ANA SAYFA Blog Sayfa 21

Hanoi Gezi Rehberi: Vietnam’ın Kuzeyini Yaşatan Şehir

Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti’nin başkenti ve en kalabalık (7,6 milyon) ikinci kenti Hanoi. Ülkenin kuzeyinde Kızıl Nehir’in batı kıyısında kurulmuş. 1000 yılı aşan bir geçmişe sahip kent, 11-18. yüzyılda bağımsız Vietnam Krallığı’nın, Fransız kolonisi döneminde (1884-1954) ise Hindiçin (Kamboçya, Laos, Vietnam)’ın başkenti olmuş.

İkinci Dünya Savaşı’nda Japonya’nın işgali ile Fransa’nın koloni dönemi kesintiye uğrasa da 1945 yılından sonra yine kaldığı yerden devam etmiş. 1954 Cenevre Anlaşması ile Hindiçin ülkeleri bağımsızlığına kavuşurken, Vietnam on yedinci paralelden ikiye bölünmüş ve Hanoi, 1954-1976 yılları arasında Kuzey Vietnam’ın başkenti olmaya devam etmiş. Cenevre Anlaşması’na göre 1956 yılında yapılacak seçimlerin sonucunda ülkelerin birleşmesi kararlaştırılmış. Ancak seçimi Kuzey Vietnam’ın lideri Ho Chi Minh’in kazanacağı kaygısıyla Güney Vietnam seçime yanaşmamış. Kuzeyi destekleyen Vietkong gerillaları Güney Vietnam’ın lideri Ngo Dinh Diem’e karşı mücadele başlatmışlar. 1959 yılında ülkeden tamamen çekilen Fransa’nın yerini bu kez Amerika alarak “demokrasi getireceğim söylemi” ile önce danışmanları sonra askeri gücü ile Amerika yanlısı Güney Vietnam’a konuşlanmış.

Aslında zamanın doğu ve batı bloğu arasındaki çatışmanın sonucu olan hazin hikayenin devamını çoğunuz biliyorsunuz; Vietnamlılarca “Amerika Savaşı”, Amerikalılarca “Vietnam Savaşı” olarak adlandırılan 1965-1973 yıllarındaki Amerika ile Kuzey Vietnam arasındaki savaş 8 yıl sürmüş. Amerika (Fransa ve Japonya’ya karşı bağımsızlık mücadelesinden yorgun düşmüş, on yedi milyon nüfuslu, ekonomisi tarıma dayalı bu yoksul ve küçük ülkeye karşı), İkinci Dünya Savaşı’nda atılan bombanın üç katı bomba kullanmış, her türlü kimyasal silahı (zehirli portakal gazı ve napalm bombası ) denemiş, binlerce sivil ölmüş, doğayı katletmiş. Tüm bunlara rağmen Amerika yürütülen gerilla yöntemine karşı başarılı olamamış. Savaş hakkındaki manipülasyonları (My Lai katliamı, vb.) ortaya çıktıkça ve ölen asker sayısı yükseldikçe ülke içinde de giderek artan muhalefetin sonucunda savaştan çekilmek durumunda kalmış. Kuzey Vietnam’ın galibiyetiyle biten savaştan sonra 1976 yılında Kuzey ve Güney Vietnam yeniden birleşerek günümüzdeki Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti kurulmuş. 

Amerika’nın kullandığı kimyasal silahların yıkıcı etkisi uzun yıllar sürmüş, sonraki nesillerde de sakat insanların doğmasına neden olmuş.

Napalm bombasından kaçmaya çalışan 9 yaşındaki Kim Phuc’un fotoğrafı Vietnam Savaşı’nın simgesi olmuş. Fotoğraf,  Huynh Cong Ut (Nick Ut) tarafından 2013 yılında Ho Chi Minh’deki “War Remnants Museum” a bağışlanmış. Bugün Kim Phuc geçirdiği bir dizi ameliyat ve tedaviden sonra hala savaşın izlerini taşıyor ve barış elçisi olarak çalışıyor.

Vietnam Savaşını anmak için yapılan bir toplantıda  Kim Phuc’un “..o bombaları atan pilotla karşılaşsam, ona geçmişi değiştiremeyiz derdim. Ama bugün, yarın ve hatta sonsuza dek barışa hizmet etmek için elimizden geleni yapabiliriz!” sözünden ders almışa benziyor muyuz dersiniz?

Kanımca bu savaşın esas kazananı Hollywood olmuş; Vietnam Savaşı, film endüstrisine ve bir çok filme malzeme ve fon oluşturmuş, benim yaş kuşağımın Vietnam’a ilgi ve merakı ilk bu filmlerle başlamıştır. Eve Dönüş (1978), Avcı (1978), Müfreze (1986), Günaydın Vietnam (1987), Hamburger Tepesi (1987), Doğum Günü 4 Temmuz (1989), Bir Zamanlar Askerdik (2002). Şafak Harekatı (2006). Kızılderili filmlerinde olduğu gibi çoğu Amerikan  bakış açısından ele alınan ya da  bir tarafın dramını ve acısını ön plana  çıkaran bu filmler, savaşın öte yüzü ve doğruları hakkında soru işaretleri yaratmıştır.

İlk Uzak Doğu seyahatimde, çok merak ettiğim ve 10 yıl öncesine kadar gidebilmeyi hayal dahi edemediğim bu gizemli ülkeyi nihayet görecek olmak beni çok heyecanlandırdı. Hanoi’ye Cebu Pasifik Havayolları ile Filipinler Manila’dan uçtuk. Vietnam vize uyguluyor, ancak yeşil pasaport kullanmamız nedeniyle vize almamız gerekmedi. 2017 Şubat ayından itibaren 40 ülke için elektronik ortamda vize başvurusu imkanı getirilmiş, maalesef bu ülkeler arasında Türkiye yer almıyor. THY’nin Hanoi ve Ho Chi Minh’e düzenli uçuşları var.
Ulaştığımız saatte yeni ve modern görünümlü Noi Bai Havaalanı çok sakindi. 

Yanımıza gelen bir taksi şoförü şehir merkezine ulaşım için 20 Dolar istedi. Korsan taksi olabileceği şüphesiyle çekinik davranıp, önce turizm ofisinden bilgi aldık; Toplu ulaşım aracı otobüsün bu saatte bulunmadığını ve havaalanından merkeze taksi ücretinin yaklaşık 20 Dolar olduğunu öğrendik. Bu esnada şoför sürekli peşimizde ve bırakmaya niyeti yok.  Diğerleri de yaklaşmaya çalışınca ekmek parası derdindeki azimli taksi şoförünü tercih ettik, nitekim işini yapmaya çalışan birisiydi.

Havaalanından kent merkezi 25-30 dakika sürdü, geniş ve düzgün yollar modern bir kent ile tanışacağımızın ilk işaretlerini verdi.
Hanoi’de Gezilecek Yerler

Hanoi’de gezilecek yerler “Eski Kent” ve çevresinde yürüyerek görülebilecek mesafede toplanmış. Genelde yürümekle birlikte arada taksi kullandık. Öncesinde gideceğiniz yeri belirterek, fiyat konusunda anlaştıktan sonra taksiye binmeniz konusunda uyarırım. Turizme yeni açılan bir ülke olduğundan sektör dışındakiler pek İngilizce bilmiyorlar, ancak uyanık olanlar ellerindeki hesap makinesini kullanarak bir şekilde anlaşmanın yolunu buluyorlar.  İki kişilik “tricyle” lere binmek de keyifli olabilir. Hazırsanız “Eski Kent” turumuza başlayabiliriz.

Hanoi’yi Önce Video ile Gezmek İsterseniz.

‘Eski Kent’ deki binalar genel olarak “tünel” ev diye adlandırılan dar ve uzun bir biçimde inşa edilmiş. Nedeni eskiden verginin, evlerin caddeye bakan genişliğine göre hesaplanmasıymış. Bu kez, binalar arkaya doğru genişlemiş öyle ki diğer sokağın başına kadar uzanan binalar varmış.

Eski Kent’de konakladığımız Crystal Hotel’de bu şekilde bir tünel evdi. 

Sokak mutfağı oldukça yaygın, kaldırımlarda küçük tabureler üzerinde yemek yiyen çok fazla insan görüyoruz. Sanırım Hanoi’de yaşayan Vietnamlılar evlerinde yemek yapmıyorlar. 
Kentin ara sokakları çarşı ve dükkanlarla dolu ve bir dalarsanız zamanın nasıl geçtiğini fark etmiyorsunuz. Bütün zamanınızı buralarda geçirebilirsiniz. Hanoi’de görülecek çok yer var aman dikkat!

Yolumuzun üzerinde tanınmış ressamların reprodüksiyon eserlerinin satıldığı birçok resim galerisi görüyoruz. Doğal olarak özgün Vietnam resimleri daha fazla ilgimizi çekiyor.      

Geleneksel şapkasıyla tipik Vietnam kadını, kadınlar tarlada, sokakta ve hayatın her alanındalar.

Böyle ufak tefek ve incecikler, kıskanmamak elde değil. Koyu renkli olmak makbul sayılmadığından, tropikal iklimin güneşinden korunmak için genel olarak kapalı kıyafetler giyiniyorlar. 
Eski Kent’de bir meydan ve eski evler. Geçmişte askeri gücüyle ülkeyi ele geçiremeyen Amerika, günümüzde   KFC, Burger King  vb. şirketleri yoluyla bunu başarmış gözüküyor. 

Dien Bien Phu Caddesi, Ho Chi Minh Mozolesi’nin bulunduğu Ba Dinh Meydanı’na çıkıyor. Hanoi’de motosiklet kullanımı oldukça yaygın. Ancak güneyde  Ho Chi Minh kentini görünce bu yoğun motosiklet trafiğinin ne olduğunu anladık .

Bir yönüyle ülkenin kuzeyinden başlayarak güneyine inmemiz iyi oluyor. Son derece dinamik ve kalabalık bir kent olan Ho Chi Minh’den önce motosiklet trafiğine alışıp pratik yapıyoruz. Yaya kaldırımlarına kadar uzanan motosiklet selinin arasından nasıl geçmeyi başardığımıza hala inanamıyorum. Bu kadar fazla sayıda motosiklet kullanılmasının nedeni araba fiyatlarının alım gücünü zorlayacak kadar pahalı olmasıymış. Hoş bu trafikte araba kullanmak ta kolay olmasa gerek.

Askeri Müze, askeri amaçlı olarak inşa edilen gözlem kulesi Plag Tower’da cadde üzerinde.

Dünyada yıkılmadan kalmış Lenin Heykellerinden biri de Askeri Müze karşısında yer alıyor.
Yine aynı cadde üzerinde elçiliklere ait güzel binalar yer alıyor.
Ho  Chi Minh Mozolesi

Ho Chi Minh namı diğer Vietnamlıların Ho amcası, ülkenin Japonya, Fransa ve Amerika’ya karşı verdiği bağımsızlık mücadelesinin önderi ve Amerikalıların yenemediği nadir liderlerden biridir. 1954-1969 yılları arasında Kuzey Vietnam’ın Devlet Başkanlığı’nı yapmıştır. Hatta Vietnamlıların ulusal kahramanının mücadelesi Türkiye’yi de etkilemiş, meşhur “Ho Ho Ho Chi Minh iki üç, daha fazla Vietnam Ernesto’ya bin selam” sloganı bu dayanışmanın simgesi  haline gelmiştir.

Adı “aydınlatan insan” anlamına gelen Ho Chi Minh, öldüğünde yakılmasını vasiyet etmiş, ancak vasiyetini yerine getirmeyen  Vietnamlılar liderlerini mumyalayarak anısına bir anıt mezar yaptırmışlar. Anıtkabir’in kare şeklinde olanı diye tanımlayabileceğim anıt mezar, Ho Chi Minh’in 2 Temmuz 1945 tarihinde Vietnam’ın bağımsızlığını ilan ettiği Ba Dinh Meydanı’nda bulunuyor. 
Meydana ulaştığımızda saat 11’i geçtiğinden sadece dışından görebildik, nöbet değişim törenini izlemekle yetindik. Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri saat 8-11 arası ziyarete açık. Liderin cam içindeki mumyalanmış bedenini ziyaretin kuralları var; fotoğraf çekilemiyor, şapka, kısa şort ve etekle girilemiyor. Kurallara bakılacak olursa adeta bir ibadethane yaklaşımı sunuluyor.

Ho  Chi Minh Kompleksi
Kompleks; anıt mezar ve Ho  Chi  Minh Müzesi ile  bunların biraz ilerisinde geniş ve bakımlı bir bahçe içine dağılmış bulunan, Ho  Chi Minh’in Devlet Başkanlığı yaptığı dönemde yaşadığı ve çalıştığı  muhtelif yapıların toplamını kapsıyor.
Koloni  döneminde Hindiçin Valisi’nin ikamet ettiği tipik Fransız mimarisine sahip Başkanlık Sarayı, günümüzde Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti Başkanlığı Ofisi olarak kullanılmaktadır. 
Ho Chi Minh Başkanlık Sarayı’nı hiç kullanmamış, 1954-1958 yılları arasında gölün karşı kıyısında daha küçük evde yaşamış ve çalışmış.
Ho Chi Minh, 1958-1969 yılları arasında da aynı zamanda çalışma ofisi olarak kullandığı göl manzaralı bu ahşap evde oldukça sade bir yaşam sürmüş. 
Ho Chi Minh’in Devlet Başkanlığı dönemine ait arabalar.
Ho Chi Minh’in sabahları spor ve yürüyüş yaptığı Mango Yolu ve  mütevazı çalışma odası.
One Pillar Pagoda (Chuna Mot Cot) 

Ho Chi Minh Müzesi’nin arkasında yer alıyor. Kral Ly Thai Tong tarafından 11 inci yüzyılda yaptırılmış ve merhamet tanrıçası Kwan Yin’e adanmış. Saflığın sembolü Lotus çiçeğine benzeyen Tapınağın yapımı ilginç bir efsaneye dayanıyormuş.  Rüyasında merhamet tanrıçası Kwan Yin’in kendisini lotus çiçekli bir havuzun ortasındaki tapınağa götürerek kucağına bir bebek verdiğini görmesi üzerine eşi hamile olan kral, bu tapınağı  yaptırmış. Fransızlar ülkeyi terk ederken tamamen yıktıkları için şu anki Tapınak orijinali esas alınarak yapılan kopyası.

Quan Thanh Temple

Kral Ly Thai To (1010-1028) döneminde yaptırılarak,  Taoizm’in tanrılarından Huyen Thıen Tran Vo’ya adanan tapınak, Hanoi’nin dört kutsal tapınağından biriymiş. Hayatımda gördüğüm ilk tapınak olması sebebiyle benim için de bir kutsallık taşıyor.

West Lake (Ho Tay)

Hanoi’nin en büyük gölü. Göl çevresinde yürüyenler, dinlenenlerin yanı sıra, etrafında kafeler ve restoranlar var.

Tran  Quoc Pagoda’nın açılış saatine (13.30) kadar olan zamanımızı bu gölün kıyısındaki bir restoranda geçirdik. Yerel halkın geldiği restoranda limonata, yeşillik, papaya sosu ve unlu sosa batırılarak kızartılmış karidesten oluşan bir menü aldık. Vietnam’da ilk öğlen yemeğimizin lezzetinden memnun kaldık. Vietnam mutfağına ilişkin daha geniş bilgiyi genel Vietnam Rehberi yazımızda paylaşacağız.

Tran Quoc Pagoda
Batı Gölü’nün doğu yakasında yer alan, King Ly Nam De tarafından yapılan Tran Quoc Pagoda, 1500 yılı aşan tarihiyle Hanoi’nin en eski Budist tapınağıymış. Sonradan eklenen kulesiyle uzaktan kendine has farklı bir görüntüsü var. 2003 tarihinde tamamlanan 11 katlı kulenin her katındaki altı kemer içinde Buda Amitabha’nın heykeli bulunuyor.

İnsanlar ibadet ederken fotoğraf çekmek çok garip geliyor, kibar Vietnamlılar bu durumu kanıksamış görünüyorlar.

Bu güzel tapınaktan çıkarken küçük kaplumbağaların satıldığını gördük. Uzakdoğu’nun yemek kültürüne ilişkin ön yargı ile acaba kaplumbağaları yenmek üzere mi satıyorlar diye düşünerek satıcı kadına sorduk.

Kaplumbağaları dilek dileyerek göle atacaksınız dedi. Hayatımızda hiç kaplumbağa ile dilek dilemediğimiz için hemen birer bebek kaplumbağa satın alarak dileklerimizle göle attık. 

Bu arada göl kenarından ayrılırken küçük çocuklar gölde kaplumbağa avlıyorlardı. Bizim dileklerimizle göle attığımız kaplumbağalar birazdan başka turistlerin dileklerini yerine getirmek üzere tezgahlardaki yerlerini alarak mesailerine devam edecek gibi görünüyorlardı.

Temple of Literature (Van Mieu) Edebiyat Tapınağı

Ly Hanedanının üçüncü imparatoru  Ly Thanh Tong tarafından 1070 yılında yaptırılarak, bilgelere ve Konfüçyüsçü bilginlere adanmış. Çin’in Vietnam’daki derin kültürel etkisinin bir simgesi olarak kabul edilen Tapınakta, Ly Nhan Tong döneminde, 1076 yılında Vietnam’ın ilk ulusal üniversitesi olan İmparatorluk Akademisi (Quoc Tu Giam) kurulmuş.

1802 yılında Nguyen Hanedanı döneminde, Hue’nin başkent yapılmasından sonra İmparatorluk Akademisinin buraya taşınması ile önemi azalarak, bölge okulu haline gelmiş.

Beş avludan oluşan Tapınakta kaplumbağalı kitabelerin (günümüze ulaşan tek orijinal belgeler)  bulunduğu üçüncü avlu oldukça ilginç. Le Thanh Tong döneminde 1484 yılından itibaren üç yılda bir yapılan sınavlar sonucunda İmparatorluk Akademi’sinden mezun olan başarılı öğrencilere ait bilgiler (isim, doğum yerleri, vb.) bu kaplumbağalı kitabelere yazılmaya başlanmış.

Matematikçi Luong The Vinh, tarihçi Ngo Sy Lien, politikacı-diplomat Ngo Thi Nham bu okulun başarılı öğrencilerinden. Toplam 116 kitabeden  günümüze ulaşan 82 si, 2011 yılında UNESCO tarafından Dünya Belleği Listesi’ne dahil edilmiş.
Törenlerde kullanılan dördüncü avlunun çevresinde Devlete ait hediyelik satış ofisleri bulunuyor. Fiyatlar Eski Kent’teki dükkanlara göre daha makul, alışveriş yapılabilir.
Dördüncü avlunun hemen kuzeyinde ise halkın ibadet yeri Konfüçyüs Tapınağı var.

Tapınağa adını veren Çinli filozof, eğitimci ve politikacı Konfüçyüs (M.Ö.551-479)

Akademinin en önemli eğiticisi ve müdürü Chu Van An (1292-1370)
Tapınağın  bir diğer özelliği de geleneksel Vietnam mimarisini yansıtan en önemli yapı olmasıymış. Bu arada Tapınakta geleneksel kıyafetleri ile dolaşan güzel Vietnamlı genç kızlarla çektirdiğim fotoğrafı da paylaşmak isterim.
Saint Joseph Katedrali ile Hanoi Grand Opera House
Şehirde Fransız mimarisinin etkisi görülüyor. Fransız Kolonisi döneminden kalan Saint Joseph Katedrali ile Hanoi Grand Opera House bu mimarinin en önemli örneğini temsil ediyor.

Nha Chung caddesi üzerinde bulunan iki çan kuleli Roma Katolik Katedrali, 1866 yılında neo-gotik tarzda yapılmış. 1901-1911 yılları arasında yapılan Opera binasında ise Paris’teki Opera Garnier’den esinlenilmiş.

Hoan Kiem Lake (Geri Dönen Kılıç Gölü)

Şehrin çehresine ayrı bir güzellik katan bu göl tarihi bölgede, Eski Kent’in merkezinde yer alıyor. Efsaneye göre, Tanrılar İmparator Le Loi’ye istilacı Çinliler’i yenmek için sihirli bir kılıç hediye ediyor ve savaşı kazanmasının ardından gölde teknesi ile gezerken, gölden çıkan dev bir kaplumbağa imparatordan kılıcını geri alıyor. Göl de adını bu efsaneden alıyor.
Gölün güneyindeki  küçük adanın üzerinde bir kaplumbağa kulesi bulunuyor.

Gölün çevresinde halkın sabah sporunu yaptığı,  kentin gürültüsünden uzaklaştığı güzel bir park var. 

Ngoc Son Temple

Hoan Kiem gölünün kuzey yönündeki ada üzerinde kurulmuş Tapınağa  kırmızı korkuluklu köprüden geçilerek ulaşılıyor. 

 

Eskiden gölde dev kaplumbağalar yaşarmış. Tapınakta  bu gölde yaşadığı söylenen  dev bir kaplumbağa sergileniyor. Ejderha kutsal sayılan bir simge, yine kaplumbağa da kutsal sayılıyor ve şans getirdiğine inanılıyor. 

Tapınağın girişinde sırtında kılıç taşıyan kaplumbağa ve ejderha süslemeleri de  bu efsaneyi anlatıyor. 

Tapınak ziyareti sonrası gideceğimiz Hanoi’nin ünlü Su kuklaları gösterisine kadar Thang Long Puppet Theatre’nin yanındaki Vietnam Specialty Coffe’de soluklanıyoruz. Buzlu ve soğuk Vietnam kahvesi içerken bir taraftan meydanda dans edenleri izliyoruz. Havanın kararmasıyla birlikte kentin hareketliliği ve canlılığı daha da artıyor.

Thang Long Puppet Theatre 

Hoam Kiem Gölünün çok yakınında bulunuyor. Geleneksel Vietnam müziği eşliğinde su dolu bir sahne içinde balık tutma, kurbağa yakalama gibi günlük yaşamdan sahneler ile ejderha dansı gibi geleneksel konuların canlandırıldığı 1 saat süren oldukça keyifli  “Water Puppet Show” mutlaka izlenmeli. 14.00, 18.00 ve 20.00 saatlerinde olmak üzere bir günde 3 gösteri yapılıyor. Saat 20.00 deki gösteriye son anda bilet buluyoruz.

Böyle bir gösteriyi anlatmak yerine sizin için  kısa bir videosunu hazırladık.

Night Market

Tiyatro çıkışında gece pazarına uğruyoruz. Geniş bir alana yayılan kalabalık pazarda bir iki otantik eşya dışında çok kayda değer bir şey göremiyoruz.

Son Söz

Hanoi için 3 gün programlamıştık, Hanoi’de mutlaka görülmesi gereken Halong Bay’de bir gece kalmaya karar verince şehir içinde müzelere zaman kalmadı. Böylece bir kez daha gelme nedenimiz oldu! Ayrıca Kuzeye Sapa’ya gitmek ve doğada vakit geçirmek isterseniz daha fazla süreye ihtiyacınız olacak.

Geçmişi işgaller ve savaşlarla dolu Vietnam ancak, 40 yıldır silahların gölgesinden uzakta ve huzuru bulmaya çalışıyor. Bu bakış açısından değerlendirildiğinde, beklentilerimin üstünde bir kent ve ülke ile karşılaştığımı söyleyebilirim ki daha da gelişecek görünüyor. 1986 yılında “Doi Moi” olarak adlandırılan reform politikası ile devlet kontrolünde serbest pazar ekonomisine geçilmiş. Dışa açık ekonomiye geçilmesinin de getirdiği ivmeyle turizmin yükselen yıldızı olmaya aday.

Hanoi, Hue ve Ho Chi Minh kentlerine göre Vietnam kültürü ve yaşamını daha yoğun hissedebileceğiniz bir kent izlenimi verdi. Mütevazı ve güler yüzlü insanlarını sevdim.

Gölleri, tapınakları, muhteşem doğası, eski kenti, farklı kültürü ve insanlarıyla bu güzel kenti tanıyınca eminim siz de çok seveceksiniz…

 

 

Tirilye Gezi Rehberi: Mavi-Yeşil Doğa ve Tarih

Tirilye, yemyeşil bir  vadi içerisinde, masmavi Marmara Denizi kıyısında, tarihi milattan önceye uzanan, tarihi Rum evleriyle, Türkiye’nin en ünlü zeytinlerini yetiştiren, balık restoranlarında taze deniz ürünleri sunan, canlı, yaşayan, sevimli bir balıkçı  beldesi. 

Tirilye Marmara Denizi kıyısında, Mudanya’ya bağlı ve ilçeye sadece 12 km uzaklıkta, Mudanya’dan her yarım saatte kalkan dolmuşlarla da ulaşmak mümkün Tarihi M.Ö 5. yy dayanan Tirilye’nin ismine ilişkin iki öykü bulunmaktadır. Birisi İznik Konsülüne katılan üç din adamı piskoposlar tarafından aforoz edilmiş ve buraya yerleşmişler. Üçlü din adamlarına atfen Tirilye adını aldığı söylencesidir. Diğeri ise bölgede  barbun balığı bol bulunduğundan, latince kırmızı balık anlamına gelen Tirilye kelimesinden ismini aldığıdır. Bölge zeytin üretimi ve işlemeciliği ile ünlü olduğu için  adı 1963 yılında Zeytinbağı olarak değiştirilmiş, ancak 2011 yılında eski adına dönmüştür. 

Tirilye bir Rum köyü iken Kurtuluş Savaşı sonrası yapılan mübadele ile Rumlar buradan ayrılmışlar. Köyden göç edenler Yunanistan’da kendilerine aynı isim ile yeni Tirilye kurmuşlar.

Tirilye hakkında kısa bilgi verdikten sonra sıra gezimize geldi. İzmir Fotoğraf Sanatı Derneği ile beldeyi görmek ve fotoğraf çekmek için burada bir gün geçirdik. Belde küçük ancak tüm gününüzü dolu dolu geçirebiliyorsunuz. Taze balık ve deniz ürünleri yenip, tarihi evler kiliseleri ziyaret edip, güzel sokaklarda dolaşıp, akşam üzeri Çamlı Kahve’de çayınızı kahvenizi keyifle içebilirsiniz. Bu arada sokaklarda dolaşırken birbirleri ile sohbet eden köylü kadınlara sohbet etmek için de zaman ayırabilirsiniz. Gülen yüzleri ile sizi sohbete davet edebilirler. Tirilye’ye ulaşınca ilk olarak balıklarının ününü duyduğumuz için  güzel bir balık lokantasında taze balık ve kalamar yemeği tercih ettik. Deniz kenarında çok sayıda balık lokantası var. Lokantalar temiz, balıklar taze ve servis hızlı.

Pazar günü Tirilye halkı ailecek deniz kenarında dolaşıyorlar. Çocuklar neşe ile uçurtma uçuruyorlar. Tabi sokaklarda çok sayıda ziyaretçi var.
Deniz kenarından yukarıya doğru yürüyerek gezimize başladık. Önce çok sevimli bir hediyelik eşya dükkanında oyalanıp ufak tefek hediyeliklerden aldık. Biraz yürüyünce bizi tarihi Rum evleri karşıladı. 
İki katlı, üç katlı evlerin bazıları restore edilmiş.
Evlerin bazılarının kapılarının iki  yanında  pencere var. Herhalde kapıyı açmadan önce geleni görmek amaçlanıyordu.
Tirilye zeytinleri ve zeytin işlemeciliği ile ünlü olduğundan çok sayıda zeytin işleme yerleri ve yağhaneler yer alıyor. Tarihi bir işliğin önünde gelin ve damat poz veriyordu. Kendi fotoğrafçılarına poz verirken, birden karşısında kendilerine yöneltilmiş objektifleri görünce önce şaşırdılar sonra gülümseyerek  poz verdiler.
İlk ziyaret ettiğimiz yer Tirilye Fatih Cami. Aya Todori Kilisesi 1560 yılında yapılmış, sonradan Fatih Cami’si olarak çevrilmiş. Kilisenin girişinde Bizans sütun başlıkları ve  19 metre yüksekliğinde bir kubbesi bulunmaktadır. 
Caminin bitişiğinde Yavuz Sultan Selim tarafından yaptırılan bir hamam yer alıyor.

Caminin avlusundaki tarihi çeşmenin üzerindeki teknolojik ürünler pek bir garip duruyordu. 

Yönümüzü belirlemeden Tirilye’nin ara sokaklarına daldık. Yine evlere bakarak ilerliyorduk, Tirilye küçük bir yer asıl görmek istediğimiz tarihi binalar karşımıza çıkacak diye düşünüyorduk.
Yine de yol sormamız gerekiyor derken, karşımıza sevimli bir hediyelik eşya satan bir dükkan çıktı. Tesadüfen kapının önünde duran dükkan sahibine görmek istediğimiz yerleri söyleyip hangi yöne gitmeliyiz diye sorduk. Dükkan sahibi kendince çok güzel bir harita  hazırlamış. Dükkanın dışına görünen bir yere Tirilye rehberi çizmiş. Aşağıda bu resmi paylaşıyorum. Çok orijinal  bir harita.

Artık rotamızı biliyorduk aynı sokakta devam ettik. Karşımıza kocaman, tarihi bir bina çıktı.

Taş Mektep

Taş Mektep Tirilye’nin en görkemli binası. Sultan Abdülmecit döneminde Tanzimat Fermanı ile başlayan batılılaşma sürecinde modern okul inşa edilmesi amacı ile yapılan okullardan biri. Yapımına 1904 yılında başlanmış, 1909 yılında tamamlanmış. Kıbrıs Eski Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makorios’un da bu okuldan mezun olduğu söylenmektedir.  Kurtuluş Savaşı sonrası Rumların Tirilye’den ayrılması sonrası okul öksüz ve yetim öğrenciler için ‘Darü’l Eytam’ olarak açılmış.1925 yılında yatılı bölge okulu olmuş. 1957 yılında ise Tirilye Orta Okulu burada açılmış ve okul 1989 yılına kadar bu binada eğitime devam etmiş. Böylesine bir binanın boşaltılıp, kullanılmayarak yıkılmaya terk edildiğini görmek çok üzücü. Binanın önünde bir levhada okul hakkında detaylı bilgi var ancak niye boşaltıldığı ve ne yapılması düşünüldüğü konusunda bir bilgimiz yok. Bazı kaynaklarda binanın Uludağ Üniversitesi’ne devredildiği yazılmakta.

Aynı sokakta yine zamanında güzel üç katlı bir binanın penceresine Perili Ev olduğunu belirten yazı asılmış. Açıklaması da yapılmış.

Dündar Evi

Günümüzde Dündar Evi diye bilinen bina aslında Aziz Yuhanna Kilisesi, Rumlar dönemindeki kilise, Rum nüfus bölgeden ayrılınca özel mülk olmuş ve konut olarak kullanılmıştır. Böyle tarihi binanın nasıl özel mülk olabileceğini anlayamıyorum. Bina üç katlı, kemerli bir kapısı, ikinci katta büyük dikdörtgen pencereleri var. Üçüncü kat pencerelerinin üstleri kemerli. Bizim  bulunduğumuz dönemde evde yaşayan görünmüyordu. 

Kemerli Kilise, asıl ismi Panagia Pontobasillissa, duvarlarına tarihte ilk resim yapılan kilise diye biliniyor. daha fazla bilgi
 

Halkımızın tarihi eserlere verdiği değere örnek olarak: civarda oturanlar nedense çamaşır kurutmak için en uygun yer olarak  bu tarihi kilisenin duvarlarını bulmuş. Koltuğunu yıkadığı halısını buralara koymuş.

Yine tarihi çeşmenin yanındaki binanın estetik görüntüsü, üç katlı binanın sahibi evin içinde süpürgesini koyacak bir köşe bulamamış nedense. çeşmenin önünde saksılar, süpürgeler yer bulmuş.

Tirilye’yi sokak sokak gezip tarihi evleri, kiliseleri, camiyi gezdikten sonra tepeden masmavi Marmara Denizi’ni, Tirilyeyi seyredip, asırlık çınar ağaçları, çam ağaçları altında çayınızı kahvenizi içip gözleme yemek isterseniz Çamlı Kahve son durak oluyor. 
Yüksek, çevreye hakim bir tepe üzerinde manzaranın ve hafif esintinin eşliğinde dinlenme keyfi bizi bekliyor. Kahve pazar gününe ve güzel havaya bağlı kalabalığa sahip. Servis çok amatörce genç çocuklar koşturuyor ancak bir bardak çay için çok uzun süre bekleyebilirsiniz. İçeride köylü kadınlar gözleme yapıyor ancak siparişlere yetişemiyorlar. Yine de çaya, kahveye, gözlemeye takılmadan Marmara Denizi’nin turkuaz mavisi gözümüzü, gönlümüzü şenlendirdi.

Son Söz

Tirilye güzel, şirin bir belde. Halkı aydınlık ve güleryüzlü, sakin mutlu. Hafta sonu günübirlik veya bir gece kalmak üzere gidilebilecek tatil yeri. Mudanya’ya çok yakın ve aradaki yol virajlı olmakla beraber deniz kenarından yeşil ve mavi el ele güzel bir manzara içinde yolculuk yapıyorsunuz.

Cumalıkızık Gezi Rehberi: Bir Osmanlı Köyü

Cumalıkızık, tarihi 1300 yıllarına dayanan, Osmanlı’nın Bursa’da ilk yerleşim yerlerinden. Uludağ’ın eteklerinde ve UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde bir köy.

Osmanlı döneminde, Uludağ eteklerinde ve vadiler arasında yer alan köylere kızık köy adı verilirmiş. Cumalıkızık günümüze kadar korunmuş beş kızık köyünden biri, köyler özelliklerine göre isim almışlar. Değirmenlikızık, Derekızık, Fidyekızık ve Hamamlıkızık diğer dört köyün isimleri. Bu köy,  köylülerin cuma günü namaz için toplandıkları bir köy olduğu için adının Cumalıkızık olarak verildiği şeklinde değerlendirilmektedir.

Köye girişinde asırlık ağaçları ile gölgelenmiş, geniş bir meydan karşılıyor. Hediyelik eşya tezgahları meydanın iki yanına sıralanmış.

Meydana giriş yaptığımız yönün tam karşısında köyün tarihi evleri ve sokakları başlıyor.

Köyün evleri Osmanlı tarzı Türk evleri. Kerpiç, moloz taş ve ahşaptan yapılmış, cumbalı, pencereleri kafesli, çoğunlukla iki katlı, bazıları üç katlı, geniş bir kapıdan avluya giriliyor. Birinci katlarda ya çok az pencere var ya da hiç pencere yok.

Taş döşeli daracık sokaklarda yürüyoruz.  

Köyün tarihi dokusu ve mimarisi nedeni ile köyde tarihi filmler ve diziler çekilmiş. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu anlatan “Kuruluş” dizisi, Kurtuluş Savaşı’nı anlatan “Kurtuluş” ve bir dönem popüler olan “Kınalı Kar” dizisi bu köyde çekilmiş. Bu filmler ve diziler köyün tanıtımına çok katkı sağlamış. Köylüler de bu durumu köyün tanıtımı için yerinde kullanmışlar.

Cumalıkızık yerleşik 250 ev ile yaşayan bir köy. Bazı evler restore edilmiş, boyanmış, pansiyon, otel, restorana çevrilmiş, bazıları ise dokunulmamış durumda.

Bazı evler restore edilmiş, yemek ve içecek servisi yapılan yerler olmuşlar. Evler hafta sonu ziyaretçiler için süslenmiş, bezenmiş ve hazırlanmışlar.  

Belediye bir evi restore etmiş ve örnek bir Osmanlı evi olarak kullanılan eşyalar ile birlikte ziyarete açmış. Düşük bir ücret karşılığı ev gezilebilmektedir.

Evin döşenmesine ilişkin olarak bir konu tartışılabilir. İki odaya pirinç yataklar koyulup yatak odası olarak düzenlenmiş. Uzmanlık alanım değil, ancak kalabalık yaşamın olduğu Türk evlerinde odaların çok amaçlı kullanılmakta olduğunu biliyorum. Hangi dönemde evin iki odası yatak odası olarak ayrıldı acaba? Acaba zengin konaklarında böyle mi idi.

Evin avlusu da bir şeyler içilebilecek şekilde hazırlanmış.

Köye adım attığınız andan itibaren her yerde tezgahlarda yerel üretilen reçeller, yerel ürünler ve hediyelik eşyalar satılan tezgahlar görüyorsunuz. Ahududu reçeli özel. Köyde her yıl Ahududu Festivali düzenleniyor.

Cumalıkızık’ın köye yakışır mimarisi ile küçük ve tarihi camisi…

Köy hakkındaki kişisel görüşümü özetlemek istersem, tarihi Osmanlının kuruluşuna dayanan, Osmanlı sivil mimarisi mirası ve otantik görünümünü koruyan bir köyün varlığını duymak ve görmekten çok mutlu oldum. Tüm evler restore edilmemiş bile olsa tarihi bir köy görmek etkileyici. Cumalıkızık, tarihi dokusunun yanı sıra çok yeşil bir köy. Ulaşımı kolay; Bursa’dan dolmuşlar ile yarım saatte köye ulaşılabiliyor. Çevrede başka geziler sırasında programa alınabilecek 2-3 saat sokaklarında dolaşılıp, yerel lezzetlerin tadılabileceği güzel bir köy. Ancak sessiz, sakin ve sokaklarında kaybolacağınız bir yer diyemeyeceğim. Nedenini son değerlendirmemde açıklıyacağım.

Son Söz

Son yıllarda köy tanınmaya başlamış ve sokakta hafta sonu günübirlik gelen çok kişi görüyorsunuz. Bu durum köyün ekonomisine çok katkı sağlamış; kadınlar gözlemeler yapıyor, tezgahlarında ürünlerini ve hediyelik eşyalar satıyorlar.

Ancak köyde dolaşırken sanki yaşayan bir köyde değil, sanal bir film stüdyosunda dolaşıyor gibi hissettim. Çok fazla sayıda hediyelik eşya tezgahı, çok sayıda yemek içmek için yerlerin olması bu duyguyu uyandırdı. Hafta sonları sanırım bu görüntü hakim oluyor. Ayrıca sanki hafta sonu tüm köylüler evlerini yeme içme yerine çevirmiş, ya da tezgahını açmış. Bu durum doğal köy yaşamından uzaklaşmaya yol açmış gibi geldi. Belediyenin restoran sayısında ve tezgah sayısında bir denetim ve düzenleme yapmasının zamanı olduğunu düşünüyorum.  

Filipinler Gezi Rehberi: Adalar Ülkesi

Yedi bin adadan oluşan, doğası, güneşi, harika kumsalları, masmavi denizi ile çok uzak bir ülke idi bizim için Filipinler. Ama gezginler için uzak ülkeleri yakın yapmak çok olağandı.

Bir yaz günü üç arkadaş Katar Havayolları’nın promosyon Uzak Doğu biletlerini görünce aklımızın bir kenarında olan Filipinler gezisi kararını verdik. Filipinler için uygun zaman olan Şubat ayı için 22 günlük Manila gidiş dönüş bileti aldık, daha sonra bu 22 günün 7 gününü Ayşe’nin rüyalarının ülkesi Vietnam’da geçirme kararını verdik ve 15 günlük Filipinler programımızı hem güneş, deniz, adalar, hem de tarih kültür her yönden ülkeyi tanıyabileceğimiz bir gezi olacak şekilde programladık.

Filipinler’i çok sevdik. Tekrar tekrar gitmek isteyebileceğimiz bir ülke.

Niçin Filipinler
    • Halkı çok sıcakkanlı. Plajda otururken yanınıza gülerek yaklaşıp, hello maaaam…, yani madam diyerek sohbete başlıyorlar. Çok kibarlar sürekli madam, sir diye hitap ediyorlar. Güleryüzlüler, sakinler, rahatlar, yumuşak sesle konuşuyorlar. Uzun kaldığımız ülkede en çok halkını sevdim diyebilirim.
    • Diğer önemli konu ülkede herkes İngilizce konuşuyor. Taksi şoföründen, satıcısına, sokaktaki çocuğuna kadar. İngilizce kendi dillerinin yanı sıra ikinci resmi dil. Uzun yıllar İspanya sömürgesi olmalarına rağmen İspanyolca en yaygın kullanılan dil değil. Güneyde bir bölgede daha yaygın konuşuluyormuş. Hem sakin, hem konuşkan halk ile çok kolay iletişim kuruluyor. Ayrıca turizm sektöründe işlerini iyi yapıp, elde ettiği para ile yetiniyorlar. Turist kazıklamak için uğraşmadıklarını hissediyorsunuz. Manila’nın dışında kendinizi güvensiz hissetmiyorsunuz.
    • En önemlisi Türkler için vize istenmeyen bir ülke. 29 güne kadar vize almanız gerekmiyor. Daha uzun kalmak isterseniz orada başvuruyorsunuz.
    • Ucuz bir ülke. Konaklama ucuz, yiyecek ucuz. Ayrıca Türk Lirası Filipinler Peso’suna göre değerli. Bizim bulunduğumuz tarihte 1 TL 13 Peso ediyordu. bu nedenle ulaşımınızı, bizim yaptığımız gibi promosyon ile uygun fiyata alabilirseniz, sonrası ülke içinde harcamalarınız bir Avrupa ülkesine göre çok daha ucuz. Alışveriş yaparken, restoranda yemek yerken, turlar alırken kendinizi zengin turist gibi hissediyorsunuz. Bu duygu da yaşamaya değer.
    • Filipin yemeklerine alışamam diye korkanlar olabilir. Mutfakları Tayland kadar olmasa da zengin, öncelikle deniz ürünleri çok çeşitli ve ucuz, ayrıca sebze, tavuk et çeşitleri de bol. Sadece unlu mamulleri genellikle tatlı, ekmek ve tuzlu atıştırmalığı biraz aramak gerekiyor.
    • Doğa çok farklı, her bölgede farklı deneyimler, görüntüler gezinize ayrı bir heyecan katıyor.
    • Dikkat edilmesi gereken gitmeden önce çok detaylı program yapmak. Filipinler’e gidince nasıl olsa adalar ülkesi tekneler ile adalar arası ulaşım kolay olur diye düşünülmemeli. Mesafeler uzun, bazı adalar arası uçakla geçmek zorunda kalınıyor. Ara uçuşlar için biletler önceden alınırsa uygun fiyatlı bilet bulunabiliyor, son dakika biletler pahalı oluyor.
    • Filipinler’e ne zaman gidilir; diğer Uzak Doğu ülkeleri gibi en uygun zaman Kasım, Nisan ayları arası, Haziran Eylül arası, nemli, sıcak, yağmurlu, kapalı hava ve özellikle Filipinler’de fırtına ve tayfunla da karşılaşabilirsiniz.
    • Filipinler programına geçmeden biraz Filipinler’i tanıyalım.

Filipinler Pasifik Okyanusu’nun batısında bir Güneydoğu Asya ülkesi. Ülke üç ana kara parçasından oluşuyor. Kuzeyde Luzon, ortada Visayas ve güneyde Mindanao. Aslında ülke 7000’den fazla adadan oluşmakta, adaların 800’ünde yerleşim bulunmakta.

Filipinler 100 milyondan fazla nüfusu ile dünyanın en kalabalık 12. ülkesi. Halkın kökenlerinin Avustralya’dan gelen Negritolara dayandığı düşünülmektedir. 1521 yılında İspanyol İmparatorluğu’nun desteği ile buraya gelen Portekizli denizci Macellan’ın ülkeye gelmesinden sonra İspanyol sömürgeciliği başlamıştır. 1543 yılında ülkeye gelen İspanyol kaşif, İspanya Kralı’nın onuruna bu topraklara Las Islas Filipinas adını vermiştir. Ülke 300 yıldan fazla İspanyol sömürgesi olarak kalmış. 1898 yılında ise İspanya-Amerika Savaşı sonrası, İspanya 20 milyon dolar karşılığı adayı ABD’ye devretmiş. Amerika’nın hakimiyeti 1945 yılına kadar sürmüş ve 1946 yılında bağımsız Filipinler Cumhuriyeti kurulmuş.

Ulaşım
Filipinler’in başkenti Manila’ya İstanbul’dan sadece THY ve Phillipines Airline’ın direk uçuşu bulunuyor. Uçak biletimizi promosyonlu bilet olduğu için Katar Havayolları’ndan aldık. Uçak İstanbul’dan Katar’ın başkenti Doho aktarmalı Filipinler’in başkenti Manila’ya uçuyor. Doho’da bekleme süresi giderken 4 saat iken dönüşte 1,5 saat oldu. Aktarma bekleme süresi hariç İstanbul Manila arası yaklaşık 12 saat gibi uzun bir süre. Ancak Katar Havayolları uçakları rahat, servis güzeldi. Ayrıca Doho Havaalanı yeni, modern bir havaalanı.
Filipinler Programımız
Filipinler gezimizi özetlemeye başlamadan haritada rotamızı göstermek isterim. Manila’dan başlayan gezimizde önce kuzeye, sonra güneye adalara gittik. Gideceğimiz adaları dikkatli seçtik, sadece Bohol’u ulaşım ve zaman nedeni ile programdan çıkarttık. Bu genel yazımızda gezdiğimiz yerleri birer fotoğraf ve birer paragraf ile tanımladım. İlginizi çeken yerleri linklerde detaylı yazıları okuyabilirsiniz.

Filipinler gezimizde klasik güneş, deniz, ada tatili öncesi Manila’nın kuzeyine özel bir bölgeye gitmek istedik. Hiç pirinç tarlalarının Dünya Mirasları Listesi’nde yer alacağını düşünebilir misiniz? Biz de düşünemezdik. Ama 2000 yıllık özel teraslanmış pirinç tarlaları ve asılı tabutlar mutlaka görülecekler listesine alınmıştı bizim için.

Bize göre nerede ise dünyanın bir ucundan gelip yaşadığımız Banaue, Batad ve Sagada deneyimleri eşsizdi.

Manila’da uçaktan inip aynı gece 10 saatlik çok uzun bir otobüs yolculuğu ile Banaue’ye ulaştık. Burası pirinç tarlalarının olduğu küçük bir yerleşim yeri ancak son yıllarda çok turist çekiyor yeşil doğası, yürüyüş rotaları var. Ayrıca Batad ve Sagada’yı gezecekler için konaklama yeri.

Öncelikle Batad  Unesco Dünya Mirasları Listesi’ndeki pirinç tarlalarının ve şelalenin olduğu köy Banaue ‘e yarım saat uzaklıkta. Küçük kasabada 2000 yıl önce teraslanmış pirinç tarlaları içinden şelaleye uzun ve güzel bir yürüyüş yaptık.

Sagada ise yine Banaue’e iki saat uzaklıkta yemyeşil güzel bir kasaba. Asıl ilginci halkın ölülerini tabutları ile kayalara asıyorlar veya magaralarda saklıyorlar. 2000’li yıllara kadar bu gelenek devam etmiş. Sagada’da çok güzel bir vadide (eko vadi) de yürüyüş yaparak asılı tabutları gördük. Ayrıca yeraltı magarası gezdiğimiz yerler arasındaydı. Sagada birkaç gün konaklayıp magara gezileri, trekking ve rafting gibi sporların yapılabileceği bir kasaba…

İki tam günlük kuzey gezimiz sonrası yine gece otobüsü ile Manila’ya döndük. Artık güney adalar turumuz başlayacaktı. Manila’da gecelemeden havaalanından Coron uçağına bindik. Yolculuk 1 saat sürüyor. Coron Adası’nda otelimiz Discovery Otel bir adada yer alıyor. Otelimiz havaalanından transferimiz sağladı. Coron’da merkezde daha ucuza oteller bulunabilir ancak bizim oteli fiyatı, yeşilliği, sakinliği, restorandaki yemek çeşitleri ve uygun fiyatları ile önerebiliriz. Coron’da iki gece kaldık, ilk gün termal gezisi ve güzel bir restoranda akşam yemeği ile geçirdik. İkinci gün tüm gün tekne turu yaptık. Snorkel ile dalarak rengarenk resifleri, balıkları yakından görmek çok farklı bir deneyimdi. Twin Lagun’da yüzdük. İncecik kumlu plajlarda güneşlendik, hem de şubat ayında. Doğa harikası Kayangan Gölü’nün zümrüt yeşili suyunda yüzdük. Coron’da daha uzun kalınarak, daha çok tura katılıp, su altı batık gemileri, diğer doğal güzellikler görülebilir.

Coron Adası’ndan hızlı tekne ile El Nido‘ya geçtik. El Nido küçük bir balıkçı kasabası, ancak Filipinler’in en gözde yerleri arasında. El Nido’da yine tekne turu ile karstik oluşumlu kayalar arasında, lagunlarda, özel plajlarda yüzdük, magaralar gördük. Küçük balıkçı kasabası sokaklarında dolaştık, güzel deniz ürünleri yedik, kasabanın hem doğallığı, hem huzurundan çok etkilendik.

El Nido’dan bir minivan kiralayarak Puerto Princesa Yeraltı Nehri ne ulaştık. Dünya’nın yeni yedi doğa harikaları arasında ve dünyanın en uzun ikinci yeraltı nehri ve magaraları görülmeye değer.

Puerto Princesa’dan Manila aktarmalı uçuşla Boracay‘a gittik. Boracay Filipinler’in gözde, lüks, popüler adası. Küçük adada her türlü deniz sporlarını yapabilirsiniz, ya da hiçbir şey yapmadan, dünyanın en iyi plajları arasında yer alan dört kilometre uzunluğundaki pudra gibi incecik kumlu ‘White Beach’ te uzanıp, plajın ortasında masaj yaptırabilirsiniz.

Filipinler adalar turumuzda son durağımız Boracay’dan Vietnam’a uçtuk, Vietnam’da bir haftalık tatil sonrası Manila‘ya döndük. Kuzey ve adalarda görmek istediğimiz yerleri tamamlamıştık. Büyük ve kaotik şehir ilgimizi çok çekmiyordu, ama başkenti görmeden olmazdı. Manila’ya iki gün ayırdık. Bu sürede Manila’nın kale içindeki tarihi şehri, Intramudos’u ve zengin bölgesi Makati’yi detaylı gezdik.

Son Söz

Filipinler gezisi, adalarda klasik bir güneş ve deniz tatili gibi düşünülebilir, ancak tüm tatil boyunca her bölgede karşılaştığımız farklı dogal güzellikler ve aktiviteler bizi sürekli dinamik tuttu ve her yeni güne büyük merak ve heyecanla başladık.

Filipinler doğası, tarihi, kültürü, zenginliği, fakirliği ile görülesi bir ülke. Uzak olsa da ulaştığınız an sizi sarıp sarmalayan hele Türkiye’de kış mevsiminde sıcacık bir iklim sunan ülke. 

 

 

Türkiye’deki Mozaik Müzeleri

Renkli küçük taş parçalarının bir araya gelip bir öykü resmetmesi, o resimlerle yüzyıllar öncesinin insanlarını, yaşamlarını, efsanelerini bugüne iletmeleri, önce bir hayranlık sonra merak uyandırdı bende. Bunda en önemli pay da,  çok sevdiğim ve sık sık gittiğim Hatay’daki, (o zamanlar) nehir kıyısındaki,  ufak bir binada olduğu halde, hakkında ‘Dünyanın ikinci büyük mozaik müzesi’ denilen (doğruluğu kimin umurunda) Hatay Müzesi’nin… Bazen bir Yunan-Roma tanrısının hercailiği, bazen bir gladyatörün ölüme yakın bakışı, mozaikler aracılığıyla yüzyılları aşıp bugüne ulaşmış. Öte yandan benim için, o minik renkli taşların bir araya gelip bir bütün olmaları, çok çeşitliliğin insan hayatını nasıl renklendireceğinin, zenginleştireceğinin bir kanıtı. O küçük, bir tarafı düzleştirilmiş, bazıları neredeyse saydam o küçük taşlar, sadece eski dönemlerin estetik anlayışını açıklamıyor, bugüne uzanıp (ilgilenenlerin) hayatlarını renklendiriyor.
Mozaik, antik Yunan-Roma uygarlığından miras kalan bir sanat. Ama tuhaftır; antik dünyada Yunan uygarlığının doğal uzantısı olarak kabul edilen Anadolu’nun batı kıyılarından ziyade (İstanbul’daki küçük müze hariç), daha çok güney-doğuda mozaik eserler çıkarılmış. Mozaik süslemeciliği, bir çok tarihi eserde uygulanmış bir yöntem ama burada sadece mozaiklerden oluşan müzeleri, en azından  mozaik eserlere kapsamlı bir bölümün ayrıldığı müzeleri esas aldım.  
Mozaik, antik Yunan-Roma uygarlığından miras kalan bir sanat. Ama tuhaftır; antik dünyada Yunan uygarlığının doğal uzantısı olarak kabul edilen Anadolu’nun batı kıyılarından ziyade (İstanbul’daki küçük müze hariç), daha çok güney-doğuda mozaik eserler çıkarılmış. Mozaik süslemeciliği, bir çok tarihi eserde uygulanmış bir yöntem ama bu yazıda sadece mozaiklerden oluşan müzeleri, en aından  mozaik eserlere  kapsamlı bir bölümün ayrıldığı müzeleri esas aldım. 
İnternetten yaptığım araştırmada,  Türkiye’de bu sınıflamaya uyan 7 mozaik müzesi olduğunu öğrendim. Biri Hatay’daki; oradaki mozaikleri defalarca gördüm. Gerçi daha sonra ayrıntılandıracağım üzere, Müze yeni yerine taşındı; şu an mozaik bölümünün yine çok hacimli olduğu bir arkeoloji müzesi kapsamında. Türkiye’deki mozaik müzeleri şunlardır.
  • Gaziantep Zeugma Müzesi
  • Gaziantep Arkeoloji Müzesi
  • Hatay Mozaik Müzesi
  • Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi (Amazonlar Villası) 
  • Adana Misis Mozaik Müzesi 
  • Mersin Narlıkuyu Mozaik Müzesi  
  • İstanbul Büyük Saraylar Mozaik Müzesi

Anlatacağım üzere Zeugma Müzesi ve Gaziantep Arkeoloji Müzesi’ni daha önce görmüştüm. Mart 2017 yılında yaptığım bir gezide Zeugma Müzesini tekrar görme fırsatım oldu. Gaziantep Arkeoloji Müzesi ise tadilattan dolayı kapalıydı. Ancak zaten Zeugma Müzesi kurulurken Arkeoloji Müzesindeki mozaiklerin çoğunun bu yeni yere aktarıldığı söylenmekte. Zeugma Müzesi açılmadan önce de gittiğim Arkeoloji Müzesindeki mozaikleri görmüştüm ama son durumda Arkeoloji Müzesinde hangi tablolar kaldı veya hepsi nakledildi mi, bilemiyorum.  Arkeoloji Müzesi açılınca göreceğiz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Şanlıurfa Mozaik Müzesi, İstanbul Büyük Saraylar Müzesi ve Mersin Narlıkuyu Mozaik Müzesini de 2017-Mart ayında ziyaret ettim; izlenimlerim bu yazıda… 

Elbette Adana Misis Mozaik Müzesi’ne de gittim. Burası Adana-Ceyhan yolunda, Adana’ya 26 km uzaklıkta bir yer. Ana yoldan ayrılıp Misis beldesine ulaşmanız gerekiyor. Ben Adana’dan taksiyle gittim, sırf bu Müze’yi görmek için. MS 4 yüzyıla tarihlenen bir tapınağın tabanında yer alan  ve Nuh Tufanını konu edinen bir pano olduğunu öğrenmiştim. O kadar zor ulaştığım Müze’nin kapısına gittiğimde kapalı olduğunu gördüm, meğer Adana’da yeniden düzenlenen Arkeoloji Müzesi’ne taşınıyormuş. Ne zaman, belli değil…  Müzenin kapalı olduğu konusunda da, Turizm Bakanlığı’nın ya da Müzenin web sayfasında da hiçbir bilgi yok. 

Neyse, mozaiklere ayrılmış müzeleri sizlerle paylaşayım istedim. Yazı kapsamı 2017-Mart ayı itibariyle açık olan müzeleri içermekte. Eksikleri olabilir. Hatırlatmak isterim; ben bu konunun uzmanı değilim, teknik açıklamalar ya yok, ya da alıntı… Müzeleri önem sırasına göre sıraladım; tabii ki kişisel bir sıralama. Aslında Hatay Müzesi benim için çok özel, bunu söyledim. Ama burada, müzenin kapsamının tamamen mozaik üzerine olup olmaması, mozaiklerin hacmi, konu çeşitliliği, bütünlüğü-yıpranmışlığı gibi kriterlere göre değerlendirme yaptım. Bu durumda Zeugma Müzesi önceliği aldı. O zaman gezimize Zeugma Müzesi’nden başlayalım.

Zeugma Müzesi

Gaziantep’in Nizip ilçesinde Fırat kıyısındaki barajın, sular altında bırakacağı alanlarda yapılan arkeolojik kazılar, fevkalade bir müzenin doğmasına neden olmuş. 1999 yılında yoğunlaşan kazı çalışmaları sırasında, tesadüfen Gaziantep’te olduğum için kazı alanını ve bazı mozaikleri grme şansım olmuştu. 

Daha sonraki gezilerimde de  Gaziantep Arkeoloji Müzesine yerleştirilen mozaik panoları görmüştüm. Ama bu mozaiklerin taşındığı yeni Zeugma Müzesi’ni görmemiştim. 09.09.2011 tarihinde, Şehir girişinde,  Hacı Sani Konukoğlu Bulvarında açılan yeni Müze, hem tasarımı hem alanı ile, mozaiklerin hakkıyla sergilenmesi açısından gerçekten büyüleyici. Müze Nisan-Ekim döneminde 9-19, Kasım-Mart döneminde 9-17 saatleri arasında açık ve giriş 15,-TL…
Müze’de, Fırat kıyısında yer alan Zeugma antik kentindeki villalardan çıkarılan taban ve duvar mozaik döşemeleri sergilenmekte… Mozaiklerin çıkarıldığı villalar, Okeanos, Zosimos, Menad, Giyoşlu, Dionysos, Poseidon, Euphrates villaları; mozaikler genelde MS 2-3 yüzyıla tarihleniyor…
Zeugma, MÖ 300 yüzyılda Büyük İskender tarafından Selevkia Euphrates adıyla kurulmuş. Romalı komutan Pompeius MÖ 64 yılında kenti I.Antiachos’a vermiş. Kommagene Krallığının 4. Büyük şehri olan kent, MÖ 31’den itibaren Roma İmparatorluğu’na bağlanmış ve ‘köprü, geçiş’ anlamına gelen Zeugma adını almış. İşte bu bölgeden çıkarılan mozaikler, Mars heykeli ve kil mühürler Müze’ye taşınmış.
Ayrıca mozaik döşemeleriyle beraber yeniden kurulan MS 3 yüzyılına ait Roma Hamamı da Müzede görülebilir.
Müze’nin yanı sıra, Fırat kıyısındaki kazının yapıldığı yerde 400 ton demirle kurulan çadır içinde Dionysos ve Danae villaları da görülebilir. Burası, villaların konumu ve yapısını kafanızda canlandırmak için görülmeye değer bir yer, ayrıca bazı villaların mozaikleri de duruyor. Giriş ücretsiz.

Mozaikler genelde Yunan-Roma mitolojisinden sahneleri, tanrıları ve tanrıların maceralarını içermekte… Eros (Aşk) ve Physke (Ruh)’nin aşkı,  Venüs’ün doğuşu, 10 kişinin yer aldığı Dionysos’un Ariande ile düğünü, Akhilleus’un Troya Savaşına katılması için ikna edilmesi, Danae ‘nin oğlu Perseus ile Kral Kepheus’un kızı Andromede’nin aşkı, Zeus’un boğa kılığına girip Suriyeli Europa’yı baştan çıkarması gibi mitolojik efsaneler yanında bereket tanrısı Demeter, Yunuslu Eros, Poseidon- Oceanus-Tethys, Metiokhos ve Partherope, kadınlar karşısında aciz kalan erkeklerin simgesi olan tanrı Akratos, Fırat Nehri Tanrısı Euphrates, Fırat Nehri Kralı Akheloos’da mozaiklerde resmedilen tanrı ve kahramanlar.  Ancak genelde tablonun ortasına yerleştirilen esas tablonun çevresindeki bordürler de dikkatten kaçmamalı… Saç örgüsü, hasır, dalga, noktalama, çiçek, yaprak veya geometrik desenlerden oluşan bu kısım da çok etkileyici; hatta bazen bunlar başlı başına bir tablo oluşturmakta. Bu tür desen içeren konusu olamayan tablolara, bütün mozaik müzelerinde rastlanabiliyor. Baş döndüren sarmal desenler, üç boyutlu bir şekilde düzenlenen sütunlu tablolar, bu tür panoların şahikalarından.
Bazı müzelerde sık sık karşımıza çıkan aynı konular var, hatta bazıları farklı yerlerde, neredeyse aynı şekilde resmedilmişler. Mesela şarap ve bağ bozumu tanrısı Dionysos, sarhoş haliyle, bir çok müzede karşımıza çıkan bir figür (Deniz tanrısı Oceanus ve tanrıçası Tethrys figürleri farklı müzelerde, neredeyse aynı biçimde tasvir edilerek çok sık rastladığım mozaik tablolar). Genelde panolarda Dionysos, yaka bağır açık, hatta neredeyse çıplak, mainadlar ve satirler tarafından kör kütük sarhoş halde taşınırken resmedilmiş. Dionysos adına düzenlenen şenliklerde şaraplar sel gibi akarmış, haliyle sarhoşluk da konunun muhteviyatında bir durum, hatta buradan yola çıkarak Dionysos insanın yoldan çıkmasını da temsil ediyormuş, bu nedenle böyle resmedilmesi normal…  Üzümdü, şaraptı diye düşününce bir yandan kendisiyle kanka olabilirmişim gibi geliyor bana ama tabii bir tanrının böyle perperişan, yarı çıplak, satirlerin, hatta  şenliğe katılan hanımkızların kollarında küfelik olarak taşınması da hoş bir manzara değil. Gerçi, kendi içiyor kimseye zararı yok, hem ölümsüz olduğu için karaciğer sorunu da yok. Peki ya o Zeus’a ne demeli, yok boğa olur, yok kuğu olur, genç kızların ırzına geçer… Bu arada Zeus’un maceraları da mozaik tabloların sık kullandığı konular arasında.
Müzedeki ilginç bir pano da, Zosimos villasından çıkarılan, MS 2-3 yüzyıla tarihlenen ve üstünde mozaikle ‘Synanstosai’ yani ‘Kahvaltı Sofrasındakiler’ yazısı bulunan tablo. Üç kadın, iki genç kızın bir masa etrafında gösterildiği tablo, Menander’in bir komedisine atfedilmiş. Benzer mozaik tablolar, Napoli’de ve Yunanistan’da da bulunmuş.
Ve tabii Çingene Kızı tablosu… Karanlık labirentlerle girilen ve etkili bir şekilde aydınlatılmış tabloda, yüzyıllar ötesinden yüzümüze yüzümüze bakan kaplara gözlerden etkilenmemek mümkün değil. Mona Lisa tablosunda da kullanılan teknikle hangi açıda olursanız olun, size bakan bir durumda. Zeugma kazıları başlamadan 1992 yılında Menad villasından çıkarılmış. Kime ait, belli değil. Büyük İskender’in portresi olduğu bile iddia edilmiş, asma yapraklarından dolayı tanrı soylarının çıktığı ilk element olarak görülen ve erkek element olmadan çevresini saran gök, dağ ve denizi yaratan yer tanrısı Gaia olduğu ileri sürülmüş ama benim en çok hoşuma giden yorum, sıradan bir çingene kızı olanı…  Başındaki şeffaf örtüden çıkan siyah saçları, kara gözleri, çıkık yanakları, dolgun dudakları ve  küpeleri ile daha Zeugma kazıları başlamadan çok önce hayatımıza giren o yüz, bugün Gaziantep’in de sembolü gibi…
Bu sefer gittiğimde (Mart-2017) Müzenin bir bölümü kapalıydı ama birkaç kez gördüğüm için ben eksikliğini hissetmedim. Belki de o bölümdeki eserler de, açık tarafa taşınmıştı.
Bu görsel şölenden sonra, Müze’nin üç sokak arkasında (bulvara paralel olarak) Halil Usta’ya gidip bir de gastronomik şölen çekebilirsiniz. Hali tavrı ile bir esnaf kebapçısı ama yemeklerin haklı şöhreti, mahalleleri, şehirleri aşmış… Siz gidin oturun, gerisini onlar hallediyor. Hem makul fiyatlı, hem lezzetli.

Hatay Arkeoloji Müzesi

Ben, mozaik müzesi kavramını ilk bu Müze’de duydum, bir de bu Müze’nin ilk yerinin insanı kendine çeken bir havası vardı (Müzenin şimdiki hali ise çok muhteşem, o ayrı tabii). O nedenle burası benim en çok sevdiğim müzelerin başında gelir.
Hatay’da bilimsel kazı çalışmaları 1932 yılında başlamış, o yıllarda Fransız idaresinde bulunan kentte mimar Michel Ecocherde tarafından hazırlanan bir projeyle çıkan eserlere göre bir müze hazırlanmış, mozaik müzesi olarak planlanan binanın yapımına 1934 yılında başlanmış, Hatay Devleti zamanında tamamlanmış, düzenlemesi uzun sürdüğünden 23 Temmuz 1948’de Hatay’ın Türkiye’ye katılışının onuncu yıl kutlamaları sırasında ziyarete açılmış. Müzenin genişletilmesi için yapılan ek inşaat da 1974’te tamamlanmış.
Antakya ve çevresinde, Harbiye, Narlıca, Güzelburç, Samandağ gibi yerlerde yapılan kazılarda elde edilen tarihi eserlerin sergilenmesi için açılan Müzenin ilk yeri, Asi Nehrinin kenarında, şehir parkının hemen yanında. Gerek parktaki, gerekse müze bahçesindeki ağaçlar, özellikle turunç ağaçlarının rahiyası, özellikle bahar aylarında burayı cennet bahçesi haline sokuyordu. Ağaçlar, bahçede sergilenen eserler, nehir; hepsi birden Müze’nin etkisini arttırıyordu. Ama küçüktü; ek bina yapılsa da 8 sergi salonlu 1140 m2’lik bu Müze, kendi zenginliğini sergilemekte yetersizdi. Bu nedenle burası 28.12.2014 tarihinde, St. Pierre Kilisesi’nin yakınında çok daha büyük, modern bir yere taşındı; 32.784,16 m2 oturum alanı ve 10.700 m2 sergi alanı olan, 1.340 m2’lik mozaik tablonun sergilendiği müthiş bir müzeye dönüştü.  Müze pazartesileri kapalı, kış döneminde 8-16.30, yaz döneminde 9-18.30 saatleri arasında açık ve giriş 8,-TL. Burası sadece mozaik müzesi değil, taşdevrinden İslam uygarlığına kadar uzanan bir dönemi kapsayan eserleri de barındıran bir yer. Ama yazımızın konusundan dolayı, odak noktamız mozaikler… Buradaki mozaikler MS 1-5 arasına tarihlenmişler ve hepsi taban döşemesiymiş.
Mozaik panoların ortasında genelde, mitolojik olaylar ya da tanrılar,  kişilerin portreleri veya gündelik olaylar betimlemesi varken çevresi  örgü, hasır ya da geometrik desenlerle bordürlenmişler. Müzenin en eski tarihe ait panosu, Roma döneminden MS 1 yüzyıla ait dalga motifli çakıl desenli bir tablo. Yunan mitolojisini konu edinen MS 3 yüzyıla tarihlenen  ‘Psykhe ve Eros’ ve ‘Apollo ve Dafne’ gibi tablolar yanında, mitolojik tanrı ve kahramanları esas alan tablolar da var, Okeanos Tethy, MS 2 yüzyıla ait genç Sartyros, MS 3 yüzyıla ait Hermaphroditler, MS 2 yüzyıla ait  avlanan amazonlar, MS 2 yüzyıla ait Narkisos panoları gibi…  Okeanos Tethy ve Sarhoş Dionysos ise en çok işlenen temalar; aynı tablolar Zeugma Müzesi’nde de mevcut… Bu arada Avlanan Amazonlar tablosu, Şanlıurfa Müzesinde ‘de var, ama buradaki diğerinden 2 yüzyıl sonra yapılmış. 
Ayrıca hokkabazlar, perilerin eğlenceleri, sporcu ya da önemli kişilerin portreleri, hatta Yunanistan’daki Ladon ve Psalis nehirleri de Müze’deki tablolar… Av sahneleriyle çevrelenmiş büyük ruhun (megalopsykhia) konu edildiği tablo da dikkat çekici. Mısır tanrıçası İsis’in konu edildiği panolar da dönemin kültür etkileşmesi açısından ilginç. Bazı tablolar ise baya bir müstehcen; MS 2 yüzyıla tarihlenen ‘bahtiyar kambur’, öyle duvara asayım da baktıkça bakayım, denecek cinsten bir tablo değil, kamburumuz beline taktığı bir kemer dışında anadan üryan… Acaba bu tablo ne tür bir yeri süslüyordu?
Hatay Müzesi, sadece mozaikler açısından değil, başka eserler açısından da dikkat çekici. Özellikle Hitit kralı Şuppiluliuma heykeli mutlaka görülmeli. Bir başka görmeden geçilmemesi gereken eser de, Babil kentlerine yönetim kurallarının yazılı olduğu kitabe; eserin bilgi yazısında ise, ‘Bu kuralların Tevrat’a dayanak oluşturduğu düşünülmektedir’ yazmakta…
Hatay ile ilgili bir haber; aynı bölgede yapılmakta olan bir otelin temel kazıları sırasında bulunan geniş  bir mozaik döşeme, söz konusu otel bünyesinde camlı taban yapılarak sergilenecekmiş… Merakla bekliyorum; beklerken de Asi’ye karşı  künefe yemeli…

Amazonlar Villası – Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi
Amazonlar Villası, Şanlıurfa Müzesi’nin hemen yanında, ayrı bir binada olduğu halde Şanlıurfa Müzesi’nin bir bölümü olan bir yer. Şanlıurfa ve çevresinde yapılan kazılarda bulunan mozaik panoları sergilenmekte. Şanlıurfa Müzesi, Nisan-Ekim döneminde 8-19, Kasım-Mart döneminde 8-17 saatleri arasında açık, pazartesileri kapalı ve giriş 8,-TL… Şehir içinden Müzeye ulaşmak karışık gibi görünebilir ama Balıklı Göl’ün oradaki Rizvaniye Camii’nin bitiminden şehre doğru yürürseniz (sağınızda mağara evler kalarak) Müzeye ulaşabilirsiniz. Şehir içinden yerine şehir mezarlığı arasından geçerek varabilirsiniz. Müze karşısında şehrin en büyük alışveriş merkezi bulunmakta.
Müze’nin ana teması, Haleplibahçe’deki Amazonlar Villası diye adlandırılan yapının Tablium odasında çıkarılan eserler; iç avlu ve bir salon etrafında dizilen odacıklardaki MS 5-6 yüzyıla tarihlenen mozaik tablolar yanında , Alanyurt, Harran, Yukarı Göklü, Duybuk, Mağaralı, Aşağı Başak, Yolbilen gibi, çevredeki başka kazı alanlarından çıkarılan eserler de yer almakta. Müzenin ana bölümünde yer alan panoda, Müze’ye adını veren Amazonların avlanma sahnesi yer alıyor, Amazonların çevresinde devekuşu ile köpeğin mücadelesi, yaralı aslan, Eros’un av sahnesi gibi sahneler de var. Aralarda zebra ile adam, aslan figürü gibi sahneler de yer almakta. 
Müzenin girişinde Akhielleus’un hayatından kesitleri tasvir eden bir pano ile karşılaşıyorsunuz. Sonra şehirlerin ve yapıların koruyucusu Ktisis büstü yer almakta. Müzenin en dikkat çekici parçası ise, yurtdışına kaçırıldıktan sonra önce İstanbul Arkeoloji Müzesine, sonra Şanlıurfa Müzesine getirilen Orpheus Mozaiği; panoda Frig başlığı takan Ozan, bir tarafında etobur, bir tarafında otobur hayvanlar arasında lir çalarken betimlenmiş… MS 194 yılına ait olan tablo, Müze’deki en eski eser olup ayrıca üstünde yapan sanatçı ismi (Bar Saged)  ve Süryanice yazılar bulunmakta. Müzedeki mozaikler arasında yer ve duvar panoları yanında, kapı ve mezar süsü olarak tasarlanmış mozaikler de bulunmakta.

İşin açığı, yolunuz Şanlıurfa’ya düşerse, Arkeoloji Müzesi mutlaka görülmesi gereken bir yer ama Müze’nin önemi, mozaiklerinden daha çok Göbeklitepe’de sürdürülen kazıda çıkarılan, belki de dünya tarihini değiştirecek bulgulardan geliyor.  Dünyanın  bu ana kadar bulunan en eski tapınağının replikası mutlaka ilginizi çekecektir 

Şanlıurfa’nın müzesini, mozaiklerini gördünüz, peki çiğ köftesini tatmayacak mısınız; çiğ köfte, Ömer Usta’da yenir. Yok, acıyla işim olmaz derseniz, Gökçin’de bir baklava size iyi gelecektir.
İstanbul Büyük Saraylar Mozaik Müzesi

İstanbul’da Sultan Ahmet Camii’nin hemen arkasında yer alan Arasta Çarşısının ortalarından girişi olan Büyük Saraylar Mozaik Müzesi, pazartesi hariç her gün 9-17 saatleri arası ziyaret edilebiliyor, giriş bedeli 15 TL. Büyük Saraylar Mozaik Müzesi 1953 yılında İstanbul Arkeoloji Müzesine bağlı olarak kurulmuş, 1979 yılında Ayasofya Müzesine bağlanmış. Müze, Bizans İmparator Saraylarının döşemesinde kullanılan mozaikleri barındırmakta.  İmparator Konstantin, MS 328 yılında başkent ilan ettiği Konstantinopolis’te, bugünkü Sultanahmet civarında, meydandan sahile kadar inen kısımda  Palatium Magnum (Büyük Saray)’u yaptırmış; daha doğrusu başa geçen her imparator ekledikleri yeni bölümlerle taraçalar halinde Sarayı, Marmara Denizine kadar genişletmiş. Saray Tepesi olarak adlandırılan bu bölge, aslında burada hüküm süren her uygarlığın yönetim bölgesi olmuş. 11 yüzyıla kadar kullanılan Saray, ilk olarak İmparator Konstantin zamanında yan yana inşa edilmiş, ayrı ama birbiriyle bütünlüğü olan avlular, taht salonları, arzhaneler, kiliseler, dua odaları, kuyular, kütüphanelerden oluşmaktaymış. Araştırmalara göre denize kadar inen altı terastan oluşan Saray, zaman içinde eklenen Bukoleon Sarayı, Blakhernai Sarayı gibi yapılarla genişlemiş. Saray kompleksinin kuzey doğusuna denk gelen ve sarayları birbirine bağlayan  ortası açık sütunlu ve revaklı  avlu (Peristy) ise, bugün karşısında durduğumuz mozaiklerin kaynağı…

Müze bu avlu üzerine kurulmuş ve avlunun diğer yerlerindeki mozaikler de sökülüp buranın duvarlarına monte edilmiş. İmparator I. Jüstinyen’in (MS 527-565) Saray’da tadilat yaptırdığı sırada döşenen mozaikler olduğu sanılıyor, alt katmanda 5 yüzyıldan kalma mozaik izlerine de rastlanmış. 1872 m2’lik  bir kısmıortaya çıkarılan mozaik tasvirlerinin beyaz fon kısmında balık pulu tekniği kullanılmış (bir noktadan yelpaze gibi dışa açılan gruplar)…Mozaik taşları ise 5 mm boyutunda, kireç taşı, pişmiştoprak ve renkli taşlardan oluşmaktaymış. Mozaiklerin tarihleri, biraz da tablodaki öğelerden saptanmış. Örneğin ‘Kuş Avında Maymun’ mozaiğinde, bir maymun ciddi bir ifadeyle elindeki uzun ökse çubuğuyla kuşyakalamaya çalışırken resmedilmiş; bu çubuk ise MS 6 yüzyılın ikinci yarısında kullanılmaktaymış.
Saray mozaikleri arasında genelde hayvanların birbiriyle mücadeleleri konu edilmiş, insan figürünün olduğu av sahneleri de mevcut… Bunun yanında deve üstünde çocuklar, kaz güden çocuklar, eşek besleyenler, keçi sağan adam, çocuğu emziren anne, çemberle oynayan çocuklar gibi gündelik hayat tasvirleri de var. Mozaikler arasında efsanevi yaratıklar da görülmekte; grifonlar buna örnek… Mevcut mozaik tabloları içinde, Yunan mitolojisine gönderme yapan pek bir tablo bulunmamakta; sadece Pan’ın omuzundaki çocuk Dionysos figürü buna bir örnek…  Dini konular ise hiç tasvir edilmemiş.

İstanbul Büyük Saraylar Mozaik Müzesi, hem İstanbul’un Bizans yanı hakkında biraz daha bilgi verecek, hem de hemen yanında yer alan Arasta Çarşısı ile birlikte İstanbul’un bir başka yüzünü görme fırsatınız olacak; gidin derim.

Narlıkuyu Mozaik Müzesi

Mersin’in Silifke ilçesine bağlı Narlıkuyu mevkiinde bulunan bu 65,28 m2’lik küçük Müze, bir Roma Hamamından kalan yıkanma bölümünün mozaik tabanı ve su yalağı üzerine yapılmış. Girişi ücretsiz olan Müze, yaz sezonunda 08:30 ve 19:00, kış sezonundaysa 08:00 ve 17:00 saatleri arasında ziyaretçilere açık. Mersin-Silifke arasındaki otobüslerle ulaşabileceğiniz, Silifke’ye 20 km mesafedeki Müze, Narlıkuyu’nun balık lokantalarıyla ünlü koyunda… Roma İmparatorluğu döneminde önemli bir ziyaret yeri olan Korykion-Antron (Cennet-Cehennem Mağaraları)’dan doğan tatlı su kaynağının denize döküldüğü yerde yapılan hamam, MS IV yüzyıla tarihlenmekte.

Antik Calamie şehrinin limanı olan bölgede, Kutsal Adalar Valisi Poimenios tarafından yaptırılan hamamın döşemesinde keklik, kumru gibi kuşlar ile Zeus’un Eurynome’den doğan üç kızı, Aglaia, Thalia ve Euphrosine (üç güzeller) resmedilmiş. Ayrıca döşemede Yunanca bir yazı bulunmakta: ‘Ey dost, bu güzel hamamın suyunun saklı olan kaynağını kimin bulduğunu sorarsan, bil ki o kişi, kutsal adaları dürüst yöneten ve imparatorların da dostu olan Poimenios’tur’.

Bu döşeme yıllarca, bir kahvehanenin tabanı olarak kullanıldıktan sonra 1975-1979 yıllarında bir müzeye dönüştürülmüştür.  Antik Calamie kentinin geniş alanı ise Erdemli’den Narlıkuyu’ya kadar size eşlik edecektir. Müze ziyaretinden sonra bu antik kenti de dolaşabilirsiniz ama ziyaret için zorlu bir alan… Başka bir öneri ise, bu kadar yolu geldikten sonra Narlıkuyu’nun tadını çıkarmak, bir balık lokantasında biraz demlenmek… Yalnız sonra tadınız kaçmasın, masaya siz istemeden bir sürü salata, yeşillik, zeytin tabağı getiriyorlar, bunlar ikram değil, sonra hesapta göreceksiniz, onun için eğer istemiyorsanız,  almayın. Burası diğerleri yanında küçük bir müze ama Narlıkuyu’da geçireceğiniz bir güne renk katacak güzellikte bir yer… Tek başına burası için gelinir mi; siz en iyisi mayonuzu da yanınıza alın…

Gördüğüm müzeler bunlar… Ben Türkiye’nin antik mozaik eserleri açısından çok zengin olduğunu düşünüyorum, sanırım gelecek dönemlerde yeni kazılarda yeni eserler gün ışığına çıkacak. En azından sırada  halen tadilatta olan Adana Müzesi var, yeni mozaikler beklenebilir… Bu yazı, mozaiklerin çağrısına kayıtsız kalmayacaklar için kaleme alındı; var olan eserlerin peşinde gitmek isteyenlere küçük bir rehber olsun istedim. Umarım mozaiklerin renkli dünyasından aldığım keyfi size de aktarabilmişimdir. Mozaiklerin dünyasına dalmışken belki de bir Dionysos şenliğinde karşılaşırız, kim bilir…

Kırşehir Gezi Rehberi: 13. Yüzyıla Zamanda Yolculuk

Ahi kişinin eli-kapısı-sofrası açık, gözü-beli-dili kapalı olmalıymış.

Kırşehir, İç Anadolu bölgesinin sakin, bozulmamış ve tarih kokan bir şehri. Neşet baba gibi mütevazı ve onurlu bir şehir. Ahilik felsefesinin ve geleneğinin doğduğu ve yaşatılmaya çalışıldığı şehir. Kentsel dönüşüm yeni başlamış, eski evler mahalleler bir uçtan yıkılıyor. Kısa süre sonra tek katlı bahçe içindeki evler tümüyle yok olup, çok katlı tek tip binalar şehre hakim olacak gibi görünüyor. Bu nedenle gitmeyi düşünürseniz çok gecikmeyin.
Meraklısına; Kırşehir’deki arkeolojik buluntular Hitit dönemine kadar uzanmaktaymış. Roma döneminde su şehri anlamına gelen Makissos ismi kullanılmış. Türklerin yerleşiminden sonra ise bozkırda olması nedeni ile kıraç şehir anlamında Kırşehir ismi verilmiş.1243 yılında yapılan Kösedağ savaşından sonra Moğollar Anadolu’da hakim olduklarında, özellikle Horasan Erenlerinin bu bölgede faaliyet gösterdiği ve Moğol istilasına karşı, Türklüğün Anadolu’ya yerleşmesinde etkili oldukları söyleniyor.
 
Ankara’dan hafta sonu sabah arabanıza atlayıp, dümdüz bir yolda Neşet Ertaş’ın bir CD sini dinleyerek, 3 saatte varabileceğiniz bir gezi rotası burası. Öğleden sonranızda, küçük bir esnaf lokantasında yemek yiyip, Selçuklular döneminden kalma eserleri gezip,  bozkırın tezenesi Neşet Ertaş’ın anıt mezarına uğrayıp, kaleden şehri panoramik  izleyip akşam evinize dönebilirsiniz. Ya da geceyi bir termal otelde geçirip ruhunuzu ve bedeninizi dinlendirmeniz mümkün. Şehrin içindeki termal otel, temiz ve ekonomik ama biraz eski. Bir de şehrin biraz yukarısında, küçük bir korunun yanında yeni yapılmış beş yıldızlı çok konforlu ve müthiş manzarası olan bir termal otel var. Otelde kalacaksanız, önce otelinize yerleşip sonra gezmeye başlayın.
 
Otelin önünde bir heykel sizi karşılıyor. Bu heykelde; ortada bir esnaf, bir yanında omzunda güvercin olan Hacı Bektaş-ı Veli, diğer yanında Ahi Evran bulunuyor. Ben bunun bir kuşak bağlama törenini sembolize ettiğini düşündüm.
 
Şehrin merkezine arabanızı park edip, yürüyerek keşfedebileceğiniz kadar küçük bir şehir burası. Bu yazıda; Anadolu Selçuklulardan kalma eserler ile 13. yüzyıla küçük bir tarih turu var.
 
Cacabey Gökbilim Medresesi

Kırşehir’deki gezilecek yerler arasındaki en sıra dışı mekan bu Medresenin içinde ve dışında, çok ilginç taş oyma motifleri, sembolleri görmek mümkün. 13. yüzyılda yapılmış bir medrese, cami, rasathaneden oluşan bir astronomi okulu.1240- 1301 yıllarında yaşamış olan Cacabey Kırşehir’e vali olarak atanmış. Burada 1272 de Cacabey Medresesi’ni yani dönemin astronomi okulunu kurmuş.

Medresenin giriş kapısı çok görkemli; iki renkli taş ile çizgili bir görünüm oluşturacak şekilde yapılmış.

Medresenin dış duvarının üç köşesinde sütun gibi görünen roket figürleri taş oyma ile yapılmış. Roketin ateşlenme ve fırlatılması sembolize edilmiş sanki.

Kapının etrafında taş oyma ile oluşturulmuş sarmal sütunlar bulunuyor. Bu sütunlardan sarkan küresel taş oymaların güneş ve ayı sembolize ettiği düşünülüyor.
Giriş kapısının üstünde, yanlarında ve türbenin içinde taşa oyularak oluşturulmuş kitabeler var. Bu kitabelerde; Kur’an ayetlerinden bölümler olduğu gibi, esnafın üzerinden vergi yükümlülüğünün kaldırıldığına ilişkin metinler de var.
Zikzaklı süslemeleri olan minarenin ise gözlem kulesi olarak kullanıldığı tahmin edilmekte. Mavi çiniler ile süslenmiş olduğundan, halk arasında “cıncıklı minare” deniliyormuş.
Medresenin içi büyük bir dikdörtgen avlu gibi. Karşınızda bir mihrap var, tam ortada mermer bir havuz/kuyu ve havuzun üstünde cam bir kubbe mevcut.

Cam kubbeden gelen ışık havuzun/kuyunun içinde aynalı parçalar ile yansıyor. Gece yıldızların hareketlerini izlemek için kullanılıyormuş muhtemelen. Dünyadaki ilk aynalı teleskop olduğu iddia ediliyor.

Yöreye özgü sarı kesme taş ile yapılmış medresenin iç ve dışında, pencere kenarları ve duvar köşelerindeki detaylarda  taş ve mermer oyma sanatının örneklerini görmek mümkün.

Lale Cami

İl merkezinde kesme taştan yapılmış bu caminin kitabesi bulunmadığı için yapım tarihi tam olarak bilinmiyormuş. Caminin mimari tarzı itibarı ile 13. yüzyılda darphane olarak yaptırılmış olacağı tahmin edilmekte imiş.

Melikgazi Kümbeti

Lale caminin yanından geçerek çıkılan küçük bir meydanın ortasında, uzay roketi görünümlü (ya da Türk çadırına benzeyen) bir kümbet sizi karşılıyor. Anadolu Selçuklu mimarisinin temel özelliklerini taşıyan bu kümbet, kare bir kaide üzerine sekizgen planlı olarak kesme taştan yapılmış. Üst kısmı külah şeklinde ve sekizgen yapıya üçgen semboller ile birleştirilmiş.
 
Mengücük oğullarından Müzafirüddin Behram Şah adına eşi tarafından 1240-50 yıllarında yaptırılmış.

Ahi Evran Türbesi

Türbeye yeni yapılmış duvarların yanından yürüyerek gidiyorsunuz. Bahçe kapısından girince büyük bir meydanın ortasında,  kesme taştan yapılmış. Ahi Evran Cami ve Türbesi görülüyor.

Beyaz mermerden yapılmış zarif bir kapıdan içeri girdiğinizde, kalem işi kemerleri ve tavan motifleri olan  ferah aydınlık bir iç avlu sizi karşılıyor.

Meraklısına; Ahi Evran (1171- 1264), asıl adı Mahmud Bin Ahmet Ebu’l Hakayık           Nasurid-din olup Horasan’ın Hoy kasabasında doğmuş. Horasan’da Pir Ahmet Yesevi ve Fahreddin Razi gibi alimlerin dergahında eğitim almış. Anadolu’ya gelen Horasan erenlerinden olan Pir Ahi Evran-ı Veli, 1206 yılında 35 yaşında iken  Kırşehir’e gelmiş.Burada Ahilik teşkilatını kurup, lideri ve piri olmuş. İlk mesleği debbağlık (dericilik) olan Ahi Evran, bayraktarlar, bağbanlar, başmakçılar, kılıççılar, çadırcılar, çanakçılar, dokumacılar, dülgerler, neccarlar, gemiciler, hallaçlar, iğneciler, kuyumcular, kürkçüler, şairler, tabipler, tüfengçiler gibi 32 mesleğin ustası ve piri olmuş.
Ahilik tüm bu meslekler için üretim standartları belirlemiş, meslek içi yükselme şartlarını ve esnafın birbiri ile ilişkisini belirleyen kurallar koymuş. Bu ekonomik sistem, Osmanlının sosyal, iktisadi ve siyasi yaşam tarzında belirleyici olmuş.Ahiliğin anayasası Fütüvvetnamelermiş ve Ahi kişinin; eli, kapısı, sofrası açık, gözü, beli, dili kapalı olmalıymış.
Kalehöyük

Taş merdivenleri tırmanarak çıktığınız höyükten şehri panoramik olarak seyretmeniz mümkün. Ancak çok bakımsız ve kirli bir ortam sizi karşılıyor.

Ağaçların altında yapılmış ahşap banklarda oturup etrafı seyredip ortamın bakımsızlığına takılmayın bence.

Yapılan araştırmalarda M.Ö. 3000 den günümüze, höyükte yerleşim olduğuna ilişkin bulgulara rastlanmış. Höyüğün üzerinde, Selçuklular zamanında 1230 yılında Alaaddin Camisi yapılmış. 1893 yılında tümüyle yıkılarak, Mutasarrıf Arif Bey tarafından yeniden yaptırılmış. 

Buraya kadar anlatılan eserler şehir merkezinde ve birbirine çok yakın olduğundan yürüyerek gezmek mümkündü, ama devamında anlatılanlar için araba ile gitmeniz gerekli.

ık Paşa Türbesi
Ankara- Kayseri yolunun kenarında bulunan türbeye, bakımlı bir bahçeden geçerek gidiliyor.
Türbe 1333 yılında Aşık Paşa’nın yeğeni Eratna veziri Ali Şah Ruhi tarafından yaptırılmış. Tamamen beyaz kesme mermerden yapılan türbenin özel bir mimari üslubunun tek örneği olduğu söyleniyor. Kırgız çadırına benzeyen kubbesi, yana kaydırılmış ince uzun taç kapısı ile Eratna beyliği dönemine has bir mimari tarzı yansıtmaktaymış.
Giriş kapısı, bu günkü tıp rozetini andıran bordür ile çevrelenmiş. Kapının üst kısmındaki niş, istiridye şeklinde oyulmuş ve bütün olarak çok zarif görünüyor.
Kırşehir’de dünyaya gelen Aşık Paşa (1272- 1333) Horasan erenlerinden Baba İlyas’ın torunu imiş. Hacı Bektaş-ı Veli’nin çağdaşı. Türkçe olarak yazdığı Garib-name, yaklaşık 12.000 beyitten oluşmaktaymış. Dini- tasavvufi bir eser olan Garib-name, halka tasavvufu öğretmek amacıyla yazılmış.

Neşet Ertaş Anıt Mezar
Kırşehir’e gelip de, Neşet Baba’nın mezarını ziyaret etmeden dönmek olmazdı.  Babası Muharrem Ertaş’ın  mezarının ayak ucunda, siyah mermerden mütevazı bir mezar taşı ve gülen yüzünün resmi ile karşılaşınca hüzün duymamak mümkün değil.
Kısa süre önce, Devlet Tiyatrolarında oynanan Neşe Dert Aşk oyununa gitmiştim. Oyunda geçen bir bölüm aklıma geldi burada;
Neşet Ertaş ilk gençlik dönemlerinde bir kıza aşık olmuş. Derin bir sevdaymış bu. Babası Muharrem Ertaş’ı gönderip kızı istetmiş. Kız tarafı “çalgıcıya kız vermeyiz” deyip geri göndermiş. Kısa süre sonra, kızı bir başkasına vermişler, ve düğüne davetlileri eğlendirmek için baba oğul Ertaş’ları çağırmışlar. Neşet Ertaş içi kan ağlayarak, ekmek parası için gidip çalmış. Ama bu acıyı hiç unutmamış.
Şimdi baba oğul yüksekten seyrediyorlar Kırşehir’i yaşamın sırrını çözmüş olarak…
 
İşte geldim işte gittim
Güz çiçeği gibi bittim
Yalan dünyada ne iş tuttum
Ömrüceğim geçti gitti
Halk Ozanı Muharrem Ertaş (mezar taşından) 

 

Manila Gezi Rehberi: Filipinler’in Başkenti

Manila Adalar ülkesi Filipinler’in başkenti ve en kalabalık şehri. Manila’yı tanımlamak çok zor. Kalabalık, kaotik, zengin, fakir, düzensiz, trafiği karmaşa, havası kirli, büyük ve lüks alışveriş merkezleri, hareketli gece hayatı, lüks gökdelenleri, residansları, teneke evleri gibi bünyesinde zıtlıklar barındıran farklı bir şehir.

En iyisi fotoğraflarla tanıtmaya başlayalım. Havaalanından Makati bölgesine lüks otellerin, evlerin ve iş merkezlerinin olduğu bölgeye gelirken görüntü. Uzaktan yüksek gösterişli gökdelenler. Tabii büyük ve gelişmiş bir şehre girdiğimizi düşündürüyor bu gökdelenler.

Makati bölgesindeki otelimize yaklaşırken bir sokak, solda yıkık bir binanın arasında bir adam, Manila’nın geleneksel toplu ulaşım aracı jeepney, yola parketmiş lüks bir araç hemen karşısında çok sayıda lüks gökdelenler. Alttaki resimde hemen yan sokakta çöpü karıştıran aile. Manila’nın görüntüsü böyle.

Bir ülkeye giderken uluslararası havaalanı en önemli şehirlerden biridir  diye düşünür, öncelikle o şehirde birkaç gün geçirip, ülkeyi tanımaya çalışmak için heyecan duyarız. Ancak Filipinler gezimizi planlarken hep Manila’dan uzak kalmaya çalıştık. Manila havaalanına ara uçuşlarda birden çok kez uğramamıza rağmen kalmayı dönüş yolunda iki gece olarak programladık. Hep duyduğumuz ifade aman Manila’da dikkat edin, güvenli bir bölgede otelde kalın, gece sokakta kalmayın şeklinde oldu. Aslında çoğu turist için de Manila Filipinler’in turistik yerlerine geçiş noktası.

Manila’ya İstanbul’dan direk uçuş yok, Doha aktarmalı 15-16 saat süren bir yolculuk ile akşam saat altıda Ninoy Aquino Havaalanı’na ulaştık. Manila havaalanı çok büyük ve kalabalık. Bavul ve pasaport işlemleri sonrası, kuzeye Banaue’ye gidecek otobüslerin olduğu terminale gitmek için havaalanından çıktık.

Kapıdan çıkarken ilk dikkat etmemiz gereken konu; hemen taksi şoförleri yanımıza geldi. Hazırlıklı olduğumuz için onlarla konuşmadık. Havaalanına kayıtlı araçlar sarı taksiler. Güvenilir ve taksimetre açıyorlar. Ancak daha pahalıya mal olabiliyormuş. Biz de ilk gün güvenlik nedeni ile sarı taksilere bindik. Son gelişimizde bu kez yine şehir taksisi beyaz taksileri kullandık. Bölgelere göre sabit fiyatları bir panoya asmışlar. Taksimetre açmadan o fiyat üzerinde ödedik. Bu arada yanımıza yaklaşan mavi renkli bir taksi bizden Makati bölgesi için 1200 peso isterken beyaz taksiye 400 peso yani 8 dolar ödedik. Diğer taksi tam üç katı fiyat istemişti. Yani havaalanından çıkarken dikkat, sadece sarı ve beyaz taksiye binmek gerek.

İlk Manila izlenimimiz taksi ile otobüs terminaline gitmek oldu. Yüksek binalar, hemen yanında teneke evlerle bu yolda karşılaştık. Daha sonra kuzeyden dönüp tekrar Coron’a Manila’dan uçtuk. Ayrıca iki kez daha Manila’dan aktarmalı uçmamıza rağmen şehirde hiç zaman geçirmedik. Filipinlerin hem kuzeyini, hem güneyindeki çok güzel adalarını gördükten sonra başkentini görmemek olmaz düşüncesiyle iki gecemizi Manila’ya ayırdık.

Manila’nın mutlaka görülmesi gereken bölgesi Intramuros. Üç yüz yıldan fazla İspanyol sömürgesi olarak yaşayan Filipinler’in Manila’daki tarihi İspanyol bölgesi, eski Manila. Intramuros duvarlar arasında anlamına gelmektedir. Eski şehir Pasig Nehri’nin denize kavuştuğu yere 1570 yılında kurulmuş. Şehir 6 metre yüksekliğinde, 3 km uzunluğunda surlarla çevrilmiş. Şehir politik, askeri ve dini merkez olarak düşünülmüş.

Tarihi şehrin yönetim merkezi Fort Santiago. Burası İspanya’nın Uzakdoğu’da yer alan en eski askeri kalesidir. İspanyollar ganimetlerini de burada tutuyorlarmış, ayrıca içeride hapishane, hücrelerde yer alıyor. Giriş ücretli, 70 Peso.

Jose Rizal Filipinler’in bağımsızlık mücadelesi veren milli kahramanı. Kendisi bilim adamı, şair, akademisyen ve ulusalçı bir doktor . Filipinlerin bir sömürge ülkesi olması yerine bağımsız bir ülke olması için çalışıyordu. Birçok aktivist politikacılar gibi İspanyol yönetim tarafından hapse atıldı ve 35 yaşında burada kurşunlanarak öldürüldü. Bugün onun anısına heykeli yer almaktadır.

San Agustin eski şehirde en önemli yapılardan birisi. Unesco Dünya Mirasları Listesinde yer alan Barok stili kilise 1571 yılında kuruldu. İspanyol misyonerlerin kurduğu ilk kiliseler arasında. Filipinler’in en eski kilisesi olmasının yanı sıra bir mimari harikası olarak değerlendiriliyor. Şu andaki kilise üçüncü yapı. İlk iki kilise bambu ağaçlarından yapılmış ancak iki kez yangından zarar görünce üçüncü bina taştan yapılmıştır. Ayrıca kiliseye bitişik San Augustin Müzesi’nde İspanyol döneminde objeler, resimler, mobilyalar sergilenmektedir.

Kilise ibadet için kullanılmakla beraber düğünler ve önemli kutlamalara da açıktır. Hemen hemen her hafta sonu düğün törenleri olmakta kilisede. Bizim şansımıza da düğün töreni vardı. Misafirler çok şıktı, bu arada ayağımızda şortlarla turist kıyafeti ile kilisenin içine girmedik tabii ki. Kapıdan töreni izledik.

Manila Katedrali 1571 yılında Manila Kilisesi olarak kurulmuş, 1579 yılında Manila Katedrali olarak yeniden yapılanmış. Yapımda kullanılan geleneksel malzemeler nipa ve bamboo olmuş. Daha sonra yangınlar, deprem ve savaşlarla çok tahribat görmüş. Katedralin şu andaki yapısı yedinci inşaat ve 1958 yılında tamamlanmış.

Katedralin içi çok aydınlık, ayrıca değişik eserler var. Bunlardan biri Michelangelo’nun çok önemli eseri La Pieta heykelinin kopyası. Meyem’in kucağındaki İsa Heykeli dünyanın en önemli heykelleri arasında olan bu yapıtın kopyasını Filipinlerde görmek ilginç oldu. Eserin aslı Vatikan St. Peters Bazilika’da yer alıyor.

San Diago Bahçesi yine eski şehrin surları arasında, güzel düzenlenmiş, surların üzerinde dolaşabileceğiniz bir bölüm. Bahçeye giriş ücreti olarak 50 Peso ödedik.

San Diago bahçesinden çıkınca bir bölümde Filipinler’in tüm başkanları resim, büst gibi değişik bir formda sergileniyor.

Eski şehirde yürüyerek, tricyle ile ya da fayton ile dolaşabilrsiniz. Tricyle’lar iki kişilik, faytonlara dört kişi binebiliyorsunuz. Biz biraz yürüdük sonra fayton kiraladık. Tricylebir saat 350 peso (7 dolar) fayton yarım saati 500 Peso (10 dolar civarında). Önerim Manila’nın gezmeye değer en önemli yeri olduğu için Intramuros’ta mümkün olduğu kadar uzun zaman geçirilebilir.

Intramuros’un çıkışında güzel bir park Rizal Park yer alıyor. Bizim fazla zamanımız kalmadığı için sadece önünden geçtik, parkın içini gezemedik.

Manila’da görmek istememize rağmen gidemediğimiz bir yer Çin Mahallesi. Dünyanın en eski Çin mahallesi Manila’da bulunuyor. Ancak bizim zamanımız yetmedi bu özel bölgeyi görmeye.

Eski şehirde fayton ile gezilebildiğini söylemiştim. Manila içinde jeepneyler toplu ulaşım aracı. Jeepneyler İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika’lıların ülkeyi terk ederken bıraktıkları askeri araçlar modifiye edilmiş, renklendirilmiş ve sokaklarda sevimli bir görüntüsü var.

Tabi askeri araçtan bozulduğu için oturma düzeni de askeri araç gibi, yolcular iki yanda oturuyorlar.

Manila eğitimde Asya ülkelerinden öğrenci çeken bir şehir. Özellikle İngilizce günlük yaşamda da kullanıldığından, yabancı öğrenciler ingilizce öğrenmek için Manila’ya geliyormuş. Aşağıdaki resimde Manila’nın köklü özel üniversitelerinden biri.


Gelelim Makati bölgesine. Makati bölgesi Manila’nın en lüks bölgelerinden birisi. Gökdelenler, lüks konutlar, oteller, iş merkezleri ve alışveriş merkezleri bu bölgede. Biz de güvenlik nedeni ile otelimizi bu bölgede seçtik. Bölgenin en lüks otellerinden ve gökdelenlerin ortasında değil, tam zengin bölgenin başında daha sade bir oteldi. Ancak yeri ve temizliğinden çok memnun kaldık. Makati bölgesinde de uygun fiyatlı oteller bulunabileceğini belirtmek isterim. Ayrıca Manila’da güvenli ve otellerin yoğun olduğu diğer bölge Malate bölgesi. Daha uygun fiyatlı oteller bu bölgede de bulunabilir.

Makati bölgesini tanımak için zaman geçirdik. Çok yüksek gökdelenler, lüks binalar, lüks arabalar, çok sayıda güvenlik görevlileri ile bakımlı şık bir bölge. Önce büyük bir alışveriş merkezine girdik. Kısa sürede böyle bir yerde ne farklılık olabilir ki diyerek kendimizi dışarıya attık. Daha doğrusu zemin kattaki marketten atıştırmalık bir şeyler almak istedik. Markette tesadüfen Manila’da yaşayan Ceyhun Bey ile tanıştık. Ceyhun Bey Makati’de güzel bir kafe işletiyor. Bizi kafesine davet etti ve 22 gün boyunca çok az Türk görmüştük, özlemişiz hemşerilerimizi ve davetini kabul ettik. Böylece Filipinler’deki son günümüzde bir Türk restoranında ezo gelin çorbası ve Türk kahvesi içme keyfini yaşadık.

Son Söz

Başlangıçta çok ürktüğümüz Manila’dan herhangi istenmeyen bir durumla karşılaşmadık. Tabi ki Manila’da güvenli dolaşmak için tüm önlemler alınmıştı. Filipinlerde kaldığımız 14 gün boyunca adalarda sokaklarda geç saatlere kadar rahat dolaşmıştık. Manila öyle mi, otel güvenli bir bölgede ayırtıldı, tüm gün bir taksi ile dolaştık, hava jkararmadan otel bölgemize dönüldü. Yine de Filipinler’e gelip başkent Manila görülmeden olmazdı.

Filipinler: El Nido Gezi Rehberi

Dünyanın en iyi destinasyonları arasında sayılan, Filipinler El Nido, Palawan Adası’nın (eyaletinin) kuzeybatısında yer alıyor. Küçük bir balıkçı kasabası olan El Nido ilk görüşte etkileyici gelmeyebilir, ama tanıdıkça ayrılmak istemeyeceksiniz. Aslında El Nido’nun önemi, çevresindeki ada ve bölgelerde denizi kesen kireçtaşı kayalıklarının arasında karstik oluşumlar sonucunda gizlenmiş, doğanın mucizesi muhteşem lagoon, mağara ve plajlardan geliyor. Filmi de çekilen “The Beach” kitabının yazarı Alex Garland’ın kitabını ‘Secret Beach’ten esinlenerek El Nido’da yazdığı söyleniyor.

Coron Adasi’ndan El Nido’ya ulaşımda hızlı gemiyi tercih ettik (Süre 3,5 saat, ücret şehir vergisi ile 1700 Peso, 35 dolar). Zaman sorununuz yoksa normal gemi ile ulaşım 7 saat sürüyor. İki gemi fiyatı arasında yaklaşık olarak 10 dolar fiyat farkı var.

Diğer bir yol Puerto Princesa’daki havaalanına gelip, El Nido’ya karayolundan ulaşılabilir. Bu durumda en az 7-8 saatlik otobüs/minivan yolculuğunu göze almak gerekiyor. Yok bu kadar zahmete giremem derseniz; El Nido’daki havaalanına küçük uçaklar uçuyor, önceden rezervasyon yaptırıp, daha yüksek bir ücretle uçmak da seçenekler arasında.

Önce video ile gezmek isterseniz.

El Nido’da küçük limana gemimiz demirledi. Günlük tur teknelerinin de  hareket ettiği, doğal, tam bir balıkçı iskelesi. Otelimiz de bu limana üç dakika yürüme mesafesinde.

Filipinler’de bir adadan diğerine ulaşımda sorun olabileceğini düşünerek konaklama ve yol biletlerimizi önceden almayıp esnek bir program uyguladık. Konaklamada El Nido’ya kadar bir sorun yaşamadık. Çok talep edilen bir destinasyon olması ve otel sayısının sınırlılığı nedeniyle uygun konaklama yerleri tükenmişti. Mevcut koşullarda bulduğumuz en uygun otel olan Jhanna’s Inn’e rezervasyon yaptırdık. Bugüne kadar kaldığımız oteller içinde en çok para verip imkanları en az olan otel oldu. (Tabii henüz Boracay’ı görmediğimden böyle konuşuyorum!) Örneğin otel içinde oturacak bir salon yoktu. Yapacak bir şey yoktu; Filipinlilerin mottosu “relax relax” ruh haline bürünüp, otelin eksilerini avantaja dönüştürdük, odamızı sadece uyku saatinde kullandık. Bir aile işletmesi olan bu otel önünden teknelerin hareket ettiği merkezi bir konuma sahipti. Oteldeki zamanımızda sandalyelerimizi kapının önüne atıp, kahve eşliğinde güzel deniz manzarasını seyre daldık. Aslında El Nido merkezden uzakta çok sayıda ve daha konforlu otel bulmak mümkün. Bizim tercihimiz merkezde kalmaktı. Sözün özü; El Nido ve Boracay’da otel rezervasyonlarının çok önceden yapılmasında fayda var.

El Nido’da yapılacak en önemli faaliyet tekne turlarına katılmak. Turlar bölgelere göre A, B, C ve D diye sınıflandırılmış. Tekne turlarımızı ve Puerto Princesa’ya ulaşım ile “Underground River” turumuzu (4200 Peso) otelimizden aldık. En çok talep edilen A ve C turlarını seçtik. Bir turun fiyatı 1200 Peso.

İlk gün Miniloc Adası çevresine düzenlenen A turuna katıldık. Çok farklı ülkelerden turistlerin bulunduğu Birleşmiş Milletler’in prototipi 18 kişilik tekneye hemen otelimizin önünden bindik.

A turunda önce “Small Lagoon”a gidiliyor. Mağara ağzı gibi boşluktan geçilerek ulaşılan, müthiş manzaraya ve masmavi, sakin bir suya sahip bu lagoonda kano ile dolaşmak çok heyecanlı ve keyifli.

İnternetten alınmıştır.

Tabii yüzerek gitmek de mümkün, tercih sizin. Biz 40 dakikalık sürede 3 kişi toplam 500 Pesoya kano kiraladık.

Sırada “Secret Lagoon” var. Küçük, sadece bir kişinin geçebileceği büyüklükte girişi olan bu Lagoon’ da önce çıkış yapanlar beklenip bir düzen içinde tek tek giriş yapılıyor. Saklandığı yüksek kayalıkların arasındaki bu küçük göl ve manzarası güzeldi ancak denize bağlantısı küçük ve havuz gibi olduğundan suyu bulanıklaşmıştı.

İnternetten alınmıştır.

“Shimizu Island” da yemek molası veriliyor. Filipinlerde tekne turlarında verilen yemeklere ayrı bir sayfa açmak gerekiyor. Balık, tavuk, midye, kalamar ızgara, pilav, noodle, salata, bilumum tropikal meyveler ve daha fazlası… Yemek sunumu da gayet şık; plaja konulan masanın üzerinde açık büfe hazırlanıyor. Burada yediğim fakat adını anımsayamadığım balığın tadı hala damağımda…

“Big Lagoon” da tekne ile karşılıklı kireçtaşı kayalıklarının oluşturduğu dar boğazdan geniş bir göle ulaşılıyor. Deniz turkuaz renginde ve çok berrak.

Son durağımız “Seven Commandos Beach”, adını II. Dünya Savaşının sona erdiğinden habersiz olarak yıllarca burada yaşayan 7 Japon askerinden almış. Hindistan cevizlerinin sıralandığı bu uzun beyaz kumsalda verilen serbest zamanda yüzebilir, güneşlenebilir, yürüyüş yapabilir, kulübe barlarda oturabilirsiniz.

Denizin çok dalgalı olmasından dolayı iptal edilen, “Hidden Beach” ile “Helicopter Island”ın olduğu en popüler C turunu gerçekleştiremedik. Ne kaçırdığımızı görmek isterseniz!

Sabah turun gerçekleşemeyeceğini öğrenince diğer turlardan birine katılmak istiyoruz, maalesef boş yer yok.

Biz de kendimizi El Nido ve sokaklarına vuruyoruz. El Nido’nun merkezinde sahil, kesintisiz yürüyüş yapmak ve denize girmek için elverişli değil. Denizin hemen yanında yeme-içme mekanları sıralanmış. Akşam bu mekanlarda kumların üzerine yerleştirilmiş masalarda gel-git olayını bizzat yaşayarak (terliklerinizi denize kaptırarak) yemek yediğimiz anın tekrarı yok.

Küçük kasabanın iki ana caddesi var. Alışveriş ve yeme içme mekanları bu iki ana cadde ve çevresindeki sokaklarda yoğunlaşmış. Adım başı karşınıza inci seti satan Filipinliler çıkıyor. İlgi duyanlar pazarlık yaparak buradan çok uygun fiyata inci alabilirler.

Serena Caddesini kesen diğer ana cadde üzerinde masaj merkezleri bulunuyor, fiyatlar çok uygun hemen akşam planımıza dahil ediyoruz.

Gayet doğal ve yeşil olan kasabada yürürken her an karşınıza çıkan değişik evler, bitkiler.

El Nido’da öğleden sonraki zamanımızı Las Cabanas Plajı’nda geçiriyoruz. Merkezden 20 dakika uzaklıktaki bu plaja gitmek için 150 Pesoya tricyle tutuyoruz. Özellikle “Backpacker” turistlerin konakladığı Corong Corong bölgesi de bu yol üzerinde bulunuyor. Las Cabanas’da gün batımı harika.

Gelelim boğazlar sorununa, öncelikle iki yerel lezzeti tanıtmak istiyorum: Buz, süt, haşlanmış tatlı patates, fasulye ve çeşitli meyvelerin karışımından oluşan dondurmaya benzer Filipinler’e özel halo-halo tatlısı. Arayacağım bir lezzet değil ama mutlaka denenmeli. 

Sisig (kavurma), Filipinlilerin yaygın bir yemeği, bizim damak zevkimize uyan “crocodile sisig”i değişik lezzet arayanlar için öneririm. El Nido’da pizzadan, deniz ürünlerine turistlere hitap edecek bir çok alternatif var. İşte bunlardan biri. Gelato cafede lezzetli krep.

 

Biz Seaside Rosto Bar ile Art Cafe’de deniz ürünlerini tercih ettik. Özellikle Art Cafe hoş, modern bir mekan. Canlı müzik de yapılıyor. İnternetin biraz sorunlu olduğu adada internet bağlantısının en iyi olduğu mekan olarak gösteriliyor ki biz de Boracay biletlerimizi ancak, bu mekanda almayı başarabildik.

Evet El Nido’da başka neler yapılabilir derseniz;
• Nacpan plajı görülebilir.
• Nagkalit –Kalit Şelalerine yürünüp, El Nido kuşbakışı seyredilebilir.
• Dilumaced Sualtı Tüneli gibi bir çok noktada su altı dalışları yapılabilir.
• Destacado Reef’de köpekbalıkları ile dalınabilir.

El Nido’da yapılacak çok aktivite var. Biz üç gece kaldık, yapamadıklarımızda aklımız kaldı, El Nido’da 5 gün geçirmemizin daha uygun olabileceğini düşündük.

El Nido Filipinler’in en gözde destinasyonlarından biri olmasına ve çok turist çekmesine rağmen, doğa güzelliği bozulmamış. En önemlisi de gelir düzeyinin düşük olmasına rağmen, halkın yabancı turistleri kazıklama zihniyeti gelişmemiş. Her sabah çok sayıda tekne denize çıkıyor, adım başı tur acentası var. Fiyatlar aşağı yukarı aynı. Halk düzenli bir şekilde işini yapıp parasını kazanmaya çalışıyor. Fırsatçı bir zihniyet olmadığını hissediyorsunuz. Bu kasabanın her açıdan doğallığını sürdürebilmesini diliyorum.

 

 

 

 

 



                       

                                                               

 

 

 

 

 

Boracay Gezi Rehberi: Filipinler’de bir Cennet Ada

Boracay Filipinler’de küçük bir ada. Son yıllarda Boracay plajları birçok turizm yayın kuruluşları tarafından dünyanın en iyi plajları arasında değerlendirilmektedir. 

Cennet adayı  önce video ile gezmek isterseniz

 

Ulaşım

Boracay’a Palawan Adası Puerto Princesa’dan uçtuk. Havaalanının adı  Boracay olsa da. uçak Boracay Adasının karşısında Panay Adası, Caticlan’a iniyor.   Uçak adaya inerken adanın yemyeşil dokusu ve çok uzun kıyı şeridi dikkati çekiyor.  

Boracay Havaalanı bugüne değin gördüğüm en ilginç havaalanlarından biriydi. Piste indiğimizde pencereden deniz görünüyordu, pist hemen deniz kenarındaydı. Daha ilginci indiğimiz pistte bina yoktu, küçücük bir pist ve pist kenarında bekleyen otobüsler görünüyordu. Uçaktan iner inmez hemen otobüslere bindirildik, pistten ayrıldık ve otobüs en az 3-4 km yol aldı. Küçük bir kasabanın içine girdik. Evler, dükkanlar, kafeler arasından geçiyorduk. Sonunda kapısında ‘Arrival’ yazan bir binanın önünde otobüs durdu. İçeride sadece bavul bandı dönen küçük bir salon vardı. Bavulumuzu alıp dışarıya çıktık. Boracay’a gelmeden önce otelimize nasıl gideceğimizi çalışmamıştık. Zaten küçük bir ada, taksi ile otelimize kolay ulaşırız diye düşünüyorduk. Boracay Adasına inmediğimizi   ve tekne ile karşıya geçmek gerektiğini bilmiyorduk.
Otelimizin adresini kapının önündeki kişilere gösterince bize ilerideki minibüsleri gösterdiler. Minibüs şoförü kişi başı 10 dolar içerisinde tekne ücreti dahil dedi. Şaşkınlıkla zaten adaya indik, ne teknesi diyerek birbirimize baktık. Minibüs önce birkaç kilometre uzaklıkta bir iskeleye götürdü. Tüm minibüs yolcularını aynı tekneye bindirdiler.
Küçük tekneler ile on beş dakika kadar yol aldık ve bir iskeleye yanaştık. İskelede tekrar minibüslere bindirildik ve yolcular otellere dağıtıldı.  Havaalanından otele meşakkatli bir yolculuk ile ulaşılıyor gibi görünüyor. Aslında her şey iyi organize edilmiş. Bilmediğimiz bir rota olduğu için gidişte bizden istenen fiyatı verdik. Dönerken artık tecrübe kazanmıştık. Otelden tricyle ile iskeleye gelip, tekne biletimizi kendimiz alınca gelirken ödediğimiz fiyatın yarısına havaalanı ulaşımını mal etik.

Yanaştığımız iskelede güzel anılarımızla döneceğimizi belli eden tabelalar bizi karşıladı.

Boraçay’a ulaştığımıza göre adayı tanıyalım. Boracay ana plajları White Beach ve Bulabog Beach en çok turist çeken  plajlar. Bembeyaz ve dört kilometre uzunluğundaki beyaz plaj asıl otellerin, restoranların, kafelerin olduğu yer. Beyaz plajın karşısında yer alan Bulabog Plajı ise rüzgar sörfü ve kiteboard yapılan ada.
Boracay oteller bölgesi beyaz plaj boyunca üç bölüme ayrılmıştı. Birinci istasyon, ikinci istasyon ve üçüncü istasyon. Bizim otelimiz üçüncü istasyonda idi. Bu arada en lüks otellerin ve gece hayatının en hareketli olduğu bölgenin birinci istasyon olduğunu belirteyim. Minibüsten inip yürüyerek otele yaklaşırken gördüğümüz, bizim otelin olduğu sokağın başındaki yazı ve plaj manzarası çok keyifli bir yere geldiğimizin işaretiydi. Üç gün iki gece geçireceğimiz Boracay bizi hoş bir görüntü ile karşılıyordu.

Plajı gördüğümüz andaki duygularımızı yazı ile ifade ifade etmek yerine resimlerle tanımlamak isterim. Ucu görünmeyecek kadar uzun, bembeyaz incecik kumlar, kocaman palmiye amaçları. Cennet gibi…

Otelimizi daha ileride yazacağım. Ancak  otelimizin barı plajda kumlar üzerinde renkli ışıklar içerisinde, ilk gece hoş geldin içkilerimizi de bu manzarada içtik.

Ertesi gün sabah erkenden plaja indik. Boracay’da bizi neler bekliyordu. Filipinler’de son adamız Boracay’da neler yapmalıydık. Boracay’a gelirken biraz ön yargılıydık. Filipinlerin en popüler plajları ve  çok lüks otellerin olduğu ada olarak düşündük. Ta Türkiye’den doğal,bozulmamış Filipinler’e gelirken lüks otelllerin olduğu bölge bizim ilgimiz çekmemişti. Ancak Boracay’ı görünce, lüks otellerin düşündüğümüz gibi çok katlı ve plaj görüntüsünü bozacak şekilde olmadığını ve plajın olağanüstü güzelliğini gördük. Boracay’dan Vietnam’a geçecek ve son deniz güneş keyfini bu dünyanın en güzel plajında tamamlayacaktık. Diğer adalarda tekne turları almış, sürekli farklı adalarda, göllerde, lagunlarda yüzmüştük. İki gün bu plajın keyfini çıkarmak iyi olacaktı. Tercihimizi tüm zamanımızı bu plajda geçirmek şeklinde kullandık..

Boracay’da bu müthiş plajda sadece uzanarak ve yüzerek keyifli iki gün geçirebilirdik. Ancak biz meraklı gezginlere sadece güneşlenmek ve yüzmek yetmez. Biz yine de neler yapılabilir diye bakalım. 
Kıyıda satıcılar sürekli değişik aktiviteler öneriyor. O kadar çok seçenek var ki: helikopter kiralayıp tüm adayı gökyüzünden dolaşmaktan, rüzgar sörfü, kite board, yelken, deniz altı dalma, başka adalara tekne turu, kano, banana neler neler….Bizim için Filipinlerde  son durak olduğunu belirtmiştim, tam 15 gün geçirmiştik sürekli hareket halinde. Başlangıç Adamız Boracay olsa idi bazı faaliyetler denenebilirdi. 

Sabah erken saatte  bembeyaz plajın üstü simsiyah dalgıç kıyafetli kişilerle kaplıydı. Sabah dalgıçlar hazırlanıp, kıyıdaki teknelere binerek başka koylara veya derinlere dalmaya gidiyorlardı.

 

Saat dokuzdan sonra plaj, bizim gibi gününü bu plajda geçirmek isteyenlere kaldı.

Biz programımızı önce üç istasyonu görmek yani plajı boydan boya yürümek, sonrada plajda yüzmek şeklinde yaptık. Önce bembeyaz, incecik kumlu, dört kilometre uzunluğundaki plajda yürüyelim.

Plajın belli bir metreye kadar bölümünde sadece denize giriliyor, görevliler sürekli kontrol ediyor, yere hiçbir şey atamıyorsunuz, hatta kıyıda sigara içmek bile yasak.

Plajda ilginç görüntülü satıcılar,

Kafeler, restoranlar plajdan sonra aradaki yolun diğer yönünde. Bu arada çok ilginç kafeler de var.

Yine yolun kenarında çok sayıda masaj ve spa salonları sizleri bekliyor. Güzel şık binalarda içeride masaj yaptırabilirsiniz.

Durun bu sıcakta, bu kadar güzel plaj varken, kendimi bir odaya kapatıp niye masaj yaptırayım diyorsanız, hizmette sınır yok. Dünyanın en rahat, mutlu milletlerinden Filipinliler size farklı bir hizmet sunuyor. İlk kez bir plajda gördüğümüz ve hemen keyfini çıkarttığımız hizmet. Aşağıdaki fotoğrafta plajın masaj bölümü! Biz de gün sonunda uzun yürüyüş, bol yüzme üzerine gün batımında masajımızı yaptırdık.

Yine plajda keyf yaparken saçınızı ördürebilirsiniz.

Plajın yanındaki yürüyüş yolu da bembeyaz, incecik kumlarla kaplı.

Plajda üçüncü istasyondan yürümeye başladık. İkinci istasyonun bitimine yakın D-Mall, alışveriş merkezi var. Gezdiğim ülkelerde alışveriş merkezlerinden uzak durmaya çalışırım. Ancak Boracay’daki alışveriş merkezi de sevimli. Hemen plajın yanında sevimli ve şık dükkanlar.
Yine plajın yanında başka bir pasaj, bambu markette küçük hediyelik eşyalar satan dükkanlar.
Birinci bölge denize dik bir ana cadde ile kesiliyor. Plaj boyunca denize çıkan trafiğin olmadığı, daha çok yürüyüş yolları gibi küçük sokaklar  vardı. Bu cadde daha kalabalık, trafiğin yoğun olduğu bir cadde.
Gelelim Boracay’da eğlenceye. Kıyı boyunca çok sayıda restoran, kafe yerleşmiş. Gündüz plajlarda sadece sezlonglar yer alırken akşam restoranlar, kafeler plaja masalarını koyuyorlar. Bu kez plajda gece eğlencesi başlıyor.

Batıya bakan Boracay sahilinde eşsiz gün batımı.

Plajda ışık dansı gösterisi,

 

Tesadüf 14 Şubat Sevgililer Gününde Boracay’daydık. Restoranlar masalarını günün anlamına göre özel süslemişlerdi. Biz de özel süslenmiş bir restoranda güzel bir akşam yemeği  ve özel kokteyleri ile gecenin keyfini çıkartmasak olmaz değil mi.
Filipinler gezimizde en yüksek fiyatı ödediğimiz otelimiz son derece vasat, eski devlet kampları veya pansiyon havasında. Aslında booking.com da yerimizi ayırtırken adı Boracay Travel idi ancak bu isme göre bulduğumuz ve kaldığımız yerin adı bile başkaydı. Ama yataklar temiz ve plaja yakındık. 
Boracay’dan iskelede bizi karşılayan ve uğurlayan tabelalarda yazdığı gibi çok güzel fotoğraflar ve çok güzel anılarla ayrıldık.

Filipinler: Puerto Princesa Yeraltı Nehri – Dünyanın Yeni Yedi Doğa Harikası

‘Puerto Princesa Underground River’ın bir doğa harikası olduğu 2012 yılında Dünya’nın Yeni Yedi Doğa Harikası arasına alınarak tescillenmiş. Yeraltı nehri, Filipinler Palawan Adası’nda, Puerto Princesa şehrinin 80 km kuzeyinde yer almakta. Subterranean River National Park korumaya alınmış.

Palawan Adası Filipinler’in en yeşil adası. Adanın yarısı ormanlarla kaplı. Ulusal Parkın yer aldığı bölüm 800’den fazla farklı bitki ve çok sayıda hayvana ev sahipliği yapıyor. Yeraltı nehri magaraların altından akarak Güney Çin Denizi’ne ulaşıyor. Meksika’daki yeraltı nehrinden sonra dünyanın en uzun ikinci yeraltı nehri.

Önce video ile gezmek isterseniz.

İlk kez bir yeraltı nehri görecektik ve bu nehir dünyanın yeni yedi harikasından biriydi. Merak içindeydik, nehre ulaşmak için Sabang kasabasına geldik. Kasaba deniz kenarında küçük bir yerleşim yeri ve yeraltı nehri turu için her şey organize edilmiş. Günlük ziyaretçi sayısı da sınırlanmış durumda. Çok sayıda tekne kıyıda bekliyor, düzenli şekilde yolcu taşıyorlar. Oldukça kalabalık, tekneye sıra ile düzenli bir şekilde biniliyor. Tekne ile 20 dakikalık bir yolculuk sonrası bir adada indik.

Deniz kenarından üç dakika orman içinde yürüyerek nehir kenarına geçtik. 

Nehrin başlangıcında bu kez nehir turu için başka bir tekneye bindik, her tekne sekiz kişilik, can yelekleri ve baret taktık güvenlik açısından.

Kısa süre açık havada gittikten sonra mağaraların olduğu nehrin derinliklerine uzanıyoruz. Nehrin tamamı 8 km, halen 4 km’lik kısmı açılmış, tur kapsamında 1,5 km’lik bir bölümü gezilebiliyor. 20 milyon yılda oluşmuş, kireçtaşından oluşan magarada sarkıtlar, dikitler değişik şekiller oluşturuyor.

Hem şekiller, hem renkler çok farklı görünüyor. Magara içinde konuşulmaması için tekneye binerken kulaklıklar veriliyor. Çevrede ışıklandırma yapılmamış. Teknede yer alan rehber kulaklıkla bize anlatılan formların üzerine el feneri tutarak daha iyi görmemizi sağlıyor. Tabi formlar o kadar değişik ki, esprili bir şekilde bir yöndeki formları sebze ve meyve pazarı olarak adlandırıp, duvarlarda patlıcan, sarımsak, mantar görmemizi sağlıyorlar.

Diğer yönde ise dini figürler, Meryem, İsa, Katedral gibi.. tanımlıyorlar. Aslında içeride görecekleriniz sizin hayal gücünüze kalmış, mutlaka bir şekle de benzetmeniz gerekmiyor, sadece 20 milyon yılda oluşmuş doğa harikasını seyretmeniz yeterli. Asıl ilginci magarada yaşayan yarasalar, sığırcık kuşları ve diğer canlılar. Rehber yukarıya doğru bakarken ağzınızı kapatın, uykudaki yarasalar üzerinize anı bırakabilir demesi gülümsemelere yol açıyor. Magaranın içinde durgun nehrin üzerinde giderken gerçekten soluğumuzun kesildiğini hissettik. Tek kelime ile yeraltı nehri gerçekten bir doğa harikası.

Gelelim yeraltı nehrine nasıl ulaştığımıza…

Yeraltı Nehri Palavan Adası’nda. Yine aynı adada yer alan El Nido’da veya Puerto Princesa’da konaklayıp karayolu ile Sabang Kasabası’na ulaşılabilir. Puerto Princesa’nın 80 km uzaklıkta olduğunu belirtmiştim, El Nido’ya göre daha yakın, yine de yol iki saat sürüyor. Oradan tur almak mümkün. Biz daha önce El Nido’ya ulaşmış, yeraltı nehri sonrası Puerto Princesa’da bir gece konaklamak ve ertesi gün Boracay’a uçmayı planlamıştık. El Nido’da otelimiz bize minibüs ile önce yeraltı nehrini gezmemizi daha sonra Puerto Princesa’ya ulaşmamızı sağlayan turu önerince bize bu yol uygun geldi. Aslında üç kişi olduğumuz için araç parasını paylaşmamız maliyeti düşürmemizi sağlıyor. Yine de yalnız gezenlerin daha ekonomik yol bulmaları mümkün olabilir. El Nido’dan toplu taşım araçları ile ya da toplu turlarla da gelmek mümkün olabilir. Bölgenin geçim kaynağı olduğu için özellikle Puerto Princesa’dan tur alınmasına yönlendiriliyor. Ancak toplu ulaşım ile Sabang’a gelip kıyıdan tekne ücretini ve çevre vergisini ödeyip programınızı kendiniz yapmanız durumunda çok daha ekonomik olabilir.

El Nido’dan araba bizi gece saat 4.00 de aldı ve tam beş saatlik bir yolculuk ile Sabang’a ulaştık. Saat 11 de tekneye bindik. İki saat kadar sonra tekrar geri döndük. Burada güzel bir lokantada yemek yedik. Aldığımız tur fiyatının içinde yemek de dahil idi. Kasabada güzel lokantalarda açık büfe Filipinler yemekleri tatmak mümkün. Yemekleri çok çeşitli ve lezzetli bulduk.

Ayrıca çok sayıda hediyelik eşya satan dükkanlarda vardı. Nehir turu tekne ile iki saat içinde tamamlansa da buraya ulaşım, tekne beklemek ve oralarda keyifle yemek yemek de eklenince tur tam gününüzü alıyor. Puerto Princesa’dan alınan turlarda araya başka görülecek yerler de ekleniyormuş. Fil çiftliği, yılan çiftliği gibi.

Yemek sonrası, iki saatlik bir yolculuk ile Puerto Princesa ya ulaştık. Yeşillikler arasında asfalt düzgün bir yolda sürdü yolculuğumuz.

Bu bölümde Puerto Princesa’dan söz edelim. Şehir yeraltı nehrine en yakın kalınabilecek yer. Aslında henüz pek turistik görünmüyor, havaalanı da olması nedeni ile Palawan Adası’nda bir geçiş noktası olarak görünüyor. Biz de bu nedenle sadece bir gece konakladık.

Şehrin bizim için en güzel yeri kaldığımız otel idi, Dad’s Bay View Hotel. El Nido’da en çok para ödediğimiz, ancak en az memnun kaldığımız otelden sonra burada konaklamak bize çok iyi geldi. Otelin adını El Nido’da bizimle aynı otelde kalan Avustralyalı aileden almıştık. Gerçekten çok memnun kaldık. 


Deniz manzaralı odamız, zengin sabah kahvaltısı ile rahat ettik otelde.

Ayrıca otel sahibi ailenin oğlu ilk akşam bizi yemek için halkın gittigi restoranlar bölgesine götürdü, ertesi gün de uçağımız öğlendi. Bizi önce şehirde gezdirip sonra havaalanına bıraktı. Böylece iki gün için başka bir araca ihtiyacımız kalmadı.

Kısaca Puerto Princesa’dan manzaralar paylaşalım.

Renkli ve estetik Kilisesi;

İkinci Dünya Savaşında ölen Amerikan askerleri için yapılan anıt mezarlık deniz kenarında, güzel bir bahçe içerisinde. Park gibi gezilebilir.

Gelelim Puerto Princesa Havaalanı’na çok küçük, ülke içi uçuşların olduğu bir havaalanı. Ancak çalışmalar yapılıyormuş yakında uluslararası uçuşlara açılacakmış. Pist küçük, uçaklar küçük ve girişte bavul konan güvenlik bandının üzerinde de bozuk yazısı. Çok uzun süredir havaalanında bavulumu banda koymadan geçmemiştim.

Son Söz

Filipinler’e gitme kararı verirken dünyanın yeni yedi harikasından birini göreceğimizi bilmiyorduk. Program hazırlarken yeraltı nehrinin varlığını öğrendik ve programımıza aldık. İyi ki de almışız. Aslında bu gezimizde ikinci harika Halong Bay’de bizi bekliyordu. İki hafta içinde iki dünya harikası görme şansımız oldu.