ANA SAYFA Blog Sayfa 20

Mısır Gezi Rehberi: Nil’de Gemi ile Antik Mısır’a Yolculuk

misir-nilde-gemi

Sonsuza kadar devam ediyormuşçasına etrafınızda akan Nil, iki tarafında zaman zaman tapınaklar, yerleşim merkezleri, şehirler, tarım alanları, palmiyeler, muz ağaçları zaman zaman da uçsuz bucaksız çöl görüntüleri. Geminin içinde eğlenceli bir sosyal yaşam ve yanınızdan geçen diğer gemiler. Gece uçsuz bucaksız gökyüzü, pırıl pırıl yıldızlar ya da Nil’in kenarındaki şehirlerin ışıl ışıl görüntülerinin film şeridi gibi akması.

Hani çocukken yatmadan önce büyüklerin anlattığı masalları dinlerken uykuya dalarsınız da; gördükleriniz rüya mı, dinlediğiniz masalın görüntüleri mi tam kestiremezsiniz ya, Nil’de gemi yolculuğu böyle bir şey.

Yunanlı tarihçi Heredotos “Mısır Nil’in hediyesidir. Nil vadisi iki tarafı engin, uçsuz bucaksız çıplak çölle kaplı dar bir yeşil şerittir.” demiş. Gerçekten de Mısır Nil’in etrafında hayat bulmuş tarih boyunca.

Meraklısına; Nil, Akdeniz’e dökülen ve üç kolu bulunan dünyanın en uzun nehri, farklı kaynaklarda değişik ifade edilmekle birlikte 6-7.000 km uzunluğunda bir nehir. Tarih boyunca Nil havzasında, etrafındaki verimli topraklar (Nil’in yoğun aktığı ve taştığı dönemlerde getirdiği alüvyonlu toprak çölün ortasında tarım imkanı sağlamış), nehir akıntısının taşımacılığa imkan vermesi nedenleriyle yerleşim olmuş. Günümüzde Mısır, Sudan, Burundi, Kongo Cumhuriyeti, Tanzanya, Kenya, Uganda, Etiyopya Nil havzasının etrafında kurulmuş devletler.
Farklı süreleri ve güzergahları olan Nil’de gemi turları var. Benim katıldığım, Luksor- Aswan arasında beş gün süren ve yol üstünde farlı tapınakların gezilerek, Antik Mısır tarihini ve kültürünü görmeye yönelik bir geziydi. Aşağıdaki yazıda tapınakları tanıtmaya çalıştım, bunların mitolojik hikayelerine ise meraklısına bölümlerinde yer verdim. Ayaklarınızı güverte demirlerine dayayıp, çayınızı kahvenizi yudumladığınızı hayal edin ben de gördüklerimi anlatayım size.

Hurgada Havaalanı’nda indikten sonra Luksor’a otobüs ile giderken; rengarenk begonvillerin, devasa palmiye ağaçlarının çevrelediği yollardan geçiliyor ve ilk durağımız Karnak Tapınağı.

Karnak Tapınağı
UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan dünyanın en büyük tapınaklarından biri olan Karnak Tapınağı, Luksor şehrinin 2,5 km kuzeyinde ve içerisinde birçok tapınak barındırıyor. Granitten yapılmış duvarlar, sütunlar, heykeller var bu açık hava tapınak kompleksinde.

Eski Mısır anıtları, ebediyen varlıklarını sürdürmek üzere tasarlanmış ve taştan yapıldığı için kalıcı olmuş. Ayrıca, doğal kayalara ya da levhalara yapılan işaret ve yazılar Mısırlıların kayıt tutma tutkularını göstermekteymiş.

Binlerce yıl önce yapılmış tapınaklardaki matematik- mühendislik-mimarlık bilgisi ve kullanılan devasa taşlar, geçmişte nasıl bir medeniyetin hüküm sürdüğüne ilişkin kafaları karıştırıyor. Bu resimde göreceğiniz bölümde, biraz ipucu verilmiş yapım tekniğine dair; kerpiç duvarlar taş duvarların yanında yükseliyor, yani bir iskele sistemi kuruluyor, taş yapı bitince de bu geçici kerpiç duvarlar yıkılıyormuş.

Meraklısına; Karnak Tapınağı’nın içinde; Amon-Ra’nın Büyük Tapınağı, Khonso Tapınağı, Ipt Tapınağı, Ptah Tapınağı, Montho Tapınağı ve Osiris Tapınağı bulunuyor. Tapınak, 800 metre genişliğinde ve 1,5 km uzunluğunda bir alana inşa edilmiş. Mısır tarihi ve mitolojisi hakkında önemli bilgiler veren Karnak’ta, şimdiye kadar 8,000 adak taşı, 450 heykel ve 10’a yakın sfenks keşfedilmiş. Tapınak kompleksinin, güney yönündeki 8 hektarlık alanda, halen arkeolojik kazılar sürmekteymiş.
Mısır mitolojisinde çok sayıda tanrı bulunuyormuş. Kaz ile sembolize edilen Tanrı Amon’un (tek Tanrılı dinlerde yer alan amen ve amin kavramlarının bununla ilgisi var mı acaba?) yaratıcı ilk Tanrı olduğuna inanılıyormuş. Diğer bir mitolojik Tanrı ise güneş ile sembolize edilen Ra imiş. Bu iki Tanrının gücünü birleştirmesi ile oluşan Tanrıların Kralı Amon-Ra ise en güçlü Tanrı imiş. Firavunlar, bu tanrıların oğlu olarak tanımlıyormuş kendini. Sembolize edilen hayvanların gücünü ve özelliklerini taşıdıklarına inanılıyormuş.

Amon rahiplerinin “Cennetin en büyüğü, dünyanın en eskisi” diyerek her gün ilahiler okudukları, Tanrı Amon inancının merkezi olan devasa yapıların merkezine ulaşmak için ilk önce Amon Tapınağı’nın girişindeki, iki yanında aslan gövdeli ve koç başlı sfenkslerin bulunduğu caddeden yürümeye başlıyorsunuz.

Daha sonra, yanında kendinizi ufacık hissettiğiniz sütunların, heykellerin arasından geçerek ilerliyorsunuz. Sütunların, duvarların üzerindeki resimler, semboller ve yazılardaki detayları anlamaya çalışırken, daha sonra bütün Eski Mısır Tapınaklarında da görülecek olan aslında bir tür devlet resmi arşivinin içinde dolaştığınızı fark ediyorsunuz. Algıladıkları gerçekleri ya da yansıtmak istedikleri imajları resmetmişler gibi geldi bana.

Devasa sütunların yanında durup yukarı baktığınızda, arasından geçtiğiniz sütunları birbiri üzerine eğilip sallanarak, gökyüzüne ulaşmaya çalışan ağaçlara benzetebilirsiniz. Bu sütunları birbirine bağlayan ara bölümlerde bile kartuş denen küçük dikdörtgenlerin içinde firavun isimleri ve semboller semboller.

Ramses’in dev heykeli, sütunlar arasındaki heykeller, gökyüzüne uzanan ve üzeri semboller ile dolu olan dikili taş arasında hayranlık ile dolaşırken; iktidarların mimari ile ilişkisinin tarihin her döneminde var olduğunu da düşünebilirsiniz, iktidarın dayandığı referansları mutlaka kalıcı yapıtlar ile gösterme isteğinin ya da ihtiyacının olduğunu da. Muhtemelen emek yoğun çabalar ile yapılmış bu eserler, belki de iktidar ile tebaa arasındaki ilişkiyi de yansıtmakta.

Gemilerin yan yana demirlediği limanda, kendi geminize geçmek için bazen birkaç geminin içinden geçmeniz gerekiyor. Turizmin yoğun olduğu dönemlerde bu sayı çok daha fazla olabiliyormuş.

Limanın hemen arkasında, Winter Palace ihtişamlığı şıklığı ile görülüyor. İngiliz egemenliğinde bulunulan dönemde, İngiltere’nin kışın soğuk ve nemli olan iklimine alternatif, kralın kışlık sarayı olarak kullanılmış, şimdi ise lüks bir otel.

Agahta Christie’de bu otel de kalmış ve Nil’de Ölüm romanını burada yazmış. Otelin içi yılbaşı öncesi süslenmişti. Otelin içindeki koridor girişinde bulunan tabelalarda, kıyafet zorunluluğu olduğu belirtiliyordu. Gözünüzü kapatsanız; geçmişte piyano, keman sesleri arasında dans eden smokinli erkekler, tuvaletli kadınlar görecekmişsiniz gibi bir mekan. Ama normal bir gezgin iseniz burada konaklamanız zor.

Luksor Tapınağı

Luksor Tapınağı, Karnak Tapınağı’ndan 3 km uzaklıkta ve geçmişte bu iki tapınak arasında sfenksli yol bulunuyormuş. Güneş battıktan sonra gittiğinizde, ışıklandırma nedeniyle daha da mistik hatta ürkütücü hissedeceğiniz bu tapınak, MÖ 1400 ler’de yapılmış, yıllarca çöl toprakları altında kalmış, üzerine şehir kurulmuş. 19. Yüzyılda arkeolojik kazılar sırasında ortaya çıkarılmış. Tek bir tanrıya ya da firavuna adanmamış bir tapınak burası, Mısır firavunları ve sonrasında İskender’e taç giydirildiği düşünülen kilise bölümü var. Bir de 13. Yüzyılda yapılmış cami var kalıntıların üzerinde.

Meraklısına; tapınağa 24 metre yükseklikteki pilondan giriliyor. Pilon (anıtsal giriş) cephesinde 4 tane oturan, 2 si ayakta duran büyük boy 6 adet Ramses heykeli bulunmaktaymış geçmişte. Günümüzde tahtta oturur şeklindeki iki heykel, girişin sağında ve solunda yer alıyor. Pilon cephesi, boydan boya II. Ramses’in zaferlerine ait tasvir ve yazılarla süslenmiş. Pilon’dan sonra II. Ramses denen büyük avluya giriliyor. Burası kapalı lotus başlıklı sütunlar ve aralarında yeralan osiris heykelleri ile çevrili.
Avludan sonra güney yönüne dönülünce, koridor şeklinde uzanan açılmış papirüs başlıklı 52 metre yüksekliğinde 14 devasa sütun çift sıra halinde sizi 2. büyük avluya ulaştırıyor. III. Amenhotep’e ait olan bu sütunların üzerine Tel Amarna’daki aten inancını terkederek Teb’ e gelen ve amon inancını kabul eden Tutankhamon tarafından, bu dönüşümü kutlamak için süslemeler yaptırılmış. Devam edince klasik Roma sütun başlıkları ve Roma kutsal mekanı, doğum odası, Büyük İskender’e ait dar ve karanlık kutsal mekanlar görülebiliyor.

Orta krallık döneminden kalma orijinal, küçük bir tapınağın üzerine yerel bir Şeyh tarafından 13. yy’da inşa ettirilen Abu Al-haggag camii ilginç bir tezat oluşturuyor.

Karnak ve Luksor tapınaklarını birbirine bağlayan 3 km.’lik yolun sfenksli olan önemli bir bölümü pilon duvarı karşısında görülebiliyor. Ama iki tapınağın arasında yıllar içinde şehir kurulduğundan, bu yolun tamamı binaların yolların altında muhtemelen.

Luksor Tapınağının önünde geçmişte ikiz dikilitaş bulunuyormuş. Şimdi sadece bir tanesini görüyorsunuz. Diğerinin hikayesi ilginç! Fransızlar, bizim Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa olarak pek hayırla yad etmediğimiz Osmanlı Paşasından bu dikili taşı istemişler. Paris’de Concorde Meydanı’nda yer alan dikili taş buradan gönderilmiş. Karşılığında hediye olarak Kral Louis- Philippe bir meydan saati göndermiş. Ama yolda ya da, taşınırken mi sorun olmuş, yoksa zaten bozuk saat mi gönderilmiş bilinmez, saat çalışmıyormuş. Bu meydan saati halen Kahire’de Mehmet Ali Paşa Camisi’nde yüksek bir saat kulesinde çalışmadan duruyor. Mısırlılar “bir bozuk saate, dikili taş verdik” diye halen hayıflanmaktaymış rehberimizin anlattığına göre.

Roma döneminden başlamak üzere, Luksor’da bulunan dikili taşlar dünyanın her yerine gönderilmiş. İstanbul Sultanahmet’te bulunan dikili taş da MS. 4. Yüzyılda Mısır’dan getirilmiş.

Ertesi gün sabah yolculuk otobüs ile Krallar Vadisine.

Krallar Vadisi

Vadinin içinde küçük lokomotifler ile mezar alanına gidiliyor. 62 tane kral mezarının bulunduğu bu vadiye girerken aldığınız bilet ile üç mezarı ziyaret edebiliyorsunuz. Girdiğiniz mezarın kapısında biletiniz deliniyor. Tutankhamon mezarına girmek için ayrı bilet, fotoğraf çekecekseniz de ayrı bir bilet alacaksınız. Biletiniz olmadan resim çektiğinizi görevliler görürse, makinenizi alıyorlar ya da resmi siliyorlar. Yani biletiniz yoksa resim çekmek gerilimli bir iş.

Firavunlar Kahire yakınlarında yaptırdıkları piramit mezarların soyulduğunu görünce, bu vadiyi mezarlık alanı olarak kullanmışlar. Burası bir ölüm kenti ve hiç yeşillik bulunmayan ıssız kayalıkların olduğu vadide ölümün ürkütücü kokusunu duyuyorsunuz.

Kayaların altı oyularak oluşturulmuş bu mezarlara giriş kapısından girince uzun bir koridorda ilerliyorsunuz.

Bu koridorun yan duvarları ve tavanında ölüm yolculuğunun resmedilmiş sembollerini görüyorsunuz. Ölümden sonraki hayatı ve ölüm sonrası kayıkla yapılan yolculuğu gösteren resimler var. İyilik ve kötülüğün tartıldığı tartı resimleri ve hiyeroglif ile yazılmış yazılar baş döndürücü. İçerde ölüm yolculuğunu hissettiren atmosferi bozan şey ise biletsiz resim çekiyor musunuz diye dolaşan görevliler.

Sonra mumyalanmış bedenin konulduğu devasa lahitlerin (içi boş) olduğu odaya geliniyor ve duvarlarda ölüm yolculuğu resimleri devam ediyor. Bu mezarlara, ölüm sonrası hayatında kullanılmak üzere; ölü ile birlikte tüm eşyaları da konuluyormuş. Hatta hizmetçileri, var olan hayvanları, bol miktarda da yiyecek! Bu vadideki biri hariç tüm mezarlar soyulmuş olduğundan boş mezarı geziyorsunuz. Sadece Tutankhamon’un mezarında mumyası var, bu mezardan çıkan diğer tüm malzeme Kahire Müzesinde sergileniyor. (Öyle böyle değil, neredeyse Kahire Müzesi’nin ikinci katın büyük kısmında bu mezardan çıkan eşyalar görülebiliyor)

Meraklısına; Tutankamon’un mezarını 26 kasım 1922 de Mısır bilimci İngiliz Howard Carter ve üç arkadaşı Krallar Vadisindeki kazı sırasında bulmuşlar. Çalışmaları, sponsor Beşinci Carnarvon Kontu George Herbert finanse ediyormuş.
Mezarda, iç içe geçmiş dört altın varaklı mabet ve bunların ortasında, iç içe yuvalanmış üç tabut bulunmuş. Dıştaki iki tabut altın varaklı ağaçtan, en içteki üçüncü tabut som altından imiş. Her tabutun içinde muskalar ve ritüel nesneleri bulunmuş. Bu görkemli mezardan çıkan tüm eşyaları ve tabutları Kahire Müzesi’nde gördüm, inanılmazdı.
Eski Mısır araştırmacısı Toby Wilkinson’a göre; kral mezarları, kral ile birlikte gömülen eşyaları ve onun etrafında toprağa verilen hizmetkarları aracılığı ile, firavunların krallık törenlerini ebediyen yönetmesini olanaklı kılmak için tasarlanmış.
Qurna köyü, krallar vadisindeki tüm firavun mezarlarının inşasının yapıldığı eski bir köy. Zamanla bu köyün altında kalmış mezarlar, yani evinin altını kazan köylüler çok sayıda eski materyal bulmuş, bunlar şimdi dünyanın her yerinde…

New Qurna köyü ise bu eski köyün devamı. Burada onix taşlara oyulmuş hediyelik eşyalar ve boyanmış taş levhalar yapılıp satılıyor. Mağaza girişinde küçük bir gösteri de yapıyorlar turistlere. Mağazada bol miktarda hediyelik eşya var. Fiyatlar üzerlerinde yazılı ama tüm Mısır’da olduğu gibi son fiyat (ahir kelam) pazarlık ile belirleniyor.

Kraliçeler Vadisi- Hatşepsut Tapınağı

Kayalık bir yamacın eteklerine kurulmuş bir tapınak burası. Anıtkabir’in mimarisinin buradan esinlenmiş olduğu iddia ediliyor. Üç katlı ve her kat taraçalardan oluşuyor. Hatşepsut’un MÖ. 1479- 1458 yılları arasında hüküm sürdüğü tahmin ediliyor. Hatşepsut Mısır’ın ilk ve tek kadın firavunu, üvey oğlunun yerine tahta çıkmış ve 22 yıl ülkeyi yönetmiş.

Kral gibi giyinip, takma sakal takıyormuş, tapınak girişindeki heykellerde de sakallı tasvir edilmiş. Hüküm sürdüğü dönemde imar faaliyetlerine önem vermiş, ticaret yolları sayesinde ülke bolluk ve barış dönemi olmuş.

Meraklısına; Hatşepsut bir firavun kızı. Hatşepsut’un annesi iki kız doğurmuş ancak, sadece Hatşepsut hayatta kalmış. Babası erkek evlat istediği için başka biriyle evlenmiş ve o evlilikten bir erkek çocuk dünyaya gelmiş. Çocuğunun adını Thutmose koymuşlar. Bir hanedan geleneği olarak Hatşepsut, üvey kardeşi Thutmose ile evlenmiş. Hatşepsut’un babasının ölümünün ardından, tahta eşi Thutmose geçmiş. Hatşepsut bu evlilikden erkek çocuk doğuramadığından eşi Thutmose, Aset isimli bir dansözü kendine eş olarak almış (annesinin kaderi devam etmiş) ve oğlu olmuş. Ancak Thutmose, Hatşepsut’un gelecekte çocuğuna duyacağı düşmanlıktan korktuğu için, oğlunu Hatşepsut’un yetiştirmesini istemiş. Eşi Thutmose’nin ani ölümünden sonra, Hatşepsut üvey oğlunun yaşının tutmamasından dolayı hanedanlık geleneklerine göre yaşı tutan tek hanedan üyesi olduğu için naip ilan edilmiş. Böylece Hatşepsut naip ilan edilen ilk kadın firavun olmuş. Yalnızca erkeklerin firavun olabildiği Antik Mısır’da bir kadın olarak Hatşepsut olabilecek isyanları önlemek amacıyla erkek kıyafetleri giyermiş, törenlere takma sakalıyla katılırmış. Yaşının küçük olması nedeniyle hükümdar olamayan üvey oğlu III.Tutmosis, çeşitli entrikalara başvurarak, oldukça ciddi sayılabilecek bir taraftar topluluğu ile bazı isyanların çıkmasında rol oynamış. Hatşepsut, hanedanlığı boyunca akılcı ve barışçı bir yönetim sergilemesine rağmen, sırf bu isyanları bastırmak için ordusunun başında seferlere çıkmış. Somali ve Cibuti seferlerinde büyük başarı elde etmiş. Hatşepsut’tan sonra tahta geçen III.Thutmose üvey annesinden kalan izleri silmeye çalışmış. Daha sonra III. Thutmose vicdan azabı çekmeye başlamış ve bir zamanlar üvey annesinin çektirdiği dişin üzerine Firavun Hatşepsut yazdırarak, bunu ömür boyu yanında taşımış. Tutankamun’un mezarının bulunmasından beri yapılan en büyük arkeolojik keşif olarak belirtilen, Hatşepsut’un mumyası 1903 yılında ünlü arkeolog Howard Carter tarafından Krallar Vadisi’nde bulunmuş. Ancak, 2007’de yapılan DNA testlerinden sonra bu mumyanın bir kadına ait olduğu anlaşılmış. Bu testlerden önce erkek olduğu düşünülüyormuş. Başka bir mezarda bulunan bir diş üzerinde ise “Firavun Hatşepsut” yazıyormuş. Mumyanın da bir dişi eksikmiş ve diş yerine oturtulmuş.

Memnon Heykelleri

Firavun III. Amenhotep Mezar Tapınağı’nın (şimdi sadece taş kalıntıları arkada görülüyor) önünde yer alan ve tapınağın koruyucusu olduğuna inanılan, kuvars kum taşından yapılmış iki dev heykel, günümüzde resim çektiren turistlere fon oluşturuyor.

18 metre yükseklikte ve her biri 700 tondan ağır olan bu iki dev heykel, MÖ. 1350 de yapılmış.

Geçmişte şafak vakitlerinde bu heykellerden, arp sesine benzer melodiler duyulurmuş. Bu nedenle şarkı söyleyen Memnon denirmiş. Bu seslerin, taşların arasındaki açıklıktan geçen rüzgarın sesi olabileceği söyleniyor. Roma İmparatorluğu döneminde yapılan restorasyonlar ile bu çatlaklar kapatılmış ve sesler de yok olmuş.

Sabah yapılan tapınak gezilerinden sonra, gemi tüm öğleden sonra Nil’in eşsiz manzaraları arasında yolculuğuna devam etti.

Bu sırada ipler ile gemiye bağlanmış kayıklarda bulunan satıcılar, üzerinde antik Mısır sembolleri olan masa örtüleri satmaya başladı. Çok tehlikeli gibi görünüyor ama sanırım alışkın oldukları için satıcılar gayet keyifliydi. Önce masa örtülerini açıyor, sonra poşete koydukları örtüleri dört kat yukarıdaki güverteye atıyorlar. Yolcular almak isterse parasını veriyorlar.

Güvertede çay keyfi yapıp manzara seyrederken, insanların ekmek parası için belki de hayatlarını tehlikeye atarak, satış yapmaya çalışması beni huzursuz etti. Ama 20 dolar verip bu örtülerden de almadım.

Bu arada gemi Edfu’ya vardığında gece olmuştu ve rengarenk sahil manzarası yeniden masal dünyasına çağırıyor ve gerçeklikten koparıyordu insanı. Edfu’nun gecesinin gündüzünden daha güzel olduğunu ertesi gün anlayacaktım.

Sabah dört kişinin oturabildiği, payton at arabası arası taşıtlar ile Edfu’nun içinden geçip Tapınağa gittik. Yolculuk enteresandı! Pek temiz olmayan bu taşıtlarla yolculuk sırasında paytona asılıp para isteyen çocuklar ve fakirliği belli olan kentin sokakları, geçmişte burada yapılmış muhteşem tapınak ile tezat teşkil ediyor gibiydi. 

Edfu Tapınağı

Şahin Tanrı Horus Tapınağı

Şahin Tanrı Horus’a ithafen yapılmış bu tapınakta, dış duvarlardan geçince revaklı avluya giriliyor. Etrafınızda lotus çiçekli sütunlar, karşınızda tapınağın giriş duvarı, duvarda dev resimler ve kapı girişinin yanlarında şahin başlı tanrı heykelleri. Bu avlu geçmişte halkın girebildiği bir alan, halk burada tapınağa hediyelerini sunuyormuş.
Avludaki kapıdan içeri girdiğinizde, sizi kutsal alana götüren on iki sütunlu bir bölüm var. Kutsal alana ise sadece Firavunlar ve din adamları girebiliyormuş. Bu bölümde Tanrı Horus’un ve başka tanrıların heykelleri bulunuyor. Tabi ki tüm duvarlarda boş yer yok, her yerde hiyeroglif ile yazılar, semboller ve resimler kazınmış.

Buradaki tanrı heykelleri geçmişte özel kutlama dönemlerinde diğer tapınaklara götürülüp, dişi ve erkek tanrıların birleşmesi sağlanıyormuş.

Tapınağın dış duvarları ile koruma duvarı arasında da labirent gibi koridorlarda yürüyorsunuz. Üstü açık bir alan ama her tarafınızda neredeyse gökyüzüne kadar yazılar, resimler, semboller.

Edfu tapınağı uzun süre toprak altında kaldığından iyi korunmuş durumda. MÖ. 237 yılında yapımına başlanmış ve MÖ. 57 yılında yani 180 yılda bitirilebilmiş.

Meraklısına; Firavun Osiris’i, kötülük tanrısı olan kardeşi Seth öldürmüş ve 14 parçaya bölerek parçaları değişik yerlere dağıtmış. Osiris’in karısı İsis bu parçaları bulmuş ve büyü gücü sayesinde birleştirmiş. Horus bu ikisinin çocuğu imiş.
Horus; Osiris ve İsis’in oğlu olup, şahin başlı atmaca kanatlı bir tanrı imiş. Sağ gözü güneşin, sol gözü ise ayın simgesi imiş. Şahin gözlü bu Tanrı, insanların yaptığı her şeyi, gece ve gündüz her zaman görebiliyormuş. Horus’un bakışlarının koruyucu ve iyileştirici gücü de varmış. Aslında manevi anlamda vicdanın gözünden hiçbir şeyin kaçmayacağını, insanın iç dünyasındaki her düşüncesini ve yaşamındaki her davranışını bilen ve sizi izleyen bir yargıcın keskin gözü imiş Horus’un gözü.
İllümünati sembolleri ile ilişkilendirildiğinden bu göz sembolü ürkütücü gelse de, gündüz güneş, gece ay bilgeliğinde/ışığında Ra ve Horus her şeyi görüyor ise kötülere gereğini yapıyordur umalım.

Kom Ombo

Nil’de öğleden sonra devam eden yolculuk, akşam üstü Aswan’a 50 km. uzaktaki Kom Ombo’ya götürüyor bizi. Burası altın tepesi olarak da anılan ve önemli bir tapınağı barındıran bir tarım kenti imiş.

Horus ve Sobek isimli iki tanrıya adanmış bu tapınak daha gemideyken görülüyor ve asilce selamlıyor sizi.

Tapınağa giriş yolunun iki yanında kafeler var bu kafelerde yerel sanatçılar kıvrak müzik ritimleri ile sizi karşılıyor.

Geniş ve dik merdivenleri tırmanarak, tapınağın olduğu düzlüğe vardığınızda geniş bir avluya giriliyor.

Şahin bakışlı ve atmaca kanatlı Tanrı Horus (iyi ve kötüyü gören ve korucu olan) ile insan vücutlu timsah başlı Tanrı Sobek (Nil’in ve dünyanın yaratıcısı) adına yapılmış olan bu tapınakta her şey simetrik.

Burada rehberimiz Mısır’da MÖ. 3000 lerden beri kullanılmakta olan bir takvim sistemini anlattı. Üç mevsim ve her mevsimde dört ay varmış, her ay da otuz günden oluşuyormuş.

Tapınak Nil seviyesinden yukarıda bulunuyor. Bu resimde görülen nilometre denen, derin kuyu sarmal basamaklardan oluşuyor. Nil taştığında buradaki ölçüleme ile taşmanın düzeyi belirleniyormuş. Bu düzeye göre, sonraki dönemde tarımsal verimin nasıl olacağı tahmin ediliyormuş. Bu bilgi ise vergi oranlarının belirlenmesinde kullanılıyormuş. 5000 yıl önce sağlam devlet yapısı kurulmuş anlaşılan.

Bu tapınak bir tür şifa merkezi- bilimler akademisi gibi bir işlev görmüş galiba. Duvarlarda tıp cihazlarının çizimleri bulunuyor. Yukarıdaki resimde hala günümüzde de kullanılan tıbbi cihazların resimleri var; makaslar, bistüriler, küretler resmedilmiş. El yıkamak için kullanılan ayaklı lavabo ise hijyene verilen önemi gösteriyormuş.

Ayrıca doğum yapan kadınların kullandığı oturak resmedilmiş.

Sonra gökyüzüne yükselen ve her tarafı resimleri ile dolu sütunlar, etrafınızdaki resim ve hiyeroglifler ile işlenmiş duvarlar arasında gezerken; Nil üzerinden güneşin batışını da izleyerek masal dünyasının sanal görüntüleri mi, gerçeklik mi ayırt edemediğimiz duygular içinde tapınaktan çıktığınızda, gerçek dünyaya dönüyorsunuz. Her yanınızda satıcılar satıcılar…

Tapınak MÖ.1450 lerde Tuthmois ve Kraliçe Hatşepsut zamanında yapılmış bir tapınağın üzerine, MÖ.205-180 senelerinde Kral Ptolemy tarafından inşa edilmiş.

Aswan

Gece Nil’de yolculuk devam ediyor Aswan’a doğru. Rengarenk ışıkları ve bunların suya yansıması ile modern bir şehir görüntüsü var burada.

Burası da dünyanın en büyük hidroelektrik santrallerinden biri olan Aswan barajı. Geniş güvenlik önlemleri içinde arandıktan sonra girdik baraja, objektifli kameralar ile resim çekmek yasaktı.

Meraklısına; Aswan barajı Mısır’ın siyasal ve ekonomik tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuş. 1898 yılında başlayan ve 1902 de tamamlanan ilk baraj, İngilizler tarafından yapılmış. Yukarı baraj (resimde görülen) ise, Cemal Abünnasır döneminde ülkedeki gelişim hamlesi için düşünülmüş. Ancak kredi bulunamamış ve soğuk savaş döneminde Rusların kredi ve teknik destek sağlamasıyla, 1960’da barajın yapımına başlanmış,1970 yılında baraj bittiğinde Mısır ülke ihtiyacından fazla elektrik üretir ve komşu ülkelere satar hale gelmiş. Ancak, binlerce yıldır verimli olan topraklar nedeniyle yaşam merkezi olan Nil artık taşmadığı için çevrede tarım azalmış, iklim değişmiş, gübre kullanımına başlanmış. Sulama ve elektrik üretiminde kullanılan barajın yapılması, iyi mi, kötü mü olmuş nereden baktığınıza göre değişiyor.
Ayrıca baraj yapılırken bazı tapınaklar ve eserlerde su altında kalmış. Philae Tapınağı’da sular altında kaldığı için UNESCO desteği ile Agilkia Adası’na taşınmış. 

Philae Tapınağı

Bu tapınak, MÖ. 690- 671 yıllarında Tanrı Kral Osiris’in eşi İsis adına yaptırılmış Philae adasına. Hatırladınız umarım İsis’i… Tanrı Horus’un annesi. Öldürülen ve 14 parçaya bölünen eşini birleştirerek diriltmişti. 14 üncü parçanın bulunduğu Philae Adası’na yapılmış bu tapınak.

Tapınak giriş avlusunun etrafında zarif sütunlar arasından yürürken karşınızda tapınak duvarlarında, dev resimler görülüyor.

Duvarda Tanrı Horusun resimleri dikkat çekiyor.

Tapınak sonraki dönemlerde Hristiyanlar tarafından da kullanılmış. İçerideki duvarlarda hiyerogliflerin arasında haç sembollerini de görmek mümkün.

Tapınağın iç kısmında duvarlar tavana kadar semboller, resimler ve yazılar ile dolu. Geçmişte bu tapınağı ziyaret eden gezginler de duvarlara isimlerini kazımışlar. Kim bilir, belki onlar da Antik Mısır’lılar gibi kalıcı işaretler bırakmak istemişler fani dünyaya, ya da “ben buradaydım” demek istemişlerdir, günümüzde elimizdeki telefonlar ile her taşın önünde resim çektiren bizlerin de durumu farklı değil sanki.

Kaplumbağa terbiyecisi resmi ile hatırlayacağınız Osmanlı dönemi arkeologlarından İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin kurucusu Osman Hamdi Bey de buraya uğramış ve ismini kazımış duvara dediler, ama aynı kişi mi bilemedim.

Tapınağı gezdikten sonra motorlara binmeden önce, adadan Nil’i seyrederek küçük kafelerde çay kahve içebiliyorsunuz.

Philae Tapınağı
Fellucca denen ve rüzgar gücü ile yelkenlerinin yön değiştirmesi sayesinde hareket eden teknelere binip, yarım saat gittikten sonra inip, motorlu teknelere bindik ve yaklaşık bir saat Nil üzerinde etrafı seyredip bol resim çekip, hatta çölün efendisi deve kervanlarını görüp, Nubian köyüne yaklaşınca (Afrika’nın epey derinlerindeyiz artık) rengarenk binalar görülmeye, neşeli insan sesleri duyulmaya başladık.

Nubiler ya da Nubailer; Güney Mısır ve Kuzey Sudan bölgesinde Nil vadisi boyunca uzanan tarihi bir bölge ve yerleşim yeri olan Nubiya’da yaşayan Nil-Sahra dilleri konuşan yerli bir etnik grupmuş. Özellikle Aswan’da turistlere yönelik el işi ürünler satarak, turistik fellucaları işleterek geçimlerini sağlıyorlarmış.

Bu köyün içinde gezerken; şirin sıcakkanlı insanlar günlük yaşamlarını mı sürdürüyor, dekorlar önünde turistler için piyasa koşulları gereği poz mu veriyor tam kestiremedim.

Küçük köy okulunda genç bir öğretmen Arap alfabesinin harflerini ve sayıları bize öğretmeye çalışarak bir gösteri yaptı, sonrasında okulun bahşiş kutusuna attığımız paraların nereye gideceğini tam kestiremediğim için huzursuz oldum açıkçası.

Köyün içinde, taş havuzlarda yarı uyuşuk timsahları görebileceğiniz ve çay içebileceğiniz dükkanlar var. Sokaklarda ise develerin üzerinde gezen turistleri görmek mümkün.

Köyün sokaklarında; değişik baharatların, otların, hediyelik otantik eşyaların satıldığı bir çok dükkan var, hatta sokaklara taşmış dükkanlar bunlar.

Hava kararmak üzereyken ayrıldık köyden. İlginç Afrika görüntüleri ile kalacak hafızamda, ama her türlü yerelliğin piyasa koşullarında paraya dönüştürülmesi çabalarının insanları da dönüştürmüş olması ve bakışlarındaki sıcaklığı yok ettiğini, başka hiçbir alternatiflerinin de olmadığını düşünmek üzdü beni. Hatta zaman zaman, filmlerde gördüğümüz; yerlilere acıyarak yardım eden, ancak kendini üstün gören beyaz adam sahnelerini düşünüp utandım, beş yıldızlı gemiye binmek üzere motorlara binerken.

Motor Aswan’a yaklaştığında, rengarenk ışıkları ile modern liman şehrinin şık görüntüsü bir saat önce bulunduğumuz yoksul köyün hissettirdiklerinin gerçekliğinden uzaklaştırdı. Aklımda geminin kuyumcusuna sipariş verdiğim, “kartuş” denen ve ismimin hiyeroglif harfleri ile yazıldığı kolyeyi bir an önce alma düşüncesi vardı. Son geceydi Nil’de ve vedalaşırken; “ölmeden önce görülmesi gereken yerler listesine” Nil’de gemi yolculuğu kesin girer diye düşündüm.

MÖ. 2950 yılında, Mısır’ın birleşmesi ile dünyanın ilk ulus devleti olarak kurulan ve üç bin yıl ayakta kalan (roma yaklaşık bin yıl) bu Devlet, Cleopatra dönemi ile son bulmuş.
Nil’in gizemli görüntüleri ile birlikte, bu muhteşem Devletin izlerini sürmek ve Firavun uygarlığını tanımlayan kutsal kral öğretisinin ihtişamlı eserlerini görmek isterseniz, gidin Nil’e, inanın döndüğünüzde daha farklı bakacaksınız dünyaya.

Kaynakça;
Eski Mısır,  Toby Wilkinson
http://www.misirkultur.net/tr/ Mısır Arap Cumhuriyeti Isır Kültür ve Eğitim İlişkileri Merkezi
http://luksor-tapinagi.nedir.org/

Bazı fotoğraflar Yücel Tanyeri’den

Edinburgh Gezi Rehberi: İskoçya’nın Başkenti

edinburgh

Edinburgh her adımda karşınıza zengin bir tarih ile bereketli yemyeşil topraklarla çevrili güzel bir şehir.

Glasgow’dan sonra İskoçya’nın ikinci büyük kenti Edinburgh, ülkenin doğusunda ve Kuzey Denizi’ne yakın bir konumda bulunmaktadır.

Edinburgh, 1437 yılında İskoçya’nın başkenti olmuş. Başkent olması nedeniyle şehirde İskoçya Hükümet Binaları, Parlamentosu ve Yüksek Mahkeme binaları bulunuyor. Holyroodhouse Sarayı ise Birleşik Krallık monarşisinin İskoçya’daki resmi ikametgahı olarak kullanılıyor.

Şehir uzun yıllardır başta tıp, hukuk, edebiyat, bilim ve mühendislik olmak üzere üniversite eğitiminin merkezi olmuş. 1582 yılında kurulan Edinburgh Üniversitesi 2018 yılındaki Dünya Üniversiteleri sıralamasında 23. olmuş. Şehir, Londra’dan sonra Birleşik Krallığın en büyük finans merkezi. Tarihi ve kültürel zenginliği ile yine Londra’dan sonra yaklaşık yılda 1 milyondan fazla turist çeken ikinci şehir.

Meraklısına Kısa Tarihi

Şehirdeki bilinen en eski yerleşim Mezolitik dönemde M.Ö. 8500 yıllarına aitmiş. Bronz ve Demir Çağına ait bazı kalıntılara şehirdeki tepelik alanlarda rastlanmış. M.Ö. birinci yüzyılda Romalılar Lothian’a geldiğinde burada Votadini olarak kayıtlara geçmiş Kelt bir kavimle karşılaşmış. 638 yılından itibaren bölgenin kontrolü İngilizlere geçmeye ve 12. yy’dan itibaren de şehirler kurulmaya başlanmış.

Mel Gibson’un meşhur William Wallace karakterini canlandırdığı Braveheart filminde konu edildiği gibi 1200’lerin sonu 1300’lerin başlarında İngilizler İskoç kralını desteklemek için bölgeye gelip tahta kendileri çıkıyor. Wallace da İskoçların bağımsız olması için sonu hüsranla biten bir mücadele başlatıyor. İskoçların bu kahramanı için Sterling’de biraz da filmin etkisiyle Mel Gibson’a benzetilen büyük bir heykel dikilmiş.

1544 yılında denizden yaklaşan bir İngiliz donanması şehri istila etmeye çalışmış ve her yeri yakıp yıkmış. İskoç ordusunun mukavemeti ile şehir kurtulmuş ama iki gemi kalenin ambarlarını boşaltarak götürmeyi başarmış. Bu da 16. Yüzyıldaki İskoç reform hareketlerinin ve 17. Yüzyıldaki Antlaşma Savaşlarının (Wars of the Covenant) başlangıcı olmuş. 1603 yılında İskoçya ayrı bir krallık olmakla birlikte İngiliz hanedanı tacın tek kişide toplanmasını (Union of the Crowns) sağlamış. 1638 yılında da Anglican yani İngiliz Kilisesinin Presbiteryan Kilisesi bulunan bu ülkeye getirilmeye çalışılmasından dolayı Üç Krallık Savaşları yapılmış. 1707 yılında her iki ülke Birleşme Antlaşmasını imzalayarak Büyük Britanya Krallığı altında parlamentolarını birleştirmiş. Bunun üzerine 18. yüzyılın ilk yarısında şehir özellikle bankacılık alanında çok gelişmiş ve böylece şehrin nüfusu artmış. 1745’deki Jacobite Ayaklanması sırasında Jacobite Highland Ordusu İngiltere’ye yürümeden önce Edinburgh’da yerleşmiş ve bunlar Culloden’da yenilgiye uğramış. Bu dönemde Şehir Konseyi Alman Hannover Hanedanlığı’na daha yakın durmuş ve hatta bazı sokak isimlerini monarşiden seçmiş.

18.yüzyılın ikinci yarısında şehir İskoçya Aydınlanmasının merkezi olmuş. David Hume, Adam Smith, James Hutton ve Joseph Black şehirde tanınan önemli düşünürlerdenmiş. Edinburgh böylece entelektüel bir merkezi haline gelerek Orta Çağ ve Neoklasik mimarisiyle, Edinburgh Üniversitesi’nin kurulması ve İskoç Aydınlanmasının etkisiyle yükselen kültür düzeyiyle, önemli düşünürleriyle antik Atina’yı anımsattığından “Kuzeyin Atinası” takma ismini almış.

1998 yılında İskoçya Anlaşması imzalanarak İskoçya Parlamentosu ve Hükümeti oluşturulmuş. Bunlar sadece İskoçya’nın içişlerinden sorumlu iken savunma, vergilendirme ve dış işleri Londra’daki Birleşik Krallık sorumluluğunda kalmış. Şehrin Düklüğünü Kraliçe II. Elizabeth’in eşi Prens Philip yapmaktaymış. Prens Philip bu göreve, daha II. Elizabeth kraliçe olmadan önce getirilmiş. Bu nedenle de II. Elizabeth kraliçe olmadan önce Edinburgh Düşesi sıfatını taşımış. Prens Philip’in armasında halen Edinburgh arması bulunuyormuş. Yakın tarihlerde İngilizlerden ayrılmak ve bağımsız olmak için İskoçya’da bir referendum yapılmış ancak hayır çıkmış. Yine de son seçimlerde bağımsızlık yanlısı Ulusal İskoçya Partisi çok fazla milletvekili çıkarmış. Gelecekte ne olur bilinmez ama benim gözlemim İskoçlar İngilizlerden daha özgür bir ruha sahipler.

Şehrin tarihi bölgesi gezmesi kolay olan belirli bir alanda toplanmış. Kayaların üstüne kurulu olan tarihî şehir “Old Town” ile Princes Caddesi’nin diğer tarafında kalan ve sonradan gelişen “New Town” bölgeleri UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesinde de bulunuyormuş.

Ulaşım

Londra’dan başlayarak Belfast’da 1 gece konakladığım ve ertesi akşam saatlerinde Flybe Havayolları’na ait uçakla devam eden seyahatim Edinburgh’da noktalandı. Ancak uçağı anlatmadan geçemeyeceğim. Yıllardan sonra ilk kez böyle küçük dolayısıyla çok sallanan bir uçakla yolculuk ediyordum. Büyük Britanya içinde seyahat ettiğimiz için herhangi bir pasaport kontrolü olmadı. Bu arada havalimanında bol miktarda THY afişleri gördüm. Türkiye’den direkt uçuşu olan tek havayolu THY ama çok pahalı olduğundan ben Londra üzerinden daha uygun fiyata uçmayı tercih ettim. Bu arada görmediğim bir şehri de (Belfast) gezmiş oldum. (İstanbul-Londra British Airways ile 220 Lira, Londra-Belfast RyanAir ile yaklaşık 120 Lira, Belfast ve Edinburgh Flybe Havayolları ile yaklaşık 100 Lira ödedim.)

Havaalanı çıkışında şehre giden otobüsü bulmak için ileriye doğru yürüdüm. Hemen yakında tramvay durağı var ve Princes Street’e kadar da gidiyormuş. Benim tramvay hakkında bilgim olmadığından otobüse yöneldim. Airlink 100 isimli otobüsler havaalanı ile şehir merkezi arasında ulaşım sağlıyor. Bilet otobüsün yanında beklediği gişeden alınıyor. Tek yön için 4,5 Pound ödedim.

Otobüsün son durağı Waverley Tren İstasyonu’ydu ve benim bir durak önce Princes Street’de inmem gerekiyordu. Saat akşam 8-9 civarı olmasına rağmen bölge oldukça canlıydı. Otobüsten indikten sonra hosteli Princes Street’in paralel caddesi olan Queen Street üzerinde buldum. Ancak beni kötü bir sürpriz bekliyordu ve çaldığım kapı açılmadı. Yurt dışı seyahatlerimde bu üçüncü kez başıma geliyordu. Uzun süre zili çalmaya devam ettim, internete bağlanmaya çalıştım. Tam o sırada bisikletiyle bir genç geldi. Ona rezervasyonum olduğunu ve içeri giremediğimi söyledim. Dış kapı ve oda kapısının şifresinin bana gönderilmesi gerektiğini söyledi. İçeri lobiye girdik ve wi-fi şifresini alarak internete bağlandım. Kendi mail adresime baktığımda herhangi bir şifre göremedim. Eyvah gecenin bu saatinde ortada kaldım diye düşünürken genç risk alarak bana dış kapı ile oda kapısı şifresini verdi ve bunu kimselere söylemememi tembihledi. Hemen odaya gidip uyumaya çalıştım. Yeni günde çözüm bulmak daha kolay olacaktı.

Yeni günle birlikte dünyanın en güzel şehirlerinden biri olan Edinburg’u gezmeye başlayabiliriz.

Gezilecek Yerler

Edinburg’ta birçok yeri toplu taşım kullanmadan yürüyerek dolaşmak mümkün. İlk gün tabii ki program Edinburgh Kalesi ile başlamalıydı, öncelikle kale ve civarı adım adım gezilecekti.

Sabah Princes Street’e kadar yürüdüm ve İskoçya Ulusal Galerisi’nin önünde bulunan meydana ulaştım. Galeriyi daha sonra gezeceğim için öncelikle meydanda ilerideki merdivenlere yürüdüm. Her basamakla şehri kuş bakışı görme imkanı buluyordum. Bu bölgedeki binaların mimarisi de şahaneydi. Kaleye çıkmak için ileride gözüken yokuşa tırmanmaya başladım. Yolun sol tarafında muhteşem yapılardan oluşan Edinburgh Üniversitesi’nin New College Kampüsü bulunuyor.

Burası İskoçya İlahiyat Okuluna ve İskoçya Kilisesinin Genel Kurul Salonuna ev sahipliği yapıyormuş. 1846 yılında yapımına başlanmış olan binalar sanki bir masaldan fırlamış gibi geliyordu.

Ben göremedim ama dışı kadar binaların iç kısmı da etkileyiciymiş. 1843 yılında kurulan kütüphanesi Birleşik Krallıktaki en büyük teolojik kütüphaneymiş. Rainy Hall ise hanedanlık armalarıyla süslenmiş gotik tarzda bir yemek salonuymuş ve halen yemek ve toplantılar için kullanılıyormuş.

New College’in ana kapısından girince karşımıza çıkan avluda 16.yüzyılda İskoç Bakanlığı yapmış, reform hareketinin lideri, teolojist ve yazar John Knox Heykeli bulunuyor.

Yokuşun başında köşede Camera Obscura ve İllüzyon Dünyası Müzesi yer alıyor. Camera Obscura karanlık oda anlamına geliyormuş. 1835 yılında kurulan Edinburgh’un bu en eski turistik faaliyeti 2013 yılında TripAdvisor’ın İskoçya’da yapılacaklar listesinde birinci ve Birleşik Krallıkta’da ikincilik ödülünü almış. Burası Edinburgh Kalesi’nden çıkınca hemen sol tarafta ve Royal Miles üzerinde bulunduğundan turistlerin doğal olarak ilgisini çekiyor. İçeri girecek kadar ilgimi çekmemekle birlikte girişinde yer alan aynaların önünde durarak eğlenmekten tabi ki geri kalmadım.

Altı katlı müzede ışık, renk ve göz yanılmasına dayalı illüzyonist faaliyetler interaktif olarak yapılıyormuş. Ayrıca burada bulmacalar, labirent aynalar ve girdap tünelleri de bulunuyormuş. Binanın çatısında Edinburgh’un seyredileceği bir teleskop varmış. Çocuklar için özellikle eğlenceli olabilir ama giriş ücreti biraz pahalı gibi. Yetişkinler için 15 ve çocuklar için 11 pound olduğunu söyleyeyim.

Aynaların önünde biraz eğlendikten sonra kaleye doğru yöneldim. İki yol ağzında çok büyük ve gotik stili olan bir yapı bulunuyor. The Hub adlı bina 1845 yılında İskoçya Kilisesi olarak inşa edilmiş. O zaman hem kilise olarak hem de Genel Kurul Salonu olarak hizmet vermiş. Zaten bu yüzden o yıllarda Victoria Hall olarak biliniyormuş. 1999’dan sonra adı The Hub olarak değiştirilmiş. Edinburgh Uluslararası Festivali başta olmak üzere çeşitli festivallere, konferanslara ve düğünlere ev sahipliği yapıyormuş. Siyah ve ürkütücü siluetiyle Edinburgh’da gördüğüm en ilginç binaydı.

Yukarıya doğru yürümeyerek kale gişelerine ulaştım. Çok sayıda gişe olmasına karşın sabahın erken saatinde bile oldukça uzun bir kuyruk vardı.  On dakika içinde 18,50 Pound ödeyerek biletimi aldım. Yaz sezonu için yani Nisan-Eylül ayları arası kale 09:30-18:00 saatleri arası açıkmış.

Kale rehberli turlarla veya 8 dilde sunulan sesli rehberlik ile gezilebilir.

Kalenin ana giriş kapısı Portcullis Gate Lang Kuşatmasından sonra 1574-1577 yılları arasında yapılmış. Son yıllarda İskoçya’daki bir numaralı turistik aktivite olarak Edinburgh Kalesi gösteriliyormuş. UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde bulunan bu kaleyi gezmek için en az 3-4 saat ayrılması gerekiyor.

İskoçya’daki en meşhur kalenin tarihi de oldukça zengin. En eski kısmı olan St Margaret’s Chapel 12. yüzyılda yapılmış. Büyük Salon (the Great Hall) IV.James tarafından 1510 yılında, Yarım Ay Bataryası (the Half Moon Battery) Regent Morton tarafından 16. Yüzyılda ve İskoç Ulusal Savaş Anıtı ise Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılmış.

Tarihi kalenin Edinburgh’a tamamen hakim olan konumundan dolayı bu muhteşem ve etkileyici bir yerden şehir 360 derece açı ile seyredilebiliyor. 

Argyle Battery olarak adlandırılan ve yan yana duran altı adet top bataryası kalenin kuzey kısmını savunmak için 1730-1732 yılları arasında yerleştirilmiş.

Giriş kapısının hemen sol tarafında yukarıya çıkılan Lang merdivenleri bulunuyor. Bu merdivenler Orta Çağ’da kalenin zirvesine ulaşmak için ana yol olarak kullanılmış. 15. yüzyılda ağır silahları kaleye taşımak için yukarıya ulaşan mevcut yol yapılmış.

Portcullis Kapısı’nın hemen üstüne 1887 yılında inşa edilen Argyle Kulesi 9. Argyle Kontunun 1685’deki idamından önce tutulduğu bir yermiş. Bu kulenin merdivenlerini çıktım ama kule açık değildi. Bu da kulenin merdivenlerinden çektiğim bir fotoğraf.

Düzlük alanda ise Mons Meg isimli meşhur top bulunuyor. Zamanının en etkili savaş aracı olan, 6,6 ton ağırlığında, 150 kg top güllesini 3.2 kilometre uzaklığa fırlatabilme kapasitesine sahip top dünyanın en meşhur Orta Çağ silahıymış. Top 1454 yılında Fransa’nın Burgonya Dükü tarafından Kral II. James’e hediye olarak gönderilmiş. 16. Yüzyılın ortalarına kadar sadece törenlerde kullanılmış ama bir törende alev alıp yandığından kullanılamaz hale gelmiş. 1754 yılında Londra Kulesi’ne götürülen  top ancak İskoçların yoğun kampanyası sonucu 1829 yılında tekrar kaleye getirilmiş..

Kalede bulunan St. Margaret Şapeli, Edinburgh’da bugünlere gelebilen en eski yapı olup 1130 yılında yaptırılmış. Muhtemelen büyük taş kulenin bir parçasıymış. Kalede 1000’li yıllarda yaşayan bir azize adandığı için ismi St. Margaret Şapeli olmuş. Romanesk mimarinin örneği olarak gösterilen yapı 19.yüzyılda restore edilmiş. Günümüzde vaftiz törenleri ve düğünler için kullanılıyormuş.

Şapelin ilerisinde bulunan meydanın etrafında National War Museum (Ulusal Savaş Müzesi), Crown Jewels House (Saray Mücevherleri Müzesi), The Great Hall (Büyük Salon) bulunuyor.

National War Museum İskoçya’nın 17. yüzyıldan itibaren yaptığı savaşlarda kullanılan askeri objelerin, katılanların isimlerinin yer aldığı listelerin, çeşitli anıtlar ve duvar resimlerinin bulunduğu bir müzeydi. Çok da ilgimi çektiğini söyleyemem.

Bu binada bulunan İskoç Ulusal Savaş Anıtının bulunduğu yerde Orta Çağ’da St. Mary Kilisesi bulunuyormuş. Bu anıt, I ve II. Dünya Savaşlarında ölenler için yapılmış. Buradan Savaş Müzesi’nin tam karşısında olan Büyük Salon’a girdim.

Büyük Salon 1503-1513 yıllarında Kral IV. James tarafından yaptırılmış. İlk yıllarda törenlerde kullanılan salon, 1650 yılında asker kışlasına çevrilmiş. Bugün ise çeşitli devlet ve saray faaliyetleri için kullanılıyor. Salonun duvarlarında çeşitli zırhlar, kılıçlar ve mızraklar sergileniyor.

Büyük Salonun bulunduğu binanın diğer tarafında başka bir giriş kapısı ile The Royal Palace’a yönlendirildik. Saray iç içe geçmiş birçok salondan oluşuyordu. Kral ve kraliçeler için çok zengin bir şekilde dekore edilmişti. Mary’nin 1566’da doğan Kral VI. James’i doğurduğu küçücük odada hiç mobilya yoktu. Fotoğraf çekeceğimi düşünen bir kadın buranın ruhani bir yer olduğunu fotoğraf çekemeyeceğimi söyledi. Zaten çekme niyetim de yoktu, boş odanın nesini çekeyim!

Buradan çıkınca önünde uzun bir kuyruk bulunan Mücevher Müzesi‘ne girmeye niyetlendim. Hava çok sıcaktı ama gördüklerim beklediğime değdi. Müzede sergilenen objeler 15 ve 16. yy’dan günümüze ulaşabilen İngiliz adalarındaki en eski mücevherlermiş. Taç giyme törenlerinde kullanılan taç, kılıç, asa gibi çok kıymetli mücevherlerle süslenmiş eşyalar sergileniyordu. Ne yazık ki bunların fotoğrafının çekilmesi yasak olduğundan çekim yapamadım. Binanın dışından görünüşü ile yetinmek zorundayız.

Mücevher Müzesi’nin tam karşısında altında bir cafe bulunan Kraliçe Anne Binası bulunuyor. Ancak binanın cafe dışındaki kısımları ziyarete açık değil. Orta Çağ’da burada sarayın silah deposu varmış ve Mons Meg’in ilk konulduğu yer de burasıymış. 1708 yılındaki Jacobite isyanından sonra 1710 yılında memur kışlası olarak ve kalenin silahçıları için inşa edilmiş.

Yol üzerinde viski tanıtımı ve satış yeri yapan bir dükkan gördüm. Kaleyi gezenlere ücretsiz tanıtım ve tadım  yaptırıyorlar. Viski ilgi alanım olmamasına rağmen yine de dükkanı gezip boy boy ve çeşit çeşit viskilerin görüntüsüne ve fiyatlarına baktım. Pound kuruyla hesaplayınca çoook pahalı geldi bana.

İskoç kültürünün vazgeçilmez içkisi viski genel olarak Single Malt, Single Grain ve Blend olmak üzere üç tipte üretiliyormuş. Yıllandırılmış single malt viskiler ise en makbul olanıymış.

İskoç viskileri ile kısa tanışma sonrası kalenin bir diğer önemli bataryası olan Half-Moon Battery’yi gördüm. Bu batarya, 1571-1573 yıllarındaki uzun kuşatmadan sonra Kraliyet Sarayı’nı korumak amacıyla 1573-1588 yıllarında kurulmuş. Buraya yerleştirilen toplar 1810 yılında Napolyon Savaşları sırasında yapılmış. Topların bulunduğu platformun altında 1329-1371 yılları arasında yaşamış olan Kral II. David’in mezarı bulunuyormuş.

Half-Moon Battery’nin hemen arkasında bir merdivenle inilen David’s Tower kulesi yer alıyor. Bu kule David II tarafından yaptırılmış ama tamamlandığını göremeden ölmüş. Kule 1300’lerin sonunda kalenin ana merkezini oluşturuyormuş ve o zaman 30 metre yüksekliğindeymiş. Burası 100 yıla yakın sarayın yabancı diplomatların karşılandığı önemli bir yer olmuş. 1573 yılında bir kuşatma sırasında kulenin üstü bir top atışıyla büyük ölçüde tahrip olmuş.

Bir başka batarya Forewall Battery 1544 yılında Kral V.James tarafından Orta Çağ ihtiyaçlarına göre kurulmuş. Silahlar ise 1810 yılında yapılmış.

Sağlam gözüken bir diğer yapı da Governor’s House, Yönetici Evi. 1742 yılında yapılan bu binada eskiden kale komutanı ya da yöneticisi, silahtarbaşı ve ambar amirinin evleri varmış. Ancak ziyarete açık değil.

Edinburgh Castle’da birbirinden bağımsız iki ayrı askeri alay müzesi olan Regimental Müzeler var. Bunlardan birisi The Royal Scots Dragoon Guards Museum, diğeri de The Royal Scots Museum olarak adlandırılıyorlar. Bu müzeler, İskoçya tarihinin en eski iki askeri alayının anılarını anlatıyor. İskoç kıyafetleri özellikle çok ilginç.

Sırada merdivenlerle inilen ve çok ilginç olan Prisons of War isimli hapishane vardı. 1758 yılında Fransa ile yapılan Yedi Yıl Savaşları’ndan sonra yakalanan korsanlar buraya hapsedilmiş. Bu hapishane pek çok milletten insanı ağırlamış. Bunlardan en ilginci 1805 yılındaki Trafalgar Savaşı sırasında yakalanan 5 yaşında bir trompetçi çocukmuş.

Bir de 1842’de yapılan Military Prison, Askeri Hapishane var. Burada küçük küçük hücreler yapılmış ve ekstra bir özellik görmedim.

Küçük meydanın ortasındaki büyük, atlı Earl Haig Heykeli Bombay’lı bir asil tarafından hediye edilmiş.

One O’Clock Gun ise kalede yer alan diğer bir top. Bu top ile her gün (pazar günleri hariç) öğlen saat 1’de top atışı gerçekleşiyormuş. Denizcilerin saatlerini ayarlaması için yapılan ve ilk olarak 1861 yılında başlayan bu atış gelenek haline gelmiş. One O’Clock Gun fotoğraftaki en uçta gözüken top.

Kalenin bir diğer kapısı da Foog’s Gate, Edinburgh Kalesi’nin üst kısma açılan ana giriş kapısıymış. Kapının iki tarafındaki duvarlar Kral II. Charles tarafından savunmayı güçlendirmek için 17. yüzyılda yaptırılmış.

Kale gez gez bitmiyordu. Artık vakit öğleye yaklaşmıştı. Hemen hostele dönüp konaklama sorunumu çözmem gerekiyordu. Bu arada tüm kaleyi iki sırt çantasıyla gezdiğimi söylemeliyim. 

Şehrin en merkezi yerinde Princes Street’teki National Gallery of Scotland’ın (İskoç Ulusal Galerisi) içinde çok önemli eserler bulunan İskoçya’nın en önemli ve hatta dünyanın en iyileri arasında olduğu söylenen müze de görülecek yerler arasında ilk sıralardaydı.

Müzede erken Rönesans döneminden günümüze dek gelen önemli sanatçıların eserlerini ve ayrıca İskoç sanatçılarına ait önemli eserleri görmek mümkün. Girişin ücretsiz olduğu galeride, Boticelli, Raffaello (Raphael), Titian, Monet, Van Gogh, Turner, Tiziano, Rubens, Rembrandt, Vermeer, Constable, Gauguin gibi dünyaca ünlü isimlerin eserleri bulunuyor. Koleksiyonun en dikkat çeken kısmı ise İskoç resim sanatının tarihini de gösteren Ramsay, Raeburn, Wilkie ve McTaggart gibi önemli isimlerin eserlerine yer verilmesiymiş.

1859 yılında halka açılan Scottish National Gallery başlangıçta bağımsız bir bina olarak inşa edilmiş. Bu bina ve Royal Scottish Academy Building  neoklasik bir mimari stilde tasarlanmış. Bu iki binanın tarihlerinin iç içe geçmesi nedeniyle 2004’den bu yana bahçe seviyesinde birbirine bağlanmış. Uzun uzun gezdiğim galeriden fazla yer kaplamamak için sadece birkaç foto paylaşabiliyorum, siz de gezmeyi ihmal etmeyin.

Four Male Figures – Perugino, The Virgin Adoring the Sleeping Christ Child – Sandro Botticelli

The Madonna of the Yarnwinder- Leonardo da Vinci eserleri de aşağıda.

Vakitten kazanmak için hemen meydanda bulunan diğer müzeye yöneldim. Scottish National Gallery of Modern Art‘ı kapanma saatine çok az zaman kaldığından hızlı gezmek zorunda kaldım.

Modern Sanat Müzesi’nin de bulunduğu Princes Street Edinburgh’un en hareketli caddesi. “New Town” bölgesinin en güney bölümünde yer alıyor. Edinburgh’un tarihi ve turistik ana merkezi Old Town (Eski Şehir) ve New Town (Yeni Şehir) olmak üzere iki bölümde toplanmakta.

Edinburgh’da gezilip görülmesi gereken pek çok yer ağırlıklı olarak 14-16. yüzyıllar arasında kurulmuş Old Town’da yani Eski Şehirde bulunuyor. Gezmiş olduğum Edinburgh Kalesi, eski şehrin önemli simgelerinden olan Edinburgh Üniversitesi, Camera Obscura, Royal Miles’da sıralanan tarihi kilise St. Giles Katedrali, Edinburgh Kilisesi, yolun sonunda bulunan Holyrood Sarayı, Holyrood Parkı ve buraya yakın volkanik tepe Arthur’s Seat, Holyrood’da bulunan Parlamento Binası ve ismini sayamadıklarımın hepsi bu bölgede görebileceğiniz tarihi zenginlikler arasında yer alıyor. Old Town’daki her bir sokak ayrı bir dünya gibi ve ansızın karşınıza farklı bir tablo çıkıveriyor. Edinburgh’da bulunduğum sürece bu sokaklarda gezmelere doyamadım. Ünlü yazar J.K. Rowling’in Harry Potter kitaplarını yazmış olduğu The Elephant House da Royal Mile civarında bulunuyormuş ama uzun süre aradığım halde bir türlü burayı bulamadım.

New Town -Yeni Şehrin kuruluşu da, bakmayın yeni denmesine, o bölge de on sekizinci yüzyıldan itibaren yapılaşmaya başlamış. Bu bölgede daha çok alışveriş yapılabilecek ünlü mağazalar ve restoranlar bulunuyor. Bu iki bölgeyi birbirinden ayıran ve mutlaka görülmesi gereken cadde ise yürümeye başladığım Princes Caddesi. İskoçya’nın Oxford Street’i olarak kabul edilen ve özel araç trafiğine kapalı olan bu cadde önemli alışveriş mağazalarına ev sahipliği yapıyor. Kale manzarasını en iyi bu caddeden görebildiğinizi söylemeliyim.

Yolda yürürken gayda çalan sokak sanatçılarını, restorantları, mağazaları, cafeleri, İskoçya’nın simgesi kiltlerden ve ekose kumaştan yapılmış bir sürü giyim eşyası ve aksesuarı göreceğiniz hediyelik eşya dükkanları ile oldukça renkli bir cadde burası.

Bu arada yeri gelmişken İskoç erkeklerinin giydiği pileli, ekose kumaştan kısa etek Kiltten söz edelim. İskoçya’da özel günlerde giyilen bu etekler ulusal gururun, aile ve klan ilişkilerinin önemli bir sembolüymüş. Kilt İskoçlar için ayrıca gücün, romantikliğin ve dramatizmin de en önemli sembolüymüş. Kilt kostüm, ceket, yelek, gömlek, kravat, bel çantası, kilt iğnesi, dize kadar yün çorap, kurdele ve hafif takım elbise ayakkabılarından oluşuyormuş.

Kilt giyilmesinin tarihçesi 1500’lü yıllara kadar gidiyormuş. İskoç erkekleri ava giderken dizlerinin üzerinde kalan bir omuz atkısı kullanıyormuş. Zaman içerisinde daha geniş atkılar kullanmışlar ve üstlerinde çok fazla kumaş taşımak istemedikleri için de üst kısmını atıp sadece alt kısmını giymeye başlamışlar. 1747 yılında İngiltere Kralı II. George Kilt giyilmesini yasaklamış. Bunun üzerine İskoçyalılar protesto eylemlerinde Kilt giymeye başlamışlar. Yasak 1782 yılında kaldırılsa da Kilt, İskoç sosyalizminin de bir sembolü haline gelmiş.

Geçmişte aristokrasinin simgesi olması nedeniyle, her aile kendi tartan desenini kullanırmış. Mağazalarda kilt fiyatlarının oldukça yüksek olduğunu gördüm. Bunlar set olarak da satılıyor ve bir yerde set fiyatının 900 pound civarında olduğunu görünce gözlerim yuvalarından fırladı.

İskoçya’da kullanılan poundun değeri TL’ye göre çok yüksek olduğundan alışveriş yapmak gibi bir niyetim yoktu. Yine de vitrininde %70 indirim yazan ve outdoor ürünler satan bir mağazaya girmekten kendimi alamadım. Tabi ki mağazaya bu girişim 20 pound ödeyerek bir polar mont alımıyla sonuçlandı.

Yürümeye devam ettim ve sağ taraftaki bir caddeye dönerek uzaktan gözüken St. Mary’s Katedrali‘ni yakından gördüm. Gotik stilde 19. yüzyılın sonlarında inşa edilen episcopal bir kiliseymiş ve koruma altına alınmış.

Princes Caddesi’nin ters istikametine geri dönerek önce kale manzarası eşliğinde St. John’s Kilisesi‘ni gördüm.

Sonra yola devam ederek Tren İstasyonunu uzaktan da olsa görebildim. Edinburgh Waverley Tren İstasyonu’nun ismi Scott’un Waverley romanlarından geliyormuş. Yazarlara, edebiyatçılara böyle sahip çıkılması çok güzel! Tren istasyonu dar bir vadiye konuşlanmış ve ülkenin ikinci büyük tren istasyonuymuş.

Edinburg’ta ikinci günümde Prenses Caddesi’nin yukarı kısmını keşfetmeye çalıştım. Önce Scott Monument karşısında bir süre mola verdim. Scott Anıtı Princes Street’de yer alan çok büyük ve görkemli bir anıt. Victorian Gotik tarzda inşa edilmiş taş bir kule olup, 1832 yılında ölen ünlü İskoç yazar Sir Walter Scott‘ın anısına 1846 yılında inşa edilmiş. Dünyada bir yazara ithaf edilen ikinci en büyük anıt olarak tarihe geçmiş. Anıtın tam ortasında yazarın bir heykeli var ve Scott Anıtı üzerinde de ayrıca 68 adet heykelcik bulunuyor.

Bu anıtın tepesine 5 pound ödeyerek çıkılabiliyor. Spiral bir merdivenle tırmanılan anıttan muhteşem bir Edinburgh manzarası izlenebiliyor. Anıtın yüksekliği yaklaşık 62 metre civarında ve tepesine kadar 288 basamak bulunuyor.

Scott Monument’in bulunduğu alan East Princes Street Gardens olarak adlandırılırken İskoç Kraliyet Akademisi ve sanat galerisi olan National Gallery’nin diğer tarafı West Princes Street Gardens  adlandırılıyor. Caddede bir kısmı otele çevrilen çok güzel tarihi binalar da bulunuyor.

1897 yılında açılan tarihi Kuzey Köprüsünden geçerek Eski Şehre doğru yürüdüm. Ağzım bir karış açık bir başka dünyaya gitmişim gibi çevremi seyrediyordum.

En sonunda Royal Mile’a ulaştım. Royal Mile (Kraliyet Yolu), Edinburgh Kalesi’nden başlayıp Hollyrood House Palace’a kadar uzanan yaklaşık 2 km uzunluğunda bir yol. Şehrin turistik caddesi ve tam bir açık hava müzesi görünümünde olan Royal Mile’da 16, 17 ve 18. yüzyıldan kalma birçok yapı bulunuyor. Bir anlamda burası İskoçya’nın tarihi başkentinin kalbi niteliğinde. Binaların arasında Arnavut kaldırımlı çıkmaz sokaklar ve dar merdivenlerle birbirine bağlanan gizli bir dünya bulunmakta.

The Real Mary King’s Close ya da the Scottish Storytelling Centre, St Giles Katedrali gibi tarihi binalar ve şehrin en iyi yeme- içme mekanlarıyla burası mutlaka görülesi bir yer haline geliyor. 

Royal Mile’ın köşesinde Tron Kirk Kilisesi yer alıyor. 1647 yılında yapımı tamamlanan bu kilise 1829’da çıkan bir yangın sonucu yanmış. Tron ismini 18. yüzyılda burada bulunan tartı, baskül gibi aletlerden almış. 1952 yılından sonra kilise olarak kullanılmamış ve yaklaşık 50 yıl boş tutulmuş. Günümüzde ise turistler için danışma ofisi olarak hizmet veriyor.

Caddenin alt taraflarına doğru Edinburgh Üniversitesinin Holyrood Kampüsünü gördüm. Bu arada Edinburgh Üniversitesi’nden bir çok ünlü kişinin mezun olduğu belirtiliyor. Telefonun mucidi Alexander Graham Bell, penisilinin mucidi Alexander Fleming ve Sherlock Holmes karakterinin yaratıcısı Sir Arthur Conan Doyle bu ünlülerden birkaçı.

Yolun en sonunda sağ tarafta kalan değişik dizaynıyla Parlamento Binası’nı ve hemen karşısında bulunan Queen’s Gallery’yi sabahın erken saatlerinde görmüş oldum.

Hedefim bu güzergahtan yürüyerek Arthur’s Seat Tepesi‘ne ulaşmaktı. Holyrood Park’ın büyük bir bölümünü oluşturan tepelerin ana zirvesi olan Arthur’s Seat Edinburgh’un panoramik manzarasını görmek için ideal bir yer. Arthur’s Seat, sönmüş bir yanardağ zirvesinde ve deniz seviyesinden 251 metre yükseklikte yer alan rüzgarlı bir tepe, aynı zamanda en geniş ve en iyi şekilde korunmuş bir kale bölgesi. Tarihi yaklaşık 2000 yıl öncesine dayanan 4 tepe kalesinden biri Arthur’s Seat olarak gösteriliyor. Bu bölgedeki flora ve jeolojinin çeşitliliği nedeniyle aynı zamanda özel bilimsel ilgi alanı olarak da gösteriliyor.

Caddeden yukarıya kestirme giden bir patika yol keşfettim ve hızla tırmanmaya başladım. Yukarıya çıkış çok da yorucu değil. Günün bu erken saatinde benim gibi tırmananlar da vardı.Tek başıma olsam da ıssızlıktan hiç ürkmedim. En tepeye ulaştığımda Edinburgh ayaklarımın altındaydı.

Tepeden indikten sonra sırada olan Parlamento Binası rehber eşliğinde ücretsiz gezilebiliyor. Dönüş yolum üzerinde olduğundan hemen içeri girdim. 414 milyon pounda inşa edilen binanın dış cephesi oldukça ilginç yapılmış, bakalım içerisi nasıl inşa edilmiş görelim.

Girişte kimse bir şey sormuyor sadece x-ray cihazından geçiyorsunuz. Binanın dışı gibi içi de oldukça değişik tasarlanmıştı. İçeri girdiğimde bir görevli beni karşıladı ve kısa bir açıklama yaparak rehberli bir grubun kısa bir süre sonra tura başlayacağını söyledi. Şansımıza o gün genel kurul salonunda bir toplantı olduğundan salonu görüp hatta toplantıyı da izleyebilecektik. Rehberimiz önce lobide bizi bir sergi masası etrafında toplayarak İskoç seçim sistemi, partiler ve bulunduğumuz bu bina hakkında oldukça detaylı bilgiler verdi.

İskoçya, 17. yüzyıla kadar bağımsız bir devlet iken 1707 yılında İngiltere Krallığı’yla birleşmiş ve sonrasında da İskoçya Parlamentosu dağıtılmış. Vergiler dahil tüm yetkiler Birleşik Krallık Parlamentosu’na devredilmekle birlikte hukuki sistem ve kilise dahil olmak üzere birçok kuruluş İngiltere’den ayrı olarak işlemeye devam etmiş.

Bağımsızlık veya sınırlı özerklik seçimi için ilk referandum 1979’da yapılmış ama çok fazla kabul görmemiş. 1997’de gerçekleşen ikinci referandumda, İskoçlara iki soru yöneltilmiş. “İskoçya bağımsız parlamentoya sahip olmalı mı?” sorusuna % 74.3, “İskoç Parlamentosu’nun vergileri değiştirebilme gücü olmalı mı?” sorusuna ise İskoç halkının % 63.5’i ezici çoğunlukla “evet” yanıtını vermiş. Böylece 1999 yılında 129 üyeli ilk İskoçya “Özerk” Parlamentosu kurulmuş.

Parlamento, sağlık, eğitim, yerel yönetim, sosyal hizmet, vergi, ekonomik kalkınma gibi alanlarda yasama yetkisine sahip olmakla birlikte, savunma, maliye ve dış politika konularında kararlar hala İngiliz Parlamentosu tarafından verilmekteymiş. Sadece sınırlı olarak vergi toplama hakkı İskoç Parlamentosuna verilmiş. Birleşik Krallık Parlamentosunun, İskoçya Parlamentosu’nu dağıtma yetkisi de bulunuyormuş.

Bu bilgilendirmeden sonra hep beraber genel kurul salonuna gittik. Dünyanın öbür ucundan gelip İskoç Parlamentosu’nun toplantısını izleyebilme şansını bulmak heyecan vericiydi.

Parlamentonun hemen karşısında Holyrood Palace bulunuyor. İngiltere kraliyet ailesinin İskoçya’daki resmi ikametgahı olan Holyrood Sarayı 16. yüzyıldan bu yana resmi davetlere ve törenlere ev sahipliği yapıyormuş. Sarayın tarihe geçişinin en önemli sebebi ise Mary Stuart’ın zaman zaman burada ikamet etmesindenmiş. Holyrood Sarayı’nda bulunan Great Stair, süslemeleri ve dekorasyonu ile etkileyici Royal Dining Room, The Evening Drawing Room, Morning Drawing Room, Royal Gallery’den bazı parçaları bünyesinde barındıran Queen’s Gallery ve Throne Room görülecek yerler olarak belirtiliyor. Queen’s Gallery, 2002 yılında Kraliçe II. Elizabeth tarafından kendi Altın Jübile kutlamalarının bir parçası olarak açılmış. Giriş ücretinin 14 pound olduğunu görünce nedense burayı gezesim gelmedi. 

Sarayın diğer tarafında ise Holyrood Park uzanıyor. Holyrood Parkı, çok sayıda tepe ve bazalt kayalıktan oluşan 650 dönümlük büyük bir arazi. 12. yüzyılda avlanma sahası olarak kullanılıyormuş. Holyrood Parkı’nın içinde 15. yüzyıldan kalma St. Anthony’s Chapel’in kalıntıları bulunuyormuş. Ayrıca kuş çeşidinin zengin olduğu Duddingston Gölü de görülebiliyormuş. Ne yazık ki fazla zamanım olmadığından bu parkta sadece Arthurs’s Seat’e gitmiş oldum.

Royal Mile üzerinden geri dönerken yol üzerinde bulunan tarihi Cannongate Kilisesi‘ne girdim. Bölge Cannongate olarak adlandırılıyor. 1691 yılında Parish Kilisesi olarak inşa edilen kilise zamanının eşsiz bir örneği olarak gösteriliyor. Mavi sandalyeleriyle iç açıcı bir havası vardı. İçeride çok şahane bir Frobenius Org bulunmaktaymış. Kapının girişinde de Kral David’in hikayesine atfen geyik boynuzları ve bir haç yerleştirilmiş.

Burada bir de mezarlık varmış, arka tarafında olduğu için ben gözden kaçırdım. Girişinde de mezarlıkta defnedilen önemli kişilere ait bir liste bulunuyormuş. Bunlardan en önemlisi Adam Smith’e ait olan mezarmış.

Canongate Mezarlığı’nın İskoçya’nın önemli şairi Robert Burns’le yakın bir ilişkisi var. Burns’ün erken dönem çalışmalarında İskoçya’nın bir diğer önemli şairi olan Robert Fergusson’un etkisi büyükmüş. Fergusson daha 24 yaşındayken Edinburgh Bedlam’da düşmesi nedeniyle başından yaralanmış ve 1774 yılında trajik bir şekilde ölmüş. Burns 1787 yılında Edinburgh’a geldiğinde Canongate Mezarlığına gelerek Fergusson’un buradaki mezarını ziyaret etmiş ve mezar başına da bir şiiri yazdırılmış.

Mezarlık Burns’ün ümitsiz aşkına da ev sahipliği yapmaktaymış. Burns Edinburgh’u ziyaret ettiğinde eşinden ayrı yaşayan Mrs Agnes McLehose’e vurulmuş. Kadın da Burns’den etkilenmiş ancak evli olması ve zamanın ahlaki değerleri nedeniyle adı çıkmasın diye ihtiyatlı davranmış. Yüz yüze görüşemeseler de McLehose “Clarinda” takma ismiyle ve Burns de “Sylvander” takma ismiyle sayısız yazışma yapmışlar. Burns pek çok şarkı ve şiiri ona ithaf etmiş. Bunlardan en güzel ve en üzücü olarak kabul edilen şarkı “Ae Fond Kiss” adlı şarkıymış. İşte bu kadıncağız Burns’ün ölümünden 35 yıl geçtikten sonra öldüğünde 1841 yılında bu mezarlığa gömülmüş. Mezar taşında ise kısaca “Clarinda” ismi bulunuyormuş.

Canongate Kilisesinin hemen önünde kaldırıma trajik şekilde ölen Robert Fergusson’un bir heykelini de yerleştirilmiş.

Yolun biraz ilerisinde sarı renkli, canlı mimarisi ile Museum of Edinburgh bulunuyor. 16. yüzyılda inşa edilen bu tarih müzesinde İskoçya’nın geçmiş dönemlerden günümüze kadar geçirdiği değişim görülebiliyor.

Ücretsiz olarak ziyaret edilen müzede çok çeşitli hikayeler eşliğinde sunulan objelerle, animasyon gösterileriyle ve interaktif sergilerle her yaştan kişi ağırlanmakta.

Royal Mile boyunca çok değişik ve birbirinden güzel binalar göz alıyor.Caddenin kendisi de, her sokağı her bölgesi de görülmeye değerdi.

Cadde çok turistik olduğundan yol boyunca sayısız turistik eşya mağazası bulunuyor. Ayrıca İskoçya viskisiyle de dünyaca biliniyor olduğundan turistlere yönelik viski mağazaları da açmışlar. Bunlardan birine girdiğimde çeşit çeşit boy ve türde sıralanan bir viski dünyasına girmiş oldum. Ancak fiyatları bana yüksek geldi.

Şehirde Whisky Experience Turları da düzenleniyormuş. Bu turlarda viski yapımı anlatılıyor ve viski tadımı yapıyormuşsunuz. Kalenin hemen yanında The Scotch Whiskey Experience bulunuyor. Benim ilgi alanımda olmasa da viski sevenlere bu tur özellikle tavsiye olunur.

En sonunda High Street üzerinden St.Giles Katedrali’nin olduğu meydana kadar geldim. St. Giles’in batı girişinin tam karşısında kaldırım üzerinde mozaiklerden bir kalp şekli yapılmış. Heart of Midlothian ismi taşıyan bu kalp 1400’ler civarında burada bulunan ve 1817’de kaldırılan Edinburgh hapishanesi, mahkemesi ve çeşitli belediye binalarının giriş yerini işaret ediyormuş. William Brodie de dahil olmak üzere halka açık bir çok idam burada gerçekleştirilmiş. Bazı insanlar buradan geçerken hala eski hapishaneyi ve kamu otoritesini aşağılamak için bu kalp şeklinin ortasına tükürüyormuş. Çok hızlı gezmeye çalıştığım için ben bu mozaik şeklini göremedim. Web’den bulduğum bir fotoğrafını ekliyorum ki siz kaçırmayın.

Bu bölgede bulunan bir diğer önemli heykel de 1711-1776 yıllarında yaşamış, Edinburgh sakini ve İskoç Aydınlanmasının önemli filozoflarından birisi olan David Hume Heykeli. Bu heykel Yüksek Mahkeme binasının önüne yerleştirilmiş. 1995 yılında yapılan meşhur heykel bronzdan, orijinal ölçünün 1,5 katı büyüklüğünde ve bir platform üzerine yapılmış.

Hume, filozof, tarihçi, ekonomist olarak ve radikal felsefik empirisizm, skeptisizm ve natüralizm konusunda makaleleriyle meşhur. Bu görüşleriyle Alman filozof Immanuel Kant olmak üzere takip eden bir çok felsefeciyi etkilemiş.

Hume’un sağ ayağının baş parmağını okşadığınızda Hume’un öngörü ve bilgeliğinin size aktarılacağı yönünde bir inanış bulunuyormuş. Zaten parmak dokunulmaktan pırıl pırıl olmuş.

Gelelim önemli bir tarihi bina olan St. Giles Katedrali’ne. Burası 1124 yılında inşa edilen ve 16. Yüzyılda İskoçya’nın reform hareketinin odak noktasını oluşturan tarihi bir katedralmiş. İsmi Edinburgh’un baş azizi kabul edilen St. Giles’den gelmekteymiş. Şehrin en ünlü tarihi yapılarından biri olan Katedral kendine özgü mimarisi ve çan kulesi ile büyük ilgi görüyor. Dünya Presbiteryen Ana Kilisesi olarak kabul edilen kilise halen konserlere, sergilere, törenlere ve toplantılara ev sahipliği yapıyormuş. Giriş ücretsiz ama fotoğraf çekmek için 2 pound ödemeniz gerekiyor.

Bence Kilisenin en ilginç bölümü güney-doğu köşesinde bulunan Thistle Şapeli ve buraya giderseniz mutlaka görün derim. Şapel 1911 yılında inşa edilmiş ve tavanı, duvarları ve ahşap sandalyeleri ile olağanüstü bir işçilik sergilenen bir oda.

Gayda çalan bir melek heykeli, 18 şövalyenin armaları bulunan tavan süslemesi ve önlerinde armalarının bulunduğu ahşap şövalye bölmeleri muhteşem bir şekilde dizayn edilmiş. Katedralin içinde John Knox’a ait çok büyük bir heykel de bulunuyor.

Katedralin hemen köşesinde çok büyük bir heykel bulunuyor. İskoçyalı, dünyaca ünlü filozof, ekonomist ve “Ulusların Zenginliği”nin yazarı Adam Smith Heykel‘i 10 feet uzunluğunda ve bronzdan yapılmış. 1723-1790 yıllarında yaşayan Adam Smith 1776 yılında yayınladığı “Ulusların Zenginliği” çalışmasıyla serbest ticaret teorisini geliştirerek modern ekonominin temellerini atmıştır.

Katedralin bulunduğu meydanda ve bu çevrede çok ilginç gösteri yapanları görüyoruz.

Katedralin karşısında Parlamento Meydanı bulunuyor. L şeklindeki meydanın bir tarafında Edinburgh Mercat Cross ve diğer tarafında da Parlamento Binasına bitişik Yüksek Mahkeme bulunuyor. Meydanın ortasında da Büyük Alexander’ın atı Bucephalus ile birlikte bir heykeli var. 

Mary King’s Close da Şehir Meclisi binasının altında yüzlerce yıldan sonra keşfedilmiş bir yer. Mary King’s Close, efsaneler, masallar, perili evler, hayaletler ve cinayet hikayeleri ile ilginç bir yer. Yer altına kurulmuş evler ve sokaklardan oluşan Mary King’s Close, ürkütücü ve ilginç atmosferi ile görülmesi gereken turistik noktalar arasında bulunuyor. İsmini 17. Yüzyılda burada yerleşmiş tüccar bir kadın olan Mary King’den alıyormuş. Buraya rehberli turistik turlar düzenleniyormuş. Önceliğim olmadığı ve zamanım da yetmediğinden burayı gezmedim.

Netherbow Limanı olarak bilinen doğu savunma kapısı Eski Şehri ve Cannongate’i birbirinden ayırmak için bir zamanlar burada bulunuyormuş. Çünkü Cannongate 1865 yılına kadar ayrı bir Burgh olarak biliniyor. Daha sonra Edinburgh’a katılmış. Netherbow kapısının içinde kalan bölge World’s End “Dünyanın Sonu” olarak biliniyormuş.

Yoldan sağ tarafa girdiğimde Writers’ Museum  gördüm.

Müze İskoçya’nın üç dev yazarına atfen kurulmuş ve onların yaşamlarına dair objeler sergileniyormuş. Bu yazarlar İskoçların gurur duydukları Robert Burns, Sir Walter Scott ve Robert Louis Stevenson. Burns’ün yazı yazdığı masa, Scott’un Waverley romanlarının ilk kez basıldığı baskı makinesi ve çocukken oynadığı at, Stevenson’un binici botları ve Samoan şefi tarafından ona verilen üzerinde “hikaye anlatıcı” anlamına gelen “Tusitala” yazılı bir yüzük Müze de görülecek objeler arasında. Aynı zamanda Burns’ün alçıdan yapılmış bir heykeli de görülebilir.

Bu müzeden çıktıktan sonra bu sefer caddenin sol tarafında kalan ve otobüs trafiğinin yoğun olduğu bir caddeye doğru döndüm. Önce çok güzel binası olan National Library of Scotland yani Milli Kütüphane binasını gördüm.

Bu caddenin ilerisinde yine tarihi bir kilise olan Augustine United Church bulunuyor.

Biraz ileride acıklı hikayesiyle meşhur olan Greyfriars Bobby isimli küçük köpek heykeli görülüyor. Olay 19. yüzyılda geçiyor ve Terrier cinsi bu köpek sahibi öldükten sonra 14 yıl sahibini beklemiş. 1873 yılında tamamlanan bu heykelin alt tarafına köpeğin sadakat ve dayanıklılığından ilham alarak hem insanlar hem de köpekler için birer de çeşme yapılmış. İyi şans getirdiğine inanıldığı için köpeğin burnu okşanıyormuş ve bu yüzden de parlamış.

Heykelin bulunduğu yer Greyfriars Kirkyard, yani kilise ve mezarlığa çok yakındı. Kilisenin içine de şöyle bir baktım. Mezarlık çok daha ilginç gözüküyordu. 16.yüzyılın sonlarından itibaren ünlü kişiler bu mezarlığa gömülmeye başlamış. 1872 yılında öldüğü belirtilen Bobby Köpek için mezarlık girişine bir mezar taşı konulmuş. Ancak gerçek mezar yeri burası değilmiş ve nerede olduğu bilinmiyormuş. Mezarlık adeta bir park gibiydi, oturanlar ve çimlerin üzerine uzananlar bile vardı.

George Harriet’s School da bu bölgede bulunuyormuş. Zaten Rowling de Hogwarts fikrini aristokrat ve zengin çocukların gittiği George Harriet’s School’dan almış. Tom Riddle ismini de Greyfriars Kirkyard yani mezarlıkta gezinirken bir mezar taşında gördüğünü söylemiş.

Calton Hill’e gitmek için hızlıca Prenses Caddesi’ne yürüdüm. Caddenin doğusunda yer alan Calton Hill, UNESCO Dünya Miras Listesi’nde bulunuyor. Önce Princess Caddesinin sağ tarafında kalan Old Calton Burial Ground isimli bir mezarlığı gezdim. Ünlü filozof David Hume olmak üzere pek çok tanınmış kişinin mezarı buradaymış.

Caddeden devam ederek sol tarafta kalan dik merdivenleri tırmanmaya başladım. Bu kadar yükseğe tırmanınca şehir adeta ayaklarımın altında süzülmeye başladı.

Tepede olan sadece muhteşem bir Edinburgh manzarası değil. Ulusal Anıt olarak adlandırılan çok büyük ve tamamlanmamış bir Atina Akropolü gökyüzüne doğru süzülüyor. Napolyon’un Waterloo’da yenilmesinden bir yıl sonra 1816 yılında başlanan bu akropole Napolyon savaşlarında ölenler için bir anıt bırakılmak istenmiş. Ancak yapımı için yeterince kaynak bulunamayınca bu şekilde yarım kalmış. Ancak bu haliyle çok popular olunca şimdi de halk tamamlanmasını desteklemiyormuş.

Bunun dışında tepede iki gözlemevi bulunuyor. Birisi 1792 yılında inşa edilen Eski Gözlemevi, diğeri ise gece gökyüzünü izlemek ve sergiler açmak amacıyla 1818 yılında inşa edilen Şehir Gözlemevi olarak gösteriliyor.

Trafalgar’da büyük zafer kazanan İngiliz Amirali Nelson için bir anıt da var. Nelson gemilerde kullanılan kronometrelerin ayarlanması için ünlü bir zaman topu mekanizması geliştirmiş. 30 metre yüksekliğinde olan Nelson Anıtı 1807 yılında inşa edilmiş. Her yıl ölüm günü olan 21 Ekim’de bu anıttaki denizci bayrakları yarıya indiriliyormuş.

İskoçyalı filozof Dugald Stewart Anıtı ve 15. yüzyıldan kalma ve dünyayı gezmiş tarihi bir top da burada görülebilir.

Princes Caddesi üzerinden geri dönmeye başladım. Ara sokaklara girip çıkıyordum. Böyle sokaklara girip çıkarken meğer şehrin en ilginç bölgesine gelmişim. Cowgate bölgesi, Holyrood ve Royal Mile’a paralel uzanan ucuz barların, hostellerin ve klüplerin bulunduğu bir yer. IV. George Köprüsünün yanı başındaki binada duvara toslamış inekleri görünce Cowgate bölgesinde olduğumu anladım.

Akşamları pek de güvenilir bir yer olmadığı söyleniyor. Ancak çevredeki objelerden ve dizayndan eğlenceli bir yer olduğu anlaşılıyor. Hatta ünlü Trainspotting filminin bir kaç sahnesi de burada geçiyormuş.

Köprünün altından geçerek biraz daha yürüdüğümde Grassmarket’e yine çok turistik bir bölgeye ulaştım. Grassmarket, Orta Çağ’da at, sığır gibi büyükbaş hayvan pazarıymış ve aynı zamanda halka açık idamların gerçekleştirildiği bir meydan olmuş. Günümüzde ise cafelerin, restorantların, pubların, barların, hediyelik eşya dükkanlarının bulunduğu eğlenceli bir bölge haline gelmiş.

Meydandaki Orta Çağ mimarisiyle yapılmış binalar, muhteşem açıdan görülen kale manzarası ve şehrin en çok sevilen bölgelerinden birisi olması nedeniyle hareketli rengarenk hali burayı eşsiz bir yere dönüştürmüş. Birçok işletme dışarıya masalar koyarak açık havada yenilip içilmesini sağlamış. Çok içip küfelik olanlar için bisikletli tuktuklarla hizmet veriliyormuş.

1784 yılında bu meydanda yapılan idamlara son verildikten sonra The Last Drop ve Maggie Dickson’s gibi bazı geleneksel publar karışık geçmişten bazı kanlı hikayeleri canlı tutmaya başlamış. The White Hart Inn ise Robert Burns gibi birçok ünlü ismi ağırlamış.

Grassmarket’den kalenin görünüşü de başka güzel.

Biraz dinlendikten sonra bu sefer Meydana açılan Victoria Caddesi‘ne doğru yürüdüm. Aman nasıl güzel bir cadde öyle anlatamam. Bu renkli binalar size biraz fikir verecektir diye düşünüyorum.

Yine bu bölge civarında bulunduğunu öğrendiğim The Elephant House adlı cafeyi aradım ama bulamadım. Burası J.K. Rowling’in beş parasız olduğu dönemlerde Harry Potter’ı bir peçete üzerine yazmaya başladığı café olduğundan önem taşıyor.

Artık akşam olmaya başlamıştı ve hostele yakın olduğu için Princes Street Gardens yani parkı gezmek istedim.

Güzel parkta gençler çimlere uzanmış, çocuklar oynuyor, piknik yapanlar, banklarda gazetesini, kitabını okuyanlar ne ararsanız var.

Çok bakımlı olan parkta çok sayıda heykel de bulunuyor. Restore edilmekte olan ancak gördüğüm kadarıyla çok renkli ve değişik olan bir havuz da var. Alt tarafta deniz kızları, orta kısımda bilimi, sanatı, şiiri ve endüstriyi temsil eden 4 melek heykeli ve en üstte de bereketi temsil eden bir figür bulunmaktaymış.

Bu arada Edinburgh’daki taksiler siyah renkte ve çoğunun üzerinde aşağıda göreceğiniz gibi reklamlar bulunuyor. Bence çok güzel bir uygulama olmuş.

Edinburg’ta son günümde gezdiğim Hostelin yakınlarındaki Rose Street, Thistle Street ve George Street civarından biraz söz edelim.

New Town bölgesinde bulunan ve araç trafiğine kapalı olan Rose Street ve Thistle Street, küçük butiklerin yanı sıra pek çok bar ve cafeye ev sahipliği yapıyor. George Street de ise ünlü giyim mağazaları ve mücevher mağazaları bulunuyor. Bu bölgede ilgilenenler için Hard Rock Cafe de var.

Yine George Street üzerindeki The Dome’a da mutlaka uğrayın derim. Çok pahalı bir bar ancak adı üstünde içindeki kubbesi kesinlikle görülmeye değer. Burası ilk olarak 1847 yılında İskoçya Ticaret Bankasının merkezi olarak inşa edilmiş. Binanın ön yüzü Greko-Roman stilinde dizayn edilmiş ve girişinde corinthian sütunları kullanılmış.

Buranın yakınlarında tarihi eski olan St Andrew’s ve St George’s West Kilisesi bulunuyor. Parish Kilisesi olan bu bina 1784 yılında tamamlanmış.

Son olarak Edinburgh’tan ayrılacağım sabah görmek istediğim ancak gezemediğim Scottish National Portrait Gallery (Ulusal Portre Müzesinden) söz etmek istiyorum. Saat 10’da açılacağı için otobüs terminaline gitmeden önce 30-45 dakika kadar gezebileceğimi planlamıştım. Hostelden doğruca müzeye gittim. Tam kapıdan içeri doğru girmeye yeltenmiştim ki görevli beni durdurdu ve içeri sırt çantasıyla giremeyeceğimi söyledi. Emanet eşya dolapları vardı ve eşyalarımı bırakmak için 1 pound ödemek gerekiyordu. Ne yazık ki yanımda bozuk para yoktu ve resepsiyondakilere para bozdurup bozdurmayacaklarını sordum. Kabul etmediler ve çevrede öyle para bozduracak, alışveriş yapacak hiçbir yer yoktu. Büyük bir hüsranla oradan ayrılmak zorunda kaldım. Ben gezemedim ama kısaca bilgi verirsem gidenler için belki faydası olur.

The Scottish National Portrait Gallery, Edinburgh’un en çarpıcı binalarından biridir. Büyük kırmızı kum taşlarından yapılan neo-gotik bina Sir Robert Rowand Anderson tarafından İskoçya’nın kahramanlarına adanmış. 1889 yılında halka açılan bina dünyadaki portre galerisi olarak açılan da ilk müzeymiş.

Galerideki sergiler İskoçya ve halkının hikayesinin farklı yönlerini ortaya koyuyormuş. İskoçya’nın Mary Queen’i, Prens Charles, Edward Stuart ve Robert Burns gibi ünlü tarihi şahsiyetlerin yanı sıra bilimde, sporda ve sanatta öncü olan kişilerin portrelerine de yer verilmiş. Fotoğraf galerisi ve atmosferik Victorian Kütüphanesi özellikle görülmeye değermiş. Sergiler düzenli bir şekilde değiştiriliyormuş ve bu nedenle her zaman görmeye değer yeni bir şey oluyormuş.

Yeme İçme

İskoç yemekleri de oldukça sağlıklı. Hayvancılık ve tarım son derece gelişmiş. Ancak ucuz mu derseniz işte bu soruya evet diyemeyeceğim.

İskoçya’nın en ünlü yemeği haggis, kuzunun karaciğer, kalp, akciğer gibi iç organlarına soğan, yulaf ezmesi, iç yağı, çeşitli sebze ve baharatlar ile salça eklenerek hazırlanan iç harcı kuzunun işkembesine dolduruluyor ve birkaç saat kısık ateşte pişiriliyormuş. Ben tadamadım ancak öneriliyor.

Ana yemeklerde, İskoçya’nın Aberdeen Angus adlı sığır türü ile yapılan yemekleri öne çıkıyormuş. Bunun yanında keklik, geyik, sülün, beç tavuğu, bıldırcın, yaban tavşanı gibi av hayvanlarının da sıkça tüketildiği belirtiliyor. Balıklar, İskoç usulü balık pişirme yöntemi olan tütsüleme yöntemi ile servis ediliyormuş ve genellikle başlangıç tabağı olarak görülen balık, şarap ve sebzeler ile birlikte pişiriliyormuş.

Dünyanın her yerinde olduğu gibi Edinburgh’da da Türk restoranları bulunuyor. Bunlardan birisi Royal Mile’ın sonuna doğru giderken sol tarafta kalan Truva Cafe isimli bir yer. Damak tadı yabancı tatları kaldırmayanlar için önerilebilir.

İskoçlar tatlı konusunda da oldukça iyilermiş. Özellikle Abernethy bisküvileri, cranachan, ecclefechan ve sıcak marmelat sosu ile servis edilen kuru meyve, portakal parçaları, viski ve badem ezmesi katılarak yapılan Dundee cake mutlaka denenmesi önerilen tatlılar arasında sayılıyor.

İçeceklere gelince, İskoçya deyince hemen akla viski geliyor. Viski üretimi ve viski çeşitleri açısından dünyada bir numara. İskoçlar hem üretiyor hem de doya doya içiyorlar. Bu arada birayı unutmayalım. Ünlü İskoç publarında İskoç yerel biraları yanı sıra İngiliz ve İrlanda biralarını deneyebilirsiniz.

Son Söz

Edinburgh’u her yönüyle çok sevdim. Burada çok yağmur yağdığından uzun süre sokaklarda dolaşamayacağımı düşünmüştüm. Şansıma hava gezmek için çok uygun olunca şehri gezmelere doyamadım. İskoçlar gerçekten bugüne kadar tanıdığım en hoş, en neşeli, en samimi ve en sıcak insanlar oldular.

Mardin Gezi Rehberi: Çok Renkli Mozaik

Tarihi, kültürü, evleri, sokakları, dili, dini ile çok renkli mozaik, kadim şehir Mardin. Medeniyetin beşiği Mezopotamya’nın verimli topraklarında Fırat ve Dicle Nehri arasında kurulmuş uygarlıkları ile tarihi Milattan önce 3000 yılına kadar uzanıyor. M.Ö. 4. yy’da İskender bu topraklarda hakimiyet kurmuş, Persler, Sasaniler, Bizans hükümranlığında kalmış. Türklerin Anadolu’ya girmesinden sonra Türkler bölgeye yerleşmiş. İlk Hristiyanlığı benimseyen Süryaniler bu topraklarda hala yaşıyorlar. Anadolu’da en çok manastır ve kiliseye sahip şehirler arasında. Bu topraklarda İslamiyet 7. yy’da yeşermeye başlamış. Artuklular, Akkoyunlular, Osmanlı şehre mimari ve kültür olarak çok şey katmış. Artukluların başkenti olmuş Mardin. Artuklulardan sonra, Eyyübiler, Selçuklular, İlhanlı ve Akkoyunlulardan sonra 1517 yılında Osmanlı şehri olmuş. Tarih boyunca çok dil konuşulmuş şehirde. Bugün de sokaklarda dört ayrı dilin ahengi duyuluyor. Türkçe, Kürtçe, Arapça, Süryanice. Etnik kökenleri farklı insanlar, Türkler, Kürtler, Süryaniler, Ezidiler, Keldaniler, Ermeniler, Mahaldiler yaşıyor. Dinleri, dilleri, kültürleri farklı insanların yaşadığı şehirde hoşgörü ve kardeşliğin içselleştirildiğini hissetmek mümkün sokaklarında.

 

Önce Mardin’i video ile gezmek ister misiniz?

Önce Mardin’in yerleşimine bakalım; dağın eteğinde, üst üste sıralanmış ve tümü Mezopotamya Ovası’na bakan evler. Evler çevrede bulunan kalker taşlarından yapılmış ve cepheleri dantel gibi işlenmiş, özel bir taş işçiliği ile. Bazı konakların yapımı 12. yy’lara Orta Çağ’a kadar gitmektedir.

Eski Mardin’in araç trafiğinin tek yönlü aktığı sadece bir caddesi bulunuyor. Bu caddenin alt ve üst sokaklarına araç giremiyor. Eski Mardin’e Diyarbakır Kapı’dan bu caddeden giriliyor. Caddede ilk meydan, Cumhuriyet Meydanı’nda Atatürk Heykeli ve Mardin Kent Müzesi yer alıyor. Caddenin üzerinde veya alt ve üst yollarda çok sayıda tarihi konaklar, camiler, kiliseler görülecek yerler arasında. Önce ana caddeden başlayarak elinizde harita ile ara sokaklara da dalarak doyasıya dolaşabileceğiniz şehir. Yazımızda Mardin şehir içi ve çevrede görülecek birçok yeri bulabileceksiniz.

Mardin’e Artuklu Üniversitesi tarafından düzenlenen Turizm Kongresi için  bir grup arkadaş gittik. Özellikle yeni Mardin’deki lüks kongre oteli yerine eski Mardin’de tarihi bir konak olan Tuğhan Otel’de kaldık. Tuğhan Otel I. Cadde’nin üzerinde, her yere yürüyerek ulaşılabilecek konumda. Otelin tek sorunu hemen altında bulunan gece klubünden saat 12’ye kadar müzik sesi. Biz dert edinmedik ve rahatsız olmadık. Diğer güzel yönü Mezopotamya ovasına hakim terasında sabah kahvaltısı, güneş doğumu ve batımını seyretme lüksü. Mardin’e gidenlere mutlaka eski şehirde kalmalarını ve sokakları doya doya dolaşmalarını öneriyorum. Biz dört gece kaldık. Tam iki buçuk günümüzü Mardin sokaklarında yürüyerek, iki günümüzü de çevrede mutlaka görülmesi gereken yerlerde geçirdik. Tek tek hepsini birlikte gezeceğiz.

Tabii sadece eski Mardin’den söz ediyoruz. Yeni Mardin farklı alana kurulmuş, yüksek binalar, geniş yollar ile her yerde görebileceğiniz ruhsuz bir şehir. Yeni Mardin’in tek faydası yapılaşma bu bölümde olduğu içi Eski Mardin korunmuş oluyor. Yeni Mardin’den fotoları görünce ne demek istediğimizi açıkça görebilirsiniz. Yanılıp, şasıp otelinizi yeni şehirde ayırtmak istemezsiniz.

Ana Cadde diye başlamıştık oradan devam edelim. Gitmeden önce nasıl gezeceğimizi bloglardan okumuştum. Otelimiz ana caddede ve hemen karşısında Turizm Ofisi yer alıyordu. İlk işimiz bu ofise uğramak oldu bir çanta içinde hem gezi rehberi kitapçığı, harita ve bazı özel yerlere ilişkin kitapçılar verdiler. Güzel detaylı bir harita hazırlanmış ancak gelmeden önce okuduğum ve öğrendiğim ana caddenin adı Cumhuriyet Caddesi olarak değil I. Cadde olarak yazıyordu. Bu çok şaşırtıcı geldi, zaten bir ana cadde var ve adı I. Cadde olarak verilmiş. Hangi tarihte, hangi gerekçe ve hangi kararla Cumhuriyet Caddesi ismi uygun görülmedi ve değiştirildi. Mardin Büyükşehir Belediyesi tarafından bastırılmış kitaplar ve harita, 2017 yılı Temmuz ayında yayınlanmış, acaba bir önceki tanıtım kitaplarında hangi cadde ismi yazıyordu. Bu durumu açıkça yazmak ve bir açıklama duymak isterim.

Ulaşım

Mardin’e İzmir’den sabah direk uçtuk. Ulaşım kolay yani İstanbul, Ankara ve İzmir’den direk uçuş ile ulaşmak en uygun yol. Havaalanı eski şehire 20 km uzaklıkta. Bizim ulaşımımız Üniversite tarafından sağlandı, ancak servis, minübüs ve taksi ile ulaşım kolay. Mardin Kızıltepe minibüsleri de sizi şehre ulaştırabilir. Aslında üç, dört kişi gidilirse havaalanında günlük 100 TL den başlayan fiyatlarla araba kiralanabilir. Mardin’de araba kiralayarak en az iki gün çevre gezilerinizi de kolaylıkla yapabilirsiniz.

Gezilecek Yerler

İlk gün öğlen şehre ulaşınca arkadaşlarım kongreye gittiler ben hemen sokaklara çıktım. Otelimiz caddenin nerede ise ortasındaydı. Kararımı otelin sağından başlamak şeklinde kullandım. Sokakta aynı renk, olağanüstü taş işçiliğinin olduğu kocaman konakların ve dükkanların arasında yürümeye başladım. İlk çarpıcı binayı fark ettim. Caddeye inen merdivenlerin üzerindeki tarihi bina beni merdivenlere yöneltti. Bina mimari yapısı, görkemli kapısı ve taş işçiliği ile davetkar, önünden geçip gitmeniz mümkün değil. Bu bina Mardin Olgunlaşma Enstitüsü’ymüş. Açık kapıdan hemen bahçeye dalarak hayran hayran binanın dışındaki taş işçiliğini seyre dalmıştım ki açık kapının önündeki kadınları görünce içeriye girebilir miyim diye sordum. Evet cevabı ile içeriye daldım. Yüksek tavanları etkileyici binanın ilk katında öğrenci ve kursiyerlerin el işi çalışmaları sergileniyordu.

Bina Muzaffiye Medrese’sinin üzerine Osmanlı döneminde 1892 yılında Mektebi Rüştiye olarak açılmış. Mardin’de Osmanlı döneminden bugüne eğitim amaçlı açılan ilk bina imiş.

Binanın işçiliğinin yanı sıra bahçesi Mezopotamya Ovası’na hakim yüksek konumu ve Ulu Cami minaresi ile birlikte eşsiz bir manzara sunuyor.

Zinciriye Medresesi

Okuldan sonra hemen arkada yer alan Zinciriye Medresesi ikinci durağım oldu. Kalenin hemen altında tüm Mezopotamya’ya hakim, şehrin birçok noktasından görünen etkileyici mimarisi ve muazzam taş işçiliği ile özel bir Medrese. Son Artuklu Sultanı Melik Necmettin İsa tarafından 1385 yılında yaptırılmış. Melik Necmettin İsa  Timur’a karşı ordusu ile savaşmış ve bu Medresede hapis tutulmuş, türbesi de bu Medresededir. Sultan İsa Medresesi zincirleri nedeni ile Zinciriye Medresesi olarak bilinmektedir. Zincirlerin yapılış amacı da eriyen karların duvara zarar vermeden akması ve yosun tutmanın engellenmesiymiş.

Kapıda iki Mardinli genç karşıladı, ben sorular sormaya başlayınca turizm gönüllüleriyiz sizi gezdirelim dediler. İlk katta ortada yer alan çeşme ve aktığı yolu anlatmakla başladılar tanıtıma. Çeşme ve akış yolu insan ömrünü anlatmak üzere tasarlanmış. Suyun çıkışı insanın ilk ana rahmine düşüşü, ilk oluk çocukluğu, aynalı ve geniş bölüm gençliği ve güzelliği, ince uzun bölüm ise zor geçen yaşlılığı anlatıyor.

Medresenin özellikle yüksek yere kurulmasının sebebi buranın aynı zamanda rasathane olarak kullanılmasıymış. Birinci katta cami olarak kullanılan bölümü de gördükten sonra gezi bitmiş gibi oldu. Gitmeden önce Mardin’de gezilecek yerleri çalışırken Zinciriye Medresesi’ni de özel olarak zihnime kaydetmiştim. Bloglarda zincir resmi ve hakim manzarayı hatırladığım için üst kata çıkıp çıkamayacağımızı sordum. Gelen cevap çok ilginçti; Üst katın kilitli olduğunu, buradaki görevlinin aslında cami imamı olduğunu, camiye de ibadet amaçlı kimse gelmediğinden cami imamının da burada olmadığı zamanlarda üst katı kilitlediğini söyledi gönüllü rehberler. Yaşadığım hayal kırıklığını görünce, bir dakika biz anahtarın yerini biliyoruz kimseye söylemeyin sizi çıkartalım dediler. O arada bir aile de içeriyi geziyordu. Bizi hep beraber yukarıya çıkarıp, tekrar üzerimizden kapıyı kilitlediler ve 10 dakika sonra gelip kapıyı açtılar. Sadece iyi niyetleri ve sempatileri nedeni ile üst katı açtılar ve o muazzam görüntüyü fotoğraflama şansını verdiler. Ertesi gün arkadaşlarım aynı medreseyi görmeye giden Ege Üniversitesi’nde turizm bölümünde yönetici ve öğretim üyesi olan dört arkadaşım çok ısrar etmelerine rağmen üst kata çıkartılmadılar. Dünya Mirası Listesi’ndeki tek şehrimizde 700 yıllık dünya harikası medresenin ikinci katına çıkmak sanki bir ayrıcalık, kişinin keyfine bağlı. Dünyada turistik şehirlerde turistlere güzellikler tanıtılmaya uğraşılırken Mardin medresesinde yaşanan durum bu güzel şehrimize yakışmıyor değil mi?.

Medresenin üst katındaki iki dilimli kubbesi, aralarındaki zincirler ve müthiş Mezopotamya fotoğraflarına ve güzelliğe bakar mısınız? Mardin Müzesi yeni yerine taşınmadan önce Zinciriye Medresesi eserlere ev sahipliği yapmış. Sanki sonrasında uygun kişilerin görevlendirilmesinde ihmal yaşanmış görünüyor.

Ulu Cami
Ulu Cami Minaresi Mardin’in nerede ise her noktasından görünen şehrin simgesi. Şehrin en eski camisi. Artuklular döneminde, 1176 yılında çifte minareli olarak yapılmış. Bazı yazarlara göre bir kiliseden camiye çevrildiği yazılıyor, ya da bir kilisenin yerine yapılmış olma ihtimali yüksek olabilirmiş.

Ancak 19.yy’da bugün gördüğümüz yivli, eklektik, süslü minare yapılmış ve cami tamamen restore edilmiş.

Eski PTT Binası
I.Cadde üzerinde, Şehidiye Medresesi’nin karşısında Mardin mimarisinin en gösterişli, en büyük konaklarından biri yer alıyor. 1890 yılında Şahtana ailesi tarafından bir Ermeni mimara yaptırılmış. Bir dönem hastane, sonra otel olan konak en son PTT binası olarak kullanılmış. Son dönemde Artuklu Üniversitesi tarafından kiralanmış olan bina, şu anda anılan Üniversite tarafından işletilmekte. İçini gezip çay kahve içebilirsiniz ancak bizim bulunduğumuz dönemde Ekim/2017’de iyi bir işletmecilik anlayışı görünmüyordu. Umarım Üniversite bu tarihi mirasın güzel bir şekilde ve amaçla kullanılmasına sahip çıkabilir.

Şehidiye Medresesi
Birinci Cadde üzerinde 13 yy’da Artuklular döneminde yaptırılan Şehidiye Medresesi yapılan eklemelerle özgünlüğünden uzaklaşmıştır. Medrese içinde bulunan küçük caminin minaresi de 1916 yılında yapılmış. Onarımlar ve eklemelerle  medresenin orjinalinden uzaklaştığı belirtiliyor.

Kasimiye Medresesi
Mardin’in en büyük eğitim yerlerinden biri. Yapımına Artuklular döneminde başlanmış, ama Akkoyunlular döneminde 15. yy’da tamamlanabilmiş. Yapımına büyük ihtimalle Zinciriye Medresesi’ni yapan mimar tarafından başlanmış ve Zinciriye Medresesi ile benzer mimariye sahip. Avludaki çeşme, hayat evrelerini gösteren su olukları ve havuz aynı şekildedir. İçinde bir cami ve türbenin varlığı bir külliye olarak yapıldığını ortaya koymaktadır. Mardin’in en büyük yapılarından biridir ve günümüze kadar çok iyi korunmuş. İki katlı, açık tek avlulu, havuzlu Medresinin duvarları nakış gibi işlenmiş. Duvarlarında astronomi ve tıp bilimine ilişkin semboller de bulunmaktadır. 

Avludaki havuzda akan su da Zinciriye Medreses’ndeki gibi yaşamı simgeleyen tasavvufi anlama sahiptir. Geceleri yıldızların havuzdaki suya yansıması ile astronomi eğitimi de verildiği söyleniyor.

Anlatılan başka bir efsaneye göre de Kasım Soltan’ın bu medresede başı Timur tarafından kesilmiş. Kızkardeşi Kasım Sultan’ın kanı yerde kalmasın diye kanını sildiği başörtündeki kanları eyvan tarafındaki duvara sıçratmış. Halen duvarda kan izleri olduğu söyleniyor.

Mardin Kent Müzesi
Mardin Kent Müzesi Cumhuriyet Meydanı’nda hemen Atatürk Heykeli’nin arkasında yer alıyor. Tarihi binası 1895 yılında Süryani Katolik Patrikhanesi olarak yapılmış. Önceleri dini amaçlı kullanılan bina daha sonra ağırlıklı kamu binası olarak kullanılmış. Kültür Bakanlığı Süryani Katolik Vakfı’ndan satın almış ve 2000 yılında Zinciriye Medresi’nde yer alan Müze yeni binasına taşınmış. Mardin gezinize Kent Müzesi ile başlamanızı öneririz.

Arkeolojik eserlerin olduğu bölüme başlamadan ‘Arkeopark Müze Eğitim Salonu’ ile müzeye giriş yapıyorsunuz. Güler yüzlü genç görevliler sizi tarihi para basmak ister misiniz sorusu ile karşılıyorlar. Elinize verdikleri yuvarlak metal ile tarihi sikkenizi tarihi yöntemle basıp elinize alabiliyorsunuz. Hemen sonra yine bölgeye özgü taş baskı yöntemi ile kumaş boyaması yapıp yine Mardin anınız ile bu interaktif bölümden ayrılabilirsiniz.Tüm bunlar için de büyükler sadece katkı olarak 5 TL ödüyoruz. Bu etkinlikler çocuklar için de ücretsiz. Ayrıca yine müzeyi gezmeye başlamadan Mardin’in sesleri isimli bir görüntülü sunum izleyebiliyorsunuz. Çok güzel bir sunum, kulağınızda Mardin’in çok dilli melodileri ile eserler bölümüne geçiyorsunuz.

Müzenin ana bölümünde sergilenen eserler de yörenin özgünlüğünü, renkliliğini, zenginliğini yansıtıyor. Arkeolojik bölümde M.Ö 4000’lü yıllardan başlayan dönemden eserler yer almakta. Etnografya bölümünde ise yerel giysiler, eşyalar, gümüş işlemeciliği eserleri çok güzel sunulmuş.

Mardin Müzesi çağdaş müzecilik anlayışı ile düzenlenmiş, hem binasının güzelliği, hem eserlerin sunumu hem de interaktif bölümü ile özel bir müze. Ayrıca müze çok büyük olmadığı için eserlerin içinde kaybolmadan geziyorsunuz. Mardin gezinizde öncelikle ziyaret edilecek yer.

Müze binasının bitişiğinde Meryem Ana Kilisesi bulunuyor, kapısı kilitli ve görevli olmadığı için kiliseyi gezme şansımız olmadı.

I.Cadde’de gezimize Diyarbakır Kapı yönünde Mardin Müzesi ile başlıyoruz, caddenin tam ters Savran Kapı yönünde olan yine özel Sabancı Müzesi ile devam edeceğim.

Sultan II.Abdülhamit zamanında Süvari Kışlası olarak yapılan binada yer almaktadır Sabancı Müzesi. 2003 yılına kadar Askerlik Şubesi ve Vergi Dairesi olarak kullanılan bina Sabancı Vakfı tarafından restore edilmiş ve 2009 Yılında Sakıp Sabancı Müzesi ve Dilek Sabancı Sanat Galerisi olarak iki bölümde hizmete açılmıştır.

Müzenin ikinci katında şehrin tarihini, ekonomisini, kültürünü, yaşamını yansıtan eserler sergilenmektedir. Ahır olarak yapılan alt katı, Dilek Sabancı Sanat Galerisi’nde resim, fotoğraf, ebru gibi çalışmalar için sergi salonu olarak kullanılmaktadır.

Buraya kadar yazdığım yerler Mardin merkezde sınırlı zamanınız var ise görmeden geçmeyin diyebileceğim yerler. Bir gün içinde bu yerleri gezebilirsiniz. Aşağıdaki yerler ise benim ikinci, ve üçüncü gün gezerek tamamladığım yerler.

Şimdi ana caddenin en başından araçların tek yön gidiş yönünde gördüğüm yerleri tek tek gezelim

Mor Efrem Manastırı
Mor Efrem Manastırı eski şehrin Diyarbakır Kapı yakınında, Süryani Katolik Cemaatine ait 1884 yılında yapılmış. Deyrulzefaren Manastırı kadar güzel mimarisi ve boyutu olan manastır maalesef bugün harap halde. Dokunulmamış, terk edilmiş, her tarafını otlar basmış. Şehrin içinde bu kadar ihmal edilmiş olması üzücü.

Seyh Çabuk Cami
Seyh Çabuk Cami, Mor Efrem Manastırı’ndan çıkıp I.Cadde üzerinde yürürken karşınıza çıkan küçük bir cami. Yapılış tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte 15.yy olduğu düşünülüyor. Caminin önemi Mz Muhammed’in postası ve Hz.Ali’nin süt kardeşinin mezarlarının camide olmasından kaynaklanmaktadır.

Mardin

Latifiye Cami
Cumhuriyet Meydanı yakınında levhasını takip ederek I.Cadde’ye paralel dar sokaklara dalarak Latifiye Cami’ye ulaştık. Caminin doğu yönündeki taş kapısı üzerindeki işlemeler dikkat çekiciydi. Kapı nişi, dikdörtgen çerçevesi ve üzeri yıldızlarla işlenmiş iyi korunmuş bir kapı görünüyor. Cami Artuklu döneminde 1371 yılında yapılmış, bugünkü minaresi ise 1846 yılında yapılmış. Caminin içinde iki katlı medrese de bulunmaktadır.

Protestan Kilisesi
Latifiye caminden çıkıp yine ara sokaklarda yürürken Protestan Kilisesi’ne ulaştık. Bu taş, sade ve küçük kilise 1860 yılında Diyarbakır’dan Mardin’e gelen Protestanlar tarafından yapılmış. 1960 yılında ise ibadete kapanmış. Protestan Cemaatinin çabası ile restore edilmiş ve 2015 yılında ibadete açılmış. Kırklar Kilisesi gibi ibadete açık bir kilise günümüzde.

Kırklar Kilisesi
Protestan Kilisesi’nden tekrar I.Cadde’ye çıkıp, bu kez yukarıdaki ara sokaklara girerek Kırklar Kilisesi’ne ulaştık. Bu kilise günümüzde hem ibadete hem de ziyarete açık güzel korunmuş bir kilise. Geniş ve yemyeşil bahçesi de huzur veriyor. Kilise 569 yılında Mor Behnam ve kız kardeşi adına yapılmış. Kırklar adını ise 3.yy’da Roma İmparatorluğu döneminde Hristiyanlığı kabul etmiş kırk askerin Sivas’ta buzlu göle atılması nedeniyle ölmesi ve şehit sayılan bu askerlerin kemiklerinin 1170 yılında kiliseye getirilmesi nedeni ile almış.

Hatuniye Medresesi
Şehrin diğer yönünde Sabancı Müzesi’ne yakın Hatuniye Medresesi’ni de görülecek yerler listemize almıştık. Bu medrese Artuklu beyi 2. Kudbettin İlgazi’nin annesi Sitti Radviyye tarafından 1177 yılında yaptırılmış. Artuklu beyi ve annesinin mezarları da burada bulunmaktadır. Hatuniye Medresesi’nin en önemli özelliği Anadolu’da en erken tarihli iki katlı açık avlulu iki eyvanlı medresesi olarak kabul edilmesidir. Ancak medrese o kadar çok değişiklik geçirmiş ki özgünlüğünü kaybetmiş.

Medresenin bir duvarında Hz Muhammed’in olduğu düşünülen bir ayak izi sergileniyor.

Deyrulzaferan Manastırı
Deyrulzaferan Manastırı dünyanın en eski manastırları arasındadır. 439 yılında yapılmış üzerine değişik zamanlarda eklemelerde bulunulmuş son haline 18.yy’da kavuşmuştur. M.Ö yapılmış olan Güneş Tanrısı Samaş’ın Güneş Tapınağı ve Romalılar döneminden bir kalenin üzerine yapılmıştır. Manastır ismini çevrede yetişen zafaran (safran) ve Deyrul (manastır) isminden almıştır.

Manastır günümüzde de Süryani kilisesi olarak önemli bir dini merkez olarak dünyanın dört bir yanından ziyaretçi çekmektedir. Şehre 4 km uzaklıkta bir dağ yamacında ve Mardin Ovası’na hakim konumdadır. Taksi ile kolaylıkla ulaşılabilir.

Manastırdaki taş işçiliği ve ahşap işlemeler de göz alıcı. Bölgeye ilk matbaayı Manastır Patriği 4.Petrus 1876 yılında getirmiştir. Matbaada 1953 yılına kadar Süryanice, Türkçe, Osmanlıca ve Arapça kitaplar ve dergi basılmıştır.

Mardin Sokakları
Mardin’in tek ana caddesinin alt ve üst tarafında yer alan sokaklar taş evlerle donanmış daracık sokaklardan oluşmakta. Evlerin dış cepheleri ince ince işlenmiş. 12-13 yüzyılda yapılmış sokaklarda arabalar nasıl geçecek diye düşünülmemiş tabii ki. Bugün de sokaklar sadece yürüyüş yolu,

Belediye çöp toplama işini de kadrolu eşeklerle yürütüyor. Kısaca Mardin’in ara sokaklarında yürüyüş tam anlamı ile Orta Çağ’da yürüyüş. Şehirde zaman durmuş gibi. Yüklerinizi de eşeklerle taşıyabilirsiniz. I.Cadde’ye çıkınca biraz daha ileri bir çağa geçiyorsunuz ama hala bugün de değilsiniz.

Bu arada Türkiye’nin hiçbir şehrinde göremeyeceginiz bir resim aşağıda yer alıyor. Dört dilin konuşulduğu şehirde pembe Belediye Otobüsünün üzerinde dört dilden yazı görünüyor.

Mardin Çarşıları
Mardin’in çarşıları da özel. Zamanın durduğu şehirde çarşılar da tarihi dokuyu, kokuyu yaşatıyor. Öncelikle Mardin’de birbirine bitişik çok sayıda çarşı ve dükkanlar yine tarihi mekanlarında. O kadar çok çarşı var ki. Gümüş ve Kuyumcular Çarşısı, Bakırcılar Çarşısı, Aynalı Çarşı, Manifaturacılar Çarşısı, Kapalı Çarşı, Baharatçılar Çarşısı, Ayakkabıcılar Çarşısı, Şapkacılar Çarşısı, İnekler Çarşısı……

Mardin sanatkarların yurdu, özellikle Süryaniler ve Ermenilerin gümüş, bakır, ahşap, taş ustalıkları yöreye özgü eserler yaratmış. Mardin ve Midyat’ta özellikle gümüş telkari işletmeciği görmeden geçemeyeceğiniz özgün eserlere sahip. Kuyumcuları ziyaret etmeden dönmeyin, hem özgün hem uygun fiyatlı takılarınız, anılarınız, hediyeleriniz ile dönebilirsiniz şehirden. Ayrıca Süryani nazarlıkları ve şahmeran ürünleri de çok özel. Ayrıca alışveriş yapın yapmayın tüm esnaf güleryüzlü ve saygılı.

Mardin’de ayrıca çok çeşitli, renkli sabunlar, birçok derde deva. Çeşit çeşit baharatlar özel baharatçı dükkanlarında. En güzeli de dükkanların önünden geçerken size sunulan rengarenk bademleri tadıp, içeri girmemeniz mümkün değil. Bademleri de almadan geçemeyeceksiniz.

Alışverişlerinizi I. Cadde üzerindeki dükkanlardan yapabileceğiniz gibi caddenin altındaki ara sokaklardaki çarşılarda yer alan çok sayıda rengarenk dükkanları da ziyaret etmenizi öneririz.

Mardin’de Ne Yenir ne İçilir?

Mardin’de geçirdiğimiz her akşam üzeri Mezopotamya Ovası ve şehrin taş dokusunun üzerinde muhteşem güneş batışını izledik. Güneş batışı izlemek için en güzel yer olarak Seyr-İ Mardin Cafe’yi önerebiliriz. Şehre ve ovaya hakim yerde isterseniz sadece kahvenizi yudumlayıp, isterseniz güzel Mardin yemekleri ile güneşi batırabilirsiniz.

Şehrin güneş doğuşu da ayrı güzel. I.Cadde üzerinde yer alan otelimizin terasından da güneş doğuşu manzarası eşsizdi.

Tahmin edeceğiniz gibi Mardin bir kebap cenneti. Özellikle Mardin kebap mutlaka tadılacak. Bu konuda I. Cadde üzerindeki küçük,mütevazi, uygun fiyatlı Rido Kebapçısını önerebilirim. Ayrıca daha büyük, müzikli restoranları da deneyebilirsiniz I. Cadde üzerindeki. Öğlen yemegi için Sultan Sofrasını denedik. Yerel ve lezzetli yemekler güzeldi. Mardin Süryani şarapları ile meşhur. İçkili restoran ve barlarda deneyebileceğiniz gibi bol miktarda satın alabilirsiniz, önerilir.

Son Söz
Mardin gezimiz sadece bu kadar değil. Yazıda sadece Mardin merkez yer alıyor. En az üç gününüzü Mardin merkeze ayırdıktan sonra, mutlaka görülecekler arasında Midyat, Mor Gabriel Manastırı, Dara Antik Kenti ve Hasankeyf yer alıyor. İki gününüzü ulaşımı kolay en az Mardin kadar özel bölgelere ayırmanız gerek. Biz de tüm çevre gezilerini yaptık. Ancak her biri ayrı bir yazı konusu olduğundan bu yazıya ekleyemedim.

Mardin için son söz, hiç bir soru işareti yok bu özel şehir mutlaka görülmeli. Güvenlik sorunu yok, son yıllarda şehir turizm açısından daha iyi düzenlenmiş.

Hasankeyf: Bir Tarihin Yok Oluşu

Hasankeyf 6000 yıllık geçmişi olan, birçok uygarlığın izlerini bıraktığı topraklar. Bu topraklardan kalan mirasları koruyup, aktarabilecek miyiz gelecek kuşaklara, yoksa sular altına mı gömeceğiz bir tarih?

Mezopotomya’ da yer alan bu ilçe de Dicle Nehri içinden akarken korunmaya müsait coğrafi yapısı nedeni ile binlerce mağarası mesken olarak kullanılmıştır. M.S. 363 yılında Bizanslılar tarafından sağlam kayadan oluşan bir kale halini almıştır. Kale yekpare taştan meydana gelmiş olup bir çok doğal mağaraya nehre inilen iki gizli yola sahip olduğundan dolayı çok korunaklı olup, ilk Bizanslılar tarafından kullanılmıştır.

Kayadan, taştan bu muhkem kale Arapça olarak HISN-KEYFA olarak adlandırılmış sonradan Hasankeyf’i ismini almıştır.

Sümerler, Akadlar, Asurlular, Babilliler, Medler, Persler, Bizanslılar, Emeviler, Abbasiler, Handaniler, Artuklular, Mervaniler, Selçuklular, Eyyübiler, Moğollar ve Osmanlılar bu 6000 yıllık mirasın sahibi olmuşlardır. 7. asrın başlarında şehrin hakimiyeti Bizanslılardan Müslümanlara geçmiş M.S. 1101 yılında Artuklular zamanında en önemli stratejik merkezlerden biri olmuştur. Daha sonra Moğol istilasında yıkılmış ancak şehri tekrar ele geçiren Kürt Eyyübiler zamanında şehir en parlak dönemini yaşamıştır.

Eyyübi Sultanı Süleyman tarafından birçok eser yapılmıştır. Şehir 1511 yılında Osmanlı hakimiyetine geçmiştir. Bugün Ilısu baraj inşaatı nedeni ile gezilemeyen kalenin muhteşem bir taş kapısı, küçük sarayı, büyük sarayı ve Ulu Cami ile darphanesi vardır. Kaledeki Ulu Cami 1325 yılında kiliseden camiye çevrilmiş olup avlusunda 7*7 metre çapında bir sarnıç halen mevcuttur.

Büyük Saray Artuklular tarafından yapılmış olup yaklaşık dört yüz adet odası bulunmaktadır.

Küçük Saray M.S. 1328 de Eyyübi Sultanı tarafından Mardin Artuklulardan getirilecek gelin için yaptırılmıştır. Binanın özelliği çatısının tamamen testiden yapılmış olması böylece ses ve ısıyı geçirmemesidir.

Kuzeyde iki aslan kabartması vardır. Tarihte bunların altın ve gümüş ile süslendiği bilgisi vardır.

Yine gezilemeyen kale de 1311 yılında Artukluların kullandığı darphane vardır. Bu darphaneye ancak doğudaki dik bir kayadan çıkılabilmektedir.

Darphane altındaki ve kalenin altındaki mağaralardan oluşan yere Şab Vadisi denir ve buraları kale için nöbet tutulan yerlerdir.

Bugün Ilısu Barajı çalışmaları nedeni ile bu eski şehre çıkmak mümkün değildir.

Şehrin sokakları renk ahenk olup hala az da olsa turist vardır.

Şehrin içinde Dicle Nehri manzaralarını, Kaleyi ve Küçük Sarayı da  yakından görebileceğiniz El Rızk Camisi bulunmaktadır. Bu cami Eyyübi Sultanı Süleyman tarafından yaptırılmış minaresi ayakta kitabesinde Allah’ ın 99 ismi yazılıdır. Minarenin en büyük özelliği çift yollu olmasıdır. Rivayete göre Çırak ustasını geçtiğini gösterebilmek için minareyi çift yollu yapmıştır. 

Yine kentin içinde yarım kalan minaresi ile ünlü Sultan Süleyman (Koç Cami) bulunuyor. 

Rivayete göre de burayı usta yapmıştır, yarım kalmasının nedeni çırağın yaptığı çift yollu minareyi görünce utanıp kendini bu yarım minareden aşağıya attığı yönündedir.

Hasankeyf Köprüsü Dicle üzerinde yer alır. 12.yy Artuklular tarafından kesme moloz taşlardan yapılmış ortada 40 metre yanlarda 22 metre gözü bulunan dünyanın ilk açılan köprüsüdür.

Hasankeyf Köprüsü’nün solundaki bir tepenin üzerinde mezarlık ortasında İmam Abdullah Zaviyesi bulunur. Peygamber neslinden gelen bu kişi Bizanslılardan şehri alırken burada şehit düşmüş olup bugün dini ziyaret alanı olarak burası ziyaret edilmektedir.

Yine kentin içinde bulunup bugün yerinden taşınan Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın oğlu Zeynel Bey’ e ait türbe soğan tipinde ilk eserdir.

550 yıllık bu kümbet maalesef bugün inşa edildiği yerde değildir. 6000 yıllık geçmişe sahip Hasankeyf maalesef tarihini kaybediyor. Daha önce çivi çakmanın bile yasak olduğu bu şehirde şimdi her şey Ilısu Barajı’nın altında kalacak.

Güçlendirme projesi adı altında doğal yapı dinamitler ile tahrip edilerek mağaralar dolduruluyor. Kale bölgesindeki bu baraj çalışması nedeni ile bir çok ağaç tahrip olmuş ve eski şarap mahzeni de yıkılmıştır.

Nehrin birçok yeri kum ile doldurularak ekosistem bozuluyor. Kalenin etrafına bir duvar örüleceği, suların camilerin minaresi boyunda yükseleceği konuşuluyor. Buradaki tahribat sürerken ilçe nehrin diğer yakasında inşa edilen TOKİ evlerine taşınmaya zorlanıyor. Duyulan hüzün, acı ve kırılmışlık, dargınlık yerel rehberin kendi eliyle yazdığı aşağıdaki şiire de yansıyor.

Rehberin de şiirinde belirttiği gibi;

Devlet Baba karar almış

Kaderinde baraj varmış…

Birçok aydının çevre dostunun karşı çıkmasına rağmen bizim Aralık 2017’ de gezdiğimiz HasanKeyf artık sular altında kalıyor. Maalesef bir tarih yok oluyor. Katili ise Ilısu Barajı ve insanoğlunun bitmeyen hırsları…

Diyarbakır Gezi Rehberi

Amed – Diyarbekr – Diyarbakır (Dillerin, dinlerin harman olduğu kent)

Artuklulardan kalma ismi ile Amed, Amida; Osmanlı hakimiyetinde Diyarbekr, Cumhuriyet ismi ile Diyarbakır olarak adlandırılan şehir, Mezopotamya’ nın El Cezire denen kuzey kesimindedir. Anadolu ile Mezopotamya, Avrupa ile Asya arasında doğal köprü vazifesi gören Diyarbakır bugünlerde nüfusu 1,5 milyonu aşan, denizden 647 metre yükseklikte Türkiye’ nin 12. büyük kentidir.

9000 yıllık geçmişe sahip bu şehirde, Anadolu’nun en eski yerleşimlerinden tarım toplumunun en güzel örneği olan, tarihi 10000 yıl öncesine dayanan Çayönü Tepesi; Diyarbakır’ ın Ergani ilçesindedir. 9000 yıllık bu şehirde M.Ö. 3000’ de Huri- Mitiniler, M.Ö.1260’ da Asurlular, Aramiler, Urartular, İskitler, Metler, Persler, Makedonlar, Handaniler, Mervaniler, Romalılar, Sasaniler, Bizanslılar, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Artuklular, Eyyübiler, Moğallar, Akkayunlular ve Osmanlılar yaşamıştır. Bu listeden görüleceği gibi birçok medeniyetin iz bıraktığı bu şehirde en çok Romalılar, Abbasiler, Mervaniler, Selçuklular, Artuklular ve Osmanlılar’dan  eserler kalmıştır. Özellikle Diyarbakır surlarında ve İçkale’de, Ulu Cami’de Artuklulardan kalma boğa- aslan figürü görülüyor.

Diyarbakır gezimize başlamadan önce belirtelim, zaten fotoğraflarda çoğunlukla binaların taşlarının renklerinin siyaha yakın olduğu dikkatinizi çekecek. Diyarbakır yapılarında ve surlarında şehrin batısında bulunan eski yanardağ Karacadağ’dan bazalt tabakadan alınan siyahımsı düz (erkek) veya delikli (dişi taşlar) kullanılmıştır.

Bugün Diyarbakır’ın simgesi surların tarihinin de ne kadar eski olduğuna inanmak güç. Diyarbakır’ın etrafındaki surlar M.Ö. 3000-4000 yıllarında Huriler tarafından yapılmış, ancak birçoğu tahribata uğramıştır. Bugünkü surlar bile M.S. 346’ da Roma İmparatoru II. Constantinus tarafından yapılmıştır. Bu surlar 10-12 metre yükseklikte 3-5 metre genişlikte toplam 1700 metredir. Üzerinde yürüdüğümüz surlar beş bin yıl önceye gitmese bile, nerede ise 1700 yaşında.

Ancak bugün bu surlara çıkış polis tarafından yasaklanmış durumdadır.

Surlar üzerinde yuvarlak, dörtgen, beşgen, altıgen şekillerde 82 burç vardır. Yedi Kardeş Burcu, Ulu Enli Beden Burcu, Dar Kapı Burcu, Keçi Burcu, Nur Burcu en ünlü burçlardandır. 

Kale surlarında Romalılardan Osmanlılara kadar uzanan çeşitli kitabeler bulunuyor. Dış Kale’nin 4 kapısı vardır. Harput ( Dağ Kapı) , kuzeybatıda Urfa Kapısı, güneyde Mardın Kapı (Tepe Kapısı), doğuda Yeni Kapı (Su Kapı, Dicle Kapısı) bulunur. Bu kapıların bir çoğunda kitabeler mevcuttur.

Surlara yaklaşırken parkın içinde Edibese Kadın Heykeli bizi karşılamaktadır. Heykel erkek egemen topluma başkaldıran kadınları simgelemektedir.

Surların bitiminde Dicle Nehri’ne doğru karşı kıyının neredeyse tamamı Dicle Üniversitesi’ne aittir. Konya Selçuk Üniversitesi’nden sonra Türkiye’nin en geniş araziye sahip  üniversitesi Dicle Üniversitesi. Bu surların hemen karşısında tahmini 19.yy inşa edilen binaları ile bir yönetim merkezi olan 1200’ lü yıllarda Artuklular tarafından yapılan İç Kale bulunuyor.

Arslanlı Çeşme, Diyarbakır Cezaevi, Adliye Binası, Defterdarlık, Cephanelik olarak kullanılan bu alan 19.yy’ da inşa edilmiştir. Bugün içinde Saint George Kilisesi, Arkeoloji Müzesi, Tematik Müze, Vali Kabul Evi, Eski Ceza Evi tarihi ve önemli binalar arasında. 

İç Kale’ ye girmeden önce sağ tarafta Hz. Süleyman Cami bulunmaktadır. Bu cami Hz. Ömer’ in zamanında Arapların Diyarbakır’ı işgal için gönderdiği 26 sahabenin de yattığı dini bir ziyaret alanıdır.

Kalenin iç tarafındaki Sur olarak bölgesinde Diyarbakır’a özgü ilginç sokaklar yürüyürek dolaşılabilir. Ancak bugünlerde Sur’daki birçok yer ki bunlardan biri Kurşunlu Cami ve Dört Ayaklı Minare polis barikatları sebebi ile gezilememektedir.

Bugün hem Sur hem de Ali Paşa Mahallesi iş makinaları ile yıkılmakta, yerine TOKİ tarafından alelade betonerme binalar yapılmaktadır.

Bir çok dinin yeşerdiği ve yaşadığı bu şehirde Sıpr Gregas Ermeni Kilisesi, İç Kale’deki Saint George Kilisesi, Lalebey merkezde Meryem Ana Kilisesi, ve Mor Petyum Kilisesi mevcuttur.

İç Kale çıkışından Gazi Caddesi’ne doğru yürüyüş yolunda yerel ürünlerin satıldığı tarihi kervansaraylar bulunuyor. 

Diyarbakır evleri ortada bir havuz ve genellikle güneş gören ve görmeyen şekilde ayarlanarak yapılan yaşam alanları ile bir komplekstir. Diyarbakır’da bunun en güzel örnekleri Ziya Gökalp’ın Evi, Cahit Sıtkı Tarancı’nın Evi, Ahmet Arif’in Evi, Behram Paşa Konağı’nda görülebilmektedir. 

Mardin yolundaki Gazi Köşkü de yine özgün bir Diyarbakır evidir. Behram Paşa Konağı da bugün belediye tarafından Deng-Bej Evi (yani Kürtlerin güzel söz söyleme sanatının icra edildiği bir yer) haline dönüştürülmüştür. Burada günün belirli saatlerinde bu yerel gelenek devam ettirilmektedir.

Behram Paşa Konağı’nın yanındaki Behram Paşa Cami; Mimar Sinan tarafından yapılmış, görülmesi gereken güzel bir camidir.

Diyarbakır’ da tarihi bir çok cami vardır. Ama bunlardan en önemlisi Ulu Cami’ dir. Ulu Cami’ ye çıkarken sağ tarafta Hasan Paşa Hanı’nı da görebilirsiniz. Yine bu alanda bugün bir kafe olarak hizmet veren Sülüklü Han’ da yer almaktadır.

Meydanın sol tarafındaki Ulu Cami yüzyıllardır, birden çok dinin ibadet yeri olmuş. Zaten yapının ön duvarlarında hem aslan- boğa figürü, hem de daha önce güneşe tapma anıtı olduğunu gösteren işaretleri görebilirsiniz.

Ulu Cami 639 yılında Mortana Kilisesi olarak inşa edilmiş olup 1091 yıılında Selçuklular tarafından restore edilip camiye çevrilmiştir. Artuklular, Akkoyunlular, Osmanlılar’a ait bir çok kitabe bulunmaktadır. İslam aleminin 5. Harem’ i Şerifidir. Yapıda 2 cami (Hanefi- Şafi), 2 medrese ( Mesudiye- Zinciriye) mevcut olup, camiye 3 ayrı kapıdan giriliyor. Avlu içinde sekizgen şadırvan vardır.

 

Yine avluda 800 yıllık Sibernetik’ in babası sayılan El Cezire tarafından yapılmış Güneş Saati bulunmaktadır. 

Diyarbakır’dan Mardin yolu üzerinde Dicle Nehri’nin kıyısındaki alan Hevsel Bahçeleri olarak bilinir. Burası özellikle yaz aylarında halkın yoğun talep ettiği bir mesire yeridir. Bu güzergahta Bizanslılardan kalan 6.yy’a tarihlenen 10 Gözlü Köprü üzerinde yürüyüş yapılabilir.

Diyarbakır’daki bir diğer önemli köprü adına türküler yakılan Batman yolu üzerindeki Balabadi Köprüsü’ dür. 1148 yılında Batman Çayı’ nın üzerinde Artuklular tarafından yapılmış bu köprünün her iki yanında konaklama odaları mevcuttur. Modern statik hesaplamanın olmadığı bir devirde bu açıklıktaki bir köprünün Ayasofya Kubbesi’ni içine sığdıracağı söylenir. Köprüde çeşitli motifler de yer almaktadır.

Diyarbakır’ da Ziya Gökalp Müzesi, Cahit Sıtkı Tarancı Müzesi, İç Kale’ de Arkeoloji Müzesi ve Tematik Müze, Ahmet Arif Müzesi,  Gazi Köşkü Müzesi gezilebilir. Diyarbakır yeme içme olarak bir derya kenttir. En meşhur yemekleri kaburga kebabı, kadayıf burması sayılabilir.

Kültür mozaiği Diyabakır’a yolunuzu düşürmenizi öneririz.

 

Cabo da Raco Gezi Rehberi: Avrupa’nın Son Noktası

cabo-da-raco

Bir gezginler için dünya haritasını önüne  yayıp en, en… yerlerde gezme hayali kurmak olağan davranışlar arasındadır. Dünyanın burası son noktası, ucu, sonu kelimeleri de özel merak uyandırır bizde.

İşte Cabo da Roca 14. yüzyılda düz olduğu düşünülen dünyanın sona erdiğine inanılan nokta. Bu düşünce o kadar doğru ki o dönemde, kıyının en batı ucuna üzerinde haç bulunan anıt yapılmış ve üzerine 1524-1580 yılları arasında yaşayan ünlü Portekizli şair Luis Camoes tarafından söylenen “Burada kara bitiriyor ve deniz başlıyor” yazan bir yazıtı konmuş.

Benim için Cabo da Roca’nın önemi ise; 2017 yılı Şubat ayında Uzak Doğu’nun doğuda ana karanın bittiği noktada, ada ülkesi Filipinler gezisini yapmıştım. Kendimce en doğusu idi Asya kıtasında tabii ki. Aynı yılın Haziran ayında Portekiz, Lizbon ve Porto gezimizde Avrupa’nın en batı noktasının Lizbon’dan ulaşabileceğimiz bir uzaklıkta olduğunu öğrenince yapacak bir şey yok. Hemen Cabo da Raco ulaşım araçları çalışılır, Avrupa’nın en batı ucuna ayak basılır.

Gelelim Avrupa ana karasının en ucuna ulaştığımızda ne gördüğümüze, ne hissettiğimize.

Cabo da Roca

Kayaların üzerinde bir deniz feneri, bir anıt, turizm ofisi ve hediyelik eşya dükkanı olan bir alana ulaştık.. Bu coğrafyada ne yapacağız? Deniz fenerini yakından göreceğiz, 1772 yılında inşa edilen deniz feneri 1842 yılında bugünkü şeklini almış. Okyanus seviyesinden 150 metre yüksekliğinde ve denizde 46 kilometreden 1000 watt ışığı görülebiliyor. Ancak fenerin içi ziyaretçilere açık değil.

Cabo da Roca

Dünyanın bittiği yere dikilen, Hristiyan topraklarını gösteren anıt ile fotoğraf çektirdik. Hiç şüphe yok ki Avrupa’nın ucunda olduğumuzu gösteren poz buraya gelen herkes tarafından tekrarlanıyor. Buraya ayak bastığımızı kanıtlayan 11 euroluk belge almak yerine fotoğrafımızı yanımıza aldık.

Cabo da Roca

Sert esen rüzgarda dik kayalıklara çarpan Atlas Okyanusu’nun köpüklü dalgalarını izledik. Güneşi bu kıyıda rüzgarın ve dalgaların müziği eşliğinde batırdık.

Sadece bir deniz feneri ve anıtın bulunduğu, okyanus dalgaları ve rüzgar sesinin eşlik ettiği, yalnızlık ve sonsuzluk duygusu uyandıran bir film sahnesindeymişiz gibi hissettik.

Cabo da Roca, Lizbon’dan kolaylıkla ulaşılabilecek bir uzaklıkta. Buraya Sintra ve Carcais kasabalarından 403 numaralı otobüsler ile gidebilirsiniz. Sintra’dan 40 dakika, Carcais’ten 20 dakika uzaklıkta. Asıl sorunuz bu isimler nereden çıktı hani Lizbon’dan gidecektik olabilir. Durun tabii ki Lizbon’dan yola çıkacağız. Biz Lizbon’dan kombine bilet aldık sadece 15 euroya. Bu bilet ile önce Sintra’yı dolaştık, masal şatolar, kaleler, müzeler ile sevimli bir kasaba, sonra Cabo da Raco ve Carcais’i bir günlük gezide gezdik. Tren ve otobüslerde tüm yolculuklar bu bilette kapsanıyor.

Son Söz

Cabo da Raco mutlaka ziyaret etmeli mi? Şüphesiz yurt dışı gezilerimizde öncelik vermek, kalmak ve zaman harcamak isteyeceğimiz bir yer değil. Zaten Portekiz’de herhangi bir yere geldiyseniz, seyahat etmeyi seviyorsunuz ve kıtanın ucundaki ülkeye ulaşmışsınız demektir. Lizbon’da fazladan bir gününüz varsa ve Sintra ve Carcais’i ziyaret etmeyi düşünüyorsanız, Cabo da Raco’da gün batımını izlemelisiniz. Bölgeye sadece bir ziyaret yeterli zaten.

En iyisi siz  Sintra Gezi Rehberi – Masal Diyarında mıyız?  yazımızı okuyup, bizim rotamızı takip edin. Önce Sintra’da Masal Şatolarını gezme, sonra Cabo da Raco’da güneşi batırıp, Carcais’e otobüsle geçmek, Carcais deniz kenarı gezisi sonrası meydanda veya deniz kenarında güzel bir balık ziyafeti, geç saatte Lizbon’a trenle dönüş. İnanın güzel anılarla döneceksiniz.

Brezilya Gezi Rehberi: Samba Ülkesinde Batıdan Doğuya Seyahat

brezilya

Renkli karnavalların, sambanın ve kahvenin ülkesi Brezilya, aynı zamanda Güney Amerika’nın en büyük ve kalabalık ülkesi. Nüfusu 200 milyondan fazla, yüz ölçümü 8.511.965 kilometrekare. Dünyanın yüz ölçümü bakımından beşinci, nüfus bakımından sekizinci büyük ülkesi. Ülkede konuşulan resmi dil Portekizce. Ekvador ve Şili dışında tüm Güney Amerika ülkeleri ile komşu. Ülkenin yarısından çoğu deniz seviyesinden 200 metre bile yüksek değil. Peru’da And Dağları’nın doğusundan çıkan dünyanın en geniş ve en çok su taşıyan Amazon Nehri Brezilya ovaları içinde akıyor. İklim her bölgede aynı değil; ama genellikle tropikal iklim hakim. Brezilya’nın yarısı ormanlarla kaplı. Orta kısımlarında savanlar, güneyde ve Amazon Havzası’nın bazı yerlerinde otlaklar var. Buralar Asya ve Afrika ile mukayese edildiğinde hayvan florası maymun ve kuşlar bakımından zengin.

Brezilya 26 eyaletten oluşan federal bir cumhuriyet. Dünyada enflasyon oranı en yüksek olan ülkeler arasında. En büyük kahve üreticisi ve ihracatçısı olan ülke, aynı zamanda sığır yetiştiriciliğinde de dünyanın önde gelen ülkelerinden. Dünyanın en büyük hidroelektrik santrali de burada.

Bu büyük ülkeyi üç beş günde gezmek mümkün değil. Biz özellikle Amazon Havzası’nı gezmek için gittik. Brezilya rotamız Manaus- Sao Paolo – Salvador De Bahıa – Rio De Janeiro şeklinde. Yoğun ve tempolu bir rota.

Biz Brezilya’ya Bolivya’nın Guayaramerin kasabasından 20 kişilik bir tekne (kayığın biraz büyüğü) ile geçtik. Bolivya ve Brezilya’yı Guapore Nehri ayırıyor.

Brazil

İnsanlar sorgusuz sualsiz iki kıyı arasında gidip geliyorlar. Bana ilginç gelen ülkeyi terk edecekseniz sınırda bir gümrük olur. Burada öyle değil, biz Bolivya’yı terk edeceğiz diye Guayaramerin’de kasaba içinde görevli aradık, sonra nehir kenarına gelip sorgusuz sualsiz karşı kıyıya yani Brezilya’ya geçtik. Burada kıyıya çıkınca bir taksiye atlayıp kasabada “biz Brezilya’ya geldik” diye sınır görevlisi aradık, giriş yapmak için.

Güney Amerika’nın bu bölgesinde insanlar çok yavaş. Bir kişinin pasaport işlemleri abartısız 30 dakika sürebiliyor. Görevli bırakıyor, içeri gidiyor, on dakika sonra geliyor; bir daha gidiyor… Deliriyorsunuz. Nihayet işlemlerimiz tamamlanıyor, iki taksi Porto Velho yoluna çıkıyoruz. 350 km’lik bir yolumuz var. Bizim biletimiz R.Branco’dan-Manaus’a, uçağa yolun yarısından Porto Velho‘dan bineceğiz. Akşam 18.30 dolaylarında Manaus’da olmayı planlıyoruz. Sıcak, nemli bir hava, tropikal iklim bu olsa gerek. Etraf yemyeşil, yol boyunca hindistan cevizi ağaçları, kahve kakao tarlaları, palmiyeler arasında ilerliyoruz.

Her taraf ıslak. Yolda yarım saat bir yemek molası veriyoruz. Country filmlerindeki lokantalara benzeyen bir yerde.

Porto Velho Havaalanı’ndan gece yarısı Manaus’a ulaştık.  Amazon Eyaleti’nin merkezi Manaus, Rio Negro Nehri kıyısında. Yağmur ormanlarının ortasında olduğundan en önemli Amazon Limanı. Meyve, sebze, kuru yemiş çok bol. Sıcaklık sürekli 30 derece üstünde ve hep bol yağışlı. 1888-1912 yılları arasında lateks ticareti nedeniyle çok önemliymiş.

Ertesi sabah otelin özel limanından teknemize biniyoruz. Bu sıcakta, pantolon ve uzun kollu gömleklerleyiz. Sivrisinekler akşam çıkıyor diye bizi teselli ediyorlar. Bu arada bir şey olmaz diyorlar, ama herkes sarı humma aşılı.

Tekne ile önce bir yerli köyüne gidiyoruz. Amazon yerlilerinin gösterilerini izliyoruz. Daha sonra ormanlık alanda yürüyüş yapacağımız bir koya ulaşıyoruz.

Yüzer çarşıdan isteyen alışveriş yapıyor, bir kıyıda pirana tutmak için kargı veriyorlar ve bir tek Memo tutabiliyor. Balıkçılıkla çok ilgilendiği için… Herkes onun tuttuğu balıkla resim çektiriyor.

Öğle yemeğini teknede yiyoruz. Küçük bir motor ile Amazonda timsah arıyoruz ve motorlar duruyor. Kaptan elini atıyor yavru timsahı nehirden alıyor. Daha sonra yavru timsahı geri bırakıyoruz. Artık hava kararmaya başlıyor, sinekler çıkıyor. Ve gece sekiz dolayında salması bozuk her an devrilebilecek motor ile otele dönüyoruz. Bazıları teknede yatıyor. Bunların hepsi turistler için hazırlanmış şovlar. Gerçek Amazonları görmek için daha derinlere gitmek gerekir. Bu nehir gemisi sadece Manaus civarını gösteriyor. Kaptan sürekli Manaus çevresinde kesilip yerleşime açılan ormanlık alanları gösteriyor. Kendisi de gösterdiği büyük bir ormanlık alandan yer almış, Amazonların yok edilişine tanık oluyoruz.

Manaus içinden geçen Rio Negro, Amazon Nehri’nin bir kolu. Karanlık bir suya sahip olan Rio Negro, soluk renkli; Amazon ile birleştiğinde, iki nehrin sularının yoğunluk ve sıcaklık farklarından dolayı ortaya 2 farklı renkte ilginç bir görüntü çıkıyor. Tekne turunda bunu görebiliyorsunuz.

Brazil

Ertesi gün kahvaltıdan sonra şehir turu yapıyoruz. Tüm Manaus’un altını üstüne getiriyoruz.

İlk durağımız Mercado; hayatımda gördüğüm en büyük meyve yığınlarını ve çok iri balıkları fotoğraflıyorum.

Bu arada 2014 Dünya Kupasının oynandığı bu şehir protesto gösterileri ve seçim çalışmaları nedeniyle çok canlı.

Merkado’dan sonra yerli müzesini geziyoruz. Gezilmese de olur. Bir sonraki durağımız ve 19. yy’da yapılan Teatro Amazonas. Rönesans tarzındaki yapı dünyanın en güzel opera binalarından biri. Zamanında dünyanın en zengin şehirlerinden biri olan Manaus’un o dönemdeki ihtişamını yansıtıyor. Mimari Avrupa’dan esinlenilmiş. Küçük bir müzesi de olan bina 32’si Murano camından olan 198 avizeye sahip. Mermerler İtalya’dan, mobilyalar Fransa’dan getirilmiş. Yapımı 15 yıl süren, Amazon Filarmoni Orkestrası’na ev sahipliği yapan bina adeta Manaus‘un hazinesi ve sembolü.

İngilizler Afrika, Malezya, Sri Lanka gibi ülkelere kauçuk ağacı dikerek, kauçuk tekeli elinde bulunan şehrin tekelini kırarak kauçuk fiyatlarını ucuzlatırlar. Fakirleşen şehirde sosyal faaliyetlerde yavaşlar. Teatro Amazon bir süre kapalı kalır, 1950 yıllarında tekrar açılır. Biz gittiğimizde orkestra prova yapıyordu.

Manaus’dan ayrılıyor Cuıaba üzerinden Sao Paolo’ya uçuyoruz.

Sao Paolo Güney Amerika’nın en kalabalık şehri. Banliyölerle birlikte nüfusu 20 milyonu aşıyor. İnişli çıkışlı (tepeler üzerine kurulmuş) bir şehir. Sanayi, bankacılık ve ticaret şehri. Biz havaalanından hemen otele geçiyoruz. Mercure Sao Paolo Paulista’da kalıyoruz. Şehrin en şık semti burası Paulista. Dünyanın en pahalı gayrimenkullerinin olduğu yerlerden biri.

Paulista Caddesi civarı çok hareketli. Burada yemek yiyoruz. Fiyatlar ucuz değil ama restoran şık ve güzel. Ertesi gün Sao Paolo turuna çıkıyoruz. Şehrin % 70‘i iş yeri, % 30’u konut. Denizden 800 metre yükseklikte ki Serra do Mar tepeleri üzerine kurulmuş. Gelişmiş bir metro ve tren ağı var.

Kapitalist sistemin büyük metropollerinde sıkça karşılaşılan manzarası burada da var. Sokaklar evsizlerle dolu. Aynı manzara Buenos Aires sokaklarında da vardı. Aylık asgari ücret 300 dolar imiş. Ama kaldığımız yörede evlerin aylık kirası 5.000 Dolar dolayında. Gelir dağılımındaki eşitsizlik açıkça görülüyor.

Eski şehrin merkezinde neogotik bir yapı olan, içindeki dev sütunlarla karakterize Sao Paolo Katedrali’ni geziyoruz.Ortodoks Katedrali de görülmeye değer.

Eski şehir merkezinin sokaklarında yürüyor; bol bol fotoğraf çekiyoruz. Hotel Unique‘nin karpuz şekli dikkatimi çekiyor.

Brazil

Akşamüstü Gol Havayolları ile Salvador De Bahia‘ya uçuyoruz. Yaklaşık iki buçuk saat sürüyor.

Brazil

Brezilyanın üçüncü büyük kalabalık şehri. Nüfusun % 80 Afrika kökenli. Sokaklarda beyaz birisini görmek zor.

Brazil

Şehir 85 -90 metrelik bir yükseklikle; aşağı ve yukarı olmak üzere ikiye ayrılmış. Yukarı şehir veya eski şehir. Salvador De Bahia‘yı çok beğendim. Portekiz sömürge mimarisi, rengarenk binaları, resim atölyeleri, sanat merkezleri, Arnavut kaldırımlı sokakları ile büyüleyici.

İdari, dini binalar ve ekonomik durumu iyi olanların konutları burada. Yukarı şehri aşağı şehirle bağlayan 72 metre yüksekliğinde bir asansör var. Brezilyanın ilk asansörü. “Cidade Alta” diye adlandırılan eski/tarihi şehir Rönesans dönemi şehirlerinin Amerikan kültürü ile yoğrulmuş güzel bir örneği. 16. yüzyıldan kalma kamu binaları, 17. ve 18. yüzyıla ait kiliseler, barok tarzında yapılmış saraylar arasında gezerken kendinizi bir film sahnesinde hissediyorsunuz. 1990 yıllardan beri restorasyon çalışmaları devam ediyor, 1500’e yakın bina restore edilmiş.

Yukarıda bulunan eski tarihi şehir merkezi ile aşağıda bulunan şehir çok farklı.

Aşağı şehirde Brezilya ruhuna uygun her gün karnaval havası var. Afrika kökenli gençler gruplar halinde ortalıktalar. Zaten karnavallar şehri diye de anılıyor. Dansın, müziğin, neşenin şehri. Amerika’nın en eski şehirlerinden sayılıyor ve şehir 1985 yılında Unesco Dünya Mirasları Listesi’nde yerini almış.

Güven duygusu uyandırmıyor. Küçük bakkal tipi marketler demir parmaklıklar arkasından hizmet veriyorlar. Her bütçeye göre lokanta mevcut. Salvador De Bahia koloni Brezilya’sının başkenti olup (eyaletin başkenti), kuzeydoğu bölgesinin en kalkınmış yeri.

Brazil

Brezilyanın en yoksul bölgesi kuzeydoğusu. Güney Amerika Kıtası ile Afrika‘yı birleştirirseniz (haritada) dünyanın en eski tek parçalı halini hayal edebilirsiniz. Burada gezdiğimiz bir müzede Afrika’dan göç yollarını gösteren bir haritada gördük.

Brazil

Ben bu şehri çok beğendim. Özellikle koruma altındaki eski, tarihi şehir merkezini. Burada Atlas Okyanusu kenarındaki Marazul Hotel’de kalıyoruz. Dışarıdan şık ve güzel görünüyor; ama orta halli bir yer. Bana İspanya kıyılarını hatırlattı, özellikle Mallorca Adası’nı. Tüm okyanusun kenarı çok katlı otellerle kaplı. Gece gezerken kapkaç olaylarına karşı çok dikkatliyiz. Gençler alkol ile çok samimiler; insan ürküyor.

Akşam Atlas Okyanusu kenarında yemek yiyoruz. Fiyatlar mantıklı ve makul. Burası bizim Bodrum gibi bir yer. Öğle yemeklerinde bulduğumuz yerler çok ucuz. Açık büfe bir yerde istediğiniz kadar yiyip kişi başı 8-10 Dolar bir para ödüyorsunuz. Yemek kalitesi orta halli. Çok güzel değil, ama damağa uygun bir yiyecek rast getirebiliyorsunuz. Kıyı boydan boya otel, lokanta v.b yerler dolu. Yerel dans gösterilerin yapıldığı restoranlar kulüpler de bulunuyor.

Üç günlük Salvador De Bahia maceramızdan sonra Rio De Janeiro’dayız. Rio, Brezilya’nın başkenti ve ikinci büyük şehri. Nüfusu 6 milyondan fazla. Hemen meşhur Copacabana plajlarına gidiyoruz; uzun kumsalları ile Antalya‘yaya çok benzetiyorum. Ama daha güzel değil. Şehrin içinde kumsallık bir kıyı şeridi. 4 km uzunlukta, şezlonglar ve büfeler ile bir halk plajı. Üstelik güvenli olmadığını da söylüyorlar. Zaten denize girecek vaktimiz de yok.

Brazil

1700′ lü yıllardan beri yapılan dünyaca ünlü Rio Karnavalında törenin yapıldığı sambadromu görünce hayal kırıklığı yaşıyorum. Ben tüm o gösteri ve yürüyüşlerin tüm şehirde caddelerde yapıldığını düşünüyordum. Her yıl 400 binden fazla turist çeken karnavalda samba okulları gösterilerini sambadromda yapıyorlarmış. Sokaklarda düzenlenen sokak partileriymiş.

Favelaları uzaktan fotoğraflıyoruz. Favela, Rio’nun gecekondu mahalleleri. Nüfusun %25’inin yaşadığı bu alanların çoğuna polis bile giremiyormuş. Son yıllarda turistik amaçlı ziyaret edilebilen favelalar olduğu söyleniyor. Bazen bu favelalar arasında çete savaşları çıkıyormuş.

Brazil

Her türlü yasa dışı olayın döndüğü, dağlarda, denize karşı konumlanmış bu alanların manzarası oldukça güzeldir herhalde diye düşünüyorum. Fakirler, zenginlere tepeden bakıyorlar. Favelalarda “Carioca” denilen yerli halk oturuyor. Rio karnavalı gibi, Favelalar da artık şehrin bir sembolü. Kim bilir belki bir gün yolumuz yine Rio’ya düşer bir Favela ziyareti yapabiliriz.

Brazil

Uzaktan Corcovado Dağı’nı fotoğraflıyoruz. Kurtarıcı İsa Heykeli’nin bulunduğu, 710 metre yüksekliğindeki bu granit yapılı, Tijuca Ormanı ile kaplı dağa çıkmıyoruz.

Brazil

Sugar Loaf‘a çıkmaya zamanımız yetmiyor, karşıdan fotoğraflıyoruz. Onun yerine şehirde biraz daha vakit geçirmek istiyoruz.

Brazil

Bu arada öğle yemeği vakti geliyor. Şahane bir et yiyoruz. Amazon Bölgesi ve Salvador De Bahia’da yediklerimizden çok daha iyi. Zaten Rio‘nun sokakları da iç kısım Brezilya’sından farklı.

Yemekten sonra Arco Do Telles civarını geziyoruz. Burası sömürge Brezilyası’nın bir kalıntısı. Dar sokaklarındaki tarihi binalar restoran, antikacı, kitapçı olarak restore edilmiş. Çok hoş mekanlar var.

Son Söz

Brezilya’ya ayırdığımız 10 gün içerisinde ağırlıklı olarak Amazon Havzası ve belirli şehirleri gezebildik. Bu ülkeyi detaylı gezebilmek için daha çok zaman ayırmak gerekiyor. Bir daha gider misin diye sorsalar Güney Brezilya’daki Iguaçu Şelaleleri için giderim. Bu arada iki gün de Rio’da kalmak isterim. Onun dışında tekrar Brezilya, ancak Peru-Bolivya–Brezilya Amazon Havzasını kapsayan daha geniş ve detaylı bir gezi için olabilir.

NOT: Rio fotoğrafları ve Manaus’ta çekilen Rio Negro-Amazon Nehri birleşiminde renk değişimini gösteren fotoğraflar İnternetten alınmıştır.

İslamköy Demokrasi Müzesi

İslamköy, Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in doğduğu, büyüdüğü köy. Köyün ortasında, Demokrasi ve Kalkınma Müzesi’nin de içinde yer aldığı inanılmaz bir külliye sizi karşılıyor. Mimarisi ve içeride sergilenenler bildiğiniz müze anlayışının çok ötesinde.

Külliyede neler mi var? Ferah bir namazgah, cami, çim alanda taş yürüyüş yolları, rengarenk Isparta gülleri, devasa çam ve meyve ağaçları, havuzlar, havuzlarda heykeller, çeşmeler, kütüphane, Demirel ailesinin müze evi, Demokrasi ve Kalkınma Müzesi, küçük kafeler, …..

Namazgah ve camiyi geçip Külliye bahçesinden girince hemen karşınızda Demokrasi ve Kalkınma Müzesi var. Müzenin giriş kapısının üstünde Cumhurbaşkanlığı Forsu buluyor.

Müze kapısından girince, Süleyman Demirel’in balmumu heykeli şapkası ile sizi selamlıyor. Bu heykel Yılmaz Büyükerşen tarafından hediye edilmiş.

Müzede Süleyman Demirel’e ait her şey var. Diplomalarından cübbesine, verilen hediyelerden kullandığı eşyalara kadar.

Ortadaki geniş sergi alanının etrafındaki girintili çıkıntılı küçük koridorlardan oluşuyor müze. Yüksek tavanlı, taş duvarlı ve çok iyi aydınlatılmış. Her bölümün ortasında camekanlar içinde sergilenen eşyalar çok iyi yerleştirilmiş. Duvarlarda ise 1950 sonrası döneme ilişkin bol resim ve açıklama var. Gezerken; hem mekanın ferahlığı, hem sergilenenlerin ilginçliğine kendinizi kaptırıp, bir şey atladım mı? Şuradakileri görmüş müydüm? duyguları içinde; ihtilaller, hükümetler, barajlar, köprüler, iç ve dış siyasi ve ekonomik olaylara ait resimlerin eşliğinde, yakın dönem Cumhuriyet tarihinde yolculuk yapıyorsunuz.

Hafızamda; zarif ve sessiz siyasetçi eşi olarak eşinin yanında yeraldığını hatırladığım Nazmiye Hanımın ayakkabı ve çantası görüyor sergilenen eşyalar arasında.

Süleyman Demirel Demokrasi ve Kalkınma Müzesinin web sayfasında yer alan misyonlarından biri; “Cumhuriyet ve demokrasi sayesinde köyden bir cumhurbaşkanı çıkabileceği örneğini göstermek”, olarak ifade edilmiş.

Müzeyi ve ardından külliyenin diğer bölümlerini gezdikten sonra, tam da bu duygular ile ayrıldım. Hatta ayrılmayıp, saatlerce külliyenin bahçesinde ağaçlar altında, güller arasında oturmak geldi içimden.

Meraklısına; Külliye, 17 dönümlük bir alan üzerine kurulmuş ve 6 bin metrekare kapalı alanı bulunmaktaymış. 1990 yılında yapımına başlanan Külliye ve müze 26 Ekim 2014 günü törenle hizmete açılmış ve Demirel Vakfına bağlı olarak hizmet veriyormuş. Özel Müze Statüsünde olan Müze, Demirel Vakfı Başkanı Şevket Demirel (Süleyman Demirel’in kardeşi ve işadamı) ve kızları Nihan Atasagun, Binhan Kesici ve Neslihan Demirel tarafından inşa ve restore edilmekte, bakım-onarımları yapılmakta ve tüm işletimi sağlanmaktaymış. Özel Müze deneyim ve birikimleri bulunan Vehbi Koç ve İnan Kıraç Ailesinden gelen bir teknik ekip ile birlikte 2010 yılından itibaren külliye ve müzede önemli ek ve değişikler, teşhir-tanzimler gerçekleştirilmiş.

Külliyede bulunan koleksiyonlar;  Süleyman Demirel’in kendi kütüphanesinde bulunan 46.000 kitap,  126.000 fotoğraf,  8.000 hediye eşya,  4.000 tablo,  6.000 teyp ve video kaset,  500 giyim-kuşam malzemesi ve halı-kilim ile  başka müzelerde ve kütüphanelerde aransa da bulunamayacak, 10.000 klasör dolusu 6 milyon dokümandan oluşmakta imiş. Kütüphane; ilk, orta ve lise öğrencilerine değil, yetişkinlere hitap ediyormuş ve kütüphaneden dışarıya kitap verilmiyormuş.

Demirel Külliyesinde bulunan müzeler, kütüphane, cami, namazgah, gasilhane, restoran, mescit, sanat merkezi, lojman, İslamköy Mezarlığı, helikopter pisti, 9. Cumhurbaşkanının kabrinin bulunduğu Çalca Tepe ve göletleri Demirel Vakfının hizmet kapsamında imiş.

Külliye yapılırken; çevresindeki dokuz ev satın alınmış, restore edilmiş, yeni fonksiyonlar verilerek hem külliye ve İslamköy hem de Isparta ve Atabey çevresi için çekim merkezi olabilecek yeni bir kültür ve turizm alanı yaratılması amaçlanmış.

Satın alınan bu evlerde oturanlara, kendi evlerinin değerlerinin çok üstünde olmak üzere yeni ev ve mandıralar inşa edilmiş; aileler hem İslamköy’den koparılmamışlar hem de külliyeye manevi bağlılıkları sağlanmış.

Süleyman Demirel Üniversitesi Rektörü ile Demirel Vakfı Başkanının imzaladıkları bir protokol doğrultusunda külliye akademik bir ortama da dönüştürülmüş. Üniversitenin “Süleyman Demirel Liderlik Araştırma ve Uygulama Merkezine” külliye içinde bir bina tahsis edilmiş. Bu Enstitü, öğrencileriyle her hafta külliyede dersler yapıyormuş ve lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencileri müzede bilimsel araştırmalar yapabiliyormuş.

Müze, hem haftanın 7 günü hem de tüm bayramlarda ziyarete açık.

Demirel Ailesinin evi, 1920 yılında yapılmış ve 1979 yılına kadar kullanılmış. Şimdi aslına bağlı olarak restore edilmiş ve etnografik bir müze olarak gezilebiliyor. Sergilenen tüm nesneler, Demirel Ailesinin kullanmış oldukları eşyalar ve araç-gereçlermiş.

Süleyman Demirel’in İslamköy’de defnedildiği mezar yeri, Çalca Tepe’de. 2003 yılında yeri belirlenmiş ve 2004 yılında hazırlanmış.

Çim halı ile kaplanmış bir alanın ortasında, toprak bir yükselti ve üzerinde solmuş karanfiller vardı. Demirel için düşündüğümden çok daha mütevazı bir kabir burası.

Yukarıda proje resmi görülen anıt mezarın yapılacağı tepedeki 650 dekar alan, çam ve sedir ağaçlarıyla kaplı ve Demirel Külliyesi’ni, İslamköy’ü ve Isparta’yı da kuş bakışı görüyor.

Yolunuzu düşürürseniz İslamköy’e; hem köydeki külliye, hem Çalca Tepe’deki mezarlık sade bir zarafet ile sizi şaşırtacaktır. Süleyman Demirel’e ilişkin hangi duygular ile giderseniz gidin, 1950 sonrası Türkiye’nin serencamını görüp etkilenmiş döneceksiniz.

Hem belki de, bizim tesadüfen köy meydanında rastladığımız gibi bir düğüne denk gelirsiniz. Düğün sahipleri yüz kişilik grubumuza yemek ikram etti. Hem de biz çekingen davranınca, düğün sahipleri, “misafir kendi rızkını getirir” “yemek biterse yeniden yapılır” dediler. Anadolu insanının cömert yüreği ile eşsiz konukseverliğini sergilediler.

Yazının son sözü; Müzenin girişinde yer alan bir mermer levhada yazılı bulunan ve 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e ait aşağıdaki satırlar olsun…

“Karşılaştığımız sorunların,

Cinsi, sayısı, ciddiyeti ne olursa olsun;

Onların altında ezilemeyiz!

Ufkumuzu karatamayız!

Geleceğimizden şüpheye düşemeyiz!

Devletimize ve demokrasiye olan inancımızı kaybedemeyiz!

Demokrasiden cayamayız!

Çare yerine, çaresizliğe talip olamayız!

ÇARE VARDIR…

VE BU ÇARE DEMOKRASİNİN İÇİNDEDİR.

Süleyman DEMİREL (1924-2015)

Kaynakça;

Demirelvakfı.org

Isparta İl Kültür Turizm Müdürlüğü web sitesi

Sintra Gezi Rehberi: Masal Diyarında mıyız?

Hani bazı şehirlere adım attığınız anda sanki farklı bir tarihte, farklı bir dünyada yaşıyormuşsunuz gibi hissedersiniz. Bu dünyada olduğunuzu hissettiren tek şey sizin gibi çevresine şaşkın şaşkın bakan diğer turistlerdir. Sintra da tam böyle bir kasaba. Trenden indiğiniz an farklı bir yerde olduğunuzu hissediyorsunuz. İlk aklınıza gelen acaba Walt Disney film stüdyosunda mı, yoksa masal dünyasında mıyım? Etrafı dağlarla çevrili, saraylar, kaleler kondurulmuş, sanki kraliyet ailesinin oyun parkı gibi düzenlenmiş bir Orta Çağ kasabasında dolaşıyorsunuz.

Bu güzel kasaba Lizbon’a sadece yarım saat uzaklıkta. Portekiz’in başkenti, dinamik ve her anı yaşayan, en kalabalık şehri olan Lizbon’da birkaç gün kaldıktan sonra, sabah yarım saatte ulaşabileceğiniz bu kasaba size çok farklı bir gün yaşatacak. UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki bu kasaba için bir tam gün ayırmanızı öneriyoruz.

Sintra’yi video ile gezmek ister misiniz?

Ulaşım
Sintra’ya ulaşım çok kolay. Lizbon Oriente İstasyonu veya Rossi İstasyonu’dan Sintra’ya direk tren ile 45 dakikada ulaşabilirsiniz. Gidiş-dönüş sadece 4,30 Euro. Ayrıca kombine bilet satın alarak yolculuğunuza iki yer daha ekleyebilirsiniz. Biz Rossi Istasyonu’ndan 15 Euro ödeyerek bu bileti aldık. Böylece Avrupa’nin en batı noktası Cabo Da Roca ve tatil kasabasi Cascais’i de aynı gün başka bir ulaşım ücreti ödemeden gezdik. Böyle bir geziyi Lizbon’dan rehberli tur alarak da yapabilirsiniz. Ancak daha pahalıya mal olacağı için kendi zamanımızı kendimiz ayarlayarak dolaşmayı tercih ettik. Sadece Sintra’ya gitmek isterseniz gidiş-dönüş tren bileti ucuz. Ancak Sintra içinde ring yapan otobüslere binmek isterseniz ayrıca 5 Euro ödemeniz gerekiyor. Ya da yokuş yukarı uzun bir yürüyüş yapmanız gerekecek. Kombine bilete ilk ödenen rakam yüksek gibi görünmekle beraber tüm gün istediğiniz saatte binebileceğiniz tren ve otobüsler için ayrıca para ödemeyeceğiniz ve daha çok yeri görebileceğiniz için öneriyorum. Bu arada sadece Sintra düşünürseniz tarihi tramvaylar da bir seçenek…Tek yön 2 Euro’ya 40 dakikalik yolculukla ulaşabilirsiniz; her 50 dakikada bir Sintra’ya giden tramvaya yine Rossi Istasyonu önündeki tramvay durağından binebilirsiniz.

Tren biletimizi de aldık; artık gezimize başlayabiliriz. Rossi İstasyonu’ndan trenimize bindik. Kırk beş dakikalık rahat bir yolculuktan sonra Sintra tren istasyonuna ulaştık.

Sintra’ya gitmeden önce dersimizi iyi çalışmıştık. Çok sayıda saray var; önce hangisinden başlayacağımıza karar vermemiz ve rotamızı çizmemiz gerekiyordu. Tren istasyonunun hemen karşısındaki turizm ofisine uğrayıp bir Sintra haritası aldık.

Önce şehir merkezini gezebilir ya da en tepedeki ilginç Pena Sarayı’ndan başlayabilirdik. Tüm gününü burada geçirip uzun dik yokuştan yürüyüş yapmak isteyenler yürüyerek şehir merkezinden başlayarak dolaşabilirler. Ancak Pena Sarayı’na çıkarken yol tek yön, dar ve virajlı; sürekli geçen otobüs ve araçlar nedeniyle rahat bir yürüyüş yapmak zor görünüyor. Bizim için ise öncelik en yüksek noktadaki ilginç masal sarayından başlamaktı. Bu nedenle hemen istasyonun yanından ring yapan otobüse bindik. Otobüs kasabanın merkezinden, Ulusal Saray’ın önünden geçerek tepeye doğru dar bir yoldan ilerledi. Biz Pena Sarayı’nın önünde indik. Sarayın giriş kapısı daha aşağıda. Kapıda saraya giriş ücreti olarak 14 Euro ödedik. Kapıdan saray henüz görünmüyordu; bahçeye girdikten sonra tepeye doğru yürümeniz gerekiyor. Saraya tırmanmak istemeyenler bahçe içinde ulaşımı sağlayan ayrı bir araçla çıkabilirler.

Ağaçlıklı yolda yavaş yavaş tırmanmaya başladık. Tırmanırken karşımıza çıkan, ilginç işlemesi olan haçı, Kral Fernando II, Sintra’nın en yüksek noktası (528 metre) olduğunu belirtmek için yerleştirmiş, ancak orijinali 1997 yılında tahrip edilmiş, replikası ise 2008 yılında konmuş aynı noktaya…

Tırmandıkça sarayın silueti kendini göstermeye başlıyor. Sarayın renkleri bizi çağırıyor ve bir an önce tepeye tırmanmak arzusuna kapılıyoruz.

Pena Sarayı’nı Portekiz Kralı Fernando II, 19. yüzyılda eski bir manastırın yerine yazlık saray olarak inşa ettirmiş. Eklektik mimariye sahip saray benim için de hayatımda gördüğüm en yüksek tepede, en ilginç ve en renkli çok değişik bir saraydı.

Evet; masal sarayın kapısından girdik. Artık sarayı gezme zamanı…Kapısı bile arma ve işlemeleriyle ne kadar özgün…

Dış görünüşü bu kadar ilginç olan sarayın iç dekorasyonunun da farklı olacağını düşünerek hemen sarayı gezmek için içeri girdik.

İlk girişte bizi Kral Ferrnando’nun büstü karşıladı. Sarayı gezmeye başlamadan Portekiz’de bu kadar değişik bir saray yaptıran Kral Fernando’yu biraz tanıyalım.

Portekiz tarihinde önemli rolü olan sanatçı Kral Fernando aslında Portekizli değil. Alman-Avusturya İmparatorlugu topraklarında Ferdinand ismiyle doğmuş bir asil. Krallığı, Portekiz Kraliçesi Maria II ile evlenmesi nedeniyle elde etmiş. Kraliçe Maria II 15 yaşında iken Alman bir dük ile evlenir; ancak kocası evlendikten iki ay sonra ölur. Kısa bir süre sonra Fernando ile evlenir ve mutlu bir evlilikleri olur. Fernando’nun Portekiz Kralı olabilmesi için kraliçeden tahta geçecek bir çocuğu olması gerekir. Maria Fernando ile evliliği sırasında 11 doğum yapar ve 11. doğumu sırasında ölür. Fernando ve Maria’nın döneminde Portekiz’de başarılı, istikrarlı ve refah içinde bir dönem yaşanır. Aslında sanatçı ruhlu Fernando günlük işleri ekibi aracılığıyla yönetirken kendisi Portekiz’de sanat ve sanatçılarla ilgileniyormuş.

Sarayın içinde önce Saray yapılmadan önce burada bulunan eski Manastır bölümünden geçiyoruz.

Sarayın en önemli bölümü Büyük Salon. Bu büyük gösterişli salonda Osmanlı kıyafetli gibi, belki de Kuzey Afrikalı ve sarıklı iki heykel avizeleri tutuyor.

 

Sarayın diğer yaşam bölümlerinde önce Fernando II’nin, sonraki yıllarda Kraliçe Amelia’nın kullandığı yatak ve yemek masası yer alıyor.

Değişik aksesuarlar her yerde görülüyor. Aşağıdaki resimlerde görünen telefon ise telefon odası olarak hazırlanmış ayrı bir bölüm de yer alıyor.

Sanatçı Kral kendi çalışmaları dışında çok geniş sanat koleksiyonuna sahip ve sarayda bu eserlerin bir bölümü sergileniyor. Camlar, seramikler, vitraylar, porselenler, tablolar, kara kalem çalışmalar…

Eserler arasında bir Osmanlı Paşasının yer aldığı kara kalem çalışması da özellikle dikkatimi çekti. Fernando’nun Osmanlı ilgisinin nereden kaynaklandığını bilemiyorum. Bunu anlamak için daha detaylı araştırma yapmak gerekiyor sanırım.

Sarayın içini gezmeyi bitirdikten sonra dışarıda arka tarafa geçiyoruz. Burada ise rengarenk, daha küçük bir saray ile karşılaşıyoruz. Içerisi geziimiyor; ancak tam bir masal şatosunun merdivenlerinden birazdan masal kahramanları dans ederek ineceklermiş gibi geliyor.

Saray gezimizi tamamlamadan Kral Fernando’nun yaşam öyküsünü tamamlayalım. Kraliçenin ölümünden sonra sanat ve sanatçılara düşkün Fernando 1859 yılında İsveçli Opena Sanatçısı Elise Hensler ile evlenir ve krallığa da oğlu Pedro geçtiği için ölene kadar bu sarayda eşi ve sanat ile çok mutlu yaşar. Masal sarayında mutlu bir masal sonu gibi; değil mi?

Kral 1885 yılında 69 yaşında öldü ve Sarayı sevgili karısı Kontes Edia’ya bıraktı. Tabi ki bu durum Portekiz Hükümdarlığı için Kabul edilemezdi. Hükümet Kontes Edia ile bir anlaşma yaptı. Sarayın bahçesinde Fernando ve Edia’nın birlikte yaptırdığı ayrı küçük bir köşkte Edia’nın yaşamasına karar verildi. 1880 yılında dönemin kralı Carlos ve Kraliçe Amelia burayı yazlık saray olarak kullandı.1908 yılında Kral Carlos’un suikast sonucu öldürülmesi sonrası, saray Carlos’un oğlu Prens Manuel için düzenlendi. Uzun yıllar burayı kullanan anne Amelia bu Sarayda yaşamaya devam etti; 1910 yılında Portekiz’de krallık sona erip Cumhuriyet ilan edilene kadar… Cumhuriyetin ilanıyla birlikte Pena Sarayı Ulusal Pena Parkı olarak halkın ziyaretine açıldı.

Sarayın arka tarafinda ise, Sintra’nin çevreye hakim en yüksek tepesinden aşağıda yemyeşil ovanın ve şehrin manzarasını seyredebiliyorsunuz.

Ön tarafta tüm çevreye hakim manzaralı ve sarayın rengarenk tüm yapısını görebileceğiniz terasta kafeteryada oturduk; bu masal diyarında biraz daha kalmak istedik. 

Moors Castle (Magribi Kalesi)

Sintra’nin yine en yüksek tepelerinden birinde yer alan kalenin tarihi 9. yüzyıla dayanıyor. Bu tarihlerde Portekiz’e gelen Kuzey Afrikalı Müslüman Magribiler ele geçirdikleri Sintra’yı koruma amacıyla bu kaleyi yaparlar. Hristiyanların Portekiz’i almalarından sonra, ilk yıllarda her ne kadar bu tarihi kaleye önem verilmiş olsa da bir süre sonra terkedilir, yıllarca bakımsız kalır. Kral Fernando kendi döneminde bu kaleyi de restore ettirir. Panoromik görüntüsü ile bu tarihi kalenin ziyareti de Sintra’da görülmesi gereken yerler arasında belirtiliyor. Giriş ücreti yaz döneminde 8 Euro.
Biz Pena Palas sonrası yürüyerek kalenin giriş yerine ulaştık. Ancak asıl zaman ayırmak istediğimiz yer Quinta da Regaleira, sonrasında da Cabo Da Raco ve Cascais gezileri olduğu için bu kaleye tırmanmak istemedik. Kalenin giriş yeri ve Quinta da Regaleira’nın bahçesinden tepedeki hakim görünüşünün fotoğrafını çekmekle yetindik. Kalenin içinde kalıntıların az olduğu asıl panoramik manzaranın güzel olduğu belirtiliyor. Pena Sarayı da en yüksek noktalar arasında olduğundan zaten yemyeşil panoramik görüntüyü fotograflamıştık.

Sintra’da Pena Sarayı’ndan sonra mutlaka görmek istediğimiz saray Regaleir, Pena Sarayı’ndan çok farklı mimaride; ancak en az onun kadar ilginç ye ziyaretçi çeken bir yer. Bu saraya Sintra merkezinden yürüyerek ulaşılabiliyor. Biz Pena Sarayı’ndan aşağıya rahat bir yürüyüşle indik. Bu saray da ömrünüzde göreceğiniz en ilginç mimariye sahip yerlerden birisi. Mimari tarzi Gotik, Ronesans, Maribi ve Mısır etkilerinin karışımı.

Saray 1904 yılında çok zengin bir Portekizli tarafından inşa ettirilmiş. Daha sonra birkaç kez el değiştirmiş olmasına rağmen 1997 yılında Sintra yerel yönetimince sahiplenilmiş ve ziyarete açılmış.

Saraya giriş ücreti 6 Euro; kesinlikle gezmeye değer. Sarayın içini hızla gezdik. Girişte bir salonda piyano eşliğinde bir kadın şarkı söylüyordu. Sarayın bahçesi içinden daha ilginç olduğu için zamanımızın çoğunu orada geçirdik.

Sarayın hemen yanındaki Şapelin dış görünüşü de, içi de tam saraya uygun bir şekilde dekore edilmiş.

Bahçenin her yerinde değişik semboller yer alıyor. Gotik kuleler, tüneller, Masonik, Tapınak Şövalyeleri ve simyacılıkla ilgili semboller görülebiliyor.

Bahçede 9 katlı bir kuyu yer alıyor. Kuyu ama suyu olmayan bir kuyu. Spiral merdivenler ile zemin kata iniliyor. Kuyunun zemininde Tapınak Şövalyelerinin simgesi olan haç yer alıyor.

Sarayın tüm bahçenin altına tamamen tüneller kazılmış. Tünel kapısından bakıp, karanlık olduğu için girmekten kaçınan çok kişi olabilir. Biz merakımız ile karanlık da olsa bir tünelde ilerlemeye başladık. Birdenbire tünelin sonunda ışıkla karşılaştık; gördüğümüz manzara inanılmazdı. Tünelin bu bölümünün sonunda küçük bir göl vardı. Çevresinde değişik bitkiler; üstelik taştan bir köprü. Gerçekten inanılmazdı, bilmediğin bir bahçede karanlık tünele girip sonunda ışıltılar, sular içinde gökyüzünü görmek.

Son Söz

Sintra tarihi dokusu, yemyeşil doğası, dağlar arasındaki kale ve sarayları ile çok farklı bir yer. Portekiz gezinizde mutlaka uğramanızı öneriyoruz. Lizbon’dan kolaylıkla ulaşıp tüm gününüzü geçirebilirsiniz. Isterseniz bir gece de kalabilirsiniz zamanınız yeterli ise… Biz şehir merkezinde fazla zaman geçiremedik ve Ulusal Sarayı gezemedik. Avrupa’nın en batı ucu Cabo Da Roca’yı ve tatil kasabası Carcais’i programımıza eklemiştik. Cabo Da Roca gittiğimize değdi; aslında orada en fazla bir saat geçirebiliyorsunuz. Carcais ise ayrı bir tatil kasabası. Oraya ancak güneş batışında yetişebildik; deniz kenarında biraz yürüyüş yapıp, meydanda lokantalann olduğu yerde güzel bir yemek yedik. Ancak Carcais’i görmüş gibi hissetmedik. Doğrusu akşam Carcais’e ulaşıp gece orada konaklayıp ertesi gün bu tatil kasabasını gezmek olabilir. Bu durumda Sintra’da daha fazla zaman geçirmek mümkün olabilirdi. Sintra gerçekten güzel ve değişik zaman geçirebileceğiniz bir yer…

Midilli Adası (Lesbos) Gezi Rehberi: Zümrüt Ada

midilli-lesbos

Midilli Adası; Avrupalı seyyahların deyimi ile Zümrüt Ada… Dağlık adada, ağırlıklı olarak çam, meşe, zeytin, portakal, kestane, köknar ağaçlarından oluşan yemyeşil bitki örtüsü dağlardan deniz kenarına kadar ulaşıyor, kahverengi toprağın rengini göremeden zümrüt yeşili renk turkuaz maviye dönüşüyor.

Bir adadasınız; dört tarafınız deniz… Bu arada, iki büyük körfez karanın içlerine giriyor. Geras ve Kalonya Körfezleri. Bu nedenle çok sayıda koy, burun, plaj oluşmuş kıyıda ve adanın içlerinde bile, ne zaman başınızı çevirseniz deniz görecek gibi hissediyorsunuz.

Midilli, Yunan Adaları içerisinde Girit ve Eğriboz’dan sonra en büyük üçüncü büyük ada ve Ayvalık’a Yunanistan’ın ana karasına göre daha yakın.

Midilli Adasını Video ile Gezmek İsterseniz:

Ada Fatih Sultan Mehmet tarafından, 1462 yılında Osmanlı topraklarına katılmış, Balkan Savaşları’nda yenilgi sonrası imzalanan Londra Anlaşması ile 1913 yılında Yunanistan’a bırakılmıştır. Adada yaşayan Türk nüfus 1922 yılındaki mübadele anlaşması ile adadan ayrılmak zorunda kalmış…

Ulaşım

Midilli Adası’na ulaşım çok kolay. Ayvalık’tan her sabah ve akşam karşılıklı deniz ulaşımı var. Yıllardan beri o bölgede hizmet veren Jalem ve TurYol feribotlarının yanı sıra daha hızlı giden Nazlı Jale katamaran da sefere başlamış. Katamaran ile Ayvalık’tan sadece 35 dakikada Midilli Adası’na ulaşılıyor. Normal feribot ile de yolculuk 1,5 saat kadar sürüyor. 

Biz sabah saat 09:00’da kalkan katamarana bindik ve güzel, güneşli bir bahar sabahında Midilli’nin Mytilene limanına ulaştık. Türkler adanın tümünü ve merkezi Midilli olarak adlandırıyor. Adanın tümüne ve merkezine aynı ismi vermek Osmanlının yaklaşımıymış. Yunanlılar merkez ve en büyük şehrini Mytilene, adanın tümünü ise Lesbos Adası olarak adlandırıyor.

Adanın tümü araba kiralayarak gezilebilir. Motorsiklet kiralamak da iyi bir seçenek, tüm Yunan adalarında yaygın kullanılıyor. Yollar virajlı olmakla beraber mesafeler çok uzun olmadığı için rahatl bir ulaşım aracı. Sadece rotayı iyi belirleyip, iyi planlama yapmak gerekmekte.
Ben nasıl gittim? Tur ile gezi tecrübem nerede ise hiç yoktur. Ancak bu gezi İzmir’de yerel bir tur şirketi tarafından düzenlenen bir tur idi. İlk kez turla gezmenin keyfini çıkarttım. Grup sadece 18 kişi idi, Önceden çok okuyup, hazırlık yapmadım, üstelik görülmesi gereken yerleri atlamadık, harika rehberimiz  Taylan’ın güzel anlatımı ile bilgilendik, keyifle gezdik. Bir tur olmasına rağmen koşturarak değil, sakın ve keyifle gezdik. Kısaca Midilliyi her türlü gezmek mümkün.

Konaklama

Otelimiz Lesvion Hotel hemen deniz kenarında üç yıldızlı, temiz, güzel bir oteldi. Otelden Midilli panoramik görüntüsü harika.

İkinci gün kahvaltı sonrası manzaraya karşı kahvemizi içerken adanın kuşları bizi ziyarete geldi ve ada manzarasını resimlerken böyle güzel poz verdiler.

Önce merkezden başlayarak dolaşmaya başlayabiliriz.

Mytilene Kalesi Doğu Akdeniz’in en büyük kalesi. Kale şehrin kuzey ve güney limanları arasında alçak bir tepeye kurulmuş. Kale Bizans döneminde kurulmuş ancak yapıda kullanılan malzemelerden antik bir akropol üzerine kurulduğu düşünülmektedir. Osmanlılar döneminde de kaleye eklemeler yapılmış. Kaleden güzel bir şehir manzarası görüyorsunuz.

Şehrin en önemli caddesi Elmou Caddesi sahile paralel bir cadde. Kalenin biraz altında başlıyor. Caddeye girmeden ilk gördüğümüz, deniz kenarındaki hüzünlü Küçük Asyalı Anne Heykeli. Üç çocuğuna sarılmış üzgün karşı kıyıya bakan anne.  Türkiye’den mübadele ile buraya göçmüş anneyi temsil ediyor. İki yaka halkı için de aynı öykü aslında.

Şehir gezimize caddenin kuzeyinden başladık. Caddenin ilk bölümü Türklerin yaşadığı bölge Osmanlı Çeşmesi‘nin olduğu bölüme kadar devam ediyor.

Türklerin yaşadığı bölgede tarihi bir cami Yeni Cami yer almakta. Tabi şu anda bakımsız durumda. Ayrıca sokakta bir hamam da bulunmakta.

Elmou Caddesi’nin sonunda kapısı hem bu caddeye hem sahile bakan yine Osmanlı’dan kalan bir taş bina. Şimdiki adı Cafe Panellinion. Taş kahvenin, içerisinin düzenlemesi tarihi dokusunu yansıtıyor. Ayrıca denize karşı güzel kahve içilecek bir yer.

Hoş, şık bir kafe, güzel bir Grek kahve söyleyip Türk kahvesi içebilirsiniz. Midilli’de su musluktan içilebiliyor ve parasız. Bir kafeye oturduğunuzda önce kocaman bir bardakla su getiriyorlar, su ücretsiz.

Elmou Caddesi’nin merkeze yakın bölümünde asıl alışveriş yapılabilecek dükkanlar yer alıyor. Caddenin sonunda ise Midilli’ye denizden girerken veya kıyıda herhangi bir noktadan baktığınızda adada en dikkati çeken mimari Agios Therapon Kilisesi. Kubbesi çok dikkat çekici. Kilisenin dış duvarlarında çok güzel süslemeler var.

Midili Adası’nda üç tam gün ve iki gece geçirdiğimiz için adanın görülmesi gereken güzel kasabaları, köyleri, tarihi yerlerini görme şansımız oldu. Merkez dışındaki yerleri sıra ile gezmeye başlayalım.

Agiasos Köyü

Agiasos köyü adanın en yüksek dağı Olimpos Dağı’nın eteklerinde yemyeşil, ulu çınarlar, kestane ve kiraz ağaçları güzel tipik evleri olan, çok güzel bir dağ köyü. Köye merkezden 40-45 dakika yolculukla ulaşabiliyorsunuz. Köyde ahşap oymalar, seramik ve dantel ürünlerin satıldığı hediyelik eşya dükkanları var. Köyün parke dar sokaklarında yürüyüş yapıp, kilisesini ziyaret edip akşam üzeri kahvemizi içtik.

Mandomados – Baş Melek Mikail Kilisesi

Mandomados tarihi kilisesi nedeni ile tüm dünyadan ziyaretçi çeken bir şehir. Mytiline’den 50 kilometre uzaklıkta, kuzey yönünde. Yol manzarası güzel ancak virajlı olduğu için yolculuk bir saatten uzun sürüyor. Şehrin içine girmeden hemen ünlü kilisesine yöneldik.

Agios Tarsiyarhis Kilisesi, Baş Melek Mikail Kilisesi’nde ilginç görüntüler ile karşılaştık. Öncelikle kilisenin bahçesine girmeden gerçek bir uçak karşılıyor kilisenin duvarlarının önünde. Hikayesi var tabii. Kilisenin arka bahçesine askeri bir helikopter düşmüş,  Baş Melek’in koruyucu özelliği nedeni ile içindekilere bir şey olmamış. Bu nedenle ordu bahçeye bir jet uçağı koymuş.

Kilise kırmızı Mistegna taşından yapılmış. bu taş yöreye özgü. Mytilene ile Mandomados arasında yer alan Mistegna kasabasından çıkartılan bir taş. Midilli’de gördüğünüz kırmızı renkli taş binalar, kiliseler buradan çıkartılan taşlardan yapılmış.

Kilisedeki ikonun da öyküsü var. Korsanlar manastıra saldırmış ve 40 rahipten 39’unu öldürmüş. Sadece bir rahip canlı kalmış, o rahip de arkadaşlarının kanı ve çamur ile bu ikonu yapmış. İkon camla kapatılmış. Bakan kişiler ikonun yüz ifadesini kendi duygularına göre gülümseyen veya karamsar görebilirmiş.

Kilisede bizi şaşırtan bir görüntü ise yerde emekleyen genç bir kadın idi. Hiçbir kilisede böyle bir görüntü görmediğimiz için herhalde kadın yürüyemiyor dilek dilemeye geldi diye düşünmüştük. Ancak kadın ikonun önüne geldi, ayağa kalktı ve ağlamaya başladı. İkonun başında çok sayıda ziyaretçi vardı, ikonu öpenler, ağlayanlar, dua edenler.

Ayrıca ilk kez bir kilisede mumla dilek dilemenin dışında, kağıda isim yazıldığını gördüm. Kağıt ve kalem konmuştu mumların yakınına. hani gelinin ayağınn altına liste halinde isim yazılır ya, onun gibi kişilerin kağıtlara isim yazdığını görünce ben de mumla dilek dilemenin yanı sıra isim yazmayı da ihmal etmedim.

Ziyaretçiler Baş Melek Mikail’den dilekleri için ayakkabı getiriyorlar ya da kilise de satılan küçük ayakkabılardan alıp ikonun yanına bırakıyorlar.

Kilisede bulunduğumuz anda bir bebeğin vaftiz töreni vardı, kilise kalabalıktı ve herhalde vaftiz töreni nedeni ile kilisenin girişi pembe renkli bebeklerle çiçeklerle süslenmişti.

Midilli’ye gidenlerin bu kiliseyi ziyaret etmelerini öneririm. Ben kilisede kişileri, töreni uzun uzun izlerken, fotoğraf çekerken kilisenin bahçesindeki kafeterya da yenebilen lokma ve ballı yoğurdu tatmak için zamanım kalmadı. Ballı yoğurdu da özellikle öneriliyor.

Molyvos

Midilli’nin en çok turist çeken kasabası olan Molyvos en kuzeyde. Burayı genellikle İzmir’in Alaçatı’sına benzetiyorlar. Kasabanın en yüksek yerinde adanın ikinci büyük kalesi. Türklere ve Bizanslılara karşı korunmak amaçlı Cenevizliler tarafından yaptırılmış. Molivos’ta önce bu en yüksek yere çıkıp, karşı kıyıdan Türkiye’ye baktık. Genellikle Türkiye’de Ege kıyılarından Yunan Adaları’na bakardık. Kalenin içine giremedik, asıl burada soluk kesen deniz manzarası güneş batarken çok güzel oluyormuş, ancak bizim orada bulunduğumuz saat daha erkendi ve böyle bir şansımız olmadı. Midilli’de iki gece üç gün kaldık iki geceyi de Mytillini de geçirdik. Aslında iki veya üç gece kalacak gezginler bir veya iki gecelerini bu güzel kasabada geçirip güneşi batırıp, deniz keyfi de yapabilirler.

Kaleden yavaş yavaş aşağıya yürüdük. Dar sevimli sokaklar, taş evler, küçük hediyelik eşya dükkanları, sevimli kafeler. Ayrıca bazı kafelerin ve restoranların teraslarında güzel deniz manzarası ile yemek yemek veya kahvenizi içmekte çok keyifli. biz denize karşı teraslı bir kahvede kahvemizi içtik.

Plomari

Plomari kasabası adanın güneyinde, Mytilini’ye kırk kilometre uzaklıkta en eski yerleşim yerlerinden birisi. Tarihi Yunan evleri, dar sokakları, güzel meydanları, kafeleri, güzel balıkçı lokantaları ve plajları var.

Önce asırlık bir çınarın olduğu meydandan şehrin eski bölümüne yürüdük, sokak arasında bir kilise vardı, evlerin bazıları bakımlı bazıları eski kalmış, patika yollu dar sokakları olan bir kasaba. Daha sonra deniz kenarına çıkıp kıyıda kahvemizi içtik.

Plomari ilk Uzo’nun üretildiği yer, halen bu bölgede üretiliyor. Bölgenin suyunun güzelliğinin uzoya ayrı bir tat kattığı söyleniyor. 

Plomarida Midilli’de üretilen ve tat olarak klasik Türk rakısına daha çok benzediği için Türkler tarafından daha çok begenilen ve kalite açısından iddialı olan Uzo markası Barbayanni fabrikasına gittik. Fabrikanın üst katında üretimde kullanılan tarihi malzemelerden oluşan bir müze kurulmuş. Şirket bir aile işletmesi ve 150 yıldır üretimine devam ediyor. Aile üyesi üretim sürecini İngilizce çok detaylı anlattı. Daha sonra sertliğine göre olan üç tür uzodan tadım yapıyorsunuz. Uzo alışverişinizi de fabrikada yapabiliyorsunuz.

Petra

Petra merkeze 55 km uzaklıkta. Köy yüksekte inşa edilmiş Panagia Glikofilousa (Meryem Ana Kilisesi) nin etrafına kurulmuş. Tepeye çıkmak için 114 basamak merdiven çıkılıyor. Basamakların sonunda bizi karşılayan manzara biraz yorgunluğa değiyor.

Üç günlük gezi boyunca yolda gördüğümüz diğer önemli eserlere de göz atalım.

Yol kenarında zamanının önemli eseri olduğu belli ancak bugün harabe olan Sarlitza Palace. Osmanlı döneminde Molla Mustafa Hasan Efendi tarafından kaplıca oteli olarak yaptırılmış. Zenginlerin tatil yeri olarak kullanılmış.


Namık Kemal’in Midilli’de sürgünde iken yaşadığı ev restore edilmiş ancak yeni yapılmış gibi duruyor. Acaba restorasyonu Türk müteahhitler mi yaptı diye düşünmeden edemedim.

Nerede ise denizin içinde bir yel değirmeni.

Midilli’de Ne Yenir, Ne İçilir ?

Midili’de yemekler tam bizim ağız tadımıza uygun. Öncelikle bol çeşitli, taze ve makul fiyatlı deniz ürünleri, Grek salatası, Yunan mezeleri, Musakka ve tabi et ürünleri.

Midilli’ye ilk ulaştığımız Cuma günü kısa bir şehir turu sonrası öğlen yemeğimizi Midilli’ye 20 dakikalık mesafede Panagiouda’da yedik. Küçük, sevimli tabi deniz kenarında bir köy. Midilli’de ilk yemegimiz olduğu için hemen ilk deniz ürünlerimizi tattık.

Mytilini’de limanın karşı kıyısında Fenerde balıkçı lokantası. Ahtapot, kalamar, balık ve Yunan mezelerini yemek ve Midilli uzosunu bu manzara ile içmek isterseniz Midilli Adası’nı programınıza eklenmeli.

Yine Fenerde tavernada Yunan müziği eşliğinde deniz ürünleri

İki gün hem öğlen hem akşam deniz ürünleri yediğimiz için üçüncü gün yemeğimiz musakka ve tavuğa döndü. 

Sappho Meydanı, gündüz ve akşam oturabileceginiz şık kafelerle dolu. Sagda Sappho heykeli. Sappho M.Ö 600’li yıllarda yaşamış ilk kadın şair. Şiirleri ve yaşam öyküsü ve Lesbos adı ile Lezbiyen tartışmasına konu olan antik dönemin en ünlü kadın şairi Sappho’nun memleketidir Lesbos. 

Son Söz

Midilli adasına daha önce bir kez arkadaşlarım ile yelkenli ile gitmiştik. Ancak zamanımızın büyük bir bölümünü merkezde geçirmiştik. Bir gün adanın orta kesimlerinde araba ile dolaşmıştık. Ancak bu gidişimde anladığım Midilli’nin doğu ve kuzeyi mutlaka gezilmeli. Midilli Yunan adaları içerisinde en yeşil adalardan biri. Birçok Yunan Adası’nı gördüğüm için rahatlıkla ifade edebilirim, Midilli farklı, sıcak, keyifli zaman geçirebileceğiniz, dinlenebileceginiz, denize girebileceğiniz, isterseniz sadece hafta sonu isterseniz daha uzun kalabileceğiniz bir ada. Kendinizi hem yurt dışında, hem de kendi ülkenizde hissedebileceğiniz bir yer…