşepsut naip ilan edilen ilk kadın firavun olmuş. Yalnızca erkeklerin firavun olabildiği Antik Mısır’da bir kadın olarak Hatşepsut olabilecek isyanları önlemek amacıyla erkek kıyafetleri giyermiş, törenlere takma sakalıyla katılırmış. Yaşının küçük olması nedeniyle hükümdar olamayan üvey oğlu III.Tutmosis, çeşitli entrikalara başvurarak, oldukça ciddi sayılabilecek bir taraftar topluluğu ile bazı isyanların çıkmasında rol oynamış. Hatşepsut, hanedanlığı boyunca akılcı ve barışçı bir yönetim sergilemesine rağmen, sırf bu isyanları bastırmak için ordusunun başında seferlere çıkmış. Somali ve Cibuti seferlerinde büyük başarı elde etmiş. Hatşepsut’tan sonra tahta geçen III.Thutmose üvey annesinden kalan izleri silmeye çalışmış. Daha sonra III. Thutmose vicdan azabı çekmeye başlamış ve bir zamanlar üvey annesinin çektirdiği dişin üzerine Firavun Hatşepsut yazdırarak, bunu ömür boyu yanında taşımış. Tutankamun’un mezarının bulunmasından beri yapılan en büyük arkeolojik keşif olarak belirtilen, Hatşepsut’un mumyası 1903 yılında ünlü arkeolog Howard Carter tarafından Krallar Vadisi’nde bulunmuş. Ancak, 2007’de yapılan DNA testlerinden sonra bu mumyanın bir kadına ait olduğu anlaşılmış. Bu testlerden önce erkek olduğu düşünülüyormuş. Başka bir mezarda bulunan bir diş üzerinde ise “Firavun Hatşepsut” yazıyormuş. Mumyanın da bir dişi eksikmiş ve diş yerine oturtulmuş.

Memnon Heykelleri

Firavun III. Amenhotep Mezar Tapınağı’nın (şimdi sadece taş kalıntıları arkada görülüyor) önünde yer alan ve tapınağın koruyucusu olduğuna inanılan, kuvars kum taşından yapılmış iki dev heykel, günümüzde resim çektiren turistlere fon oluşturuyor.

18 metre yükseklikte ve her biri 700 tondan ağır olan bu iki dev heykel, MÖ. 1350 de yapılmış.

Geçmişte şafak vakitlerinde bu heykellerden, arp sesine benzer melodiler duyulurmuş. Bu nedenle şarkı söyleyen Memnon denirmiş. Bu seslerin, taşların arasındaki açıklıktan geçen rüzgarın sesi olabileceği söyleniyor. Roma İmparatorluğu döneminde yapılan restorasyonlar ile bu çatlaklar kapatılmış ve sesler de yok olmuş.

Sabah yapılan tapınak gezilerinden sonra, gemi tüm öğleden sonra Nil’in eşsiz manzaraları arasında yolculuğuna devam etti.

Bu sırada ipler ile gemiye bağlanmış kayıklarda bulunan satıcılar, üzerinde antik Mısır sembolleri olan masa örtüleri satmaya başladı. Çok tehlikeli gibi görünüyor ama sanırım alışkın oldukları için satıcılar gayet keyifliydi. Önce masa örtülerini açıyor, sonra poşete koydukları örtüleri dört kat yukarıdaki güverteye atıyorlar. Yolcular almak isterse parasını veriyorlar.

Güvertede çay keyfi yapıp manzara seyrederken, insanların ekmek parası için belki de hayatlarını tehlikeye atarak, satış yapmaya çalışması beni huzursuz etti. Ama 20 dolar verip bu örtülerden de almadım.

Bu arada gemi Edfu’ya vardığında gece olmuştu ve rengarenk sahil manzarası yeniden masal dünyasına çağırıyor ve gerçeklikten koparıyordu insanı. Edfu’nun gecesinin gündüzünden daha güzel olduğunu ertesi gün anlayacaktım.

Sabah dört kişinin oturabildiği, payton at arabası arası taşıtlar ile Edfu’nun içinden geçip Tapınağa gittik. Yolculuk enteresandı! Pek temiz olmayan bu taşıtlarla yolculuk sırasında paytona asılıp para isteyen çocuklar ve fakirliği belli olan kentin sokakları, geçmişte burada yapılmış muhteşem tapınak ile tezat teşkil ediyor gibiydi. 

Edfu Tapınağı

Şahin Tanrı Horus Tapınağı

Şahin Tanrı Horus’a ithafen yapılmış bu tapınakta, dış duvarlardan geçince revaklı avluya giriliyor. Etrafınızda lotus çiçekli sütunlar, karşınızda tapınağın giriş duvarı, duvarda dev resimler ve kapı girişinin yanlarında şahin başlı tanrı heykelleri. Bu avlu geçmişte halkın girebildiği bir alan, halk burada tapınağa hediyelerini sunuyormuş.
Avludaki kapıdan içeri girdiğinizde, sizi kutsal alana götüren on iki sütunlu bir bölüm var. Kutsal alana ise sadece Firavunlar ve din adamları girebiliyormuş. Bu bölümde Tanrı Horus’un ve başka tanrıların heykelleri bulunuyor. Tabi ki tüm duvarlarda boş yer yok, her yerde hiyeroglif ile yazılar, semboller ve resimler kazınmış.

Buradaki tanrı heykelleri geçmişte özel kutlama dönemlerinde diğer tapınaklara götürülüp, dişi ve erkek tanrıların birleşmesi sağlanıyormuş.

Tapınağın dış duvarları ile koruma duvarı arasında da labirent gibi koridorlarda yürüyorsunuz. Üstü açık bir alan ama her tarafınızda neredeyse gökyüzüne kadar yazılar, resimler, semboller.

Edfu tapınağı uzun süre toprak altında kaldığından iyi korunmuş durumda. MÖ. 237 yılında yapımına başlanmış ve MÖ. 57 yılında yani 180 yılda bitirilebilmiş.

Meraklısına; Firavun Osiris’i, kötülük tanrısı olan kardeşi Seth öldürmüş ve 14 parçaya bölerek parçaları değişik yerlere dağıtmış. Osiris’in karısı İsis bu parçaları bulmuş ve büyü gücü sayesinde birleştirmiş. Horus bu ikisinin çocuğu imiş.
Horus; Osiris ve İsis’in oğlu olup, şahin başlı atmaca kanatlı bir tanrı imiş. Sağ gözü güneşin, sol gözü ise ayın simgesi imiş. Şahin gözlü bu Tanrı, insanların yaptığı her şeyi, gece ve gündüz her zaman görebiliyormuş. Horus’un bakışlarının koruyucu ve iyileştirici gücü de varmış. Aslında manevi anlamda vicdanın gözünden hiçbir şeyin kaçmayacağını, insanın iç dünyasındaki her düşüncesini ve yaşamındaki her davranışını bilen ve sizi izleyen bir yargıcın keskin gözü imiş Horus’un gözü.
İllümünati sembolleri ile ilişkilendirildiğinden bu göz sembolü ürkütücü gelse de, gündüz güneş, gece ay bilgeliğinde/ışığında Ra ve Horus her şeyi görüyor ise kötülere gereğini yapıyordur umalım.

Kom Ombo

Nil’de öğleden sonra devam eden yolculuk, akşam üstü Aswan’a 50 km. uzaktaki Kom Ombo’ya götürüyor bizi. Burası altın tepesi olarak da anılan ve önemli bir tapınağı barındıran bir tarım kenti imiş.

Horus ve Sobek isimli iki tanrıya adanmış bu tapınak daha gemideyken görülüyor ve asilce selamlıyor sizi.

Tapınağa giriş yolunun iki yanında kafeler var bu kafelerde yerel sanatçılar kıvrak müzik ritimleri ile sizi karşılıyor.

Geniş ve dik merdivenleri tırmanarak, tapınağın olduğu düzlüğe vardığınızda geniş bir avluya giriliyor.

Şahin bakışlı ve atmaca kanatlı Tanrı Horus (iyi ve kötüyü gören ve korucu olan) ile insan vücutlu timsah başlı Tanrı Sobek (Nil’in ve dünyanın yaratıcısı) adına yapılmış olan bu tapınakta her şey simetrik.

Burada rehberimiz Mısır’da MÖ. 3000 lerden beri kullanılmakta olan bir takvim sistemini anlattı. Üç mevsim ve her mevsimde dört ay varmış, her ay da otuz günden oluşuyormuş.

Tapınak Nil seviyesinden yukarıda bulunuyor. Bu resimde görülen nilometre denen, derin kuyu sarmal basamaklardan oluşuyor. Nil taştığında buradaki ölçüleme ile taşmanın düzeyi belirleniyormuş. Bu düzeye göre, sonraki dönemde tarımsal verimin nasıl olacağı tahmin ediliyormuş. Bu bilgi ise vergi oranlarının belirlenmesinde kullanılıyormuş. 5000 yıl önce sağlam devlet yapısı kurulmuş anlaşılan.

Bu tapınak bir tür şifa merkezi- bilimler akademisi gibi bir işlev görmüş galiba. Duvarlarda tıp cihazlarının çizimleri bulunuyor. Yukarıdaki resimde hala günümüzde de kullanılan tıbbi cihazların resimleri var; makaslar, bistüriler, küretler resmedilmiş. El yıkamak için kullanılan ayaklı lavabo ise hijyene verilen önemi gösteriyormuş.

Ayrıca doğum yapan kadınların kullandığı oturak resmedilmiş.

Sonra gökyüzüne yükselen ve her tarafı resimleri ile dolu sütunlar, etrafınızdaki resim ve hiyeroglifler ile işlenmiş duvarlar arasında gezerken; Nil üzerinden güneşin batışını da izleyerek masal dünyasının sanal görüntüleri mi, gerçeklik mi ayırt edemediğimiz duygular içinde tapınaktan çıktığınızda, gerçek dünyaya dönüyorsunuz. Her yanınızda satıcılar satıcılar…

Tapınak MÖ.1450 lerde Tuthmois ve Kraliçe Hatşepsut zamanında yapılmış bir tapınağın üzerine, MÖ.205-180 senelerinde Kral Ptolemy tarafından inşa edilmiş.

Aswan

Gece Nil’de yolculuk devam ediyor Aswan’a doğru. Rengarenk ışıkları ve bunların suya yansıması ile modern bir şehir görüntüsü var burada.

Burası da dünyanın en büyük hidroelektrik santrallerinden biri olan Aswan barajı. Geniş güvenlik önlemleri içinde arandıktan sonra girdik baraja, objektifli kameralar ile resim çekmek yasaktı.

Meraklısına; Aswan barajı Mısır’ın siyasal ve ekonomik tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuş. 1898 yılında başlayan ve 1902 de tamamlanan ilk baraj, İngilizler tarafından yapılmış. Yukarı baraj (resimde görülen) ise, Cemal Abünnasır döneminde ülkedeki gelişim hamlesi için düşünülmüş. Ancak kredi bulunamamış ve soğuk savaş döneminde Rusların kredi ve teknik destek sağlamasıyla, 1960’da barajın yapımına başlanmış,1970 yılında baraj bittiğinde Mısır ülke ihtiyacından fazla elektrik üretir ve komşu ülkelere satar hale gelmiş. Ancak, binlerce yıldır verimli olan topraklar nedeniyle yaşam merkezi olan Nil artık taşmadığı için çevrede tarım azalmış, iklim değişmiş, gübre kullanımına başlanmış. Sulama ve elektrik üretiminde kullanılan barajın yapılması, iyi mi, kötü mü olmuş nereden baktığınıza göre değişiyor.
Ayrıca baraj yapılırken bazı tapınaklar ve eserlerde su altında kalmış. Philae Tapınağı’da sular altında kaldığı için UNESCO desteği ile Agilkia Adası’na taşınmış. 

Philae Tapınağı

Bu tapınak, MÖ. 690- 671 yıllarında Tanrı Kral Osiris’in eşi İsis adına yaptırılmış Philae adasına. Hatırladınız umarım İsis’i… Tanrı Horus’un annesi. Öldürülen ve 14 parçaya bölünen eşini birleştirerek diriltmişti. 14 üncü parçanın bulunduğu Philae Adası’na yapılmış bu tapınak.

Tapınak giriş avlusunun etrafında zarif sütunlar arasından yürürken karşınızda tapınak duvarlarında, dev resimler görülüyor.

Duvarda Tanrı Horusun resimleri dikkat çekiyor.

Tapınak sonraki dönemlerde Hristiyanlar tarafından da kullanılmış. İçerideki duvarlarda hiyerogliflerin arasında haç sembollerini de görmek mümkün.

Tapınağın iç kısmında duvarlar tavana kadar semboller, resimler ve yazılar ile dolu. Geçmişte bu tapınağı ziyaret eden gezginler de duvarlara isimlerini kazımışlar. Kim bilir, belki onlar da Antik Mısır’lılar gibi kalıcı işaretler bırakmak istemişler fani dünyaya, ya da “ben buradaydım” demek istemişlerdir, günümüzde elimizdeki telefonlar ile her taşın önünde resim çektiren bizlerin de durumu farklı değil sanki.

Kaplumbağa terbiyecisi resmi ile hatırlayacağınız Osmanlı dönemi arkeologlarından İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin kurucusu Osman Hamdi Bey de buraya uğramış ve ismini kazımış duvara dediler, ama aynı kişi mi bilemedim.

Tapınağı gezdikten sonra motorlara binmeden önce, adadan Nil’i seyrederek küçük kafelerde çay kahve içebiliyorsunuz.

Philae Tapınağı
Fellucca denen ve rüzgar gücü ile yelkenlerinin yön değiştirmesi sayesinde hareket eden teknelere binip, yarım saat gittikten sonra inip, motorlu teknelere bindik ve yaklaşık bir saat Nil üzerinde etrafı seyredip bol resim çekip, hatta çölün efendisi deve kervanlarını görüp, Nubian köyüne yaklaşınca (Afrika’nın epey derinlerindeyiz artık) rengarenk binalar görülmeye, neşeli insan sesleri duyulmaya başladık.

Nubiler ya da Nubailer; Güney Mısır ve Kuzey Sudan bölgesinde Nil vadisi boyunca uzanan tarihi bir bölge ve yerleşim yeri olan Nubiya’da yaşayan Nil-Sahra dilleri konuşan yerli bir etnik grupmuş. Özellikle Aswan’da turistlere yönelik el işi ürünler satarak, turistik fellucaları işleterek geçimlerini sağlıyorlarmış.

Bu köyün içinde gezerken; şirin sıcakkanlı insanlar günlük yaşamlarını mı sürdürüyor, dekorlar önünde turistler için piyasa koşulları gereği poz mu veriyor tam kestiremedim.

Küçük köy okulunda genç bir öğretmen Arap alfabesinin harflerini ve sayıları bize öğretmeye çalışarak bir gösteri yaptı, sonrasında okulun bahşiş kutusuna attığımız paraların nereye gideceğini tam kestiremediğim için huzursuz oldum açıkçası.

Köyün içinde, taş havuzlarda yarı uyuşuk timsahları görebileceğiniz ve çay içebileceğiniz dükkanlar var. Sokaklarda ise develerin üzerinde gezen turistleri görmek mümkün.

Köyün sokaklarında; değişik baharatların, otların, hediyelik otantik eşyaların satıldığı bir çok dükkan var, hatta sokaklara taşmış dükkanlar bunlar.

Hava kararmak üzereyken ayrıldık köyden. İlginç Afrika görüntüleri ile kalacak hafızamda, ama her türlü yerelliğin piyasa koşullarında paraya dönüştürülmesi çabalarının insanları da dönüştürmüş olması ve bakışlarındaki sıcaklığı yok ettiğini, başka hiçbir alternatiflerinin de olmadığını düşünmek üzdü beni. Hatta zaman zaman, filmlerde gördüğümüz; yerlilere acıyarak yardım eden, ancak kendini üstün gören beyaz adam sahnelerini düşünüp utandım, beş yıldızlı gemiye binmek üzere motorlara binerken.

Motor Aswan’a yaklaştığında, rengarenk ışıkları ile modern liman şehrinin şık görüntüsü bir saat önce bulunduğumuz yoksul köyün hissettirdiklerinin gerçekliğinden uzaklaştırdı. Aklımda geminin kuyumcusuna sipariş verdiğim, “kartuş” denen ve ismimin hiyeroglif harfleri ile yazıldığı kolyeyi bir an önce alma düşüncesi vardı. Son geceydi Nil’de ve vedalaşırken; “ölmeden önce görülmesi gereken yerler listesine” Nil’de gemi yolculuğu kesin girer diye düşündüm.

MÖ. 2950 yılında, Mısır’ın birleşmesi ile dünyanın ilk ulus devleti olarak kurulan ve üç bin yıl ayakta kalan (roma yaklaşık bin yıl) bu Devlet, Cleopatra dönemi ile son bulmuş.
Nil’in gizemli görüntüleri ile birlikte, bu muhteşem Devletin izlerini sürmek ve Firavun uygarlığını tanımlayan kutsal kral öğretisinin ihtişamlı eserlerini görmek isterseniz, gidin Nil’e, inanın döndüğünüzde daha farklı bakacaksınız dünyaya.

Kaynakça;
Eski Mısır,  Toby Wilkinson
http://www.misirkultur.net/tr/ Mısır Arap Cumhuriyeti Isır Kültür ve Eğitim İlişkileri Merkezi
http://luksor-tapinagi.nedir.org/

Bazı fotoğraflar Yücel Tanyeri’den

Edinburgh Gezi Rehberi: İskoçya’nın Başkenti

edinburgh

Edinburgh her adımda karşınıza zengin bir tarih ile bereketli yemyeşil topraklarla çevrili güzel bir şehir.

Glasgow’dan sonra İskoçya’nın ikinci büyük kenti Edinburgh, ülkenin doğusunda ve Kuzey Denizi’ne yakın bir konumda bulunmaktadır.

Edinburgh, 1437 yılında İskoçya’nın başkenti olmuş. Başkent olması nedeniyle şehirde İskoçya Hükümet Binaları, Parlamentosu ve Yüksek Mahkeme binaları bulunuyor. Holyroodhouse Sarayı ise Birleşik Krallık monarşisinin İskoçya’daki resmi ikametgahı olarak kullanılıyor.

Şehir uzun yıllardır başta tıp, hukuk, edebiyat, bilim ve mühendislik olmak üzere üniversite eğitiminin merkezi olmuş. 1582 yılında kurulan Edinburgh Üniversitesi 2018 yılındaki Dünya Üniversiteleri sıralamasında 23. olmuş. Şehir, Londra’dan sonra Birleşik Krallığın en büyük finans merkezi. Tarihi ve kültürel zenginliği ile yine Londra’dan sonra yaklaşık yılda 1 milyondan fazla turist çeken ikinci şehir.

Meraklısına Kısa Tarihi

Şehirdeki bilinen en eski yerleşim Mezolitik dönemde M.Ö. 8500 yıllarına aitmiş. Bronz ve Demir Çağına ait bazı kalıntılara şehirdeki tepelik alanlarda rastlanmış. M.Ö. birinci yüzyılda Romalılar Lothian’a geldiğinde burada Votadini olarak kayıtlara geçmiş Kelt bir kavimle karşılaşmış. 638 yılından itibaren bölgenin kontrolü İngilizlere geçmeye ve 12. yy’dan itibaren de şehirler kurulmaya başlanmış.

Mel Gibson’un meşhur William Wallace karakterini canlandırdığı Braveheart filminde konu edildiği gibi 1200’lerin sonu 1300’lerin başlarında İngilizler İskoç kralını desteklemek için bölgeye gelip tahta kendileri çıkıyor. Wallace da İskoçların bağımsız olması için sonu hüsranla biten bir mücadele başlatıyor. İskoçların bu kahramanı için Sterling’de biraz da filmin etkisiyle Mel Gibson’a benzetilen büyük bir heykel dikilmiş.

1544 yılında denizden yaklaşan bir İngiliz donanması şehri istila etmeye çalışmış ve her yeri yakıp yıkmış. İskoç ordusunun mukavemeti ile şehir kurtulmuş ama iki gemi kalenin ambarlarını boşaltarak götürmeyi başarmış. Bu da 16. Yüzyıldaki İskoç reform hareketlerinin ve 17. Yüzyıldaki Antlaşma Savaşlarının (Wars of the Covenant) başlangıcı olmuş. 1603 yılında İskoçya ayrı bir krallık olmakla birlikte İngiliz hanedanı tacın tek kişide toplanmasını (Union of the Crowns) sağlamış. 1638 yılında da Anglican yani İngiliz Kilisesinin Presbiteryan Kilisesi bulunan bu ülkeye getirilmeye çalışılmasından dolayı Üç Krallık Savaşları yapılmış. 1707 yılında her iki ülke Birleşme Antlaşmasını imzalayarak Büyük Britanya Krallığı altında parlamentolarını birleştirmiş. Bunun üzerine 18. yüzyılın ilk yarısında şehir özellikle bankacılık alanında çok gelişmiş ve böylece şehrin nüfusu artmış. 1745’deki Jacobite Ayaklanması sırasında Jacobite Highland Ordusu İngiltere’ye yürümeden önce Edinburgh’da yerleşmiş ve bunlar Culloden’da yenilgiye uğramış. Bu dönemde Şehir Konseyi Alman Hannover Hanedanlığı’na daha yakın durmuş ve hatta bazı sokak isimlerini monarşiden seçmiş.

18.yüzyılın ikinci yarısında şehir İskoçya Aydınlanmasının merkezi olmuş. David Hume, Adam Smith, James Hutton ve Joseph Black şehirde tanınan önemli düşünürlerdenmiş. Edinburgh böylece entelektüel bir merkezi haline gelerek Orta Çağ ve Neoklasik mimarisiyle, Edinburgh Üniversitesi’nin kurulması ve İskoç Aydınlanmasının etkisiyle yükselen kültür düzeyiyle, önemli düşünürleriyle antik Atina’yı anımsattığından “Kuzeyin Atinası” takma ismini almış.

1998 yılında İskoçya Anlaşması imzalanarak İskoçya Parlamentosu ve Hükümeti oluşturulmuş. Bunlar sadece İskoçya’nın içişlerinden sorumlu iken savunma, vergilendirme ve dış işleri Londra’daki Birleşik Krallık sorumluluğunda kalmış. Şehrin Düklüğünü Kraliçe II. Elizabeth’in eşi Prens Philip yapmaktaymış. Prens Philip bu göreve, daha II. Elizabeth kraliçe olmadan önce getirilmiş. Bu nedenle de II. Elizabeth kraliçe olmadan önce Edinburgh Düşesi sıfatını taşımış. Prens Philip’in armasında halen Edinburgh arması bulunuyormuş. Yakın tarihlerde İngilizlerden ayrılmak ve bağımsız olmak için İskoçya’da bir referendum yapılmış ancak hayır çıkmış. Yine de son seçimlerde bağımsızlık yanlısı Ulusal İskoçya Partisi çok fazla milletvekili çıkarmış. Gelecekte ne olur bilinmez ama benim gözlemim İskoçlar İngilizlerden daha özgür bir ruha sahipler.

Şehrin tarihi bölgesi gezmesi kolay olan belirli bir alanda toplanmış. Kayaların üstüne kurulu olan tarihî şehir “Old Town” ile Princes Caddesi’nin diğer tarafında kalan ve sonradan gelişen “New Town” bölgeleri UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesinde de bulunuyormuş.

Ulaşım

Londra’dan başlayarak Belfast’da 1 gece konakladığım ve ertesi akşam saatlerinde Flybe Havayolları’na ait uçakla devam eden seyahatim Edinburgh’da noktalandı. Ancak uçağı anlatmadan geçemeyeceğim. Yıllardan sonra ilk kez böyle küçük dolayısıyla çok sallanan bir uçakla yolculuk ediyordum. Büyük Britanya içinde seyahat ettiğimiz için herhangi bir pasaport kontrolü olmadı. Bu arada havalimanında bol miktarda THY afişleri gördüm. Türkiye’den direkt uçuşu olan tek havayolu THY ama çok pahalı olduğundan ben Londra üzerinden daha uygun fiyata uçmayı tercih ettim. Bu arada görmediğim bir şehri de (Belfast) gezmiş oldum. (İstanbul-Londra British Airways ile 220 Lira, Londra-Belfast RyanAir ile yaklaşık 120 Lira, Belfast ve Edinburgh Flybe Havayolları ile yaklaşık 100 Lira ödedim.)

Havaalanı çıkışında şehre giden otobüsü bulmak için ileriye doğru yürüdüm. Hemen yakında tramvay durağı var ve Princes Street’e kadar da gidiyormuş. Benim tramvay hakkında bilgim olmadığından otobüse yöneldim. Airlink 100 isimli otobüsler havaalanı ile şehir merkezi arasında ulaşım sağlıyor. Bilet otobüsün yanında beklediği gişeden alınıyor. Tek yön için 4,5 Pound ödedim.

Otobüsün son durağı Waverley Tren İstasyonu’ydu ve benim bir durak önce Princes Street’de inmem gerekiyordu. Saat akşam 8-9 civarı olmasına rağmen bölge oldukça canlıydı. Otobüsten indikten sonra hosteli Princes Street’in paralel caddesi olan Queen Street üzerinde buldum. Ancak beni kötü bir sürpriz bekliyordu ve çaldığım kapı açılmadı. Yurt dışı seyahatlerimde bu üçüncü kez başıma geliyordu. Uzun süre zili çalmaya devam ettim, internete bağlanmaya çalıştım. Tam o sırada bisikletiyle bir genç geldi. Ona rezervasyonum olduğunu ve içeri giremediğimi söyledim. Dış kapı ve oda kapısının şifresinin bana gönderilmesi gerektiğini söyledi. İçeri lobiye girdik ve wi-fi şifresini alarak internete bağlandım. Kendi mail adresime baktığımda herhangi bir şifre göremedim. Eyvah gecenin bu saatinde ortada kaldım diye düşünürken genç risk alarak bana dış kapı ile oda kapısı şifresini verdi ve bunu kimselere söylemememi tembihledi. Hemen odaya gidip uyumaya çalıştım. Yeni günde çözüm bulmak daha kolay olacaktı.

Yeni günle birlikte dünyanın en güzel şehirlerinden biri olan Edinburg’u gezmeye başlayabiliriz.

Gezilecek Yerler

Edinburg’ta birçok yeri toplu taşım kullanmadan yürüyerek dolaşmak mümkün. İlk gün tabii ki program Edinburgh Kalesi ile başlamalıydı, öncelikle kale ve civarı adım adım gezilecekti.

Sabah Princes Street’e kadar yürüdüm ve İskoçya Ulusal Galerisi’nin önünde bulunan meydana ulaştım. Galeriyi daha sonra gezeceğim için öncelikle meydanda ilerideki merdivenlere yürüdüm. Her basamakla şehri kuş bakışı görme imkanı buluyordum. Bu bölgedeki binaların mimarisi de şahaneydi. Kaleye çıkmak için ileride gözüken yokuşa tırmanmaya başladım. Yolun sol tarafında muhteşem yapılardan oluşan Edinburgh Üniversitesi’nin New College Kampüsü bulunuyor.

Burası İskoçya İlahiyat Okuluna ve İskoçya Kilisesinin Genel Kurul Salonuna ev sahipliği yapıyormuş. 1846 yılında yapımına başlanmış olan binalar sanki bir masaldan fırlamış gibi geliyordu.

Ben göremedim ama dışı kadar binaların iç kısmı da etkileyiciymiş. 1843 yılında kurulan kütüphanesi Birleşik Krallıktaki en büyük teolojik kütüphaneymiş. Rainy Hall ise hanedanlık armalarıyla süslenmiş gotik tarzda bir yemek salonuymuş ve halen yemek ve toplantılar için kullanılıyormuş.

New College’in ana kapısından girince karşımıza çıkan avluda 16.yüzyılda İskoç Bakanlığı yapmış, reform hareketinin lideri, teolojist ve yazar John Knox Heykeli bulunuyor.

Yokuşun başında köşede Camera Obscura ve İllüzyon Dünyası Müzesi yer alıyor. Camera Obscura karanlık oda anlamına geliyormuş. 1835 yılında kurulan Edinburgh’un bu en eski turistik faaliyeti 2013 yılında TripAdvisor’ın İskoçya’da yapılacaklar listesinde birinci ve Birleşik Krallıkta’da ikincilik ödülünü almış. Burası Edinburgh Kalesi’nden çıkınca hemen sol tarafta ve Royal Miles üzerinde bulunduğundan turistlerin doğal olarak ilgisini çekiyor. İçeri girecek kadar ilgimi çekmemekle birlikte girişinde yer alan aynaların önünde durarak eğlenmekten tabi ki geri kalmadım.

Altı katlı müzede ışık, renk ve göz yanılmasına dayalı illüzyonist faaliyetler interaktif olarak yapılıyormuş. Ayrıca burada bulmacalar, labirent aynalar ve girdap tünelleri de bulunuyormuş. Binanın çatısında Edinburgh’un seyredileceği bir teleskop varmış. Çocuklar için özellikle eğlenceli olabilir ama giriş ücreti biraz pahalı gibi. Yetişkinler için 15 ve çocuklar için 11 pound olduğunu söyleyeyim.

Aynaların önünde biraz eğlendikten sonra kaleye doğru yöneldim. İki yol ağzında çok büyük ve gotik stili olan bir yapı bulunuyor. The Hub adlı bina 1845 yılında İskoçya Kilisesi olarak inşa edilmiş. O zaman hem kilise olarak hem de Genel Kurul Salonu olarak hizmet vermiş. Zaten bu yüzden o yıllarda Victoria Hall olarak biliniyormuş. 1999’dan sonra adı The Hub olarak değiştirilmiş. Edinburgh Uluslararası Festivali başta olmak üzere çeşitli festivallere, konferanslara ve düğünlere ev sahipliği yapıyormuş. Siyah ve ürkütücü siluetiyle Edinburgh’da gördüğüm en ilginç binaydı.

Yukarıya doğru yürümeyerek kale gişelerine ulaştım. Çok sayıda gişe olmasına karşın sabahın erken saatinde bile oldukça uzun bir kuyruk vardı.  On dakika içinde 18,50 Pound ödeyerek biletimi aldım. Yaz sezonu için yani Nisan-Eylül ayları arası kale 09:30-18:00 saatleri arası açıkmış.

Kale rehberli turlarla veya 8 dilde sunulan sesli rehberlik ile gezilebilir.

Kalenin ana giriş kapısı Portcullis Gate Lang Kuşatmasından sonra 1574-1577 yılları arasında yapılmış. Son yıllarda İskoçya’daki bir numaralı turistik aktivite olarak Edinburgh Kalesi gösteriliyormuş. UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde bulunan bu kaleyi gezmek için en az 3-4 saat ayrılması gerekiyor.

İskoçya’daki en meşhur kalenin tarihi de oldukça zengin. En eski kısmı olan St Margaret’s Chapel 12. yüzyılda yapılmış. Büyük Salon (the Great Hall) IV.James tarafından 1510 yılında, Yarım Ay Bataryası (the Half Moon Battery) Regent Morton tarafından 16. Yüzyılda ve İskoç Ulusal Savaş Anıtı ise Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılmış.

Tarihi kalenin Edinburgh’a tamamen hakim olan konumundan dolayı bu muhteşem ve etkileyici bir yerden şehir 360 derece açı ile seyredilebiliyor. 

Argyle Battery olarak adlandırılan ve yan yana duran altı adet top bataryası kalenin kuzey kısmını savunmak için 1730-1732 yılları arasında yerleştirilmiş.

Giriş kapısının hemen sol tarafında yukarıya çıkılan Lang merdivenleri bulunuyor. Bu merdivenler Orta Çağ’da kalenin zirvesine ulaşmak için ana yol olarak kullanılmış. 15. yüzyılda ağır silahları kaleye taşımak için yukarıya ulaşan mevcut yol yapılmış.

Portcullis Kapısı’nın hemen üstüne 1887 yılında inşa edilen Argyle Kulesi 9. Argyle Kontunun 1685’deki idamından önce tutulduğu bir yermiş. Bu kulenin merdivenlerini çıktım ama kule açık değildi. Bu da kulenin merdivenlerinden çektiğim bir fotoğraf.

Düzlük alanda ise Mons Meg isimli meşhur top bulunuyor. Zamanının en etkili savaş aracı olan, 6,6 ton ağırlığında, 150 kg top güllesini 3.2 kilometre uzaklığa fırlatabilme kapasitesine sahip top dünyanın en meşhur Orta Çağ silahıymış. Top 1454 yılında Fransa’nın Burgonya Dükü tarafından Kral II. James’e hediye olarak gönderilmiş. 16. Yüzyılın ortalarına kadar sadece törenlerde kullanılmış ama bir törende alev alıp yandığından kullanılamaz hale gelmiş. 1754 yılında Londra Kulesi’ne götürülen  top ancak İskoçların yoğun kampanyası sonucu 1829 yılında tekrar kaleye getirilmiş..

Kalede bulunan St. Margaret Şapeli, Edinburgh’da bugünlere gelebilen en eski yapı olup 1130 yılında yaptırılmış. Muhtemelen büyük taş kulenin bir parçasıymış. Kalede 1000’li yıllarda yaşayan bir azize adandığı için ismi St. Margaret Şapeli olmuş. Romanesk mimarinin örneği olarak gösterilen yapı 19.yüzyılda restore edilmiş. Günümüzde vaftiz törenleri ve düğünler için kullanılıyormuş.

Şapelin ilerisinde bulunan meydanın etrafında National War Museum (Ulusal Savaş Müzesi), Crown Jewels House (Saray Mücevherleri Müzesi), The Great Hall (Büyük Salon) bulunuyor.

National War Museum İskoçya’nın 17. yüzyıldan itibaren yaptığı savaşlarda kullanılan askeri objelerin, katılanların isimlerinin yer aldığı listelerin, çeşitli anıtlar ve duvar resimlerinin bulunduğu bir müzeydi. Çok da ilgimi çektiğini söyleyemem.

Bu binada bulunan İskoç Ulusal Savaş Anıtının bulunduğu yerde Orta Çağ’da St. Mary Kilisesi bulunuyormuş. Bu anıt, I ve II. Dünya Savaşlarında ölenler için yapılmış. Buradan Savaş Müzesi’nin tam karşısında olan Büyük Salon’a girdim.

Büyük Salon 1503-1513 yıllarında Kral IV. James tarafından yaptırılmış. İlk yıllarda törenlerde kullanılan salon, 1650 yılında asker kışlasına çevrilmiş. Bugün ise çeşitli devlet ve saray faaliyetleri için kullanılıyor. Salonun duvarlarında çeşitli zırhlar, kılıçlar ve mızraklar sergileniyor.

Büyük Salonun bulunduğu binanın diğer tarafında başka bir giriş kapısı ile The Royal Palace’a yönlendirildik. Saray iç içe geçmiş birçok salondan oluşuyordu. Kral ve kraliçeler için çok zengin bir şekilde dekore edilmişti. Mary’nin 1566’da doğan Kral VI. James’i doğurduğu küçücük odada hiç mobilya yoktu. Fotoğraf çekeceğimi düşünen bir kadın buranın ruhani bir yer olduğunu fotoğraf çekemeyeceğimi söyledi. Zaten çekme niyetim de yoktu, boş odanın nesini çekeyim!

Buradan çıkınca önünde uzun bir kuyruk bulunan Mücevher Müzesi‘ne girmeye niyetlendim. Hava çok sıcaktı ama gördüklerim beklediğime değdi. Müzede sergilenen objeler 15 ve 16. yy’dan günümüze ulaşabilen İngiliz adalarındaki en eski mücevherlermiş. Taç giyme törenlerinde kullanılan taç, kılıç, asa gibi çok kıymetli mücevherlerle süslenmiş eşyalar sergileniyordu. Ne yazık ki bunların fotoğrafının çekilmesi yasak olduğundan çekim yapamadım. Binanın dışından görünüşü ile yetinmek zorundayız.

Mücevher Müzesi’nin tam karşısında altında bir cafe bulunan Kraliçe Anne Binası bulunuyor. Ancak binanın cafe dışındaki kısımları ziyarete açık değil. Orta Çağ’da burada sarayın silah deposu varmış ve Mons Meg’in ilk konulduğu yer de burasıymış. 1708 yılındaki Jacobite isyanından sonra 1710 yılında memur kışlası olarak ve kalenin silahçıları için inşa edilmiş.

Yol üzerinde viski tanıtımı ve satış yeri yapan bir dükkan gördüm. Kaleyi gezenlere ücretsiz tanıtım ve tadım  yaptırıyorlar. Viski ilgi alanım olmamasına rağmen yine de dükkanı gezip boy boy ve çeşit çeşit viskilerin görüntüsüne ve fiyatlarına baktım. Pound kuruyla hesaplayınca çoook pahalı geldi bana.

İskoç kültürünün vazgeçilmez içkisi viski genel olarak Single Malt, Single Grain ve Blend olmak üzere üç tipte üretiliyormuş. Yıllandırılmış single malt viskiler ise en makbul olanıymış.

İskoç viskileri ile kısa tanışma sonrası kalenin bir diğer önemli bataryası olan Half-Moon Battery’yi gördüm. Bu batarya, 1571-1573 yıllarındaki uzun kuşatmadan sonra Kraliyet Sarayı’nı korumak amacıyla 1573-1588 yıllarında kurulmuş. Buraya yerleştirilen toplar 1810 yılında Napolyon Savaşları sırasında yapılmış. Topların bulunduğu platformun altında 1329-1371 yılları arasında yaşamış olan Kral II. David’in mezarı bulunuyormuş.

Half-Moon Battery’nin hemen arkasında bir merdivenle inilen David’s Tower kulesi yer alıyor. Bu kule David II tarafından yaptırılmış ama tamamlandığını göremeden ölmüş. Kule 1300’lerin sonunda kalenin ana merkezini oluşturuyormuş ve o zaman 30 metre yüksekliğindeymiş. Burası 100 yıla yakın sarayın yabancı diplomatların karşılandığı önemli bir yer olmuş. 1573 yılında bir kuşatma sırasında kulenin üstü bir top atışıyla büyük ölçüde tahrip olmuş.

Bir başka batarya Forewall Battery 1544 yılında Kral V.James tarafından Orta Çağ ihtiyaçlarına göre kurulmuş. Silahlar ise 1810 yılında yapılmış.

Sağlam gözüken bir diğer yapı da Governor’s House, Yönetici Evi. 1742 yılında yapılan bu binada eskiden kale komutanı ya da yöneticisi, silahtarbaşı ve ambar amirinin evleri varmış. Ancak ziyarete açık değil.

Edinburgh Castle’da birbirinden bağımsız iki ayrı askeri alay müzesi olan Regimental Müzeler var. Bunlardan birisi The Royal Scots Dragoon Guards Museum, diğeri de The Royal Scots Museum olarak adlandırılıyorlar. Bu müzeler, İskoçya tarihinin en eski iki askeri alayının anılarını anlatıyor. İskoç kıyafetleri özellikle çok ilginç.

Sırada merdivenlerle inilen ve çok ilginç olan Prisons of War isimli hapishane vardı. 1758 yılında Fransa ile yapılan Yedi Yıl Savaşları’ndan sonra yakalanan korsanlar buraya hapsedilmiş. Bu hapishane pek çok milletten insanı ağırlamış. Bunlardan en ilginci 1805 yılındaki Trafalgar Savaşı sırasında yakalanan 5 yaşında bir trompetçi çocukmuş.

Bir de 1842’de yapılan Military Prison, Askeri Hapishane var. Burada küçük küçük hücreler yapılmış ve ekstra bir özellik görmedim.

Küçük meydanın ortasındaki büyük, atlı Earl Haig Heykeli Bombay’lı bir asil tarafından hediye edilmiş.

One O’Clock Gun ise kalede yer alan diğer bir top. Bu top ile her gün (pazar günleri hariç) öğlen saat 1’de top atışı gerçekleşiyormuş. Denizcilerin saatlerini ayarlaması için yapılan ve ilk olarak 1861 yılında başlayan bu atış gelenek haline gelmiş. One O’Clock Gun fotoğraftaki en uçta gözüken top.

Kalenin bir diğer kapısı da Foog’s Gate, Edinburgh Kalesi’nin üst kısma açılan ana giriş kapısıymış. Kapının iki tarafındaki duvarlar Kral II. Charles tarafından savunmayı güçlendirmek için 17. yüzyılda yaptırılmış.

Kale gez gez bitmiyordu. Artık vakit öğleye yaklaşmıştı. Hemen hostele dönüp konaklama sorunumu çözmem gerekiyordu. Bu arada tüm kaleyi iki sırt çantasıyla gezdiğimi söylemeliyim. 

Şehrin en merkezi yerinde Princes Street’teki National Gallery of Scotland’ın (İskoç Ulusal Galerisi) içinde çok önemli eserler bulunan İskoçya’nın en önemli ve hatta dünyanın en iyileri arasında olduğu söylenen müze de görülecek yerler arasında ilk sıralardaydı.

Müzede erken Rönesans döneminden günümüze dek gelen önemli sanatçıların eserlerini ve ayrıca İskoç sanatçılarına ait önemli eserleri görmek mümkün. Girişin ücretsiz olduğu galeride, Boticelli, Raffaello (Raphael), Titian, Monet, Van Gogh, Turner, Tiziano, Rubens, Rembrandt, Vermeer, Constable, Gauguin gibi dünyaca ünlü isimlerin eserleri bulunuyor. Koleksiyonun en dikkat çeken kısmı ise İskoç resim sanatının tarihini de gösteren Ramsay, Raeburn, Wilkie ve McTaggart gibi önemli isimlerin eserlerine yer verilmesiymiş.

1859 yılında halka açılan Scottish National Gallery başlangıçta bağımsız bir bina olarak inşa edilmiş. Bu bina ve Royal Scottish Academy Building  neoklasik bir mimari stilde tasarlanmış. Bu iki binanın tarihlerinin iç içe geçmesi nedeniyle 2004’den bu yana bahçe seviyesinde birbirine bağlanmış. Uzun uzun gezdiğim galeriden fazla yer kaplamamak için sadece birkaç foto paylaşabiliyorum, siz de gezmeyi ihmal etmeyin.

Four Male Figures – Perugino, The Virgin Adoring the Sleeping Christ Child – Sandro Botticelli

The Madonna of the Yarnwinder- Leonardo da Vinci eserleri de aşağıda.

Vakitten kazanmak için hemen meydanda bulunan diğer müzeye yöneldim. Scottish National Gallery of Modern Art‘ı kapanma saatine çok az zaman kaldığından hızlı gezmek zorunda kaldım.

Modern Sanat Müzesi’nin de bulunduğu Princes Street Edinburgh’un en hareketli caddesi. “New Town” bölgesinin en güney bölümünde yer alıyor. Edinburgh’un tarihi ve turistik ana merkezi Old Town (Eski Şehir) ve New Town (Yeni Şehir) olmak üzere iki bölümde toplanmakta.

Edinburgh’da gezilip görülmesi gereken pek çok yer ağırlıklı olarak 14-16. yüzyıllar arasında kurulmuş Old Town’da yani Eski Şehirde bulunuyor. Gezmiş olduğum Edinburgh Kalesi, eski şehrin önemli simgelerinden olan Edinburgh Üniversitesi, Camera Obscura, Royal Miles’da sıralanan tarihi kilise St. Giles Katedrali, Edinburgh Kilisesi, yolun sonunda bulunan Holyrood Sarayı, Holyrood Parkı ve buraya yakın volkanik tepe Arthur’s Seat, Holyrood’da bulunan Parlamento Binası ve ismini sayamadıklarımın hepsi bu bölgede görebileceğiniz tarihi zenginlikler arasında yer alıyor. Old Town’daki her bir sokak ayrı bir dünya gibi ve ansızın karşınıza farklı bir tablo çıkıveriyor. Edinburgh’da bulunduğum sürece bu sokaklarda gezmelere doyamadım. Ünlü yazar J.K. Rowling’in Harry Potter kitaplarını yazmış olduğu The Elephant House da Royal Mile civarında bulunuyormuş ama uzun süre aradığım halde bir türlü burayı bulamadım.

New Town -Yeni Şehrin kuruluşu da, bakmayın yeni denmesine, o bölge de on sekizinci yüzyıldan itibaren yapılaşmaya başlamış. Bu bölgede daha çok alışveriş yapılabilecek ünlü mağazalar ve restoranlar bulunuyor. Bu iki bölgeyi birbirinden ayıran ve mutlaka görülmesi gereken cadde ise yürümeye başladığım Princes Caddesi. İskoçya’nın Oxford Street’i olarak kabul edilen ve özel araç trafiğine kapalı olan bu cadde önemli alışveriş mağazalarına ev sahipliği yapıyor. Kale manzarasını en iyi bu caddeden görebildiğinizi söylemeliyim.

Yolda yürürken gayda çalan sokak sanatçılarını, restorantları, mağazaları, cafeleri, İskoçya’nın simgesi kiltlerden ve ekose kumaştan yapılmış bir sürü giyim eşyası ve aksesuarı göreceğiniz hediyelik eşya dükkanları ile oldukça renkli bir cadde burası.

Bu arada yeri gelmişken İskoç erkeklerinin giydiği pileli, ekose kumaştan kısa etek Kiltten söz edelim. İskoçya’da özel günlerde giyilen bu etekler ulusal gururun, aile ve klan ilişkilerinin önemli bir sembolüymüş. Kilt İskoçlar için ayrıca gücün, romantikliğin ve dramatizmin de en önemli sembolüymüş. Kilt kostüm, ceket, yelek, gömlek, kravat, bel çantası, kilt iğnesi, dize kadar yün çorap, kurdele ve hafif takım elbise ayakkabılarından oluşuyormuş.

Kilt giyilmesinin tarihçesi 1500’lü yıllara kadar gidiyormuş. İskoç erkekleri ava giderken dizlerinin üzerinde kalan bir omuz atkısı kullanıyormuş. Zaman içerisinde daha geniş atkılar kullanmışlar ve üstlerinde çok fazla kumaş taşımak istemedikleri için de üst kısmını atıp sadece alt kısmını giymeye başlamışlar. 1747 yılında İngiltere Kralı II. George Kilt giyilmesini yasaklamış. Bunun üzerine İskoçyalılar protesto eylemlerinde Kilt giymeye başlamışlar. Yasak 1782 yılında kaldırılsa da Kilt, İskoç sosyalizminin de bir sembolü haline gelmiş.

Geçmişte aristokrasinin simgesi olması nedeniyle, her aile kendi tartan desenini kullanırmış. Mağazalarda kilt fiyatlarının oldukça yüksek olduğunu gördüm. Bunlar set olarak da satılıyor ve bir yerde set fiyatının 900 pound civarında olduğunu görünce gözlerim yuvalarından fırladı.

İskoçya’da kullanılan poundun değeri TL’ye göre çok yüksek olduğundan alışveriş yapmak gibi bir niyetim yoktu. Yine de vitrininde %70 indirim yazan ve outdoor ürünler satan bir mağazaya girmekten kendimi alamadım. Tabi ki mağazaya bu girişim 20 pound ödeyerek bir polar mont alımıyla sonuçlandı.

Yürümeye devam ettim ve sağ taraftaki bir caddeye dönerek uzaktan gözüken St. Mary’s Katedrali‘ni yakından gördüm. Gotik stilde 19. yüzyılın sonlarında inşa edilen episcopal bir kiliseymiş ve koruma altına alınmış.

Princes Caddesi’nin ters istikametine geri dönerek önce kale manzarası eşliğinde St. John’s Kilisesi‘ni gördüm.

Sonra yola devam ederek Tren İstasyonunu uzaktan da olsa görebildim. Edinburgh Waverley Tren İstasyonu’nun ismi Scott’un Waverley romanlarından geliyormuş. Yazarlara, edebiyatçılara böyle sahip çıkılması çok güzel! Tren istasyonu dar bir vadiye konuşlanmış ve ülkenin ikinci büyük tren istasyonuymuş.

Edinburg’ta ikinci günümde Prenses Caddesi’nin yukarı kısmını keşfetmeye çalıştım. Önce Scott Monument karşısında bir süre mola verdim. Scott Anıtı Princes Street’de yer alan çok büyük ve görkemli bir anıt. Victorian Gotik tarzda inşa edilmiş taş bir kule olup, 1832 yılında ölen ünlü İskoç yazar Sir Walter Scott‘ın anısına 1846 yılında inşa edilmiş. Dünyada bir yazara ithaf edilen ikinci en büyük anıt olarak tarihe geçmiş. Anıtın tam ortasında yazarın bir heykeli var ve Scott Anıtı üzerinde de ayrıca 68 adet heykelcik bulunuyor.

Bu anıtın tepesine 5 pound ödeyerek çıkılabiliyor. Spiral bir merdivenle tırmanılan anıttan muhteşem bir Edinburgh manzarası izlenebiliyor. Anıtın yüksekliği yaklaşık 62 metre civarında ve tepesine kadar 288 basamak bulunuyor.

Scott Monument’in bulunduğu alan East Princes Street Gardens olarak adlandırılırken İskoç Kraliyet Akademisi ve sanat galerisi olan National Gallery’nin diğer tarafı West Princes Street Gardens  adlandırılıyor. Caddede bir kısmı otele çevrilen çok güzel tarihi binalar da bulunuyor.

1897 yılında açılan tarihi Kuzey Köprüsünden geçerek Eski Şehre doğru yürüdüm. Ağzım bir karış açık bir başka dünyaya gitmişim gibi çevremi seyrediyordum.

En sonunda Royal Mile’a ulaştım. Royal Mile (Kraliyet Yolu), Edinburgh Kalesi’nden başlayıp Hollyrood House Palace’a kadar uzanan yaklaşık 2 km uzunluğunda bir yol. Şehrin turistik caddesi ve tam bir açık hava müzesi görünümünde olan Royal Mile’da 16, 17 ve 18. yüzyıldan kalma birçok yapı bulunuyor. Bir anlamda burası İskoçya’nın tarihi başkentinin kalbi niteliğinde. Binaların arasında Arnavut kaldırımlı çıkmaz sokaklar ve dar merdivenlerle birbirine bağlanan gizli bir dünya bulunmakta.

The Real Mary King’s Close ya da the Scottish Storytelling Centre, St Giles Katedrali gibi tarihi binalar ve şehrin en iyi yeme- içme mekanlarıyla burası mutlaka görülesi bir yer haline geliyor. 

Royal Mile’ın köşesinde Tron Kirk Kilisesi yer alıyor. 1647 yılında yapımı tamamlanan bu kilise 1829’da çıkan bir yangın sonucu yanmış. Tron ismini 18. yüzyılda burada bulunan tartı, baskül gibi aletlerden almış. 1952 yılından sonra kilise olarak kullanılmamış ve yaklaşık 50 yıl boş tutulmuş. Günümüzde ise turistler için danışma ofisi olarak hizmet veriyor.

Caddenin alt taraflarına doğru Edinburgh Üniversitesinin Holyrood Kampüsünü gördüm. Bu arada Edinburgh Üniversitesi’nden bir çok ünlü kişinin mezun olduğu belirtiliyor. Telefonun mucidi Alexander Graham Bell, penisilinin mucidi Alexander Fleming ve Sherlock Holmes karakterinin yaratıcısı Sir Arthur Conan Doyle bu ünlülerden birkaçı.

Yolun en sonunda sağ tarafta kalan değişik dizaynıyla Parlamento Binası’nı ve hemen karşısında bulunan Queen’s Gallery’yi sabahın erken saatlerinde görmüş oldum.

Hedefim bu güzergahtan yürüyerek Arthur’s Seat Tepesi‘ne ulaşmaktı. Holyrood Park’ın büyük bir bölümünü oluşturan tepelerin ana zirvesi olan Arthur’s Seat Edinburgh’un panoramik manzarasını görmek için ideal bir yer. Arthur’s Seat, sönmüş bir yanardağ zirvesinde ve deniz seviyesinden 251 metre yükseklikte yer alan rüzgarlı bir tepe, aynı zamanda en geniş ve en iyi şekilde korunmuş bir kale bölgesi. Tarihi yaklaşık 2000 yıl öncesine dayanan 4 tepe kalesinden biri Arthur’s Seat olarak gösteriliyor. Bu bölgedeki flora ve jeolojinin çeşitliliği nedeniyle aynı zamanda özel bilimsel ilgi alanı olarak da gösteriliyor.

Caddeden yukarıya kestirme giden bir patika yol keşfettim ve hızla tırmanmaya başladım. Yukarıya çıkış çok da yorucu değil. Günün bu erken saatinde benim gibi tırmananlar da vardı.Tek başıma olsam da ıssızlıktan hiç ürkmedim. En tepeye ulaştığımda Edinburgh ayaklarımın altındaydı.

Tepeden indikten sonra sırada olan Parlamento Binası rehber eşliğinde ücretsiz gezilebiliyor. Dönüş yolum üzerinde olduğundan hemen içeri girdim. 414 milyon pounda inşa edilen binanın dış cephesi oldukça ilginç yapılmış, bakalım içerisi nasıl inşa edilmiş görelim.

Girişte kimse bir şey sormuyor sadece x-ray cihazından geçiyorsunuz. Binanın dışı gibi içi de oldukça değişik tasarlanmıştı. İçeri girdiğimde bir görevli beni karşıladı ve kısa bir açıklama yaparak rehberli bir grubun kısa bir süre sonra tura başlayacağını söyledi. Şansımıza o gün genel kurul salonunda bir toplantı olduğundan salonu görüp hatta toplantıyı da izleyebilecektik. Rehberimiz önce lobide bizi bir sergi masası etrafında toplayarak İskoç seçim sistemi, partiler ve bulunduğumuz bu bina hakkında oldukça detaylı bilgiler verdi.

İskoçya, 17. yüzyıla kadar bağımsız bir devlet iken 1707 yılında İngiltere Krallığı’yla birleşmiş ve sonrasında da İskoçya Parlamentosu dağıtılmış. Vergiler dahil tüm yetkiler Birleşik Krallık Parlamentosu’na devredilmekle birlikte hukuki sistem ve kilise dahil olmak üzere birçok kuruluş İngiltere’den ayrı olarak işlemeye devam etmiş.

Bağımsızlık veya sınırlı özerklik seçimi için ilk referandum 1979’da yapılmış ama çok fazla kabul görmemiş. 1997’de gerçekleşen ikinci referandumda, İskoçlara iki soru yöneltilmiş. “İskoçya bağımsız parlamentoya sahip olmalı mı?” sorusuna % 74.3, “İskoç Parlamentosu’nun vergileri değiştirebilme gücü olmalı mı?” sorusuna ise İskoç halkının % 63.5’i ezici çoğunlukla “evet” yanıtını vermiş. Böylece 1999 yılında 129 üyeli ilk İskoçya “Özerk” Parlamentosu kurulmuş.

Parlamento, sağlık, eğitim, yerel yönetim, sosyal hizmet, vergi, ekonomik kalkınma gibi alanlarda yasama yetkisine sahip olmakla birlikte, savunma, maliye ve dış politika konularında kararlar hala İngiliz Parlamentosu tarafından verilmekteymiş. Sadece sınırlı olarak vergi toplama hakkı İskoç Parlamentosuna verilmiş. Birleşik Krallık Parlamentosunun, İskoçya Parlamentosu’nu dağıtma yetkisi de bulunuyormuş.

Bu bilgilendirmeden sonra hep beraber genel kurul salonuna gittik. Dünyanın öbür ucundan gelip İskoç Parlamentosu’nun toplantısını izleyebilme şansını bulmak heyecan vericiydi.

Parlamentonun hemen karşısında Holyrood Palace bulunuyor. İngiltere kraliyet ailesinin İskoçya’daki resmi ikametgahı olan Holyrood Sarayı 16. yüzyıldan bu yana resmi davetlere ve törenlere ev sahipliği yapıyormuş. Sarayın tarihe geçişinin en önemli sebebi ise Mary Stuart’ın zaman zaman burada ikamet etmesindenmiş. Holyrood Sarayı’nda bulunan Great Stair, süslemeleri ve dekorasyonu ile etkileyici Royal Dining Room, The Evening Drawing Room, Morning Drawing Room, Royal Gallery’den bazı parçaları bünyesinde barındıran Queen’s Gallery ve Throne Room görülecek yerler olarak belirtiliyor. Queen’s Gallery, 2002 yılında Kraliçe II. Elizabeth tarafından kendi Altın Jübile kutlamalarının bir parçası olarak açılmış. Giriş ücretinin 14 pound olduğunu görünce nedense burayı gezesim gelmedi. 

Sarayın diğer tarafında ise Holyrood Park uzanıyor. Holyrood Parkı, çok sayıda tepe ve bazalt kayalıktan oluşan 650 dönümlük büyük bir arazi. 12. yüzyılda avlanma sahası olarak kullanılıyormuş. Holyrood Parkı’nın içinde 15. yüzyıldan kalma St. Anthony’s Chapel’in kalıntıları bulunuyormuş. Ayrıca kuş çeşidinin zengin olduğu Duddingston Gölü de görülebiliyormuş. Ne yazık ki fazla zamanım olmadığından bu parkta sadece Arthurs’s Seat’e gitmiş oldum.

Royal Mile üzerinden geri dönerken yol üzerinde bulunan tarihi Cannongate Kilisesi‘ne girdim. Bölge Cannongate olarak adlandırılıyor. 1691 yılında Parish Kilisesi olarak inşa edilen kilise zamanının eşsiz bir örneği olarak gösteriliyor. Mavi sandalyeleriyle iç açıcı bir havası vardı. İçeride çok şahane bir Frobenius Org bulunmaktaymış. Kapının girişinde de Kral David’in hikayesine atfen geyik boynuzları ve bir haç yerleştirilmiş.

Burada bir de mezarlık varmış, arka tarafında olduğu için ben gözden kaçırdım. Girişinde de mezarlıkta defnedilen önemli kişilere ait bir liste bulunuyormuş. Bunlardan en önemlisi Adam Smith’e ait olan mezarmış.

Canongate Mezarlığı’nın İskoçya’nın önemli şairi Robert Burns’le yakın bir ilişkisi var. Burns’ün erken dönem çalışmalarında İskoçya’nın bir diğer önemli şairi olan Robert Fergusson’un etkisi büyükmüş. Fergusson daha 24 yaşındayken Edinburgh Bedlam’da düşmesi nedeniyle başından yaralanmış ve 1774 yılında trajik bir şekilde ölmüş. Burns 1787 yılında Edinburgh’a geldiğinde Canongate Mezarlığına gelerek Fergusson’un buradaki mezarını ziyaret etmiş ve mezar başına da bir şiiri yazdırılmış.

Mezarlık Burns’ün ümitsiz aşkına da ev sahipliği yapmaktaymış. Burns Edinburgh’u ziyaret ettiğinde eşinden ayrı yaşayan Mrs Agnes McLehose’e vurulmuş. Kadın da Burns’den etkilenmiş ancak evli olması ve zamanın ahlaki değerleri nedeniyle adı çıkmasın diye ihtiyatlı davranmış. Yüz yüze görüşemeseler de McLehose “Clarinda” takma ismiyle ve Burns de “Sylvander” takma ismiyle sayısız yazışma yapmışlar. Burns pek çok şarkı ve şiiri ona ithaf etmiş. Bunlardan en güzel ve en üzücü olarak kabul edilen şarkı “Ae Fond Kiss” adlı şarkıymış. İşte bu kadıncağız Burns’ün ölümünden 35 yıl geçtikten sonra öldüğünde 1841 yılında bu mezarlığa gömülmüş. Mezar taşında ise kısaca “Clarinda” ismi bulunuyormuş.

Canongate Kilisesinin hemen önünde kaldırıma trajik şekilde ölen Robert Fergusson’un bir heykelini de yerleştirilmiş.

Yolun biraz ilerisinde sarı renkli, canlı mimarisi ile Museum of Edinburgh bulunuyor. 16. yüzyılda inşa edilen bu tarih müzesinde İskoçya’nın geçmiş dönemlerden günümüze kadar geçirdiği değişim görülebiliyor.

Ücretsiz olarak ziyaret edilen müzede çok çeşitli hikayeler eşliğinde sunulan objelerle, animasyon gösterileriyle ve interaktif sergilerle her yaştan kişi ağırlanmakta.

Royal Mile boyunca çok değişik ve birbirinden güzel binalar göz alıyor.Caddenin kendisi de, her sokağı her bölgesi de görülmeye değerdi.

Cadde çok turistik olduğundan yol boyunca sayısız turistik eşya mağazası bulunuyor. Ayrıca İskoçya viskisiyle de dünyaca biliniyor olduğundan turistlere yönelik viski mağazaları da açmışlar. Bunlardan birine girdiğimde çeşit çeşit boy ve türde sıralanan bir viski dünyasına girmiş oldum. Ancak fiyatları bana yüksek geldi.

Şehirde Whisky Experience Turları da düzenleniyormuş. Bu turlarda viski yapımı anlatılıyor ve viski tadımı yapıyormuşsunuz. Kalenin hemen yanında The Scotch Whiskey Experience bulunuyor. Benim ilgi alanımda olmasa da viski sevenlere bu tur özellikle tavsiye olunur.

En sonunda High Street üzerinden St.Giles Katedrali’nin olduğu meydana kadar geldim. St. Giles’in batı girişinin tam karşısında kaldırım üzerinde mozaiklerden bir kalp şekli yapılmış. Heart of Midlothian ismi taşıyan bu kalp 1400’ler civarında burada bulunan ve 1817’de kaldırılan Edinburgh hapishanesi, mahkemesi ve çeşitli belediye binalarının giriş yerini işaret ediyormuş. William Brodie de dahil olmak üzere halka açık bir çok idam burada gerçekleştirilmiş. Bazı insanlar buradan geçerken hala eski hapishaneyi ve kamu otoritesini aşağılamak için bu kalp şeklinin ortasına tükürüyormuş. Çok hızlı gezmeye çalıştığım için ben bu mozaik şeklini göremedim. Web’den bulduğum bir fotoğrafını ekliyorum ki siz kaçırmayın.

Bu bölgede bulunan bir diğer önemli heykel de 1711-1776 yıllarında yaşamış, Edinburgh sakini ve İskoç Aydınlanmasının önemli filozoflarından birisi olan David Hume Heykeli. Bu heykel Yüksek Mahkeme binasının önüne yerleştirilmiş. 1995 yılında yapılan meşhur heykel bronzdan, orijinal ölçünün 1,5 katı büyüklüğünde ve bir platform üzerine yapılmış.

Hume, filozof, tarihçi, ekonomist olarak ve radikal felsefik empirisizm, skeptisizm ve natüralizm konusunda makaleleriyle meşhur. Bu görüşleriyle Alman filozof Immanuel Kant olmak üzere takip eden bir çok felsefeciyi etkilemiş.

Hume’un sağ ayağının baş parmağını okşadığınızda Hume’un öngörü ve bilgeliğinin size aktarılacağı yönünde bir inanış bulunuyormuş. Zaten parmak dokunulmaktan pırıl pırıl olmuş.

Gelelim önemli bir tarihi bina olan St. Giles Katedrali’ne. Burası 1124 yılında inşa edilen ve 16. Yüzyılda İskoçya’nın reform hareketinin odak noktasını oluşturan tarihi bir katedralmiş. İsmi Edinburgh’un baş azizi kabul edilen St. Giles’den gelmekteymiş. Şehrin en ünlü tarihi yapılarından biri olan Katedral kendine özgü mimarisi ve çan kulesi ile büyük ilgi görüyor. Dünya Presbiteryen Ana Kilisesi olarak kabul edilen kilise halen konserlere, sergilere, törenlere ve toplantılara ev sahipliği yapıyormuş. Giriş ücretsiz ama fotoğraf çekmek için 2 pound ödemeniz gerekiyor.

Bence Kilisenin en ilginç bölümü güney-doğu köşesinde bulunan Thistle Şapeli ve buraya giderseniz mutlaka görün derim. Şapel 1911 yılında inşa edilmiş ve tavanı, duvarları ve ahşap sandalyeleri ile olağanüstü bir işçilik sergilenen bir oda.

Gayda çalan bir melek heykeli, 18 şövalyenin armaları bulunan tavan süslemesi ve önlerinde armalarının bulunduğu ahşap şövalye bölmeleri muhteşem bir şekilde dizayn edilmiş. Katedralin içinde John Knox’a ait çok büyük bir heykel de bulunuyor.

Katedralin hemen köşesinde çok büyük bir heykel bulunuyor. İskoçyalı, dünyaca ünlü filozof, ekonomist ve “Ulusların Zenginliği”nin yazarı Adam Smith Heykel‘i 10 feet uzunluğunda ve bronzdan yapılmış. 1723-1790 yıllarında yaşayan Adam Smith 1776 yılında yayınladığı “Ulusların Zenginliği” çalışmasıyla serbest ticaret teorisini geliştirerek modern ekonominin temellerini atmıştır.

Katedralin bulunduğu meydanda ve bu çevrede çok ilginç gösteri yapanları görüyoruz.

Katedralin karşısında Parlamento Meydanı bulunuyor. L şeklindeki meydanın bir tarafında Edinburgh Mercat Cross ve diğer tarafında da Parlamento Binasına bitişik Yüksek Mahkeme bulunuyor. Meydanın ortasında da Büyük Alexander’ın atı Bucephalus ile birlikte bir heykeli var. 

Mary King’s Close da Şehir Meclisi binasının altında yüzlerce yıldan sonra keşfedilmiş bir yer. Mary King’s Close, efsaneler, masallar, perili evler, hayaletler ve cinayet hikayeleri ile ilginç bir yer. Yer altına kurulmuş evler ve sokaklardan oluşan Mary King’s Close, ürkütücü ve ilginç atmosferi ile görülmesi gereken turistik noktalar arasında bulunuyor. İsmini 17. Yüzyılda burada yerleşmiş tüccar bir kadın olan Mary King’den alıyormuş. Buraya rehberli turistik turlar düzenleniyormuş. Önceliğim olmadığı ve zamanım da yetmediğinden burayı gezmedim.

Netherbow Limanı olarak bilinen doğu savunma kapısı Eski Şehri ve Cannongate’i birbirinden ayırmak için bir zamanlar burada bulunuyormuş. Çünkü Cannongate 1865 yılına kadar ayrı bir Burgh olarak biliniyor. Daha sonra Edinburgh’a katılmış. Netherbow kapısının içinde kalan bölge World’s End “Dünyanın Sonu” olarak biliniyormuş.

Yoldan sağ tarafa girdiğimde Writers’ Museum  gördüm.

Müze İskoçya’nın üç dev yazarına atfen kurulmuş ve onların yaşamlarına dair objeler sergileniyormuş. Bu yazarlar İskoçların gurur duydukları Robert Burns, Sir Walter Scott ve Robert Louis Stevenson. Burns’ün yazı yazdığı masa, Scott’un Waverley romanlarının ilk kez basıldığı baskı makinesi ve çocukken oynadığı at, Stevenson’un binici botları ve Samoan şefi tarafından ona verilen üzerinde “hikaye anlatıcı” anlamına gelen “Tusitala” yazılı bir yüzük Müze de görülecek objeler arasında. Aynı zamanda Burns’ün alçıdan yapılmış bir heykeli de görülebilir.

Bu müzeden çıktıktan sonra bu sefer caddenin sol tarafında kalan ve otobüs trafiğinin yoğun olduğu bir caddeye doğru döndüm. Önce çok güzel binası olan National Library of Scotland yani Milli Kütüphane binasını gördüm.

Bu caddenin ilerisinde yine tarihi bir kilise olan Augustine United Church bulunuyor.

Biraz ileride acıklı hikayesiyle meşhur olan Greyfriars Bobby isimli küçük köpek heykeli görülüyor. Olay 19. yüzyılda geçiyor ve Terrier cinsi bu köpek sahibi öldükten sonra 14 yıl sahibini beklemiş. 1873 yılında tamamlanan bu heykelin alt tarafına köpeğin sadakat ve dayanıklılığından ilham alarak hem insanlar hem de köpekler için birer de çeşme yapılmış. İyi şans getirdiğine inanıldığı için köpeğin burnu okşanıyormuş ve bu yüzden de parlamış.

Heykelin bulunduğu yer Greyfriars Kirkyard, yani kilise ve mezarlığa çok yakındı. Kilisenin içine de şöyle bir baktım. Mezarlık çok daha ilginç gözüküyordu. 16.yüzyılın sonlarından itibaren ünlü kişiler bu mezarlığa gömülmeye başlamış. 1872 yılında öldüğü belirtilen Bobby Köpek için mezarlık girişine bir mezar taşı konulmuş. Ancak gerçek mezar yeri burası değilmiş ve nerede olduğu bilinmiyormuş. Mezarlık adeta bir park gibiydi, oturanlar ve çimlerin üzerine uzananlar bile vardı.

George Harriet’s School da bu bölgede bulunuyormuş. Zaten Rowling de Hogwarts fikrini aristokrat ve zengin çocukların gittiği George Harriet’s School’dan almış. Tom Riddle ismini de Greyfriars Kirkyard yani mezarlıkta gezinirken bir mezar taşında gördüğünü söylemiş.

Calton Hill’e gitmek için hızlıca Prenses Caddesi’ne yürüdüm. Caddenin doğusunda yer alan Calton Hill, UNESCO Dünya Miras Listesi’nde bulunuyor. Önce Princess Caddesinin sağ tarafında kalan Old Calton Burial Ground isimli bir mezarlığı gezdim. Ünlü filozof David Hume olmak üzere pek çok tanınmış kişinin mezarı buradaymış.

Caddeden devam ederek sol tarafta kalan dik merdivenleri tırmanmaya başladım. Bu kadar yükseğe tırmanınca şehir adeta ayaklarımın altında süzülmeye başladı.

Tepede olan sadece muhteşem bir Edinburgh manzarası değil. Ulusal Anıt olarak adlandırılan çok büyük ve tamamlanmamış bir Atina Akropolü gökyüzüne doğru süzülüyor. Napolyon’un Waterloo’da yenilmesinden bir yıl sonra 1816 yılında başlanan bu akropole Napolyon savaşlarında ölenler için bir anıt bırakılmak istenmiş. Ancak yapımı için yeterince kaynak bulunamayınca bu şekilde yarım kalmış. Ancak bu haliyle çok popular olunca şimdi de halk tamamlanmasını desteklemiyormuş.

Bunun dışında tepede iki gözlemevi bulunuyor. Birisi 1792 yılında inşa edilen Eski Gözlemevi, diğeri ise gece gökyüzünü izlemek ve sergiler açmak amacıyla 1818 yılında inşa edilen Şehir Gözlemevi olarak gösteriliyor.

Trafalgar’da büyük zafer kazanan İngiliz Amirali Nelson için bir anıt da var. Nelson gemilerde kullanılan kronometrelerin ayarlanması için ünlü bir zaman topu mekanizması geliştirmiş. 30 metre yüksekliğinde olan Nelson Anıtı 1807 yılında inşa edilmiş. Her yıl ölüm günü olan 21 Ekim’de bu anıttaki denizci bayrakları yarıya indiriliyormuş.

İskoçyalı filozof Dugald Stewart Anıtı ve 15. yüzyıldan kalma ve dünyayı gezmiş tarihi bir top da burada görülebilir.

Princes Caddesi üzerinden geri dönmeye başladım. Ara sokaklara girip çıkıyordum. Böyle sokaklara girip çıkarken meğer şehrin en ilginç bölgesine gelmişim. Cowgate bölgesi, Holyrood ve Royal Mile’a paralel uzanan ucuz barların, hostellerin ve klüplerin bulunduğu bir yer. IV. George Köprüsünün yanı başındaki binada duvara toslamış inekleri görünce Cowgate bölgesinde olduğumu anladım.

Akşamları pek de güvenilir bir yer olmadığı söyleniyor. Ancak çevredeki objelerden ve dizayndan eğlenceli bir yer olduğu anlaşılıyor. Hatta ünlü Trainspotting filminin bir kaç sahnesi de burada geçiyormuş.

Köprünün altından geçerek biraz daha yürüdüğümde Grassmarket’e yine çok turistik bir bölgeye ulaştım. Grassmarket, Orta Çağ’da at, sığır gibi büyükbaş hayvan pazarıymış ve aynı zamanda halka açık idamların gerçekleştirildiği bir meydan olmuş. Günümüzde ise cafelerin, restorantların, pubların, barların, hediyelik eşya dükkanlarının bulunduğu eğlenceli bir bölge haline gelmiş.

Meydandaki Orta Çağ mimarisiyle yapılmış binalar, muhteşem açıdan görülen kale manzarası ve şehrin en çok sevilen bölgelerinden birisi olması nedeniyle hareketli rengarenk hali burayı eşsiz bir yere dönüştürmüş. Birçok işletme dışarıya masalar koyarak açık havada yenilip içilmesini sağlamış. Çok içip küfelik olanlar için bisikletli tuktuklarla hizmet veriliyormuş.

1784 yılında bu meydanda yapılan idamlara son verildikten sonra The Last Drop ve Maggie Dickson’s gibi bazı geleneksel publar karışık geçmişten bazı kanlı hikayeleri canlı tutmaya başlamış. The White Hart Inn ise Robert Burns gibi birçok ünlü ismi ağırlamış.

Grassmarket’den kalenin görünüşü de başka güzel.

Biraz dinlendikten sonra bu sefer Meydana açılan Victoria Caddesi‘ne doğru yürüdüm. Aman nasıl güzel bir cadde öyle anlatamam. Bu renkli binalar size biraz fikir verecektir diye düşünüyorum.

Yine bu bölge civarında bulunduğunu öğrendiğim The Elephant House adlı cafeyi aradım ama bulamadım. Burası J.K. Rowling’in beş parasız olduğu dönemlerde Harry Potter’ı bir peçete üzerine yazmaya başladığı café olduğundan önem taşıyor.

Artık akşam olmaya başlamıştı ve hostele yakın olduğu için Princes Street Gardens yani parkı gezmek istedim.

Güzel parkta gençler çimlere uzanmış, çocuklar oynuyor, piknik yapanlar, banklarda gazetesini, kitabını okuyanlar ne ararsanız var.

Çok bakımlı olan parkta çok sayıda heykel de bulunuyor. Restore edilmekte olan ancak gördüğüm kadarıyla çok renkli ve değişik olan bir havuz da var. Alt tarafta deniz kızları, orta kısımda bilimi, sanatı, şiiri ve endüstriyi temsil eden 4 melek heykeli ve en üstte de bereketi temsil eden bir figür bulunmaktaymış.

Bu arada Edinburgh’daki taksiler siyah renkte ve çoğunun üzerinde aşağıda göreceğiniz gibi reklamlar bulunuyor. Bence çok güzel bir uygulama olmuş.

Edinburg’ta son günümde gezdiğim Hostelin yakınlarındaki Rose Street, Thistle Street ve George Street civarından biraz söz edelim.

New Town bölgesinde bulunan ve araç trafiğine kapalı olan Rose Street ve Thistle Street, küçük butiklerin yanı sıra pek çok bar ve cafeye ev sahipliği yapıyor. George Street de ise ünlü giyim mağazaları ve mücevher mağazaları bulunuyor. Bu bölgede ilgilenenler için Hard Rock Cafe de var.

Yine George Street üzerindeki The Dome’a da mutlaka uğrayın derim. Çok pahalı bir bar ancak adı üstünde içindeki kubbesi kesinlikle görülmeye değer. Burası ilk olarak 1847 yılında İskoçya Ticaret Bankasının merkezi olarak inşa edilmiş. Binanın ön yüzü Greko-Roman stilinde dizayn edilmiş ve girişinde corinthian sütunları kullanılmış.

Buranın yakınlarında tarihi eski olan St Andrew’s ve St George’s West Kilisesi bulunuyor. Parish Kilisesi olan bu bina 1784 yılında tamamlanmış.

Son olarak Edinburgh’tan ayrılacağım sabah görmek istediğim ancak gezemediğim Scottish National Portrait Gallery (Ulusal Portre Müzesinden) söz etmek istiyorum. Saat 10’da açılacağı için otobüs terminaline gitmeden önce 30-45 dakika kadar gezebileceğimi planlamıştım. Hostelden doğruca müzeye gittim. Tam kapıdan içeri doğru girmeye yeltenmiştim ki görevli beni durdurdu ve içeri sırt çantasıyla giremeyeceğimi söyledi. Emanet eşya dolapları vardı ve eşyalarımı bırakmak için 1 pound ödemek gerekiyordu. Ne yazık ki yanımda bozuk para yoktu ve resepsiyondakilere para bozdurup bozdurmayacaklarını sordum. Kabul etmediler ve çevrede öyle para bozduracak, alışveriş yapacak hiçbir yer yoktu. Büyük bir hüsranla oradan ayrılmak zorunda kaldım. Ben gezemedim ama kısaca bilgi verirsem gidenler için belki faydası olur.

The Scottish National Portrait Gallery, Edinburgh’un en çarpıcı binalarından biridir. Büyük kırmızı kum taşlarından yapılan neo-gotik bina Sir Robert Rowand Anderson tarafından İskoçya’nın kahramanlarına adanmış. 1889 yılında halka açılan bina dünyadaki portre galerisi olarak açılan da ilk müzeymiş.

Galerideki sergiler İskoçya ve halkının hikayesinin farklı yönlerini ortaya koyuyormuş. İskoçya’nın Mary Queen’i, Prens Charles, Edward Stuart ve Robert Burns gibi ünlü tarihi şahsiyetlerin yanı sıra bilimde, sporda ve sanatta öncü olan kişilerin portrelerine de yer verilmiş. Fotoğraf galerisi ve atmosferik Victorian Kütüphanesi özellikle görülmeye değermiş. Sergiler düzenli bir şekilde değiştiriliyormuş ve bu nedenle her zaman görmeye değer yeni bir şey oluyormuş.

Yeme İçme

İskoç yemekleri de oldukça sağlıklı. Hayvancılık ve tarım son derece gelişmiş. Ancak ucuz mu derseniz işte bu soruya evet diyemeyeceğim.

İskoçya’nın en ünlü yemeği haggis, kuzunun karaciğer, kalp, akciğer gibi iç organlarına soğan, yulaf ezmesi, iç yağı, çeşitli sebze ve baharatlar ile salça eklenerek hazırlanan iç harcı kuzunun işkembesine dolduruluyor ve birkaç saat kısık ateşte pişiriliyormuş. Ben tadamadım ancak öneriliyor.

Ana yemeklerde, İskoçya’nın Aberdeen Angus adlı sığır türü ile yapılan yemekleri öne çıkıyormuş. Bunun yanında keklik, geyik, sülün, beç tavuğu, bıldırcın, yaban tavşanı gibi av hayvanlarının da sıkça tüketildiği belirtiliyor. Balıklar, İskoç usulü balık pişirme yöntemi olan tütsüleme yöntemi ile servis ediliyormuş ve genellikle başlangıç tabağı olarak görülen balık, şarap ve sebzeler ile birlikte pişiriliyormuş.

Dünyanın her yerinde olduğu gibi Edinburgh’da da Türk restoranları bulunuyor. Bunlardan birisi Royal Mile’ın sonuna doğru giderken sol tarafta kalan Truva Cafe isimli bir yer. Damak tadı yabancı tatları kaldırmayanlar için önerilebilir.

İskoçlar tatlı konusunda da oldukça iyilermiş. Özellikle Abernethy bisküvileri, cranachan, ecclefechan ve sıcak marmelat sosu ile servis edilen kuru meyve, portakal parçaları, viski ve badem ezmesi katılarak yapılan Dundee cake mutlaka denenmesi önerilen tatlılar arasında sayılıyor.

İçeceklere gelince, İskoçya deyince hemen akla viski geliyor. Viski üretimi ve viski çeşitleri açısından dünyada bir numara. İskoçlar hem üretiyor hem de doya doya içiyorlar. Bu arada birayı unutmayalım. Ünlü İskoç publarında İskoç yerel biraları yanı sıra İngiliz ve İrlanda biralarını deneyebilirsiniz.

Son Söz

Edinburgh’u her yönüyle çok sevdim. Burada çok yağmur yağdığından uzun süre sokaklarda dolaşamayacağımı düşünmüştüm. Şansıma hava gezmek için çok uygun olunca şehri gezmelere doyamadım. İskoçlar gerçekten bugüne kadar tanıdığım en hoş, en neşeli, en samimi ve en sıcak insanlar oldular.

Mardin Gezi Rehberi: Çok Renkli Mozaik

Tarihi, kültürü, evleri, sokakları, dili, dini ile çok renkli mozaik, kadim şehir Mardin. Medeniyetin beşiği Mezopotamya’nın verimli topraklarında Fırat ve Dicle Nehri arasında kurulmuş uygarlıkları ile tarihi Milattan önce 3000 yılına kadar uzanıyor. M.Ö. 4. yy’da İskender bu topraklarda hakimiyet kurmuş, Persler, Sasaniler, Bizans hükümranlığında kalmış. Türklerin Anadolu’ya girmesinden sonra Türkler bölgeye yerleşmiş. İlk Hristiyanlığı benimseyen Süryaniler bu topraklarda hala yaşıyorlar. Anadolu’da en çok manastır ve kiliseye sahip şehirler arasında. Bu topraklarda İslamiyet 7. yy’da yeşermeye başlamış. Artuklular, Akkoyunlular, Osmanlı şehre mimari ve kültür olarak çok şey katmış. Artukluların başkenti olmuş Mardin. Artuklulardan sonra, Eyyübiler, Selçuklular, İlhanlı ve Akkoyunlulardan sonra 1517 yılında Osmanlı şehri olmuş. Tarih boyunca çok dil konuşulmuş şehirde. Bugün de sokaklarda dört ayrı dilin ahengi duyuluyor. Türkçe, Kürtçe, Arapça, Süryanice. Etnik kökenleri farklı insanlar, Türkler, Kürtler, Süryaniler, Ezidiler, Keldaniler, Ermeniler, Mahaldiler yaşıyor. Dinleri, dilleri, kültürleri farklı insanların yaşadığı şehirde hoşgörü ve kardeşliğin içselleştirildiğini hissetmek mümkün sokaklarında.

 

Önce Mardin’i video ile gezmek ister misiniz?

Önce Mardin’in yerleşimine bakalım; dağın eteğinde, üst üste sıralanmış ve tümü Mezopotamya Ovası’na bakan evler. Evler çevrede bulunan kalker taşlarından yapılmış ve cepheleri dantel gibi işlenmiş, özel bir taş işçiliği ile. Bazı konakların yapımı 12. yy’lara Orta Çağ’a kadar gitmektedir.

Eski Mardin’in araç trafiğinin tek yönlü aktığı sadece bir caddesi bulunuyor. Bu caddenin alt ve üst sokaklarına araç giremiyor. Eski Mardin’e Diyarbakır Kapı’dan bu caddeden giriliyor. Caddede ilk meydan, Cumhuriyet Meydanı’nda Atatürk Heykeli ve Mardin Kent Müzesi yer alıyor. Caddenin üzerinde veya alt ve üst yollarda çok sayıda tarihi konaklar, camiler, kiliseler görülecek yerler arasında. Önce ana caddeden başlayarak elinizde harita ile ara sokaklara da dalarak doyasıya dolaşabileceğiniz şehir. Yazımızda Mardin şehir içi ve çevrede görülecek birçok yeri bulabileceksiniz.

Mardin’e Artuklu Üniversitesi tarafından düzenlenen Turizm Kongresi için  bir grup arkadaş gittik. Özellikle yeni Mardin’deki lüks kongre oteli yerine eski Mardin’de tarihi bir konak olan Tuğhan Otel’de kaldık. Tuğhan Otel I. Cadde’nin üzerinde, her yere yürüyerek ulaşılabilecek konumda. Otelin tek sorunu hemen altında bulunan gece klubünden saat 12’ye kadar müzik sesi. Biz dert edinmedik ve rahatsız olmadık. Diğer güzel yönü Mezopotamya ovasına hakim terasında sabah kahvaltısı, güneş doğumu ve batımını seyretme lüksü. Mardin’e gidenlere mutlaka eski şehirde kalmalarını ve sokakları doya doya dolaşmalarını öneriyorum. Biz dört gece kaldık. Tam iki buçuk günümüzü Mardin sokaklarında yürüyerek, iki günümüzü de çevrede mutlaka görülmesi gereken yerlerde geçirdik. Tek tek hepsini birlikte gezeceğiz.

Tabii sadece eski Mardin’den söz ediyoruz. Yeni Mardin farklı alana kurulmuş, yüksek binalar, geniş yollar ile her yerde görebileceğiniz ruhsuz bir şehir. Yeni Mardin’in tek faydası yapılaşma bu bölümde olduğu içi Eski Mardin korunmuş oluyor. Yeni Mardin’den fotoları görünce ne demek istediğimizi açıkça görebilirsiniz. Yanılıp, şasıp otelinizi yeni şehirde ayırtmak istemezsiniz.

Ana Cadde diye başlamıştık oradan devam edelim. Gitmeden önce nasıl gezeceğimizi bloglardan okumuştum. Otelimiz ana caddede ve hemen karşısında Turizm Ofisi yer alıyordu. İlk işimiz bu ofise uğramak oldu bir çanta içinde hem gezi rehberi kitapçığı, harita ve bazı özel yerlere ilişkin kitapçılar verdiler. Güzel detaylı bir harita hazırlanmış ancak gelmeden önce okuduğum ve öğrendiğim ana caddenin adı Cumhuriyet Caddesi olarak değil I. Cadde olarak yazıyordu. Bu çok şaşırtıcı geldi, zaten bir ana cadde var ve adı I. Cadde olarak verilmiş. Hangi tarihte, hangi gerekçe ve hangi kararla Cumhuriyet Caddesi ismi uygun görülmedi ve değiştirildi. Mardin Büyükşehir Belediyesi tarafından bastırılmış kitaplar ve harita, 2017 yılı Temmuz ayında yayınlanmış, acaba bir önceki tanıtım kitaplarında hangi cadde ismi yazıyordu. Bu durumu açıkça yazmak ve bir açıklama duymak isterim.

Ulaşım

Mardin’e İzmir’den sabah direk uçtuk. Ulaşım kolay yani İstanbul, Ankara ve İzmir’den direk uçuş ile ulaşmak en uygun yol. Havaalanı eski şehire 20 km uzaklıkta. Bizim ulaşımımız Üniversite tarafından sağlandı, ancak servis, minübüs ve taksi ile ulaşım kolay. Mardin Kızıltepe minibüsleri de sizi şehre ulaştırabilir. Aslında üç, dört kişi gidilirse havaalanında günlük 100 TL den başlayan fiyatlarla araba kiralanabilir. Mardin’de araba kiralayarak en az iki gün çevre gezilerinizi de kolaylıkla yapabilirsiniz.

Gezilecek Yerler

İlk gün öğlen şehre ulaşınca arkadaşlarım kongreye gittiler ben hemen sokaklara çıktım. Otelimiz caddenin nerede ise ortasındaydı. Kararımı otelin sağından başlamak şeklinde kullandım. Sokakta aynı renk, olağanüstü taş işçiliğinin olduğu kocaman konakların ve dükkanların arasında yürümeye başladım. İlk çarpıcı binayı fark ettim. Caddeye inen merdivenlerin üzerindeki tarihi bina beni merdivenlere yöneltti. Bina mimari yapısı, görkemli kapısı ve taş işçiliği ile davetkar, önünden geçip gitmeniz mümkün değil. Bu bina Mardin Olgunlaşma Enstitüsü’ymüş. Açık kapıdan hemen bahçeye dalarak hayran hayran binanın dışındaki taş işçiliğini seyre dalmıştım ki açık kapının önündeki kadınları görünce içeriye girebilir miyim diye sordum. Evet cevabı ile içeriye daldım. Yüksek tavanları etkileyici binanın ilk katında öğrenci ve kursiyerlerin el işi çalışmaları sergileniyordu.

Bina Muzaffiye Medrese’sinin üzerine Osmanlı döneminde 1892 yılında Mektebi Rüştiye olarak açılmış. Mardin’de Osmanlı döneminden bugüne eğitim amaçlı açılan ilk bina imiş.

Binanın işçiliğinin yanı sıra bahçesi Mezopotamya Ovası’na hakim yüksek konumu ve Ulu Cami minaresi ile birlikte eşsiz bir manzara sunuyor.

Zinciriye Medresesi

Okuldan sonra hemen arkada yer alan Zinciriye Medresesi ikinci durağım oldu. Kalenin hemen altında tüm Mezopotamya’ya hakim, şehrin birçok noktasından görünen etkileyici mimarisi ve muazzam taş işçiliği ile özel bir Medrese. Son Artuklu Sultanı Melik Necmettin İsa tarafından 1385 yılında yaptırılmış. Melik Necmettin İsa  Timur’a karşı ordusu ile savaşmış ve bu Medresede hapis tutulmuş, türbesi de bu Medresededir. Sultan İsa Medresesi zincirleri nedeni ile Zinciriye Medresesi olarak bilinmektedir. Zincirlerin yapılış amacı da eriyen karların duvara zarar vermeden akması ve yosun tutmanın engellenmesiymiş.

Kapıda iki Mardinli genç karşıladı, ben sorular sormaya başlayınca turizm gönüllüleriyiz sizi gezdirelim dediler. İlk katta ortada yer alan çeşme ve aktığı yolu anlatmakla başladılar tanıtıma. Çeşme ve akış yolu insan ömrünü anlatmak üzere tasarlanmış. Suyun çıkışı insanın ilk ana rahmine düşüşü, ilk oluk çocukluğu, aynalı ve geniş bölüm gençliği ve güzelliği, ince uzun bölüm ise zor geçen yaşlılığı anlatıyor.

Medresenin özellikle yüksek yere kurulmasının sebebi buranın aynı zamanda rasathane olarak kullanılmasıymış. Birinci katta cami olarak kullanılan bölümü de gördükten sonra gezi bitmiş gibi oldu. Gitmeden önce Mardin’de gezilecek yerleri çalışırken Zinciriye Medresesi’ni de özel olarak zihnime kaydetmiştim. Bloglarda zincir resmi ve hakim manzarayı hatırladığım için üst kata çıkıp çıkamayacağımızı sordum. Gelen cevap çok ilginçti; Üst katın kilitli olduğunu, buradaki görevlinin aslında cami imamı olduğunu, camiye de ibadet amaçlı kimse gelmediğinden cami imamının da burada olmadığı zamanlarda üst katı kilitlediğini söyledi gönüllü rehberler. Yaşadığım hayal kırıklığını görünce, bir dakika biz anahtarın yerini biliyoruz kimseye söylemeyin sizi çıkartalım dediler. O arada bir aile de içeriyi geziyordu. Bizi hep beraber yukarıya çıkarıp, tekrar üzerimizden kapıyı kilitlediler ve 10 dakika sonra gelip kapıyı açtılar. Sadece iyi niyetleri ve sempatileri nedeni ile üst katı açtılar ve o muazzam görüntüyü fotoğraflama şansını verdiler. Ertesi gün arkadaşlarım aynı medreseyi görmeye giden Ege Üniversitesi’nde turizm bölümünde yönetici ve öğretim üyesi olan dört arkadaşım çok ısrar etmelerine rağmen üst kata çıkartılmadılar. Dünya Mirası Listesi’ndeki tek şehrimizde 700 yıllık dünya harikası medresenin ikinci katına çıkmak sanki bir ayrıcalık, kişinin keyfine bağlı. Dünyada turistik şehirlerde turistlere güzellikler tanıtılmaya uğraşılırken Mardin medresesinde yaşanan durum bu güzel şehrimize yakışmıyor değil mi?.

Medresenin üst katındaki iki dilimli kubbesi, aralarındaki zincirler ve müthiş Mezopotamya fotoğraflarına ve güzelliğe bakar mısınız? Mardin Müzesi yeni yerine taşınmadan önce Zinciriye Medresesi eserlere ev sahipliği yapmış. Sanki sonrasında uygun kişilerin görevlendirilmesinde ihmal yaşanmış görünüyor.

Ulu Cami
Ulu Cami Minaresi Mardin’in nerede ise her noktasından görünen şehrin simgesi. Şehrin en eski camisi. Artuklular döneminde, 1176 yılında çifte minareli olarak yapılmış. Bazı yazarlara göre bir kiliseden camiye çevrildiği yazılıyor, ya da bir kilisenin yerine yapılmış olma ihtimali yüksek olabilirmiş.

Ancak 19.yy’da bugün gördüğümüz yivli, eklektik, süslü minare yapılmış ve cami tamamen restore edilmiş.

Eski PTT Binası
I.Cadde üzerinde, Şehidiye Medresesi’nin karşısında Mardin mimarisinin en gösterişli, en büyük konaklarından biri yer alıyor. 1890 yılında Şahtana ailesi tarafından bir Ermeni mimara yaptırılmış. Bir dönem hastane, sonra otel olan konak en son PTT binası olarak kullanılmış. Son dönemde Artuklu Üniversitesi tarafından kiralanmış olan bina, şu anda anılan Üniversite tarafından işletilmekte. İçini gezip çay kahve içebilirsiniz ancak bizim bulunduğumuz dönemde Ekim/2017’de iyi bir işletmecilik anlayışı görünmüyordu. Umarım Üniversite bu tarihi mirasın güzel bir şekilde ve amaçla kullanılmasına sahip çıkabilir.

Şehidiye Medresesi
Birinci Cadde üzerinde 13 yy’da Artuklular döneminde yaptırılan Şehidiye Medresesi yapılan eklemelerle özgünlüğünden uzaklaşmıştır. Medrese içinde bulunan küçük caminin minaresi de 1916 yılında yapılmış. Onarımlar ve eklemelerle  medresenin orjinalinden uzaklaştığı belirtiliyor.

Kasimiye Medresesi
Mardin’in en büyük eğitim yerlerinden biri. Yapımına Artuklular döneminde başlanmış, ama Akkoyunlular döneminde 15. yy’da tamamlanabilmiş. Yapımına büyük ihtimalle Zinciriye Medresesi’ni yapan mimar tarafından başlanmış ve Zinciriye Medresesi ile benzer mimariye sahip. Avludaki çeşme, hayat evrelerini gösteren su olukları ve havuz aynı şekildedir. İçinde bir cami ve türbenin varlığı bir külliye olarak yapıldığını ortaya koymaktadır. Mardin’in en büyük yapılarından biridir ve günümüze kadar çok iyi korunmuş. İki katlı, açık tek avlulu, havuzlu Medresinin duvarları nakış gibi işlenmiş. Duvarlarında astronomi ve tıp bilimine ilişkin semboller de bulunmaktadır. 

Avludaki havuzda akan su da Zinciriye Medreses’ndeki gibi yaşamı simgeleyen tasavvufi anlama sahiptir. Geceleri yıldızların havuzdaki suya yansıması ile astronomi eğitimi de verildiği söyleniyor.

Anlatılan başka bir efsaneye göre de Kasım Soltan’ın bu medresede başı Timur tarafından kesilmiş. Kızkardeşi Kasım Sultan’ın kanı yerde kalmasın diye kanını sildiği başörtündeki kanları eyvan tarafındaki duvara sıçratmış. Halen duvarda kan izleri olduğu söyleniyor.

Mardin Kent Müzesi
Mardin Kent Müzesi Cumhuriyet Meydanı’nda hemen Atatürk Heykeli’nin arkasında yer alıyor. Tarihi binası 1895 yılında Süryani Katolik Patrikhanesi olarak yapılmış. Önceleri dini amaçlı kullanılan bina daha sonra ağırlıklı kamu binası olarak kullanılmış. Kültür Bakanlığı Süryani Katolik Vakfı’ndan satın almış ve 2000 yılında Zinciriye Medresi’nde yer alan Müze yeni binasına taşınmış. Mardin gezinize Kent Müzesi ile başlamanızı öneririz.

Arkeolojik eserlerin olduğu bölüme başlamadan ‘Arkeopark Müze Eğitim Salonu’ ile müzeye giriş yapıyorsunuz. Güler yüzlü genç görevliler sizi tarihi para basmak ister misiniz sorusu ile karşılıyorlar. Elinize verdikleri yuvarlak metal ile tarihi sikkenizi tarihi yöntemle basıp elinize alabiliyorsunuz. Hemen sonra yine bölgeye özgü taş baskı yöntemi ile kumaş boyaması yapıp yine Mardin anınız ile bu interaktif bölümden ayrılabilirsiniz.Tüm bunlar için de büyükler sadece katkı olarak 5 TL ödüyoruz. Bu etkinlikler çocuklar için de ücretsiz. Ayrıca yine müzeyi gezmeye başlamadan Mardin’in sesleri isimli bir görüntülü sunum izleyebiliyorsunuz. Çok güzel bir sunum, kulağınızda Mardin’in çok dilli melodileri ile eserler bölümüne geçiyorsunuz.

Müzenin ana bölümünde sergilenen eserler de yörenin özgünlüğünü, renkliliğini, zenginliğini yansıtıyor. Arkeolojik bölümde M.Ö 4000’lü yıllardan başlayan dönemden eserler yer almakta. Etnografya bölümünde ise yerel giysiler, eşyalar, gümüş işlemeciliği eserleri çok güzel sunulmuş.

Mardin Müzesi çağdaş müzecilik anlayışı ile düzenlenmiş, hem binasının güzelliği, hem eserlerin sunumu hem de interaktif bölümü ile özel bir müze. Ayrıca müze çok büyük olmadığı için eserlerin içinde kaybolmadan geziyorsunuz. Mardin gezinizde öncelikle ziyaret edilecek yer.

Müze binasının bitişiğinde Meryem Ana Kilisesi bulunuyor, kapısı kilitli ve görevli olmadığı için kiliseyi gezme şansımız olmadı.

I.Cadde’de gezimize Diyarbakır Kapı yönünde Mardin Müzesi ile başlıyoruz, caddenin tam ters Savran Kapı yönünde olan yine özel Sabancı Müzesi ile devam edeceğim.

Sultan II.Abdülhamit zamanında Süvari Kışlası olarak yapılan binada yer almaktadır Sabancı Müzesi. 2003 yılına kadar Askerlik Şubesi ve Vergi Dairesi olarak kullanılan bina Sabancı Vakfı tarafından restore edilmiş ve 2009 Yılında Sakıp Sabancı Müzesi ve Dilek Sabancı Sanat Galerisi olarak iki bölümde hizmete açılmıştır.

Müzenin ikinci katında şehrin tarihini, ekonomisini, kültürünü, yaşamını yansıtan eserler sergilenmektedir. Ahır olarak yapılan alt katı, Dilek Sabancı Sanat Galerisi’nde resim, fotoğraf, ebru gibi çalışmalar için sergi salonu olarak kullanılmaktadır.

Buraya kadar yazdığım yerler Mardin merkezde sınırlı zamanınız var ise görmeden geçmeyin diyebileceğim yerler. Bir gün içinde bu yerleri gezebilirsiniz. Aşağıdaki yerler ise benim ikinci, ve üçüncü gün gezerek tamamladığım yerler.

Şimdi ana caddenin en başından araçların tek yön gidiş yönünde gördüğüm yerleri tek tek gezelim

Mor Efrem Manastırı
Mor Efrem Manastırı eski şehrin Diyarbakır Kapı yakınında, Süryani Katolik Cemaatine ait 1884 yılında yapılmış. Deyrulzefaren Manastırı kadar güzel mimarisi ve boyutu olan manastır maalesef bugün harap halde. Dokunulmamış, terk edilmiş, her tarafını otlar basmış. Şehrin içinde bu kadar ihmal edilmiş olması üzücü.

Seyh Çabuk Cami
Seyh Çabuk Cami, Mor Efrem Manastırı’ndan çıkıp I.Cadde üzerinde yürürken karşınıza çıkan küçük bir cami. Yapılış tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte 15.yy olduğu düşünülüyor. Caminin önemi Mz Muhammed’in postası ve Hz.Ali’nin süt kardeşinin mezarlarının camide olmasından kaynaklanmaktadır.

Mardin

Latifiye Cami
Cumhuriyet Meydanı yakınında levhasını takip ederek I.Cadde’ye paralel dar sokaklara dalarak Latifiye Cami’ye ulaştık. Caminin doğu yönündeki taş kapısı üzerindeki işlemeler dikkat çekiciydi. Kapı nişi, dikdörtgen çerçevesi ve üzeri yıldızlarla işlenmiş iyi korunmuş bir kapı görünüyor. Cami Artuklu döneminde 1371 yılında yapılmış, bugünkü minaresi ise 1846 yılında yapılmış. Caminin içinde iki katlı medrese de bulunmaktadır.

Protestan Kilisesi
Latifiye caminden çıkıp yine ara sokaklarda yürürken Protestan Kilisesi’ne ulaştık. Bu taş, sade ve küçük kilise 1860 yılında Diyarbakır’dan Mardin’e gelen Protestanlar tarafından yapılmış. 1960 yılında ise ibadete kapanmış. Protestan Cemaatinin çabası ile restore edilmiş ve 2015 yılında ibadete açılmış. Kırklar Kilisesi gibi ibadete açık bir kilise günümüzde.

Kırklar Kilisesi
Protestan Kilisesi’nden tekrar I.Cadde’ye çıkıp, bu kez yukarıdaki ara sokaklara girerek Kırklar Kilisesi’ne ulaştık. Bu kilise günümüzde hem ibadete hem de ziyarete açık güzel korunmuş bir kilise. Geniş ve yemyeşil bahçesi de huzur veriyor. Kilise 569 yılında Mor Behnam ve kız kardeşi adına yapılmış. Kırklar adını ise 3.yy’da Roma İmparatorluğu döneminde Hristiyanlığı kabul etmiş kırk askerin Sivas’ta buzlu göle atılması nedeniyle ölmesi ve şehit sayılan bu askerlerin kemiklerinin 1170 yılında kiliseye getirilmesi nedeni ile almış.

Hatuniye Medresesi
Şehrin diğer yönünde Sabancı Müzesi’ne yakın Hatuniye Medresesi’ni de görülecek yerler listemize almıştık. Bu medrese Artuklu beyi 2. Kudbettin İlgazi’nin annesi Sitti Radviyye tarafından 1177 yılında yaptırılmış. Artuklu beyi ve annesinin mezarları da burada bulunmaktadır. Hatuniye Medresesi’nin en önemli özelliği Anadolu’da en erken tarihli iki katlı açık avlulu iki eyvanlı medresesi olarak kabul edilmesidir. Ancak medrese o kadar çok değişiklik geçirmiş ki özgünlüğünü kaybetmiş.

Medresenin bir duvarında Hz Muhammed’in olduğu düşünülen bir ayak izi sergileniyor.

Deyrulzaferan Manastırı
Deyrulzaferan Manastırı dünyanın en eski manastırları arasındadır. 439 yılında yapılmış üzerine değişik zamanlarda eklemelerde bulunulmuş son haline 18.yy’da kavuşmuştur. M.Ö yapılmış olan Güneş Tanrısı Samaş’ın Güneş Tapınağı ve Romalılar döneminden bir kalenin üzerine yapılmıştır. Manastır ismini çevrede yetişen zafaran (safran) ve Deyrul (manastır) isminden almıştır.

Manastır günümüzde de Süryani kilisesi olarak önemli bir dini merkez olarak dünyanın dört bir yanından ziyaretçi çekmektedir. Şehre 4 km uzaklıkta bir dağ yamacında ve Mardin Ovası’na hakim konumdadır. Taksi ile kolaylıkla ulaşılabilir.

Manastırdaki taş işçiliği ve ahşap işlemeler de göz alıcı. Bölgeye ilk matbaayı Manastır Patriği 4.Petrus 1876 yılında getirmiştir. Matbaada 1953 yılına kadar Süryanice, Türkçe, Osmanlıca ve Arapça kitaplar ve dergi basılmıştır.

Mardin Sokakları
Mardin’in tek ana caddesinin alt ve üst tarafında yer alan sokaklar taş evlerle donanmış daracık sokaklardan oluşmakta. Evlerin dış cepheleri ince ince işlenmiş. 12-13 yüzyılda yapılmış sokaklarda arabalar nasıl geçecek diye düşünülmemiş tabii ki. Bugün de sokaklar sadece yürüyüş yolu,

Belediye çöp toplama işini de kadrolu eşeklerle yürütüyor. Kısaca Mardin’in ara sokaklarında yürüyüş tam anlamı ile Orta Çağ’da yürüyüş. Şehirde zaman durmuş gibi. Yüklerinizi de eşeklerle taşıyabilirsiniz. I.Cadde’ye çıkınca biraz daha ileri bir çağa geçiyorsunuz ama hala bugün de değilsiniz.

Bu arada Türkiye’nin hiçbir şehrinde göremeyeceginiz bir resim aşağıda yer alıyor. Dört dilin konuşulduğu şehirde pembe Belediye Otobüsünün üzerinde dört dilden yazı görünüyor.

Mardin Çarşıları
Mardin’in çarşıları da özel. Zamanın durduğu şehirde çarşılar da tarihi dokuyu, kokuyu yaşatıyor. Öncelikle Mardin’de birbirine bitişik çok sayıda çarşı ve dükkanlar yine tarihi mekanlarında. O kadar çok çarşı var ki. Gümüş ve Kuyumcular Çarşısı, Bakırcılar Çarşısı, Aynalı Çarşı, Manifaturacılar Çarşısı, Kapalı Çarşı, Baharatçılar Çarşısı, Ayakkabıcılar Çarşısı, Şapkacılar Çarşısı, İnekler Çarşısı……

Mardin sanatkarların yurdu, özellikle Süryaniler ve Ermenilerin gümüş, bakır, ahşap, taş ustalıkları yöreye özgü eserler yaratmış. Mardin ve Midyat’ta özellikle gümüş telkari işletmeciği görmeden geçemeyeceğiniz özgün eserlere sahip. Kuyumcuları ziyaret etmeden dönmeyin, hem özgün hem uygun fiyatlı takılarınız, anılarınız, hediyeleriniz ile dönebilirsiniz şehirden. Ayrıca Süryani nazarlıkları ve şahmeran ürünleri de çok özel. Ayrıca alışveriş yapın yapmayın tüm esnaf güleryüzlü ve saygılı.

Mardin’de ayrıca çok çeşitli, renkli sabunlar, birçok derde deva. Çeşit çeşit baharatlar özel baharatçı dükkanlarında. En güzeli de dükkanların önünden geçerken size sunulan rengarenk bademleri tadıp, içeri girmemeniz mümkün değil. Bademleri de almadan geçemeyeceksiniz.

Alışverişlerinizi I. Cadde üzerindeki dükkanlardan yapabileceğiniz gibi caddenin altındaki ara sokaklardaki çarşılarda yer alan çok sayıda rengarenk dükkanları da ziyaret etmenizi öneririz.

Mardin’de Ne Yenir ne İçilir?

Mardin’de geçirdiğimiz her akşam üzeri Mezopotamya Ovası ve şehrin taş dokusunun üzerinde muhteşem güneş batışını izledik. Güneş batışı izlemek için en güzel yer olarak Seyr-İ Mardin Cafe’yi önerebiliriz. Şehre ve ovaya hakim yerde isterseniz sadece kahvenizi yudumlayıp, isterseniz güzel Mardin yemekleri ile güneşi batırabilirsiniz.

Şehrin güneş doğuşu da ayrı güzel. I.Cadde üzerinde yer alan otelimizin terasından da güneş doğuşu manzarası eşsizdi.

Tahmin edeceğiniz gibi Mardin bir kebap cenneti. Özellikle Mardin kebap mutlaka tadılacak. Bu konuda I. Cadde üzerindeki küçük,mütevazi, uygun fiyatlı Rido Kebapçısını önerebilirim. Ayrıca daha büyük, müzikli restoranları da deneyebilirsiniz I. Cadde üzerindeki. Öğlen yemegi için Sultan Sofrasını denedik. Yerel ve lezzetli yemekler güzeldi. Mardin Süryani şarapları ile meşhur. İçkili restoran ve barlarda deneyebileceğiniz gibi bol miktarda satın alabilirsiniz, önerilir.

Son Söz
Mardin gezimiz sadece bu kadar değil. Yazıda sadece Mardin merkez yer alıyor. En az üç gününüzü Mardin merkeze ayırdıktan sonra, mutlaka görülecekler arasında Midyat, Mor Gabriel Manastırı, Dara Antik Kenti ve Hasankeyf yer alıyor. İki gününüzü ulaşımı kolay en az Mardin kadar özel bölgelere ayırmanız gerek. Biz de tüm çevre gezilerini yaptık. Ancak her biri ayrı bir yazı konusu olduğundan bu yazıya ekleyemedim.

Mardin için son söz, hiç bir soru işareti yok bu özel şehir mutlaka görülmeli. Güvenlik sorunu yok, son yıllarda şehir turizm açısından daha iyi düzenlenmiş.

Hasankeyf: Bir Tarihin Yok Oluşu

Hasankeyf 6000 yıllık geçmişi olan, birçok uygarlığın izlerini bıraktığı topraklar. Bu topraklardan kalan mirasları koruyup, aktarabilecek miyiz gelecek kuşaklara, yoksa sular altına mı gömeceğiz bir tarih?

Mezopotomya’ da yer alan bu ilçe de Dicle Nehri içinden akarken korunmaya müsait coğrafi yapısı nedeni ile binlerce mağarası mesken olarak kullanılmıştır. M.S. 363 yılında Bizanslılar tarafından sağlam kayadan oluşan bir kale halini almıştır. Kale yekpare taştan meydana gelmiş olup bir çok doğal mağaraya nehre inilen iki gizli yola sahip olduğundan dolayı çok korunaklı olup, ilk Bizanslılar tarafından kullanılmıştır.

Kayadan, taştan bu muhkem kale Arapça olarak HISN-KEYFA olarak adlandırılmış sonradan Hasankeyf’i ismini almıştır.

Sümerler, Akadlar, Asurlular, Babilliler, Medler, Persler, Bizanslılar, Emeviler, Abbasiler, Handaniler, Artuklular, Mervaniler, Selçuklular, Eyyübiler, Moğollar ve Osmanlılar bu 6000 yıllık mirasın sahibi olmuşlardır. 7. asrın başlarında şehrin hakimiyeti Bizanslılardan Müslümanlara geçmiş M.S. 1101 yılında Artuklular zamanında en önemli stratejik merkezlerden biri olmuştur. Daha sonra Moğol istilasında yıkılmış ancak şehri tekrar ele geçiren Kürt Eyyübiler zamanında şehir en parlak dönemini yaşamıştır.

Eyyübi Sultanı Süleyman tarafından birçok eser yapılmıştır. Şehir 1511 yılında Osmanlı hakimiyetine geçmiştir. Bugün Ilısu baraj inşaatı nedeni ile gezilemeyen kalenin muhteşem bir taş kapısı, küçük sarayı, büyük sarayı ve Ulu Cami ile darphanesi vardır. Kaledeki Ulu Cami 1325 yılında kiliseden camiye çevrilmiş olup avlusunda 7*7 metre çapında bir sarnıç halen mevcuttur.

Büyük Saray Artuklular tarafından yapılmış olup yaklaşık dört yüz adet odası bulunmaktadır.

Küçük Saray M.S. 1328 de Eyyübi Sultanı tarafından Mardin Artuklulardan getirilecek gelin için yaptırılmıştır. Binanın özelliği çatısının tamamen testiden yapılmış olması böylece ses ve ısıyı geçirmemesidir.

Kuzeyde iki aslan kabartması vardır. Tarihte bunların altın ve gümüş ile süslendiği bilgisi vardır.

Yine gezilemeyen kale de 1311 yılında Artukluların kullandığı darphane vardır. Bu darphaneye ancak doğudaki dik bir kayadan çıkılabilmektedir.

Darphane altındaki ve kalenin altındaki mağaralardan oluşan yere Şab Vadisi denir ve buraları kale için nöbet tutulan yerlerdir.

Bugün Ilısu Barajı çalışmaları nedeni ile bu eski şehre çıkmak mümkün değildir.

Şehrin sokakları renk ahenk olup hala az da olsa turist vardır.

Şehrin içinde Dicle Nehri manzaralarını, Kaleyi ve Küçük Sarayı da  yakından görebileceğiniz El Rızk Camisi bulunmaktadır. Bu cami Eyyübi Sultanı Süleyman tarafından yaptırılmış minaresi ayakta kitabesinde Allah’ ın 99 ismi yazılıdır. Minarenin en büyük özelliği çift yollu olmasıdır. Rivayete göre Çırak ustasını geçtiğini gösterebilmek için minareyi çift yollu yapmıştır. 

Yine kentin içinde yarım kalan minaresi ile ünlü Sultan Süleyman (Koç Cami) bulunuyor. 

Rivayete göre de burayı usta yapmıştır, yarım kalmasının nedeni çırağın yaptığı çift yollu minareyi görünce utanıp kendini bu yarım minareden aşağıya attığı yönündedir.

Hasankeyf Köprüsü Dicle üzerinde yer alır. 12.yy Artuklular tarafından kesme moloz taşlardan yapılmış ortada 40 metre yanlarda 22 metre gözü bulunan dünyanın ilk açılan köprüsüdür.

Hasankeyf Köprüsü’nün solundaki bir tepenin üzerinde mezarlık ortasında İmam Abdullah Zaviyesi bulunur. Peygamber neslinden gelen bu kişi Bizanslılardan şehri alırken burada şehit düşmüş olup bugün dini ziyaret alanı olarak burası ziyaret edilmektedir.

Yine kentin içinde bulunup bugün yerinden taşınan Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın oğlu Zeynel Bey’ e ait türbe soğan tipinde ilk eserdir.

550 yıllık bu kümbet maalesef bugün inşa edildiği yerde değildir. 6000 yıllık geçmişe sahip Hasankeyf maalesef tarihini kaybediyor. Daha önce çivi çakmanın bile yasak olduğu bu şehirde şimdi her şey Ilısu Barajı’nın altında kalacak.

Güçlendirme projesi adı altında doğal yapı dinamitler ile tahrip edilerek mağaralar dolduruluyor. Kale bölgesindeki bu baraj çalışması nedeni ile bir çok ağaç tahrip olmuş ve eski şarap mahzeni de yıkılmıştır.

Nehrin birçok yeri kum ile doldurularak ekosistem bozuluyor. Kalenin etrafına bir duvar örüleceği, suların camilerin minaresi boyunda yükseleceği konuşuluyor. Buradaki tahribat sürerken ilçe nehrin diğer yakasında inşa edilen TOKİ evlerine taşınmaya zorlanıyor. Duyulan hüzün, acı ve kırılmışlık, dargınlık yerel rehberin kendi eliyle yazdığı aşağıdaki şiire de yansıyor.

Rehberin de şiirinde belirttiği gibi;

Devlet Baba karar almış

Kaderinde baraj varmış…

Birçok aydının çevre dostunun karşı çıkmasına rağmen bizim Aralık 2017’ de gezdiğimiz HasanKeyf artık sular altında kalıyor. Maalesef bir tarih yok oluyor. Katili ise Ilısu Barajı ve insanoğlunun bitmeyen hırsları…

Diyarbakır Gezi Rehberi

Amed – Diyarbekr – Diyarbakır (Dillerin, dinlerin harman olduğu kent)

Artuklulardan kalma ismi ile Amed, Amida; Osmanlı hakimiyetinde Diyarbekr, Cumhuriyet ismi ile Diyarbakır olarak adlandırılan şehir, Mezopotamya’ nın El Cezire denen kuzey kesimindedir. Anadolu ile Mezopotamya, Avrupa ile Asya arasında doğal köprü vazifesi gören Diyarbakır bugünlerde nüfusu 1,5 milyonu aşan, denizden 647 metre yükseklikte Türkiye’ nin 12. büyük kentidir.

9000 yıllık geçmişe sahip bu şehirde, Anadolu’nun en eski yerleşimlerinden tarım toplumunun en güzel örneği olan, tarihi 10000 yıl öncesine dayanan Çayönü Tepesi; Diyarbakır’ ın Ergani ilçesindedir. 9000 yıllık bu şehirde M.Ö. 3000’ de Huri- Mitiniler, M.Ö.1260’ da Asurlular, Aramiler, Urartular, İskitler, Metler, Persler, Makedonlar, Handaniler, Mervaniler, Romalılar, Sasaniler, Bizanslılar, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Artuklular, Eyyübiler, Moğallar, Akkayunlular ve Osmanlılar yaşamıştır. Bu listeden görüleceği gibi birçok medeniyetin iz bıraktığı bu şehirde en çok Romalılar, Abbasiler, Mervaniler, Selçuklular, Artuklular ve Osmanlılar’dan  eserler kalmıştır. Özellikle Diyarbakır surlarında ve İçkale’de, Ulu Cami’de Artuklulardan kalma boğa- aslan figürü görülüyor.

Diyarbakır gezimize başlamadan önce belirtelim, zaten fotoğraflarda çoğunlukla binaların taşlarının renklerinin siyaha yakın olduğu dikkatinizi çekecek. Diyarbakır yapılarında ve surlarında şehrin batısında bulunan eski yanardağ Karacadağ’dan bazalt tabakadan alınan siyahımsı düz (erkek) veya delikli (dişi taşlar) kullanılmıştır.

Bugün Diyarbakır’ın simgesi surların tarihinin de ne kadar eski olduğuna inanmak güç. Diyarbakır’ın etrafındaki surlar M.Ö. 3000-4000 yıllarında Huriler tarafından yapılmış, ancak birçoğu tahribata uğramıştır. Bugünkü surlar bile M.S. 346’ da Roma İmparatoru II. Constantinus tarafından yapılmıştır. Bu surlar 10-12 metre yükseklikte 3-5 metre genişlikte toplam 1700 metredir. Üzerinde yürüdüğümüz surlar beş bin yıl önceye gitmese bile, nerede ise 1700 yaşında.

Ancak bugün bu surlara çıkış polis tarafından yasaklanmış durumdadır.

Surlar üzerinde yuvarlak, dörtgen, beşgen, altıgen şekillerde 82 burç vardır. Yedi Kardeş Burcu, Ulu Enli Beden Burcu, Dar Kapı Burcu, Keçi Burcu, Nur Burcu en ünlü burçlardandır. 

Kale surlarında Romalılardan Osmanlılara kadar uzanan çeşitli kitabeler bulunuyor. Dış Kale’nin 4 kapısı vardır. Harput ( Dağ Kapı) , kuzeybatıda Urfa Kapısı, güneyde Mardın Kapı (Tepe Kapısı), doğuda Yeni Kapı (Su Kapı, Dicle Kapısı) bulunur. Bu kapıların bir çoğunda kitabeler mevcuttur.

Surlara yaklaşırken parkın içinde Edibese Kadın Heykeli bizi karşılamaktadır. Heykel erkek egemen topluma başkaldıran kadınları simgelemektedir.

Surların bitiminde Dicle Nehri’ne doğru karşı kıyının neredeyse tamamı Dicle Üniversitesi’ne aittir. Konya Selçuk Üniversitesi’nden sonra Türkiye’nin en geniş araziye sahip  üniversitesi Dicle Üniversitesi. Bu surların hemen karşısında tahmini 19.yy inşa edilen binaları ile bir yönetim merkezi olan 1200’ lü yıllarda Artuklular tarafından yapılan İç Kale bulunuyor.

Arslanlı Çeşme, Diyarbakır Cezaevi, Adliye Binası, Defterdarlık, Cephanelik olarak kullanılan bu alan 19.yy’ da inşa edilmiştir. Bugün içinde Saint George Kilisesi, Arkeoloji Müzesi, Tematik Müze, Vali Kabul Evi, Eski Ceza Evi tarihi ve önemli binalar arasında. 

İç Kale’ ye girmeden önce sağ tarafta Hz. Süleyman Cami bulunmaktadır. Bu cami Hz. Ömer’ in zamanında Arapların Diyarbakır’ı işgal için gönderdiği 26 sahabenin de yattığı dini bir ziyaret alanıdır.

Kalenin iç tarafındaki Sur olarak bölgesinde Diyarbakır’a özgü ilginç sokaklar yürüyürek dolaşılabilir. Ancak bugünlerde Sur’daki birçok yer ki bunlardan biri Kurşunlu Cami ve Dört Ayaklı Minare polis barikatları sebebi ile gezilememektedir.

Bugün hem Sur hem de Ali Paşa Mahallesi iş makinaları ile yıkılmakta, yerine TOKİ tarafından alelade betonerme binalar yapılmaktadır.

Bir çok dinin yeşerdiği ve yaşadığı bu şehirde Sıpr Gregas Ermeni Kilisesi, İç Kale’deki Saint George Kilisesi, Lalebey merkezde Meryem Ana Kilisesi, ve Mor Petyum Kilisesi mevcuttur.

İç Kale çıkışından Gazi Caddesi’ne doğru yürüyüş yolunda yerel ürünlerin satıldığı tarihi kervansaraylar bulunuyor. 

Diyarbakır evleri ortada bir havuz ve genellikle güneş gören ve görmeyen şekilde ayarlanarak yapılan yaşam alanları ile bir komplekstir. Diyarbakır’da bunun en güzel örnekleri Ziya Gökalp’ın Evi, Cahit Sıtkı Tarancı’nın Evi, Ahmet Arif’in Evi, Behram Paşa Konağı’nda görülebilmektedir. 

Mardin yolundaki Gazi Köşkü de yine özgün bir Diyarbakır evidir. Behram Paşa Konağı da bugün belediye tarafından Deng-Bej Evi (yani Kürtlerin güzel söz söyleme sanatının icra edildiği bir yer) haline dönüştürülmüştür. Burada günün belirli saatlerinde bu yerel gelenek devam ettirilmektedir.

Behram Paşa Konağı’nın yanındaki Behram Paşa Cami; Mimar Sinan tarafından yapılmış, görülmesi gereken güzel bir camidir.

Diyarbakır’ da tarihi bir çok cami vardır. Ama bunlardan en önemlisi Ulu Cami’ dir. Ulu Cami’ ye çıkarken sağ tarafta Hasan Paşa Hanı’nı da görebilirsiniz. Yine bu alanda bugün bir kafe olarak hizmet veren Sülüklü Han’ da yer almaktadır.

Meydanın sol tarafındaki Ulu Cami yüzyıllardır, birden çok dinin ibadet yeri olmuş. Zaten yapının ön duvarlarında hem aslan- boğa figürü, hem de daha önce güneşe tapma anıtı olduğunu gösteren işaretleri görebilirsiniz.

Ulu Cami 639 yılında Mortana Kilisesi olarak inşa edilmiş olup 1091 yıılında Selçuklular tarafından restore edilip camiye çevrilmiştir. Artuklular, Akkoyunlular, Osmanlılar’a ait bir çok kitabe bulunmaktadır. İslam aleminin 5. Harem’ i Şerifidir. Yapıda 2 cami (Hanefi- Şafi), 2 medrese ( Mesudiye- Zinciriye) mevcut olup, camiye 3 ayrı kapıdan giriliyor. Avlu içinde sekizgen şadırvan vardır.

 

Yine avluda 800 yıllık Sibernetik’ in babası sayılan El Cezire tarafından yapılmış Güneş Saati bulunmaktadır. 

Diyarbakır’dan Mardin yolu üzerinde Dicle Nehri’nin kıyısındaki alan Hevsel Bahçeleri olarak bilinir. Burası özellikle yaz aylarında halkın yoğun talep ettiği bir mesire yeridir. Bu güzergahta Bizanslılardan kalan 6.yy’a tarihlenen 10 Gözlü Köprü üzerinde yürüyüş yapılabilir.

Diyarbakır’daki bir diğer önemli köprü adına türküler yakılan Batman yolu üzerindeki Balabadi Köprüsü’ dür. 1148 yılında Batman Çayı’ nın üzerinde Artuklular tarafından yapılmış bu köprünün her iki yanında konaklama odaları mevcuttur. Modern statik hesaplamanın olmadığı bir devirde bu açıklıktaki bir köprünün Ayasofya Kubbesi’ni içine sığdıracağı söylenir. Köprüde çeşitli motifler de yer almaktadır.

Diyarbakır’ da Ziya Gökalp Müzesi, Cahit Sıtkı Tarancı Müzesi, İç Kale’ de Arkeoloji Müzesi ve Tematik Müze, Ahmet Arif Müzesi,  Gazi Köşkü Müzesi gezilebilir. Diyarbakır yeme içme olarak bir derya kenttir. En meşhur yemekleri kaburga kebabı, kadayıf burması sayılabilir.

Kültür mozaiği Diyabakır’a yolunuzu düşürmenizi öneririz.

 

Cabo da Raco Gezi Rehberi: Avrupa’nın Son Noktası

cabo-da-raco

Bir gezginler için dünya haritasını önüne  yayıp en, en… yerlerde gezme hayali kurmak olağan davranışlar arasındadır. Dünyanın burası son noktası, ucu, sonu kelimeleri de özel merak uyandırır bizde.

İşte Cabo da Roca 14. yüzyılda düz olduğu düşünülen dünyanın sona erdiğine inanılan nokta. Bu düşünce o kadar doğru ki o dönemde, kıyının en batı ucuna üzerinde haç bulunan anıt yapılmış ve üzerine 1524-1580 yılları arasında yaşayan ünlü Portekizli şair Luis Camoes tarafından söylenen “Burada kara bitiriyor ve deniz başlıyor” yazan bir yazıtı konmuş.

Benim için Cabo da Roca’nın önemi ise; 2017 yılı Şubat ayında Uzak Doğu’nun doğuda ana karanın bittiği noktada, ada ülkesi Filipinler gezisini yapmıştım. Kendimce en doğusu idi Asya kıtasında tabii ki. Aynı yılın Haziran ayında Portekiz, Lizbon ve Porto gezimizde Avrupa’nın en batı noktasının Lizbon’dan ulaşabileceğimiz bir uzaklıkta olduğunu öğrenince yapacak bir şey yok. Hemen Cabo da Raco ulaşım araçları çalışılır, Avrupa’nın en batı ucuna ayak basılır.

Gelelim Avrupa ana karasının en ucuna ulaştığımızda ne gördüğümüze, ne hissettiğimize.

Cabo da Roca

Kayaların üzerinde bir deniz feneri, bir anıt, turizm ofisi ve hediyelik eşya dükkanı olan bir alana ulaştık.. Bu coğrafyada ne yapacağız? Deniz fenerini yakından göreceğiz, 1772 yılında inşa edilen deniz feneri 1842 yılında bugünkü şeklini almış. Okyanus seviyesinden 150 metre yüksekliğinde ve denizde 46 kilometreden 1000 watt ışığı görülebiliyor. Ancak fenerin içi ziyaretçilere açık değil.

Cabo da Roca

Dünyanın bittiği yere dikilen, Hristiyan topraklarını gösteren anıt ile fotoğraf çektirdik. Hiç şüphe yok ki Avrupa’nın ucunda olduğumuzu gösteren poz buraya gelen herkes tarafından tekrarlanıyor. Buraya ayak bastığımızı kanıtlayan 11 euroluk belge almak yerine fotoğrafımızı yanımıza aldık.

Cabo da Roca

Sert esen rüzgarda dik kayalıklara çarpan Atlas Okyanusu’nun köpüklü dalgalarını izledik. Güneşi bu kıyıda rüzgarın ve dalgaların müziği eşliğinde batırdık.

Sadece bir deniz feneri ve anıtın bulunduğu, okyanus dalgaları ve rüzgar sesinin eşlik ettiği, yalnızlık ve sonsuzluk duygusu uyandıran bir film sahnesindeymişiz gibi hissettik.

Cabo da Roca, Lizbon’dan kolaylıkla ulaşılabilecek bir uzaklıkta. Buraya Sintra ve Carcais kasabalarından 403 numaralı otobüsler ile gidebilirsiniz. Sintra’dan 40 dakika, Carcais’ten 20 dakika uzaklıkta. Asıl sorunuz bu isimler nereden çıktı hani Lizbon’dan gidecektik olabilir. Durun tabii ki Lizbon’dan yola çıkacağız. Biz Lizbon’dan kombine bilet aldık sadece 15 euroya. Bu bilet ile önce Sintra’yı dolaştık, masal şatolar, kaleler, müzeler ile sevimli bir kasaba, sonra Cabo da Raco ve Carcais’i bir günlük gezide gezdik. Tren ve otobüslerde tüm yolculuklar bu bilette kapsanıyor.

Son Söz

Cabo da Raco mutlaka ziyaret etmeli mi? Şüphesiz yurt dışı gezilerimizde öncelik vermek, kalmak ve zaman harcamak isteyeceğimiz bir yer değil. Zaten Portekiz’de herhangi bir yere geldiyseniz, seyahat etmeyi seviyorsunuz ve kıtanın ucundaki ülkeye ulaşmışsınız demektir. Lizbon’da fazladan bir gününüz varsa ve Sintra ve Carcais’i ziyaret etmeyi düşünüyorsanız, Cabo da Raco’da gün batımını izlemelisiniz. Bölgeye sadece bir ziyaret yeterli zaten.

En iyisi siz  Sintra Gezi Rehberi – Masal Diyarında mıyız?  yazımızı okuyup, bizim rotamızı takip edin. Önce Sintra’da Masal Şatolarını gezme, sonra Cabo da Raco’da güneşi batırıp, Carcais’e otobüsle geçmek, Carcais deniz kenarı gezisi sonrası meydanda veya deniz kenarında güzel bir balık ziyafeti, geç saatte Lizbon’a trenle dönüş. İnanın güzel anılarla döneceksiniz.

Brezilya Gezi Rehberi: Samba Ülkesinde Batıdan Doğuya Seyahat

brezilya

Renkli karnavalların, sambanın ve kahvenin ülkesi Brezilya, aynı zamanda Güney Amerika’nın en büyük ve kalabalık ülkesi. Nüfusu 200 milyondan fazla, yüz ölçümü 8.511.965 kilometrekare. Dünyanın yüz ölçümü bakımından beşinci, nüfus bakımından sekizinci büyük ülkesi. Ülkede konuşulan resmi dil Portekizce. Ekvador ve Şili dışında tüm Güney Amerika ülkeleri ile komşu. Ülkenin yarısından çoğu deniz seviyesinden 200 metre bile yüksek değil. Peru’da And Dağları’nın doğusundan çıkan dünyanın en geniş ve en çok su taşıyan Amazon Nehri Brezilya ovaları içinde akıyor. İklim her bölgede aynı değil; ama genellikle tropikal iklim hakim. Brezilya’nın yarısı ormanlarla kaplı. Orta kısımlarında savanlar, güneyde ve Amazon Havzası’nın bazı yerlerinde otlaklar var. Buralar Asya ve Afrika ile mukayese edildiğinde hayvan florası maymun ve kuşlar bakımından zengin.

Brezilya 26 eyaletten oluşan federal bir cumhuriyet. Dünyada enflasyon oranı en yüksek olan ülkeler arasında. En büyük kahve üreticisi ve ihracatçısı olan ülke, aynı zamanda sığır yetiştiriciliğinde de dünyanın önde gelen ülkelerinden. Dünyanın en büyük hidroelektrik santrali de burada.

Bu büyük ülkeyi üç beş günde gezmek mümkün değil. Biz özellikle Amazon Havzası’nı gezmek için gittik. Brezilya rotamız Manaus- Sao Paolo – Salvador De Bahıa – Rio De Janeiro şeklinde. Yoğun ve tempolu bir rota.

Biz Brezilya’ya Bolivya’nın Guayaramerin kasabasından 20 kişilik bir tekne (kayığın biraz büyüğü) ile geçtik. Bolivya ve Brezilya’yı Guapore Nehri ayırıyor.

Brazil

İnsanlar sorgusuz sualsiz iki kıyı arasında gidip geliyorlar. Bana ilginç gelen ülkeyi terk edecekseniz sınırda bir gümrük olur. Burada öyle değil, biz Bolivya’yı terk edeceğiz diye Guayaramerin’de kasaba içinde görevli aradık, sonra nehir kenarına gelip sorgusuz sualsiz karşı kıyıya yani Brezilya’ya geçtik. Burada kıyıya çıkınca bir taksiye atlayıp kasabada “biz Brezilya’ya geldik” diye sınır görevlisi aradık, giriş yapmak için.

Güney Amerika’nın bu bölgesinde insanlar çok yavaş. Bir kişinin pasaport işlemleri abartısız 30 dakika sürebiliyor. Görevli bırakıyor, içeri gidiyor, on dakika sonra geliyor; bir daha gidiyor… Deliriyorsunuz. Nihayet işlemlerimiz tamamlanıyor, iki taksi Porto Velho yoluna çıkıyoruz. 350 km’lik bir yolumuz var. Bizim biletimiz R.Branco’dan-Manaus’a, uçağa yolun yarısından Porto Velho‘dan bineceğiz. Akşam 18.30 dolaylarında Manaus’da olmayı planlıyoruz. Sıcak, nemli bir hava, tropikal iklim bu olsa gerek. Etraf yemyeşil, yol boyunca hindistan cevizi ağaçları, kahve kakao tarlaları, palmiyeler arasında ilerliyoruz.

Her taraf ıslak. Yolda yarım saat bir yemek molası veriyoruz. Country filmlerindeki lokantalara benzeyen bir yerde.

Porto Velho Havaalanı’ndan gece yarısı Manaus’a ulaştık.  Amazon Eyaleti’nin merkezi Manaus, Rio Negro Nehri kıyısında. Yağmur ormanlarının ortasında olduğundan en önemli Amazon Limanı. Meyve, sebze, kuru yemiş çok bol. Sıcaklık sürekli 30 derece üstünde ve hep bol yağışlı. 1888-1912 yılları arasında lateks ticareti nedeniyle çok önemliymiş.

Ertesi sabah otelin özel limanından teknemize biniyoruz. Bu sıcakta, pantolon ve uzun kollu gömleklerleyiz. Sivrisinekler akşam çıkıyor diye bizi teselli ediyorlar. Bu arada bir şey olmaz diyorlar, ama herkes sarı humma aşılı.

Tekne ile önce bir yerli köyüne gidiyoruz. Amazon yerlilerinin gösterilerini izliyoruz. Daha sonra ormanlık alanda yürüyüş yapacağımız bir koya ulaşıyoruz.

Yüzer çarşıdan isteyen alışveriş yapıyor, bir kıyıda pirana tutmak için kargı veriyorlar ve bir tek Memo tutabiliyor. Balıkçılıkla çok ilgilendiği için… Herkes onun tuttuğu balıkla resim çektiriyor.

Öğle yemeğini teknede yiyoruz. Küçük bir motor ile Amazonda timsah arıyoruz ve motorlar duruyor. Kaptan elini atıyor yavru timsahı nehirden alıyor. Daha sonra yavru timsahı geri bırakıyoruz. Artık hava kararmaya başlıyor, sinekler çıkıyor. Ve gece sekiz dolayında salması bozuk her an devrilebilecek motor ile otele dönüyoruz. Bazıları teknede yatıyor. Bunların hepsi turistler için hazırlanmış şovlar. Gerçek Amazonları görmek için daha derinlere gitmek gerekir. Bu nehir gemisi sadece Manaus civarını gösteriyor. Kaptan sürekli Manaus çevresinde kesilip yerleşime açılan ormanlık alanları gösteriyor. Kendisi de gösterdiği büyük bir ormanlık alandan yer almış, Amazonların yok edilişine tanık oluyoruz.

Manaus içinden geçen Rio Negro, Amazon Nehri’nin bir kolu. Karanlık bir suya sahip olan Rio Negro, soluk renkli; Amazon ile birleştiğinde, iki nehrin sularının yoğunluk ve sıcaklık farklarından dolayı ortaya 2 farklı renkte ilginç bir görüntü çıkıyor. Tekne turunda bunu görebiliyorsunuz.

Brazil

Ertesi gün kahvaltıdan sonra şehir turu yapıyoruz. Tüm Manaus’un altını üstüne getiriyoruz.

İlk durağımız Mercado; hayatımda gördüğüm en büyük meyve yığınlarını ve çok iri balıkları fotoğraflıyorum.

Bu arada 2014 Dünya Kupasının oynandığı bu şehir protesto gösterileri ve seçim çalışmaları nedeniyle çok canlı.

Merkado’dan sonra yerli müzesini geziyoruz. Gezilmese de olur. Bir sonraki durağımız ve 19. yy’da yapılan Teatro Amazonas. Rönesans tarzındaki yapı dünyanın en güzel opera binalarından biri. Zamanında dünyanın en zengin şehirlerinden biri olan Manaus’un o dönemdeki ihtişamını yansıtıyor. Mimari Avrupa’dan esinlenilmiş. Küçük bir müzesi de olan bina 32’si Murano camından olan 198 avizeye sahip. Mermerler İtalya’dan, mobilyalar Fransa’dan getirilmiş. Yapımı 15 yıl süren, Amazon Filarmoni Orkestrası’na ev sahipliği yapan bina adeta Manaus‘un hazinesi ve sembolü.

İngilizler Afrika, Malezya, Sri Lanka gibi ülkelere kauçuk ağacı dikerek, kauçuk tekeli elinde bulunan şehrin tekelini kırarak kauçuk fiyatlarını ucuzlatırlar. Fakirleşen şehirde sosyal faaliyetlerde yavaşlar. Teatro Amazon bir süre kapalı kalır, 1950 yıllarında tekrar açılır. Biz gittiğimizde orkestra prova yapıyordu.

Manaus’dan ayrılıyor Cuıaba üzerinden Sao Paolo’ya uçuyoruz.

Sao Paolo Güney Amerika’nın en kalabalık şehri. Banliyölerle birlikte nüfusu 20 milyonu aşıyor. İnişli çıkışlı (tepeler üzerine kurulmuş) bir şehir. Sanayi, bankacılık ve ticaret şehri. Biz havaalanından hemen otele geçiyoruz. Mercure Sao Paolo Paulista’da kalıyoruz. Şehrin en şık semti burası Paulista. Dünyanın en pahalı gayrimenkullerinin olduğu yerlerden biri.

Paulista Caddesi civarı çok hareketli. Burada yemek yiyoruz. Fiyatlar ucuz değil ama restoran şık ve güzel. Ertesi gün Sao Paolo turuna çıkıyoruz. Şehrin % 70‘i iş yeri, % 30’u konut. Denizden 800 metre yükseklikte ki Serra do Mar tepeleri üzerine kurulmuş. Gelişmiş bir metro ve tren ağı var.

Kapitalist sistemin büyük metropollerinde sıkça karşılaşılan manzarası burada da var. Sokaklar evsizlerle dolu. Aynı manzara Buenos Aires sokaklarında da vardı. Aylık asgari ücret 300 dolar imiş. Ama kaldığımız yörede evlerin aylık kirası 5.000 Dolar dolayında. Gelir dağılımındaki eşitsizlik açıkça görülüyor.

Eski şehrin merkezinde neogotik bir yapı olan, içindeki dev sütunlarla karakterize Sao Paolo Katedrali’ni geziyoruz.Ortodoks Katedrali de görülmeye değer.

Eski şehir merkezinin sokaklarında yürüyor; bol bol fotoğraf çekiyoruz. Hotel Unique‘nin karpuz şekli dikkatimi çekiyor.

Brazil

Akşamüstü Gol Havayolları ile Salvador De Bahia‘ya uçuyoruz. Yaklaşık iki buçuk saat sürüyor.

Brazil

Brezilyanın üçüncü büyük kalabalık şehri. Nüfusun % 80 Afrika kökenli. Sokaklarda beyaz birisini görmek zor.

Brazil

Şehir 85 -90 metrelik bir yükseklikle; aşağı ve yukarı olmak üzere ikiye ayrılmış. Yukarı şehir veya eski şehir. Salvador De Bahia‘yı çok beğendim. Portekiz sömürge mimarisi, rengarenk binaları, resim atölyeleri, sanat merkezleri, Arnavut kaldırımlı sokakları ile büyüleyici.

İdari, dini binalar ve ekonomik durumu iyi olanların konutları burada. Yukarı şehri aşağı şehirle bağlayan 72 metre yüksekliğinde bir asansör var. Brezilyanın ilk asansörü. “Cidade Alta” diye adlandırılan eski/tarihi şehir Rönesans dönemi şehirlerinin Amerikan kültürü ile yoğrulmuş güzel bir örneği. 16. yüzyıldan kalma kamu binaları, 17. ve 18. yüzyıla ait kiliseler, barok tarzında yapılmış saraylar arasında gezerken kendinizi bir film sahnesinde hissediyorsunuz. 1990 yıllardan beri restorasyon çalışmaları devam ediyor, 1500’e yakın bina restore edilmiş.

Yukarıda bulunan eski tarihi şehir merkezi ile aşağıda bulunan şehir çok farklı.

Aşağı şehirde Brezilya ruhuna uygun her gün karnaval havası var. Afrika kökenli gençler gruplar halinde ortalıktalar. Zaten karnavallar şehri diye de anılıyor. Dansın, müziğin, neşenin şehri. Amerika’nın en eski şehirlerinden sayılıyor ve şehir 1985 yılında Unesco Dünya Mirasları Listesi’nde yerini almış.

Güven duygusu uyandırmıyor. Küçük bakkal tipi marketler demir parmaklıklar arkasından hizmet veriyorlar. Her bütçeye göre lokanta mevcut. Salvador De Bahia koloni Brezilya’sının başkenti olup (eyaletin başkenti), kuzeydoğu bölgesinin en kalkınmış yeri.

Brazil

Brezilyanın en yoksul bölgesi kuzeydoğusu. Güney Amerika Kıtası ile Afrika‘yı birleştirirseniz (haritada) dünyanın en eski tek parçalı halini hayal edebilirsiniz. Burada gezdiğimiz bir müzede Afrika’dan göç yollarını gösteren bir haritada gördük.

Brazil

Ben bu şehri çok beğendim. Özellikle koruma altındaki eski, tarihi şehir merkezini. Burada Atlas Okyanusu kenarındaki Marazul Hotel’de kalıyoruz. Dışarıdan şık ve güzel görünüyor; ama orta halli bir yer. Bana İspanya kıyılarını hatırlattı, özellikle Mallorca Adası’nı. Tüm okyanusun kenarı çok katlı otellerle kaplı. Gece gezerken kapkaç olaylarına karşı çok dikkatliyiz. Gençler alkol ile çok samimiler; insan ürküyor.

Akşam Atlas Okyanusu kenarında yemek yiyoruz. Fiyatlar mantıklı ve makul. Burası bizim Bodrum gibi bir yer. Öğle yemeklerinde bulduğumuz yerler çok ucuz. Açık büfe bir yerde istediğiniz kadar yiyip kişi başı 8-10 Dolar bir para ödüyorsunuz. Yemek kalitesi orta halli. Çok güzel değil, ama damağa uygun bir yiyecek rast getirebiliyorsunuz. Kıyı boydan boya otel, lokanta v.b yerler dolu. Yerel dans gösterilerin yapıldığı restoranlar kulüpler de bulunuyor.

Üç günlük Salvador De Bahia maceramızdan sonra Rio De Janeiro’dayız. Rio, Brezilya’nın başkenti ve ikinci büyük şehri. Nüfusu 6 milyondan fazla. Hemen meşhur Copacabana plajlarına gidiyoruz; uzun kumsalları ile Antalya‘yaya çok benzetiyorum. Ama daha güzel değil. Şehrin içinde kumsallık bir kıyı şeridi. 4 km uzunlukta, şezlonglar ve büfeler ile bir halk plajı. Üstelik güvenli olmadığını da söylüyorlar. Zaten denize girecek vaktimiz de yok.

Brazil

1700′ lü yıllardan beri yapılan dünyaca ünlü Rio Karnavalında törenin yapıldığı sambadromu görünce hayal kırıklığı yaşıyorum. Ben tüm o gösteri ve yürüyüşlerin tüm şehirde caddelerde yapıldığını düşünüyordum. Her yıl 400 binden fazla turist çeken karnavalda samba okulları gösterilerini sambadromda yapıyorlarmış. Sokaklarda düzenlenen sokak partileriymiş.

Favelaları uzaktan fotoğraflıyoruz. Favela, Rio’nun gecekondu mahalleleri. Nüfusun %25’inin yaşadığı bu alanların çoğuna polis bile giremiyormuş. Son yıllarda turistik amaçlı ziyaret edilebilen favelalar olduğu söyleniyor. Bazen bu favelalar arasında çete savaşları çıkıyormuş.

Brazil

Her türlü yasa dışı olayın döndüğü, dağlarda, denize karşı konumlanmış bu alanların manzarası oldukça güzeldir herhalde diye düşünüyorum. Fakirler, zenginlere tepeden bakıyorlar. Favelalarda “Carioca” denilen yerli halk oturuyor. Rio karnavalı gibi, Favelalar da artık şehrin bir sembolü. Kim bilir belki bir gün yolumuz yine Rio’ya düşer bir Favela ziyareti yapabiliriz.

Brazil

Uzaktan Corcovado Dağı’nı fotoğraflıyoruz. Kurtarıcı İsa Heykeli’nin bulunduğu, 710 metre yüksekliğindeki bu granit yapılı, Tijuca Ormanı ile kaplı dağa çıkmıyoruz.

Brazil

Sugar Loaf‘a çıkmaya zamanımız yetmiyor, karşıdan fotoğraflıyoruz. Onun yerine şehirde biraz daha vakit geçirmek istiyoruz.

Brazil

Bu arada öğle yemeği vakti geliyor. Şahane bir et yiyoruz. Amazon Bölgesi ve Salvador De Bahia’da yediklerimizden çok daha iyi. Zaten Rio‘nun sokakları da iç kısım Brezilya’sından farklı.

Yemekten sonra Arco Do Telles civarını geziyoruz. Burası sömürge Brezilyası’nın bir kalıntısı. Dar sokaklarındaki tarihi binalar restoran, antikacı, kitapçı olarak restore edilmiş. Çok hoş mekanlar var.

Son Söz

Brezilya’ya ayırdığımız 10 gün içerisinde ağırlıklı olarak Amazon Havzası ve belirli şehirleri gezebildik. Bu ülkeyi detaylı gezebilmek için daha çok zaman ayırmak gerekiyor. Bir daha gider misin diye sorsalar Güney Brezilya’daki Iguaçu Şelaleleri için giderim. Bu arada iki gün de Rio’da kalmak isterim. Onun dışında tekrar Brezilya, ancak Peru-Bolivya–Brezilya Amazon Havzasını kapsayan daha geniş ve detaylı bir gezi için olabilir.

NOT: Rio fotoğrafları ve Manaus’ta çekilen Rio Negro-Amazon Nehri birleşiminde renk değişimini gösteren fotoğraflar İnternetten alınmıştır.

İslamköy Demokrasi Müzesi

İslamköy, Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in doğduğu, büyüdüğü köy. Köyün ortasında, Demokrasi ve Kalkınma Müzesi’nin de içinde yer aldığı inanılmaz bir külliye sizi karşılıyor. Mimarisi ve içeride sergilenenler bildiğiniz müze anlayışının çok ötesinde.

Külliyede neler mi var? Ferah bir namazgah, cami, çim alanda taş yürüyüş yolları, rengarenk Isparta gülleri, devasa çam ve meyve ağaçları, havuzlar, havuzlarda heykeller, çeşmeler, kütüphane, Demirel ailesinin müze evi, Demokrasi ve Kalkınma Müzesi, küçük kafeler, …..

Namazgah ve camiyi geçip Külliye bahçesinden girince hemen karşınızda Demokrasi ve Kalkınma Müzesi var. Müzenin giriş kapısının üstünde Cumhurbaşkanlığı Forsu buluyor.

Müze kapısından girince, Süleyman Demirel’in balmumu heykeli şapkası ile sizi selamlıyor. Bu heykel Yılmaz Büyükerşen tarafından hediye edilmiş.

Müzede Süleyman Demirel’e ait her şey var. Diplomalarından cübbesine, verilen hediyelerden kullandığı eşyalara kadar.

Ortadaki geniş sergi alanının etrafındaki girintili çıkıntılı küçük koridorlardan oluşuyor müze. Yüksek tavanlı, taş duvarlı ve çok iyi aydınlatılmış. Her bölümün ortasında camekanlar içinde sergilenen eşyalar çok iyi yerleştirilmiş. Duvarlarda ise 1950 sonrası döneme ilişkin bol resim ve açıklama var. Gezerken; hem mekanın ferahlığı, hem sergilenenlerin ilginçliğine kendinizi kaptırıp, bir şey atladım mı? Şuradakileri görmüş müydüm? duyguları içinde; ihtilaller, hükümetler, barajlar, köprüler, iç ve dış siyasi ve ekonomik olaylara ait resimlerin eşliğinde, yakın dönem Cumhuriyet tarihinde yolculuk yapıyorsunuz.

Hafızamda; zarif ve sessiz siyasetçi eşi olarak eşinin yanında yeraldığını hatırladığım Nazmiye Hanımın ayakkabı ve çantası görüyor sergilenen eşyalar arasında.

Süleyman Demirel Demokrasi ve Kalkınma Müzesinin web sayfasında yer alan misyonlarından biri; “Cumhuriyet ve demokrasi sayesinde köyden bir cumhurbaşkanı çıkabileceği örneğini göstermek”, olarak ifade edilmiş.

Müzeyi ve ardından külliyenin diğer bölümlerini gezdikten sonra, tam da bu duygular ile ayrıldım. Hatta ayrılmayıp, saatlerce külliyenin bahçesinde ağaçlar altında, güller arasında oturmak geldi içimden.

Meraklısına; Külliye, 17 dönümlük bir alan üzerine kurulmuş ve 6 bin metrekare kapalı alanı bulunmaktaymış. 1990 yılında yapımına başlanan Külliye ve müze 26 Ekim 2014 günü törenle hizmete açılmış ve Demirel Vakfına bağlı olarak hizmet veriyormuş. Özel Müze Statüsünde olan Müze, Demirel Vakfı Başkanı Şevket Demirel (Süleyman Demirel’in kardeşi ve işadamı) ve kızları Nihan Atasagun, Binhan Kesici ve Neslihan Demirel tarafından inşa ve restore edilmekte, bakım-onarımları yapılmakta ve tüm işletimi sağlanmaktaymış. Özel Müze deneyim ve birikimleri bulunan Vehbi Koç ve İnan Kıraç Ailesinden gelen bir teknik ekip ile birlikte 2010 yılından itibaren külliye ve müzede önemli ek ve değişikler, teşhir-tanzimler gerçekleştirilmiş.

Külliyede bulunan koleksiyonlar;  Süleyman Demirel’in kendi kütüphanesinde bulunan 46.000 kitap,  126.000 fotoğraf,  8.000 hediye eşya,  4.000 tablo,  6.000 teyp ve video kaset,  500 giyim-kuşam malzemesi ve halı-kilim ile  başka müzelerde ve kütüphanelerde aransa da bulunamayacak, 10.000 klasör dolusu 6 milyon dokümandan oluşmakta imiş. Kütüphane; ilk, orta ve lise öğrencilerine değil, yetişkinlere hitap ediyormuş ve kütüphaneden dışarıya kitap verilmiyormuş.

Demirel Külliyesinde bulunan müzeler, kütüphane, cami, namazgah, gasilhane, restoran, mescit, sanat merkezi, lojman, İslamköy Mezarlığı, helikopter pisti, 9. Cumhurbaşkanının kabrinin bulunduğu Çalca Tepe ve göletleri Demirel Vakfının hizmet kapsamında imiş.

Külliye yapılırken; çevresindeki dokuz ev satın alınmış, restore edilmiş, yeni fonksiyonlar verilerek hem külliye ve İslamköy hem de Isparta ve Atabey çevresi için çekim merkezi olabilecek yeni bir kültür ve turizm alanı yaratılması amaçlanmış.

Satın alınan bu evlerde oturanlara, kendi evlerinin değerlerinin çok üstünde olmak üzere yeni ev ve mandıralar inşa edilmiş; aileler hem İslamköy’den koparılmamışlar hem de külliyeye manevi bağlılıkları sağlanmış.

Süleyman Demirel Üniversitesi Rektörü ile Demirel Vakfı Başkanının imzaladıkları bir protokol doğrultusunda külliye akademik bir ortama da dönüştürülmüş. Üniversitenin “Süleyman Demirel Liderlik Araştırma ve Uygulama Merkezine” külliye içinde bir bina tahsis edilmiş. Bu Enstitü, öğrencileriyle her hafta külliyede dersler yapıyormuş ve lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencileri müzede bilimsel araştırmalar yapabiliyormuş.

Müze, hem haftanın 7 günü hem de tüm bayramlarda ziyarete açık.

Demirel Ailesinin evi, 1920 yılında yapılmış ve 1979 yılına kadar kullanılmış. Şimdi aslına bağlı olarak restore edilmiş ve etnografik bir müze olarak gezilebiliyor. Sergilenen tüm nesneler, Demirel Ailesinin kullanmış oldukları eşyalar ve araç-gereçlermiş.

Süleyman Demirel’in İslamköy’de defnedildiği mezar yeri, Çalca Tepe’de. 2003 yılında yeri belirlenmiş ve 2004 yılında hazırlanmış.

Çim halı ile kaplanmış bir alanın ortasında, toprak bir yükselti ve üzerinde solmuş karanfiller vardı. Demirel için düşündüğümden çok daha mütevazı bir kabir burası.

Yukarıda proje resmi görülen anıt mezarın yapılacağı tepedeki 650 dekar alan, çam ve sedir ağaçlarıyla kaplı ve Demirel Külliyesi’ni, İslamköy’ü ve Isparta’yı da kuş bakışı görüyor.

Yolunuzu düşürürseniz İslamköy’e; hem köydeki külliye, hem Çalca Tepe’deki mezarlık sade bir zarafet ile sizi şaşırtacaktır. Süleyman Demirel’e ilişkin hangi duygular ile giderseniz gidin, 1950 sonrası Türkiye’nin serencamını görüp etkilenmiş döneceksiniz.

Hem belki de, bizim tesadüfen köy meydanında rastladığımız gibi bir düğüne denk gelirsiniz. Düğün sahipleri yüz kişilik grubumuza yemek ikram etti. Hem de biz çekingen davranınca, düğün sahipleri, “misafir kendi rızkını getirir” “yemek biterse yeniden yapılır” dediler. Anadolu insanının cömert yüreği ile eşsiz konukseverliğini sergilediler.

Yazının son sözü; Müzenin girişinde yer alan bir mermer levhada yazılı bulunan ve 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e ait aşağıdaki satırlar olsun…

“Karşılaştığımız sorunların,

Cinsi, sayısı, ciddiyeti ne olursa olsun;

Onların altında ezilemeyiz!

Ufkumuzu karatamayız!

Geleceğimizden şüpheye düşemeyiz!

Devletimize ve demokrasiye olan inancımızı kaybedemeyiz!

Demokrasiden cayamayız!

Çare yerine, çaresizliğe talip olamayız!

ÇARE VARDIR…

VE BU ÇARE DEMOKRASİNİN İÇİNDEDİR.

Süleyman DEMİREL (1924-2015)

Kaynakça;

Demirelvakfı.org

Isparta İl Kültür Turizm Müdürlüğü web sitesi