ANA SAYFA Blog Sayfa 21

Sintra Gezi Rehberi: Masal Diyarında mıyız?

Hani bazı şehirlere adım attığınız anda sanki farklı bir tarihte, farklı bir dünyada yaşıyormuşsunuz gibi hissedersiniz. Bu dünyada olduğunuzu hissettiren tek şey sizin gibi çevresine şaşkın şaşkın bakan diğer turistlerdir. Sintra da tam böyle bir kasaba. Trenden indiğiniz an farklı bir yerde olduğunuzu hissediyorsunuz. İlk aklınıza gelen acaba Walt Disney film stüdyosunda mı, yoksa masal dünyasında mıyım? Etrafı dağlarla çevrili, saraylar, kaleler kondurulmuş, sanki kraliyet ailesinin oyun parkı gibi düzenlenmiş bir Orta Çağ kasabasında dolaşıyorsunuz.

Bu güzel kasaba Lizbon’a sadece yarım saat uzaklıkta. Portekiz’in başkenti, dinamik ve her anı yaşayan, en kalabalık şehri olan Lizbon’da birkaç gün kaldıktan sonra, sabah yarım saatte ulaşabileceğiniz bu kasaba size çok farklı bir gün yaşatacak. UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki bu kasaba için bir tam gün ayırmanızı öneriyoruz.

Sintra’yi video ile gezmek ister misiniz?

Ulaşım
Sintra’ya ulaşım çok kolay. Lizbon Oriente İstasyonu veya Rossi İstasyonu’dan Sintra’ya direk tren ile 45 dakikada ulaşabilirsiniz. Gidiş-dönüş sadece 4,30 Euro. Ayrıca kombine bilet satın alarak yolculuğunuza iki yer daha ekleyebilirsiniz. Biz Rossi Istasyonu’ndan 15 Euro ödeyerek bu bileti aldık. Böylece Avrupa’nin en batı noktası Cabo Da Roca ve tatil kasabasi Cascais’i de aynı gün başka bir ulaşım ücreti ödemeden gezdik. Böyle bir geziyi Lizbon’dan rehberli tur alarak da yapabilirsiniz. Ancak daha pahalıya mal olacağı için kendi zamanımızı kendimiz ayarlayarak dolaşmayı tercih ettik. Sadece Sintra’ya gitmek isterseniz gidiş-dönüş tren bileti ucuz. Ancak Sintra içinde ring yapan otobüslere binmek isterseniz ayrıca 5 Euro ödemeniz gerekiyor. Ya da yokuş yukarı uzun bir yürüyüş yapmanız gerekecek. Kombine bilete ilk ödenen rakam yüksek gibi görünmekle beraber tüm gün istediğiniz saatte binebileceğiniz tren ve otobüsler için ayrıca para ödemeyeceğiniz ve daha çok yeri görebileceğiniz için öneriyorum. Bu arada sadece Sintra düşünürseniz tarihi tramvaylar da bir seçenek…Tek yön 2 Euro’ya 40 dakikalik yolculukla ulaşabilirsiniz; her 50 dakikada bir Sintra’ya giden tramvaya yine Rossi Istasyonu önündeki tramvay durağından binebilirsiniz.

Tren biletimizi de aldık; artık gezimize başlayabiliriz. Rossi İstasyonu’ndan trenimize bindik. Kırk beş dakikalık rahat bir yolculuktan sonra Sintra tren istasyonuna ulaştık.

Sintra’ya gitmeden önce dersimizi iyi çalışmıştık. Çok sayıda saray var; önce hangisinden başlayacağımıza karar vermemiz ve rotamızı çizmemiz gerekiyordu. Tren istasyonunun hemen karşısındaki turizm ofisine uğrayıp bir Sintra haritası aldık.

Önce şehir merkezini gezebilir ya da en tepedeki ilginç Pena Sarayı’ndan başlayabilirdik. Tüm gününü burada geçirip uzun dik yokuştan yürüyüş yapmak isteyenler yürüyerek şehir merkezinden başlayarak dolaşabilirler. Ancak Pena Sarayı’na çıkarken yol tek yön, dar ve virajlı; sürekli geçen otobüs ve araçlar nedeniyle rahat bir yürüyüş yapmak zor görünüyor. Bizim için ise öncelik en yüksek noktadaki ilginç masal sarayından başlamaktı. Bu nedenle hemen istasyonun yanından ring yapan otobüse bindik. Otobüs kasabanın merkezinden, Ulusal Saray’ın önünden geçerek tepeye doğru dar bir yoldan ilerledi. Biz Pena Sarayı’nın önünde indik. Sarayın giriş kapısı daha aşağıda. Kapıda saraya giriş ücreti olarak 14 Euro ödedik. Kapıdan saray henüz görünmüyordu; bahçeye girdikten sonra tepeye doğru yürümeniz gerekiyor. Saraya tırmanmak istemeyenler bahçe içinde ulaşımı sağlayan ayrı bir araçla çıkabilirler.

Ağaçlıklı yolda yavaş yavaş tırmanmaya başladık. Tırmanırken karşımıza çıkan, ilginç işlemesi olan haçı, Kral Fernando II, Sintra’nın en yüksek noktası (528 metre) olduğunu belirtmek için yerleştirmiş, ancak orijinali 1997 yılında tahrip edilmiş, replikası ise 2008 yılında konmuş aynı noktaya…

Tırmandıkça sarayın silueti kendini göstermeye başlıyor. Sarayın renkleri bizi çağırıyor ve bir an önce tepeye tırmanmak arzusuna kapılıyoruz.

Pena Sarayı’nı Portekiz Kralı Fernando II, 19. yüzyılda eski bir manastırın yerine yazlık saray olarak inşa ettirmiş. Eklektik mimariye sahip saray benim için de hayatımda gördüğüm en yüksek tepede, en ilginç ve en renkli çok değişik bir saraydı.

Evet; masal sarayın kapısından girdik. Artık sarayı gezme zamanı…Kapısı bile arma ve işlemeleriyle ne kadar özgün…

Dış görünüşü bu kadar ilginç olan sarayın iç dekorasyonunun da farklı olacağını düşünerek hemen sarayı gezmek için içeri girdik.

İlk girişte bizi Kral Ferrnando’nun büstü karşıladı. Sarayı gezmeye başlamadan Portekiz’de bu kadar değişik bir saray yaptıran Kral Fernando’yu biraz tanıyalım.

Portekiz tarihinde önemli rolü olan sanatçı Kral Fernando aslında Portekizli değil. Alman-Avusturya İmparatorlugu topraklarında Ferdinand ismiyle doğmuş bir asil. Krallığı, Portekiz Kraliçesi Maria II ile evlenmesi nedeniyle elde etmiş. Kraliçe Maria II 15 yaşında iken Alman bir dük ile evlenir; ancak kocası evlendikten iki ay sonra ölur. Kısa bir süre sonra Fernando ile evlenir ve mutlu bir evlilikleri olur. Fernando’nun Portekiz Kralı olabilmesi için kraliçeden tahta geçecek bir çocuğu olması gerekir. Maria Fernando ile evliliği sırasında 11 doğum yapar ve 11. doğumu sırasında ölür. Fernando ve Maria’nın döneminde Portekiz’de başarılı, istikrarlı ve refah içinde bir dönem yaşanır. Aslında sanatçı ruhlu Fernando günlük işleri ekibi aracılığıyla yönetirken kendisi Portekiz’de sanat ve sanatçılarla ilgileniyormuş.

Sarayın içinde önce Saray yapılmadan önce burada bulunan eski Manastır bölümünden geçiyoruz.

Sarayın en önemli bölümü Büyük Salon. Bu büyük gösterişli salonda Osmanlı kıyafetli gibi, belki de Kuzey Afrikalı ve sarıklı iki heykel avizeleri tutuyor.

 

Sarayın diğer yaşam bölümlerinde önce Fernando II’nin, sonraki yıllarda Kraliçe Amelia’nın kullandığı yatak ve yemek masası yer alıyor.

Değişik aksesuarlar her yerde görülüyor. Aşağıdaki resimlerde görünen telefon ise telefon odası olarak hazırlanmış ayrı bir bölüm de yer alıyor.

Sanatçı Kral kendi çalışmaları dışında çok geniş sanat koleksiyonuna sahip ve sarayda bu eserlerin bir bölümü sergileniyor. Camlar, seramikler, vitraylar, porselenler, tablolar, kara kalem çalışmalar…

Eserler arasında bir Osmanlı Paşasının yer aldığı kara kalem çalışması da özellikle dikkatimi çekti. Fernando’nun Osmanlı ilgisinin nereden kaynaklandığını bilemiyorum. Bunu anlamak için daha detaylı araştırma yapmak gerekiyor sanırım.

Sarayın içini gezmeyi bitirdikten sonra dışarıda arka tarafa geçiyoruz. Burada ise rengarenk, daha küçük bir saray ile karşılaşıyoruz. Içerisi geziimiyor; ancak tam bir masal şatosunun merdivenlerinden birazdan masal kahramanları dans ederek ineceklermiş gibi geliyor.

Saray gezimizi tamamlamadan Kral Fernando’nun yaşam öyküsünü tamamlayalım. Kraliçenin ölümünden sonra sanat ve sanatçılara düşkün Fernando 1859 yılında İsveçli Opena Sanatçısı Elise Hensler ile evlenir ve krallığa da oğlu Pedro geçtiği için ölene kadar bu sarayda eşi ve sanat ile çok mutlu yaşar. Masal sarayında mutlu bir masal sonu gibi; değil mi?

Kral 1885 yılında 69 yaşında öldü ve Sarayı sevgili karısı Kontes Edia’ya bıraktı. Tabi ki bu durum Portekiz Hükümdarlığı için Kabul edilemezdi. Hükümet Kontes Edia ile bir anlaşma yaptı. Sarayın bahçesinde Fernando ve Edia’nın birlikte yaptırdığı ayrı küçük bir köşkte Edia’nın yaşamasına karar verildi. 1880 yılında dönemin kralı Carlos ve Kraliçe Amelia burayı yazlık saray olarak kullandı.1908 yılında Kral Carlos’un suikast sonucu öldürülmesi sonrası, saray Carlos’un oğlu Prens Manuel için düzenlendi. Uzun yıllar burayı kullanan anne Amelia bu Sarayda yaşamaya devam etti; 1910 yılında Portekiz’de krallık sona erip Cumhuriyet ilan edilene kadar… Cumhuriyetin ilanıyla birlikte Pena Sarayı Ulusal Pena Parkı olarak halkın ziyaretine açıldı.

Sarayın arka tarafinda ise, Sintra’nin çevreye hakim en yüksek tepesinden aşağıda yemyeşil ovanın ve şehrin manzarasını seyredebiliyorsunuz.

Ön tarafta tüm çevreye hakim manzaralı ve sarayın rengarenk tüm yapısını görebileceğiniz terasta kafeteryada oturduk; bu masal diyarında biraz daha kalmak istedik. 

Moors Castle (Magribi Kalesi)

Sintra’nin yine en yüksek tepelerinden birinde yer alan kalenin tarihi 9. yüzyıla dayanıyor. Bu tarihlerde Portekiz’e gelen Kuzey Afrikalı Müslüman Magribiler ele geçirdikleri Sintra’yı koruma amacıyla bu kaleyi yaparlar. Hristiyanların Portekiz’i almalarından sonra, ilk yıllarda her ne kadar bu tarihi kaleye önem verilmiş olsa da bir süre sonra terkedilir, yıllarca bakımsız kalır. Kral Fernando kendi döneminde bu kaleyi de restore ettirir. Panoromik görüntüsü ile bu tarihi kalenin ziyareti de Sintra’da görülmesi gereken yerler arasında belirtiliyor. Giriş ücreti yaz döneminde 8 Euro.
Biz Pena Palas sonrası yürüyerek kalenin giriş yerine ulaştık. Ancak asıl zaman ayırmak istediğimiz yer Quinta da Regaleira, sonrasında da Cabo Da Raco ve Cascais gezileri olduğu için bu kaleye tırmanmak istemedik. Kalenin giriş yeri ve Quinta da Regaleira’nın bahçesinden tepedeki hakim görünüşünün fotoğrafını çekmekle yetindik. Kalenin içinde kalıntıların az olduğu asıl panoramik manzaranın güzel olduğu belirtiliyor. Pena Sarayı da en yüksek noktalar arasında olduğundan zaten yemyeşil panoramik görüntüyü fotograflamıştık.

Sintra’da Pena Sarayı’ndan sonra mutlaka görmek istediğimiz saray Regaleir, Pena Sarayı’ndan çok farklı mimaride; ancak en az onun kadar ilginç ye ziyaretçi çeken bir yer. Bu saraya Sintra merkezinden yürüyerek ulaşılabiliyor. Biz Pena Sarayı’ndan aşağıya rahat bir yürüyüşle indik. Bu saray da ömrünüzde göreceğiniz en ilginç mimariye sahip yerlerden birisi. Mimari tarzi Gotik, Ronesans, Maribi ve Mısır etkilerinin karışımı.

Saray 1904 yılında çok zengin bir Portekizli tarafından inşa ettirilmiş. Daha sonra birkaç kez el değiştirmiş olmasına rağmen 1997 yılında Sintra yerel yönetimince sahiplenilmiş ve ziyarete açılmış.

Saraya giriş ücreti 6 Euro; kesinlikle gezmeye değer. Sarayın içini hızla gezdik. Girişte bir salonda piyano eşliğinde bir kadın şarkı söylüyordu. Sarayın bahçesi içinden daha ilginç olduğu için zamanımızın çoğunu orada geçirdik.

Sarayın hemen yanındaki Şapelin dış görünüşü de, içi de tam saraya uygun bir şekilde dekore edilmiş.

Bahçenin her yerinde değişik semboller yer alıyor. Gotik kuleler, tüneller, Masonik, Tapınak Şövalyeleri ve simyacılıkla ilgili semboller görülebiliyor.

Bahçede 9 katlı bir kuyu yer alıyor. Kuyu ama suyu olmayan bir kuyu. Spiral merdivenler ile zemin kata iniliyor. Kuyunun zemininde Tapınak Şövalyelerinin simgesi olan haç yer alıyor.

Sarayın tüm bahçenin altına tamamen tüneller kazılmış. Tünel kapısından bakıp, karanlık olduğu için girmekten kaçınan çok kişi olabilir. Biz merakımız ile karanlık da olsa bir tünelde ilerlemeye başladık. Birdenbire tünelin sonunda ışıkla karşılaştık; gördüğümüz manzara inanılmazdı. Tünelin bu bölümünün sonunda küçük bir göl vardı. Çevresinde değişik bitkiler; üstelik taştan bir köprü. Gerçekten inanılmazdı, bilmediğin bir bahçede karanlık tünele girip sonunda ışıltılar, sular içinde gökyüzünü görmek.

Son Söz

Sintra tarihi dokusu, yemyeşil doğası, dağlar arasındaki kale ve sarayları ile çok farklı bir yer. Portekiz gezinizde mutlaka uğramanızı öneriyoruz. Lizbon’dan kolaylıkla ulaşıp tüm gününüzü geçirebilirsiniz. Isterseniz bir gece de kalabilirsiniz zamanınız yeterli ise… Biz şehir merkezinde fazla zaman geçiremedik ve Ulusal Sarayı gezemedik. Avrupa’nın en batı ucu Cabo Da Roca’yı ve tatil kasabası Carcais’i programımıza eklemiştik. Cabo Da Roca gittiğimize değdi; aslında orada en fazla bir saat geçirebiliyorsunuz. Carcais ise ayrı bir tatil kasabası. Oraya ancak güneş batışında yetişebildik; deniz kenarında biraz yürüyüş yapıp, meydanda lokantalann olduğu yerde güzel bir yemek yedik. Ancak Carcais’i görmüş gibi hissetmedik. Doğrusu akşam Carcais’e ulaşıp gece orada konaklayıp ertesi gün bu tatil kasabasını gezmek olabilir. Bu durumda Sintra’da daha fazla zaman geçirmek mümkün olabilirdi. Sintra gerçekten güzel ve değişik zaman geçirebileceğiniz bir yer…

Midilli Adası (Lesbos) Gezi Rehberi: Zümrüt Ada

midilli-lesbos

Midilli Adası; Avrupalı seyyahların deyimi ile Zümrüt Ada… Dağlık adada, ağırlıklı olarak çam, meşe, zeytin, portakal, kestane, köknar ağaçlarından oluşan yemyeşil bitki örtüsü dağlardan deniz kenarına kadar ulaşıyor, kahverengi toprağın rengini göremeden zümrüt yeşili renk turkuaz maviye dönüşüyor.

Bir adadasınız; dört tarafınız deniz… Bu arada, iki büyük körfez karanın içlerine giriyor. Geras ve Kalonya Körfezleri. Bu nedenle çok sayıda koy, burun, plaj oluşmuş kıyıda ve adanın içlerinde bile, ne zaman başınızı çevirseniz deniz görecek gibi hissediyorsunuz.

Midilli, Yunan Adaları içerisinde Girit ve Eğriboz’dan sonra en büyük üçüncü büyük ada ve Ayvalık’a Yunanistan’ın ana karasına göre daha yakın.

Midilli Adasını Video ile Gezmek İsterseniz:

Ada Fatih Sultan Mehmet tarafından, 1462 yılında Osmanlı topraklarına katılmış, Balkan Savaşları’nda yenilgi sonrası imzalanan Londra Anlaşması ile 1913 yılında Yunanistan’a bırakılmıştır. Adada yaşayan Türk nüfus 1922 yılındaki mübadele anlaşması ile adadan ayrılmak zorunda kalmış…

Ulaşım

Midilli Adası’na ulaşım çok kolay. Ayvalık’tan her sabah ve akşam karşılıklı deniz ulaşımı var. Yıllardan beri o bölgede hizmet veren Jalem ve TurYol feribotlarının yanı sıra daha hızlı giden Nazlı Jale katamaran da sefere başlamış. Katamaran ile Ayvalık’tan sadece 35 dakikada Midilli Adası’na ulaşılıyor. Normal feribot ile de yolculuk 1,5 saat kadar sürüyor. 

Biz sabah saat 09:00’da kalkan katamarana bindik ve güzel, güneşli bir bahar sabahında Midilli’nin Mytilene limanına ulaştık. Türkler adanın tümünü ve merkezi Midilli olarak adlandırıyor. Adanın tümüne ve merkezine aynı ismi vermek Osmanlının yaklaşımıymış. Yunanlılar merkez ve en büyük şehrini Mytilene, adanın tümünü ise Lesbos Adası olarak adlandırıyor.

Adanın tümü araba kiralayarak gezilebilir. Motorsiklet kiralamak da iyi bir seçenek, tüm Yunan adalarında yaygın kullanılıyor. Yollar virajlı olmakla beraber mesafeler çok uzun olmadığı için rahatl bir ulaşım aracı. Sadece rotayı iyi belirleyip, iyi planlama yapmak gerekmekte.
Ben nasıl gittim? Tur ile gezi tecrübem nerede ise hiç yoktur. Ancak bu gezi İzmir’de yerel bir tur şirketi tarafından düzenlenen bir tur idi. İlk kez turla gezmenin keyfini çıkarttım. Grup sadece 18 kişi idi, Önceden çok okuyup, hazırlık yapmadım, üstelik görülmesi gereken yerleri atlamadık, harika rehberimiz  Taylan’ın güzel anlatımı ile bilgilendik, keyifle gezdik. Bir tur olmasına rağmen koşturarak değil, sakın ve keyifle gezdik. Kısaca Midilliyi her türlü gezmek mümkün.

Konaklama

Otelimiz Lesvion Hotel hemen deniz kenarında üç yıldızlı, temiz, güzel bir oteldi. Otelden Midilli panoramik görüntüsü harika.

İkinci gün kahvaltı sonrası manzaraya karşı kahvemizi içerken adanın kuşları bizi ziyarete geldi ve ada manzarasını resimlerken böyle güzel poz verdiler.

Önce merkezden başlayarak dolaşmaya başlayabiliriz.

Mytilene Kalesi Doğu Akdeniz’in en büyük kalesi. Kale şehrin kuzey ve güney limanları arasında alçak bir tepeye kurulmuş. Kale Bizans döneminde kurulmuş ancak yapıda kullanılan malzemelerden antik bir akropol üzerine kurulduğu düşünülmektedir. Osmanlılar döneminde de kaleye eklemeler yapılmış. Kaleden güzel bir şehir manzarası görüyorsunuz.

Şehrin en önemli caddesi Elmou Caddesi sahile paralel bir cadde. Kalenin biraz altında başlıyor. Caddeye girmeden ilk gördüğümüz, deniz kenarındaki hüzünlü Küçük Asyalı Anne Heykeli. Üç çocuğuna sarılmış üzgün karşı kıyıya bakan anne.  Türkiye’den mübadele ile buraya göçmüş anneyi temsil ediyor. İki yaka halkı için de aynı öykü aslında.

Şehir gezimize caddenin kuzeyinden başladık. Caddenin ilk bölümü Türklerin yaşadığı bölge Osmanlı Çeşmesi‘nin olduğu bölüme kadar devam ediyor.

Türklerin yaşadığı bölgede tarihi bir cami Yeni Cami yer almakta. Tabi şu anda bakımsız durumda. Ayrıca sokakta bir hamam da bulunmakta.

Elmou Caddesi’nin sonunda kapısı hem bu caddeye hem sahile bakan yine Osmanlı’dan kalan bir taş bina. Şimdiki adı Cafe Panellinion. Taş kahvenin, içerisinin düzenlemesi tarihi dokusunu yansıtıyor. Ayrıca denize karşı güzel kahve içilecek bir yer.

Hoş, şık bir kafe, güzel bir Grek kahve söyleyip Türk kahvesi içebilirsiniz. Midilli’de su musluktan içilebiliyor ve parasız. Bir kafeye oturduğunuzda önce kocaman bir bardakla su getiriyorlar, su ücretsiz.

Elmou Caddesi’nin merkeze yakın bölümünde asıl alışveriş yapılabilecek dükkanlar yer alıyor. Caddenin sonunda ise Midilli’ye denizden girerken veya kıyıda herhangi bir noktadan baktığınızda adada en dikkati çeken mimari Agios Therapon Kilisesi. Kubbesi çok dikkat çekici. Kilisenin dış duvarlarında çok güzel süslemeler var.

Midili Adası’nda üç tam gün ve iki gece geçirdiğimiz için adanın görülmesi gereken güzel kasabaları, köyleri, tarihi yerlerini görme şansımız oldu. Merkez dışındaki yerleri sıra ile gezmeye başlayalım.

Agiasos Köyü

Agiasos köyü adanın en yüksek dağı Olimpos Dağı’nın eteklerinde yemyeşil, ulu çınarlar, kestane ve kiraz ağaçları güzel tipik evleri olan, çok güzel bir dağ köyü. Köye merkezden 40-45 dakika yolculukla ulaşabiliyorsunuz. Köyde ahşap oymalar, seramik ve dantel ürünlerin satıldığı hediyelik eşya dükkanları var. Köyün parke dar sokaklarında yürüyüş yapıp, kilisesini ziyaret edip akşam üzeri kahvemizi içtik.

Mandomados – Baş Melek Mikail Kilisesi

Mandomados tarihi kilisesi nedeni ile tüm dünyadan ziyaretçi çeken bir şehir. Mytiline’den 50 kilometre uzaklıkta, kuzey yönünde. Yol manzarası güzel ancak virajlı olduğu için yolculuk bir saatten uzun sürüyor. Şehrin içine girmeden hemen ünlü kilisesine yöneldik.

Agios Tarsiyarhis Kilisesi, Baş Melek Mikail Kilisesi’nde ilginç görüntüler ile karşılaştık. Öncelikle kilisenin bahçesine girmeden gerçek bir uçak karşılıyor kilisenin duvarlarının önünde. Hikayesi var tabii. Kilisenin arka bahçesine askeri bir helikopter düşmüş,  Baş Melek’in koruyucu özelliği nedeni ile içindekilere bir şey olmamış. Bu nedenle ordu bahçeye bir jet uçağı koymuş.

Kilise kırmızı Mistegna taşından yapılmış. bu taş yöreye özgü. Mytilene ile Mandomados arasında yer alan Mistegna kasabasından çıkartılan bir taş. Midilli’de gördüğünüz kırmızı renkli taş binalar, kiliseler buradan çıkartılan taşlardan yapılmış.

Kilisedeki ikonun da öyküsü var. Korsanlar manastıra saldırmış ve 40 rahipten 39’unu öldürmüş. Sadece bir rahip canlı kalmış, o rahip de arkadaşlarının kanı ve çamur ile bu ikonu yapmış. İkon camla kapatılmış. Bakan kişiler ikonun yüz ifadesini kendi duygularına göre gülümseyen veya karamsar görebilirmiş.

Kilisede bizi şaşırtan bir görüntü ise yerde emekleyen genç bir kadın idi. Hiçbir kilisede böyle bir görüntü görmediğimiz için herhalde kadın yürüyemiyor dilek dilemeye geldi diye düşünmüştük. Ancak kadın ikonun önüne geldi, ayağa kalktı ve ağlamaya başladı. İkonun başında çok sayıda ziyaretçi vardı, ikonu öpenler, ağlayanlar, dua edenler.

Ayrıca ilk kez bir kilisede mumla dilek dilemenin dışında, kağıda isim yazıldığını gördüm. Kağıt ve kalem konmuştu mumların yakınına. hani gelinin ayağınn altına liste halinde isim yazılır ya, onun gibi kişilerin kağıtlara isim yazdığını görünce ben de mumla dilek dilemenin yanı sıra isim yazmayı da ihmal etmedim.

Ziyaretçiler Baş Melek Mikail’den dilekleri için ayakkabı getiriyorlar ya da kilise de satılan küçük ayakkabılardan alıp ikonun yanına bırakıyorlar.

Kilisede bulunduğumuz anda bir bebeğin vaftiz töreni vardı, kilise kalabalıktı ve herhalde vaftiz töreni nedeni ile kilisenin girişi pembe renkli bebeklerle çiçeklerle süslenmişti.

Midilli’ye gidenlerin bu kiliseyi ziyaret etmelerini öneririm. Ben kilisede kişileri, töreni uzun uzun izlerken, fotoğraf çekerken kilisenin bahçesindeki kafeterya da yenebilen lokma ve ballı yoğurdu tatmak için zamanım kalmadı. Ballı yoğurdu da özellikle öneriliyor.

Molyvos

Midilli’nin en çok turist çeken kasabası olan Molyvos en kuzeyde. Burayı genellikle İzmir’in Alaçatı’sına benzetiyorlar. Kasabanın en yüksek yerinde adanın ikinci büyük kalesi. Türklere ve Bizanslılara karşı korunmak amaçlı Cenevizliler tarafından yaptırılmış. Molivos’ta önce bu en yüksek yere çıkıp, karşı kıyıdan Türkiye’ye baktık. Genellikle Türkiye’de Ege kıyılarından Yunan Adaları’na bakardık. Kalenin içine giremedik, asıl burada soluk kesen deniz manzarası güneş batarken çok güzel oluyormuş, ancak bizim orada bulunduğumuz saat daha erkendi ve böyle bir şansımız olmadı. Midilli’de iki gece üç gün kaldık iki geceyi de Mytillini de geçirdik. Aslında iki veya üç gece kalacak gezginler bir veya iki gecelerini bu güzel kasabada geçirip güneşi batırıp, deniz keyfi de yapabilirler.

Kaleden yavaş yavaş aşağıya yürüdük. Dar sevimli sokaklar, taş evler, küçük hediyelik eşya dükkanları, sevimli kafeler. Ayrıca bazı kafelerin ve restoranların teraslarında güzel deniz manzarası ile yemek yemek veya kahvenizi içmekte çok keyifli. biz denize karşı teraslı bir kahvede kahvemizi içtik.

Plomari

Plomari kasabası adanın güneyinde, Mytilini’ye kırk kilometre uzaklıkta en eski yerleşim yerlerinden birisi. Tarihi Yunan evleri, dar sokakları, güzel meydanları, kafeleri, güzel balıkçı lokantaları ve plajları var.

Önce asırlık bir çınarın olduğu meydandan şehrin eski bölümüne yürüdük, sokak arasında bir kilise vardı, evlerin bazıları bakımlı bazıları eski kalmış, patika yollu dar sokakları olan bir kasaba. Daha sonra deniz kenarına çıkıp kıyıda kahvemizi içtik.

Plomari ilk Uzo’nun üretildiği yer, halen bu bölgede üretiliyor. Bölgenin suyunun güzelliğinin uzoya ayrı bir tat kattığı söyleniyor. 

Plomarida Midilli’de üretilen ve tat olarak klasik Türk rakısına daha çok benzediği için Türkler tarafından daha çok begenilen ve kalite açısından iddialı olan Uzo markası Barbayanni fabrikasına gittik. Fabrikanın üst katında üretimde kullanılan tarihi malzemelerden oluşan bir müze kurulmuş. Şirket bir aile işletmesi ve 150 yıldır üretimine devam ediyor. Aile üyesi üretim sürecini İngilizce çok detaylı anlattı. Daha sonra sertliğine göre olan üç tür uzodan tadım yapıyorsunuz. Uzo alışverişinizi de fabrikada yapabiliyorsunuz.

Petra

Petra merkeze 55 km uzaklıkta. Köy yüksekte inşa edilmiş Panagia Glikofilousa (Meryem Ana Kilisesi) nin etrafına kurulmuş. Tepeye çıkmak için 114 basamak merdiven çıkılıyor. Basamakların sonunda bizi karşılayan manzara biraz yorgunluğa değiyor.

Üç günlük gezi boyunca yolda gördüğümüz diğer önemli eserlere de göz atalım.

Yol kenarında zamanının önemli eseri olduğu belli ancak bugün harabe olan Sarlitza Palace. Osmanlı döneminde Molla Mustafa Hasan Efendi tarafından kaplıca oteli olarak yaptırılmış. Zenginlerin tatil yeri olarak kullanılmış.


Namık Kemal’in Midilli’de sürgünde iken yaşadığı ev restore edilmiş ancak yeni yapılmış gibi duruyor. Acaba restorasyonu Türk müteahhitler mi yaptı diye düşünmeden edemedim.

Nerede ise denizin içinde bir yel değirmeni.

Midilli’de Ne Yenir, Ne İçilir ?

Midili’de yemekler tam bizim ağız tadımıza uygun. Öncelikle bol çeşitli, taze ve makul fiyatlı deniz ürünleri, Grek salatası, Yunan mezeleri, Musakka ve tabi et ürünleri.

Midilli’ye ilk ulaştığımız Cuma günü kısa bir şehir turu sonrası öğlen yemeğimizi Midilli’ye 20 dakikalık mesafede Panagiouda’da yedik. Küçük, sevimli tabi deniz kenarında bir köy. Midilli’de ilk yemegimiz olduğu için hemen ilk deniz ürünlerimizi tattık.

Mytilini’de limanın karşı kıyısında Fenerde balıkçı lokantası. Ahtapot, kalamar, balık ve Yunan mezelerini yemek ve Midilli uzosunu bu manzara ile içmek isterseniz Midilli Adası’nı programınıza eklenmeli.

Yine Fenerde tavernada Yunan müziği eşliğinde deniz ürünleri

İki gün hem öğlen hem akşam deniz ürünleri yediğimiz için üçüncü gün yemeğimiz musakka ve tavuğa döndü. 

Sappho Meydanı, gündüz ve akşam oturabileceginiz şık kafelerle dolu. Sagda Sappho heykeli. Sappho M.Ö 600’li yıllarda yaşamış ilk kadın şair. Şiirleri ve yaşam öyküsü ve Lesbos adı ile Lezbiyen tartışmasına konu olan antik dönemin en ünlü kadın şairi Sappho’nun memleketidir Lesbos. 

Son Söz

Midilli adasına daha önce bir kez arkadaşlarım ile yelkenli ile gitmiştik. Ancak zamanımızın büyük bir bölümünü merkezde geçirmiştik. Bir gün adanın orta kesimlerinde araba ile dolaşmıştık. Ancak bu gidişimde anladığım Midilli’nin doğu ve kuzeyi mutlaka gezilmeli. Midilli Yunan adaları içerisinde en yeşil adalardan biri. Birçok Yunan Adası’nı gördüğüm için rahatlıkla ifade edebilirim, Midilli farklı, sıcak, keyifli zaman geçirebileceğiniz, dinlenebileceginiz, denize girebileceğiniz, isterseniz sadece hafta sonu isterseniz daha uzun kalabileceğiniz bir ada. Kendinizi hem yurt dışında, hem de kendi ülkenizde hissedebileceğiniz bir yer…

 

 






 

Kuyucak Köyü Rehberi: Lavanta Kokulu Köy

Gözlerinizi kapayıp havayı içinize çektiğinizde; uzaklarda kalmış büyükannenizin kokusunu duyacağınız bir köy Kuyucak. Dantelli, kanaviçeli, kolalanmış gibi ütülü ve lavanta kokulu çarşaflarda uyuduğunuz çocukluk günlerinizi hatırlatan kokudan başınız dönecek. Sonra gözlerinizi açtığınızda uçsuz bucaksız lavanta tarlalarında; eflatun, mor, yeşil renklerin rüzgarla dansını izleyeceksiniz. Lavantaların arasında rengarenk giysileri ile resim çeken insanlar; bir yağlıboya resmin ya da bir filmin kahramanları gibi görünecek gözünüze. Kısa bir an için gerçeklik duygusunu yitirip, renkler ve kokular içinde köye yaklaştığınızda ise gözleme kokuları, lavanta kokusuna karışacak.

Kuyucak köyünü internette araştırdığınızda bulacağınız görseller kalitesinde resimler yok bu yazıda. Köyün muhtarı, resimlerin renk kalitesinin sabah erken saatlerde ve akşam üstü güneş batımından önce en iyi olduğunu söyledi. Bu resimler, muhtemelen profesyonel makineler ile çekilmiş ya da sonradan renklerine biraz müdahale edilmiş olabilir.

Isparta’ya 47 kilometre uzaklıkta olan Kuyucak; Torosların eteğinde yüksek bir tepeye kurulmuş, etrafındaki yamaçların ve ovaların çoğu lavanta tarlalarıyla çevrili küçük bir köy.

Köy girişinde çok sayıda özel araç ve tur otobüsü var. Hasat zamanı olan üç dört hafta boyunca civardaki tüm otel ve pansiyonlar da dolu.

Köyün girişinden itibaren satılan lavantadan örülmüş taçlar genç kızların başını süslüyor.

Lavanta ilk olarak, 1975 yılında gül tüccarı Zeki Konur tarafından bir Fransa ziyareti sonrası bölgeye getirilmiş. İlk olarak lavanta üretimi, gül bahçelerinin kenarlarında ve evlerin bahçelerinde süs ve hobi amaçlı başlamış. 90’lı yıllardan sonra ise ticari olarak üretime geçilmiş. Türkiye’deki toplam lavanta üretiminin, TÜİK 2013 verilerine göre yüzde 93’ünü bu köy karşılıyormuş.

Lavanta uçucu yağı, en fazla kozmetik ve parfüm sanayinde kullanılmaktaymış. Bunun yanında güzel kokusu nedeniyle sabun ve diğer endüstri kollarında, ilaç sanayinde ve ağrı kesici, sakinleştirici, uykusuzluk giderici özellikleriyle de aromaterapide kullanılıyormuş.

Isparta İli Keçiborlu İlçesinin Türkiye’deki lavanta üretiminin büyük kısmını karşılamasını markalaşmaya dönüştürmek ve kadın istihdamını desteklemek amacıyla önce bir kooperatif kurulmuş.

Sonra, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) ve  Anadolu Efes ortaklığı ile yürütülen “Gelecek Turizmde” projesi kapsamında destek alınmış.

Lavanta, bölgede özellikle haziran ayı içerisinde çiçeklenmeye başlıyormuş ve çiçeklenme kademeli olarak yaklaşık 45-50 gün sürüyormuş. Böyle olunca da turizm bakımından kısa süreli bir cazibe merkezi olan köy, bu durumunu büyüterek sürdürebilecek mi? Bunu zaman gösterecek. Köyün muhtarı;  bu kısa süreli fırsatı daha uzun zamana yaymak için, bu yıldan sonra farklı zamanlarda çiçek açan diğer renklerdeki (beyaz ve mor) lavantaları da ekeceklerini söyledi.

Yoğun çiçek açma dönemi olduğundan etrafta arılar dolaşıyor. Bu nedenle parfüm kullanmamamız önerilmişti. Tepenizde güneş tarlalar içinde dolaşacağınızdan başınızda şapka hatta geniş bir şapka bulundurmakta yarar var.

Köyün girişindeki lavanta tarlalarının önlerine kurulmuş ufak tezgahlardan ve köyün içindeki evlerin önündeki tezgahlardan; ucuz fiyata lavanta demetleri, balı, çayı, yağı, suyu, sabunu, kurusu almak mümkün.

Ufak lavanta fideleri de satılıyor. Ben iki tane getirip bahçeme diktim, bakalım ne kadar başarılı olacak.

Köyün içinde; kadınların yaptığı gözleme börek gibi yiyeceklerden yemeniz, çay ve soğuk içecekler içip dinlenmeniz için köy kahvesi ile cafe arasında bir konseptte oluşturulmuş gölgelik bir alan var. Çevrenizde lavanta kokuları, temiz pak ama self servis! Sıraya girip, bir masaya dizilmiş ürünleri alıyor sonra kasaya gidip ödeme yapıyorsunuz (bu kısım büyükanne hayallerime uymadı sanki)

Fırsatınız olursa gidin bu köye, çok modern ve ticari olmadan gidin ve bol lavanta alın. Sonra evinizde bu lavantaları kuruturken, yanından her geçtiğinizde tarlalardaki sihirli görüntüyü hatırlayın. Kuruduktan sonra da avucunuzda öfeleyip, küçük keseler içinde havlularınızın, çamaşırlarınızın arasına koyun ve koklayın bu doğal parfümü.

Kaynakça;

-Isparta İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü web sitesi

-Keçiborlu Kaymakamlığı web sitesi
 

Plovdiv (Filibe) Gezi Rehberi: 2019 Avrupa Sanat Başkenti

Plovdiv
Plovdiv Bulgaristan’ın ikinci büyük şehri ve yaklaşık 700 bin nüfusa sahip, ülkenin kültür başkenti. Yedi tepe üzerine kurulu şehir Avrupa’nın en eski şehirlerinden biri. Ancak günümüze geldiğimizde tepelerden birisi taş ocağı olduğu için 6 tepesi  kalmış. Tepeler, Cehennem Tepe, Cambaz Tepe, Saat Tepe Pınarcık Tepe,  Nebet (Nöbet) Tepe ve Taksim Tepe hala Türk isimleriyle anılıyor. Markova Tepe ise,  Plovdiv’in sokaklarında yer alıyor. Yaklaşık 600 yıl kadar da Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğinde kalmış.
Niçin Plovdiv
Bulgaristan gezi programımızda yola çıkış amacımız başkent Sofya’yı görmekti. Gezimizi planlarken okuduklarımız arasında Plovdiv’in görülmesi önerilerini değerlendirip bir gece Plovdiv’de kalmaya karar verdik. Plovdiv dokusu, kültürü, havası Sofya’dan farklı. Daha küçük, sevimli, insanı cezbeden bir şehir. Bulgaristan gezisi yapacaklara Plovdiv’de en az bir gece kalmalarını öneririz.
Ulaşım
Plovdiv’e İstanbul’dan otobüs veya trenle gidilebilir. Diğer bir yol da Sofya’ya uçakla gidilip, otobüs veya trenle Plovdiv’e ulaşılabilir.

İki günlük Sofya gezimizin ardından, bizim Filibe olarak bildiğimiz Plovdiv’e gitmek üzere yola çıktık. Sofya-Plovdiv trenlerinin eski ve uzun sürdüğünü duyduğumuz için otobüsle gitmeyi tercih etmiştik. Otelimizin otogara yakın olması nedeniyle bizi valizlerimizle gören taksiler durmadı ve belediye otobüsüne binmek durumunda kaldık. Otobüste elinde valizi olan bir kadına  otogarı sorup Plovdiv’e gideceğimizi söylediğimizde, oraya gittiğini ve kendisini takip etmemizi  belirtti, tabii ki beden dili ile anlaştık. Sofya otobüs terminali, tren garı ile yan yana. Bayanı takibimiz sonunda tren garına ulaştık. Sofya’ya gitme planımızı yaparken önce tren düşünmüştük kararımızı  otobüsle gitme olarak vermiştik. Bu nedenle rastlantısal olarak trenle Plovdiv’e gitme şansı ortaya çıkınca çok sevindik.  Sofya Plovdiv  tren ücreti 7 Leva ve yolculuk 2.5 saat sürüyor.  (Otobüs 13 Leva ve o da 2.5 saat kadar sürüyor). Hem daha ucuza yolculuk yapıp, hem de Bulgaristan’da trenle seyahat deneyimi yaşamış olduk. Trenler oldukça ucuz aynı zamanda da eski. İçinde çay kahve alabileceğiniz bir yer yok. İki buçuk saatlik yolculukta bizim için bunlar sorun değildi.
Yol boyunca köylerin, ekili tarlaların yanından geçerek Bulgaristan’ın yemyeşil kırsal alanını da görmüş olduk.
Plovdiv’e indiğimizde otelimize gitmek için yine aynı şekilde taksi macerası yaşadık. Elimizde valizlerle gören taksiciler yerin de yakın olması nedeniyle almak istemediler. Sokakta karşılaştığımız bir Türk satıcı kadın taksilere gideceğimiz yerin yakın olması nedeniyle en fazla 5 Leva vermemizi söyledi. (Dönüşte otelden otogara  gitmek için taksiyi resepsiyondan çağırdıklarında taksimetre ile 2.5 Leva tuttu).  Bulgaristan’da taksileri genelde çağırmak gerekiyor. Yoldan durdurmak istediğinizde durmuyorlar, duranlar ise normalin iki katı fiyat istiyorlar. Sonunda 5 Leva’ya (yaklaşık 10 TL’ye) bir  taksi bulduk ve Old Town’da yer alan otelimize ulaştık.
Konaklama
Konaklama seçenekleri bol. Booking com’dan yerimizi ayırttık. Özellikle merkezi bir yer olmasını tercih ettik. Knyaz Aleksander Caddesi’ne açılan bir sokakta Dali Otelde kaldık. Otelin tüm duvarları ressam Dali’nin eserleri ile kaplıydı. Sanat şehri olunca üç yıldızlı otelde bile bu keyfi alıyorsunuz. Temiz, merkezi ve kahvaltı dahil otele oda başı 70 TL civarında fiyat ödedik. Otelimiz merkezi olunca tüm Plovdiv’i yürüyerek dolaştık. 

Gezilecek Yerler

Plovdiv’de bir buçuk günümüz vardı ve zamanı çok iyi değerlendirmeliydik.  Bu nedenle ‘free walking tour’ a katılmaya karar verdik. Bu turların saati mevsime göre değişiyor ve belediye binasının önünden başlıyor.  Mayıs-Eylül arası saat 11.00 ve 18.00 olmak üzere günde iki tur yapılıyor.  Ekim-Kasım arası ise öğleden sonra 14.00’te başlıyor. http://www.freeplovdivtour.com  sitesinden turla ilgili ayrıntılı bilgiye ulaşabilirsiniz. 
Restoranların, kafelerin ve mağazaların bulunduğu Knyaz Aleksandar I caddesinde bir tur attıktan sonra ‘free walking tour’a katılmak üzere aynı caddede bulunan belediye binasının önüne gidiyoruz ve Plovdiv turumuz başlıyor.
Tiyatro Binası ve Grafiti
Turumuza, grafitili bir sokakla başladık. Kırmızı binanın üzeri çok değişik grafitilerle süslü olduğu gibi, karşıda boş küçük kayalarla dolu bir arazi da değişik yüzlerle kaplanmıştı. 
Binanın üzerindeki grafitiler bina hakkında fikir veriyordu. Özellikle Tiyatro binasının üzeri grafitilerle kaplanmış. Karşıdaki grafitili kayalarının üzerinde Bulgaristan’daki ünlü kişilerin portreleri yer alıyor. Bir grafiti sanatçısı önce kendiliğinden geceleri bu grafitileri yapmaya başlamış. Belediye ise ertesi gün kayaların üzerindeki grafitileri boyatıp kapatıyormuş. Bir süre sonar baş edememişler ve Belediye bu kişiyi görevlendirmiş, artık belediye adına çalışan sanatçı çok başarılı grafitiler yaratmış.

Tiyatro sokağı sonunda merdivenlerden inerken Plovdiv’in delisi Misho’nun heykeli bizi karşıladı. Misho akıllı birkaç dil bilen birisiyken yakalandığı menenjit hastalığı nedeni ile akıl sağlığını yitirmiş. Sokaklarda dolaşan, insanları güldüren, halkın sevdiği Misho Plovdiv’de özel bir kişi olmuş. Öyküye göre bir çocukluk arkadaşı yurt dışında zengin olmuş ve ilerleyen yaşlarında Plovdiv’e geri dönmüş. Misho’nun öldüğünü öğrenince onun anısına bu heykeli yaptırmış. Misho şu anda  yine sokakta sevilen, umut beklenen kişi. sizin dileklerinizi yerine getirmek için oturuyor. Dileklerinizi kulağına fısıldayın yeter.

Roma Stadyumu

Knyaz Aleksander I caddesinden yürüyerek, Roma Stadyumu’na ulaşıyoruz. Stadyum, II. yüzyılda yapılmış ve 30.000 seyirci kapasitesine sahip ve n stadyummuş. Bir proje olarak caddenin camla kaplanarak altta kalan stadyumun açığa çıkması düşünülüyormuş.

Stadyumda günümüzde gösteriler yapılıyor. Biz geçerken bir gösteri provası yapılıyordu.

Cuma Cami

Daha sonra,  Stadyumun hemen yanında yer alan Cuma Camii’ne ulaşıyoruz.  Cami, I. Murat Hüdavendigar tarafından 14. Yüzyılda yaptırılmış. Bu nedenle camiye Hüdavendigar Cami de deniyor. Ancak daha çok Cuma Cami  (Dzhumaya Mosque) olarak biliniyor ve bulunduğu meydana da adını veriyor.  Tek minareli caminin içi oldukça güzel, altında ise bir Türk kahveci yer alıyor  ve genelde Türkler tarafından kullanılıyor.

Kapana
Kısa süreli bir yürüyüşle, eskiden şehrin çarşısı olan Kapana’ya geliyoruz. Kapana adı Türkçe kapandan geliyor. Bölgede 5.yy da sanat ustalarının yerleri bulunuyormuş. Bu nedenle demir (iron), altın (gold), leather (deri) sokak isimleri korunmuş. Osmanlı döneminde Osmanlı esnafı burada dükkan sahibi olmuşlar. Bölgenin adı Uzun Charshıya olarak biliniyormuş. Rehberimizin anlattığına göre Kapana adının nedeni ise bu çarşıya girdiğiniz zaman kapana girmiş gibi olup, alışveriş yapmadan Osmanlı tüccarlarının elinden kurtulamıyormuşsunuz. Çarşı 1906 yılında büyük bir yangında zarar görmüş. 1920 yılında yenilenmiş. Son yıllara kadar fazla tanınmayan ve ihmal edilmiş bölge 2012 yılında Belediyenin çalışmaları ile restorasyona başlanmış ve artık galeriler, stüdyolar, sanat atölyeleri, özel dizayn dükkanlar, kafeler, barlar ile  Plovdiv’in çekim ve eğlence merkezi haline dönüşmüş. Sanatçıları desteklemek amacı ile belediye ilk yıl kira ödemesi olmadan dükkanları kiralamakta. 2019 Avrupa’nın Sanat Başkenti Şehri Poldiv’de bu bölge özel bir yere sahip olacak gibi görünüyor. Plovdiv’e gidenlere gündüz sokaklarında dolaşıp, alışveriş yapıp gece de otantik kafe restoranlarda zaman geçirebilirler.
Plovdiv Evleri
Arnavut kaldırımları ile Osmanlı mimarisini  yansıtan ve restore edilerek müze, sanat galerisi, atölye veya restoran  olarak kullanılan evleri ile Old Town, eski şehire geliyoruz.

Rehberimiz Plovdiv evleri olarak bizi gezdirdi. Tabii ki Plovdiv’de olduğu için Plovdiv evleri ancak bir noktayı belirtmemiz uygun olur. Bu konuyu alanında uzman mimarlar daha iyi değerlendirir ancak ilk bakışta ve dışarıdan gördüklerimizle yazmak istiyorum. Osmanlı’nın 18.yy’da hem Anadolu’da hem de egemenliğinde bulunan Rumeli’de Türk evleri yaptırma projesi olmuş. Bu üst katta cumbalı odalar, alt katta daha az pencere, avluya açılan kapılar ile Anadolu’da gördüğümüz Türk evleri mimarisi hakim görünüyor.

Bu evlerden 1847 yılında Argir Kuyumdzhioglu tarafından yaptırılan ev, Plovdiv Etnografya Müzesi olarak kullanılıyor. Müzede, Plovdiv ve Rhodope dağı civarında yaşayan halkın geleneksel mutfak eşyaları, kıyafetler,  mobilyalar ve tarımda kullanılan araçlar yer alıyor.
Bir diğer ev ise Balabanov Evi Müzesi, Plovdiv’in simgesi durumunda. Bugün resim ve sanat galerilerinin sergilendiği bir sanat galerisi.

1830 yılında yapılan ve 1833 yılında Fransız yazar Alphonse de Lamartine’in kaldığı ev. Lamartin evi olarak anılıyor.  
Yine Osmanlı’dan kalan ismi ile kaleye giriş için tarihi kapı Hisar Kapı Plovdiv evlerinin arasında.
Old Town’da yukarıya doğru çıktıkça, Nöbet Tepe’ye ulaşılıyor. Tepeden tüm Polvdiv manzarası karşınızda. Şehrin 3 tepesi de buradan net görünüyor. Karşıda sağda Rus Meçhul  Asker Anıtı  yine üzerindeki saatten adını alan Saat tepe. Nöbet tepeden güneş batışını izlemek hoş olabilirdi ancak biz tura devam ettik.

Nöbet Tepe’nin hemen yakınındaki Taksim Tepe ve Cambaz Tepe’nin arasında ise Plovdiv’in en önemli ve görülecek eseri Roma Antik Tiyatrosu yer alıyor.

Yine II. Yüzyılda yapılan tiyatro 7.000 kişi kapasiteli ve oldukça iyi durumda. Bugün hala çeşitli etkinliklerin düzenlenmesine kullanılıyor.

Tiyatronun hemen yakınında Kemancı Sasho’yu görüyoruz. Sasho’nun bir Sovyet komutanına yaptığı şakadan sonra ortadan kaybolduğu ve onun anısına bu heykelin yapıldığını öğreniyoruz.

Antik tiyatrodan inerken Plovdiv’in en büyük kiliselerinden birisi olan Sveti Bogoroditsa Kilise’sinin önünden geçiliyor.
Tam güneşin batışına yakın bahçesinden manzara çok güzeldi.
Knyaz Aleksander I Caddesi şehrin en ünlü caddesi, trafiğe kapalı. Hem güzel, şık mağazaların yer aldığı, hem de restoran, kafeler ve casinoların yer aldığı cadde. Caddede gece de gündüz de zaman geçirebilirsiniz.
Belediye Sarayı

Ünlü caddesinin sonuna doğru Belediye binası yer alıyor. Bölgenin gündüzü canlı hareketli, gecesi de renkli.

Yeme-İçme Gece Hayatı

Sofya’da olduğu gibi burada da özellikle yerel  yemekleri tatmak istedik. Otelde bize özel olarak hangi lokantayı tavsiye edeceklerini sorduk. Bize önerilen  Dayana restoranı bulduk.


Restoran otantik dekorasyonu yerel yemekleri, uygun fiyatı ile Plovdiv’i ziyarete gelenlerin tercih ettiği bir mekan. Oldukça zengin bir menüye sahip olan restoranda, porsiyonlar da çok büyük.  Et menüleri özellikle tavsiye edilir, yanında da Şopska salatası ve Zagorka.

Plovdiv’de gece hayatının daha hareketli olduğundan bahsediliyor. Özellikle Kapana bölgesinde bar, restoran ve klübleri tercih edebilirsiniz. 

Ayrıca Sofya’da da, Plovdiv’de de casinolar çok yaygın. Hükümet hem yabancıları ülkeye çekmek hem de istihdamı arttırmak için teşvik ediyormuş. Sadece lüks otellerde değil birçok sokakta casinolar karşınıza çıkıyor. 

Son Söz
Plovdiv değişik, güzel, estetik, halkı huzurlu bir şehir. Küçük ama cezbedici bir şehir. Sofya’nın başkent ağırlığı havasından sonra kendinizi sokaklara atacağınız, kafenizi, içkinizi içeceğiniz sıcak bir şehir. Kısaca bizim gibi Sofya’da iki üç gece kaldıktan sonra bir veya iki  gecenizi geçirip farklı bir kent havası koklayabilirsiniz. Sofya yazımızda da belirttiğimiz gibi Bulgaristan’da yemekler damak tadımıza uygun, fiyatları uygun ayrıca içkileri de çok ucuz. Ulaşımda kolay olduğuna göre kısa tatil programlarınız için iyi bir alternatif olabilir. 

Sofya Gezi Rehberi: Uzak Kaldığımız Yakın

Sofya Bulgaristan’ın başkenti ve en büyük şehri. Roma, Bizans, Osmanlı, Rusya ve Avrupa izlerini taşıyan tarihi mirası yanında, doğal güzelliği ve yeşil dokusu ile öncelikle görmeyi düşünebileceğimiz sınır komşumuz.

Niçin Sofya

2017 Yılı gezilerimize Şubat ayında Uzakdoğu’nun en doğusu Filipinler ve Vietnam ile başladık. Mart sonunda Avrupa’nın en batısı Portekiz ile devam ettik. Bu arada gezi haritama baktığımda en kolay ulaşabileceğimiz Balkanlar’a henüz adım atmadığımızı fark ettim. Gezgin arkadaşım Esin’in Sofya’ya gidelim önerisi ile ilk Balkan ülkemize özellikle baharda Mayıs ayında gitmeyi tercih ettik. Gezi sonrası bize bu kadar yakın olan, benzer kültür, ortak geçmiş, hem ucuz hem lezzetli Bulgar mutfağı, benzer iklimi ile öncelikle görülecek ülkeler arasında olabileceğini ve gezginlere önerebileceğimizi düşündük.

Bulgaristan Hakkında Genel Bilgi


Coğrafi Konum: Sınır komşumuz Bulgaristan doğusunda Karadeniz, güneyinde Türkiye ve Yunanistan, batısında Sırbıstan ve Makedonya yer alan bir Balkan ülkesidir.

Nüfus: Bulgaristan’ın nüfusu 2106 yılı itibariyle 7 milyon 98 bin civarında. İşin ilginç tarafı 1950 yılında nüfus 7 milyon 250 bin. Bulgaristan nüfusu artmayan, doğum oranı düşük, göç almayan, göç veren bir ülke durumunda görünüyor. Sofya 1.230.000 nüfusu ile en büyük şehri. Nüfusun % 83’ü Bulgar, % 9’u Türk, % 5 Roman, ülkede okuma yazma oranı % 98,5.

Ekonomik Durum: 1997 yılında Avrupa Birliği’ne girmiş, ancak yıllık kişi başına milli geliri 7.000 dolar olarak Birliğin ortalama gelirlerinin üçte birine sahip olarak AB’nin en fakir ülkesidir. 

Para Birimi: Para birimi Leva. Ülke Avrupa Birliğine katılmasına rağmen, para birliğine girmemiş kendi parası Leva’yı kullanıyor. Bizim orada bulunduğumuz tarihte yaklaşık olarak 1 Euro = 2 Leva  1 Leva = 2 TL civarındaydı.

Kısa Tarihi

Bulgaristan toprakları 2500 yıllık tarihi ile birçok kültüre ev sahipliği yapmış. Bölgede bir süre Roma hakimiyeti sürmüş, 6.yy’da Slavların istilası yaşanmış, Büyük Bulgaristan Krallığı 14. yy’a kadar ülkeyi yönetmiş., 13.yy’da Mogollar buralara ulaşmışlar. Osmanlı İmparatorluğu zaman zaman bu topraklara istila hareketinde bulunmuş ve 16.yy’da Kanuni Sultan Süleyman tarafından ülke Osmanlı İmparatorluğu’na bağlanmış ve 500 yıl Osmanlı yönetiminde kalmış. 1877-1878 yılında Osmanlı Rus Savaşından sonra Bulgaristan Prensliği kurulmuş asıl 1908 yılında II.Meşrutiyet’ten sonra tam bağımsızlığını ilan etmiş. İkinci Dünya Savaşından sonra 1944 yılında Bulgaristan Varşova Paktına dahil olarak Komünist Rejime geçmiş. Günümüzün Bulgaristan Cumhuriyeti, uzun yıllar Sovyet’lerin etkisinde kalmış, 1990’lı yıllarda Komünist Sistemdeki değişiklikle beraber çok partili rejime geçmiştir.  

Ulaşım

Ulaşım için en kolayı İstanbul’dan Sofya’ya direk uçuş olabilir. İstanbul’a kadar uçup oradan trenle Sofya’ya ulaşmayı düşündük. Bu arada Şubat 2017’de İstanbul Sofya arası karşılıklı hızlı tren seferleri başlamış. Tren Halkalı Garı’ndan hareket ediyor, yolculuk yaklaşık 9 saat sürüyor, fiyatları da makul. Tren fiyat açısından uçağa göre daha cazip bir alternatif, ayrıca daha keyifli bir yolculuk olabilir. Ancak bizim için havaalanı ile tren garı arasındaki ulaşım da zaman kaybettirebilecekti. Karayolu ile ulaşım seçeneğini değerlendirirken İstanbul’dan ve Bursa’dan Sofya’ya direk otobüs seferlerinin yanı sıra İzmir’den Bulgaristan’ın Haskovo şehrine otobüs kalktığını öğrendik. İzmir’de Özikizler otobüs firması her gün saat 18.00 de otogardan otobüs kaldırıyor. Üstelik sadece 70 TL gibi çok uygun bir fiyatla. İzmir’den Bulgaristan’a otobüs yolculuğu cazip bir seçenek olarak ortaya çıktı. Çanakkale Boğazı’ndan geçerek gece saat 3.30’da Kapıkule sınır kapısına ulaştık. İlk kez kara yolu ile bir sınırı geçiyordum, korktuğum kadar sıkıntılı bir süreç olmadı, 40 dakikada tüm işlemler tamamlandı, gece olması nedeni ile araç sayısı sınırlıydı. Otobüsümüz rahat, internet bağlantısı ve bol ikramı vardı. İzmir’den hareketimizden tam 11 saat sonra sınıra yakın Haskovo Şehir Terminaline ulaştık. Bulgaristan programımıza Sofya ve Plovdiv’i aldığımız için Haskovo’da zaman geçirmeden Sofya^ya ulaşmak istedik. Terminalde 15 dakika içerisinde gelen Sofya otobüsüne bindik. Haskova Sofya arasında sık otobüs seferleri var. Yolculuğumuz 3 saat sürdü.

Sofya’da otobüs ve tren terminali yan yana ve şehir merkezine yakın. Kalacağımız apart şehir merkezine yakın olduğundan taksi ile gitmeye karar verdik. Hemen terminalden çıkışta yabancı olduğumuzu anlayan birisi yanımıza  yaklaştı ve 20 Levaya gideceğimiz yere götürebileceğini söyledi. Otelimizin yakın olduğunu bildiğimiz için başka bir taksi ile 10 Levaya pazarlık yaptık. Aslında Sofya’da taksilerde taksimetre var, yine de taksi şoförünün fazla dolaştırabileceğini düşünerek fiyat pazarlığı yaptık. Aslında taksi fiyatlarının çok daha ucuz olduğunu daha sonra anladık.

Sofya’da yollar geniş, ulaşım altyapısı çok iyi. Metro, otobüs ve sevimli tramvaylarla kolayca dolaşabiliyorsunuz.  Taksi pahalı değil, ancak sarı (yellow) taksiler güvenli. Diğer taksilerle kazıklanma ihtimaliniz bulunabiliyor. Sofya içerisinde en uzak mesafeye 10 Leva, yani 5 Euro ile gidebilirsiniz. Havaalanından şehir merkezine ulaşım da 15 Leva’yı geçmiyor. Ancak şehir içinde taksi şoförleri kısa mesafe yolcu almak istemiyor veya taksimetre açmadan daha yüksek bir fiyata pazarlık yapıyorlar. 

Bu arada biz kalacağımız yeri şehir merkezinde ayarladığımız için nerede ise her yeri yürüyerek dolaştık. Şehir içi ulaşım araçlarına ihtiyaç duymadık. Vitosha Dağı’na çıkmak için teleferiğe bineceğimiz yere kadar taksiye bindik. Onun dışında arada kısa mesafelerde taksi kullandık.

Konaklama

Konaklama seçenekleri bol, booking.com’da her fiyattan otel bulabileceğiniz gibi apartlar da uygun fiyatlı. Biz merkeze yakın her yere yürüyerek ulaşabileceğimiz  Ognian Apartments’ı tercih ettik. Dört kişi iki oda ve mutfağı olan apartman eski bir bina olmasına rağmen içerisi düzenli ve temizdi. Gecelik 40 Euro gibi uygun bir fiyattı.

Apartımıza eşyalarımızı bırakıp öğle saatinde hemen kendimizi Sofya sokaklarına attık. Gelelim Sofya’da gezilecek yerlere;

Gezilecek Yerler

Alexandre Nevsky Katedrali

Dünyadaki en eski Ortodoks Katedrallerinden biri olan Alexandre Nevsky Katedrali, Sofya’da ilk görülecek yerler arasında.  Işıl ışıl parlayan altın kubbesi ile geniş bir alandan görünüyor. Dışı da içi de haşmetli. Aynı anda 10.000 kişinin ibadet edebileceği büyüklükte. İçinde Çar Osvoboditel heykeli ve tarihi ikonlar görülmeye değer. Katedral 1877-1878 yıllarında Osmanlı Rus Savaşında ölen askerlerin anısına yapılmış. Katedralin alt katında önemli Ortodoks ikon ve eserlerin olduğu bir müze var ancak biz gezmedik.

Katedralin içinde fotoğraf çekmek yasak, ancak içerideki kalabalıktan ve görevlinin o anda bizi izlememesini fırsat bilerek fotoğraf çekebildik.

Ayasofya Kilisesi

Sofya’nın ikinci en eski   kilisesi, Ayasofya Kilisesi’nin dini merkez olarak varlığı, bölgedeki en eski uygarlık Serdica dönemine kadar gitmektedir. Tarihi mezarlığın üzerine kurulan ilk kilisenin üzerine  kat kat tapınaklar yapılmış. İlk tapınağın M.S. 311 yılında yapıldığı bilinmektedir. İlk tapınağın zemininde cennet bahçesini anlatan mozaikler bulunmuş. En son yapılan kilise M.S 6.yy’da yapılmış, beşinci tapınak olmuştur. Kilise 14. yy’da Sofya şehrine ismin vermiş. Osmanlı’nın egemenliği döneminde 16.yy’da camiye dönüştürülmüş, 1930 yılında tekrar aslı olan Ortodoks tapınağına çevrilmiştir. 

Kilisenin içindeki taş dokusu da tarihi havasını yansıtıyor. Tam anlamı ile Sofya tarihi boyunca yaşayan kilisenin   müzesini de gezmek mümkün. 

Yabancı Sanat Eserleri Müzesi  

Alexandre Nevsky Meydanı’nda hemen Katedralin arkasında yer alıyor. Sofya’ya özel ilginç bir müze. Hem geçmişten, hem günümüzden klasik, modern uzak diyarlardan, değişik ülkelerden eserlerden oluşan bir kolleksiyona sahip. Maalesef müzeyi sadece dıştan görebildik.

Sofya Üniversitesi

Parktan, Katedrale doğru yürürken karşımıza Sofya Üniversitesi binası çıktı. Büyük, güzel yapı 1888 yılında yapılmış, Üniversite Bulgaristan’ın en eski ve en önemli Üniversitesi.

Antika Pazarı

Alexandre Nevsky Katedrali’nin hemen yanında antika pazarı var. Resimler, biblolar, Sovyet döneminden kalma antika objeler yeşillikler arasında.

Antika pazarının hemen yanında, yeşillikler içerisinde değişik heykeller çevreye ayrı bir güzellik katıyor. Sofya’da bir çok meydanda, yollarda karşınıza heykeller çıkıyor. Bir kısmı Sovyet rejimine ilişkin veya tarihi anlamları var. Ayrıca bu konuda hem bilgilenip, hem yerlerini aramak lazım. Bizim bu konuya öncelik verecek zamanımız olmadığından karşımıza çıkan heykelleri görmekle yetindik.

St.Nicolas Rus Kilisesi

Sırada Sofya’nın en güzel kilisesi var.  Antika Pazarının sonundan Tsar Osvobodite sokağına inince karşınıza çıkan yüksek bir kubbe dört küçük kubbe ile çevrelenmiş. Hepsinin yuvarlakları altın ile kaplanmış. Bembeyaz kilisenin yeşil çatıları ile uyumu ayrı bir güzellik katmış kiliseye.  Kilise 1914 yılında Rus mimarlar tarafında 16.yy Rus Killiseleri tarzında yapılmış.Merdivenlerden tırmanıp hemen içeriye girdik, bu kez fotoğraf çekme teşebbüsümüz hemen görevli tarafından engellendi.

Kraliyet Sarayı ve Ulusal Sanat Müzesi

Ulusal Sanat Müzesi eski Kraliyet Sarayı’nda yer almaktadır. Müze aslında 1934 yılında açılmış ancak 1945 yılında monarşinin kaldırılmasından sonra müze bu binaya taşınmış. Müzede Bulgar sanatçılarına ait 500.000 parçadan fazla eser bulunmakta.

Sarayın arka bahçesi oldukça büyük, çok sayıda ağaç ve orijinal heykeller ile süslenmiş.

Borisova Gradina Park

Borisova Gradina Park en eski ve en ünlü parkı. İçerisinde yer alan Ariana gölü, çok sayıda heykelleri, bir şeyler içebileceğiniz kafeleri ile bu güzel alanda bir mola verebilirsiniz. Parkta ayrıca hayvanat bahçesi, stadyum yer almakta. 

Steva Nedelya Ortodoks Kilise

Şehrin tam merkezinde yer alan kilise bir tarafta tarihi Serdika şehrinin ana yoluna bakarken, diğer yanı da bugünkü ünlü, modern Vitoshi Caddesi’ne bakmaktadır. Öncelikle tahtadan yapılmış olan kilise sonradan tamamen taştan inşa edilmiştir. Kilise 1925 yılında Çar Boris III’e yapılmak istenen suikast girişimi nedeniyle bombalanmış ve 200 kişi ölmüştür. Bugünkü mimarisine 1950 yılında yapılan restorasyonla kavuşmuş. 

Kilisenin içi de gösterişli. Bu arada içeride bir düğün törenini izleme şansımız oldu.

Aziz Sofya Heykeli

Steva Nedelya Ortodoks Kilise’sinin arkasından Banyabaşı Cami’ye gitmek üzere ana caddeye adım attığımız caddenin tam ortasında çok yüksek bir heykel ile karşılaştık. Heykelleri daha çok meydanlarda, parklarda görmeye alışkınız. İşlek caddede kavşağın ortasında bu kadar yüksek bir heykeli Sofya gezisinde görmemeniz mümkün değil. Hem şehir merkezinde hem çok yüksek ve etkileyici. Önce yüksekliğinden başlayalım, 12 metrelik mermer bir kaide üzerinde, 8.80 metrelik bir heykel, beş ton ağırlığında. Sovyet döneminde yer alan Lenin heykelinin yerine 2000 yılında dikilmiş. Uzun, altın yüzlü, taçlı kadın kollarını ileriye doğru uzatmış. Bir elinde sonsuzluğu simgeleyen defne çelengi tutuyor, sol kolunda yer alan baykuş ise bilgeliği simgeliyor.

Banya Başı Cami

Banya Başı Cami, Mimar Sinan tarafından  1567 yılında yapılmış. Avrupa’nın en eski camileri arasında yer alıyor. Sofya’da  ibadete açık tek cami, bizim orada bulunduğumuz saatte oldukça kalabalıktı. Günümüzde Cami Kadı Seyfullah Efendi Cami olarak isimlendirilmiştir.

Camiye doğru yürürken tarihi Sofya Serdika’nın şehrin ortasında kalan inşaaatlar sırasında ortaya çıkan ve koruma alınan kalıntılarının arasından geçiyoruz.

Caminin karşısındaki değişik bina da Sinagog. Ne güzel bir kültür iki ayrı dinin ibadet mekanları karşı karşıya.

Sofya Tarih Müzesi

Caminin hemen arkasında yer alan tarihi, çarpıcı, estetik bina aslında 1913 yılında yapılmış bir Türk Termal Hamamı, müze bu  binada yer alıyor, 1913 yılında yapılmış. Müzede en etkileyici bölüm 19.yy ve 20.yy başında Bulgar Kraliyet ailesine ait eserler.

Ulusal Arkeoloji Müzesi

Fatih Sultan Mehmet tarafından 1474 yılında yaptırılan  Cami 1893 yılında Arkeoloji Müzesine çevrilmiş. Bulgaristan’ın en eski ve en büyük camisi olması nedeni ile Büyük Cami olarak adlandırılıyor.Yazılı kaynaklara göre caminin adının Koca Mahmut Paşa Cami olduğu, çevresinin  Osmanlı stili binalarla çevrili olduğu, bölgenin adının da uzun yıllar Mahmut Paşa olarak geçtiği belirtilmektedir. Müze olarak ta Sofya için önemli bir yer, Bulgaristan tarihine ışık tutacak arkeolojik eserler yer alıyor. Görülmesi gereken müzelerden.

St.George Kilisesi

Kırmızı tuğlaları ile yuvarlak St.George dünya üzerinde  bugüne kadar korunmuş en eski kiliseler arasında. Antik Sofya Serdica şehrinin kalıntıları arasında yer almakta. Hangi tarihte yapıldığı ve amacı konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Bir görüşe göre M.S. 3.yy’da Pagan tapınağı olarak yapılmış, başka bir görüşe göre ise 4.yy’da Hristiyanlığı yayma yolunda şehit olan azizler için yapılmış bir şehitlik olduğu düşünülmektedir. Kilise 16.yy’da Osmanlı İmparatorluğu’nun hakimiyeti sırasında camiye çevrilmiş, 19.yy sonunda ise ülkenin bağımsızlığı kazanması sonrasında tekrar kiliseye çevrilmiş. Kilise içerisindeki freskolar görmeye değer.

Parlamento Binası

Narodno Sabranie Meydanı’nda yer alan beyaz Parlamento binası, Bulgaristan’ın Osmanlı Devleti’nden bağımsızlığını kazandıktan sonra 1884 yılında  yapılan ilk kamu  binası.

Parlamento binasının hemen karşısında, meydanda Rusya Kralı Aleksander II’nin heykeli yer almaktadır. Heykel Kral’ın Bulgaristan’ın Osmanlı’ya karşı bağımsızlığını kazanmasında oynadığı rol nedeni ile meydanda yerini almış. Aynı meydanda lüks oteller, kafeler, restoranlar yer almakta.

Ivan Vazov Ulusal Tiyatrosu

Ülkenin en eski ve en büyük tiyatro salonu. Neoklasik tarzda, Viyanalı mimarlar tarafından  yapılan bina 1907 yılında hizmete açılmış.

Tiyatro önünde fıskiyeli havuzu ile ‘City Garden’ park alanında. yeşillikler içindeki bu görkemli binanın çevresi kalabalık ve hareketli.

Ulusal Kültür Sarayı

Bulgar Devletinin 1300’üncü yılı kutlamaları içinde 1981 yılında, cam, çelik ve beton kullanılarak yapılmış saray. Burada kullanılan çelik miktarı Eyfel Kulesi’nde kullanılandan daha fazlaymış. Saray çok amaçlı kullanıma açık; kongre, fuar, gösteri, konser gibi.  Şehir merkezinde yer alan Kültür Sarayı’na Vitosha Bulvarı’ndan çıkıp, bir parkın içinden geçerek kısa sürede ulaşılabiliyor.

Vitosha Bulvarı

Sofya’nın en ünlü caddesi. şehrin merkezinde, mağazalarla, restoranları, kafeleri ile bir çekim merkezi. Bu caddede baştan başa yürüyüp, bir şeyler atıştırmak en azından kahve içip, dondurma yiyerek sokakta oturmak keyifli. Bu caddeden Sofya’nın ünlü dağı Vitosha Dağı’nı da uzaktan görüyorsunuz. Tabii biz uzaktan görmekle yetinmeyip dağa çıkmaya da karar verdik.

Sofya’da son günümüzde yapılacaklar listesinde öncelikle birkaç müzeyi görmeyi istiyordum. Bir arkadaşım müze tercihinde bulununca ona katılmayı düşünmüştüm. Ancak diğer iki arkadaşım Vitosha Dağı’na teleferik ile çıkıp, Sofya’yı tepeden görmek istediklerini belirtince bu güneşli havada keyifli olacağını düşünerek birlikte dağa çıkmaya karar verdik. Merkezden taksi ile nerede ise 20 km yol giderek ve ilk kez bir takside şoföre hak ettiği parayı sadece 13 Euro ödeyerek teleferiğe ulaştık. Ayrıca kara yolu ile manzara tepesine çıkılabiliyormuş. Teleferik ile yarım saat süren keyifli bir yolculuk yaptık

Vitosha Dağı

Dağa çıkana kadar her şey güzeldi. Ancak teleferikten inince bizi sisli bir hava karşıladı, Sofya manzarasını teleferikte görmüştük, fakat tepede şehri görmek mümkün değildi. Dağ asıl kışın kayak merkezi olarak kullanılıyormuş, biz de kayak evinde birer kahve içerek yarım saat sonraki teleferik ile tekrar geri döndük.

Yeme – İçme

Sofya yemek çeşitliliği, sunumu, lezzeti açısından bize hitap ediyor. Öncelikle et yemenizi öneriyoruz. Hem çok lezzetli, hem uygun fiyatlı. Bulgaristan’da hayvancılık devlet tarafından desteklendiği için ülkemizin tersine et kolay ulaşılabilir fiyatta. 

Adını çok duyduğumuz bob çorbasını denedik, bizim etsiz ve biraz daha fazla sulu kuru fasulye çıktı. Kebap, dolma, bizim mezelere benzer mezeler, börek çeşitleri ile yemekler tam bizim damak tadımıza göre. Bu arada Bulgar peynir Kashkaval peynirini de tatmayı ve almayı unutmayalım. Bulgaristan’da içki fiyatları çok ucuz. Yerel şarapları, biraları ve Bulgar rakısı tadılabilir. Bulgar rakısı bizim rakı gibi suyla içilmiyor, anason yerine erik veya üzümle yapılan alkol derecesi oldukça yüksek bir içki. Biz rakıyı cesaret edip deneyemedik, şaraplarını beğendik.

İlk akşam yemeğimizi geleneksel müzik ve Bulgar mutfağını tadabileceğimiz özel bir restoranda yemek istedik. Mehane Bolarite bloglarda önerilen bir yer olduğu için orayı aradık.  Tüm günün yorgunluğu ile biraz aradık tam aramaktan vazgeçtiğimizde karşımıza çok ilginç bir restoran çıktı. Otobüs terminaline yakın bir yerde, değişik dekorasyonlu, Bulgar mutfağı sunan bir restoran. Hemen daldık fakat içeride çok sayıda turist vardı ve rezervasyon yaptırmamıştık. Resmini özellikle ekliyorum görmek isteyenler olabilir. Belli ki popüler bir yer. Bu arada meyhaneyi de bulamadık.

Akşam yemeğimizi otelin yakınında bir parkın içinde güzel otantik bir restoranda yedik. Mezeler, et, dil ve şarap eşliğinde güzel bir yemek oldu.

Bu arada Sofya’da Happy restoran zinciri de hem modern hem Bulgar değişik, temiz yemekler sunuyor. İki kez de orada yedik. İlk gün de Vitosha Bulvarı’nın paralelinde güzel bir et lokantasında güzel pişirilmiş biftek yedik.

Sofya’da Yapamadıklarımız

Boyana Kilisesi’ni göremedik. Şehir dışında olan Ortaçağ’dan kalan kiliseyi görmeye zamanımız kalmadı.

Sofya’da tarihi binaların içinde yer alan çok sayıda müze var. Hem binalar özel, hem müze çeşitleri güzel. Arkeoloji ve tarih müzeleri gittiğim şehirlerde görmek istediğim yerler arasındadır. Ülkenin tarihini, ruhunu oralarda hissetmeyi severim. Ayrıca Bulgar sanatçılarının eserlerini görmeyi de çok isterdim. Sofya’da iki gece kaldık tüm gün dolu dolu gezmeye çalıştık ancak müzelere zamanımız kalmadı. Bir veya iki gece daha fazla kalarak önemli müzeleri görüp, Sofya operasında bir gösteri izleyebilirdik. Ayrıca son gün aynı sokakları bir kez daha yürüyüp şehri hafızama kaydetmeyi isterdim. 

Son Söz

Bulgaristan çok yakın sınır komşumuz olmasına rağmen dışa kapalılığı nedeni ile son yıllara kadar bize uzak bir ülkeydi. Ayrıca Avrupa’nın en fakir ülkesi olarak diğer Avrupa ülkeleri gibi görmek için can atmadığımız bir ülkeydi. Bugün hem yakınlığı, hem ulaşım kolaylığı, ucuzluğu, mutfağı ve gördükten sonra söyleyebileceğim zengin tarihi ile görülmeye değer bir ülke. Sofya şehrini  tarihi binaları, geniş yolları, yeşil alanları ile beklentimin çok üzerinde buldum. Sofya’dan sonra gördüğüm Plovdiv şehri ise tam bir Avrupa sanat şehri olarak çok daha çekici geldi. Özet olarak gece hayatı ve alışveriş dışında tarih, kültür ilginizi çekiyor ise Sofya’yı görmenizi öneririm. Bir daha gider miyim. Evet bir kez daha sokaklarında yürümek ve müzelerini gezmek için gitmek isterim.

İsrail-Kudüs Gezi Rehberi: Semavi Dinlerin Doğuş Coğrafyası

Dinlerin, tarihin, kültürel efsanelerin ve mitolojilerin iç içe geçtiği, her köşesinde olağanüstü manzaralarının ya da hikayenin sizi beklediği bir ülke İsrail. İsrail’de gördüğünüz her taşın birden çok hikayesi var. Bu hikayeler bazen birbirini teyit ediyor, bazen çelişiyor, hangisine inanacağınız size kalmış, dedim ya hikaye. Bırakın, gezdiğiniz gördüğünüz tüm yerler sizi geçmişte bir masal yolculuğuna götürsün.

Kapalı bir grupla yaptığımız İsrail gezisinde İstanbul’da doğup büyümüş, halen İsrail’de yaşayan Yahudi rehberimiz, yol boyunca bize farklı dini kitaplardaki yaklaşımları anlattı. Gördüğümüz her yere ve tarihi olaya ilişkin farklı görüşler olduğu için, bu yazıda rehberin anlattıkları esas alınacak, bazı bilgiler meraklısına başlığı altında verilecektir. İlginizi çekmez ise bu bölümleri atlayarak okumanız önerilir.
 
          Meraklısına;  
İsrail, Orta Doğuda Asya ve Afrika kıtalarının kesiştiği yerde bulunan bir ülke. Batısında Akdeniz, kuzeyinde Lübnan ve Suriye, doğusunda Ürdün, güneyinde Mısır, Filistin ve Kızıldeniz ile çevrili.
Kudüs fiili başkent, ancak uluslararası kabul edilen başkent Tel-Aviv.
2014 yılı nüfus tahminine göre nüfus 8.238.000. Nüfusun etnik dağılımının ise; % 75,1 Yahudi, % 20,7 Arap ve % 4,2 diğer unsurlardan oluştuğu tahmin ediliyor.
İsrail ekonomisi; yüksek teknolojik araç gereç üretimi, tarım, sanayi, elmas işlemeciliği ve turizme dayalı. Kibbutzadı verilen komünal tarım çiftlikleri, gıda üretiminin tamamına yakınını gerçekleştirerek ülkenin gıdada kendi kendine yetmesini sağlıyor.
Kişi başına GSYİH 38.000 Dolar civarında
 
İsrail kültür gezimiz Kudüs ile başlıyor. Kudüs, gecesi ve gündüzü ile büyüleyici bir şehir. Gece yüksekten bakıldığında ışıklandırılmış bir masal ülkesi gibi. En görkemli görüntü altın kubbesi ile Kubbet-üs Sahra, Mescid-i Aksa, yanında ağlama duvarı, görkemli kiliseler ve yaşayan bir şehrin sokakları…
 
Kudüs, bugün UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesinde. Ermeni, Hristiyan, Yahudi ve Müslüman mahalleleri olmak üzere dört kısma ayrılmış. Surlar içinde kalan bölümü, “Eski şehir” olarak anılıyor.

Eski şehirde, kutsal mekanlar birbirlerinden net çizgilerle ayrılamıyor. Bir din için kutsal olan mekan, diğer dinler için de kutsal olabiliyor; Yahudilerin Hz. Süleyman Mabedi olduğuna inandığı tepe üzerine inşa edilmiş Mescid-i Aksa gibi, Hz. Muhammed’in Miraç gecesinde Burak denilen bineğini bıraktığı yerin hemen yanıbaşında “Ağlama Duvarı”nın olması gibi… Ya da Ağlama Duvarı önünde Yahudiler ritüellerini yaşarken, hemen üst tarafında bulunan El Aksa Camii’nde Müslümanların namaz kılışı gibi.. Mescid-i Aksa’ya namaza giden Müslümanların, çile yolundan çıkan ve Kıyamet Kilisesinde hacı olmaya giden Hıristiyanları görmesi gibi…

Kudüs gezisine otobüs ile çıktığımız Zeytin dağından başlıyoruz. Arkamızdaki eski bir binanın I. Dünya Savaşı’nda Filistin’deki IV. Ordunun Komutanı olan Cemal Paşa tarafından kullanılan karargah binası olduğunu öğreniyoruz. (Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı kitabında anlattığı olayların geçtiği mekan) Önümüzdeki terastan, panoramik Eski Kudüs manzarasını izlerken artık efsaneleri dinleme zamanı.

Meraklısına; Kubbet-üs-Sahra’nın bulunduğu Tapınak Tepesi’nin yüksekliği 740 m, Zeytin Dağı’nınki ise 809 m. İki dağ arasında ise  Kidron Vadisi uzanıyor.

Resimde uzaktan görülen surların içindeki taşlarla örülmüş (kim örmüş, neden örmüş rivayet muhtelif) kemerli kapı, Yahudi inancına göre Mesihin geleceği Altın Kapı

Kapının tam karşısında, vadinin diğer yanında Zeytin Dağı eteklerindeki dünyanın en eski Yahudi mezarlığının ise Mesih geldiğinde, ilk dirilecek olanların yattığı yer olduğuna inanılıyor. Mezarların her tarafı taş ile örülmüş, toprak görünmüyor. Yahudi inanışına göre Mesih geldiğinde; buradakileri diriltecek ve tapınağı yeniden ibadete açacak, vadinin üzerinde kurulacak köprü ile Tapınağa geçiş sağlanarak, dünyanın merkezi olacak bir yönetim kuracakmış. Mezarlık halen kullanılmakta ve günümüzde buradan yer satın almak isteyenlerin milyon dolar civarında bir servet ödemesi gerekiyormuş.

Aynı vadi Hristiyanlar için de kutsal. Zeytin dağından aşağıya yürüyerek inerken, irili ufaklı  kiliseler görüyorsunuz. Hristiyanlar’da sırat köprüsünün bu vadi üzerinde kurulacağına inanıyormuş (yani bu vadide bir şey olacak da bakalım ne zaman).
Bu kiliselerin en ünlüsü, asırlık zeytin ağaçlarının içinde yer alan Gethsemani Kilisesi.

Bu kilise, Hz. İsa’nın son yemeğini yedikten sonra geldiği ve bir taşın üzerinde uykuya daldığına inanılan taşın üzerine kurulmuş. Hz. İsa’nın Romalı askerler tarafından burada tutuklandığına inanılmakta.

Meraklısına: Hz.İsa otuz yaşlarına doğru Mesih olduğunu bildirir. Önce memleketi Celile’de sonra Kudüs’te vaaz vermeye başlar. Daha ziyade ezilmiş, fakir insanlara seslenir. Onların acılarını hafifletmeye, katı Yahudi kurallarını yumuşatmaya çalışır. Zamanla vaazlarına ilgi artar. Ancak kendisinin Mesih olduğuna inanmayan Yahudiler, İsa’yı Romalı Kudüs Valisi Pontius Platus’a şikayet ederler. Havarilerinden Yahuda da ona ihanet eder. Luka’ya göre “Şeytan Yahuda’nın kalbine girer.” O da gider, baş kahin ve tapınak koruyucularının komutanlarıyla İsa’yı nasıl ele verebileceğini görüşür. Onlar buna sevinirler ve Yahuda’ya 30 gümüş dinar verirler. O da bunu kabul eder ve İsa’yı ele vermek için tenha bir yer ve zaman kollar. Hamursuz Bayramı’nda bir evde akşam yemeği yedikten sonra (Son Akşam Yemeği) İsa bazı havarileriyle birlikte Getsemani’ye gider, dua eder, sonra da bir taşın üzerinde uyur. Havariler de uyurlar. Yahuda’nın askerlerle birlikte bahçeye girmesi üzerine uyanırlar. Yahuda İsa’ya doğru gider ve onu öper. Bu, bahçedekilerden hangisinin İsa olduğunu askerlere göstermek için önceden kararlaştırılmış bir hiledir. Bu sayede İsa’nın kim olduğunu öğrenen askerler onu tutuklayıp yargılamak üzere Antonio Kalesi’ne götürürler.(Öncesinde ve sonrasında neler olduğunu, aşağıda ilgili mekanları gezerken okuma fırsatınız olacak)
Zeytin Dağı’ndan asırlık zeytin ağaçlarının kokusunu içimize çekerek yürüyoruz, aşağı inerken her iki yanımızda kiliseler var. Bu kiliseler Hristiyanlığın farklı mezheplerine ait ve farklı ülkeler tarafından yaptırılmış. Yunan Ortodoks Bethphage Kilisesi, Zeytin Dağı’nın hemen yamacında yeşillikler içinde parlayan altın kaplama kubbeleri ile dikkat çeken Rus Ortodoks Maria Magdelana Kilisesi.

Sanki herkes bu kutsal kentte iz bırakmak istemiş. Ama gece gündüz, hangi cepheden bakarsanız bakın, en ihtişamlı yapı Mescid-i Aksa da yer alan altın kubbeli Kubbet-üs Sahra…Zeytin dağından inip, vadiyi geçiyoruz. Eski kenti çevreleyen şehir surlarının (Kanuni Sultan Süleyman tarafından onarılıp yenilendiği için Süleyman   Surları deniyor) sekiz tane kapısı var.
 
Meraklısına; Yafa Kapısı, Eski Kent’in ana girişi. 1538’de Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmış. Eski Yafa-Kudüs karayolunun bittiği yerde bulunan bu kapı Müslüman ve Ermeni mahallelerine açılıyor.
Herold Kapısı, kuzey duvarından Müslüman Mahallesi’ne açılıyor.
Şam Kapısı, kuzey duvarında bulunan ve Müslüman mahallesine açılan kapı, Arap pazarının başlangıcında olduğu için çok işlek. Kudüs kapılarının en görkemlisi.
Yeni Kapı, nispeten yakın zamanda (1889) yapıldığı için bu adı almış. Kent’in kuzeybatı köşesine yakın bir yerde ve Hıristiyan Mahallesi’ne açılıyor.
Siyon ya da Davut Kapısı, güneyde yer alıyor ve doğrudan Ermeni ve Yahudi mahallelerine açılıyor.
Çöp Kapısı, güney duvarında bulunan ve Ağlama Duvarı’na (Batı Duvarı) en yakın kapı. İkinci yüzyıldan itibaren çöpler kent dışına buradan çıkarıldığı için Çöp Kapısı adını almış.
Aslanlı Kapı, doğu duvarında ve Çile Yolu’na (Via Dolorosa) götürüyor.
Altın ya da Merhamet Kapısı, Eski Kent’in doğu yakasında ve Zeytin Dağı’na bakıyor. Yahudi inancına göre Mesihin Kudüs’e gireceği kapı.
Batı surlarındaki kapıya; Yahudiler Yafa şehrine giden yolun başında olduğu için Yafa Kapısı derken, Müslümanlar El-Halil Kapısı diyor. Osmanlı döneminde kapının kitabesine; La İlahe İllallah, Muhammedun Rasulullah yerine La İlahe İllallah, İbrahim Halilullah (Allah’tan başka ilah yoktur ve İbrahim Allah’ın dostudur) yazılmış. Bu yazı üç İbrahimi dinin de kutsal şehri olan Kudüs’te, Yahudi ve Hıristiyan tebaaya da jest olarak düşünülmüş.

Eski şehre çöp kapısından girecekken,  kulağımıza müzik sesleri geliyor.

Uzun saçlı iki genç dans ederek ilginç çalgılarını çalıyorlar. Bu çalgılardan biri, çok büyük antilop boynuzundan yapılmış, diğeri darbukaya benziyor. Biz, bir Bar Mitzva (Yahudilikte, erkek çocuklar için yetişkinliğe geçiş) törenine denk gelmişiz, çalgılar ondan çalınıyormuş. Eskiden, toplu ibadet için halkı tapınağa çağırmak amacıyla da kullanılırlarmış bu çalgılar. 

Biraz ileride, şık giyinmiş (bizim sünnet çocukları gibi) 12-13 yaşlarında bir erkek çocuğu alkışlar, şarkılar, müzik ve dans eşliğinde ağlama duvarına götürülüyor. Yanında din adamları da var. Burada Tevrat’tan rastgele açılmış bir bölüm okutturularak, eğer başarırsa artık yetişkin sayılacakmış. Yetişkinlik töreninden sonra, dini kurallara uymak zorunda ve yaptıklarından kendisi sorumlu olacakmış.
Meraklısına; Yahudi inanışına göre; İsrailoğulları Mısır’dan çıktıktan sonra yapıldığı varsayılan ve içinde Hz.Musa’dan kalan taş levhalarla Hz.Harun’un eşyalarının bulunduğu “Ahit Sandığı”nın ve yedi kollu şamdanın Hz. Süleyman Mabedinde olması gerekiyor. Bu sandığı bulacak kişinin mehdi/kurtarıcı olacağına inanılıyor. İsrail Devleti, 1968 yılından bu yana Mescid-i Aksa’nın çevresinde ve altında arkeolojik araştırmalar adına kazılar yapıyor.
Karşımızda ağlama duvarı, İsrailli askerlerin kontrolünden geçerek giriyoruz alana. Kadınlar (bir mabede girerken uyulması gereken giyim kurallarına uyarak)  sağ tarafta kendileri için paravan ile ayrılmış bölüme, erkekler sol taraftaki daha geniş bölgeye  gidiyor.

Duvarın çok yakınında dua eden Yahudi kadınlar hep siyah giyimli, başları siyah örtülü, ellerinde küçük kutsal kitapları var. Saygılı duruşları, hüzünlü mahzun yüz ifadeleri ile huşu içinde, hafif öne arkaya sallanarak dua ediyor kadınlar. Kadınları biraz izledikten sonra Yahudiler için ağlama duvarı, Müslümanlar için Burak Duvarının (duvarın üst kısmı Mescid-i Aksa) önünde kendi inancımıza göre dua ediyoruz. Duvarın yarıklarına ve taş aralarına küçük kağıtlara yazılmış dua- dilekler sıkıştırılmış. Bunları kim toplayıp okuyor, sonra ne oluyor gibi kafamdaki soruları def edip, mekanın ruhunu yakalamaya ve etrafımdaki Yahudi kadınların hislerini anlamaya çalışıyorum. Duvardan ayrılırken sırtlarını dönmeden geri geri gidiyorlar ve yüzlerinde benim görebildiğim “derin bir hüzün”.

Erkekler tarafı daha canlı ve  hareketli. Kadınların bu tarafa girmesi yasak ve bakması da çok hoş karşılanmıyor. Ama sesler ve görüntüler daha coşkulu erkekler tarafında; yüksek volumle okunan dua, ilahi  karışımı sesler geliyor. 

Erkeklerin favorilerini kesmeden uzatıp, lüle lüle kıvrılmış olarak şapkalarından sarkıtmış olduklarını resimde de göreceksiniz. Kıyamet günü melekler, bu lülelerden tutarak cennete götürecekmiş erkekleri. Meydanda erkeklerin kıyafetlerini incelerken çok farklılıklar olduğu dikkatimi çekiyor. Örneğin melon şapkaların boyu ve modeli farklı, giyilen uzun ceketlerin boyları, şekli, düğme sayıları farklı, bazılarının bellerine bağladıkları uzun iplerin düğüm sayıları farklı, bu iplerin ucundan sarkan değişik uzunluktaki iplerin renkleri ve düğümleri farklı. Rehberimiz, bu farklılıkların hepsinin ayrı bir anlamı olduğunu ve İsrail dışında yaşayan Yahudilerin, bulundukları ülkelerde birbirlerini tanımak için kıyafetlerinde böyle şifreler taşıdıklarını söylüyor.

Meraklısına; Yahudiler “Batı Duvarı”, Hristiyanlar “Ağlama Duvarı”, Müslümanlar ise Hz. Muhammed’in buradan miraca yükseldiğine inandıklarından (zaten duvarın üstü ve arka tarafı Mescid-i Aksa) “Burak Duvarı” olarak adlandırmakta.
Hz. Süleyman (MÖ. 970-931) Kudüs’te Moriah Dağı üzerinde bir tapınak  (I. Tapınak) yaptırıyor. Bu tapınak, MÖ. 587 senesinde Babil Kralı Nebukadnezar tarafından yıkılıyor ve Yahudiler Babil’e sürülüyorlar. Daha sonra Persler Babil’i alıyor ve Yahudilerin Kudüs’e dönmelerine izin veriyorlar. Dönen Yahudiler eski tapınağın yerine yeni bir tapınak yapıyorlar (II. Tapınak) (MÖ. 520-515). Bunu da MS. 70’de Romalılar yıkıyor ve Yahudileri onlar da sürüyorlar. İşte Ağlama Duvarı denen yer, bu II. Tapınak’ın yıkılmadan kalan batı duvarı. Yahudiler, kutsal saydıkları için, önünde durup dua ediyorlar.
Yaklaşık 485 m uzunluğunda olan ağlama duvarı, toprak seviyesinin üstünde 24  büyük taş sırası ve yer altında kalan 19 taş sırasından meydana geliyor.

Ağlama duvarını arkamızda bırakıp, görkemli bir kapıdan kapalı çarşı gibi bir alana giriyoruz. 

Yol üstünde Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptırdığı üstü oymalı çeşmede durup, üzerindeki kitabeden kendini II. Süleyman olarak tanımladığını öğreniyoruz.

Çarşıda, etnik gruplara ait küçük dükkanlarda yiyecek, tatlı, kıyafet, ev aksesuarı, hediyelik ne ararsanız var. Ara sokaklar bizi Mescid-i Aksa’ya götürüyor. Kapıda Müslüman askerler Müslüman olup olmadığımızı soruyor, tereddüt ettiklerini içeri almıyor. Kapıdan girmeden önce kadınların kıyafetinin uzun ve başının kapalı olması gerekiyor.
Mescid-i Aksa

Mescid-i Aksa’yı altın kubbeli cami sanıyordum, değilmiş. Geniş bir alan ve bir sürü yapı var burada. Mescid-i Aksa (uzak mescid) bunların bütününün oluşturduğu bir yerleşkenin adı.

Mescid- i Aksa, Müslümanlar için  önemli üç mescidden biri. Mescid-i Aksa, Mescid-i Nebevi (Medine) ve Kabe (Mekke) ile birlikte üç harem bölgesinden biri olarak kabul edildiği için “Harem-i Şerif” ya daBeyt’ül Mukaddes” olarak da adlandırılıyor. 

Hz. Muhammed’in Hicret’inden sonra, 17 ay süresince Müslümanların ilk kıblesi olan ilk kıble bölümü,  hemen onun yanında MS.636’da Hz. Ömer tarafından Kudüs’ün fethinden sonra yaptırdığı küçük mescidin yerine yapılmış El Aksa Camii,  caminin karşısında Emeviler tarafından muallak taşının üstüne yaptırılmış kubbesi 14 ayar altından Kubbet üs- Sahra, bahçede de muhtelif eserler var.

Hz. Muhammed’in miraç esnasında üstünde durduğuna inanılan taş olan “Muallak Taşı”,  Kubbet üs-Sahra’nın içinde. Kayanın altında, binanın içinden taş bir merdiven ile inilen küçük bir mağara var. Müslüman inancına göre, Hz. Muhammed bir gece Burak adlı atıyla Mekke’den Mescid-i Aksa’ya gelmiş, bu mağarada diğer peygamberlere namaz kıldırmış, daha sonra da bu taş üzerinden miraca çıkmıştır. İnanışa göre; miraç gecesi Hz. Muhammed göğe yükselirken, üzerinde durduğu kaya parçası da onunla yükselmeye başlamış. Taş, bir süre havada asılı kaldıktan sonra yere düşmüş, o yüzden adı “Muallak Taşı”. Bir başka yorum da aslında Kudüs’ün tümünün “Muallak Taşı” olduğu yönünde… Bu kaya parçasının aynı zamanda, Hz. İbrahim’in oğlunu Tanrıya kurban etmek istediği esnada, oğlunu yatırdığı taş olduğuna da inanılıyor.

Kubbet üs-Sahra’nın dış cephesi, turkuaz rengin hakim olduğu Osmanlı çinileri ile süslenmiş, iç kısımdaki ahşap süslemeleri ve rengarenk mozaikleri, halıları, renkli camları ile aydınlatmanın günün her saatindeki farklı dansı, ibadetinizi huşu içinde yapmanız için size muhteşem bir fon sağlıyor.

Meraklısına; Kubbet-üs-Sahra, Müslümanların Muallak Taşı, Yahudilerin ise “Başlangıç Taşı” dedikleri, İbrahimi dinlerce kutsal sayılan bir taş üstüne, Emevi halifesi Abdülmelik devrinde 687-691 yılları arasında inşa edilmiş, ortası kubbeli, sekizgen biçiminde bir bina. Binanın iç yüzeyi ve kubbesi Kur’an sureleri ve çeşitli motiflerle süslenmiş.
Tarih boyunca bölgeye hakim olan tüm Müslüman hükümdarlar, Kubbet-üs Sahra‘ya büyük saygı gösterip binanın bakımı ve onarımı ile yakından ilgilenmişler. Kubbet-üs Sahra, Eyyubi ve Memlük sultanları tarafından çeşitli tarihlerde onarılmış. Kanuni Sultan Süleyman zamanında, Kubbet-üs Sahra büyük bir onarımdan geçirilmiş ve dış cephesi çinilerle kaplanmış. Osmanlı padişahlarından III. Murat, I. Abdülhamid, II. Mahmud, Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz ve II. Abdülhamid devirlerinde de onarılmış. II. Abdülhamid, binanın zeminini İran halıları ile döşetip, binanın ortasına büyük bir avize astırmış ve eskiyen çinilerini yeniletmiş. 1927’de Filistin’de meydana gelen depremde önemli ölçüde hasar gören Kubbet-üs Sahra, Ürdün ve diğer Arap ülkeleri ile birlikte Türkiye’nin katkıları ile esaslı bir şekilde onarılmış.
Haçlıların 1099 tarihinde Kudüs’ü Müslümanlardan almalarından sonra, Kubbet-üs-Sahra kiliseye çevrilerek, binada çeşitli değişiklikler yapılmış. Binanın kuzeyine Hıristiyan din adamları için hücreler eklenmiş. Kubbesine haç yerleştirilmiş, kubbenin altındaki mağaraya da ikonalar konmuş. 1187’de Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü fethinden sonra Haçlılar Döneminde yapılan bu değişiklikler kaldırılmış.
 
Yerleşkenin diğer tarafındaki  “El Aksa Camii”  beş bin kişi alabiliyor. Cami içinde, namaz kılanlar, Kuran okuyanlar, dini sohbet dinleyenler var, ama içerisi bunların birbirini rahatsız etmeyeceği kadar büyük. 1951’de Ürdün Kralı Abdullah burada öldürülmüş, 1969’da da cami kundaklanmış.

Meraklısına; Mescid-i Aksa ya da El-Aksa Camisi, Mescid-i Aksa yerleşkesinde, başlangıçta Halife Hz. Ömer tarafından yaptırılmış küçük bir mescitmiş. Daha sonra bunun yerine, Emevi halifesi Abdülmelik tarafından daha geniş bir cami yapılmış. 746’daki bir depremden sonra bu cami tamamen yıkılmış ve yerine Abbasi halifesi Mensur tarafından 754’de yenisi yapılmış. Zaman içinde yapılan yenileme çalışmaları ile dönemin iktidarları camiye ve çevresine kubbe,  minber, minare, içyapı gibi yeni yapılar eklemişler. 1099’da Kudüs’ün Haçlılar tarafından ele geçirilmesinden sonra, bu cami de saray ve kilise olarak kullanılmış, fakat Selahaddin Eyyubi tarafından Kudüs geri alınınca tekrar eski haline getirilmiş.
Camide ibadetimizi yapıp, dualarımızı okuduktan sonra, içerdeki ve bahçedeki kadınların, “hüzünlü ve kaygılı” bakışları dikkatimizi çekiyor. Bu mekanlar yakın geçmişte ve günümüzde saygı sınırlarını aşan müdahalelere sahne oluyor çünkü…

Mescid-i Aksa yerleşkesinde; Kubbet-üs-Sahra ve El-Aksa Camisi dışında, havuz, açık hava minberleri ve sebiller gibi çoğu Memlükler ve Osmanlılardan kalma zarif bir çok yapı da bulunmakta.

Bugün Eski Kent İsrail’in denetimi altında, ancak Mescid-i Aksa külliyesinin olduğu kısmın giriş çıkışı ile bakım ve idaresi Filistin- Müslüman kontrolünde.

Çile Yolu

Mescid-i Aksa’dan çıktıktan sonra, Hz. İsa’nın sırtında haç ile yürüyerek çıktığına inanılan çile yolunda yokuşu tırmanmaya başlıyoruz.

Çile Yolu (Via Dolorosa) Müslüman Mahallesi’ndeki Aslanlı Kapı’nın yanından başlıyor, 500 metre ve 14 durak (Hz. İsa’nın durduğu yerler) gittikten sonra,  Hristiyan Mahallesi’ndeki Kıyamet Kilisesi’nde son buluyor. Hz. İsa’nın çarmıha gerilmek üzere ve sonradan üzerine çivileneceği çarmıhı sırtında taşıyarak yürüdüğü yol burası. Çile Yolu’ndaki 14 durağın her birinde duvarda bir levha asılı, bu yolda yürümek Hristiyanlar için çok özel bir anlam taşıyor. Günümüzde yolun iki tarafında  hediyelik eşya satan dükkanlar var ve yolun karmaşasından bu küçük levhaları biri size göstermez ise görmeniz zor.
 
Meraklısına; Hz. İsa (şimdi Gethsemani Kilisesi olan yerde) yakalanıp Antonio Kalesi’ne götürüldükten sonra, halkı ayaklanmaya kışkırtmaktan dolayı alelacele yargılanıp ölüme mahkum edilmiş. Onunla alay etmek maksadıyla başına dikenden bir taç takılmış, sırtına da gerileceği çarmıh yükletilerek, infazının yapılacağı kent dışındaki Golgotha Tepesi’ne doğru yokuş yukarı yola çıkartılmış. Yolda, yorulduğu, düştüğü için ya da başka nedenlerle 14 yerde durmak zorunda kalmış.
İsa’yı ölüme götüren 14 durakta olanlar:
1. durak: İsa’nın Pontius Pilatus tarafından mahkum edildiği yer.
2. durak: İsa’nın çarmıhı omuzuna aldığı yer.
3. durak: İsa’nın çarmıhın ağırlığı altında ilk kez düştüğü yer.
4. durak: Meryem’in oğlunu çarmıhıyla birlikte geçerken izlediği yer.
5. durak: Simon of Cyrene’nin Romalı askerler tarafından İsa’ya çarmıhı taşıması için yardım etmeye zorlandığı yer.
6. durak: Azize Veronica’nın mendiliyle İsa’nın yüzünü sildiği ve İsa’nın yüzünün bir suretinin mendile geçtiği yer.
7. durak: İsa’nın ikinci kez düştüğü yer.
8. durak: İsa’nın kendisi için ağlayan Kudüslü kadınları teselli ettiği ve onlara “Benim için ağlamayın, Kudüs için ağlayın!” dediği yer.
9. durak: İsa’nın üçüncü kez düştüğü yer.
10. durak: İsa’nın soyulduğu yer.
11. durak: İsa’nın çarmıha çivilendiği yer.
12. durak: İsa’nın çarmıhta öldüğü yer.
13. durak: İsa’nın çarmıhtan indirildiği yer.
14. durak: İsa’nın mezara konduğu yer.
 

Kutsal Kabir  Kilisesi

Kutsal Kabir (Kıyamet) Kilisesi’nin içi son derece görkemli ve hac mekanı olduğundan çok kalabalık. Hz. İsa’nın resimde gördüğünüz mermer taş üzerinde öldüğüne (ya da göğe yükseldiğine)  inanılıyor. Bu taş üzerinde öldükten sonra, arkalardaki mağaralara konulmuş cenaze. Ertesi gün annesi Hz. Meryem, oğlunun öldüğüne inanmadığını ve görmek istediğini söyleyince mağara açılmış ama boş olduğu görülmüş. Bu esnada, dünyanın birçok yerinde Hz. İsa’nın görüldüğüne inanılıyormuş. MS. 326 yılında, bu taşın olduğu yere yapılmış kilise.

Tüm Hristiyan mezhepler, bu kilisenin yönetiminin kendilerine olması gerektiğini düşündüğünden, her dönemde ciddi tartışmalar yaşanmış. Bu çatışmayı engellemek için Kilisenin ana giriş kapısının anahtarı, Hz. Ömer’in Kudüs’ü fethinden beri iki Müslüman ailede bulunuyor ve sabah akşam bu ailenin günümüzdeki çocukları kapıyı kilitliyor ve açıyor. (Doğu Kudüs’lü Filistinli Müslüman Joudeh ve Nuseybe ailesi)
 
Doğuş Kilisesi Bethlehem
 
Kudüs’ün yaklaşık 10 km dışında, Filistin yönetim bölgesinde yer alan Doğuş Kilisesine (Church of Nativity)  giderken, kontrol noktalarından geçiyoruz. Şehrin içinde örülmüş duvarları ve diğer tarafa geçmek için askeri kontrol noktalarını görünce ürperiyoruz. Rehberimiz şehri “terörden” korumak için bu yöntemin uygulandığını söylüyor.

Doğuş Kilisesi’nin altında 12 metre uzunluğunda, 3 metre eninde Doğuş Mağarası bulunuyor. Hz. Meryem’in doğum yaptığı yerde, 14 köşeli bir Beytlehem yıldızı var. Üzerinde de “Hic de Virgine Maria Jesus Christus natus est” (İsa Meryem’den burada doğdu) yazılı. Mağaranın bir yanında da, İsa’nın doğduktan sonra beşik niyetine konduğu yemlik buluyor.

Meraklısına; Bethlehem’in içinde ve çevresinde çoğunluğu Müslüman olan 70.000 civarında insan yaşıyor, ancak çoğu Ortodoks olan önemli miktarda Hıristiyan da varmış. Doğuş Kilisesi, Roma’nın ilk Hıristiyan İmparatoru I. Konstantin’in, annesi Helena tarafından, Hz.İsa’nın doğduğu yer olduğuna inanılan mağaranın üstüne kurulmuş. MS. 339’da tamamlanan kilise, MS. 529’daki Samiri İsyanları sırasında yakıldığından Bizans İmparatoru Jüstinyen tarafından 565’de aslına bağlı kalınarak yeniden yaptırılmış. Doğuş Kilisesi, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınan Filistin Yönetimi’ndeki ilk sit alanı.
Bethlehem’den dönerken tekrar kontrol noktalarından geçiyoruz. Duvarlar ve dikenli teller den geçip Kudüs’e giriyoruz. Akşam hava kararmış, Haas Gezinti Yeri ve Barış Parkı olarak adlandırılan tepe üzerindeki bir seyir terasından; hem Doğu Kudüs hem Batı Kudüs’ü izliyoruz.
1967’deki Altı Gün Savaşının, Ürdün askerlerinin İsrail askerlerine bu tepelerde ateş açması sonucu başladığını öğreniyoruz rehberimizden. 
 
Gezinti yerlerinden aşağıya doğru Barış Ormanı uzanıyor. Bu orman Altı Gün Savaşı’nın sonunda, Yahudi Ulusal Fonu tarafından kurulmuş. Kudüs’ün doğu ve batı kısımlarının 1967’de yeniden birleştirilmesini simgeliyormuş. Kudüs Belediyesi, bu ormanda kentte doğan her çocuk için bir fidan dikiyormuş. 

İsa’nın Son Akşam Yemeği’ni Yediği Yer  ve Kind David Mezarı
Siyon kapısından geçerek, İsa’nın Son Akşam Yemeği’ni yediği yere gidiliyor. Hz. İsa’nın havarileriyle birlikte Son Akşam Yemeği’ni yediğine inanılan yerde şimdi Haçlılar Döneminden kalma iki katlı bir bina var.
Üst kat (üst oda), Hz. İsa’nın Son Akşam Yemeği’ni yediği (bu yemekten sonra Getsemani bahçelerine gitmiş ve tutuklanmıştı), ölümünden sonra da havarilerinin zaman zaman bir araya geldikleri yer olarak kabul ediliyor.
 
Meraklısına; Son akşam yemeği veya son yemek adıyla bilinen, 15. yüzyılda Leonardo da Vinci tarafından, Duke Lodovico Sforza’nın isteği üzerine yapılmış fresk bu olayı anlatmaktadır. Fresk İtalya^nın Milano şehrinde Santa Maria delle Grazie Kilisesinin duvarında yer almakta

Binanın alt katında ise King David’in mezarı bulunuyor. (peygamber olarak değil kral olarak kabul ediyorlar, zaten Yahudiler Hz. Musa dışında peygamber kabul etmiyorlar. “Nuh diyor peygamber demiyor” lafı da buradan geliyormuş).

Kadınlar ve erkekler ayrı taraflardan giriyor ve kadınların başını örtmesi, erkeklerin ise kippa denilen küçük takkeleri takması gerekiyor. Kadınlar kısmı sakin, duamızı edip çıkıyoruz. Erkekler kısmından ise coşkulu dua, ilahi ve müzik sesleri geliyor, fotoğraf makinelerimizi gruptaki erkek arkadaşlara verip bizim için de görüntü almalarını rica ediyoruz.

Bina bir kilise iken Osmanlılar tarafından camiye çevrilmiş. Şimdi ise ne kilise ne de cami. Biz oradayken Yahudiler akşam duası yapıyorlardı.

Nazareth – Nasıra
 
İsrail’in kuzeyinde yer alan Hıristiyanlar için en önemli hac merkezlerinden biri Nasıra. Hz. İsa’nın doğum yeri Bethlehem olmakla birlikte çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği yer burası, bu nedenle “Nasıralı İsa” olarak anılıyor.
 
Meraklısına; Nazareth Hıristiyanlığın beşiği. İsa çocukluğunu ve gençliğini orada geçiriyor. Ancak vaazlarına başlayınca, “Çocukluğunu bildiğimiz kişi şimdi bize vaaz veriyor” diye küçümseniyor. O da Tiberias’a giderek vaazlarına orada devam ediyor ve kendisini orada kabul ettiriyor.
 

Nazareth (Annunciation) Müjde Kilisesi

Müjde Kilisesi, Hz. Meryem’in çocukluğunun geçtiği ve hamile olduğu müjdesinin verildiğine inanılan evin kalıntılarının üzerine, 1969 yılında yaptırılmış. Binanın alt katında Müjde Mağarası var.

İç ve dış mekanında beyaz rengin hakim olduğu kilisenin içinde, vitray camlar ile çok yumuşak bir aydınlatma yaratılmış. 

Kilisenin tavanı ters çevrilmiş nilüfer ya da zambak şeklinde tasarlanmış ve Hz. Meryem’in masumiyeti sembolize edilmiş.

Kilise yaptırılırken, tüm Hristiyan ülkelerden Hz. Meryem ve Hz. İsa’nın tablolarını yaparak göndermeleri istenmiş. Bazı tablolarda  Hz. Meryem ve Hz. İsa siyahi olarak resmedilmiş, üstteki resim ise Uzak Doğu’dan gelmiş ve Hz. Meryem ve Hz. İsa’yı çekik gözlü olarak tasvir ediyor.

Ürdün Nehri- Yardenit

Yardenit, kuzey İsrail’in Celile bölgesinde ve Ürdün Nehri kıyısında, Hristiyan hacıların geldiği bir vaftiz yeri.

Hristiyanlar, vaftiz ile günahlarından arındıklarına inanıyorlar. Doğum sonrası vaftizin bilinçli bir seçim olmadığını düşünen bazı Hıristiyanlar, yetişkin yaşlarında özgür tercihleri ile buraya gelip rahip denetiminde soğuk suya dalıp tüm günahlarından arındıklarına inanıyorlar. Tesadüf eseri bu törene tanıklık ediyoruz.

Meraklısına; Hıristiyan inancına göre, Hz. İsa aslında Ölü Deniz’in kuzeyinde ve Jericho’nun doğusunda bulunan Kasr el Yahud’da vaftiz edilmiş. Kasr el Yahud, yüzyıllar boyunca hacılar için en önemli vaftiz yeri olmuş ve yakınında birçok manastır ve konukevi yapılmış. Altı Gün Savaşı’ndan sonra tam İsrail-Ürdün sınırında kaldığı için İsrail Turizm Bakanlığı aynı işlevi görmek üzere 1981’de Yardenit’i kurmaya karar vermiş. Sonuçta, Yardenit, 2011’de Kasr el Yahud’un yeniden açılmasına kadar nehrin İsrail yakasındaki tek nizami vaftiz yeri olarak kalmış.

Ertesi gün, kaya çölü olarak tanımlanan göz alabildiğine çıplak taş kaya görüntüleri içinde uzun bir yolculuk başlıyor.

Dağ başında bir yerde otobüsümüz duruyor burası  “sea level” (deniz seviyesi) imiş.

Çöl kumlardan oluşur sanıyordum, ama kaya çölü de oluyormuş, hiç  bitki örtüsünün olmadığı kayalar bir süre sonra bunaltıcı olabiliyor. Ama neyse ki develer var.

Nebi Musa Makamı 

Musa peygamberin mezar yeri bilinmiyor. Tevrat’ta Musa’nın Ürdün Nehri’nin öteki yakasındaki Nibu Dağı’nda ölüp gömüldüğü söyleniyormuş. Müslümanlar, Selahaddin Eyyubi’nin rüyasında Musa’nın mezarını gördüğünü, bu nedenle Musa’nın onuruna boş bir mezarla, mezarın üstüne bir cami yaptırdığına inanıyorlar. Bu nedenle Nebi Musa Makamı, Selahaddin Eyyubi zamanından beri bir hac yeri. 

Şimdiki ana yapılar; cami, minare ve kimi odalar, 1269’da Memlük sultanı Baybars tarafından yaptırılmış. Bugün Nebi Musa Makamı’nın yönetiminden ve bakımından Filistinliler sorumlu.
 
Ölü Deniz Yazıtları

Nebi Musa Makamı’ndan Ölü Deniz’e doğru ilerlerken, yamaçlardaki bir mağaraya dikkatimizi çekti rehberimiz ve bunun Ölü Deniz Yazıtlarının bulunduğu mağaralardan biri olduğunu söyledi. İlk Ölü Deniz Yazıtları, 1947 yılında Ölü Deniz kenarında Bedevi bir çocuk çoban tarafından kaybolan hayvanlarını ararken girdiği bir mağarada bulunmuş. Bu yazıtların bilim çevrelerinin eline geçmesiyle başlatılan ve 10 yıl süren aramalar sonucunda, 11 mağarada 800 kadar yazıt daha ortaya çıkarılmış. Bunlar arasında parçalanmış ve okunamaz olanlar da varmış.

Yazıtların çoğu deri üzerine yazılmış olmakla birlikte papirüs ve bakır üzerine yazılmış olanları da varmış. Yazı dili başta İbranice olmak üzere Aramice ve Yunanca imiş. Ölü Deniz Yazıtları Kudüs’teki İsrail Müzesi’nde sergileniyor.

Masada
 

UNESCO Dünya Kültür Mirası Listes’de yer alan Masada ulusal bir park. Teleferikle kayalardan oluşmuş bir tepeden yukarı çıktığınızda, göz alabildiğine bir çöl manzarası ve çölün bittiği yerde  Ölü Deniz görülüyor. 

MÖ. 30 yılında Yahudi kralı Herod tarafından kışlık bir dinlenme yeri olarak yaptırılmış. Günümüzde, Herod’un üç katlı lüks sarayının sadece kalıntıları bulunmakta. Saray kalıntılarının içinde gezerken, çöl manzarasının da verdiği etkiyle “ölümden kaçmak için sığınılmış” yapay bir yerleşim yerinde, umutsuzluğun ve çaresizliğin kokusunu alıyorum. Şimdi buranın keyfini kuşlar sürüyor.

Meraklısına; Masada’yı ünlü yapan MS. 68’de başlayan Yahudilerin Romalılara karşı ayaklanmaları imiş. Romalılar MS. 70’te isyanı bastırarak II. Tapınak’ı yıkıp, Yahudileri Kudüs’ten sürmüşler. Ancak Eleazer Ben Yair komutasındaki bir grup Yahudi kaçarak Masada’ya gelip orayı ele geçirmiş. Daha sonra, onları oradan atmak için 8.000 kişilik bir Roma ordusu Masada’yı kuşatmış. O sırada kalede, erkek kadın ve çocuk toplam 960 kişi varmış. Bunlar, Romalılara karşı kahramanca karşı koymuş ve uzun bir süre direnmişler. Ancak sonunda, Romalılar tepeye 70 metre daha yakın olan batı tarafta  bir rampa yaparak dik kaleye ulaşmayı başarmışlar. Bunun üzerine Ben Yair halkını etrafına toplayarak “ölümü köleliğe yeğleme” zamanının geldiğini söylemiş. Kura ile 10 kişi seçilmiş. Bu on kişi önce diğerlerini, sonra da içlerinden biri geri kalan 9 kişiyi ve kendini öldürmüş. MS. 1. yüzyılda yaşamış Romalı Yahudi tarihçi Titus Flavius Josephus’ın anlattığına göre, Romalılar kaleyi ele geçirdiklerinde, canlı kalabilmiş sadece iki kadın ile üç çocuk bulmuşlar.
 
Ölü Deniz – Lut Gölü

Masada’dan tepeden indikten sonra Ölü Deniz’in suyundan elde edilmiş bir mineral karışımıyla güçlendirilmiş kozmetik ürünlerin satıldığı mağazada alış veriş yapılabiliyor.
Daha sonra da otobüsle Ölü Deniz kıyısında bir plajda mola veriyoruz. Deniz seviyesinin 427 metre altında dünyanın en çukur yeri burası. (yolda gelirken deniz seviyesinde sea level den geçmiştik, şimdi o seviyeden aşağıdayız) Ölüdeniz ya da Lut Gölü, mineralli ve şifalı suları nedeniyle turistik cazibe merkezi görünümünde.

Tevrat’ta (ve diğer Kutsal Kitaplarda), yeryüzünden silinişleri anlatılan Sodom ve Gomorra şehirlerinin, Siddim vadisi denilen ve Lut gölünün en alt ucunda bulunan çevrede olduğu iddia edilmekte. Yani geçmişte, Lut kavminin yok edildiği, kıyametlerin koptuğu, volkanik patlamaların yaşandığı yerlerde denizi seyretmek tuhaf bir korku duygusu hissettiriyor
  
Ein Gev Kibutzu

Kibutzlar, Sovyetlerdeki kolhoz (Rus yazar Mihail Şolohov’un romanlarında uzun uzun anlattığı kolhozlar) yapılanmasına benzer üretim çiftlikleri. İsrail kurulurken farklı ülkelerden gelen, farklı kültürel donanıma, bilgi birikimi ve mesleğe sahip  (örneğin köy kökenli olup sadece çiftçilikten anlayanlar, yüksek mühendislik bilgisine sahip olanlar, fizikçiler, doktorlar, piyano, keman çalanlar gibi).

Yahudilerin bir arada yaşayarak, hem kaynaşmaları hem de üretim güçlerini artırmaları için düşünülmüş. Her ailenin evi var, ama kişisel mülkiyet yok, yemekler kibutzun sosyal alanlarında yeniyor. Çocuklar kibutzun okulunda hem eğitim alıyor, hem de orada yatıyor. Sağlık ve her türlü ihtiyaç kibutzun kaynakları ile karşılanıyor. Her kibutzun ayrı birkaç üretim alanı var ve bunların getirisi ortak olarak kullanılıyor.

Zaman içinde bu yapı değişmiş, çocuklar aileleri ile kalmaya başlamış, okuyan gençler buraya dönmeyip büyükşehirlerde yaşamayı tercih etmiş, özelleştirmeler başlamış.
 
Ein Gev kibutzunun içinde ufak lokomotiflerden oluşan bir tren ile geziyoruz, yaklaşık 500 kişinin yaşadığı kibutzun ana gelir kaynağı tarım ve turizm. Muz ve süt sığırı yetiştiriciliği yapılmakta.

Tek katlı müstakil evler ve modern arabalar görünüyor sokaklarda.

Akka

Akka UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan bir sahil kenti. Akka Limanı, dünyanın en eski limanlarından biri. Haçlılar burayı Orta Çağ’ın en büyük limanı haline getirmişler. İpek yoluyla Asya’dan getirilen mallar bu limandan deniz yoluyla Avrupa’ya gönderilirmiş. Yani eski medeniyetlerinde derdi başı ticaret ve ticaretin güvenliği olmuş. Bu ticaretlerin sonunda Avrupa zengin olurken, ürün alınan Asya coğrafyası nedense bir türlü refah, huzur ve istikrara kavuşamamış.!
 
Tunus Sinagogu

Bütün İsrail gezisinde bir çok dini mekan gördük, ama sinagog olarak sadece Akka’da Tunus’luların yaptırmış olduğu sinagogu görme imkanımız oldu. 

Bu dört katlı binanın iç ve dış duvarları doğal taşlar kullanılarak yapılmış ve duvar mozaikleri  ile süslenmiş. 

Tevrat’ta anlatılan Yahudi halkının ve İsrail’in tarihi ile ilgili öyküler, sanki bir filmin perdeye yansıtılması gibi, bu mozaiklerle sinagogun duvarlarında ve taban zemininde gösterilmiş. Yahudilikte resim ve heykel yasak olduğu için, özellikle kutsal mekanlarda, daha çok soyut betimlemeler kullanılmaktaymış.

Cezzar Ahmet Paşa Camisi ve Türbe

Paşa Cami 1781’de Cezzar Ahmet Paşa tarafından yaptırılmış. Cezzar Ahmet Paşanın ve kendinden sonra gelen Süleyman Paşanın mezarları caminin bitişiğindeki türbede bulunuyor.

Caminin içi ve dışındaki yapılar ince bir zevkin ürünü. Bu camiden çıktıktan sonra,  Cezzar Ahmet Paşa ve Süleyman Paşanın türbelerinde bir Fatiha okuduk, 

Akka Kalesi
 

MS. 12. Yüzyılda Kudüs’e gelen Hıristiyan hacıları korumak ve hasta olanları tedavi etmek amacıyla kurulan ve sonradan Malta Şövalyeliği adı ile de bilinen geniş bir şövalye yapılanmasının yaptığı kale burası.

İçeride ışıklandırılmış dehlizler, merdivenlerle ulaşılan küçük odalar bulunuyor. Geçmişte bu mekanlarda neler yaşandığını dinlerken karanlık, karamsar bir ruh hali sarıyor içimi ve bunaldığımı hissediyorum.

Meraklısına; Bu kale, Haçlılar zamanında Hospitalier (St. Jean) Şövalyelerince yapılmış olan kalenin temeli üzerine, kuzey duvarını güçlendirmek ve karadan gelecek saldırılara karşı kenti daha iyi korumak amacıyla yapılmış bir Osmanlı kalesi. İngiliz Mandası sırasında hapishane ve idam yeri olarak kullanılmış.
Napolyon, Mısır’dan çıkarak El-Ariş, Gazze ve Yafa’yı aldıktan sonra Mart 1799’da Akka önüne gelmiş, iki ayı aşkın bir süre kenti kuşatmış, ancak Osmanlı Donanması ve Nizam-ı Cedid Ordusundan destek gören Cezzar Ahmet Paşanın güçlü savunması karşısında başarılı olamayarak, 21 Mayıs 1799’da Akka’dan çekilmek zorunda kalmış. Nopolyon’un başarısızlığında Cezzar Ahmet Paşanın kent surlarını daha önceden güçlendirmiş olmasının büyük etkisi olmuş .
 
Kale içini gezdikten sonra, yan tarafındaki bir Türk pazarından geçiyoruz. Sedirler, fesler, nargileler, cafeler falan derken;  kalenin bir yer altı tüneline ağlanan kapısından geçip tünele giriyoruz. Tünelin içerisi loş ve nemli, tahta yürüme yolundan ilerlerken uzakta çıkış kapısının görünmesi sevindirici geliyor.

 

Ama asıl sürpriz, tünelden çıkınca bizi bekleyen masmavi Akdeniz ve liman görüntüsü oluyor.
Limandan da görülebilen Saat kulesi,  II. Abdulhamid’in tahta çıkışının yirmi beşinci yıldönümü anısına yapılmış ve üstündeki Osmanlı arması çok ihtişamlı. Yine ve yeniden gururlanıyoruz bu zarif kule karşısında.

Akka, Bahailik açısından da önemli bir yer. Yahudilik, Hristiyanlık, Müslümanlık gez gez doymadınız mı, Bahailik de nereden çıktı demeyin, az sonra Hayfa’daki eşi benzeri olmayan dünyanın sekizinci harikası olarak tanımlanan, Bahai bahçelerine gideceğiz. Ama bu dinin en kutsal yerlerinden biri Akka.
 
Meraklısına; Akka ve civarında birçok Bahai kutsal yeri varmış. Bunlar Osmanlı Döneminde Bahai dininin kurucusu Bahaullah’ın Akka Kalesi’nde hapsedilmesinden sonra kutsallık kazanmış yerlermiş. Resmen hala Osmanlının bir mahkumu olsa da Bahaullah son yıllarını Akka dışındaki Behci Köşkü’nde geçirmiş. 29 Mayıs 1892’de Behci’de ölmüş. Köşkün bitişiğinde bulunan “Hz. Bahaullah’ın Makamı” olarak bilinen küçük binada gömülmüş. Bu Makam, Bahailer için dünya üzerindeki en kutsal yermiş ve her gün namaz kılarken yüzlerini o yöne dönüyorlarmış.
 
Hayfa

Akka’dan sonra Hayfa’ya geldik. Hayfa, İsrail’in Akdeniz kıyısındaki başka bir limanı ve aynı zamanda önemli eğitim, ticaret ve sanayi merkezlerinden birisi. UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne giren Bahai Dünya Merkezi de Hayfa’da.

Bahai Dünya Merkezi ve Bahçeleri

Bir tepe düşünün, tepenin tümü 19 terasa bölünmüş ve her teras birbirinden farklı ağaçlar ve çiçekler ile bahçeye dönüştürülmüş.

Bahçenin girişinde genç Bahailer sizi karşılıyor, broşür alabiliyorsunuz ama, içeri girerken elinizde yiyecek ve özellikle ağzınızda sakız olmaması gerektiği konusunda ikaz ediliyorsunuz. İçeri girdikten sonra bahçe düzenlemesinin, her baktığınız yerde ayrı bir tablo oluşturduğunu görüp şaşırıyorsunuz.

Bir yandan bahçeyi keşfetmeye çalışıyorum, bir yandan da ağaçların arkasından görkemli bir zarafetle duran Bab’ın makamına yaklaşıp Bahai komşularım adına dua ediyorum.

Bu bahçenin her katının ve bütününün fotoğraf ile yansıtılması zor. En üst terastan kuş bakışı olarak bahçeler, Hayfa şehri ve sonra deniz görünüyor.
 Meraklısına :Bahailik 19. yüzyılda doğan, dünya vatandaşlığı idealini savunan, bütün dünyada 7 milyonun üzerinde inananı bulunan bir din. Bahailikte iki önemli kişilik var: Hz. Bab ve Hz. Bahaullah.
Kutsal Kitapları: Temel yasaları ve din kurallarını içeren Kitab-ı Akdes, İkan Kitabı (Tevrat, İncil ve Kuran’daki bazı ayetlerin açıklamasını ve bazı ilahiyat konularını içeren bir kitap), Saklı Sözler, Kurdun Oğlu Risalesi gibi kitaplar. Bahailer, tüm dinlerin kutsal kitaplarının tek bir sistemin parçaları ve insanlığın ortak dinsel mirası olduklarına, kutsallıklarını yitirmediklerine inanıyorlar.
Bab’ın Makamı 1953’de yapılmış. Kubbesi 40 metre yüksekliğinde. 14.000 adet altın kaplamalı tuğla ile örtülmüş. Duvarları İtalyan mermerinden, sütunları granitten yapılmış. Makam’ın, dünyadaki en önemli dokuz dini temsil eden dokuz yan yüzü varmış. Yönetim ve arşiv binalarının da aralarında bulunduğu birçok bina tarafından çevrelenmiş.
Makam’ı kuşatan bahçeler, Bahai inancına göre tasarlanmış olup Kermil Dağı’nın yamaçlarıyla uyum içinde. Bahçeler, yamaçlar boyunca 19 teras halinde uzanıyor. En üstte sekiz uçlu yıldızın bulunduğu Pers Bahçeleri yer alıyor.
Bahçeler, merkezdeki Makam’dan dışarıya doğru yayılan dalgalar gibi, iç içe dokuz daire biçiminde tasarlanmış. Buralarda çeşmelerin, çalılıkların ve geniş çim alanlarının yanında madenden ya da taştan yapılmış eserler de bulunuyor. Bu bahçelere “Dünya’nın Sekizinci Harikası” da denmekteymiş.

Caesarea

Caesarea antik kenti, bölgeye Romalılar egemenken Kral Herod tarafından MÖ 37-4 yılları arasında kurulmuş. Roma imparatoru Augustus Caesar onuruna da Caesarea olarak adlandırılmış.

Caesarea’da Roma döneminden kalan antik kenti görmek ve güneşin batışını izlemek için geldiğimiz deniz kenarında bir sürpriz bekliyordu bizi.

Antik kentte yapılan bir Yahudi düğün törenine şahitlik ettik. Yahudi nikahında tören alanının üstünün kapalı olması gerekiyormuş. Çok şık giyimli erkek ve kadınlar vardı, ellerindeki küçük kutsal kitaplarından dua okuyorlardı. Kadınlar koyu renk tuvaletler giyinmişti, erkeklerin başında kippa vardı. Din görevlisi nikahı kıydıktan sonra, damat elindeki kadehten bir yudum şarap içti ve geline de bir yudum içirdikten sonra, bardağı yere atıp ayağı ile kırdı ve “ Ey Kudüs seni unutursam sağ elim kurusun” diye coşkuyla bağırdı.
 
Meraklısına; Bu ifadenin, Babil sürgünü sonrası Yahudilerin; Babil nehirleri kenarında oturarak  vatanlarını hatırlamak için ettikleri yeminin tekrarı olduğunu öğrendik: Ey Kudüs, seni unutursam, sağ elim işlemez olsun. Seni hatırlamazsam, seni en yüksek sevincimin üstünde tutmaz isem, dilim damağıma yapışsın (Mezmurlar 137:5-6).
 
Yafa

Sonraki gün gittiğimiz Yafa, ayrı bir şehir olmakla birlikte Tel Aviv’in hemen yanında adeta mahallesi gibi. Yafa, hac yolu üzerinde olduğu için, geçmişte hem Müslümanlık hem Hristiyanlık hem de Yahudilik için önemli bir kent olmuş.

Eski sokaklarda gezerken kendinizi bazen orta çağda, bazen modern bir Akdeniz limanında hissediyorsunuz. Daracık ara sokaklarda küçücük dükkanlar var. Bu dükkanların bazısı bit pazarı niteliğinde, bazısı ise çok çok pahalı modern tasarım ürünler ya da takılar satan butik dükkanlar.

Bir ara sokakta ise  yafa portakalı ağacı var. Bu da tasarım bir eser, ama portakal ağacı canlı. Yerden yüksekte, teller ile yukarıya tutturulmuş büyük bir saksının içinde, canlı portakal ağacı; Yahudilerin kendi topraklarında olmasalar bile yaşamlarını sürdürebildiklerini sembolize ediyormuş.

Bir tren istasyonu II. Abdülhamit zamanında yapılan Yafa-Kudüs demiryolu projesinin bir parçası. Son derece görkemli, ancak günümüzde tren istasyonu olarak kullanılmıyor.
İçindeki eski binalar, küçük dükkanlar ya da cafe olarak kullanılıyor. Tren raylarının geçtiği orta kısımda ise açık pazar alanı var.
 

Tel Aviv

Tel Aviv 1920 lerden sonra kurulmuş, yeni modern bir metropol. Günümüzde önemli bir iş ve ticaret merkezi . 

Kentin bir yanı deniz ve kumsal, ama yol bu kumsalın hemen dibinden geçmiyor, yani insanların yürüyebildiği, paten ya da bisiklete binebildiği bir bölüm var. Ama siz yolda arabanız ile giderken gene deniz manzarasını seyredebiliyorsunuz. 

Kentte; renkli ve canlı pazarlar, modern alışveriş merkezleri, ileri teknoloji şirketleri ve borsa bulunuyor. Gecesi de gündüzü de hareketli. Tel Aviv Kudüs’e göre çok daha seküler bir şehir, “günahkarların kenti” de deniliyormuş katı Yahudiler tarafından. 
Burası sokak aralarına kurulan Carmel pazarı. Son derece değişik sanat eserlerini sokaktan satın alabiliyorsunuz. Pahalı ama başka yerde pek bulamayacağınız el işi, seramik, vitray, cam, resim, heykel gibi ürünler var. Sanatçılar kendi eserlerini satıyorlar. Canlı müzik yapan sanatçıları da dinleyebiliyorsunuz pazarı gezerken.
Tel Aviv’de Cuma günü öğleden sonra geziyorduk, ama hava kararmadan otelimize dönmek zorundaydık. Çünkü şabat başlıyordu. Dükkanlar kapandı, sokaklarda şık ve temiz giyimli ellerinde çiçekler olan insanlar, akşam yenecek şabat aile yemeği için hızlı hızlı yürüyerek gidecekleri yere varmaya çalışıyorlardı. Zaten hava karardıktan sonra araba kullanmak da yasak, sadece araba değil teknolojik tüm aletler cumartesi akşamına kadar kullanılmıyor.
Otele vardığımızda bu uyarıyı gördük. Şabat süresince asansör düğmelerine de basılmadığı için, asansör her katta duruyor, kapısı açılıyor, inen binen olmazsa kapanıp diğer kata geçiyor. Restaurantda tüm yemekler elektrikli ısıtıcıların üstüne konmuştu, ocaklara da el sürülmediği için. Evlerde de cumartesi akşamına kadar tüm lambalar ve televizyon açık tutuluyormuş şabat süresince.
Meraklısına; Şabat, cuma günü güneş batınca başlar, cumartesi günü güneş batıncaya kadar devam eder. Cuma akşamları akraba ya da komşularla şabat yemeği yenir. İnsanlar “şabat şelom” (şabatınız kutlu olsun) diye birbirlerinin şabatını kutlarlar.
Yahudiler Tanrı’nın dünyayı 6 günde yarattığına, 7. gün ise dinlendiğine, şabatın kendilerine Tanrı’nın bir armağanı olduğuna inanırlar. Onlara göre şabat kutsal bir gündür ve o gün çalışmak kesinlikle yasaktır. Şabatta dinlenilir, Tevrat okunur ya da sinagoga gidilerek dua edilir. Ateş ve elektrik yakılmaz, bundan dolayı yenecek yemekler bir gün önceden hazırlanır. Hiçbir araç gerecin düğmesine bile basılmaz.
 
Şabat sabahında kalkıp hava alanına gittik ama, şabat nedeniyle çok yavaş işliyordu her şey. Sorun çıkmadan uçağımıza binip dönerken, düşünme zamanıydı artık.
Sadece yorgunluktan değil, ama kısa sürede yüksek doz maruz kaldığım yoğun dini ve tarihi bilgi ile kafamın bulanıklaştığını hissettim. Ama bu bir tek bana olmamış, Psikiyatrist Heinz Herman tarafından tanımlanmış bir hastalık varmış   “Kudüs sendromu”; Kudüs’ü tanımaya çalışırken insan bazen o dayanılmaz büyüye ve çekiciliğe öyle kendini kaptırıyormuş ki “Kudüs sendromu” denen bir problem çıkıyormuş ortaya: dini halüsinasyonlar, takıntılar da olabiliyormuş (şükür ben de olmadı) ama, şehirden ayrılınca her şey normale dönüyormuş.

Ben normale döndüm, ama bir yanım hep buruk kaldı, şimdi nerede Kudüs’ü hatırlatan bir şey görsem duysam; o coğrafyada yaşayan tüm acılı ve mağrur anneler ve kendim için “ayaklarıma Kudüs gücü” diliyorum…


Anneler ve Kudüsler şiiri- Nuri Pakdil 
 III 
Tûr Dağı’nı yaşa 
Ki bilesin nerde 
Kudüs Ben Kudüs’ü kol saati gibi taşıyorum 
Ayarlanmadan Kudüs’e 
Boşuna vakit geçirirsin 
Buz tutar 
Gözün görmez olur 
Gel Anne ol 
Çünkü anne 
Bir çocuktan bir Kudüs yapar 
Adam baba olunca İçinde bir Kudüs canlanır 
Yürü kardeşim 
Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin
 

Kaynakça
 
-İsrail Hakkında Gerçekler
İsrail Enformasyon Merkezi
Yayına hazırlayan: Ruth Ben-Haim (esas yayın 2003)
Kudus, İsrail, 2008
Bu kitapçığın nüshaları İsrail’in diplomatik misyonlarından temin edilebilir.
 
-Mehmet Demirtaş- İsrail Gezi Notlarım
-Wikipedia
-http://www.aljazeera.com.tr/blog/kudus-sendromu
-http://www.diplomat.com.tr/atlas/sayilar/sayi3/sayfalar.asp?link=s3-6.htm

 -http://www.turkyahudileri.com/content/view/262/223/lang,tr/

Bologna Gezi Rehberi: Hem Gurme, Hem Akademisyen

bologna

Her ne kadar Roma, Floransa ve Venedik gibi turistleri mıknatıs gibi çeken popüler İtalyan şehirlerinin gölgesinde kalsa da Bologna İtalya’nın,  kültür ve zerafet beşiği olan İtalya’nın, küçük ölçekli bir özeti.

Bologna’ya üçüncü gidişim. Polonya’ya mı gidiyorsun, ne ilginç falan denilen bir yere, hem de üç kez gitmemin bir nedeni var İlk gidişimde kuzey İtalya gezisinin bir gecelik konaklama yeriydi Bologna; o eğri kuleleri, sonsuza gidermişcesine uzanan revakları, sanki her an atlısıyla bir şövalye fırlayacakmış gibi duran Orta Çağ havalı sokakları aklımda kaldı. Daha sonra özel olarak Bologna’yı gezmeye gittim ve bu sefer köşe bucak, oldukça ayrıntılı gezdim. Üçüncü gezimde Bologna’nın çevresini de görmek istiyordum. Buna bir de bir uzun yol arkadaşımın geziye katılması eklenince, Bologna’ya gitmek kaçınılmaz oldu.

Bologna
Bologna, İtalya’nın kuzey doğusunda, çizmenin yukarı kıvrımında, Emilia-Romagna bölgesinde yer alıyor; bu bölgenin başkenti. Geçmişi 2500 yıl öncesine kadar gidiyor. Tarihe önce Etrüsk, sonra Roma sömürgesi olarak geçmiş bir yer. 13. yüzyılda Avrupa’nın altıncı büyük şehri olmuş, 15. yüzyılda da Rönesans’ın ana şehirlerinden biri. Bugün ise endüstriyel bir merkez, prestijli fuarların daimi yerlerinden biri, ülke içi ulaşımda bir kesişim noktası.

Bologna, buğday ve mandıra ürünleri ile nam yapmış bir yer, ciddi bir aşçılık geleneği var. İtalyan mutfağının kalbi sayılıyor.

Bologna’nın diğer ünü de üniversitesi, dolayısıyla entellektüel hayatı. 1088 yılında kurulan Bologna Üniversitesi Avrupa’nın en eski üniversitesi olarak kabul edilmekte. Dante, Erasmus, Kopernik Bologna Üniversitesi’nin öğrencilerinden bazıları. Mozart’da Bologna’da ders almış. Bilimden sanata iddialı bir yer ve bu şehrin yapısına da, insanlarına da yansımış. Bologna’da sokak ve meydan isimleri, askeri kahramanlara değil, bilim insanlarına, üniversite hocalarına adanmış. 

Bologna aynı zamanda ‘kızıl şehir’ olarak anılmakta. Bunun görünür nedeni, yapılarda kullanılan kızıl renkli tuğlaların şehre rengini vermesi. Ama bir de görünmeyen neden var; kızıla gönderme yapılacak kadar sol gelenekten beslenen bir şehir.

Bologna
Bologna, Orta Çağ havasını koruyan bir şehir; yapılar, sokaklar neredeyse o dönemlerden öylece kalmış gibi. Orta Çağ, Rönesans, barok hemen her yerde kendini gösteriyor. Öte yandan yaşam kalitesi ve modernite açısından İtalya’nın önde gelen bölgelerinden biri. Bunun bir nedeni de bölgenin aynı zamanda başta otomativ sektörü olmak üzere endüstriyel bir bölge olması. Unutmayın Bologna, Lamborghini ve Maserati’nin doğum yeri.

Bologna konum olarak çok merkezi yerde. Floransa’ya yarım saatte, Venedik’e 2 saatte gidilebileceği gibi, hemen çevresinde Ferrara, Modena, Parma, biraz daha uzaklaşırsak Rimini, Ravenna gibi çekici yerler mevcut. Ancak Bologna, çevre yerlere atlama taşı olmanın  ötesinde kendisinin de sunacağı çok şey var.

Ulaşım

Bologna’ya THY ve Pegasus’un uçuşları bulunmakta. Havaalanından şehir merkezine ulaşmak çok kolay. Hemen havaalanı dışına çıkınca sağda aerobusları göreceksiniz, 6 euroya, 30 dakikada sizi Bologna’nın tren istasyonuna götürecektir.

Bologna’nın gezi otobüsleri (city red bus) iki rota üzerinden çalışıyor. Biri kırmızı/mavi rota diğeri yeşil rota. Ben ikisini aynı pakette aldım, 20 euro ve 2 gün geçerli. Sonsuz tavsiye… Kırmızı/mavi hattın size en büyük faydası, S.Michele in Bosco’ya götürmesi, diğer yerleri siz zaten yürüyerek gezeceksiniz. Kırmızı/mavi hat aslında aynı hat ancak mavi hat haftasonları izlenen rota, kırmızı hat hafta içi izlenen rota. Vaktiniz varsa mavi hattı (haftasonu) seçin, kırmızı hat zaten hep kullanacağınız via Indipendenza’yı izliyor, mavi hat ise Üniversite bölgesi via Zamboni, via San Vitale’ye de uğruyor. Yeşil hat ise şehrin alt kısmına götürüyor; yeşil hat bize Basilica di San Luca için de çok gerekli.

Gezelim Görelim

Tren istasyonunun çıkışında solunuza baktığınızda tarihi bir kapı göreceksiniz: Porta Galliera, şehrin tarihi surları üzerinde yer alan 12 kapıdan biri.

Bologna

Şehrin çevresinde halen bir kısmı görülebilen surlar bulunmakta; bu surların bir kısmı Romalılardan kalma, ancak bu surlar Orta Çağ’da yapılanlarla takviye edilmiş. Porta Galliera’dan geçince Piazza XX Settembre’ye geliyorsunuz. Şimdi solunuzda taş merdiven ve avlularla çıkılan Montaglo Parkı bulunuyor.

Bologna
Parkın hemen yanından sizi Bologna’da her yere götürecek cadde Via Indipendenza başlıyor.  Bende bu caddeyi izleyeceğim. Ama önce otel. Ben bu gezimde çevre şehirleri de gezmeyi planladığımdan tren istasyonuna yakın (via Galvani’de Millenium Otel) bir otel seçtim. Fiyat fayda orantısına bakarsak iyi bir tercihti. Zaten tren istasyonu da Bologna’nın tarihi beşgeninin hemen kenarında olduğundan her yere ulaşmam kolay oldu. 

Gezimize başlamadan belirteyim, Bologna’nın en ilginç yanlarından biri, portico denen revakları; tarihi şehrin her yerinde, binaların kenarlarında genelde kemerler biçiminde uzanıyorlar. Şehirde revaklar 38 kilometre uzunluğunda, neredeyse her bina kenarında var. Bu nedenle yağmurdan ya da güneşten korkmayın, bu revaklar sizi korur ve gideceğiniz yere götürür. Türlü türlü yapılmış, süslenmiş revaklar Şehre başka bir güzellik katıyor.

Bologna’nın tarihi merkezi (Silvani, Pietramellara, Masini, Berti, Pichat, Filopanti, Ercolani, Carducci, Gozzadini, Panzacchi, Aldini, Pepoli, Vicini caddeleriyle çevrelenmiş) bir beşgen. Piazzo Maggiore’yi merkez alırsak, gezmek için bu beşgenin muhtelif kenarlarına ulaşan Maggiore, Zamboni, Vitale, Mille, Saragozza, Castiglione,d’Azeglio San Felici, Marconi caddelerini izleyeceğiz. Ama önce via Indipendenza.

Via Indipendenza, 1890 yılında tren istasyonunu Piazza Maggiore’ye bağlamak için yapılmış düz bir cadde. Üstünde bir çok tarihi bina, palazzo var, bunlara gezimiz boyunca değineceğiz. Şimdilik sadece tiyatro binasını (Arena del Sole) selamlamakla yetinelim.

Bologna
Ayrıca bu cadde üstünde bir çok tanıdık markanın satış yerlerine rastlayabilirsiniz. Onlar yanında yerel dükkanlar, lokantalar, kafeler, şarküteriler de mevcut. Via Indipendenza sizi belki de İtalya’nın en şahane meydanına, Piazza Maggiore’ye götürecektir.

BolognaVia Indipendenza’nın sonunda, karşımızda Nettuno Meydanı’nı ve Neptün Çeşmesi’ni, hemen solunda Palazzo Re Enzo’yu, sağında da Sala Borsa ve Palazzo Comunale’yi, biraz başınızı kaldırsanız San Petroninio Katedrali’ni görürsünüz. Bulunduğunuz noktadan başınızı sola çevirdiğinizde de, işte esas sürpriz, Bologna’nın simgesi olan kuleler karşınızda. Ama biz düz karşıya geçip Piazza Nettuno ve Piazza Maggiore’ye gidiyoruz.

Bu bölüm aslında Bologna’nın turistik açıdan en cazip bölgesi; Quadrilatero denilen bu kısım, ticaretin ve zanaatın yapıldığı Şehrin en eski yerlerinden biri. Piazza Maggiore ve San Petronio Kilisesi’ni içine alıp via dell Archiginnasio, Piazza Galvani, via Rizzoli, Piazza della Mercanzia, via Castiglione ve via Farini ile sınırlanan bölge. Yani Bologna’nın olmazsa olmazlarının bulunduğu yer. Sadece bu alanı görseniz bile Bologna hakkında epey bir bilginiz olur.

Bu bölge, dar sokakların birbirini kestiği ızgara şeklinde Roma tarzı yapılaşmaya sahip; sokak isimleri ise, orada uğraşılan faaliyetlere göre adlandırılmış. Bu gün dahi mücevherciler, kasaplar, şarkütericiler buralardalar.

Şimdi, düz karşıya geçip Piazza Maggiore’ye giriyoruz. Hemen önümüzde, muhteşem bir fıskiyeli havuz Neptün Çeşmesi (Fontana del Nettuno).

Bologna
Çeşme 1563 yılında Giambologna tarafından yapılmış. Neptün, bildiğimiz üzere denizler tanrısı, simgesi de üç başlı mızrak. Bronzdan yapılmış Neptün havuzun ortasında görkemli bir biçimde, elinde üç başlı mızrağı olmak üzere duruyor. Bir eli de ileri uzanmış durumda; bu da Tanrının sulara hakim olmak için yaptığı bir hareket olarak yorumlanıyormuş. Ayrıca neredeyse her şehir tanıtım yazısında, sanki şehrin en büyük sırrıymış gibi bahsedilen bir göz aldanması var, bende bahsedeyim. Heykele arkadan, belli bir noktadan bakınca, parmağının denk düştüğü yer itibariyle, bizim Neptün adeta ırmakta yıkanan çıplak bir nymph görmüş gibi oluyormuş. Havuzun kenarındaki ellerinde balık tutan dört çocuk ise, dönemin önemli sayılan dört nehrini simgeliyormuş. Bologna’daki Neptün, göl ve denizlerle ilgilenmiyormuş anlaşılan.

Durduğumuz nokta çok önemli; görülecek bir çok şey var. Bunlardan biri, hemen solunuzdaki bina: Palazzo Re Enzo(II Federico’nun oğlu ve Sardunya Kralı) Swabialı Enzo 23 yıl burada hapis tutulduğu için bu saraya onun ismi verilmiş. 1249 yılında Fossalta Savaşı sırasında esir alınan Enzo, burada ölmüş. Bina 1246 yılında yapılmış ve en son 1905 yılında gotik tarzı korunarak restore edilmiş. Enzo, gündüzleri bina içinde özgürmüş ama geceleri bir hücrede tavana asılı bir kafeste kalıyormuş. Zaman zaman hanım ziyaretçileri de oluyormuş. Enzo’nun üç kızı varmış ama rivayete göre köylü bir kadından da oğlu Bentivoglio olmuş. Bentivoglio, daha sonra Bologna’nın idarecilerinden olmuş. Şehirler hikayelerle dolu… Son gidişimde Palazzo Re Enzo’nun içine giremedim, ziyarete kapalıydı, sadece zaman zaman Enzo’ya inat, çılgın partiler düzenleniyordu. Bir önceki gidişimde, ziyarete açıktı ve ayrıntılı gezebilmiştim. Bu sefer sadece kapıdan, bacadan bir kaç resim çekebildim. Binanın içinde silah sergisi, Santa Maria dei Carcerati Şapeli ve 1386 yılında tamamlanan Sala dei Trecento olarak adlandırılan kısımda şehir arşivi ve kütüphanesi var.

Re Enzo Sarayı, aynı zamanda Palazzo del Podesta’nın da bir parçası durumunda. Palazzo del Podesta, 1200 yılında, halka çeşitli hizmetlerin sağlanması amacıyla yapılmış.BolognaPalazzo del Podesta ve Re Enzo üstünde bir saat kulesi var. Palazzo del Podesta sesi ileten kemerli yapısıyla ünlü. İki karşılıklı kemerin yanında duran kişiler fısıltıyla konuşsalar dahi birbirlerini rahatça duyabiliyorlarmış, denemedim. Ayrıca binanın revakları altında türlü kafeler, dükkanlar yanında turizm ofisi de bulunuyor. (Bu kafeleri denedim ve iç beni diye fısıldayan campariler içtim). Re Enzo ve Podesta’nın ortak alanındaki kule (Torre dell’Arengo) üstündeki çan, önemli olayları duyurmak için yapılmış.

Piazza Maggiore’nin sağında ise Palazzo d’Accursio var. Burası aynı zamanda Belediye Sarayı. Burası aslında Palazzo Comunale ve Sala Borsa’yı kapsayan muhteşem bir yapı.

BolognaBologna Üniversitesi hukuk profesörü Accursio’nun evi olarak yapılan bina, ek binalarla genişlemiş ve 1336 yılında belediye binası olarak hizmet vermeye başlamış, 15. yüzyılda yapılan restorasyon sırasında saat kulesi ile Meryem ve İsa heykeli eklenmiş. Ön cephede ise Papa XIII Gregory’nin heykeli var. Bugün kullanılan takvimi kendisine borçluyuz. Binanın içinde belediye meclis salonu, Legato Şapeli, bahçeler bulunmakta. Bina da ofislerin yanında Sala Borsa’da büyük bir kütüphane, üst katta ise Collezioni Comunali d’Arte bulunuyor. Daha önce Morandi Müzesi de burada bulunmaktaymış ancak MAMbo Çağdaş Sanat Müzesi’ne taşınmış.

BolognaSala Borsa, şehrin eski ticaret meydanının üzerine yapılmış, salonun tabanındaki cam döşemeden eski şehre ait arkeolojik kazılar görülebilmekte.

Palazzo dei Notai ise, Piazza Maggiore’de Palazzo d’Accursio yanında, Palazzo del Podesta’nın karşısında bulunan, meslek loncaları için 1381 yılında yapılmış bir bina, içi de 15 yüzyıla ait freskolarla süslü.

Bologna
Palazzo dei Notai’nin hemen yanında, Piazza Maggiore’ye en hakim yerde ise, dünyanın en büyük altıncı katedrali olan Basilica di San Petronio yer almaktadır. 5. yüzyılda yaşamış Bologna piskoposu ve şehrin azizi adına yapımına 1390 yılında başlanılan Katedral  ancak 1929 yılında psikoposluğa devredilmiş.

Katedral, 67 metre boyunda dünyanın en uzun güneş saatini de barındırmakta. 1655 yılında Katedralin tepesinde açılan bir delikten gelen ışık huzmeleri esas alınarak, Gian Domenico Cassini tarafından güneşin hareketleri izleniyormuş. Katedralin dış yüzünün alt kısmı mermer kaideli, üst kısmı ise tamamlanmamış gibi duruyor, birbirine geçmeli tuğlalardan oluşuyor. İçinde, önemli Bolonyalı ailelere adanmış 22 adet şapel var. Bu kilisede, 1530’da Papa Clemente VII, İmparator Charles V’e taç giydirmiş. Katedrale giriş ücretsiz ancak Katedral içindeki Magi şapeline (dördüncü şapel) girmek için 3 euro ödemeniz gerekiyor ve o şapel saat 15’de açılıyor. Şapel duvarında, 15 yüzyılda Giovanni da Modena tarafından yapılan Dante’nin İlahi Komedyasının cehennem bölümünün freskosu var. İçinde de Orta Çağ Cehenneminde Muhammed- Mahomata nell inferno medievale kısmı bulunuyor. İslam peygamberi Hz Muhammed, freskonun ortasında insan yeyip insan çıkaran kıllı maymun vari bir yaratık olarak tasvir edilen Luciferin hemen üstünde, bir zebani tarafından işkence yapılırken görülüyor; Mahomata diyerek de işaretlenmiş, ola ki anlamayız diye. Bu nedenle de sürekli tehditler alınıyormuş. Ben kapıda bekleyen 3-4 polisten başka bir şey görmedim. Cehennemlerde yanacaksın Giovanni da Modena… Gerçi kendi peygamberini her türlü şekilde resmeden bir kültürün (en son pop star olarak görmüştüm; bkz. Sicilya Gezi Rehberi) İslamiyetin yüz çizmeme konusundaki hassasiyetini anlaması zor.

Piazza Maggiore’nin girişe göre sol tarafında ise Palazzo dei Banchi var. Meydanın en yeni binası. Burada 16. yüzyıla kadar revaklı bir yol ve ona bakan dükkanlar bulunuyormuş. 1565-1568 yıllarında burada çalışanların bir kısmı, özellikle bankerlik yapanlar, bir ofis binası yaptırmak fikrine kapılmışlar. Böylece ikisi daha büyük toplam 15 kemerli kapısı olan bir Rönesans binası çıkmış ortaya. Pencereler ise manierist tarzda. Ön cephe, giyim, mücevher, yemek dükkanlarıyla dolu. En yeni bina desek de 1562 yılında yapılan bina, bir revakla Palazzo dell Archiginnasio’ya bağlanıyor. 

BolognaBurada  Museo Civico Archeologico var.  Giriş 5 euro, pazartesileri kapalı, cuma günleri saat 22’ye kadar açık, diğer günler 18,30 da kapanıyor. 1881’de açılan Müze, İtalya’daki en iyi Etrüsk kolleksiyonlardan birine sahip. Ben gittiğimde ayrıca Mısır sergisi de vardı ama artık neredeyse köylere bile Mısırla ilgili müzeler kurulacak, bu nedenle sadece ana bölümü gezdim. Müzede Villanova ve Etrüsk eşyalarının yanında tarih öncesi çağlardan antik Roma dönemine kadar bir sürü obje yanında, çoğunlukla Palagi’nin resimleri, Yunan-Roma-Mısır uygarlıklarından objeler bulunmakta.

Palazzo dell Archiginnasio, Maggiore Meydanı’na yeni bir şekil vermek için yapılan çalışmalar sırasında Palazzo Banchi ile birlikte tamamlanmış, zaten iki bina birbirine geçişli. 1562 yılında yapılan bina, 1803 yılına kadar Üniversiteye bağlıymış, 1838 yılında ise Biblioteca Civica (Bibliotece Communale dell Archiginnasio) ismiyle halk kütüphanesine dönüşmüş. Binanın dışında 139 metre boyunca 30 kemer var. Bina içinde 1637 yılında yapılan amfi tiyatro, anatomi derslerinin yapıldığı bir yer olarak hizmet vermiş, duvarlarda da Ercole Lelli’nin süslemeleri bulunmakta. Teatro Anatomica denilen bu kısma 3 euro ödeyerek giriliyor.

Bina içinde görülmesi gereken yerler arasında, Stabat Mater Salonu’nu atlamayın; burada Rossini’nin Stabat Mater’i 1842 yılında Donizetti tarafından ilk kez sahnelenmiş. Ayrıca Santa Maria dei Bulgari Şapeli de burada. Pazartesiden cumaya 10-18 saatleri arasında açık, hafta sonu da ziyaret edilebilir. Anatomi salonu ise amfi tiyatro şeklinde düzenlenmiş ve tamamen ahşap. Binanın kütüphane olarak hizmet veren diğer yerleri de ziyarete açık, mutlaka buraya zaman ayırın. Bologna’nın simgesi haline dönüşmüş yerler arasında sayılmasa da, aklınızda kalacak bir yer.

Piazza Maggiore’den ayrılmadan oradan biraz daha bahsedeceğim. Bu meydan, Şehrin ana meydanı, insanlar kafelerde oturuyor, tarihi yerleri dolaşıyor, şehrin belli başlı kütüphaneleri burada, çalışmaya gidiyorlar… Şehrin ana katedralinin tam karşısında barlar, kafeler var. Meydanda da akşamları amatör grupların müzik gösterileri oluyor. Katedral merdivenlerinde oturup Meydanın tadını çıkarabilirsiniz. Bir akşam, Katedral önünde dini merasime hazırlanan geleneksel kilise giysileri içinde bir grup gördüm; belli ki o gece dini açıdan önemli bir gece ve bir tören yapılacak. Aynı zamanda Meydanın diğer bölümlerinde gençler yerlerde oturmuş içki içip müzik yapıyorlardı, bir diğer bölümde de amatör bir grubun rock konseri veriliyordu. Dini merasim kıtası 500 metre ötedeki San Pietro Kilisesi’ne kadar yürüdü ve orada ayin yapıldı. Kilisenin içi tıklım tıklımdı. bu süre boyunca kimse kimseye benim değerlerime saygısızlık ediyorsun, sen sus ben devam edeyim, demedi; herkes o Meydanda kendine bir yer buldu ve insanlar da kime isterse ona katıldı.

BolognaBu kıssadan sonra, Piazza Galvani’ye de kısaca bir göz atıp Şehrin başka önemli bir çekim merkezine gidelim. Piazza Galvani’de Bolognalı ünlü bilim adamının heykeli bulunmakta. Meydanda ayrıca 1257 yılı yapımı taş bir kule bulunmakta. Güçlü Galuzzi ailesine ait bu yapının girişi 10 metre yukarıda. Bugün yerden de bir giriş açılmış ve bir kafe ile süslenmiş. Buraya kadar gelmişken San Procolo Kilisesi’ne ve Corpus Domini Kilisesi’ne göz atabilirsiniz. İlki şehrin en eski kiliselerinden, diğerinde ise 1712 yılında aziz ilan edilen 1463 tarihinde ölmüş Aziz Santa Caterina’nın naaşı var.

Bu bölgede görülecek bir kilise daha var: Chiesa del Santissimo Salvatore.. 1136 yılında inşa edilen kilise yerine 15. yüzyılda, daha büyük bir kilise yapılmış. Kilise içindeki sekiz yan şapelde değerli sanat eserleri ve din şehitlerinin mezarları bulunmakta.

BolognaŞimdi de Bologna denilince akla ilk gelen, şehrin simgesi olmuş iki kuleye gidelim. Piazza Maggiore’ye gelirken via dell Independenza’nın sonuna kadar gelip karşıya geçmiştik ya; şimdi karşıya geçmiyoruz, sola dönüyoruz. Zaten o noktadan baktığımızda da kuleler görünüyor.

BolognaPiazza di Porta Ravegnana’da tüm heybetiyle Torri degli Asinelli karşınızda duruyor. Aslında Orta Çağ’da Bolognalı varlıklı aileler tarafından biraz gösteriş, biraz savunma amaçlı 200 kule inşa edilmiş; bugün gördüğümüz bu kulelerden ikisi… Piazza di Porta Ravegna’ya doğru eğilmiş iki kuleden Garisenda Kulesi 49 metre ve şakulinden 3,2 metre yana kaymış. Orjinali daha yüksekken 1360 yılında bir kısmı tehlikeli bulunarak yıkılmış. Halka kapalı. Yanındaki Asinelli ise 97 metre ve 1119 da Asinelli ailesi tarafından yaptırılmış. 498 basamakla tepesine çıkılabiliyor. Kulelerin önündeki alanda San Petronino’nın bir heykeli bulunmakta. Hemen kulelerin orada, Strada Magiore’nin köşesinde Santi Bartolomeo Kilisesi bulunuyor.

Bologna

Rönesans etkileri görünen bu Roma Katolik Kilisesi, 5.yüzyılda Aziz Bartolomeo’ya adanan bir kilisenin üstüne, 1516 yılında yapılmıştır. 17. yüzyılda Kilisenin iç süslemeleri yenilenmiş; sütunları, freskoları görülmeye değer.

BolognaKulelerden San Vitale’ye doğru giderken de Santi Vitale e Agricola Kilisesi bulunmaktadır. Bu kilise, Hristiyan azizlerinin şehit edildiği Roma arenasının üstüne kurulmuş, 16 yüzyılda da yenilenmiş.

San Viale ve Strada Maggiore üzerinde ilerlemeye devam ederken, yolumuzun üstünde 1521 yapımı Fantuzzi ailesine ait Palazzo Fantuzzi’yi göreceğiz; fil başlı dış cephe süslemeleri dikkatinizi çekecektir. Biraz ilerdeki Casa Isolani, Bologna’nın en özgün revaklı binası; belki daha güzel değil ama daha ilginç bir yapı. 13 yüzyıldan kalma Casa Isolani, en yüksek ve ahşap revaklara sahip bir yer. Meşeden yapılma ahşap sütunlar, binanın üçüncü katına kadar uzanmakta.

bolognaÇevrede bir de gitmediğim bir müze var, ilgilisine söylüyorum; Museo Internazionale Biblioteca della Musica. Kısacası çalgı çengi müzesi. Biraz ötedeki Palazzo Carrati ise Accademia Filarmonica di Bologna’nın yeri. Mozart’ın burada ders aldığı rivayet ediliyor.

Bu çevrede bir başka kaçırılmaması gereken yapı ise etkileyici gotik dış cephesi olan Basilica di Santa Maria dei Servi. 14 yüzyl sonunda yapılan Kilise 16. ve 18. yüzyıl arasında ünlü sanatçıların resim ve heykelleriyle donatılmış. Mermer altarı dikkat çekici. Bir özelliği de noel pazarlarının kurulduğu yer olması.

Kilisenin karşısında, 1658 yılı yapımı kapısında iki dev heykelinin bulunduğu Palazzo Davia Bargellini var; burası Bologna’da revağı bulunmayan tek malikane. Burada aile koleksiyonuna ev sahipliği yapan bir müze var ancak bu müzeyi de görmedim.

bologna
Yol üstündeki Palazzo Hercolani ise randevuyla gezilebilen bir malikane. Yolun sonunda ise, müze olarak da kullanılan ünlü Bolognalı ressam Giorgi Morandi’nin evi bulunmakta. Evin hemen yanında, müzik programıyla da ünlü Santa Cristina Kilisesi var.

bolognaBölgede sokak arasında, Bologna doğumlu ünlü yönetmen Pier Paolo Pasolini adının yazılı olduğu bir ev ile karşılaşıyorum. Strada Maggiore ve Via San Vitale, Porta Maggiore ve Porta San Vitale kapıları ile bitiyor ve bundan sonra yeni şehir yerleşkeleri başlıyor.

Strada Maggiore ve üst tarafındaki via San Vitale’yi gezdikten sonra, devamındaki via Zamboni’ye de göz atalım. Burası kısacası üniversite caddesi. Bu cadde üzerindeki çoğu palazzolar üniversitenin bir birimi olarak hizmet vermekte. Via Zamboni üzerindeki Piazza Rossini’de, konservatuar bulunmakta; konservatuara adını veren Giovanni Battista Martini, bir müzik dehası ve Mozart’ın da öğretmeni. Burada 13. yüzyıl yapımı Basilica di San Giacomo Maggiore’de görülebilir.

bologna

Üniversite bünyesinde muhtelif müzeler de var; deniz müzesi sayılabilecek Museo delle Navi e delle Antiche Carte Geografiche, Museo di Anatomia Umana, Museu di Stora Naturale ve Museo di Fisica. Bu müzeleri gezmedim, o kadar vaktim yoktu ve gördüğüm müzeler bana yetti. Bu müzelerin yanında 1763 yılı yapımı şehir tiyatrosu denebilecek Teatro Comunale’de var. Bu bölgede dikkat çeken bir malikane de, yerel yöneticilerin yaşadığı Palazzo Malvezzi de Medici. Ayrıca Üniversiteye ait Güzel Sanatlar Sergisi de aynı çevrede.

bolognaSokağın sonunda ise milli sanat müzesi olarak nitelendirebileceğimiz Pinacoteca Nazionale var. 1808 yılına tarihlenen Müze, daha çok 16. ve 17. yüzyıla ait Bolonyalı sanatçıların eserlerine ev sahipliği yapıyor. Müzede Rönesans’ın parlak isimlerinden Raffaello’nun, erken barok döneminin sanatçısı Guido Reni’nin, resme hareketlilik getiren Annibale Carraci’nin eserleri ve manierism akımına ait resimler de görülebilir.

Via Zamboni, özellikle akşam saatlerinde vakit geçirmekten hoşlanacağınız bir yer. Nispeten daha ucuz lokanta ve barlar bulabileceğiniz bir bölge. Öğrencilerin gençliği ve enerjileri sizi de canlandıracaktır. Via Zamboni üzerinde yürürken hoş bir sürprizle karşılaştım; Gezi olaylarına gönderme yapan bir graffiti gördüm, demek ki her şehrin ‘bir Gezisi var, durur içerisinde’…bolognaVia Zamboni de Porta San Donata’da sonlanıyor. Ancak zamanınız varsa Piazza Guiseppe Verdi ve via Zamboni’de biraz daha oyalanın, üniversite öğrencilerinin arasına karışın, onların yediği içtiği yerlere girin çıkın. Hoşlanacaksınız.

bolognaVia Zamboni üzerindeki via Irnerio üzerinden tekrar via Indipendenza’ya kısa yoldan ulaşabilirsiniz. Indipendenza’ya geldiğinizde Cattedrale di San Pietro’yu göreceksiniz. 10.yüzyıl da yapılan Katedral, 1411 yılındaki yangından sonra 1184 yılında restore edilmiş ve 18. yüzyılda son halini almış. 1396 yılında yüksek revaklar eklenmiş. Katedralin en önemli eseri, Alfonso Lombardi’nin ‘compianto su Cristo morto’su; 16 yüzyılın başlarında toprak bazlı malzemelerle yapılan insan boyutundaki yedi heykelde İsa’nın çarmıhtan indirilmesi ardından çevresindekilerin ızdırabını anlatıyor. Zaten muazzam olan bu yapı, 3300 kiloluk bir çanın bulunduğu 70 metrelik çan kulesiyle taçlandırılmış.

Katedralin hemen yanında, Katedral rahipleri için yapılmış 15. yüzyıl binası Palazzo del Monte di Pieta var; bu bina 16 yüzyılda rehin eşya dükkanı olmuş.

bolognaCattedrale di San Pietro’dan çıkınca, Piazzo Maggiore ve Piazzo Nettuno’nun ev sahipliği yaptığı Sala Borsa’nın arka tarafını göreceksiniz. Sala Borsa, via Ugo boyunca uzanmakta. Burası 7. yüzyılda Villanovalıların, sonra Etrüsklerin, en son Bolognalıların yerleştiği eski şehrin yer aldığı bölge.

Bu yol boyunca yürüdükçe önce Piazza Malpighi’ye geleceğiz, orada 1683 yılında Meryemin günahsız gebeliğine adanmış bir obelisk göreceksiniz. Obeliskin karşısında ise Basilica di San Francesco ve Chiostro dei Morti

Kilisenin bahçesinde, 13 yüzyıl Bolonyalı ünlü hukukçularının anıt mezarları var. Basilica di San Francesco, 1236 yılında tamamlanmış, fransız gotik tarzının İtalya’daki ilk örneklerindenmiş. Saat kulesi 1397 yılına ait. Kilise içinde 9 şapel var; San Bernardino Şapeli en dikkat çekicisi.

Buradan geriye, via Indipendenza’ya döndüğümüzde bu sefer Museo Civico Madievale’ye gideceğiz. Museo Civico Medievale (Ortaçağ Müzesi), 1985 yılından beri, 15. yüzyıla ait bir yapı olan Via Manzonide’deki Palazzo Ghisilardi Fava’da bulunuyor ve 7. yüzyıldan 15. yüzyıl arasına ait bir çok objeye ev sahipliği yapıyor. Müzede Ferdinando Cospi, Luigi Ferdinardo’ ya ait silah ve eşya koleksiyonları ile Pelagio Palagi’nin eserleri mevcut. Bunun yanında 7. yüzyıla kadar uzanan oymacılık sanatına ait örnekleri görmek de mümkün. Bunlar arasında en önemli eser, Boniface VIII’in bakır kaplı ahşap oyma heykeli.

Bu heykel 1300 yılında Manni di Bandino tarafından yapılmış. Heykelin hemen yanında iplik işleme sanatının en iyi örneklerinden birinde İsa’nın hayatı anlatılmakta. Orta Çağ’da Bologna’da önemli üniversite hocalarına görkemli mezar anıtları yapmak modaymış, bunun örnekleri de var Müze’de. Ayrıca fil dişi oymacılığı, Murano cam işçiliği ve 15. yüzyıl Ferrara el işçiliğinin nadir örnekleri, Bentivoglio ailesinin nadir objeleri ile birlikte Müze de yer almakta. Ayrıca Bolognalı sanatçıların Rönesans etkisindeki bronz heykelleri de görülebilir. Aralarında Giasone ve Medea efsanesinin de anlatıldığı freskolar da Müzenin başka önemli eseri. 13-16 yüzyıl arasına ait resimli kitaplar da Müzenin başka zenginliği. Benim dikkatimi çeken ise, Osmanlı silahları ve minyatür örneklerinin sergilendiği bölümdü. Hele bir kısım vardı ki, batının kafasındaki Osmanlının özeti gibiydi: üstte yeniçeri silahları, altta rakseden zenneler… Müzeye giriş 5 euro; Müze, pazartesi günleri kapalı, salı-cuma 09-15 arası, hafta sonu ve tatillerde 10-18,30 arasında ziyaret edilebiliyor.

Burada bir hatırlatma yapayım. Musei Civico Medievale (Orta Çağ Müzesi), Bologna Musei d’Arte Antica’nın (Müze Enstitüsü) bir parçası. Enstitü, iki başka müze daha içeriyor: Collezioni Comunali d’Arte (Palazzo Comunale) ve Museo Davia Bargelli (Palazzo Davia Bargellini)… Bu arada Şehrin önde gelen müzeleri, muhtelif yerlerde tabelalarda adresleri ile birlikte gösterilmiş. Aralarından istediğinizi seçip ulaşabilirsiniz.

bolognaMüzenin karşısında Chiesa di Santa Maria di Galliera ve San Filipo Kilisesi var. Kilise 14 yüzyıla ait, dış yüzeyi heykeller, freskolarla süslü. Kilise içinde Carraci’nin Ecce Homo’su görülebilir.

bolognaBuraya geldiğimizde artık via İndipendenza’nın paralel caddesi olan via Galleria’ya gelmişiz demektir. Via Indipendenza yapımından önce, burası varlıklı aristokratik ailelerin yaşadığı şehrin ana caddesiymiş. Bu cadde üzerindeki bir çok palazzo, dönemin mimari anlayışının üst örneklerini oluşturmakta. Cadde üzerindeki Palazzo Felicini 1497 yılında, Palazzo Aldrovandi 1725 yılında yapılmış. Cadde üzerinde bu iki malikanenin arasında, Bologna’nın en eski kilisesi olan ve Meryem anaya adanmış Basilica di Santa Maria Maggiore bulunmakta. Yapımı 6. yüzyıla kadar gidiyormuş. Caddenin ortalarına doğru bulunan Palazzo Bonasoni, Instituto per I Beni Artistici e Culturali dell Emilia Romagna’ya ev sahipliği yapıyor.

bolognaVia Galleri üzerindeki via Parigi’deki Oratorio di San Colombano 16. yüzyıl sonunda, San Colombano Kilisesi’nin bir bölümü olarak yapılmış. Kilise içindeki ‘La Madonna di Lippo di Dalmasio’ freskosu önemliymiş. Kilisenin üst katında da bazı Bolongalı sanatçının resim ve freskoları var.

Vai Parigi’den çıkıp Via Montegrappa’ya vardığınızda 1532 yılı yapımı Chiesa dei Santi Gregorio e Sirio’ya ulaşılıyor. İçinde yine bazı Bolognalı sanatçının çok değerli eserleri mevcut. Burada ayrıca Palazzo del Gas ve Palazzo Faccetta Nera malikanelerine dışarıdan göz atabilirsiniz. Via San Felice’ye geçtiğinizde, yolda 1583 tarihinde yenilenen ve iç süslemeleri yine muhtelif Bolonyalı sanatçılara ait olan Chiesa di Santa Maria della Carita ve hemen onun yakınında da Oratorio di San Rocco’yu görebilirsiniz. 

Şimdi via Indipendenza’nın karşı tarafına geçelim, via Marsala’ya doğru yürüyelim. Burada bizi bir sürpriz bekliyor: via Righi’deki Venedik Penceresi….bolognaBologna’nın denize kıyısı olmamakla beraber, Po ırmağını kullanarak Reno ve Savena nehirlerinin kesişmesinden oluşan kanallarla denize ulaşım sağlanmış. Venedik penceresi de, Şehrin eski kanallarının uzantısına bakan minik bir pencere ve köprü terası. Kanalın hemen yanında 14. yüzyılda yapılan Chiesa di San Martino bulunmakta. İçindeki 14 yüzyıldan kalma kilise orgu meşhur.

bolognaBölgede çok hoş lokantalar var. Ayrıca Cineteca, film stüdyoları, deneysel tiyatrolar, MAMbo modern sanat müzesi hep bu civarda. Kanal bölgesinde, şehri veba salgınından koruduğuna inanılan Santa Maria della Vocazione adına 1527 tarihinde yapılan bir kilise mevcut. Bölgenin bir diğer kilisesi de, Chiesa di Santa Maria della Pioggia, şehri 1561 yılında büyük bir kuraklıktan kurtardığına inanılan aziz adına yapılmış. Buradaki Palazzo Grassi ise ahşap direkleriyle Orta Çağ malikaneleri için güzel bir örnek.

Bologna’da bütün yollar Piazza Maggiore’ye çıkıyor. Meydanın sol tarafındaki Palazzo dei Banchi’ye doğru yürüyüp kemerli geçişlerle bağlanan arka sokaklarına dalıyoruz. Artık mola zamanı ama dinlenmeden önce göreceğimiz bir kilise daha var: via Clavature’deki Santa Maria della Vita Kilisesi… Kilise 13. yüzyılın ikinci yarısı yapılmış. Tavanın çökmesinden sonra kubbe 1787 yılında yeniden yapılmış… Kilise zaman zaman sergilere ev sahipliği yapmakta. Aslında burada göreceğiniz en önemli eser, Niccolo dell Arca’nın toprak bazlı malzemelerler 1463 yılında yaptığı ‘Compianto’. Katedraldeki gibi insan boyutundaki heykellerle yine İsa’nın ölümünde duyulan büyük acıyı yansıtıyor: Önceki gidişimde gördüğüm bu heykel grubunu bu sefer göremedim.

Artık Şehrin başka bir bölümüne geçeceğiz. Onun için önce biraz dinlenelim. Palazzo dei Banchi’nin kemerlerinden geçip via Clavature’ye girdiğinizde, burası ve paralel sokaklar bir şarküteri cenneti. Çeşit çeşit peynirler, etler, şarküteri yiyecekleri burada bulunabilir; bu mağazalar sadece bir satış yeri değil adeta bir müze. Belki de başka bir açıdan Bologna’nın özü. Ben Tamburini’de oturdum, dinlendim, günün açlık ve yorgunluğunu giderdim ve çıkarken de parmesan aldım.

Bologna

Via San Vitale’de yüksek revaklı ahşap ayaklı Casa Isolani yanındaki Corte Isolani’den geçerek via Santa Stefano’ya gideceğiz, arada Basilica di San Dominica ve halen Üniversite binası olan eski kilise Santa Lucia var. Bu bölge tarihte özgür halk iradesi ile Papalığın gücü arasında kalmış bir yer. Bologna da Scoprire olarak adlandırılan bu bölge, via Santa Stefano, via Castiglione ve Piazza Tribunali’yi kapsıyor. Yolda 1385 yılı yapımı Palazzo Mercanzia’yı göreceksiniz; burası yaklaşık 6 yüzyıl Bologna ticaretinin kontrol edildiği bir merkezmiş. Buranın mermer balkonundan ticari mahkemenin kararları okunurmuş. Buradan devam ettiğinizde 15. yüzyıl yapımı gotik ve Rönesans tarzının bileşimi olan Palazzo Isolani’yi göreceksiniz. Şimdi burada şık lokantalar, butik dükkanlar var. Aradaki yoldan Casa Isolani’ye geçebiliyorsunuz. Karşıda yan yana dizilmiş malikanaler var, revakları ve pencereleri farklı olsa da tek bir malikane gibi durmakta. Burası da Casa Sforno.

bolognaArtık Santo Stefano Kilisesi‘nin karşısındasınız. Burası aslında 7 kiliseden oluşan bir kompleks. Burası 5.yüzyılda Bologna’da Piskopos Petronino tarafından haç yeri olarak kutsanmış. Bir avlu çevresinde sağda chiesa del Crocifisso, Kilise ortasında Calvario, solda ilk hristiyan Bolonyalı şehitler adına Vitale ve Agricola var. İçinde Basilica del Santo Sepolcro, Capella della Consolazione, Capella della Benda, Capella della S.S.Trinita, Capella S.Girolemo, Chiesa di Loretta bölümleri var ve bu kısımlar, özellikle dini açıdan çok değerli objeler içermekte.

Santo Stefano’nun hemen yakınında, bir tepede başka bir kilise daha bulunmakta; San Giovanni in Monte Kilisesi. 5. yüzyıla ait bir yapının 13.yüzyılda restore edilip 15. yüzyılda gotik tarzda yeniden inşa edilmesiyle oluşmuş bir yer. Dış yüzünde Evangelist John’un sembolü bir kartal, içeride de ahşap altar ve işli camlar dikkat çekici.

bologna

Buranın biraz aşağısında eski kilise Santa Lucia Kilisesi bugün Üniversitenin toplantı salonu olarak kullanılmaktaymış.

bologna
Şimdiki şehir koşuşturmasına bakmayın, burası ruhani bir bölgeymiş. Bunun bir kanıtı da birbirine çok yakın kiliseler. Santa Lucia Kilisesi’nin hemen yakınında da San Domenico Kilisesi bulunmakta. Kilise Domenico di Guzman’ın 1221 yılında ölmesi üzerine yapılmış ve içi türlü sanat eserleriyle dolu. San Domenico’nun kemikleri, kendi adına adanan şapelde mermer bir lahit içinde muhafaza edilmekte. Michelango’nun da kandil tutan bir melek ile katkısı olmuş.

Kiliseden şehre doğru yürürken yolda Museo della Storia di Bologna’ya (Bolognanın Tarihi Müzesi) ev sahipliği yapan Palazzo Pepoli’nin önünden geçeceksiniz. Müze, şehrin hikayesini ilk kuruluşundan bugüne kadar getiriyormuş, daha çok yazılı metinler, video filmleri gibi görsel malzemelerle. Ancak Mozart’ın Bologna’da kullandığı piyano gibi ilginç kısımları da var. Şehir zaten bir açık hava müzesi olduğu için bu müzeye girmedim.

Palazzo Pepoli’nin karşısnda ise, 17.yüzyıl binası Palazzo Campogrande’de Bolonyalı ressamların eserlerini içeren Quadreria Zambecarri bulunmakta. Daha yolum uzun, burayı da atlıyorum. Burada ziyaret edebileceğiniz bir de Casa Carducci ve içindeki Museo del Risorgimento var. Daha çok İtalyan tarihçisi ve edebiyat insanı Carducci’nin hayatına yönelik bir müze.

Bu kadar kilise, lahit yeter, neredeyse sizi bu dünyada öbür tarafa götürdüm. Şimdi de biraz manzara seyretme zamanı. Bunun için kulelere çıkmanıza gerek yok. San Michele in Bosco’ya gitmeniz yeterli. Burada bir kilise ve manastır bulunmakta. Yine mi kilise diyeceksiniz, bekleyin… Buranın kökeni 4. yüzyıla kadar gidiyor, 1364 yılında Papa Urban V, buraya Benedik Olivetanlarını yerleştiriyor, manastır da onlara ait. 1955 yılından beri ise, manastır bir ortopedi hastanesi. Bu nedenle buranın bizi ilgilendiren yanı, muhteşem şehir manzarası. Elbette kilise ve manastır yapısı görülmeye değer ama turistik cazibesi, şehre yukarıdan ve bir küçük ormanın üzerinden bakması. Ancak yürüyerek gelirseniz, kulelere çıkmak kadar yorucu olabilir. Via D’Azeglio’dan Porta S.Mamolo’ya varacaksınız ki bu kısım kolay. Ondan sonra bir tepeye tırmanacaksınız, burada zorlanabilirsiniz. Ama herşeyin kolayı var. Bolonganın gezi tur otobüslerini (city red bus) kullanırsanız buraya rahatça gelebilirsiniz.

Basilica di San Luca, şehrin dış eteklerinde kalıyor. Porta Saragoza, Bologna’daki tarihi surların üstündeki 12 giriş kapısından biri.

BolognaPorta Saragoza’dan geçip hiç kesintisiz 3796 metrelik 666 kemerli revaklı bir yolla San Luca Kilisesi’ne ulaşılıyor. Hatta bu revaklarla hiç kesintisiz, bir noktada yön değiştirip yolun karşı tarafına da geçmiş oluyorsunuz. Revaklar 1674-1793 yıllarında yapılmış. 666 rakamı önemli; şeytanı temsil eden bu sayı, yılan gibi kıvrılan revaklarla San Luca’ya kadar geliyor, yani kötülüklerin temsili yılan, (İstanbul’dan getirilen Meryem Ana ikonunun temsil ettiği) Meryem Ana’nın ayakları altında ezilip yok oluyormuş.

Şehirden 300 metre yukarıdai Monte di Gurdia’da olan San Luca Kilisesi, rivayete göre bir hacının, İstanbul Ayasofya’dan getirdiğini söylediği bir Meryem Ana ikonası için bir korunak olarak, 1160 yılında yapılan küçük bir şapelden yola çıkılarak kurulmuş, ziyarete gelen hacıların sayısı artınca 1193 yılında kilise inşaatına başlanmış. Hacıların dini ziyaretlerini kolaylaştırmak için yapılan revaklar, San Luca Kilisesi ve Arco del Meloncello’nun çizimini de yapan Bologna Carlo Francesco tarafından yapılmış. Arco del Meloncello ise, revakların Colle della Guerdia’ya varan son kısmının başlangıç noktası. San Luca bu günkü haliyle 1723 yılında yapılmış. Her yıl bir kez San Pietro katedralinden buraya gelen bir dini tören alayı düzenlenmekteymiş.

Yeme İçme

Yazımın başlığında da vurguladığım gibi Bologna aynı zamanda gurme. 

Yerel olarak ragu denilen, bizim bolonez sos olarak bildiğimiz kıymalı makarnası ve tortellinisi ünlü. Tortellini ise bizim mantı gibi bir hamur işi ama kıyma yanında peynir, mantar vb dolgulusu da bulunuyor. Hatta et suyu içinde sunulanı bile var.

Ayrıca parmesan başta olmak üzere peynir çeşitleri ve et ürünleri meşhur. Perhizi falan boş verin; buralara kadar gelmişseniz Bologna’nın mutfağını mutlaka gezinizin olmazsa olmazlarına ekleyin. Bir sürü lokanta tavsiyesiyle geldim buraya. Bence hiç gerilmeyin oraları bulmak için. Turistik görünenler de dahil, girin herhangi birine, mutlaka iyi ki gelmişim, diyeceğiniz bir tat bulacaksınız.

Asinelli kulesinin karşısında, via San Vitale başındaki Galeta Ragianni’den dondurma aldım. Genel tavsiye üzerine ricotto peynirli dondurmayı denedim, iyi hoş ama bir daha denemem. Ağzı yağ kaplamış gibi oluyor, baya ağır. Daha hafif, meyveli dondurmaları var.

Alışveriş

Katedrallerde, kiliselerden, palazzolardan sıkıldıysanız, biraz lüks, biraz şıklık, biraz da alışveriş istiyorsanız, Palazzo Cavour’da yer alan Gallerie Cavour’a gidin, bütün pahalı markalar orada, bir de şık kafesi var.

Bologna

Özellikle İstasyona yakın yerel mağazalarda oldukça kaliteli giyim eşyaları, şaşırtacak kadar ucuza satılıyor.

Basilica di San Francesco bahçesinde antika pazarı kuruluyor ve  gayet güzel objeler de bulunabiliyor

Montaglo Parkı’nın yanındaki alana kurulan pazar da ayrı bir cazibe merkezi olabilir. İçinde yiyecekten, çiçeğe her şey var, en çok giysi bulunuyor. Uğramaya değer. Benim çok ilgim yok bu pazarlarla ama gitmedim mi, gittim, alışveriş yapmadım mı, yaptım, hem de gittim bir paspas aldım. Hala niye aldım, anlayabilmiş değilim.

Benim alışverişim (paspas dışında) parmesan peyniri ve magnetlerle sınırlı oldu, bir iki de bölgenin seramik ürünlerinden aldım.

Son Söz

Bologna, üçüncü kez gidişimde bile sanki ilk defa gidiyormuşum gibi beni heyecanlandıran bir şehir. Küçük bir alana yayılan ama gayet yoğun bir şehir; rahat, huzurlu, şık. Ancak bu güvenli şehir de terörden muzdarip; 1980 yılında Bologna Merkez Tren İstasyonu’ndaki patlama, şehrin toplumsal hafızasında yer etmiş. Bu patlamada İstasyon epey zarar görmüş ama büyük saatine bir şey olmamış. Olayın anısına, bu saat de patlamanın olduğu saatte durdurulmuş. Bir yandan bu düşünceler, bir yandan arkamda kalan Bologna’nın Orta Çağ görüntüleri, havaalanına giden otobüse biniyorum. Belki görmediğim, gezmediğim yerleri kalmıştır. Artık onlar da başka sefere! Evet, neden bir dördüncü sefer olmasın?

Belgrad Gezi Notları: Kısa Kısa – Görülecek En Özel 10 Yer

belgrad

Belgrad, burnumuzun dibi, vizesiz ve bir zamanlar Osmanlının hüküm sürdüğü bir şehir. Ne kadar farklı olsak da, biz birbirimize benzeriz hesabı. Ayrıca son dönemlerde, Avrupa’nın en gözde eğlence merkezi olmaya aday bir yer. Tamam Belgrad’a gidelim, peki orada ne yapalım.

Belgrade

1.Kalemegdan Parkı ve Kalesini gezelim

Burası, Belgrad’ın tarihini özetleyen bir açık hava müzesi gibi; Osmanlıdan da izler taşıyor. Kale iç ve dış bölüm olarak ayrılıyor; içinde bir çok müze, heykel, türbe, çeşme, anıt.  Özellikle kale kapıları önemli.  Daha da önemlisi Kalenin manzarası müthiş, her mevsimde. İlla görülecek yerler, Saat Kulesi, Zafer Anıtı, İç İstanbul Kapısı, Zindan Kapısı. Vakit ayırabilirseniz Askeri Müze’ye bakın, etkileyici. Kale kıyısındaki Ruzika ve Aziz Petka Kiliselerine uğrayabilirsiniz, ilginç.

Belgrade

2.Knez Mihaliova Bulvarı’nda dolaşalım, Cumhuriyet Meydanı’na kadar yürüyelim

Knez Mihailova Caddesi, Şehrin en can alıcı yeri. Gezmek, dolaşmak, alışveriş yapmak, kahve içmek, yemek yemek için harika bir yer.  Özellikle noel zamanında ışıl ışıl olan bulvar, vakit geçirmek için çok güzel bir yer.  Buradaki Sırp ürünleri merkezleri ilginizi ayrıca çekecektir. Cadde sonundaki Cumhuriyet Meydanı ise,  Şehrin sosyalleşme merkezi. Bir süreliğine kapalı olacak Milli Müze, Milli Tiyatro burada. Ayrıca Turizm Danışma Ofisi de burada.

3.Zemun’a gidelim

Belgrade

Bir zamanlar ayrı bir şehir olan Zemun, şimdi Şehire bağlı şiirsel bir sayfiye yeri gibi. Kıyıdaki kafeler, lokantalar bölgenin mutfağından örnekler sunuyor. Yazın keyif ve eğlence yeri olan Zemun, kışın melankolik bir havaya bürünüyor. Tuna kıyısındaki bu kasabaya en azından bir kahve içmek için gelmelisiniz. Görmeniz gereken yer ise, Millenium (Gardos) Kulesi… Kule tepesinden, Şehrin manzarasına dalabilirsiniz.

4.Skardarlija’da et yemekleri tadalım

Şehrin arnavut kaldırımlı bohem bölgesi olarak bilinen kısım, bir zamanlar sanatçıların gözde yeriymiş, şimdi ise Dva Jelena, Tri Sesira, Zlatni Bokal gibi şehrin kalbur üstü lokantalarına ev sahipliği yapan bir yer. Bir ucu bir açık pazara, bir ucu şehrin işlek caddesine bağlı bir eğlence bölgesi.

5.Ada Ciganlija’da bir tatlı huzur bulalım

Şehri saran nehirlerden Sava’daki bu ada, (suni bir bağlantıyla yarım ada olmuş) spordan eğlenceye türlü aktiviteler için yer bulabileceğiniz bir yer. Yazın iyice hareketlenen yer, kışınsa yürüyüş yapmak için harika bir bölge. Yazın plajlarla iyice şenleniyor buralar.  Yazın düzenlenen tekne turları ile nehirlerde dolanabilirsiniz.

Belgrade

6.Aziz Sava Kilisesi’ne gidelim

Aziz Sava kilisesi’ne gidin ve ‘Aynı cami gibi yapmışlar’ diye yorumlar yapın. Bölgenin en büyük Ortodoks Kilisesi olarak kabul edilen Kilisenin yanında bir de daha küçük Aziz Sava Şapeli var. Kilise önünde de, milli kahraman Karadjordje Anıtı var. Arkada da Milli Kütüphane.

Belgrade

7. Aziz Mikail Kilisesi’ni görelim

Taş Meydan yakınındaki Kilise, hala bitmiş kabul edilmiyor ama görkemli dış cephesi bile etkileyici. Ayrıca şehrin silüetine hakim olan Aziz Mikail Kilisesi, içinde gömülü olan Sırbistanın önemli kişilerine ait mezarlar açısından dikkate değer.

Belgrade

8. Avala Kulesi’nde şehir manzarasını seyredelim

Kışın Kule’ye çıkıp tepeden manzarayı seyretmek, puslu hava nedeniyle mümkün olmadığı için ben gitmedim, şehrin 16 km dışında. Yazın şehir manzarası seyretmek ve bir şeyler içmek için gidilebilir.

Belgrade

9. Yugoslavya Tarihi Müzesi, Tito Anıtı ve  Dvorski Yapılarını görelim

Kışın kapalı ama Dvorski yapıları, Sırp soylularının yaşamları hakkında fikir sahibi olmak  için güzel bir yer. Komunist blogun gülen yüzü olan Yugoslavya’nın tarihi ve Yugoslavya’nın unutulmaz lideri Tito’nun anıtını görmek için  de buraya gidilebilir. Şehrin biraz dışında.

Belgrade

10. Savamala ve Usce Parkı’nın tadını çıkaralım

Sava nehrinin karşılıklı iki yakasında olan bu yerlerden Savamala, şehrin 18 yüzyıl sonrası kurulan merkezi; köhnemiş de olsa dönem binaları göz alıcı. Usce Parkı ise, şehrin görüntüsünü seyretmek için harika bir yer, hem de ağaçlıklı bir alan. İçinde Çağdaş Sanatlar Müzesi var.

Belgrade

11. Ve mutlaka detaylı Belgrad Gezi Rehberi – Tuna’nın Mahsun Çocuğu       yazımızı okuyun.

Belgrad’taki deneyimlerimi içeren uzun yazımız, burada yer alan yerler ve daha başka görülecek yerler hakkında daha ayrıntılı bilgiler içermekte. Ayrıca Belgrad’ta, özellikle kışın,  şehirde turistlerin hayatını kolaylaştıran gezi turları olmadığından otobüs ve tramvaydan oluşan toplu taşımacılık sisteminden yararlanacaksınız; bu yazı önemli yerlere ulaşımınıza yardımcı olacak ipuçları da içermekte.

Sırplar hakkında soğuk, mesafeli, acımasızlıklarına yönelik ön yargının hiç de gerçek olmadığını göreceksiniz. Ayrıca yazın insan ne ister; dinlenmek, eğlenmek, yüzmek… Belgrad’ın yoğun ağaçlıklı parklarında şehrin manzarasına karşı dinlenip, nehir kenarlarındaki yüzen barlarda eğlenmek, buralardaki leziz etleri tatmak, sonra tarihe tanıklık eden Sava ve Tuna nehirlerinde serinlemek hoşunuza gidecektir. Hem de Avrupa’nın diğer yerlerine göre daha ucuza. Hiç beklemeyin derim.

 

Ho Chi Minh Gezi Rehberi: Vietnam’ın Çok Renkli Güneyi

Ho Chi Minh, daha çok bilinen adı ile Saygon, eski ve yeni Vietnam’ı bir arada görebileceğiniz bir şehir. Fransız koloni döneminden kalan tarihi binaları, geniş caddeleri, lüks mağazaları, son dönemde yapılmış modern binaları, gökdelenleri ile güzel bir şehir. Başkent statüsünü kaybetmiş olmasına rağmen Vietnam’ın sanayi, finans, kültür merkezi…Son dönemlerde dünyanın her yerinden çok sayıda turist çeken ve Vietnam gezisinde mutlaka görülmesi gereken şehri…

Şehir Kamboçya Kimerlerin Prey Nokor isimli küçük bir balıkçı kasabasıymış. 17. yy’da Vietnam göçmenlerinin yerleşmesi ile adı Saygon olarak değiştirilmiş. Şehir 1859 yılında Fransız kolonisi haline dönüşmüş. İkinci Dünya Savaşı’nda Japonlar tarafından işgale uğramış.

1945 yılında Ho Chi Minh liderliğinde Fransız sömürgeciliğine karşı bağımsızlık savaşları başlamış ve 1954 yılında ülke ikiye bölünmüş. Güney Vietnam başkenti Saygon olarak kapitalist Vietnam’a dönüşmüş. Bu arada Kuzey Vietnam’da komünist rejimi benimsemiş.

Şehrin adı 1975 yılında Kuzey ve Güney Vietnam’ın birleşmesi sonrası değiştirilmiş, ülkenin bağımsızlığına kavuşmasında önemli rol oynayan liderlerinin adı verilmiştir. Ho Chi Minh bugün 8,2 milyon nüfusu ile en kalabalık şehridir.

Ho Chi Minh’i Video ile Gezmek İsterseniz.

Nüfus bu kadar kalabalık iken şehirdeki motorsiklet sayısı 6 milyon civarında. Dünyanın en çok motorsiklet kullanılan şehirleri arasında. Caddede karşıdan karşıya geçerken dikkat edin dememiz yetmez. Kaldırımda yürürken de dikkat etmeniz gerekir. Aslında caddeler çok geniş ancak iş çıkış saatlerinde inanılmaz yaya kaldırımlarında yürürken sağınızdan solunuzdan motorsikletlerin geçtiğini görebilirsiniz.

Ho Chi Minh gezisinde şehir içinde görülmesi gereken yerler arasında Saygon Nortre Dame Katedrali bulunuyor. Fransız Kolonistler tarafından 1880 tarihinde Budist çoğunluğun olduğu Saygon’a, Paris’teki Kiliseye benzer bir Katedral yapılmış. Bina Marsilya’dan getirilen kırmızı kiremitlerle örülmüş, iki çan kulesinde altı adet bronz çan yer alıyor. Gösterişli binanın önündeki Virgin Mary heykeli ve güzel parkı ile çekici bir yer. Bizim gittiğimiz saatte kapalı olduğundan içini gezemedik.

Kilisenin hemen yanında tarihi postane binası da Fransız döneminden kalma. Halen postane olarak hizmet veriyor. Yüksek tavanlı, güzel mimarisini içine girerek görebilirsiniz. Postanenin içinde sizi Ho Chi Minh resmi karşılıyor.

Merkezde kahraman Ho Chi Minh heykeli arkasındaki bina yine Fransız koloni döneminden kalmış, bugün Halk Meclisi olarak kullanılıyor.

Hayranlık uyandıran opera binası. Şık giyimli Vietnamlılar gösteri izlemeye hazırlanıyordu. Hızlıca içeriye göz attık. Orada bir gösteri izlemek çok keyifli olurdu eminim.

Geniş caddeler, tarihi ve modern binalar yan yana.

Fransız dönemi binaları ve geniş sokaklarında dolaştıktan sonra sıra ilginç ve görülmesi gereken müzeye geliyor.

Savaş Kalıntıları Müzesi (War Remnants Museum)

Savaş Kalıntıları Müzesi’nin daha önceki adı Çin ve Amerikan Savaş Suçları Müzesiymiş. Son yıllarda ABD ile ilişkiler düzeldikten sonra ismi Savaş Kalıntıları Müzesi olarak değiştirilmiş. Mutlaka gezilmesi gereken bir müze. Bahçesinde savaş sırasında terkedilen Amerikan tankı, helikopter yer almakta.

Müze adına çok uygun şekilde savaşın kalıntılarını ağırlıklı olarak fotoğraflarla anlatıyor. Amerikan filmlerinden değil, bu acıyı yaşayan ülkede, gerçek anlamı ile savaşın boyutlarını hissedebileceğiniz bir müze. Çıkarken içiniz acıyor bu dram karşısında.

Müzede savaşın acımasızlığı, yaşattıkları fotoğraflarla yansıtılıyor. Yine de çıkışta barış mesajları da verilmekte.

Yeniden Birleşim Sarayı (Reunification Palace)
Savaş Kalıntıları Müzesi’ne yürüme mesafesinde olan sarayın eski adı Bağımsızlık Sarayı. 1962-1964 yılları arasında Güney Vietnam’ın Başkanlık Sarayı olarak yapılmış. Saraya 1975 yılında Kuzey Vietnam askerileri tank ile girip bayraklarını asınca Kuzey Güney Savaşı bitirilmiş ve birleşme sağlanmış. Saray gezmeye değer ancak biz zamanımızı Savaş Kalıntıları Müzesinde geçirmeyi tercih ettiğimizden bu Sarayın içini gezme şansımız olmadı.

Ho Chi Minh şehrinde iki gün geçirdik. Şehir içinde gezmeye daha az zaman ayırdık. Yine de sokaklarında uzun zaman geçirip, şehrin merkezinde yer alan en büyük ve ünlü gece pazarı Ben Than Market’ta da alışverişimizi yaptık.

Ho Chi Minh’te mutlaka yapılması gereken turlardan biri Cu Chi Tünellerine yarım gün, Mekong Deltası’na da bir gün ayırdık. İki yer için de otelden veya çok sayıdaki turizm acentalarından tur alabiliyorsunuz.

Cu Chi Tünelleri

Cu Chi Tünelleri Ho Chi Minh şehrinin gezisinde mutlaka görülmesi gereken bir bölge. Şehrin 70 km kuzeyinde yer alan tüneller dünyada örneği olmayan bir mimariye sahip. 250 km’den daha fazla bir alan yer altında örümcek ağı gibi kazılmış bir kaç katlı yeraltı tünelleri oluşturulmuş.

Ülkenin bağımsızlığı ve korunması amacı ile Amerika’ya karşı savaşan Vietnamlı gerillaların yaşam ve savaş alanı ve savaşın kazanılmasında çok önemli bir yere sahip. Gerillaların ve halkın gizlice inşa ettiği çok katlı bir yer altı şehri. Ufak tefek Vietnamlıların sığabileceği genişlikte tünellere iri Amerikan askerlerinin girmesi mümkün olamamış. Tabii Amerikalar içeriye her türlü bomba, gaz atmayı da denemişler ancak güzel gizlenmiş girişler ve yaşam üniteleri oluşturulmuş. Bu arada Amerikan askerleri için hazırlanan özel tuzaklar da çarpıcıydı. 250 km’lik yeraltı tünelleri dedik diye o tünellerin hepsini gezebileceğinizi düşünmüyorsunuz tabii ki. İçeriyi görmek için bir bölümü açmışlar karanlık fobisi olmayanlar deneyebilir. Arkadaşlarım bu tünellere girdiler, ben böyle bir teşebbüste bulunmadım.

Mekong Deltası
Mekong Deltası’nda bir tam gün veya iki günlük tur alınabilir. Deltada dolaşabilmek için önce şehre 75 km uzaklıktaki My Tho şehrinden tur alabilirsiniz. Aslında en pratiği şehirden alacağınız tur ile hem karayolu ulaşımı hem kanal turunu yapabilirsiniz.
Delta turu kapsamında My Tho şehri yakınında teknelere binmeden önce iki yere uğradık. Birisi Vinh Trang Pagoda. Ho Chi Minh’ten önce gezdiğimiz Hue şehrinde çok sayıda Pagoda gördüğümüz için şehir merkezinde Pagodalara zaman ayırmamıştık. Tur kapsamında gezdiğimiz Pagoda’da Gülen Buda ve Uyuyan Buda çok sevimliydi.
Vinh Trang Pagoda
İkinci gezdiğimiz yer bir sanat atölyesi. Vietnam’da el sanatları ayrıca resim çok gelişmiş. Birçok yerde resim atölyelerinden güzel resimler alabilirsiniz. Ülkede yaşanan savaş nedeni ile çok sayıda savaş mağduru, engelli olduğundan Vietnam hükümeti bu kişilere istihdam alanı yaratmak amacı ile bu tür faaliyetleri de destekliyor. Uğradığımız atölyede hem engellilerinin çalışmalarını izledik, ayrıca eserlerin satıldığı bölümden de bu ürünleri alırsanız hem anı değeri olan bir resminiz hem de bu kişilere katkınız olabilir.

Mekong Deltası, Mekong Nehri’nin Güney Çin Denizi’ne ulaştığı bölge. Mekong Nehri Uzakdoğu’da Çin’den başlayıp Tayland, Laos, Kamboçya’dan sonra Vietnam’ın güneyinde dokuz koldan denize ulaşmaktadır. Dokuz kol nedeni ile Vietnam dilinde bölge Dokuz Ejderha olarak adlandırılıyor.

Verimli toprakların oluştuğu geniş bir alana yayılan delta, Vietnam’ın tarım alanı. Pirinç tarlaları, tropik meyve ağaçları ile. Kanallar içerisinde botlar, köyler, evler, tapınaklar, meyve bahçeleri ile ilginç bir deneyim yaşayabileceğiniz bir yer. Delta’da turlar çok organize çalışıyor. Köylülerin kullandığı teknelerine binip, köylerini dolaşıp, zengin çeşitli meyvelerini tadıp, değişik yemekler tadabiliyorsunuz.

Bu arada aklımıza acaba çok fazla turistik mi olmuş bölge sorusu geliyor. Tabii yapacak bir şey yok, bölge çok fazla turist çekiyor, organizasyonun güzel olması da iyi oluyor aslında. Turistler için çok ilginç atraksiyonlar bulunuyor. Önce daha büyük bir tekne ile daha dar bir kanala yaklaşılıyor. Orada tekneden inip geleneksel kıyafetli köylülerin kullandığı daha küçük teknelere biniyoruz.

Önce bir köye uğruyoruz. Bizlere meyve ikram ediliyor ve meyvemizi yerken güzel bir kız yerel şarkılar söylüyor.

Daha sonra faytonlara bindirilerek daha içeride bir köye ve ahşap işlerin satıldığı bir atölyenin satış yeri ve doğal şekilde şeker kamışından şeker üretildiği bir yere götürülüyoruz. Alışveriş yapmadan önce fayton gezisi de hediye ediliyor yani.

Öğle yemeği için gittiğimiz restoran çok güzeldi. Kanal kenarında, çok güzel bir tropikal ağaçlarla dolu bir bahçede, yerel dokuya uygun yapılmış binası ile çok otantik geliyor.

Aslında en ilginci ve keyiflisi, yemeğinizi yedikten sonra hamakta uzanma zevki. Kocaman ağaçların altına çok sayıda hamak kurulmuş, bu ortamda yemek sonrası kestirebilirsiniz.

Son Söz
Vietnam gezimizin son durağı Ho Chi Minh şehri de Vietnam’ın ayrı bir yönünü tanımamızı sağladı. İlk şehrimiz kuzeyde yer alan Hanoi başkent olmasına rağmen daha az gelişmiş bir şehirdi. İkinci şehrimiz tarihi Hue şehri ülkenin İmparatorluk başkenti olarak o dönemim şaşalı Sarayları, Tapınakları ile farklıydı. Ho Chi Minh ise ülkeyi görmeden önce kafasında fakir, cahil, kalabalık ve pis bir şehir bulacağını düşünenleri çok şaşırtacak bir şehir. Gelişmiş, zengin ve her gün büyüyen bir şehir. Savaşın acısının en yoğun hissedebileceğiniz müzesi ve Cu Chi Tunelleri ile gerilla savaşının mimarisini görebileceginiz şehir. Diğer yanda bir doğa harikası Mekong Deltası gezisiyle de hem doğal güzelliğini, hem de kırsal bölgeyi yakından görebilirsiniz. Vietnam’ı görmeyi kesinlikle önerdiğim gibi Ho Chi Minh’de her yönü ile gezilmesi gereken bir şehir.

 

Pasargad ve Persepolis Gezi Rehberi: Antik İran

Pasargad Persepolis’e 78 km, Şiraz’a 130 km uzaklıkta tarihi bölge. 2004 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne eklenen Pasargad, Ahameniş Hanedanı’nın ilk başkentiymiş. Büyük Kiros (Keyhüsrev) M.Ö. 550 yılında Med Kralı Astiages’le yaptığı savaşta zafer kazanmış ve Med devletini tarihten silmiş. Büyük Kiros zafer kazandığı savaş alanına yakın olduğu için buranın başkent yapılmasını emretmiş. Kentin adının ise en büyük Pers kabilesini oluşturan Pasargad’lardan geldiği düşünülmekteymiş. I. Dareios’un tahta geçmesinden sonra M.Ö. 522’de Persepolis başkent olmuş.

Kiros’un ve karısının mezarları burada bulunmakta. Kiros’un mezarı çok sağlam durumda. Beyaz renkli büyük kireç taşı bloklarından yapılan mezar, altı basamaklı bir kaide ile dikdörtgen planlı, beşik çatılı bir mezar odasından oluşmakta. İslam döneminde bu mezarın Süleyman’ın annesine ait olduğuna inanıldığından kutsal sayılmış. Belki de bu yüzden mezar günümüze kadar yıkılmadan ayakta kalabilmiş. Kiros’un Mezarı şehri fetheden Büyük İskender tarafından da ziyaret edilmiş.

Mezarın yakınlarında ise eski kentin kalıntıları var. Halen o bölgede arkeolojik kazılar devam etmekte.

Ahamenişler, Pasargad’ı öyle bir dizayn etmişler ki kentteki görkemli ve yalın mimarlık hemen dikkati çekmekte. Kentin iç kalesi, koni biçimli alçak bir tepeye kurulmuş, taş kaplı çok geniş bir platformun üstünde yer alıyor. İç kalenin güneyinde, içinde kraliyet yapılarının yer aldığı parkın tek giriş yapısının üstünde dört kanatlı, taçlı bir figürden oluşan bir kraliyet arması bulunuyor. Bu armanın, Asur saraylarının kapılarında rastlanan dört kanatlı koruyucu ruh betimlemesinin Ahamenişler tarafından uyarlanmış biçimi olduğu düşünülmekte.

Kentin güneyinde kayalara oyulmuş kanal şeklindeki izler ise bir zamanlar Pasargad’ı Persepolis’e bağlayan yolun kalıntısı.

Hızlı Pasargad tanıtımı sonrası, Persepolis’e doğru yolumuza devam ettik. En nihayet Şiraz’a yaklaşık 80 km uzaklıkta olan ve 1979’da UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınan Persepolis’e ulaştık. 

Büyük Pers İmparatorluğunun başkenti olan Persepolis Yunancada Pers ülkesinin başşehri anlamına geliyormuş. İranlılar bu tarihi yere Farsçada Taht-ı Cemşid (Cemşid’in tahtı) ismini vermişler. Böyle görkemli bir yerleşim yerinin ancak İran kültürüne ait olması gerektiğini düşünerek, mitolojik İran kahramanı olan Cemşid’in tahtı olması gerektiğini düşünmüş olsalar gerek.

Persopolis’in I.Dareios tarafından M.Ö. 521 yılında yaptırılmaya başlandığı ve tamamlanmasının yaklaşık 150 yıl kadar sürdüğü tahmin ediliyor. Antik İran hakkındaki edinilen bilgiler, o dönemden kalan yazıtlardan ve kalıntılardan elde ediliyormuş. Pers kralları Birinci Dareios ve ondan sonra gelen Artaxerkes, Xerkes, Kurus gibi hükümdarlar büyük eserler yaratmışlar. Persepolis’teki bazı sarayların yine yazıtlardan ve kalıntılardan anlaşıldığı üzere Ahameniş imparatorlarının yazlık sarayı ve tören alanı olarak yaptırıldığı belirlenmiş.

Yapılan araştırmalarda o dönemin büyük uygarlıkları olan Suşa, Babil ve Ekbatan’daki şehir devletlerinden gelen temsilcilerin şimdiki Nevruz ile aynı zamana rastlayan Noruz döneminde, krala çeşitli hediyeler getirerek saygılarını sundukları biliniyormuş.

Persepolis, uzun bir dönem altın çağını yaşadıktan sonra, M.Ö. 330 yılında Makedonyalı Büyük İskender şehri ele geçirip yakıp yıkmış. Zerdüştlük dinini yasaklamış ve tüm Avesta kitaplarını yaktırmış. Sonrası şehir toprak yığınları altında kendi haline terkedilmiş. 1930’larda başlayan arkeolojik çalışmalarla şehir yeniden ortaya çıkarılmış.

Ahameniş İmparatorluğu’nun yıkılışı ve bu görkemli şehrin yanması ile ilgili farklı görüşler bulunuyormuş. Bunlardan birisi Makedonyalı Büyük İskender’in III. Dareios’u mağlup ettikten sonra önce Babil’i alması, ardından İran içlerine yönelip Xerkes’in Yunanistan’da yaptıklarına misilleme olarak Persepolis’te I.Xerkes’in sarayını törenle yakmasıymış. Rivayete göre Xerkes de Akropolis’i yağmalamış.

Diğer bir iddia ise İran Milli Destanı olarak kabul edilen Şehname’de, İskender’den çok sonra yaşamış olan Firdevsi’nin İskender’i Pers imparatorluğunun varisi ilan ederken, İskender’in annesinin de Pers olduğunu söylemesiymiş. Buna yönelik kanıtlar olduğu, İskender’in davranışlarıyla adeta bir Doğu despotuna dönüştüğü ve Pers hükümdarları gibi davranarak Pers geleneklerini benimsediği belirtilmekteymiş.

Persepolis’in tarihiyle ilgili bu bilgileri verdikten sonra şimdi Antik Şehri gezmeye başlayabiliriz.

Persepolis, Kuh-i Rahmet (Rahmet Dağı) eteklerinde 125 bin metrekare bir alanda kurulmuş. Büyük bir kompleksin içinde saraylar, tören salonu, kral mezarları ve diğer kraliyet yapıları görülebilmekteymiş.

Persepolis’deki kral sarayları taşıma toprakla yapılan, yapay bir tepe üzerinde bulunmaktaymış. Şehrin kuruluşu birkaç aşamada gerçekleşmiş. Darius ilk önce zemini düzleştirmiş ve planlamayı yaptıktan sonra alanın güneydoğu tarafında hazine odasını inşa ettirmiş.

Kente merdivenli bir girişle çıkılıyor. Kentin az zarar görmüş ve özgün halde kalmış olan bu merdivenleri, yaklaşık yedi metre uzunlukta ve taştan oymaymış. Her bir taş blok, oyularak üzerine beşer basamak yapılmış ve daha sonra bunlar yerleştirilerek yaklaşık 40 basamaklı bir merdiven yapılmış. Basamakların L şeklinde dizilen basamak yükseklikleri öyle güzel düzenlenmiş ki önemli ziyaretçiler atlarıyla burayı rahatça tırmanabiliyorlarmış.

Persepolis’in yapımında çok sayıda Yunanlı mimar ve taşçı ustası çalıştığı yapılan araştırmalarda ortaya konmuş. Persepolis’in inşasında savaş tutsakları değil, ücretli işçiler çalıştırılmış. Persepolis kabartmalarında, Efes şehrine benzer elbiseler görülmesi bunu kanıtlamaktaymış. Suş’da bulunan büyük Dareios’a ait yazıtta da bu nokta belirtilmekteymiş.

Platformun altında bulunan su kanallarının uzunluğu yaklaşık 1,5 kilometreymiş ve içinde bir insan yürüyecek kadar genişmiş. Merdivenlerin dayandığı paneller ve üzerlerindeki rölyefler çok iyi durumdaymış. Merdivenlerdeki çivi yazılarında Elamca, Babilce ve Eski Farsça dilleri kullanılmış. Rölyeflerde dini içerikli semboller ve Yeni Yıl (Nevruz) kutlamaları anlatılmaktaymış. Bu rölyefler incelendiğinde kuzeydeki panel, Perslerin ve Medlerin saraya kabul edilmelerini, güneydeki panel ise başka milletlerin saraya kabullerini resimlerle anlatmaktaymış.

Kabartmaların kullanılması M.Ö. 1. bin yılda sanatsal bir gelenek olarak Yeni Asur döneminde geliştirilmiş. Ancak bu kabartmalarda Asur hükümdarları genelde çoğunlukla şiddet uygulayan, Ahameniş kralları ise kendilerini halka iyilik eden ve onları koruyan hayırseverler olarak betimlemeyi seçmişler. Çoğunlukla halkın huzura kabulü veya kendilerine itaat edenler tasvir edilmiş.

Apadana Tören Salonu’nun doğuya bakan basamaklarında, Hindistan’dan Afrika’ya 23 heyetten temsilcinin Pers kralına armağanlar verip sadakatlerini sunarken resmeden kabartmalar bulunmaktaymış. İmparatorlukta yaşayan bütün milletlerin birbirinden farklı giyimleri, saç stilleri ve kültürleri bu tören sırasında bir arada görülebiliyormuş. Ülkelerin elçileri bir selvi ağacı (hayat ağacı) ile diğer ülkelerin elçilerinden ayrılmış. 

Bu kabartmalarda her ülkenin kültürel önemi ve geçmişi göz önünde tutulmuş. Medler, Elamlar, Babilliler, Asurlar diğer ülkelere kıyasla daha üstün ve önemli olduklarından ön sıralarda gösterilmiş. Persler ise kurucu olduklarından vergi vermekten muaf tutulmuş ve hediye getirenler arasında gösterilmiş.

Kuzey merdivenin orta kısmında levhalarda Pers, Babil ve Elam dillerinde yazılar varmış. Güneyde Babil ve Elam, kuzeyde ise Persçe yazılar varmış. Araştırmalarda bu yazıların Kserkses zamanında yazıldığı ve yaptığı işleri anlattığı belirtilmekteymiş.

Merdivenin sol tarafında 23 sahne üç sıra halinde yer almaktaymış. Üst sıra yedi sahneden oluşuyormuş ve Med, Suse, Harat, Harauvatis, Mısır, Part, Asagarta ülkelerinin temsilcileri yer almaktaymış. Orta sırada altı sahne varmış. Her sahnede Ermenistan, Babil, Kilikia, Saka, Gandara,Suguda ülkelerinin elçileri gösterilmiş. Alt sırada ise Suriye, Kappadokia, İyonia, Bactry, Hindistan, Trakya, Zaranka, Libya,Habeşistan ülkeleri yer almaktaymış.

Merdivenlerin en üstü ziyaretçileri karşılayan, trompetçilerin bulunduğu bir avluya açılıyormuş. Önemli ziyaretçilerin gelişi borular çalınarak buradan duyuruluyormuş.

Ksenophon M.Ö. 4. yüzyılda şöyle yazmış “Bütün halklar eğer Kyros’a topraklarının en güzel ürünlerini, en güzel hayvanlarını veya sanat eserlerini göndermezlerse gözden düşeceklerine inanırlardı.”

Merdivenlerden sonra ulaşılan avludan “Gate of All Nations” (Tüm Milletler Kapısı)’na geliniyormuş. Bu Kapı I. Xerkes zamanında yapılmış ve büyük heybetli yapısıyla çok etkileyiciymiş. I.Xerkes Apadana Sarayı’nı bitirmiş ve güney tarafına Dareios’un Sarayı’nı yaptırmış. Apadana Sarayı’nın kuzeyine de Tüm Milletler Kapısı’nı yaptırmış. Sarayın iki büyük sütunla tutturulan kapısının yüksekliği 11 metreyi buluyormuş.

Batı tarafındaki kapıdaki sütunların önünde dev boyutlarda iki boğa heykeli bulunuyormuş. Kapı’nın doğu tarafındaki kısmında ise sakallı insan şeklinde boğa figürleri (lamassu) kapıyı koruyorlarmış. Boğa sembolü, antik dönemlerde kralı ve kralın gücünü temsil edermiş.

Persepolis’te büyük sütun kaideler üzerinde, Perslerin inançlarını yansıtan heykeller bulunuyormuş. Bunlar iyilik sembolü olan yarı insan bir savaşçı ile kötülük sembolü olan bir canavarın mücadelesini ve iyilik sembolünün zaferini gösteren heykellermiş.

Tüm Milletler Kapısı’nın her iki tarafındaki alınlıklarda çivi yazısı ile yazılmış Persçe, Elamca ve Babil dilinde eş anlamlı üç yazıt varmış. Yazıtlardaki Kserkses’in “Bu kapıyı ben yaptırdım ki bütün ülkeler ondan geçiyor.” ibaresi bulunuyormuş. Kserkses, ayrıca bu sarayın iki katı büyüklüğünde, Kserkses Sarayı olarak bilinen ikinci bir yapıyı daha inşa ettirmiş.

Tüm Milletler Kapısı’ndan geçildiğinde dört ayrı yöne gidilebiliyormuş. Batı yönüne gidildiğinde ana saraya giriliyormuş. Duvarları hurma dallarıyla süslenmiş olan bu koridorlar ziyaretçilerin 100 Sütunlu Salona alınmadan önce bekletildiği dört sütunlu küçük salona açılmaktaymış. Koridorların duvarlarının sadece alt kısımları günümüze kalabilmiş.

Persepoliste bulunan en büyük kalıntı 100 Sütunlu Salon’muş. Kral Darius’un halkı huzuruna kabul ettiği gümüş ve altın işlemeli süsleri olan Apadana Tören Salonu’nunda her biri 20 metre yükseklikte olan ve üzerinde 2 metre yükseklikte üzerinde boğa ve insan şeklinde başlıkları olan 100 sütun bulunuyormuş.

Mısır’daki ocaklardan getirilen blok taşlarla yapılmış tören salonu 10.000 kişi alıyormuş. Bu kadar büyük bir kapalı salon o dönemde başka hiçbir sarayda görülmemiş. Apadana Sarayı yüksek sütunları, değişik biçimde hayvan başlı sütun başlıkları ve sayısız kabartmaları ile Persepolis’in başta gelen saraylarından birisiymiş. Etrafındaki teras ve odalarla birlikte 15.000 metrekarelik bir alana yayılıyormuş.

Sarayda bulunan avlu ve teras sütunlarından bugün sadece 13 tanesi ayaktaymış. Diğer sütunların bir kısmı Büyük İskender tarafından M.Ö. 331 yılında Persepolis yakıldığında tahrip edilmiş, bir kısmı da yaklaşık 2500 yıllık bir zaman içinde doğal aşınma ve insanların tahribi neticesinde yıkılmış. Bu 13 sütunun da bir kısmı çevredeki köylüler tarafından değirmen taşı yapmak için kesilip götürülmüş. Kalan sütun başlıklarındaki boğa şekilleri de zamanla yok olmuş.

Bu salona girmeden önce ziyaretçiler ana salonun karşısında bekletilir ve 100 sütunlu saraya iki boğa heykelinin arasından girerlermiş. Kral hediye getirenleri ödüllendirir ve gelen hediyeler güney kapısından çıkartılarak hazineye götürülürmüş. Başka ülkelerden gelen temsilciler ülkelerine dönmeden önce kayıt bürosuna kaydedilirmiş. Bu bilgileri içeren çivi yazılı 3.500 kadar kil tablet günümüze kadar korunabilmiş.

Krallık ambarının ve cephaneliğin bulunduğu hazinede, renkli ve süslü alçılarla kaplı tahta sütunları olan dört revaklı bir avlu varmış. Bu yapıların duvarları, sıra sıra insanları gösteren alçak kabartmalarla süslüymüş. Bu kabartmalarda Persler ve Medler, askerler ve ganimetleri taşıyan insanlar görülmekteymiş. Hazine odası, ganimetlerin ve Perslerin dini bayramı olan, aynı zamanda kralın da yüceliğini perçinleyen Yeni Yıl Festivali’nde (Nevruz) gönderilen yıllık vergilerin depolanması için kullanılırmış.

Apadana Sarayı’nın güneyinde yer alan Dareios’un Tachara’sı (Kışlık Saray) Persepolis’de yapılar için oluşturulan terasta inşa edilen ilk binaymış. Güney girişindeki 3 dilde hazırlanmış yazıtlara göre Apadana Sarayı’ndan 2 metre kadar yüksekte olacak şekilde inşa edilmiş. Tachara’nın üzerinde bulunan yazıtta, buranın Büyük Darius tarafından yapıldığı yazmaktaymış.

Bir diğer özelliği bu Saraydaki sütunların taştan değil ahşaptan olmasıymış. Bu Saray resmi törenlerden çok seremonilerde kullanılıyormuş. 1160 metrekarelik bir alanı kapladığından kentteki en küçük saraymış.

Persepolis’de yer alan bir diğer yapı ise bugün Persepolis Müzesi olarak kullanılan Harem’miş. Harem hakkında günümüze ulaşmış fazla bilgi bulunmamakta.

Saraylardan biraz yukarıda, kayalık dağın yamaçlarında kayalar oyularak yapılan son Ahameniş kralları II. Artarkserkses, III. Artarkserkses ve III. Darius’a ait kaya mezarları bulunuyormuş. Taş mezarda Kral ve eşi defnedilmiş olup mezardaki kabartmada Kral ve Ahura Mazda resmedilmiş. Bu resim, o dönemin Zerdüşt inancını yansıtmaktaymış. Ancak biz bu mezarların olduğu bölüme vaktimiz olmadığından gidemedik.

Böyle büyük bir alan tüm gün gezmeyi hak ediyor. Biz tur programımız kapsamında birkaç saatte gezmeye çalıştık. Daha çok vakit ayrılmasını öneririm.