ANA SAYFA Blog Sayfa 8

Prizren Gezi Rehberi: Kosova Topraklarında Osmanlı İzleri

Prizren

Prizren, Avrupa’nın en genç ülkesi Kosova’nın ikinci büyük şehri ve ülkenin kültür başkenti olarak adlandırılıyor. Aslında başkent Priştine Kosova’nın modern yüzünü, Prizren ise daha çok ülkenin geçmişini temsil ediyor. Prizren’in tarihi ve kültürel dokusu ile doğu ve batının harmonisine sahip olduğunu söyleyebiliriz. 

Şehir bir yandan Yugoslavya zamanında  “eskileri yok et, yeniyi inşa et” dürtüsünden diğer yandan Kosova’nın bağımsızlığını kazanmasından sonra Batılı ülkelerinin Balkanları yeniden dizayn etme çalışmalarından bir şekilde kurtulmuş. Böylece Prizren ülkedeki en iyi korunmuş eski şehre sahip bir yer olarak kalabilmiş.

Arnavutların haklarını, özgürlüklerini ve birleşmelerini savunan siyasi örgüt Prizren Birliği 1878’de Prizren’de kurulmuş. Şehir Arnavutluk ulusal uyanışının başladığı yer olmuş. Şehrin nüfusunun çoğunluğu Arnavut, aynı zamanda önemli ölçüde bir Türk topluluğu da bulunuyor. 1999’a kadar şehirde yaşayan Sırpların çok azı bir zamanlar güçlü olan varlıklarının kederli kalıntılarını korumaya devam ediyor.

Toplam nüfusun şehrin çevresi birlikte 180.000 civarında olduğu belirtilmekte ancak ama bu rakamlar çok da güvenilir değil. Tarih boyunca yaşanan rejim değişiklikleri yerel halkın tahliyesine veya ölümüne neden olmuş. Balkanların herhangi bir yerinde olduğu gibi, burada da etnik köken hassas bir konu ve kiminle konuşsanız herkes karşı tarafın zulüm işlediğini iddia ediyor.

Nüfus yoğunluğuna uygun olarak Arnavutça ve Sırpça  yaygın kullanılıyor, iki dilli sokak işaretleri özellikle eski kentte Türkçe ve İngilizce dilleriyle de tamamlanıyor. Prizren Kosava’da en çok Türk’ün yaşadığı bölge ve Türkçe kullanımı da yüksek.

Kosova’nın bağımsızlığını kazanmasından sonra şehir güvenliği sağlanmış ve suç oranı da oldukça düşükmüş.  Prizren turistler için son derece güvenli bir şehir. Yerli halk turizmden gelir elde ettiği için  yabancılara karşı çok misafirperver.

Ülkede para birimi olarak Euro  kullanılıyor. Euro kuru bizim için oldukça yüksek olduğundan başlangıçta pahalı bir seyahat olacağını düşünmüştüm. Ancak hem Priştine’de hem de Prizren’deki fiyatları görünce epey bir rahatlama hissettim. Özellikle yeme içme fiyatları çevirdiğinizde Türkiye’den bile ucuza geliyor.

Prizren’i tanımak, sokaklarında gezinmek, doğasını keşfetmek ve keyifli bir gezi geçirmek için ilkbahar, yaz ayları ve sonbaharın başları öneriliyor. Prizren, coğrafik olarak güney Kosova’da Sharr Dağları’nın eteklerinde konumlandığından doğa severlerin dağlara ve yürüyüş parkurlarının bulunduğu doğal parklara ulaşmasında bir üs olacaktır. 

Prizren

Şehir, Bistrica (Akçasu) Nehri tarafından ikiye bölünmüş, binaları ve şehir planı doğal olarak şehrin geçmiş yönetimlerinden etkilenmiş. Sırplar Ortodoks kiliselerini, Osmanlılar da camileri yaptırmışlar.

Kosova bölgesi uzun yıllar Osmanlı egemenliğinde kaldığı için günümüzde bu etkiyi Kosova’nın bütün şehirlerinde görebiliyorsunuz. Prizren Osmanlı döneminden kalma cami, köprü, hamam, çeşme gibi mimari eserlere sahip. Prizren’de Osmanlı İmparatorluğu’nun etkisi Priştine’ye göre çok daha belirgin. Bu yapıların çoğu iyi durumda ve TİKA tarafından bir kısmı da restore edilmiş. Şehirde bir Anadolu şehrinde dolaşıyor duygusu uyanıyor.

Prizren

Koruma altındaki şehir merkezi, Arnavut kaldırımlı sokaklar, eski camiler, asırlık kiliseler ve Bistrica Nehri’nin üzerindeki köprüleriyle şirin bir şehir burası. Tepedeki Orta Çağ’dan kalma bir kale de yeşilin her tonundan oluşan şefkatli kollarıyla şehri sarıp sarmalayarak ona göz kulak olmakta.

Şadırvan Meydanı’nı ziyaret ederken Osmanlı etkilerini daha çok hissedebilir, Kalenin tepesinden etkileyici manzaralar çekebilir, tarihin izini sürmek için Eski Şehir sokaklarında dolaşabilir, şehirdeki dikkat çekici simge yapı ve cazibe merkezlerini ziyaret edebilirsiniz. Gittiğiniz mevsime bağlı olarak Sharr Dağları Milli Parkı’nda yürüyüş yapabilir, Dokufest Film Festivali’ne katılabilirsiniz.

Ziyaretçiler şehrin zengin tarihinin, kültürünün ve geleneksel el sanatlarının yanı sıra ülkenin gastronomisinin de tadını çıkaracaklardır. Söylemeliyim ki bir daha bu şehre gitmeye çalışırsam, bu kesinlikle mutfağı için olacaktır! Bütün Balkan ülkelerinde olduğu gibi burada da kahve kültürü gelişmiş. Şadırvan Meydanı’nın yakınlarında bir kafede oturmanızı ve sadece taze demlenmiş çay veya Türk kahvesi içerken yerel insanları izlemenizi öneririm.

Şehrin nüfusu oldukça genç ve eskiden isyancılarla dolup taşan Eski Şehir sokakları akşamları adeta bir karnaval havası yaşanan bir yer haline geliyor. Tarihi, kültürü, yemesi, içmesi yanında şehrin eğlencesi de ayrı bir güzel.

Kısa Tarihi

Prizren’in tarihi, Antik çağlara dayanmakta, yazılı kaynaklarda kentten ilk kez M.S 2. yüzyılda “Theranda” olarak söz edildiği belirtilmekte. O zamandan beri bu topraklar, Romalılar, Bulgarlar, Bizanslılar, Sırplar ve Osmanlılar da dahil olmak üzere birçok krallıklar tarafından yönetilmiş.

Osmanlılar 1454’te Kosova’yı ele geçirmiş. 21 Haziran 1455’te Prizren Osmanlı ordusuna teslim olmuş. Prizren, Prizren Sancağının başkenti yapılmış. Daha sonra Osmanlı Rumeli eyaletinin bir parçası olmuş. İmparatorluktaki kuzey-güney ve doğu-batı ticaret yollarındaki konumundan yararlanarak gelişmiş büyük bir ticaret kenti haline gelen Prizren, Kosova’nın kültür ve entelektüel merkezi haline gelmiş. 1857’de nüfusunun % 70’inden fazlası Müslümanlardan oluşuyormuş.

1912’de Birinci Balkan Savaşı’nda şehir Sırp ordusu tarafından ele geçirilmiş. Savaştan sonra Londra’daki Büyükelçiler Konferansı’nda Arnavutluk devletinin kurulmasına izin verilmiş ve Kosova’nın nüfusu çoğunlukla Arnavut olarak kalsa bile Kosova’nın Sırbistan Krallığı’na verilmesi kararı alınmış.

I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle, 1915’te Prizren Bulgar ve Avusturya-Macaristan güçlerine bırakılmış. 1916’da Avusturya-Macaristan, şehir nüfusunun önemli bir kısmının etnik Bulgarlar olduğu anlayışıyla Bulgaristan Krallığının şehri işgal etmesine izin vermiş.

1918’in sonunda Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı kurulmuş. Krallık, 1929 yılında Yugoslavya Krallığı olarak yeniden adlandırılmış ve Prizren de bunun bir parçası olmuş.

II. Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası ve Faşist İtalya, 6 Nisan 1941’de Yugoslavya Krallığını işgal etmiş ve 14 Nisan’da Prizren ele geçirilmiş. Komşu Arnavutluk’u işgal eden İtalyanlar burayı da işgal etmişler. 

1944’te Alman kuvvetleri, birleşik bir Rus-Bulgar kuvveti tarafından Kosova’dan kovulmuş ve sonra Yugoslavya Komünist Hükümeti kontrolü ele geçirmiş. 1946’da Şehir, Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti’nin kurucu devleti olan Sırbistan Halk Cumhuriyeti’nde Kosova ve Metohija Özerk Bölgesi’nin bir parçası olarak düzenlenmiş. Sırp yönetiminin tekrar gelmesinden yıllar sonra Prizren ve batıda Dečani bölgesi Arnavut milliyetçiliğinin merkezleri olarak kalmaya devam etmiş.

Prizren’in, Sırbistan’dan ayrılıp bağımsızlığını ilan ettiği 17 Şubat 2008’de Yugoslavya’nın dağılması sürecindeki Yugoslavya, yedi ayrı ülkeye bölünmüştür. Sırbistan yönetiminden ayrılan Kosova’dan sonra, özerk yapıda kalan tek bölge Voyvodina’dır.

Prizren, yeni kurulan Avrupa’nın en genç ülkesinin ikinci büyük şehri oldu. Prizren Şehri, kayda değer Arnavut nüfusunun yanı sıra Boşnaklar, Türkler ve Romen topluluğunu koruyan Kosova kültürel ve etnik olarak heterojen şehridir. Prizren ve çevresinde halen az sayıda Sırp nüfus küçük köylerde, yerleşim bölgelerinde yaşıyormuş.

Ulaşım

Priştine’nin Adem Jashari Havaalanı’na, Wizzair, Pegasus, EasyJet ve Air Berlin gibi şirketler uygun fiyatlı uçuşlar sunmaktadır. Çok sayıda Batı Avrupa ülkesinden ve Türkiye’den doğrudan uçuşlar vardır. Türkiye’den THY veya Pegasus Havayolları ile Priştine’ye uçup, buradan karayoluyla Prizren’e ulaşılabilir. Alternatif olarak, daha sık uçuşun yapıldığı Kuzey Makedonya’nın başkenti Üsküp’ten veya Arnavutluk başkenti Tiran’dan otobüs, araba veya taksiyle 2-3 saat içinde Prizren’e ulaşabilirsiniz.

İstanbul’dan Priştine’ye giden otobüs firmalarının çoğu yola devam ediyormuş ve Prizren’e kadar geliyormuş. Biraz yorucu olacak bu yolculuğun maliyeti ise yaklaşık 50 Euro civarındadır.

Prizren’i diğer Kosova şehirlerine, ayrıca Karadağ, Bosna Hersek, Arnavutluk ve Kuzey Makedonya gibi komşu ülkelerde bulunan şehirlere bağlayan düzenli otobüs seferleri de bulunmaktadır. 

Başkent Priştine’deki ana otobüs istasyonundan Prizren’e her 15 dakikada bir otobüs bulabilirsiniz. Bilet ücreti tek yön için 4 € dur, iki şehir arasındaki yolculuk yaklaşık 1 saat 40 dakika sürmektedir.

Ben Üsküp’ten Prizren’e 9 euro bilet ücreti ödeyerek otobüs ile ulaştım.

Yeri gelmişken önemli bir noktayı vurgulamalıyım. Kosova’dan Sırbistan’a geçiş yapamayabilirsiniz. Sırbistan’a gitmek istiyorsanız ya önce Sırbistan’a gidip oradan Kosova’ya geçiş yapın ya da Kosova’ya önce gittiyseniz oradan Kuzey Makedonya üzerinden  Sırbistan’a gidebilirsiniz.

Prizren

Şehir içi ulaşım imkanlarını araştırma gereği duymadım. Çünkü gezilecek yerlerin tamamı birbirine çok yakın ve Eski Şehir bölgesinde bulunuyor. Birçok turistik şehirde olduğu gibi burada da turistler için gezi treni bulunuyor.

Konaklama

Kosova şehirleri konaklama açısından ucuz destinasyonlar arasında bulunuyor. Ancak buradaki oteller Balkanlardaki diğer şehirlere göre biraz pahalı olabilir. Kosova’nın uluslararası sakinleri ve gün geçtikçe artış gösteren gezginler sayesinde Prizren’de de her bütçe ve zevke uygun konaklama seçeneklerinde çeşitlilik gözlenmeye başlamıştır.

Booking.com’da en çok beğeni alan oteller arasında Prior Hotel, Hotel Prizreni, Hotel Tiffany, Hotel Venisi, Hotel Edi Imperial, Hotel Cleon, City Hotel, Hotel Kacinari, Hotel Centrum Prizren bulunmaktadır.

Konaklama maliyetini düşük tutmak istiyorsanız şehirdeki birkaç hostelden birinde rezervasyon yaptırabilirsiniz. Hostel deyip geçmeyin benim de kaldığım ve memnun ayrıldığım Hostel M99  Eski Şehrin tam ortasında yerel bir evde kalma fırsatı sunuyor. Hostel sahipleri de nezih ve kültürlü 2 kardeş olunca ülke tarihini bizzat yerel bir ağızdan öğrenme şansı buluyorsunuz. 2 gece konaklama için sadece 20 Euro ödediğimi belirtmem de seçiminizde kolaylık sağlayacaktır.

Bunun dışında Hostel Bushati, Driza’s House,Hostel BENI ve Bujtina Oltas önerilen diğer hostel ve pansiyonlardır. Bunların dışında apart oteller ve kiralık daireler de bulmak mümkün.

Gezelim Görelim

Prizren gezimize başlayabiliriz.

Taş Köprü

Prizren

Bistrika Nehri, Prizren’in tam ortasından geçerek şehri benzer iki parçaya bölmekte. Balkanlar’da eski taş köprüler görmek hiç sürpriz değildir. Prizren’de Bistrika üzerine tarihte birçok köprü inşa edilmiş, ancak şehrin simgesi haline gelen en özel köprü bu Taş Köprü’dür.

Taş Köprü eski şehrin merkezinde bulunmaktadır. Tarihi belgeler yapılış zamanı hakkında kesin bir bilgi sağlamamakla birlikte kullanılan malzemelere ve yapım tekniğine dayanarak, köprünün 15. yüzyılın sonunda veya 16. yüzyılın başında inşa edildiği kabul edilmektedir.

Yapılışından sonra Taş Köprü büyük değişiklikler geçirmiş. 60’lı yıllarda Bistrika Nehir yatağının inşası sırasında ciddi yapısal hasarlar verilmiş. 1979’daki su baskını ise tüm köprüyü tahrip etmiş ve köprü tekrar inşa edilerek 1982 yılında açılmış. Yani Prizren’de bugünkü köprü orijinal köprü değil. Eski köprünün uzunluğu yaklaşık 30 metreymiş, mevcut köprü sadece 17 metre uzunluğundadır. Taş Köprü yapılışından itibaren sadece yayalar için kullanılmıştır.

Bistrica Nehri üzerine yapılan bu köprünün doğu tarafında Arasta Köprüsü, batı tarafında ise Nalet Köprüsü var. Köprü solda “Şadırvan” Meydanı’nı ve nehrin sağ tarafındaki Saraçhane’yi birleştiriyor. Tam karşınızda gözüken yeşillikler içindeki Kaleyi ve şehrin eski yapılarını seyrederken bir samimiyet ve sıcaklık hissi sizi sarıp sarmalıyor. Taş Köprü nehirle birlikte özellikle gün batımında harika bir manzara sunuyor. Nehir etrafında bahar aylarında, birine benim de rasgeldiğim yarışlar, eğlenceler, festivaller düzenleniyormuş.

Sinan Paşa Camisi 

Prizren

Prizren’in en büyük camisi Sinan Paşa Camisi etkileyici kubbesi, minaresi ve sütunlu dış cephesi, sokaktan bakıldığında muhteşem bir manzara sunuyor. TİKA’nın önemli bir restorasyondan geçirdiği Sinan Paşa Camisi Osmanlı Devleti’nin bu bölgedeki varlığından geriye kalan en önemli anıtlardan biri.

Cami’nin içindeki yazıtlara göre, Sofi Sinan Paşa, burayı 1615 yılında yaptırmış. Bazı kaynaklarda yakındaki Sırp Ortodoks Manastırı’ndaki Kutsal Baş Melekler Manastırı’ndan alınan taşlarla inşa edildiği belirtilen Sinan Paşa Camisi, 1990’da Sırbistan tarafından Olağanüstü Önemde Kültür Anıtı olarak koruma altına alınmış. Kurşunla kaplı büyük bir kubbe ile boyalı ve sarkıt başlıklı mihrabı örten daha küçük yarım bir kubbesi vardır. Kurşunla kaplı konik bir yapı ile kaplanan minaresi 43.5 metre yüksekliğiyle şehirdeki en yüksek yapılardan biridir nehirden ve kaleden bu camiyi görebilirsiniz.

Cami, 1,65 metre kalınlığında duvarlarla inşa edilmiş ve 50’den fazla pencereye sahiptir. Yapıldığı dönemde bir medrese ile bir kütüphanesi de varmış. Caminin girişinde 16. yüzyılda yaptırılan bir çeşme de bulunuyor.

Sinan Paşa Camisi’nin içindeki duvarlar ve kubbe 19. yüzyılda çoğunlukla çiçek desenleri ve Kuran ayetleri ile boyanmış. Minber çiçek motifleriyle süslenmiş. Caminin taş döşemesi ve marangozluk orijinaldir, içi son derece zengin kalem işi süslemelere sahiptir. Cami’de bulunan bu süsleme tarzı Batılılaşma döneminin özelliklerini taşımaktadır. Bu yapı Türk Barok üslubunun Balkanlar’daki en önemli örneklerinden biridir.

Cami ziyarete açık ve fotoğraf çekmeye izin veriliyor. 

Şadırvan Meydanı-Shadervan Square

Prizren

Şadırvan Meydanı, kentin ana meydanıdır. 15-16. yüzyıldan kalma Şadırvan Meydanı,  Sinan Paşa Camisi’ne uzanan ana yaya ekseninin kesişiminde üçgen bir meydan.

Şadırvan Meydanı, yerel halkın buluştuğu, toplandığı, sohbet ettiği, yemek yediği, kahve ve bira içtiği yani sözün özeti hayatı dolu dolu yaşadığı merkez. Meydanın etrafı kafelerle, barlarla, restoranlarla, pastanelerle, küçük dükkanlarla, genellikle iki katlı yapılarla çevrilidir. Meydanın etrafındaki binaların büyük bir kısmı yenilendikleri 19. yüzyılın sonlarına ve 20. yüzyılın başlarına tarihlenmektedir. Açık renklerdeki küçük detaylar ve kentsel özellikler kullanılarak meydanın amacına uygun bir mimari tarz benimsenmiştir.

Yerel halkı gözlemlemek için burada oturup bir kahve içmek ya da yemek yemek için mükemmel bir tercih olacaktır. 

Şadırvan Meydanı’ndaki konumu, şekli ve süsleriyle neredeyse şehrin simgesi haline gelen Şadırvan Çeşmesi’nden su içen kişinin “tekrar Prizren’e geleceği” veya “Prizren’de evleneceği” söylentileri var. Hatta “Kim bu Çeşmeden su içerse Prizren’den ayrılması zor olur” diye bir atasözü de varmış.

Çeşmeden billur gibi bir suyundan içebilirsiniz. Yaz bahar aylarında meydanda geç saatlere kadar eğlence sürüyormuş.

Meydandaki heykel de 1998’de öldürülen NLA/UCK’un komutanı Xhevat A. Berisha’nın anısına yapılmış.

St George Katedrali

Prizren

Saint George Sırp Ortodoks Katedrali, 15. yüzyılda inşa edilen eski bir kilisenin yakınlarına 1856’dan 1887’ye kadar kademeli olarak inşa edilmiş. Katedralin içindeki freskler 17. yüzyıldan kalmadır. Yapı, 1999 ve 2004 isyanları sırasında ağır hasar görmüş. Sonra uzun yıllar tadilat yapılmış ve bugünkü durumuna getirilmiş. Katedral, Temmuz 2012’de, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-moon tarafından ve Mart 2016’da da Galler Prensi Charles’ın başını çektiği İngiliz Kraliyet Heyeti tarafından ziyaret edilmiş.

Koruma altındaki Katedrale erişim genellikle polis tarafından engelleniyormuş. Ziyaretçilerin görevlilerden bahçede yürümek için izin istediklerini ve kilisenin içine giremedikleri belirtiliyor. Bahçeye girerken kapıdaki güvenlik görevlisi beni de durdurdu ve nereden geldiğimi sordu. Sonra şansıma bir ayinin henüz bittiğini ve içeriye kısa bir süre bakıp çıkabileceğimi söyledi.

Aziz Nikolaos Kilisesi (Tutic Kilisesi)

Prizren

Tutić Kilisesi olarak da bilinen St. Nicholas Kilisesi Dragoslav Tutić ve eşi Bela tarafından 1331-1332’de yapılmış. Küçük Sırp Ortodoks Kilisesi 1970 ayaklanmasında büyük hasar gördü. 1990’dan bu yana Sırbistan’ın Olağanüstü Önemdeki Kültür Anıtları listesinde yer alıyor. 2004 yılında Kosova’daki iç karışıklık sırasında kilise tahrip edildi. 2005 yılından bu yana, Avrupa Birliği’nin mali desteğiyle, kiliseyi orijinal haline getirmek için çalışmalar yapılmaktadır.

St.Nicholas Kilisesi, merkezi sekizgen bir kubbesi olan, küçük taş ve tuğladan tek nefli bir kilisedir. Kilisedeki freskler de kısmen korunmuştur. 

Meryem Ana Katolik Katedrali

Prizren

1870 yılında yaptırılan Perpetual Succor Bizim Leydi Katedrali, Roma Katolik Piskoposluğunun merkezi olan bir Roma Katolik Katedralidir. Kilisenin kuzey tarafındaki freskler arasında olan 1883 yapımı İskender Bey freski bulunuyor.

Katedral’in girişine ulaşmak için yokuş aşağı yürüyerek etrafını dolaşmak gerekiyor. İlk gidişimde akşam olduğundan girişine kadar gitmedim. Ertesi gün ise Pazar ayini yapıldığından çok detaylı gezme fırsatı bulamadım.

Prizren Kalesi (Kalaja)

İkinci günümde sabah erkenden kalkarak kaleye doğru yürümeye başladım. Kale şehir merkezine 20 dakikalık bir yürüyüş mesafesinde ve 24 saat açık. Ücretsiz ziyaret edilebiliyor. Yürüyüş güzergahı çok zorlayıcı değil ve arada durup şehri seyrederek soluklanabiliyorsunuz.

Kalaja olarak adlandırılan,  Orta Çağ’dan kalma kale kentin doğu kesiminde, Prizren şehrinin en yüksek yeri olan konik bir tepenin üzerinde stratejik bir noktaya yapılmış. Nehrin sol tarafında, deniz seviyesinden 500 metre yukarıda, surlar içerisinde bulunan 1,6 hektarlık bir alanı kapsamakta. Topografik konumu, şehir üzerindeki hakimiyeti, kaleden görülen doğal manzara ve mimari tasarım, burayı arkeoloji, tarih ve turizm açısından değerli kılmakta. 

Prizren

Bilinen en eski kaynak olan “the Byzantine Chronicler Procopus of Cesar” adlı eserde Dardanya’da ilk kez yenilenen kaleler arasında Petrizen Kalesi’nden bahsedilmektedir. Bölgenin ilk yerleşimi olarak Bronz Devri’nin tarih öncesi yerleşimi ve erken Demir Dönemi’ne ait izler bulunmuş. Ayrıca, Roma Dönemi ve Geç Antik Çağ’dan kalma mimari izlere ve malzemelere de bu kazılarda rastlanmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde kale hamam, cami ve diğer askeri tesislerle zenginleştirilmiş. Kosova’nın Osmanlı yöneticileri 1912’de buradan ayrılana kadar kale bir yönetim merkezi olarak kullanılmış, sonra kale kendi kaderine terkedilmiş. 2008-2010 yılları arasında restorasyon ve koruma çalışmaları yapılmış.

Burada görülecek yerler arasında Silah Deposu, Cami, Gözetleme Kulesi, Gizli Tünel gibi yerler var.

Kale Olağanüstü Önemde bir Kültür Anıtı olarak koruma altına alınmış. Şehrin 200 metre yukarısında bulunan teras, tarihi Prizren Şehri’ni, gökyüzüne süzülen sayısız minareleri, kırmızı çatıları ve çevresindeki Şar Dağları’nın nefes kesen manzarasını kuşbakışı görmek için ideal bir yer. Kalenin manzarası o kadar güzeldi ki Prizren’i ziyaret ettiğimi ve kaleyi atladığımı düşünemiyorum.

Gün batımında adeta bir karnaval atmosferi hakim oluyormuş. Kalede yazın konserler ve tiyatro etkinlikleri de düzenleniyormuş. 2010’dan başlayarak, Uluslararası Belgesel Film Festivali “Dokufest” in bir parçası olarak, kale kapısına çeşitli filmler gösteren ve kalenin turistik işlevini önemli bir kültürel etkinlikle zenginleştiren açık bir sinema da kuruluyormuş.

Kutsal Kurtarıcı Kilisesi

Kaleden geldiğim yoldan şehre geri dönmeye başladım. Yol üzerinde gördüğüm Kutsal Kurtarıcı Kilisesi (The church of the Holy Savior) maalesef kapalıydı.

Prizren

Kutsal Kurtarıcı Kilisesi, Tanrı’nın Meryem’i kabulüne adanmış ve 1330’lar civarında inşa edilmiş Sırp Ortodoks Kilisesidir. Kilise tüm bölgeye hakim ve Prizren’in olağanüstü güzel manzarasını sunan Podkaljaja adı verilen Kalaja Kalesi’nin altındaki küçük platoda yer almaktadır. Podkaljaja Mahallesi bir zamanlar Sırp ve Aromanian nüfusu yoğun bir bölgeymiş. Ancak günümüzde bu bölge tamamen yıkılmış, yanmış ve ıssız Sırp evlerinin sadece harap kalıntıları görülebiliyor. Kilise 1990 yılında Olağanüstü Önemde Kültür Anıtı olarak ilan edilmiş ve Sırbistan Cumhuriyeti tarafından korunuyormuş. Kosova’daki 2004 iç karışıklığı sırasında ağır hasar gördüğünden bir süre ziyarete kapatılmış. Günümüzde ziyarete açık olduğu ve 2 € giriş ücretinin olduğu belirtilmekle birlikte buna ilişkin herhangi bir emare göremedim.

Taş Köprü’nün doğu tarafında Arasta Köprüsü, batı tarafında ise “Mavi Sevgi Köprüsü” olarak da bilinen Nalet Köprüsü bulunuyor. Köprüdeki kilitler ise görülmeye değer, böyle bir yerde iyi iş yapacağı için kilit satmak isterim!

Prizren

Arasta Köprüsü 18. yüzyılda inşa edilmiş ve kapalı bir pazara hizmet vermiş.

Nalet Köprüsü ise, başlangıçta ahşaptan yapılmış küçük bir köprüymüş. Köprünün adı “şeytanın köprüsü” anlamına geliyor. Böyle adlandırılmış çünkü eskiden bu köprüyü geçerken insanlar kayıp nehre düşüyorlarmış.

Prizren yerlilerinin Tabakhane Köprüsü olarak da bildikleri “Suzi Çelebi” Köprüsü 1513 yılında inşa edilmiş. Tabakhane semtine geçmek için kullanılan köprü yıktırılmış ve şimdilerde yeniden inşa ediliyormuş.

Halveti Tekkesi-Halveti Teqe

Halvetilik, Kosova’da en yaygın tarikatlardan biriymiş ve Prizren şehri de Halvetiliğin merkezi olarak kabul ediliyormuş.

Türk Konsolosluğu’nun yanındaki sokaktan ilerleyerek Halveti Tekkesi’ne ulaştım. Bahçede iki kişi oturmuş çay içiyordu ve öncelikle nereden geldiğimi sordular. Türk olduğumu öğrenince görevli kişi kilitli olan kapıyı açtı ve fotoğraf çekmeden gezebileceğimi söyledi.

Bistrica Nehri’nin yanında, Kukli Bey Camisi’nin yanında bulunan bu tekke, Hüseyin Yeniceli’nin halifelerinden Şeyh Pir Osman Baba tarafından 1712 yılında kurulmuş. Şeyh Osman Efendi, bugün Arnavutluk sınırlarındaki Veje Köyünde doğmuş, medrese eğitimini Serez’de (Yunanistan) tamamladıktan sonra Halvetî dergâhına girmiş, daha sonra da Prizren’e gelerek bu tekkeyi kurmuş. Bu tekke, Arnavut bölgelerindeki ilk Ramazânîlik tekkesi olmuş ve sonradan kurulanların da merkezi haline gelmiş.

Tekkede büyük bir semahane, avluda bir şadırvan ve diğer bölümlerin yanı sıra tekkenin önceki şeyhlerinin kabirleri de bulunmakta. Türbe içinde sürekli olarak mum yanıyormuş. İç kısmı, çiçek ve arabesk motifli seramik çinilerle süslenmiş semahanede müzik aletleri gibi tekkeye has unsurlar bulunuyor. Tekkenin içinde birçok el yazması ve beratların bulunduğu zengin bir kütüphaneye sahip. 

Kukli Mehmet Bey (Saraçhane) Camisi

Prizren

Kukli Mehmet Bey-Saraçhane Camisi, şehrin merkezinde, daha önce deri işleme ustalarının çalıştığı ve buğday pazarının kurulduğu Saraçhane semtinde yer almaktadır. Kentin en eski camilerinden biri ve özel kültürel ve tarihi değerlere sahiptir. 1531 yılında, Selanik’ten Bosna’ya kadar olan bölgenin Valisi olan Kukli Mehmed Bey tarafından yaptırılmıştır.

Prizren Etnografya Müzesi

Prizren

Tabelaları takip ederek bu müzeye ulaştım. Aslında tam zamanında gelmişim çünkü pazar günleri burası geç açılıp erken kapanıyormuş. Zaten müzenin çalışma saatleri de öyle çok düzenli değil anlaşılan. Görevli 1 Euro ücreti aldıktan sonra muhteşem kıyafetlerle ve etnografik eşyalarla dolu olan 2 katı gezdirdi.

Tarihi binada bu samimi küçük müzede, kostümler, el sanatları ve ev aletlerine ilişkin ilginç bir sergi bulunuyor. Aslında sergilenenler bize uzak eşyalar değil, sanki Anadolu’nun bağrından çıkıp gelmişler gibi!

Müze Binası da Şeyh Zade’nin Eski evinin restorasyonuyla müze haline getirilmiş

Gazi Mehmet Paşa Hamamı 

Prizren

Hamam, Prizren’deki oryantal ve yerel geleneklerin birleştiği erken dönem Osmanlı döneminin en karakteristik tesislerinden biri olarak kabul edilmektedir. Güney Doğu Avrupa’nın en değerli hamamlarından biri olan Prizren Hamamı, tarihsel, mimari, sosyal ve çevresel öneme sahip olmasının yanı sıra, Prizren ve yöresinde yerel yaşama yüzyıllar boyunca entegre olan Osmanlı kültürünün manevi ve kültürel mirasının da bir simgesi olarak kabul edilmektedir.

Gazi Mehmet Paşa Hamamı, şehir merkezinin çok yakınında, Kukli Mehmet Bey Camisi ve Emin Paşa Camisi’nin yakınlarında yer almaktadır. 1563-1574 döneminde İşkodra Sancak beyi olan Gazi Mehmet Paşa tarafından 1573-1574 yıllarında yaptırılmıştır. Aslında Türk Hamamı, Bayraklı Camisi, ortaokul (medrese), ilkokul (meytep), kütüphane ve türbe de dahil olmak üzere kurulan büyük mimari bir kompleksin bir parçasını oluşturmaktadır.

Hamam, tuğla ile birlikte çeşitli taşlardan inşa edilmiştir. Duvarlarının genişliği yaklaşık 90 cm olup çatısı, soğukluk ve giriş kısmı üzerine inşa edilmiş iki büyük kubbeden ve sıcak kısmı üzerinde yapılmış dokuz küçük kubbeden oluşmaktadır.

Hamam “çifte hamam” yani her iki cinsiyet tarafından da aynı anda kullanılmıştır. Hamamın erkek kısmı kadınlar için ayrılan kısımdan daha büyüktür. 

1944 yılına kadar hamam olarak hizmet vermiş ve daha sonra peynir deposu olarak kullanılmış. 1954’ten beri devlet korumasında olmasına rağmen, 1981 yılına kadar bakımsız kalan hamam bu tarihte onarılmış. 2000 yılından bu yana, hamam çeşitli kültürel, sanatsal ve eğitim faaliyetleri için galeri olarak kullanılmaktadır.

Arasta-Evrono Camisi Minaresi

Prizren

Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan bir başka ilginç eser de Arasta Camisi’nin minaresidir. Arasta Camisi 1526-1538 yıllarında Evronoszade Yakup Bey tarafından yaptırılmış ve minare sonradan eklenmiş. Bölgedeki esnaf ibadet için bu camiye gelirmiş. 1960’larda Arasta Camisi ve Arasta Mahallesindeki birçok bina yıkılarak yerlerine çok katlı binalar inşa edilmiş. Bu durumdan sadece caminin minaresi kurtulmuş. 1970’lerde onarımı yapılmış ve bir kültür mirası olarak koruma altına alınmış. İlginç bir bilgi de vereyim. Minarenin üzerinde taşa kazılmış bir Davut Yıldızı da bulunuyormuş.

Emin Paşa Camisi

Prizren

Son dönem Osmanlı mimarisinin seçkin örnekleri arasında “Saraçhane” semtinde, 1789’dan 1843’e kadar Prizren Sancak Beyi olan Mehmet Emin Paşa tarafından 1831 yılında yaptırılan camidir. Emin Paşa camiye ilave olarak, meytepi ve diğer yapıları da inşa ettirmiş. Caminin inşası bölgeye özgü ve Sinan Paşa Camisi’ne oldukça benzer, ancak daha küçüktür.

İç mekan süslemeleri ve işçilik Sinan Paşa Camisi’ndeki ikinci etap resimlerine çok benzemektedir. Her iki yapının bezemesinin aynı ustalar tarafından yapıldığına işaret olabileceği belirtilmektedir. İç ve girişteki dış duvarlardaki resimler, 19. yüzyıl Avrupa sanatının nüfuzunu ve etkisini yansıtan Barok tarzındadır. Motifler, mavi ve sarı renklerin hakim olduğu çiçekli bir doğaya sahiptir.

Prizren

Caminin avlusunda, Emin Paşa’nın mezarı da dahil olmak üzere eski mezarlar bulunmaktadır. Cami 90’lı yıllardaki küçük müdahaleler dışında orijinalliğini korumuş ve en son TİKA tarafından restorasyonu yapılarak 2016 yılında tekrar ziyarete açılmış. Caminin bahçesinde üzerinde “şehitlerin zaferi” anlamına gelen “lavdi deshmoreve” yazılı bir de anıt bulunuyor.

Gazi Mehmet Paşa Camisi-Bajraklı Cami

Sırada muhteşem bir yapı olan Bayraklı Camisi var. Bu caminin içini görebilmek için 4 kere geldiğimi, en son gelişimde ancak başarılı olabildiğimi, ama bu çabama değdiğini anlatmalıyım. Buradaki camilerde vakit namazları kılınacağı zaman cemaat için kapı açılıyor, diğer zamanlarda sürekli kilitli tutuluyor. Sadece merkezde olduğu için Sinan Paşa Camisi gün içerisinde açık oluyor.

Prizren’deki en eski ve en büyük camilerden biri olan Gazi Mehmet Paşa Camisi, İslam sanatının en eski anıtlarından biri olarak görülüyor. Girişin üzerindeki yazıta göre Cami 1561’de inşa edilmiştir. Cami  Arnavutluk Birliği Müzesi’nin arkasında bulunmaktadır. Arnavutluk Birliği Kompleksi, Gazi Mehmet Paşa Hamamı ve eski kent evleri ile birlikte Mehmet Paşa Camisi, Osmanlı mimarisini en iyi şekilde yansıtmaktadır.

Tesadüfen caminin önünde rehberler eşliğinde bir Türk öğrenci grubu gördüm. Sanırım Başkonsolosumuz onlara Kosova tarihi ve kültürüyle ilgili bilgi veriyordu. Rahatsız etmeden kenarda ben de anlatılanları dinledim. O sırada vakit namazı nedeniyle caminin kapısı açıktı ama ben dinlemeyi bırakıp gezmeye geldiğimde kilitlenmiş buldum!

Caminin kare bir tabanı ve çok sayıda penceresi var. Caminin mihrabı ve minberi mermerden yapılmış. Süslü ahşap işleri, ayrıntılı mavi ve beyaz resimleriyle Prizren’deki en güzel camilerden biri olan Gazi Mehmet Paşa Camisi, dokuz çeşmenin yanı sıra büyük bir avluya sahiptir. Mehmet Paşa’nın mezarının olduğu caminin avlusuna altıgen bir türbe inşa edilmiş. Caminin bulunduğu kompleks, bir lise (medrese), bir ilkokul (meyteb), bir kütüphane, kurucusu için bir türbe ve camiden yaklaşık 150 metre uzaklıktaki Gazi Mehmet Paşa Hamamı’ndan oluşuyor.

Arnavutluk Prizren Birliği

Prizren

Arnavutluk Prizren Birliği 1878’de etnik Arnavutların çıkarlarını korumak için kurulmuş. Birlik Arnavut bölgelerinden gelen 300 temsilci ile Bosna ve Sancak’tan gelen Boşnakların toplanmasıyla ilk kez faaliyete başlamış. Bu toplantının amacı, Prizren, İşkodra, Manastır ve Yanya’dan oluşan Osmanlı vilayetlerinde özerk bir Arnavut devleti oluşturmakmış. Birlik İskender Bey’den sonra birleşik bir Arnavut devleti kurma yönündeki ilk ciddi çaba olmuş. Kompleks 1999 yılında Sırp kuvvetleri tarafından tahrip edilmiş. Ancak bugün kompleks restore edilmiş ve ziyarete açılmış. 

Siyasi liderlerin ilk kez toplandıkları bu kompleks, Birliğin tarihine adanmış küçük bir müzeye dönüştürülmüş. Karşılıklı 2 binayı gezebilmek için önce 1 Euro ödeyerek bilet almanız gerekiyor. Müzedeki her şey çok karmaşık ve çok az şey İngilizceye çevrilmiş. Bu milliyetçi birlikle ilgili fotoğraflar, yazışmalar ve çeşitli eşyaları görebileceğiniz gibi bir etnoğrafya müzesi gibi yöresel eski giyim kuşamı, mutfak eşyalarını ve hatta eski tabloları da görebiliyorsunuz.

Saat Kulesi ve Arkeoloji Müzesi

Prizren

Eski Şehrin biraz dış kısmında bulunan Saat Kulesi ve Arkeoloji Müzesi’ne doğru yürüdüm. Ne yazık ki Müze kapalıydı ve sadece dışarıdan fotoğrafını çekmekle yetindim.

Saat Kulesi 1948 yılında inşa edilmiş. Arkeoloji Müzesi, 15. yüzyıldan kalma bir hamamda yer alıyor.  Prizren ve çevresinden toplanan 790’dan fazla arkeolojik eserleri bulabileceğiniz bir müze, 1975’te açılmış. Sergilenen nadir eserler arasında, “Prizren Koşucusu”, “Oturan Oğlak”, “Pirana Habercisi”, dikili taşlar, adak taşları ve paralar bulunmakta. 

Ljeviš Meryem Ana

Prizren

Ljeviš Our Lady Ortodoks Kilisesi’nden dönüştürülen Fethiyye-Cuma Camisi, Sahatkulla’da (Sırp Mahallesi) bulunan ve bugün artık kullanılmayan tarihî ve dinî bir yapıdır. Kilise ilk olarak Bizans İmparatoru II.Basileios tarafından 1018 yılında yaptırılmış ve 1306-1307 yıllarında Sırp Kralı Stefan Milutin tarafından restore edilerek katedrale çevrilmiş. Katedralin Slavca ismi “Bogorodica Ljeviška”dır. Yazılı kaynaklardan Fatih Sultan Mehmet’in 1455 yılında buraya gelerek Prizren’in en büyük Ortodoks Kilisesi olan Sv. Bogorodica’yı Cuma Camisine dönüştürdüğü anlaşılmaktadır. Hatta Osmanlı belgelerinde bu yapı, “Fatih Sultan Mehmed Han Camii” olarak kayıtlıdır.

Camiye dönüştürüldükten sonra çan kulesi üzerine bir minare ilave edilmiş. 1858 yılında yapılan onarım esnasında eski minare harap ve yıkık olduğundan kilisenin çan kulesi üzerine bir şerefe ilavesiyle minare onarılmış. 1912 yılında Osmanlı İmparatorluğu şehri terk etmekle birlikte burası 1918 yılına kadar yerel halk tarafından cami olarak kullanılmaya devam etmiş. 1923 yılında kiliseye yapılan bütün eklemeler sökülmüş, minare yıkılmış ve tekrar kiliseye çevrilmiş.

1990’da Sırbistan, Ljeviš Leydi’yi Olağanüstü Önemde Kültür Anıtı olarak belirlemiş. Kilise Haziran 1999’dan sonra KFOR tarafından korunmuş. Ancak bu eski yapı, 1999 sonrasında NATO ve uluslararası güçlerin kontrolündeki Kosova’da 2004 yılında yaşanan iç karışıklıklar sırasında yakılma girişimiyle karşı karşıya kalmış. Bu kundaklama girişiminden kurtulsa da yapıda tahribatlar yaşanmış.

13 Temmuz 2006 tarihinde bölgedeki siyasi istikrarsızlıktan kaynaklanan yönetim ve koruma güçlükleri nedeniyle Ljeviš Leydi, UNESCO’nun Tehlike Altındaki Dünya Mirası Listesine bir bütün olarak, Visoki Dečani sitesinin (Kosova’daki Orta Çağ Anıtları olarak adlandırıldı) bir uzantısı olarak alınmış. Sırbistan’ın sponsor olduğu bir grup uzman, hasarı değerlendirmek için birkaç kez kiliseyi ziyaret etmiş, ancak somut adımlar atılamamış. Kilise sürekli yağmalara maruz kalıyormuş ve özellikle kurşun olan çatıdaki bu inşaat malzemesi tekrar tekrar çalınıyormuş.

Bugün kullanıma kapalıdır ve güvenlik güçlerince koruma altına alınmıştır. Dikenli tellerle çevrili ağır kapılar yakın zamanda tekrar açılmayacağı izlenimini veriyor. Katedrali koruyan bir güvenlik görevlisi varmış ve zarar verme niyetinde olmadığınızdan emin olursa kiliseye girebiliyormuşsunuz. Ancak ben çevrede böyle bir görevli göremediğimden içeriye giremedim.

Maksut Paşa Camisi ve Maraş Çınarı

Prizren

Araç trafiğine kapalı olan Maraş Bölgesi, Osmanlı eserlerinin çokça olduğu bir yer. Bölgenin en eski mimari yapılarından biri olan Maksut Paşa Camisi dönemin Osmanlı yöneticisi Maksut Paşa tarafından 1640 yılında inşa ettirilmiş. Cami Nehrin hemen yanı başında bulunuyor ve bulunduğu bölgeden dolayı Maraş Camisi olarak da biliniyor.

Yaklaşık 400 senedir ayakta olan Maraş Camisi’nin sade bir görüntüsü var. Dış cephesi defalarca onarılan Caminin orijinal mimarisi korunmuş. Cami girişinde yer alan Ayyıldız simgeleri ve süslemeleriyle dikkat çekiyor. Namaz saatine denk gelmediğim için caminin içini göremedim, içindeki ahşap işlemeler ve büyük pencereleriyle eski Prizren evlerine de benzediği belirtiliyor.

Ülke genelindeki camiler içinde önemli bir özelliğe de sahip olan tarihî Cami, Kosova’da Sinan Paşa Camisi’nden sonra Türkçe vaaz verilen ikinci cami olmuş.

Prizren

Camiden çıkıp nehir kenarındaki güzel manzaralı yolu yürümeye devam ettim ve büyük bir alanda nehrin kenarında gökyüzüne süzülen asırlık Maraş Çınarını buldum. Rrapi i Marashit yani Maraş Çınarı muhtemelen Kosova’nın en yaşlı ağacı, tahminen 350 yaşın üzerinde olan heybetli ağacın yüksekliği 20.9 metre civarındaymış.

İlyas Kuka Cami

Prizren

Aynı adı taşıyan mahallede, üç sokağın birleştiği ve üçgen oluşturan doğu güney köşede kurulmuştur. Cami içine götüren kapı üzerindeki Kitabede caminin kurucusu Kukli Mehmet Bey, dedesi İlyaz Kuka adına yaptırdığı ve tamire muhtaç olduğu belirtilmiştir.

Buna göre İlyaz Kuka mescidi 1513 yılından önce vardı ve hizmet etmekteydi. Mescit Kukli Mehmed Bey’in torunu Mehmed Bey tarafından camiye dönüştürülmüş.

Binbaşı Çeşmesi

Prizren

Yapım tarihi bilinmeyen çeşmenin, Osmanlı İmparatorluğu’ndan bir subay tarafından inşa ettirildiği düşünülmektedir.

Belediye-Beledija

Prizren

Belediye, ilk Prizren Belediye Meclisi’nin 19. yüzyılın sonunda toplandığı bir binadır. 19. yüzyılın sonlarında önemli bir idari, ticaret ve kültür merkezi olan Prizren’in, Tabakhane semtine o döneme göre modern bir belediye binası inşa edilmiş. İki katlı yapı neo-klasik tarzın bir örneğini oluşturuyor. Bu bina geç dönem Osmanlı şehirlerindeki kamu binalarında zamanın Avrupa mimarisinin bir yansıması olarak görülmektedir. Günümüzde bina turist danışma ofisi olarak kullanılmaktadır.

Yeme-İçme

Kosova mutfağı lezzetli, ucuz ve çok çeşitli. Arnavutluk’la olan siyasi ve kültürel bağların etkisi Kosova mutfağında da kendini gösteriyor. Prizren’de 20 yılı geçkin bir süredir bulunan uluslararası sakinlerden dolayı mutfak lezzetleri bir ölçüde değişmiş. Bu durumda Avrupa, Asya ve tabi ki Balkan mutfaklarının ilginç bir karışımını bulacağınız anlamına geliyor.

Prizren şehir merkezinde ve ara sokaklarda geleneksel Kosova yemekleri sunan birçok restoran, lokanta ve kafe var. Geleneksel yemek dışında da yemek yiyebileceğiniz kiosklar, fast-food lokantaları ve uluslararası mutfak sunan restoranlar bulunmakta. Fiyatlar ucuz ve porsiyonlar doyurucu.

Balkan ülkelerinin hemen hepsinde olduğu gibi, Prizren’de de yemeklerin geneli etli. Neredeyse tüm lokantalarda ızgara et (qebapa veya salsiccia), kuzu pirzola (tavada veya yoğurtla pişirilmiş), biber dolması, lahana sarması ve çeşitli burek veya Arnavutça Flija servis edilmektedir.

Prizren’de mutlaka, bir qebaptore’da yani kebapçıda yemek lezzetli bir deneyim. Şehir merkezinde ve Şadırvan Meydanı’nda bu restoranlardan bol miktarda göreceksiniz. Balkanlarda en sevdiğim şey, beyaz peynir, ıspanak veya etle doldurulmuş burekler. Genellikle içilebilir yoğurt eşliğinde kıymalı veya peynir dolgulu böreğin maliyeti 1-2 Euro civarında olacaktır.

Şömineli samimi kafelerden, muhteşem müzikli modern tekno barlara kadar burada ne ararsanız bulacaksınız.  Nehir boyunca sıralanan yerler de oldukça atmosferik ve güzel manzaralı. Bir macchiato yudumlayın, çünkü yerel halk kendi kahvelerinin İtalya’dakilerden bile daha iyi olduğunu iddia etmektedir.

Ayrıca Kosova’da Balkan şarapları ve rakı ile birlikte, bölgesel şaraplar ve bira da üretilmektedir. Ulusal biraları olan Sabaja, Amerikan-Arnavut girişimi olan ilk mikro bira grubudur.

Birkaç mekan önerisinde bulunarak ağzı sulandıran bu faslı da kapatmak isterim.

Daha deneyimli ve aynı zamanda kalite, servis ve fiyat olarak oldukça iyi olan popüler Te Syla Restoranını şiddetle öneriyorum. Zaten baktığınızda bütün masaların her zaman dolu olduğunu göreceksiniz. Burada Balkanlarda meşhur olan Cevabi köftenin Kosova’lı eşdeğerini (pljeskavica) yedim ve yanına da yoğurt istedim. Bu lezzetli yemek için sadece 5 Euro ödedim.

Restaurant Ambienti, Nehre bakan bir yamaçta bulunan ve mütevazı fiyatlarla uluslararası yemekler sunan güzel bir restoran. Restaurant ODA, Taş Köprü’nün hemen yanında bir restoran. Restoran Pauza, geleneksel yemeklerin yanı sıra spagetti, salata ve çorbalar sunan, şarap ve rakı içebileceğiniz, iç mekan tasarımıyla güzel bir restoran.

Besimi-Beska Restoranı, Şadırvan Meydan’ında uygun fiyatlarla kebap ve uluslararası yemekler sunan bir diğer restoran. Qebaptore Afrimi, fazla bilinmeyen ama gurmelerin Prizren’deki en iyi kebap yenilecek yer olarak gösterdikleri küçük bir restoran. Restaurant Marashi, Nehir yakınında bulunan bir diğer güzel restoran. Tiffany Restoran, mükemmel bir yemek için arayıp mutlaka bulmanız gereken bir yer.

Prizren

Et dışında lezzet arayanlar için, keyifli bir iç mekana sahip ve fiyatları uygun olan pizzacı Vintage bu kapsamda önerilmekte.

Prizren’de börek için en iyi yerin Şadırvan Meydanı’nda ki Saraybosna Burek olduğu belirtiliyor. Börek için bir diğer yer olan Burek Sarajeves yine Şadırvan Meydanı’nda Ben de sabah kahvaltımı burada yaptım. Tepeleme börekle dolu tabağın hepsini bitirdim ve yanında da ayran içtim ve sadece 1,20 Euro ödedim.

Prizren’de geleneksel baklava ve tulumba gibi tatlıları da bulabilirsiniz. Geleneksel tatlılar için en iyi yerlerden biri St. George Katedrali’nin karşısında Shendeti kafe-pastane. Ben de tesadüfen buradan dondurma aldım ve çok beğendim. Ancak ismine bakmadığım için ertesi gün bozasının meşhur olduğunu okuduğum bu yeri fellik fellik aradım. Artık vazgeçip buraya dondurma yemeye gidince adını gördüm ve tabi bozasını da içtim. Fiyatları da oldukça uygun bir yer, 2 top dondurma için 1 Euro ve bir bardak boza için 0,50 Euro ödedim.

Kahvaltı ve baklava için önerilen bir diğer mekan Missini Sweets’dir.

Prince Coffee House, Kosova’da popüler bir kahve zinciridir. Prizren şubesi, açık havada oturabileceğiniz, güzel dekore edilmiş bir iç mekana sahip, Türk kahveleri ve macchiato’ları mükemmel olan, sıcak günlerde buzlu kahve içebileceğiniz güzel bir mekandır.

Kosova şehirlerinde genç nüfus oranı oldukça yüksek. Dolayısıyla bu durum şehri eğlence, etkinlik, yeme içme anlamında çok dinamik ve hareketli bir yer haline getiriyor. Kentin dans kulüplerinde, çok sayıdaki tarz barlarında canlı müzik keyfi yaşanabilir.

Kafe Libraria Sindikata, kahve ve bira içebileceğiniz bir mekan. Sinan Paşa Cami’sinin hemen arkasında bulunan kafe-bar “La Linea” da önerilen bir diğer mekan. Fellas Coffe-Kitchen, öğleden sonra bir bira veya kokteyl içmek için güzel bir yerdir.

Önerilen diğer barlar, Kosova craft birası Sabaja içebileceğiniz Bar Aca, Destill, Kafja Jeme, Barcode ve Te Kinezi mekanlarıdır.

Alışveriş

AVM tarzındaki büyük alışveriş merkezlerinin henüz yaygın olmadığı Prizren’de alışverişinizi genellikle geleneksel dükkanlar ve pazarlardan yapabilirsiniz. Zaten Eski Şehir bölgesini gezerken adeta Anadolu’daki bir şehri geziyormuş duygusuna kapılıyorsunuz. Benzer geleneksel kıyafetler, bakır eşyalar, seramikler ve işlemeler ne ararsanız hepsi var.

Prizren ve çevresinde halen üretilmeye devam eden az sayıda geleneksel el sanatları çalışmaları ilginizi çekebilir. Prizren’de, halı ve nakış satan bazı kadın kooperatifleri varmış. Prizren için en geleneksel el sanatı her zaman telkari olmuş.

Çarşamba günleri pazar kuruluyor. Ahşap işleri gibi el sanatlarına ek olarak, ucuz olan fabrika işi dekorasyon malzemeleri ve biblolar da satın alabilirsiniz.

Son Söz

Tarihçiler, “Prizren’in her taşı kendi başına bir tarih” derken, yerel şarkılardan biri de “Prizren, şarkıların ve aşkın şehridir” diyormuş. Bu sözlerden Prizren’de tarih ve kültürle harmanlanmış romantik ve eğlenceli bir şehir bulacağınız anlamına geliyor. Nedendir bilemem ama bazı şehirlerin kendine has bir büyüsü var. Şehirde yıllardır yaşamışım gibi bir samimiyet ve sıcaklık hissettim. Şehrin bu otantik dokusu henüz bozulmamışken gidin bizzat deneyimleyin derim.

Eskişehir Gezi Rehberi: İç Anadolu’da Bir Avrupa Şehri

Eskişehir Anadolu’da çok sayıda turist çeken bir şehrimiz. Bir yandan tarihi dokusunu korurken, bilim, sanat, mimari ve estetik değerlere verilen önem ile Anadolu’nun ortasında çağdaş bir Avrupa kenti kimliğini kazanmış. Anadolu Üniversitesi kurucusu ve rektörü Prof.Dr. Yılmaz Büyükerşen gençler için kaliteli ve huzurlu eğitim alacakları bir Üniversite yaratmış. Sonrasında belediye başkanlığı ile tüm şehir halkının çağdaş bir şehirde mutlu, huzurlu yaşamasının taşlarını tek tek döşemiş görünüyor. 

Eskişehir, İç Anadolu Bölgesi’nin kuzeybatısında bir ilimiz. Küçük bir bölümü Ege, yine küçük bir bölümü Karadeniz Bölgesi’nin etkisinde. Ancak Eskişehir, coğrafi karakterini genellikle İç Anadolu Bölgesi’nden alır. Eskişehir, coğrafi şartları, yükseltileri, yeryüzü şekilleri, denize olan uzaklığı gibi nedenlerden dolayı kara ikliminin hakim olduğu bir ilimiz. 

Eskişehir

Eskişehir bölgesinde yerleşim MÖ. 3000 yıllarına kadar gitmektedir. İlk yerleşim Hititler döneminde olsa da, MÖ 1200 yılında Friglerin Anadolu’ya yerleşimi sonrası Eskişehir Dorylaion adı ile bir Frig kenti olmuş. Dorylaion, antik kaynaklarda önemli ticari yolların kavşak noktasında kaplıcaları ile ünlü, zengin Frigya (Phrygia) şehri olarak geçer. Friglerden sonra sırasıyla; Lidyalıların, Perslerin, Romalıların, Bizans’ın, Büyük Selçukluların ve Osmanlının yönetimine girmiştir. Türk orduları 1074 yılında Eskişehir topraklarına girmişler. Ocak 1919 da İngilizler tarafından işgal edilen şehir,  2 Eylül 1922 de kurtarılmıştır.

Tarih boyunca uygarlıklar yerleşim yerlerini su kıyılarında seçmeye çalışmışlar. Eskişehir’de Porsuk Nehri kıyısında bir şehir. Ancak 25 yıl öncesinde Eskişehir’e yolu düşenler kirli Porsuk Nehri kıyısında bakımsız, turist çekmeyen bir şehir manzarası ile karşılaştıklarını hatırlayabilirler. 

Eskişehir’e İstanbul ve Ankara’dan ulaşım hızlı tren ile çok kolay. İzmir’den tren karayoluna göre daha uzun sürüyor. İzmir Eskişehir arası 415 km dolayında, yolda dinlenerek giderseniz en fazla 6 saatte oradasınız. Bir cumartesi sabahı yola çıktık, Otel için Dedeman Oteli’nde yer ayırttık. Öğle yemeğini Eskişehir’de yemeğe kararlıyız.

İlk durağımız, Kütahya yolundan geldiğimiz için yol üzerindeki Sazova Parkı. Burası bir Bilim, Sanat ve Kültür Parkı. Giriş ücretsiz ama içerideki yerlere girmek ücrete tabi. Park özellikle çocuklu aileler düşünülerek tasarlanmış. Burada bulunan yapılardan Masal Şatosu şehrin neredeyse simgesi olmuş. Şatoyu isterseniz bağımsız, isterseniz çocuklara yönelik bir rehberli turla gezebiliyorsunuz.

Eskisehir

Dikkati çeken diğer bir yapı da yapay gölet yanında bulunan korsan gemisi. Tasarım May Flower’dan esinlenilmiş (1620 de İngiltere’den, Amerika’ya giden gemi, bugünkü Amerikalıların çekirdeğini oluşturan insanları taşımış).

Eskişehir

Parkta ayrıca bir hayvanat bahçesi, buna bağlı bir akvaryum (123 farklı türden, 2150 adet balık var), Türk Dünyası Bilim Kültür ve Sanat Merkezi, Japon Bahçesi, Esminyatürk (Türk Dünyasından Seçme 32 yapının 1/25 ölçekli maketinin sergilendiği bölüm, Uluğ Bey Medresesi, Tac Mahal gibi), Bilim Deney Merkezi, Sabancı Uzay Evi bulunuyor. Burada ki gezi trenine binerek parkta bir tur atıyoruz. Tam tur 15 dakika dolayında. 400 000 metrekare üzerine kurulu bu Park oyun bahçeleri, çay bahçeleri ile çocukların çok seveceği bir alan.

İkinci durağımız Odunpazarı. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde övgü ile söz edilen bu yer, Seyahatnamede adı geçen 5 sokağı aynı isimle korunuyor. Evler geleneksel Türk Mimarisi örnekleri. Kıvrımlı yollar, çıkmaz sokaklar, cumbalı evler… Bu tarihi ve kültürel mirasımız UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde. Proje kapsamında geleneksel Odunpazarı evlerinin yoğun bulunduğu 30 sokakta; 300 ev, 3 cami, 1 külliye, 2 kervansaray, 15 çeşme, 1 han aslına uygun olarak restore edilmiş, yapımı gerçekleştirilmiş. Çivit Mavisi, sarı, kırmızı renkli, ahşap pencereleri evler sizi tarihin derinliklerine sürüklüyor.

Odunpazarı’ndaki restore edilmiş yapılar kültür/tarih/turizm odaklı  ilginç aktivite merkezlerine dönüştürülmüş. Çoğunluğu kafe, restoran ve hediyelik eşyalara çevrilmiş renkli konakların yemeklerimizi yedik, kahvelerimizi içtik, alışverişimizi yaptık. Odunpazarı tüm gününüzü alacak bir bölge. Bu sokaklar arasında ayrıca tam 35 adet farklı konseptlerde müze bulunmakta. Hepsini gezemediğimiz için en önemlilerinden başlayalım.

Odunpazarı’nda önce Kurşunlu Külliyesi’ni ziyaret ediyoruz. 16.yüzyıl Osmanlı dönemine ait bir eser. Mimarının Mimar Sinan’dan önceki mimarbaşı olan Acem Ali olduğu düşünülüyor. Klasik Osmanlı mimarlığının ilk mimarbaşı. Külliye adını içindeki kare planlı caminin tepesinin kurşunla kaplı olmasından alıyor. Külliyede cami, şadırvan, zaviye (küçük tekke), talimhane, harem, imaret, türbe, 2 kervansaray var. Bu yapılar bugün restorasyon sonrası farklı amaçlarla kullanılıyor.

 

Dünyanın ilk Lületaşı Müzesi burada. Ayrıca Ahşap Eserler Müzesi, Sıcak Cam Üfleme Atölyesi ve Cam Sanatları Merkezi de var. Külliyenin Subyan Mektebi bölümü bugün kütüphane olarak hizmet veriyor.

Öğle yemeği vakti geçti. Yemeğimizi burada bulunan “Köfteci Ahmet” te yiyoruz. Piyaz kalmamış. Sadece balaban köfte ve kadayıf yiyoruz. Fiyat makul köfte ve tatlı 25 TL. Köfteci Ahmet ve Atlıhan karşı karşıya. Atlıhan’ı geziyoruz. Şimdi de Şerbet Evi‘ndeyiz. Ben Demirhindi şerbeti içiyorum. Şerbet evi 180 yıllık bir konakta, günde 18 çeşit şerbet yaptıklarını söylüyorlar.

Odunpazarı sokaklarında, tarihi konakların arasında yürüyoruz. Kırım tatar Kültür Çi Börek Evini görüyoruz. Gerçekten çok lezzetli, fiyatlar makul.

Akşam yaklaşıyor, bizde hava kararmadan Eskişehir’i panoramik görmek istiyoruz. Bu nedenle Şelale Park‘tayız. 38000 metrekarelik bir alanda kurulu olan park, Eskişehir’in en büyük şelalesine ev sahipliği yapıyor. Çocuk oyun alanları, spor alanları, yürüme yolları, seyir terası, kafeteryası, mini anfitiyatrosu ile halkın soluk alacağı pek çok yerden biri. Eskişehir yemyeşil bir şehir.

Eskişehir

Otelimize dönüyoruz. Odamıza eşyalarımızı bırakıp, tekrar sokaklardayız. Gece yaşamı canlı. Porsuk’un iki tarafında tıklım tıklım gençlerle dolu olan kafeler, lokantalar… Sanki bir Avrupa şehrindesiniz. Her yerden yaşam fışkırıyor. Yanık Ülke Şarapçılığın yerini görüyorum, böyle bir yer İzmir’de yok. Avrupa’da ki Enoteca’lar gibi. Hiç bilmediğim bir üzümden yapılmış, bir şarap söylüyorum. Catarratto Bianco Sicilya’da yaygın olan bir beyaz üzüm. Ben Cataratto 2017 açtırdım. Orta gövde, orta Asidite, orta bitiş. Burunda Şeftali, greyfurt var. Geceye gitti. Daha sonra barlar sokağına gidiyoruz. Her yer dolu. Ama kimse rahatsız etmiyor, burası gerçekten Avrupa olmuş. 

Ertesi sabah ilk işimiz, 24 Ocak 1993 yılında bombalı bir saldırı sonucu öldürülen, yurtsever Uğur Mumcu’nun saldırıya uğradığı arabasını görmeye gitmek. Araba  Uğur Mumcu Parkı’nda özel bir cam bölmede sergileniyor. “Vurulduk Ey Halkım  Unutma Bizi”

Eskişehir

Kahvaltı için Kent Park‘ın yolunu tutuyoruz. Kent Park 300.000 metrekarelik bir alanda, Porsuk Çayı kenarında kurulmuş. İçinde açık, kapalı yüzme havuzları, 350 metre uzunluğunda bir yapay plaj, at binme parkurları /klübü, yürüyüş parkurları, çocuklar için oyun alanları, restoranlar var.

Kahvaltıyı burada ki Kırım Çi Börekçisi’nde yapacağız. Henüz açılmadığı için parkı baştan sona yürüyüp, dönüyorum. Önce yine Çi Börek gibi Tatar Mutfağından bir seçim yaparak, Sorpa Çorbası içiyorum, başarılı bir çorba, ama buranın Çi Böreği dün Odunpazarı’nda yediğimiz kadar güzel değil.

Kahvaltı sonrası, tekrar Odunpazarındayız. Müzeleri ziyaret zamanı. Öncelik Odunpazarı’nın girişindeki Odunpazarı Modern Müze, 2019 yılında açılan müze bölgenin tarihi özellikleri yanında çağdaş mimari özellikleri gösteriyor. Japon mimarlar tarafından tasarlanan bina Osmanlı kubbe mimarisi, geleneksel Japon mimarisi ve Odunpazarı mimarisinden esinlenilmiş. Gerek mimarisi, gerek içeride düzenlenen sergiler ile Türkiye için de tam bir çağdaş sanat müzesi. Görmeden geçilemez. 

Yılmaz Büyükerşen Balmumu Heykeller Müzesi’ni geziyoruz. Yılmaz Büyükerşen’in, Eskişehir Belediyesi’ne bağışladığı yerli ve yabancı ünlülerin balmumu heykelleri var. Müze benzerlerinin Türkiye’deki ilk örneği. Heykellerin bazıları aslına çok benziyor. Heykeller gerçek boyutlu.

Bir sonraki durağımız, Eti Arkeoloji Müzesi. Burası Türkiye’de özel sektör tarafından hayata geçirilen ilk müze. Tapusu devlete ait. 2011 yılında açılan müzenin 4000 metrekarelik bir kullanım alanı var. Müze de, Neolitik, Kalkolitik, Tunç, Hitit, Frig, Helenistik, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı dönemini kapsayan yaklaşık 22.500 taşınır kültür varlığı varmış ama 2000 tanesi sergileniyor, diğerleri depoda.

Şimdide Mestanoğlu Halil Konağında bulunan Kurtuluş Müzesi’ndeyiz. Burada gençlere Kurtuluş Mücadelemiz, Lozan Barış Konferansı Süreçleri anlatılıyor. Döneme ait, karikatürler, gazeteler var. Gösterim odasında, dönemin barkovizyonu sunuluyor. Kendiniz o yılların içine girerek foto çekebiliyorsunuz.

Eskişehir

Şehrin turistik/tarihi olmayan sokaklarında yürüyoruz. Met Helvası (pişmaniye benzeri bir helva. Met oyunu sonucu yenilen tarafın, uzun kış gecelerinde helva çekmesi geleneğinin ürünü), yaz helvası alıyoruz. Balkan Şekerleme ve Helvacısı’nı tercih ediyoruz.

Eskişehir

Artık Eskişehir’den ayrılık vakti geldi. İzmir’e dönüş başlıyor. Belediyecilik anlayışı ve gençlerin/üniversitenin kente kattıkları Eskişehir’i farklılaştırmış. Bu kentten ayrılırken düşüncem bu. Darısı güzel ülkemin diğer kentlerinin başına.

Yeşilyurt Gezi Rehberi: Efsane Dağın Eteğinde Bir Köy

Yeşilyurt

İçimden Geçen Köy

Adı “gezginimgezgin” olan bir internet sitesine yazı yazan biri, normalde gezdikçe gezdiği bir yerleri yazar. Benim de bu tür yazılarım bu sitede bir süredir yayında. Ancak bu yazım bu sitenin ruhuna ve amacına aykırı bir yazı olacak; çünkü bu yazıda gezdikçe gezdiğim bir yeri değil, uzun yıllardır kaldığım, evim olan bir yeri yazacağım. Bu köy beni ve ailemi, ilk gördüğümüz 26 Ağustos 1997 tarihinden beri meftun eden bir köy, içimizden geçen ve hep geçecek bir köy.

Bugünkü adı: Yeşilyurt, geçmişteki adı: Büyük Çetmi. Yeri: Edremit Körfezi’nin kuzey yakası ve İda (Kaz) Dağlarının yamacı.

Yukarıdaki girişten anlayacağınız gibi, bu yazıda tarafsız olmam mümkün değil, çünkü “içimden geçen köy” diye başlık atmışım, daha ne diyeyim… Sevgili okuyucu, yazımı bu uyarıya göre okumanız gerekiyor demek ki!

Yesilyurt

Yeşilyurt köyü 1453 yılı sonrası oluşmuş, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fetheden donanmasını inşa eden Çepni boyundan yörüklerin yerleşip kökleştiği bir köy. Sonraki yüzyıllarda Osmanlı tebaasındaki Rumlar da köyümüze yerleşmiş ve taa mübadele zamanına kadar kardeşçe yaşamışlar. 1924 mübadelesinde köyümüzün yarısı Midilli’ye göçmek zorunda kalmış, ama Yunan anakara ve adalarından köye göç eden olmamış, çünkü oralardan gelenleri, o zamanlar neredeyse adı bile olmayan Küçükkuyu’da zorunlu iskana tabi tutmuşlar.

Cumhuriyetimizin kuruluş yılları ve sonrasında Köyümüz özellikli konumunu korumuş, içinden geçen Çanakkale-İzmir yolu, ilkokulun varlığı, halkının modern hayata uyumluluğu (Köy meydanında her 29 Ekim’de Cumhuriyet Baloları yapılır ve tüm köy halkı ile etraftan insanlar katılırmış) ile hep örnek bir köy olmuş. Ama yıllar geçip yolun Köy dışına alınması ve halkın evini toprağını satıp deniz kıyısına, Küçükkuyu’ya yerleşmeye başlaması ile birlikte ivmesini kaybetmeye başlamış ve başat konum Küçükkuyu üzerine yoğunlaşmış. 1960’lı yıllarda oluşan bu durum Köyün sosyal hayatını, doğal olarak, olumsuz etkilemiş ve yirmi yıl kadar süren bu kısmi gerileme döneminde bile Köyümüz karakteristik özelliklerini korumuş, köklü bir sosyal yapıya sahip olmanın avantajı ile, Küçükkuyu hariç, göç vermemiş, zeytin ve türev ürünlerine, mandıra ürünlerine ve doğada doğal olarak bulunan tarımsal bitkilere bağlı ürünlere dayalı ekonomisini korumuş. Sonra 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren farklı bir gelişme ortaya çıkmış ve büyük şehir insanları bu güzel köyü fark etmiş ve mülk satın alarak buraya yerleşmeye başlamışlar. Ben ve ailem de bu insanlardanız ve biraz gecikme ile 1997 yılı başından bu yana evimiz ve hayatımızın rengi Yeşilyurt Köyü olmakta.

Yukarıda kısaca vermeye çalıştığım yaklaşık 600 senelik geçmişi olan bir yerin insanlarının köklü bir yaşam biçimi ve gelenekleri olduğunu tahmin etmek hiç zor değil. Köyümüzün halkı köyüne bağlıdır, göç neredeyse yoktur, göç eden de birkaç kilometre yakındaki Küçükkuyu’ya göç eder. Mimari doku tamamen Kuzey Ege stilidir, kalın taş ve kayrak denen ve Kazdağları’nda bol bulunan ince katmanlı taş ev yapımında en çok kullanılan malzemelerdir. Son yıllarda kalın taş biraz az bulunabildiği ve pahalı hale geldiği için bazı evler normal yöntemler ile kabası inşa edilip sonra dışarıdan kayrak taşı kaplanarak görünümü aynen korunmaktadır. Nasıl yapılırsa yapılsın, her ev “hatıl” atılarak yapılır. Hatıl taş binaların deprem sırasında esnemesini sağlayan bir metre uzunluğundaki tahta parçasıdır ve küçük aralıklarla taşların arasına konulur. Hem çok eski bir korunma tekniği, hem de estetik görüntü olarak çok güzel görünür. Bunlardan başka, eski tuğla da Köy mimarisinin çok belirgin ögelerinden biridir.

Yesilyurt

Köyde düğün, sünnet, doğum, cenaze ve askere uğurlama gibi özel durumlar mutlaka tüm halkın, hatta o an köyde bulunan ziyaretçilerin katılımı ile gerçekleştirilir. Cenazelerin üç, yedi ve kırkıncı günlerinde mutlaka ya “hayır” niyetiyle köy meydanında yemek verilir, ya da en azından lokma veya pişi ikram edilir. Düğünler ise tam bir festivaldir. Köyün her ferdi katıldığı gibi gelen her ziyaretçi de düğüne dahil edilir, ikramlar yapılır. Bu anlamda, Ege Denizi’ndeki Yunan adaları ile görünüm aynıdır. Şansınız varsa böyle bir düğüne yaz günlerinde denk gelirseniz çok ilginç bir deneyim yaşamanız garantidir. Komşumun kızı evlendiğinde üç gün, üç gece aynı tempo düğünü bizzat yaşamışlığım vardır. Köyde Ramazan aylarında (bahar veya yaza denk gelmiş ise) mutlaka herkese açık bir iftar yemeği Meydanda kurulan açık hava sofrasında verilir.

Kaz Dağları’nın yamaçlarına kurulu olduğu için Yeşilyurt Köyü meyilli bir alana yayılmıştır, düzlük bulmak pek kolay değildir. Hatta birçok ev taraça gibi birbirinin çatısını görecek ve manzarayı engellemeyecek şekilde inşa edilmiştir. En alttaki ev ile en tepedeki ev arasında yüz metre civarı yükseklik farkı vardır. Köy, dağın iki yamacı arasındaki eğimli vadide kurulu olduğu için, dağların zeytin ve çam başta olmak üzere, doğal yeşilliği çok hoş bir görüntü verir ve yaz kış bu görüntü korunur. Bu nedenle, hakikaten adı gibi, yemyeşil bir yurt köşesidir.

Denize ulaşmak ise çok kolaydır, birkaç kilometrelik araba yolculuğu ile yüzmek için de, yemek ve eğlenmek için de Ege’nin mavi suları emrinizdedir.

Yesilyurt

Köye Küçükkuyu-Ayvacık karayolunun 4.kilometresinden ayrılan ve bir dakika süren kısa bir bağlantı yolu ile ulaşılır. Bu yol sizi doğrudan meydana getirecektir. Arabanızı meydana veya ücretsiz otoparka da bırakabilirsiniz. Meydandaki açık Köy Kahvesi temiz ve ferahtır, özellikle tamamen doğal bitki çayları ve mevsiminde karadut ile koruk gibi doğal meyve suları denenmeye değer.

Yine Meydandaki asırlık cami iç ve dış mimari olarak farklı bir camidir, ben içindeki özenli ağaç işleri ile boyalarına hayranım, gelen misafirlerimi de mutlaka oraya götürürüm.

Eski Taş Mektep ise artık okul işlevini görmemekte, yerine film ve dizilere doğal set görevi görmektedir.

Köyün ara sokakları, buralardaki evler ve ev kapıları ile avluları birbirinden şirindir. Yokuş aşağı ve yukarı gezmeye çalışın, beğeneceğinizden eminim.

Kısa ziyaretlerde fark etmeyebilirsiniz ama bir iki gün bile kaldığınızda bol oksijen ve temiz havanın beden ve ruh sağlığınıza çok iyi geleceğini söyleyebilirim. Bizim bir gece iki gün kalmak için bile İstanbul’dan gidip geldiğimiz çok olmuştur, faydasını çok görmüşüzdür.

Nerede Kalınır?

Köyün içinde son yirmi yılda çok kaliteli ve özel oteller yapıldı. Başlıcaları Manici Kasrı, Çetmi Han, Taş Konak, Kariye Otel-Müze (içinde Kültür Bakanlığı belgeli harika bir teknoloji müzesi var), Pinecone sayılabilir. Bu otel fiyatları yörenin normal fiyatlarının biraz üzerindedir ama çok özel ve kaliteli bir deneyim olacağından emin olabilirsiniz. Pansiyon olarak ise Sardunya, Erguvanlı Ev ve Sahaf ilk aklıma gelenlerden. Üçü de normal rakamlara kalanı mutlu edecek yerlerdir.

Nerede Yenir?

Eğer zarif bir akşam yemeği beklentisindeyseniz Manici Kasrı’nın mutfağı yaz ve kış size mükemmel lezzetler sunacaktır. Mutfak sanatlarında uzman personelin ve yılların tecrübesine dayanan işletmeciliğin kollarına kendinizi bırakın, yemekler ve uyumlu içkilerle başka bir üst boyuta geçmeniz garantidir.

Köyün karakteristik ve her ziyaretçiye hitap edecek yerleri Köy Kahvesi (Yeşilyurt Konağı), Kakule Kafe, Han Kafe, Çakır Kafe ve Radika Kafe’dir. Hepsini Köy meydanında görebilirsiniz. Kahvaltıdan başlayarak akşam yemeğine kadar yerel tatları para/lezzet dengesinde hiç yanılmadan tecrübe edebilirsiniz. Köyümüzün klasik yemekleri Ege mutfağından çok farklı değildir, ot yemekleri, kabak çiçeği dolması, otlu gözlemeler ve hamur işi ürünler yukarıda saydığım yerlerin hepsinde bulunur. Ancak bu mekanlarda sunulan ve başka bir yörede rastlayamayacağınız bir yemekten bahsetmeden edemeyeceğim: Bildiğiniz kıymalı gözlemenin üstüne sımsıcak haldeyken dökülen sarmısaklı yoğurt ve kızdırılmış zeytinyağı/pulbiber/kuru nane/sumak kombinasyonu, yani Manlama kesinlikle vejetaryen veya vegan olmayan herkese hitap edebilecek yerel bir lezzettir.

Farklı Olarak Ne Yenir?

Bunların dışında sadece evlerde bulabileceğiniz çok özel yemekler var (hepsinde keyfinize göre miktarda yörenin nefis zeytinyağı illa ki olacaktır). Bunlar:

  • Bandırık: İri bulgurun ıslatılıp koruk suyu, nar ekşisi, tuz, taze nane, bulabildiğiniz ot ve bol baharat ile hallenip sıcak suda on dakikada bekletilmiş körpe asma yaprağının bandırılmasıyla yenilen yaz yemeği
  • Bamya kızartması: Sadece Cuma günleri kurulan Küçükkuyu pazarında yaz aylarında bulacağınız iri bamyaların on dakika buzlu suda bekletilip teriyaki sos benzeri bir sosa bulanarak zeytinyağında kızartıldığı yaz yemeği
  • Keşkek: Her Anadolu yöresinde güzeldir, nefistir ama buradaki bir başka güzeldir, çünkü has zeytinyağı ile pişirilir. Törenlerin başyemeğidir.
  • Fırında oğlak: İlkbaharın ilk günlerinde, hatta Nisanın ortalarına kadar yenmesi tavsiye edilen, muhteşem bir lezzettir. Tabii vejetaryen veya vegan değilseniz…
  • Koruk suyunda bebek kabak: Bebek kabakların bütün halde tutulup kaynayarak altı kapatılmış suda on dakika bekletildikten sonra verev kesilip elle sıkılan taze koruk suyu ve az tuz ile yarım saat kadar buzdolabında çiğ pişirmeye tabi tutulduğu, üzerine lor peyniri konulduğu, bundan sonra ince kıyılmış bol dere otu, isteğe göre baharat, dövülmüş bir diş sarımsak, tuz, zeytinyağı sosu dökülüp, mürdüm eriği, incir veya şeftali ile zenginleştirilen tipik bir yaz yemeği.
  • Güveç: Anadolu’nun her yöresinde yaz ve kış güveç baş yemektir. Burada yapılan güveç de özünde farklı değil. Ama Balıkesir yöresinin kuzularının gerdan kısmını koyup zeytinyağı ve yörenin tereyağı ile lezzet katılan güveç başka bir güzelliktir.

Nerede Yürünür?

Daha önce yazdığım gibi, köy dağ yamacında kurulu, bu nedenle şehir insanları alışkanlığı ile düz yürüme alanı bulmak zor. Ama doğru olan da bu değil zaten, çünkü Kaz Dağları gibi bir cennet var burada. O zaman yürüyüş meraklılarına rotaları çizelim, önce uzun rota: Köy meydanından yukarı doğru çıkan ana yoldan yürümeye başlıyorsunuz, Pinecone Butik Hotel’i geçtikten sonra yokuş yukarı orman yoluna giriyorsunuz, on beş dakika kadar çamların arasında yürüyorsunuz. Sonra bir yol ayrımına geliyorsunuz, sağa dönerseniz ormanın ve dağın içine gidebildiğiniz kadar gidersiniz. Sola dönerseniz yirmi dakika kadar yürüdüğünüzde Küçükkuyu-Ayvacık asfaltını solunuzda göreceksiniz, aradaki patikadan aşağı indiğinizde Aynalı Çeşmeye ve asfalta ulaşacaksınız. Burada bir yirmi dakika asfalt üstünde yürüdüğünüzde yeşillikler ve Edremit Körfezi manzarası ile bir seyir terasına, buralıların deyimi ile “Turistik” e varacaksınız. Bence, burada nefis manzarada bir soluklanın, dilediğiniz sıcak veya soğuk içeceğinizi için. Sonra asfalttan ayrılıp soldaki ara yola girin. Bu yol yöre insanlarınca “Roma Yolu” diye adlandırılır. Zeytinliklerin arasında on beş dakika kadar yürüdüğünüzde köyümüzün alt kısmına ve Manici Kasrına ulaşacaksınız. 6.5-7 kilometre arası süren bu yol yürüyüş severlerin favori yollarından biridir ve yaz mevsimi dışında, yürümesi çok keyifli bir güzergahtır.

Gelelim kısa rotalara: İlk kısa rota, demin bahsettiğim Roma Yolu, iniş-çıkış yapmak istemeyenler veya kısa yol yürümek isteyenler için ideal rotadır. İkinci kısa rota ise Köyümüz ile komşu Küçük Çetmi köyü arasında, zeytinlikler arasında vadiden geçen bir kilometrenin biraz üzerindeki patikadır. Çetmi Han Motel’in altından sola kıvrılarak bu rotayı rahat bir yürüyüşle yapar, komşu köyün kahvesinde soluklanır, sonra tekrar Yeşilyurt’a dönebilirsiniz.

Bu yürüyüşlerde şimdiye kadar herhangi bir tehlike ile karşılaşmadım ve karşılaşanı duymadım. Ama tedbirli olmakta fayda var, elinizde orta boy bir dal olsun ki buraların dost hayvanları olan sincap, yaban domuzu veya engereklerle karşılaşma durumu olursa kendinizi güvende hissedebilesiniz.

Bu bölgenin son yıllarda çok beğeni ile karşılanan bir etkinliği olan İda Ultra etkinliğinden bahsetmeden sözlerimi bitiremeyeceğim. Aşağıda linkini verdiğim internet sitesinden göreceğiniz üzere, her meraklı için farklı parkurlar var ve en kısa parkur Yeşilyurt ile Adatepe Köyü arasındaki on beş kilometrelik orman ve dağ parkuru. 2020 yılı için 28-29 Kasım günlerinde gerçekleştirilecek (tabii COVİD-19 salgını izin verirse).

https://www.idaultra.com/

İçimden Geçen Son Söz

Sözlerime başlarken tarafsız olamayacağımı söylemiştim. Bu nedenle yazdıklarımı iskonto ederek okuyabilirsiniz, bu tüm okuyucuların hakkı. Ben sadece sizlere bu cennet vatanın cennet bir köşesini ve burayı tam bir cennet yapan pırıl pırıl insanları ile kültürünü anlatmaya çalıştım, yani ismi gibi yeşil, yemyeşil olan bir yurt köşesini, yani Yeşilyurt’u…

 

Salzburg Gezi Rehberi: Mozart’ın Melodileri ile Orta Çağ’da Yolculuk

salzburg

Salzburg Avusturya’da Alp Dağları’nın eteklerinde kurulmuş, yeşillikler arasında Orta Çağ barok tarzı binaları, kiliseleri, sokakları ile tarihi dokusu korunmuş, sanat, kültür, müzik şehri. Ünlü besteci Mozart’ın da doğduğu ve yaşadığı şehir.

Salzburg kelimesi tuz kalesi anlamına gelmektedir. Şehrin asıl zenginliği bu beyaz altından gelmektedir. Şehir 14.yy’ın başlarından 1805 yılına kadar bağımsız olarak prens başpiskoposlar tarafından yönetilmiş. Orta Çağ’da hem dini hem siyasi lider olan başpiskoposlar bir yandan kendileri zengin olmuş, diğer yandan şehrin zenginliğini şehrin meydanlarına, kiliselerine, saraylarına, binalarına, sanata ve kültüre aktarmışlar.

Roma İmparatorluğu döneminden sonra 14.yy’da Bavaria’dan ayrılıp bağımsız bir devlet olan Salzburg’u 1805 yılında Napolyon bölgeyi işgal edince dini liderlerin siyasi gücünü ellerinden aldı. Salzburg 1816 yılında Avusturya İmparatorluğu topraklarına dahil oldu. İkinci Dünya Savaşı sırasında 1938-1945 yılları arasında Almanya’ya topraklarına dahil olan şehir, savaş sonrası tekrar Avusturya’ya geçti.

Salzburg 150.000 nüfusu ile bizim ölçeklerimizde küçük bir şehir ancak Avusturya’nın Viyana, Graz ve Linz şehirlerinin ardından dördüncü büyük şehri.

Şehrin ortasından geçen Salzach Nehri şehri ikiye bölmektedir. 19.yy’dan bu yana halkın çoğunluğu şehrin batı kıyısındaki yeni şehre yerleştirilmiş böylece eski şehrin Orta Çağ dokusu da korunmuş. Nehrin güney yönü Allstadt Bölgesi yani tarihi şehir. Gezilecek yerlerin çoğu da eski şehirde.

Salzburg çok yönlü bir şehir; sanat, müzik, kültür, tarih, yaşayan gelenekler, sakinlik, yeşillik, rahatlıkla yürünebilecek bir alanda çok çeşitli lezzetler tadılabiliyor. Gezginlere birçok yönden hitap ediyor. Hatta günümüzde Orta Çağ sokaklarında dolaşırken karşınıza Modern Sanat Müzesi de çıkabiliyor. Salzburg eski şehir 1997 yılında Unesco Dünya Miraslar Listesi’ne eklenmiş.

Salzburg’ta bir tam günde eski şehrin çoğu yürüyerek gezilebilir, ayrıca bisikletle rahatlıkla dolaşılabilecek bir şehir. Biz iki gece kaldık, eski şehir bölgesini iki ayrı günde dolaşabildik, gezemediğimiz müzeler ve bazı yerler kaldı. İdeali üç gece kalmak olabilirdi.

Ulaşım

Önce şehre ulaşıma bakalım. İstanbul’dan THY’nin Salzburg’a her gün direk uçuşu bulunuyor. Yabancı havayollarının da aktarmalı uçuşları var. Ancak sadece İstanbul-Salzburg gidiş dönüş dışında çevredeki şehirlerden ulaşım seçeneklerini değerlendirmek daha doğru olabilir. Viyana’dan otobüs ve hızlı tren ile ulaşım son derece kolay. Biz Avusturya için tam bir haftalık bir program yaptık. Viyana gidiş dönüş bileti aldık. Viyana’ya üç gece ayırdık. Viyana’dan sabah erken Hallstatt’a geçtik. öğleden sonra Hallstat’tan Salzburg’a ulaştık. Salzburg’ta iki gece kaldık oradan Graz ve Viyana’ya yine trenle ulaştık. Avusturya içinde trenle yolculuk yaptığımız tüm şehirleri özellikle belirtmek istedim. Bazı yazılarda Viyana Salzburg arası tren biletlerinin 30-40 euro olduğunu yazanlar olmuş. Sıkı durun biz beş tren biletinin her birine 9 veya 10 euro ödedik. Toplamda 50 eurodan az bir rakama beş yolculuk yaptık. Her şey bileti ne zaman aldığınıza bağlı. Tren biletlerimizi 3 ay önceden alınca maliyet çok düşük, konfor çok iyi oldu. Diğer bir seçenek Salzburg Almanya sınırında özellikle Münih’ten çok rahat Salzburg’a trenle veya otobüsle geçebilirsiniz. Hatta İsviçre’den Salzburg’a kolaylıkla ulaşılabilir. Kısaca seçenek çok. Yeter ki yazının sonunda evet Salzburg’u görmeliyim kararını verin.

Salzburg Havaalanı şehir merkezine 7 km uzaklıkta. Havaalanından sık kalkan 2, 8, 27 numaralı otobüslerle şehrin kuzeyindeki tren istasyonu Hauptbahnhof’a 20 dakikada ulaşabilirsiniz. Tren istasyonu çıkışında şehir içi otobüsler bekliyor. Otelinizin yönüne göre otobüsünüzü bulabilirsiniz. Bileti makinelerden veya otobüsten alabilirsiniz, eğer oteliniz eski şehre yakın değil ise oraya ulaşmak için otobüs kullanacaksanız hemen 24-48 saatlik şehir içi ulaşım kartını alın. Zaten istasyona veya havaalanı gidiş geliş iki bilet almanızla aynı fiyat olacaktır.

Ayrıca, Salzburg şehri küçük, bir çok yere yürüyerek rahatça ulaşabilirsiniz ya da şehir içi otobüslerle ulaşım kolay.

Salzburg Card ile şehir içi otobüslere de ücretsiz binebiliyorsunuz. Biz de 24 saatlik sadece ulaşım kartını 5.50 euroya aldık. Salzburg Card ile birçok müzeye, kaleye çıkan Festungsbahn fünikülere ve Undersbergbahn teleferiğine de ücretsiz binilebiliyor. Biz üç gün kaldığımız Viyana’da 72 saatlik kart almamıza rağmen yeterince kullanamadığımızı düşünüp burada almadık. Viyana kart ile müzelere ücretsiz giriş yerine belirli oranda indirimler yapılıyordu. Salzburg’da Card çok daha avantajlı görünüyor. Gezi programınıza göre değerlendirilebilir görünüyor. salzburg.info sitesinden bilgi alınabilir.

Gezilecek Yerler

Makartsteg Köprüsü ve Mozart Köprüsü

Gezimize eski şehirden başladık. Altstadt yani eski şehrin silüeti arasında en çok dikkati çeken Hohensalzburg Kalesi nehrin karşı kıyısından tüm haşmeti ile yükseliyor. Eski şehir birçok meydan, barok kiliseler, çeşmeler, Orta Çağ yapıları ile donatılmış.

Nehrin üzerindeki köprüler eski ve yeni şehri birbirine bağlıyor. Köprülerden biri 1905 yılında yapılan Makartsteg Köprüsü bugünkü tanınan adı ise Aşk Köprüsü. Son yıllarda bir çok şehirde gördüğümüz gibi dilek kilitlerinin asıldığı bir köprü. Siz de kilitlerinizi hazırlayabilirsiniz, Salzburg’ta aşk, şans dilekleri için.

Çelik korkuluklu Mozart Köprüsü de 1905 yılında yapılmış. Bu köprü eski şehrin merkezine ulaştıran köprü. Nehrin üzerinde tam bu bölgede Romalılar döneminden beri köprü bulunmaktaymış.

Getreidegasse Caddesi

İlk gün akşam üzeri kaleye çıkmayı hedefleyerek köprüden geçtik. Karşı kıyıda nehre paralel en ünlü caddeden şehir gezimize başlayalım.

Getreidegasse Caddesi Salzburg gezinizde mutlaka geçeceğiniz bir cadde. Şık, ünlü mağazaların sıralandığı, yerel güzel hediyelik eşyaların satıldığı, çok sayıda dükkanın yer aldığı cadde. Caddenin dikkat çeken bir özelliği de mağazaların ferforjeden hazırlanmış estetik tabelaları.

Sehrin birçok tarihi meydanına, yerlerine ulaşmak için bu caddeden başlıyoruz. Bu caddedeki en önemli bina Mozart’ın Evi. Cadde üzerinde sarı renkli bakımlı binanın üçüncü katında 27 Ocak 1756 yılında müzik dehası dünyaya gelmiş. Mozart’ın doğduğu ev bugün müze olarak kullanılıyor. Mozart’ın ve ailesinin günlük yaşamda kullandığı objeler, Mozart’ın müzik aletleri, kıyafetler görülebilir. Müze saat 9.00’da açılıyor, temmuz ve ağustos aylarında 19.00’da, diğer aylarda 17.30’da kapanıyor. Giriş ücreti 11 euro.

Foto: getyourquide.com.tr

Saint Peter’s Manastırı, Mezarlık ve Catacombs

Saint Peter’s Kilisesi’nin ve Manastırın tarihi 7. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Bir kaç kez yangın geçiren kilisenin değişik dönemlerde yapılan restorasyonlar sonrası bina farklı mimari; romaneks, rönesans ve rokoka tarzları göstermektedir. 17.yy’da eklenen uzun galeriye ünlü tablolar yerleştirilmiştir.

Mozart’ın ve Haydn’ın konserler verdiği kilise de bugün de yemekli Mozart konserleri düzenlenmektedir. Biz kilisenin içini gezemediğimiz gibi yemekli Mozart konserine de bilet alamadık.

Hemen kilisenin karşısında Stiftskeller Restoranı da Avrupa’nın en eski restoranları arasında. Bu kadar tarihi bölgede ağır taşların arasına gizlenmiş restoran dikkatimizi çektiği için tesadüfen içine girip gezdik. Tam bir Orta Çağ restoranı havası hemen hissediliyor.

Kilisenin hemen arkasında Salzburg’un en güzel, en özel mezarlığı. Çiçeklerle bezenmiş ferforje süsler içindeki mezarlıkta dolaşırken bir parkta dolaşıyormuş duygusuna kapılıyorsunuz. Mezarlığın tarihini M.S. 700 yıllarına giderken arkadaki Mönchsberg Dağı’na oyulmuş azizlerin gömüldüğü kaya mezarlarının tarihinin M.S. 215′lere gittiği belirtiliyor. Mezarların olduğu Catacom’a 2 euro karşılığı çıkmak mümkün. Bizim ilgimizi çekmedi.

Mezarlığın içinde geç gotik St.Mary Sapel’i de görmeye değer.

Salzburgta ilk günümüzde hemen eski şehir meydanlarında dolaşıp akşam üzerine doğru kaleye çıkmayı hedeflemiştik. Eski şehirde meydanlar iç içe yan yana. Bir meydandan çıkıp başka bir meydana giriliyor. Diğer meydanları daha sonra dolaşacağız, önce hemen kalenin eteğinde, kaleye çıkmak için fünikülere bineceğimiz yere giderken içinden geçtiğimiz meydandan başlayalım.

Kapitalplatz

Meydanın ortasında kocaman altın renkli bir yuvarlağın üzerinde bir adam, Man of Mozartkugel Heykeli. 2007 yılında yapılan heykel Mozart çikolatasının da sembolü. Meydanda yerde kocaman bir satranç alanı yerleştirilmiş.

Bizim şansımıza bulunduğumuz Eylül ayında Salzburg’ta özel bir festival vardı. Aslında Salzburg sürekli canlı bir şehir. Yıllık mevsimlik festivaller düzenleniyor.

Bu festivaller içerisinde en önemlilerinden; Salzburg Festivali Ağustos ayında düzenleniyor, Rubertikiring (bizim rast geldiğimiz) Eylül ayında sonbahar hasat kutlaması ve tabii ki Noel zamanı Christmas Markets.

Üç gün süren festivalin ilk gününde eski şehirdeki tüm meydanlara halk toplanmış. Yeme içme stantları, hediyelik eşya stantları kurulmuştu. En geniş kapalı alan bu meydanda kurulmuştu. Çok büyük bir çadırın içine masalar kurulmuş, bir sahne hazırlanmış bir orkestra müzik çalıyordu. Herkes neşe içinde yemek yiyip biralarını içiyordu. Biz de şanslı turistler olarak, iki gün Ruberstikiring havasını kokladık, halk ile meydanlarda dolaştık, yerel yiyeceklerini tattık.

Akşamımızı bu alanda geçirmeye karar verip kaleye doğru yöneldik. Kaleye çıkmak için meydana açılan bir sokağa saparak fünikülere ulaştık. Fünikülerle sadece çıkış ve iniş 12 euro, hem çıkış hem iniş ve kalede tüm yerleri gezmek 16,30 euro. Aslında online alırsanız 3 euro daha az ödeyebilirsiniz. Biz kale içindeki tüm yerleri gezmemizi de kapsayan bilet aldık.

Hohensalzburg Kalesi

Mönchstein Dağı’nın tepesine konumlanmış, 11. yy’da yapılan kale Avrupa’nın en büyük ve Orta Çağ’dan kalan en iyi korunmuş kalesidir. Ayrıca bu kale tarihinde hiç ele geçirilememiş. Dağın yüksekliği 507 metre. Önce tepeden şehrin harika görüntüsünü izleyelim.

15 ve 16. yy’da kale büyütülmüş, içeride yerleşim alanları ve idari birimler eklenmiş ve dekore edilmiş. Kalede Kraliyet ailesinin yaşadığı alanlar, idari birimler bulunmaktadır.

Kalenin içinde yer alan birden çok müze ile kalenin tarihi geçmişine bir yolculuk yapılıyor. Orta Çağ silahları, kalede yaşam objeleri ve işkence aletleri sergileniyor. Odalardaki malzemeler orijinal ve 1500’li yıllardan bu yana değişmemiş.

Tarihi, dağın tepesindeki hakim görünüşü, şehrin tümünü görebileceğiniz bu kale Salzburg’da mutlaka görülecekler listesinde yer almalı. Bu güzelliğin içinde yine klasik müzik konserleri dinleme şansınız da bulunuyor. Yani Salzburg’un her köşesinde konser izleme şansınız var.

Salzburg Katedrali

Şehirde çok sayıda kilise bulunmakla birlikte en önemlisi Domplatz Meydanı’nda yer alan Salzburg Katedrali. 1600 yılında bugünkü barok tarzı ile yapılan Katedral Salzburg’un en güzel yapılarından biri. Katedralin üç kapısı bulunmakta, kapıların isimleri, inanç, aşk ve umut. Ortada yer alan aşk kapısı diğerlerinden daha büyük. Katedral içi de Donato Mascagni’nin Rönesans resimleri ile süslenmiş. Bebek Mozart da bu katedralde vaftiz edilmiş.

Barok stilli Katedral 1600’lı yıllarda yapılsa da burada ilk katedral 767 yılında yapılmış, yangın sonrası 1167 de yeniden yapılmış. Katedralin alt katında eski kiliselerden korunan eserleri görebilirsiniz.

Residanz Platz

Eski şehrin en önemli meydanlarından biri. Meydanın ortasında at çeşmesi yer alıyor. Roma döneminden kalma bir meydanın üzerine 1596 yılında Salzburg Archbishop Sarayı yapılmış ve meydan düzenlenmiş. Saray özel olarak dekore edilmiş ve ayrıca Rambrant ve Ruben tablolarının da bulunduğu sanat galerisi eklenmiş. 1602 yılında Piskopos meydanın doğusuna misafir evi kullanmak için yeni sarayı inşa edilmiş. Bu binaya 1929 yılında Johann Michael tarafından Salzburg Panoraması Tablosu yapılmış. 360 derecelik panaromada 1800’lerin başlarındaki birçok Avrupa şehirlerinin resimleri yapılmış.

Şehirdeki en önemli etkinlikler bu meydanda düzenleniyor. Bizim bulunduğumuzda festival döneminde meydanın ortasına lunapark kurulmuş, masalar yerleştirilmiş, müzik çalıyor ve halk biralarını içiyordu.

Mozartplatz

salzburg
Mozart Statue in Salzburg

Mozart Meydanı da Residanz Meydanı’nın hemen yanında. Meydanın ortasında 1842 yılında yapılan Mozart’ın bronz heykeli yer alıyor. Bu meydanda halkın toplandığı popüler meydanlardan biri.

Herbert-Von-Karajan Platz

Meydan 1603 yılında yapılmış. Prenslerin kullandığı atlar bu meydanda yıkanırmış. O yüzden havuz ve at figürleri yerleştirilmiş. Tabi meydan sadece at yıkamak için kullanılmamış, törenler, festivaller de bu meydanda yapılmış.

Eski şehirde at heykelleri ile süslü meydana Salzburg doğumlu ünlü orkestra şefinin adı verilmiş. Tabi ki Karajan o yıllarda yaşamamış. Ünlü şef Salzburg Easter Festivali ve Salzburg Whitsun Festivali’nin kurucusu olduğu için Meydana onun ismi verilmiş. 

Salzburg’ta çok ilgimizi çeken yerler arasında tesadüfen gördüğümüz tüneller idi. Salzburg sırtını dağa dayamış, ancak dağın içine yapılan tüneller ile dağın arkasına farklı yerleşim bölgelerine ulaşım sağlanmış. Tünellerin içi de renkli aydınlatılmış, bazılarında ışıklı panolar yerleştirilmiş. Asıl tünelin giriş ve çıkış bölümleri de heykellerle süslenmiş, tünel girişi bile sanat eseri gibi özenle yapılmış. Bizim gördüğümüz giriş Herbert-Von-Karajan Meydanı’nın hemen yanında idi. Tüneli boydan boya kat ettik.

Bundan sonraki bölümlerimizde eski şehirden köprü ile nehrin diğer yönüne geçiyoruz.

Makarz Platz

Makarz Meydanı yeni şehir tarafında, Meydan 8 numaralı bina Mozart’ın ailesinin yaşadığı binanın birinci katı Mozart Müzesi. Meydanın nehir yönünde bir köşesinde Salzburg Devlet Tiyatrosu yer alıyor. O yönde Mirabell Garden’ın ana girişi de bulunuyor. Meydanda diğer çarpıcı bina Salzburg’un ilk oteli Hotel Bristol. Meydanın yukarıda en hakim yerinde Trinity Kilisesi yer almaktadır. Nehrin sağ tarafındaki en göşterişli dini binalardan biri. Bizim bulunduğumuz dönemde restorasyonda idi içini gezemedik. Meydanın ortasındaki bronz heykel ise eski şehir meydanlarından farklı olarak ‘Walk of Modern Art’ , adından da anlaşılacağı gibi modern bir heykel.

Mirabell Sarayı

Mirabell Sarayı ve Bahçesi Salzburg’ta mutlaka görülmesi gereken listenin en üstlerinde yer alıyor. Saray eski şehirde değil nehrin diğer tarafında. 1606 yılında Piskopos Wolf Dietrich Sarayı sevgilisi Salome Alt için yaptırmış. Sarayın orijinal adı da sevgilinin adına göre Altenau Palace. İşin içine sevgili girince Sarayın şehrin kalbinden uzak, şehir surlarının dışında yapılmasının nedeni ortaya çıkıyor.

Saray 1866 yılından sonra belediye tarafından satın alınmış. Melek heykelleri ile süslenmiş merdivenlerden çıkılan balo salonu ücretsiz gezilebiliyor. Bu balo salonunda Wolfgang Mozart, babası ile konserler vermiş çocukken. Bugün salon konserlerin yanı sıra düğünler için de kiralanıyor. Avrupa’nın en güzel düğün salonlarından bir olarak kabul ediliyor bu tarihi salon. Bu salonda düğün yapma şansımız olmadığı açık ama aynı akşam bir konser dinleyebilirdik. Konser bilet fiyatları da makul 25 euro civarında idi. İlk gecemiz de dışarıda festival ortamı daha mı çekici geldi ne ilgi gösteremedik konsere.

Sarayın bahçesinin peyzajı tipik barok formatı olarak geometrik tarzda düzenlenmiş. Sarayın girişinde pegasus heykeli ile pegasus çeşmesi yer alıyor. Bahçede büyük havuzun çevresindeki dört grup heykeller dört elementi temsil ediyor; ateş, hava, su ve toprak: Bahçenin her köşesinde bir birinden güzel heykelleri, çeşmeler, asmadan yapılan tüneller, yürüyüş yolları size keyifli anlar geçirtecek, bir de mevsim sonbaharsa!

Hellburn Sarayı

Helburn Sarayı Prens Piskopos Sittikus tarafından 1613-1619 tarihleri arasında sadece eğlence için yapılmış bir saray. Öyle bir saray düşünün ki hiç yatak odası yok. Sadece kutlamalar ve yaz eğlenceleri için kullanılıyor. Aynı zamanda zenginliği de hayal etmek gerek sanki!

Sarayın yemyeşil, çiçeklerle, havuzlarla, heykellerle süslü bahçesinde keyifle dolaşabilirsiniz. Biz böyle yapmış olsak da önerim hileli çeşmeler turu almanız. Sarayın sırtını dayadığı kayalardan akan şelaleler, sular arasına birbirinden ilginç çocuk, büyük herkesin ilgisini çeken çeşmeler yapılmış. Belirli saatlerde tur düzenleniyor. Bizim fazla zamanımız olmadığı için bu turu alamadık. Dünyada bir örneği olmayan bu eğlence kaçırılmamalı gibi geliyor. Görülebilecekleri canlandırmak için turun afişinden çektiğim fotoyu paylaşıyorum.

Saray eski şehre yakın değil. Makarz Platz otobüs durağından otobüs ile 15 dakikada gidebilirsiniz. Müze ve çeşmeler turu için bilet 13,50 euro, bu bölüm sadece Nisan – Ekim dönemi açık, bahçe tüm yıl açık, sadece bahçesinde gezmek için bile gidilebilir.

Salzburg’ta bizim görebildiğimiz yerler bu kadar oldu. Salzburg doya doya, yürüyerek keyifle gezilecek bir şehir. Birçok yazıda bir günde eski şehir yürüyerek gezebileceğiniz belirtiliyor. Mesafeler yakın olduğu için mümkün tabii ki. Ancak kesinlikle önermiyorum. Biz iki gece kaldık, ayrılırken yapamadıklarımız için burukluk hissetmedim diyemiyeceğim. Bu müzik şehrinde ve Orta Çağ sarayları, kalesi, kiliseleri, salonları, sokaklarında Mozart dinleme şansımız olabilirdi. Özel bir konsere gidemedik. Mozart’ın şehrinde çok ciddi bir eksiklik olsa gerek. Her şehirde mutlaka birkaç müze gezmeye çalışırım, bu tarih ve sanat şehrinde kaledeki müzeler dışındaki müzeleri gezmeye zaman ayıramadık. Sadece tarihi değil Modern Sanat Müzesi de gezilip şehir manzarası da bu yüksek yerden seyredilebilirdi. Nehir gezisi de yapmadık. Havaalanı yakınındaki Hangarı da görülmesi gereken yerler arasında sayılıyor..

Yeme İçme

Salzburg’da yenecek şeyler arasında şüphesi Avusturya’nın denemeden geçilemeyecek lezzeti şinitzel. Biz Avusturya’nın diğer yerlerinde bir hafta boyunca şinitzel tattık tabi ki. İki gün boyunca festival alanında zaman geçirdiğimiz için yerel atıştırmalıkları tercih ettik.

Festival alanında standlarda yer alan özellikle hamur ürünlerini tek tek tattık diyebiliriz. Bizim simitimiz gibi olan brezenler çeşit çeşit. Hatta çikolatalı Mozart Brezen bile var. Bizim pişilere benzeyen boş longoslar yanı sıra içleri doldurulmuş longos fotoları da görünüyor. Yine tezgahlardan krep denedik tatlı niyetine çikolatalısını tercih ettik, tuzlusu, peynirlisi ve sebzelisi de vardı.

Alışveriş

Eski şehrin en ünlü caddesi Getreidegasse Caddesi ve Alter Markz Meydanı’ndaki çok renkli dükkanlardan Mozart temalı her türlü hediyelik eşya bulabilirsiniz. Ayrıca Mozart çikolataları da seçenekler arasında. Yiyecekleri bile Mozart temalı olan şehirde alacaklarınız sizin tercihiniz olacak. Ayrıca tuz madeni ile ünlü şehir de tuzdan yapılı çok sayıda obje bulabilirsiniz. Ben tuzdan yapılma mumluk almayı tercih ettim anı olarak.

Son Söz

Salzburg tarihi Orta Çağ şehri, bağımsızlık döneminde başpiskoposlarca yönetilen zengin şehirde barok eserlerle dini yapılar, saraylar, kale, meydanlar yapılmış, sanat eserlerine kaynaklar aktarılmış, sanatçılar desteklenmiş özel bir şehir yaratılmış. Asıl güzeli bu şehir sadece yapıları ile değil kültür ve sanatı ile zenginliğini sunmaya devam etmesi. Çok sayıda turist çeken, huzurla, keyifle, farklı lezzetleri tadarak gezeceğiniz bir şehir. Ulaşımı her anlamda kolay. Salzburg’a Avrupa gezilerinizde bir şekilde yolunuzu düşürüp sadece bir gün değil daha uzun süreli sakin sakin dolaşmanızı öneririm.

Return to Natural Life in the Lisinia Project Area

Lisinia
C

I will tell you about a project that I think it could be encountered only in movies or dreams. Lisinia is the outcome of the initiative of a handful volunteers who prove that miraculous results can be achieved and you get awarded when you listen to the voice of nature gratefully and direct the producer correctly.

If your path falls around Burdur, I suggest you do not return without visiting the Lisinia Nature Project, 36 km away from the town. You will be surprised and impressed when you see what the volunteers can do in our country.

Lisinia is entered through a wooden vault. Everything you will see after this is made of natural materials.

You begin to smell a village setting when you see tree stumps, branches and reeds. Simply dressed nature volunteers around guide you and answer your questions while you walk .

A giant eagle statue made of dry tree branches greets you. You will see other sculptures like this while you walk. These are sculptures made by collecting and drying tree branches, which hit the shore naturally by themselves. They were used as they were found without being touched. When you examine them closely you can understand that you have come across extraordinary pieces of art. Here the artist continues to work in the open-air workshop. It also works on order. While watching this extraordinary sculptor, you may also have the opportunity to sit by the wooden tables, eat hot pancakes and drink tea or ayran (buttermilk).

In a large wooden space, visitors can sit on stools made of wooden logs and listen to the introductory speech of the project. Meanwhile, young volunteers offer lavender tea.

You can not believe in your ears from time to time while listening to the development of this project and what was done while you are accompanied by the warmth of lavender tea in your hand, a mysteriously bitter taste in your tongue, and the sharp lavender smell coming to your nose. But your soul is almost lightened when you think how proud and promising what has been done for our country.

The ancient name of the region was Pisidia and its most important city was Lisinia. Lisinia meant the sparkling of the rising and setting sun and the moonlight in the water.

Veterinarian Öztürk Sarıca, who lost his family members from cancer, started this project in 2005 with the idea that the pollution that disrupts the harmony between all living and inanimate beings in nature is also effective on cancer. It is aimed to sustain natural life and bequeath it to future generations.

As a result of three years of work to obtain permission, Lisinia officially became the first Wildlife Center of our country. In the same period, it was granted to the Ministry of Forestry and Water Affairs for 10 years by all the expenses to be covered by Öztürk Sarıca.

No support and grants are accepted in this project. You can only contribute by purchasing natural products produced.

An academic study determined the goats as the cause of the erosion (!). Thus, incentives for cattle raising were given. However, the water requirement of the plants grown in the region for the feeding of cattle has exceeded the irrigation basin capacity. And therefore, within the scope of the “Preserve the Lake Burdur” project”, efforts to encourage goat and sheep breeding, which do not need a lot of water for feeding and are specific to the region, have been initiated.

In all agricultural areas used in the center, organic and non-drug farming was carried out. Century old original seeds of Burdur region were used.

Environmentally friendly agriculture practices bearing zero chemicals with ecological production certificates are incurred.

Lavender and rose production are popularized in the region. Within the scope of “Nature School”, young nature volunteers are trained.

In order to save the Lake Burdur, whose water level is gradually decreasing, the volunteers keep explaining to those in the environs that agriculture and animal husbandry can be done by using less water and train the villagers in this regard. To use clean energy, solar energy is used in the project through the solar panels system.

Wild animals, which were shot by hunters, poisoned by chemicals, and had various diseases, are taken to the treatment program in the center and then returned to nature after treatment.

After obtaining this information, it is possible to shop from the sales stands right next to you. What you can find in these stands are soaps, vegetable oils, honey and much more …

After watching the presentation and, if wished, shop from natural products, you may go for a walk on the dirt roads of the village which of the warm look of the wooden structures and simplicity of the naturalness take you away from the complex images, sounds and odors of the city life. Your steps take you to the Natural Wildlife Rehabilitation Center.

The number of the animals that are brought to this rehabilitation center so far: Pelican (1), Glossy Ibis (2), Eurasian Coot (5), Mallard (2), Ruddy Shelduck (27), Accipiter Gentilis (4), Short-Toed Snake Eagle (3), Stork (47), Flamingo (3), Kestrel ( 24), Black Vulture (1), Red Vulture (1), Little Owl (14), Owl (6), Long-Eared Owl (6), Barn Owl (6), Burhinus Oedicnemus (2), Pig (2), Circus Cyaneus (1), Falco Peregrinus (8), Hawk (12), Pheasant (1), Dove (6), Turtle (9), Grey Heron (2), Bubulcus Ibis (4), Squacco Heron (6), Little Egret (1), Pigeon (2), European Turtle Dove (2), Circus Aeruginosus (1), Crested Lark (2), Sparrow (2), European Nightjar (3), Swallow (3), Common Swift (1), Partridge (26) ), Aquila Heliaca (1), Eurasian Hobby (12), Jackal (1), Gull (2), Falcon (320).

Of 584 animals coming to the center, 394 were treated and released into the nature.

I think this project, which has many components, highly deserves to be visited. I especially recommend you going with your children so that they can see that there are other alternatives far from the chaos of big city life and what technology provides. They may comprehend that the nature entrusted to us and to be conveyed to future generations exists not only to serve people, and unless we survive in peace and harmony with animals and plants, the revenge of nature will be cruel. Maybe your children will also be “Nature Volunteers”.

Would you like to plan a visit to this site ?
Please Contact Us

Nallihan Travel Guide: Historic Journey to the Hidden Ancient City of Juliopolis

Nallihan

Nallıhan district, 160 km. from Ankara, was on the historical Silk Road. Like other Ankara districts on the Silk Road, as if it is a hidden city that you will be amazed by the deep traces of the city culture in its people and social life.

A day trip route where you can wander amongst silk needle laces, stone and wooden houses with oriel balconies, bird paradise, Tabduk Emre Tomb, centuries-old juniper trees, necropolis of the lost ancient city Juliopolis, and you can take a boat tour on the lake and rest your soul in close proximity of Ankara.

When you set off from Ankara in the morning, you can reach at Nallıhan in an hour and a half and have your breakfast among the magnificent trees on the bank of the reservoir, by cleansing your soul. Then a day awaits you, which you will be surprised to see and hardly believe in your eyes.

The journey to the ancient city of Juliopolis begins in Çayırhan Town, at which boats and local guides are waiting for you by the lake.

Ancient sources mention that the city of Juliopolis was founded as a village called Gordiokome during the Phrygian period. During the reign of Augustus (27-14 BC), a rich and indigenous bandit leader named Kleon changed the name of this village to Juliopolis by referring to the famous Julius Caesar. Its status was also changed into a city.

The name “Juliopolis” was widely seen in the literary works of antiquity. Plinius (61-112 AD) mentioned Juliopolis as “a border town where there is a lot of traffic” in the letters he wrote when he was the Roman Governor of Bithynia (103 AD).

Between the 4th and 9th centuries AD, Juliopolis was an important Christian city. The names of the church pastors of the city, which is the center of the Byzantine Diocese, were regularly seen in the Sinod Assembly (Spiritual Assembly) records in Constantinople.

During this period, the name of the city was once again changed as Basileon, referring to Emperor Basileos I (867-886 AD). It is believed that the city’s name is thereafter no longer mentioned in ancient sources and it turned out to be a village without leaving any further traces on history.

Almost whole of this hidden city, which was once an important religious and commercial center, is now under the reservoir.

Necropolis

In 2009, with the rescue excavations initiated by the Anatolian Civilizations Museum, the Roman Period Necropolis (Cemetery) was unearthed. The coins found in the mouths of the dead (taken as bribes to the other world) were printed in Juliopolis. In addition, many jewelry pieces were found, which are now on display in the Museum of Anatolian Civilizations. Our guide said that the original designs of these jewelry inspire many designers today and these designs are very popular abroad either.

The view you see when you get back on the boats and watch the colorful reflection of the mineral layers in the water is incredible enough to take you away from the feeling of reality, even if it is for a short time.

Bird Paradise

Another surprise in Nallıhan is the bird paradise, which is the second largest one in Turkey after Manyas.

This bird paradise, located on the migration route from Istanbul and Çanakkale, hosted many endangered birds. If the season you visit the area does not correspond to the migration season, you cannot see many birds; but you can still see the introductions on birds at the lake-side facility while sitting and sipping your tea.

Tabduk Emre Tomb

Tabduk Emre, who is thought to have lived in the 13th century, is one of the Alperens (Combatants) sent by Ahmet Yesevi, Yunus Emre’s teacher, from Horasan to Anatolia. This sect that Yunus Emre is believed to have carried wood for 40 years and even a rough wood is not let invites you to its peaceful chamber and garden.

Juniper Trees

The grove consisting of juniper trees serving as the walking and picnic area in Nallıhan is right next to the road.

Here I also learned the relationship between juniper tree and juniper. The seeds of juniper tree, which are the fruits of the tree, do not grow when directly planted in the ground. As a result of the juniper eating these fruits, the seeds germinate in the intestines of the bird and the manure is left on the ground. Only then the fruits begin to grow. When I learned this interesting cycle of nature, every bird and tree around me made more sense.

During the day trip to Nallıhan, do not return without eating stuffed leaves, covered pilaf, hoşmerim and baklava. You will not forget the taste of pilaf.

References:
http://www.ankarakulturturizm.gov.t is
http://www.nallihan.bel.tr/

Would you like to plan a visit to this site ?
Please Contact Us

Kibyra: City of Gladiators and Speedy Horses

kibyra
C

This is the city of gladiators, horses, and Roman warriors… It also served an important function as a state judicial center. It is a very special and unique ancient city with the Medusa mosaic that you cannot see anywhere else in the world, located in the middle of a magnificent Music House (Odeon).

It was founded on three hills near Gölhisar District of Burdur. Although the settlement area is large, the structures have been placed on terraces in such a way that their views did not interfere with each other.

Excavations were initiated by the Burdur Museum in 2006, and today is carried out by a team led by Dr. Şükrü Özüdoğru from Mehmet Akif Ersoy University on behalf of the Ministry of Culture and Tourism.

All the architectural remains of the city that can be seen today belong to the Roman Imperial Period. During the Hellenistic Period (2nd and 1st centuries B.C.), the Union of Four Cities “Tetrapolis” was founded with the participation of Kibyra and nearby cities like Boubon, Balboura and Oinoanda. This Union was disbanded by Roman General Murena in 82 B.C.

Afterwards, Kibyra became the part of Asia Province while the other cities were included in the Lycian Union. During the Roman Imperial Period, Kibyra became the judicial center of the Asian State Governor, under the name of “Kibyra Conventus”, to which approximately 25 cities were connected.

The city was devastated with the major earthquake in 23 A.D., but rebuilt thanks to the tax amnesty brought by the Roman Emperor Tiberius. Kibyra enjoyed its brightest and most prosperous period during the 1st and 3rd centuries A.D. Kibyra was famous for its blacksmithing, leatherworking, horse breeding and pottery during those times.

According to Strabon, the geographer in antiquity, about 2000 years ago, “Kibyra could provide 30,000 soldiers and 2,000 mounted soldiers” during the reign of Emperor Augustus.

On the left of entrance an arched imposing monumental gate welcomes you. When you go a little further, the ruins of the most magnificent stadium of Ancient Anatolia with a capacity of 11.000-12.000 can be seen. Gladiators, galloping horses and echoing voices of the enthusiastic spectators who witnessed to those times and stones that resisted over centuries all greet you with a sad nobility.

As you climb the slightly inclined hill, you can see the ruins of the basilica, agora, bath, theater, council building (Bouleuterion), tomb, the tower rotunda and the waterways (Aqueducts).

The most impressive part of this historical city was the Council Building also used as the Music House (Odeon), where you will see the pictures hereafter.

There is an incredibly elegant mosaic section in front of the Council Building / Odeon, which is thought to be the most solid and largest mosaic space in Anatolia, covering an area of 540 square meters (5843 square feet). Above the mosaic floor likening to a black and white painting, the bases of once standing columns and the blue sky behind loom.

The Music House (Odeon), with its seating capacity of 3600 people, is still the largest structure in our country, covered with a roof in ancient times.

It has an amphitheater while its ceiling and part of the entrance columns have been demolished. In the middle of it, there is the mosaic of she devil Medusa, which is made of red, green and white marble, and whose hair is believed to be made of snakes and eyes turning people to stone. With its construction technique, it was the only known example of its kind in the world.

Wherever you go in the amphitheater, as if the eyes of Medusa standing in the middle are looking at you and following you. I couldn’t comprehend what kind of technique had been used. But the eyes looking at me so vivid left me with the dilemma whether I should leave the space right away without being turned into a stone or rather stay longer there to watch this beauty longer.

There were officials working carefully on the mosaic and it was forbidden to step on it. After having been cleaned, it will be taken to protection under a glass surface.

Artifacts extracted from Kibyra are now on display at the Burdur Museum.

Burdur Archaeology Museum hosts a large number of ancient artifacts and statues dating from 7000 B.C. to the present day. It impresses you from outside with its garden and building.

In the mural paintings and reliefs exhibited under the title “Gladiators are in Kibyra”, the gladiator shows of the antiquity were revived. The majority of these gladiators consisted of outlaws, prisoners of war and slaves. It is very difficult to understand what was the motive for the nobles and the public to watch the demonstrations ending with death.

There are also marble sculptures from other periods that are well placed and illuminated in the Burdur Museum. Since the marble resources of the region are very clean and suitable for easy sculpting, they have been used in sculpture making during the course of history.

Kibyra, which is one of the Roman Ancient Cities in many parts of the world and our country, is a special place where you can see the magnificence and life style of the period with its surviving ruins despite the fact that it was destroyed by fires and earthquakes and rebuilt, but again destroyed. It is worth seeing even just for the Medusa mosaic, which is available only in the Music House (Odeon). Go there with good thoughts in mind and get rid of Medusa’s possibility of turning you to a stone …

Would you like to plan a visit to this site ?
Please Contact Us

Gobekli Tepe: A Cult Center in the Neolithic Period

gobekli-tepe

Göbekli Tepe, one of the most important places of our trip to Şanlıurfa, has become the most important center of the Neolithic Period culture that was discovered in recent years. Göbekli Tepe is located at the top of a limestone plateau, 13 km from Şanlıurfa city center, and has been named because it looks like a hub. In order to understand Göbekli Tepe, it is necessary to refer to some archaeological and historical knowledge. Göbekli Tepe information is entirely for the enthusiasts. We have benefited from the book of Klaus Schmidt, which we should thank with gratitude. In addition, I would also like to thank to Assoc. Dr. Nezih Aytaç for his lecture and Meki Bel, whom I came across on an Istanbul tour later, for the notes of Göbekli Tepe.

Our world is approximately 4.6 billion years old. In order to understand our world and our past, historians needed to divide historical periods into ages.

The ages before the discovery of the writing are Prehistoric Ages. These ages are classified in two sections, which are also divided within themselves.

A. Stone Age: Paleolithic, Mesolithic, Neolithic,
Chalcolithic

B. Mine Age: Copper, Bronze, Iron

None of these ages can be separated by precise dates, though. For example, there is the use of copper during the Chalcolithic era.

Let us give an example to the Neolithic Age as we will be referring to this on this article. This period is classified as follows.

Neolithic A – Without pottery
Neolithic B – Without pottery
Neolithic A – With pottery
Neolithic B – With pottery

Göbekli Tepe belongs to the Neolithic Period.

The world is thought to have had five Ice Ages. The humanity emerges in the last ice age called Pleistocene, 2.6 million years ago, which ends around 11700. At the end of the last ice age, there is a region that is more productive than the other parts of the earth and where climate conditions are more suitable. For ecological reasons, the inhabitants began to experience the settled life at which they produced food instead of hunting and gathering earlier than the other parts of the earth. This place is Asia Minor, namely Anatolia. There is a region in Anatolia, which is much more remarkable; nave of the Fertile Crescent. This is the Mediterranean coast, the southern skirts of the South East Taurus Mountains and Mesopotamia, which lies between the Euphrates and the Tigris to the west of the Zagros Mountains. North of the region called Fertile Crescent is Northern Mesopotamia.

Gobekli Tepe

This region is within the borders of our country; the Southeastern Anatolia. In the Fertile Crescent, there are domestic animals and all the wild species of the cultural plants. Grain cultivation, domestication of sheep, goat, bull and pig, which underlines the essence of neolithic period, is seen here for the first time.

To better understand Göbekli Tepe, let’s briefly talk about other Neolithic settlements. Neolithic settlement, which was found in the excavations made in Eriha in the northern end of Ölüdeniz between 1952-1958, shocked the archaeologists in the 20th century, which would later to be called as “Eriha Shock”. Neolithic age without pottery was not known and not a category of the archaeological researches until then. It was thought that life started from here (Eriha is also part of the Fertile Crescent).

Çatalhöyük, which was excavated between 1961-1965, introduced a new Neolithic settlement to the world. Çatalhöyük is 2000 years younger than Eriha. Çatalhöyük excavations were published by Mellaart in 1967. In the Çatalhöyük project in 1993, the English archaeologist Hodder followed the footsteps of Mellaart. The special place of Çatalhöyük in the Anatolian Stone Age (Neolithic Period) was once again confirmed. (Obsidian stones and salt in the surrounding area played a big role in this). Çatalhöyük dates back to the beginning of Neolithic with pottery. It starts in the second half of 8000 BC and reaches its peak between 7000-6000. In 1963, Halet Çambel excavated on the western wing of the Fertile Crescent. In 1964, Çayönü Neolithic settlement was found. Neolithic A and B without potteries bearing grid planned structures were found in Çayönü. Now Turkey is one of the stakeholders of the colorful world of archaeological scientific publications due to its Neolithic past. No Neolithic research is held in Turkey until the planning stage of the Karakaya and Atatürk Dams on the Euphrates River. As a part of the Dams Project international archaeological rescue works then are initiated. Cafer Höyük (Malatya), Hayaz Höyük, Nevali Çori and Samosata are among the important findings. Nevali Çori, found in 1979 and remained under the waters of Atatürk Dam in 1992, created a revolution for the Pre-Asian Neolithic with its large sculptures and depicted obelisks. After the findings in Nevali Çori, more large statues and depicted obelisks were considered to be present in a vast area between the Euphrates and the Tigris. Then Gürcü Tepe is discovered with its Neolithic without pottery. The excavations therein were carried out between 1995-2000. Gürcü Tepe covers an area of 1.2 square kilometers in Harran Plain. It is believed that there are at least 4 Neolithic settlements here. Neolithic Age findings with pottery were also found above the level of the Neolithic Age without pottery in Gürcü Tepe. Şanlıurfa Neolithic Project comprises of Nevali Çori, Gürcü Tepe and Göbekli Tepe. Gürcü Tepe and Göbekli Tepe are two opposing examples of the first Neolithic. The buildings in Göbekli Tepe are not older than those in Gürcü Tepe. Gürcü Tepe is situated in the valley, while Göbekli Tepe is in the mountain. It is now believed that the earliest Neolithic settlement, which is the earliest inhabited place, is not in Levant (Eastern Mediterranean Coast Region) but in the Upper Mesopotamia. It is emphasized that the Neolithic region, called the Golden Triangle, has properties exceeding the Levant Neolithic.

German archaeologist Klaus Schmidt was interested in the Neolithic Period during the archaeological activities as being the part of GAP Project (The Southeastern Development Project). He went to the neighboring villages in the environs of Şanlıurfa to research the hills that might bear flint hills. He looked for caves that could show the traces of the transition from the Paleolithic Age to the Neolithic Age. He visited Çayönü excavations and stayed in Nevali Çori. In fact, although another archaeologist, Benedict, said in the 1960s that he had seen a tomb in Göbekli Tepe, the spot was not excavated because it was thought to be a Muslim cemetery, which did not draw attention until 1994. When one of the villagers showed Göbekli Tepe to Schmidt, he decided to make an investigation there – especially after having seen the Wishing Tree in the south. Excavations began in 1995.

Even though Göbekli Tepe excavations are not currently active and Schmidt is no more alive, it will probably continue for many years. Schmidt has gained experience in Neolithic settlement in Nevali Çori and then developed it in Gürcü Tepe. He started to work very carefully in Göbekli Tepe. Structures that were examined systematically were archived according to their types.

During the early days of the 1995 excavations, large sculptures that he was familiar in Nevali Çori were found. Due to the weather conditions, the structures on the surface could not be well preserved in Göbekli Tepe. As the work progressed, it was understood that Göbekli Tepe was not one of the known Stone Age settlements with several private buildings due to the geographical location, wild dangerous animal depictions, erectile penis figure, compound animal and human head sculptures, and obelisk fragments spread all over the hill. When compared to the Neolithic places known in Upper Mesopotamia, ritual findings were encountered, which are not known anywhere, even more than those in Nevali Çori. Schmidt and his team concluded that Göbekli Tepe was not a village settlement. This was a majestic sanctuary from the Neolithic Age, located on the mountain. At the bottom of the mound are terraces as in Çayönü and Nevali Çori. Architectural remains date back to Pottery-free Neolithic A; there are also remnants pointing to Neolithic B with pottery. Leaving aside the tents and huts made of mammoth bones in Siberia in the Upper Paleolithic Age, Göbekli Tepe belonged to the era of the oldest architectural monuments of humanity. I.e., between 10000-9000. Human traces were found everywhere in Göbekli Tepe. Along with the ancient period, there are also quarries belonging to the Neolithic period.

The obelisks in Göbekli Tepe are considered to be human forms made of stone (Except for two-faced stone objects). Who were these stone objects portraying? Gods? Bad spirits? Ancestors? For now, there is no answer. The obelisks alone are the most important elements of the buildings, like the core of them. Everything built creates a framework for this center. Geomagnetic surveys show there are around 200 megalithic obelisks in Göbekli Tepe. 43 of them have been revealed yet.

Gobekli Tepe

Schmidt acted hesitant when it came to interpret animal figure reliefs and rock paintings. Were they bulls, foxes, snakes or animal tales? Perhaps an emblem… Are the snakes guards against to dangers? The knees of the cranes are different from the natural cranes we know. There is even a crane with human knees in one corner. Maybe it’s a disguised person. Some reliefs were scraped and replaced with others. Perhaps the tradition of erasing the names from the top of the structures in order to curse memories of a person was also present in that age.

In 1995 it was thought that this place marked the beginning period of Neolithic A and Neolithic B without potteries. There are many Stone Age findings such as tools made of flint, stone axes, pestle and mortar stones used for pressing the food as well as stone vessels. However, here there are also door hole stones, large stone rings, small button-like objects, different beads and jewelry forms that are not yet seen in other Stone Age settlements. There are no pictures depicting women and figures made of clay, which are common in Neolithic settlements. Clay figures and female objects are the symbol of fertility in a broad sense. If we combine blessing with life, the absence of these in Göbekli Tepe evokes death. It presents data that this is an area of dead cult monuments.

The relationship between Göbekli Tepe and other interesting spatial structures in the world was tried to be established. There are similarities and differences with other structures. Göbekli Tepe does not look exactly like any of them.

Compared to Eriha, they were both covered with rubble and soil after having been used for a while. There are no obelisks in Eriha while there are no stair-like structures in Göbekli Tepe. When compared with the Dakhmahs we see in Iran (Dakhmah: In Zoroastrian religion, soil, water, air and fire are deemed to be sacred. Zoroastrians leave their dead in high places under the sky where there is no water and plants so that their sacred things are kept pure. The wild animals, wind and sun removes the rotting parts of the dead and the remaining bones are put into pits or stone chests carved into the rock). The necessary conditions needed to build a Dakhmah are also present in Göbekli Tepe. It is a place where birds can see right away and where there is no water. Among the bone findings in Göbekli Tepe, the rate of the crow-like birds eating carrion is 50%. However, these datum are not sufficient to verify the similarity.

Stonehenge could not be proven to be a structure with a special astronomical meaning; just like the Egyptian Pyramids. Stonehenge is completely different from many other prehistoric stone structures in the British Isles. It is believed that the builders came from the Alps, perhaps from Bavaria. That some of the structures in Göbekli Tepe belong to the architectural category of circular structures might be stemming from other factors. Since Göbekli Tepe was underground, it was better protected than Stonehenge that is a few thousand years younger than it. It looks like it will continue to be compared with Stonehenge in the coming years.

The “Urfa Statue”, the oldest statue ever found intact, was found around Balıklı Lake. Since this place is a sacred area (related to the story of the Prophet Abraham) with its dense construction, it is not possible to dig. But there are many sacred places in the environs belonging to the Stone Age like Sefer Tepe, Keçili Tepe and Karahan in Viransehir…

Stone Age people have chosen suitable natural places to survive. Nevali Çori is suitable for this topographically. It is hidden in a small side valley, 2-3 km away from the Euphrates River. As I mentioned before, it is now irreversibly flooded. Approximately 10 km away, there is a large passage that crosses the Euphrates River (Wherever there is a large river, there must be large natural passages that serve as a kind of hunting area. The hunt is not a single event, it is an organized event of a group). Nevali Çori people set up their settlements away from the passage so that the animals could pass without being scared. In 10000 BC hunters knew very well that they had to take nature into account. In addition, Karacadağ was the first possible homeland of the cultured grain. Hunters knew ways to keep animals away from grain to ensure harvest. This could only be achieved by different groups acting jointly. As in the hunt, the construction of the structures and obelisks required the joint action of the large groups. There should have been a joint network of relationships in the region. Although we cannot deduce what we see at Göbekli Tepe today, these pictures and signs point to the social and spiritual relationship network of those who make and visit them.

With regards to the late upper Paleolithic era, between 35000-12000, nothing was obtained from the comparison of the wall painting messages in the caves of the ice age hunters with the symbols in Göbekli Tepe. Animal patterns gradually increase as the Göbekli Tepe excavations progress. Maybe in the future, our knowledge on the signs and symbols of the early Neolithic period will increase. What is certain is that the people of Neolithic Göbekli Tepe did not only have a magnificent architecture, but also a very rich sign language in which they could convey their messages explicitly to their contemporaries and next generations.

This was possible only with an advanced social organization. The reliefs at Obelisk 33 in Göbekli Tepe look like ancient Egyptian hieroglyphs. Egyptian hieroglyphic paintings are used as a means of transferring phonetic patterns of sounds, that is, language. It created a language rather than a pictography. Additionally, the concept of hieroglyphics was used in Hittite and Mayan writing systems in Central America. The Egyptian hieroglyphic writing, which reached its peak in 4000-3000 BC, was not for communication purposes, but for storage purposes. It served as an accounting system in palaces and temples for management purposes that could not be overcome with only memory. This enables communication that exceeds time and space. Without writing, communication cannot spread over time and space. The text has a feature that allows the information that transcends the power of the picture to be transmitted. Although we do not expect from the Neolithic Age in Göbekli Tepe, there is a draft hieroglyphic writing. At that time, we cannot expect an article that turned into an alphabet. For example, although the reading and spelling of each language is different today, a pictogram with a walking little green man graphic is internationally understandable. It means “You can cross the street now”. Perhaps the symbols in Göbekli Tepe are the pictograms of the Neolithic Age. However, this idea is avoided when La Pasiega Cave (Late Paleolithic Period) in Northern Spain and Mas d’Azil Cave in Pyrenees are compared with Göbekli Tepe signs. The signs on Göbekli Tepe are not the ones drawn on the rock walls by haste. They consist of concrete and abstract paintings. Their arrangement most likely points to a logical relationship. Phonotization is absent and unexpected. (Göbekli Tepe separates the signs from the hieroglyphic language writing system). But there is a readable message pertaining to the Neolithic Age. It is thought that it would be correct to deem these paintings and reliefs in Göbekli Tepe as a kind of hieroglyph. These are quite different than the signs and pictures in other Neolithic settlements. This is what makes Göbekli Tepe unique. In the Neolithic Period, there is a high culture, the main character of which was hunter in Upper Mesopotamia. This is not surprising. What is surprising is that there is nothing left from this magnificent Late Neolithic Period with Pottery.

The structures unearthed during excavations at Göbekli Tepe are named A, B, C, D,…. The temporal relationship between these structures remains unanswered. These structures may have been built simultaneously or in stages over different time frames. The layers handled in the excavations are classified as I, II, III. (I and II late levels are out of evaluation for the time being; III, the oldest layer, is still being evaluated). During the excavations, 43 T-head obelisks belonging to Level III were found in their original places in a well preserved way. Layer III seems to be filled later. How long could this layer have been visited before being filled? Was the filling process a final? Did this holy sanctuary bid farewell by regular burials? (This last option seems to be more logical) All this is unknown. No sign with a residential function was found in the layer III. Everything here is connected with cultural and religious architecture. The pests in Göbekli Tepe may have been used in the preparation of food, medicine and enjoyable substances.

Do the findings in Göbekli Tepe point to the subject of religion in the prehistoric period? Human communities can have a religious organization since the Upper Paleolithic. The burial of the dead with gifts cannot be evaluated without a spiritual plan towards other world; the existence of the other world should be considered as the part of a religion here.

So far, no tomb or skull have been found in Göbekli Tepe. However, there are monumental megalithic structures. The leading role is played by the magnificent obelisks. We do not know which rituals were performed here. But these structures were not mute monuments during the stone age either. The events carried out here are left to the imagination for now. The ceremonies here are thought to have been impossible without choreography and music. At the same time, what was done here must be a show of strength. But whether this is the show of a single person or a community is not clear. Such a structure cannot be achieved without intense collective work, though. What motivated individuals to make this monumental building? Chieftain? Shamans? A delegation? Is it a social force? The biggest possibility here is that workers took this power from a religious motivation they believed in. At that time, there was no animal taming from which they could take advantage of their power. The construction of this place might have taken long years. Still, it is difficult to explain mathematically the transportation of these stones here, and the construction of this place. This work of the many hunters during an era where hunting was the main occupation of the society may bring up the question to replace the hypotheses believed so far. I am wondering whether Göbekli Tepe was the place where the first society members like masons, builders, workers, collectors and hunters were observed.

Göbekli Tepe should definitely be interpreted as a cult building belonging to the Neolithic Age. Göbekli Tepe showed us that the groups acting independently came together in 10000-9000 BC to provide the necessary manpower for the construction of the structures. In many settlements around this ritual center (such as Nevali Çori, Tell Abr, Müreybet, Tell Qaramel, Jerf el-Ahmar), people may have started the process of settling in. These places are within an area of 200 sq kilometers (77 sq miles). In this region, findings including T-shaped obelisks belonging to the Non-Pottery Neolithic Age continue to emerge.

Construction work and use of structures in Göbekli Tepe has ended in 8000 BC. There has been a transition from the hunter society to the agricultural community, i.e. the settled life. Göbekli Tepe is a land without water and soil, not suitable for cultivation. Gürcü Tepe is a very convenient place, though. People of that period buried the monuments with stone and rubble before leaving this cult place. Hunters have left their sanctuary. Economic activities have changed, hunting has lost its importance, and, with its decreasing importance, religious rituals have lost their meaning, and old cult structures have also disappeared.

Gobekli Tepe

We arrived at Göbekli Tepe within 30 minutes after having departed from Şanlıurfa. At the slope are the tea-coffee-souvenir sales facilities of the Ministry of Tourism. There is a minibus continuously running from here to Göbekli Tepe, which is located on the hill; our group preferred to walk, though.

We are at the top of a 770-meter-high limestone plateau in the north of Harran Plain, connected to the Germuş Mountains. The obelisks are covered to be protected against the weather conditions. The sewn stones in Göbekli Tepe are at a height of 1.5-5.5 meters, weighing 30-40 tons. So far, 6 circular or elliptical structures have been unearthed. It is thought that there are at least 20 more of these structures. The structures are named as A, B, C, D, E, F. In the middle of these structures is a double T-shaped monolithic obelisk. There are smaller T or I-shaped obelisks embedded in stone walls that form the outer walls of the building. A large number of symbols and figures are embossed on the obelisks.

Let’s briefly talk about the remarkable ones.

The C structure, which has at least 3 peripheral walls, is the largest structure with a diameter of 25 meters. The outermost wall is the oldest while the innermost one is the last constructed. There are quite a few male wild boar reliefs. Here again, five duck-like birds with a net in front of them, a lion or a leopard relief, fox head relief, and a dog-like unidentified animal whose teeth are outside can be seen. After all, we can define Structure C as an open sanctuary decorated with protective and scary predators on the walls.

Gobekli Tepe

Structure D evokes the feeling of walking in the zoo. This is the best preserved building. Snakes, cranes, other birds, circles, half-moon signs (Could it represent the moon and the sun or the woman?), bull, gazelle, asiatic wild ass (onager) and spider are among eye-catching reliefs.

Structure B is referred to as Mesopotamia Stonehenge. It is similar to Stonehenge in England, but there is no apparent connection between them. The two obelisks in the center of the building are larger than the others. It is thought that the 9 obelisks in the walls surrounding the building will increase with the future excavations. There are fox, wild boar and dog reliefs here. The difference of C from D is that its base is covered with mortar called terazzo.

A stone field was made to use the excavated stones in the future restorations. In the Wishing Tree, which has been the space for those who made wishes over the centuries, we also relay our wishes and leave this Ritual Field of the Neolithic Age.

“The most appealing and enigmatic aspect of history is that everything changes completely with changing ages, but nothing changes.”
Aldoux Huxley.

Would you like to plan a visit to this site ?
Please Contact Us

Gobekli Tepe Tour

Venedik Gezi Rehberi II: Canal Grande – Dünyanın En Güzel Bulvarı

venedik

Venedik kendine has bir yer; ana karanın hemen yakınında 118 ada üzerine kurulmuş olan şehrin ana ulaşım ağını oluşturan kanallar Venedik’e eşi benzeri bulunmayan bir güzellik katmakta. Bu kadar ada var ama aslında Venedik’i Venedik yapan iki ada önemli. Artık birbiriyle tokalaşan iki el mi dersiniz, yoksa birbirini yutmaya çalışan iki balık mı; ama Venedik’in simge yapılarının yer aldığı, birbiriyle iç içe geçmiş gibi duran bu iki ada bir su yoluyla ayrılmakta; Canal Grande…

Burası, aslında Adriyatik Denizi’nin bir parçası ama birbirine çok yakın duran iki ada arasında akan bir su yolu gibi duruyor aynı zamanda. Biraz bizim İstanbul Boğazı gibi; Boğaz’ın eşi menendi olmayan güzelliği ile kıyaslanamaz tabii; yapı olarak daha kısa, dar ve bulanık versiyonu, yine de çok çarpıcı. Bu, biraz da tarihe yaptığı tanıklığı bugüne yansıtan binaların korunmuş olmasıyla ilgili tabii… Venedik geziniz sırasında mutlaka yapmanız gereken şeylerin başında Canal Grande’de bir tekne gezisi gelmeli. Şimdi sizi bu su yolunda bir gezintiye çıkacağım; yazımızın başrolü Canal Grande…Gezimize Santa Lucia Tren İstasyonundan başlayacağız ve San Marco Meydanı’nda sonlandıracağız ama bu arada neredeyse tüm Venedik’i görmüş olacağız.

Bu iki ada arasında S şeklinde kıvrılan 3.8 km uzunluğunda, ortalama 5 metre derinliğinde ve 30-90 metre arasında değişen eniyle Kanal, Venedik’in ulaşım trafiğinin en yoğun yaşandığı yer. Kanal boyu geziniz için en uygun seçenek 1 ve 2 numaralı ACTV hattı. Venedik’teki toplu ulaşım sistemi olan ACTV, ana karada otobüslerden, kanallarda vaporetti denen teknelerden oluşuyor. Özellikle Kanal’ın en başından sonuna kadar yavaş yavaş götürecek olan 1 numaralı hat, her durakta durduğu için tavsiye edilir. Ama ücreti çok ucuz değil. Bir bilet 7,50 Euro ve 75 dakika geçerli. Bileti aldıktan sonra iskelelerde bulunan makinelerde onaylatmanız gerekli. Venezia Unica kartı aldıysanız bu ücret daha da düşecek ama o başka bir yazının konusu… Ayrıca bu biletle hava alanına, 16 ile 19 hatlara ve Casino’ya gidemezsiniz. Ama daha makulü, gezinizin süresini dikkate alarak günlük biletler almanız. Sınırsız ulaşım hakkı veren bu biletlerin fiyatı; günlük 20, 2 günlük 30, 3 günlük 40, 7 günlük 60 Euro. 6-29 yaş arasındakiler içinse 72 saati 22 Euro olan biletler de seçenekler arasında. Biletler, Venezia Unica bilet ofislerinden ve bazı iskelelerdeki satış ofislerinden alınabilir. Venezia Unica bilet ofisleri, şehrin belli başlı noktalarında bulunmakta, satış yerlerinin üzerinde ‘Venezia Unica’ yazıyor. Kanal boyunca bilet alabileceğiniz iskeleler ise; Piazzale Roma S.Chiara, Piazzale Roma Parisi, Ferovia-Scalzi, Ferrovia-S.Lucia, S.Marcuola, Ca’d’Oro, Rialto, S.Toma, Zattere, San Marco… Genelde iskelelerden aşağı(San Marco tarafı) ve yukarı (Piazzale Roma) yönlere gidiş aynı yerden yapılıyor. Ama Accademia, Ferrovia, Rialto gibi bazı noktaların yukarı ve aşağı yönlere gidiş durakları farklı yerlerde…

Kanal turunuz için başka seçenekler de var. Venedik yürüyerek gezmek için hem kolay hem de zor bir şehir. Mesafeler kısa ve hemen her şey birbirine yakın mesafelerde; bu kolay kısmı. Ama o çok yakın gördüğünüz yer ile sizin aranıza aniden bir kanal girince birdenbire yürümeniz gereken mesafe uzadıkça uzuyor. Zamanınız ve gücünüz varsa, harika. Tabii, Venedik’in fetiş simgesi gondollarla yapacağınız bir gezi çok şık olur ama saati 80 Euro, bunun seyri var, seferi var, bir de gondolcuya şarkı söyletirseniz gideceğiniz mesafe pek fazla olmaz ama ödeyeceğiniz fiyat katlanarak artar; şıklığın da bir bedeli var. Bir de traghettolar var ki, bunlar da gondol ama dolmuş şeklinde işliyor ve kanalda karşıdan karşıya geçmek için kullanılıyor; fiyatı 2 Euro ama gondola bindiniz mi bindiniz, 2-3 dakika için olsa da… Tabii bir şık hareket de, kanal taksileri; taksiler gezilerinizde büyük esneklik sağlar ama bedeli 5 dakikalık yürüme mesafesi için 40-50 Euro’dan başlıyor.

3.8 kilometre uzunluğunda olan ama üzerinde orta çağdan bugüne uzanan köklü bir tarihe tanıklık eden Kanal boyunca yoğun bir gezi bizi bekliyor. Kanal, genel olarak 200 civarında malikane ve önemli kiliselere ev sahipliği yapmakta ama 13 yüzyıldan bugüne hala ayakta kalan bu malikanelerin her birinin ayrı, birbirinden ilginç hikayeleri var, anlatsak ciltler tutar; İstanbul’da elçilik yapmış ama ne Osmanlı’ya ne Venedik’e yaranabilmiş elçilerden Kıbrıs Kraliçelerine, bestecilerden yazarlara, Tanrı yoluna adanmış hayatlardan akla ziyan sefahat alemlerine kadar hepsi Kanalın dalgaları arasında hala fısıldanıp durmakta. Ama ben bu yazıda Kanal boyunca gördüğüm ve mutlaka sizin de görmenizi tavsiye edeceğim yerleri esas aldım. Daha sonra ‘Meraklısına’ bölümünde bazı malikanelerden içeri uzanıp öykülerine kulak vereceğiz, ilginizi çekerse… O zaman Pizzale Roma’dan 1 numaralı vaporettoya binip San Marco’ya uzanan tekne tutumuza başlayalım.

Köprüler

Büyük Kanal üzerinde dört adet köprü bulunmakta…Güneyde San Marco’ya en yakın yerde Ponte dell Accedemia, ortada Rialto, kuzeyde tren istasyonu karşısında Ponte Scalzi bulunmakta. Kanalın kuzey ucunda tren istasyonunu Piazzale Roma’ya bağlayan bulunan Ponte della Costituzione köprüsü var.

Piazzale Roma’dan aşağı ilerlerken ilk karşılaşacağımız köprü Scalzi; eskiden burada bulunan dövme demirden yapılmış bir köprünün yerine 1934’te yapılmış. Daha sonra Venedik’in önemli simge yapılarından, Kanalın ilk köprüsü Rialto karşılar sizi. Burada 12 yüzyıldan beri yapılan-yıkılan-çöken muhtelif ahşap köprüler varmış. 1444 yılında, buradaki köprü, Ferrara Markizi’nin düğün törenini izleyen kalabalığın ağırlığına dayanamayıp çökmüş mesela.

Daha sonra bir taş köprü yapılmasına karar verilmiş ve Michelangelo, Andrea Palladio, Jacopo Sansovino gibi isimlerin arasından sıyrılan soyadı köprü anlamına gelen Antonio da Ponte köprüyü yapmış. Burası şehrin en canlı yerlerinden biri. Gerek köprü üstündeki gerek çevresindeki hediyelik dükkanlarda her kalitede hediyelik eşya bulmanız mümkün. Köprü üzerindeki ana geçiş yerinin iki yanında kemerli pencereler ile yan yürüyüş yolları mevcut; buralarda harika Kanal manzarası seyredebilirsiniz. Kanal üzerinde bizi bekleyen en son köprü Accademia Köprüsü; 19 yüzyılda yapılan demir köprü yerine 1932’de geçici inşa edilen ama istek üzerine öylece korunan bu ahşap köprü San Marco Meydanı’na en yakın köprü. Rialto’nun yeri ayrı; hem alışveriş hem eğlence hem turistik gezi bölgesi. İki tarafta da birbirinden eğlenceli barlar, türlü kalitede lokantalar, kafeler bulunmakta… San Marco Meydanı ile birlikte Venedik’in çekim merkezi…

Kiliseler

Kanal boyunca uzanan kiliselerden gördüklerim, gidip de giremediklerim sırasıyla….

San Simeone Piccolo Kilisesi

Kanalın sağ tarafında isminin (piccolo) aksine çok geniş bir kilise olan ve biraz Roma’daki Pantheon’dan biraz Bizans kiliselerinden esinlenilen bu Katolik kilisesi 1738’de Neo Klasik tarzda yapılmış. Girişte mermer rölyef Aziz Simon’un Şehitliği Tablosu önemli. İşin açığı dış cephesi içinden daha etkileyici olan bir yer. Kiliseye giriş ücretsiz ama alt kattaki din adamlarının mezarlarına görmek için 1 Euro ödemek durumundasınız.

Mezarların görülecek bir tarafı yok, ortam eni konu bir korku filmi; elinize tutuşturulan mumun titrek ışığında aşağıya inip engebeli, karanlık bir labirentten geçerek lahitleri görüyorsunuz, mum söndü sönecek…Hiç gitmeyin diyeceğim ama görevli çok pis; içeri girince pat diye elektrikleri kapatıyor ve bir şey göremiyorsunuz, ancak mezarlık parasını öderseniz ışığı açıyor. Ferrovia iskelesi ile buraya ulaşabilirsiniz.

Santa Maria di Nazareth Kilisesi

Sol kıyıda, Scalzi olarak da bilinen bu görkemli kilise 17 yüzyılda çıplak ayaklı (scalzi) Karmelitler tarafından yaptırılmış. Tasarımını Longhena’nın yaptığı geç barok tarzdaki bu kilisenin içindeki renkli mermer ve ahşap işlemeciliği yanında heykel ve resimleriyle de ziyarete değer. Özellikle mermer burgulu sütunlu altarı yanında duvar resimleri büyüleyici. Orijinal tavan resmi ise 1915’teki bombardımanda hasar görünce yerine 1934’te Ettore Tito tarafından bugünkü resim yapılmış. Kilise’de Ruzzini ailesine ait bir şapel ile son dük Ludivico Manin’in mezarını bulunduğu Manin Şapeli muhteşem resimleri, bronz heykelleri ile görsel bir şölen sunuyor…Ferrovia iskelesinin tam karşısında. Hergün 07.00-19.00 saatleri arası ücretsiz ziyaret edilebilir.

San Geremia Kilisesi

Yine sol kıyıda Grande Canal ile Canale di Cannaregio köşesinde San Geremia Kilisesi, 11 yüzyılda yapılmış, ancak bir çok kez elden geçirilmiş, dış cephesi en son 1861’de son halini almış. Azize Lucia’nın naaşına ev sahipliği yapmasından dolayı önemli olan bu Katolik kilisesinin içi gayet sade… Aziz heykelleri ve freskleri ile süslenen kilisenin dış cephesi içinden çok daha göz alıcı. Ferrovia durağından buraya ulaşabilirsiniz; yol boyunca gayet hareketli bir alış veriş merkezi olan Rio Terra Lista di Spagna’dan geçeceksiniz… Ziyaret saatleri ise; pazartesi-cumartesi 09.00-12.00 ile 16.30-18.30, pazar 09.30-12.15 ile 17.30-18.30 arası, giriş ücretsiz.

San Marcuola Kilisesi

Yine sol tarafta dümdüz bir duvar gibi duran San Marcuola Kilisesi sanki tamamlanmamış gibi duran haliyle gözünüze çarpacak; 12 yüzyılda yapımına başlanan bu kilise 1736’da tamamlanmış ama dış cephesi bitirilememiş. Ben içini gezemedim ama Tintoretto’nun Son Akşam Yemeği görmeye değer deniliyor.

San Simone Profeta Kilisesi

Kanalın sağ tarafında ise San Simone Profeta olarak da bilinen Neo Klasik San Simone Grande Kilisesi yer alıyor; tarihi 967’e kadar gidiyormuş ama 18 yüzyılda bugünkü halini almış. Göremediğim kiliselerden…

San Stae Kilisesi

Sağ kıyıda süslemeleri, bezemeleri, heykelleri ile San Stae Kilisesi’ni göreceksiniz ama muhtemelen siz de benim gibi gezemeyeceksiniz çünkü ne zaman gittiysem kapalıydı. 1678’de Aziz Eustace için yapılan Kilise’nin içinde Tiepolo, Piazzetta ve Ricci’nin eserleriyle gayet göz alıcıymış ama ben sadece mermer heykellerle süslü ön cephesini görebildim. Kilise pazar hariç her gün 10.00-17.00 saatlerinde gezilebilirmiş; yalan… Şansınızı denemek isterseniz yanında San Stae iskelesi var, giriş 3 Euro.

Santa Maria della Salute Kilisesi

Eğer Kanal boyunca bir kilise gezeceğim diyorsanız o da Santa Maria della Salute Kilisesi olmalı. Büyük Kanal ile Canale della Zattere arasında bir yarımadada bulunan kilise, Venedik manzaralarının da vazgeçilmez bir parçası. Venedik’in girişinde gelenleri selamlayan bu devasa Kilise, 1630’da veba salgınının sona ermesi adına şükran duygularının temsili olarak Hz Meryem’e adanmış bir kilise. Longhena’nın yapımına başladığı Barok şahikası bu Kilise, kendisinin ölümünden sonra tamamlanabilmiş. Oymalı taş işçiliğiyle ve heykellerle süslü Kilisenin içinde de birbirinden değerli resimler ve heykeller yer almakta; altardaki Venedik’i hastalıktan koruyan Meryem ve çocuk İsa tasviri ile Giusto le Corte heykelleri, Tiziano’nun muhteşem tavan resimleri Kabil ile Habil, İbrahim’in Kurbanı, Davud ile Goliath, ayrıca duvarlardaki Azizler Kosmos, Damianos ile Sebastianus, Makama Getirilen Aziz Markos ayrı ayrı görülmesi gereken eserler…

Ayrıca vebadan kurtulmanın anısına her yıl 21 Kasım’da buradan başlayan bir tören de yapılmakta. Ziyaret saatleri her gün 09.00-12.00 ve 15.00-17.30 arası… Salute iskelesinden ulaşabilirsiniz. Kilisenin hemen arkasında ise kulesinde Fortuna ile bronz atlas bulunan 15 yüzyılda gemilerin kontrolü için yapılmış ve bugün Pinault’nun çağdaş sanat koleksiyonuna ev sahipliği yapan bina yer almakta. Kilise’nin karşısında, ana karadan ayıran kanalın öbür yakasında ise 9 yüzyılda kurulup yüzyıllardır dini merkez olarak hizmet vermiş, bugünse Gotik havalı küçük bir kilisenin ve revağının kaldığı Abbazia San Gregorio’yu göreceksiniz; bina bugün büyük ölçekli tabloların yenilendiği bir atölye olarak kullanılmaktaymış.

Müzeler

Pizzale Roma’dan geliş yönü itibariyle Kanal’da bulunan müzeler… Venedik’te müzeler pahalı ancak neredeyse tüm önemli müzeleri kapsayan türlü promosyonlar var ama o diğer konularla birlikte başka bir yazının konusu…

Fondaco dei Turci-Türk Hanı

Türk Hanı olarak bilinen bu yapı, daha Venedik’e gitmeden dikkatimi çekmişti. 13 yüzyılda yapılan yapı, 1381 yılında Venedik Cumhuriyeti tarafından satın alınıp Ferrara düküne tahsis edilmiş, daha sonra ise şehre gelen önemli kişiler için bir konuk evi halini almış. İsim Arapça konaklanacak yer anlamına gelen Funduk’tan Fondaco’ya dönüşmüş. Türk kısmı ise belki de taa 1573 Osmanlı Venedik savaşlarına kadar gitmekte… Özellikle 1571’deki İnebahtı Savaşı sonrası Venedik’te Türklerin kaldığı yerlere ‘Türklere ölüm’ diye yazmaya başlamışlar; artık ne demeli, tarih tekerrür etmiyor, olduğu yerde kımıldamadan duruyor… Neyse, 1621’de Venedik Senatosu, Osmanlı tüccarları korumak ve bir arada tutmak için bu binayı kendilerine tahsis etmiş. Amaç artık korumak mı, yoksa hepsini el altında tutmak mı diye düşünüyor insan ama Osmanlının o dönemdeki gücü düşünülürse bir ticari bağın kopmaması yönündeki çaba olarak görülebilir tabii. Böylece saray, Osmanlıların kaldığı, depo olduğu kullanıldığı bir yer haline dönmüş; hatta o dönemde içine mescit ve hamam bile yapılmış. Hatta rivayete göre, o dönem burası (Osmanlı toprakları hariç) Avrupa’da Müslümanların ibadet edebileceği tek yermiş.

Ama buranın da belli kuralları varmış; giriş geliş saatlerinden yanında kadın, silah getirmemeye kadar… 1797’de Venedik Cumhuriyeti’nin ortadan kalkmasıyla yapı da el değiştirip özel şahsa geçmiş, bu da binadaki Türk varlığının sonu olmuş. Gerçi Saraydan Türklerin tamamen çıkması 1838 yılını bulmuş ama bu arada yapı, neredeyse metruk hale gelmiş. Bu dönemde Saray restorasyona girmiş ama ne restorasyon… İnce sütunları, kemerli bağlantılarıyla Bizans ve Venedik Gotik’inden izler taşıyan binanın çatısına kubbeler, kuleler eklenmiş. Saray daha sonra Correr Müzesi’ne ev sahipliği yapmış, 1923’den itibaren de Venedik Doğa Müzesi olarak ziyarete açılmış. Şimdi bir zamanlar Türklerin nefesinin hakim olduğu binada 700 milyon yıla yayılan bir dönemde dünyanın konuğu olmuş bitki, hayvan, envai çeşit canlı sergilenmekte… Tabii binanın içinde, eski dönemlerden eser kalmamış; onun yerine bazen tropik orman, bazen çöl havası taşıyan doğal ortamlar yaratılmış. Müzede doldurulmuş hayvanlar, fosiller, deniz kabukluları, kuşlar, ne ararsan var. 7 metre uzunluğundaki ouranosaurus nigeriensis ile timsahların atası olarak kabul edilen sarcouchus imperator’un iskeletleri özellikle dikkat çekici. Müze, kasım-mayıs aylarında salı-cuma 09.00-17.00, cumartesi-pazar 10.30-17.00; haziran-ekim aylarında salı-cuma 10.00-18.00, cumartesi-pazar 10.30-18.00 saatlerinde ziyaret edilebilir, pazartesileri kapalı. Giriş 8 Euro. San Stae durağından ulaşabilirsiniz.

Ca’Pesaro

Kanal’ın en göz alıcı binalarından olan çift sıra sütunlu mermer ön yüzüyle Ca’ Pesaro, 1710’da yapılmış. Pesaro ailesine ait bu muhteşem barok şahikası yapı, Pesaro ailesinden sonra Gradenigo ailesine geçmiş, 1830’da ise Ermeni Mekhitaristler’in okulu olarak kullanılmış. Binanın Bevilacqua ailesine geçmesi ile kaderi değişmiş; düşes Felicita Bevilacqua Masa yapıyı 1898’de Modern Sanat Müzesi olarak kullanılmak üzere bağışlamış ve 1902’de Venedik Biennali sırasında Modern Sanat Merkezi olarak kullanılmış. Bina kendi başına bir sanat eseri; mermer işlemeleri yanında, Bambini, Pittoni, Crosato, Trevisani, Brusaferro elinden çıkma tavan süslemeleri ve freskleri bile binayı görmek için ziyaret etmeye değer hale getiriyor. Pesaro ailesinin koleksiyonunu oluşturan Vivarini, Carpaccio, Bellini, Titian, Tintoretto, Giorgione gibi 17. ve 18. yüzyıl Venedikli ressamların eserleri de Sarayın değerleri arasında. Ayrıca 1950’lere kadar düzenlenen biennallerdeki eserler de burada sergilenmekte. Tabi Saray, bir modern sanat müzesi olarak çağdaş sanatçıların eserlerine de ev sahipliği yapmakta.

Venedik tarzı cam sanatı ile 19. ve 20. yüzyıl İtalyan ressamları yanında Bonnard, Miro, Matisse, Klimt, Kandinsky, Klee gibi modern sanatın klasikleşmiş isimlerinin eserleri görülebilir. Bunların yanında daha da modern bazı eserler var ki, onlar benim için çok fazla modernler, hele kadın partizan isimli çalışmayı görünce bizim yıllardır dilimizden düşmeyen ‘Chiao Bella’ bu muydu yani, diye düşünmedim değil.

Ca’ Pesaro ayrıca bir uzak doğu eserleri sergisini de barındırmakta. Saray’ın Museo Orientale kısmında Bardi Kontu’nun 19. yüzyılda Japonya ve Çin’e yaptığı seyahatlerde topladığı ve ince porselen işçiliğinden görkemli paravanlara, silahtan dokumaya kadar bir çok örneği içeren sergisi de görülmeye değer. Müze, kasım-mart 10.30-16.30, nisan-ekim 10.30-18.00 saatlerinde ziyaret edilebilir, pazartesileri kapalı, giriş 10 Euro. Saraya gelmek için San Stae iskelesini kullanabilirsiniz

Palazzo Mocenigo

San Stae kanalının Büyük Kanal’a açılan köşesinde bulunan bu Saray, 1414-1778 yılları arasında içinden yedi dük çıkarmış olan Venedik’in en köklü ailelerinden Mocenigoların Sarayı… Gotik havalı bu yapı 17 yüzyılda yeniden yapılmış. Ailenin son üyelerinden Alvise Nicolo 1945’te Sarayın bir sanat galerisi haline getirilmesi şartıyla Venedik şehrine bağışlamış, 1985’te ise burada tekstil-kostüm ve parfüm çalışmaları merkezi kurulmuş. 18 yüzyıldaki haliyle korunmuş Sarayı gezerken sanki dönem filmleri çekilen bir film platosunda dolaşıyormuş gibi oluyorsunuz. Eğer bu aile hakkında daha fazla bilgi edinmek isterseniz tavanlardaki fresklere bakın çünkü aile bireyleri ile ilgili önemli anlar tasvir edilmekte. Saray, 18 yüzyıl aristocrat yaşamına ışık tutuyor; birbirine geçmeli odalardaki Venedik tabloları, yemek masası düzenlemeleri, parfüm şişeleri, biblolar, kristal avizeler, ahşap oymalı kapılar gerçekten etkileyici. Müze, pazartesi hariç her gün, kasım-mart aylarında 10.30-16.30, nisan-ekim aylarında 10.30-17.00 saatlerinde ziyaret edilebilir. Giriş 8 Euro. San Stae durağında inerek ulaşabilirsiniz.

Ca’d’Oro

Venedik’te Gotik tarzdan Rönesans tarzına geçişin en iyi örneklerinden olan bu Saray, adeta taştan bir dantel gibi Kanalı süslemekte. İçinden 1043-1676 arasında 8 dük çıkarmış olan Containi ailesi tarafından 1428-1430 yılları arasında yaptırılan Saray, ön cephesindeki kaşkemerli pencereleri, İslam etkisi taşıyan yuvarlak kemerleri, ince mermer işçiliği ile Kanalın en ilgi çeken yapılarından. Ön cephesindeki yaldızlı, kızıl-altın varakları nedeniyle altın ev olarak anılan Sarayın bir diğer adı da Palazzo Santa Sofia. Saray 1927’den beri Giorgio Franchetti’nin koleksiyonuna ev sahipliği yapan bir müze. Ama bundan önce, 1846’da Rus Prens Troubetzkoy tarafından alınıp balerin Marie Taglioni’ye hediye edilmiş ve o sırada Saray gitmiş gelmiş; artık balerinin kafasına ne estiyse, Gotik merdivenleri, taş işçilikleri, kuyu başı düzenlemesini ve bir sürü şeyi kaldırıp atmış.

Hadi biz sanatçı eserikliği diyelim ama bazıları buna vandalizm diyor. Neyse ki 1894’te Baron Giorgio Franchetti satın almış ve Sarayın yaralarını sarıp aslına uygun restore ettirerek bir de harika bir müze haline getirmiş. Saray’ın girişindeki avlu bile başlı başına bir ziyaret nedeni. Tabanı kaplayan mozaikler, Bon’un oymalarla süslü kuyu başı insanı daha fazlasını görmeye davet ediyor. Birinci katta Venedikli ressamların eseri yanında heykeller de görülebilir. İkinci katta Tiziano’nun Venüs’ü, Guardi’nin Venedik resimleri yanında goblenler, seramik eşyalar da sizi bekliyor. Balkonunun kanal manzarası ise nefes kesici. Bu Sarayı ne yapın edin gezin; Ca’d’Oro iskelesinden ulaşabilirsiniz, pazarları kapalı ama salı-pazar 08.15-19.15, pazartesi 00.15-14.00 arası ziyaret edebilirsiniz ama 14 Euro ödeyerek…

Ca’ Rezzonico

Büyük Kanalın bu görkemli Gotik Sarayı, 1934’ten bu yana ’18. yüzyıl Venediki’ konseptinde bir müze olarak kullanılıyor. Bu sarayın yapımına, Venedik sanat tarihinde adını sık sık duyacağımız, Baldassare Longhena tasarımı esas alınarak Bon ailesi için 1667’de başlanmış ama Bon ailesinin serveti ancak ikinci kata kadar yetmiş. Daha sonra 1712’de Cenovalı Rezzonico ailesi tarafından satın alınıp Giorgio Massari’ye tamamlatılmış. Zamanının en şık baloları, şölenleri bu dönemde yaşanmış. Hatta 1888’de şair Robert Browning, oğlu Pen tarafından alınan yapının eğlence ve konforuna methiyeler düzmüş ama tadını pek çıkaramadan ölmüş. Ama Saray’dan ilham alan başka sanatçılar da var; Cole Porter 1926-1927’de burada kalmış.

Haliyle Sarayın en görkemli yeri Massari elinden çıkma büyük balo salonu. Devasa salonun tavan freskleri, ışıklar saçan avizeleri, oymalı mobilyaları Saray’ın şaşaalı geçmişini yansıtıyor gibi. Hoş, sarayın dekorasyonunda başka saraylardan getirilen eserler de kullanılmış. Salonda özellikle Tipolo’ların tavan freskleri ile duvar resimleri dikkate değer. Ayrıca Saraydaki resimler arasında Longhi imzalı Venedik’in gündelik hayatına yer veren eserler ilginizi çekebilir. Venedik’in Avrupa’nın yıldızı olduğu dönemlere tekabül eden 18 yüzyılda, soyluların yaşamlarına tanık olmak isterseniz; kasım-mart arası 10.30-16.30,nisan-ekim arası 10.30-17.30 saatlerinde 10 Euro ödeyerek gezebilirsiniz, salı günleri ise Müze kapalı. Buraya ulaşmak için Ca Rezzonico durağında inmeniz gerekiyor.

Gallerie dell’ Accademia

Venedik’te, hele resim ile ilgiliyseniz, kaçırmamanız gereken bir yer de Accademia. Bizans dahil Orta Çağ sanatından başlayıp Rönesans ve Barok’a uzanan bir dönemin eserleri, sizi geçmişte bir yolculuğu çıkaracak, hem de o dönemlere ait bir yapı olan Scuola della Cartia’da…Bu koleksiyon Venedik Cumhuriyeti yönetimi tarafından yapılan bir düzenleme ile 1750’de ressam Giovanni Battista Piazzette tarafından Accademia di Belle Art di Venezia adıyla oluşturulmuş; resim okulu sanatçılarının eserleri o dönemde Fonteghetto della Farina’da sergilenmiş. 1807’de Napoleon öneminde bu koleksiyon, Scuola della Carita, Santa Maria della Carita Kilisesi ve Canonici Manastırına taşınmış. Koleksiyon, birçok kilise ve manastırlardan toplanan eserlerle zenginleştirilmiş. Bizans etkisindeki Venedik Okulu bölümünde Paolo Veneziano ile Michele Giambono’nun ‘Kutsal Bakire’nin Taç Giymesi’ resimleri öne çıkıyor. Rönesans bölümünde ise Bellini ailesinin eserleri göz alıcı… Zaten Bellini’ler Venedik’te sık sık karşımıza çıkıyorlar.

Ayrıca Jacopo Tintoretto’nun ilk baş yapıtlarından ‘Kölenin Mucizesi’ önemli. Barok bölümde öne çıkanlar ise Bernardo Strozzi ile Giambattista Tiepolo… Ayrıca Venedik’in 16 yüzyıl sonlarındaki görünümü ve yaşantısıyla ilgili resim serisi de Galerinin önemli eserleri arasında. Öte yandan dönem heykelleri de burada görülebilir. Galeri’nin bulunduğu Scuola della Carita, Venedik’teki en eski altı scuola’dan biri, 1260’da kurulmuş ama yapım tarihi 1343’e kadar gidiyor, ön yüzü ise 1441’de Bartolomeo Bon tarafından yapılmış. Scuola’lar Venedik’e özgü bir nevi vakıfmış; 13 yüzyıldan itibaren azınlıkların ve meslek kuruluşlarının birbirini desteklemek için kurdukları örgütlenmelermiş, aralarından bazıları parayı bol bulunca gösterişli binalardaki sanat merkezleri haline dönüşmüş. Söylemeye gerek yok; yapının duvar ve tavan resimleri, oymaları ayrıca göz alıcı. Bu muhteşem müzeye Accademia durağını kullanarak gelebilirsiniz; giriş 12 Euro, salı pazar 08.15-19.15, pazartesi 08.12-14.00 arası ziyarete açık.

Peggy Guggenheim Müzesi

Dünyadaki diğer Guggenheim’lar ile aynı mantıkla bir modern sanat galerisi olan Müze, 18 yüzyıl tarihli Palazzo Venier dei Leoni’de yer almakta. Bu palazzo, dört katlı olarak planlanmış ancak sadece ilk katı tamamlanmış. 1949’da burayı satın alan Peggy Guggemheim’ın koleksiyonu çift kanatlı bu binada sergilenmekte. Modern sanat akımlarının her birinin nadide örneklerinin görülebildiği Müzede, bir oda, P.Guggenheim’ın keşfedip desteklediği Jackson Pollock’ın eserlerine ayrılmış.

Aynı zamanda kocası olan Max Ernst’ün eserleri yanında, Müzede Picasso, Miro, Magritte, Kandinsky, Mondrian, Malevich gibi ressamların resimleri de görülebilir. Ayrıca çağdaş heykel örnekleri de Müzenin koleksiyonları içinde; heykeller içinde özellikle Marino Marini’nin Angelo della Citta’sı dikkatinizi çekecektir, artık ben anlatmayayım, şehrin meleğinin ne durumda olduğunu siz gidip görün…Guggenheim’a Accademia iskelesinden ulaşabilirsiniz; salı günleri kapalı, diğer günler 10.00-18.00 saatleri arasında ziyaret edebilirsiniz, giriş 15 Euro.

Diğer Yerler

Kanal boyunca genel olarak kiliseler, malikaneler arasından geçerek dolaşıyorsunuz, malikanelerin çoğu ziyarete açık değil, özel kullanımda; bunun dışında otel, bir kurumun idari merkezi ya da müze olarak kullanılanlar da var. Bunlar dışında kalan yerlere ise bu bölümde değindim.

San Giacomo di Rialto

Rialto köprüsünün sol ayağının bitiminde bulunan bu değişik görünümlü minik kilise, rivayete göre 421’de yapılmış ama kayıtlara geçen tarihi 1152 imiş. Kendine has Gotik havaya sahip Kilisenin kulesindeki saat, zamanı kafasına göre gösteriyormuş. İnsanın bağrına basacağı bu sevimli, kendine has yapı ve çevresindeki barlar da ayrı bir çekim merkezi. Burası bir müzik müzesi olarak kullanılıyor ve ücretsiz gezilebiliyor.

Mercato del Pescheria

Rialto Köprüsü’nün yanındaki pazar meydanı sebzeden balığa ne ararsanız bulabileceğiniz bir yer. 1250’lerden beri şehrin en canlı pazarı ama erken saatlerde açılıp öğlene doğru kapanıyor, onun için erken davranmanız gerek… Erberia, sebze ve meyve pazarı; yanında da Pescheria denen balık pazarı var. Pazar günleri kapalı. Daha taze, daha ucuz ve daha renkli… Zamanı uydurabilirseniz uğrayın.

Fondaco dei Tedeschi

Alman tacirlerin hem depo hem de konaklama ihtiyaçları için kullandıkları bina, hemen Rialto Köprüsü’nün sol tarafında yer almakta ve bugün sükseli bir mağazaya ev sahipliği yapmakta; şaraptan eşarpa her şey var ama bir şişe şarap 900 euroydu, haberiniz olsun. Bina 1228 yılında yapılmış ama atlattığı yangın sonrası 1508’de Rönesans tarzda yeniden yapılmış. Şimdilerde pahalı markaların renklendirdiği bina, yıllar içinde Giorgione, Titian, Tintoretto gibi sanatçıların eserlerinin yok olmasıyla esas rengini kaybetmiş. Ama bizi ilgilendiren buranın terası… Teras manzarası bir harika, tüm kanala hakim bir noktada. Ama çıkmak için randevu almanız gerek, ya Mağazanın içindeki sistemden ya da internetten… Sadece 15 dakika o manzarayı yudumlamanıza izin var; size tavsiyen güneş batışı saatlerini tercih edin, günün kızıllığı Kanala vururken iyi ki şu geveze adamın yazdıklarını okumuşum diyeceksiniz…

Size tavsiyem bu tekne gezisini bir gündüz bir de gece yapın; geceleyin özellikle dolunay varsa ay ışığının malikanelerin şık kristal avizelerinden yayılan ışıklara karışıp Kanal sularına oynaşmasını seyretmek, o ışık yanan pencerelerden eski günlerin şaşaasından bugüne kalan görkemi görmek ayrı bir deneyim… Artık tekneden inme vakti, bu yazımızın da sonu demek. Ama Kanal’ın öyküleri bitmiyor. Eğer o öykülere kulak vermek isterseniz ‘Meraklısına’ kısmına bir göz atın…

Meraklısına Kanal Öyküleri

Büyük Kanal aslında Venedik tarihinin bir özeti; bazı malikaneler şık, bakımlı, bazıları metruk ama hepsi gezilesi yerler… Bir Venedik gezisi, belki bu malikanelerin hepsini gezmemize yetmez, gerek de yok zaten ama tekne turu boyunca önünden geçtiğimiz yerler hakkında kısa bilgiler, oranın öyküleri ilginç olabilir belki… Rotamız 1 numaralı vaporetto hattı…

Vaporetto 1 Numaralı Hat Durakları

Bu hat Piazzale Roma ile Lido arasında çalışmakta ama bizi ilgilendiren duraklar: P.Roma-Ferrovia-Riva de Biasio-San Marcuola(Casino)-San Stae-Ca’d’Oro-Rialto Mercato-Rialto-San Silvestro-San Angelo-San Toma-Ca’Rezzonico-Accademia-Giglio-Salute-San Marco… Bu duraklarlar Ferrovia, Rialto, Accademia duraklarında yukarı ve aşağı yönler için birbirine yakın ama farklı duraklar bulunmakta, dikkat etmenizde fayda var, diğerleri aynı duraktan yukarı ve aşağı yönlere gidilebiliyor.

Palazzolardan Öyküler

Önce sağda Palazzo Diedo’yu göreceğiz; 18 yüzyıl sonuna ait bu Neo klasik malikanede, Venedik Cumhuriyeti’nin donanmasının son komutanı doğmuş. San Simone Piccolo Kilisesi’nin yanında ise 16 yüzyılda yapılmış Rönesans sarayı, Palazzo Foscari-Contarini var; büyük dük Francesco Foscari’nin ait olduğu ailenin sonraki kuşaklarına ait bir saray. Francesco Foscari, 1450’lerde ki İtalya’da diğer şehirlerle savaşmaya kafayı takmış, İstanbul’un fethi bile onu bu saplantısından vazgeçirmemiş. Aynı sırada biraz ilerde ise Palazzo Gritti’yi göreceksiniz. Burası 16 yüzyılın entelektüel düklerinden Andrea Gritti’nin üyesi olduğu ailenin malikanesi olarak 1525’te inşa edilmiş ama Andrea Gritti buranın keyfini süremeden ölmüş. Andrea Gritti, 1497’de İstanbul’a Venedik elçisi olarak gelmiş ve Osmanlı Sarayı ile yakın ilişkiler kurmuş. Bu ilişki çok da kolay bir ilişki olmamış galiba; Osmanlı topraklarında casus diye hapse de girmiş, Venedik’te ‘Osmanlı Yaltakçısı’ olarak da anılmış. Yine de İstanbul günleri renkli geçmişe benzer; üç kadınla yaşamış ve gayrimeşru oğulları İstanbul’un sefasını sürmeye devam etmişler. Scalzi Köprüsü’nün solunda Palazzo Calbo Ctotta’yı göreceksiniz; 14 yüzyılda Calbo ailesinin malikanesi olarak Gotik tarzda yapılıp 17 yüzyılda bugünkü Rönesans tarzındaki halini almış, bir çok kez el değiştirmiş, en son Ctotta ailesine geçmiş, halen özel daireler halinde kullanılmaktaymış. Yanında ise 17 yüzyılın önde gelen Sardi’nin eseri olan Palazzo Flangini görülebilir; bu barok yapı içerisinden cardinal çıkarmış olan Kıbrıslı Flangini ailesi için yapılmış. San Geremia Kilisesi’nin hemen yanında Canale di Cannaregio tarafında Palazzo Labia yer alıyor; 17-18 yüzyılda yapılan bu barok sarayın balo salonu freskleri göz alıcıymış ama ziyaret saatleri çok kısıtlı olduğu için ben göremedim. Bu arada Campo San Geremia bölgesi alışveriş için çok uygun bir yer, aradığınız şeyleri daha ucuza burada bulabilirsiniz. Palazzo Labia’nın baktığı Canale di Cannaregio üzerinde, tam karşıda yer alan Palazzo Querini’nin ön cephesindeki aile arması dikkat çekici; Querini ailesinin koleksiyonları ise Fondazione Querini Stampalia’da sergilenmekte… Hemen yanında ise, aile armasındaki kalplerden dolayı Kalpler Evi olarak bilinen Ca dei Curoi bulunuyor. Karşıda sağ kıyıda ise Palazzo Dona Balbi’yi görebilirsiniz; sade görünüşlü bu 17 yüzyıl malikanesi, evlilikle birleşen iki büyük Venedik ailesinin ismini taşıyormuş. Türk Hanı’nın hemen yakınında Fondaco del Megio dikkatinizi çekecek. Tam taş surat bir bina; burası 13 yüzyılda tahıl ambarı olarak yapılmış, Venedik simgesi Aziz Markos Aslanı ise sonradan eklenmiş, şimdi ise ilkokul olarak kullanılmaktaymış. Buranın hemen yanında sivri kuleleriyle dikkatinizi çekecek Palazzio Belloni Battagia var; 17 yüzyılda Venedik aristokrasisine giren Belloniler için Longhena tarafından yapılmış, süslü ön cephe işçiliğiyle Barok’un hakkını veren bir malikane… Yanındaki Palazzo Tron ise 16 yüzyılda Tron ailesi için inşa edilmiş, bugünse Üniversite bünyesinde kullanılmakta; aileden bir dük çıkmış ve bir çok da devlet adamı, Bavyera Elektörü Maximilian da 1684’te burada kalmış ama en çok 1775’te İmparator Joseph II için verilen balo ile ünlüymüş. Karşıda sol kıyıda başka Palazzo Vendramin Calergi mutlaka diğer binalar arasından sıyrılarak dikkatinizi çekecektir çünkü burası şehrin en sükseli kumarhanesi; Mauri Coducci’nin tasarladığı bu erken dönem Rönesans binası Loredan ailesi için yapılmış ama el değiştirip en son Calergi ailesine oradan da Şehir Yönetimine geçmiş, binanın kötü anlar barındırması normal, kumarhanede kaybedenlerin yürek acıları yeter ama hatırlanan en kötü anısı, Wagner’in burada ölmesi, hatta anısına 1995’te bina içinde küçük bir müze de açılmış ama buraya ulaşmak biraz sorunlu, normal iskeleden buraya gelemiyorsunuz, cebiniz dolu olarak özel gondollarla ancak… Tesadüfe bakın ki hemen yanındaki Gotik tarzdaki 1485 yapımı Palazzo Marcello ise, bir başka bestecinin, Benedetto Marcello’nun doğduğu yermiş. Onun yanında içinden bir dük çıkarmış önemli aristokrat ailelerden Erizzo ailesi için yapılmış Barok görünüşlü Palazzo Erinzo, bugün özel mülk ama içinde Osmanlılara karşı savaşan Paolo Erizzo’nun resimleri mevcutmuş. Sol kıyıdaki yan yana dizilen malikanelerden biri de Palazzo Emo 17 yüzyılda ünlü Venedikli generalin ailesi için yapılmış; hem Grande Canal hem Rio della Maddalena’ya cephesi olan sade bir yapı. Karşı kıyıda sağda ise, San Stae Kilisesi… Burada dikkati çeken bir yer de 15 yüzyılda yapılmış olan Gotik Ca’ Foscari… Gezimiz Ca Pesaro ile aynı sırada olan ve adını Kıbrıs Kraliçesi Caterina Cornora’dan alan Ca’ corner della Regina’nın önünden geçerek devam edecek. Kraliçe olmuş ama kaderi kötüymüş Caterina’nın; Kıbrıs Kralı II James’in eşi olan Caterina, evlendikten kısa süre sonra dul kalınca 1489’a kadar kraliçe olarak hüküm sürse de sonra bir ‘Venedik kızı’ olarak adayı Venedik Cumhuriyetine vermeye mecbur bırakılmış, işte o kraliçe Barok tarzdaki bu malikanede yaşamış. Hemen yanında ise bugün Hotel Cassiano olarak kullanılan ressam Giacomo Favretto’nun evi Casa Favretto yer almakta. Buranın hemen karşısında ise yine bir otel olan 16 yüzyıl freskleri hala görünebilen Palazzo Barbarigo bulunuyor. Hemen yanında da Rönesans tarzındaki Palazzo Gussoni Grimani Della Vida; 16 yüzyıl ortalarında Gussoni ailesi için yapılan bu Saray en son Della Vida ailesi tarafından alınmış. Bir başka görkemli saray, Palazzo Fontana Rezzonico da hemen yanında yükselmekte; bu kırmızı renkli 17 yüzyıl binası Papa Clement XIII doğduğu yermiş. Yanındaki Neoklasik tarzdaki Palazzo Miani Coletti Giusti’yi geçince bence Kanal’ın en çarpıcı yapılarından biri olan Ca’d’Oro’ya varıyoruz. Gezimize devam ederken 14 yüzyıla ait Bizans-Gotik tarzındaki Palazzo Sagredo’yu göreceğiz, burası şimdi bir otel. Dük Marco Foscari’nin evi olan Palazzetto Foscari’yi geçtikten sonra Barok tarzındaki Palazzo Michiel dalle Colonne’yi görürüz; revaklarıyla dikkat çeken bu yapı bir çok kez el değiştirmiş ve 17 yüzyıldaki sahibi Mantova Dükü zamanında burası ahlaksızlık yuvası olarak anılır olmuş, tombul hanımlara olan düşkünlüğüyle zamanının din adamlarını çileden çıkarmış. Yanındaki aslında Gotik tarzda olan Palazzo Michiel del Brusa ise 1774’teki yangından sonra yeniden yapılmış, bugünse sanat sergilerine ev sahipliği yapmaktaymış. Yanında ise yine otele dönmüş bir malikane bulunmakta; 18 yüzyılda İngiltere’nin elçisi Joseph Smith için klasik tarzda yapılmış olan muhteşem Palazzo Mangili Valmarana. Hemen yanında da Kanalın belki en eski yapısı olan Ca’da Mosto; 13 yüzyılda Venedik-Bizans tarzında Mosto ailesi için yapılmış, Portekiz’e esir taşıyan ünlü denizci Alvise da Mosto burada doğmuş ve 16-18 yüzyıllarda otel olarak kullanılmış olan yapı halen boşmuş. Karşısındaki Palazzo Mortosini Brandolin ise, soylulukları 9 yüzyıla kadar inen Morisine ailesine ait bir malikane…Yanındaki Tribunale Fabrika Nuove ise 1555’de Sansovino imzalı Pazar yeri olup bugün Mahkeme binası olarak kullanılmaktaymış. Yanındaki Rönesans tarzındaki Palazzo Grimani bugün temyiz mahkemesi olarak kullanılsa da, 1556’da Rönesans tarzında Vali Giramolo için yapılan bir yapıymış. Yanındaki 19 yüzyılda otele dönüştürülen Ca’Corner Martinengo Rava’ nın konukları arasında yazar James Fenimore Cooper’da varmış. Yanındaki ikili binalar Palazzo Farsetti ile Palazzo Loredan 12 yüzyılda inşa edilmiş, 18 yüzyılda birleştirilmiş, bugünse Şehir Meclisine ait; Venedik manzaraları ile ünlü Canova, zamanında buradaki okulda yetişmiş. Yanındaki Casetta Dandola 1192-1205 arasında Dük olan Enrico Dandolo’nun doğduğu yermiş. Sonra gelen Palazzo Bembo; 15 yüzyılda Gotik tarzda soylu Bembo ailesi için yapılan ama defalarca tadilattan geçen bir malikaneymiş, Rönesans kardinali Pietro Bembo’nun da doğduğu yermiş, bugün çağdaş sanat sergileri yer almaktaymış. Bir 13 yüzyıl yapısı olan Palazzo Bolani, 16 yüzyılda şair Pietro Ariteno’nun yaşadığı yermiş. Rialto’ya gelmeden bu kıyıdaki son malikane ise Palazzo Manin- Dolfin, 1540’da Sansovino tarafından yapılmış ama bugüne sadece Klasik ön cephesi ulaşmış. Karşı kıyıdaki aynalı holüyle ünlü 1560 yapımı Rönesans tarzındaki Palazzo Papadopoli’nin yanında bulunan Palazzo Barzizza 13 yüzyıldan kalma ön cephesiyle bizi selamlamakta. Rialto’nun kıyısındaki köşeli yapı Palazzo Camerlenghi ise 1488’de yapılmış, üstü maliye idaresi, altı ceza eviymiş. Rialto’dan sonra sağ kıyıda yüzyıl yapısı olan Palazzo Capello Malipiero 1622 yılında yeniden inşa edilmiş ama hala odalarında genç Casanova’nın maceralarının fısıldandığı duyulabilirmiş, 15 yaşındaki Casanova renkli hayatının başlangıcını burada yapmış. Yanındaki Palazzo Grassi ise 1730’larda inşa edilmiş, 1984’te Fiat tarafından alınıp sanat galerisine dönüştürülmüş. 13 pencereli yer olarak bilinen Palazzo Moro Lin, 1670’de ressam Pietro Liberi için iki Gotik yapının birleştirilmesiyle oluşturulmuş. Aynı sıradaki Palazzo Mocenigo ise dört palazzodan oluşmuş, 1818’de Byron burada kalmış. Karşı kıyıda ise Palazzo Giustinian, 1858-1859’da Wagner’in kaldığı ve Tristan ve Isolde’yi yazdığı yermiş. Yanındaki Ca’ Foscari, 1437’de Dük Francesco Foscari için yapılan bina bugün Üniversite’ye aitmiş. Aynı sıradaki Palazzo Balbi’de ise Napoleon 1807’de şerefine düzenlenen yarışları buradan izlemiş. 17 yüzyıl başına ait Klasik bir yapı olan Palazzo Grimani’den sonra Rio San Polo’nun köşesindeki Rönesans havalı Palazzo Persico ise Lombarda usulü 16 yüzyıla ait bir malikaneymiş. Yanında bulunan 1560 yılında terası ile ünlü olan Palazzo Barbarigo della Terrazza’ daki Titian resimleri 1850’lerde Çara satılmış ve bugün Hermitage Müzesinde sergilenmekteymiş. Palazzo Capello Layard ise Ninova’yı bulan arkeolog Sir Austen Henry Layard’a aitmiş. Karşısındaki Gotik Palazzo Garzoni ise bugün Üniversite’nin mülkiyetindeymiş. Aynı sıradaki Palazzo Corner Spinelli Mauro Coducci’nin eseri olup 16 yüzyıl başında yapılmış ve dönemin örnek yapılarından biri olarak gösterilmiş. Sonra gelen 15 yüzyıla ait Gotik Palazzo Loredan, 1752-1762 arası Dük olan Loredan’ın eviymiş. Sonra da 1609 yapımı Palazzo degli Scrigni görülüyor; buranın konukları arasında Lady Diana da varmış Karşısındaki Palazzo Falier ise, 1355’te vatana ihanet suçundan dolayı başı kesilen Dük Marino Faliero’nun eviymiş; bazıları eşinin onurunu koruduğunu, bazıları rejim değiştirmeye çalıştığını iddia etmiş ve bu olay Byron ve Casimir Delavigne romanlarına, Donizetti operasına konu edilmiş. Aynı kıyıda Accademia’nın hemen yanındaki Palazzo Franchetti Cavalli ise, Avusturya Friedrich’in 1836’da öldüğü yer, 1565 yılında yapılan bu bina bugün Istituto Veneto di Scienze’ye ev sahipliği yapmakta… Yanındaki 1425’te yapılan Venedik Gotiği tarzındaki Palazzo Barbaro ise ağırladığı ünlülerle adından bahsettiriyormuş; Henry James Aspern’in Mektupları’nı burada yazmış, Monet ile Whistler burada resim yapmış. Aynı kıyıda Kanalın en küçük evlerinden Casetta della Rose , şair Gabriele d’ Annunzio’nın eviymiş. Ca’ Grande ise Sansovino tarafından Kıbrıs Kraliçesi’nin yeğeni için tasarlanan Klasik bir yapıymış, içinde ise aile soy ağacının tasviri bulunmaktaymış, bu günse Eyalet İdaribinası olarak kullanılmaktaymış. Accademia tarafından ilerlerken Rönesans şahikası Palazzo Contarini del Zaffo’yu görürsünüz, 1400 sonlarına doğru Contarini ailesi için yapılmış. Aynı sıradaki Palazzo Barbarigo ise mozaikleriyle gözünüze çarpacak. Guggenheim’dan sonra ön cephe süslemeleriyle dikkatinizi çekecek Palazzo Dario’nun esas ünü uğursuzluğu; 1479’da burayı yaptıran Giovanni Dario’dan sonra kızı Marietta, kocasının iflasından sonra intihar edince felaketler zinciri başlamış, sonraki sahibi Abdit Abdoll’un iflas etmiş, İtalyan tenor burayı almak üzereyken kaza geçirmiş, The Who grubunun menajeri Christopher Lambert artık lanetten m, aldığı haplardan mı bilinmez hortlaklar görüp evden kaçmış, sonraki sahibi Fabrizio Ferrari iflas etmiş, Raul Gardini iflas edip intihar etmiş, en son malikane bir Amerikan şirketine geçmiş, nefesimizi tuttuk, bu sefer ne olacak diye bekliyoruz… Neyse ki hemen yanındaki Palazzo Salviati, muhteşem cam mozaikli ön cephesiyle gözümüzü gönlümüzü açıyor, burası Salviati cam fabrikasının idari merkeziymiş. Yanındaki 1892’de çakma Gotik tarzda yapılmış Ca’ Genovese’yi görüp bakışlarımızı Santa Maria della Salute Basilikası’na kaydırıyoruz. Karşı kıyıda ise 14 yüzyıla ait Gotik Palazzo Gritti Pisani bugün lüks bir otel. Zarif süslemeli 15 yüzyıl yapımı Palazzo Contarini Fasan ise Shakespeare’in Othello’sunda Desdemona’nın evi olarak kabul ediliyormuş; bu işin kurgu kısmı, gerçekte ise 1550’lerde Osmanlılara karşı mücadele eden milli kahraman Nicola Contarini burada yaşamış. Rönesans tarzındaki Palazzo Tieplo’da bugün bir otel olarak kullanılmakta ama 1310’da başarısız bir ayaklanmaya karışan Tiepolaların malikanesiymiş. Ön cephesindeki resimler, heykeller, fresklerle göze çarpan Palazzo Treves Bonfili, Neoklasik tarzda 17 yüzyıl yapımı bir yapı. Bienal’ın yönetim merkezi olan Palazzo Giustinian, zamanında Verdi, Proust, Turner gibi sanatçıları ağırlayan bir otelmiş. San Marco Meydanını süsleyen binalara varmadan geniş bir yeşil alan gözünüze çarpacak; burası Napoleon’un yaptırdığı, kraliyet bahçeleri olarak bilinen Giardinetti Reali, dinlenmek ve manzara seyretmek için harika bir park… Dinlenmek için bir seçenek de Harry’s Bar; Dünyanın ilk Harry’s Bar’ında bir dinlenme içkisi iyi gidebilir.

Venedik’in hemen her yerini gezdik, meşhur karnavalına katıldık, saraylarına hayran olduk, Katedraliyle, Dükler Sarayı ile büyülendik, adalarında nefes aldık. Ama Venedik bitmedi. Gerçekten şehrin her adımında, her kanalında bir gezginin ilgisini çekecek türlü ayrıntılar mevcut. Bu yazımızın bundan sonraki bölümünde Venedik’e veda ederken San Marco ve çevresini gezdiğimiz birinci yazımda ve Büyük Kanal çevresi gezdiğimiz bu yazıda henüz anlatmadığım yerlerden bahsedeceğim; bunlar daha çok Canal Grande’yi çevreleyen adaların iç kısımlarındaki ve Guidecca’daki yerler…

Artık daha önce anlattığımız yerlerden geriye ne kaldıysa oralara gideceğiz. Daha önce gezdiğimiz San Marco Meydanı, Büyük Kanal gibi Venedik’in ana turistik bölgelerinin kıyısında kalsa da bu yerler de daha önemsiz değiller.

Halen Venedik’in kalan yerlerini gezmek isteyenler için yola devam o zaman…

Müzeler, Malikaneler, Opera vs.

Kiliseler dışında Venedik’in anlattığım bölgeleri dışında olup da ilginizi hak eden yerler var. Şimdi onlara uğrayalım.

Hotel Danieli

Venedik şehir kültürünün bir parçası olan, tarihi 14 yüzyıla giden bu koyu pembe boyalı otel, Riva degli Schiavoni bölgesinin en göze çarpan binalarından. Önceleri operaların sergilendiği bir yer olan yapı daha sonra otele dönüştürülmüş, konukları arasında Dickens, Cocteau, Proust, Wagner, Debussy, Balzac gibi kişilerin olduğu otel de skandallar da eksik olmamış. Alfred Musset ile George Sand’ın büyük aşkının olaylı bitişi de burada olmuş ve George Sand, Musset’nin doktoruyla kaçmış.

Palazzo Zaguri

Gotik tarzın kendini hissettirdiği bu malikane, 1350’ lerden beri Venedik’in bir çok ünlü ailesinin evi olmuş. Malikane bir çok şeye tanık olmuş, akıl almaz partilerden yoğun resim ve sanat odaklı günlere kadar.

Bugünse bir kültür merkezi. Kandinsky’den Bolero’ya isimli koleksiyonun yer aldığı malikane de, Kandinsky, Bolero, Dali, Picasso, Miro, Warhol gibi bir çok sanatçının en bilindik eserlerinin halı dokumaları sergilenmekteydi. Kasım-Mart arası 10.00-19.00, Nisan-Ekim arası 10.00-20.00 saatlerinde ziyarete açık olan merkezin girişi 16 Euro.

La Fenice

1792 yılında klasik tarzda yapılan La Fenice Tiyatrosu, 1836’da çıkan yangından sonra tamamen yeniden ve muhteşem bir şekilde yapılıp bugünkü ismini (fenice, küllerinden doğan anka kuşu anlamındaymış) bileğinin hakkıyla kazanmış ama 1996 yangınıyla yine küllerine geri dönen anka kuşumuz, en sonunda bugünkü halini almış. Bina, bugün görkemli operalara ev sahipliği yapmakta. Binayı gezerken Maria Callas’a özel bir önem verildiği hissediliyor; Opera içinde ayrı bir Callas köşesi var, ayrıca binanın arka taraftaki köprüye Callas Köprüsü de deniliyor… Ancak burası Leyla Gencer’in de harikalar yarattığı bir yer. Burada bir gösteriye gitmeseniz de içini gezebilirsiniz; rehberli turlarla geziliyor ve önceden belirlenen değişik gezi saatleri var, ücret 11 Euro.

Palazzo Bovolo

Contarini ailesi tarafından 15 yüzyılda yaptırılan bu malikanenin en dikkat çekici yanı Lombardiya tarzı zarif sarmal merdivenleri. Venedik’in gizli hazinelerinden. Üst katta Tintoretto Odasında ressamın hayatı hakkında bilgi bulabilirsiniz. Buradan çıkılan taraça da ise muhteşem Venedik manzarası sizi bekliyor.

Museo Fortuny

Ressam, heykeltraş, sahne tasarımcısı, fotoğrafçı ve bilim adamı olan Fortuny’nin bir dönem kaldığı Palazzo Pesaro Orfei malikanesi bugün modern sanat sergilerine ev sahipliği yapmakta. Gösterişli pilili ipek giysileriyle bilinen Fortuny’nin bir katkısı da tiyatro sahnelerinde gökyüzü efekti yaratmak için kullanılan Fortunu Kubbesiymiş. Koleksiyonda Fortuny’nin altın gümüş kullanılarak dokunan kumaşları yanında biraz sönük kalan resimleri de sergilenmekte. Salı günleri kapalı olan Müze, 10.00-18.00 saatleri arasında gezilebiliyor, giriş 10 Euro.

Arsenale

12. yüzyılda kurulan ve Venedik’in gücünü aldığı donanmasının kaynağını oluşturan bu tersane, ziyarete kapalı. Ama binanın önündeki arslanları görmek için bile gelmeye değer. Öndeki iki arslan heykeli 1687’de Pire’den getirilmiş. Üçüncü aslanın ayaklarındaki runik yazılar ise 1040’larda Yunan ayaklanmalarına karşı Bizans İmparatorluğu adına savaşan İskandinav askerlerden yadigarmış. Arselane’a gelmeden önce de bir denizcilik müzesi var, ilgilenirseniz…

Bianale-Giardini Pubblici

Kıyıya açılan bu yeşillik alan hem dinlenmek için manzaralı bir seçenek hem de tek sayılı bir yılın yaz başlangıcına denk gelmişseniz Bienal pavyonlarından bazılarını gezebileceğiniz bir sanat ortamı sunmakta.

Scuolalar

Venedik’te göreceğiniz mekanlardan biri de Scuolalar… Loncası olarak düşünebileceğimiz scuololar, Venedik’te 13. yüzyıldan itibaren belli meslek gruplarına ya da azınlıklara yardım amacıyla kurulan gayri resmi örgütlenmelermiş. Zamanla bazıları zenginleşip şaşaalı binalara, resim ve heykellere para harcayan yerlere dönüşmüşler. Kayıtlara göre Venedik’te 8 scuola bulunmaktaymış. Bir tanesine gidecekseniz bu Scuola Grande di San Rocco olmalı…

Scuola Grande Di San Rocco

Zamanınız varsa Venedik’te mutlaka görmeniz gereken bir yer olan Scuola Rocco, Aziz Rocco adına hastalar için yapılan bir hayır kurumuymuş. Bartolomeo Bon tarafından 1515’te başlanıp 1549’da Scarpagnino tarafından tamamlanan yapı, Aziz Rocco’nun şehri vebadan koruduğuna inananlardan toplanan bağışlarla yapılmış. Binanın tavan ve duvar süslemelerini ise Tintoretto üstlenmiş. Yine Tintoretto’nun Çarmıha Geriliş tablosu, bir ustalık eseri olarak görülüyormuş. Sala dell Albergo’nun tavanındaki Cennetteki Aziz Rocco ise Tintoretto’nun çok takdir edilen eseriymiş. Diğer salonda Eski ve Yeni Ahitten sahnelerin ter aldığı tablolar, Bakire Meryem’in hayatını anlatan resim dizileri görülebilir. Duvar işlemeciliğinin eşlik ettiği muhteşem resimler burayı mutlaka görülmesi gereken bir yer haline getiriyor.

Scuola Grande Di Teodoro

1258 ‘de kurulan ve San Salvador Kilisenin bazı bölümlerini de kullanan okul, 17. yüzyılda genişletilmiş, bugünse kültürel etkinliklerde kullanılmakta

Scuola Di San Giorgio Degli Schiavoni

Dalmaçyadan göç eden Schiavoni cemaatinin Vittore Carpaccio’ya yaptırdığı resimlerin yer aldığı bu scuola 1451’de kurulup 1551’de yenilenmiş.

Scuola Grande Dei Carmini

Santa Maria dei Carmini Kilisesinin yanında Karmelit tarikatının merkezi olarak 1663 yılında inşa edilmiş. Giambatista Tiepolo’nun yapıyı süsleyen resimlerinden mutlaka etkileneceksiniz çünkü Karmelitler bu resimleri o kadar beğenmişler ki ressamı fahri üyeleri yapıvermişler.

Kiliseler

Önce Venedik’te gittiğim diğer kiliselerden bahsedeyim. Ama Venedik’te kiliselerin hepsini gezeceğim diye bir hedefiniz olmasın, o hedef tutmaz… Ben bu kiliselerin bir çoğuna gittim ve gittiklerimin çoğunu da yazıda anlattım ama yoruldum, hepsini aktaramadım buraya. Hem canım, zaten hepsi birbirinin aynı değil mi sonuçta… Venedik’te kiliseleri ziyaret etmenin en zor yanı, açık olduğu saatlerin karışık olması, hatta sanki bu saatler biraz da keyfi. Kilise ziyaretleri açısından bilinmesi gereken bir diğer nokta da bazı kiliselerin girişinin ücretli olması ya da girişte para almasalar bile bir bölümünün ziyaretinin ücretli olması… Ücretler ise 1-3 Euro arasında değişiyor. Ancak ücretli kiliselerin bir kısmı artık sanat ve konser faaliyetleri için kullanılmakta. Şimdi gezeceğimiz kiliseler içinde ilk ikisi eliniz kanda olsa gidilecek yerlerden, sonraki üç gidilmesi gereken kiliselerden, diğerleri yolunuza çıkarsa bakınlar arasında…

San Giorgio Maggiore

Venedik’e deniz yoluyla gelirseniz sizi ilk karşılayan, Giudecca’nın yakınında bir ada üzerinde kurulu bu muhteşem kilise, 16. yüzyılda Benedikten kilisesi olarak yapılmış. Adada ilk olarak 790’da bir kilise yapılmış ama 1223’deki depremden sonra buraya yeni bir kilise inşa edilmiş. En son 1566-1610 yıllarında tam bir Rönesans eseri olarak bugün gördüğümüz kilise ortaya çıkmış. Deniz yoluyla Venedik’e gelecekseniz, bu devasa kilise sizi büyüleyecektir. Dış cephesi ilk bakışta bir Yunan tapınağını andırıyor. Çan kulesi ise 1467’de yapılmış ama kule yıkılınca 1791’de Neoklasik tarzda tekrar yapılmış. Kilise’de Tintoretto’nun iki devasa resmi hemen göze çarpıyor. Bunun dışında Sebastiano Ricci, Jacopo Bassano, Leonardo Bassano eserleri de görülebilir. San Giorgio Maggiore Kilisesi gerek etkileyici beyaz mermer dış cephesi gerekse içindeki önemli eserlerle bir turistin beğenisini hak eden bir yer. Monet’de böyle düşünmüş olmalı ki, uzun uzun buranın resimlerini yapmış.

Santa Maria Gloriosa Dei Frari

1250-1338 arasında Fransiskenler tarafından yaptırılan bu heybetli Gotik kilise kesinlikle görülmeye değer. Kilise 15 yüzyılda genişletilerek bugünkü halini almış. Kilisenin sert dış cephesi içeride birbirinden değerli eserlere yerini bırakıyor. Venedik manzaralarıyla ünlü Canova’nın mezarı bunlardan biri.

Tiziano’nun Meryem’in Göğe Yükselişi ise mutlaka görülmesi gereken bir tablo. Ayrıca Tiziano ve Dük Foscari anıtları da kilise de görülebilir. Ahşap ve taş işlemeciliğinin üstün örnekleri birbirinden değerli resim ve heykellere eşlik etmekte. Zaman ayırın, pişman olmazsınız.

Gesuati

Giudecca’da bulunan ve Santa Maria del Rosaio olarak da bilinen bu Kilise 1726’da Dominikenler tarafından yapımına başlanmış. Kilise Klasik tazındaki dış cephesiyle dikkatinizi çekecektir. Ancak kilisenin rokoko iç süslemeleri de dış cephesini aratmayacak kadar göz alıcı. Özellikle Tiepolo’nun resimleri kilisenin en değerli hazinelerinden. Tavanın üçlü freskleri, tablolar, heykeller Kilise’yi adeta bir sanat müzesi haline getirmekte.

Gesuiti

12. yüzyılda Crociferi tarikatına ait bir kilisenin bulunduğu alana 1714’te Cizvitlerin bir kilise yapmalarına izin verilince Domenico Rossi tarafından Barok cepheli bu muhteşem kilise yapılmış. San Maria Assunta olarak da bilinen ve dış cephesi kadar iç dekorasyonu ile de büyüleyici olan kilisede Tiziano’nun Aziz Laurentius’un Şehit Edilmesi tablosu özellikle dikkate değer.

II. Redentore

Guidecca’daki 1592’de tamamlanan Santissimo Redentore Kilisesi, Palladio tarafından tasarlanmış. Mermer ön cephesince binaya gömülü sütunlar üzerinde Roma tapınaklarını andıran Kilisenin devamı büyük kubbeli bir yapıya dönüşüyor. Tintoretto, Paolo Veronese ve Francesco Bassano resimleri ile süslü kiliseye mutlaka zaman ayırın.

Santa Maria Formosa

7. yüzyıldan kalan bir kilise üzerine 1492’de Codussi tarafından Rönesans tarzında yapılan kilise, etkileyici kulesi ve dış cephesi yanında Leandro Bassano’nun Son Akşam Yemeği gibi bir çok değerli tabloyu barındırmakta.

San Vidal

1084’ten kalan bir kilisenin yerine 1696’da yeniden yapılan bu kilise 2018’den beri Interpreti Veneziani oda orkestrasının performans sergilediği bir yer.

San Giacomo Dall’orio

9. yüzyılda yapılmış bu Kilise, Venedik’in en eski kiliselerinden. 1225’te yenilenirken Bizans tarz hakim olmuş. Lorenzo Lotto’nun Bakire Meryem Azizler ve Havarilerle tablosu en önemli eseri

San Barnaba

Dorsoduro’daki bu küçük neoklasik kilise, Aziz Barnabas’a adanmış. 9. yüzyılda yapılan kilise, bir yangın sonucu tahrip olunca 1350’lerde yeniden yapılmış ve bugünkü halini 1776’da almış. Bugün sergilere ev sahipliği yapan kilise de ben oradayken Leonardo Da Vinci’nin tasarımları sergilenmekteydi.

San Zaccaria

Yapımı 9. yüzyıla kadar giden bu kilise 1414-1515 yıllarında tamamen yenilenip bugünkü Gotik ve Klasik havasına kavuşmuş. Giovanni Bellini’nin Meryem Ana ve Çocuk İsa Azizlerle tablosu en dikkate değer eserlerden. Burası zamanında soylu ailelerin kızlarının katıldığı bir manastırmış.

Sant’ Agnese

Kuruluşu 10.yüzyıla kadar giden kiliseye sonraki dönemlerde Gotik ve Barok eklemeler yapılmışsa da 1810’da Napoleon tarafından ibadete kapatıldıktan sonra iç ve dış zenginlikleri aşınmış.

San Moise

İlk defa 8. yüzyılda yapılan Kilise’nin Barok ön cephesi 1668’de yapılmış. Katkılarından dolayı Moise Vernier’ye de atıf yapılan kilise bir yandan da Bizans’ın Eski Ahit’teki peygamberleri de kabul etmesinden dolayı Musa’ya gönderme yapmaktaymış.

San Polo

İlk yapımı 9. yüzyıla tarihlense de 15 yüzyılda yeniden yapılan ve 19. yüzyılda Neo Klasik havasına bürünen kilisede Tiepolo’nun Haç Yolu serisi ve Tintoretto’nun Son Yemek tablosu görülebilir.

San Pantolon

Bir doktor olan Aziz Pantolon’a adanan 17. yüzyıl kilisesinin tavanında yer alan ve kırk kısımdan oluşan tablo da Aziz Pantolon’un şehit edilişi anlatılmakta. Bunun yanında Veronese’nin Aziz Pantolon’un Hasta İyileştirme tablosu, Antonio Vivarini’nin Kutsal Bakire’nin Taç Giymesi resmi görülecek eserler arasında.

San Rocco

Bartolomeo Bon tarafından 1489-1508 yıllarında yapılan kilise Aziz Roch’a adanmış. Kilise’de Aziz Roch’un kemikleri de saklanmakta. Ön cephe 1771’de tamamlanmış ve Maccarucci eseri.

Santi Apostoli

Cannaregio’daki bulunan ve geçmişi 7. yüzyıla kadar giden bu kilisenin bugünkü hali 1575’ten kalma. Tiepolo ve Veronese’nin tablolarına ev sahipliği yapan kilise, şehre damgasını vurmuş bir çok şahsiyetin de son istirahgahı.

San Maurizio

Yapımı 16. yüzyıla giden bu kilise 1806’da Selva tarafından Neoklasik tarzda yapılmış ama bugün Barok döneme ait müzik aletlerinin sergilendiği Museo della Musica’ya ev sahipliği yapmakta.

Bunlar Venedik’te benim gidebildiğim yerler. Tabii eksik kalan yerler var. Çiniler, fildişi eşyalar, mobilyalar, porselenler, el yazması kitapların sergilendiği Palazzo Cini mesela; 1949’da ölen oğlunun anısına Kont Vittorio Cini tarafından oluşturulmuş. Ancak Botticelli, Filippo Lippi, Piero della Francesca’nın eserlerinin yer aldığı koleksiyonu görmek biraz sıkıntılı çünkü yılın büyük bir kısmında kapalı. Bir başka gidemediğim yer ise Museo Diocesano d’Arte Sacra; Romanesk Sant Appolonia Manastırı 1976’dan beri diğer kilise ve manastırlardan toplanan sanat eserlerine ev sahipliği yapmakta ama biraz da diğer müze ve kiliseler de bu türün çok iyi örneklerini gördüğüm için ihmal ettiğim bir müze oldu burası. Öte yandan Bovolo malikanesi Venedik’in Gizli Hazinesi olarak geçmekte, orayı gezdim, anlattım ama bu kapsamda dört tane daha gizli hazine var: Chiesa delle Penitenti, Oratorio dei Crociferi, Complesso dell’Ospedaletto ve Chiesa della Zitelle…

San Marco, Dükler Sarayı ve çevresindeki tarihi yapılar ve müzeleri gezmek isterseniz; Venedik Gezi Rehberi 1- San Marco Meydanı Venedik’e Dair Herşey

Venedik Adaları Murano, Burano ve Torcello’yu gezmek isterseniz; Venedik’in Üç İncisi: Murano, Burano, Torcello

Venedik’i ünlü Venedik Karnavalı zamanı gezmek isterseniz; Venedik Karnavalı; Bir Maskeyi Sevmek

linklerinde yer alıyor.

Dünyanın en güzel bulvarını gezerken öykülerine de kulak verdik, bu arada belki bizim de bir öykümüz olmuştur dalgaların tanık olduğu… İyi gezmeler…

 

 

 

Venedik Gezi Rehberi I: San Marco Meydanı – Venedik’e Dair Her Şey

venedik

Venedik simge bir şehir… En başta bir hayal dünyasını gerçeğe büründüren Karnavalı olmak üzere, Film Festivali, Bienali ile kendini gündemde tutan, dünyada şatafatın, şaşaanın, zenginliğin timsali olmuş yerlerden… Türklerin de özellikle Anadolu’daki maceraları boyunca sürekli ilişki içinde oldukları bir devlet Venedik; gün olmuş Türkler Venediklilerden toprak almış, gün olmuş Venedikliler Türkleri uğraştırmış durmuş… Ticaret ve din savaşları nedeniyle sık sık ilişki içine girilmiş, bazen kol kola, bazen yumruk yumruğa…

Napoleon tarafından ‘Avrupa’nın misafir salonu’ olarak tanımlanan San Marco Meydanı, Venedik’e dair olan her şeyin özeti… Eğer kanallar Venedik’in damarlarıysa, San Marco da kalbi. Neredeyse Venedik tarihinin geçtiği bir meydan olan San Marco, bir gezginin kayıtsız kalamayacağı bir alan. Hatta bir yanıyla San Marco Meydanı’nı görmek Venedik’i görmek gibi bir şey; eksik ama doğru.

Önce Venedik’e ulaşımla başlayalım.

Havaalanından Ulaşım

Venedik’in havalimanı Marco Polo, şehre 13 km uzaklıkta ve ana karada. Hava limanından şehre ulaşmanın bir yolu 35 numaralı ATVO otobüsleri; 20 dakikada doğrudan Piazzale Roma’ya gidiyor, ücreti 8 euro, gidiş dönüş ise 15 euro. Biletler ATVO makinalarından alınabiliyor. Otobüslere havalimanının D çıkışından ulaşılabilir. Ayrıca şehir içinde çalışan ACTV otobüslerinin de havalimanından şehre seferleri bulunmakta; 5 numaralı otobüsle 25 dakikada Piazzale Roma’ya ulaşabilirsiniz. Biletler makinelerden alınıyor ve mutlaka onaylatılarak kullanılıyor. ACTV’ler ATVO’lardan daha küçükler ve yol boyunca her durakta duruyor.

Havalimanından şehre ulaşmanın bir yolu da trenler. Bu en ucuz ama en yorucu yol. Çünkü trenle önce Mestre’ye oradan da Santa Lucia İstasyonu’na gitmeniz gerekecek. Oradan da artık oteliniz neredeyse oraya… Mestre’ye gidiş 3 euro, oradan Santa Lucia’ya ise 1 Euro.

Havalimanından şehre ulaşmanın en keyifli yolu denizden gitmek elbette. Şüphesiz Katherine Hepburn gibi eşarbınızı uçura uçura özel taksiyle Venedik’e denizden giriş yapmak çok şık olur ama cüzdanınız buna izin vermiyorsa size Alilaguna’yı önerebilirim. Havalimanının çıkışındaki iskeleden kalkan tekneler mavi ve turuncu hat üzerinden sizi şehre ulaştırabilir. Deniz taksisi kadar olmasa da yine de havanız yerinde olur, hem de tek yön 15 euroya, gidiş dönüş ise 27 euro. Şehir sizi en muhteşem haliyle karşılıyor olacak, harika görüntülerle geziye başlamak bence her şeye değer. Her iki hat da San Marco Meydanı’na uğramakta ama ara duraklara bakıp gideceğiniz yere en yakın durağı seçebilirsiniz. Unutmayın bavul sınırlaması var; eşarplarınızı falan bir bavul ile bir el çantasına sığdıracaksınız artık… Ama illa da Katherine Hepburn’den neyim eksik diyorsanız o zaman deniz taksisi için 13 Euro açılış ve her dakika için 1.80 euro ödemeniz gerekecek; eğer yanınıza bir kaç Katherine daha bulabilirseniz faturanın yükü azalabilir ama eşarbınızın uçuştuğu her dakika aleyhinize işleyecek, bilesiniz. Bunu önlemek için de önceden gidilecek yere göre internet üzerinden bilet alınabiliyor.

Gezelim Görelim

San Marco Meydanı’nda durduğunuzda önce San Marco Bazilikası’nı göreceksiniz. Meydanın doğu kenarındaki bu görkemli Katedral’in hemen kuzeyinde, iki mermer aslanın nöbet tuttuğu alan ise Piazzetta dei Leoncini. Piazzetta San Giovanni XXIII’de denilen bu küçük meydanın kenarında yer alan Neoklasik tarzdaki  Patriarklık Sarayı (Palazzo Patriarcale) da, biraz geriden olmakla beraber San Marco Meydanı’nı selamlamakta.

Hemen sağda bir kemer üzerinde yükselen ise Torre dell’Orologio olarak bilinen saat kulesi, yanında ise artık sadece sergiler için kullanılan San Basso Kilisesi yer almakta.

Devamında uzanan kemerli koridor üzerine yükselen Procuratie Vecchie  bugün ofislerin, lokantaların, dükkanların yer aldığı bir yapı. Alt katında Venedik’in medar-ı iftiharı  cam işlemeciliğinin nadide örneklerinin satıldığı dükkanlar yanında efsanevi Caffe Quadri bulunmakta. Bu yapının sonundaki aradan girdiğinizde, yine cam ürünleri satan dükkanların sıralandığı bir ara yoldan bir büklüm yapmış kanal kenarına varacaksınız. Burası bir gondol durağı. Kanal çevresinde ise lüks oteller, cam eşya satan dükkanlar ve gecelere akabileceğiniz Hard Rock Cafe var. Bu sokağın arkası ise Venedik’in en önemli alışveriş caddesi…

Procuratie Vecchie’nin köşesinden sola dönünce, Meydanın en yeni yapısı olan Ala Napoleonica yer almakta; 1810’da Napoleon tarafından yapılan bu yapı bugün Museo Correr’e girişinin olduğu yer. Sola doğru dönen bina Procuratie Nuove, Napoleon’un üvey oğlu Eugene de Beauharnais için yapılmış ama bugün Museo Correr’e ev sahipliği yapmakta. Alt katta yine şık dükkanlar arasında Caffe Florian dikkati çekmekte.

Bu yapının sonunda ise Sansonina Kütüphanesi yer almakta. Tam karşısında ise, tüm şehre tepeden bakan Campanile yer almakta. Kule’ye bitişik olan zarif yapı ise Loggetta del Sansovino olarak biliniyor, Dükler Sarayına girmek için bekleyen patrikler için yapılmış bir yer. Buradan Kanala doğru açılan alan Piazzetta di San Marco ise Dükler Sarayı ve Sansovino Kütüphanesi ile çevrelenmiş durumda. Arkeoloji Müzesi de bu bina içinde. Yapının Kanala bakan tarafında ise Zecca denilen Darphane bulunmakta. Piazzetta’nın Kanala cephe oluşturan tarafında ise, Venedik’in iki koruyucu azizi olan Aziz Mark ve Aziz Theodore heykellerinin taçlandırdığı iki sütun gezimizin son durağı olmakta. Buradan San Marco Basilica’ya doğru geri döndüğümüzde ise Dükler Sarayı’nı göreceğiz.

Şimdi San Marco Meydanı’nda bir geziye çıkacağız, gezimiz bittiğinde Venedik’i genel hatlarıyla görmüş olacağız. Venedik’te bütün yollan San Marco Meydanı’na çıkar, o nedenle nerdeyim, nasıl geldim gibi konulara hiç girmeyeceğim. O zaman gezimize Meydana damgasını vuran San Marco Basilikası’ndan başlayalım.

Basilica di San Marco  

Bizans tarzı kubbeleri, altın yaldızlı mozaikleri ile gözünüzü alamayacağınız San Marco Basilikası, kaç kere ziyaret etseniz yeni bir şeyler görebileceğiniz zenginlikte bir yer. 828’de Venedikli tacirlerin İskenderiye’den kaçırdıkları Aziz Markos’un naaşını saklamak  için yapımına başlanan ve 832’de tamamlanan ilk kilise, 976’da bir isyan sırasında yanmış. Daha sonra 1063’te buraya daha büyük bir kilise yapılmış ve yüzyıllar içinde  bu kiliseye başka bölümler eklenmiş, ahşap kısımlar taş ve tuğlaya dönüşmüş. Burası 1807 yılına kadar dükün özel şapeli olarak kullanılmış, sonra şehir katedrali ilan edilmiş, Castello’daki San Pietro Kilisesi’nin yerini almış. 1094’te Aziz Marco’nun naaşı, zamanın Dükü tarafından burada bulunmuş. Bu dönemde bugün Hazine olan alçak kule yapılmış. Kilise İtalyan ve Bizans tarzında bir yapı. 13 yüzyılda Kilise’nin dış cephesi, mozaiklerin çoğu tamamlanmış ve kubbeler yükseltilmiş.

Gotik havalı ana giriş taş işçiliğiyle süslenmiş beş kemerli kapılardan oluşuyor. Kapılar mermer sütunlarla ayrılmış, özellikle taç kapıyı çevreleyen taş işçiliği dikkat çekici. Kapı üstlükleri ise mozaiklerle süslenmiş. Mozaiklerde İsa’nın hayatıyla ilgili öyküler resmedilmiş. Dış cephe mozaiklerinde işlenen bir konu da Aziz Markos’un naaşının İskenderiye’den kaçırılışı; bu tablolardan en soldaki orjinalmiş ve 13.yüzyılda yapılmış. Heykeller ise daha çok yukarı bölümün süslemelerinde kullanılmış. Üstte ortada Aziz Markos dahil dört savaşçı aziz ile Aziz Markos’un ve Venedik’in nişanesi kanatlı aslan görülebilir…

Ön cephede dikkatimizi çeken en önemli şey ise, üst kattan aşağıya bakan dört nala at heykelleri… Bunlar İstanbul’dan getirilen heykellerin replikaları. Kilisenin zenginliklerine zenginlik katan ise özellikle 1204’de  Haçlıların İstanbul’dan getirdiği servetlermiş; İstanbul’da gerek Bizans gerekse diğer kültürlerden getirilen mozaikler, sütunlar, freskler Katedralin bünyesine girmiş. Ama bu atlar, Haçlıların İstanbul’u yağmalamalarının simgesi olmuş gibi. Konstantinopol Hipodromu’ndan getirildiği düşünülen atlar, 1797’de Napoleon tarafından Paris’e götürülmüş ancak 1815’te Venedik’e iade edilmiş. Terasta replikalarını gördüğümüz atların asılları San Marco Kilisesi’nin teras katındaki müzede sergileniyor.

Basilika içine girdiğinizde her yandan çarpan ihtişam insanı sarıyor. 12. yüzyıla ait yer döşemesi cam ve mermeden; birbirinin içine geçmiş şekillerle ve hayvan figürleriyle bir doğu halısını andırıyor. Altın sarısının hakim olduğu mozaikler ise 12. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar uzanan bir zaman dilimine aitler. Girişteki Atriyum Mozaikleri, kuş ve balık desenleriyle yaratılış öyküsünü tasvir etmekte. 

Kilise içindeki Pentekostes Kubbesi’ni süsleyen 12. yüzyıla ait mozaikler  ile Göğe Yükseliş Kubbesi’ndeki 13. yüzyıla ait mozaikler en çarpıcı freskler; buradaki İsa, Meryem, havariler ve melekler, Bizans tarzında ama Venedikli ustalar tarafından yapılmış.  Pentekostes Kubbesi’nde, Kutsal Ruh’un bir güvercin olarak dünyaya inişi betimlenmiş.

Sonraki yıllara ait mozaikler ise Tintoretto, Veronese, Tiziano eserleri. Girişteki taç kapının yanında bulunan mozaikler ise 11. yüzyıla ait ve Kilise’nin en eskileri. Diğer İtalyan kiliselerinin aksine freskler, tüm Basilikayı kaplamakta; yukarı bölümlerde 19.yüzyıla uzanan mozaik işçiliği hakim, özellikle Murano’daki cam sanayini desteklemek için bu yola gidildiği söylenmekte. Çoğu mozaikleri Büyük Kanal gezimiz sırasında malikanesinden bahsettiğimiz Salviati ailesi sağlamış.

Yukarı kattaki Museo Marciano’ya çıkınca bu mozaiklerin bir kısmına yakından bakma fırsatınız olacak. Ayrıca bu bölümde Aziz Markos konulu pano ve Orta Çağ yazmaları yanında İstanbul’dan getirilen şahane atlar da görülebilir. Bu bölüme açılan terasta ise harika bir San Marco Meydanı manzarası sizi bekliyor.

Ama Basilikanın görülmeden çıkılmaması gereken kısmı Pala D’Oro… Gotik dönemin şahikası olan heykellerle girilen altın varaklı taban üzerine minelerle ve değerli taşlarla süslenmiş bu büyük, çok parçalı panonun yapımı MS 976’da Dük Pietro Orseolo zamanında başlamış ve tamamlanması yüzyıllarca sürmüş, hatta Napoleon panodan bazı değerli taşları almış götürmüş.

Altarda üst kısımda Hazreti İsa’nın acıları yer alırken alt tarafta Aziz Marcos’un’ın hayatından kesitler bulunmakta, bu kısım 1105’te İstanbul’da Dük Ordelaffo Failer tarafından yaptırılmış. Alt tarafta ayrıca 12 havari ile çevrelenmiş şekilde Hazreti İsa durmakta. Hazreti Meryem’in etrafında ise Bizans İmparatoriçesi Irene ile biraz kafası orantısız olmakla birlikte Dük Failer’in resimleri bulunmakta. 3 metreye, 2 metre boyutundaki altın ve gümüşten yapılma altar, sayısız değerli taşlarla,  incilerle süslenmiş. İnci, zümrüt, yakut, topaz, safir gibi değerli taşların sayısı farklı kaynaklarda değişiklikler gösteriyor; ben oturup saymadım elbette ama ışıl ışıl, parıl parıl, göz alıcı Pala D’Oro, Gotik bir hazine olarak Kilise’de sergilenmekte, en iyisi kendiniz gidip görün.

Hazine demişken, Basilica’nın Hazine dairesi de görmeye değer. Her ne kadar Venedik Cumhuriyeti yıkıldıktan sonra, buradan kaynak aktarımı adı altında tırtıklamalar olsa da, Bizans’tan getirilmiş kutsal emanet sandıkları, ayin kadehleri, dini eşyalar yanında beş kubbeli basilika şeklindeki 11. yüzyıl sandığı hala görülebilir.  283 parça altın, gümüş, cam, değerli taşlarla süslü eserlerin göz bebeği İstanbul’dan 1204 istilası sırasında getirilenler; bunlar arasında azizlere ait kemiklerin ayrı bir önemi var. İslam sanatının örnekleri, özellikle turkuaz cam kase de Hazine’de görülebilir.

Basilika’nın vaftizhanesi de uğranılması gereken bir yer. Dük Andrea Dandolo’nun ve buradaki vaftiz kurnasını tasarlayan mimar Sansovino’nun gömülü olduğu bu kısımda İsa’nın ve Vaftizci Yahya’nın hayatını anlatan mozaikler öne çıkıyor. Basilica içindeki şapeller de çeşitli dini öykülerin tasvir edildiği fresklerle zenginleştirilmiş. Bunlar arasında Giresun civarındaki bir kent olan Nikopolis Madonnası, Bizanstan yağmalanlar listesinde. Bakire Meryem’in hayatıntan kesitlerin anlatıldığı 17 yüzyıldan kalma Mascoli Şapeli ise, adından da anlaşılacağı üzere sadece erkeklerin girdiği bir yermiş.

Vaftizhane’nin dış cephesinde ise Konstantinopolis’teki bir kiliseden getirilen yarım sütunlar ile 1204’teki Haçlılar Seferi sırasında Konstantinapolis’ten getirilen ve Roma İmparatorluğu’nun 3. yüzyılda geçirdiği bunalımlı dönemi atlatmasına yardımcı olan dörtlü yönetimini tasvir eden Tetrarchia heykeli görülebilir. Diocletianus, Maximianus, Valerius ve Constantius’u simgeleyen heykellerden birinin ayağı yok; o ayak 1960’da İstanbul’da bulunmuş.

Basilica çok biricik bir yer; Venedik’te sadece bir yer görecekseniz o da burası olmalı. Özellikle İstanbul’dan getirilen parçalar bizler için daha da ilginç kılıyor burayı. Basilica Pazar hariç her gün 09.30-17.00 arası ziyaret edilebilir; pazarları ise ziyaret saatleri 14.00-16.00 arası ama yazın kapanış saati 17.00’ye kadar uzamakta. Basilica’ya giriş ücretsiz ancak Müze 5 euro, Hazine 3 euro, Pala d’Oro 2 euro… Vaporetto ile 1, 2, 41, 42, 51, 52, N, LN hatları ile San Marco veya San Zaccaria iskelelerini kullanarak ulaşabilirsiniz. Yalnız buraya gelirken giysinize dikkat etmeniz gerekiyor; omuzlar ve diz arası kapalı olacak, ayrıca sırt çantası gibi şeylerle gelmeyin, almıyorlar, bunları bırakacağınız yer de biraz mesafeli (Ateneo San Basso; saat kulesinin altı), boşuna  dert almayın.

Palazzo Ducale

Venedik’te görmeden dönmemeniz gereken bir yer de Dükler Sarayı… Bu muhteşem Gotik mucizesi Sarayın geçmişi 9. yüzyıla kadar gitmekte.

Dük Ziani zamanında (1172-1178) Saray, bugünkü yerine taşınmış ancak birkaç Bizans-Venedik mimari kalıntılar dışında bu yapıdan bugüne ulaşan pek bir şey yok. Daha sonra defalarca atlatılan yangınlar sonucu Saray, 1309-1424 yılları arasında bugünkü ana görüntüsüne kavuşmuş.  Daha sonra da gerek yangınlardan gerek üye sayısının artmasından dolayı defalarca değişikliklere gidilmiş.  Venedik’i yöneten dükaların köşkü olarak yapılan, adalet sarayı ve hükümet konağı olarak da kullanılan bu görkemli yapı, bir yanıyla Büyük Kanalın ağzına, bir yanıyla San Marco Meydanı’na bakmakta. Saray’ın en eski kısmı Kanala bakan tarafı. 1797’deki Napoleon etkisi ile Saray’ın kaderi değişmiş, önce Fransa, sonra Avusturya, nihayet 1866’da İtalya hakimiyeti ile Sarayın kullanımı el değiştirmiş.  Dış cephesi revaklar üzerinde yükselen, şık bir kutuyu andıran bu Gotik şahaserin açık cephelerinde taş işçiliği ile süslenmiş balkonlar var; rıhtıma bakan 15. yüzyıla ait balkonun tam karşısında Piazzetta’ya bakan 16. yüzyıl yapımı balkon gözünüze çarpacaktır. Dış cephenin Piazzetta köşesinde Adem ile Havva işlemesi, rıhtım köşesinde ise 15. yüzyıl yapımı Nuh’un sarhoşluğu heykeli dış süslemeler açısından dikkat çekici.

1923’ten itibaren müze olarak kullanılan Saray’a Piazzetta tarafına bakan Porta della Carta’dan giriliyor; burası  1442’de Bon kardeşlerce geç Gotik tarzda yapılmış ana giriş kapısı. İnce oymalı işçiliğiyle her bir noktası dikkate değer bu kapının en önemli figürü, Aziz Marcus karşısında eğilen Dük Foscari işlemesi. Buradan tonozlu bir geçitle kırmızı Verona mermeriyle yapılan Arco Foscari ve iç avluya geçilmekte. Bu bölümde Museo dell’Opera’dan geçeceksiniz; burada Sarayda replikaları kullanılan bazı heykel ve sütunların asılları sergilenmekte, özellikle Marcus Aslanı heykeli girişte sizi selamlamakta…

Avluya girince büyüleneceksiniz. Venedik sokaklarında sık sık karşılaşacağınız sarnıçların en iyi örneklerinden 16 yüzyıla ait iki bronz sarnıç avluyu süslemekte.  Karşıda, Sarayın tek kapalı kenarında bulunan Basilica’nın kemerleri altında timsah üzerinde duran  Aziz Teodoro heykeli duruyor, Aziz Teodoro, Aziz Marcus’tan önce şehrin koruyucu aziziymiş ve Mısır bağlantısı timsahla temsil edilmiş.

Avludan Sansovino’nu 1567 tarihli eserleri Mars ve Neptun’e ait heykellerin süslediği Devler Merdiveni/Scala dei Giganti ile sütunlu-revaklı üst katlara çıkılıyor. Bu heykeller Venedik’in deniz ve karadaki gücünü temsil ediyormuş. Bu merdiven Düklerin görevlendirilme yerleri olduğu için de önemli.

Ama yukarıya çıkarken Devler Merdivenini değil, düklerin salonlarına  çıkan Scala d’Oro’yu kullanıyoruz. Bu merdivenler 1538-1559 arasında yapılmış ve parıl parıl altın yaldızlı süslemelerden dolayı bu adı almış. 1483’teki yangından sonra yapılan düklere ait salonlar görkemli ama boş çünkü genel olarak Napoleon döneminde yağmalanmış; görkem ise odaların duvarları ve tavanlarında her biri bir sanat eseri olan resimlerinden, fresklerden, heykellerden gelmekte…  Birbirine geçmeli odalar, koridorlar Orta Çağ’dan günümüze uzanan bir sanat galerisi gibi.  Dönemin ünlü sanatçıları Tintoretto, Tiepolo, Titian’ın izleri Sarayın odalarında bugüne ulaşmış, bizi büyülüyor.

Yukarı kata çıkmadan arada, Düklerin özel dairelerine geçilen bir bölüm var; Venedikli ressamların eserlerinin sergilendiği bir alan. Venedik panoramasının hakim olduğu Vedutism akımının Antonio Canova ile doruğuna ulaştığı çeşitli ressamların eserleri, düklerin şahsi odalarında sizleri bekliyor. Ayrı bir biletle girilen bölümde benim ziyaret ettiğim dönem Venedik ve Büyük Kanal ile ilgili resimlerin sergilendiği Canaletto- Venezia sergisi mevcuttu.

Yukarı katta ilk oda Sala di Scarlatti; tavandaki Titian ve Salviati freskleri yanında Lombardo elinden çıkma Dük Loredan’ı Hz Meryem’in ayakları dibinde tasvir eden kabartma eser dikkatinizi çekecektir. Daha sonra gelen Sala dello Scudo ise duvarlarını kaplayan haritalardan dolayı harita odası olarak biliniyor, odanın ortasında ise 18.yüzyıla ait dev yerküre görülebilir, dük armaları da odanın başka özelliği. İlerideki galeride ise Venedik’in gururu Giovanni Bellini’nin resimleri görülebilir.

Dük Francesco Erizzo’ya adanan Erizzo odası ise, diğer odalar gibi ahşap işçiliği ile bezeli tavanı ile dikkat çekici. Priuli de denen Stucchi odasının tavan ve duvarlarında İsa’nın hayatını anlatan resimler mevcut. Önceden 12 filozofun resmi olduğu için Filozoflar Odası olarak bilinen oda da Titian’ın Aziz Christopher freski dikkate değer. Dük Giovanni Corner’ın resimlerinin bulunduğu Corner Odası’nda mermer işçiliğiyle süslü şömine de dikkat çekici.

Üçüncü katta konsey salonları mevcut. 1574’teki yangından sonra Tintoretto’nun İncil’den sahnelerle süslediği Sala delle Quatro’dan sonra, delege ve elçilerin bekleme odası olan  Anticollegio’ya varılıyor; eskiden deri işlemeleri ile kaplı duvarlara 1716’da yapılan mitolojik sahneleri konu alan freskolar Tintoretto eseri, ayrıca Tiepolo’nun Venedik tasviri de dikkat çekici.

Sala del Collegio ise, Venedik senatosu işlerinin yürütüldüğü bir bölüm. Buranın özelliği ise tavanı; 1575-1578 yıllarında yapılan resim Veronese’in en iyi eserlerinden biri olarak görülüyor. Sala dei Senato ise, Venedik senatörlerinin toplanıp karar aldıkları bir yer; Venedik tarihinden olaylarla ilgili resimler ilginç.

Daha sonra Sala del Consiglio dei Dieci’ye geçiliyor. Ponchino eseri tavan süslemeleri ile Onlar Meclisi’nin gücünün anlatıldığı bu salon, biraz da Venedik’in geçmişi çünkü 1310’daki bir Tiepolo tarafından yapılan bir darbe girişimi sonrası devletin güvenliği ile ilgili suçların soruşturulması için kurulup sonra kontrol edilemez bir güce dönüşen Onlar Meclisi Konseyi’nin toplantı salonu burası… Tavan süslemelerinin bazıları Napoleon tarafından götürülse de 1554 tarihli iki tablo sonradan geri alınmış. Engizisyonun karanlık günlerine de tanıklık eden bu odanın devamında, suçluların yargılandığı Sala della Bussola’ya geçilmekte. Muhteşem süslemelerin gözümüzü kamaştırdığı bu salon aslında acılarla dolu bir yer, özellikle duvarda imzasız ihbar mektuplarının atıldığı aslan ağzına (bocca di Leone) dikkat.

Sala della Bussola ismini büyük ahşap pusuladan alıyor; Adalet heykeliyle birlikte duran dev pusula Onlar Konseyi’nin üç başkanının odası olan Sala dei Tre Capi’nin girişini gizlemekte. Tavan süslemeleri Veronese’ye, şömine tasarımı Sansovino’ya ait. Buradan ise bir yolla cephaneliğe ve hapishaneye geçilmekte. Tekrar aşağı, ikinci kata inerken Sala dei Guariento’dan geçeceğiz;  1365’te Guariento’nun yaptığı ancak 1577 yangınından sonra ancak bir parçası kalan Kutsal Bakire’nin Taç Giymesi freskine göz atın.

Esas muhteşem oda Büyük Konsey Salonu olarak geçen Sala del Maggior Consiglio… Bu salona girilen verandada Antonio Rizzo’nun Adem ve Havva heykellerini göreceksiniz, sonra da bakmalara doyamayacağınız süslemeleri ile Büyük Konsey’in yasa yapmak, üst düzey memurları seçmek için toplandığı, en çok Fransa Kalı III Henri için verilen muazzam davet ile hatırlanan salona geleceksiniz. Bu salon 14. yüzyılda yapılmış. Binlerce siyasi olaya tanık etmiş, 53X25 metre boyutlarıyla Avrupa’nın en büyük salonlarından biri olan Büyük Konsey Salonu, adeta bir sanat galerisi gibi; Guariento, Vittore Carpaccio, Giovanni Bellini, Titian, Alvise Vivarini, Pisanello, Veronese  gibi dönemin en ünlü sanatçılarının eserlerinin yer aldığı salonda Tintoretto’nun 1592’de biten 7.45X24.65 metre boyutundaki devasa Cennet tablosu, başlı başına bir ilgi merkezi; bu tablo dünyanın en büyük tablolarındanmış. Duvarlarda ve tavanda Venedik tarihinden sahneler yer almakta. Ayrıca 76 dükün portresi de duvarlarda görülebilir; geri kalan 42 dükün portreleri ise Sala dello Scrutinio’da. (Malikanesinden Büyük Kanal yazımızda bahsettiğimiz) 1355’te bir darbeye karışan ve idam edilen Dük Marin Faliero’nun portresi ise siyah örtüyle kapatılmış. Sala dello Scrutino ise 1540’larda Dük Foscani döneminde kütüphane olarak yapılan bir kısımmış ama Marciana Kütüphanesi’nin yapılmasından sonra seçimlerde kullanılır olmuş.

Aradaki yargı sürecine dahil sansür heyeti (Sala di Censori), avukatlar gibi kurumlara ayrılan ve yine portrelerle, Venedik sahneleriyle süslü odalardan, önce eski hapishaneye oradan Ahlar Köprüsü ile yeni hapishaneye geçilmekte. Eski hapishanenin geçmişi 12. yüzyıla kadar dayanıyor ve konukları arasında Giacomo Casanova gibi renkli kişilikler de var. Piombi kurşun demekmiş ve adını çatıdaki kurşun kaplamalardan alıyormuş; bu nedenle eski hapishanenin üst katlarına piombi deniliyormuş. Eski hapishanede her hücrede uygulanan eziyet belki aynıymış ama üst kattakiler en azından güneş ışığını görebildikleri için karanlık ve rutubetten etkilenmiyorlarmış. Ayrıca Casanova gibi çatıdan bir gedik bulup kaçabilme şansı da üst katların artısı olsa gerek.

1595’te tamamlanana Ahlar Köprüsü ise 1614’te Sarayı yeni hapishaneye bağlamak için yapılmış ve adını engizisyon sorgulamalarından hapishaneye götürülen mahkumların feryatlarından almış. Bu köprüyü görmek için biraz ilerdeki Ponte della Paglia’ya gitmeniz gerekecek;  bu köprü ilk defa 1360’ta inşa edimiş ama bugünkü halini 1847’de almış.

Hücreleri gezerken mahkumlardan kalan çizimler, resimler iç burkucu. Tabii sergilenenler arasında bazı erotik çizimler de var ama en çok rastlanan resimler güzel yüzlü kadınlar ve sefere çıkan gemiler…

Dükler Sarayı Azerbeycan’dan A.B.D’ye bir çok yapıya ilham kaynağı olmuş, filmlerden video oyunlarına, karşımıza çıkan bu muhteşem yapı Venedik gezinizin olmazsa olmazı. Saray, her gün 08.30-17.30 arasında ziyarete açık, Nisan-Ekim arası kapanış saati 17.00 oluyor. Giriş 19 euro. Bu bilet Dükler Sarayı, Museo Correr, Arkeoloji Müzesi ve Marciana Kütüphanesi için  geçerli. Ancak düklerin özel odalarını gezmek için ayrıca 4 euro ödemeniz gerekiyor. Sarayda Sırlara Yolculuk ya da Sarayın Gecesi gibi turlarla da gezilebiliyor.

Campanile 

San Marco Basilica’sının tam karşısında duran ve 98,6 metre ile Venedik’in simgelerinden biri olan bu kule, 1173’te deniz feneri olarak yapılıp 1514’te bugünkü halini almış. Venedik’in en yüksek binası olan Campanile tepesinde Bartolomeo Bon’un tasarımı altın rüzgar gülü ile taçlanmış. Piramit şeklindeki tepesinin hemen altında Venedik Cumhuriyeti döneminde her birinin ayrı anlamı olan beş çan bulunmakta; bir çan iş günü başlangıcını, bir çan infazları, biri Büyük Konsey toplantılarını haber verirmiş… Kule Orta Çağ’da, hapishane olarak da kullanılmış. Kule Logetta denilen bölüm üzerinde yükselmekte; 16 yüzyılda Sansovino tarafından yapılan kısım Cumhuriyeti simgeleyen kırmızı Verona mermerlerinden yapılan kabartmalarla süslenmiş.

Galileo 1609’da teleskopunu Dük Leonardo Dona’ya burada takdim etmiş ama henüz o vakit asansör yokmuş. Asansör 1692’de yapılmış. Gerçi Kule, 1902’de aniden çökmüş; ertesi yıl  ‘olduğu yerde olduğu gibi’ sözlerinin kazılı olduğu temel taşı yerleştirilmiş ve 1912’de yeni kule açılmış. Ziyaret etmek isterseniz; Mart, Nisan, Ekim’de 09.00-19.00, Kasım-Şubat arası 09.30-15.45, Haziran-Eylül arası 08.30-21.30 saatlerinde 8 euro karşılığı yapabilirsiniz.

Torre Dell’Orologio

San Marco Meydanı’nın bir diğer süsü de Meydanın kuzeyinde yer alan Saat Kulesi; şehrin alışveriş bölgesi olan Merceria girişindeki 15. yüzyıl yapımı erken Rönesans tarzındaki bu Kule, tepesindeki çanı, altın yıldızlarla süslü  mavi satıh üzerindeki Marcus Aslanı, daha altta Hazreti Meryem heykeli ve saat ile dikkatinizi çekecektir. Tepedeki çanı ellerindeki çekiçle çalan iki heykelden biri yaşlı, biri genç adam figürü ise acımasızca geçen zamanı temsil ediyormuş…Çan ise 1497 yapımı. Bana denk gelmedi ama bazı dini günlerde saatin iki yanındaki Müneccim Kral figürleri, bölmelerden çıkıp Meryem’i selamlıyormuş. Kulenin altı kemerli bir geçitle Rialto’ya bağlanan yola açılıyor. Kulenin etrafında  ise daha çok Murano cam işçiliğinin en iyi örneklerinin bulunabileceği dükkanlar var ama kaliteye yüksek fiyatlar da eşlik etmekte…

San Marco San Teodoro Sütunları

San Marco Meydanı’nın Dükler Sarayı kenarından Kanala doğru uzanan bölümünde yer alan bu iki sütun, şehre ulaşımın sadece deniz yoluyla olduğu dönemlerde Venedik’in ana girişini süslemekteymiş; şimdi ise turistik bir simge olan bu sütunlar Konstantinopolis’ten getirilen ganimetlerdenmiş. Sütunlardan birinin üstünde Venedik’in Aziz Marcos’tan önceki koruyucu azizi olan Teodoros’un heykeli bulunmakta; gerçi bu heykel bir replika, aslı Dükler Sarayı’nda sergilenmekte. Diğer sütunda ise Aziz Marcos’un kanatlı aslan heykeli görülmekte ama rivayet odur ki, bu aslında kanat takılmış bir Çin ejderiymiş…Şimdi şehrin gündelik  curcunasına kaytsızca tanıklık eden bu iki sütun aslında Venedik tarihinin kötü anlarının bir simgesi çünkü 18. yüzyıl ortalarına kadar idam cezaları burada infaz edilirmiş.

Procuratie

Bir ucu San Marco Basilikası ile kaplı olan San Marco Meydanı’nın diğer üç tarafını çevreleyen binalar Procutarie binaları olarak adlandırılıyor. Kemerler üzerinde iki katlı olarak alanı çevreleyen bu binalar, genel olarak yöneticilerin ofisleri için yapılmış.

Sırtınızı Basilica’ya verirseniz sağınızda kalan kanat en eski bölüm olan Procuratie Vecchie; 12. yüzyılda yöneticilerin  ofis ve evi olarak yapılmış; 16 yüzyılda atlattığı yangından hasar görse de eski Gotik havasından esintilerle yeniden yapılmış. Meydanın güney tarafına denk gelen kısım ise Procuratie Nuove olarak biliniyor; 1586’da Klasik stilde başlanıp 1640’da tamamlanmış. İki yapı arasında bulunan kanat, 1810’da, orada bulunan bir kilise yıkılarak Neo klasik tarzda yapılan Ala Napoleonica; burası Venedik Cumhuriyetinin yıkılmasından sonra Napoleon tarafından rezidans, balo salonu ve yönetim binası olarak yaptırılmış, daha sonra Avusturyalı yöneticiler tarafından kullanılmıştır. Bu bina silsilesinin Kanal tarafı Zecca olarak biliniyor; Dük Andrea Gritti tarafından Meydan düzenlenmesi için 1536-1540 arasında darphane olarak tasarlanan bina 1870’e kadar bu amaçla kullanılmış; bugünse Biblioteca Marciana’ya ev sahipliği yapmakta.

Bir zamanlar Venedik’in ileri gelen aileleri, kendi malikaneleri dışında, sefahat alemleri için bu yapılarda küçük birer daire tutarlarmış. Bugünse Ala Napoleonica ve Procuratie Nuove, başta Correr Müzesi olmak üzere üç önemli ziyaret noktasına ev sahipliği yapmakta… Ama gezginler için asıl, bu yapıların en alt katında kemerli revaklarla süslü bölüm ilgi çekici. Çünkü sıra sıra dizilmiş ve Venedik’in gururu cam işçiliğinin nadide örneklerinin satıldığı şık ve pahalı dükkanlar gerçekten insanın aklını çelecek kadar muhteşem. Neredeyse aklınıza gelecek herşeyin cam versiyonunu görebilirsiniz. Ama burada asıl iki cafeden bahsetmek gerek… İkisi de şık ve pahalı olan bu kafelerin simgesel anlamları da var. Procuratie Vecchie tarafındaki Cafe Quadri, 1775’te açılmış ve  Avusturya hakimiyeti döneminde Avusturyalı askerlerin gözde mekanıymış. 1720’de açılan Cafe Florian ise Procuratie Nuove tarafında; burası Cafe Quadri’ye inat o dönemde Venediklilerin tercih ettiği bir yermiş, ama Venedik destekçileri yanında Byron, Proust, Dickens gibi yazarlar da buranın müdavimleri arasındaymış. Kanala bakan taraftaki Cafe Lavena ise 1750’de açılmış; burası da Richard Wagner ve de bendenizin tercih ettiği yer olarak kayıtlara geçsin.

Museo Correr

Venedik’in tarihi ve sanatına tanıklık eden nadide eşyaları muhteşem bir sarayda görmek isterseniz Correr Müzesi’ne gitmelisiniz. Teodoro Correr’in koleksiyonuyla kurulan Müze, 1836’da açılmış. 1797’de Venedik Cumhuriyetinin sona ermesiyle bir çok asil aile eşyalarını satmış, Correr ise koleksiyonunun büyük kısmını bu nadide parçalardan oluşturmuş. Müze önce Palazzo Correr’de açılmış ama 1922’de bugünkü yerine taşınmış.

Burada sergilenen eserler yanında yapının kendisi bile başlı başına görmeye değer. Müzenin bugün bulunduğu Napoleon Kanatı, Procuratie Nuove’daki tadilatla beraber Neoklasik tarzda Giuseppe Soli ve Lorenzo Santi tarafından tasarlanmış. İç dekorasyonlar ressam Giuseppe Borsato’nun eseri. Ana girişteki Neptün freski ise 1838 tarihli. Napoleon hakimiyeti zamanında yeni iktidarın sarayı olarak kullanılmış. Ama 1814’te bina tamamlandığında, Avusturya hakimiyeti sırasında Habsburg Hanedanının malikanesi olmuş. Sarayın en önemli odaları, Balo Odası, Taç Odası ve Ziyafet Odası…Bu odaların şatafatı yanında Antonio Canova’nın Neoklasik tarzdaki heykelleri de görsel şölenin bir parçası. Müze, Venedik hayatının ve kültürünün yansımalarını bugüne taşıyor. 15-16. yüzyıldan kalma haritalar, 16-18. yüzyıldan kalma nadir baskılar, sikkeler, denizcilikle ilgili araçlar, silahlar, Venedik’in muhtelif dönemlerine ait gravürler, resimler ile Müze, Venedik’in geçmişini bugüne taşımakta.

Müzede ayrıca Giovanni Bellini’den Vittore Carpaccio’ya bir çok ressamın eseri görülebilir; Antonello da Messina, Cosme Tura, Paolo Veneziano, Lorenzo Veneziano, Stefano Veneziano, Jacobello di Bonomo, Michele Giambono, Jacobello del Fiore, Gentile da Fabriano, Pisanello, Matteo Giovannetti, Bartolomeo Vivarini, Leonardo Boldrini, Pieter Bruegel, Jacopo Bellini, Alvise Vivarini, Cima da Conegliano, Lorenzo Lotto, Boccaccio Boccaccino gibi Venedikli ya da Venedik resmini etkilemiş Avrupalı ressamların eserleri bu bölümde yer almakta. Bunlar arasında Giovanni Bellini’nin Çarmıha Gerilme, Madonna ve Çocuğu ile Vittore Carpaccio’nun Kırmızı Şapkalı Adam ve İki Venedik Hanımı resimleri dikkatinizi çekecek.

Müze Kasım-Mart arası 09.00-17.00; Nisan-Ekim arası 09.00-19.00 saatleri arasında gezilebilir, giriş 19 euro. Bu bilet Dükler Sarayı, Museo Correr, Arkeoloji Müzesi ve Marciana Kütüphanesi için  geçerli.

Libreria Sansoviniana

Marciana Kütüphanesi de denen  bu Rönesans tarzı yapı, İtalya’nın en büyük ve en önemli kütüphanesi. Piazzetta’ya bakan ve darphane binasını da içine alan Kütüphane, Sansovino tasarımı olarak 1537’de yapımına başlanmış ve 1588’de Scamozzi tarafından bitirilmiş. Yapının tavanı çökünce Sansovino bir ara tutuklanmış ve epey bir ceza ödeyerek hapisten kurtulmuş. Binanın iç dekorları Titian, Paolo Veronese, Tintoretto, Alessandro Vittoria, Batista Franco, Bartolomeo Ammannati eserleri ile tamamlanmış.  Dor ve Iyon tarzı sütunlar ve heykellerle süslü bu kütüphanenin ilk kitapları ise 1468’deki Kardinal Bressarione’nin tarafından bağışlanmış. Kütüphanenin duvarlarındaki yaldızlı alçı süslemeleri ve freskleri ayrı bir güzellik ama tabii, buranın esas zenginliği yüzyıllar ötesinden kalan eserler; bunlar arasında Venedik’te basılan ilk kitap ile 5 yüzyıldan kalma el yazmaları Kütüphanenin göz bebeği. Venedik tarihi, klasik felsefe ve antik haritalar da burada yer almakta.

 Museo Archeologico di Venezia

Libreria Sansoviniana ve Procuratie Nuove’nin salonlarına yayılmış olan Milli Arkeoloji Müzesi, Dük Antonio Grimani’nin oğlu Kardinal Domenico Grimani’nin 1523’te koleksiyonunu bağışlamasıyla oluşturulmuş. Müze antik çağlara  uzanan Roma ve Yunan eserleriyle öne çıkıyor. Mücevherden heykele, vazolardan sikkelere uzanan gemiş bir koleksiyonu barındırmakta.

Zengin bir numismatik koleksiyonu hem Roma hem Bizans sikkeleri ile ilgilenenler için bulunmaz bir hazine. Ama taş işçiliği, özellikle heykeller en çarpıcı eserler. Bizans dini resimleri de ayrıca ilginç. Müze’de Bizans’ın son günlerine atfedilen bir bölüm var; burada yine İstanbul’dan getirilmiş bir çok eser, dini kitap yanında Fatih Sultan Mehmet’in orta yaşlarını gösteren portresi de yer alıyor.

Sonuçta akılda kalan daha çok Roma ve Yunan heykelleri. Tabii ki, Roma-Yunan heykellerine gayet aşinayız, bizim müzelerimizde de gayet seçkin örnekleri var ama buradakiler belki sayıca az ama sanki daha cüretkar…

Müze Kasım-Mart arası 09.00-17.00; Nisan-Ekim arası 09.00-19.00 saatleri arasında gezilebilir, giriş 19 euro. Bu bilet Dükler Sarayı, Museo Correr, Arkeoloji Müzesi ve Marciana Kütüphanesi için  geçerli.

Ancak burada bir de Müze pasosundan bahsetmek gerek. 24 euro tutarındaki bu paso ile San Marco Meydanındaki dört müzeye (Dükler Sarayı-özel odalar hariç-, Correr Müzesi, Arkeoloji Müzesi ve Kütüphane) ek olarak, Musei Civici Venice kapsamında yer alan Ca’ Rezzonico, Palazzo Mocenigo, Ca’ Pesaro, Casa Goldini, Murano ve Burano müzeleri ile Doğa Tarihi Müzesini de gezebilirsiniz. Eğer zamanınız, gücünüz ve isteğiniz varsa, San Marco Meydanında yer alan müzeleri gezmek için bu, en uygun seçenek. İnternetten alabileceğiniz bu pasoyu, listede yer alan herhangi bir müzeden onaylatarak kullanabiliyorsunuz.

Yeme – İçme

İtalya’da genelde nerede yersen ye mutlaka iyi bir lezzete denk gelinir, diye düşünürdüm ama bu Venedik için doğru değil. Venedik için gondolcuların yediği yerlerde yiyin, derler… Bunun için size Castello bölgesini tavsiye ederim, Riva degli Schiavoni’nin ilerisi, Arsenal civarında yer alan ve daha az turistik olan yerler, belki bu açıdan tercih edilebilir…

Kaldığım yerdeki bir görevli San Polo’daki Autico Callice’yi gondolcuların yeri olarak tavsiye etti ama daha çok armatörlük yolunda gidenlerin uğradığı bir yerdi; fazlasıyla turistik, kötü yemek ve sonuçta aç kalkılan bir masa… Son gezimde beni en çok sokak aralarındaki atıştırmalık yerler mutlu etti, bunlardan pizza çeşitlemeleri sunan Farini ile minik deniz ürünleri seçkisiyle Aqua e maic… Ama illa sağınızda solunuzda Michelin yıldızlarını görmek istiyorsanız Venedik bu konuda çok zengin… 2019’da yıldız parlatan yerler arasında Met, Amo, Club del Doge, Local, Arva, Antino’a Lounge, Al Covo, Oro, Ai Mercanti, Terrzaza Danielli, Quadri, Il Ridotto gibi yerler var.

Alışveriş

Gitmişken alışveriş yapmadan olmaz tabii… İtalya’ya özgü her şeyi Venedik’te de bulabilirsiniz. Ama Venedik’e özgü bir şeyler ararsanız birbirinden güzel cam objeler ve maskeler tercihiniz olmalı… Venedik’te her keseye uygun bir şeyler bulabilirsiniz. Ama kaliteli olanı daha uygun fiyata almak isterseniz turistik merkezlerin biraz dışına çıkmakta fayda var. Maske konusunda La Bauta, buna bir örnek, Campo San Toma’da… San Toma, cam konusunda da daha uygun birşeyler bulabileceğiniz bir bölge. Ayrıca cam eşyalar için San Geremia’ya da uğrayın derim. Fortuny Müzesi civarındaki yerlerde de ucuz cam eşyalar bulabilirsiniz.

Hazır Venedik’e gelmişken buradan bir gondolcu edasıyla dönmek isterseniz, Emilio Ceccato’da şık bir gondolcu olabilirsiniz, Eurolarınızı hazırlayın. Belairfine art ise hem modern sanat galerisi hem de özgün eserler alabileceğiniz bir yer.

Venedik’teyken bir şey almasanız da mutlaka uğramanız gereken bir yer de Libreria Acqua Alta Kitapevi… Dünyanın en ilginç kitabevlerinden biri olan bu depo-dükkan daha çok sahaf havasında; belki de bir kapısı kanala açıldığı için su yükselmeleri sırasında kitapları kurtarmak için olsa gerek, ortada içi kitap dolu kocaman bir gondol durmakta… Eski, yeni kitaplar, dergiler, plaklar, magnetler alabilirsiniz, tabii üzerlerinde uyuklamakta olan kediler izin verirse…

Venedik pahalı bir şehir. Bir gezginin de en büyük masrafı giriş ücretleri. Venedik’te 10-15 euro civarında giriş ücreti olan müzeler var. Ama muhtelif müze ve şehir kartlarıyla bu masrafı azaltabilirsiniz. Mesela San Marco Meydanı’ndaki müzeleri (Dükler Sarayı, Arkeoloji Müzesi, Corner Müzesi, Arkeoloji Müzesi, Milli Kütüphane) 23.40 euro… Bu konuda başka bir seçenek ise, 11 müzeyi (Dükler Sarayı, Arkeoloji Müzesi, Corner Müzesi, Arkeoloji Müzesi, Milli Kütüphane, Rezzonico, Mocenigo, Carlo Goldoni, Pesaro, Murano Cam Müzesi, Burano Dantel Müzesi, Doğal Tarih Müzesi) içeren 32.40 Euro’luk bir kart… Ayrıca Venedik’te müzelere giriş ve ulaşım seçenekleri de içeren Venezia Unica Card’lar da var; Gümüş, Altın ve Platin olarak ayrılmakta… Gümüş kart, Dükler Sarayı, Arkeoloji Müzesi, Corner müzesi, Arkeoloji Müzesi, Milli Kütüphane, seçilen 3 kilise girişi içermekte, 29 yaş altındaysanız 21,90 Euro, 30 yaş üzeriyseniz 33,90 Euro. Bu fiyat, eklenen başka müzeler ve turlarla değişmekte. Altın kart, (yukarıda bahsedilen) müze kartı kapsamındaki 11 müzeye ek olarak 16 paralı kiliseye giriş sağlamakta; buna ek olarak Yahudi Müzesi’ne giriş, 3 günlük toplu taşım ve 1 günlük internet bağlantısı da bu karta dahil, fiyatlar 58,90 eurodan başlıyor, ek müze ve turlarla bu fiyat artıyor. Platin kart ise, altın karta ek olarak Fenice Operası ve Bovolo Malikanesine giriş içermekte; 70,90 eurodan başlayan fiyatlara hava alanı transferi, tekne turu gibi özellikler eklendikçe bu fiyat artıyor. Bu konuda ayrıntılı bilgi ‘veneziaunica.it’ adresinden alınabilir.

Son Söz

Böylece San Marco Meydanı’nı ayrıntılı bir şekilde gezdik. Bu kadarı bile Venedik’i gördüm demek için yeterli belki de. Ama daha önce de bahsettiğimiz gibi bu Meydanın sunacağı başka seçenekler de var. Gecesi ayrı ışıltılı, gündüzü ayrı renkli cam işleri, vitrinlerde sizi bekliyor.

Ya da biraz soluklanın. Çünkü burası, bir şekilde Venedik’in eğlence merkezi de. Her an bir konser havanızı değiştirebilir. Özellikle Karnaval zamanı, burası türlü çeşitli müzik gruplarıyla şenleniyor. Dinlenmek için seçenekler; yukarıda anlatmıştık, artık tercihinize göre Caffe Quadri mi olur, yoksa Caffe Flori mi, oturup Dünyanın En Muhteşem Salonuna son bir kez göz atın, belki de aklınızda sadece bu an kalacaktır…

Venedik gezimizde bu yazıda anlatılan San Marco Meydanı ve Bazilikası ve civarındaki yerler ve müzeleri gezdik, sırada tekne ile Büyük Kanal gezisi bulunuyor. Tekne gezisinde göreceğiniz yerleri, binaları, müzeleri okumak isterseniz; Venedik Gezi Rehberi II: Canal Grande – Dünyanın En Güzel Bulvarı

Venedik Adaları Murano, Burano ve Torcello’yu gezmek isterseniz; Venedik’in Üç İncisi: Murano, Burano, Torcello

Venedik’i ünlü Venedik Karnavalı zamanı gezmek isterseniz; Venedik Karnavalı; Bir Maskeyi Sevmek